Rahman
Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:
Hakîm Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:
Recâ Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:
İman
Ve Amellerin Getirdikleri:
Helak
Olmak Ve İktidara Gelmek:
Kater Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:
Kafirlerin
Kur'an'ı Yalanlamalarının Sebepleri:
Peygamberlerin
Gelmesi Ve Sorumluluk:
Herkes
Yaptığının Karşılığını Bulur:
Değerlerin
Birbirinden Farklı Oluşu:
Fadl Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:
Kafirleri
Eğitmek İçin Tarihten Bir Olgu:
Peygamberlere
Olan Olumsuz Tepki Bir Süreç Gibi İşlemiştir:
Hz.
Musa Ve Hz. Harun'a Olan Tepki:
Yüce
Allah Duaya Şu Şekilde İcabet Etti:
Asla
İnanmayacak Olanlar Da Vardır:
Hz.
Peygambere Verilen Önemli Dersler:
Yûnus
Sûresinin İnsanlığa Getirdiklerinin Özet Olarak Sıralanması:
Kur'an'ın
10. süresidir. 17. sûre olan İsrâ sûresi ile 11. sûre olan Hûd sûresinin
arasında nazil olduğu konusunda ittifak vardır. Mekke döneminde inmiştir. İbn
Abbas'a göre: "Sana indirdiğimizden şüphede isen" (Yûnus 10/94)
âyetinden itibaren üç âyet Medine'de inmiştir. Kelbî'ye göre de, Medine'de
yahudiler hakkında indirilmiş olan: "Aralarından ona inanan kimseler de
vardır, ona iman etmeyen kimseler de vardır" âyeti müstesna Mekke'de
inmiştir.
Sûrenin
merkezî temalarından birini Kur'an'ı Uz. Mu-hammed'in yazdığını iddia eden
müşriklere verilen cevap teşkil etmektedir. Kur'an'ın Hz. Muhammed'e indirilen
bir vahiy olduğunu belirten sûrenin 15-17, 37-38 ve 94. âyetlerinde bu konu
çeşitli şekillerde açıklanmaktadır. Sûrenin başında yer alan "kitabın
âyetleri" ifadesi, onun Bakara, Âl-i İmrân, A'râf sûrelerinin bir devamı
olduğunu göstermektedir. Başındaki }\ elif-lâm-râ mukattaa harfleridir
Kâfirlerin
ilâhî vahye gösterdikleri tepkileri ve bâtıl inançları açıklanırken,
müminlerin durumları ele alınmaktadır. Sûrede nankörlüğün insan davranışlarını
nasıl yönlendirdiğine değinilmekte, iyiliğe daha fazlası ile ödül
verileceğine, kötülüğe de dengi olan bir cezanın takdir edileceğine dikkat
çekilmektedir.
Allah,
"maddî âlem-insanlar âlemi" ile olan ilişkisi ele a- lmmakta ve O'nun
sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir.
Muhtelif
âyetlerde Kur'an'ın özelliklerine ve bunlara göre insanların yapacağı görevler
açıklanmaktadır. Allah'ın dostu olan kimselerin özellikleri sıralanmaktadır.
Geçmiş
peygamberlerin hayatından kesitler sunulmakta, onların toplumlarıyla olan
ilişkileri aktarılmaktadır, bu yönüyle de sûre Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide
ve A'râf sûrelerinin bir devamı durumundadır.
Bu
sûrede insanları yanlışlardan caydırmak için zaman zaman azaba; zaman zaman da
iyiye teşvik etmek için ödüle başvurulduğu konusunda bilgiler verilmektedir.
tnanma
konusunda insanların hür olduğu, onlara zorlama yapılamayacağı, aklını
kullanmayanın murdar olduğu, doğru yol ile sapıklığı seçmekte insanın
iradesinin rol oynadığı belirtilerek ilâhî iradenin yanında insanın iradesinin
yeri belirlenmektedir.
Bütün
bu açıklamalar, emirler, hükümler, öğretilerle Allah 25. âyetinde insanları
selâmet yurduna çağırdığını ve doğru yola iletmek istediğini buyurmaktadır.
Böylece selâmet yurduna ve doğru yola götüren amellerle onlara engel olan
amellerin tasnifini yapmaktadır.
Sûre
109 âyettir.[1]
1.
Elif-lâm-râ. İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir.
1. Bakara sûresinin başında
"hurûf-u mukatta'a"nın birer şifre ö-zelliği taşıdığı açıklanmıştı.
Sanki Allah Yûnus sûresini, elif-lâm-râ harflerinin oluşturduğu bir bilgisayar
dosyasının içine koymuş, dosyalar tıklandığında nasıl açılıyorsa, bu harflerin
tıklatılmasıyla da Yûnus sûresiaçılmaktadır. Zaten âyetin devamında bu dosyanın
içinde nelerin olduğu açıklanmaktadır.
2. "İşte bunlar hikmet dolu
kitabın âyetleridir. " Bakara sûresinin başında açıklandığı gibi bu
sûrenin "kitap" ile başlamasının sebebi, Allah'ın bir kitap okulu
kurup, eğitimin merkezine kitabı koyduğu anlaşılmaktadır. Öğretim ve eğitim
faaliyetleri kitabın etrafında cereyan etmeli, kitaptan ışık almalıdırlar.
Öğretim ve eğitim kitapsız olamayacağı gibi din eğitimi de kitapsız olamaz.
Kitap
ilâhî bilgiyi taşıyan başlı başına bir okulu temsil etmektedir. Allah insanlığa
kitaplı eğitimin önemini anlatırken, milletlerin bütün kültür kazanımlarının
kitapla gelecek nesillere aktarılabileceği sistemini aşılamaktadır. İnsanlığa
şekil veren, onun gelişimini, değişimini ve canlı kalmasını temin eden
kitaptır. Allah kitap vasıtasıyla insanlara ulaşıyor, onları eğitip olgunlaştırıyor,
kendine doğru yüceltiyor ve onlara şeref kazandırıyor. Bu noktadan bakınca
ilâhî âlemle beşerî âlem arasında iletişimi sağlayan kitabın, ne kadar etkili
bir eğitim aracı olduğu anlaşılmış olur.
Sâffât
sûresinin 157. âyetinde Allah kitaba delil mânası vermektedir: "Eğer
doğrulardan iseniz kitabınızı, yani delilinizi getiriniz." Kitap insanlar
için delil olacak bilgileri taşıdığı için objektifliği öğretime getirmektedir.
Dinde
fetva verebilmek için delil göstermek gerekir. Kur'an'dan delili olmayanın dinî
konularda görüş beyan etmesi doğru değildir. Hakikate delil olması sebebiyle
Allah Kur'an'a kitap demektedir. Delil olduğu için kitap eğitim ve öğretime
ciddiyet getirir. Kitabı olmayan veya olduğu halde onu bilmeyen toplumlar
dedikodu ile uğraşır, avunur ve onları bilgi zannederler. Böyle toplumlar
medenî olamazlar, çünkü dedikoduya dayalı bilgilerle medeniyet olmaz. Kitabı
olmak demek, delile, bilgiye sahip olmak ve onlara yakın olmak demektir.
Hicr
sûresinin dördüncü âyetine göre kitâb "süre, zaman, ömür" anlamına
gelmektedir: "Helak ettiğimiz her ülkenin muayyen bir zamanı, yani süresi
vardır." Buradaki zaman, süre veya ömür kitap kelimesi ile ifade
edilmektedir. Aslında buradaki kitap kelimesi "yazgı" anlamına gelmektedir.
Demek ki kitap toplumların yazgısıdır, hayatıdır, canıdır. Onun içindir ki Şûra
sûresinin 52. âyetinde Allah Kur'an'ı ruh, yani can olarak nitelemektedir.
Âyetteki
kitap kavramı Kur'an mıdır yoksa levh-i mahfuz (korunan levha) mudur?
Âlimlerin bir kısmı bunun levh-i mahfuz (korunan levha) olduğunu
söylemişlerdir. Onların bu yorumunu ispat eden âyetler vardır, "Şüphesiz
bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır" (Vakıa 56/77-78).
Bu âyette Kur'an'ın geldiği temel kitap "kitâb-ı meknûn" olarak
isimlendirilmiştir. Meknûn "korunmuş, muhafaza edilmiş" anlamına
gelmektedir.
"O,
katımızda bulunan ana kitapta mevcut yüce ve hikmet dolu bir kitaptır"
(Zuhruf 43/4). Bu âyette geçen "ümmü'l-kitâb" terimi "ana kitap,
anayasa" anlamını ifade etmektedir, "Hakikatte o, levh-i mahfuzda
bulunan şerefli bir Kur'an'dır" (Bürûc 85/21-22). "Allah dilediğini
siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların anası O'nun
katındadır" (Ra'd 13/39).
Demek
ki bütün peygamberlere gelen ilâhî vahyin oluşturduğu kitapların kaynağında
korunmuş levha denen levh-i mahfuz, başka bir ifade ile "ana kitap"
vardır. Bazı âlimler de 'Yûnus sûresinin birinci âye-tindeki kitabın söylediği
ile öncekilerin söyledikleri arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü âyetteki
"kitap" kelimesi özelde Kur'an'ı, genelde levh-i mahfuzu,
ümmü'l-kitabı ifade etmektedir' demektedir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin birinci âyetinde kitabın "hakîm"
özelliği gündeme getirilmektedir. Eğer oradaki kitap levh-i mahfuz olsaydı, o
zaman, el-mahfûz, el-meknûn ve el-ümm kelimeleriyle beraber gelmeli idi. Bu
âyette hem âyet hem kitap hem de hakîm kelimeleri bir araya gelmiştir. Bu da
bize âyetteki kitap kelimesinin Kur'an anlamına geldiğini ispat etmektedir.
Şimdi
de kitabın sıfatı olan "hakîm" kelimesinin ne anlama geldiğini
açıklayabiliriz. Bu kelimenin açıklaması Bakara sûresinin 269. âyetinde geniş
bir şekilde yapılmıştı.
1) Sağlamlaştırmak. Fiil olarak bu
anlama gelen hakeme kelimesi "hakîm" kalıbından alınınca, "sağlam"
anlamını ifade etmektedir. Yûnus sûresinin birinci âyetindeki ifadeye
"sağlam kitap" mânası verilebilir. Âyet, "işte şunlar sağlam
kitabın âyetleridir" şeklinde tercüme edilebilir. Bu anlamı Hac sûresinin
52. âyetinde bulmak mümkündür: "Sonra Allah âyetlerini
sağlamlaştırır." Bunun anlamı kalbine yerleştirmek, açık ve anlaşılır,
birbirini açıklar hale getirmektir. "Sağlam" kelimesi kitapla
beraber getirilince "dışarıdan dokunup bozulması
mümkün olmayan kitap" demek olur.
2) Hüküm vermek. Bu ifadeyi Allah
kendisi için kullanmaktadır. Allah emanetin ehline verilmesini, adaletle
hükmedilmesini emrediyor. (Nisa 4/58). Kıyamette Allah anlaşamadığımız şeyler
konusunda hükmedecektir (Bakara 2/113) buyururken "hükmetmek",
Allah'ın fiili olmaktadır. Demek ki çözülemeyen, ihtilâfa düşülen meseleleri
çözümlemek için verilen hüküm eylemini ifade etmektedir.
"Anlaşmazlığa
düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren
kitapları da gönderdi" (Bakara 2/213) buyururken, insanın tarafsız ve
hakkı ortaya koyan bir kitapla hükmetmesini istemektedir. O zaman hakîm, içinde
hüküm bulunan demek olur. Bu hükümler, nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması
gerektiğini, cennete veya cehenneme kimlerin gideceğine dair hükümlerin
bulunduğu kitap demektir. Allah kendi hakîm sıfatını, Kur'an'la hükmettiği için
Kur'an'a vermiştir.
Bu
anlamdan hareket ettiğimiz zaman hakîm kelimesinin, içinde "kanun"
bulunan anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Mâide sûresinin 50. âyetinde
"Yoksa onlar, Câhiliye kanunu mu istiyorlar" buyurulurken bu
kelimenin "hükm" kalıbı kullanılmıştır.
3) Doğru ile yanlışı ayırma niteliği.
İnsan için kullanıldığı zaman "hüküm" kelimesi doğru ile yanlışı
ayırt edebilme yeteneği olurken, ki-tap için kullanıldığı zaman
"hakim", doğru ile yanlış ayırt edebilme niteliği diyebiliriz. Bu
anlamıyla yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki kitap canlı olarak kabul
edilmektedir. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin 79. âyetinde Allah peygamber olarak
seçtiği insanlara, kitap, hüküm (sağlam muhakeme) ve peygamberlik vermektedir.
Buradaki hüküm, hikmetin doğduğu sağlam muhakeme anlamına gelmektedir.
4) Hikmet. Bâtıldan, yanlıştan,
pislikten, faydasız olandan arındırılmış bilgi" anlamına gelen hikmet bu
kelimeden türetilmiştir. Hikmet anlamında hakîm, "insanı kemale erdiren
bilgi" mânasını ifade etmekte
dir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete, "İşte şunlar, insanı kemale
erdiren hikmet dolu kitabın âyetleridir''mânasını verebiliriz.
O
zaman kitabın, hikmeti içine aldığını ifade etmiş oluruz. Demek ki Kur'an bütün
yanlışlardan arındırılmış bilgi ile doludur. Bu anlamdan hareket edersek, doğru
olanı yapan kitap demek olur. Şûra sûresinin 52. âyetine göre, Kur'an ruh
olduğuna göre canlıdır. Canlı olan bu kitap da doğru olanın yapılmasını
istemektedir.
5) İlâhî bilgi. "Hakim"
kelimesi hikmet kalıbında alındığında, Allah katında olan ve peygamberlere
vahyedilen bilgi anlamına gelmektedir. "Bunlar sana, Rabbinin vahyettiği
hikmetlerdir" (İsrâ 17/39). O zaman Yûnus sûresinin birinci âyetine şu mânayı
verebiliriz: "İşte şunlar, ilâhî bilginin dolu olduğu kitabın
âyetleridir."
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah'ın eğitimin merkezine aldığı kitap, hikmet ve
bilgi doludur, doğru ile yanlışı ayırma niteliğine sahiptir, ilk bakışta Yûnus
sûresi bu niteliklere sahipken, onun içinde bulunduğu Kur'an da bu özellikleri
taşımaktadır.
Böyle
bir kitaba insanlar muhtaçtır. Allah insanların ihtiyaçlarını karşılamak için
Kur'an'ı göndermiştir. Allah bâtılın, yanlışın ve zararlı olanın yanaşamadığı
sağlamlıkta, hikmet dolu bir kitapla insanları eğitmekte ve onların akıllarına
ve gönüllerine şekil vermektedir. En büyük değer olan hikmeti (Bakara 2/269)
Kur'an'da bulmak mümkündür. Bu yönü ile Kur'an insanı aklını kullanıp düşünmeye
sevketmektedir (Bakara 2/269).
Bu
noktadan hareketle Bakara sûresinin ikinci âyetini alarak "hakim
kitap" ifadesini mânalandırabiliriz: Hakim kitap "şüphe olmayan
kitap", insanlara ve özellikle müttakilere rehber olan kitap demektir.
Hakim, şüphe edilemeyen ve rehber olan anlamına gelmektedir. İsrâ sûresinin 9.
âyetine göre en doğru olana götüren kitap demektir. Allah onların
şaşkınlıklarını soru cümlesiyle gündeme getirmektedir. Kur'an'in başka
âyetlerinde de, onların şaşkınlıkları dile getirilmektedir:
i. "Aralarında kendilerine bir
uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır!
Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler. Onlardan
ileri gelenleri: "Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direniniz, Çünkü bu,
arzu edilen bir şeydir' diyerek kalkıp yürüdüler" (Sâd 38/4-6).
ii. "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki
şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" (Zuhruf 43/31).
iii. "Allah, peygamber olarak bir
beşeri mi gönderdi dediler" (İsrâ 17/94).
iv. "Şimdi siz
bu söze (Kur'an'a)
mı şaşıyorsunuz?" (Necm 53/59).
v. "Aralarından bir uyarıcının
gelmesine şaştılar da, kâfirler: 'Bu şaşılacak bir şeydir' dediler. "
(Kâf 50/2). Bu âyetlerin ortak noktalarını bulmaya çalışırsak, Hz. Peygamber'in
toplumu Kur'an ve Hz. Peygamber'in peygamberliğine karşı şok olduklarını görürüz.
Bir
beşerin, kendi içlerinden yetim birinin peygamber olarak gönderilmesine karşı
derin bir hayrete düşmüşlerdir. Onlar peygamber olarak seçilecek olanın, beşer
üstü bir varlık olmasını bekliyorlardı. Zuhruf sûresinin 31. âyetinde
açıklandığı gibi, peygamberliğin büyük ya da ileri gelen birine verilmesini
uygun buluyorlardı. Kâfirlerin şaştıkları diğer bir şey de Kur'an idi. Necm
sûresinin 59. âyetinde belirtildiği gibi, Allah onların bu şaşkınlığını gündeme
getirmektedir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak seçilmesi, tevhid inancını
insanlara öğretmek için gönderilen Kur'an denen vahyin o devrin insanlarına
şok etkisi yapmıştır. Hem olumlu hem de olumsuz mânada şok etkisi yapmış, hem
olumlu mânadaki şok etkisi, insanları hidayete getirmesi, onlarda tevhid
inancına geçiş gibi derinden bir değişim meydana getirmesiyle gerçekleşmiştir.
Olumsuz şok etkisi de, onların Hz. Peygamber'e inanmamaları vahyin ona
verilmesine hayret etmeleriyle ortaya çıkmıştır. Hayrete düşme şeklindeki
tepkinin geçmiş peygamberlere karşı olduğunu da Kur'an haber vermektedir.
Hz.
Nuh'un toplumu da, Nuh'un peygamber olarak gönderilmesine şaşmıştı, "Allah'ın
azabından sakınıp da rahmete nail olmanız ümidiyle, içinizden sîzi uyaracak bir
adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız
mı?" (A'râf 7/63).
Semûd
toplumu da kardeşleri Salih peygambere karşı bu şoku yaşamışlardı: "Sizi
uyarmak için jçmizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap)
gelmesi-nx şaştınız mı?" (A'râf 7/69).
Öyle
anlaşılıyor ki Hz. Nuh'la başlayan şaşkınlıkları Hz. Muham-ıned'e kadar devam
etmiştir. Ancak bu durum Hz. Peygamber'le de son solmamış, çeşitli boyutlarda
günümüzde de devam etmektedir. Yahudi-jenn Hz. İsa'yı, yahudilerin ve
hıristiyanların Hz. Muhammed'i kabul Kirlemelerinin altında hep aynı etki
vardır.
Her
toplum Kur'an'in yukarıda verilen âyetlerini, kendilerinden an tarafından
tebliğ edilmesini hayretle karşılamışlardır. Bu duruma Hz. Peygamber
dönemindeki insanlar da aynı tepkiyi vermişlerdir: "Şunu da iemişlerdir:
Ne biçim peygamberdir bu, yemek yiyor, sokaklarda . Üzerine bir melek
indirilmeli, beraberinde özel bir uyarıcı değil miydi?" (Furkân 25/7),
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de mutlaka yemek yiyorlar,
sokaklarda yürüyorlardı" (Furkân 25/20).
Hz.
Peygamber'den sonra günümüze kadar Allah'ın dinini öğreten âlimler ya
kutsallaştırılmış, ya da eziyete mâruz bırakılmışlardır. Hıristiyanlar da aynı
şeyi daha şiddetli bir şekilde yaşamış ve yaşamaktadırlar.[2]
2.
İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar, iman edenlere de kendileri için
Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi bulunduğunu müjdele!" diye
vahiy göndermemiz insanlara şaşırtıcı mı geldi? İnkâr edenler, "Bu adam
açık bir büyücüdür" dediler.
Bu
âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "İnsanlara şaşırtıcı mı
geldi?" İnsanlar vahye karşı hayrete düşmüştür. Peygamberler tarihinin en
dikkat çeken konularından biri, onlara gelen vahye toplumların hayrete düşerek
tepki göstermeleridir. Bu tepkinin bir benzerini de Mekke halkı ve özellikle
Kureyş'in kâfirleri Hz. Peygamber'e göstermişlerdi.
2. İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar, iman edenlere de
kendileri için Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi bulunduğunu
müjdele!" diye vahiy göndermemiz (insanlara şaşırtıcı mı geldi?)"
Peygamberin iki görevi. Allah'ın, kâfir ve müşriklerin hayretle karşıladıkları
Hz. Peygamber'e yüklediği görevleri bu âyetten öğreniyoruz.
a) İnsanları uyarmak. Hz-. Peygamber'in
evrensel görevlerinden biri bütün insanlığı uyarmaktır. Bu görev vahyin amacı
olarak belirlenmektedir. Yanlıştan sakındırmak için yapılan tebliğe
"inzar" denmektedir. İnzar yanlıştan caydırmak için tehlikeyi haber
vererek korkutma niteliği taşımakta, âhiretin dehşetini haber verme anlamına
gelmektedir.
b) Müjdelemek. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette özel mânada iman edenlerin müjdelenmesi emredilmektedir.
"İman
edenlere de kendileri için Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi
bulunduğunu müjdele!" Âyetin bu kısmında fodı el-kadem kelimesi ile Jj-«Jı
es-sıdk kelimesi bir araya gelmiştir. Kadem kelimesini Elmalılı Hamdı Yazır
şöyle açıklamaktadır:
Benzeri
olaylar bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğerlerini geçmiş olmak;
gerek hal, gerek hayır hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe vb. bakımından ileride
olmak demektir. Kadem kelimesi değişik formlarına dilimizde derece anlamında
kullanılmaktadır. 'Ayağın topuktan aşağı kısmına yani tabanı'na da kadem
denmektedir. Ayrıca 'yarışta en önde gelene, kahramana' da verilen sıfatlardan
biri de kadem sıfatıdır. Herhangi bir hizmette fazlalığı ifade ederken de
"kıdem" tabirini kullanırız.
Sıdk
kelimesi "doğruluk" anlamına gelmektedir. Kadem-i sıdk ise
îbn
Abbas'a göre "doğruluk makamı" anlamına gelmektedir. İbn Abbas'ın
buna getirdiği delil İsrâ sûresinin 80. âyetidir: Şöyle yalvar (de): Rabbim!
Gireceğim yere dü-rüstlükle girmemi sağla, çıkacağım yerden de dürüstlükle
çıkmamı sağla.'"
Yine
İbn Abbas kadem-i sıdkı, müminlerin dünyada işledikleri amellerin karşılığı
olarak onlara âhirette verilecek ödül olarak mânalandırmıştır. Kurtubî gibi
müfessirler kadem-i sıdkın ne anlama geldiğini çok çeşitli rivayetlerde
açıklamışlardır. Biz Kamer sûresinin 54-55. âyetlerine giderek gerçek mânayı yakalayabileceğimizi
düşünmekteyiz:
"Müttakiler
bahçelerde, nehir kıyılanndadır. Güçlü bir padişahın katında doğruluk
makamında-dırlar." Kamer sûresinin 55. âyetinde geçen "güçlü bir
padişahın katında" ifadesi, ve aynı âyette geçen "doğruluk
makamı", yani "özü-sözü bir olanlara ait oturma yeri" bize
gösteriyor ki, Yûnus sûresinin ikinci âye-tindeki "doğruluk makamı"
Allah katındaki ödülün derecesidir. 55. âyeti 54. âyetle birlikte
mânalandırırsak, o zaman bu iki âyetin anlamının, "müttakilerin Allah
katındaki makamının kadem-i sıdk" şeklinde olduğu anlaşılacaktır.
Gerek tefsirini
yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin ikinci âyetinde, gerekse Kamer sûresinin
55. âyetinde sıdk kelimesi aslında bu dünyada özü ile sözü, özü ile
davranışları bir olan doğru insanların oradaki makamını belirlemektedir. Bu
demektir ki, Kur'an "doğruluk" değerini öne çıkarmakta, âhirette
doğruluk makamı olacağını ve Allah'ın, doğru olanları öne çıkaracağını bu
âyetiyle Hz. Peygamber'den müjdelemesini istemektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber'e gönderilen hikmet dolu kitap, ona insanlığı
uyarma, müminleri müjdeleme görevini vermektedir. Bunun anlamı uyandan
etkilenip doğruya yönelenler müjdele-nenler grubuna geçmiş olacaktır.
3. Kâfirlerin Hz. Peygamber'i
değerlendirmesi. İnsanların, Hz. Peygamber'in vahiy almasına karşılık hayrete
düşmeleri, şu değerlendirmeyi yapmalarına sebep olmuştur: "Kâfirler, 'bu
elbette apaçık bir sihirbazdır' dediler." Bu değerlendirmeyi yapanlar,
Hz. Peygamber tarafından uyarılan kâfirlerdi. Hz. Peygamber'e sihirbaz
demeleri, aynı zamanda Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemeleri demektir. Çünkü
sihirbazın eseri sihirdir. Onlara göre Kur'an Hz. Muhammed'in eseridir.
İnkara
saplanan insanların bu değerlendirmelerinde Hz. Peygam-ber'de 'üstün bir gücün
eseri' dedikleri Kur'an'da da bir farklılık olduğuna işaret vardır. Fakat
değerlendirmelerinin asıl amacı, Hz. Peygam-ber'in peygamber olmadığını,
Kur'an'in da vahiy ürünü bir kitap olmadığını göstermektir. Önce hayrete
düşmeleri, sonra ona sihirbaz demeleri, Hz. Peygamber'in sözle nasıl kötü bir
tepki ile karşılaştığına işaret etmektedir.[3]
3.
Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra da arşın
üzerinde hükmedip işleri yöneten
Allah'tır. O'nun izni olmadan kimse kendiliğinden şefaat edemez- Rabbiniz
Allah işte budur. O 'na kulluk e-
diniz. Hâlâ düşünmüyor musunuz?
4.
Hepinizin dönüşü O'nadir. Allah'ın verdiği söz gerçektir. Doğrusu O, önce
yaratmaya başlar, sonra ina
nıp yararlı iş yapanları adaletle ödüllendirmek için yaratmayı tekrarlar.
İnkarcılara, inkâr etmelerinden do
layı kızgın bir içecek ve acıklı bir azap vardır.
5.
Güneşi ışıklı ve ayı aydınlık yapan, yılların sayısını ve hesaplamayı bilmeniz
için aya konak yerleri düzen
leyendir. Allah bunları gerçek olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma
âyetlerini açıklamaktadır.
6.
Gece ile gündüzün değişmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde,
sakınan bir toplum için el
bette nice deliller vardır.
Yûnus sûresinin
ikinci âyeti ile başlayan açıklama aslında hakîm olan kitabın içindeki
konuların neler olduğunu öğretmektedir. Birinci âyetteki "hakîm
kitabın" içindeki konuların ilki, insanların uyarılması ve inananların
müjdelenmesi şeklindeki Hz. Peygamber'in görevlerinin tesbitidir. Üçüncü âyette
ise şu konular ele alınmakta ve hakîm olan kitabın diğer konulan
belirlenmektedir. Böylece hikmet dolu kitabın insana neleri öğrettiği gündeme
getirilmektedir.
1. "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri
ve yeri altı devirde yarattı." Ayetin bu kısmı Allah'ın gökleri ve yeri
kaç aşamada yaratığını açıklayarak, kâfirlerin ikinci âyetteki hayretlerini ve
sihirbaz şeklindeki değerlendirmelerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Kâinatın yaratılışını ve onu yaratanı bilselerdi hikmet dolu kitabın vahyini
Hz. Peygamber'e gönderilebileceğini farkedip o insana sihirbaz
demeyeceklerdir. Onun için âyetin bu kısmı, insanı âciz bırakan yaratma
olgusunu ele almakta, ve âdeta
şunu
söylemektedir: Kâinatı altı aşamada yaratan Allah, kuluna vahiy gönderebilir.
fijf
si- "Altı gün"'de ifadesindeki günler kelimesi "aşamalar, dönemler"
anlamına alınmalıdır. Buradaki altı gün, haftanın günleri değildir. O zaman
İncil'deki "Allah kâinatı ve içindeki varlıkları altı günde yaratmış,
yedinci günde de dinlenmiştir" fikrine dönülmüş olur[4]. Bu konu A'râf sûresinin 54. âyetinde
açıklandı. Kâinatı "altı devir"de yaratmasını burada ve A'râf
sûresinin 54. âyetinde gündeme getirmesinin amaçlarından biri de, insana bunu
araştırması için ödev vermesidir.
2. "Sonra da arşın üzerinde
hükmedip işleri yönetir." Yûnus sûresini üçüncü âyetinde ele alınan ikinci
konu, Allah'ın yarattığı eserin içine kendisini koyup onu kapsamasıdır. İnsan,
yaptığı eserin içine kendini koyamaz ama Allah yarattığı eserin içine kendini
koyar ve böylece o eserin hem içinde hem de dışında olur. Kendini eserinin
içine koyması, onu çeşitli sıfatlarıyla kapsaması demektir. Meselâ Allah Kaf
sûresinin 16. âyetine göre yaratma ve bilme sıfatlarıyla bize şah damarımızdan
daha yakındır. Aynı şekilde çeşitli sıfatlarıyla kâinatın içindedir ve onu
kapsamış durumdadır. Bu konu daha önce A'râf sûresinin 54. âyetinde anlatıldı.
Arş
kavramı aynı zamanda Allah'ın hükümranlığını ifade etmektedir. Allah
hükümranlığını kullanarak işleri yönetmektedir. Maddî anlamda kâinatın
işlerini yönetirken, insanların işlerini de birinci âyetteki "hikmet dolu
kitap"la yönetmektedir. Bu yönetiminin bir kısmını peygambere gönderdiği
vahiyle gerçekleştirmektedir.
Allah,
Hz. Peygamber'e sihirbaz diyen kâfirlere kâinatın yönetimi hakkında açıklama
yaparak öğretimde bulunmakta, kâinatı kapsayıcılı-ğını, ona olan
hükümranlığını, ve hükümranlığı gereği işleri yönettiğini açıklayarak,
gönderdiği vahiyden dolayı hayrete düşmelerinin yersizliğini göstermektedir.
Kâinatı ve içindeki varlıkları yönetirken eşi olmadığı için, kimse O'nun
yaptıklarını tenkit mahiyetinde değerlendirme hakkına sahip değildir. Böylece
birinci âyetteki hikmet dolu kitap, Allah'ın kâinattaki hükümranlığının gereği
olan işleri yönettiğini açıklamaktadır. Bunu bilmedikleri için kâfirler, Hz.
Peygamber'e sihirbaz sıfatını yakıştırmışlardır. Allah, hükümranlık makamı ile
emredip işleri yönettiği bilgisini inanmayanlara öğreterek onların iman
etmesini sağlamaktadır.
3. "Onun izni olmadan kimse
kendiliğinden şefaat edemez." Şefaat konusu Bakara sûresinin 48. âyetinde
detaylı bir şekilde açıklandı. Kimler şefaat edecek, kimler şefaate nail
olacak, kimler olmayacak, şefaatin tembelliğe sebep olmamasının gereği,
şefaate muhtaç olanın şefaat edemeyeceği konulan da Bakara sûresinin 48. âyetinde
açıklandı.
Hikmet
dolu kitap Allah'ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini, bu konudaki
yetkinin tamamen Allah'a ait olduğunu hatırlatmaktadır. Bu âyette,
"şefaat" kavramı gündeme getirilmekte, âhiret hayatının var olduğu
ve ona inanmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Demek ki hikmet dolu kitabın
bir konusu da şefaat yetkisinin kime ait olduğunu öğretmektir.
Şefaat
konusunun burada devreye sokulmasının sebebini Yûnus sûresinin 18. âyeti
vermektedir.
"Onlar
Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar
ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçi-lerimizdir' diyorlar."
Kâinatı
yönetenin Allah olduğu belirtildikten sonra, âhireti yöneten tek gücün de yine
Allah olduğu âyette ifade edilmektedir. Allah kâinatı yaratırken eşi olmadığı
gibi, âhiretin işlerini yönetirken de eşi olmayacaktır. Böylece onların
putları şefaatçi olarak görüp şirke düşmeleri önlenmektedir.
4. "Rabbiniz Allah işte budur. Ona
kulluk ediniz. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" Âyetin bu kısmı, önceki
kısımlarda açıklanan konuların Allah'ı anlatmakta olduğuna işaret etmektedir.
Kâinatı altı aşamada yaratan, hükümranlık makamı ile işleri yöneten ve şefaatin
sadece kendi yetkisinde olan varlık Allah'tır. Kulluk edilmeye lâyık sadece
O'dur. "Ona kulluk ediniz" emrine, "O'nu tanıyı- iez~ mânasını
verebiliriz. Çünkü Bakara sûresinin 21. âyetinde kelimesinin "bilmek,
tanımak" anlamına geldiğini Hâzin ifade et-eeşîi. Ayrıca İbn Abbas, Kâdî,
Nesefî ve Hâzin buna "Allah'ı birleyiniz" Eânasmı vermişlerdir.
Demek
ki Allah'a kulluk etmek, onu bilmek, tanımak ve O'nu birlemek anlamına
gelmektedir. Biraz daha açarsak aklın, gönlün, nefsin ve bütün davranışların
faaliyetlerini bir bütün olarak buradaki kulluğun mânasının kapsamına dahil
edebiliriz. Birinci âyetteki hikmet dolu kitabın Allah'a kulluk etmeye giden
yolu gösterdiğini ve Allah'ın nasıl bir varlık olduğunun açıklamasını
yapmaktadır.
öj'/m
liif "Hâlâ düşünmüyor musunuz?" Buradaki sorudan anlıyoruz ki,
Allah'ın iki ve üçüncü âyetlerde anlattığı konular üzerinde düşünülmeyi
istemektedir. Allah'a kulluğu engelleyenlerden biri düşüncesizliktir, yani
aklın kullanılmamasıdır. Kâinatın varlığı, oluşumu, bütün işlerin yönetimi
konularında düşünmek insan için bir ödevdir. Bağımsız düşünce, insanı tevhid
inancına götürür. Allah'ın bu sorusundan hareket ederek diyebiliriz ki, düşünmek
bir farz, o farzı yerine getirmek de bir ibadettir.
5. "Hepinizin dönüşü O 'nadir.
Allah'ın verdiği söz gerçektir."
a) İnsanlar bu dünyada gurbettedir.
Ölüm Allah'a dönüştür. Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Âyetin bu kısmının
gündeme gelmesinin sebebi, ikinci âyetin sonunda verilen "ona
kulluk" ediniz emridir.
Kulluk ediniz, çünkü O'na döneceksiniz.
b) Allah'a döneceğimiz konusunda
Allah'ın verdiği söz gerçektir. İnsanoğlunun akıl erdiremediği ve bu sebeple
inanamadığı konulardan biri, Allah'a dönüş meselesidir. Onun içindir ki
dönüşten hemen sonra Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğu ifadesi gelmektedir.
Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğuna inanan, O'na döneceğine de inanacaktır.
Âyetin bu kısmı aynı zamanda nasıl bir Allah'a inandığımızı da açıklamaktadır.
Allah, herkesin topluca döneceği ve verdiği sözün gerçek olduğu bir varlıktır.
6. "Doğrusu O, önce yaratmaya
başlar, sonra inanıp yararlı iş yapanları adaletle ödüllendirmek için
yaratmayı tekrarlar." Âyetin bu kısmında ilk yaratılış ile öldükten sonra
yaratılma ele alınmaktadır. Birinci yaratılışın a-macı Zâriyât sûresinin 56.
âyetinde Allah'a kulluk, yani O'nu tanıma olarak tesbit edilirken, ikinci
yaratılışın amacı, Yûnus sûresinin dördüncü âyetinde inanıp yararlı iş
yapanların adaletle ödüllendirilmesi olarak belirlenmektedir.
Birinci
yaratılış için gerekli olan inancı kabullenmek kolay olmaktadır. Buna rağmen
ateistler kâinatın ve yeryüzündeki canlıların tabiat tarafından yaratıldığını
iddia etmekte ve böylece Allah'ın yaratma eylemini de inkâr etmektedirler.
İnsanın şüpheyi düştüğü (Hac 22/5) konu, öldükten sonra yaratılma, yani ikinci
yaratılıştır. Kur'an ikinci yaratılışı pek çok âyette konu edinmekte, âhiret
hayatını ispat etmekte, bunu birinci yaratılışla ilgilendirerek yapmaktadır.
"De
ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek" (Yâsîn 36/79). "Andolsun ki,
birinci yaratılışınızı bildiniz. Ama (tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil
misiniz?" (Vakıa 56/62). "İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır,
onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler" (Kaf 50/15).
"insan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor? O (döl yatağına)
akıtılan meninin içinden bir sperm değil miydi? Sonra bu döllenmiş bir yumurta
olmuş, derken Allah onu yaratıp şekillendirmişti. Ondan iki eşi, yani erkek ve
dişiyi var etmişti. Peki (bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye
gücü yetmez mi?" (Kıyâme 75/36-40). "Diyecekler ki: Bizi tekrar
(hayata) kim döndürecek? De ki: Sizi ilk defa yaratan! Bunun üzerine onlar sana
alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve ne zamanmış o? diyecekler. De ki:
Yakın olsa gerek" (İsrâ 17/51). "İlkin mahlûkunu yaratıp sonra bunu
tekrarlayan O'dur, ki bu, Onun için pek kolaydır" (Rûm 30/27). Diğer
taraftan Hac sûresinin beşinci âyetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphe
edenlere, anne karnında döllenmeyi, sonra orada geçirilen safhaları ve kurumuş
topraklara indirilen suyun, oradaki canlanmayı örnek vererek ispat etmektedir
(Hac 22/5-6). "Kıyamet vakti gelecektir, bunda şüphe yoktur, ve Allah
kabirdekileri diriltip kaldırılacaktır" (Hac 22/7).
Allah
ikinci yaratılışı neden gerçekleştirmektedir? Âyetteki cevap: İman edip yararlı
iş yapanları adaletle ödüllendirmektir. Âyette ki li-yecziye kelimesinin
başındaki "için" anlamına gelen lâm harfi ikinci yaratılışın amacını
belirlemektedir.
Âyetin
bu bölümünde geçen dı el-kist kelimesi "oran adaleti" anlamına
gelmektedir. Oran adaleti herkesin ameline göre ödül alması demektir.
Bir
anlamda li-yecziye kelimesi, iman edip yararlı iş işleyene ödül, iman etmeyip
kâfir olarak ölene de ceza vermek mânasına gelmektedir. Diğer anlamda da, iman
edip yararlı işler işleyenler arasında da derece farkı olmasını gözeterek ödül
vermektir. Demek ki "kist adaleti", yani "oran adaleti"
farkı farkettirecek muamelede bulunmaktır.
7. "Kâfir o-lanlara gelince inkâr
etmekte oldukları şeylerden dolayı onlar için kaynar sudan bir içki ve elem
verici bir azap vardır. "
a) "Kaynar sudan bir içki..."
Demek ki âhirette dünyadaki bedenimizle yaratılacağımızdan, orada da içki
içeceğiz. Kâfirler kaynar sudan bir içki içerken, müminler de mutluluk veren
bir içki içe
cektir.
Kâfirlerin
içtiği kaynar suyun diğer özelliği nedir? Bu sorunun cevabı için Muhammed
sûresinin 15. Âyetine bakmak gerekir. "(Bu nimetlerde yaşayanlar) ateşte
ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içenlerin durumu
gibi olur mu?" Demek ki bağırsakları paramparça eden kaynar su olacaktır.
b) "Elem verici bir azap
vardır." Kaynar suyun dışındada elem veren bir azap olacaktır. Elem veren
azap, azabı yapan melekleride üzen bir azap niteliğindedir. Allah kuluna bu
şekilde azap eder mi? Allah kuluna azap etmez, kul kendisine inanç ve eylemleri
ile azap ettirir. Dünyada insanın inanç ve eylemleri öteki dünyadaki
cehennemini veya cennetini oluşturur. Dünyadaki inanç ve amelleri öteki dünyada
cennet veya cehenneme dönüştürülür.
Görüldüğü
gibi dördüncü âyette Allah, âhiret hayatının olacağını, iki aşamalı yaratmanın
olduğunu, iyi amellere teşvik ve kötü amellerden caydırmak için ceza ve ödülün
dünyada verileceğine dikkat çekmektedir.
Âyetin
sonunda yer alan "inkâr etmeleri sebebiyle" ifadesi azabın neticesi,
sebebi de insanın inkârı olduğunu vurgulamaktadır.
7. "Güneşi ışıklı ve ayı aydınlık
yapan, yılların sayısını ve hesaplamayı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyendir."
Yûnus sûresinin üçüncü âyetinde göklerin ve yerin, altı aşamada yaratıldığı
belirtildikten sonra dördüncü âyette, özel anlamda güneş ve ayın durumu konu
edilmektedir.
Allah,
Güneş'i ışık kaynağı olarak yaratmış, Ay'ı da aydınlık yapmıştır. Âyette geçen
ed-diyâ kelimesi hem ışık veren, hem de ısıtan anlamına gelmektedir. Ayın
durumunu belirleyen en-nûr ise sadece aydınlık veren mânalarına gelmektedir.
Diğer
taraftan aya safhalar, konak yerleri veren Allah, Ay'a neden bu safhaları
verdiğini açıklarken, senelerin sayısını ve hesaplamanın bilinmesini amaç
olarak göstermektedir. Böylece Allah neyi, nasıl ve niçin yarattığını
açıklamaktadır.
Bakara
sûresinin 189. âyetinde, "Sana, hilâl şeklinde yani doğan ayları sorarlar.
De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir"
buyurmaktadır. Demek ki ayın zaman içinde aldığı şekiller hesaplama ve zamanı
belirlemek için belirlenmiştir.
Doğal
olarak Kur'an gelmeden önce insanlar, ay ve güneşin zamanın hesaplanmasıyla
olan ilişkilerini tesbit etmişti. Kur'an bunun Allah'ın takdiri ve
yaratmasıyla olduğunu bildirerek, O'nun kâinatla olan ilişkisini ve bu
ilişkisinin doğduğu kudreti anlatmakta, insanın iman et- mesi için bunu bir
bilgi olarak kullanmakta ve nasıl bir Allah'a inanacağı konusunda insanı
bilgilendirmektedir. Güneş ve ayın görevlerinin bilinmesiyle insan aklının
Allah'a varabileceği vurgulanmaktadır.
8. "Allah, bunları gerçek olarak
yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır." Allah'ın
yarattığı bir şey bâtıl ve boşuna olamaz, onun için burada hak, yani
"gerçek" kelimesine yer verilmiştir.
Bu
âyette, güneş, ay ve onların görevlerine "âyet" denmektedir. Demek ki
kâinatta yaratılan her varlık ve onun tabiata sağladığı kanunlar, Allah'ın
âyetleridir. Böylece âyetin "tabiat kanunu" anlamı ortaya
çıkmaktadır. Fussılet sûresinin 53. âyetinde, "İnsanlara ufuklarda (dış
âlemde) âyetlerimizi göstereceğiz" buyurulurken, âyet kavramına kâinatın
kanunu anlamı verilmektedir. Âyette geçen hak kavramı "gerçek"
olarak mânalandırılırsa, gerçeğin neyi ifade ettiğinin açıklanması gerekir.
a) "Onlar ayakta dururken,
otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen
bunu boşuna yaratmadın, seni teşbih ederiz, bizi cehennem ateşinden koru!"
(Âl-i İmrân 3/191). Bu âyetteki "boşuna yaratmadın" ifadesi, Yûnus
sûresinin beşinci âyetindeki "hak ile yaratma"yı mânalandırmaktadır.
Boşuna yaratmamak, belli bir amaca yönelik, hikmet dolu, birbirine uyumlu bir
şekilde çalışan sistem anlamına gelmektedir.
b) "Göğü, yeri ve ikisi
arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o
inkâr edenlerin ateşteki haline!" (Sâd 38/27). Âyette "boş yere"
anlamına gelen bâtıl kelimesi yer almaktadır. Her iki
âyette ki bâtıl kelimesi, Yûnus sûresinin beşinci âyetindeki "hak"
kelimesinin zıt anlamını ifade etmektedir. îşte belli bir amaca yönelik, hikmet
dolu ve birbirine uyumlu olan sistemin bu kanunu âyet olmaktadır.
9. "Gece ve gündüzün değişmesinde,
Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, sakınan bir kavim için elbette
nice deliller vardır." Beşinci âyette güneş ve ay, altıncı âyette de gece
ile gündüz ele alınmıştı. Üçüncü âyeti dikkate alarak şu genellemeyi
yapabiliriz: Üçüncü âyetin sonunda "düşünmek", beşinci âyetin sonunda
da "sakınmak" denen takva gündeme getirilmektedir. Düşünmek, bilmek
ve takva kavramları müminin formülünü vermektedir. Allah'ın kâinatla olan
ilişkisi üzerine düşünmek, o düşünceyi bilgiye çevirmek ve ardında takvaya
dönüştürmek müminin eylemi olmaktadır.
Üç-beşinci
âyetlerde Allah, kâinatı yaratmasını anlatmak için onu bir kitap niteliğinde
insanın önüne koymakta, üzerinde düşünülmesini ve bilinmesini emretmektedir.
İşte o zaman insanın Allah'a karşı olan sorumluluk bilinci denen takva meydana
çıkacaktır. Düşünce ve bilgiden ahlâkın temeli olan takvaya geçilmektedir.
Kâinat kitabını kavramaktan ahlâk kitabını kavramaya geçilmektedir. Hikmet dolu
kitap bu geçişi yapan ve anlatan bir kitap olmaktadır.
Bu
hikmet dolu kitap din bilginlerine, kâinat üzerinde düşünüp, onun bilgisini
edinmenin insanda takva duygusunu oluşturacağını belirtirken, din eğitiminin
programını da sunmaktadır. Kâinatın yaratılışı, astronomi ve zaman konulan
yanında âhireti inceleyen ilahiyat ilimlerinin programa konmasını ön
görmektedir.
Din
eğitiminin bu programı insana doğru düşünme sanatını, bilgiyi elde etme
metodunu ve ahlâkın temeli olan takvaya ulaşmanın yollarını öğretecektir. Yûnus
sûresinin ilk âyetlerinden çıkarılacak neticelerin başında, tabiat bilimleri
olmadan ilahiyat ilimlerinin yapılamayacağı konusu gelmektedir. Din eğitimi
programında vahiy ile tabiat bilimleri bir arada öğretilmelidir.[5]
7.
Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla doyuma
ulaşanlar ve âyetleri
mizden habersiz olanlar vardır.
8.
İşte onların, kazanmış oldukları yüzünden varacakları yer ateştir.
Yûnus
sûresinin dördüncü âyetine baktığımızda şu gerçeği buluruz: Bütün insanların
Allah'a döneceği, iman edip yararlı iş işleyenlerin adaletle ödüllendirmek için
âhirette diriltileceği ve inkâr edenlerin cezalandırılacağı anlatılmıştı.
Yedi
ve sekizinci âyette de âhirete inanmayıp dünyaya bağlananlar ve onların durumu
ele alınmaktadır. Bu âyetlerin dördüncü âyetin devamı mahiyetinde olduğunu
söyleyebiliriz. İşte varacakları yer ateş olan kimselerin durumunu âyetler
şöyle açıklamaktadır:
1. "Huzurumuza çıkacaklarını
beklemezler." Âyette yer alan tej\ er-recâ kelimesi "ümit etmek,
korkmak" anlamlarına gelmektedir.
1) Ummak.
"Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz"
(Nisa 4/104). "Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun!"
(Kasas28/86). Birinci âyette bilerek ümit etme, ikinci âyette de olmayan ümit gündeme
getirilmektedir.
2) Kabul etmemek. "Size ne oluyor
ki, Allah'ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz?" (Nûh 71/13). Buradaki kabul
etmemek "inanmamak" anlamına da gelmektedir.
3) İhtiyaç duymak. "Ve eğersen de
Rabbinin katından ihtiyaç duyduğun bir lutfu arama çabası içinde olduğun için,
ihtiyaç sahiplerine ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse onlara bir
yumuşak bir söz söyle!"
(İsrâ 17/28).
4) Korkmak. "Gerçek şu ki,
Allah'tan ve âhiret gününden korkan ve O'nu her zaman anan kimseler için peygamber
güzel bir örnek teşkil eder" (Ahzâb 33/21). Çoğu müfessirler bu âyetteki
recâ kelimesine "ummak"
mânasını verirken, Nesefî "korkmak" anlamını vermiştir.
5) Beklemek. "Andolsun, belâ ve
felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar
mıydı? Hayır, onları öldükten sonra dirilmeyi beklemiyorlar" (Furkân
25/40).
6) İnanmak. "İman etmiş olan
herkese söyle Allah'ın günlerinin geleceğine inanmayanları affetsinler"
(Câsiye 45/14). Buradaki recâ kelimesi "ümit etmek, beklemek ve inanmak"
anlamlarına gelmektedir. Biz bunlardan inanmayı tercih ettik.
7) Alıkoymak. "Şöyle cevap
verdiler: Onu ve kardeşini bir süre
alıkoy ve şehirlere davetçiler
gönder" (A'râf 7/111). Bu âyette emir kalıbında geldiği için bu anlamı
ifade etmektedir.
8) Bırakılmış. Tevbe sûresinin 106.
âyetinde üyrj* mürcevne kalıbında "kalmış, bırakılmış" anlamlarını
ifade etmektedir: "(Sefere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah'ın
emrine bırakılmışlardır. "
9) Etraf. Hakka sûresinin 17. âyetinde
ercâ' kalıbında gelmiş ve "etraf anlamını ifade etmektedir. "Melekler
onun (göğün) etrafındadır." Bu mânanın da ümit ile bir ilgisi vardır. Ümit
meselenin etrafında dolaşan bir beklenti olduğundan, etraf anlamı da
çıkmaktadır.
Yûnus
sûresinin 12. âyetinde ilgili kelime, "ummak, beklemek ve inanmak"
anlamlarına gelmektedir. Aslında bu mânalardan âyettekine en yakışanı
"inanmak" anlamıdır. Dolayısıyla âyetine, "Bizim karşımıza
çıkacaklarına inanmayanlar" mânasını vermek daha doğru olur.
Âyetin
bu kısmında geçen el-likâ' kelimesi "karşılamak, buluşmak", lakıye
rabbehû şeklinde kullanılınca "ölmek"; elkâ kalıbı "atmak,
eşyayı hayvana yüklemek, kulak vermek; çıkmak, kovmak"; soru ile
kullanılınca "soru sormak; tutuklamak; söz vermek, haber iletmek";
lekka "karşı karşıya getirmek" mânalarına gelmektedir.
Kur'an'daki
mânaları şunlardır: Karşılamak (Bakara 2/14), rastlamak (Kehf 18/74), gelmek
(Kehf 18/62), yüz yüze gelmek (Âl-i İmrân 3/413), günaha bulaşmak (Furkân
25/68), bulmak (İsrâ 17/13), kavuşmak (Ahzâb 33/44, secde, 10), vermek (İnsan
76/11), kulak vermek (Kaf 50/37; Şuarâ 26/223), almak (Nemi 27/6), erişmek
(Kasas 28/80), teklif etmek (Nisa 4/94), atmak, dışarı atmak, suyun cismi
kenara atması, kura çekmek için atmak (A'râf 7/107; Tâhâ 20/39; Âl-i İmrân
3/44), yaratmak (Nahl 16/15), katmak (Hac 22/52), sayıp dökmek (Kıyâme 75/15),
bildirmek (Nahl 16/87), sokmak (Mâide 5/64), bırakmak (Sad 38/34), salmak
(Enfâl 8/12), vahyetmek (Müzzemmil 73/5), secdeye kapanmak (A'râf 7/120),
göndermek (Nemi 27/29), aktarmak (Nûr 24/15), taraf (A'râf 7/47), çatışmak (Kaf
50/17).
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin yedinci âyetinde bu kelime, "karşısına
çıkmak, huzuruna çıkmak, Allah'a kavuşmak" mânalarına gelmektedir.
Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayanlar burada konu edilmektedir. Bu
insanlar âhirete, öldükten sonra dirilip Allah'ın huzuruna çıkacaklarına
inanmamaktadırlar.
2. "Dünya hayatına razı olur,
onunla tatmin olurlar." Âhirete inanmayan insanların dünya görüşünü
açıklayan
bu âyet, kâfirlerin dünya menfaatlerine razı oldukları ve onunla tatmine ulaşıp
rahatladıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayış ve psikolojide olan insanlar âhiret
hayatını, öldükten sonra dirilmeyi ve Allah'a kavuşmayı,
O'nun huzuruna çıkmayı hayal görüp ciddiye almazlar.
3. "Bizim âyetlerimizden
gaflettedirler."Gaflette olunan âyetler, kâinat kitabının kanunları olan
âyetlerdir. Âyet
lerden gâfıl olmaları, Hac sûresinin beşinci âyetinde geçen embriyoloji,
biyoloji kanunlarından habersiz olmaları, yani o âyetleri umursamamalarıdır.
Allah,
Hac sûresinin beşinci âyetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede
olanların şüphesini gidermek için, sperm ile yumurtanın anne karnında
buluşmasını, orada doğum anına kadar geçirdiği evreleri, doğumdan sonra
geçirdiği gelişim basamaklarını anlatmakta, sonra da suyun kurumuş tabiata
nasıl can verdiğini ele almaktadır. Bu izahlarla âhiret hayatının ispatı
yapılmaktadır. Doğa kanunlarından gaflette olmasalardı Allah'ın huzuruna
çıkacaklarına inanır, dünya hayatına razı olup onunla doyuma ulaşmazlardı.
Âyetin
tamamı sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ele alınırsa, âyetlerden gafil olmak
birinci sebep, onun neticesi Allah'a kavuşmayı inkâr etmek, bu da ikinci âyete
sebep olarak dünya hayatına razı olup onunla tatmin olma denen neticeyi
doğurmaktadır. Demek ki gaflet birinci sebep, inkâr ara sebep, sahte olanla
doyuma ulaşmak da netice olmaktadır.
4. "İşte onların, kazanmakta oldukları yüzünden varacakları yer
ateştir." ikinci bir netice de bu
olmaktadır. Âyet tamamen yedinci âyetin devamı niteliğindedir. Allah'ın
huzuruna çıkacağını, O'na kavuşacağını yani âhiret hayatını inkâr eden,
Allah'ın âyetlerinden gaflette olduğundan dünya hayatından razı olup
onunla doyum arayan
kâfirlerin işledikleri günahlar
yüzündenvaracakları yer cehennem
olacaktır. Buradaki cehennem
kavramı caydırıcı nitelik taşımaktadır. Çünkü
Allah fcuffarını cehennemde yakmaz, kullar kendi inanç ve
eylemleriyle cehennemi oluşturup içine inanç ve eylemleriyle cehennemi
oluşturup içine girerler. İyi ameller orada cennete, kötü ameller de cehenneme
dönüşmektedir.[6]
9.
İnanıp yararlı işler yapanlara gelince imanları sebebiyle Rableri, onları
içinden ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir.
10.
Onların orada duası: 'Allahım! Sen, her türlü eksikliklerden uzaksın!'
Birbirlerine esenlik dilemeleri 'selâm' şeklindedir. Ve onların son duaları
şudur: 'Bütün övgüler âlemlerin rabbi Allah'adır'.
Daha önce işaret
ettiğimiz gibi Allah Kur'an'da kâfirlerin durumunu anlattıktan hemen sonra iman
edip yararlı iş yapanların ödüllendirilmesine geçmektedir. Bu bir anlatım
metodudur. Hakkı anlattığı yerde bâtılı (Ra'd 13/17) anlattığı gibi, inkâr ile
imanı da aynı yerde peşpeşe ifade etmektedir. Bunun anlamı konuları zıtlarıyla
anlatmaktır. Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:
1. "iman edip yararlı işler
yapanlara gelince imanları sebe-biyle Rableri, onları içinden ırmaklar akan
nimet cennetlerine iletir." Burada imanın etkinliğinden sözedilmektedir.
İmanın yanında yararlı iş gündeme getirilmiştir. Kur'an'İn bir metodu da budur.
İman daima yararlı işi çağırmaktadır. İman ettiği halde yararlı iş yapmayanlar
imanlarını sorgulamalıdırlar.
İman
etmeleri sebebiyle bu insanlar âhirette içinden ırmaklar akan naîm (nimet)
cennetlerine götürüleceklerdir. Naîm cennetleri, Allah'ın nimetlerinin
tamamının sergilendiği cennetlerdir. Bu cennet peygamberlerin gideceği
cennettir. Bu hükmü neye göre vermekteyiz? Hz. İbrahim'in Şuarâ sûresinin 85.
âyetindeki duasına bakarsak sorunun cevabını bulmuş oluruz: "Beni, naîm
cennetinin vârislerinden kıl!" Âyette Allah, nimet cennetlerine onları
imanları sebebiyle ileteceğini söylemektedir.
2. Nimet cennetlerinde ne yapacaklar?
Allah nimet cennetlerine giden insanların orada nasıl dua edeceklerini de 10.
âyette açıklamaktadır. Orada üç türlü dua edeceklerdir:
a) "Allahım! Sen, her türlü
eksikliklerden uzaksın. "Duanın ilki teşbihtir. Allah'ı noksan sıfatlardan
uzak tutmaya teşbih denir. Meselâ İhlâs süresindeki "Allah doğurmadı,
doğrulmadı ve O'nun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/34) ifadesi bir
teşbih ibadeti olmaktadır. Namazda ilk rek'atlarda okunan "Sübhâneke"
duası Yûnus sûresinin 10. âyetindeki dua gereği tesbit edilmiştir.
"Namazda niçin bu duayı okuyoruz" sorusuna cevap olarak
bu âyet verilmektedir. Namazda bu duayı okuyanlar, nimet cennetlerinde de aynı
duayı okuyacaklardır.
b) "Birbirlerine esenlik
dilemeleri 'selâm' şeklindedir. " İkinci dua tafıiyyedir. Tahiyye
"esenlik dilemek" anlamına gelmektedir. Esenlik de rahmet dileyerek
istenir. Selâm kelimesi, burada "rahmet" anlamına gelmektedir. Naîm
cennetlerindeki kişiler, birbirlerine rahmetle esenlik dileyecekler,
birbirlerine bu şekilde dua edeceklerdir. Namazda tahiyyeyede okunan dua bu
sebeple okunmaktadır. Kimse okuyuşun olmadığını söyleyemez.
c) "Ve onların son duaları şudur:
Bütün övgüler âlemlerin Rabbi Allah 'adır." Sonuncu dua ise hamddır. Nimet
cennetlerindeki insanların duasının son kısmı hamd ile bitmektedir.
"Niçin
namazda daima Fatiha sûresi okunmaktadır" sorusunun cevabı da buradadır.
"Fâtihasız namaz olmaz".[7] şeklindeki Hz. Peygamber'in hadisi bu âyeti
yorumlamakta ve Fatiha'nın namazın olmazsa olmazını teşkil ettiğine dikkat
çekmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki sübhâneke, tahiyye, ve Fatiha'nın neden namazda
okunduğunu bu âyetten çıkartmalıyız. Namaz kılarken bu duaları okuyan diller,
nimet cennetlerinde de aynı şekilde dua edeceklerdir. Teşbih, tahiyye ve hamd
onların duasını teşkil edecektir. Bu dualar aynı zamanda, nimet cennetlerinde
nelerin yapılacağını ve oradaki insanların davranışlarını açıklamaktadır. İman
edip yararlı iş işleyenlerin oradaki ödüllerinin bu şekilde anlatılmasında
diğer insanlara teşvik vardır.
Nimet
cennetleri ile teşbih, tahiyye ve hamd arasında bir bağlantı vardır:
"Orada onlar için her çeşit meyve vardır. İsteyecekleri her şey
onlarındır" (Yâsîn 36/57). Bu âyette müminlerin, cennette nimet olarak
istedikleri her şeye kavuşacaklarına dair Allah'ın vaadini buluyoruz. Aynı
şekilde Yûnus sûresinin dördüncü âyetinde i-man edip yararlı iş yapanları adaletle
ödüllendireceğine dair sözü vardır. Şimdi bu âyetlerdeki vaadi alıp Yûnus
sûresinin 10. âyetine gidersek, orada neden "sübhânellah" deyip dua
edecekleri anlaşılmış olacaktır. Cennetlikler, Allah'ın vaadini yerine
getirmekle O'nu noksan sıfatlardan uzak tutarak teşbih etmekte ve nimetlerden
istifade edince birbirlerine rahmet ile esenlik dilemektedirler.
Duaların
sonunda verdiği nimetler için Allah'a hamdedilmektedir. Allah'a vaadini yerine
getirdiği için teşbih, nimetleri için de hamdedilmektedir. Orada hamdetmelerinin
sebebi şu âyetlerde açıklanmaktadır "(Cennette şöyle) derler: Bizden
tasayı gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet
verendir. O lutfuyla bizi, asıl oturulacak yurda yerleştirdi. Artık orada bize
ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gele- çektir" (Fâtır
35/34-35). Tasayı gidermesi, bağışlaması, çok nimet vermesi, cennete
yerleştirmesi, yorgunluk duymamaları ve usanç hissetmemeleri onlar için
Allah'a hamdetme sebebi olmaktadır.
Nimetler
cennetinde gerçekleşecek olan bu üç türlü duanın, eğitim açısından da dünyada
yapılması istenmektedir. Dünyada teşbih eden, selâm veren ve hamdeden
insanların orada da aynı şeyi yapacağı gerçeğine dikkat çekilmektedir. Dünyada
nasıl yaşarsa aynısıyla orada karşılaşacak, hatta onu yapma durumunda
olacaktır. Dünyada dilimizin alışmadığı bir duayı orada yapmak mümkün
değildir.[8]
11.
Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi,
elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı
beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız.
Bu
âyetin iniş sebebi olarak gösterilen olayı Kur'an'in diğer âyetlerine uygun
düştüğü için nakletmeyi uygun buluyoruz: Nadr b. Haris gibi bazı müşrikler, Hz.
Peygamber'in peygamberliğini inkâr etmişlerdi. Yûnus sûresinin ikinci âyetinde
buna değinilmişti: İçlerinden bir adama, 'İnsanları uyar ve iman edenlere,
Rableri katın-
da
olanlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!' diye vahyetmemiz,
insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu apaçık bir
sihirbazdır' dediler?"
Hz.
Peygamber'e sihirbaz deyip onu inkâr ettikten sonra, eğer peygamberliği doğru
ise, üzerlerine gökten taş yağdırmasını ve acıklı bir azap getirmesini istediler.
Bunun üzerine Yûnus sûresinin 11. âyeti inmiştir. İnsan Allah'tan üzerine taş
yağdırmasını ve elem verici bir azap vermesini ister mi? Sorunun cevabını başka
âyetlerle verebiliriz:
a) "Birisi, yükselme derecelerinin
sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve hiç kimsenin
savaşamayacağı azabı istedi" (Meâric 70/1-3). Demek ki azap isteyenler de
olmuştur.
b) "Hani (o kâfirler) bir zaman
da: Ey Allahım! Eğer bu kitap senin
katından
gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir
azap getir! demişlerdi" (Enfâl 8/32). Bu âyet, nüzul sebebi olarak
nakledilen haberi tam anlamı ile doğrulamaktadır.
c) "Ona inanmayanlar, onun çabucak
gelmesini isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu
bilirler" (Şûra 42/18). Demek ki kâfirler inanmadıklarından dolayı azabın
geleceğini kabullenemediklerinden
onun acele gelmesini istemektedirler.
d) "Doğru iseniz bu vaad (azap) ne
zamandır? diyorlar" (Yûnus 10/48). Allah'ın azabı size geceleyin veya
gündüzün gelirse (ne yaparsınız?)
