YUNUS SURESİ 3

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla: 3

İlâhî Eğitim Ve Kitap: 3

Hakîm Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 4

Peygambere Vahyin Gelmesi: 5

Düşünülecek Konular: 6

Doyuma Ulaşmak: 9

Recâ Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 10

İman Ve Amellerin Getirdikleri: 11

Allah Cezada Acele Etmez: 12

Nankör İnsan: 13

Helak Olmak Ve İktidara Gelmek: 14

Kur'an'ı Kimse Değiştiremez: 15

Allah'a İftira Etmek: 17

İhtilâf Toplumları Parçalar: 18

Kafirler Ve Mu'cıze: 19

Nankörlüğün Başka Bir Çeşidi: 20

Sözünde Durmamak: 21

Dünya Hayatı Neye Benzer?. 24

Allah'ın Evrensel Daveti: 25

Güzel Ameller: 26

Kater Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 26

Suça Denk Ceza: 27

Mahşer: 29

Eden Bulur: 30

Allah'ı Bilmek Ve Şirk: 32

Sahte Tanrılar Ne Yapar?. 34

Kur'an Ve Hz. Muhammed: 36

Kafirlerin Kur'an'ı Yalanlamalarının Sebepleri: 37

Akıl Ve Gonul Zafiyeti: 38

İnsan Kendine Zulmeder: 39

Doğruyu Bulamamak Ve Hüsran: 40

Peygamberlerin Gelmesi Ve Sorumluluk: 41

Herkes Yaptığının Karşılığını Bulur: 44

Allah'ı Bilmenin Yolu: 45

Kur'an'ın Özellikleri: 46

Değerlerin Birbirinden Farklı Oluşu: 47

Fadl Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 48

Helal Ve Haramlar Bellidir: 49

Allah Her Şeye Tanıktır: 50

Yüce Allah'ın Dostları: 51

Şeref Yüce Allah'a Aittir: 53

Zan Ve Yalan: 55

İftiranın da Böylesi: 56

İnkarcı Ceza Görür: 57

Kafirleri Eğitmek İçin Tarihten Bir Olgu: 57

Peygamberlere Olan Olumsuz Tepki Bir Süreç Gibi İşlemiştir: 61

Hz. Musa Ve Hz. Harun'a Olan Tepki: 62

Hz. Musa'nın Olgusuna Devam: 64

Korku İmanı Engeller: 65

İman Ve Dua: 66

Ekonomik Gücün Önemi: 67

Dua Kabul Edildi: 68

Yüce Allah Duaya Şu Şekilde İcabet Etti: 69

Şüphe Anında Ne Yapılmalı?. 72

Asla İnanmayacak Olanlar Da Vardır: 73

Keşke İman Fayda Verseydi: 74

İmanda Zorlama Yoktur: 75

İnsanlar Neyi Bekliyorlar?. 76

Kurtuluş Kimin İçindir?. 77

Hz. Peygambere Verilen Önemli Dersler: 77

Yûnus Sûresinin İnsanlığa Getirdiklerinin Özet Olarak Sıralanması: 81


 

YUNUS SURESİ

 

Kur'an'ın 10. süresidir. 17. sûre olan İsrâ sûresi ile 11. sûre olan Hûd sûresinin arasında nazil olduğu konusunda ittifak var­dır. Mekke döneminde inmiştir. İbn Abbas'a göre: "Sana indirdi­ğimizden şüphede isen" (Yûnus 10/94) âyetinden itibaren üç âyet Medine'de inmiştir. Kelbî'ye göre de, Medine'de yahudiler hak­kında indirilmiş olan: "Aralarından ona inanan kimseler de var­dır, ona iman etmeyen kimseler de vardır" âyeti müstesna Mek­ke'de inmiştir.