Suçlular ondan hangisini
istemekte acele
ediyorlar" (Yûnus 10/50).
f) "Müşrikler senden iyilikten
önce kötülüğü çabucak istiyorlar. Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice
azap örnekleri gelip geçmiştir. Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabbin
onlar için mağfiret sahibidir. Rabbinin azabı çok şiddetlidir" (Ra'd
13/6). Geçmiş toplumlarda da aynı durum olmuştur:
g) "Sen bizi tanrılarımızdan
çevirmek için mi geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin
şeyi başımıza getir dediler" (Ahkâf 46/22). Demek ki anlatılan nüzul
sebebi bu âyetlere uygun düşmektedir. Delil olarak sunduğumuz âyetlerden inkâr
psikolojisinin kâfir ve müşriklerin içine nasıl işleyip yerleştiğini
göstermektedir. Çünkü onlar azabın olamayacağına derinden inanıyor ve alay
edercesine onu istiyorlardı. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Eğer Allah insanlara, hayrı
çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların eceli
bitirilmiş olurdu." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, hayır denen iyiyi
Allah kuluna çabuk verdiği halde kötüyü vermekte acele etmemekte, "çok
sabreden" anlamına gelen sabûr sıfatı ile muamele ederek kulunun iyiye
dönmesini beklemektedir.
İnsanın
doğuştan getirdiği özelliklerinden biri de aceleci olmasıdır: Jjİp öüJüı bir,
"insan pek acelecidir" (İsrâ 17/11). Onun bu aceleciliği zaman zaman
duasını etkileyerek: "İyiyi isterken kötüyü istemiş olur" (İsrâ
17/11). Aceleciliği iyi yerine kötüyü istemesine sebep olur. Onun bu durumunu
bilen Allah, kötüyü istemesinden hemen sonra ona kötüyü vermemektedir. Çünkü
kötüyü vermesi demek o kişinin sonunun gelmesi demektir.
Buradan
bir eğitim ilkesi çıkartabiliriz: Öğrencilerin başarısı veya ahlâkî
davranışları hakkında öğretmenler değerlendirme yaparken acele etmemeliler.
Öğrencilerin kısa zaman dilimleri içinde değişim gösterecekleri akıldan
çıkarılmamalıdır. Ahlâkî davranışiardaki olumsuzluklar sebebiyle öğrencileri
hemen cezalandırmaya gitmemeli, çeşitli yollarla değişmeleri için girişimde
bulunmalıdır. Yoldan çıkmış olanları hemen cezalandırmayıp, peygamberi ve ilâhî
metodu örnek almak gerekir.
Allah
aynı metodun Peygamber tarafından da kullanmasını istemektedir: "Öyleyse
onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem
19/84). Allah Ahkâf top- helak ederken "Hayır! O, sizin acele gelmesini
dediğiniz şeydir" (Ahİcâf 46/24) buyurmuştur. Demek ki Ahkâf sûresi-im 22.
âyetinde, Ahkâfın inanmayanları azabın acele gelmesini ıslıyorlardı, ama Allah
azabı onlara geç vermişti. Helak edici azabı verince bu azabın, acele
ettikleri azap olduğunu onlara hatırlatmıştır.
Âyetin
bu kısmından anne ve babalar için başka bir netice çıkartabiliriz: Ana babalar
çocukları yanlış bir iş yaparken beddua ederler; on-Lann bu bedduasını yerine
getirmekte Allah acele etmez. Birbiri ile yakın ilişkide olan insanlar da
birbirine beddua ederler. Allah seni helak etsin, sana lanet etsin diye beddua
ederken Allah hemen buna icabet etseydi reddua edilenin işi bitmiş olurdu.
Çocukların
yaptıkları bazı hatalardan dolayı onları azarlamak veya onlara belâ cümleleri
içeren sözler söylemek de doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber ümmetine
çocukları, malları ve kendileri aleyhinde bed-aıa etmemelerini emretmiştir
(Müslim, "Zühd", 74).
Allah
insanların, insanlara yaptığı bedduaları hemen yerine getirediğini, onların
değişme ihtimalinin olabileceğini dikkate almaktadır. Onun için insanlar beddua
etmekte acele etmemelidirler.
İnsan
kötüyü isterken, onun bu isteğini Allah neden hemen yerine getirmemektedir? Bu
sorunun cevabını En'âm sûresinin 12. âyetiyle ve-rebıliriz: "(De ki:
Allah) rahmeti (merhamet) kendine •azmıştır." "Yazmıştır"
ifadesini "ilke edinmiştir" şeklinde tercüme e-ie-biliriz. Demek ki
Allah merhameti gereği kulunun kötü isteklerini jemen yerine getirmemektedir.
"Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine ;mzdı. Gerçek şu ki: Sizden kim,
bilmeyerek bir kötülük yapar ve sonra ıramdan tövbe edip de kendini ıslah
ederse, bilsin ki Allah çok bağışla. çok merhamet edendir" (En'âm 6/54).
Bu âyetten
anlıyoruz ki Allah kulunun tövbe edip kendini düzeltrnesi için ona merhamet
ederek azabı vermekte acele etmemektedir. Aliıhın amacı kulunu yok etmek değil,
onun değişimini temin etmektir.
K-Iun. tövbe edip kendini ıslah etmesi, azaba engel olacaktır. "Halkı
ıslahatçı olan kentleri, senin Rabbin, asla haksız yere helak edecek
değildir" (Hûd 11/117). İyiden yana düzelme helaki engellemektedir.
2. "Fakat bize kavuşmayı
beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız." Âyetin
bu kısmı yukarıda açıkladığımız 7. âyetle alâkalıdır. Allah'a kavuşacaklarına,
O'nun huzuruna çıkacaklarına inanmayanları, Allah azgınlıklarıyla başbaşa
bırakır. Bunun anlamı onlara bir mühlet verdiğidir. Mâide sûresinin 26.
âyetinde de Allah'ın emrini yerine getirmeyen İsrâiloğulları'nı yeryüzünde
şaşkın şaşkın dolaşmak üzere bıraktığına şahit oluyoruz.[9]
12.
İnsana bir zarar dokunduğu zaman yan yatarak, o-turarak veya ayakta durarak
bize dua eder, fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan
bir zarardan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi
aşanlara yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.
Ayetin
analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:
1. "İnsana bir zarar geldiği
zaman... " Âyetin bu kısmında geçen "insan" kelimesini önceki
âyetlerle ilişkili olarak açıklarsak, bunun, Allah'a kavuşacağını inkâr eden
kâfir anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Ama "insan" kelimesinin
bütün insanları kapsamına aldığını söylemekte yarar vardır. Âyetin devamında
bahsedilen nankörlük davranışını inanan insanların da göstereceğini düşünürsek
genele hitap ettiği anlaşılır.
Diğer
taraftan âyetin bu bölümünde yer alan j-sJi ed-dürr kelimesi,
"sıkıntı" anlamına gelmektedir. Sıkıntı psikolojik bir durumu ifade
eder. Ama zarar kavramı "insana dışarıdan gelen bir belâ, musibet, kötülük"
anlamına gelmektedir. Bütün bunların insanın içinde doğurduğu psikolojik
oluşumu kastediyorsak, o zaman sıkıntı mânasını vermek mümkündür.
Âyetin
bu kısmında dikkati çeken bir husus vardır: Dokunma fiilinin öznesi zarar
olmaktadır. Cümlenin kurgusundan anlıyoruz ki, zararın kendisi insana
dokunmaktadır, yani eylemi gerçekleştiren zarar olmaktadır. Sanki zarar canlı
bir varlık gibi hareket edip insana dokunmaktadır. Dokunma kelimesinden
anlıyoruz ki sıkıntı gelip geçici bir özelliğe sahip olduğu için kalıcı
değildir. Zararın bir deprem gibi insana dokunduğunda meydana getirdiği
sıkıntı, depremin insan psikolojisinde bıraktığı hasar demektir.
Önceki
âyetlerle bağlantılı olarak açıklarsak müşriklerin azabın gelmesini istemedeki
sahte davranışlarına dikkat çekilmektedir. Değil onlara şiddetli bir azabın
gelmesi, bir zarar dokunduğunda bile tahammül edemezler denmektedir.
Bu
açıklamadan hareket edersek şu neticeye varırız. Sıkıntıyı insana dokunduran
Allah değil, sıkıntının kendisidir. Bunun için insanın, "Allah bana belâ
veriyor" demesi anlamsızdır. Derse, o sıkıntıyı gidermesi için Allah'a
dua etme hakkı da kalmaz. Ferdî mânada sıkıntılarımız kendi yapıp
etmelerimizden, toplumsal mânadaki sıkıntılarımız da toplumun yapıp
etmelerindendir. Çünkü Kur'an'ın koyduğu ilke şudur: İyiyi Allah hem ister hem
yaratır, ama kötüyü kul ister Allah yaratır.
2. "Yan yatarak, oturarak veya
ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder." Ayetin bu
kısmına bakarsak, birinci bölümdeki insanın mümin olabileceği fikrini öne sürebiliriz.
Kâfir, Allah'a dua eder mi? Eğer Allah'a dua ederse O'na inanıyor demektir.
İnsan kâfir olsa bile, darda kaldığında, içindeki inanç duy
gusu harekete geçmekte ve inanan bir insan gibi hareket edip Allah'a dua
etmektedir.
İnsana
herhangi bir sıkıntı dokunduğunda onu gidermesi için Allah'a yalvarmaktadır.
Yatarken, otururken veya ayakta dururken Allah'a yalvarmış olması, sıkıntıların
insana Allah'ı hatırlattığı ifade edilmektedir. Bu bağlamda sıkıntıların
insanı Allah'a yaklaştıran bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Sıkıntı
insanı duaya sevketmektedir. Buradaki duanın içeriği, sebebin giderilmesini
istemektir. Diğer taraftan âyet bize şunu hatırlatmaktadır. Allah'a dua etmek
için herhangi sabit bir durum söz konusu değildir. İnsan ayakta iken, otururken
veya yatarken Allah'a yal-varabilir. Bedenin durumu önemli değil, önemli olan
gönlün durumudur. Gönüldeki samimiyetin derecesi burada önemli bir rol
oynamaktadır.
3. "Fakat biz ondan sıkıntısını
kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi
geçip gider. " İnsanın nankörlük özelliği burada ortaya çıkmaktadır.
Şartlar insanın karakterini deşifre ederek ortaya koymaktadır. Sıkıntıyı Allah
giderdiğine göre, O çözüm makamıdır, sıkıntı makamı değildir. Sıkıntılar
bizden kaynaklanır ve bizim başımıza gelir. Allah ise onları ortadan kaldırır.
Allah onun duasını kabul ettiğine göre, demek ki kâfirin duasını da kabul
etmektedir diyebilir miyiz?
Allah
insanın sıkıntısını giderdiği zaman, o insan, sıkıntısı için Allah'a dua
etmemiş gibi geçip gider. Buradaki geçip gitmek, gönlünü dua ederken sahip
olduğu samimiyetten çevirmesi anlamına gelmektedir. İnsan kelimesinin anlamını,
"unutmak" mânasına gelen nisyandan alırsak, rahata kavuşunca önceki
sıkıntısını unuttuğundan nankörlük yaptığını söyleyebiliriz. Sadece kendi
sıkıntısını unutmaz, Allah'ın onun sıkıntısını gidermesindeki lutfunu da
unutur. Bu unutkanlık onun haddi aşmasına ve inkârına sebep olur.
a) Yûnus sûresinin 21. âyetine göre
sadece geçip gitmez, Allah'ın etierine karşı tuzak kurmaya çalışır:
"Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, insanlara bir nanmet
tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onrzn bir tuzağı
vardır." Demek ki nankör insanlar iyilik gördükleri insanlara karşı tuzak
da kurarlar.
b) Sıkıntı anında insan tevhid inancına
yönelir, sıkıntı kalkınca yinc eski şirkine dönüverir:
"Denizde
başınıza bir musibet geldiğinde, Ondan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup
gider. O sizi kurtarıp
karaya çıkardığında dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür " (İsrâ 17/67).
c) "İnsanların başına bir sıkıntı
gelince, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir
rahmet tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir grup yine rablerine ortak
koşuyorlar" (Rûm 30/33).
d) "İnsana bir zarar dokunduğu
zaman bize yalvarır. Sonra, cendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit:
'Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir' der. Hayır o, bir imtihandır.
Fakat çokları
bilmezler" (Zümer 39/49). Sıkıntısını giderip kendisine nimeti tattıranın
Allah olduğunu unutur ve kendi bilgisini öne sürer. Bu insan, nankörlüğü
sebebiyle imtihanı kaybeder.
e) "İnsana nimet verdiğimiz zaman
yüz çevirip yan çizer, ona bir de zarar dokunacak olsa iyice karamsarlığa
düşer" (İsrâ 17/83). Bütün bu âyetler insanın ne kadar nankör
davrandığını, ne kadar değişken bir psikolojiye sahip olduğunu: nimet ile
sıkıntı arasında kaldığında gerekli olan davranışı gösteremediğini; bir an
yalvardığı makamı rahata kavuştuğunda görmezlikten geldiğini, bir an kendini
âciz hissettiği halde sıkıntısı gidince kibirlendi
ğini açıklamaktadır.
4. "İşte böylece haddi aşanlara
yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi. " Ona amelini güzel gösteren
kimdir? Enfâl sûresinin 48. âyetine göre şeytandır: "Hani şeytan onlara
yaptıklarını güzel gösterdi." İnsanın kendi zannı amelini ona güzel
gösterir: "İyi işler yaptıklarını sandıkları halde!" (Kehf 18/104).
Âhirete inanmayanların amellerini Allah onlara süsler: "Âhirete
inanmayanların amellerini biz, kendileri için süsledik. Bu yüzden onlar
kalpleri körelmiş olarak şaşkınlık içinde bocalar dururlar" (Nemi 27/4).
Ayetin
bu kısmında geçen müsrif kelimesi "aşırı giden, aşırı davranan"
anlamına gelir. Meselâ Mâide sûresinin 32. âyetinde Tevrat ve Kur'an'da yer alan
müşterek olan âyette insan öldürmek, müsrif kelimesini tanımlayan bir davranış
olmaktadır. A'râf sûresinin 81: âyetine göre kadınlar değil de erkeklere
yanaşan, homoseksüel ilişkilerde bulunan insanlar müsrif olarak
nitelenmektedir. Demek ki haksız yere insan öldürmek ve cinsel sapıklık,
aşırılık kapsamına girdiği için müsrif olarak vasıflandırmaktadır. Yûnus
sûresinin 12. âyetindeki nankörlüğü de buna ilâve edebiliriz. En'âm sûresinin
141. âyetinde malını harcamada savurgan davrananlara da müsrif denilmektedir.
Tevhidden
sapıp putlara tapan kâfir ve müşrikler de kendi kendilerini heder
etmektedirler. Ahlâkî değerlerden uzak kalan, ahlâkî sorumlulukları tanımayan,
manevî yeteneklerini boşa harcayan kişi de müsrif kapsamına girmektedir
"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!" (Zümer
39/53) âyetindeki "kul-lar"dan maksat, ahlâkî davranışlarında ölçüyü,
dengeyi, itidali kaybedip aşırılık ve savurganlık içinde bulunan insan
demektir. Müsrif kelimesi Âl-i İmrân sûresinin 147. âyetinde açıklandı.
Başına
bir sıkıntı geldiğinde Allah'a yalvarıp, Allah sıkıntısını giderdiğinde geçip
giden kişi Allah katındaki değerini tamamen tüketmiştir. Bir bakıma kendi
kendini heder etmiştir. Bu insanlar nimetin kadrini bilmez ve bu sebeple de
şükretmezler. İyilikleri unutur, daha önce çektiği ıstıraplardan dolayı
düştüğü ruh halini hatırlamaz olurlar. Böylesine istikrarsız bir ruh hali
içinde kendi insanî kıymetini harcayıp durur.[10]
13.
Andolsun, sizden önce peygamberleri kendilerine açık belgeler getirmişken
inanmayarak haksızlık ettik
leri zaman nice nesilleri yok ettik. İşte suçlu topluluğu böyle cezalandırırız.
14.
Sonra, sizin nasıl davranacağınıza bakmak için onların adından sizi yeryüzünde
iktidara getirdik.
Bu
âyetlerde tarihte bir kısım toplumların neden battığı konusunda sebep-sonuç
ilişkisi içinde bir açıklama yapıldığı gibi, siyasî erki elinde bulundurmanın
da sebepleri ele alınmaktadır. Toplumların çöküş sebepleri şunlar olmuştur:
a) İnanmamak. Allah, geçmiş toplumlara
peygamber göndermişti. Peygamberler onlara açık deliller getirdiği halde onlara
inanmadılar. Allah'ın onların arasından seçtiği elçiyi tanımadılar, gönderilen
mesaja inanmadılar.
b) Zulüm. İnanmamaya zulüm de eklenince
çöküş mukadder olmaktadır. Âyette geçen
lemmâ zalemû (ısrarla, inatla zulüm yaptılar) ifadesi onların haksızlık
yapmayı huy edindiklerini anlatmaktadır. Peygambere inanıp
Allah'ın
mesajına uysalardı zulümden vazgeçecek, çöküşlerini hazırlayan sebeplerden
kurtulmuş olacaklardı. Bu konudaki gerekli değişimi gösterememiş olmaları,
onların sonunun hazırlamıştır.
İnanmamak
ve zulüm bu âyette suç olarak nitelenmektedir. Bu özellikteki suçlar ilâhî
cezayı çağırmakta, cezanın takdiri de toplumun çöküşü olarak gerçekleşmektedir.
Çöküşe sebep olan suçun temelinde değişmesi mümkün olmayan imansızlık ve zulüm
vardır.
Daha
sonra Allah, Hz. Peygamber'in gönderildiği topluma seslenerek şöyle
demektedir: "Sonra, sizin nasıl davranacağınıza bakmak için onların
ardından sizi yeryüzünde iktidara getirdik." Buradaki "halife"
kavramı Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklanmış, ayrıca En'âm sûresinin 165.
âyette gündeme getirilmiştir. Halife kelimesi "ardından gelip siyasî erki
eline almak" anlamına gelmektedir.
"Nasıl
davranacağınıza bakmak için... " Bu âyetteki "bakmak" ne anlama
gelmektedir? Bakmanın ne anlama geldiğini anlayabilmek için En'âm sûresinin
165. âyetine bakmak gerekir. Orada siyasî erkin el değiştirmesinin amacı
liyeblüveküm "sizi denemek için" şeklinde ifade edilmektedir.
Demek
ki bakmak, "denemek" anlamına gelmektedir. Allah'a denemek anlamında
"bakmak" izafe edilebilir. Bu anlamdan hareket ettiğimiz zaman,
siyasî erki eline geçiren toplumun imtihan edildiğini bilerek hareket etmesi
önerildiğini söyleyebiliriz: "Nasıl hareket edeceksiniz"
buyurulurken, zulüm yapıp yapmayacaklarına bakılacak denmektir. İyi mi kötü mü
davranacaklarını denemek üzere kendilerine iktidar verildiği bilinmelidir.
Öyle
anlaşılıyor ki âyetin son kelimesinde "yapmak" fiili şu gerçeğe
işaret etmektedir: Siyasette sözün yeri yoktur, önemli olan eylemdir. Onun
içindir ki Allah siyasî erki verdiği kimselerin yapıp ettiklerine,
tatbikatlarına bakmaktadır. Siyaset bir çözüm sanatıdır. Siyaset yapanların
tatbikatına bakılır. Çünkü sanatkâr sanatını icra etmeden, sanatkârlığını
ispat edemez.
Yûnus
sûresinin 12. âyetinde nankörlüğün bir erdemsizlik olarak takdim edildiği
görülür. Yûnus sûresinin 14. âyetini buna göre açıklarsak siyasî erkin
verildiği topluma büyük bir nimet verildiği, bu nimetin ardından bu toplumun
nankörlük edip etmeyeceğine bakılacağı; ardından ia siyasetin, halka erdem
kazandırma sanatı olduğu, nankör olan topluma erdemleri kazandırıp
kazandırmayacağına bakılacağı görülür. Bu yönüyle siyaset bir eğitim faaliyeti
olmaktadır. Yûnus sûresinin 13 ve 14. âyetleri beraber düşünüldüğünde, siyaset
alanının değişime yatkın bir ilan olduğu görülür.[11]
15.
Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar, bundan
başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir dediler. De ki: Onu kendiliğimden
değiştiremem. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.
Doğrusu,
Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.
16.
De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi.
Ben bundan önce bir ömür
boyu içinizde durmuştum. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?
17.
Öyleyse, Allah'a karşı yalan uydurandan
veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Bilesiniz ki
suçlular asla felah olmazlar.
Bu
âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler şunlardır:
1. "Âyetlerimiz onlara açık açık
okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar, (bundan başka bir Kur'an getir veya
bunu değiştir) dediler. Kur'an'ın değiştirilmesini kimler istedi? Âyetin ilk
kısmındaki şu ifadeden anlıyoruz ki "Allah'a kavuşmayı ummayanlar!"
başka bir Kur'an getirmesini veya onu değiştirmesini istemişlerdi.
"Allah'a kavuşmayı ummayanlar" ifadesi, bu âyeti yedinci âyete
bağlamaktadır. Yedinci âyette bu insanlar, dünya hayatına razı ve Allah'ın
âyetlerinden gafil durumdaydılar. Aynı nitelikteki kişiler bu sefer Kur'an'ın
değiştirilmesini Hz. Peygamber'den istediler. Allah'a kavuşmayı ummayanların
dünya hayatına ve Allah'ın âyetlerine karşı takındıkları tavrı açıklayan yedi
ve 15. âyetler günümüzde de tazeliğini korumaktadır.
Onların
bu tutumu, "Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman" ortaya
çıkmaktadır. Allah'ın âyetlerinin açık açık okunması, onların tebliğ edilmesi
anlamına gelmektedir. Demek ki onlar tebliğ edilen ve öğretilen şeyin içeriğine
itiraz ediyorlardı. İtirazın sebebi Allah'a kavuşacaklarına inanmamalarıdır.
Başka bir ifade ile öldükten sonra dirilmeye inanmamaları idi.
İnkârlarının
yanında başka bir sebep de Kur'an'ın onların yaşadığı hayatın dışında bir
hayat, ahlâk sistemi ve bakış açısı getirmiş olmasıdır. Onların hayatı ve ahlâk
anlayışları Kur'an'a uymuyordu. Kendi hayatlarını, ahlâklarını değiştirme
yerine Hz. Peygamber'den, Kur'an'ın değişti-rilmesini istiyorlardı. Böyle bir
değişim şekli daha önceki milletlerde de olmuştu.
Hz.
Peygamber nasıl değiştirilecekti?
2. "Bundan başka bir Kur'an getir
veya bunu değiştir." Âyetin' bu kısmından onların iki şeyi teklif
ettiklerini
anlıyoruz: Başka bir Kur'an getirmesi veya onu değiştirmesi, başka bir Kur'an
getirmek, Kur'an'ı tamamen ortadan kaldırmak, onun yerine başka bir kitap
getirmek anlamına gelmektedir. Kur'an'ı değiştirmek ise,
Kur'an kalıyor, ama içindeki bazı âyetler, hükümler, ahlâkı değerler değiştirilecek
mânasını ifade etmektedir.
Kur'an'ı
değiştirmek, helâli harama, haramı helâle dönüştürmek demektir. Putperestliğe
müsaade verilmesi, ahlâkî hükümlerin kenara itilmesi demektir.
Günümüzde
Kur'an'ı çağ dışı gören, onda reform isteyenlerin durumu o günkü insanları
andırmaktadır. Kur'an'in hükümlerini değiştirmek yerine, onu anlamak ve
açıklamak daha doğrudur. Kur'an şirkle mücadele etmek ve ilâhî emirlere dayalı
bir ahlâk sistemini hayata geçirmek, insan ilişkilerini ve haklarını objektif
esaslara dayandırmak için gelmiştir. O hayata değil hayat ona uyacaktır.
3. "De ki: Onu kendiliğimden
değiştiremem" âyetinde de ifade edildiği üzere Hz. Peygamber Kur'an'ı
değiştirmez. Bilindiği gibi Peygamber'in peygamberliğini tesbit eden
Kur'an'dır. Kur'an olmazsa Hz. Peygamber'in peygamberliği kalmaz. Bir
peygamber, peygamberliğinin delili olan kitabı nasıl değiştirebilir?
Kur'an
Allah'ın indirdiği bir kitaptır ve onun bir harfine Peygamber'in dokunması
mümkün değildir. "Kur'an âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer
(Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak
yakalardık. Sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna engel de
olamazdınız" (Hakka 69/43-47).
Hz. Peygamber'in,
Kur'an'ı değiştirmek bir yana, onun bir harfine bile dokunması mümkün değildir.
"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu biz koruyacağız" (Hicr
15/9). Allah'ın koruduğu bir kitabı ne peygamber ne de bir başkası
değiştirebilir. Çünkü o. Allah'ın koruması altındadır.
4. "Ben ancak bana vahyolunana
uyarım." Hz. Peygamber Kur'an'a tâbi olmakla yükümlüdür. Kendisi uymakla
yükümlü olduğu kitabı nasıl değiştirebilir? Âyetin bu kısmından din eğitimi
adına çıkartılacak ilke şudur: Din âlimi ve görevlileri Hz. Peygamber'in
yolunu takip etmeli ve Kur'an'a tâbi olmalıdırlar. Başkalarının fetvalarını
veya kendi görüşlerini din adına halka sunmamalıdırlar. Din adına, peygamber
neye tâbi oluyorsa, onlar da ona tâbi olmalıdırlar.
Demek
ki Hz. Peygamber ictihad ile hüküm vermekte, din adına söylediği her konuda
Kur'an'a dayanmaktadır. Durum böyle olunca "Peygamber'e uyunuz"
(A'râf 7/158) ifadesiyle de onun bu yaptığına uyma mecburiyetimiz
kesinleşmektedir. Hz. Peygamber'in tâbi olduğu Kur'an'a tâbi olmadan beşerî
seviyede verilecek fetvaların dini beşerîleştireceği bir gerçektir. Din âlimi
ve görevlilerinin, bundan sakınmaları gerekir. Bilimsel gerçekler ve beşerî
düşünceler Kur'an'ı açıklamak için vasıta olarak kullanılabilir, ama onlar
asla din adına fetva olamazlar. Vasıtayı amaç yerine koyamayız. Amaç Kur'an'ı
anlatmak, tebliğ etmek, insanların yaşantısına yansıtmaktır. Bunu bırakıp
beşerî fetvaların peşine koşmak ve onları amaç edinerek insanlara aktarmak çok
tehlikeli bir iştir. Bir sonraki âyetler buna açıklık getirecektir.
5. "Doğrusu,Rabbime isyan edersem,
büyük günün azabından korkarım." Hz. Peygamber Allah'a is
yan edemez. Allah'ın vahyine uymayıp onda değişiklik yapmak Allah'a isyandan
başka bir şey değildir.
Allah,
vahyine tâbi olmamayı ve onu değiştirmeye teşebbüs etmeyi bir isyan olarak
kabul etmektedir. Bu isyanın karşılığı da büyük günün azabı olacaktır. Bu
noktadan hareket edersek, din eğitimi yapan İlahiyat fakülteleri, İslâm
konusunda şu ayırımı yaparak eğitim vermelidirler. Bir din vardır, bir de din
kültürü. Düşüncelerini dinin mayaladığı âlimlerin fetvaları, görüşleri ve
ictihadları dinin kültür boyutunu teşkil etmelidir. Bunu göz ardı eden din
eğitimi Allah'a isyan noktasına gidecek, bu da müslümanların mezheplere
ayrılmasına sebep olacaktır.
6. Aklı kullanarak Kur'an'ı anlamak.
Müşrikler, Hz. Muham-med'in peygamber olmasına ihtimal vermediklerinden dolayı
Kur'an'ın bir vahiy olduğuna da inanmıyorlardı. 15. âyette Kur'an'ın kendi
hayatlarına uymaması sebebiyle onu değiştirmek istemeleri de buna ilâve edilen
bir tutum olmuştu. Allah onların bu isteklerine karşı nasıl cevap vereceğini
Hz. Peygamber'e bildirmektedir. Bunlardan biri de 16. âyettir: "De kî:
Allah dileseydi, ben onu size okuyamazdım ve Allah onu size bildirmemiş
olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum. Aklınızı kullanmıyor
musunuz?" Bu âyette Allah dört konuyu onlara bildirerek nasıl düşünerek
doğruya ulaşmalarını göstermektedir:
a) Hz. Peygamber'in Kur'an'ı onlara
okuyup tebliğ etmesi kendi isteği ile değil, Allah'ın dilemesiyledir.
Kur'an"ı gönderen irade, okunmasını da istemektedir. Kur'an'ın okunup
öğretilmesinin arkasındaki gücün Allah olduğunu söylemekle, Kur'an'ın geldiği
kaynak hakkında bir bilgi verdiği gibi, Hz. Peygamber'in görevinin kendinden
kaynaklandığına da işaret vardır. 15. âyetteki "Onu kendiliğimden
değiştiremem" ifadesi, 'ben kendiliğimden okumuyorum,
Allah istediği için okuyorum' anlamına gelmektedir.
b) Hz. Peygamber'in okumaması ile de
Allah Kur'an'ı onlara bildirmemiş olacaktı. Peygamber'in görevi aldığı ilâhî
vahyi insanlara tebliğ etmek olduğuna göre, Allah da onun vasıtasıyla mesajını
insanlara bildirmektedir. Söz konusu âyetin bu kısmında geçen edrâ kelimesi, "bildirmek"
anlamına gelen SjijuJı ed-dirâyet masdarından türemiştir.
c) "Daha önce yıllarca aranızda
bulundum." Kur'an vahyedilmeye başlandığında Hz. Peygamber kırk yaşında
idi. Kırk yaşına kadar Hz. Peygamber toplumda dürüstlüğü, doğruluğu ve
güvenilirliği ile öne çıkmıştı. Onun için Mekkeliler ona "el-emîn"
(dürüst, güvenilir) sıfatını vermişlerdi. Kırk yaşma kadar ne şiir yazmış, ne
de bir kitap telif etmişti. Böyle bir kimsenin, edebî özellikleri de olan bir
kitabı yazması mümkün değildi. Bu kadar dürüst ve güvenilir olan bir insanın
kendi eli ile yazıp, Allah bana gönderdi demesi mümkün değildir. Dil ve
üslûbunda kusur bulunmayan, içerdiği konular bakımından insanlığa ahlâkî
bakımdan evrensel değerler sunan, insan psikolojisinin analizini yapan, âhiret
hayatı ile ilgili konuları ortaya koyan; akıl, bilgi, amel gibi değerleri öne
çıkaran, insan haklarını insanlığın hayatına sokan, tabiat kanunlarının temel
noktalarını tesbit edip ödev olarak insana veren, delil göstermede tutarlılığı
olan, şirkle mücadele verip tehvid i-nancını esas alan bir kitabı Hz.
Muhammed'in yazması düşünülemezdi.
d) "Aklınızı kullanmıyor
musunuz" sorusuyla akıl öne çıkarılmaktadır. Hz. Muhammed'in geçmişine
bakarak, Kur'an'ı onun yazmadığı düşüncesini insanların üretmelerinin mümkün
olacağına işaret etmektedir. 15. âyetteki isteklerin akıllarını
kullanmamalarından kaynaklandığı da vurgulanmaktadır.
7. "Öyleyse, Allah'a karşı yalan
uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Bilesiniz ki suçlular asla felah olmazlar." Kur'an'a müdahale zulümdür.
Yûnus sûresinin 15. âyetinde müşrikler Hz. Peygamber'den başka bir Kur'an
getirmesini veya Kur'an'ı değiştirmesini istemişlerdi. Onların istediği şekilde
Kur'an'a yaklaşmak Allah'a iftiradan başka bir şey değildir.
Allah'a
iftira edenle O'nun âyetlerini yalanlayan arasında hiçbir fark yoktur. Onun
içindir ki âyette bu fiiller arasında j ve bağlacı vardır. Bu kelime
fiillerinin eşit olduğunu ifade etmektedir.
Bu
âyeti 15. âyetle de ilişkilendirebiliriz. Allah dilediği için Hz. Peygamber
Kur'an'ı okudu. O dilemeden okumuş olsaydı Allah'a iftira etmiş olacaktı.
İftira ile müşriklerin O'nun âyetlerini yalanlaması arasında da bir fark
olmayacaktı. Allah'a iftira eden, veya O'nun âyetlerini yalanlayan en büyük
zalim ilân edilmektedir. Hatta ondan daha büyük zalimin olup olmadığını
sorulmaktadır. "Zalim" kelimesi âyetin sonunda "suçlu"
anlamına gelen mücrim kelimesi ile mânalandırılmaktadır. Âyette zalim veya
suçluya "felah bulmayacak" şeklinde bir cezanın uygulanacağı haber
verilmektedir.
Bu
âyetten hareket ederek "din eğitimi" konusunda şu sonuca varabiliriz:
Günümüz İslâm âleminin en büyük sorunu, Allah'ın söyleme-diği bir şeyi, Allah
söylemiş gibi fikir beyan etmektir. Kendi düşüncesini Allah'a iftira ederek
dinî bir hüküm gibi insanlara öğretmek büyük bir hata olduğu için bu tür
fikirler âyette zulüm olarak nitelenmektedir. Din âlimi ve görevlileri Kur'an'a
gitmeden din adına fetva verememelidirler. Böyle bir fetvanın iftiradan başka
bir özelliği yoktur. Bu konu daha önce Âl-i İmrân sûresinin 78, En'âm sûresinin
93 ve 144. âyetlerinde açıklandı.[12]
18.
Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere
tapıyorlar, ve "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde"
diyorlar. De ki: "Siz Allah 'a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi
haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve
yücedir."
Bu âyet bir önceki
âyette geçen Allah'a iftirada bulunmayı açıklamak için örnekler vermektedir.
1. Allah'a şirk koşmak. "Onlar
Allah 'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere
tapıyorlar." Allah'ı bırakıp bir eşyayı, canlıyı veya insanı tanrı
edinmek, yani tanrılık sıfatı verip ona tapınmak, Allah'a iftira etmek anlamına
gelmektedir. İnsanların, kendilerine zarar veya fayda veremeyecek herhangi bir
varlığı tanrı edinmeleri, onları şirke sokmaktadır.
Âyetin
bu kısmına Zeccâc şöyle bir yorum getirmektedir: Onlar, putlara ibadet
etmeseler bile putlar onlara zarar veremez, onlara tapsalar da putlar onlara
fayda veremez[13].
Görüldüğü
gibi Allah âyetin bu kısmında üstünlüğü "fayda ve zarar" vermede
aramakta ve insanlara şu ilkeyi öğretmektedir: Tanrı edinilip tapılacak bir
varlık, insanın üstünde bir güce sahip olmalıdır. İnsandan daha güçsüz olan
varlığa tanrılık özelliğini vermek Allah'a iftira etmektir. Diğer taraftan
kendisine ibadet edilecek varlık, bir âhiret hayatını insana sunabilmeli,
orada fayda ve ceza verebilecek güçte olmalıdır.
2. Şefaati yanlış yerde aramak. "
Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir diyorlar." Demek ki
müşrikler Allah'ın varlığına inanıyorlar, ama putların Allah katında
kendilerine şefaat edeceklerine inandıklarından onlara tapmaktadırlar. Böyle
bir şeye inanmak da Allah'a iftiradır.
Aslında
müşriklerin Allah katında bekledikleri şefaat, onların âhirete inandıklarını
göstermekz. Çünkü necm sûresinin 27. âyetinde onların âhirete inanmadıkları
açık bir şekilde ifade edilmiştir.
O
halde hem Zümer sûresinin üçüncü âyetinde hem de tefsirini yaptığımız Yûnus
sûresini bu âyetindeki şefaatin yeri neresi olmaktadır? şeklindeki soruyu
cevaplandırmamız gerekmektedir. Bize göre âhirete inanmayan müşriklerin Allah
katında bekleikleri şefaat, dünyadaki işlerinin iyi gitmesi için Allah'a olan
yakınlık beklentileridir. Yoksa onların âhiret diye bir inançları
bulunmamaktadır.
Şefaat
konusundaki çeşitli beklentiler şekli günümüzde de devam etmektedir.
Müslümanların çeşitli türbelere gidip yalvarmalarının altındaki sebep budur.
Fayda ve zararın kimden geleceği konusunda hata yapanlar, bu sefer de şefaatin
kimin tarafından yapılacağı konusunda hata yapmaktadırlar. Bazı müslümanlar
ölülerden medet umduklarından, ölüleri vasıta kılmakta, "Allah onlar
vasıtasıyla çeşitli yardımlarda bulunacaktır" diye inanmaktadırlar.
Kimin
şefaat edebileceği konusu Yûnus sûresinin üçüncü âyetinde açıklandı. "Onun
izni olmadıkça kimse şefaatçi olamaz- "', "Kim şefaatçi olabilir
O'nun izni olmadan! " (Bakara 2/255) ve "O gün hiç kimseden şefaat
kabul olunmaz" (Bakara 2/48) âyetlerinin meydana getirdiği ilkelerin tersine
bazı müslümanlar, bazı peygamberlerin, velîlerin, büyük insanların
kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabileceklerine inanmaktadırlar. Dua
ederken, falancının şefaatine bizi nail eyle diyerek Allah'a dua etmektedirler.
Allah'a yal vardıklarına göre şefaati de ondan istemeleri gerekir.
3. Sanki Allah bazı şeyleri bilmiyor
şeklinde davranmak. Bazıları, sahte tanrılar, tanrılaştırılmış insanlar Allah
katında kendilerine şefaat edecekler diye onlara tapmaktadırlar. Onun için
Allah, Hz; Peygam
ber'den şu soruyu onlara yöneltmesini istemektedir:
"Siz,
Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?"
Birilerinin Allah katında şefaat edeceğini düşünerek onlara tapmanın bir çeşit
Allah'a bilmediğini öğretmektir. İşte Allah'a iftira etmenin (âyet: 17) bir
çeşidi de budur.
4. Allah'ın
sübhanhğına ve yüceliğine ters hareket etmektir. "Hâşâ! Allah, onların
ortak koştuklarından uzak ve
yücedir." Sübhân kavramı Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ifade
etmektedir. Burada onların ortak koştuğu tanrılardan uzak olduğunu, onları
ortak edinmediğine işaret edilmektedir. Aynı şekilde Teâlâ
kavramı da O'nun
yüceliğini dolayısıyla onların
eş koştuklarının, O'na eş olamayacağını ifade etmektedir.
Müşrikler,
sahte tanrılarının Allah katında şefaatçi olacağını söylemekle Allah'a iftira
etmektedirler. Ayrıca Allah'ın koyduğu tevhid inancını oluşturan âyetlerini de
yalanlamaktır.[14]
19.
Ve bütün insanlık sadece bir topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri
benimsemeye başladılar. Eğer, daha önce Rabbinden verilmiş bir söz olmasaydı,
ayrılığa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm hemen verilirdi.
Âyetin
analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Ve bütün insanlık sadece bir
topluluk halindeydi." İnsanlar tek ümmetti. Bu âyette de geçen el-ümmet
kelimesinin "uymak" mânasına gelen ^Usiiiı el-i'timam kelimesinden
türediğini Râzî bildirmektedir[15]. Bu kelimeden insanların yeryüzünde bir
topluluktan türeyip her tarafa dağıldıkları fikrini çıkartıyoruz. "Tek bir
ümmetti" ifadesinden sosyolojik bir büyüklüğü anlıyoruz. Ama bu kavramda,
aynı şey üzerinde ittifak etmeyi, parçalarının birbiri ile uyum içinde olmayı,
hayat tarzı, dünya görüşü ve ideal bakımından uyum içinde olmayı buluyoruz.
Ümmet
kavramı doğurgan bir niteliğe sahip olması bakımından anneyi andırmaktadır.
Ümmet, gittikçe farklılaşan ve farklılaştıkça çoğalan bir yapıya sahiptir. Bu
kelime el-ümm yani anne kavramından alındığında, birbirine kardeş gibi yakın,
uyum içinde olan bir sosyal yapıyı ifade etmektedir. Bu açıdan bakınca ümmet
kelimesi, grubun işleyiş tarzını ifade eden bir kelime olmaktadır.
İnsanların tekbir
ümmet olmaları, onların aynı din ve inancı paylaştıkları anlamına da
gelmektedir. Aynı inancın sağladığı sözleşmenin sosyolojik adı ümmettir. Ümmet,
insanların tekbir inançtan, çok farklı din ve inançlara doğru giden bir çizgide
ilerleyip farklı gruplar haline geldiklerini ifade etmektedir. Demek ki din,
etkinliğini sürdürdüğü zaman sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlamış, ama
dindeki ihtilâflar farklı grupların doğmasına sebep olmuştur. İnsanların farklı
düşünceleri ve farklı inanışları sosyal yapıya yansıdıkça orada kapanması
imkânsız olan çatlamalara, bölünmelere ve ayrılmalara sebep olmuştur.
2. "Ayrılığa düştüler"
ifadesi, "ihtilâfa düştüler" demektir. Ayrılıkları sonradandır.
Âyetin bu kısmını, önceki âyetlerle irtibatlandırırsak, farklı inanış
biçimlerinin sonradan ortaya çıkıp insanları böldüğünü söyleyebiliriz. Demek
ki başlangıçta hem sosyal bakımdan tek toplum, hem de inanış bakımından tevhid
inancı vardı. Tevhidin dejenerasyonu sosyal yapının çatlamasına sebep olmuştur.
Sebep-sonuç ilişkisi içinde açıkladığımızda "ihtilâf sebep, bölünmeler de
sonuçtur. Aslında sosyal farklılaşmaların neticesinde doğan aşiret, kavim,
millet gibi sosyal büyüklüklerin arkasında ilâhî irade vardır.
"Ey
insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık, ve birbirinizle
tanışmanız için sizi kavimlere, kabilelere ayırdık" (Hucurât 49/13).
İlâhî iradenin ve O'nun takdirinin neticesi olan sosyal gruplaşmaların amacı
başka, insanların ihtilâflarından oluşan gruplaşmaların neticesi başkadır.
Birincisinde tanışıp kaynaşmak, ikincisinde ise kavga vardır.
Allah
insanların farklı sosyal gruplar haline gelmesini, yine kendi yaratması ve
takdiri olan farklı dil ve bunun oluşturduğu farklı kültüre dayandırmaktadır.
"Onun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için dersler
vardır" (Rûm 30/22). Oysaki insanların ihtilâfı tevhid inancına inanmak
veya inanmamakla başlayıp, daha sonra dindeki bölünmelere uzanmış, oradan da
sosyal yapıdaki çatışma ve gruplaşmalarla son bulmuştur.
3. "Rabbinden bir söz geçmiş
olmasaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi."
Rabbinden geçen bir söz neydi? Bu sorunun cevabını verebilmek için bazı
âyetlere bakmak gerekir:
a) "Gerçek şu ki: Halkı
habersizken, Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir" (En'âm 6/131).
Bunun anlamı şudur: Bir toplumun fertleri, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın,
iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, faydalı ile faydasızın ne olduğundan
habersiz olduklarında onlar için helak yoktur. Bu değerlerden habersiz olan
toplumu eğitip onları bilgilendirdikten sonra yine de ihtilâfa düşüp kötü yola
giderlerse helak edilmeyi hak etmiş olacaklardır.
b) "İnsanlar tekbir ümmetti. Sonra
Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında,
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak
yolu
gösteren kitapları da gönderdi" (Bakara 2/213). Demek ki ihtilâfları
ortadan kaldırmak için önce eğitim vasıtasıyla insanları bilgilendirmek
Allah'ın bir metodudur. Bu uygulama O'nun bir planı ve kanunudur.
c) "Biz bir peygamber
göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15). Bu da Allah'tan geçen bir
söz olmaktadır.
d) "Rabbin, kendilerine
âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o
memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan
memleketleri helak etmişizdir" (Kasas 28/59).
e) "Biz hiçbir memleketi, öğüt
vermek üzere uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir. Biz zalim deği
liz" (Şuarâ 26/208-209). İnsanlara uyarıcı gönderip öğüt vermeden, yanlış
yolda olduklarını bildirmeden helak etmenin zulüm olacağına dair Allah'ın sözü
olmasaydı, onları, yani Yûnus sûresinin 19. âyetindeki
ihtilâf edenleri Allah helak edecekti.
f) "Halkı ıshalatçı olan ülkeleri
senin Rabbin, asla haksız yere yok edecek değildir" (Hûd 11/117). İhtilâf
çıkaran insanlara uyarıcı ve kitap gönderip bilgilendirdikten sonra ıslahat
yapan toplumun helak edilmeyeceğine dair Allah bu âyette söz vermektedir.
İhtilâfın derinleşmesi düşmanlığı getirir. Düşmanlık ise cehennem ateşinden
başka bir şey değildir (Âl-i İmrân 3/103'ten bunu öğreniyoruz).
Yûnus
sûresinin 19. âyetindeki Aralarında hüküm verilirdi" ifadesinden onların
üzerine azap inip helak olmalarını, işlerinin bitirilmesini anlıyoruz. Allah'ın
rahmeti gazabını geçtiğinden[16] burada eğitim süreci devreye sokulmaktadır.[17]
20.
Ona, Rabbinden bir mucize indirmeli değil mi? diyorlar. De ki: Gayb ancak Allah
'a aittir. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
1. "Ona, Rabb'inden bir mucize indirmeli
değil mi? diyorlar." Âyetteki "ona" zamiri Hz. Muhammed'e
aittir. Ayet kavramı "mucizevî bir delil" anlamına gelmektedir. Bu
delilin bir nevi ceza olması büyük ihtimaldir. "İnkâr ettikleri halde
kendilerine hiçbir şeyin olmamasını, başkalarına felâketler gelmemesini haklı
olduklarına delil gösteriyorlardı" (Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'in Çağdaş
Tefsiri, IV, 216). Ateş'in bu açıklamasından anlıyoruz ki, kâfirler inkârlarına
karşılık ceza görmek istiyorlardı. Geçmiş peygamberlerden de aynı şeyin
istendiğine şahit oluyoruz.
a) "Sen de ancak bizim gibi bir
insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir"
(Şuarâ 26/154).
b) "Şayet doğru sözlülerden isen
üstümüze gökten azap yağdır" (Şuarâ 26/187).
c) "Dediler ki: Ey Hüd! Sen bize
açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak
değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz" (Hûd 11/53).
d) Bir zamanlar, 'Ey Musa! Biz Allah 'ı
açıkça görmedikçe asla sana inanmayız' demiştiniz de bakıp durur olduğunuz
halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı" (Bakara2/55).
Geçmişte
peygamberlerden azap şeklinde mucizeler istendiği gibi, azap getirecek
mucizeler de istenmiştir. Onların bu istekleri, aslında iki ve 15-17. âyetlerde
geçen şüpheci ve inkarcı tavırlarının başka bir boyutunu teşkil etmektedir.
En'âm sûresinin 37. âyetinde de aynı şekilde bir mucize istemişlerdi: "O
'na Rabbinizden bir mucize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah
mucize indirmeye kadirdir. Fakat onları çoğu bilmezler. "
"Kendilerine
bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a
yemin ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındadır. Ama mucize geldiğinde
de inanmayacaklarının farkında mısınız?" (En'âm 6/109). "Ey Allahım!
Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır,
yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi" (Enfâl 8/32).
2. "De ki: Gayb ancak
Allah'ındır." Buradaki "gayb
Allah'ındır"
ifadesini En'âm sûresinin 37.
Âyetiyle mânalandırırsak "Allah mucize indirmeye kadirdir";
En'âm sûresinin 109. âyeti ile
mânalandırırsak "Mucizeler Allah katındadır" demek mümkündür. Gaybı
ve görülmeyeni ancak Allah bildiğine göre kime
delil indireceğini, kime nasıl ceza vereceğini O belirleyip takdir edecektir.
3. "Bekleyiniz, ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim." Demek ki gaybın bilgisi Allah'a ait olduğuna
göre Peygamber'e ve kâfirlere beklemek düşmektedir. Buradaki beklemenin sonucu
ne olmuştur? Sorunun cevabını Enfâl sûresinin 33. âyeti ile vermek mümkündür:
"Halbuki sen onların içindeyken Allah onlara azap edecek değildir. Ve
onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir."[18]
21.
Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız
zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır. De
ki: Allah'ın tuzağı daha süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kurduğunuz
tuzakları yazıyorlar.
Âyeti
tarihî boyutundan hareket ederek evrensel boyuta taşımak gerekir. Müfessirlere
göre yedi yıl boyunca Mekke'de hastalıklar baş gösterdi. İnsanlar ölmeye,
hayvanlar telef olmaya başladı. Bunların ardından Allah, bolluk ve bereket
getiren yağmurlar gönderdi. Onlar bol-
luk
ve bereketi putlarından bildiler. Böyle bir inanç onların, Allah'ın âyetlerine
karşı yalanlamalarına devam etmelerine sebep oldu. Bunun üzerine Allah
yukarıdaki âyeti gönderdi. Tarihî boyutunun yanı sıra, âyeti evrensel
özelliğini muhafaza edecek şekilde açıklamak gerekir.
1. "Kendilerine dokunan bir
sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman... " Ayetin bu
kısmı 12. âyette geçmişti. "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak,
oturarak veya ayakta durarak bize dua eder." Buradaki insanlar kimlerdir
sorusunu cevaplandırmak için Yûnus sûresinin yedinci âyetine bakmak gerekir.
Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayan, dünya hayatına razı olup onunla
tatmin olan insanların nankörlüğü anlatılmaktadır. Bunlar, 13. âyette geçen
iman etmelerinden ümidin kesildiği, 15. âyette başka bir Kur'an'in
getirilmesini veya değiştirilmesini isteyen, Allah'ı bırakıp kendilerine fayda
ve zarar vermeyecek olan putlara tapan (âyet: 18) insanlardır.
"Kendilerine
dokunan bir sıkıntı" ifadesinde "sıkıntı"nın özne olduğunu
görüyoruz. Sıkıntı canlı bir varlık gibi onlara dokunduğuna göre, sıkıntının
Allah tarafından dokundurulmadığı fikri akla gelmektedir. İnsanların
yaptıkları ameller sıkıntıyı, musibeti ve cezayı başına getirir ve bunlar ona
dokunur.
a) "Bu, dünyada iken kendi
ellerinizle yapmış olduğunuzun
karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına
zulmetmez" (Âl-i İmrân 3/182). Âyetteki illi "bu" ifadesi
"yakıcı azap"tır (Âl-i İmrân 3/181).
b) "Elleriyle yaptıkları yüzünden
başlarına bir felâket gelince... " (Nisa 4/62).
c) "Bizzat kendi yaptıklarından
dolayı başlarına bir musibet geldiğinde..." (Kasas 28/47).
d) "Biz insana katımızdan bir
rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir, ama elleriyle yaptıkları yüzünden
başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür" (Şûra
42/48). Bu ve benzeri pek çok âyette Allah insanların kendi yapıp ettikleriyle
musibetin onlara dokunduğunu bildirmektedir. Uif ezeknâ "tattırdık"
fiilinin faili Allah'tır. "Sıkıntı" kendisi geldiği halde, rahmeti
tattıran Allah'tır.
Sıkıntının
ardından Allah bir rahmet tattırmaktadır. Buradaki rahmet, "esenlik,
ferahlık" anlamına gelmektedir. Aslında sıkıntıyı ortadan kaldırmak, ya da
sıkıntıya sebep olan maddî ve sosyal şartları ortadan kaldırmak rahmet mânasını
ifade etmektedir. Kıtlık ve hastalıklar insan psikolojisini olumsuz yönde
etkileyerek sıkıntıyı meydana getirir. Allah o şartlan düzelterek insanın
ruhunda bir esenlik meydana getirir, işte buna rahmeti tattırmak denmektedir.
Aslında
bu dönüşüm psikolojik âlemde gerçekleşmektedir. Sıkıntıda insanın gönlü
daralmakta, sıkıntının kalkmasıyla gelen esenlik de gönlü rahatlatmaktadır.
Böylece Allah insanın gönlünde darlık ve genişlemelerin olduğuna dikkat
çekmektedir.
Sıkıntıdan
esenliğe geçişteki değişim insanların niyetlerinde, i-nançlarında ve
davranışlarında gerekli etkinliği göstererek derinden o-lumlu bir değişim meydana
getirmelidir. Bu değişimin gerçekleşmeme-siyle nankörlüğün mayaladığı
davranışlar ortaya çıkmaktadır.
2. "Bir de bakarsın ki âyetlerimiz
hakkında onların bir tuzağı vardır." Âyetin bu kısmındaki el-mekr kelimesi
j£» mekeraden türemiştir. "Hile ile aldatmak", elbise ile
kullanılınca "kırmızı çamurla boyamak; bir şeyi renkli yapmak"; yer
ile kullanılınca "tarlayı suvarmak"; mekira "kızarmak";
mekkera "biriktirip karaborsa yapmak" mânalarına gelmektedir.
Âyet
kelimesini sıkıntıdan esenliğe geçiş şeklinde yorumlarsak, o zaman şöyle bir
çıkarımda bulunabiliriz. Allah'tan gelen rahmetin kendi putlarından geldiğini
söylemeleri, o nimeti boyamaları yani nimetin kaynağını saptırmaları anlamına
gelmektedir. Tek kelime ile nimete karşılık nankörce davranmak ona bir tuzak
kurmaktır.
Âyet
kavramını Kur'an'm âyetleri anlamına alırsak, o zaman Allah'ın mesajlarına
karşı şüphenin gölgesini düşürmek; onların öne çıkardığı öğretileri çürütmeye
çalışma uğruna uydurulan asılsız ve doğru ol- mayan iddiaları üretmek yorumunu
yapabiliriz. Allah'ın âyetlerine karşı itirazlarda bulunmak, umursamazlık da bu
tuzağı anlatan davranışlardır.
Allah'ın
âyetlerine karşı kurulan entrika ve tuzaklar sadece Hz. Peygamber döneminde
değil her zaman mümkündür. O âyetlere karşı şüphe üretmek, onları çürütmeye
çalışmak, asılsız ve yersiz iddialarda bulunmak, umursamazlığı yaymak gibi
davranışlar her çağda olmuş ve olacaktır. Allah'ın âyetlerinin öğretildiği yer
ve programlar kapatılacak, onları tahsil edenler hor görülecek, görev
almamaları için gerekli tuzaklar kurulacak, bir suçlu gibi takip
edileceklerdir. Bütün bunlar Allah'ın âyetlerinin önünü kesmek için
yapılacaktır.
3. "De ki: Allah'ın tuzağı daha
süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar."
"Allah'ın tuzağı daha süratlidir" ifadesini iki şekilde yorumlamak
mümkündür:
a) Sizin kurduğunuz tuzaklar,
âyetlerime ulaşmadan onları korurum. Sizin tuzağınızı bozarım ve onun etkisini
hedefine ulaşmadan ortadan kaldırırım. Tuzağınızı ortadan kaldıran daha
süratli bir tuzakla karşı
lık veririm.
b) Allah'ın, sizin tuzağınıza karşı
vereceği ceza daha süratlidir. Allah'ın nimetini tadar tatmaz geçmiş
sıkıntıları unutarak, yeni tuzaklar kurmaya kalkmanız ne kadar süratli olursa
olsun, Allah'ın haksızlıklara
karşı vereceği ceza daha süratli olacaktır. Sizin tuzaklarınız Allah'ın
âyetlerine ulaşmadan belânızı bulursunuz. Entrikanız o mesajlara ulaşmadan,
daha niyet halindeyken rahmetimiz gazaba, nimetimiz de acıya
dönüşür. Bu öylesine hızlı olur ki, sıkıntıdan esenliğe geçişinizin farkına
varamazsınız.
Âyetin
bu kısmında "Allah'ın tuzağı daha süratlidir" dendiği halde Âl-i
İmrân sûresinin 54. âyetinde "Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır"
buyurulmaktadır. Tuzağın buradaki anlamı iyilik üreten bir tuzak demektir.
Allah'ın tuzağı kötülük üretmez. Elmalılı Hamdi Yazır'ın dediği gibi,
"İlâhî hile, hile yapanlar için bile bin hayrı içerir"[19]. Demek ki Allah'ın tuzağının iki özelliği
vardır: "En süratli" ve "en iyi" olanıdır. "Şüphesiz
elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar." Buradaki elçilerden kasıt
jjiğ uı/ kirâmen kâtibîn melekleridir. İnsanların yaptıkları bütün ameller bu
melekler tarafından kaydedilir. Allah kâfirlere bu âyette yazım işini
hatırlatmaktadır. Allah'ın mesajlarına karşı kurulan tuzağın veya tuzakları
kuranların, cezalarını âhirette çekeceklerine de işaret edilmektedir. Allah'ın
sıkıntıdan sonra verdiği rahmeti unutup, hemen entrikalara girişmenin cezasız
kalmayacağına da burada işaret edilmektedir.
Din
eğitimcilerinin görevlerinden biri de nankörlüğün topluma neleri getirip
neleri götüreceğini öğretmeleridir. Allah'ın âyetlerine karşı tuzak kurmaya
çalışan insanlar manevî hayatı kirletmektedirler. İnsanların akıllarına kuşku
tohumları ekerek akıl ve gönülleri kirletiyorlar. İlâhî mesaja karşı şüphe
üretip, Peygamber'e tuzak kurarak oluşturdukları düşmanlıklarından onları
caydırmak için amellerinin yazıldığı, âyette vurgulanmaktadır. Söylenen bir
söz, gönülde oluşan bir niyet ve yapılan bir davranışın kaybolmayıp
kaydedildiği öğretisi caydırıcı bir nitelik taşımaktadır.[20]
22.
Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri hoş
bir rüzgârla götürürken
yolcular neşelenirler. Bir kasırga çıkıp, onları her yönden dalgaların sardığı
ve çepeçevre kuşatıldıklarını an
ladıkları anda ise dini sırf Allah'a has kılarak: "Bizi bu tehlikeden
kurtarırsan and olsun şükredenlerden ola
cağız" diye O'na yalvarırlar.
23.
Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar.
Ey insanlar! Dünya haya
tında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sadece dünya menfaatini elde
edersiniz. Sonra dönüşünüz bizedir,
yapmış olduklarınızı size bildiririz.
Bu
âyetler Yûnus sûresinin 21. âyetinin devamı durumundadır. 21. âyette geçen
"sıkıntı" ve "rahmef'in ne olduğu bu âyetlerde açıklanmaktadır.
Her üç âyet de insan psikolojisinin farklı şartlar altında nasıl değişime
uğradığını anlatmaktadır.
Bu
âyetlerdeki temsilî nitelikler düşünüldüğünde şu şekilde açıklama yapmak uygun
olur: Birinci olarak maddî şartların insan psikoloji-sindeki boyutu ele
alınırken, ikincisinde kavramlar sosyal içerikleri bağlamında açıklanacaktır.
1. "Sizi karada ve denizde yürüten
Allah 'tır." Bu âyette karada ve denizde yürüme, yani hareket etme teknolojisinin
Allah tarafından insana ilham edilip üretilebileceğine işaret vardır. Çeşitli
kara ve deniz taşıtları icat edilerek yolculuk yapılabilecektir.
Hûd
sûresinin 37-38. âyetlerinden Hz. Nuh'a Allah'ın gemi yapmayı öğrettiğini
görüyoruz: "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap!" Nûh
gemiyi yapıyor.
Karada
ve denizde hareket etme gücünü, zaman içinde binek hayvanlarının dışında
farklı taşıtların yapılmasını, deniz taşıtlarının icat edilip geliştirilmesini
de bu âyetten öğreniyoruz. İnsanların bunu, hem bir öğretim faaliyeti hem de bir
nimet olarak algılamaları gerekiyor. Karada ve denizde hareketi süratlendiren
teknolojiyi üretmenin içeriğinin ne olacağına işaret edilmektedir.
Bu
âyette kara ve denizle ilgili teknoloji üretimine dikkat çekilirken Zâriyât
sûresinin 22. âyetinde de göksel taşıtların üretilmesine işaret edilmektedir:
"Gökte de, rızkınız ve size vaad edilen başka şeyler vardır." Bu
ifadede uzay araştırmaları ve uzay teknolojisinin üretimi konusunda işaretler
vardır. Günümüzdeki ifadelerle anlatacak olursak kara taşıtları için makine
mühendisliği, gemi inşaat mühendisliği, uçak mühendisliği ya da uzay
araştırmaları şeklinde fakülte ve araştırma merkezlerinin kurulmasına bu âyette
işaret edilmektedir. Bu alanlarda üretilecek teknolojinin ihtiyaç duyduğu
bilginin kaynağında Allah'ın âyetlerinin olduğunun bilinmesi öngörülmektedir.
Böylece epistemoloji denen bilgi nazariyesine de bir açılım getirilmektedir.
Bilgi nazariyesine göre, bilginin kaynağında akıl, sezgi ve tecrübe vardır.
Fakat Allah bunların arkasındaki kaynağın da kendisi olduğuna şu şekilde işaret
etmektedir:
"Bilgi
ancak Allah'ın kalındadır" (Ahkâf 46/23), "Deki: O bilgi ancak
Allah'a mahsustur" (Mülk 67/26). Demek ki ilâhî ilham olmadan ne akıldan
ne sezgiden ne de tecrübeden bilgi elde etmek mümkündür. Akim, sezginin,
tecrübenin bilgi kaynağı olduğu bir gerçektir ama onların arkasındaki kaynağı
görmek de gerekir. Onun içindir ki Allah "Sizi karada ve denizde yürüten
Allah'tır" buyururken, hem buradaki gücün kaynağının kendisi olduğunu, hem
de o teknolojiyi üreten bilginin kaynağında kendisinin bulunduğunu
bildirmektedir.
Bu
açılım sosyal ve siyasî hayata da aktarılabilir: "Kara" kavramını
"sosyal", "deniz" kavramını da "devlet" anlamına
almak mümkünüdür. "Kara" maddî hayat, "deniz" de
"manevî hayat" mânasına alınabilir. Bu durumda yorum şöyle olur:
Sosyal ve devlet hayatınızda yol almanızı temin eden Allah'tır. Sosyal ve
devlet hayatının yürümesi karada ve denizde yürümeye benzer. Oralardaki
tehlikeler toplumsal hayat ve devlet hayatında da vardır. Oralardaki teknolojik
gelişmelerin sağladığı kolaylıklar gibi toplumsal ve devlet hayatında modern
metot ve bilgiler de aynı şeyi temin etmektedir.
Burada
toplum ve siyaset mühendisliğinden bahsedilmektedir. Ama bu mühendisliklerin
arkasında ilâhî iradenin, takdirin ve öğretimin bulunduğunun bilinmesi
istenmektedir. Bir toplumun sosyal ve siyasî oluşumlarının, özellikle iyi
gidenlerin arka planında ilâhî kudreti görmenin önemi vurgulanmaktadır.
2. "Bulunduğunuz gemi,
içindekileri hoş bir rüzgârla götürürken, yolcular neşelenirler." Allah
karadaki yürütmeyi bırakarak, denizle ilgili açıklamasına devam etmektedir.
Geminin hoş bir rüzgârla gitmesinin, yolcuların psikolojisini olumlu yönde
etkileyip neşelendiklerini, mutlu olduklarını söylemektedir. Denizdeki rüzgârın
etkisi ile gemi rahat bir şeklide yol alırken yolcular mutlu olmaktadırlar.
Bunun anlamı deniz yolculuğunda mutlu olmak Allah'ın bir nimetidir.
Buradaki
gemiyi devlet hayatı, rüzgârı da "güç" olarak değerlendirebiliriz.
Zaten Enfâl sûresinin 46. âyetinde geçen rüzgâr kavramı "sosyal güç"
mânasına gelmektedir: "Allah ve Resulü'ne itaat ediniz, birbirinizle
çekişmeyiniz; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider." Âyetteki
rüzgâr "sosyal kuvvet, güç" anlamına gelmektedir.
Yûnus
sûresinin 22. âyetinde rüzgârın sıfatı tayyibedir. Tayyibe kelimesi "hoş,
temiz, sağlam, doğru" mânalarına gelmektedir. Sosyal güç anlamında
düşünülünce bu kelimeye, "hoş, sağlam" anlamını vermek gerekir.
Gemiyi devlet olarak aldığımızda, devletin yürümesi, sosyal ve siyasî güçle
olacaktır. Hür ve sağlam bir güçle yol alan insanlar, devlet düzeni içinde
mutlu olacaklardır. Devlet işlerinin sakin bir denizde yol olan bir gemi gibi
mükemmel şekilde yürütülmesi halkı rahatlatıp mutlu eder. Önemli olan devlette
ve sosyal hayatta o rüzgârı, gücü ve idare şeklini yakalamaktır. Bu idare
şeklini yakalayanlar, hayatı Allah'ın bir nimeti, takdiri ve lutfu olarak
görürler.
3. "Bir kasırga çıkıp, onları her
yönden dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını anladıkları anda ise
dini sırf Allah 'a halis kılarak: 'Bizi, bu tehlikeden kurtarırsan and olsun
şükredenlerden olacağız' diye O'na yalvarırlar." Sakin bir denizde gemi
yol alırken her yönden dalgaların gemiyi kuşatması, yolcuların rahatını alıp
götürür. Bu benzetmeyle maddî şartların insan ruhunu olumsuz mânada
etkilediğine dikkat çekilmektedir. Âyetin bu kısmı Yûnus sûresinin 21.
âyetindeki "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra" ifadesindeki
"sıkıntı" anını ifade etmektedir. Kasırga ve gemiyi saran dalgaların
meydana getirdiği ruh haline sıkıntı denmiş olabilir.
Âyetin
bu kısmını sosyal hayat ve devlet hayatı anlamına alabiliriz. Sosyal şartların
rüzgârı olumsuz yönden esince, toplum denen denizde büyük dalgalanmalar
meydana gelir ve bu dalgalar devlet gemisinin etrafını sarar. Hoş ve sağlam
esen rüzgârların yerini kasırga alınca, insanlar arasında dalgalanmalar başlar.
Devlet gemisinin etrafını dalgalar kuşatır. Bu bir nevi devlet idaresindeki
yanlışlıkların, baskıların sosyal patlamaların meydana getirdiği dalgaların
devleti kuşatmasıdır. Artık onların mutlu olması mümkün değildir. Bu durum
halkta ve devleti idare edenlerde bir mutsuzluk ve bir sıkıntı yaratır.
Gerek
maddî anlamda geminin denizde kasırgaya tutulup etrafını dalgaların sarmasıyla
meydana gelen sıkıntı; gerekse sosyal ve siyasî mânada kopan sosyal
problemlerin kasırgasıyla devlet gemisinin etrafını saran sosyal dalgaların
meydana getirdiği sıkıntı olsun, sonuç şudur: Halkın psikolojisinde bir
gerilim, tedirginlik ve mutsuzluk meydana gelmektedir. Bu sıkıntının meydana
getirdiği gerilim neticesinde halk şu şekilde Allah'a yönelip dua eder:
"Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız."
Demek kimaddî ve manevî sıkıntılar insanı Allah'a yöneltmekte ve dini ona
tahsis ettirip şirkin ortadan kalkmasına sebep olmaktadır. İnsanlar sıkıntılı
anlarında Allah'ı hatırlamaktadırlar.
Ruhsal sıkıntı
çeken bu insanların hangi durumlarda Allah'a dua ettikleri açıklanmaktadır.
"Dini sırf Allah'a halis kılarak." Demek ki sıkıntı ve tehlike anında
insan Allah'a yönelmekte, dini Allah'a ait kılarak yalvarmaktadır. Rahatlık
anında şımarıp şirk koşarken tehlike anında Allah'a yalvarmaktadır. Ferahlık
anında Allah'ın âyetleriyle mücadele verip tuzak kurarken sıkıntı anında dini
O'na tahsis etmektedir. Allah bu ruh halinin sağlıklı olmadığını, şartlara göre
tavır alan ve kandırmaya kadar uzanan bir tutumun ne kadar yanlış olduğunu
öğretmektedir.
Şartlara
göre nankörlük ve şirk, şartlara göre dini Allah'a tahsis etmek sağlıklı bir
inanç olmadığından, bu durumlar, insanın Allah katındaki değerini
zedelemektedir. "Bizi, bu tehlikeden kurtarırsan and olsun şükredenlerden
olacağız." Bu yalvarışın adına "söz vermek" denebilir. Sanki
Allah ile bir anlaşma yapmaktadırlar. "Bizi kurtar şükredelim"
diyerek şarta bağlı şükür yapacaklarını söylemektedirler. İnsanları bu şekilde
yalvartan denizin maddî şartları değil de sosyal şartlarıdır. Toplumsal
problemler, sıkıntılar, belâlar büyük dalgalar gibi devlet denen geminin
etrafını sarar, oradaki hayatı altüst eder. İşte o zaman halk Allah'a yönelip
yardım bekleyebilir.
4. "Allah onları kurtarınca, hemen
yeryüzünde taşkınlıklara başlarlar." Allah'ın onları kurtarması
"denizden karaya çıkartması" anlamına gelir. Lokman sûresinin 32. âyetinde
buna işaret edilmektedir: "Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman,
dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Allah onları karaya
çıkartarak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim
âyetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkâr ederler." Demek ki âyette
geçen kurtarış, bu âyete göre maddî anlamda karaya çıkartmak olarak
mânalandırabilir. Fakat bu kurtarış sosyal sıkıntı, belâ ve problemlerden
kurtarış olarak da alınabilir.
Yûnus
sûresinin 12. âyetine göre "sıkıntıyı gidermek" kurtuluş demektir.
Sıkıntıyı meydana getiren, 22. âyette olduğu gibi denizdeki olumsuz şartlar
olabilir, ama sosyal şartlar da olabilir. "Haksız yere taşkınlıklara
başlarlar" âyetinin bu kısmında ifade edilen yebğûne fî'l-ard
"taşkınlık yapıp doğruluktan ayrılmaya ve haddi aşmaya başlarlar"
anlamına gelmektedir. Ama, el-bağy kelimesi "fesat çıkarmak, bozgunculuk
yapmak ve şirk koşmak" anlamını da ifade etmektedir.
Kurtubî'nin
dediği gibi "kötüye giden yaranın etrafa yayılması" mânasından
alınmıştır. Fesat çıkararak başkalarına üstünlük kurmak, onların üstüne
çıkmaktır[21]. Bir kadının fuhuş yapması, bağy kelimesiyle
anlatılır. Sıkıntı içindeyken, dini Allah'a has kılıp tevhid inancını kabul
eden insan rahata kavuştuğunda, Allah'ı bırakıp ona ihanet ederek şirk koşması
da bağy ile ifade edilir. Rûm sûresinin 33. âyetindeki "şirk
koşma"nın da, Yûnus süresindeki bağy anlamında olduğu anlaşılır.
Yara
kötüye gidince etrafa yayılarak sağlam hücreleri de etkisi altına alır ve
onları çürütür. Kötü şartlar altında iken Allah'a yönelip kurtarılmayı isteyen
insanlar, istediklerini elde edince azgınlığa saparak toplumun düzenini bozmaya
çalışırlar. Şükretmek için verdikleri sözlerinden cayarlar, haddi aşıp küfre
ve şirke dalarlar. Üstelik bu durumlarını başkalarına da bulaştırırlar.
Bağy
kelimesine Şûra sûresinin 27. âyetinde şu mâna verilmektedir: "Allah
kullarına rızkı (bir anda) bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O,
(rızkı) dilediği ölçüde indirir." Fazla nimet insanı şımartıp umulmadık
hareketleri yapmasına sebep olabilir. Hazımsız olan insanları fazla nimet
yoldan çıkartır, sabırsız insanları da nimetin azlığı isyana sevkeder. Demek ki
bağy "nimetin bolluğundan dolayı şımarıp azmak" anlamına gelmektedir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 23. âyetinde "haksız yere" ifadesi
yer almaktadır. "Haksız yere azmak" aşırılık göstermek, ileri gitmek
anlamlarına gelmektedir. Bu mânada bağy sosyal içerikli bir anlam
kazanmaktadır. Haksız yere taşkınlık yapmak toplumun düzenini bozmaktır.
5. "Ey insanlar! Dünya hayatında
yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir, sadece dünya menfaatini elde
edersiniz." İnsanların yaptıkları kötülükler kendilerine dönmekte vebalini
kendileri çekmektedir.
Taşkınlık
yapmak, başkalarına zarar vermek anlamına alınırsa, toplumlar bütün olarak
düşünüldüğü için bunun bütüne zarar vermek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Çünkü yara sadece olduğu yere zarar vermiyor bütün vücudu rahatsız ediyor.
Âyetteki bağyin neticesinde meydana gelen günahı dikkate alırsak, bunun insana
döndüğü, onu yapanın aleyhine olduğu anlaşılmalıdır. Bunun delili de İsrâ
sûresinin yedinci âyeti: "Ve eğer kötülük ederseniz kendinize
yaparsınız" ile "Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir" (Fussılet
41/46) âyetidir.
Âyetin devamında
ÇÎüı s&Jı £_& "Sadece dünya menfaatini elde e-dersiniz" ifadesi
görülür. Bağy kelimesine bu ifadeye bağlı olarak "ihtiras derecesine
varan bir istekle etrafına zarar verecek seviyede dünya malının peşine
düşmek" mânası verilebilir. Dünya menfaatini elde etmedeki ihtirasın
meydana getirdiği taşkınlığa bağy denmektedir. Zaten bağyin bir anlamı da
"istek"tir. Ama bu istek tutku seviyesinde bir ihtirası ifade
etmektedir.
Bazı
insanlar dünyaya ait bir menfaati elde etmek için, etrafındaki insanlara zarar
vermekten çekinmez, söz konusu menfaati elde etmek uğruna her yolu meşru
görürler. Kendine zarar dokunduğunda kurtuluş için Allah'a yalvarır, kurtulunca
başkasına zarar vermekten geri durmaz.
Bağyin
meydana getirdiği taşkınlıkla ancak dünya menfaatini elde edersiniz demektir.
Dünya menfaati ise gelip geçicidir. "Allah'ın sana verdiğinden âhiret
yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma!" (Kasas 28/77). Bu âyette
kullanılan bağy kavramı "istemek" anlamına gelmektedir. Böylece tutku
anlamındaki istek âhirete yönelik olmalıdır, dünyadan da nasibini unutmaması
gerekir. Böylece Allah müminlere dünya hayatının değerini, gelip geçiciliğini
öğretmekte, davranışlarını buna göre düzenlemesini istemektedir. Çünkü pek çok
hata, dünya menfaati uğruna gösterilen ihtiras ve duyulan tutkudan
kaynaklanmaktadır.
6. "Sonra dönüşünüz bizedir.
Yapmış olduklarınızı size bildiririz." Ayetin bu kısmı insanları bağy denen
taşkınlıktan caydırmayı amaçlamaktadır. Allah'a döneceğini bilen ve ona inanan
insan taşkınlık yapmaz. Hele bu dünyada, dünya menfaatine olan tutkusu
sebebiyle yaptığı eylemlerin kendine Allah tarafından haber verileceğine
inanırsa kolaylıkla kendini disipline edebilir. Böylece Allah bağyi önleme
metodunu da vermektedir.
Ayetin
sonundaki bu ifade öldükten sonra dirilmeye ve oradaki sorgulamaya inanmayı
ifade etmektedir. Bu sunuş, şartlara göre inancını değiştiren, nankörlük eden
ve davranışlarında istikrar göstermeyen insanların hem eksikliklerini hem de
nasıl eğleneceklerini öğretmektedir. Onların manevî hastalığı Allah'a
döneceklerine ve amellerinden dolayı sorgulanacaklarına inanmamalarıdır.
İnsanların gönlünde âhirete ait imanın güçlü bir şekilde teşekkül etmesi,
onlann nankörlüklerini önlemede etkili olacaktır.[22]
24.
Dünya hayatının durumu gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve
hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip
birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp süslendiği ve sahipleri de
onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya
gündüz ona emrimiz gelir de, yeryüzünü sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden
koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için
âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
1. Bu âyette dünya hayatının geçiciliği
izah edilirken özellikle Yûnus sûresinin yedinci âyetinde anlatılan dünya
hayatına razı olan insanların eğitimi amaçlanmaktadır. Ayrıca bu âyetin Yûnus
sûresinin 22-23. âyetlerinin bir devamı olduğu anlaşılmaktadır. Allah'a
döneceğini, sorguya çekileceğini bilmeyen veya O'na inanmayan insana âhiretin
ne olduğunu anlatmadan önce, dünya hayatının ne olduğunu anlatmak gerekir.
Zaten "dünya hayatı" demek, dünya hayatı olmayan başka bir hayatın
olduğuna işaret etmektedir. Âhiret hayatı olmasaydı veya hayat tek olsaydı,
dünya hayatı demeye lüzum yoktu.
Dünya hayatı
"yakın hayat" anlamına gelmektedir. Yakın hayat i-fadesi, uzak hayatı
gündeme getirip dikkati ona çevirmektedir. Dünya hayatının bir adı da
"çarçabuk geçen" (Kıyamet 75/20) hayattır. İnsan bu geçici hayatı
sever ama âhiret hayatını bırakır (Kıyamet 75/20-21). İnsanın bir hayatı sevip
öbürünü bırakması tercihinde yanılması anlamına gelir. Yanılgı ise
düşüncesizliğin neticesinde ortaya çıkar.
2. "Dünya hayatının durumu gökten
indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan
yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip birbirine girer." Allah dünya
hayatını anlatırken su ile bitkiler arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.
Topraklar suyu emince bitkiler çıkar ve büyür. Büyüyen bu bitkilerle yeryüzü
süslenir, göz alıcı bir görünüme bürünür. Yeryüzünün bu durumu birkaç açıdan
bizim dikkatimizi çekmektedir: Suyun nasıl can verdiği açıklanırken, insan
vehayvanlara hazırlanan sofraya dikkat çekilmekte, bunun nerelerden çıkıp
geldiği anlatılmaktadır. İşte suyun yeryüzünde meydana getirdiği görkemli
görünüm insanı yanıltır.
3. "Yeryüzü halkı, onun üzerinde
kudret sahibi olduklarını sanırlar." Başka bir ifade ile sonsuza kadar
tabiata egemen oldukları zannına " Tabiata egemen olduklarını
zannedenlere, tabiatın egemen olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü dünyanın cazibesi
onları çekmiş, onların tercihini etkilemiş, onları şımartıp aşırılığa
gitmelerine sebep olmuştur. İnsan bağy yani aşırılık yaparken aslında kendisine
egemen olan dünyaya tapıyor, artık onun kulu oluyor demektir.
4. "Bir gece veya gündüz ona
emrimiz gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak
biçilmiş bir hale getiririz." Buradaki Allah'ın emrinin gelmesi, felâketin
bitkilere gelmesi anlamını ifade etmektedir. Bu ifadenin buraya konmasının
sebebi ne olabilir?
a) Âhireti inkâr edip kendilerinin
dünyaya egemen olduklarını zannedenlere, dünyanın sahibinin Allah olduğu
gösterilmektedir. Allah onlara, dünyanın sahibi siz değil benim demekte ve
onlara güçsüzlükle
rini göstermektedir.
b) Yine Allah, büyük bir ihtirasla
dünyaya bağlanıp onu tanrılaştıranlara dünyanın tanrı olamayacağını
ispatlamaktadır.
5. "İşte iyi düşünecek kavimler
için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." Âyetin asıl amacı bu kısımla
belirlen
mektedir. Allah onların düşünmelerini istemekte, ferdî düşünceyi değil
toplumsal düşünceyi öngörmektedir. Çünkü âyette kavim kelimesine yer
verilmektedir. Tabiatla suyun ilişkisi ve bu ilişkinin oluşturduğu bitki
örtüsünün kaybolması ânı arasındaki süreç düşünülsün istenmektedir. Bu düşünce
öldükten sonra dirilmeye, Allah'ın huzuruna çıkmaya, O'na kavuşmaya, O'na
dönmeye ve mahşerde toplanıp hesap vermeye inan
mayı temin edecek nitelikte olmalıdır. İnsanı düşünceye sevkedebilmek için
âyetler açık açık ve ayrıntılı bir şekilde izah edilmektedir. Allah'ın âyetlerini
açıklayacak olan âlimlerin öğretim faaliyetlerinde bunu ger- çeKleştirme
gayreti içinde olmaları gerekir.
Düşünmeyi
hedef almayan ve insanı düşündürecek nitelik taşımayan öğretim faaliyetleri
başarılı olamamıştır. Çünkü tabiat kanunları üzerinde düşündürerek Allah'ın
sonsuz kudretini anlamalarını temin etmek başarının delili olmaktadır. Ölü
tabiatın canlanması, canlı tabiatın ölmesi olgusundan hareket eden düşüncenin,
öldükten sonra dirilmeye dair sancıyı doğurması öğretimin başarısının bir
göstergesidir.
Allah,
Kur'an vasıtasıyla toplumsal düşüncenin önemini vurgularken, insan aklının,
tabiatı kucaklayıp oradan tabiat ötesine geçmesini bir ibadet olarak kabul
etmektedir. İnsan düşünürken tabiata takılıp kalmadan ilâhî kudrete giden
yolun ufuklarını aşabilmelidir. Aklın yapısında ve işlevleri arasında "bağ
kurma" eylemi vardır. Bu eylem, tabiat olayları ile bağ kurarak bilgiyi
üretmek, kendini tanımak ve iman etmek görevi ile karşı karşıyadır.
Düşünce
en güçlü muhafızdır, düşünmeyen toplumlar kendilerine sahip çıkamazlar. Düşünen
toplumları Allah helak etmez, çünkü düşünce toplumlara can verir, ilâhî lutfu
çağırır, yıkılışlarını önler, esenlik getirir.[23]
25.
Allah esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.
Âyette geçen
"selâm yurdu " kavramını açıklamaya çalışalım.
1. Selâm yurdu, yani esenlik yurdu
denen ortam bu dünyadadır.
a) Selâm kelimesini "barış"
anlamına alabiliriz. Allah dünyada barışın tesis edilmesini, insanın kendisi
ile, Allah ve bütün insanlarla barışık olmasını istemektedir. İnsan kendi iç
âleminde, aklı, gönlü ve nefsi ile barışı temin ederek, iç âlemini esenlik
yurdu haline getirmel, daha sonra aile hayatı, toplum ve insanlıkla banşı
sağlayarak dünyayı esenlik yurdu haline getirmelidir.
Böylece
Allah hem psikolojik hem de sosyal mânada dünyevî hayatın barış içinde geçip
esenlik yurduna dönüşmesini istemektedir. Bir önceki âyetin son kelimesine
bakarak mâna verirsek, aklını kullanıp dünya hayatını barış yurdu haline
getireceği neticesine ulaşabiliriz. Düşünüp çözümler üretmeyen toplumların
ülkesi esenlik yurduna dönüşemez. Aklın çalışmadığı yerde esenlik olmaz.
Kâinat kitabını
okuyup orada ilâhî kudreti görmeyenlerin bulunduğu yerde esenlikten eser bile
olmaz. Akıl denen ilâhî nimeti kullanmayıp bir tarafa iten ve akılsız hale
gelen toplumlar esenliği nasıl yakalayacaktır? Allah'ın selâm yurdu dediği
esenlik yurdu; aklın, düşüncenin, bilginin, imanın ve sevginin yurdudur.
Kısaöa aklın ve gönlün bulunduğu ülkedir.
Selâm
kelimesine "güvenlik" mânasını verebiliriz. Çünkü selâm kelimesinin
türediği, es-silmin bir anlamı da güvenliktir. Demek ki Allah dünyada insanları
"güvenlik yurdu"na çağırmaktadır. Kur'an'a inanan insana güvenilir,
onun elinden ve dilinden kimse zarar görmez, yani herkes güvendedir.
Kur'an
insanın iç dünyasında bir güvenlik yurdu oluşturur. Aklın ve gönlün güvende
olduğu bir ülkeye çağırır. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Onun
saldırganlığından emin olunduğunda, iç âlemde güvenlik oluşmuş demektir.
Sonuç
olarak diyebiliriz ki âlimler "selâm yurdu" ifadesine hep cennet
anlamını vermişlerdir. Biz bu kavramı birinci mânada ve dünya ile bağlantılı
olarak açıkladık. Allah, dünyanın esenlik yurdu olmasını
emrediyor
ve insanları oraya çağırıyor. Buradaki delilimiz aynı âyetin devamıdır.
"O, dilediğini doğru yola iletir." Eğer âyetin birinci kısmındaki
çağrı cennet olsaydı, orada doğru yola iletme diye bir durum olmayacaktı. Doğru
ve eğri yol kavramları dünya ile alâkalıdır. İşte âyetin bu kısmından hareketle
Allah'ın dünyadaki barış yurduna çağırdığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
b) Âyetteki "esenlik yurdu"
ifadesi âlimlerin görüşüne göre cennet de olabilir. Çünkü cennet de bir
"esenlik yurdu"dur. Bunun açıklamasını önceki âyetlerle bağlantılı
olarak yapabiliriz. Yûnus sûresinin 21-24. âyetlerinde dünya hayatının
sıkıntılarla dolu ve gelip geçici olduğu vurgulanmaktadır. 25. âyette geçen
"esenlik yurdu"nda sıkıntı değil ebedîlik vardır.
Dünya
hayatına ihtirasla bağlanmayınız, onu tanrılaştırmayınız, onun süsüne
aldanmayınız, geçici ve kısa menfaatlerine kapılmayınız, hayatınızı ona göre
düzenlemeyiniz demekte ve insanları esenlik yurduna davet etmektedir. 23.
âyete göre dünya hayatının cazibesi insanı az-gınlaştırmaktadır. Bu da dünya
hayatının barışını, güvenini ve esenliğini zedelemektedir.
Cennetin
"selâm yurdu" olduğunu Ra'd sûresinin 24. âyetinden anlıyoruz:
"Melekler: 'Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu
(cennet) ne güzeldir' (derler)." Melekler her zaman selâm verip müminlere
esenlik diledikleri için cennet bir esenlik yurdu olmaktadır.
Ayrıca
Yûnus sûresinin 10. âyetine göre cennette müminler birbiriyle
karşılaştıklarında söyleyecekleri kelime "selâm" yani "esenlik
di-lemek"tir. Bu sebeple cennete selâm, yani esenlik yurdu da denebilir.
2. "O, dilediğini doğru yola
iletir." İnsanları' hidayete eriştirmek Allah'a ait olduğundan, O'nun
dilemesi olmadan kimse doğru yola giremez. Âyetteki çağrı ile doğru yola iletme
arasında bir ilişki vardır. Allah'ın esenlik yurduna olan çağrısına uyup,
gönlünü ona çevirenleri Allah da doğru yola iletir. İnsan gönlünde böyle bir
oluşum olmadan ilâhî dilemeye ulaşamaz. Yani bir anlamda Allah, hak etmeyen
insanları doğru yola iletmez demektir. Bu izahımızın ardından "Allah'ın
hidâyet etmesi ve dalâlette bırakmasından" söz eden diğer âyetlerde
olduğu gibi tefsirini yaptığımız Yûnus sûresinin 25. âyetine de "Allah,
dileyeni doğru yola iletir" anlamını vermemizin daha doğru olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insan iradesini hidayet ve dalalet
noktasında serbest bırakmış, dileyen inkar etsin, dileyen iman etsin (Kehf
18/29) diye onlara inanç hürriyeti bağışlamıştır. Dolayısıyla Kur'an'da bu
konuyla ilgili âyetlerin izahında âyetleri, özellikle kulun iradesini öne
çıkartacak şekilde yorumlamanın, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olacağını
düşünmekteyiz. Bu âyetten sonra gelen âyetlerde de iyilik yapanlara daha
güzelinin verileceği; kötülük işleyenlere de işlediklerinin tam karşılığının
verileceği ifade edilerek fiiller daima insana nisbet edilmektedir.
Doğru
yolun sonu "esenlik yurdu"dur. Böylece esenlik yurduna giden yola
"sırât-ı müstakim" (doğru yol) denmektedir. Doğru yol maddî anlamda
bir yol olmadığı için, o yolu oluşturan insanın aklı, imanı ve amelleridir. O
yoldan ancak aklını kullanıp iman eden, düşünen ve Allah'ın emir ve
yasaklarını yerine getirenler gidebilir. Esenlik yurduna giden doğru yol hangi
amellerden oluşmaktadır?
Tevhid
inancına sahip olmak, ana babaya iyilik etmek, çocukları fakirlik korkusu ile
öldürmemek, gizli ve aşikâr fuhuştan kaçınmak, hiçbir cana kıymamak (En'âm
6/151), yetim malına yaklaşmamak, ölçü ve tartıyı adaletle yapmak, söz
söylerken yakının bile olsa doğruyu söylemek, Allah'a verilen sözü yerine
getirmek (En'âm 6/152).
Allah'ın
indirdiğini hak olarak bilmek, aklını kullanıp düşünmek, Allah'ın ahdini yerine
getirmek, yaptığı antlaşmayı bozmamak, sıla-i rahim yapmak yani ana babasını,
yakınlarını, komşularını ziyaret etmek, Allah'a saygı duymak, kıyametin
hesabından korkmak, Allah rızâsı için sabretmek, namazını kılmak, Allah'ın
verdiği nimetlerden gizli ve aşikâr infak etmek, kötülüğü iyilikle defetmek
(Ra'd 13/19-22). Bu ameller doğru yolu oluşturmaktadır (En'âm 6/153). Bunlar
aklın, düşüncenin ve takvanın yoludur (En'âm 6/151-153).
[24]
26.
Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de daha fazlası vardır. Onların
yüzlerine ne bir kara leke bulaşır ne de bir zillet. İşte onlar cennet
ehlidirler. Ve onlar, orada ebedi kalacaklardır.
Âyetin
analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Güzel davranışlara daha güzel
karşılık, bir de fazlası vardır." Güzel davranış burada el-ihsân kelimesi
ile ifade edilmiştir. Bu davranışı gerçekleştiren kimselere de el-muhsin
denmektedir. Hz. Peygamber ihsanın ne olduğunu açıklamıştır: "İhsan,
Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni
görmektedir"[25]. İhsan her arı Allah'ı yanında hissederek
davranmaktır. İhsan kavramının kapsamına giren ameller Kur'an'da anlatılmakta
ve bunları gerçekleştirenlere de muhsin denmektedir. Meselâ hem bolluk hem de
darlıkta infak etmek, öfkesini yenmek ve insanları affetmek ihsanın kapsamına
girmektedir (Âl-i İmrân 3/134). Bu amelleri gerçekleştiren kişiyi Allah
sevmektedir Demek ki muhsin Allah'ın sevdiği mümindir.
Muhsin
Allah'ın beraberliğini ilân ettiği amellerin üreticisi mümindir (Ankebût
29/69). Âyeti bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklarsak, Allah'ın
çağırdığı esenlik yurduna lâyık olacak doğru yolun a-mellerini üretmek ihsan,
yani güzel amelleri gerçekleştirmektir.Âyetii bu kısmından şu neticeyi
çıkartmak mümkündür: İyiliğe dengi olan bir iyilikle mukabele edildiği halde
daha fazlası da verilebilir. Ama suça karşılık denk bir ceza olur, fazlası
olamaz. Suçun cezasında aranan bu denkliği Şûra sûresinin 40. "Bir
kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" ve En'âm sûresinin 160.
"Kim kötülük getirirse, sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır"
âyetinde buluyoruz Bu hususu hukukla bağlantılandırırsak önemli bir ilkeyi
yakalamış oluruz. Hukukta cezalar suça denk olmalıdır. Hangi suça hangi cezanın
verileceğini tesbit etmek zordur, fakat denklik asla unutulmaması gereken bir
husustur.
Diğer
taraftan iyi bir amele verilecek ödül, denk olacağı gibi fazla da olabilir. İyi
bir amele fazlasının verilmesini öngören âyetler de vardır: "Kim bir
iyilik getiriirse, ona getirdiğinin on katı vardır" (En'âm 6/160).
"Kim bir iyilik getiririrse, ona daha iyisi vardır" (Nemi 27/89).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 26. âyetindeki ziyâde kelimesi
"daha iyisi, fazlası, on katı" anlamına gelmektedir. İyiliğin
karşılığı denk bir iyilik olduğu halde fazlası ne olabilir? Bize göre bunlar
Allah'ın sevgisi (Âl-i İmrân 3/134), Allah'ın beraberliğidir (Ankebût 29/69).
Güzel amellere karşılık cennetler verilirken fazlalığı da akla hayale
gelmeyecek nimetler olabilir.
2. "Onîann yüzlerine ne bir kara
leke bulaşır ne de bir zillet! Onlar cennet ehlidirler, ve onlar, orada ebedî
kalacaklardır." Âyetin bu kısmında geçen el-kater kelimesi "toz"
anlamına gelmektedir. Kelimenin çeşitli kalıplarının farklı anlamları vardır.
Katera kalıbı et ile kullanılınca "et ve bunun gibi maddelerin kokusunun
yayılması"; şey kelimesi ile kullanılınca "bir şeyi diğerine
yanaştırmak; zırhı çivileyip uçlarıyla perçinlemek; bir şeye daima bağlı
kalmak; tahmin ve takdir etmek; avcının av yerinde siperlenmesi"; kattera
"kebabın kokusunun yayılması, birini gübrenin üzerine yıkmak";
tekattera "öfkelenip kabarmak, birine tuzak ve hile kurmak; bir şeyden
uzaklaşmak, ayrılmak"; katerah de "korku veya kederden gözünün önünü
kaplayan toz" anlamlarına gelmektedir.
1) Fakir. "üzengin olan durumuna
göre, fakir de durumuna göre vermelidir" (Bakara 2/236). Bu âyette el-
muktir kalıbında yer almaktadır.
2) Cimri. "İnsanoğlu pek cimridir" (İsrâ
17/100). Bu âyette el-katûr kalıbında gelmiş, "eli sıkı" anlamını
ifade etmektedir.
3) Hüzün, karanlık. "Yine o gün
birtakım yüzlere de toz-toprak kapanacak, hüzünden kapkara kesilecektir"
(Abese 80/40-41).
Yûnus
sûresinin 26. âyetinde de bu kelime, "kapkara kesilmek" anlamına
gelmektedir. İhsan seviyesinde iyilik yapan insanların yüzünde hüzünden ötürü
karartı olmayacaktır. Ayrıca onların yüzünde zillet ifadesi de olmayacaktır.
İnsanların bu dünyadaki amelleri yüzlerine yansıyacaktır. İyi ameller ışık
halinde, kötü ameller de zillet, hüzün ve karanlık olarak yansıyacaktır.
Yüzler yapılan amellerin şekline bürünecek ve yüzlerinden anlaşılacaktır.
Âl-i
İmrân sûresinin 106-107. âyetlerinde bu durum açıklanmıştı. Onların yüzünde
hüznün oluşturduğu karanlığın olmamasının anlamı yüzlerinin parlaması demektir.
Bu da ilâve bir iyilik olabilir. İyi ve yararlı işler yapanların, Kur'an'dan
öğüt alanların (Abese 80/12, 38-39), âhireti dünyaya tercih edenlerin (Kıyâme
75/20-23), iyilerin (Mutaffıfîn 83/24) bütün bu insanların yüzü parlayacaktır.
Fetih sûresinin 29. âyetine göre bu dünyada bile namaz kılanın yüzüne secdenin
izi yansıyacaktır.
Bu
amelleri gerçekleştirenler cennet ehli olacak ve orada ebedî o-larak
kalacaklardır. Buradaki ödül ile, âyetin başındaki iyilik ve fazlası, insanları
iyi davranışa teşvik etmek için konan ödüllerdir. Yapılan bir iyiliğin, işlenen
bir amelin yerde kalmayacağını, değerlendirmeye tâbi tutulacağını vurgulayan
Allah, insanlara da yapılan her amelin değerlen- dirilmesi ilkesini
kazandırmaktadır. Başarıların ödüllendirilmediği toplumlarda ilerleme
kaydetmek mümkün değildir.[26]
27.
Kötülük kazananlara ise kötülüğe denk ceza vardır.
Ama
yüzlerini bir zillet de kaplar. Onları Allah 'tan kurtaracak kimse yoktur.
Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürümüştür. İşte onlar da
cehennem ehlidir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.
Bu
âyeti, bir önceki âyetin devamı durumunda olmasına rağmen, ayrı bir başlık
altında ele almayı uygun bulduk. Her iki âyet de iman edip iyi işler yapanlarla
kötü işler işleyenleri mukayese etmektedir. Bu mukayese ile Allah insanların
önüne iki farklı tablo koymaktadır. Birincisinde teşvik, ikincisinde de
caydırıcılık vardır.
1. "Kötülük kazananlara ise kötülüğe
denk ceza vardır." Kötülüğe denk ceza vardır. Allah ceza hukukunun en
önemli ilkesini burada koymakta ve dünyevî hukuk bakımından suça denk bir
cezanın verilmesini öğretirken, uhrevî hukuk bakımından da günaha denk bir
ceza olacağını da gündeme getirmektedir. Bu ilke ile Kur'an modern ceza
hukukunun temel ilkesini koymaktadır. Zulme kaçmadan suça denk bir cezanın
tesbit edilmesi çok zor bir uğraşıdır. Bu, belki de ceza hukukunun en zor
konularından birini teşkil etmektedir. "Kötülük kazananlara ise kötülüğe
denk ceza vardır." Âyetteki kötülük kavramı hukukta "suç", din
dilinde ise "günah" anlamına gelir.
26.
âyette iyi davranışlar için vaad edilen kat kat ödülün tam tersine suçun
karşılığında denklik istenmektedir. Şimdi günaha denk bir ceza konusuna örnek
getirmek gerekir. Aksi takdirde bu ilke boşlukta kalır "Bu dünyada kör
olan kimse âhirette de kör olacaktır" (İsrâ 17/72). Dünyadaki körlük gönül
gözü körlüğüdür. Bu dünyada kalbi kör olan, öteki dünyada da kör olma cezası
ile cezalandırılacaktır.
Allah'ın
âyetlerini bu dünyada unutan kimse öteki dünyada unutulma cezası ile karşı
karşıya kalacaktır. Allah'ın unutması, onun kör olarak haşrolmasına sebep
olacaktır. "Kim beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir
hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni
niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim' der. Allah buyurur
ki: İşte böyle. Sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları u-nuttun. Bugün de aynı
şekilde sen unutuluyorsun" (Tâhâ 20/124-126).
Ayetlerde,
Allah'ı anmaktan yüz çevirmenin dünyevî cezası "dar bir hayat sürmek"
olurken, uhrevî cezası da kör olarak haşrolmak anlamına gelen unutulmaktır.
İnsanın eyleminin cezasının bir kısmı bu dünyada, diğer kısmı da âhirette
verilmektedir.
Dünyevî
hukuk bakımından da suça denk bir karşılık verme konusunda örnek verilebilir:
"Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürünüz. Sizi
çıkardıkları yerden siz de onları çıkarınız" (Bakara 2/191);
"Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün
savaşın" (Tevbe 9/36). Öldürmeye teşebbüs edene nefis müdafaası olarak
öldürmek, yurdundan çıkarana da denk ceza olarak çıkartmak vardır.
"Tevrat'ta
onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş" (Mâide 5/45). Bu da Tevrat'ın dünyevî cezadaki denkliğine bir örnek
teşkil etmektedir. Önemli olan cezada aşırılığa kaçmamaktır.
2. Allah kuluna kötülük işletir mi?
Âyetin ilk kısmında geçen kesebû fiilinin faili insandır. 26. âyette ki ahsenû
fiilinin faili de insandır. Demek ki kötü fiili işleyen insandır. Allah insana
iyi amel işle buyururken, onun kötü fiili işlemesine sebep olmaz, yani ona kötü
fiili işletmez. İnsan kendi irade ve seçeneğine göre kötülüğü yapar ve ardından
da sorumlu tutulur. Eğer Allah kötülüğü insana işletmiş olsaydı hem zalim
olurdu hem de onu sorumlu tutamazdı.
Onun
içindir ki Zümer sûresinin 59. âyetinde şöyle buyurulur: "Hayır, âyetlerin
sana geldi de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkarcılardan
oldun." Yalanlayan, kibirlenen ve inkâr eden insandır. Allah kulunu
yalancı yapmaz, kibirlendirmez ve kâfir de yapmaz. Onun için âyette bunları sen
yaptın deniyor.
3. Cezanın bir kısmı da zillettir.
"Onları zillet kaplayacaktır." Âyetin bu kısmında geçen j»y terhaku
kelimesi rahika fiilinden türemiştir ve "ahmak ve cahil olmak; günaha
dalmak, işlemek; yalan söylemek; yaklaşmak, yetişmek"; sefer kelimesi ile
kullanılınca "vakti gelmek; bir şeyi bürümek; gücü yetmeyeceği şeyi
yüklenmek"; terheka "acele ettirmek; namazı son dakikaya kadar
ertelemek" mânalarına gelmektedir.
Rahk Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:
1) Zorlamak, güçlük çıkarmak.
"Musa: 'Unuttuğum şeyden dolayı beni sorgulama; işimde bana
güçlük çıkarma!'
dedi" (Kehf 18/73). "Ben onu sarp bir yokuşa zorlayacağım"
(Müddessir 74/17).
2) Acı vermek. "Erkek çocuğa
gelince, ana babası mümin kimselerdi. Taşkınlıkları ve inkarcı eğilimleriyle
onlara çok derin acılar vereceği yolunda kaygı verici belirtiler
görmüştük" (Kehf 18/80).
3) Taşkınlık. "Onların
taşkınlıklarını artırırlardı" (Cin 72/6).
4) Haksızlık. "Artık ne bir eksikliğe
uğratılma-sından ne de haksızlık edilmesinden korkar" (Cin 72/13).
Söz
konusu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "bü-rümek" anlamına
gelmekte ve Kur'an'da da genel olarak bu anlamda kullanılmaktadır (Abese 80/41;
Kalem 68/43; Meâric 70/44). Kötülük yapanlara amellerine denk ceza verilecek ve
onları bir zillet bürüyecek-tir. Zillet, duyulan psikolojik durumun yüze ve
hareketlere yansımasıdır.
ez-Zillet
"hor ve hakir olmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin tanımını
verebilmek için Nemi sûresinin 37. âyetine bakmak gerekir. "Onlara dön (ve
de ki): İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla
gelir, onları kesinlikle hor ve hakir halde oradan çıkarırız." Demek ki
savaşta mağlûp olan toplumun memleketini terkederken büründükleri tavra zillet
denmektedir. Demek ki dünyada kötülük işlemeye devam edenleri, dünya ve
âhirette hor ve hakirlik denen zillet bürüyecektir.
3. "Onları Allah'a karşı savunacak
kimse yoktur." Allah'ın onlara takdir ettiği cezanın uygulamasından, onlan
koruyacak kimsenin olmadığı âyette vurgulanmaktır. Onlara şefaat ve yardımda
bulunacak kimse yoktur. Çünkü onlar o kadar hor ve hakii durumda olacaklardır
ki kimse onları kurtarma teşebbüsünde dahi bulunamayacaktır.
"Korumak,
sığınmak" anlamına gelen 'aseme kelimesinir ism-i fail sîgası olan 'âsim
şekli, "koruyan, yardım eden" demek tedir. Geniş açıklaması Âl-i
İmrân sûresinin 101. âyetinde yapıldı bu kelimesinin özet olarak Kur'an'daki
mânaları şunlardır: Korumak (Mâide 5/67), sımsıkı sarılmak (Âl-i İmrân 3/103),
sakınmak (Yûsuf 12/32), savunmak (Yûnus 10/27), kurtuluş (Hûd 11/43), nikâh
bağı (Mümtehine 60/10), kurtarmak (Mü'min 40/33), sığınmak (Âl-i İmrân 3/101).
Yûnus sûresinin
27. âyetinde bu kelime, "savunmak" anlamına gelmektedir. Dünyada suç
işleyen kişi kendisini savunacak bir avukat tutar, çünkü suçlu kişi, hukuku
yanıltmak istemektedir. Fakat Allah'ın huzurunda suçlu, ya da günahkâr
insanları savunacak bir avukatın tutulması imkânsızdır. İlâhî huzurda hukuk
yanıltılamaz. Allah bütün yapılanları bilmektedir.
4. "Onların yüzleri sanki
ka-ranlık geceden bir parçaya bürünmüştür." Onların böyle bir duruma neden
geldikleri sorusu cevaplandırılırken, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette genel
bir ifade buluyoruz: "Kötülük yapmak." Kur'an'ın geneline baktığımız
zaman bu kötülüğün açıklamasını bulabiliyoruz.
a) İmandan sonra inkâra dönmek. İrtidat
etmek anlamında kâfirlerin yüzleri gece karanlığı rengine bürünecektir, "Yüzleri kararanlara (şöyle söylenecek):
İmanınızdan sonra kâfir mi oldunuz?" (Âl-i İmrân 3/106). Bu âyet imandan
inkâra dönenlerin âhiret yüzlerinin simsiyah olacağı bildirilmektedir.
b) Yalan söylemek. "Kıyamet gününde
Allah hakkında yalan
söyleyenlerin yüzlerinin kapkara
olduğunu görürsün " (Zümer 39/60).
c) Suç işlemek. "Suçlular simalarından
tanınır" (Rahman 55/41).
Allah,
dünyada suç işleyen mücrimlerin mahşerde simalarından tanınacağını
bildirmektedir. Mücrim (suçlu) kimdir? Kur'an'ın Hz. Mu-hammed tarafından
uydurulduğunu söyleyenler (Hûd 11/35), Allah'a iftirada bulunan veya O'nun
âyetlerini yalanlayanlar (Yûnus 10/17), i-nanmayanlar ve iyi amel işlemeyenler
(Secde 32/12), Allah'a karşı ululuk taslayanlar, Peygamber'i rahatsız edenler
(Duhân 44/19-22), Hz. Peygamber'i yalanlayanlar (En'âm 6/147), Allah'ın
âyetlerini yalanlayıp onlara kibirlenenler (A'râf 7/40), cinsi sapıklar (A'râf
7/80-84), Peygamber'i ve ona inananları uğursuz sayıp iyiliği kendilerine
kötülüğü de Hz. Peygamber'e ve ardaşlarına yükleyenler, hiçbir mucizeye inanmayanlar
(A'râf 7/131-133), zulmedip refahın peşine düşenler (Hûd 11/116), kendilerinin
hiçbir zeval bulmayacağına dair yemin edip Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne
karşı hile kuranlar (İbrahim 14/43-49), Peygamber'le alay edenler (Hicr
15/11-12), Allah ile karşılaşmayı um-mayanlar, meleklerin kendilerine inmesini
isteyenler, Rablerini görmek isteyenler, kendi içlerinde kibirlenip aşın
gidenler (Furkân 25/21-22), kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığında yüz
çevirenler (Secde 32/22); işte bütün bunlar mücrimlerdir, yani suçlulardır.
Bu
insanların yüzü karanlık gecenin bir parçası ile örtünmüş gibi olacaktır.
İnkârları, yalanlamaları, alayları ve kötü amelleri yüzlerine yansıyacak ve
böyle tanınmış olacaklardır.
5. "İşte onlar da cehennem
ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Bir önceki âyette iyiliği,
güzelliği üretenlerin cennete gidip orada ebedî kalacakları müjdelendikten
sonra, bu âyette kötülüğü davranışlarıyla besleyenlerin cehennem ehli olacağına
dikkat çekilmektedir. Mukayese şeklinde verilen bu metot eğitim için etkili
olmaktadır. İnsanın ruhunda bir ritim psikolojisi oluşturulmaktadır.
Cennet
insanın ruhuna bir ferahlık verirken, cehennem de bir gerginlik meydana
getirmektedir. Dinde korku ile ümit arasında bir orta çizgi, denge oluşturulmak
istenmektedir. Ancak bu sayede insan dünyayı ve âhiret yurdunun anlamını doğru
kavramış olur.
İnsanlara
cehennemin alternatifi olarak cennet sunulmazsa onlarda karamsarlık meydana
gelir. Cennet anlatılırken de cehennem dile getirilmezse aşırı iyimserlik
insanı kibre götürür. Aşırılıklara kaçmadan orta yolu izleyebilmek için Allah
ikisini birlikte sunmaktadır. Bu haliyle Yûnus sûresinin 27. âyetinde caydırıcı
bir amacın olduğu da görülmektedir.
Din
eğitimi açısından bakınca önce cennetin ele alınması gerekir. İnsanları
kötümserliğe düşürmemek için müjdelemek daha etkili bir yol-dur. Din âlimleri
mesajlarını müjdeci bir yöntemle anlatırlarsa daha birleştirici olurlar.[27]
28.O
gün onları hep bir araya toplarız, sonra şirk koşanlara: "Haydi siz ve ortak koştuklarınız,
yerlerinize! " deriz. Artık aralarını açmışızdır. Koştukları ortaklar:
"Siz sadece bize tapmıyordunuz ki" demektedirler.
29.Bu
yüzden bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz sizin
tapmanızdan tamamen ha
bersizdik.
Bu
âyetin önceki iki âyetle ilişkisi vardır. İyiyi ve doğruyu yapanlarla, kötüyü
işleyenler bir araya gelecekler. Bu toplanmanın amacı âyetin devamında
anlatılmaktadır.
1. "O gün onları hep bir araya
toplarız, sonra şirk koşanlara: 'Haydi siz ve ortak koştuklarınız yerlerinize!'
deriz. Artık aralarını açmışızdır." Mahşer gününde Allah insanlara
tapanlarla, taptıklarını birbirinden ayıracak ve herkes kendi özel yerini
alacaktır. Bu düzenleme sorgulamakiçin yapılacaktır. Sorgulama Yûnus sûresinin
18. âyetinin üzerinde cereyan edecektir: "Onlar Allah'ı bırakıp
kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar,
Allah katında bizim şefaatçilerimizde' diyorlar." "İşte onlar bizim
şefaatçilerimizdir" ifadesi, şirkin ortasında olduklarını göstermektedir.
Şürekâ'
kelimesi "ulûhiyyette ortak oldukları zannedilen, gerçek veya hayalî
varlık veya güçleri" ifade etmektedir. En'âm sûresinin 22. âyetinde
âhirette müşrikler bir araya getirildiğinde: "Sonra (biz), ortak
koşanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz."
Âyette geçen tez'umûn "boş yere davasını gütmek" anlamına geldiği
gibi, "tahayyül etmek" mânasına da gelmektedir.
Âyetin
bu kısmında geçen mekâneküm kelimesi "yerinizde kalınız" demektir. Bu
ifadede Muhammed Esed'in dediği gibi bir aşağılama, bir tehdit vardır.
Müşriklere ve onların eş koştuğu tanrılara "bu" söyleneceğine göre,
onların dünyada vakti ile canlı olup da sonradan ölenlere tapmakta oldukları
anlaşılmaktadır. Orada müşrikler ile sahte tanrıları birbirinden ayrılacaktır.
Bu ayrılık onlara neyi anlatacaktır?
a) "Yalan ve hayal peşinde
koştuklarını..." "Bakınız, onlar kendi kendilerine nasıl yalan söylemişler
ve dayanıksız hayalleri onları nasıl yüzüstü bırakmış!" (En'âm 6/24). Onların boş hayalleri kendilerini yüzüstü
bırakacaktır. Başka bir ifade ile "Uydurmakta oldukları şeyler de onları
terkedip kaybolmuştur" (Yûnus 10/30).
b) "Sahte tanrı
uydurduklarını..." "İşte onlar kendilerini ziyana uğrattılar.
Uydurmakta oldukları
şeyler kendilerinden kaybolup gitti" (Hûd 11/21). "O gün Allah'a teslim
(bayrağını) çekerler ve uydukları
sahte tanrılar onlardan kaybolup gider" (Nahl 16/87).
c)"Hakikatin Allah'a ait
olduğunu..." "O gün her ümmetten bir şahit çıkarır (müşriklere):
'Kesin delilinizi getiriniz' deriz! O zaman bilirler ki hakikat Allah 'a aittir
ve uydurageldikleri şeyler de (sahte tanrılar) kendilerinden ayrılıp
kaybolmuştur" (Kasas 28/75).
2. "Ve on/arm ortakları derler ki:
Siz yalnız bize tapınmıyordunuz." Dünyada onlara tapındıkları halde, bu
sahte tanrıları onlara niçin bu şekilde konuşacaktır?
a) Bu dünyada tapındıkları o
varlıkların, güçlerin ve putların bundan haberleri yoktu. Tapınmalarından
haberi olmayanlara tapınıyorlardı.
b) Müşrikler aslında sahte taunlara
tapmıyorlar, kendi nefislerine, hayallerine, sahte fikirlerine, ihtiraslarına
tapıyorlardı. Hayalleri ve ihtirasları onlara tabiat güçlerine, azizlere ve
peygamberlere tapınmalarını emrediyordu. Dıştaki tanrılar aslında onların
içindeki tanrıların yansımasından başka bir şey değildi.
c) Mahşerde Allah meleklere şu soruyu yöneltecektir:
"Size tapanlar bunlar mıydı?" (Sebe 34/40). Melekler de şu cevabı
vereceklerdir: "Hayır, aksine onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara
inanmıştı derler" (Sebe 34/41). Cinlere tapan insanların tapınmasından
cinlerin haberi olur mu? Aslında buradaki cin kavramı tabiatın görünmeyen
güçlerini ifade etmektedir. Demek ki müşriklerin dünyada taptıkları sahte
tanrıları, âhirette onların kulluğunu reddedecektir. İşte o zaman müşriklerin
hali perişan olacaktır.
Netice
olarak diyebiliriz ki bu âyet hayatını, öldükten sonra dirilmeyi, orada
toplanmayı gündeme getirerek dinin âhirete iman boyutunu koymaktadır. Felsefî
sistemlerin âhiret hayatı olmadığından bunlar din olamazlar. Bu âyette âhirette
cereyan edecek olan toplanıp ayrılmanın müşrikler arasında olacağına dikkat
çekilmektedir. Tanrıları tarafından kulluğa kabul edilmeyen müşriklerin durumu
ele alınarak dünyada kendilerine çekidüzen vermeleri istenmektedir.
3. "Bu yüzden bizimle sizin
aranızda şahit olarak Allah yeter." Müşriklerin taptıkları sahte tanrılar,
onların onlara
tapıp tapmadıklarına dair meselenin çözümünde Allah'ı şahit olarak
koymaktadırlar. Çünkü bu konu Kur'an'ın çeşitli âyetlerinde ele alınmakta,
tapınılanlara da soru yöneltilmektedir:
a) "Ve işte o zaman Allah: 'Ey Meryem oğlu
Isa! İnsanlara beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı edininiz' diye sen mi
dedin? buyurdu. Hz. İsa: Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek
bana yakışmaz. Hem ben söyle-seydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim
içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilemem. Gaybı eksiksiz
bilen yalnızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim. İçlerinde
bulunduğum müddetçe onlar üzerine de kontrolcü idim. Beni vefat ettirince
artık onlar üzerinde, gözetleyici yalnız sen oldun, sen her şeyi hakkı ile
görensin" (Mâide5/116-117).
Hıristiyanlar
Hz. İsa ile Hz. Meryem'i tanrı edinince, Allah Hz. İ-sa'yı sorgulayarak, şirkte
onun dahli olup olmadığını sordu. Hz. İsa da bunda dahlinin olmadığı konusunda
yine Allah'ı şahit tutmaktadır.
Şimdi bu
âyetlerden hareket edip Yûnus sûresinin 28-29. âyetlerine gidersek, mahşerde
Hz. İsa ve Hz. Meryem ile onları tanrı edinenlerin arası ayrılacak olduğu
esasına varırız. Hem Hz. İsa hem de Hz. Meryem, kendilerine tapanlara "Siz
bize tapmıyordunuz" (âyet: 28); ekşitil "Biz sizin tapmanızdan
tamamen habersizdik" (âyet: 29), "Şahit olarak Allah yeter"
(âyet: 29) diyeceklerdir.
b) Aynı soru müşriklerin taptıkları
diğer tanrılarına sorulacaktır:
"O
gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki, 'Şu
kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?' Onlar: 'Seni
tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen
onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (seni) anmayı
unuttular ve helaki hak eden bir toplum oldular' derler" (Fuvkân
25/17-18). c) Bu sorgulama meleklere de yapılacaktır. Yukarıda Sebe' sûresinin
40-41. âyetlerin nakledilmişti. İster melekler, ister peygamberler ve isterse
normal insanlar olsun dünyada veya öldükten sonra kendilerine tapınanlar
arasında âhirette Allah'ı şahit tutarken kendilerine tapanlara şöyle
diyecekler:
4. "Şüphesiz ki biz sizin bize
tapmanızdan tamamen habersizdik." Madem ki şerikleri âhirette onlarla
konuşacak, o zaman onların dünyada insan oldukları ortaya çıkmaktadır. Meselâ
mezardaki bir ölüye gidip ondan yardım dilemek şirktir. Mahşerde, orada yatan
insan Allah'ın huzurunda onların tapınmalarından haberi olmadığını
söyleyecektir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Yûnus sûresinin 28-29. âyetleri günümüzde tevhid
inancının çok hassas bir meselesine dokunmakta ve din eğitimcilerine ne ile
mücadele vereceklerine açıklık getirmektedir.
Din
âlimi ve görevlileri saygı ile tapınmanın farkını iyi anlatmalıdırlar. Çünkü
insanlar saygı gösteriyor diye tapınıyorlar. Saygı ile tapınmayı
karıştırıyorlar. Saygı gösteriyorlar diye peygamberlerini, azizleri, âlimleri
ve büyük insanları tannlaştırıyorlar. Kur'an'ın dikkat çektiği bu konu, halen
günümüzde devam etmektedir.
İlâhîyat
eğitimde insanların şirke nasıl düştükleri en ince noktalarına kadar
irdelenmesi gerekir. "Keyfini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği
kimseyi gördün mü?" (Câsiye 45/23) şeklindeki âyetin de ifade ettiği
üzere insanın kendi nefsini tanrı edinme ihtimali olduğuna göre, aşikâr ve
gizli şirkin insanın gönlüne nasıl sızdığı anlatılmalıdır. Madem ki bütün
peygamberlerin merkezî mücadelesini şirk teşkil ediyor, o zaman ilahiyat
bilginlerinin ve onların yetiştirdikleri ilâhiyatçıların merkezî faaliyetleri
şirkle mücadele olmalıdır. Çünkü şirk insan ile Allah arasındaki ilişkileri
bozmaktadır.
[28]
30.
İşte orada her can, geçmişte yaptıklarını karşısında bulur (dener). Gerçek
sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden
kaybolup gider.
Bu
âyet önceki iki âyetin devamı durumundadır ve dördüncü âyetin başında geçen
"Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" ifadesinin de devamı
niteliğindedir. Ayrıca 23. âyette geçen "Sonunda dönüşünüz bizedir. O
zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz" ifadesinin başka bir
konu içinde yeniden gündeme getirildiği görülmektedir. Bu üç âyet Yûnus
sûresinin buraya kadar anlatılan konularını birbirine bağlamakta ve insanın
amellerini âhiret hayatına kadar uzatmaktadır. Bu ilişkiler sistemini
kurduktan sonra âyetin analizine geçebiliriz.
1. "İşte orada her can, geçmişte
yaptıklarını karşısında bulur (dener)." Âyetin bu kısmında geçen \jfe
teblû kelimesine âlimler farklı mânalar vermişlerdir. Biz bu mânaları ayrı ayrı
naklederek açıklamamızı onlara göre yapacağız.
a) Teblû kelimesi "imtihan
olur" anlamına alınmıştır. Mücâhid"ondan sınanır, imtihan verir"
şeklinde verdiği bu mânayı alırsak "tadar", yani önceden gönderdiği
amelin karşılığını orada tecrübe etmek mahiyetinde tadacaktır, anlamı söz
konusu olur.
b) Kelbî teblû kelimesine
"bilir" mânasını vermiştir. Kelbî'nin açıklamasını, Hakka sûresinin
19-20. âyetleriyle açıklamak mümkündür: "Kitabı sağ tarafından verilen:
'Alınız, kitabımı okuyunuz, doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı biliyordum'
der." Demek ki Yûnus sûresinin 30. âyetindeki teblû, Hakka sûresinin 20.
âyetinde c^ zanentü "biliyordum" şeklinde yer almaktadır. O zaman
Yûnus sûresinin 30. âyetinin mânası: "Her can, geçmişte yaptıklarını
bilir" şeklinde olacaktır.
c) teblû kelimesine "kabul eder,
teslim eder" anlamı da verilmiştir. Bu mânayı Kurtubî nakletmekte, ama bu
anlamı kimin verdiğini söylememektedir. Bu mânanın doğru olup olamayacağını
kendisinden önce gelen iki âyetten anlayabiliriz: Meselâ Yûnus sûresinin 28.
Âyetinin sonu şöyle idi: "Siz bize ibadet etmiyordunuz", 29. Âyetin
sonu da şöyledir: "Biz sizin bize tapmanızdan habersizdik. " Müşrikler,
taptıkları tanrılarının bu sözlerini kabul edip doğruluğunu teslim
edeceklerdir. Ama "her can" kelimesi 30. âyette yer aldığından
dolayı bunu, sadece müşrikler değil bütün canlar yapacaktır. O zaman Yûnus
sûresinin 26 ve 27. âyetlerini de açıklamanın içine almak gerekiyor. Güzeli
işleyenler (âyet: 26), kötüyü işleyenler (âyet: 27), sahte tanrılara tapan
müşrikler (âyet: 28-29) herkes yaptığını mahşerde kabul edip amel defterindeki
sevap ve günahının doğruluğunu teslim edecektir.
d) Bazı âlimler, meselâ Hamza ve Kisâî
bu âyetteki teblû kelimesini tetlû şeklinde okumuşlardır. Bu durumda mânası
"okumak"olur. Bunun doğru olup olmadığını ispat edebilmek için İsrâ
sûresinin 13-14. âyetlerine bakmak gerekir: "Her insanın amelini boynuna
bağladık. Biz onu, insan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir
kitap olarak çıkartırız (ve ona deriz ki): 'Kitabını oku!' Bugün hesap sorucu
olarak nefsin yeter."
Demek ki Allah
mahşerde "Kitabını oku!" emrini insana verecektir. Tabii ki, insan
da onu okuyacaktır. Bu âyetlerden hareket edersek Yûnus sûresinin 30. âyetinin
birinci bölümüne şöyle mâna verilebilir. "Her can orada geçmişte
yaptıklarını okuyacaktır."
e) Teblû kelimesinin "peşinden
gider" anlamına da geldiğini söyleyenler olmuştur[29]. İnsanı cennete veya cehen- neme götürecek
olan amelleridir. Ameli önde gidecek, kendisi de arkasından takip edecektir.
Meselâ iman edip iyi ameller işleyenlerin amelleri mahşerde ışığa dönüşecek ve
onlar o ışığın ardından yollarını bulup gideceklerdir.
"Mümin
erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları
aydınlatıp giderken gördüğün günde!" (Hadîd 57/12) âyetinden hareket ederek
Yûnus sûresinin 30. âyetine şu mâna verilebilir: "Her can orada geçmişte
yaptıklarını takip edip peşinden gidecektir."
Bu
mânalar bir araya getirilirse şu netice çıkartılabilir: Dünyada insanların
yaptıkları ameller kaybolmamaktadır. Onlar çeşitli şekilde kayıt altına
alınmakta olduğundan mahşerde kişinin önüne konacak ve onu okuyacak, kendi
kendine değerlendirecek, sonra onun peşine takılıp cehenneme veya cennete gidip
neticesini tadacaktır. Böylece âyet, insan-amel ilişkisine dikkat çekerek,
âhiret hayatının varlığını ve ona inanmanın gerekliliğini öğretmektedir. Özel
mânada müşriklerin, orada bu dünyada taptıkları sahte tanrıları tarafından
yalanlanıp terkedildiklerini görünce, yanlışlarını anlayıp itiraf
edeceklerdir. Bu anlatımda iyi amele teşvik, kötü amelden de caydırma vardır.
2. "Gerçek sahipleri olan Allah'a
döndürülürler." Önceden gelmiş oldukları yere döndürülmeleri, meselesine
birkaç mâna vermek gerekiyor:
a) "Gerçek sahipleri olan
Allah'a..." ifadesinden anlıyoruz ki, insan yaratılırken, onun ruhu
Allah'ı bulup inanacak şekilde programlanmıştır. Dünyaya geldikten sonra,
yanlış eğitim ve yanlış felsefeler o programı bozan virüsler olmuşlardır. O
virüsler insanı Allah'tan uzaklaştırmaktadır. İnsan mahşerde bunun
yanlışlığını anlayacak, yaratılışındaki programın gereğine dönecek veya
döndürülecektir. Bunun açıklaması A'râf sûresinin 172. âyetinde yapıldı.
b) "Gerçek sahibi"
ifadesinden anladığımız başka bir şey vardır: İnsan kendisine sahip olacak,
yani kendisini kötülüklerden koruyacak, iyiliklere götürecek birini arar. Bu
arayış içinde bazan sahte tanrılara
yönelir, onlardan yardım umar. Bu bir nevi sığınma, sahiplenilme psikolojisinin
bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Dünyada gerçek sahibini (mevlâ) bulamayanlar
yollarını kaybedip şirke veya inkâra düşerler, sonunda Mahşerde gerçek sahiplerine
götürülürler. Bu kişiler bir taraftan gerçek sahiplerini bulacak, diğer
taraftan da kendileri hakkında hüküm verecek olanın sadece Allah olduğunu
anlayacaklar, bir taraftan Hz. Peygamber'in "fıtrat" dediği halk
dilinde "elest bezmi" denen ilk saf inancına dönecek, diğer taraftan
da gerçek sahibini tanıyacaklardır.
Âyet, insana
"gerçek sahibi"ni, doğasındaki saf inanç duygusunu harekete
geçirmesini amaç olarak koymaktadır. Aynı zamanda din eğitiminin hedefini
belirlemektedir. İnsanlara gerçek sahiplerini tanıtmak, sahiplenilme, sığınma
duygularını ve onun meydana getirdiği arayışları doğru olarak tatmin etmeyi
ödev olarak vermektedir.
3. "Uydurmakta oldukları şeyler de
onları terkedip kaybolmuştur." Müşriklerin dünyada kendilerini
sahiplenmesinler diye sığındıkları ve Allah'a eş koştukları sahte tanrılar, yani
o sahte tanrılarım oluşturan sahte hayalleri onları terkedip gidecektir.
Buradaki terkedip gitmeyi iki anlamda yorumlamak mümkündür:
a) İnsan mahşerde gerçek sahibini
bulunca dünyadaki sahte tanrılarını atacaktır. Onların, yalan hayallerin ürünü
olduğunu anlayacak ve gönlünden çıkacaktır. Çünkü artık o kişi fıtratının
gereği olan saf inancı yakalamıştır.
b) Sahte tanrılar, kendilerini yüzüstü
bırakıp gideceklerdir:
"İş kesinleşince Şeytan diyecek ki:
Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim ama, size
yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir yaptırımım yoktu. Ben sadece sizi
çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayınız,
kendinizi kınayınız. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz.
Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22).
Sahte
tanrılardan biri olan şeytan bu şekilde insanı, tapanlara âhirette yüzüstü
bırakacaktır. "Kuşkusuz dah önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim"
(İbrahim 14/22).
Şeytanın
dışında, insanların kendilerine taptıklarını bilmeyen tai nlar da vardır (âyet:
28-29). Onlar da onları terkedip gideceklerdir.
Allah
mahşerde insanın terkedilmişlik duygusunu yaşamaması içi dünyada dostunu,
sahibini, tanrısını iyi seçmesini istiyor. Dünyada do sandıkları sahte tanrılar
vefasız çıkacak ve onları terkedecektir. Bur önlemenin yolu dünyada verilecek
iyi bir din eğitiminden geçmektedi İnsanlara, sahte tanrıların mahşerde nasıl
vefasız davranıp onla terkedip gidecekleri, onları yüzüstü bırakacakları iyice
anlatılmalıdır.[30]
31
. De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor, ya da gözleri ve kulakları
yaratan, koruyan kim? Kim çıkarıyor ölüden diriyi ve kim çıkarıyor diriden
ölüyü? Kim işi idare ediyor? Hemen: Allah diyecekler. De ki: Hâlâ sakınmıyor
musunuz?
32.
İşte O, gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan ne kalır
ki? O halde nasıl döndürülüyorsunuz.
33.
İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkındaki: Onlar inanmazlar' sözü gerçekleşmiş oldu.
Bu
âyetler daha önceki âyetlerin devamı niteliğindedir. Meselâ 30. âyetin sonunda
yer alan "iftira" kelimesi Allah'a şirk koşmanın iftira olduğunu
ifade etmektedir. Birtakım varlıkları tanrı olarak tanımak, onlara tanrı
sıfatını vermek Allah'a iftiradan başka bir şey değildir. Şirk denen iftirayı
ortadan kaldırmak için Hz. Peygamber görevlendirilmiştir.