Sûrenin merkezî temalarından birini Kur'an'ı Uz. Mu-hammed'in yazdığını iddia eden müşriklere verilen cevap teşkil etmektedir. Kur'an'ın Hz. Muhammed'e indirilen bir vahiy oldu­ğunu belirten sûrenin 15-17, 37-38 ve 94. âyetlerinde bu konu çeşitli şekillerde açıklanmaktadır. Sûrenin başında yer alan "ki­tabın âyetleri" ifadesi, onun Bakara, Âl-i İmrân, A'râf sûrelerinin bir devamı olduğunu göstermektedir. Başındaki }\ elif-lâm-râ mukattaa harfleridir

Kâfirlerin ilâhî vahye gösterdikleri tepkileri ve bâtıl inanç­ları açıklanırken, müminlerin durumları ele alınmaktadır. Sûrede nankörlüğün insan davranışlarını nasıl yönlendirdiğine değinil­mekte, iyiliğe daha fazlası ile ödül verileceğine, kötülüğe de dengi olan bir cezanın takdir edileceğine dikkat çekilmektedir.

Allah, "maddî âlem-insanlar âlemi" ile olan ilişkisi ele a- lmmakta ve O'nun sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir.

Muhtelif âyetlerde Kur'an'ın özelliklerine ve bunlara göre insanların yapacağı görevler açıklanmaktadır. Allah'ın dostu olan kimselerin özellikleri sıralanmaktadır.

Geçmiş peygamberlerin hayatından kesitler sunulmakta, onların toplumlarıyla olan ilişkileri aktarılmaktadır, bu yönüyle de sûre Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide ve A'râf sûrelerinin bir devamı durumundadır.

Bu sûrede insanları yanlışlardan caydırmak için zaman za­man azaba; zaman zaman da iyiye teşvik etmek için ödüle başvu­rulduğu konusunda bilgiler verilmektedir.

tnanma konusunda insanların hür olduğu, onlara zorlama yapılamayacağı, aklını kullanmayanın murdar olduğu, doğru yol ile sapıklığı seçmekte insanın iradesinin rol oynadığı belirtilerek ilâhî iradenin yanında insanın iradesinin yeri belirlenmektedir.

Bütün bu açıklamalar, emirler, hükümler, öğretilerle Allah 25. âyetinde insanları selâmet yurduna çağırdığını ve doğru yola iletmek istediğini buyurmaktadır. Böylece selâmet yurduna ve doğru yola götüren amellerle onlara engel olan amellerin tasnifi­ni yapmaktadır.

Sûre 109 âyettir.[1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:

 

İlâhî Eğitim Ve Kitap:

 

1. Elif-lâm-râ. İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleri­dir.

1. Bakara sûresinin başında "hurûf-u mukatta'a"nın birer şifre ö-zelliği taşıdığı açıklanmıştı. Sanki Allah Yûnus sûresini, elif-lâm-râ harf­lerinin oluşturduğu bir bilgisayar dosyasının içine koymuş, dosyalar tık­landığında nasıl açılıyorsa, bu harflerin tıklatılmasıyla da Yûnus sûresiaçılmaktadır. Zaten âyetin devamında bu dosyanın içinde nelerin olduğu açıklanmaktadır.

2. "İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleri­dir. " Bakara sûresinin başında açıklandığı gibi bu sûrenin "kitap" ile başlamasının sebebi, Allah'ın bir kitap okulu kurup, eğitimin merkezine kitabı koyduğu anlaşılmaktadır. Öğretim ve eğitim faaliyetleri kitabın etrafında cereyan etmeli, kitaptan ışık almalıdırlar. Öğretim ve eğitim kitapsız olamayacağı gibi din eğitimi de kitapsız olamaz.

Kitap ilâhî bilgiyi taşıyan başlı başına bir okulu temsil etmektedir. Allah insanlığa kitaplı eğitimin önemini anlatırken, milletlerin bütün kültür kazanımlarının kitapla gelecek nesillere aktarılabileceği sistemini aşılamaktadır. İnsanlığa şekil veren, onun gelişimini, değişimini ve canlı kalmasını temin eden kitaptır. Allah kitap vasıtasıyla insanlara ulaşıyor, onları eğitip olgunlaştırıyor, kendine doğru yüceltiyor ve onlara şeref kazandırıyor. Bu noktadan bakınca ilâhî âlemle beşerî âlem arasında iletişimi sağlayan kitabın, ne kadar etkili bir eğitim aracı olduğu anla­şılmış olur.

Sâffât sûresinin 157. âyetinde Allah kitaba delil mânası vermekte­dir: "Eğer doğrulardan iseniz kitabınızı, yani deli­linizi getiriniz." Kitap insanlar için delil olacak bilgileri taşıdığı için objektifliği öğretime getirmektedir.

Dinde fetva verebilmek için delil göstermek gerekir. Kur'an'dan delili olmayanın dinî konularda görüş beyan etmesi doğru değildir. Ha­kikate delil olması sebebiyle Allah Kur'an'a kitap demektedir. Delil ol­duğu için kitap eğitim ve öğretime ciddiyet getirir. Kitabı olmayan veya olduğu halde onu bilmeyen toplumlar dedikodu ile uğraşır, avunur ve onları bilgi zannederler. Böyle toplumlar medenî olamazlar, çünkü dedi­koduya dayalı bilgilerle medeniyet olmaz. Kitabı olmak demek, delile, bilgiye sahip olmak ve onlara yakın olmak demektir.

Hicr sûresinin dördüncü âyetine göre kitâb "süre, zaman, ömür" anlamına gelmektedir: "Helak ettiğimiz her ülkenin muayyen bir zamanı, yani süresi vardır." Buradaki zaman, süre veya ömür kitap kelimesi ile ifade edilmektedir. Aslında buradaki kitap kelimesi "yazgı" anlamına gelmektedir. Demek ki kitap toplumların yazgısıdır, hayatıdır, canıdır. Onun içindir ki Şûra sûresinin 52. âyetinde Allah Kur'an'ı ruh, yani can olarak nitelemektedir.

Âyetteki kitap kavramı Kur'an mıdır yoksa levh-i mahfuz (koru­nan levha) mudur? Âlimlerin bir kısmı bunun levh-i mahfuz (korunan levha) olduğunu söylemişlerdir. Onların bu yorumunu ispat eden âyetler vardır, "Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulu­nan değerli bir Kur'an'dır" (Vakıa 56/77-78). Bu âyette Kur'an'ın gel­diği temel kitap "kitâb-ı meknûn" olarak isimlendirilmiştir. Meknûn "korunmuş, muhafaza edilmiş" anlamına gelmektedir.

"O, katımızda bulunan ana kitapta mev­cut yüce ve hikmet dolu bir kitaptır" (Zuhruf 43/4). Bu âyette geçen "ümmü'l-kitâb" terimi "ana kitap, anayasa" anlamını ifade etmektedir, "Hakikatte o, levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur'an'dır" (Bürûc 85/21-22). "Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların anası O'nun katındadır" (Ra'd 13/39).

Demek ki bütün peygamberlere gelen ilâhî vahyin oluşturduğu ki­tapların kaynağında korunmuş levha denen levh-i mahfuz, başka bir ifa­de ile "ana kitap" vardır. Bazı âlimler de 'Yûnus sûresinin birinci âye-tindeki kitabın söylediği ile öncekilerin söyledikleri arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü âyetteki "kitap" kelimesi özelde Kur'an'ı, genelde levh-i mahfuzu, ümmü'l-kitabı ifade etmektedir' demektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin birinci âyetinde kitabın "hakîm" özelliği gündeme getirilmektedir. Eğer oradaki kitap levh-i mahfuz olsaydı, o zaman, el-mahfûz, el-meknûn ve el-ümm kelimeleriyle beraber gelmeli idi. Bu âyette hem âyet hem kitap hem de hakîm kelimeleri bir araya gelmiştir. Bu da bize âyetteki kitap kelimesinin Kur'an anlamına geldiğini ispat etmektedir.

Şimdi de kitabın sıfatı olan "hakîm" kelimesinin ne anlama geldi­ğini açıklayabiliriz. Bu kelimenin açıklaması Bakara sûresinin 269. âye­tinde geniş bir şekilde yapılmıştı.

 

Hakîm Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Sağlamlaştırmak. Fiil olarak bu anlama gelen hakeme ke­limesi "hakîm" kalıbından alınınca, "sağlam" anlamını ifade etmektedir. Yûnus sûresinin birinci âyetindeki ifadeye "sağlam kitap" mânası verile­bilir. Âyet, "işte şunlar sağlam kitabın âyetleridir" şeklinde tercüme edi­lebilir. Bu anlamı Hac sûresinin 52. âyetinde bulmak mümkündür: "Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır." Bunun anlamı kalbine yerleştirmek, açık ve anlaşılır, birbirini açıklar hale getirmektir. "Sağ­lam" kelimesi kitapla beraber getirilince "dışarıdan dokunup bozulması
mümkün olmayan kitap" demek olur.