1. "Size gökten ve yerden kim
rızık veriyor?" Allah insanın temel ihtiyaçlarından olan beslenmenin
kaynağına giderek, müşriklerin hayalî tanrılarını çürütmektedir. Beslenme
olgusu, insanı en çok meşgul eden bir faaliyetle elde edilmektedir. Rızkın
kaynağında kimin olduğunu tesbit etmek tevhid inancına bir adım atmaktır.
Allah, insanları gökten ve yerden rızıklandırdığını bildirmekle, sofraya gelen
gıdanın nerelerden devşirildiğine dikkat çekmektedir. Gökten rızkın gelmesini
iki mânada almak gerekir. Bunlardan ilki yağmurun gökten yağması ve tabiata
hayat vermesiyle rızkın oluşmasıdır. Diğeri de insanların uzay araştırmaları
yaparak da rızık kazanmalarıdır. Uzay araştırmaları dünyayı küçültmüştür. Çünkü
haberleşmede baş döndürücü kolaylıklar sağlayarak, zaman tasarrufunu temin
etmiş, uzak mesafelere yolculuğu kısaltmıştır. Gelecek zamanlarda Zâriyât
sûresinin 22. âyetinde ifade edildiği gibi insanlar azıklarını gökte
arayacaklardır. Hz. İbrahim de ekonomi olgusuna dikkat çekerek tevhid inancını
tebliğ etmektedir: "Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor,
iftiralar uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız,
size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayınız" (Ankebût
29/17).
2. "Gözleri ve kulakları yaratan,
koruyan kim?" Görme ile işitmekten maksat beyindir. "Beyninizi
çalıştıran kim
dir?" Âyetin birinci kısmındaki beslenme konusunu dikkate alarak şu yorumu
yapabiliriz: Beslenmek suretiyle gözlere görme, kulaklara da işitme yeteneğini
veren kimdir? Burada biyolojik oluşumlarla beslenme arasında bir bağlantıya, ya
da ilişkiye dikkat çekilmektedir.
Görme
ve işitme faaliyetinde hem biyolojik kanunlar hem de psikolojik kanunlar
buluşmaktadır. Beyindeki idrak olayı da işin psikolojik yönünü teşkil
etmektedir. Göz ve kulak vasıtasıyla alınan duyumların beyinde birleştirilip,
kalıplara konması neticesinde elde edilen bilgiye dikkat çekilmektedir.
Kulak
ve göz konusunda sorulan bu sorunun amacı; bu organların biyolojik yapısı ile
psikolojik işleyişlerinin altındaki kanunların arka planındaki ilâhî kudreti
göstermek, Allah'ın onlara olan hâkimiyetini ve sahipliğini anlatmaktır.
3. "Ölüden diriyi kim çıkartıyor,
diriden ölüyü kim çıkartıyor?"
a) "Ölüden diriyi çıkartmak",
topraktan bitkiyi çıkartmak anlamına gelmektedir. Hac sûresinin 5. âyetinde şu
ifade yer almaktadır." Sen yeryüzünü kupkuru bir halde görürsün; fakat biz
üzerine yağmur indirdiğimiz zaman, o. kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç
açıcı bitkiler verir." Öldükten sonra dirilme konusunu ispat etmek için,
Allah tabiat kanununu örnek olarak vermektedir. Suyun toprakla buluşması
neticesinde başlayan bu bitkisel canlanma, ölüden diriyi çıkartmaktan ibaret
bir olgudur. "Ölüden" maksat "yokluk" olabilir.
"Diri" de "varlık" anlamına gelebilir. Bakara sûresinin
28. âyetinde açıklandığı gibi, burada Allah, yokluktan varlığı kimin
çıkardığını sormuş olabilir.
Diğer
taraftan "ölü" kavramına dinî bir mâna vererek "kâfir" diyebiliriz.
Rûm sûresinin 52 ve Nemi sûresinin 80. âyetlerinde Allah kafirleri ölü olarak
takdim etmektedir. Manen ölü olan bir insandan inanan bir çocuk meydana
gelmiyor mu? Meselâ Hz. İbrahim buna güzel bir delildir. Ebû Cehil ile,
müslüman olan oğlu İkrime'nin durumu da bunabir örnektir. Çünkü kâfiri Allah
yaşayan ölü olarak görmektedir. Tevhid inancı da candır.
b) Diriden ölüyü çıkartmak da kuşun
yumurtlamasına benzemektedir. İnanan insandan kâfir çocuğun doğması da buna
bir örnektir. Hz. Nuh'un kendi çocuğu ile olan ilişkisi hatırlanırsa bunun
manevî misali bulunmuş olacaktır.
Yaşayan
bir insanın ölmesi de buna delil teşkil etmektedir. Canlı olan tabiatın kuruyup
yok olması, canlı olan bitkiden tanenin çıkması da buna örnek teşkil edebilir.
Bu sorusuyla Allah bütün tabiat, hayvan ve insanlar âlemine yok iken var olma,
varken yok olma gerçeğine dikkat çekilmekte, bu kanunların arkasındaki gücü
sormaktadır.
4. "İşi kim idare ediyor?"
Kâinatın işleyişini kimin gerçekleştirdiği sorulmaktadır. "Allah, gökten yere
kadar her işi düzenleyip yönetendir" (Secde 32/5) âyetinde bu soruya
cevap verilmektedir. Buradaki idareyi iki boyutlu ele almak gerekir: Madde
âleminin idaresi ile, insanların sosyal ve psikolojik âlemlerinin idaresi
kastedilmektedir. Yani, Allah kâinatı planlayıp yarattıktan sonra onu idare
etmektedir. Yarattığı sistemi ve varlıkları idare edip hayatlarını
sürdürmektedir. Yaratmak ayrı bir eylem, yaratılanları idare etmek de ayrı bir
iştir. Bu soru ile Allah insan aklını kâinatın işleyişine çekmektedir.
5. "Allah, diyecekler."
Sorulan dört sorunun tek cevabı. "Allah'tır." Müşrikler, Hz.
Peygamber döneminde Allah'a inanıyorlardı. Öyle ise bu soruların onlara
yöneltilmesinin sebebi ne olabilir? Allah'a inandıkları halde bazı varlıklara
tanrısal güç vererek eş koşanlara, yanlışlıkları hatırlatılıp inançlarını
kirlettikleri anlatılmaktır. 4i "Allah'ı bırakıp kendilerine birtakım dostlar
edinenler: 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz'
derler" (Zümer 39/3). İşte âyetteki sorular bu şirkin mazur
görülemeyeceğini ve onunla mücadele etmenin önemini göstermek için
sorulmaktadır, "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye
sorsan, mutlaka: 'Allah' derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah 'a
mahsustur, ama onların
çoğu bilmezler" (Lokman
31/25). Aynı şekilde Müminûn sûresinin 84-89. âyetlerinde
de benzer sorulara ve cevaba yer verilmektedir.
Kâinattaki
düzenin anlaşılmasıyla varılacak nokta tevhid inancıdır. Çünkü başka tanrılar
olsaydı, kâinatın düzeni bozulurdu (Enbiyâ 21/22). Böylece Allah, Allah'ın
varlığını kabul edip şirk koşanlara hangi soruların sorulacağını bize
öğretmekte ve ilahiyat ilimlerinin programını belirlemektedir.
6. "De ki: Öyle ise sakınmıyor
musunuz?" Allah takva kavramını kullanarak insanların, kendisine âsi
olmaktan sakınmalarını istemektedir. Buradaki takva kelimesi "şirk
koşmaktan uzaklaşmak; tevhid inancına karşı duyarlılık göstermek" anlamına
gelmektedir. Her şeyi Allah'ı yaptığını söyledikten sonra, başka varlıkları,
azizleri, peygamberleri, tabiat olaylarını Allah'a eş koşmak, insanın
doğasında yara
tılıştan var olan takva duygusunun çalıştırılmadığını ifade etmektedir. Diğer
taraftan doğuştan gelen takva duygusu hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi
ile kötüyü ayırt edici bir güce sahiptir. Bu âyet "bu gücü kullanmıyor
musunuz?" anlamına da gelmektedir.
Doğuştan
gelen takva duygusu, hayvanların kendi düşmanlarını görüp ve hissedip kaçmasına
benzer. Şirk denen düşmanı sezip allah'ın,insanı ondan sakındırması takvayı
teşkil etmektedir. Düşmanını hissedip veya görüp kaçmayan havyan, düşmanına yem
olur. Tevhid inancını bozan şirk denen düşmanı hissedip kaçmayan insan imanını
yem olarak verir.
7. "İşte O, sizin gerçek Rabbiniz
olan Allah 'tır." Bu âyet tamamen 31. âyetin devamı durumundadır. Çünkü
31. âyette Allah'ın rızık verme, insanın idraki ile ilgili etkinliği, ölü ile
dirinin yaratılması ve kâinatın idaresiyle ilgili ilişkiler sistemi ele
alınmıştı. Allah o âyette kendi kendini tanımlamakta ve bize nasıl bir Allah'a
inanmak gerektiğini öğretmektedir. Gerçek rab, Allah'tır buyurarak, Allah'ın
yapıp etmeleri, yani sıfatlarıyla tanınmasını öne çıkartmaktadır.
Âyetin
bu kısmında geçen el-hakk kelimesi, Allah'ın sıfatlan olarak kullanıldığında
"yaratılmış, değişken, ölümlü, çürüyen ve fâni dünyanın ötesinde mutlak,
ezelî, ebedî ve nihaî gerçeği" ifade etmektedir. Hak sıfatı, diğer sahte
tanrıların hak olmadığını, hak rabliğin sadece ve sadece Allah'a ait olduğunu
ifade eden bir sıfat olmaktadır.
Demek
ki Allah hak, yani gerçek kavramından hareket ederek kendini anlatmakta ve
tanımlamaktadır. Böyle gerçek rab olan Allah dururken, sahte tanrılara
tapınmanızdan sakınmaz mısınız? sorusu sorulmaktadır.
Allah,
bu ifadesinden ve tanımlamasından sonra insanlara bir ödev vermektedir. İnsanların,
gerçek rab olan Allah'ı aramaları gerekiyor. Din adına yapılan eğitim, bu ödevi
hazırlarken insanlara yardım etmelidir. Çünkü insanların doğasında bir tanrı
onları arayışa itmektedir. Onlar. arayışlarında çoğu zaman yanılmaktadırlar,
çünkü referansları sağlam değildir. Din eğitimi onlara bu sağlam referansı
temin etmelidir.
8. "Artık haktan (ayrıldıktan)
sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" Hak
olan Allah'ı bırakıp başka tanrılara kulluk etmenin sapıklık olduğu söylenmektedir.
Hakkı terkeden sapıklığa düşecektir. Böylece inanç âleminde bir gerçeklik, bir
de sapıklığın olduğu öğretilmektedir.
Demek
ki şirk insanı hakikat âleminden alıp, sapıklık âlimine götürmektedir. Onun
için şirk Hac sûresinin 31. âyetinde şöyle tanımlanmaktadır: "Kim Allah'a
ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış,
yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Şirk
insanı, manevî yani hakikat âleminden aşağıya atıp leş haline getirmektedir.
Ama bu leşin canı çıkmış bütün kemikleri kırılmış durumdadır. "Leşi kuşlar
yer" buyururken onun tepki gösterecek hiçbir şeyi kalmadığını ifade
etmektedir. Rüzgârın alıp uzaklara götürdüğü bir nesne olması da, manevî
ağırlığın kalmaması ve iradesini kaybetmesi demektir. Şirk vasıtasıyla şeytan
insanı hakikat âleminden alıp bâtıl âleme, yani sapıklık âlemine atarak leş
haline getirmektedir.
İşte
bütün bu nedenlerledir ki âyetin sonunda: "nasıl döndürülüyorsunuz?"
sorusu sorulmaktadır. İnsanların haktan dönmelerinin, dışarıdan gelen bir etki
ile olduğu ifade edilmektedir. Allah'ı bildiği halde, şirke düşmek haktan
dönmektir, ama bu dönüş başkasının etkisi ile olmaktadır.
9. Rabbinin, yoldan çıkanlar hakkındaki
'onlar inanmazlar' sözü gerçekleşmiş oldu." Bu âyetten çıkarılacak önemli
neticeler şunlardır:
a) Allah fâsıkın tanımını yapmaktadır.
Fâsık "yoldan çıkmak" demektir. Fâsık anlamında yoldan çıkan insanın
bu âyetteki tanımı, "iman etmeyeceğidir." Allah'ı bildiği halde
haktan sapıklığa düşen ve şeytanın oyuncağı olanların iman etmelerinin
imkânsızlığı duyurulmaktadır.
b) Fâsıkların iman etmeyeceğine dair
Allah'ın sözü gerçekleşmiştir. Allah'ın sözünün gerçekleşmesi demek, onların
iman etmemesine sebep olmuş, öyle takdir etmiş, öyle istemiş anlamına alınmamalıdır.
Çünkü Allah kulunun inkârını istemez, kul ister Allah yaratır: "Ve de ki:
Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin"
(Kehf 18/29). İman ile inkârın altında kulun dilemesi vardır. Ama Allah kulunun
iman etmesini ister, inkâr etmesini istemez. Demek ki imanı hem Allah diler hem
de kulu. Ama inkârı kulu ister Allah istemez.
Allah
kimin iman edip, kimin etmeyeceğini insanın gönlündeki o-luşumlara bakarak
bilmektedir. Bir insanın iman etmeyeceğine dair hükmü, Allah'ın, o insanın ne
yapacağını bilmesine dayanmaktadır, yazıp takdir ettiğine değil. Eğer bir
insanın kâfir olmasını önceden takdir edip yazmış ise, o insanın sorumluluğunu
ortadan kaldırmaktadır. Demek ki bir insanın iman etmeyeceğine dair yazması,
takdir etmesi ve hükme bağlaması ilmine bağlı olarak gerçekleşmektedir. 33.
âyette, ilmine dayandırarak verdiği söz, yani hüküm kâfirlerin inanmamasıyla
gerçekleşmiş, yani doğruluğu ortaya çıkmıştır. "Kelime" şeklinde olan
hüküm, pratiğe dönüşmüştür.
Allah
Kur'an'da bazı vaadlerde bulunur; zamanı gelince o vaadler gerçekleşir.
Meselâ: "Cennet ehli cehennem
ehline: 'Biz, Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin
size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?' diye seslenir, (onlar da): 'Evet'
derler..." (A'râf 7/44). Kur'an'da âhiret hayatı, oradaki sorgulama ve
yine oradaki cennet ödülü ile cehennem azabı hakkında Allah'ın sözleri zamanı
gelince gerçekleşecekİr. Ytmus sûresinin 31. âyetinde, insana kendini
ilgilendiren önemli konularda sorular sordurulmaktadır. Bu sorulara rağmen
gönlünde iman adına bir kıpırdama olmayan insanların artık iman etmeyecekle-ri
ortaya çıkmaktadjr. Bu wsan]ar değerfendiriJ/rken, 32-33, âyeti erbJze rehber
olacaktır. Bâtıl inançlara sarılan ve onlardan asla kopmak istemeyen insanlar,
doğalarında var olan tevhid inancına yönelik yeteneklerini kaybedecekler, ve
onu işlemez hale getireceklerdir. Bâtıl inançların insana en çok zarar veren
yönleri, onun hakkı görüp Allah'a inanma yeteneklerini kaybettirmesidir. Allah
bunu kalbin mühürlenmesi olarak takdir etmektedir. Allah "akla"
Allah ile bağ kurma yeteneğini vermiştir. Zaten aklın bir mânası da
"bağ"dır. İnsan kendisi ve tabiat kanunları ile bağ kurarak gerçek
Allah ile iman etmek üzere bağ kurma yeteneğine sahiptir ve bu işi yapma görevi
akla yüklenmiştir. Bâtıl inançlar akim bu faaliyetini durdurmaktadır.[31]
34.
De ki: Ortak koştuklarınız, arasında yoktan yaratacak, arkasından vnu yeniden
döndürecek biri var mı? De ki: Allah yoktan yaratıp onu yeniden döndürür. O
halde nasıl döndürülüyorsunuz?
De
ki: Ortak koştuklarınızdan hakka götürecek olan var mı ? De ki: Allah hakka
götürür. Öyle ise hakka gö
türen mi uyulmaya lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu
bulamayan mı? Size ne olu
yor? Nasıl hükmediyorsunuz?
Onların
çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyin yerini
tutmaz. Allah onların
yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.
Bu
âyetlerin analizi sebep-sonuç ilişkileri dikkate alınarak yapılacaktır.
1. "Ortak koştuklarınız arasında
arkasından onu yeniden döndürecek biri var mıdır?" Bu bölümde müşriklere
sorular sorularak inançlarının bâtıl olduğu ispatlanmaktadır.
a) Allah Hz. Peygamber'den ilk
yaratılış hakkında soru sormasını istemektedir, "Ortak koştuklarınız
arasında yoktan yaratan var mıdır?" Allah âyetin bu kısmında u. bedee
kelimesini el-halk kavramı ile bir araya getirmiştir. Bedee fiil kalıbında
alınınca "bir şeyi diğerini yapmadan önce yapmak, takdim etmek, yaratmak,
icat etmek, meydana gelmek", mekân ile kullanılınca "bir yerden
diğerine göç etmek, yapmaya başlamak, başlamak", uiı el-mebde' kalıbı
"prensip, başlangıç, kaynak" mânalarına gelmektedir. Halk kavramı da
"yaratma" demektedir. İkisi bir araya gelince "yoktan
yaratma" anlamına gelmektedir.
Böylece
Allah bir "yoktan yaratma" bir de "var olanlardan yaratma"
eylemine dikkat çekmektedir. Kur'an'da yoktan varetmeyle ilgili bilgiler fetara
ve bedü'I-halk (ilk yaratılış), yani yoktan yaratma anlamına gelen bu tür
kelimelerle verilmektedir. Diğer yaratma
ratma
anlamına gelen bu tür kelimelerle verilmektedir. Diğer yaratma şekline de
"ara yaratma", ya da "var olandan yaratma" diyebiliriz.
Meselâ
"İnsan topraktan yaratıldı" denirken burada bir "ara yaratma"
kastedilmektedir. Çünkü önce toprak yaratıldı, ondan sonra da topraktan insan
yaratıldı. Bu yaratma zincirinde arkaya doğru gidersek, yoktan yaratmaya kadar
ineriz. Başka bir örnek verecek olursak şöyle bir açıklama yapabiliriz. İnsanın
DNA'sı dört tane gazdan teşekkül etmiştir: Hidrojen, oksijen, karbon, azot.
Bunların ölçülü bir şekilde bileşimi DNA'yı meydana getirmektedir. DNA'nın
yaratılışı, teşekkülü bir ara yaratmadır.
"Yoktan
yaratma" eylemi, insanların eş koşma şeklindeki inançlarının yanlışlığını
ortaya çıkaran en önemli delildir. Onların eş koştukları sahte tanrıların ilk
yaratma olgusuyla olan ilişkilerine bakınca, müşriklerin canlı varlıklara
kutsallık ve tanrılık sıfatı verdiklerini görüyoruz. Yoksa burada taştan,
topraktan yapılan cansız putlar kastedilmemekte-dir.
İlk
yaratılışa bakıldığında zincirin başlangıcında hidrojen denen tek bir maddenin
olduğu görülür. Tek olan Allah önce tek bir madde yarattı ve o tek maddeden
diğer maddeler oluştu, yani onları yarattı. Bu ilk yaratma olgusu, bizi
yaratılmamış bir varlığa götürecektir. Allah insan aklını "ilk
yaratma" olgusuna çekmekte ve bu olgunun araştırılmasını ödev olarak
vermektedir. Buradan insanlar için evrensel bir görev olduğu fikrini
çıkartıyoruz, çünkü Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanların ilk yaratılış
konusunu araştırma ve yaratılan ilk maddeyi bulma güçleri yoktu. Fakat onlara
"ilk yaratma" fikri öğretilmekte ve tevhid inancı ile ilk yaratma
olgusu arasında bir bağlantının kurulması öngörülmektedir.
b) Ayette "Sonra onu döndürecek
var mıdır?" şeklinde sorulmaktadır. Bu sorudan anlıyoruz ki, Allah
kâinatın yaratılışını bir noktadan başlatmış, ve yaratma işini bir süreç olarak
devam ettirmektedir. Yeniden yaratma süreci bir gün son bulacaktır. Bu son
bulma olgusuna delil olarak, varlıkların ölümünü verebiliriz. Yoktan yaratma,
sonra yaratılan yok edip tekrar iade etmek gibi olgular, sonsuz bir kudreti
gerekli kılmaktadır. İlkbaharda yeşeren dünya, sonbaharda ölüyor. Sonra
ilkbaharda tekrar canlanıp iade oluyor. Allah ilk yaratılışı planlayıp yapan,
ona son verdikten sonra tekrar iade edendir. Onların sahte tanrılarının bu
şekildeki yaratmaya gücü yetmemektedir.
c) "Ortak koştuklarınızda hakka
götürecek var mıdır?" Bunun anlamı şudur: Allah, ilâh olma özelliğine
sahip olan varlığın "yol göstermek, rehberlik etmek" anlamına gelen
hidâyeti gerçekleştirmiş olması şartını öne sürüyor. Öncelikle insanın gönlünde
iyiden yana hidayeti oluşturacak, sonra onun hayattaki uygulamasını da
gerçekleştirecektir. "Hakka götürme"nin .böyle bir psikolojik ve
davranışsal boyutu vardır.
Bir
de bunun vahiy gönderip insana hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın, iyi ile
kötünün, faydalı olanla olmayanın ne olduğunu öğretecek bir özelliğin verilmiş
olması gerekiyor. Burada sahte tanrıların böyle bir eğitim faaliyetlerinin olup
olmadığı sorulmakta, böylece Allah'ın ahlâkî alandaki etkinliği gündeme
getirilmektedir. Demek ki tanrı olacak varlık, insanı hem içten hem de dıştan
yakalayarak doğruya götürecek güçte olmalıdır.
Bir
önceki âyette ilk yaratma ve onun iadesi, bu âyette de eğitim faaliyeti gündeme
getirilmektedir. Bilindiği gibi Hz. Musa da Tâhâ sûresinin 50. âyetinde
Allah'ı böyle tanımlamaktadır: "Bizim Rabbimiz, her şeyi yaratan, sonra da
doğru yolu gösterendir." Yaratmak ve doğruya iletmek müşriklerin sahte
tanrılarında olmayan niteliklerdir. Beşerî eğitimle ilâhî eğitimin arasındaki
temel farklardan biri, ilâhî eğitim insanın aklında ve gönlünde değişimler
meydana getirebilmekte, hakikati tesbit ederek ona götürecek gücü
gösterebilmektedir.
Böylece
Allah o günkü Arap toplumuna "hak" kavramını öğretirken
"bâtıl" kavramını da öğretmektedir. Ama bu öğreti o zamanda kalmıyor,
gelecek nesillere de aktarılmayı öngörüyor. Çünkü hak ve bâtıl her çağın
insanını ilgilendirmekte ve her nesil hakkı aramaktadır. İnsanlığın hakkı
arama eylemi hiç bitmeyecektir. İlâhî öğretiler, onu hakka götürecektir. İnsanı
içten yakalayıp ahlâkî, imanî ve düşünsel olarakhakka götürmek sahte tanrıların
işi değildir. Demek ki yaratma ile hidayet olgusu, müşriklere şirki
terketmeleri için yeterli delil olmaktadır.
2. Sorulan bu sorulara verilen cevaplar
şunlardır:
a) "Yoktan yaratan ve sonra onu
iade eden
Allah'tır."
İnsan aklı bağımsız olarak çalıştığı zaman bu sonuca ulaşmalıdır. İnsan aklıyla
buna ulaşamıyorsa, araya bir engel giriyor demektir. Bu engelin başkaları tarafından
konduğuna dikkat çeken Allah şu soruyu soruyor: "O halde nasıl
döndürülüyorsunuz?" Aklın yönü doğuştan Allah'a doğrudur. Ancak insanın
yetiştiği kültür, aile, okul ve toplum çevresi onun aklını başka yöne
döndürebilmektedir. Döndürülen insanın, iradesine sahip olmadığı, düşüncesini
başkasına teslim ettiği esası burada ortaya çıkmaktadır. Doğa gereği insan aklı
Allah'a yönelik iken, döndürülmesi sonradan gerçekleşmektedir.
Allah,
yaratılışta insan aklını Allah'ı bulacak şekilde programlıyor, ama içinde
doğduğu kültür çevresi ondaki bu programı bozan bir virüs halini alabiliyor.
Onun içindir ki Allah nasıl etki altında kalıp döndürüleceklerini sormaktadır.
Bu soru onlara, düşünce alanında hür olmadıklarını hatırlatmakta, başkalarının
oyuncağı olduklarına dikkat çekmektedir.
b) "Hakka ileten Allah'tır."
İnsanlar tevhid inancından çevrilseler bile, onlara göndereceği mesajla akıl ve
gönüllerinde hakka gidebilecek değişimi Allah gerçekleştirecektir. Demek ki
Allah yaratır ve yarattığını başı boş bırakmayıp eğitir.
Hakka
iletmek eyleminden hareket ederek şu soruyu sormaktadır: "Öyle ise hakka
götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine
doğru yolu bulamayan mı?" "Hakka götürmek" ifadesi, Allah ile
sahte tanrılar arasında çok önemli bir ayraç olmaktadır. Kendine hidayet edilmeyen,
hakikate varamayan, doğruyu bulamayan bir varlığa tâbi olmak mı gerekiyor yoksa
kendisi hidayetin kaynağı olana mı? Böylece Allah, "tâbi olmak"
bakımından kimin daha lâyık olduğu ilkesini gündeme getirmekte, tâbi olmada
hata edilmesini istemediğini açıklamaktadır. Yanlış inancın, sahte varlığın
peşine takılmaya da sebep olacağına dikkat çekilmektedir. İnsan kime tâbi
olduğuna, kimin peşinden gittiğine iyibakmalıdır, ilk yaratmayı
gerçekleştirecek ve hidayetin kaynağı olana tâbi olması insana öğretilmekte ve
bunun çok önemli akıl, gönül ve dinî faaliyet olduğu vurgulanmaktadır.
c) "Size ne oluyor? Nasıl
hükmediyorsunuz?" Bir önceki âyetin sonunda, nasıl döndürüldükleri
sorulurken, bu âyetin, yani 35. âyetin sonunda nasıl yanlış hüküm verdikleri
sorulmaktadır. Dönmelerinin başkaları tarafından, yani onların etkisiyle
olduğuna işaret edilirken, hükmü kendilerinin verdiğine dikkat çekilmektedir.
Hüküm verme eylemini müşriklerin gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır.
3. Niçin yanlış hüküm veriyorlar? Allah
sebep-sonuç ilişkisi içinde şirk koşan müşriklerin durumunu ele almaktadır.
Yanlış hüküm vermeleri sebebiyle döndürülüyorlar. Peki yanlış hüküm
vermelerinin sebebi ne olabilir? Bu sorunun cevabı da 36. âyette verilmektedir:
"Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. " Kesin bilgiye değil de,
gerçekle alâkası olmayan bir hezeyana uymaları sebebiyle yanlış hüküm verip
şirke sapmışlardır.
Âyetin
devamında zan konusuna açıklık getirilmektedir: "Şüphesiz zan, haktan
hiçbir şeyin yerini tutmaz." Kendisinde gerçekten, bilgiden bir parça
olmayan sahte görüşe zan denmektedir. Doğru bilgiden, hakikatten ve gerçekte
içinde bir kırıntıyı taşımayan zanna uymak yanlış hüküm verdirmekte,
başkasının oyuncağı olmaya götürmekte, nihayet şirk koşmaya sebep olmaktadır.
Sahte tanrıları, Allah'a yaklaştıran aracılar olarak görmek, zandan ibaret
bâtıl bir inanıştır. Allah, zanna tâbi olarak verdikleri yanlış hükümden
onları caydırmak için üç şeyin bilinmesini teklif etmektedir.
a) İlk yaratılışın arkasındaki gerçek
gücü görmeleri (âyet: 34).
b) Gerçeğe kimin götürdüğünü, yani
kimin hidayet ettiğini bilmeleri (âyet: 35).
c) "Allah onların yapmakta
olduklarını pek iyi bilendir" (âyet: 36) ilkesine inanmalarıdır.
Birinci
madde bilimsel anlamda ilk yaratılış kanununu bilmeyi şart koşarken zihin
eğitimini gündeme getirmektedir. İkinci madde gönül ilealâkalı olduğu için,
manevî eğitimi, üçüncü madde de davranış eğitimine dikkat çekmektedir.
Demek
ki akıl, insanları zanna uyup yanlış hüküm vermekten ve başkasının aşırı bir
şekilde etkisinde kalıp iradesini kaybetmekten kurtaracaktır. Böylece Yûnus
sûresinin 34-36. âyetlerinde Allah yanlışları ve bunların kaynaklandığı
sebepleri ve çözüm yollarını açıklamaktadır.[32]
37.
Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden
öncekini tasdik eden ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o alemlerin
Rabbindendir.
38.
Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah 'tan başka,
gücünüzün yettiklerini çağırınız
da, onun benzeri bir sûre getiriniz.
Allah
Hz. Peygamber dönemindeki müşrik ve kâfirlerin Kur'an'a karşı olan
tepkilerinden birini ele alarak açıklamaklarda bulunmaktadır.
1. Kur'an Allah'tan başkası tarafından
uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini tasdik eden ve o kitabı
açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir." Bu âyetin
izahında şu noktalar dikkat çekmektedir:
a) "Bu Kur'an Allah'tan başkası
tarafından uydurulmuş değildir." Demek ki müşrikler ve kâfirler, Kur'an'in
başkaları tarafından uydurulduğunu iddia ediyorlardı. Kur'an ilâhî kaynaklı
değil beşerî kaynaklıdır diyorlardı. Onu kimin uydurduğu konusundaki
görüşlerini bir sonraki âyet nakletmektedir. Kur'an'ın özellikleri 37. âyetin
devamında verilmektedir:
b) "Ancak kendinden öncekini
tasdik eder. " Kendinden önce gelen bütün kitapları doğrulamakta; onlardan
bugüne kalmış hakikat adına ne varsa onu tasdik edip, inanılmasını şart koşmaktadır.
Beşerin
yazdığı bir kitaptan, kendinden öncekini tamamen doğrulamak ve inanmayı şart
koşmak beklenemez. Çünkü beşerî düşüncede çatışma ve birbirini reddetme vardır.
Kendisini, önceki vahye dayalı olan kitapların devamı gören bir kitabın beşerî
kaynaklı olması mümkün değildir.
c) Ve o kitabı açıklar." Kendinden
önce gelen ilâhî vahyi sadece tasdik etmekle kalmaz, aynı zamanda onu açıklar.
Kur'an daha önceki peygamberlere indirilen kitapları günümüze açıklayarak
taşımaktadır. Demek ki Kur'an'ın iki görevi burada ortaya çıkmaktadır:
Kendinden önceki kitapları tasdik etmek ve onları açıklamak. Bu özellikler
onun beşerî değil de ilâhî kaynaklı olduğunun en Önemli gösterge-lerindendir.
d) "Onda şüphe yoktur." Hangi
bakımdan onda şüphe yoktur? Ayetin devamı şüphe konusunu açıklamaktadır:
Kur'an'ın âlemlerin Rabbinden olduğu konusunda şüphe yoktur. Fakat âyetin bir
önceki özelliğine göre de mâna verilebilir: Bu anlam, Secde sûresinin 2. âyeti
ile delillendirilebilir: ot*İUİı L/, j» <J L£ ü oi£İı Jjp "Bu kitabın,
âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğundan asla şüphe yoktur." Biz
burada "Onda şüphe yoktur" ifadesini bağımsız bir özellik olarak
alıp, âlemlerin Rabbindendir özelliğini de ayrı bir hususiyet olarak takdim
edebiliriz. O zaman şüphe kelimesinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir:
"Rahatsız etmek, endişe vermek, sükûnunu bozmak, üzmek, merak etmek,
kuşku, birden bire korkutmak, tehlikeyi haber vermek, kötü zan, vehim, korku
ile dolu olmak, durdurmak ve musibet" anlamlarına gelmektedir.
Bu
anlamlarla Kur'an'ı bir araya getirebiliriz: Kur'an'da rahatsız edecek bir şeyi
bulmak mümkün değildir; onda insanı üzecek bir şey yoktur; kötü zan, vehim ve
korku ile dolu değildir; onda musibet diye bir şey yoktur. İşte Kur'an'da şüphe
olmadığının mânaları bunlardır.
e) "Âlemlerin Rabbindendir."
Âyetin bu kısmında Kur'an'm ilâhî kaynaklı olduğu ifade edilmektedir. Çünkü
"Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmediler mi? Eğer o, Allah'tan
başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı"
(Nisa 4/82) şeklindeki âyet, Kur'ân'in başka herhangi bir kaynağa sahip
olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Kendinden
önceki kitapları tasdik eden, onları açıklayan, âlemlerin Rabbinden olduğu
konusunda asla şüphe olmayan bu kitabın Allah'tan başkasına ait olması mümkün
değildir. Bu âyet Kur'an'm etrafındaki şüpheleri ortadan kaldıracak bir mesaj
vermektedir.
Kitabının
temel özelliklerini bilmeyen, ondan ilahiyatın temel konularını çıkartıp
açıklayamaz, bu durum kişiyi, iki veya üçüncü derceden referans kitaplarına
gitmeye zorlar. Neticede bu eksik hal, dinî kültürü dinin içine almasına ve din
olarak sunmasına sebep olur.
2. "Yoksa onu uydurdu mu diyorlar?
De ki: Eğer sizler doğru iseniz, Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini
çağırınız da onun benzeri bir sûre getiriniz." Müşriklerin Kur'an'a en
büyük saldırılardan biri, belki de en büyüğü, onun Hz. Peygamber tarafından
uydurulduğunu söylemiş olmalarıdır. Allah onların bu saldırısını gündeme
getirerek cevap vermektedir.
Aynı
saldırının bir benzeri Bakara sûresinin 23. hayetinde gündeme getirilmişti ve
orada Allah'ın Kur'an'ı kuluna indirmesinden şüphe etmeleri şeklinde takdim
edilmişti. Onların saldırılarına Kur'an'da çeşitli şekillerde meydan okumalara
rastlıyoruz:
a) "£ğer 5tz/er doğru iseniz,
Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırınız da onun benzeri bir
sûre getiriniz." Bu
meydan okuma, "bir
sûresi"nin getirilmesi üzerinde cereyan etmekte ve yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetle Bakara sûresinin 23. âyetinde geçmektedir.
b) "Yoksa, Kur'an'ı kendisi
uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tın başka
çağırabildiklerinizi çağırınız da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre
getiriniz" (Hûd 11/13). Bu âyette de "on sûre" getirilmesi
istenerek meydan okunmaktadır.
c) "De ki: Andolsun, bu Kur'an'in
bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler,
birbirlerine destek olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler" (İsrâ
17/88). Burada da "Kur'an'ın tamamı"nın cinler ve insanlar tarafından
asla benzerinin getirilemeyeceği konusunda meydan okunmaktadır.
d) "Eğer doğru iseler onun benzeri
bir söz getirsinler" (Tûr 52/34).
Allah,
Kur'an'ın hem edebî, hem konuları ele alış biçimi, hem de metodu ve konuları
sunuş şekli bakımından bir benzerinin beşer tarafından yazılamayacağını bu
âyetlerle ifade etmekte ve meydan okumaktadır. Öyle anlaşılıyor ki müşrikler
Kur'an'ın geldiği kaynağı kabullenmekte çok zorluk çektiler. Allah bu
açıklamalarıyla onların bu şüphelerini, iftiralarını ortadan kaldırarak onları
rahatlatmaktadır.[33]
39.
Bilâkis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş
olanı yalanladılar. Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!
40.
İçlerinden kimisi ona
inanır, kimisi de ona
inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir.
41.
Onlar seni yalanlarsa, de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz
benim yaptığımdan uzaksınız,
ben de sizin yaptığınızdan uzağım.
Bu
âyetlerde kâfirlerin Kur'an'ı yalanlamalarının sebepleri ve onlara karşı
takınılacak tavrın metotları açıklanmaktadır.
1. "Bilâkis, onlar ilmini
kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olanı yalanladılar.
" Ayetin bu kısmında Hz. Peygamber dönemindeki müşrik ve kâfirlerin Kur'
an'ı yalanladıklarını görüyoruz. Fakat dikkat edilirse âyette Kur'an
geçmemektedir. İlk bakışta onların genel mânada her şeyi yalan-lamaya meyilli
oldukları, her yeni şeyi yalanlamayı ahlâk edindikleri anlaşılmaktadır.
Genel
anlamda böyle bir görüntünün içinde, âyette yer alan 'ilmihî kelimesindeki
zamirin 37. âyette geçen Kur'an'a gittiğinde şüphe yoktur. Bu açıklamadan
hareket edersek, müşriklerin Kur'an'ı yalanladıklarını kesinlikle
söyleyebiliriz. Âyetin devamında Kur'an'ı yalanlamaları iki sebebe
bağlanmaktadır:
a) "Onlar Kur'an'ın ilmini
kavrayamadûar." Onlar Kur'an'ın özünü, hikmetini, amacını, dünyaya
bakışını, rehberliğini, yani hidayetini kavrayamadılar. Böylece onların inkâr
ve yalanlamalarının arkasındaki ana
sebep "anlayamamalan"dır.
"Kişi bilmediğinin düşmanıdır" ilkesinden hareket ederek deriz
ki, o dönemin müşrikleri,
"Kur'an'ı anlayamadıklarından düşman olup yalanladılar." Allah bir
şeyi kabullenmenin, ona inanmanın ve onu takdir etmenin yolunun
"anlamak"tan geçtiğine işaret etmektedir.
Günümüzde
Kur'an'ı yalanlayıp, ona "çöl kanunu" diyenler onu inceleyip anlamaya
çalışmamışlardır. İnsanlar her çağda yeni bir şeye, onu incelemeden, anlamaya
çalışmadan tepki verirler. Kur'an hayatın her alanında yeni bir oluşum, bakış
açısı ve çözüm üretmektedir.
Müşrikler
Kur'an'daki ilâhî hikmeti anlayabilselerdi onu inkâr etmeyeceklerdi. Günümüz
insanları için de aynı sebep geçerlidir.
b) "Kendilerine Kur'an'ın yorumu gelmemişti." Kur'an'ın te'vilinin
kendilerine gelmemiş olması, yorumunun kendilerine gelmemesi, yani onu
bilmemeleri demektir. Çünkü Kur'an'ın o dönemde iki yorumcusu vardı: Kur'an
âyetleri ve Hz. Peygamber'in uygulamaları. Kur'an tamamlanmadığı için
âyetlerin birbirini yorumlaması tam teşekkül etmemişti; aynı zamanda da Hz.
Peygamber tam anlamı ile onu pratik hayatta uygulayamamıştı.
Fakat
günümüz için âyetin bu kısmını ele alırsak, bazıları Kur'an'ın yorumu
kendilerine öğretilmeden önce tepki gösterip onu yalanlamaktadırlar. Demek ki
Allah, bir şeye tepki göstermeden önce, o şeyin bilgisini, hikmetini ve
yorumunu öğrenmeyi öğütlemektedir. Bir sistemi ve bir anlayışı reddetmeden
önce, onun bilgisine ulaşmak gerekiyor.
c) Bilgisini, hikmetini anlayamamaktan
dolayı ilâhî vahyi yalanlamak bir zulümdür. Onun için Allah âyetin sonunda,
"Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu?" Adalet "bir şeyi yerli
yerine koymak, bir şeye hakkını vermek" olduğuna göre, zulüm de "bir
şeyi yerli yerine koymamak, ona hakkını vermemek"tir. Kur'an'a lâyık
olduğu değeri vermek onun hakkıdır. O hakkı ona vermemek ve Kur'an'in değerini
bir tarafa atıp onu yalanlamak da zulümdür. Geçmişteki olguların
"nasıllığını" yakalamak, gözlemek ve anlamak, geleceğin yanlışlarını
önlemek için güçlü bir bilgi kaynağı olacaktır. Tarihî olgular nasıllıklarıyla
geleceğe taşınırsa, eğitici nitelikleri yerine gelmiş olur. içlerinden kimisi
ona inanır, kimisi de ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir."
Kur'an'a inananlar onun içerdiği hikmeti, özü, bilgiyi ve yorumu hemen anlayıp
iman edecek insanlar olacaktır. Fakat bu etkiyi hiç duymayıp sonuna kadar Kur'an'a
inanmayacak insanlar da olacaktır. İnsanların bu farklılaşması evrensel olgu
olarak, kıyamete kadar devam edecektir. Kur'an ile karşılaşınca gönlünde âni
bir değişimle ona inanan insanlar olacak, ama onu yalanlayıp inkâr etmekte
sonuna kadar direnecek insanlar da çıkacaktır.
Bu farklılaşma
Kur'an'in etkinliğinden değil, onunla karşılaşan, mesajlarına muhatap olanların
gönül değişiminden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Kur'an eğitimi verenlerin
başarısını da gündeme getirmek gerekir. Verici kaynak olarak Kur'an, herkese
aynı mesajları aktarmaktadır, ama alıcı olarak insanların gönlü aynı derecede
ve aynı derinlikte etkilenmemektedir.
İnanmayanların
yalanlamaları bozgunculuğa kadar uzanarak sosyal bir nitelik kazanmaktadır.
Onun için âyetin sonunda el-müfsidîn "bozguncular" kelimesine yer
verilmektedir. Onların inanmaması, toplum hayatına yansıdığında bozgunculuğa
dönüşmektedir. Bozgunculuk "inanmayanların inkârlarını, yalanlamalarını,
topluma bulaştırdıkları" anlamına gelmektedir. Bozgunculuğa başka bir açıdan
da bakılabilir: Kur'an'a inanmayanlar, inkârlarını eyleme dönüştürerek, iman
edenlere karşı düşmanlık besleyerek çatışma meydana getirmektedirler. İnkârını
düşmanlığa, düşmanlığını eyleme dökenler, toplumun düzenini bozanlar olarak
nitelenmektedir.
3. "Onlar seni yalanlarlarsa de
ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan
uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." Ayetin analizinden
çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Allah Hz. Peygamber'e, kendisini
yalanlayanlara karşı nasıl bir tavır takınacağının metodunu öğretmektedir.
b) Yalanlamak, başlı başına bir eylem
niteliğini taşımaktadır. Çünkü yalanlamadan hemen sonra "amel"
kelimesi gelmektedir. Yalanlamanın kendisi bir amel olacağı gibi, amelin
sebebi de olabilir. Kâfirlerin Hz. Peygamber'e karşı takındıkları fiilî tavrın
arkasında bu yalanlama vardır.
c) İnanma ihtimali olmayan,
yalanlayanlara söyleyecek söz şudur: "Sizin yaptıklarınız size, benim
yaptıklarım bana!" Bu sözün tepki gösteren ve yalanlayanlara karşı pasif
davranma anlamı yoktur. Aksine Peygamberlik müessesesine karşı tavırlara ve
sözlere son verme ve tartışmayı daha ileri götürmenin sebep olacağı
olumsuzlukları engelleme amacı vardır.
Her
amelin bir kişiliği, kimliği ve alanı vardır. Ameller, insanların iç âlemlerini
dışa yansıtan, kimlik kazandıran oluşumlardır. Onlarla insanların içini okur
ve değerlendiririz. Onun için herkes kendi ameline sahip çıkmalıdır.
Söylenecek
diğer söz de şudur: "Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin
yaptığınızdan uzağım." Bunun anlamı kimse kimsenin yaptıklarının
sorumluluğunu yüklenmez, herkes kendi amelinin sorumluluğunu taşıyacaktır.
İyi
amel işleyen, kötü amel işleyene karşı bir mesafe koymaktadır. Bunu kişinin
kendisi değil de amelin kendisi koymaktadır. Ameller can-lıdır ve hareket
ederler, kötüleri iyilerine, iyileri kötülerine karşı mesafe koyarlar. Bu
mesafe hem ahlâkî davranışlarda hem de hukukî eylemlerde kendini gösterir.
Diğer
taraftan ameller de ortaya çıkar. Suçun ve günahın ferdîleş-mesi ilkesinde değişmeyen
yerini alır. Buradaki ilkeye baktığımızda Allah, Hz. Peygamber'i
yalanlayanların kendilerinden uzak olmasını istiyor. İnsan insana yakın olacak
ama, iyiler kötülerin amellerinden u-zak olacaktır.[34]
42.
İçlerinde sana kulak verenler de vardır. Peki sağırlarsa sen
mi işittireceksin? Hele bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!
43.
Onlardan sana bakanlar da vardır. Peki, körlerisen mi doğru yola ileteceksin?
Hele, gönül gözleriyle de görmüyorlarsa!
Allah
bu âyetlerde kulak ve gözlerinin işlevlerini ele alırken, akıl ve gönül gözüne
dikkat çekmektedir. Âyetlerin analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:
1. "İçlerinde sana kulak verenler
vardır. Peki, sağırlara sen mi işittireceksin?" Ayetler birbirinin devamı
durumundadır. Zanna tâbi olan (âyet: 36), Kur'an'ın Allah'tan başkası
tarafından uydurulduğunu söyleyen (âyet: 37-38), Kur'an'ı yalanlayanlar, ona
inanmayanlar (âyet: 39-40) ve nihayet Hz. Peygamber'i yalanlayanlar (âyet: 41).
Bunların
arasında Hz. Peygamber'i dinleyenlerin olduğunu 42. â-yet bildirmektedir. Hz.
Peygamber'in tebliğine kulak veriyorlardı. Onların manevî anlamda kulakları
sağır olduğundan, Allah ve Hz. Peygamber'in onlara işittiremeyeceği ifade
edilmektedir. "Sen mi- işittireceksin?" buyurulurken, "işittiremezsin"
denmektedir. Allah maddî anlamda kulakları işittiği halde, anlamak ve öğrenmek
niyetiyle dinlemeyenleri sağır olarak nitelemektedir. Nemi sûresinde de onlar
ölü olarak görülmektedir (âyet: 80). Bu insanlar ölü olduğu için
işittirilmeleri imkânsızdır. Onların işitmemesi, Peygamber'in başarısızlığı
değil, inkâr psikolojisinin kendilerini ilâhî mesaja kapatmasıdır.
2. "Hele bir de akıllarını
kullanmıyorlarsa!" İşitme organı olan kulaktan kasıt beyindir, beyinden
kasıt da akıldır.
Aklını kullanmayan veya kullanamayan insanlar, Peygamber'i dinler gibi
görünürler ama asla işitmezler, anlatılanlardan haberleri olmaz ve onları idrak
edemezler. Onun için onlara işittirmek imkânsızdır. Demek ki manevî kulağı
işler hale getirecek olan güç çalışan akıldır.
Din
eğitiminin ana hedeflerinden biri de insan aklını harekete geçirip doğru
düşünmeyi öğreterek manevî kulakların açılmasını sağlamaktır, veya manevî
kulakları açarak aklı çalışır hale getirmektir. 42. âyetin sonunda yer alan
"akıllarını kullanmıyorlarsa" ifadesinden hareket ederek
"aklı" birinci sebep olarak alırsak önceki âyetlerde yer alan
eylemlerdeki sebepler zincirinin başlangıcını yakalamış oluruz. Her kötü eylemin
baş sebebi aklını kullanmamaktır.
Aklını
kullanmayıp peygamberi yalanlayanlar, Kur'an'a inanmazlar, onun uydurulduğunu
söylerler ve zanna uyup şirk koşarlar. Aklını kullanmamak her kötülüğün
anasıdır. Dinlediğini anlamama, yalanlama, inanmama, zanna uyma ve şirk koşma
aklın kullanılmamasının neticesidir.
3. "Onlardan sana bakanlar da
vardır. Fakat körleri sen mi doğru yola ileteceksin?" Allah maddî anlamda
baktığı halde gerçeği göremeyenleri "kör" olarak nitelemektedir.
4. "Hele görmüyorlarsa!"
Demek ki bakma ayrı bir eylem, görme başka bir eylemdir. Bakmak nazar, görmek
basar kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nazar, yani bakmak kafa gözüyle
yapılırken, basar gönül gözüyle gerçekleşmektedir.
Gönül
gözüyle görmeyenler, gözleriyle baksalar bile manen kör oldukları için, onları
doğru yola iletmek zordur. Yûnus sûresinin 42-43. âyetlerinin anlamı, A'râf
sûresinin 198. âyetinde de bulmak mümkündür: "Onları doğru yola çağırmış
olsanız işitmezler, ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler."
Hac sûresinin 46. âyetinde Allah körlüğün nerede olduğunu açıklamaktadır: "Ama
gerçek şu ki, gözler kör olmaz, lâkin sinelerdeki kalpler kör olur." İşte
bakıp da göremeyen insanların sinelerindeki kalpler kör olmuş demektir.
Bu
âyetlerde sebep-sonuç ilişkisi kurularak psikolojik oluşumların ahlâkî
davranışların, Kur'an ve Peygamber'e gösterilen tepkilerin ve yapılan
iftiraların sebebi olarak sunulmakta ve açıklamalar bu ilişkiler sistemi
üzerinde gerçekleştirilmektedir.
Akıl
ve kalp gözünün çalışmasının sebep olduğu davranışlar anlatılırken, onların
çalışmasıyla nelerin olacağına da işaret edilmektedir. Böylece Hz. Peygamber'e
insanın ne olduğu öğretilmektedir. Akıl denen ilâhî nimeti çalıştırmayıp duyu
organlarını devre dışı bırakanların ne hale geldiği, gönül gözünü yitirenlerin
Hz. Peygamber'in rehberliğinden mahrum kaldığı anlatılmakta, dolayısıyla insan
eğitimine nereden başlanacağına işaret edilmektedir.
İnsana
aklını kullanmayı, doğru düşünmeyi ve gönül gözünü açıp onunla görmeyi öğretmek
fetih denen eğitim eylemini gerçekleştirmektir. Fetih, bir ülkenin kapılarını
açıp orayı ele geçirmek anlamına geldiği gibi, akıl ve gönlün kapılarını açıp
oraları fethetmek de bir çeşit fetihtir. Akıl ve gönül ülkelerinin kapılarına
hakikate açıp davranışlara, ahlâka ve sosyal ilişkilere giden kanallara girmek
suretiyle eğitimi tamamlamak en doğru yol olacağını bu âyetler göstermektedir.
Allah insanların gönül gözünün açılmasını, aklın kullanılmasını din eğitiminin
birinci amacı olarak görmektedir.[35]
44. Şüphesiz
ki Allah insanlara
hiçbir şekilde zulmetmez, fakat
onlar kendilerine zulmederler.
Yukarıdan
gelip devam etmekte olan âyetlerin ardından böyle bir âyet niçin gelmiştir? İlk
bakışta bir ilişkisinin varlığı görülmemektedir. Fakat analizi yapıldığında
bağlantıların olduğu görülecektir.
a)Kulaklar, gözler, akıl ve gönül gözü
Allah'ın insana verdiği manevî güçlerdir. Kulak ve gözlerin taşıdığı duyumları
akıl denen beyin gücü yoğurup bilgi haline dönüştürür. Aklın ürettiği bilgi ve
düşünce gönül gözünün yakıtı haline gelir. Bu fıtrî yetenekleri kullanmak, geliştirmek
ve hayata sokup insanı yüceltmek görevini insana veren de akıldır. Bu görevi
yerine getirmeyenler yeteneklerine zulmetmiş olurlar. Duyu organlarını, aklını
ve gönül gözünü devre dışı bırakıp hakikati göremez hale gelenler kendi
kendilerine zulmetmektedirler.
b) Bütün kabiliyetlerini kullanıp
Peygamber'i ve ona gelen ilâhî mesajı anlayıp hayata geçirmeyenler de kendi
kendilerine zulmetmektedirler. Aklını kullanmayıp zanna uyanlar, Kur'an'in
başkaları tarafından
uydurulduğu
iddiasında bulunanlar, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanlayanlar kendilerine
zulmedenlerin ta kendileridir.
Çünkü
onlara bu olumsuzlukları yaptıran Allah değildir, onlar kendi kendilerine
zulmetmektedirler. Çünkü 'Allah kimseye ilâhî mesajı dinleme, aklını kullanma,
bak ama görme, zannın peşine git, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanla' demez. Bütün
bu yanlış işleri insanın kendisi yapar ve böylece zalimlerden olur.[36]
45.Onları huzuruna
toplayacağı gün, gündüzün bir saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler,
araların
da tanışırlar. Allah'a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar,
hüsrana uğramışlardır.
46.
Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de
dönüşleri, bizedir. Sonunda Al
lah, işlemiş olduklarına tanıklık edecektir.
Âyetlerin
analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Onları huzuruna toplayacağı
gün, gündüzün
bir
saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler, aralarında tanışırlar. Allah 'a
kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar, hüsrana
uğramışlardır." Bu âyetten anlaşıldığı üzere verilen en esaslı mesaj
"âhirette toplanılacak" olduğu gerçeğinin kavranmasıdır.
Daha
önce anlatıldığı gibi, insanlar âhirette Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.
Yûnus sûresinin dördüncü âyetinde, "Çünkü Allah, varlıkları önce yoktan
yaratır; sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle ödül vermek için geri
çevirir" buyurulurken kıyametin ardından ikinci yaratılışa işaret
edilmektedir. Yûnus sûresinin yedinci âyetinde Allah'ın huzuruna çıkacaklarına
inanmayanlar ele alınmaktadır. Yine Yûnus sûresinin 28. âyetinde insanların
hepsinin bir araya toplanacağı günden bahsedilmektedir. Aynı şekilde Yûnus
sûresinin 34. âyetinde dünyadaki yaratılışın ardından ikinci yaratılışa dikkat
çekilmektedir.
Yûnus
sûresinin 45. âyeti de bu âyetlerin devamı durumundadır. Mahşerdeki toplantı,
"haşr", önemli bir inanç ilkesi olması sebebiyle amellerin mahşere
yönelik yapılmasını temin için devamlı gündemde tutulmaktadır. Yûnus sûresinin
45. âyetinde âhirette Allah'ın huzurundaki toplantı, orada gerçekleşecek bazı
olaylardan dolayı gündeme getirilmektedir.
a) Dünyada günün bir saati kadar kalmış
hissini duyacaklardır, "Onları huzuruna toplayacağı gün, Gündüzün bir
saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler" buyurulurken, dünya
hayatının ne kadar kısa olduğu ve bu inanmayanların, kısa zaman uğruna ebedî
olan âhireti feda ettikleri anlaşılacaktır.
Bu insanlar günün
bir saati uğruna
ebedî hayatın
ve
onlar da şu cevabı vereceklerdir: "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün
veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor, der" (Mü'minûn
23/112-113). Onların bu cevabına karşılık Allah şu açıklamayı yapacaktır, üı
"Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız, keşke siz bunu bilmiş
olsaydınız" (Mü'minûn 23/114). Günahkâr bir insandan dünya hayatını zaman
açısından değerlendirmesini istesek, o da ömrünün çok hayatını zaman açısından
değerlendirmesini istesek, o da ömrünün çok kısa olduğunu söyleyecektir.
Yaşanan ömürle anlaşılan ömür faklı olacaktır. Bu da zamanın insan
psikolojisine göre değişken olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan Allah
dünyadaki zamanın âhiretteki hayatın ebedîliğine karşılık ne kadar kısa
olduğunu anlatmak ve bir mukayese yapmak için bunları anlatmaktadır.
b) "Aralarında tanışırlar."
Allah'ın huzurundaki toplantıda dünyada tanışık olanlar orada da
tanışacaklardır. Yûnus sûresinin 45. âyetinde anlatılan tanışma olumsuz mânada
olanıdır. Söz konusu tanışma, bu dünyada kötü anlamda birbirlerini etkileyip
yoldan çıkarılanların tanışması olacaktır. Yani, Allah'a şirk koşanlar, zanna
tâbi olanlar, Peygamber'i ve Kur'an'ı yalanlayanlar, bozgunculuk yapanlar,
akıllarını kullanmayanlar, gönül gözünü devre dışı bırakanlar, ilâhî mesajı
dinlemeyenler ve böylece kendilerine zulmeden insanların (Yûnus 10/34-44)
oradaki tanışması olacaktır.
Oradaki
tanışmalarında neler olacaktır? Sorunun cevabını başka âyetlerde bulabiliyoruz.
"Her ümmet ateşe girdikçe kardeşine (yoldaşına) lanet edecek. Hepsi
birbiri ardından orada toplanınca, sonrakiler öncekiler için, 'Ey Rabbimiz!
Bizi işte bunlar yoldan çıkardılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla
azap ver' diyecekler" (A'râf"7/38).
"Ey
Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan
çıkardılar derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir
lanetle rahmetinden kov!" (Ahzâb 33/67-68). "Sûra üfürüldüğü zaman,
artık aralarında akrabalık bağları kalmayacak ve birbirlerini
sormayacaklardır" (Mü'minûn 23/101). "Dost, dostu sormaz"
(Meâric 70/10).
Demek
ki Allah'ın huzurunda bu kişiler birbirini tanıyacaklar. Bu dünyada kötü ve
günahta birbirine yardım edip kötünün etrafında toplanıp arkadaşlık edenler,
orada bir araya gelip tanışınca birbirine lanet o-kuyacak ve birbirinin halini
sormayacaklardır. Aralarındaki bağlar kopa- cak ve birbirlerine lanet
okuyacaklardır. Demek ki mahşer, aynı zamanda bir tanışma yeri olacaktır.
c) Allah bu âyetin sonunda, âhirette
kimlerin zarara uğrayacağını açıklamaktadır: "Allah 'in huzuruna varmayı
yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır. Zira onlar doğru yola
gitmemişlerdir." Allah, âhirette tekrar dirilip Allah'ın huzurunda
toplanılacağına ve amellerinin değerlendirilip iyilere ödül, kötülere ceza
verileceğine inanmayanların Allah'ın huzurunda toplanıldığında mahcup
olacaklarına dikkat çekmektedir. Bu insanlar, orada manen iflâs ettiklerini
anlayacaklardır. Allah zarara uğramalarını iki sebebe bağlamaktadır:
i. "Allah 'in huzuruna varmayı
yalanlamaları. " Âyet bu kısmı ile Yûnus sûresinin yedi ve sekizine
âyetlerine bağlıdır. Onlar Allah'a kavuşacaklarına inanmamakta, dünya hayatına
razı olup onunla tatmin olmaktadırlar.
ii. "Zira onlar doğru yola
girmemişlerdir." İkinci sebep olarak doğru yola girmemeleri
gösterilmektedir. Her iki sebebin arasında da bir bağlantı vardır: Allah'a
kavuşacaklarına inansalardı doğru yola girmelerinin ihtimali yüksek olacaktı.
İnsanı doğru yoldan alıkoyan âhirete inanmamasıdır. Âhireti yalanlamak, doğru
yola dinamit atıp tahrip etmekten başka bir şey değildir. İlâhî eğitim,
âhirette zarara uğrayacak olan kimselerin inanç ve amel yapılarını
açıklayarak, insanları doğru inanca ve iyi amele davet etmektedir.
2. "Onlara vaad ettiklerimizin
bir kısmını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de dönüşleri bizedir."
"Onlara vaad ettiklerimizin bir kısmı" ifadesinden anlaşılması
gereken şey nedir? Yûnus sûresinin 45. âyeti bu sorunun cevabını vermektedir:
"Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara
uğramışlardır." Onların zarara uğramaları Allah tarafından onlara vaad
edilen bir ceza veya netice olmaktadır.
Onlara
verilen bu cezayı dünyada Allah Hz. Peygamber'e gösterebilir, ama vefatından
sonra âhirette de gösterebileceğini söylemektedir. Kâfirler her ne kadar
Allah'a dönüşü inkâr ediyorlarsa da, onların inkârı, Allah'a dönüşlerini
engellemeyecek ve bu cezayı göreceklerdir. O za- man âhirette onların akıbetini
Hz. Muhammed görmüş olacaktır. Âyetteki "sana göstersek"
ifadesindeki "sana" Hz. Peygamber'e hitaptır, ama Hz. Peygamber
vefat ettiğinden dolayı bu hitabın Kur'an'a inanan, ve yaşayan insanlara
olduğunu söyleyebiliriz. Aksi takdirde âyetin evrenselliği yara alır.
Aslında
âyet insan psikolojisinin farklı bir boyutunu gündeme gedmektedir. Müşrik ve
kâfirlere Allah'ın vaâd ettiği cezayı Hz. Peygamber veya genel mânada
müslümanlar dünyada görmek istedi ve ister. Tıpkı Bakara sûresinin 260.
âyetinde Hz. İbrahim'in Allah'ın ölüyü nasıl dirilttiğini, imanının tatmin
noktasına ulaşması için görmek istemesi gibi bir insan birinden ağır bir haksız
muamele gördüğünde, ister ki dünyada onun başına Allah tarafından gönderilecek
bir belâyı, ya da cezayı görsün. Aslında bilmez ki dünyadaki ceza. âhiretteki
cezanın yanında hafif kalır.
Demek
ki Hz. Peygamber, İslâm'a çeşitli şekillerde karşı çıkıp tepkilerini eyleme
dönüştüren kâfirlere Allah'ın vaad ettiği cezayı dünyada görmek istedi. Allah
da ona "dünyada o cezayı görmeden vefat etsen bile âhirette mutlaka
göreceksin" demek istemiştir.
3. "Allah onların yapmakta
olduklarına
şahittir" Hz.
Peygamber dünyada görmese bile, bu ifadeyle, onların eylemlerinin
kaydedildiğine ve âhirette mutlaka değerlendirilip cezalandırılacaklarına dair
garantiyi almaktadır. Onların Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e karşı işledikleri
kötü fiiller karşılıksız kalmayacaktır ve onlara nelerin yapılacağını âhirette
göreceksin.
Âhiret
inancının insana verdiği en büyük teselli de bu olmaktadır. Bu âyet, aslında
dünyada haksızlığa uğrayıp, hakkını alamayan ve haksızlığa sebep olanların
başına gelecek belâyı, cezayı göremeyen insanların söz konusu cezayı âhirette
göreceklerini bildirmektedir. Allah her şeye şahittir, olanları eksiksiz
görüyor ve kaydediyor. Yani haksızlığa uğrayan insan, onu mağdur edenin
cezasını çektiğini dünyada görmese bile, âhirette mutlaka göreceğine inanmalı
ve rahatlamalıdır.
[37]
47.
Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiğinde, aralarında
adaletle hüküm verilir. Ve onla
ra asla zulmedilmez-
48.
Diyorlar ki: Doğru iseniz bu vaad ne zaman?
49.
De ki: Ben kendime bile Allah'ın istediği dışında ne bir zarar ne de bir fayda
verme gücüne sahibim. Her
ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat geri
kalırlar ne de ileri giderler.
50.
De ki: Ne dersiniz? Allah'ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne
yaparsınız?). Suçlular ondan
hangisini istemekte acele ediyorlar?
51.
Başınıza belâ geldikten sonra mı O'na iman edeceksiniz, şimdi mi? Halbuki onu
istemekte acele ediyor dunuz.
Yukarıda
mealleri verilen âyetler bir bütünlük teşkil etmektedir. Onun için açıklamaları
da birlikte yapılacaktır. Bu açıklamaları elde edilecek neticelere göre yapmak
daha uygun olur:
1. "Her ümmetin bir peygamberi
vardır. " Demek ki Allah her ümmete bir peygamber göndermiş ve böylece her
ümmetin bir peygamberi olagelmiştir. Bunun başka bir anlamı şudur: Sürü gibi
yaşamaktan kurtulmuş, toplum, ümmet veya millet olabilme niteliğini kazanmış
toplumlara Allah değer verdiği için, ilâhî âlemin mesajını getirip sorunlarını
çözecek bir elçi görevlendirmekte, ve bu elçiyi kendi içlerinden seçmektedir.
Kimi zaman sürü halinde, başkasının zulmü altında yaşayan insanları kurtarıp
millet haline getirmek için de elçi gönderilmiştir. O zaman peygamberin bir
görevi de sürü veya köle olan insanları kurtarıp millet haline getirmek
olmuştur.
Bu
durumda şöyle bir genelleme yapabiliriz: Allah bazan millet haline gelmiş bir
topluluğun sosyal ilişkilerinin çürümesi sebebiyle yok olup gitmesini önlemek
için veya ezilen, hakları elinden alınan insanları bağımsız millet haline
getirmek, onlara kimliklerini kazandırmak, insanca yaşamalarını temin etmek
için peygamber göndermiştir. Hangi sosyal, insanî ve manevî sebeple olursa olsun
Allah milletleri peygambersiz bırakmamıştır. Bu, Allah'ın bir sünnetidir, yani
sünnetullahtır. Allah bu sünneti Kur'an'in başka âyetlerinde de açıklamaktadır.
ve
uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı
vardır" (Fâtır 35/24).
a) "Biz seni müjdeleyici
b) "Müjdeleyici ve sakındırıcı
olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberden sonra Allah 'a karşı
bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir" (Nisa 4/165).
Allah bu âyette peygamber göndermesinin sebebini de "mahşerde insanların,
'bizi yapacağımız konularda bilgi- lendirmedin' diyerek Allah'a karşı bahane
uydurmalarını ortadan kaldırmak olarak belirlemiştir."
c) "Eğer biz, bundan (Kur'an'dan)
önce onları bir azapla helak etseydik, elbette şöyle diyeceklerdi: Yâ Rabbi!
Bize bir peygamber gönder-seydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce
âyetlerine uysaydık" (Tâhâ 20/134).
d) "Biz bir peygamber
göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15).
Bu
âyetlerle neden peygamber gönderildiği açıklanmış ve görevlerinin ne olduğu
belirlenmiştir. Peygamberlerin bütün görevlerinin amacı şu noktalarda
toplanmaktadır: İnsanlara iyiyi, doğruyu, hakkı anlatıp onları bilgilendirmek;
kötüyü, çirkini, yanlışı ve bâtılı anlatıp onları u-yarmaktır. Bir kelime ile
ifade edecek olursak insanları bilgilendirmek diyebiliriz.
2. "Peygamberleri geldiği zaman,
aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. " Peygamber ve
onun getirdiği mesaj ile "adalet" arasında bir bağlantı
kurulmaktadır. Âyetteki "adalet" olarak mânalandırdığımız JaüJı
el-kıst kelimesi, "oran adaleti" anlamına gelmektedir. Oran adaleti
ile aralarında hükmedilmesi ve bilgilendirmesinden sonra, insanları
davranışlarına göre değerlendirip hükme bağlamak demektir.
Bilgilendirme,
yani neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış, neyin hak neyin bâtıl,
neyin faydalı neyin zararlı, neyin haram neyin helâl olduğunu bildirmeden
insanları cezalandırmak zulüm olacaktır. Allah kullarına zulmetmemek,
aralarında adaletle hükmedebilmek için onlara peygamberle beraber mesajını
göndermiştir.
İlâhî
mesajın önemli amaçlarından biri de adaletin gerçekleştirilmesidir. İlâhî
mesajın olduğu yerde, adaletle hükmetmek zorunlu hale gelmekte ve bunu Allah
uygulamaktadır. Adaletle hükmeden insanlar, Allah'ın uygulamasını meslek haline
getirdikleri için Allah'a yakın insanlardan olmaktadırlar. Demek ki eğitimle
yapılan bilgilendirme, insan-lara âdil davranmanın ön şartı olmaktadır. Cahil
insanın ne kendisi âdil olur ne de kendisine adaletin uygulanması mümkün olur.
Diğer
taraftan "ümmet" denen sosyal olgunun, yani milletin
"ada-let"le ilişkisi kurulmaktadır. Objektif hukukla adaletin
gerçekleştirildiği toplumlar millet olma hakkını kazanmaktadır. Objektif hukuk
demek adaletin gerçekleşmesi demektir. Adaletin olduğu yerde millet var demektir.
Bu kavramlar zulmü dışarıda bırakmaktadır.
3. "Diyorlar ki: Doğru iseniz bu
vaad ne zaman?" Dünyada erdem dışı hareket yapan ve zulümde bulu
nanların cezalandırılacağına dair Allah'ın tehdidini, yani vaadini kâfirler
hemen görmek istemişlerdi. Böyle bir cezanın mesajını Hz. Peygamber onlara
bildirmiş ve böylece kendilerine çekidüzen vermelerini istemişti.
Aslında
âhireti inkâr edenler, cezanın hemen dünyada gelmesini istemişlerdi. Onların
bu isteği, müslümanların doğru sözlü olduklarını ispat etmek için dile
getirdikleri anlaşılmaktadır. Bunun anlamı kıyametin ne zaman geleceğini
sormaktır.
Kur'an
ilâhî vaadin gerçekleşeceğine dünyada inanmanın eğitimini vermektedir. Kâfirler
âhirette vaadin gerçek olduğunu anlayacak ve bulacaklardır: "Cennet ehli
cehennem ehline: 'Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk, siz de
Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?' diye seslenir. Onlar da:
'Evet' derler" (A'râf 7/44).
Âhirette
Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bulmadan önce, dünyada onun gerçek olacağına
inanma başarısını göstermek iman adına gösterilen gönül eylemlerinin en
başarılı olanlarından biridir. İnsanın inanması ne kadar başarılı bir gönül
eylemi ise, inkârı da o kadar kötü bir eylemdir. Çünkü dinin temel konularından
biri âhirete inanmaktır. Beşerî düşüncelerin meydana getirdiği sistemlerin
âhiret hayatı, cennet ve cehennemi yoktur. Onun için onlara din niteliği
verilemez.
4. Allah'ın istediği dışında ne bir
zarar ne de bir fayda verme gücüne sahibim." Yûnus sûresinin 49. âyetinin
bu kısmı, kâfirlerin 48. âyette sordukları soruya bir cevap niteliğindedir.
Hz. Peygamber'in Allah'ın vaadettiği azabın veya âhiretin ne zaman geleceğini
bilmesi mümkün olmadığı için Allah bu şekilde cevap vermesini istemiştir.
Ayetin bu kısmı A'râf sûresinin 188. âyetinde açıklandı.
Âyetin
bu kısmı hem kâfirlerin sorusuna bir cevaptır, hem de peygamber ve dolayısıyla
bütün insanların gücü ve ilâhî dilemenin arasındaki ilişkiyi anlatan bir ilke
durumundadır. Allah dilemediği takdirde kendi kendine fayda ve zarar veremeyen
bir beşer ilâhî cezanın veya kıyametin ne zaman geleceğini de bilemez. Çünkü
A'râf sûresinin 188. âyetine göre bu bilgi gaybî bilgidir. Âyetin bu kısmı,
aynı zamanda Hz. Peygamber'in de tanrılaştırılamayacağına da delil olmaktadır.
5. "Her ümmetin bir eceli vardır.
Ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri
giderler." Allah "vaadin ne zaman" gerçekleşeceğinin bilgisini
Hz. Peygamber'e bildirmedi, ama her milletin bir sonu olduğunun bilgisini ona
vermiştir.
Âyetin
bu kısmından sosyolojik bir gerçeği çıkartıyoruz: Ferdî mânada her insanın bir
ömrü olduğu gibi, toplumların da bir ömrü vardır. Yani, fertler gibi toplumlar
gibidir. Doğarlar, gençlik dönemlerinde yükselirler, ardından duraklama dönemine
girerler, sonunda da ölürler. Önemli olan ölümlerinin ardından genç bir
milletin doğumunu gerçekleştirmeleridir. Ferdî mânada bazı insanlar ölmeden
önce bazı hastalıklar geçirdiği gibi, toplumlar da batmadan önce bazı sosyal
hastalıklar geçirirler.
En'âm
sûresinin ikinci âyetinde açıklandığı gibi bu ömrün son bulmasında kesin bir
ecel olduğu gibi oynak bir ecel de vardır. Toplumlar bazı ıslahatlar yaparak
bu oynak eceli, kesin ecele kadar uzatırlar, ama kesin eceli ertelemeleri
mümkün değildir.
Toplumlar
çöküş sebeplerini kendi düşünce ve eylemleriyle hazırlarlar. Peygamberlerin
getirdiği ilâhî mesaj, bu sebeplerin oluşmasını önlemek ve oluşanlarını ortadan
kaldırmaya yöneliktir. Ancak insanların bu dinamiklerin oluşması ve devam
etmesinde ısrarlı olmaları ilâhî azabı getirerek geri dönmesi mümkün olmayacak
dinamiğe sebep olurlar. Bu durumda o toplum ilâhî azap gereği çökmüş olur.
Toolumdaki fertlerinyanlış eylemleri iyiler tarafından durdurulmazsa bu
eylemlerin toplamı öylesine manevî bir yığın oluşturur ki, geri çevrilmesi
mümkün olmayan ilâhî azabı çağırır, işte o zaman toplumun ölümü kesin hale
gelir.
6. "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın
azabı size geceleyin ve gündüzün gelse {ne yaparsınız?). Suçlular ondan
hangisini istemekte acele ediyorlar?" Bu âyet toplumların ecelinin son
bulmasının ilâhî azapla olabileceğini gündeme getirmektedir. Allah, azabının
gece veya gündüzün gelebilme imkânına işaret ederken, toplumu o hale getiren
kötü insanların ne yapabileceklerini de sormaktadır. Yûnus sûresinin 48.
âyetinde vaadin ne zaman olduğunu soranların 50. âyette mücrim oldukları
açıklanmaktadır. Allah onlara azabın gece veya gündüz gelenin hangisini
istediklerini sormaktadır. Bu demektir ki Hz. Peygamber'e ve onun getirdiği
ilâhî vahye öylesine olumsuz tepki gösterdiler ki, ilâhî müdahaleye sebep
oldular. Suçluların eylemleri, tepkileri ilâhî âlemi harekete geçirmekte ve
azabı alıp gelmektedir. Allah azabın hangi zamanda gelmesinde acele
ettiklerini sormaktadır.
7. "Başınıza belâ geldikten sonra
mı O'na iman edeceksiniz?" Allah onlara başlarına belâ geldikten sonra mı
inanacaklarını sordurmakla, belâ gelmeden önce inanmalarını istediğine işaret
etmektedir. Başka bir açıdan bakınca, Allah, onların iman etmeyeceğinin kesin
olduğunu vurgulamaktadır diyebiliriz.
Belânın
gelmesi bir tecrübe olacaktır. Fakat belânın gelmesiyle hayatta olmayacaklarını
düşünmemektedirler. "Görmeden inanmayız" dayatması burada da
işlemektedir. Tabiat olaylarına bakarak iman etmek varken, belâyı delil olarak
kabul edip iman etmek aslında imkânsızı istemekten başka bir şey değildir.
Kâfirlerin acele belâyı istemeleri aslında bir meydan okumadır ve böyle bir
belânın geleceğine inanmadıklarını farklı bir şekilde ifade etmektedirler.
8. "Şimdi mi? Halbuki onu
istemekte acele ediyordunuz." Belâ gelip de ölüm ya da helak anında
yapılacak imanın geçersizliği açıklanmaktadır. Bunun bir benzeri Yûnus
sûresinin 90-91. âyetinde açıklanan Firavun'un olgusudur: "Nihayet
(denizde) boğulma haline gelince: Gerçekten İsrâiloğulları'nın inandığı tanrıdan
başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım dedi. Şimdi
mi? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun! "
Bu
âyetler bize Firavun'un boğulma anında iman etmesinin kabul edilmediğini
öğretmektedir. Aynı olguyu Yûnus sûresinin 51. âyetine taşıdığımızda, belâ
gelince helak olacaklar ve o anda yapacakları iman kabul edilmeyecektir. Demek
ki can boğaza geldikten sonra yapılacak iman geçerli olmayacaktır.
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah millet ile peygamber, ilâhî mesaj ile adalet, ilâhî
vaad ile ecel, belâ ile iman arasında ilişkiler kurmaktadır. İlâhî vaadin
zamanını bildirme yetkisinin Hz. Peygamber'de olmadığı vurgulanırken, her
ümmetin bir eceli olduğu gündeme getirilmektedir.
Her
ümmetin bir peygamberi olduğu bildirildiğine göre, Hz. Muhamed'den sonra
peygamber gelip gelmeyeceği nasıl çözümlenir? Kur'an Hz. Peygamber'i bütün
insanlığın peygamberi olarak kabul ettiğinden, bütün insanlık onun ümmeti
durumundadır. Günümüzde kitle haberleşme araçları insanlığı tek bir millet
haline dönüştürmektedir. Artık insanlık Kur'an'ın nurunu daha yakından
almakta, onun rahmetinden istifade etmekte ve onun rehberliğine nail
olmaktadır.
Her
ümmetin bir peygamberi olmasının âhiretteki yansıması, o peygamberlerin şahit
niteliğinde görev yapmalarıdır: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve
seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!"
(Nisa 4/41).
Hz.
Peygamber İbn Mes'ûd'dan Kur'an okumasını istemiştir. İbn Mes'ûd, "Sana
indirildiği halde ben mi sana okuyacağım?" demiş, Hz. Peygamber,
"Evet Kur'an'ı başkasından dinlemek hoşuma gidiyor" buyurmuştur. İbn
Mes'ûd Nisa sûresini okumaya başlamış, 41. âyete gelince, Hz. Peygamber
"şimdilik yeter" demiştir. Gözlerinden yaşlar aktığını İbn Mes'ûd
görmüştür.[38]
Demek
ki bu dünyada her ümmetin peygamberi âhirette kendi ümmetlerine şahit
olacaktır. Hz. peygamber de onlara şahit, yani bilirkişi tayin edilecektir.
Peygamberlerin görevi orada da devam edecektir.[39]
52.
Sonra zulmedenlere, "Ebedî azabı tadınız" denilecek. Kazanmakta
olduğunuzdan başkasının karşılığını mı bulacaksınız?
53.
O bir gerçek midir? diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime yemin
ederim ki, o şüphesiz ger çektir, ve siz âciz bırakacak değilsiniz.
54.Zulmeden
herkes yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette
onu feda eder, ve azabı gördükleri zaman, için için yanarlar. Aralarında
adaletle hüküm olunur ve onlara zulmedilmez. Âyetlerin analizinden birtakım
neticeler çıkartmak mümkündür. Ancak bu âyetlerin önceki âyetlerin devamı
durumunda olduklarını göz önünde bulundurmak gerekiyor.
1. "Sonra zulmedenlere 'ebedî
azabı tadın' denilecek!" Âyete geçen "zulmedenler" kimdir?
Soruya ce
vap verebilmek için önceki âyetlere bakmak gerekir: Peygambere kulak verip
işitmeyenler ve aklını kullanmayanlar (âyet: 42), peygambere bakıp görmeyenler
(âyet: 43), Allah'a kavuşacaklarına inanmayanlar (âyet: 45), Allah'ın vaadinin
gerçek olmadığını iddia eden mücrimler (âyet: 50). İşte bunlar kendilerine
zulmettikleri için ebedî azabı tadacaklardır.
Allah,
insanı âhirette ebedî azaba götüren inanç ve amellerin neler olduğu bilgisini
vererek din eğitimi yapmakta, şirkten ve yanlış eylemden caydırmak için,
âhirette olacakların haberini vermekte yani, testiyi kırmadan önce tedbirini
almanın önemini öğretmektedir.
2. "Kazanmakta olduğunuzdan başkasının karşılığını mı
bulacaksınız?' Allah, âyetin bu kısmı ile şu ilkeyi getirmektedir: Âhirette herkes
kendi yaptığı amelle cezalandırılacaktır. Bunu başka bir
âyetle ifade edecek olursak: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını
yüklenmez" (İsrâ 17/15). Herkes kendi günahının karşılığını görecektir.
Kur'an bu ve buna benzer âyetlerle, günahın ferdî olduğu ilkesini koymaktadır:
Suç da cezası da ferdîd "O bir gerçek midir? diye senden haber istiyorlar.
De ki: Evet, Rabbime yemin ederim
ki o, şüphesiz gerçektir ve siz âciz bırakacak değilsiniz." Bu âyetin analizinden
çıkaracağımız esaslar olacaktır:
a)
"O bir gerçek midir?" sorusunu kimler soruyor? Yûnus sûresinin
36. âyetine baktığımızda, bunun zanna tâbi olan müşriklerin sorduğu bir soru
olduğunu görmek mümkündür. Müşrikler, ilâhî vahyi bir türlü kabullenemiyor, ona
karşı ilgisizlik gösteriyor ve onun gerçek olup olmadığını soruyorlardı. Bu soruyu
soranlar 45. âyette geçen âhireti inkâr edenler olabilir. Öldükten sonra
dirilmenin, Allah'a kavuşmanın gerçek olup olmadığını sormuş olabilirler. İster
Kur'an'in, isterse âhiret hayatının gerçekliğini sorsunlar, bu sorudan
anlıyoruz ki onların bu sorularına alay edercesine inanmadıklarını ifade etmek
için sormakta oldukları anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Yûnus sûresinin 50.
âyetinde belirtilen, gündüz veya gece vakti gelme ihtimali olan dünya azabının
gerçek olup olamayacağını ironik bir şekilde sormuş da olabilirler.
b) "De ki: Evet, Rabbime yemin
ederim ki o, şüphesiz gerçektir." Bu cevaptan anlıyoruz ki, Allah onların
sorularını ciddiye almış, Kur'an'm
anlattıklarının gerçek olduğu' cevabını vermiştir. Âhirette
dirilmenin veya dünya
azabının gerçek olup olmadığını sorsalar bile, onları da
Kur'an anlatmakta ve imanın ilkesi haline getirmektedir. Böylece Kur'an'in anlattıklarının
gerçek olduğu bildirilmektedir. Soruyu müşrikler alay edercesine sorsalar bile,
soru ortada bırakılmayıp, esası öğretilmelidir.
c) "Ve siz âciz bırakacak
değilsiniz." Kur'an'm getirdiği mesaja zarar veremeyeceklerini, onu
görevinden alıkoyup âciz bırakmayacaklarını,
ilâhî nurun dünyayı
aydınlatacağını onlara
söylemesini Hz. Peygamber'den istemektedir.
Onların
Kur'an'ı âciz bırakamayacakları meselesi başka âyetlerde şöyle ifade
edilmektedir: "Allah'in nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki
kâfirler hoş-lanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. Allah
müşrikler hoşlanmasalar da dininin bütün dinlere üstün kılmak için
Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderir" (Tevbe 9/32-33).
Yûnus
sûresinin 53. âyetindeki âciz bırakmaları, ağızlarıyla üfleyip Allah'ın nurunu,
yani Kur'an'ı söndürmeleri anlamına gelmektedir. İn-kârlarıyla, zannın peşinde
koşmalarıyla, alay etmeleriyle Kur'an'ın nurunu söndürüp onu âciz
bırakamayacakları kendilerine hatırlatılmakta ve ona karşı olan çabalarının
boşa gideceği belirtilmektedir. Hak asla mağlûp edilemez ve âciz bırakılamaz.
Gerçek olmayan mağlûp edilebilir, âciz bırakılabilir. Zafer hakikatindir,
mağlûp eden de âciz bırakan da hak olandır:
"De
ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur" (İsrâ
17/81).
4. "Zulmeden herkes yeryüzündeki
bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder."
Âyetin bu kısmı dünyada günah işleyen insanın âhirette ne ile karşılaşacağına
ve ne yapacağına işaret edilmektedir. İşledikleri günahtan kurtulmanın uğruna
dünyadaki servetlerini feda ederlerdi, yani fidye olarak verirlerdi. Ölen
yakınını günahtan kurtarmak mümkün olsaydı, insan bütün servetini feda ederdi,
ama bu mümkün değildir. Çünkü Allah bunun genel kuralını şu âyetlerde
koymuştu:
a) "Öyle bir günden korkunuz ki, o
günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulanamaz. Hiç kimseden
şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz, onlara asla yardım da yapılmaz"
(Bakara 2/48).
b) /man edenler! Kendisinde artık
alışveriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün gelmeden önce, size verdiğimiz
rızıktan infak ediniz" (Bakara 2/254). Demek ki insan hayatta iken
infakını yapmalıdır. Arkadan biri onun adına infak edip fayda sağlayamaz.
c) "Gerçekten, inkâr edip kâfir
olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak "dünya dolusu
altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir..."(Âl-i İmrân 3/91). İnkâr
edenlerin bu dünyada yaptıkları iyi amellerin
âhiretteki geçersizliğine bu âyette işaret edildiği gibi, inkârlarının silinmesi
adına her şeylerini -mecazi mânada yeryüzü dolusu altın- verseler bile kabul
edilmeyeceğine işaret edilmektedir.
Bu
âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 54. âyetine götürürsek şu
genellemeye varabiliriz: Âhirette günahtan kurtulmak için fidye
verilmeyecektir. Herhangi bir bedel karşılığı günahlar ortadan kaldırılmayacak
ve silinemeyecektir. Günahları ortadan kaldırma fırsatı dünyadadır. İnsan
geçmişindeki kötülükleri silmek için iyiye yönelip, tövbe edip doğru yola
girerse bu fırsatı elde edebilir. Bu âyetler, dünyada insanların iyiden yana
gerekli olan değişimi gerçekleştirmeleri için gönderilmiştir.
5. "Ve azabı gördükleri zaman,
için için yanarlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez."
Azabı gördüklerindeki psikolojik durumları açıklanmaktadır.
Âyette
geçen eserra fiili "gizlemek, sır haline getirmek" anlamına gelmekte,
açığa vurmanın tam tersi anlamını taşımaktadır. Pişmanlıklarını gizlemenin
anlamı, içten içe, kalplerinden hissederek pişmanlığı yaşacaklardır, demektir.
Aslında eserra fiili geçmiş zaman kipinde olmasına rağmen, burada âyete gelecek
mânası verilmelidir. Çünkü âhirette kesin olarak bu pişmanlığı duyacaklarından,
söz konusu kelime, geçmiş zaman kalıbında gelmiştir. 'Pişmanlıklarını
gizleyecekler' anlamından ziyade, 'için için yanacaklar' mânasını uygun
buluyoruz. Ancak onların pişmanlıklarını gizlemelerine güçleri yetmeyecektir.
Râzî'nin
verdiği mânaya bakarsak, serra kalıbı "gizlemek", eserra da
"açığa vurmak" anlamına gelmektedir[40]. Begavî, Ebû Ubeyde'ye dayanarak âyete
"pişmanlıklarını açığa vuracaklar" mânasını vermektedir[41].
Âyette
geçen f-tJı en-nedm (pişmanlık) kavramı "bir şeyin yanında bulunmak, ondan
ayrılmamak" anlamına gelmektedir. Alkole düşkün insanların durumunu ifade
etmek için kullanılmaktadır. Meselâ ed-dem üst üste yığılan idrar demektedir.
Orada kalması, oradan ayrılmaması ve orada sertleşip yerleşmesi sebebiyle bu
ismi almaktadır. Diğer taraftan ed-demne de kalpten bir türlü çıkmayan kin
demektir. Pişmanlık da kalpte yerleştiği için bu kelime ile ifade edilmektedir.[42]
Bu
âyette müslümana âhirette pişmanlığını içten içe duyacağı bir davranışta
bulunmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Âyetten öyleanlıyoruz ki, âhirette
bir tarafta azap, öbür tarafta da içten içe duyulan pişmanlık ıstırabı vardır.
Bir bakıma iki katlı bir azap anlatılmaktadır.
anlıyoruz
ki, âhirette bir tarafta azap, öbür tarafta da içten içe duyulan pişmanlık
ıstırabı vardır. Bir bakıma iki katlı bir azap anlatılmaktadır.
Allah
onların arasında hükmederken adaletle hüküm verecektir. Onlara asla
zulmedilmeyecektir. Burada "adalet" el-kıst kelimesi ile ifade
edilmektedir. Herkese lâyık olduğu ceza verilecek demektir. Bunun anlamı
kâfirlerin de, zalimlerin de azaplarında farklılıklar olacaktır. İnsanlar
mutlaka adaleti âhirette göreceklerdir. Çünkü dünyadaki mutlak ilâhî adaletin
farkında değillerdir. Sahte arzular, sahte beklentiler ve sahte düşünceler bu
adaletin farkedilmesini önlemektedir.[43]
55.Bilesiniz
ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah 'indir. Yine bilesiniz ki, Allah 'in
vaadi haktır, fakat
onların çoğu bilmez.
56. O hem diriltir
hem de öldürür ve yalnız O 'na döndürüleceksiniz.
Allah
kendisinin nasıl bir varlık olduğunu bu âyetlerde anlatmakta ve nasıl bilinmesi
gerektiğini açıklamaktadır.
1. "Bilesiniz ki, göklerde ve
yerde o-lan her şey Allah'ındır." Allah, göklerde ve yerde olan her şeyin
kendisine ait olduğunun bilinmesini istemektedir. Âyetin bu kısmını Yûnus
sûresinin ikinci âyetine bağlamak mümkündür. Orada gökleri ve yeri yaratanın
Allah olduğu gündeme getirilirken, 55. âyette göklerin ve yerin O'na ait
olduğu buyurulmaktadır. Aslında bu aynı şeyin farklı bir şekilde ifade
edilmesidir. Bir şeyi yaratan aynı zamanda onun sahibi demektir. Allah kâinatın
sahibidir.
2. "Yine bilesiniz ki, Allah'ın
vaadi haktır." Allah'ın vaadinin hak olduğu da bilinmelidir. "İşte
bu, Rabbinin üzerine (aldığı ve yerine getirilmesi) istenen vaadidir"
(Furkân 25/16). Müminler, Allah'ın onlara vaad ettiği cenneti O'ndan beklemektedirler.
Aynı zamanda Allah kâfirlere de cehennemi vaad etmektedir.
Bu vaad de haktır yani, Allah tarafından yerine getirilecektir. Böylece Allah
iki şeyin gerçekliğini gündeme getirmektedir: Kâinatın sahipliği ve vaadinin
gerçekliği.
3. "Fakat onların çoğu
bilmez" buyurulurken, Allah'ın kâinatın sahibi olduğunu, vaadinin mutlaka
yerine geleceğini bilmediklerine işaret etmektedir. Bilmek hem imanın hem de
kulluğun temelini teşkil etmektedir. Bilemedikleri için Allah'ın vahyine,
peygamberine karşı çıkıyorlar ve âhirete inanmıyorlar demek istenmektedir. Her
yanlış inancın ve olumsuzlukların sebebini bilmemektir. Cehalet bütün
kötülüklerin anasıdır.
4. "O, hem diriltir hem de
öldürür." Var olma olgusu ile
ölüm olgusuna dikkat çeken bu âyet,
iki zıt oluşumu gerçekleştiren varlığın Allah olduğu
inancını öğretmektedir.
5. "O'na döndürüleceksiniz."
Nihaî varış yerinin Allah olduğu inancını oluşturmak isteyen bu âyet, Yûnus
süresindeki "Hepinizin dönüşü ancak O'nadir" (âyet: 4),
"Huzurumuza çıkmaya inanmayanlar" (âyet: 7), "Bize kavuşmayı
beklemeyenler" (âyet: 15), "Allah'ın huzuruna varmayı
yalanlayanlar" (âyet: 45) mealindeki bu âyetleriyle bir bütünlük
oluşturmaktadır. Yûnus sûresinin gerçekleştirmek istediği öğretilerin başında
"Allah'a kavuşma" şeklinde ifade edilen âhiret inancı gelmektedir.
Aslında Allah'a kavuşma inancı kabul ettirildikten sonra, öldükten sonra
dirilme, âhirette hesap görme, ödül ve ceza konusundaki inancının
kabullenilmesi kolaylaşacaktır. Aslında bütün farklı cephelerden anlatmanın
amacı, öldükten sonra dirilmenin kabul ettirilmesidir.[44]
57.
Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, sinelerdeki-ne bir şifa, müminler için
bir hidayet ve rahmet gelmiştir.
Bu
âyet Yûnus sûresinin 1. âyeti ile 37-38. âyetlerinin bir devamı durumundadır.
Bu sûrenin birinci âyetinde Kur'an'ın hikmet dolu özelliğine işaret edilmişti.
37. âyette Kur'an'ın kendinden önceki kitapları doğruladığı, kitabı açıkladığı,
kendinden şüphe edilmediği, 38. âyette de benzerinin getirilemeyeceği
şeklindeki özellikleri sıralanmıştı.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 57. âyetinde de bu âyetlere devam edilerek Kur'an'ın
diğer özelliklerine ve görevlerine dikkat çekilmektedir. Şimdi âyetin analizini
yaparak bu özelliklerini görebiliriz.
1. Kur'an bütün insanlara gelmiştir.
Âyet "Ey insanlar!" diyerek Allah, Kur'an'ın bütün insanlığı
kucaklayacak, onlar için objektif ve evrensel kural ve ilkeler getirdiğini
öğretmektedir. Bu ifade sadece Hz. Muhammed döneminde, kendi toplumunda yaşayan
insanları hedef almamaktadır. Hem o dönemde yaşayan insanları hem de kıyamete
kadar gelecek nesilleri hedef almaktadır.
2. Kur'an Allah'tan gelmiştir.
Kur'an'ın Allah'tan gelmiş olması aslında
onun en önemli
özelliğini teşkil etmektedir. "Rabbinizden"
denmekle, Allah'ın, bütün insanların
Rabbi olduğu, Kur'an'ın beşerî kaynaklı değil de ilâhî kaynaklı olduğu
vurgulanmaktadır. Allah'tan gelmiş olması hem evrenselliğini, hem
objektifliğini, hem
de hak olduğunu ifade etmektedir.
3. Kur'an bir öğüttür. "O, bir
öğüttür." Kur'an'ın öğüt olmasının ona yüklediği görev, insanları
yapmamaları gereken şeylerden uzak tutmak, o fiillerin neler olduğunu onlara
anlatmaktan ibarettir. Bunu bir örnekle anlatabiliriz: Doktora giden bir
hastaya doktor iki türlü tedavi uygular. Birincisi gerekli olan ilâçları verir,
ikincisi de yememesi gereken gıdaları söyler. Günümüzde diyet dediğimiz uygulama
bunu ifade etmektedir.
Kur'an'ın
öğüt verme görevi, insanları yanlış hareketlerinden alıkoymayı
hedeflemektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'daki yasaklar
genel anlamda "öğüt" anlamına gelmektedir. Ancak olumlu mânada
verilen hükümlerin bir kısmı da öğüt alanına girmektedir. Kur'an'dan örnekler
vererek öğüdün nasıl verildiğine açıklık getirebiliriz: Hûd peygamberin Âd
kavmine şu şekilde öğüt verdiğini görüyoruz:
a) Sakınınız; ben size bir elçiyim;
Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat ediniz; eğlenmek için her yere
bir eğlence binası dikmeyiniz, dünyada temelli kalacakmış gibi hareket
etmeyiniz; zulmetmeyiniz; Allah'a karşı gelmekten sakınınız; büyük günün
azabından korkunuz (Şuarâ 26/124-135). Bunların bütününün öğüt olduğunu Şuarâ
sûresinin 136. âyeti söylemektedir: "Onlar şöyle dediler: Sen öğüt versen
de, vermesen de bizce birdir. "
b) "De ki: Size bir tek öğüt
vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkınız, sonra da
düşününüz! Arkada- şınızda hiçbir delilik yoktur. O, ancak şiddetli bir azap
gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir" (Sebe 34/46).
c) "Allah size, mutlaka emanetleri
ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size
ne kadar güzel öğütler veriyor" (Nisa 4/58).
d) "Muhakkak ki Allah, adaleti,
iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı
yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" (Nahl 16/90).
e) "Çünkü size iftirayı, dilden
dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi
ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz.
Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir günahtır. Onu duyduğunuzda: Bunu
konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük iftiradır, demeli değil
miydiniz? Eğer inanıyorsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan
sizi sakındırmak için öğüt veriyor" (Nûr 24/15-17).
f) Lokman peygamber oğluna özetle
"Allah'a şirk koşmaması; bir amel nerede yapılırsa yapılsın Allah'ın onu
getireceğini bilmesi, namazını kılması, iyiliği emredip kötülükten
sakındırması, kendisine isabet edene
sabretmesi, küçümseyerek insanlara yüz çevirmemesi, yeryüzünde böbürlenerek
yürümemesi, Allah'ın böbürlenenleri sevmediğini bilmesi ve yürüyüşünde tabîi
(mutedil) olup sesini alçaltması" konularında nasihatlerde bulunmuştur
(Lokman 31/13-19).
Örnek olarak
seçtiğimiz âyetler, öğüdün hangi konularda verildiğine bir açıklık
getirmektedir. Bu isteklerin, olumlu emirler olduğu gibi olumsuz emirler de
olduğuna şahit oluyoruz. Kur'an öğüt veren bir kitap olduğuna göre, din adına
verilecek olan öğütler daima onunla verilmeli-dir: "Tehdidimden korkanlara
Kur'an ile öğüt ver!" (Kâf 50/45). Bu emir, hem Hz. Peygamber'e hem de
bütün müslümanlara verilmiştir. Din âlimi ve eğitimcileri bu ilâhî emri bir
ke-nara koyarak kendi görüşleri, düşünceleri ve felsefeleriyle insanlara din
adına öğüt veremeyeceklerini bilmeli ve ona göre bu emre ihtimam göstermelidirler.
Kendi düşünceleri ancak Kur'an'm öğütlerini açıklayacak nitelikte olabilir.
4. Kur'an, aynı zamanda bir şifadır da.
O, sinelerdekine bir şifadır." Daha önce verilen doktor-hasta ilişkisi
örneğini burada yine gündeme getirebiliriz. Doktor hastaya birtakım gıdaları yasaklar,
alkol kullanmamasını, sigara içmemesini söyler. Bu işin öğüt kısmıdır. İkinci
merhalede onun şifa bulması için ilâçlar verir, bu da o-nun tedavi kısmını
teşkil etmektedir.
Kur'an
şüphe eden kalbi (Tevbe 9/45), nifak dolu kalbi (Tevbe 9/77), şirkin içirildiği
kalbi (Bakara 2/93), mühürlü kalbi (Bakara 2/7), kilitli kalbi (Muhammed
47/24), hasta kalbi (Mâide 5/52), dağınık kalpleri (Haşr 59/14), kin dolu
kalbi (Tevbe 9/15) tedavi ederek barışın bulunduğu (Şuarâ 26/89), doyuma
ulaşan (Ra'd 13/28), düşünen (Hac 22/46), kaynaşan (Âl-i İmrân 3/103), iman
eden (Hucurât 49/7), takvaya eren (Hucurât 49/3), titreyen (Enfâl 8/2), tamamen
Allah'a yönelen (Kâf 50/33), hidayete eren (Tegâbün 64/11), ürperen (Hadîd
57/16), kini giderilen (Tevbe 9/15) kalp haline dönüştürmektedir.
Kur'an
bu köklü (radikal) değişimi birtakım ibadetleri emrederek gerçekleştirmektedir.
Genel mânada baktığımızda şirk hastalığını iman ile, işlemekte olduğumuz kötü
amellerin kalbimizde oluşturduğu kiri iyi amel, tövbe ve istiğfar ile
temizleyip tedavi etmektedir. Bizim yanlış davranışlarımızla kötü
düşüncelerimiz manevî gönlün damarlarını kolestrol gibi tıkamaktadır. Bu
tıkanıklığı Kur'an, insana teklv ettiği pratiklerle açmaktadır. Böylece
Kur'an'm şifa veren operasyonları gönülde, yani sinelerde gerçekleşmektedir.
Bütün
bu izahlardan da anlaşılacağı üzere Kur'an'm şifa oluşu, kalplerdeki
inançsızlık hastalığının ve davranış bozukluklarının düzeltilmesi
anlamındadır. Kur'an'ı, fiziksel bir rahatsızlık ve tıbbın araştırma ve tedavi
alanına giren hastalıklara konu edinip onu bu tür hastalara o-kumak, Kur'an'la
bilimi karşı karşıya getirmek olacağı gibi Kur'an'a da yapılabilecek en büyük
saygısızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Kur'an, manevi hastalıkların ve
toplumsal bozuklukların şifasıdır; polikliniklerdearaştırılan ve tedavi
edilebilen fiziksel hastalıkların değil. Zaten âyetin devamındaki
"Kur'an'in hidayet ve rahmet oluşu" da aynı şekilde âyette manevi
düzelmelerin kastedildiğini göstermektedir.
5. Kur'an bir rehberdir: Âyette geçen
u;i* hüden kelimesini "rehber" olarak mânalandırabileceğimiz gibi,
insanın ulaştığı manevî seviyeden aşağıya düşmemesini temin eden bir güç
olarak da görebiliriz. Kur'an hem insanın önünü açmakta, aydınlatmakta ve
yolunu göstermekte hem de Allah katında elde ettiği seviyesini kaybetmemeyi
temin etmektedir. Bakara sûresinin ikinci âyetinde müttakîlere rehber olmasını,
ancak takvaya ulaşanın geri düşmemesini temin etmekle açıklayabiliriz.
Kur'an
rehberliğini nur, yani ışık olma yönü ile gerçekleştirir (bk. Şûra 42/52). Nur
olan Kur'an, cehaletin perdesini yırtıp atmakta, verdiği bilgi ile insanın
önünü açıp aydınlatmaktadır.
6. Kur'an bir rahmettir. "Kur'an
müminler için bir rahmettir" buyurulurken, rahmetin yağmur ile olan
ilişkisi gündeme getirilmektedir. Kur'an'm getirdiği tevhid inancı yağmura,
yani suya benzer. Kur'an, kuruyan, çölleşen ve canlılığını kaybeden gönüllere
rahmettir. Tevhid inancının gönüllere, onun ürünü olan amellerin top
lumlara sağladığı etkinlik suyun tabiata sağladığı etkinliğin aynısıdır. Su hem
hayat verir hem geliştirir. Kur'an'da insanın manevî hayatına hem can verir hem
de onu geliştirip kemale erdirir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Kur'an'm bu âyette temel özellikleri ve görevleri gündeme
getirilmiştir. Kur'an'ın, bütün insanlığa gelmiş olması, Allah'tan gelmesi,
öğüt olması, şifa olması ve nihayet rahmet olması, ondan nasıl istifade
edileceğine ve ona hangi gözlükle bakılacağına bu âyette dikkat çekilmektedir.
Önemli
olan ilke, din âlimi ve görevlilerinin onun bu etkinliklerinden istifade edip
insanları da istifade ettirmektir. Yani, bu âyetin sözde kalmayıp hayata
geçirilmesi gerekir. Şifa dağıtması, öğüt vermesi, rehberlik yapması ve rahmet
olması Kur'an'ın canlı olmasını ifade etmektedir. Sanki o insanlığın
kürsüsünde oturup bütün insanlara öğüt vermektedir. Sanki o, ışık olup yolunu
bulamayanlara rehberlik etmekte, onların beynini ve gönlünü aydınlatarak
önlerini açmaktadır. Sanki o, yağmur olup su gibi gönüllere ve beyinlere hayat
vermekte, insanların sıkıntılarını gidermektedir.[45]
58.
Söyle onlara, Allah'ın bu lutfu ve rahmetiyle işte böylece sevinsinler. Bu
onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstündür.
Âyetin
analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Söyle onlara, Allah'ın bu
lutfu (ile sevinsinler.)" Âyette geçen el-fadl kavramı Kur'an'da farklı
mânalarda kullanılmıştır. Fedâle kalıbı da "güzel ahlâk sahibi olmak,
erdem sahibi olmak": efdale de "birine iyilik etmek, lütuf ve ihsanda
bulunmak"; feddale "birini başkasına tercih etmek"; fedale de
"birbiri ile erdem ve medenî olmakta yarışmak" fâdıl "erdeme
sahip kişi"; "büyük nimet" mânalarına gelmektedir.
1) Birini
diğerinden üstün kılmak. "Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı
şeyleri tutku ile arzu etmeyiniz" (Nisa 4/32). Burada gıpta
yasaklanmıyor, kin ve haseti getirecek aşırı tutku yasaklanıyor.
i. Allah, "cihad edeni, yani
savaşa gideni savaşa gitmeyip oturandan üstün kılmakta"dır: "Allah,
mal ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı"
(Nisa4/95).
ii. Allah, verdiği maddî ve manevî
nimetler bakımından bazı insanları üstün kılmıştır. "Allah rızıkda
kiminizi kiminizden üstün kıldı" (Nahl 16/71). Rızık kelimesi hem zekâ ve
kabiliyeti, hem de maddî serveti ifade etmektedir.
iii. Allah, peygamberleri birbirinden
üstün kılmıştır, "Peygamberleri birbirinden üstün kıldık" (İsrâ
17/55).
iv. Allah tabiattaki yemişleri de tat
ve gıda bakımından birbirinden üstün kılmıştır. "Yeryüzünde birbirine
komşu arazi parçaları, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurma
ağaçları vardır. Bunların hepsi aynı su ile sulanmasına rağmen yemişlerinde
onları birbirinden üstün kıldık" (Ra'd 13/4).
2) Lütuf
ve ihsan. "Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde
Allah 'in lutfu ve merhameti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan
olurdunuz" (Bakara 2/64).
3) İyilik. "Aranızdaki iyiliği
unutmayınız" (Bakara 2/237).
4) Ödül."Onlar Allah 'tan gelen
nimet ve ödül ile bir de, Allah 'in müminlerin ödülünü kaybetmeyeceği
müjdesinin sevinci içindedirler" (Âl-i İmrân 3/171).
5) Fazlasını yapmak ve karşılık.
"Tövbe edin ki, (Allah) sizi belirtilmiş bir süreye kadar güzelce
yaşatsın ve erdemli olan herkese de iyiliğinin fazlasını versin" (Hûd
11/3).
6) Erdem. "İçinizden faziletli ve
imkan sahibi olanlar" (Nûr 24/22), yani erdemli anlamına gelmektedir.
7) Peygamberlik. Cum'a sûresinin 4.
âyetinde fadl, peygamberlik anlamına gelen lütuf olarak mânalandırılmaktadır:
"Bu Allah 'in lutfudur (peygamberliğidir), onu dilediğine verir. Allah
büyük lütuf sahibidir" (Cum'a 62/4).
8) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki
fadl kelimesine âlimler farklı mânalar vermişlerdir. Ebû Saîd el-Hudrî ve İbn
Abbas fadlı Kur'an, rahmeti de İslâm olarak mânalandırmışlardır. Hasan, Dahhâk,
Mücâhid ve Katâde fadla iman, rahmete Kur'an demişlerdir[46].
Âlimlerin
verdiği bu mânaların doğruluğunu nasıl ispat ederiz? Yûnus sûresinin 58.
âyetini 57. âyetin devamı olarak kabul edersek, fadlın Kur'an olduğu, rahmetin
de Kur'an'ın getirdiği İslâm olduğunu söylemek mümkündür.
Zaten
Kur'an'ın kendisi bir önceki âyette rahmet olarak takdim e-dilmişti. Aslında
Allah Kur'an'ı insanlara göndermekte onlara büyük bir ihsanda bulunmuştur.
Fadlı lütuf, rahmeti de Kur'an olarak mânalandırabiliriz. Bu duruma göre âyetin
anlamı "Allah'ın lutfu ve size gönderdiği Kur'an ile sevinsinler"
şeklinde olmaktadır.
2."(Söyle onlara, Allah'ın lutfu)
ve Kur'an'ı ile sevinsinler." Burada Allah, manevî değerlere sahip olmakla
müminlerin, hatta bütün insanların sevinmesini istemektedir. Kur'an'ın insanların
gönlüne inip orada bir sevinç yumağı oluşturması istenmektedir. Çünkü Kur'an'ın
öğütleri, insanın gönlüne şifa vermekte, rehberlik yapmaktadır. Kur'an, insanın
insanı köleleştirdiği bir dönemde insan haklarını savunmuş ve bu haklar uğruna
çalışmayı ibadet kabul etmiş, şirki insanın gönlünden söküp atmış, insanları
kardeş ilân etmiş, şeytanın ve nefsinin tutsağı olmaktan kurtarmıştır.
3. "Bu onların toplayıp
biriktirdiği her şeyden daha üstündür." İnsanların toplayıp
biriktirdikleri ne olabilir? Bu soruya birkaç açıdan cevap verebiliriz:
a) Toplayıp biriktirilen şey para ve
mal olabilir. Kısaca ekonomik değer taşıyan her şeydir. O zaman Allah ekonomik
değer ile Kur'an ve İslâm'a sahip olmayı mukayese etmektedir. Başka bir ifade
ile ekonomik değerle ilâhî vahyin mukayesesini yaparak, ilâhî vahyin
üstünlüğünü öğretmektedir. Biz buna maddî değerlerle manevî değerlerin
mukayesesi diyebiliriz.
Bu tür mukayeseler
başka âyetlerde de yapılmaktadır: "Sakın kendilerini denemek için onlardan
bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme!
Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem daha kalıcıdır" (Tâhâ 20/131). Bu
âyette de Yüce Allah, dünya hayatıyla kendisinin âhirette vereceğini söylediği
rızkın karşılaştırmasını yapmış, söz konusu rızkın daha hayırlı olduğuna dikkat
çekmiştir.
Yûnus sûresinin
58. âyetinde geçen "toplayıp biriktirdikleri şey" ifadesi Tâhâ
sûresinin 131. âyetinde "dünya hayatının çekiciliği" şeklinde
geçmektedir. Yûnus sûresinin 58. âyetinde geçen "Allah'ın fadi ve
rahmeti" ifadesi de Tâhâ shuresinin 131. âyetinde "Rabbinin
nimeti" olarak yer almaktadır.
Mukayese
yaparken Yûnus sûresinin 58. âyetinde sadece 'daha üstündür' anlamına gelen
hayr kelimesi kullanıldığı halde, Tâhâ sûresinin 131. âyetinde hem hayır hem
de ebka kelimelerine yer verilmektedir. Daha üstün ve daha kalıcı mânalarını
ifade etmektedirler.
b) İnsanların toplayıp yığdıkları
sadece ekonomik değerler değildir. Buna kültürel değerler açısından da
bakılabilir. İnsanlar toplumsal mânada "örf ve âdet" gibi değerleri
kültür olarak biriktirip miras olarak nesilden nesile aktarırlar. Onların
aktardıkları bu değerler Allah'ın gönderdiği vahiyden üstün olamaz. Aynı
zamanda düşünsel mânada insanların üretip biriktirdikleri beşerî fikirlerin
ilâhî vahiyden üstün olamayacağına da âyette işaret edilmiş olabilir.
Demek
ki burada ilâhî vahyin, beşerî düşünce ve toplumun kültürel değerlerinden
üstün olduğuna dikkat çekilmektedir. Kur'an ve onun meydana getirdiği İslâm,
beşerî birikimlerden olan düşünce, örf ve âdetlerden daha üstün olduğu mukayesesini
yaparak, insanlığa çok önemli bir bakış açısı kazandırmaktadır.
Hangi
değerlerin öne çıkarılacağı açıklanan bu âyetlerde, özellikle değerleri ilâhî
ve beşerî kaynaklı diye ayırmanın zorunluluğu da dile getirilmektedir. İlâhî
kaynaklı değerlere sahip olanların sevinmesinin daha doğru olacağı âyette
vurgulanmaktadır.[47]
59.De
ki: Ne oldu size de Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerden bir haram
yaptınız bir de helâl? De
ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah 'a iftira mı ediyorsunuz?
60.
Yalanı Allah'a yakıştıranlar, kıyamet günü hakkında ne düşünüyorlar? Allah,
insanlara karşı elbette lütuf
sahibidir, fakat onların çoğu şükretmiyor.
Bu
âyetlerin analizinden varılacak önemli neticeler şunlardır.
1. "De ki: Ne oldu size de
Allah'ın size rızık' olarak indirdiği şeylerden (bir kısmını helal, bir kısmını
haram yaptınız?)" Buradaki "indirmek" fiilinin
"yaratmak" anlamına geldiğini bilmek gerekir. "İndirme"
eyleminin, yaratmanın yerine kullanıldığını ispat eden âyetler vardır.
"Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi" (Zümer 39/6) yani
"sizin için hayvanlardan sekiz çift yarattı" âyetiyle "Biz
demiri de indirdik" (Hadîd 57/25) âyeti bunun örneklerindendir.
Demek
ki Allah insanlara rızkını indirdi buyururken "yarattı, ihsan etti, takdir
etti" anlamlarını kastetmektedir. Âyetteki önemli nokta, rızkın Allah
tarafından takdir edilip gönderildiğinin bilinmesidir. Âyetin devamından bunun
ne anlama geldiğini anlayacağız.
2. "Bir kısmını helâl, bir kısmını
da haram kılmanıza ( ne dersiniz?)" Madem ki rızkı Allah gönderiyor, öyle
ise onun helâl ve haram oluşu meselesini belirleme hakkı da ona aittir. Hangi
nimetin haram veya haram olmadığı konusundaki yetki Allah'a aittir. Meşru bir
yaşam tarzı içinde insanın Allah'ın nimetlerinden istifade etme imkanı vardır.
Peki, insanlar helâl olan bir gıdayı nasıl haram hale getirebilirler? Bu
sorunun cevabı çeşitli şekillerde verilebilir:
a) Helâl olduğu halde haram hale
getirerek. Meselâ üzüm insana helâl olduğu halde, onun suyu alkolleştirilerek
haram hale getirilebilir. Allah En'âm sûresinin 90. âyetinde böyle bir içeceği
yasaklamıştır. Ama
insan şu fikri savunabilir: Üzüm şekerle birlikte kaynatılıp kompostu olarak
içiliyor da, ondan elde edilen şarap niçin haram olsun? Bu inanış içerisinde
olan insan iki türlü kötülük işlemektedir. Birinci olarak helâl
olan rızkı haram hale getirmektedir; ikinci olarak da haramın helâl olduğu
iddiasında bulunmaktadır.
b) İslâm öncesinde Araplar'in bâtıl
inanç ve âdetlerinde, bazı hayvanları putlara kurban eder, bazılarını da
putlar adına serbest bırakırlardı. Bu durum Mâide sûresinin 103. âyetinde
anlatılmıştı. Beşinci yavrusu
dişi olan deveye Bahîra denir ve putlar adına serbest bırakılırdı. Put adına
serbest bırakılan, sütünden sadece misafirlere verilen deveye de sâibe, biri
erkek diğeri dişi olarak ikiz doğuran deve veya koyuna da vasîle derlerdi. On
nesli dölleyen erkek deveye de hâm denirdi. "Allah bahîra, sâibe, vasîle
ve hâm diye bir şey (meşru) kümamıştır. Fakat kâfirler, Allah'a iftira
etmektedirler, onların çoğunun da kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103). Putlar
adına serbest bırakılan hayvanlar meselesinde Allah'ın fetvası olmadığı halde
böyle bir şey uydurmanın Allah'a iftira olduğu bildirilmektedir.
c) "Onlar saçma düşüncelerine göre
dediler ki; bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları
bizim dilediğimizden başkası yiyemez- Bunlar da binilmesi yasaklanmış
hayvanlardır. Birtakım hayvanlar da vardır ki (Allah böyle emrediyor diye) O'na
iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları
yüzünden Allah onları cezalandıracaktır" (En'âm 6/138). Âyetten anlıyoruz
ki haram kıldıkları şeyleri Allah haram kılmamış, ama Allah'a iftira ederek
helâli haram yapmışlardır.
d) "Allah'ın yarattığı ekinlerle
hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'bu Allah'a, bu da ortaklarımıza'
dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan
ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar"
(En'âm 6/136).
"Dediler
ki: 'Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir,
kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın
erkek) hepsi onda ortaktır:' Allah bunların cezasını verecektir. Şüphesiz ki O
hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira
ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar
gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir" (En'âm 6/139-140).
f) Sekiz eş yarattı: Koyundan iki,
keçiden iki. De ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki
dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Eğer doğru iseniz bana
ilimle söyleyiniz. Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı). De ki: O, bunların
erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan
yavruları mı haram kıldı ? Yoksa Allah 'in size böyle vasiyet ettiğine şahit
mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan
kim daha zalimdir? Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez" (En'âm 6/143-144).
Bütün
bu âyetlerden anlıyoruz ki insanlar bazan Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl
kıldığını haram yapmışlardır. Bunların, sebeplerine bakarsak alışkanlık, şirk
ve bilgisizlik onları Allah'a iftira ettirerek helâli haram, haramı helâl
yaptırmıştır.
3. "De ki: Allah mı size izin
verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" Allah, kendisinin gönderdiği
rızıkları haram ve helâl yaparak fetva verenlere bunun sebebini sormakta ve
böyle fetva vermenin iki sebebi olabileceğine dikkat çekilmektedir.
a) Allah izin vermiş olabilir. Allah'ın
izin vermediği bir alan veya konuda beşerin helâl ve haram diye fetva vermesi
mümkün değildir.
b) Allah'a iftira etmiş olabilirler.
Konunun can alıcı noktasını burası teşkil etmektedir. Allah'ın haram
demediğini haram, helâl demediğini helâl demek veya haram dediğini helâl,
helâl dediğini haram diyerek fetva vermek Allah'a iftira etmekten başka bir
şey değildir.
c) Âhirette inanmamış olabilirler.
Yûnus sûresinin 60. âyeti şöyledir: "Allah'a karşı yalan uyduranların
kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" Bu âyette Allah'a iftira
edenlerin âhirete inanmadıklarına işaret
edilmektedir. Onların âhiretteki
durumlarının ne olacağı konusunda kesin bilgi ve imanları olsaydı Allah'a
iftira etmezlerdi. Onların bilgi ve iman noksanlıkları vardır.
d) Şükretmemeleri. Yûnus sûresinin 60.
âyetinde "Şüphesiz Allah insanlara karşı'lütuf sahibidir. Fakat oların
çoğu şükretmezler" buyurulmaktadır. Buradaki "şük- retmek"
kelimesine "fadl" kelimesine verilen mânaya uygun bir anlam vermek
gerekir. Fadl "lütuf, nimet" anlamına alınırsa, şükretmeye "nimetin
kıymetini bilmek, karşılığını yerine getirmek"; yok eğer yaptıkları
hatanın cezasını ertelemek anlamına alınırsa "Allah'a inanmak" mânasına
almak gerekir.
İbn
Abbas "şükretmezler" ifadesine "inanmazlar" mânasını vermektedir.
Râzî'nin verdiği mâna da buna yakındır: Onlar, Allah'ın delillerini düşünme
hususunda akıllarını kullanmazlar; peygamberlerinin davetini kabul etmez ve
Allah'ın kitaplarını dinlemek suretiyle istifadede bulunmazlar[48]. Diğer müfessirler, söz konusu kelimeyi,
nimetin kıymetini bilmek anlamına almışlardır.[49]
61.
Se zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur"an'dan bir şey okusan ve siz
ne zaman bir iş yaparsanız o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde
şahMizdir Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbmden uzak (gizli)
kalmaz. Bundan daha küçüğü de daha büyüğü de apaçık bir kitapta (kayıtlı)dır.
Bu
âyetin analizine geçmeden, önceki âyetlerle olan ilişkisini tesbit etmek
gerekir. 59. âyette, "Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl,
bir kısmını da haram kılmanıza ne dersiniz?" sorusunu sorduğunda, onların
herhangi bir kaynağa, kitaba dayanmadıklarına, onu referans olarak
göstermediklerine işaret edilmektedir. Âyetin devamında, "Allah mı size
izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" sorusu yer almaktadır.
Demek ki haram ve helâl konusunda ilâhî görüşü bilmek gerekiyor, aksi takdirde
Allah'a iftira ederek fetva vermiş olunacaktır.
Diğer
taraftan Yûnus sûresinin 60. âyetinde Allah'a iftirada bulunanların kıyamet
hakkındaki görüşleri sorulmaktadır. Allah bu âyetlerin devamı olarak 61. âyeti
göndererek onların niyetlerini, düşüncelerini ve amellerini bildiğini gündeme
getirmektedir. 61. âyette verdiği dersi Hz. Muhammed ve onun ümmetine
uygulayarak, onları model seçerek insanlığa sunmaktadır. Bu açıklamanın
ardından âyetin analizine geçebiliriz.
1. "Ne zaman sen bir işte
buluns'an, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş
yaparsanız, o işe daldığınızda biz mutlaka üstünüzde şahidizdir." Âyetin
bu kısmında üç eylem ele alınmakta, bu eylemleri üretenlerle Allah'ın ilişkisi
açıklanmaktadır.
a) "Ne zaman sen bir işte bulunsan."
Âyetin bu kısmındaki olsJı eş-şe'n kelimesi "hal ve durum" anlamına
gelmektedir. Bu kelime Rahman sûresinin 29. âyetinde Allah için de
kullanılmaktadır. "Allah, her an bir iştedir", yani her an yaratmada,
her an kâinatta tasarrufta bulunmaktadır. Bu kelimenin öz mânasında
"eylemin iyi" olması vardır. Çünkü Kur'an'da amel kelimesi
kullanılınca hemen peşinden sâlih (iyi) kelimesi kullanılmaktadır. Ama eş-şe'n
kelimesi kullanılınca "iyi" kelimesi kullanılmadan, o amelin iyi
olduğu anlaşılmalıdır. Onun içindir ki Hz. Peygamber'in şe'n durumu söylenirken
"iyi" sıfatı kullanılmamış, o amelin iyi olduğu tarafımızdan
bilinmelidir. Ayrıca ouJt eş-şe'n kelimesi kesintisiz olan eylemleri de ifade
etmektedir. Amel başlar ve biter ama üuJı eş-şe'n denen eylem Allah için
kullanıldığında her an devam etmekte ve yenilenmektedir. eş-Şe'n kelimesi Nûr
sûresinin 62. âyetinde "iş" anlamına gelmektedir: "Öyle ise,
bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin
ver" (Nûr 24/62). Bu kelimenin Abese sûresinin 37. âyetindeki anlamı
"durum ve dert"tir: "O gün, herkesin kendine yetip artacak bir
derdi vardır." Demek şe'n kelimesi "iş, durum ve dert"
anlamlarına gelmektedir. Geçmiş olduğu âyete göre mâna kazanmakta olan bu kelime
aslında "durum, iş" demektedir.
b) "Ne zaman Kur'an'dan bir şey
okusan!" Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır: Kur'an
okumak bir ibadettir. Âyette yer alan minhü zamiri şe'n kelimesine
gitmektedir. O zaman yaptığın, bulunduğun iş hakkında okuduğun Kur'an anlamı çıkmaktadır
yani yaptığı işi Kur'an ile değerlendirmek söz konusudur, yapılan işe
Kur'an'dan referans bulmak demektir. O zaman bu âyet, Hz.Peygamber'in işini
Kur'an'a dayandırdığına delil olmaktadır. Demek ki Hz. Peygamber işlerini
Kur'an'a dayandırarak gerçekleştiriyordu.
Âyette
ki minhü zamiri kendinden sonra gelen Kur'an'a da gitmiş olabilir. O zaman
'Kur'an'dan okuduğu şey' anlamına gelir ve 'Kur'an'dan bir âyeti ne zaman
okursan' demek olur.
c) "Ne zaman bir amel yaparsanız
yapınız." Âyetin bu kısmında amel kelimesi çoğul anlamı yerinde
kullanılmış olabilir. O zaman Allah, sadece peygamberi değil, onun ümmetini de
devreye sokmaktadır. Hz. Peygamber'in özel durumunu ele alınca şe'n
kelimesini, umumun eylemini ifade ederken de "amel" kelimesini
kullanmaktadır.
Allah "iş. Kur'an okumak ve amel" kavramlarını burada gündeme getirmesinin
sebebini âyetin devamında açıklayacaktır.
d) "O işe daldığınız zaman biz
mutlaka üstünüzde şahidizdir." Âyetin bir önceki kısmında geçen şe'n
kavramını
aklın ve gönlün eylemi, Kur'an okumayı ibadet, amel kelimesini de ahlâkî
davranışlar ve çalışmalar olarak alırsak, âyetin bu bölümündeki şahit kavramına
da şöyle bir açılım getirebiliriz: Allah gönül eylemlerine,
ibadetlere ve genel anlamda ahlâkî ve çalışma şeklindeki davranışlara murakabe
yapıp onları değerlendirmektedir. Allah insanı içten ve dıştan kuşatarak her
şeyine tanıklık etmektedir. Ayette kullanılan el-ifâda kelimesi
"dalmak", "kendini işe vermek" anlamına gelir. Hiçbir gönül
eylemi ve davranış asla ilâhî bilginin dışında kalamaz, onun değerlendirmesine
tâbidir. Bunun kuralı da âyetin devamında verilmektedir.
2. "Ne yerde ne gökte zerre
ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü de daha büyüğü de
apaçık kitapta (kayıtlı)dır". İnsanın küçük ve büyük bütün amellerine
tanıklık ettiği" kuralını âyetin bu kısmı açıklamaktadır. Burada
"Allah'ın, tabiat kanunları ile olan ilişkisi ne ise insanın amelleri ile
olan ilişkisi de odur" bilinci verilmektedir. Gökte ve yerde zerre
miktarınca olan bir şey Allah'ın bilgisinden uzakta kalamayacağı gibi, insanın
amellerinden de zerre miktarı hiçbir şey değerlendirme dışı kalamaz. En küçük
bir şey kitapta kayıtlı olduğuna göre, en küçük bir amel de amel kitabına kaydedilmektedir.
Aynı
dersi Lokman oğluna vermiştir: "Yavrum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi
ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin
derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu getirir. Doğrusu Allah, emrince her
şeyin içyüzünü, arka planını bilmektedir ve her şeyden haberdardır"
(Lokman 31/16).
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyet ile bu âyeti birleştirdiğimizde, bir amelin küçüklüğü
ya da büyüklüğü Allah'ın ilmi için herhangi bir fark oluşturmamaktadır,
diyebiliriz. "Ö, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir
yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir.
Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır" (En'âm 6/59). Demek ki
Allah maddî âlemde olup biten ne varsa hepsinden haberdardır. Bunların hepsini
bildiği gibi insanın gizli-açık bütün amellerini de bilmektedir.[50]
62.Bilesiniz ki, Allah'ın
dostlarına korku yoktur; onlar tasaya düşmeyeceklerdir.
63. Onlar inanmış ve takvaya
erişmişlerdir.
64.Dünya hayatında da âhirette de
onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu,büyük
kurtuluşun tâ kendisidir.
Bu âyetlerde Yüce Allah
"Allah'ın dostlarının" yani "velilerin" kimler olduğunu
özellikleri ile açıklamaktadır. Halk dilinde evliyâullâh denen ve
"Allah'ın dostları" anlamına gelen ifade burada ele alınmaktadır.
Aslında Kur'ân'm çeşitli âyetlerinde aynı konu gündeme getirilmek-
te ve farklı özellikler ele
alınmaktadır. Biz bunları bir araya getirerek "Allah'ın dostları"nın
kimler olduğuna açıklık getireceğiz.
"Allah'ın dostları"
ifadesini iki türlü yorumlamak mümkündür: İlki, "bunlar Allah'ın
dostudur"; diğeri de, "bunlar Allah'a dost olanlardır". Bu
manaların birincisi ağır basmaktadır. Çünkü Allah insana dost olur; oysa
insanın Allah'a dost olması imkansız gibi görünmektedir. İnsan inancı ve
amelleri ile zemini hazırlar ve böylece Allah ona dost olur. Onun için bizim,
"Allah'a dost olan" değil de, "Allah'ın dost olduğu
insan"dan bahsetmemiz daha doğru olacaktır.
Bu açıklamayı nasıl ispat ederiz?
"Allah inananların dostudur" (Bakara, 2/257) âyetinden anlıyoruz ki,
Yüce Allah, kendi koyduğu ölçüleri yerine getiren kullarını dost edinir; kulu
onu dost edinemez. Çünkü dost olmanın kurallarını Allah koyar, insan koyamaz.
Bir insanın çıkıp "ben Allah'ın dostuyum" demesi doğru değildir, ama
Yüce Allah, "ben şu özelliklere sahip olan insanı dost edindim"
diyebilir ve diyor da.
Allah'ın dost olduğu velî ne
anlama gelmektedir? Velî kelimesinin kökü veleye dir. "Yaklaşmak"
anlamına gelen bu kelimenin veliye kalıbı "idare etmek, düzenlemek, işini
üzerine almak" manasını ifade etmesinin yanında "yardım etmek,
sevmek, bir ülkeyi istila etmek" manaları da vardır. Mevlâ kalıbı,
"Rab, efendi, bir işi gören, yakın hısım, ihsan eden, ihsan olunmuş, dostu
sevdiği kimse, kul köle azad eden" manasına gelmektedir.