2) Hüküm vermek. Bu ifadeyi Allah kendisi için kullanmaktadır. Allah emanetin ehline verilmesini, adaletle hükmedilmesini emrediyor. (Nisa 4/58). Kıyamette Allah anlaşamadığımız şeyler konusunda hük­medecektir (Bakara 2/113) buyururken "hükmetmek", Allah'ın fiili ol­maktadır. Demek ki çözülemeyen, ihtilâfa düşülen meseleleri çözümle­mek için verilen hüküm eylemini ifade etmektedir.

"Anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi" (Bakara 2/213) buyururken, insanın tarafsız ve hakkı ortaya koyan bir kitapla hükmetmesini istemektedir. O zaman hakîm, içinde hüküm bulunan demek olur. Bu hükümler, nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini, cennete veya cehenneme kimlerin gideceğine dair hükümlerin bulunduğu kitap demektir. Allah kendi hakîm sıfatını, Kur'an'la hükmettiği için Kur'an'a vermiştir.

Bu anlamdan hareket ettiğimiz zaman hakîm kelimesinin, içinde "kanun" bulunan anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Mâide sûresinin 50. âyetinde "Yoksa onlar, Câhiliye kanunu mu istiyorlar" buyurulurken bu kelimenin "hükm" kalıbı kullanılmıştır.

3) Doğru ile yanlışı ayırma niteliği. İnsan için kullanıldığı zaman "hüküm" kelimesi doğru ile yanlışı ayırt edebilme yeteneği olurken, ki-tap için kullanıldığı zaman "hakim", doğru ile yanlış ayırt edebilme nite­liği diyebiliriz. Bu anlamıyla yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki kitap canlı olarak kabul edilmektedir. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin 79. âyetinde Allah peygamber olarak seçtiği insanlara, kitap, hüküm (sağlam muhakeme) ve peygamberlik vermektedir. Buradaki hüküm, hikmetin doğduğu sağlam muhakeme anlamına gelmektedir.

4) Hikmet. Bâtıldan, yanlıştan, pislikten, faydasız olandan arındı­rılmış bilgi" anlamına gelen hikmet bu kelimeden türetilmiştir. Hikmet anlamında hakîm, "insanı kemale erdiren bilgi" mânasını ifade etmekte­
dir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete, "İşte şunlar, insanı kemale erdiren hikmet dolu kitabın âyetleridir''mânasını verebiliriz.

O zaman kitabın, hikmeti içine aldığını ifade etmiş oluruz. Demek ki Kur'an bütün yanlışlardan arındırılmış bilgi ile doludur. Bu anlamdan hareket edersek, doğru olanı yapan kitap demek olur. Şûra sûresinin 52. âyetine göre, Kur'an ruh olduğuna göre canlıdır. Canlı olan bu kitap da doğru olanın yapılmasını istemektedir.

5) İlâhî bilgi. "Hakim" kelimesi hikmet kalıbında alındığında, Al­lah katında olan ve peygamberlere vahyedilen bilgi anlamına gelmekte­dir. "Bunlar sana, Rabbinin vahyettiği hik­metlerdir" (İsrâ 17/39). O zaman Yûnus sûresinin birinci âyetine şu mâ­nayı verebiliriz: "İşte şunlar, ilâhî bilginin dolu olduğu kitabın âyetleridir."

Netice olarak diyebiliriz ki Allah'ın eğitimin merkezine aldığı ki­tap, hikmet ve bilgi doludur, doğru ile yanlışı ayırma niteliğine sahiptir, ilk bakışta Yûnus sûresi bu niteliklere sahipken, onun içinde bulunduğu Kur'an da bu özellikleri taşımaktadır.