Bu manalardan "yaklaşmak,
sevmek, ihsan eden veya olunan, dost" manaları öne çıkmaktadır. Yani
"Allah'ın velisi", Allah'ın yakın olduğu veya Allah'a yakın olan;
Allah'ın sevdiği veya Allah'ı seven; Allah tarafından ihsan edilen; Allah'ın dostu
manalarına gelmektedir.
Bu açıklamadan sonra, Yûnus
süresindeki 62-64. âyetlerde geçen "Allah'ın dostları"nın
özelliklerine geçebiliriz.
1. "Bilesiniz ki Allah'ın dostlarına korku yoktur. Onlar
tasaya düşmezler." Bu âyette şu konular
işlenmektedir: "
a) Bilesiniz ki" anlamını verdiğimiz elâ kelimesi,
"bilesiniz ki, unutmayın ki, dikkat edin" manalarına gelmekte ve bu
kelimeyle Yüce Allah'ın anlatacağı konunun akıldan çıkarılmaması istenmektedir.
Bilme konusunda verilen emirden anlıyoruz ki, ilâhî eğitimin bir de
öğretim, yani bilgilendirme boyutu
vardır.
b) "Allah'ın dostları" Buradaki velî kelimesinin çoğulu
olan evliya' kavramı, "Allah'a yakın olanlar" manasına alınmalıdır.
Bu kelimenin ilk anlamı bu olunca, ikinci anlamı da "Allah'ın koruduğu, Allah'ın
sevdiği kullar" olmaktadır.
Buradaki evliya kelimesinin
"yakınlar" manasına geldiğini nasıl ispatlarız? Vakıa sûresinin 88.
âyetinde: "Fakat (ölen kişi) Allah'a yakın olanlardan ise" ifadesi
yer almaktadır. Buradaki el-mukarrabûn yani "yakın olanlar" ifadesini
Yûnus sûresinin 62. âyetine götürüp evliya kelimesinin manası olarak
yerleştirebiliriz. Böylece evliyâullâh yani "Allah'ın dostları",
"Allah'a yakın olanlar" şeklinde manalandırılabilir.
Peki bu manayı vermemizin ve bu
iki kavramı bir araya getirmemizin delili ne olabilir? Yûnus sûresinin 62.
âyetindeki ... "korku yoktur" ifadesiyle Vâki'a sûresinin 89.
âyetindeki "ona rahatlık vardır" ifadeleri arasındaki benzerlik buna
delil olmaktadır. Yani bizim kanaatimize göre "korku yoktur" demek,
"rahatlık vardır" demektir.
c) "Onlara korku yoktur; tasaya da düşmeyeceklerdir."
Râzî'nin yorumuna göre, korku 'gelecek'le; tasa da 'geçmiş'le alakalıdır. Demek
ki, Allah'ın dostlarının, Allah'a yakın olanların, yani Allah'ın sevdiği
kullarının gelecekle ilgili korkuları; geçmiş hayatları ile ilgili üzüntüleri
de olmayacaktır.
Gelecekle ilgili korku ne
olabilir? Bunu Vâkı'a sûresinin 89. âyeti ile cevaplandırabiliriz. Ölmekte olan
kişi Allah'a yakın olanlardan ise, ölürken onda bir rahatlık olacağına göre, böyle
olmayanların yani Allah'a yakın olmayanların bir rahatsızlığı olacaktır.
Rahatsızlığı olmak da, korku ve endişe içinde olmak demektir.
Ölüm onlar için korkulacak bir
durum değil, aksine onlar için gurbetten sılaya gitmektir. Dünya insan için
gurbet, ölüm de gurbetten sılaya gidişin kapısıdır.
Gelecekle ilgili korku ve
endişenin diğer bir boyutu da, âhiretle ilgilidir. Allah'ın dostlarının
âhiretteki hayatla ilgili korkuları olmayacaktır. Çünkü onlar bu dünyada,
âhirette nasıl bir amel defteri ile karşılaşacaklarını bilmektedirler. Peki bu
yorumu nasıl ispat ederiz? "Kitabı sağ tarafından verilen: 'Alın, kitabımı
okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum', der"
(Hakka 69/19-20). Bu insanların, bu dünyadaki bilinçli iman ve iyi amellerinin
sonucu olarak, âhirette alacakları ödülü bildikleri için korkuları
olmayacaktır. Kendisini bu dünyada değerlendirecek kadar güçlü bir gönül gözüne
sahip olan insanın âhiret hayatı ile ilgili korkusu kalmayacak ve orada da
korkmayacaktır.
Gelecek hayatı ile ilgili korkusu
olmayan kişinin geçmişi ile ilgili de bir üzüntüsü yok demektir. Çünkü
geçmişteki hayatında kendisini üzecek hiçbir ameli olmamıştır; geçmişinde bir
karanlık leke yoktur, gönlünde pas bağlayacak günahı da yoktur.
Bu izahlarımıza ilaveten biz
üzüntüyü âhiretteki hayat için de düşünebiliriz: "Kimin de kitabı arka
tarafından verilirse o, ölümü çağıracak (yani yok olmak isteyecektir)"
(İnşikâk 84/10-11). İşte bu âyetlerde âhirette bazı kişilerin üzüntüsünün
olacağı ifade edilmektedir ki bu kişiler de amel defteri arkasından verilenlerdir.
Diğer taraftan korkusuzluğu ve
tasasızlığı bu dünya hayatı için de düşünebiliriz. Allah'ın dostları, Allah'a
yakın olanlar ve Allah'ın sevgili kullarının bu dünyada korkacakları ve
tasalanacakları bir şey yoktur. Çünkü onlar Allah'ın beraberliğini elde etmiş
ve O'na yakın olmuşlardır. İşte din eğitiminin ana amaçlarından biri burada
ortaya çıkmaktadır: Korkusuz ve tasasız insanlar yetiştirmek. Beyni ve gönlü
ile Allah'a yakın olan, O'nun dostluğunu kazanan velîler yetiştirmek. Böylece
bu kişiler dünya hayatlarında cenneti umacaklar, cehennemden de korkarak
hayatlarını düzenleyeceklerdir.
2. "Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır." Allah'ın
dostu, Allah'ın sevgilisi ve Allah'a yakın olabilmek için bu âyetin ifadesine
göre şu hususlar gereklidir:
a) İman etmek.
İman etmek, inkâr ve şirkten
gönlünü temizlemek anlamına gelmektedir. Bunun anlamı: "O halde kim
tâğûtu inkâr edip Allah'a inanırsa" (Bakara 2/256) âyetinde ortaya
çıkmaktadır. Önce gönüldeki sahte tanrıları, şirki reddetmek, ardından iman
etmek gerçek iman demektir.
Veliliğin, yani Allah'a yakın
olmanın ilk basamağı sahte tanrıları inkâr, ikinci basamağı da gerçek imana
sahip olmaktır. İmanın kök kalıbının "güven" anlamına geldiğini düşünürsek
iman etmek, insanlarla ve Allah ile bir güvenlik hattı kurmak demektir. Demek
ki "velî" Allah'ın güvendiği ve insanların güvenini kazandığı
kimsedir. Velî insana, sırtınızı dönebilirsiniz. İman etmiş olması, onun
güvenilirliğini ifade etmektedir.
b) Sakınmak.
Takvayı elde etmek, manevi
bağışıklık sistemini kuvvetlendirmektedir. Bakara sûresinin 22. âyetinin
tefsirinde takvanın ne olduğu geniş bir şekilde açıklanmıştı. Yeniden
hatırlatmak gerekirse takva, Allah'a olan sevgisinden dolayı, onun yasaklarından
kaçıp yapmasını emrettiği şeyleri yerine getirmenin insana getirdiği manevi
olgunluktur. Onun için takvanın bir ucu doğuştan gelmekte, diğeri de sonradan
manevi disiplinle kazanılmaktadır.
Şimdi Yûnus sûresinin 63. âyetine
göre velî, "inanan ve takvaya eren kişi"dir. 62. âyetin son kısmını
da ilave edersek, gerçek iman ve takva sahibi olduğu için korkusuzluğa ulaşan
ve tasası olmayan insana velî denmektedir. İşte bu insan Allah'a yakın ve
Allah'ın sevgili kulu olmaktadır.
3. "Dünya
hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde değişme
olmaz. İşte bu, büyük kurtuluşun tâ kendisidir." Bu rada önce şu soruyu
sorabiliriz: Dünyadaki müjde ne anlama gelmektedir?
a) Cennetle sevinmek.
Yüce Allah Fussılet sûresinin 30. âyetinde: "Şüphesiz,
'Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra istikamette olanların üzerine melekler iner ve
onlara: Korkmayın, size vaadolunan cennetle sevinin', derler." buyururken
müjdenin ölüm anında verileceğine dikkat çekmektedir. İşte henüz ölmeden önce
dünyada iken cennetle sevinme, müjdelenme anlamına gelmektedir.
b) Meleklerin dostluğunun ilan edilmesi.
Melekler, Fussılet sûresinin 30.
âyetindeki müjdeye ilaveten kendilerinin o insanlara dost olduğunu da
müjdeleyeceklerdir: "Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız"
(Fussılet 41/31).
Bütün bunlara bakarsak, tebşîr
denen "müjdelemek", aslında "dünya hayatında mutluluğu elde
etmek, daima sevinç içerisinde ol-mak"tır. Korku ve tasa olmayınca,
onların hayatı daima sevinç ve mutluluk içinde geçecektir.
Dünya hayatındaki müjdelemeyi bu
iki âyetin işaretiyle izah ettikten sonra âhiretle ilgili müjdeyi nasıl
açıklarız? Âhiretteki müjdeler de şunlardır:
i. Cennet ve ondaki nimetler.
"İman edip iyi davranışlarda
bulunanlara, altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele" (Bakara
2/25).
"Affedici ve merhamet sahibi
olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var
ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır" (Fussılet 41/31-32).
ii. Allah'ın ve meleklerin selâmı.
"Onlara, merhamet sahibi
Rab(lerin)den selâm vardır" (Yâsîn 36/58).
"Melekler (cennetliklere): 'Sabretmenize karşılık
size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir', derler" (Ra'd 13/24).
Bütün bunların ötesinde hem dünya
hem de âhiretteki müşterek müjde şudur: "Allah onlardan razı olmuştur,
onlar da Allah'tan razı olmuşlardır" (Tevbe 9/100).
"Allah'ın sözlerinde değişme
yoktur." İnanışı ve amelleriyle Allah'a yakın olan, Allah'ın dostluğunu ve
sevgisini kazanan insanlar hakkında söylenen, 'onlar için korku ve tasanın
olmadığı, onlara dünya ve âhiret hayatında müjdelerin olduğu, sözünün asla
değişmeyeceği garantisinin verilmiş olması'dır.
Yüce Allah'ın, bu insanlardan
razı olacağı, onlara ödül olarak cenneti verip, onlardan rahmetini
esirgemeyeceğine dair sözü mutlaka yerine gelecektir. Çünkü: "Benim
huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim" (Kâf
50/29) buyruğu da âhirette mutlaka gerçekleşecektir. Yine bu âyetlerden
anlıyoruz ki vadedilen ödülün verilmemesi haksızlıktır.
"İşte bu, büyük kurtuluşun
tâ kendisidir." Âyette geçen el-fevz kelimesi "kurtuluş, saadet,
saltanat" manalarına gelmektedir.
Korkusuzluk, tasasızlık ve müjde
insana hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğu getirmektedir. Demek ki
evliyâullâh büyük saadeti elde edenlerdir. Allah'ın yakınları, sevgilileri,
dostları dendiğinde akla gelecek olan şey mutluluktur. O zaman, "velî
kimdir?", sorusuna; "velî, büyük saadeti elde edendir" cevabını
verebiliriz.
Konuyu bitirmeden önce burada şu
soruyu da sorabiliriz: Dinin amacı nedir? Dinin amacı, insanları dünya ve
âhirette saadete ulaştırmak ve bunun için gerekli olan ilke ve metodları koyup
hayata geçirmektir. Bu, aynı zamanda din eğitiminin "insanı dünyada
mutluluğa, âhirette de saadete ulaştırmaya yönelik çalışmalıdır"
şeklindeki ilkeleri, metodları
ve uygulamalarıdır. Mutluluğa
ulaştırabilmek için de insanın beynini, gönlünü ve nefsini "doyum"
noktasına ulaştırmak gerekiyor. Eğitim ve öğretim olmadan da doyum noktasına
ulaşmak mümkün değildir.[51]
65. Onların sözleri seni üzmesin.
Çünkü bütün şeref Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.
Bu âyetin analizinde
değerlendirmeyi üç ana unsur etrafında yapmanın doğru olacağını düşünüyoruz.
1. "Onların sözleri seni üzmesin." Burada "kimin
sözleri?" diye bir soru sorabiliriz. Kanaatimizce bu sözler, Hz. Peygamber'in
peygamberliğine karşı çıkan müşrik ve kâfirlerin, hatta münafıkların
sözleridir. Ardından "onların sözleri ne idi?" sorusunu sormamız
gerekiyor. Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz. Bu âyetler aynı
zamanda bir önceki sorumuzun da cevabı olacaktır.
a) "Kâfirler; 'bu (Kur'ân) olsa olsa (Muhammed'in) uydurduğu
bir yalandır ve başka bir grup da bu hususta kendisine yardım etmiştir',
dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır"
(Furkân 25/4 )
b) "Yine onlar dediler ki Bu (âyetler) onun, başkasına
yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan öncekilere ait
masallardır" (Furkân 25/5).
c) "Onlar: 'Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşıda
dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisi ile beraber o da uyarıcı olmalı
değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir
bahçesi olmalı değil miydi? Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız',
dediler." (Furkân 25/7-8).
d) "Kâfirler seni gördüklerinde: 'Sizin ilahlarınızı diline
dolayan bu mu?' diyerek, seni hep alaya alırlar. Halbuki onlar, çok esirgeyici
Allah'ın kitabını inkâr edenlerin tâ kendileridir" (Enbiyâ 21/36).
Kur'ân'ı Hz. Muhammed yazdı
diyerek ona iftira etmeleri, Kur'ân'ın masal olduğunu söylemeleri, Hz.
Peygamber'in bir insan gibi hareket etmesini uygun bulmayarak onu
aşağılamaları, Kur'ân'ın ona indiriliş tarzını uygun bulmamaları, onu alaya
almaları Hz. Peygamber'i üzen davranışlardı.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e karşı
takınılan bu olumsuz tavırların onu üzmemesi için şu esası gündeme
getirmektedir:
"Onların söylediklerinin
gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o
zâlimler aslında açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden
önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet
edilmelerine rağmen sabrettiler; sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın
kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Elbette peygamberlerin haberlerinden
bazısı sana da geldi" (En'âm 6/33-34).
Kâfirlerin inkârı ya da saldırganlıkları Hz. Peygamber'e
değil, Allah'ın âyetlerine yöneliktir. Onların bu saldırılarına,
yalanlamalarına karşı sabırlı, yani dayanıklı olmak gerekiyor.
2. "Çünkü bütün şeref Allah'ındır." Âyetin bu kısmında
geçen el-'izzet kavramı, bulunduğu yere göre, "üstün kudret, onur,
yücelik, şeref manalarına gelmektedir.
Şimdi bu manaları bu âyetteki
el-'izzet kelimesine uyarlayarak ayrı ayrı açıklamak istiyoruz:
a) "Üstün kudret Allah'a aittir." Kâfirlerin Hz.
Peygamber'i öldürmeye teşebbüs etmeleri; ona ağır eziyette bulunmaları ve ona
zarar vermek için söz ve davranışları ile saldırmalarına karşılık ona güven
vermek için âyetin bu kısmı gündeme getirilmiştir. Allah, "üstün kudretin
kendisine ait olduğunu" buyurarak, onların emellerine ulaşamayacağını,
Allah'ın nurunu söndüremeyeceklerini vurgulamaktadır. "Üstün kudret
Allah'a aittir" anlamını şu âyetlerle açmamız mümkündür:
i. "Kuşkusuz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya
hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz"
(Ğâfir 40/51). Allah üstün kudreti ile peygamberlerine dünyada ve âhirette
yardım edecektir. Bu yardım garantisi ile Hz. Peygamber'in üzülmesi
önlenmektedir.
ii. "Allah: 'Elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz'
diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir" (Mücâdele 58/21).
Demek ki ilâhî takdirde, üstün kudrete sahip olan Allah ve
peygamberlerinin galip geleceği konmuştur. Bu ilke gereği, onların saldırmalarından
dolayı üzülmemek gerekiyor.
Buradan şu çıkarımı yapabiliriz:
Yüce Allah bu âyetleriyle mü'minlerle kâfirlerin arasında ilişkiler sistemini
düzenlemeyi hedef almaktadır. Kâfirlerin saldırısına karşılık mü'min, Allah'ı
yanında hissedecek, üstün kudretin O'na ait olduğuna inanacak ve onu bilecek
ki ilâhî yardım alabilsin.
Onların saldırıları mü'minlerde
bir hüzün, bir kötümserlik ve bir ümitsizlik uyandırmamak. Çünkü mü'min olan
kişi veya kişiler zaferin Allah'tan yana olacağını bilir ve ona inanır. Önemli
olan mü'minin o ilâhî yardımı alabilecek şahsiyette olması ve olanca gücü ile
terini akıta- rak çalışması ve davasında samimi olmasıdır. İmanı, samimiyeti ve
çalışması olmayan mü'minler elbette korkacak, kederlenecek, üzülecek ve
tedirgin olacaktır.
b) "Şeref Allah'a aittir." Bu manadan hareket edersek şu
neticeye varabiliriz: Onların seninle alay etmesi, seni peygamberliğe layık görmemeleri
seni üzmesin. Çünkü onlar şeref dağıtmıyorlar, şerefi veren Allah'tır. Sen
şerefi onların takdirinden alacak değilsin, sen şerefi iman ve amelinle Allah'tan
alacaksın: Kim şeref istiyorsa, bilsin ki, şerefin hepsi Allah'ındır. O'na
ancak güzel sözler yükselir. Güzel sözleri de Allah'a iyi amel ulaştırır.
Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir
azap vardır ve onların tuzağı
bozulur" (Fâtır 35/10).
Yüce Allah'ın şeref hazinesinden
alabilmek için, iman ve güzel düşünceler üretip onları eyleme geçirmek
gerekiyor. Allah'ın şeref hazinesinden gelen şerefe sahip olunca da kâfirlerin
kurduğu tuzaklar, onların saldırganlıkları yerle bir olacaktır.
Bu kuraldan hareket edersek şu
neticeye ulaşabiliriz: Yüce Allah şeref kaynağıdır. Şerefi başka yerlerde
aramak doğru değildir. Şeref verme yetkisi olmayanlardan şeref beklemek yerine,
Allah'ın takdir edeceği davranışları üretmek gerekiyor. Sahte şerefler yerine
mutlak manada şeref peşinde koşmak gerekiyor. Sahte şeref dağıtanların, sözle
saldırmalarına aldırmamak da en iyi yollardan biridir. Mü'min kişi, ilâhî
şerefin temiz, sağlam düşünceye ve iyi amele geleceğini bilmeli, kâfirlerin
takındıkları olumsuz tavırlara karşı, üzüntüye ve karamsarlığa kapıl-mamanın
önemini idrak etmelidir.
3. (Allah) işitendir, bilendir."
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e
hitaben "kendisinin, kâfirlerin Peygamber'i üzen sözlerini işittiğini ve
bildiğini, onların ağızları ile kustukları kinlerinin farkında olduğunu,
Nebi'ye gelen bu sözlerin aslında ilâhî takdiri hor görmeye kadar ulaşmakta
olduğunu en ince ayrıntısına varıncaya kadar bilgisiyle kuşattığını" bu
son cümleyle vurgulamaktadır.
Yüce Allah, onların sözlerini işitiyor
ve biliyor olduğuna göre, onlara müdahale etmekte de gecikmeyecektir. Aslında
O, Hz. Peygamber'in kalben duyduğu üzüntüyü de bilmektedir. Kâfirlerin
saldırganlıklarının Hz. Peygamber'in gönlünde meydana getirdiği fırtınanın
yersiz olduğunu ve bu fırtınayı, bu sıfatları ile Yüce Allah'ın dindirdiğini
âyetten anlamaktayız. Çünkü zaman içinde kâfirleri perişan edip ağızlarından
akan o salyalara son verip kin ateşini söndürecek olan O'dur.
Günümüzde inanmayan insanların
mü'minlere karşı ağızlarından akan kin salgılarının Allah tarafından işitilip
bilindiğine inanmaları onlar için en büyük moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mü'minler, sonuç olarak şu ilâhî
kanunu bilmeli ve ona inanmalıdırlar:
"Asıl üstünlük (şeref),
ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir, ancak münafıklar bunu
bilmezler" (Münâfıkûn 63/8).
Önemli olan o şerefe layık düşünce ve eylemleri üretmektir.[52]
66.Bilin ki, göklerde ve yerde
kim varsa onların hepsi yalnız Allah'ındır. Allah'tan başka ortaklara tapanlar
neyin ardına düşüyorlar? Doğrusu onlar zandan başka bir şeyin ardına
düşmüyorlar ve onlar sadece yalan saçmalıyorlar.
67 .Sizin için geceyi
dinlenesiniz, gündüzü de aydınlatsın diye yaratan O'dur. Şüphesiz bunda
dinleyen bir toplum için ibretler vardır.
Bu âyetler aslında bundan önceki
65. âyetin devamı durumundadır. "Bütün üstün kudret veya şeref Allah'a
aittir" ifadesinin devamı bu âyetler olmaktadır.
Şimdi âyetlerin analizine
geçebiliriz:
1. "Bilin ki, göklerde ve yerde
kim varsa onların hepsi yalnız Allah'ındır."
"Bilin ki" demek, "haberiniz olsun, aklınızdan asla
çıkarmayın" demektir. "Göklerde ve yerde kim varsa" ifadesinde
geçen men kelimesi, akıllı ve canlı varlıkları ifade etmektedir. Bütün kainatın
canlı olduğu fikrinden hareket etmemize rağmen burada kastedilenin "canlı
ve sorumlu varlıklar" olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü Yûnus 55'de:
"Bilesiniz ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır" denmişti.
Orada mâ edatı kullanıldığı halde Yûnus 66'da men edatı kullanılmaktadır. 55.
âyetteki mâ edatı tüm canlı ve cansız varlıkları kapsamına almaktadır.
Dolayısıyla 66. âyetteki men edatı canlı ve sorumlu varlıkları işaret
etmektedir; nitekim âyetin devamı da buna delildir.
Yüce Allah bu âyeti burada bu
içerik ile niye getirmiştir? sorunun cevabını verebilmek için 65. âyete
dönmemiz gerekiyor. Orada bütün üstünlüğün veya bütün şerefin Allah'a ait
olduğu söylenmişti. Bu sefer de 66. âyette onun sebebi açıklanmaktadır. Çünkü
göklerde ve yerde tüm canlı ve sorumlu varlıklar Allah'a aittir ve onların yaratanı
ve sahibi Allah'tır. Göklerde ve yerdeki canlı ve sorumlu varlıklar insan ve
cinlerdir. Melekler canlıdır, görevlendirilmişlerdir ama sorumlu değillerdir.
Bunun başka bir anlamı yersel ve göksel varlıklar, yani yersel ve uzay yaratıklardır.
Madem ki yerde ve göklerde olan
tüm varlıklar Allah'a aittir, onların yaratanı O'dur, aynı zamanda onların
sahibidir, öyleyse üstün kudret, yani mağlup edilemeyen güç de O'na aittir.
Böyle bir gücün seçtiği peygamberi herhangi bir beşerin sözü üzmemelidir.
Böyle bir açıklama 65. âyet ile 66. âyeti birbirine bağlamaktadır.
2. "Allah'tan başka ortaklara tapanlar neyin ardına
düşüyorlar? Doğrusu onlar zandan başka bir şeyin ardına düşmüyorlar ve onlar
sadece yalan saçmalıyorlar."
Yüce Allah, Allah'tan başka
varlıkların peşine koşanların, neden böyle yaptıklarını sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde açıklamaktadır. Yüce Allah, neyin ardına düştüklerini soru şeklinde
sorarak şok bir etki uyandırmakta ve başka tanrıların peşine gidip şirk
koşanların davranışlarını veya inanışlarını da şu nedenlere bağlamaktadır:
a) "Doğrusu onlar zandan başka bir şeyin ardına
düşmüyorlar." Şirkin ardındaki neden, hakikatten bir payın bulunmadığı
zandır. Bilindiği gibi zanda hakikattan bir kırıntı bile bulunmamaktadır. Zan
nefsin ürünü, hakikat ise aklın ürünüdür. Önce, insan kendi nefsinden çıkan
zannın peşine düşmekte, zan da onu sahte tanrıların mabedine götürüp şirk
koşturtmaktadır.
Burada zan, "vehim"
anlamına gelmekte ve "aslı olmayan, bâtıl ve sahte görüş" manasını
ifade etmektedir. Yüce Allah bu açıklaması ile vehmin peşine düşenlerin nasıl
tevhîd inançlarını kurban edeceklerine dikkat çekmektedir.
b) "Ve onlar sadece yalan saçmalıyorlar." Âyetin bu
kısmındaki yahrusûn fiili, "yalan söylemek, bir şeyi takdir ve tahmin
etmek, bir şey hakkında zan ve tahminde bulunmak", nehirle beraber
kullanılınca "nehrin ağzını kapamak, engel koymak" manalarına
gelmektedir.
Kur'ân'da beş âyette geçen bu
kelime üçünde zandan hemen sonra gelmekte, birinde bilgiden sonra, diğerinde de
harrâs kalıbında geçmekte ve bu âyet: "Kahrolsun o koyu yalancılar"
(Zâriyât 51/10) anlamına gelmektedir.
Buradaki yalan söylemeyi birkaç
boyutuyla açıklamak gerekiyor: İlk olarak bu âyette, kendi inançları ve putları
konusunda müşriklerin söyledikleri sözlerinin yalan olduğu vurgulanmakta, bir
bakıma şirkin yalan olduğuna işaret edilmektedir.
Diğer taraftan onların, Hz. Peygamber ve Kur'ân hakkında
söyledikleri de yalandır. Yalanlarının şekli tahmine dayanmaktadır. Çünkü
yahrusûn kelimesinin içinde "tahminde bulunmak" anlamı da vardır.
Bu insanlar yalanları ile
başkalarını etkileyip yoldan çıkarmak isterler. Yüce Allah En'âm 116'da buna
dikkat çekmektedir.
"Yeryüzünde bulunanların
çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka
bir şeye uymazlar, yalandan başka söz de söylemezler."
Bu âyeti Yûnus 66 ile
birleştirirsek Yüce Allah'ın Hz. Peygam-ber'e ve bütün çağların mü'minlerine şu
mesajı verdiğini söyleyebiliriz: Zan peşine koşan ve yalan söyleyen insanlar,
insanları etki altına alıp yoldan çıkarabilirler. Bu insanlar, hakikate doğru
akan nehrin önünü tıkatıp engelleyebilirler.
Yûnus 66'nın başındaki,
"bilin ki, dikkat edin ki, unutmayın ki" anlamına gelen Nî elâ
kelimesi zaten bu uyarıyı yapmaktadır. Âyette şirk ile zan arasındaki ilişki
gösterilerek, mü'minlerin bu konuda dikkat etmesi emredilmektedir.
3. "Sizin için geceyi dinlenesiniz, gündüzü de aydınlatsın
diye yaratan O'dur. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler
vardır." Bir önceki âyette göklerde ve yerde olan herkesin Allah'a ait
olduğu söylendikten sonra, 67. âyette de özel manada gece ile gündüzün niçin
dikten sonra, 67. âyette de özel
manada gece ile gündüzün niçin yaratıldığına dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah gece ile gündüzün
canlılar ve özellikle insanlar alemi ile olan ilişkisini, gerçeği dinleyen
insanlara incelemesi gereken bir ödev olarak vermektedir. Önce gecenin
dinlenmek için görevlendirildiği, sonra da işlerin yapılıp hayatın sürüp
gitmesi için gündüzün var edildiği açıklanmaktadır.[53]
Müşrikler: 'Allah çocuk edindi'
dediler. Haşa! O bundan uzaktır (münezzehtir). Onun çocuğa ihtiyacı
yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir
delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
De ki: Allah hakkında yalan
uyduranlar asla kurtuluşa ulaşamazlar.
Âyetin analizinden çıkaracağımız
önemli neticeler vardır:
1. "Allah çocuk edindi, dediler." Bu inanış biçimi, daha
önce Bakara 116'da derinlemesine açıklanmıştır. Bu inanç şeklinin Araplara,
Yahudi ve Hıristiyan kültüründen geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tevbe
30'da Yahudilerin Üzeyir'i, Hıristiyanların da Mesih İ-sa'yı Allah'ın oğlu diye
kabul ettikleri ifade edilmektedir. Arap müşrikler de onların etkisi altında
kalarak, kız çocuklarını Allah'a evlat isnat ediyorlardı (Nahl 16/57; Sâffât
37/149).
"Göklerde ve yerde olan
herkes istinasız, kul olarak Rahman'a gelecektir" (Meryem 19/93). Demek
ki, Allah için "kul" kavramı düşünülür, çocuk değil.
"Hakikaten siz, pek çirkin
bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer
yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir" (Meryem 19/89-90). Yüce Allah,
"Rahman çocuk edindi" demenin ne kadar vahim ve çirkin bir şey
olduğunu bu şekilde anlatmakta ve kainatın düzenini bozacak kadar ağır bir söz
olduğuna dikkat çekmektedir.
"O, göklerin ve yerin eşsiz
yaratıcısıdır. O'nun eşi (hanımı) olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir. Her
şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur" (En'âm 6/101).
Yaratıcı olması, hanımı olmaması
ve her şeyi yaratması ile Allah'ın, çocuğu olamayacağı ispat edilmektedir.
Yaratan doğurmaz. Çünkü onun doğurduğunu başkası yaratmış olacaktır. Böylece
Yüce Allah, yaratma ile çocuk edinme arasındaki farkı göstererek, çirkin
iddiayı ortadan kaldırmaktadır.
"Allah birdir. Hiçbir şeye
ihtiyaç duymadan varlığını devam ettirir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun
hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/1-4).
Meryem 88 ve Enbiyâ 26'da da:
"Rahman çocuk edindi" ifadesi yer almaktadır. Yüce Allah çeşitli
şekillerde onların bu iddialarını, şirklerini, inanış biçimlerini
cevaplandırmaktadır.
Bütün bu âyetlerle Yüce Allah,
"Rahman çocuk edindi" diyenlere cevabının son noktasını koymaktadır.
Doğurmayan ve doğurulmayan Allah'a çocuk isnad etmek, en ağır bir şirk
çeşididir.
a) "O bundan münezzehtir." Allah sübhândır, yani
"noksan sıfatlardan uzak"tır. O'na çocuk isnad etmek, O'nun için bir
noksanlıktır ve bu O'nun noksan sıfatlarından uzak oluşuna, yani münezzehliğine
aykırıdır.
Hem Allah'a inanacaksınız hem de
O'nun çocuk edindiğini söyleyeceksiniz. Bu iki yargı, hüküm ve inanç birbirine
ters düşmektedir. Çocuk edinmek, yaratılmışlara özgü bir durumdur, çocukla
nesillerini devam ettirirler, onunla içgüdülerini tatmin ederler ve onunla
iftihar edip oyalanırlar.
Halbuki Allah yaratır ve kul edinir; çocuk doğurmaz, çocuk
edinmez. Çünkü kendisi başkasından doğmamıştır. Doğuran varlık ihtiyarlıyor
demektir. İhtiyarlayan varlık Allah olamaz.
b) "O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur." Çocuk edinen, yani
doğuran varlık bir ihtiyacını gidermektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
İnsanın, ölümlü bir varlık olduğundan kendi neslini devam ettirecek bir varlığa
ihtiyacı vardır. Çocuk, ebeveyni ölse bile onların devamlılığını sağlar. Bu
bakımdan, ebeveyni çocuğa muhtaçtırlar.
Diğer taraftan ebeveyn, annelik
ve babalık duygularını tatmin etmek ihtiyacındadırlar ve çocukla o
ihtiyaçlarını gidermektedirler. Bu açıdan bakınca Allah'ın böyle bir ihtiyacı
olmadığını anlarız. Allah müstağnidir. Kendisi ezeli ve ebedî olduğundan, nesle
ihtiyacı yoktur.
c) "Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur." Kainatın sahibi
olan bir varlığın çocuk edinmesi normal de
ğildir. Zaten her şeyi O yaratmıştır, her şeye sahiptir ve her şey ona aittir.
Bu güçte olan bir varlığa çocuk isnad etmek, inanç bakımından bir sapıklıktır.
d) "Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah
hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Yüce Allah, "çocuk
edindi"ği şeklindeki iddianın delille ispat edilmesini istemekte, ama
buna dair bir delilin onların yanında bulunmasının imkansızlığını da söylemektedir.
Böyle bir iddia delile dayanmalı ve bir bilgiden kaynaklanmalıdır. Onun için
Allah, hakkında
bilmedikleri bir şeyi
söyledikleri için bu iddia sahiplerini sorgulamaktadır.
Bundan şu neticeye varıyoruz: Bir kişi hakkında
değerlendirme yaparken delile ve bilgiye dayanmak gerekiyor. Delilsiz, bilgisiz
iddialar insanların erdemini alıp götürmektedir. Allah hakkında bu şekilde
delilsiz ve bilgisiz konuşmalar, iddialar ileri sürenler, insanlar hakkında da
bu şekilde
değerlendirmelere rahatlıkla girişirler.
e) "De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa
eremezler." "Allah çocuk edindi" iddiasını delil ve bilgiye
dayandıramamak, onun bir yalan olduğunu gösterir. Bu da Allah'a yalan
uydurmaktan
başka bir şey değildir. Allah'a
iftira etmenin sonucu ya da cezası felahı, yani mutluluğu, kurtuluşu kaybetmektir.
Yalan uydurmakla kurtuluşu
kaybetmek arasında sebep sonuç ilişkisi kurulmaktadır. Demek ki Tevhîd inancı insanlığa mutluluk getirmektedir.
Tevhîd inancına engel olan bu şekilde iftiralar insanlığın mutluluğunu almış
götürmüştür, istikbalde de götürecektir.
Yüce Allah bu âyetlerinin tamamı
ile şirkin kirli ırmağının temizlenmesini sağlayacak bir öğretimi gerçekleştirmekte ve bize en kötü sorulara
bile cevap verilmesinin önemini öğretmektedir.
Cevaplandırılmayan,
değerlendirilip yanlışlığı gösterilmeyen i-nanç, fikir ve iddiaların iman ve
fikir alanını kirletip zamanla onları çürüteceği gerçeği burada
vurgulanmaktadır.
Kul ile çocuk kavramları
arasındaki farkı göstermek, yanlış iddiaların ne denli tahrip edici olduğunu
gündeme getirmek bu âyetlerin öğretisi olmaktadır.[54]
70. Dünyada biraz nimetlerime
(vardır); ardından dönüşleri bizedir. Sonra da, inkâr ettiklerinden dolayı
şiddetli azabı onlara tattıracağız.
Bu âyetin analizini yaparken
âyetin, önceki âyetlerle olan bağlantısını görmezlikten gelemeyiz.
1.Dünya hayatı geçici bir süre faydalanmadan ibarettir. Bunun anlamı
şudur: "Allah çocuk edindi" diyerek delili olmadığı ve bir bilgiye
dayanmadığı sahte ve şirk olan bir iddianın, inancın peşinde koşan insanlar
için bu dünyada geçici bir faydalanma olacaktır. Bir bakıma onlar, bir
dakikanın kıymetini bilmek için bir ömrü feda etmektedirler. Yüce Allah,
"Dünyada biraz nimetlenme" diye ifade ettiği bu yanlış tercihi bize
aktarmakla, aslında mü'min bir insanın seçeneğine rehberlik yapmaktadır.
2."Ardından dönüşleri bizedir." Âyetin bu kısmı ile dünya
hayatından sonraki hayatı inkâr ettiklerine, ama dönüşlerinin mutlaka
olacağına işaret edilmektedir. Âyetin bu mesajı Yûnus 4, 7, 28, 45, ve 46.
âyetlerine bağlı olarak algılanmalıdır. Bütün bu âyetler, Allah'a dönüşü,
Allah'a kavuşmayı ve âhirette toplanmayı iman alanına sokmaktadır.
3. "Sonra da inkâr ettiklerinden dolayı şiddetli azabı onlara
tattıracağız." Yüce Allah, âyetin bu kısmında şu ilişki sistemlerini ele
almaktadır:
a) İnkarcı mutlaka cezalandırılacaktır. Kendi yaradanına
"çocuk edindi" diyerek iftira eden ve Allah'a döneceğini inkâr eden
insanın cezalandırılması da bir olgu olarak dinde yer almaktadır.
b) Sebepsiz yere ceza vermek yoktur. İnkâr sebep, şiddetli azap da
sonuç olmaktadır.
Bundan anlıyoruz ki insan kendi kendini
cezalandırmaktadır. İnsanın iç aleminden çıkan inkâr, âhirette azaba
dönüşmektedir.
Böylece âyet dünya hayatının
geçici faydasına, Allah'a dönüşe ve inkâr sebebiyle verilecek cezaya dikkat
çekmektedir.[55]
71. Onlara Nuh'un haberini oku:
Hani o kavmine demişti ki: 'Ey kavmim. Eğer benim aranızda durmam ve Allah'ın
âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, ben sadece Allah'a güvenip
dayanırım. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın.
Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Ondan sonra aldığınız kararı bana
uygulayın ve buna mühlet de vermeyin '.
72.Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten
ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allah'tan başkasına ait de
ğildir ve bana müslümanlardan olmam emrolundu.
73.Yine de onu yalanladılar, biz
de hem onu hem de onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları siyâsî
iktidar sahibi yaptık. Âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Bak ki,
uyarılanların sonu nasıl oldu!
Önceki âyetleri açıklarken
müşriklere Yüce Allah'ın verdiği cevapları gördük. Yukarıdaki âyetlerde
Allah'ın çocuk edinmediği, Allah'ın sadece kulunun olabileceği vurgulanmıştı.
Bu cevaplarda ileri sürülen delillerin ardından peygamberler tarihinden de bazı
olaylara değinilmekte, tarihî olguların eğitici yönü öne çıkarılarak
anlatılmakta ve anlatılması istenmektedir.
Biz de Hz. Nûh ile kavmi
arasındaki ilişkilere tahsis edilen üç âyeti kısımlara ayırarak açıklayacağız
ve oradan neticelere ulaşacağız.
1. "Onlara Nuh'un haberini oku" Yüce Allah burada
"okû" emrini verirken, "öğret" anlamını kasdetmektedir.
Nebe' denen haber de, "tarihsel olgu" anlamına gelmektedir. Yüce
Allah, tıpkı tsrailoğullarına Hz. Âdem'in oğullarının olgusunu okumalarını
emrettiği gibi, Hz. Muhammed'e de Hz. Nuh'un olgusunu okumasını emretmektedir.
Bundan şu neticeyi de
çıkartmaktayız: Hz. Peygamberin toplumunun kendisine gösterdiği olumsuz tepki
ile, Hz. Nuh'a toplumunun gösterdiği olumsuz tepki arasındaki benzerlikler
vardır. Demek ki peygamberlere gösterilen tepkiler sanki bir süreç niteliğinde
tarihte yerlerini almışlardır. Diğer taraftan Hz. Nuh'un olgusunu okumaktaki
başka bir amaç da. yapılan uyarıdır. Onlara verilen cezaya Hz. Peygamber
dönemindeki müşriklerin de çarptırılabileceği konusunda bir tehdit niteliği de
âyette vardır.
2. "Ey kavmim! Eğer benim, aranızda durmam ve Allah'ın
âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, ben sadece Allah'a güvenip
dayanırım." Âyetin bu kısmında geçen makâmî
kelimesi,"durmak/durmam" anlamına gelmektedir.
Biz bu kelimeye iki türlü mana
vermeyi ve yorum yapmayı uygun buluyoruz. Hz. Nuh'un, kavminin arasında
bulunması, fiziki anlam taşıyabilir. O zaman bu manayı 'Ankebût 14 ile
destekleriz: "Andolsun ki biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik de, o bin
yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı." Demek ki Yûnus
71'de geçen makâmî "durmam" kelimesiyle; 'Ankebût 14'de lebise
"kaldı" kelimesi aynı şeyi ifade etmektedirler.
Diğer boyutu da makam kelimesi,
Hz. Nuh'un yüklenmiş olduğu peygamberlik makamını ifade etmektedir. O zaman
makam, "ömür sürmek, bulunmak, kalmak" anlamında değil de,
"sosyal ve dini bakımdan yüklendiği görevin makamı" anlamında
değerlendirilmelidir.
İşte Nûh, bu görevin getirdiği
makamın halka ağır gelip gelmediğini sormaktadır. Âyetin bu kısmındaki kebura
kelimesi, "büyük ve ağır geldi" manasını ifade etmektedir. Hz. Nuh'un
makamının onlara ağır gelmesini şu şekilde açıklayabiliriz: O dönemdeki kâfir
ve müşrikler muhalefet ettikleri tevhîd inancına karşı aşağılık duygusuna
kapıldıklarından, tevhîd inancını onlara getiren Hz. Nuh'un görevinin altında
kaldılar, onu hazmedemediler ve bir türlü ona intibak edemediler.
Bu açıklamadan hareket edersek
kebura kelimesinin psikolojik anlamı olduğu neticesine ulaşırız. Hz. Nuh'un
peygamberlik makamı onların gönlüne ağır geldi. Bu yorumun doğruluğunu nasıl
ispat ederiz? Âyetin devamına bakınca haklı olduğumuz anlaşılacaktır: "Allah'ın
âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise". Hz. Nuh'un Allah'ın âyetleri
ile öğüt vermesi, dünyaya tapan, dünyanın geçici menfaa- tinin peşinde
ihtirasla koşan, dünya nimetlerine tutku ile bağlanan insanlara ağır geldi.
Onlar dünya hayatının geçici bir menfaat olduğunu söyleyen öğütlere tahammül
edemezler. Bu tepki Hz. Nûh döneminde olduğu gibi, Hz. Muhammed döneminde de
olmuştur.
Âyetin bu kısmından çıkardığımız
diğer netice şudur: Hz. Nûh Allah'ın âyetleri ile öğüt veriyor, onları
insanlara hatırlatıyordu. Bütün peygamberler bu görevi yerine getiriyor ve
Allah'ın âyetleri ile öğüt veriyorlardı.
Mâide 70 ve Kâf 45'te Hz.
Peygambere Kur'ân ile öğüt vermesi emredilmektedir. Demek ki, din adamları aynı metodu uygulamak zorundadırlar.
Onlar da Kur'ân yani Allah'ın âyetleriyle halka öğüt verecekler, vaaz
yapacaklardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hz.
Nûh, toplumunun kendisine gösterdiği tepkiyi yorumlarken, peygamberlik makamı
ile Allah'ın âyetlerini hatırlatmasının onlara ağır geldiği neticesine ulaşmıştı.
Bundan Hz. Peygamberin bir ders
çıkartması istenmektedir. Arap toplumu da Hz. Peygamberin peygamberliği ve
Allah'ın âyetleri ile öğüt vermesinin ağır gelmesi sebebi ile o kadar olumsuz
tepki
göstermişlerdir.
Âyetin bu kısmını günümüze taşırsak şu kuralı
çıkartabiliriz: Günümüzde Hz. Muhammed'in peygamberlik makamı bazı din
mensuplarına, kâfirlere ağır gelmektedir. Kur'ân'in âyetleri altında
ezildiklerinden dolayı, o âyetlerin onlara anlatılması, ulaştırılması onlara
ağır gelmekte ve kendi yanlış inanış ve hayatlarına ters gördüklerinden
âyetlerin mesajlarına tahammül edememektedirler.
"Ben sadece Allah'a güvenip
dayanırım." Hz. Nûh kavminin olumsuz tepkisine, kötü niyet ve
saldırılarına karşı Allah'a tevekkül ile karşılık verdiğini ifade etmektedir.
Bu aslında Allah'a güvenip dayanarak bir çeşit meydan okumadır.
Peki Hz. Nûh Allah'a dayandığını
ne ile ifade ediyordu? "Nûh: 'Rabbim!' dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç
kimseyi bırakma; Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız
ahlâksız nankör doğururlar"(Nûh 71/26-27). İşte Hz. Nuh'un Allah'a
tevekkül ettiğini bu duası ile ifade etmektedir.
3. "Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı
kararlaştınn. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra verdiğiniz
hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." Hz. Nûh Allah'a
dayandığını ifade ettikten sonra onlara karşı ciddi bir şekilde meydan
okumaktadır.
a) Hz. Nûh, kâfirlerden, arkadaşlarıyla beraber toplanıp yapacaklarını
yapmalarını istemektedir.
Buradaki şürekâ' kelimesi
"dava arkadaşı, yoldaş, ortak" manasına gelmektedir. Her dönemde
olduğu gibi, inanmayanların da grubu, yoldaşları ve dava arkadaşları olmuş,
olmakta ve istikbalde de olacaktır.
b) "Sonra işiniz başınıza dert olmasın" ifadesi hakkında Zeccâc, "işiniz açık ve net
olsun" yorumunu yapmıştır[56].
Açık ve net olmayan bir iş, insana tasa getirir; insana dert olur. Ay, bulutun
arkasına gizlendiğinde durum, bu kelime ile ifade edilir. İşini tam anlamı ile
yapmayan insanın durumu da aynı şekilde insana tasa vermekte, bir bakıma
başarısızlığının getirdiği üzüntüyü ifade etmektedir.
c) Sonra da Hz. Nûh, verecekleri hükmü tatbikata koymalarını ve bu
konuda mühlet vermemelerini teklif etmektedir.
Hz. Nuh'un bu meydan okuyuşunu,
bir işin planlanmasında uygulamamız mümkündür. İşin bir planlama ve istişare
safhasının olması, sonra yapılacakların açık ve net olup peşinden üzüntü
getirmeyecek nitelikte olması ve nihayet vakit geçirmeden tatbikata konması
gereği buradan anlaşılmaktadır
4) "Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret
istemedim. Benim ücretim Allah'tan başkasına ait değildir." Hz. Nûh,
halkın kendinden yüz çevirme ihtimalini göz önünde bulundurarak onlara hitap
etmektedir. Yalnız buradaki
yüz çevirme ihtimalini yüzde
olarak çok bulmakta olduğuna dair bir de işaret vardır.
Bu ihtimalin yüksek olduğunu hem bir sonraki âyetten hem
de Nûh sûresinden anlamaktayız. Onlar Hz. Nuh'un davetinden kaçtılar (Nûh
71/6); parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler, ayak
dirediler ve kibirlendiler (Nûh 71/7); iman etmediler (Şu'arâ 26/111) ve
sonuçta onu taşlamaya kalktılar (Şu'arâ 26/116).
Onların yüz çevirmelerine
karşılık Hz. Nûh dini eğitiminden, yani tebliğinden bir ücret almadığını, bunu
Allah rızası için yaptığını, amelinin karşılığını O'ndan beklediğini
söylemiştir. Bunun anlamı; Hz. Peygamberin de aynı tavırda olmasını
istemektir.
Hz. Nuh'un bu ilkesi daha sonra
bütün peygamberlerin ilkesi haline gelmiştir. Şu'arâ sûresinde geçen bütün
peygamberlerin aynı ifadeyi kullandığına şahit oluyoruz.
Bu ilkeden şu neticeyi
çıkarabiliriz: Din adamları, dinin tebliğinden ücret almamalıdırlar. Onlar,
yaptıkları faaliyetin karşılığını Allah'tan beklemelidirler. Dini faaliyetin
maddi karşılığı yerine, manevi karşılığı beklenmelidir.
5. "Ve bana müslümanlardan olmam emrolundu." Âyetin bu
kısmını birkaç açıdan yorumlamamız
mümkündür:
a) Bu âyetin anlamı, "tehvid inancını kabul edip bütün benliği
ile Allah'a teslim olanlardan
olmam emrolundu" şeklinde
olabilir. Kur'ân'da Hz. Peygambere bu konuda iki emir verilmiştir.
"Bana müslümanlardan olmam
emrolundu" (Nemi 27/91). "Bana müslümanların ilki olmam
emrolundu" (Zümer 39/12). Aynı şekilde Hz. İbrahim'e de bu husus
emredilmiştir: "Rabbi ona: 'Teslim
ol' demiş; o da: 'Alemlerin Rabbine teslim oldum' demişti" (Bakara 2/131).
b) Râzî buradaki teslim olmayı şu
şekilde yorumlamaktadır: "Ben bu davetten dolayı başıma gelen her şeye
boyun eğmekle emrolundum"[57].
Râzî'nin bu yorumunu, bir önceki âyete bağladığımızda doğru buluyoruz. Yani bu
yoruma göre Hz. Nûh, kavmi ona ne yaparsa yapsın, davasından vazgeçmeyeceğini
ifade etmektedir.
6. "Yine de onu
yalanladılar. Biz de hem onu hem de onunla beraber gemide bulunanları
kurtardık ve onları (yeryüzünde) iktidar sahibi yaptık." Hz. Nuh'un
toplumu, onu yalanladı. Hatta yalanlamakla kalmadılar, bu işten yani tebliğden
vazgeçmediği takdirde onu taşlayacaklarını söylediler. (Şu'arâ 26/116). Bunun
üzerine Hz. Nûh Allah'a şu şekilde yalvardı:
a) "Nûh: 'Rabbim! Kavmim beni yalancılıkla suçladı. Artık
benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü'minleri
kurtar' dedi" (Şu'arâ 26/117-118).
b) "Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardım
et" {Mü'minûn 23/26).
c) "Nûh: 'Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı
ve çocuğu kendi ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.
Bunlar da büyük hileler, tuzaklar kurdular' dedi" (Nûh 71/21-22).
d) "Onlardan önce Nuh'un kavmi de (onu) yalanlandı, hem de
kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek: 'O delirdi', dediler. Ve davetinden
vazgeçmek için zorlandı. Bunun üzerine, Rabbine: 'Ben yenik düştüm, bana
yardım et!' diyerek yalvardı" (Kamer 54/9-10).
İşte bu yalvarışların ardından
Yüce Allah ona gemi yapması emrini vahyetti. Bunu da Kur'ân şöyle
anlatmaktadır:
i. "Gözlerimizin
önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana bir şey
söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır" (Hûd 11/37).
ii. "Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde ve
bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap" (Mü'minûn 23/27).
İşte bu emrin ardından Hz. Nûh
gemiyi yapmaya başlamış ve kavmiyle şöyle bir diyalogda bulunmuştu:
"Gemiyi yapıyor. Kavminden
ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: Eğer
bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de
sizinle öyle alay edeceğiz" (Hûd 11/38).
Geminin yapılmasından sonra:
Nuh'a dedik ki: Her birinden iki eş ile aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında
aileni ve iman edenleri gemiye yükle" (Hûd 11/40).
Bundan sonrası Yorumunu yapmakta
olduğumuz Yûnus 73'de geçmektedir: "Biz de, hem onu hem de onunla beraber
gemide bulunanları kurtardık." Yüce Allah'ın Hz. Nuh'a yardımı bu şekilde
gerçekleşmiş oldu; sonuçta Hz. Nuh'u ve onunla beraber iman edenleri sadece
kurtarmakla kalmadı; onları aynı zamanda yeryüzünde halifeler yani iktidar
sahibi yaptı, tayin etti. Bunun anlamı şudur: Hz. Nûh toplumunda kötüler
iktidarda idi, toplumu kötüler yönetiyordu.
Tufanın bir neticesi de iktidar
değişimini sağlamış olmasıdır. Fiziki olgunun, sosyal ve siyâsî olguya
dönüşmesini burada görüyoruz.
Mü'minler siyâsî iktidarı ele
geçirirken, ötekiler boğulmuştu,
"Âyetlerimizi yalanlayanları
da boğduk" şeklinde âyetin bu kısmı, tabiat olaylarını kullanarak
insanları cezalandırma şeklini bize anlatmaktadır.
Bu olguyu günümüze nasıl
aktarırız? Toplumları idare edenler yaptıkları zulümlerin birikimi tufana
dönüşür. Halk kitlelerinin taşkınlığı veya demokratik isyanı, onları
oluşturdukları zulüm denizinde
boğar.
Diğer taraftan "gemi"
kavramından hareket ederek, günümüze ışık tutan bir neticeye ulaşabiliriz:
Geminin yapımı teknolojiyi ifade etmektedir. Güçlü toplumlar, bilgiyi
teknolojiye çevirip üstünlük
kuranlardır.
Bilgi gibi manevi bir gücü,
teknoloji gücüne çevirenler dünya problemlerini çözüp kurtuluşa erenler
olacaklardır.
Hz. Nuh'a Allah gemiyi nasıl
yapacağını vahyettiği gibi teknoloji üretimi için çalışanlara da ilham
edecektir. Hz. Nûh inananları o gemi ile belalardan kurtardı. Günümüz ve
geleceğin insanı da güçlü bilgi ve güçlü teknoloji ile toplumları kurtaracaktır.
Diğer taraftan bu tufan olgusu
bize şunu da öğretmektedir. Zulme uğrayanlar çalışacak, gayretini gösterecek,
terini akıtacak ve sonra yardım etmesi için Allah'a yalvaracak. Nitekim Hz.
Nûh gemiyi
yapmasaydı ve çalışmasaydı
kurtuluş yoktu.
7. "Bak ki uyarılanların sonu nasıl oldu." Âyetin bu
kısmında geçen kavramlara göre çıkarımlar
yapacağız:
a) "Bak". Buradaki bakmak emri, maddi anlamdaki gözlem
değildir. Buradaki bakmak emri, "dikkat et, düşün" anlamına gelmekte,
tarihsel bir olgudan çıkarımlar yapmak için dikkatli düşünmeyi emret mekte ve
kafa gözü ile değil de gönül gözü ile bakmayı ifade etmektedir.
Bu emir birinci derecede Hz.
Peygamber'edir. Ama Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, artık bu âyeti kim
okuyorsa hitap onadır. Emri bu çapta ele alınca, tarihsel olgulara kafa gözü
ile değil de gönül gözü ile bakmanın, tarihçi, sosyal bilimci ve özellikle
siyasetçiler için ne kadar önemli olduğu esasını çıkartıyoruz.
Tarihçiler, sosyal bilimciler ve
siyasetçiler tarihsel olguları kitapların arasına bırakamaz, onları oradan
hareket ettirip canlı bir organizma gibi hayatta, gönüllerde yaşatmalıdırlar.
b)"Nasıl". İşte bu âyette tarihsel bir olguyu iş olsun
diye ve bir hikaye niyetiyle değil de, "nasılını" ortaya çıkarmak
suretiyle bilmenin ve gözlemlemenin önemi vurgulanmaktadır. Bilimsel
araştırmalarda, olayın veya
olgunun "nasılını" tespit etmeden, olgu veya olayın analizi yapılamaz
ve o olay veya olgudan beklenen istifade elde edilemez.
Hz. Nuh'un olgusunu anlatırken
Yüce Allah, başlangıcından sonuna kadar hep "nasılı" bulmak uğruna
açıklamalar yapmaktadır. Bir olgunun meydana gelip vücut bulmasında hangi
olaylar hücreleri, hangileri organları meydana getirip o olgunun yapısını
oluşturmaktadır? Bunlar nasıl meydana geliyor, nasıl birleşiyor ve nasıl bir
sistem olarak doğuyor? Tarihsel olguların yapısını, insanın biyolojik yapısı
gibi inceleyerek "nasılı" bulmak; nasıllarla daha büyük
"nasıllara" ulaşmak emrini buradan anlıyoruz.
Hz. Nuh'un toplumundaki halkın, gönlündeki inkâr
psikolojisinin oradan çıkıp hayata ve oradan denizde boğulmaya kadar
ulaşmasının "nasılını" tespit etmek, en büyük eğitimi almak demektir.
Günümüzdeki kâfirlerin bundan ders alıp kendi gönüllerine yön vermeleri
gerekiyor. Gelecek nesiller için de bu böyle olmalıdır.
c) "Uyarılanların sonucu". Bu tarihsel olgunun aktörleri
uyarılıp da inanmayanlardır. Yanlış yolda oldukları kendilerine bildirildikten
sonra, o yanlış yolu terk etmeyip eğitime, uyarıya, bilgiye ters düşen
insanların sonucunu görmek gerekiyor.
Olguların sonucuna ulaşmak için
yapılan araştırma nasıllardan hareket etmeli, sebep-sonuç ilişkisini kurmalı,
böylece sonuca ulaşmalıdır.
Biz bundan şu neticeye
ulaşıyoruz: Tarihsel olguların araştırılmasının amaçlan vardır. Bunlardan biri
ve en önemlisi sonucun nasılını gönül gözü ile görebilmektir. Bu araştırmayı
yapacak olan gönül gözüne Yüce Allah Tâhâ 128'de "Nûha" adını verdiği
"akıl" demektedir.
"Bizim onlardan önce nice
nesilleri helak etmemiz kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların
yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda, elbette ki akıl sahipleri için nice
ibretler vardır."
İşte bu âyette Yüce Allah
"Nûha" denen akla sahip olanların ibret alıp doğru yola gelmeleri,
tarihsel olguların anlatımının amacını ortaya koymaktadır. Uyarılıp da, uyarıya
sırtını dönenler, bir bakıma uyarıyı yapana hakaret etmektedirler. Böyle bir
hakaretin sonucu da ağır bir ceza ile karşı karşıya kalmaktır. Bu ceza da
helak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tarihsel olguların başından, yani
mayalanmasından başlayıp, doğumlarına kadar geçen süreci iyi takip etmek
yaşanan hayata ve geleceğe ışık tutacaktır. Yüce Allah bu ışığı insanlara
sunmak için, peygamberlerin hayatında geçen olay ve bu olayların oluşturduğu
olguları anlatmakta, insan aklı ve gönlünün bu olgulardaki yerinin ne olduğunu
açıklamaktadır. Olguları bu amaçla ele alıp araştırmak onlara can verecektir.[58]
74. Sonra Nûh 'un ardından bir
çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mu'cizeler getirdiler.
Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi. İşte haddi
aşanların kalplerini biz böyle mühürleriz.
Âyetin analizinden çıkaracağımız
neticeler olacaktır.
1. "Sonra Nuh'un ardından bir çok peygamberi kendi
toplumlarına gönderdik." Yüce Allah burada o peygamberlerin ismini
vermemektedir. Müfessirler bunlardan bazılarının isimlerini vermektedirler.
Hûd, Salih, İbrahim, Lût ve Şu'ayb bunların bazılarıdır.
Hz. Nuh'un peygamberliği insanlık
için bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Çünkü o, gemi teknolojisini
insanlığa kazandırmış ve tufanın ardından insanlığın ikinci atası olma
niteliğini kazanmıştır.
Âyetin bu kısmında dikkatimizi
çeken önemli bir ifade yer almaktadır: "Birçok peygamberi kendi
toplumlarına gönderdik." Demek ki, Hz. Muhammed'den önce gelen
peygamberlerin her biri kendi toplumuna gelmiş ve bu nedenle yöresel
özellikleri vardır. Meselâ aynı anda bir topluma Hz. İbrahim; diğerine de Hz.
Lût gönderilmiştir. Ama Hz. Peygamber evrensel peygamber olma özelliğine
sahiptir. Konuya mesaj açısından baktığımızda tüm peygamberlerin mesajları,
içinde yöresel motifler olmasına rağmen evrenseldir. Yani risalet başlangıçta
yöreselden başlıyor, evrensele doğru uzanıyor.
2. "Onlara mu'cizeler getirdiler." Âyetin bu kısmında
geçen beyyinât kavramı "kesin mu'cize" anlamına gelmektedir. Her
peygamber, peygamberliğini ve getirdiği mesajın ilâhî kaynaklı olduğunu bir
takım mu'cize, yani delillerle ispat etmiştir. Mu'cizelerin amacı sadece ispat
değil, geleceğe yönelik, hatta halka yönelik eğitici özellikleriyle halkı
uyarmaktır.
Mu'cizelerin önemli bir amacı da,
halkın helakini önleyip hayatta kalmalarını temin etmektir; yani insanları ikna
edip doğru yola gelmelerini temin edip helak olmalarına engel olmaktır. Onun
içindir ki, mu'cizeler insanın manevi hayatında meydana gelecek olan değişimin
önemli bir dinamiğini teşkil etmektedir.
Kesin mu'cize anlamına gelen
beyyinât, insan gönlünde ve beyninde ani değişimlere sebep olmaktadır. Bu
değişim, beşerî eğitimin gücünü aşan nitelikte köklü bir değişimdir.
"Mu'cizeler getirdiler" ifadesinden anlıyoruz ki, mu'cize canlı bir
varlık gibi hareket ettirilebilmek-tedir. Hareket ediyor ki, insanın gönlüne
sızıp orada gerekli olan değişimi gerçekleştirebiliyor.
Günümüzde bu mu'cizeler gibi
mu'cize gösterecek kimse yoktur, ama bilimsel kanunlar, tabiatı inceleyen
bilimlerin ulaştığı neticeler artık gerekli faaliyeti insanın beyninde ve
gönlünde yapmalıdır. Mu'cizeler, bilimsel bulgulara intikal ederken, eserden
müessirine giderek imana ulaştırmalıdır.
3. "Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak
değillerdi." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki Hz. Nuh'tan uzun bir süre
sonra Hz. İbrahim gelmiştir; delili de şu âyettir: Nihayet ötekileri suda
boğduk. Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi" (Sâffât
37/82-83).
O milletten gelen peygamberlerin
hemen hemen hepsi yalanlan-mıştı. Sanki yalanlama bir sosyal miras gibi
nesilden nesile aktarılıp gitti. Yalanlama ahlâkını devam ettirdiklerine dikkat
çeken bu âyet, kötülüğün bir nehir gibi aktığına işaret etmektedir. Bir
toplumun peygamberleri yalanlamayı bırakıp köklü bir değişim ile imana
geçmelerinin zorluğu da burada vurgulanmakta, bir bakıma alışkanlıkların, batıl
inançların ve sosyal bakımdan adetlerin değişime karşı gösterdikleri direnç
anlatılmaktadır. Hele bir toplumda iyiyi yalanlama kültürü veya adeti
oluşmuşsa, onun değişimi mermeri yumuşatmak kadar zordur.
4. "İşte haddi aşanların kalplerini biz böyle
mühürleriz." Âyetin bu kısmına bakınca şu soruyu sormak zorundayız: Allah
insanın kalbini mühürlerse, onun iman etmesine engel olmaz mı ve bu bir çeşit
zulüm değil midir? Bu soruyu şöyle cevaplarız:
a) el-Mu'tedîn kavramına bakarsak, önce insanın irâdesi ortaya
çıkıyor, yani önce insan haddi aşıyor, sonra kalbi mühürleniyor. Kalplerin
mühürlenmesindeki ilâhî eylem; kulların haddi aşmasındaki eylemden sonra
gerçekleşmektedir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan
af dileyince Allah onun bu dileğini yerine getirip af edebilir. İnsan af
dilemeden, Allah'ın affedici sıfatı harekete geçmez. Aynı şekilde insanın
"haddi aşması" Allah'ın mühürleme eylemini çağırmaktadır. Yani insan
haddi aşmasaydı mühürleme olmayacaktı.
b) Kalbi mühürlenmiş insan, zamanla irâdesini kullanıp iman etmeyecek
anlamına gelmez:
"Sözlerinden dönmeleri;
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri; haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve
'kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle (onları lanetledik, onlara
türlü belalar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir) tam aksine küfürleri
sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur, pek azı müstesna artık iman
etmezler" (Nisa 4/155). Kalpleri mühürlenmesine rağmen, istisnai olarak
iman edecek olanların bulunabileceğine bu âyette işaret edilmektedir. Bu
mühürlenme konusu Bakara 7'de açıklanmıştır.