Böyle bir kitaba insanlar muhtaçtır. Allah insanların ihtiyaçlarını karşılamak için Kur'an'ı göndermiştir. Allah bâtılın, yanlışın ve zararlı olanın yanaşamadığı sağlamlıkta, hikmet dolu bir kitapla insanları eğit­mekte ve onların akıllarına ve gönüllerine şekil vermektedir. En büyük değer olan hikmeti (Bakara 2/269) Kur'an'da bulmak mümkündür. Bu yönü ile Kur'an insanı aklını kullanıp düşünmeye sevketmektedir (Baka­ra 2/269).

Bu noktadan hareketle Bakara sûresinin ikinci âyetini alarak "ha­kim kitap" ifadesini mânalandırabiliriz: Hakim kitap "şüphe olmayan kitap", insanlara ve özellikle müttakilere rehber olan kitap demektir. Hakim, şüphe edilemeyen ve rehber olan anlamına gelmektedir. İsrâ sûresinin 9. âyetine göre en doğru olana götüren kitap demektir. Allah onların şaşkınlıklarını soru cümlesiyle gündeme getirmektedir. Kur'an'in başka âyetlerinde de, onların şaşkınlıkları dile getirilmektedir:

i. "Aralarında kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şey­dir! dediler. Onlardan ileri gelenleri: "Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direniniz, Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir' diyerek kalkıp yürüdüler" (Sâd 38/4-6).

ii. "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" (Zuhruf 43/31).

iii. "Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi dediler" (İsrâ 17/94).

iv. "Şimdi  siz  bu  söze   (Kur'an'a)  mı şaşıyorsunuz?" (Necm 53/59).

v. "Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da, kâfirler: 'Bu şaşılacak bir şeydir' dedi­ler. " (Kâf 50/2). Bu âyetlerin ortak noktalarını bulmaya çalışırsak, Hz. Peygamber'in toplumu Kur'an ve Hz. Peygamber'in peygamberliğine karşı şok olduklarını görürüz.

Bir beşerin, kendi içlerinden yetim birinin peygamber olarak gön­derilmesine karşı derin bir hayrete düşmüşlerdir. Onlar peygamber ola­rak seçilecek olanın, beşer üstü bir varlık olmasını bekliyorlardı. Zuhruf sûresinin 31. âyetinde açıklandığı gibi, peygamberliğin büyük ya da ileri gelen birine verilmesini uygun buluyorlardı. Kâfirlerin şaştıkları diğer bir şey de Kur'an idi. Necm sûresinin 59. âyetinde belirtildiği gibi, Allah onların bu şaşkınlığını gündeme getir­mektedir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak seçilmesi, tevhid inancı­nı insanlara öğretmek için gönderilen Kur'an denen vahyin o devrin in­sanlarına şok etkisi yapmıştır. Hem olumlu hem de olumsuz mânada şok etkisi yapmış, hem olumlu mânadaki şok etkisi, insanları hidayete getir­mesi, onlarda tevhid inancına geçiş gibi derinden bir değişim meydana getirmesiyle gerçekleşmiştir. Olumsuz şok etkisi de, onların Hz. Pey­gamber'e inanmamaları vahyin ona verilmesine hayret etmeleriyle orta­ya çıkmıştır. Hayrete düşme şeklindeki tepkinin geçmiş peygamberlere karşı olduğunu da Kur'an haber vermektedir.

Hz. Nuh'un toplumu da, Nuh'un peygamber olarak gönderilmesine şaşmıştı, "Al­lah'ın azabından sakınıp da rahmete nail olmanız ümidiyle, içinizden sîzi uyaracak bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gel­mesine şaştınız mı?" (A'râf 7/63).

Semûd toplumu da kardeşleri Salih peygambere karşı bu şoku ya­şamışlardı: "Sizi uyarmak için jçmizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesi-nx şaştınız mı?" (A'râf 7/69).

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Nuh'la başlayan şaşkınlıkları Hz. Muham-ıned'e kadar devam etmiştir. Ancak bu durum Hz. Peygamber'le de son solmamış, çeşitli boyutlarda günümüzde de devam etmektedir. Yahudi-jenn Hz. İsa'yı, yahudilerin ve hıristiyanların Hz. Muhammed'i kabul Kirlemelerinin altında hep aynı etki vardır.