Allah'ın mühürlemesi sonuç, yalanlamak ve aşırı gitmek ise
sebeptir (Yûnus 10/74). Aynı şekilde kibir (Mü'min 40/35); insanın kendi
nefsini tanrı edinmesi (Câsiye 45/23); dinde yanlış fetva vermek (Şûra 42/24);
bilgisizlik (Rûm 30/59); inkâr etmek (Nisa 4/155) gibi eylemler de kalbin
mühürlenmesinin nedenlerindendir.[59]
75.Sonra onların ardından da Mûsâ
ile Harun 'u, Firavun ve (toplumun) seçkinlerine mu'cizelerimizle gönderdik,
fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum oldular.
76.Katımızdan onlara hak gelince:
'Bu elbette apaçık bir sihirdir', dediler.
77.Mûsâ: 'Size hak geldiğinde
onun için hep böyle mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah
olmazlar', dedi.
78.(Bunun üzerine) onlar da
dediler ki: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi döndüresin ve yeryüzün
de ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak
değiliz'.
Hz. Mûsâ olgusu daha önce Bakara, Nisa, Mâide ve A'râf
sûrelerinde ele alınmış ve çeşitli cephelerine dikkat çekilmişti. Her
anlatıldığı yerde farklı bir boyutuna değinilmiş, geleceğe ışık tutacak
nitelikte
oradaki konuyla kaynaştırılmıştı. Birinci ciltte,
araştırma metodlarımızı anlatırken, buna Kur'ân'ın
kimyası demiştik. Hz. Musa'nın olgusu da farklı âyetlerle
ve konularla ayrı ayrı yerlerde birleşmesi bu
kimyasal metodun bir örneğini oluşturmaktadır.
1. Yûnus sûresinin bu âyetlerinde Hz. Nuh'un olgusu anlatılırken
isimleri verilmeden bazı
peygamberlere değinildi. Hûd,
Salih, İbrahim, Lût ve Şu'ayb bunlardandı. Bunların ardından gelen peygamberlerin
arasında: "Sonra o peygamberlerin ardından da Firavun ve (toplumun)
seçkinlerine Mûsâ ile Harun'u mu'cizelerimizle gönderdik" âyetinde
belirtildiği gibi Hz. Mûsâ ile Hz. Harun yer
almaktadır.
Âyetin bu kısmında Firavun ve
bizim 'toplum' diye tercüme ettiğimiz mele' yer almaktadır. Aslında mele'
kelimesi "seçkinler çevresi" anlamına gelmektedir. Fakat Firavun ve
seçkinler çevresi tüm toplumu temsil etmemektedir. 'Parçayı zikrederek tümü
kasdetmek' kaidesi burada da işlemektedir. Doğal olarak Yüce Allah'ın, sadece
Firavun ve onun seçkin çevresine iki peygamber göndermesi mümkün değildir. O
peygamberleri hem Firavun ve toplumuna hem de tüm İsrailoğullarına
göndermiştir.
Hz. Mûsâ ile Hz. Hânın birincil
derecede Firavun ve onun seçkin çevresine gönderilmiştir. Çünkü Firavun ve
seçkin çevresinin doğru yola gelmesi ile o günün toplumunun etkilenip doğru
yola geleceği bir gerçekti. Kralların bir dini kabul etmesi, tüm toplumu
etkilemekte ve toplumun hayat tarzını değiştirmekteydi. Böylece âyetin bu kısmı,
o devir toplumlarının yukarıdan aşağıya dikey bir hareketle değişime uğradığı
olgusunu bize anlatmaktadır. Halk özgürlüğünün bulunmadığı dönemlerde halkın
inancı sanki Kralın elinde imiş gibi bir durum vardı.
Firavun ve seçkinleri, aslında
tüm toplumu ifade etmektedir. Toplumun kaderi bunların elinde imiş gibi
davranıyorlardı. Onun için burada Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun'un tebliğleri
tepedeki insanları değiştirirse, tüm toplumun katmanları değişeceği metoduna
yer verilmişti.
Âyetin bu kısmında geçen li&l
"âyetlerimizle" ifadesi "mu'cizelerimizle" anlamına
gelmektedir. Buradaki âyetler, Tevrat'ın içindeki âyetler yani cümleler
anlamına gelmemektedir. Çünkü toplumun tepesindeki grupta köklü bir değişimi
ancak mu'cizelerle gerçekleştirmek mümkün olacaktı.
2. "Fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum
oldular." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'un
tebliğine karşı koymalarının ana sebebi kibirdi. Onların olumsuz ve ağır
tepkilerinin altında yatan psikolojik neden "kibir" olmuştu. Bakara
34'te de Yüce Allah'ın secde emrine karşı koyan İblis'in psikolojik durumu da
"kibir"di.
Şeytana ilk günahı işleten
psikolojik neden kibir olmuştur. Kibir şeytan ahlâkından insanlara intikal
etmiş, Firavun ve toplumunun, yani etrafındaki seçkinlerin iyiden yana
değişimine engel olmuştu. İyiden yana değişimlere engel olan ve direnç gösteren
en etkili psikolojik neden "kibir" olmuştur. Kibrin insanlığa
yaptığını hiçbir düşman yapmamıştır. Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun da kibirli insanların
olumsuz tavırlarından etkilenmiş, çeşitli şekillerde zarar görmüşlerdir.
Kibir, Firavun ve adamlarının
mücrim, yani suçlu ve günahkar bir toplum olmalarına neden oldu. Mücrimlik
denen suçluluk ya da günahkarlık ile kibir arasında bir bağlantı kurulmaktadır.
Demek ki, kibir insanı suça ya da günaha itmektedir.
3. "Katımızdan onlara hak gelince: 'Bu elbette apaçık bir
sihirdir' dediler." Âyetin bu kısmında geçen "hak" kavramına
birinci derecede "mu'cize" manasını verirken, ikinci derecede
"Tevrat" anlamını verebiliriz.
"Hak" kavramını birinci
manadan alınca, Firavun ve çevresindeki seçkinlerin, Hz. Musa'nın mu'cizelerini
sihir olarak değerlendirdikleri neticesine varabiliriz.
Günümüzde bilimsel araştırmalara
tepki gösterenleri aynı sınıfın içine koyabileceğimiz gibi; İlâhî vahyi
küçümseyen ve ona çöl kanunu niteliği verenleri de aynı gruptan sayabiliriz.
Bundan şuna ulaşırız. Hakkın hak olduğunu, ona gösterilen tepkiden
anlayabiliriz.
Ayrıca, hakkın karşıtı olarak
sihrin kullanıldığına şahit oluyoruz. Demek ki sihir, "asılsız, sahte,
batıl şey" anlamına gelmektedir. "Hak" gerçek olduğuna göre,
sihir de gerçek olmayan şey anlamını ifade etmektedir. Sihrin, "aldatmak,
hile yapmak, aklını çelmek, uzaklaşmak, cadılık etmek, alıkoymak" anlamına
geldiğini düşünür ve bunu bu âyete uygularsak, Firavun ve çevresindeki
seçkinler, Allah'ın hak olarak gönderdiği mu'cizeleri aldatıcı bulmuş, insanı
doğrudan uzaklaştırıcı olarak görmüş, doğru yoldan alıkoyucu olarak
nitelendirmişlerdir.
Hakkı sihir, yani aldatıcı olarak
değerlendiren bir olumsuz tepkiye işaret eden âyet, günümüzde Kur'ân'a karşı
takınılan olumsuz tavır ve gösterilen olumsuz tepkilerin içyüzünü gösterir
durumdadır. Diğer taraftan geçmişte ilâhî mu'cizelere, vahye ve peygamberlere
hangi kavramları kullanarak tepki gösterildiğini de bu âyet bize
öğretmektedir.
4. "Mûsâ: 'Size hak geldiğinde onun için böyle mi dersiniz? Bu
bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar', dedi." Hz. Mûsâ,
onların her zaman hakkı böyle değerlendirip değerlendirmediklerini sormaktadır.
Soru, geçmişte böyle bir davranış şekillerinin olup olmadığını
araştırıcı niteliktedir. "Hakk"a sihir, yani aldatıcı demek onlarda
bir ahlâk halini, bir adet halini aldığını göstermektedir. Doğru olan her yeni
şeye olumsuz tavır takınıp tepki koymanın geleneksel köklerine burada işaret
edilmektedir.
"Bu bir sihir midir?"
sorusu ile Hz. Mûsâ, uzaktan yakına gelen metod ile o andaki tepkilerini
değerlendirmeye almaktadır. Sihirbazların asla iflah olmayacaklarını söyleyerek
de, topluma güven vermeyi istemektedir. "Sihirbazlar asla iflah
olmazlar" diye tercüme edilen ve lâ yüflihu's-sâhirûn ifadesine,
"zafere ulaşamaz" manasını vermek daha doğru olacaktır. Çünkü A'râf
117-122. âyetlere bakıldığında sihrin ve sihirbazların mağlup olduğu görülecektir.
"Biz de Musa'ya, 'asanı at'
diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp
yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup
gitti. İşte (Firavun ve adamları) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler.
Sihirbazlar ise secdeye kapanıp: 'Mûsâ ve Harun'un Rabbi olan alemlerin Rabbine
inandık', dediler" (A'râf 7/117-122). O zaman lâ yüflihu kelimesine
"zafere ulaşamaz, başarılı olamaz, galip gelemez" manasını vermek
daha doğru olacaktır.
Başka bir ifade ile Hz. Mûsâ
onlara meydan okudu. Hz. Musa'nın gösterdiği mu'cizeler eğer onların dediği
gibi sihir ise, yarışmada başarılı olamayacağını ifade etmek istemiş,
dolayısıyla 'gelin bu yarışmayı yapalım, zafere ulaşıp ulaşmayacağımı bir
deneyelim' demek istemiştir.
5. "Onlar: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi
döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz
size inanacak değiliz' dediler." Sihir konusundaki değerlendirmeleri
tutmayınca, iki şeyi ihtiva eden bir soru sordular ve kendi nihai kararlarını
bildirdiler.
a) "Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi
döndüresiniz." Bu ifadeden onların taklitçi olduğunu anlıyoruz.
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun', dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler" (Bakara 2/170). Bu
şekildeki taklitçi tepkiler
Kur'ân'da defalarca gündeme getirilmiştir. Mâide 5/104; Lokman 31/21; Zuhruf
43/23. âyetler buna örnek teşkil etmektedir.
Geçmişte insanlar, Yüce Allah'ın
gönderdiği mu'cize ve vahye karşı gelenlerin taklit engeline takıldıklarını ve
onların iyiden yana değişimine taklidin mani olduğunu görüyoruz. Lokman 21.
âyete göre taklit vasıtasıyla şeytan onları cehenneme çağırıyordu.
"Babamızı bu yol, bu inanç ve bu din üzerinde bulduk" ifadesi, insanlığın
geri kalmasına, geçmişe bağlanmasına, hatta geçmişi tanrı edinmesine neden
olmuştur.
"Babalarımızı bu yolda
bulduk" ifadesi günümüzde de yaşamakta, gelecekte de yaşayacağa
benzemekte, insanın atılımına, ufuktan ufka sıçramasına, yenileşip değişmesine
ve gelişmesine mani olmaktadır. Daha güzele, daha iyiye ve daha kaliteli olana
mermi sıkan bu geçmişin tanrısı, katil bir nitelik taşımaktadır. Günümüzün
problemlerini çözen ve bizi geleceğe taşıyan geçmişin kültürüne evet; ama bizi
geri götüren, toplumu çürüten, geri bırakan, medeniyet yarışını kaybettiren,
nesillerin zamana göre yetişmesine müsaade etmeyen geçmişin sahte tanrısına
hayır.
îşte bu, "babamızı bu yol,
bu inanç ve bu din üzerine bulduk" sözü, geçmişin geri kalmasına sebep
olan taklit denen tanrıyı besleyip onu insanın geleceğini yutan bir ejderha
haline getirirken, Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'un da karşısına dikti. İşte o taklit
tanrısı Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun'un karşısına bu sözleri terennüm eden
salyalarını akıtıyordu.
Ayetin bu kısmında geçen cJ
lefete kelimesi, "bir şeyi büküp çevirmek"; iltefete kalıbından
alındığında, "bir şeye doğru yüzünü çevirmek, meylettirmek"
manalarına gelmektedir, el-Left mastarı da "bir şeyden vazgeçmek"
demektir.
Bu kelimenin eş anlamlısı Ahkâf
22'dedir: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin?"
Buradak te'fîk kelimesi, "çevirmek" anlamına gelmektedir. de
"çevirmek, alıkoymak" anlamına gelmektedir. Demek ki, left ile ifk bu
manalarda buluşmaktadırlar.
Her iki kavram, bu âyetlerde
beynin ve gönlün çevrilmesini gündeme getirmektedir. Meselâ, En'âm 95 ve
Mü'min 62. âyetlere bakarsak, insanın doğrudan yanlışa, tevhîd inancından
şirke çabucak döndüğünü görürüz; ama kötüden iyiye; şirkten, inkârdan tevhîd
inancına dönmekte büyük bir direnç gösterdiği de gözden kaçırılmamalıdır.
İşte Hz. Mûsâ bu büyük dirençle
karşılaştığı gibi günümüzde de i-yiden yana yeniliğin ve değişimin aynı
derinlikte dirençle karşılaştığına şahit oluyoruz. Yeniliğin ve değişerek
gelişmenin karşısına çıkan bu taklit direnci, insanlığı kirletmekte, cehaletin
kara dumanı içinde bırakmakta, yaşanan hayatımızı ve hatta geleceğimizi
katletmektedir. Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun bununla mücâdele vermiş, o
direnci gösterenler yok olup gitmiş, toplumları geleceğe taşıyan dinamizm galip
gelmiştir.
Aslında Yüce Allah Hz. Musa'ya
gönderdiği vahy ile, o devrin insanlarına beyinlerini ve gönüllerini
değiştirmelerini yüksek sesle söylüyordu.
O sese kulak vermeyenler, o
taklitlerinin, dirençlerinin denizinde boğuldular. Bize de, onların başından
geçen bu olgudan ibret alıp, iyiden yana yeniliğe, değişime ve gelişime kucak
açmak kalmıştır. İşte bu olgu, bizim eğitimimizin ve geleceğin eğitiminin
temelini teşkil etmelidir. Daima ileriye giden, geriye sadece dönüp bakan
nesiller yetiştirmek; geçmişin kültürünü eleyen, değerlendirip geleceğe akıtan
nesiller yetiştirmek; gelenin keyfi için geçmişine sövmeyen ama geçmişini de
tanrı edinmeyip geleceğine uzanan beyin ve gönlüne zincir vurdurmayan nesiller
yetiştirmek. Bu ve buna benzer âyetler, hep bu eğitimin temellerini atıyordu ve
gelecekte de atacaktır.
b) "Ve yeryüzünde ululuk, sizin ikinizin olsun diye mi bize
geldin?" İşte bu soruda Firavun ve etrafındaki seçkinlerin siyâsî
endişelerinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Olumsuz tepkilerinin ana sebeplerinden
ikincisi, kendi sandalyelerini kaybetme korkusu olmuştur.
el-Kibriyâ' kavramı, iktidarın,
siyasetin getirdiği "ululuk" anlamını ifade etmektedir. Siyâsî erki
elinde bulundurmak, dünya nimetlerinin önde gelenleri arasında yer almaktadır.
Bu âyetten şu neticeyi
çıkartabiliriz: Firavun ve etrafındaki seçkinler zümresi, öncelikle
babalarından kalan inançlarını savunmak istemişler, ardından siyâsî
gelecekleri hakkındaki korkularını ortaya koymuşlardır. Geçmişin kültürü,
siyâsî erkin önünde tutulmuştur. Onlar iki şeyden vazgeçmek istemiyorlardı:
Geçmişleri ve iktidarları.
c) "Biz size inanacak değiliz." Bu ifade ile ağızlarında
gevelediklerini ortaya döktüler. Bu sözden anlıyoruz ki, Hz. Mû-sâ'nın
mu'cizeleri ve mesajı onların gönlünde gerekli olan değişimi gerçekleştiremedi.
Onların gönlü, bu gayretlere rağmen hakikate karşı kapalı ve tıkalı kaldı.
İman kelimesini kullanmalarına rağmen imana yanaşmıyorlardı.
Âyetin sonundaki
"mü'minîn" kelimesi, "güvenmek" anlamına da alınabilir ve
"biz size güvenmiyoruz" şeklinde tercüme edilebilir.[60]
79.Firavun: 'Bana bütün bilgili büyücüleri getirin' dedi.
80.Büyücüler gelince Mûsâ onlara:
'Atacağınızı atın' dedi.
81.Onlar (iplerini, değneklerini)
atınca Mûsâ: 'Sizin getirdiğiniz şey büyüdür, Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır.
Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez!' dedi.
82. Ve suçlular istemese de
Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!
Firavun ve etrafındaki
seçkinlerin, "biz size inanacak değiliz" demelerinin ardından,
Firavun işi ciddiye alarak, sihirbazları çağırtıp Hz. Musa'yı mağlup etmenin
yollarını aramaya başladı.
1. "Bana bütün bilgili büyücüleri getirin, dedi."
Firavun burada "bilgili" kelimesi ile sihirbaz kelimesini biraraya
getirmiştir. Demek ki, onların devrinde bir şarlatan, sahte büyücüler vardı;
bir de bilgili sihirbazlar vardı.
Firavun, Hz. Musa'yı
sihirbazlıkla itham edince, onunla yarışacak olanların sihirbaz olmasını ön
gördü. Günümüzde de büyücülerden yardım dileyenlerin olduğunu görüyoruz. XXI.
asırda olmamıza rağmen asırlar evvel yaşayan Firavun'un döneminden, bir arpa
boyu ileri gidemediğimizi anlıyoruz. Büyücülerden beklenti içinde olan
insanlar medeni olabilirler mi?
2. "Büyücüler gelince Mûsâ onlara: 'Atacağınızı atın',
dedi." "Atın" kelimesinden anlıyoruz ki, o devrin bilgili
sihirbazları değnek ve ipleri atarak sihirlerini yapıyorlardı. Bu durumu, Şu'arâ
sûresinin 44. Âyetiyle delillendirebiliriz: "Bunun üzerine iplerini ve
değneklerini attılar ve:
'Firavun'un kudreti hakkı için
bizler galip geleceğiz' dediler." Demek ki, o devirde sihir çok ilerlemiş;
ip ve değnekle sihir
yapılıyormuş. Yûnus sûresinde ne attıkları açıklanmazken, Şu'arâ'da
açıklanmaktadır.
3. "Onlar iplerini ve değneklerini atınca, Mûsâ: 'Sizin
getirdiğiniz şey büyüdür' dedi." Demek ki, Hz. Mûsâ büyünün, yani sihrin
ne olduğunu biliyordu. Firavun dönemindeki Mısır'da sihirbazlık çok ileri itmiş
arz-talep ilişkisi içinde sihre çok talep olunca, sihirbazlık oldukça
ilerlemişti. Âyetlere bakınca, Kral Firavun bile sihre değer veriyor ve ondan
yardım diliyordu.
Hz. Mûsâ, Firavun'un sarayında
yetiştiği için sihrin ne olduğunu biliyordu; onun için onların ip ve
değneklerini attıklarını görünce yapılanın sihir olduğunu derhal anlamıştı.
4. "Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah,
bozguncuların işini düzeltmez." Hz. Mû-
sâ'nın bu ifadesinde dikkati çeken bir ilke vardır. Hz. Mûsâ, Allah'ın,
sihirbazın sihrini, yani büyüsünü boşa çıkaracağını söylemekte, kendi gücüne ve
peygamberliğine güvenmemektedir. Kur'ân, bu tarz konuşmanın, tüm dünya
müslümanlarının sözlerinde de bulunması gereğini bize öğretmektedir.
Hz. Mûsâ, bunun sebebini de,
ifadesinin sonuna koymaktadır: "Fesatçıların, yani bozguncuların işlerini
Allah düzeltmeyecektir." Bunun anlamı şudur: Boşa çıkarmak ile düzeltmek
farklı şeylerdir. Düzeltmekte başarıya ulaştırmak varken; boşa çıkarmada
mağlubiyet vardır. "Düzeltmez" denirken başarıya ulaştırılmayacağına;
"boşa çıkarır" denirken de mağlup edileceklerine işaret
edilmektedir.
Buradaki bozgunculuk, yani fesat
çıkarma ne anlama gelmektedir? Önceki âyetlerden bunu çıkartabiliriz:
a) Sihirbazlık.
b) Allah'ın âyetlerine karşı kibirlenip onların sihir olduğunu söylemek.
Babalarının yanlış inançlarını taklit edip, tevhîd inancına geçmemek. Kendi
siyâsî geleceğini düşünerek, peygambere tepki gösterip ona sihirbaz demek.
Bu işleri yapanların bozguncu
olduğunu anlıyoruz ve bunların a-mellerinin Allah tarafından
düzeltilmeyeceğinin mesajını bu âyetten alı-yoruz. Ters manadan bakınca,
amellerinin Allah tarafından düzeltileceği kişiler de vardır, neticesine
ulaşıyoruz.
5. "Ve suçlular istemese de Allah sözleriyle gerçeği ortaya
çıkaracaktır." Yüce Allah'ın, burada "kendi sözleri"yle
kasdettiği, kendi vahyidir. Allah, hakkın hak olduğunu kendi sözleriyle ispat
edecek demektir.
Yüce Allah'ın muradı, isteği
hakkı gerçekleştirmektir: "Oysa Allah sözleri ile hakkı gerçekleştirmek ye
kâfirlerin ardını kesmek istiyordu" (Enfâl 8/7); "Günahkarlar
istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı or-tad'an kaldırmak içindi"
(Enfâl 8/8); "Ve Allah bâtılı yok
eder; sözleri ile hakkı ortaya koyar" (Şûra 42/24).
Bütün bu âyetleri Yûnus 82 ile
bir araya getirdiğimiz zaman şu neticeye varıyoruz: Bu dünyada günah batağına,
boğazına kadar batmış olanlar ve bu alışkanlıklarını değiştirme imkanını
yitirenler, hakkın gerçekleşmesini, ortaya çıkmasını istemezler. Ama onların
bu isteği, Allah'ın irâdesi ile çatıştığı için mağlup olmaları mukadderdir.[61]
83. Firavun ve etrafındaki
seçkinlerin, kendilerine işkence etmesinden korkuya düştüklerinden dolayı halktan
bir grup gençten başka kimse Mûsâ 'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir
diktatör) ve haddi aşanlardan biri idi.
Âyetin analizinden çıkaracağımız
önemli neticeler olacaktır:
1. Korku imanı engelledi. Firavun'dan ve onun etrafındaki seçkinlerden
korkan halk, iman etmiyordu. Hatta iman etseler bile imanlarını açığa
vuramıyorlardı. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.
Kitap ehlinden olan nice ilim ve din adamı Kur'ân'in hak kitap
olduğunu anladıkları ve inandıkları halde imanlarını, bulundukları sosyal
statüyü ve çevreyi kaybederler diye açığa vuramamaktadırlar.
O zaman Firavun'un çevresindeki
seçkinlerin ağır baskısı vardı; şimdi de sosyal, kültürel ve statü baskısı onun
yerini aldı.
Âyetteki "korku
psikolojisi"ni günümüze taşırsak, hak din olan İslâm'ın tebliğ
edilmesinin önünde duran engellerin neler olduğunu rahatlıkla anlarız.
İslâm'ın tebliği ile ilgilenecek, böyle bir görevi yüklenecek olanlara Yüce
Allah önemli bir açıklama yapmaktadır.
Önceleri krallar engel olunca
toplum imanını yani dinini değiştiremiyordu; Kostantin gibi Hıristiyanlığı
seçince toplumun tamamı o inanca ve dine geçebiliyordu.
Günümüzde demokrasi olduğu için
devleti idare edenlerin böyle bir etkinliği ortadan kalkmıştır. Halk inancını
ve dinini serbestçe değiştirebilmektedir. İman ve din değişiminde sosyal baskı
hala devam etmektedir.
Ekonomik değer ile statünün temin
edilmesi inanç ve din değişiminde önemli rol oynamaktadır. Ama devlet başkanı
ve onun etrafındaki seçkinlerin işkence korkusu sebebiyle din değişiminin
engellenmesi ortadan kalkmıştır.
Yüce Allah imana engel olan korku
psikolojisini veya işkence korkusunu birinci derecede Hz. Peygamber'e
anlatmaktadır.
2. Gençlik dinamizmdir. Âyette geçen zürriyet kavramının asıl manası
"nesiP'dir. Ama bazı âlimler ona "gençlik" manasını vermiş-
tir. Bu manayı tercih ediyor ve
diyoruz ki, imanını açıklayabilen, gizlemeyen bir grup genç olmuştur.
Âyetteki min kavmih'deki zamirin
nereye gittiği konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı Hz. Musa'nın
kavmi olan îsrailoğullanna, diğerleri de Firavun'un toplumuna gittiğini
söylemektedirler. Bize göre o kelimenin sonundaki zamir, Firavun'un toplumuna
gitmektedir. Firavun'un toplumundan bir grup gençten başkası iman edip imanını
açığa vuramadı.
Buradan şunu çıkartıyoruz: Her
şeyin iyisinde de kötüsünde de gençlik bir dinamizm oluşturmaktadır. Firavun ve
çevresindeki seçkinlerin baskısına, etrafa saldıkları korkuya rağmen iman edip
açığa vuran ancak gençler olmuştur.
"Ne varsa gençlerde
vardır" tekerlemesi o dönemde de işlemekteydi. Yüce Allah o gençlik
grubunu Kur'ân'da anmakla onlara nasıl bir değer verdiğini anlatmakta, diğer
taraftan da, iyiden yana devrimleri gençlerin yapacağına işaret etmektedir.
Hz. Peygamber döneminde de ilk
önce müslümanlık gizliden gizliye yayılıyor, sokağa bile çıkamıyorlardı. Açığa
çıkmak için bir Hz. Ömer yeterli oldu. İslâm için Hz. Ömer ne idiyse, Hz. Mûsâ
için de o gençlik grubu o olmuştu.
3. İnanç özgürlüğü yoktu. Âyette geçen en yeftinehüm i-fadesini
"işkence yapmak" anlamında alıyoruz. Bu ifade, o zaman inanç
özgürlüğü olmadığına delil teşkil etmektedir. Çünkü Firavun'un ilâh olduğu
inancını bırakıp tevhîd inanıcına gelmek gibi değişimi gerçekleştirecek bir
özgürlük ortamı o dönemde yoktu ve böyfe bir değişim işkence ile
cezalandırılıyordu.
Yüce Allah o devrin halkına,
devlet başkanlarının inanç özgürlüğünün tanınmadığını bize anlatarak, günümüz
ve gelecek nesiller için inanç özgürlüğünün ne anlama geldiğini ve ne kadar
önemli olduğunu anlatmakta ve bu özgürlüğün tanınmasının bir erdem olduğuna
dikkat çekmektedir.
4. Firavun tavrı aşılamıyordu. "Çünkü Firavun yeryüzünde
ululuk taslayan ve haddi aşanlardan binidi."
Âyetin bu kısmında yer alan ve inne Fir'avne te'âlin fi'l-ard ifadesi,
zâlim bir diktatör anlamına gelmektedir. Siyâsî manası ile bu anlam, onun halka
ne kadar baskı yaptığını, halkı baskı ile sindirdiğinden halkın inancını
değiştiremediğine işaret etmektedir. Diktatör olması onu, haddi aşmasına
götürmüştür.
İnsanların inanç ve özgürlüğünü
ellerinden almak, hem diktatör hem de haddi aşmak sıfatına layık görülmeye
neden olmaktadır. Onun bu zulmüne rağmen, bir grup genç meydan okuyarak tevhîd
inancını benimsemiştir. Onlar inanç özgürlüğüne vurulan zinciri kırmıştı.
Firavun'un ululanması, yani
diktatörce davranmasının başka bir neticesi de Kasas 4. âyette anlatılmaktadır:
"Firavun (Mısır) toprağında gerçekten' azmış, halkını çeşitli zümrelere
bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor,
kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı."
Firavun, inanç özgürlüğüne zincir
vurmanın ötesinde, halkı gruplara ayırıp birini tutup diğerini ezmek gibi bir
zulmü de işliyordu. Bu onun hem bir diktatör hem de haddi aşan biri olduğuna
delil teşkil etmektedir.
Buradan hareketle günümüz devlet
adamlarına çok ciddi mesajlar olduğunu söyleyebiliriz.
Halkın inanç ve özgürlüğüne mani
olmak, halkı gruplara ayırarak eşit davranmayıp bir grubu ezip diğerini tutmak
diktatörlüktür. Medenî ve çağdaş toplumda bunların olması, insanlığı geri
götürmekten başka bir şey değildir.[62]
84. 'Ey kavmim! Eğer Allah 'a
inandıysanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na güvenip dayanın.'
85.Onlar da dediler ki: 'Sadece
Allah 'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zâlimler topluluğu için deneme konusu
kılma!'
86.'Ve bizi rahmetinle o kâfirler
topluluğundan kurtar!'
87.Biz de Mûsâ ve kardeşine:
'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler
yapın, namazlarınızı da dosdoğru
kılın. Ey Mûsâ! Mü 'minleri müjdele!'
diye vahyettik.
Bu âyetler birbirinin devamı
durumunda olduğu için bunları beraber yorumlamayı uygun buluyoruz.
1. Allah'a tevekkül etmek. Hz. Mûsâ, Firavun'un baskısına karşı
toplumuna şu şekilde bir ders vermektedir:
rnyorsanız ve O'na teslim
olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın" âyetinde iman, teslimiyet ve
tevekkül bir araya gelmiştir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Tevekkül denen
Allah'a güvenip dayanmak, iman ve ".eslim olmayı şart koşmaktadır. Başka
bir ifadeyle tevekkül, iman ve teslimiyetin ürünü ve ispatı olmaktadır.
Firavun'un baskısından korkmadan
Allah'a iman edip O'na teslim olmak bir tevekkül işidir. İman ve teslimiyet
denen gönül eylemini gerçekleştirebilmek için Allah'ı yanında hissetmek
gerekiyor: Üzülme çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40);
"Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/62).
Bu iki âyetten de anlaşılacağı üzere bu tür ifadeleri söyleyebilecek imanı
göstermek gerekmektedir.
Allah'ı yanında hissederek Firavun'un
baskısını, inanç özgürlüğüne vurduğu zinciri kırmaya çalışan insanlar,
Kur'ân'da anılacak kadar büyük erdem sahibidirler.
2. Onlar da dua ettiler. "Onlar da: 'Allah'a dayandık. Ey
RaBbimiz! Bizi zâlimler topluluğu için deneme konusu yapma!' dediler." Hz.
Musa'nın "Allah'a güvenip dayanın" emrine karşı, halk "biz
Allah'a güvenip dayandık" cevabını verdiler ve Allah'a tevekkül
ettiklerini şu dualarıyla da delillendirdiler: "Ey Rabbimiz! Bizi o
zâlimler topluluğu için deneme konusu yapma!"
Bu dua daha önce Hz. İbrahim'e
inananlar tarafından da yapılmıştı: "Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için
deneme konusu yapma" (Mümtehine 60/5). Hz. İbrahim'in toplumu
"kâfirler"; Hz. Musa'nın toplumu da "zâlimler" ifadesini
kullanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tarz dua evrensel bir nitelik
taşımaktadır.
İnanan insanlar çoğu zaman kâfir
ve zâlimlerin oyuncağı, yani fitnesi, deneme tahtası durumuna düşmüştür.
İnanan insanın bilgisi, kültürü ve feraseti güçlü olmalıdır. Ama şartlar
öylesine ağır olur ki, mü'min insanın gücü deneme tahtası olmamaya
yetmeyebilir. O zaman bu dua şekli Allah'ın yardımını dilemeli ve o yardıma
sığınmalıdır.
3. "Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan
kurtar."" Hz. İbrahim'in ümmetinin yapmış olduğu duada kullandığı
"kâfir" kelimesini Hz. Musa'nın toplumu da bir duada kullanmıştır.
Hz. Musa'nın halkı
"kurtuluş" istediklerine göre hür değillerdi. Esaret zincirinden
kurtulmak istiyorlardı. Firavun ve çevresindeki seçkinler, yani Firavun'un
toplumu, İsrailoğullarına ağır baskı yapıyor, onları köle olarak
kullanıyorlardı. Kasas 4'de belirtildiği gibi, onları eziyor ve erkek
çocuklarını kesiyordu. İşte bu zulümden kurtulmak için Allah'a dua ediyorlardı.
Yüce Allah'ın, onları rahmeti ile kurtaracağına da inanıyorlardı.
Demek ki, Yüce Allah rahmeti
gereği mü'minleri zâlimlerden ve kâfirlerden kurtarmaktadır. Buradaki rahmet,
merhamet anlamına da gelmektedir.
4. Yücç Allah duaya icabet etti. "Biz de Mûsâ ve kardeşine:
'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın veevlerinizi namaz kılacak yerler yapın,
namazlarınızı da dosdoğru kılın. Mü'minleri müjdele' diye vahyettik."
Onların, bir önceki âyetteki dualarına karşılık Yüce Allah bu vahyi ile
karşılık vermiştir:
a) "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın." Bu âyetteki
buyût "evler" kelimesini "sığınak" manasına
alabiliriz. Çünkü bütün
İsrailoğullarının her ailesine ev edindirmek imkan dahilinde değildi.
Hz. Musa'nın toplumu, kendilerini kurtarması için Allah'a
yalvardılar. Yüce Allah da onlardan 'Mısır'da sığınılacak evler edinmeleri'ni
isteyerek, hatta bu hususu onlara emrederek kurtuluş hazırlıklarını başlatmış
oldu.
b) "Ve evlerinizi namaz kılacak yerler yapın; namazlarınızı da
dosdoğru kılın." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Hz. Musa'nın dininde de
namaz vardı. Namaz emri daha önce onlara gelmişti.
Diğer taraftan âyette geçen kıble
kelimesi, "namazgah" manasına alınmalıdır. Evlerin
"namazgah" şekline sokulması, evlerin "ibadet-sane"ye
dönüşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca, o evlerde namazın dosdoğru kılınması da
emredilmektedir.
c) "Mü'minlere müjdele." Yüce Allah, yardımı, lütfü ve
müdahalesinin olacağını müjdelemeyi Hz. Musa'ya vahyetti. Kurtuluşun müjdesi
böylece gelmiş oldu.
Biz bu âyetleri günümüze taşırsak
şu neticeyi çıkartabiliriz: Dua çok güçlü bir dini eylemdir. Doğru yapıldığı takdirde,
ilâhî aleme yükselip oradan istediğini alıp gelebilmektedir. Din âlimi ve
görevlileri, dua-ıa önemini, yapılış şeklini ve gücünü insanlara öğretmeli, dua
ile neleri elde edebileceklerine dair onları bilinçlendirmelidirler.
Eğitimin, özellikle din
eğitiminin ana konularından biri bu olmalıdır. İnsanın gönlünden çıkan dua,
hızla ilâhî aleme yücelmekte ve oradan sıeneni alıp gelmektedir. Bu ihlas, bu
güç, bu samimiyet ve bu yöneliş, txr ruh olgunluğu, bir gelişmişlik ve bir kul
olma zevkini vermektedir.[63]
88. Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbimiz!
Gerçekten sen Firavun ve etrafındaki seçkinlere dünya hayatında zinet ve nice
mallar ver- din. Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri, insanları senin yolundan
saptırsınlar ve elem erici cezayı görünceye kadar iman eu meşinler, diye mi
verdin? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver.'
Bu âyetin analizinden
çıkaracağımız önemli neticeler vardır.
1. Eğitimin gücü ekonomik imkanlarla paralellik arzeder. Hz. Mû-sâ,
kendi tebliğ faaliyetine, yani eğitimine karşı en büyük engelin Firavun ve
onun çevresindeki seçkinlerin sahip oldukları servet olduğunu bu duasında dile
getirmektedir. Ekonomik imkansızlıklar, Hz. Musa'nın tebliğ faaliyetini
zayıflatmaktaydı.
Bu durum üzerine Hz. Mûsâ, onlara
bu ekonomik gücün niçin verildiğini sorarak duasını yapmaktadır. Aslında Hz.
Musa'nın Firavun ve etrafındaki seçkinlerin sahip oldukları servette, nimette,
yani ekonomik imkanlarda gözü yoktu ve onları kıskanmıyordu. Ama Hz. Mûsâ şunu
tecrübesi ile gördü: Firavun ve etrafındaki seçkinlerin sahip olduğu servet
onun önüne büyük bir engel olarak çıktı. Kendisinin ekonomik imkansızlıkları
da tebliğinin gücünü azaltıyordu. Böylece zenginlerin toplumdaki baskınlığını
fark etti ve bu duasını yaptı. Hz. Mûsâ, kendisi için dua ediyordu ama, bu
duası Firavun ve etrafındaki seçkinler için beddua oluyordu.
Bu durumu günümüze aktarırsak şu
genellemeye varabiliriz: Güçlü eğitim, güçlü ekonomik yatırımların üstünde boy
atar. Ekonomisi güçlü olmayan toplumlar, eğitime yeteri kadar pay
ayıramayacaklarından dolayı, ciddi ve ekonomik imkan isteyen araştırmalara
girişemezler.
Günümüz ve geleceğin dünyasında
ekonomik gücü fazla olan ve bu imkanı eğitimde kullanan milletler, eğitime
yaptıkları yatırımın tekrar kendilerine ekonomik değer olarak döndüğünü
göreceklerdir. Bu sefer eğitime yapılan yatırımın aynı zamanda ekonomiye
yatırım olduğunun farkına varacaklardır.
Din eğitimine sarf edilen
ekonomik değerin o millete manevi değer getireceğini, zenginliğin ihtiyaç
duyacağı manevi destek ve mutluluğu bu yatırımla elde edeceğini, hatta elde
ettiğini anlayacak ve bu manevî moüuluğu başka milletlere ihraç edecek, o
manevi değerleri başka mil-Irüerin hizmetine sunarken yine ekonomik imkana
ihtiyacı olduğunu da serecek, böylece ekonomik değeri manevi değere çeviren din
eğitiminin 1e denli önemli bir yere sahip olduğunu fark edecektir. İşte Hz.
Mûsâ, sctün bu oluşumları fark ederek Allah'a dua etmiştir.
Dikkat edilirse Hz. Musa'nın bu
âyetteki duası "Ey Rabbimiz" diye başlayan üç bölümden meydana
gelmiştir.
2. "Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri, insanları senin yolundan
saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi
verdin?" Hz. Mûsâ âyetin bu bölümünde iki şeyi gündeme getirmekledir:
a) Âyet, ekonomik nimetlerin, yani zenginliğin, insanları yoldan
çıkarmak için kullandığına işaret etmektedir. Firavun ve çevresindeki
seçkinler, sahip oldukları zenginliğin insanları yoldan çıkardığına dikkat
çekmekte, günümüze ve geleceğe bu konuda ışık tutmaktadır.
Günümüzde insanların para ile
yoldan çıkarıldığına şahit oluyoruz, yarın da olacağız. Paranın açmadığı kapı
kalmamıştır. Para bütün değerlerin önüne geçmiş durumdadır.
Asırlar önce Hz. Mûsâ, paranın
kötüye kullanıldığında insanları yoldan çıkarıcı gücünü görmüştür. Para uğruna
inancını, dinini değiştirenlerin çoğalması buna delil teşkil etmektedir.
Ekonomik değere sahip olan
milletler, gruplar kendi inanç ve kültürlerini başka millet ve gruplara ihraç
etme imkanına sahip oluyorlar. Yazılı ve görsel basın, internet vasıtasıyla
ahlâk dışı ilişkiler ve insanın onurunu zedeleyen müstehcen yayınlar,
insanların ruhsal yapısını etkileyip onları manen yoldan çıkarmaktadır.
Kitle haberleşme vasıtaları dünyayı küçültmüş durumdadır.
İlkel çağlarda kötülükler mahalli kalırken, günümüzde medyanın gelişmesi, işi
çığırından çıkarmış, insanların ruhsal yapısını bozmuş ve kirletmiş durumdadır.
Bu yayınları yapacak ekonomik güce sahip olanlar, insanları yoldan
çıkarmaktadırlar. İşte Hz. Musa'nın yukarıdaki ifadesi bu gerçeği gündeme
getirmektedir.
b) "Elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye
mi verdin?" Aşırı servet, insanı bu dünyaya aşırı bir şekilde bağlamakta
ve insan ölmeyecek gibi davranmaktadır. İnanmak onlar için çok basit ve değeri
olmayan bir şey halini almaktadır. Bu insanlar, elem verici azabı görmeden iman
etmezler. Bu sorusu ile Hz. Mûsâ zenginlik ile iman ve ceza arasında bir
i-lişki kurmaktadır. Hz. Musa'nın sorusu bir sıkıntının ifadesi gibi görünmektedir.
Aslında âyetin bu kısmına şöyle mana vermek mümkündür: "Artık acı azabı
görünceye kadar inanmazlar."
Bundan anlıyoruz ki, eğitimden etkilenmeyecek insanlar da
vardır. Bütün çabalara rağmen iman etmeyecek insanlar olacaktır. Din eğitimcileri
için bu örnek, çok önemli bir ilke olmaktadır. Din adamı ve âlimleri,
insanların tamamı iman edecekmiş gibi yola çıkarlar, ama zaman sonra iman
etmeyecekler kendilerini belli ederler.
3. "Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı
ver." Burada Hz. Musa'nın beddua ettiği anlaşılmaktadır.
a) "Onların mallarını yok et." Çünkü o mallar vasıtasıyla
insanları sömürüyor, kullanıyor ve inançları ile oynuyor ve etrafta terör
estiriyorlar. Halka karşı işledikleri tüm kötülüklerin kaynağında onların
servetlerinin olduğuna âyette işaret edilmektedir. Hatta servet kendilerinin
imanını önlemesi bakımından kendilerine zarar vermekte, başkalarını yoldan
çıkartmakta ve kendilerinin imanını da
önlemektedir.
Hz. Mûsâ, onların ellerindeki
servetin yok olması ile bu zararların
biteceği fikrinde olduğu için bu
şekilde bir istekte bulunmuştur.
Âyetin bu kısmında geçen et-tams
kelimesi, "silmek, götürmek, izini imha etmek, yok etmek"
manalarına gelmektedir.
Onların serveti, Hz. Musa'nın
peygamberlik görevinin önünde dev bir engel oluşturuyordu. Bu engelin kalkması
bu ifade için bir dua niteliği de taşımaktadır. Ekonomisi güçlü olan
toplumlar; ekonomisi zayıf olan toplumların kültürel faaliyetini engeller ve
onlara baskın gelir. Hz. Mûsâ, kendi ekonomisini onların elinden kurtarmak ve
onların servetlerinin ellerinden çıkması için Allah'ın yardımını dilemeyi
uygun buldu.
b) Hz. Musa'nın, onların kalplerine Allah'ın sıkıntı vermesini
is-:emesi de, onlar için beddua, kendisi için dua olmaktadır. Aslında bunun
anlamı "kalplerini sık, kalplerini sıkıştır" demektir.
Mallarını yok etmek, dışarıdan
gerçekleştirilen bir müdahale olurken, kalplerini sıkmak da içten bir
operasyonu gerçekleştirmektir. Yani Hz. Mûsâ Yüce Allah'tan hem dıştan hem de
içten onlara müdahale etmesini istemektedir. Çünkü Firavun ve çevresindeki
seçkinler servetlerini kullanarak insanların gönülleri ile oynuyorlardı.[64]
59. (Allah): 'İkinizin de duası
kabul edilmiştir. O halde siz doğruluğa devam edin ve sakın o bilmezlerin yoluna
gitmeyin!' dedi.
Ayetin analizini yaparken üç önemli
nokta karşımıza çıkmaktadır:
1. Hz. Mûsâ ile kardeşi Harun'un yapmış oldukları duaya Yüce Allah
icabet etti, yani kabul etti. Yüce Allah bu âyete "dua" dediğine
göre, 88. âyetteki yalvarışta beddua olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü 58.
âyette: "Rabbimiz onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver"
şeklinde yer alan ifadenin bazı âlimler tarafından beddua niteliği taşıdığı one
sürülmüştür. Ama 89. âyet bunun dua olduğuna açıklık getirmektedir.
Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un
gönlünden ve dilinden çıkan 88. âyetteki dua, ilâhî aleme yükselmiş ve oradan
89. âyette geçen ifadeyi alıp gelmiştir. Onların duasındaki samimiyet, anında
cevap buldu ve kabul edildi. Ama Yüce Allah da onlardan iki istekte bulundu ve
şu emirleri verdi.
2. "O halde siz doğruluğa devam edin." Başka bir ifade
ile "istikamette olun" dedi. Bilindiği gibi aynı emir Hûd ve Şûra
sûrelerinde Hz. Peygambere de verilmiştir: "Öyleyse emrolunduğun gibi
dosdoğru ol" (Şûra 42/15). "O halde seninleberaber tövbe edenlerle
birlikte emrolunduğu gibi dosdoğru ol" (Hûd11/112).
Tefsirini yaptığımız âyette Yüce
Allah, "duanız kabul oldu ama doğruluktan ayrılmayın, sakın doğruluğu
elden bırakmayın" buyruğunu vermektedir.
Bunu günümüze taşırsak şu
neticeyi çıkartabiliriz: Başarılar insanları şımartır ve onların doğruluktan,
yani istikametten çıkmalarına sebep olabilir. Şımartıp yoldan çıkartan
başarılar fayda getirmeyecektir. Duanın kabul edilmesinin ardından,
"doğruluğa devam edin" emri, doğruluktan çıkma ihtimali olmasaydı
verilmezdi.
3. "Ve sakın o bilmezlerin yoluna
girmeyin." Yüce Allah bilgi
ile yol arasında bir bağlantı kurarak emir vermektedir. Demek ki bilgi bir yol
çizmektedir. O bilgiye sahip olanın yolundan gidilir. Çünkü bilgi nurdur,
ışıktır; insanın önünü, yani yolunu açan, gösteren ışıktır. Bilgisi olmayan
karanlıktadır. Işığa sahip olmayanın yoluna girmek peygamberlere yakışmayacağı
için bu emri almaktadırlar.
Âyeti günümüze taşırsak şu
gerçeği yakalayabiliriz: Bilmeyen insanların yoluna tabi olmak insanı
karanlıklara götürür. Bilen insanların yoluna tabi olmak, insan olmanın
gereğidir. Dünya insanlığının en büyük problemlerinden biri ve en önemlisi
bilmeyenlerin ardına düşmeleridir. Cahil insanlar, insanı ızdıraba,
pişmanlığa, karanlığa ve ateşe götürürler. Eğitim insanları bilgilendirdikçe,
bu hatalar ortadan kalkacaktır. Artık insanlık el yordamı, tahmini ve zanna
dayalı hareketlerinden sıyrı-kc bilginin ışığını takip etmelidirler.[65]
90. îsrailoğullannı denizden
geçirdik; Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına
düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca Firavun: Gerçekten
İsrailoğullarının
inandığından başka tanrı
olmadığına inandım, ben de
müslümanlardanım, dedi.
91.Şimdi mi? Oysa daha önce isyan
etmiş, bozgunculardan olmuştun.
92.Bugün senin bedenini
kurtaracağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanların çoğu bizim
âetlerimizden gafildir.
93.Andolsun biz, İsrailoğullarını
iyi bir yere yerleştirdik ve onlara güzel rtzıklar verdik. Kendilerine bilgi
gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de bilgi geldikten sonra ayrılığa
düştüler). Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında
aralarında hüküm verecektir.
Bu âyetlerde anlatılan tarihsel
olgular, Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Harun'un 88. âyetteki dualarının kabul edilip
yerine getirildiğinin delilini teşkil etmektedir. 89. âyette Yüce Allah,
dualarının kabul edildiğini buyurmuş ve kabul edilişini anlatılan olgulara göre
hayata geçirmiştir.
1. "İsrailoğullarını denizden geçirdik." Ancak burada
denizden nasıl geçtikleri ya da geçirildikleri anlatılmamaktadır. Denizi
geçinceye kadar neler oldu meselesini Şu'arâ sûresinden nakledebiliriz:
"Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki
topluluk birbirini görünce Musa'nın adamları: 'İşte yakalandık!' dediler.
Mûsâ: 'Asla!' dedi, 'Rabim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.' Bunun
üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı,
her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve
beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (Şu'arâ 26/60-65).
İşte Hz. Musa'nın asasını denize
Allah'ın emri ile vurması, denizin içinden yollar açılması neticesinde Allah
onları denizden geçirmiş oldu. Denizden geçiş hakkında Tâhâ 77'de "denizde
kuru bir yol aç" şeklinde bir bilgi vardır. "Denizden geçme"
olgusunu Yüce Allah başka âyetlerde "kurtuluş" olarak
manalandırmaktadır.
a) "Hatırlayın ki, sizi Firavun taraftarlarından
kurtardık" (Bakara 2/49).
b) "Hani Mûsâ kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın! O sizi Firavun ailesinden kurtardı" (İbrahim 14/6).
"Ey İsrailoğullan! Sizi
düşmanınızdan kurtardık" (Tâhâ 20/80).
"Mûsâ ve beraberinde
bulunanların hepsini kurtardık" (Şu4arâ 26/65).
Dernek ki, bu olgu
Israiloğullannın hayatında ''kurtuluş" ya da "çıkış" olarak yer
almaktadır. Ama bu olgunun içinde yer alan en önemli kısım, denizden geçme
mu'cizesidir. Onun için Yüce Allah Yûnus 90'da bu kısmı gündeme getirmiştir.
Deniz, israiloğullan için kurtuluş olurken, Firavun ve askerleri için de bela
olmuştur.
2. "Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için
onların arkalarına düştü."
Âyetteki sıralamada önce bu
kısım, sonra da birinci kısım gelmeliydi. Önce denizden geçiş, sonra da
Firavun ve askerlerinin saldırısı gündeme getirildi. Bu saldırının amacının ne
olduğunu da Yüce Allah âyetin bu kısmında açıklamaktadır.
a) el-Bağy, "haddi aşmak, ileri gitmek, tasallut etmek, zulmetmek"
manalarına gelmektedir. Âyette, Firavun'un ve askerlerinin, İsraioğullarının
peşine düşmelerindeki niyeti ve amacı zülüm (bağy) olarak tespit edilmektedir.
b) el-'Adv, "saldırmak, haddi aşmak" manalarına
gelmektedir. Firavun ve adamları zulüm ve saldırı ile, yani bu niyetle onların
peşinden gidip takip ediyorlardı; bunun başka bir ifadesi de onları helak ve imha
edeceklerdi. Bu takip ve saldırı Ölümüne bir saldın niteliğinde idi.
Bu niyet ve amaçla yapılan
saldırının sebebi ne idi? Hz. Mûsâ ile Firavundun arasındaki ilişkiye bakılırsa
bu soruyu cevaplandırmamız mümkün olacaktır. Şu'arâ 17'de bunun bir nedenini
buluyoruz:
"îsrailoğullarını bizimle
beraber gönder." Hz. Musa'nın bu isteği, Firavun'un sinirlerini kabarttı.
Aynı âyetin bir benzeri de Tâhâ 47'dedir:
"Haydi, Firavun'a gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin
elçileriyiz. îsrailoğullarını hemen bizimle birlikte gönder, onlara eziyet
etme. Biz, senin Rabbinden bir âyet getirdik. Kurtuluş, hidâyete
uyanlarındır."
Hz. Musa'nın, peygamberliğini
ileri sürmesi ve İsraioğullarının kendisi ile gönderilmesini istemesi bu
saldırının nedenleri olmuştur.
3. "Nihayet boğulma kendisini yakalayınca, Firavun: 'Gerçekten
İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de
müslümanlardanım', dedi." Firavun'un, Allah'ın cezası gelip boğulma
ile yüz yüze kalınca aklı başına geldi ve hemen imana sarıldı. Bu boğulma
şekli, Hz. Nuh'un tufanının küçük bir örneğini teşkil etmektedir. Her ikisinde
de suyun kullanıldığına şahit oluyoruz. Her ikisinde de boğulma söz konusu
edilmektedir.
Suda boğulmaya yüz tutma,
Firavun'un şuur altındaki tevhîd inancını şuur alanına çıkardı Bezm-i Elestte
Yüce Allah'ın insanın doğasında yerleştirdiği Allah'ı bulma yani inanç duygusu
harekete geçmiş, tam ortamını bulunca kendisim göstermiştir. Aklın önünü kesen
bütün engeller ortadan kalkınca, akıl Allah ile bası hemen kurmuştur. Tek
tanrıyı hatırlayıp kendisinin müslüman olduğunu itiraf etmiştir.
Boğulma anında iman etmek ve
müslüman olduğunu söylemek geçerli midir? Bu sorunun cevabını bir sonraki âyet
vermektedir.
4. "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan
olmuştun." Bu âyetten anlıyoruz ki, can boğaza gelince yapılan iman
geçerli değildir. Yüce Allah, şimdi mi iman ediyorsun? sorusuyla onun imanını
kabul etmediğini vurgulamıştır. Aynı duruma şu âyet de delil olmaktadır:
"Fakat azabımızı gördükleri
zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında
süregelen adeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaktır" (Mü'min
40/85).
Şimdi zikredeceğimiz âyet de bu
gerçeğe işaret etmektedir: "Rabb'inin bazı alametleri geldiği gün, önceden
inanmamış ya da imanında bir fayda kazanmamış olan kimseye artık imanı bir
fayda sağlamaz" (En'âm 6/158).
Demek ki hayata dönüş ihtimali
olmayan, ama bilinçli olarak ölüm döşeğinde iman eden adamın imanı kabul
edilmeyecek ve imanı ona fayda vermeyecektir. Firavun da, tam boğulma anında
iman etti, ama Yüce Allah onun imanını kabul etmemiştir.
Genelde İslâm aleminde şu gelenek
vardır: Ölmekte olan adama Kur'ân okunur ve kelime-i Şahadet getirtilir. İşte
daha önce o insan gerçek imana sahipse, imanını tekrarlamış olmasının ona
faydası vardır, fakat daha önceden iman etmemiş ise o anda kelime-i şahadetin
ona faydası olmayacaktır.
Yüce Allah üç bakımdan Firavunun imanını reddetmektedir:
a) İmanı zamansız yapmış olması, yani ölüm anında yapmış olması,
b) Daha önceden Allah'a asi olması, başka bir ifade ile isyan etmesi,
c) Bozgunculardan olması.
Bu üç olumsuzluk bir araya
gelince onun yapmış olduğu imanı geçersiz kılmıştır. Artık bu ilâhî ilkenin
evrensel olduğunu kabul ederek, günümüze ve geleceğe taşınması gerekiyor.
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Firavun niçin isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştur? Bu soruya âyetlerle
cevap vermek zorundayız:
i. Firavun şirk koşması ve Yüce Allah'ın peygamberini kabul etmemesi
ile isyan etmiş oldu: "Firavun ise tamamen yalanladı ve isyan etti. Sonra
olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal adamlarını topladı ve bağırdı:
'Ben sizin en yüce rabbinizim!' dedi" (Nâzi'ât 79/21-24).
Onun isyanını şu âyet de
göstermektedir: "Firavun: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim! Rabbine
yalvarsın!' dedi" (Mü'min 40/26). "Firavun: 'Ey Hâmân, bana yüksek
bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısını
görürüm. Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum', dedi" (Mü'min, 36-37).
İşte Firavun'un asi olarak nitelendirilmesine sebep olan
davranışlarından bazıları bunlardır. İşte böylesine isyan eden kişinin,
boğulma anında iman etmiş olması onun inanç durumunu
değiştirmemiştir.
ii. Firavun'un, halkı gruplara ayırıp bazısını tutup diğerlerini ezmesi,
ezdiği grubun erkek çocuklarını öldürüp kızlarını bırakması da bozgunculuğunu
ifade etmektedir. "Firavun, Mısır
toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir
zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu.
Çünkü o, bozgunculardandı" (Kasas 28/4).
"İşte Mûsâ tarafımızdan
kendilerine hakkı getirince: 'Onunla beraber iman edenlerin oğullarını
öldürün, kadınlarını sağ bırakın' dediler" (Mü'min 40/25).
Adil davranmaması, toplumu
parçalara bölüp tefrika çıkarması, hukuku çiğnemesi, haksız yere canlara
kıyması onun bozgunculuk yönünü oluşturmuştur.
Kısaca şu neticeyi çıkartıyoruz:
Mu'cizeleri inkâr etmesi, şirk koşması, peygamberi reddetmesi gibi imani
konulardaki hatası isyankarlığını; toplumu parçalara bölmesi, gruplara farklı
davranması, haksız yere cana kıyması Firavun'un bozgunculuğunu ifade
etmektedir.
Bu durumu günümüze ve geleceğe taşırsak devletleri idare
edenlerin toplumu bölmeleri ve gruplara farklı davranıp hukuku çiğnemelerini
Yüce Allah'ın da kabul etmediğinin bilincini vermektedir. İşte böylesine
bozgunculuk, tabiat olaylarını bile harekete geçirip cezayı getirmektedir.
5. "Bugün senin bedenini kurtaracağız ki senden sonra
gelenlere ibret olasın." Muhammed Esed'in dediği gibi, eski Mısırlılarda,
meşhur krallarının cesedini mumyalayıp sonraki nesillerine bırakma geleneği
vardı. Yüce Allah Firavun'un cesedini kurtarınca, onlar da onu alıp
mumyaladılar.
Bu geleneğe işaret ettikten
sonra, Firavun'un bedeninin kurtarılmasının amacının âyette şu şekilde
açıklanmakta olduğunu tekrar hatırlatmakta yarar vardır: "Senden sonra
gelenlere ibret olasın diye." Âyette geçen âyet kelimesi, "delil,
ibret, uyarıcı bir işaret" anlamına gelmektedir. Yüce Allah sonraki
nesillere, onun bedeni ile deneysel bir ders vermektedir. Bu ders sonraki
nesillere en etkili derslerden biri olma özelliğini taşımaktadır.
Bizim bundan çıkaracağımız
dersler neler olabilir?
a)Bu derslerden biri, gelecek nesillerin, iman etmeyip Allah'a isyan
eden, halka zulmedip bozgunculuk yapan idarecilerine deneysel bir öğüt niteliği
taşıması olabilir.
b) Diğeri de şu olabilir: Ölmüş insanın bedeni kıyamete kadar kalacak,
çürüse de çürümese de bedende bulunan "kara kutu" kıyamet gününün
ardından bedenin dirilmesini temin edecektir. O zamana kadar bedene herhangi
bir muamele yapılmayacaktır. Eğer herhangi bir muamele yapılsaydı, mumyalanmış
ya da ateşte eriyip giden bedenlerin o muamele ile değişmeleri gerekirdi. Bu
noktadan hareketle kabir azabının olup olmadığına karar verilebilir.
"Ama insanların çoğu bizim
âyetlerimizden gafildir." el-Ğâfîl kelimesini "umursamaz; aklını
kullanıp ibret almaz" anlamına almamız mümkündür. Biz bunu şu örnekle açıklayabiliriz:
Öğretmen ders verirken
öğrencilerin bazıları pür dikkat dinlerler. Bazıları da umursamaz bir tavırla,
kendi bedenleri sınıfta, fakat ruhları dışarıda hayal aleminde gezinir.
İşte Yüce Allah, Firavun'un
bedenini kurtarmakla bir ders vermektedir. Bu ders, bitmez tükenmez bir ders
olarak devam etmektedir. Ama dersten netice çıkaranlar az, çıkarmayanlar
çoktur, "Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için pek çok
ibretler vardır" (Yûsuf 12/111). Bu âyette geçen ibret kelimesi, kıssada
anlatılan hususların aslında bir ibret çıkartılması gayesiyle anlatıldığını
göstermekte ve dolayısıyla Yûnus 92'deki âyet kelimesine de "ibret"
manasını vermemizin doğru olduğuna bir delil olmaktadır.
Yûnus 92'deki ğâfîl kelimesini
"lübb" denen "aklı" kullanmamak olarak Yûsuf 111'de
buluyoruz ve o şekilde manalandırıyoruz. "Lübb" denen
"akıl", işin kabuğunu kırıp özüne inmek; ya da özünü geliştirip
kabuğunu kırarak dışarı çıkarmaktır. İbret olan bu akıl, bu şekilde görevini
yapmıyorsa, o insan gaflettedir.
6. "Andolsun biz, İsrailoğullarını iyi bir yere
yerleştirdik." Aslında âyette geçen mübevve'e sidk ifadesine "güzel
ve emin yer" manasını vermek gerekiyor. Çünkü sidk kavramı "emin,
güvenilir, doğru" anlamına gelmektedir. O zaman âyeti "Biz
İsrailoğullarını, beğenilen, elverişli, güvenli bir yere konaklattık,
yerleştirdik, iskan ettik" şeklinde manalandırmak gerekiyor.
Biz bundan şunu çıkartıyoruz:
Yurtsuz olan İsrailoğullarını Yüce Allah göçebe durumundan kurtarıp yerleşik
düzene geçirmiştir. Ülkesi olmayan bu topluluk, ülke edinmiş oldu. Göçebe
düzeninde olan topluluklar medeniyet kuramazlar ve her zaman tedirgin
durumdadırlar. Onları bu durumdan kurtarıp yurt edinmelerini sağlamak, medeni
hayata geçmelerini temin etmek onlar için büyük bir nimettir.
Hele o ülke "sidk" yani
emniyet içinde ise, o nimet bir kat daha değer kazanmaktadır. Firavun'un
idaresinin son bulduğunu ifade eden bu âyet, aynı zamanda siyâsî erkin el
değiştirdiğine de işaret etmektedir.
Şimdi Yûnus 93. âyetin bu
bölümünü Kasas 5. âyet ile yorumlayabiliriz: "Biz ise, o yerde güçsüz
düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (o topraklara)
vâris kılmak istiyorduk."
İşte Yüce Allah'ın bu isteği,
Yûnus 93 ile hedefine ulaşmış oldu ve böylece onlara devlet kurma
imkanını ve fırsatını tanıdı;
yerleşik düzene güven içinde geçirerek, zayıf düşürülüp köleleştirilen
topluluğu kuvvetlendirmiş oldu.
Kısaca âyetin bu kısmı, yerleşik
düzen, yurt ve güven kavramlarını öne çıkartmış, güçlü ve gelişmiş toplum için
olmazsa olmazı teşkil eden maddi ve manevi değerleri gündeme getirmiştir.
7. "Ve onlara güzel rızıklar verdik." Âyetin bu kısmında,
ekonomik imkanlar gündeme getirilmektedir: Yerleşik düzen, yurt, emniyet ve
ekonomi. İşte toplum ve devlet olmanın olmazsa olmazları bunlardır. Bolluk ve
bereketli topraklarda, güzel bir ekonomik yapı olacaktır.
Yerleşik düzenin getirdiği en önemli değerlerden biri de
ekonomik değerdir. Ancak Yüce Allah, gerek
Yûnus 93, gerekse A'râf 137'de ele aldığı bu konuların
arkasında ilâhî irâdenin görülmesini
istemektedir. 'Biz yerleştirdik"; "onları
rızıklandırdık"; "mirasçı kıldık"; "Allah'ın verdiği söz
yerine geldi"; "helak ettik" gibi bütün eylemlerin faili Yüce
Allah'tır. İşte gerek İsrailoğullarının daha sonra gelen nesilleri, gerekse
müslümanlar, Allah'ın bu olaylardaki etkinliğini, takdirini ve irâdesini görmelidirler.
Yukarıda A'râf 137 ve Yûnus 93'de anılan eylemlerde bu görülmeli ve her şeyi
kendilerinin yaptığı düşüncesinden vazgeçilmelidir.
8. "Kendilerine bilgi gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de
bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler)." Yerleşik düzen, yurt, emniyet
ve sağlam bir ekonomik yapı ile İsrailoğullarına devlet kurma fırsatını veren
ve bunu hayata geçiren Yüce Allah, bu sefer bu toplumsal yapıyı nasıl
çürüttüklerini de
anlatmaktadır.
Şimdi İsrailoğullarının arasında
tefrikayı, derin ihtilafı ve ayrılıkları sokan "bilgi" nedir?
sorusunu sorabiliriz. Bu soruya çeşitli açılardan cevap verebiliriz:
a) Bu âyetteki "bilgi"nin Tevrat olduğunu söyleyenler
vardır. Râzî konuda şöyle diyor: Yahudiler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
jp-derileceğini haber veriyor ve bununla da övünüyorlardı. Yüce Allah :r.u
peygamber olarak gönderince, liderliklerin kaybolmaması için kıs-
kançlık ve hasetlerinden dolayı
onu yalanladılar. Bir kısmı da ona iman etmişti.[66]
Râzînin naklettiği bu görüş,
tartışmaya açıktır. Çünkü Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesi ile
başlayan bir ihtilaf olduğunu sanmıyoruz. Çünkü bu ihtilaf daha önce olmuştur.
Hz. Peygamber döneminde olsaydı, bir sonraki âyette "bundan şüphede isen,
kitabı okuyanlara sor" buyurulmazdı.
Halbuki Hz. Peygamber'den önce
Hz. İsa hakkında ihtilaf etmişlerdi. Onun hakkındaki ihtilafları çeşitli
âyetlerde yer almaktadır.
Yüce Allah Hz. İsa olgusunu
anlatırken Meryem Sûresinin 37. âyetinde bu konudaki ihtilaflara şu şekilde
işaret etmektedir: "Sonra gruplar kendi aralarında ihtilafa
düştüler." Aynı âyetin bir benzeri de Zuhruf 65'dir. Orada da Hz. İsa
hakkındaki ihtilaflar gündeme getirilmektedir.
b) İnsanlara "kitap" gelince, onu yorumlayıp hayata
geçirme konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. İhtilafın nedeni, kıskançlıktır:
"Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra
aralarındaki kıskançlıktan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler" (Bakara
2/213).
Bilgi insanların ihtilaflarını
ortadan kaldırmak için var olurken, bilgiyi ayrılığa neden yapan kıskançlık
olmuştur. İlâhî vahy aynı olduğu halde, onun hakkında ayrılığa düşmek veya o
bilgiyi ayrılıkların kaynağı haline getirmek çok ağır bir günah olmaktadır.
Bakara 213. âyetin tamamına
bakarsak, kitabın ihtilafları çözmek için gönderildiğini görürüz.
Meselâ metin ve mealini
zikredeceğimiz şu iki âyet bu konuda Kur'ân'ın konumunu açıkça ortaya
koymaktadır:
"Biz bu kitabı sana, sırf
hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir
topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik" (Nahl 16/64
"Doğrusu bu Kur'ân,
İsrailoğullarına, hakkında
ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu hatırlatmaktadır" (Nemi 27/76).
Demek ki, ilâhî kitap ihtilafları
ortadan kaldırmak görevini yüklenirken, insanlar onun üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
Tarihte birbirini kâfirlikle suçlayan grupların olması buna delil teşkil
etmektedir. Kitap ya da bilgi gelince ihtilafa düşmenin meydana getirdiği günah
âhirete kadar uzanmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus
93'e dönersek, orada Yüce Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği o güzelim
yerleşik düzeni bozanın ne olduğunu yakalayabiliriz: Bilgiye sahip olduktan
sonra ihtilafa düşmek. Bilgiden önce insan ilkeldir. İlkellik gelişmemiş
beyinlerin yaşadığı hayattır. Orada duygular vardır, hisler vardır, cehalet
vardır. Ama akıl, düşünce ve bilgi yoktur. Orada ihtilaf olması gerekirken,
bilgiden sonra ihtilafa düşmek affedilmez bir günahtır.
İşte bu günah, bu suç ve bu büyük
hata toplumun mutluluğunu alıp götürmektedir. Bu öylesine derin yaralar açmaktadır
ki, çözümünü bu dünyada bulmak zordur.
9. "Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey
hakkında aralarında hüküm verecektir." İşte onların bu tarz yanlışlarının
hükmü ancak âhirette verilecektir. Bu dünyada onların ihtilafları çözülmez
ise, onun günahından kurtulmuş olmayacaklardır. Onun uzantısı âhirete kadar
uzanacak ve orada hükme bağlanacaktır.
Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah
Kur'ân'in bu âyetlerini okuyanlara, birkaç konuda eğitim vermektedir.
Güvenliği, ekonomisi ile mutlu bir devleti yıkan en önemli sebeplerden biri
bilgiyi elde ettikten sonra ayrılıklara düşmektir. Din âlimi ve
görevlililerinin bu ihtilafları dindirmeleri gerekiyor.[67]
94. Sana indirdiğimizden şüphede
isen, senden önce kitap okuyanlara sor. And olsun, sana Rabb'inden gerçek
geldi. Sakın şüphelenenlerden olma.
95. Asla, Allah'ın âyetlerini de
yalanlayanlardan olma. Yoksa kaybedenlerden olursun.
Bu âyetlerin analizini yapabilmek
için Yüce Allah'ın kime hitap ettiği meselesini çözüme kavuşturmak gerekiyor.
1. "Sana indirdiğimizden şüphede isen." İlk bakışta bu
hitabın Hz. Peygamber'e yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Hz. Peygamber'in
kendisine indirilenden şüphe etmesi mümkün müdür? sorunun cevabını verebilmemiz
için öncelikle indirilenin ne olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Âyetin
bulunduğu yere bakacak olursak, "sana indirdiğimizden" maksadın,
Firavun ile ilgili anlatılanlar olduğunu söyleyebiliriz. Firavun ile Hz.
Musa'nın arasında geçen olaylar ve Firavun'un başından geçen serüvenlerin
tamamı burada kasdedilmektedir. Demek ki, indirilenden kasdedilen bunlardır.
Peki şüphe içinde olan kimdir?
Hz. Peygamberin zatında bütün insanlık kasdedilmektedir. Manayı şöyle vermemiz
gerekiyor: "Sizlere indirilenden şüphede iseniz." Râzî ve diğer bazı
müfessirler bu manayı benimsemektedirler. Başka bir ifade ile, "Firavun'un
olgusundan sizlere
anlatılandan şüphe içinde
iseniz" demek gerekiyor. Bu açıklama, Hz. Peygamberin şüphe edemeyeceği
ilkesinden hareket etmektedir.
2. "Senden önce kitap okuyanlara sor." Birinci bölümdeki
hitabın tüm insanlık olduğunu kabul edersek,
burada soru sorma emrinin de tüm insanlığa ait olduğunu söyleyebiliriz.
Buradaki kitabın Tevrat olduğunu düşünürsek, Yüce Allah Firavun'un olgusunu
Tevrat'ı okuyanların bilebileceğini ve onlara sorulması gerektiğini
emretmektedir.
Birinci bölümde şüphe edenin Hz.
Peygamber olduğunu düşünürsek peygamber kendine indirilen vahyden şüphede
olacak, ama Tevrat'ı okuyana sorup onun bilgisine güvenecek demektir. Bir
peygamber için böyle bir tenakuz düşünülebilir mi? Tevrat âlimlerine güvenecek,
ama Allah'ın kendisine gönderdiği vahye güvenmeyecek. Sonra dini bir konunun
tarihsel boyutunu başkasına sorup öğrenecek. Dolayısıyla Râzî ve diğerlerinin
yaptığı yorumu burada uygun buluyoruz.
Birinci ve ikinci bölümü bir
araya getirdiğimizde şu genellemeye varıyoruz. Bir konuda şüpheye düşersek, o
konuyu bilene sorup şüphemizi gidermemiz gerekiyor. Şüphe giderilmesi gereken
bir araştırma metodunu teşkil etmektedir. Şüphenin inkâr halini almaması için,
hemen araştırmaya girişip şüpheyi giderecek bilgiyi yakalamak, elde etmek gerekiyor.
İşte bu metodu on dört asır önce Yüce Allah koymuştur.
3. "Andolsun, sana Rabb'inden gerçek geldi. Sakın
şüphelenenlerden olma." Buradaki "sana" kelimesini Hz.
Peygamber'e değil de tüm insanlığa ait olduğunu düşünürsek, "size"
manasına verebiliriz. Burada Yüce Allah insanlara Rablerinden gerçeğin
geldiğini söylemektedir.
Hem Hz. Peygamber dönemindeki
insanlar hem de ondan sonraki nesiller Kur'ân'da anlatılan Firavun olgusu
hakkında şüphe etmişler ve edeceklerdir. Onlara Allah'tan gerçek olgu geldiğini
bilmeleri söylenmektedir.
Firavun olgusunun Allah
tarafından anlatılan gerçek olduğuna i-nanmayanların, bu sefer metodik
şüphecilerden değil, inkâr eden şüphe- çilerden olacakları da bir gerçektir.
Onun için âyetin sonunda el-mümterîn kelimesi kullanılmakta ve "sakın
şüphecilerden olma" emri verilmektedir. Bu emrin ne anlama geldiği bir
sonraki âyette açıklanmaktadır.
4. "Asla, Allah'ın âyetlerini de yalanlayanlardan olma. Yoksa
kaybedenlerden olursun." Öyle anlaşılıyor ki, şüpheyi gideremeyen insanlar
yalanlamaya ya da inkâra kadar gitmektedirler. Aşırı şüphe ve yalanlama manen
iflası getirmektedir. Hele bu aşırı şüphe ve yalanlama Allah'ın âyetleri yani
vahyi üzerinde cereyan ediyorsa bu daha da vahim bir durum arzetmekte, Allah
ile olan manevi bağları koparmaktadır. Yüce Allah, Yûnus 95'in sonunda bunun
için iflas anlamına gelen hasera kelimesini kullanmaktadır.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz. Şüphe insanı araştırmaya sevk ediyorsa, buna metodik şüphe
diyoruz. Yüce Allah bu şüpheyi normal görüyor ve bunun araştırılarak
giderilmesini istiyor.
Giderilemeyen şüphe zamanla
kılık değiştirerek insanı Allah'ın âyetlerini yalanlamaya dönüşmekte ve inkâra
götürecek bir nitelik kazanmaktadır. Bu raddeye gelmeden şüphe giderilmelidir,
aksi takdirde böyle bir şüphe durumu insanı manen iflasa sürükleyecektir.[68]
96. Üzerlerine Rabbinin (azap)
kelimesi hak olanlar inanmazlar.
97. Onlara bütün âyetler gelmiş
olsa bile, acı azabı görünceye kadar (inanmazlar).
Âyetin analizinden varacağımız
neticeler olacaktır.
Âyetlerin tefsiri için şu soruyu
soracağız: Kimler asla inanmaz? Yûnus sûresinin 33, 96 ve 97. âyetleri bu
soruyu cevaplandırmaktadır: "Böylece yoldan çıkanların inanmayacaklarına
dair Rabb'inin sözü gerçekleşti" (Yûnus 10/33).
Yûnus 32. âyete baktığımızda,
haktan döndürülen, 33. âyette fasık denen insanların iman etmeyeceğine dair
Yüce Allah'ın sözü, onların iman etmemesi üzerine gerçekleşmiş bulunuyor. Şimdi
32, 33 ve 96. âyeti bir araya getirirsek şöyle bir genelleme yapabiliriz:
Haktan yüz çevirenler ve fasık
olanlar azabı hak etmiş durumdadırlar. İşte azabı hak eden bu insanların iman
etmeyeceğine dair Allah'ın hükmü 96. âyette bildirilmekte ve hükme
bağlanmaktadır.
Bu ilâhî öğretinin, insanlar
tarafından bilinmesi mümkün değildir. Kimin iman edeceği veya etmeyeceğini
beşer olarak bizler bilemeyiz. Onun için bütün bilgilendirmelerimizi insanların
tamamına yaparız, hemen inananlar olacağı gibi, orta ve uzun vadede
inanacaklar da olabilir; ama asla inanmayacaklar da çıkabilir. İşte Yüce Allah
bu inanmayacak olanları burada gündeme getirmektedir.
Bu insanların inanmama direnci
nereye kadar uzanmaktadır? Bu sorunun cevabını da 97. âyet vermektedir,
"Onlara bütün âyetler gelmiş olsa bile." Burada işaret edilen Hz.
Nuh'un toplum ile Firavun ve onun etrafındaki seçkinler birinci derecede
olmasına rağmen, kıyamete kadar gelecek olan inatçı kâfirler de kapsama
alınmaktadır.
Çünkü, Yüce Allah, inanması için
gerekli olan bütün mu'cizelerini Firavun ve etrafındaki seçkinlere, yani
onların toplumuna göndermiştir.
"Acı azabı görünceye kadar
(inanmazlar)." İşte Firavun boğulma azabını görünce, onunla karşı karşıya
kalınca, iman etmeye çalıştı ama, imanı kabul edilmedi. Önemli olan, azap
anında i-man etmek değil, azap gelmeden önce iman etmektir.
Yüce Allah Firavun ve etrafındaki
seçkinlerin olgusundan hareketle tüm dünya insanlığının nesillerine bir
sünnet, bir kanun, bir ilke koymaktadır. Yüce Allah'ın ceza verme kararı
çıkmadan ve geri dönüşü olmayan bir ceza ile karşı karşıya kalmadan iman etmek
gerekiyor. Geçmişte böyle bir olguyu yaşayanlarla beraber olmanın yanlışlığı
anlaşılmalıdır. Onların yaşadığı olaylar, eğitici bir ibret olmalı, ondan ders
alınmalıdır.[69]
98. Yûnus'un toplumundan başka,
herhangi bir ülke halkının da inanıp inançlarının kendilerine fayda vermesi
gerekmez miydi? Yûnus'un toplumu inanınca dünya hayatında rezilliği onlardan
kaldırdık ve bir süreye kadar onları refah içinde yaşattık.
Bu âyet, Hz. Nûh ve Hz. Musa'nın
tebliğine karşılık toplumun gösterdiği olumsuz tepkinin istisna olanını gündeme
getirmektedir. Kur'ân'ın bütününden anlıyoruz ki, her peygamber kendi
toplumundan ağır bir tepki görmüş, kimi zaman bu ağır tepkiler onların helakine
sebep olmuştur. İşte bu helak denen tarihten silinip gitmek, insanların
ilerlemesini engellemiş, insanlık tarihine kara lekeler olarak kazınmış ve
insanlığın şeytana mağlup olduğunun olgusu olarak kalmıştır.
Başka bir açıdan bakınca, o toplumlar akıllarını
kullanarak şeytan ve nefislerinden kurtulma konusundaki gerekli olan
"değişimi" yapmamışlardır. Değişimi yapamamak, toplumların medeniyet
adına tüm kaza-nımlarını ziyan etmelerine neden olmuştur.
İşte bu toplumların bir istisnası
vardır; o da Hz. Yûnus'un toplumu olan Ninova halkıdır. Bu toplum önceleri Hz.
Yûnus'a aşın tepki göstermesine rağmen, sonradan gerekli olan değişimi
göstererek, hidâyete gelmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Yûnus'un toplumunun gösterdiği
tepkiye karşı neler olduğunu şöyle anlatıyor:
"Zünnûn'u da (Yûnus'u da
zikret) O, öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim asla kendisini
sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: 'Senden başka
hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!' diye
niyaz etti" (Enbiyâ 21/87). "Yûnus'u, yüz bin veya daha çok kişiye
peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler. Bunun üzerine biz de
onları bir süreye kadar yaşattık" (Sâffât 37/147-148).
Demek ki Ninova halkı, azap
gelmeden, iş işten geçmeden gerçeği görüp iman etmiş oldular.
Tefsirini yapmakta olduğumuz
âyetin analizinden şu neticelere varıyoruz:
1. Hz. Yûnus'un toplumu, vaktinde gerekli değişimi yapmıştı. Bu
neticeyi önceki iki âyete bağlayarak görebiliriz. "Gerçekten haklarında
Rabb'inin sözü gerçekleşmiş olanlar kendilerine bütün mu'cizeler gelmiş olsa
bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmayacaklardır" (Yûnus
10/96-97).
İşte azabı görmeden inanan
istisnai toplum Ninova halkıdır. Böylece Yüce Allah, değişim zamanını da
tesbit etmektedir. İman etmenin de bir zamanı vardır; bu zamanı geçirdikten
sonra, yapılan iman geçerli olmayacağı için bu durum, toplumun yıkımını
getirecektir.
2. İman fayda vermelidir. Yüce Allah toplumsal imandan bahsederek
imanın fayda vermesini gündeme getirmektedir. İman ile faydayı yan yana getiren
Yüce Allah, faydanın nerede aranacağına da ışık
tutmaktadır.
Yüce Allah Kur'ân'da şu âyetlerde
iman ile fayda arasında ilişki kurmaktadır:
a) "De ki: Fetih gününde inkarcılara imanları fayda vermeyecek
ve kendilerine mühlet de tanınmayacaktır" (Secde 32/29). Yüce Allah,
fetih denen hüküm gününe kadar inkarcıların iman etmelerini istiyor. Çünkü o
gün ettikleri iman onlara fayda vermeyecektir.
b) "Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya
Rabb'inin gelmesini yahut Rabb'inin bazı alametlerinin gelmesini bekliyorlar.
Rabb'inin bazı alametlerinin geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir
hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz" (En'âm
c) "Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir
fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen adeti budur. İşte o
zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" (Mü'min 40/85). Geri dönüşü
olmayan bir anın pişmanlığının ardından gelen iman fayda vermez.
Yüce Allah, geçmişte helak olan
toplumlar için, "iman edip de i-manları kendilerine fayda verseydi",
buyurmaktadır. Böylece geçmiş toplumların yıkılışının önemli bir sebebinin iman
etmeyip Allah'a isyan etmek olduğuna da burada işaret etmektedir.
3. Rüsvaylık azabı kaldırıldı. Ninova halkı, yani Hz. Yûnus'un
toplumu, inadından vazgeçerek iman edince Yüce Allah, alçaltıcı azabı onların
üzerinden kaldırdı. Demek ki onlar, zamanında iman ettiler. İmanları onlara
fayda vermiş oldu. Burada imanın sağladığı fayda, toplumun üzerine gelecek
olan ilâhî alçaltıcı azabı engellemesi olmuştur.
Yüce Allah, alçaltıcı azabını
onlardan kaldırınca, bir müddet daha dünya hayatından faydalanmış
oldular. Daha doğrusu onları Yüce
Allah faydalandırmış oldu. Kısaca imanın, toplumsal hayata ne denli fayda temin
ettiğini bu âyetten öğreniyoruz.
Görüldüğü gibi aşağılık azabını
onların üzerine takdir etmişken, onların zamanında iman etmeleri bu azabın
üzerlerinden kaldırılmasını sağlamıştır. Ama bu aşağılatıcı azabın kaldırılışı,
âyete göre dünya hayatında gerçekleşmiştir.
Şimdi bu âyette şu sorunun
cevabını buluyoruz: Yüce Allah takdir ettiği azabı ya da cezayı kaldırdı mı?
Âyetin şu bölümüne göre soruya olumlu cevap verebiliyoruz: "Yûnus'un kavmi
iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık."
Allah, rüsvaylık azabını takdir etmişti ama emri daha gelmemişti. Halk iman
edince bu azabı kaldırdı. İnkârdan i-mana geçişte değişim azabı kaldıracak
güçte bir oluşum olmaktadır. İşte burada En'âm 2'de oynak ecel diye
açıkladığımız ecel devreye girmektedir.[70]
99. Eğer Rabb'in dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?
100.Allah'ın izni olmadan hiç
kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar kılar.
101.De ki: 'Göklerde ve yerde
neler var (bakın da ibret alın!).' Fakat inanmayan bir topluma deliller ve
uyarılar fayda sağlamaz.
Bu âyetler, insanlığın en çok
ızdırap çektiği ve hala ulaşamadığı önemli özgürlüklerden olan inanç
özgürlüğünü işlemektedir.
1. "Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette
iman ederlerdi." Bu ifade, bize birkaç ilkeyi ifade etmektedir.
a) Yüce Allah insanlara iman etme konusunda irâde hürriyeti tanımıştır:
"Ve de ki: Hak
Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen
iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29).
Bunun bir benzer âyeti de En'âm
149'dur: "De ki: Kesin delil ancak Allah'ındır. Allah dileseydi
hepinizi doğru yola
iletirdi."
b) Demek ki Yüce Allah insana seçme özgürlüğünü vermiş ve bunun
uzantısı olarak da iman edip etmeme özgürlüğünü de tanımıştır. Bu özgürlük
olmasaydı, sorumluluk olmayacaktı."Şüphesiz insana doğru yolu gösterdik.
Ya inanan olur ya da inkâr eden" (İnşân 76/3).
Yüce Allah'ın dileği, kullarının
iman etmesidir ama, imanın bir değeri olabilmesi için kendi özgür seçeneği,
irâdesi ve kararı ile iman etmesini de istemektedir.
2. "O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak
mısın?" Âyetin bu kısmı, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitap etmektedir.
Ancak âyetin evrenselliğini düşünürsek bu âyet, her çağın siyâsîlerine ve din
âlimlerine hitap etmektedir. İnsanlar, inanmaları için zorlanamaz.
Âyeti, önceki âyetlere göre
yorumlarsak, Hz. Mûsâ ve toplumunun, inanç bakımından zorlandığına şahit
oluyoruz. Hatta onların ölümüne bile karar verildi. İşte bu olgudan sonra,
Yüce Allah Hz. Peygamber'e inanmaları için, insanların zorlanmayacağını
öğütlemekte ve bunu ilke haline getirmektedir. Dünya ortaçağın karanlığını
yaşarken, Kur'ân insanlığa iman özgürlüğünü öğretiyordu. "Dinde zorlama
yoktur" (Bakara 2/256) ilkesi de hem inanç hem de din özgürlüğünü ifade
etmektedir.
Buradan şunu çıkartıyoruz:
İnsanların gönlüne baskı yapılamaz ve yapılmamalıdır. Gönül alanı özgür
bırakılmalı, o da özgür çalışmalıdır. Gönül alanına hükmetmek, zulmün en
büyüklerinden olacaktır.
3."Allah'in izni olmadan hiç kimse inanamaz." Demek ki,
din eğitimi ilâhî iznin çıkması için hazırlığını
yapacaktır. Bilgilendirmeden sonra kulun seçeneği ve kararı, ardından da
Allah'ın izni çıkarak kişi iman edecektir.
4."O. akıllarını kullanmayanları murdar kılar." Âyetin bu
kısmı, insanın aklını kullanarak iman edeceğine işaret emektedir. Aklın
çalışması ile Allah'ın izni birleşince insan iman edecektir. Aklını
kullanmayanlar manen kirli oldukları için onlara Allah'ın iman etme izni
çıkmamaktadır.
En'âm 125. âyeti ile bu âyeti
birleştirirsek, aklını kullanmak ile iman etmenin, sonuçta aynı değeri taşıdığı
neticesine ulaşabiliriz. "O, iman etmeyenleri murdar kılar." Bunlar
Kur'ân'da iki âyettir. Aklını kullanmayan ile iman etmeyeni Allah murdar
kılmaktadır.
Aklın manalarından biri
"bağdır". Bu kelime fiil kalıbında alındığında, "bağ
kurmak" anlamına gelmektedir. Akıl, yaratılıştan Allah ile bağ kurup iman
edecek niteliktedir. Akıl yaratılıştan getirdiği bu özelliğini, yani
potansiyel durumunu fiiliyata, yani tatbikata nasıl sokacaktır? Bu sorunun
cevabını bir sonraki âyet verecektir.
5. "De ki: 'Göklerde ve yerde neler var,' (bakın da ibret
alın!). Fakat inanmayan bir topluma deliller ve
uyanlar fayda sağlamaz."
a) Yüce Allah göklerde ve yerde nelerin olduğu konusunda "gözlem"
yapılmasını istemektedir. "Bakın" emri "gözlemleyin,
araştırın" anlamına gelmektedir. İnsan, aklını alıp Allah'a götürmelidir.
Çünkü ona Allah'ın kudretinin sonsuzluğunu öğretecek olan kainat kitabıdır.
Âyetteki "bakın" emrini insanlar yerine
getirirken beyinlerini kullanarak, yani akıllarını harekete geçirerek
düşüneceklerdir. Bu düşüncenin konusu göklerin ve yerin yaratılışı olacaktır:
"Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünür ve
şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın" (Âl-i İmrân 3/191).
İşte aklını kullanarak, kainat kitabını gözlemleyip onun üzerinde araştırma
yapıp düşünen insanlar hem Allah'a iman ediyor hem de kainatın boşuna yaratılmadığı
ilkesine ulaşıyor.
b) "Fakat inanmayan bor topluma deliller ve uyarılar fayda
sağlamaz" ifadesinde yer
alan
"inanmayanlar" kelimesine "inanmayacak olanlar"
manasını vermek daha doğru olacaktır. Çünkü zaten inanmayanlar mı yani deliller
ve uyarıların fayda vermediği insanlar mı inanmayacaklardır. İnanan, zaten
inanmıştır. Onun delile ve uyarıya ihtiyacı var mıdır? Ama inanmayan, fakat
inanacak durumda olanın delil ve uyarıya ihtiyacı vardır.
Aklını çalıştırıp iman etmeye
kendini kapayan; akıl ve gönül kapısını imanın yüzüne kapatan insanın delil ve
uyarıdan faydalanması imkansızdır. Ra'd 19'da Yüce Allah bunun formülünü şöyle
kurmaktadır: Aklını kullanmak, düşünmek, bilmek, neticede iman etmektir.
Diğer taraftan "fayda
vermez" ifadesinden anlıyoruz ki, atı araştırıp üzerinde düşünmenin
getireceği fayda, iman etmektir.
Dkkat edilirse burada Yüce Allah
"toplum" kavramına yer ver-ınanmayacak toplumdan
bahsetmektedir. Demek ki, bir
ferdin toplumun inanması vardır. Bunu şu şekilde açıklayabili-ıklı
vardır, bir de toplumsal akıl
vardır. Genel de toplum- sal akla, "ortak akıl" ismi verilmektedir.
Bundan
hareketle diyebiliriz ki
toplumsal imana "ortak iman" denebilir.
Bu açıklamadan hareket edersek
inanmayacak olan topluma, deliller ve uyarıların fayda sağlamayacağını
söyleyebiliriz. Böylece Yüce Allah göklerin ve yerin gözlenip araştırılmasını
emrederken çoğul emir kullanmış, ardından toplumsal iman ile toplumsal faydayı
getirmiştir. İman eden toplumlar, delil ve uyarılardan faydalanır, başka bir
ifadeyle deliller ve uyarılar onlara fayda verir.
"İman etmeyecek"
ifadesini "iman etmeyen" şeklinde alırsak şöyle bir neticeye
varabiliriz. Delil ve uyandan faydalanacak olanların "iman etme" gibi
bir alt yapıları olması gerekiyor.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus
101. âyetten genel anlamda şu neticeyi çıkartıyoruz: Din eğitimi, akıl,
tabiat, iman ve fayda kavramlarının üzerine iyi durmalı. Akim önüne tabiat
kanunları konmalı, o kanunlardan imana gidecek olan delil ve uyarılar elde
edilmelidir. Aklı tabiat kanunlarından elde edilen deliller arasında
gezdirerek, onlar üzerinde düşündürerek, onların boşuna yaratılmadıklarını ve
Allah'ın sonsuz kudretini yakalamasını sağlamak gerekir.
Onun için tabiat kanunlarını
araştıran bilimlerden haberi olmayanların din eğitimi vermesi mümkün değildir.
Aklını kullanarak Kur'ân ile tabiat bilimlerinin bulguları arasında senteze
gidemeyenlerin yüksek din eğitimi vermelerini ve bu konuda faydalı olmalarını
düşünmek doğru değildir.
Diğer insanları olduğu gibi işte aklını kullanıp, tabiat
kanunlarını araştırıp olanlardan faydalanmasını bilen insanı iman etmesi için
özellikle zorlamaya lüzum yoktur. Onlar zaten Yûnus 99'daki zorlama olmadan
imana geleceklerdir[71]
102. Onlar, sadece kendilerinden
önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibisini bekliyorlar öyle mi? De
ki: 'O halde bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.'
Bu âyeti şu şekilde
açıklayabiliriz: Yüce Allah aklını kullanıp i-man etmeyen, delil ve uyanlardan
faydalanmayan toplumların beklentisini ele almaktadır. Daha önce
inanmayanların başına gelenlerden başkasını, bunlardan da beklememelerini
onlara söylemektedir. Yukarıdaki meali şöyle verebiliriz: "Kendilerinden
önce gelip geçen inkarcıların başına gelen felaket günlerinden başkasını mı
bekliyorlar?"
Geçmişteki inkarcı toplumların
başına hangi felaketler gelmiş ise, onların başına da benzerleri gelecektir.
Allah'a isyan ve aşırı gitmek, geçmişte toplumların başına neler getirdi ise
bugün de gelecekte de aynısını getirecektir.
Hz. Nûh toplumu ile Firavun ve
toplumunun başına gelenlerin sebep sonuç ilişkisi kurulduğunda, oradaki
olguların dinamikleri tesbit edildikten sonra, aynısının gelecekte olacağı
esası çıkartılabilir. Ama sanki günümüzde inanmayanlar, geçmişteki olguların
onların başına gelmeyeceği düşüncesindedirler.
Yûnus sûresinin kapsamı içinde
düşündüğümüzde, Hz. Peygamber zamanında kâfirler, geçmiş ümmetlerin başından
geçen olayların benzerinin kendi başlarından da geçmesini bekleyerek iman
edeceklerini alay varı söylüyorlardı. İşte bu alay dolu bekleyişin ardında Yüce
Allah Hz. Peygambere: "De ki: O halde bekleyin, ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim" şeklinde ifade etmesiniemretmiştir.
Âyette geçen el-eyyâm yani
"günler" kelimesi, özel bir anlam taşımaktadır. Geçmiş toplumların
başından geçen "iyi ve kötü" şeklindeki olgulara "gün"
denmektedir. Meselâ, Hz. Nûh toplumunun başından geçen helak olgularına
"günler" dendiği gibi; topluların Allah'ın nimeti sayesinde
geçirdikleri mutlu dönemlerine de "günler" denmektedir. Yüce Allah:
"Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat" (İbrahim 14/5) buyururken,
Hz. Musa'dan İsrailoğullarına geçmiş toplulukların başından geçen
felaketlerin hatırlatılmasını
istemektedir.
İnsanlığın yaşadığı mutlu ve
mutsuz anlara "günler" denmektedir. Çünkü bu günlerin
hatırlatılmasında şükreden toplumlar için ibretler vardır. İbranca'da böyle
olduğu gibi Arapça'da da aynı ifade kullanılmaktaydı. Bunun anlamı, felaket
için beklentide olmak, akıl kârı olmayan bir iştir.[72]
103. Sonra biz, peygamberlerimizi
ve aynı şekilde i-man edenleri kurtarırız. İnananları kurtarmamız, üzerimize
bir haktır.
a) Zemahşerî buna şu açılımı getirmektedir: Bu konuda değişmeyen
uygulama şudur: Hakkı inkâr edip Allah'ın âyetlerini yalanlayanların
felaketini hazırladıktan sonra 103. âyetteki uygulamaya geçeriz.
Bu açıklamayı burada vermemiz, 103. âyetin başında geçen
ve "sonra" anlamına gelen ''e sümme zarf bağlacından dolayıdır. Çünkü
bu zarf bağlacı 102. âyetin akışını 103. âyete aktarmakta, bir bakıma iki âyeti
tek âyet haline getirmektedir.
Yüce Allah, "Geçmişin asi, inkarcı ve yalanlayıcı
toplumlarını helak ederken Peygamberler ve inananları kurtarıyorduk"
diyerek iyilere yaptığı muameleyi anlatmakta, yaşamakta olan insanları da iyi
olmaya teşvik etmektedir.
b) "Mü'minleri kurtarmak üzerimize bir haktır"
ifadesindeki tıakk kelimesi, "görev, borç" anlamına gelmektedir. Yüce
Allah kendi kendini görevlendirmektedir. İnanan insanları, inanmayanların
başına gelen felaketten kurtarmayı kendine bir görev olarak vermiştir.
Yüce Allah'ın koyduğu sosyal
içerikli din kanunu şudur: Yanlış yapanlara ceza verirken, peygamberleri ve
inanan insanları ondan kurtarmak. Günümüzde ve gelecekte peygamber
olamayacağına göre, inananlar her çağda olacak ve bu kural inananlar için
devam edecektir.
Şimdi bu noktadan hareket ederek
şu genellemeye varıyoruz: Kurtuluş insanın gönlünden başlıyor, ilâhî aleme
yükselerek oradan Allah'ın takdirini alıp yeryüzüne indiriyor ve böylece
Allah'ın kurtarmasındaki müdahaleyi gerçekleştiriyor. İman ile ilâhî takdir,
kurtuluşu getirmektedir.
Değişmeyen sosyal içerikli
kanunlardan biri de budur.
Bu âyetteki "hakk"
kelimesinde kulun Allah'a bir zorunluluk yüklemesi manasını aramak doğru
değildir. Tam tersine böyle yapacağına dair görevi kendisine Allah vermektedir.
Zemahşerî'nin dediği gibi, inkarcılar mü'minlere karşı olan düşmanlıklarını
eyleme dönüştürdüklerinde kendilerini savunmak için verecekleri mücâdelede
Yüce Allah, mü'minlere yardım ederek kafirleri mağlub etmelerini sağlar. Bu da
bir çeşit kurtarmadır. Zemahşerî'nin bu açıklaması, âyeti güncelleştirmektedir.
Bu açıklama eskimeyen bir açıklamadır.
Yüce Allah'ın, Yûnus sûresinin
ilk âyetinden buraya kadar anlattığı konuların, verdiği emirlerin, geçmiş
toplumların olgularının özüne indiğimizde şu değerleri görüyoruz: Aklını
kullanmak, düşünmek, iman etmek, tabiat olaylarını gözlemleyip incelemek, iyi
amel üretmek, nime-
tin değerini bilmek, olguların
nasılını, niçinini tesbit etmek, nimetin nereden geldiğini bilmek, kitabı
bilmek, pişman olunacak davranışı yapmamak, Allah'a şirk koşmamak, Allah'ın
dostu olmak için gerekli olan amelleri üretmek, geçmiş olgulardan ibret almak;
bunların tersi olanları da yapmamak. Bunların tersini yapmanın getirdiği felaket
ile bu değerleri üretenlerin kurtuluşu mukayeseli bir şekilde öğretilmeli ve
din eğitiminin programı buna göre yapılmalıdır.
Metodik şüphenin nasıl
kullanılacağını; inkâra götüren şüphenin sürecini ve nasılını öğretmek
zorunludur. îyi bir amelin fazlası ile ödüllendirilmesi ile kötü bir eylemi
denk bir ceza ile cezalandırmanın dini boyutu açıklanarak, modern hukukun
temelinin nerede olduğunu öğretmek gerekiyor. İnsanın kendi sahte inançlarını
sorgulaya sorgulaya gerçek inanca nasıl gideceğinin
bilgilendirilmesi yapılmalıdır.
İşte bütün bunların kurtuluşa olan katkısı beyinlere kazınmalıdır.[73]
104. De ki '£y İnsanlar! Benim
dinimden şüphede i-seniz, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza
tapmam, fakat ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana,
inananlardan olmam emrolundu.'
105.Ve hanif olarak yüzünü dine
çevir; sakın müşriklerden olma, (diye emrolundum).
106. Allah 'ı bırakıp da sana
fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen
elbette zâlimlerden olursun.
107.Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer Allah sana bir
hayır dilerse, O 'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur. O, lütfunu kullarından
dilediğine ulaştırır. Ve O, affedici ve merhamet sahibidir.
108. De ki: Ey
İnsanlar! Size Rabbinizden,
hak (Kur'ân) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için
gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin
üzerinize vekil değilim.
109. Sen, sana vahyolunana uy ve
Allah hükmedinceye kadar sabret. O hâkimlerin en üstünüdür.
Yûnus sûresinin sonunu teşkil
eden bu âyetlerin, Hz. Peygamber'in Veda Haccı'ndaki seslenişine kaynak teşkil
ettiğine inanıyoruz. Bu âyetlerdeki sesleniş tarzı, oradaki seslenişi
getirmiştir. O, veda Haccı idi. Bu âyetler de Yûnus sûresine veda eden
âyetlerdir. Ayetler, hem içerik hem de yapısal kurgu bakımından kaynak
olduklarını hissettirmektedirler. Şimdi bu âyetlerin analizini yaparak,
neticelere ulaşabiliriz.
1. Peygamber şirkten sakınmalı.
a) "Benim dinimden şüphede iseniz." Hz. Peygamber'e Yüce
Allah, müşriklerin neden imana yanaşmayıp şirkte ısrar ettiklerini
açıklamaktadır. Buradaki birincil sebep "şüphedir". Buradaki dîn
kelimesi ne anlama gelmektedir? Dîn kelimesini Fatiha sûresinin dördüncü
âyetinde derinlemesine açıkladık. "Din" kavramı, inanç, ibadet ve
ahlâk alanlarını içeren ve hayatın en ince alanlarına ışık tutan; dünya
hayatının ötesi denen âhirette ceza ve ödülü de içeren geniş bir manaya
sahiptir.
Bu manalardan hangisi bu âyetteki
dîn kelimesine uygun düşmektedir? Bu soruya iki açıdan cevap verebiliriz.
i. Âyetteki hitap müşriklere, yani kâfirlere olduğuna göre, onların
eksikliklerine bakmak gerekiyor. Onların eksikleri "iman"
konusundaydı. İmanlarından zoru olan bu insanlar için ibadet ve ahlâk alanları
düşünülebilir mi? Bu açıdan bakınca, âyetin bu kısmındaki "din"
kelimesine "iman" veya "inanç" denebilir.
ii. Âyetin devamına bakarsak tapınma söz konusudur. Şirke giden
tapınma ile tevhîde giden tapınma ortaya konmaktadır. Bu açıklamadan anlıyoruz
ki burada yine iman ya da inanç meselesi işlenmektedir. O zaman âyetin bu
kısmını şöyle manalandırabiliriz: "Siz benim imanımdan (inancımdan)
şüphede iseniz." Bizim anladığımız manada her yönü
ile teşekkül etmiş İslâm dini
onların sorunu değildi. Onların sorunu i-mandı.
Şimdi din, yani iman ile şüphe
arasındaki ilişkiyi ele alabiliriz. Bir başkasının imanından (dininden) şüphe
etmek; kendini başka bir inanç alanında görmeye iter. Şüphe, beynin ve gönlün
tavır almasıdır. Bu tavrın kaynağında "nefis" varsa şüphe inkâra
götürüyor ve insanın iman alanını kirletiyor. Ama şüphenin kaynağında beyin
varsa, o da metodik şüphe olarak insanı araştırmaya sevk ediyor. İşte âyetteki
şüphe din, yani imanla ilgili olunca, inkâra götüren şüphe niteliğindedir.
Yüce Allah, Hz. Peygambere
"de ki" buyururken "sor" anlamını kastetmiş olmalıdır. Yani
Yüce Allah, Hz. Peygamber'den, onların tevhîd inancına (dine) karşı
tavırlarının şüphe olup olmadığını sormasını emretmekte, onların tavrını
sorarken, kendi tavrını da ortaya koymasını istemektedir.
b)"Bilin ki: Ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza
tapmam." Bu şüphenizle, beni yanınıza
çekmezsiniz. Çünkü sizin
yaptığınız şey Allah'ı bırakıp, O'nun dışındaki varlıklara tapınıp kulluk
etmektir. Allah'tan başka tapınılanların canlı ve cansız varlıklar olması
mümkündür.
Ayetin bu kısmındaki ellezîne
ism-i mevsûlü genelde canlı varlıklar için kullanılmaktadır.
Hıristiyanların azizlere tapması;
Firavun toplumunun Firavun'u tanrı edinmesi ve bunun
gibi şahsiyetlere tapınmalar bu kapsama girmektedir. Ama Araplar düşünüldüğünde
putları da devreye sokabiliriz.
Yüce Allah, Hz. Peygambere,
onların şüphesine karşılık nasıl bir tavır takınacağını ve hangi kelimeleri kullanacağını
bile ona öğretmektedir. Tavır, öncelikle onların taptıklarına tapmayacağını
söylemekle başlıyor ve sonra bunun Allah'ı bırakmak olacağını söylemekle
şimdilik bitiyor. Tavrın edasında bir kesinlik ve netlik gözüküyor.
"Tapmam" kelimesi bunu ifade ediyor.
c) "Fakat ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim.
Bana, 'inananlardan olmam'emredildi." Burada Hz. Peygamber'den nasıl bir
Allah'a kulluk edeceğine açıklık getirmesi
emredilmekte, "sizi
öldürecek olan Allah'a" ifadesi ile de öldürme eylemine dikkat çekerek
Allah'ı tanıtmaya çalışması ondan istenmektedir. Çünkü ölüm olgusundan şüphe
edilemez. Ölüm olgusu, Allah hakkındaki şüpheyi giderecek en etkili silahtır.
Öyle ki şüphe, gerçek imana giden yolu bir ejderha gibi kesmektedir.
Bu ejderhayı ortadan kaldıracak şey, çare bulunamayan ölüm
olgusu üzerinde düşünmektir. "Bana, 'inananlardan olmam' emredildi"
ifadesi de, Hz. Peygamber'in inanan olmaktan istisna olmadığını, inanmayanın
başkasını inandırmasının mümkün olmayacağı şeklindeki eğitim ilkesini ortaya
koymaktadır.
Bu ifadenin, başka bir konuya
çözüm getirdiğini de söylememiz mümkündür. Hz. Muhammed tanrı değildir; o da
inanıp kulluk edecek bir beşerdir. Yani bu haliyle âyet, azizleri ve büyük
insanları tanrı edinmenin yanlışlığına da işaret etmektedir. Müşriklere Allah
diye inanmalarını söylediği varlığın kendisi olamayacağı, tam tersine
kendisine gerçek Allah'a inanması emredildiği ve O'na kulluk edeceğini
söylemesi emredilmiştir.
Yüce Allah bu âyetiyle tam bir
tevhîd inancı eğitimi yapmaktadır.
2. Peygamber yüzünü nereye çevirmeli?
Bir önceki âyette, kendi
inancından şüphede olanlara nasıl bir tavır takınacağını ve onlara neler
söyleyeceğini ve inananlardan olması gerektiğini görmüştük.
Bu âyette de, yani 105'te de biri
olumlu diğeri de olumsuz iki şey ona emredilmektedir:
a) "Hanif olarak yüzünü dine çevir." Hanîf kelimesi
Bakara 135'de açıkladığımız üzere "katıksız, bütün yabancı maddelerden
arıtılmış" anlamını ifade etmektedir. Hanîflik, şirkin asla karışmadığı
bir inançtır. hanefe kelimesi, "doğru bir yöne doğru yöneldi"
anlamına gelmektedir. İslâm öncesi dönemde bu kelime, tevhîd inancına sahip
olmayı, bütün şüpheli inançlardan, puta tapıcılık-tan, günahlardan uzak durmayı
ifade ediyordu. Yüce Allah Hz. Peygamber'e verdiği emri "hanîf"
olarak yerine getirmesini istemekte, gönlündeki bütün şüpheleri ve tevhîd
inancının kalitesini bozacak bütün yabancı maddeleri çıkartarak 'dine yönel'
emrini vermektedir.
Bakara 135'i dikkate alırsak, Hz.
İbrahim'in hanîfliğinin devam etmesini burada görüyoruz. Demek ki hanîflik,
devam eden bir süreci ve inanç biçimini teşkil etmektedir.
Âyetteki "din"
kelimesini bir önceki âyette geçen din kelimesine vermiş olduğumuz
"iman" manasına alırsak, âyete "hanîf olarak yüzünü imana
çevir" manasını verebiliriz. Ama buradaki "din" kavramını Rum
sûresinin 30. âyetinde geçen "din" anlamında alırsak o zaman, o
âyetle manalandırabiliriz. Oradaki "din" kelimesine Yüce Allah,
insanları üzerinde yarattığı fıtrat (doğa) kanunu manasını vermektedir. Başka
bir anlamı ile o âyette dîn, değişmesi mümkün olmayan insanın doğası, kanunu
demektir.
fe ekim vecheke ifadesi,
"yüzünü çevir", "dikkat et", "yüzünü tut"
anlamına gelmektedir. Buradaki "vech" kelimesi "yüz"
anlamına gelmekle beraber, insanın bütün benliğini, kişiliğini, bütün
vasıflarını ifade etmektedir. 'Parçayı anarak bütününü kasdetmek' kuralınca,
"yüz" beynin tamamını, insanın bütün
benliğini temsil etmektedir. O
zaman âyetin bu kısmına şöyle bir mana verebiliriz: "Bütün benliğini
hanîf olarak insanın değişmeyen
doğasına çevir." Ya da "Hanîf olarak bütün beynini insanın doğasına
yoğunlaştır" veya "Katıksız inanca sahip olarak bütün benliğinle dine
dikkat et."
Hangi manayı verirsek verelim,
Yüce Allah birincil anlamda Hz. Peygamber'i dine çevirmekte, ondan özellikle bu
konuda dikkat etmesini istemekte olduğunu görüyoruz. Bir önceki âyete bakıp
buradaki manayı bulmaya çalışırsak, önceki âyette şüphe geçmişti. Hanîflik
burada şüpheden arınmışlığı ifade etmektedir. Şüphe eden insanlarda hanîflik
vasfı yok demektir.
Bir önceki âyette Allah'a kulluk
ile O'ndan başka varlıklara tapınma ele alındığına göre, Yüce Allah bu âyette
Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla bütün mü'mirileri bir şeye yönlendirmektedir.
Neye yönelirseniz oradan akım alırsınız.
En'âm 79'a gidersek Hz.
İbrahim'in bütün benliğini nereye çevirdiğini görebiliriz:.
"Ben hanîf olarak, benliğimi
gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden
değilim." Bu âyetle Yûnus 105'e gidersek, oradaki "din"
kelimesini de manalandırmış oluruz. Yûnus 105'de "din" kelimesinin
yerine En'âm 79'da "gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah" ifadesi yer
almaktadır. "Din" eşittir, kainatı yaratan Allah. O zaman söz konusu
âyetteki "din" kelimesine "Allah'a iman" manasını
verebiliriz.
b) Peygamber kimlerden yana olamaz? "Ve sakın Allah'a eş
koşanlardan olma." Âyetin bu kısmını, birinci bölümü dikkate alarak
açıklayabiliriz: Din denen tevhîd inancına beyin ve gönlünü yoğunlaştırmayan
insanın şirk koşma ihtimali vardır. însan önce bütün benliği ile tevhîd
inancına yoğunlaşırsa, ona: 'Allah'a eş koşanlardan olma' denebilir. Âyetteki
birinci emir olumlu; ikinci emir de olumsuz olmaktadır. Demek ki, eğitimde
insana önce ne yapacağını, sonra da ne yapmayacağını öğretmek gerekiyor.
3. Peygamber kimlere yalvaramaz?
'Allah'ı bırakıp da sana fayda ve
zarar vermeyecek şeylere yalvarma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen elbette
zâlimlerden olursun."
Bu âyet, aslında bir önceki âyeti açıklar durumdadır. Bir
önceki âyetin son kısmında şu soruyu
sorabiliriz: Allah'a eş koşmak ne anlama gelmektedir? Bu
sorunun cevabını 106. âyet vermektedir. Eş
koşmak, Allah'ı bırakıp fayda ve zarar vermeyecek insan
veya nesnelere yalvarıp kulluk etmektir. Bunu yapan insanların olduğu daha önce
Yûnus 18'de açıklanmıştı. Orada kulluk
etmek, burada çağırmak, yalvarmak kelimeleri geçmektedir.
Âyetin ikinci bölümünde bunu
yapanı Yüce Allah değerlendirmekte ve ona "zâlim" sıfatını
vermektedir. Yûnus 18'de onu şu
şekildede eerlendirmektedir:
i. Sanki Allah'ın bilmediği bir şeyi O'na haber veren;
ii. Allah'ın sübhânlığını, yani noksan sıfatlardan uzak oluşu inancını
bir tarafa atan;
iii. Allah'a şirk koşan kişi.
Şirk koşmak zulüm olduğuna göre şirk koşan da zâlim
olmaktadır. Onun için âyetin sonu, "eğer Allah'ı bırakıp fayda ve zarar vermeyecek
şeylere yalvarırsan, dua edersen, tapınırsan zâlimlerden olursun" değerlendirmesi
ile şekillenmektedir.
Müşrik zâlimdir; çünkü Allah'ın
hakkı olan O'nu birlemeyi çiğnemiş durumdadır. Bizi ve bütün kainatı yaratmış
olması sebebi ile Allah'ın bizim üzerimizde hakkı oluşmaktadır. Bu da O'nu
birlemektir. O'nu birlemeyen, O'nun hakkını gasbetmiştir. Bunun için o da zâlim
olmuştur.
4. Şirkten uzak kalmak için bilinmesi gereken şey nedir?
Bu sorunun cevabını da 107. âyet
vermektedir.
"Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır
dilerse, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından
dilediğine eriştirir. Ve O, bağışlayandır ve merhamet edendir." Bu âyetin
açıkladığı veya öğrettiği konuları bilen insanın şirk koşması mümkün değildir.
a) Yüce Allah'ın insana dokundurduğu bir zararı, belayı ve olumsuzluğu
kendisinden başka giderecek kimse yoktur. Yüce Allah bu noktada, insanın
dikkatini olumsuzluklar üzerine yoğunlaştırmasını önermektedir. Zarar denen
olumsuzluk ile Allah'ın ve insanın ilişkisinin çözümlenmesi, şirkten kurtulmak
anlamına gelmektedir.
Eğer Allah'ın verdiği sıkıntı
veya belayı, kaldırabilecek başka bir varlık olsaydı o da tanrı olurdu. Böyle
bir güç herhangi bir varlıkta olmadığına göre, sadece Allah'a yalvarılacaktır.
b) Yüce Allah insana bir iyilik dilediğinde onun lütfunu, keremini
durduracak, geri çevirecek biri de yoktur. Âyetin bu kısmında geçen
hayr kelimesi, önceki bölümde
geçen ed-durr kelimesinin karşıt anlamını taşımaktadır. Hayra iyi dersek, durra
kötülük; durra darlık, sıkıntı dersek, hayra ferahlık ve genişlik dememiz
gerekiyor. Onların manasından çok, onlar ile Allah ve kulun olan ilişkisi
önemlidir. Eğer Allah kuluna bir iyilik murad etmiş ise, onun keremini geri
çevirecek bir gücün olmadığını bilen ve inanan kimsenin şirk koşması mümkün
değildir. Bu bilgilere sahip olmayan insanların, şirk batağına düşmekten kurtulmaları
imkansız hale gelmektedir.
c) Yüce Allah lütfunu, keremini, ihsanını, iyiliğini dilediğine
eriştirir, verir. İyiliğin takdir edilip verilmesinde merkezi rolü Allah'ın dilemesi
oynamaktadır. Allah'tan başka dua edilip tapınılan sahte
tanrıların böylesine bir
dilemesi olamaz. "Meşîet" denen böyle bir dilemeyi başka varlıklar
paylaşamaz, onun için de Allah'a eş koşulamaz.
d) Yüce Allah'ın, hangi kuluna lütfunu, keremini eriştireceği hususundaki
dileği, O'nun affedici ve merhamet sahibi olması sıfatları ile ilişkilidir.
Dilemesi ile affedici ve merhamet sahibi olması birlikte çalışmaktadır.
Böylesine sıfatları olmayan varlıklardan yardım dilemek ve onlara tapınmak hem
din dışı hem de akıl dışı bir hareket ve inanış şekli olacaktır.
Kısaca diyebiliriz ki, zararı
ortadan kaldıranın, iyiliği verenin veya onu engelleyecek olanın ya da
dilediğine lütfunu eriştirecek varlığın Allah olduğunu düşünüp bilmek şirki
önlemenin en önemli gücünü teşkil etmektedir. İşte bu ilâhî bilgilendirme, din
âlimi ve görevlilerinin üzerinde durup insanlara tebliğ etmesi gereken bir
ilke olmaktadır. Madem ki şirk ile mücâdele vermek ilâhî vahyin merkezini
teşkil etmektedir, bu bilgilendirme de din eğitiminin merkezî amacını teşkil
etmelidir.
5. Hak Allah'tan gelince insan kararında serbest kalır. Yorumunu
yapmakta olduğumuz Yûnus 108. âyet, insan irâdesine tanınan hürriyeti ve
insanın karar verme ile davranış özgürlüğünü işlemektedir.
a) De ki: Ey insanlar! Size Rabb'inizden hak gelmiştir."
Buradaki "ey insanlar" hitabı, Hz. Peygamber döneminde yaşamış
olanlara ait olduğu kadar, kıyamete kadar yeryüzünde yaşayacak olan tüm
insanları da kapsamaktadır.
"Size Rabb'inizden hak
gelmiştir." "Hak" kavramı, "Kur'ân" yani "hakikat
bilgisi" anlamına
gelmektedir. Hakikat bilgisi,
sanki hareket eden bir varlık gibi "gelmek" eylemini
gerçekleştirmektedir.
Çünkü cümledeki "geldi"
fiilinin öznesi, "hak" olmaktadır.
Kur'ân, yani hakikat bilgisi Şûra
52'de rûh, yani canlı olarak nitelendirilmektedir. "Hak geldi" ise,
onun işlevi ne oldu? Bu sorunun cevabını âyetin devamı ile başka âyetler
vermektedir.
b) "Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için
gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır." Kur'ân
ismi ile anılan hakikat bilgisi geldikten sonra, doğru yolu izlemeyi tercih
edenler, kendi lehlerine olarak bunu tercih etmiş olacaklardır. Hakikat bilgisinin,
yani Kur'ân'ın başta gelen görevlerinden biri insana "seçme
özgürlüğünü" tanımasıdır. Kur'ân, "doğru yol" ile "yanlış
yol" arasındaki seçeneği insana bilgilendirmeden sonra sunmaktadır.
Böylece Kur'ân, öğretim faaliyetinin olmadığı bir yerde, böylesine bir
seçeneğin kullanılamayacağına da işaret etmekte, cahil insana doğru yol ile
sapıklığı seçme özgürlüğünü tanımanın yanlış olacağım da vurgulamaktadır. Onun
için Yüce Allah önce hakikat bilgisini gönderip, insanlara neyin iyi, neyin
kötü; neyin hak, neyin bâtıl; neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu öğretiyor
ve ardından insanın seçeneğinde özgür olduğunu söylüyor.
Bu âyette doğruyu seçenin kendi
lehine; sapıklığı seçenin de kendi aleyhine iş yapacağı bilgisi de
verilmektedir. Böylece ihtedâ ile dalle fiillerinin faili olarak insan
belirlenmiş olmaktadır. Demek ki Kur'ân, insanın eylemlerinin getireceği fayda
veya zararın arkasında yine kendi özgür seçiminin olduğunu ve bu sebepten
dolayı da sorumlu olacağını vurgulamaktadır.
c) "Ben sizin üzerinize vekil değilim." Buradaki vekfl
kelimesi, "sorumlu" anlamına gelmektedir. Yani 'ben sizin
davranışlarınızdan sorumlu değilim' demektir. Şûra 48'de de bu husus şu şekilde
ifade edilmektedir: "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların
üzerine bekçi göndermedik." İki âyeti şöyle açıklayabiliriz: Hukuku
bilmeyen, kanunlardan haberi olmayan insanlar kendi davalarını başkalarına
havale eder ve o kişi onların vekili olur. Demek ki avukatlık mesleği hukukun
bilinmezliğinden kaynaklanmaktadır. Hakikat bilgisi geldiğine göre, artık
peygamber kimsenin vekili durumunda değildir. Onun görevi o hakikat bilgisini
onlara aktarmaktır.
Konuya başka bir açıdan
bakabiliriz: Ne yapacağını bilmeyen insanlar, çoğu zaman yanlış yaparlar,
onların yoldan çıkmasına engel olacak muhafıza ihtiyaçları vardır. Polis ve
jandarmanın varlığı, insanların cehaletini ve medeniyetsizliğini
göstermektedir. İnsanlar bilerek hareket etseler bunlara lüzum kalmaz. Onun
içindir ki hakikat bilgisinin tamamı gelince peygamberin muhafızlığı, yani
sorumluluğu ortadan kalkmaktadır. Çünkü Kur'ân insana fayda ve zarar verecek
olan seçenek ve davranışları belirleyip öğretmektedir.
6. "Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar
sabret. O, hâkimlerin en üstünüdür." Hz. Peygamber kendisine vahyolunana
uymak zorundadır. Peki biz mü'minler nelere veya kimlere uyuyoruz? Din adına
kimlere veya neye uymamız gerektiğini bilmiyoruz. Allah'ın vahyine uyma emrini
aldıktan sonra sabretmek ne anlama gelmektedir? Bu soruya iki açıdan cevap
vereceğiz:
a) Allah'ın vahyine uymanın bir zorluğu vardır. Sabrederek bu
zorluğun altından kalkmak gerekiyor. Çünkü ilâhî vahye uymanın engelleri
şeytan, nefis ve kötü insanlardır. Onların olumsuz etkilerine karşı
koymak, onları aşmak ve bir tarafa itmek kolay bir iş değildir.
b) Vahyin emrettiği ve yasakladığı şeyleri hayata uygulamak, vahyi
insanlara eksiksiz tebliğ etmek, öğretmek de çok zordur; büyük bir gayret,
endişeli bir hayat ve ızdırap, çile dolu zamanlar ister. Sabırsız bunu
gerçekleştirmek imkansızdır.
Hz. Peygamber vahye tabi olup sabırla bunu
gerçekleştirirse, Allah'ın hükmünü harekete geçirecektir. Çünkü Allah hüküm
verenlerin en üstünüdür.[74]
1. Mekke'de inmiş olması sebebiyle bu sûre öncelikle şirkle ilgilenmiş,
onunla mücâdele vermenin yollarını öğretmiştir. Şirkle mücâdele verirken tek
Allah inancının da delillerini göstererek tevhîd inancının temellerini
atmıştır. Şirki kaldırırken ve tehvid inancının gönüllerdeki temelini atarken,
Allah ile kainatın ve Allah ile insanın arasındaki ilişkileri gündeme
getirmiştir. Bu ilişkileri yoktan yaratmayı ve insana temin ettiği fayda yani
nimetleri delil olarak göstermiştir. Allah'ın varlığına ve birliğine
inandırabilmek için gerekli olan dış ve insanın iç alemindekidelillere dikkat
çekmiştir (âyet:112).
Bu açıklamaları ile Yunus suresi,
sanki bir üniversite gibi, çeşitli ders programları sunmuş ve insanın aklını o
kanunlar üzerinde çalışmaya teşvik etmiştir. Başka varlıklara tapınmanın
insanın başına bela açacağını, insanın mahşerde ağır ceza ile
cezalandırılmasına neden olacağını defalarca tekrarlayarak caydırıcı metodunu
kullanmıştır.
2. Hz. Peygamberin görevlerinin neler olduğu da bu surede gündeme
getirilmiştir. Müjdelemesi, uyarması, onun görevleri arasında yer almaktadır.
Müşrikler Hz. Peygamberin getirdiği vahye büyü, kendisine de büyücü
demişlerdir. Böylece o do önceki peygamberler gibi ağır ve olumsuz tepkilerle
karşı karşıya kalmıştır.(âyet).
3. Bu surede Allaha kavuşmayı ummayan, ona inanmayan, başka bir
ifade ile ahiret hayatına inanmayanları nasıl bir tehlikenin beklediği
açıklarken, inananların nasıl mutlu olacağına da dikkatler çekilmektedir. Bu
açıdan bakınca âhirete imanın, dünyada davranışlara bir disiplin temin etmesinin
öneminin vurgulandığı görülecektir. (ayet: 7-10).
4. Yunus suresi de kitabı merkeze alarak başlamış ve kitab okulunun
önemini bir kere daha vurgulamıştır. Müşrikler Kur’an denen kitaba oklarını,
saldırılarını yöneltmişlerdir. Hz. Peygamberden başka bir kur’an getirmesini
veya onu değiştirmesini istemişlerdir. Hz. Peygamber onlara; onu kendi kararı
ile değiştiremeyeceğini, kendisinin sadece Allah’ın vahyine uyacağını
söylemiştir. (ayet:15).
5. İnsanların nankör davranışlarının örneklerle açıklandığı Yunus
suresinde, nankörlüğün ne kadar kötü olduğunu vurgulamıştır. (ayet: 15).
6. Suça, denk bir cezanın verilmesi; ön gören Yüce Allah, bu surede
hukuka çok önemli bir ilke kazandırmıştır. (ayet: 26).
7. Bu surede Allah’ın demediğini söyleyip Allah’a iftira edenler
ele alınıp, bunların ne denli kötü fiil işlediklerini açıklamış, Allah’a yalan
uyduranların kurtuluşa eremeyeceklerine dikkat çekilmiştir. (ayet: 30).
8. Meselelerin iç yüzünü bilmeyen
cahiller , iyiyi kötü , kötüyü iyi zannederler. Bu tip insanlar haktan
bir parça bile olmayan zanna
uyarlar. (ayet: 36)
9. Kur'ân'm bir öğüt, göğüslerdekine şifa, rehber ve mü'minlerede
rahmet olduğunu söyleyen Yüce Allah, Kur'ân'dan nasıl istifade edileceğine
burada işaret etmiştir (âyet: 57).
10. Bu sûrede Allah'ın dostu olan; ya da Allah'ın dost olduğu kişilerin
özelliklerinin neler olduğunu açıklamıştır (âyet: 62-64).
11. Yûnus sûresinde, Yüce Allah inanmayanlara, müşriklere bir öğüt
olsun diye Hz. Nûh ile kavminin ilişkilerini; Firavun ile Hz. Mûsâ'nın ilişkilerini
ve sonra onların başına gelenleri, Hz. Mûsâ, Hz. Harun
ve Hz. Nuh'un hangi engellerle karşılaştıklarını ve nasıl hakarete maruz kalıp
sabır gösterdiklerini anlatmaktadır (âyet: 71-88).
12. Ekonomi ile eğitim arasındaki paralel ilişkiye dikkat çeken Hz.
Musa'nın duası gündeme getirilerek, bu duanın nasıl kabul edildiği yine bu
sûrenin konuları arasındadır (âyet: 89).
13. Can boğaza gelince yapılan imanın kabul edilmeyeceği hükmü,
Firavun örneği ile burada anlatılmıştır (âyet: 90-92).
14. İnanç özgürlüğü gündeme getirilen Yûnus sûresinde, iman etmeleri
için insanların zorlanamayacağı ilkesine dikkat çekilmiştir (âyet:99).
15. Bu sûrede
aklı kullanmamanın topluma murdarlık, yani pislik getireceği söylenerek aklı
kullanmak insanlara öğütlenmektedir (âyet: 100).[75]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/421-422.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/423-430.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/430-433.
[4] bk. Kitâb-ı Mukaddes,
Tekvin, Bab 2, 1-3.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/433-442.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/443-447.
[7] Buhârî, "Ezan",
95.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/447-450.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/450-454.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/454-458.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/459-461.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/461-467.
[13] Râzî, a.g.e., XII, 331.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/467-469.
[15] Râzî, a.g.e., V, 59,
Kellâl'den naklen.
[16] Buhârî, "Tevhid",
15; Müslim, "Tevbe", 15.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/470-473.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/473-475.
[19] a.g.e., II, 371.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/475-479.
[21] Kurtubî, a.g.e., VII, 502.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/479-487.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/487-490.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/490-493.
[25] Buhârî, "İman",
37; Müslim.. "İman", 57; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 16; Tirmizî,
"İman", 4.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/494-497.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/497-503.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/503-507.
[29] Râzî, a.g.e., XII, 368.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/508-512.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/512-519.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/519-525.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/525-528.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/529-533.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/533-536.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/536-537.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/537-541.
[38] Buhârî,
"Tefsîrü'l-Kur'ân", 4-9; Fezâilü'l-Kur'ân", 32-33.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/542-549.
[40] a.g.e., XII, 404.
[41] Me'âlimü't-Tenzîrden naklen
Muhammed Esed, s. 406.
[42] Kurtubî, a.g.e., VH, 543.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/549-554.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/554-556.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/556-561.
[46] Kurtubî, a.g.e., VIII, 545.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/561-565.
[48] a.g.e., XII, 416.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/565-569.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/569-572.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/13-20.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/20-24.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/24-28.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/28-31.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/32-33.
[56] Râzî, age, XII, 439.
[57] Râzî, age, XII, 441.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/33-43.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/43-46.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/46-53.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/53-56.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/56-59.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/60-63.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/63-67.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/67-69.
[66] Râzî, age., c. XII, s. 467.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/69-79.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/80-82.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/82-84.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/84-87.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/87-91.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/92-93.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/93-95.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/95-105.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/106-108.