Her toplum Kur'an'in yukarıda verilen âyetlerini, kendilerinden an tarafından tebliğ edilmesini hayretle karşılamışlardır. Bu duruma Hz. Peygamber dönemindeki insanlar da aynı tepkiyi vermişlerdir: "Şunu da iemişlerdir: Ne biçim peygamberdir bu, yemek yiyor, sokaklarda . Üzerine bir melek indirilmeli, beraberinde özel bir uyarıcı değil miydi?" (Furkân 25/7), "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de mutlaka yemek yiyorlar, sokaklarda yürüyorlardı" (Furkân 25/20).

Hz. Peygamber'den sonra günümüze kadar Allah'ın dinini öğreten âlimler ya kutsallaştırılmış, ya da eziyete mâruz bırakılmışlardır. Hıristi­yanlar da aynı şeyi daha şiddetli bir şekilde yaşamış ve yaşamaktadırlar.[2]

 

Peygambere Vahyin Gelmesi:

 

2. İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar, iman edenle­re de kendileri için Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi bulunduğunu müjdele!" diye vahiy gönder­memiz insanlara şaşırtıcı mı geldi? İnkâr edenler, "Bu adam açık bir büyücüdür" dediler.

Bu âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "İnsanlara şaşırtıcı mı geldi?" İnsanlar vahye karşı hayrete düşmüştür. Peygamberler tarihinin en dikkat çeken konularından biri, onlara gelen vahye toplumların hayrete düşerek tepki göstermeleridir. Bu tepkinin bir benzerini de Mekke halkı ve özellikle Kureyş'in kâfirleri Hz. Peygamber'e göstermişlerdi.

2. İçlerinden bir adama,  "İnsanları uyar, iman edenlere de kendileri için Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi bulunduğunu müjdele!" diye vahiy göndermemiz (insanlara şaşırtıcı mı geldi?)" Peygamberin iki görevi. Allah'ın, kâfir ve müşriklerin hayretle karşıladıkları Hz. Pey­gamber'e yüklediği görevleri bu âyetten öğreniyoruz.

a) İnsanları uyarmak. Hz-. Peygamber'in evrensel görevlerinden bi­ri bütün insanlığı uyarmaktır. Bu görev vahyin amacı olarak belirlen­mektedir. Yanlıştan sakındırmak için yapılan tebliğe "inzar" denmekte­dir. İnzar yanlıştan caydırmak için tehlikeyi haber vererek korkutma niteliği taşımakta, âhiretin dehşetini haber verme anlamına gelmektedir.

b) Müjdelemek. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette özel mâ­nada iman edenlerin müjdelenmesi emredilmektedir.

"İman edenlere de kendileri için Allah katında yüksek bir doğruluk derecesi bulunduğunu müjdele!" Âye­tin bu kısmında fodı el-kadem kelimesi ile Jj-«Jı es-sıdk kelimesi bir araya gelmiştir. Kadem kelimesini Elmalılı Hamdı Yazır şöyle açıkla­maktadır:

Benzeri olaylar bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğer­lerini geçmiş olmak; gerek hal, gerek hayır hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe vb. bakımından ileride olmak demektir. Kadem kelimesi değişik formla­rına dilimizde derece anlamında kullanılmaktadır. 'Ayağın topuktan aşa­ğı kısmına yani tabanı'na da kadem denmektedir. Ayrıca 'yarışta en ön­de gelene, kahramana' da verilen sıfatlardan biri de kadem sıfatıdır. Herhangi bir hizmette fazlalığı ifade ederken de "kıdem" tabirini kulla­nırız.

Sıdk kelimesi "doğruluk" anlamına gelmektedir. Kadem-i sıdk ise

îbn Abbas'a göre "doğruluk makamı" anlamına gelmektedir. İbn Abbas'ın buna getirdiği delil İsrâ sûresinin 80. âyetidir: Şöyle yalvar (de): Rabbim! Gireceğim yere dü-rüstlükle girmemi sağla, çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağ­la.'"

Yine İbn Abbas kadem-i sıdkı, müminlerin dünyada işledikleri amellerin karşılığı olarak onlara âhirette verilecek ödül olarak mânalandırmıştır. Kurtubî gibi müfessirler kadem-i sıdkın ne anlama geldiğini çok çeşitli rivayetlerde açıklamışlardır. Biz Kamer sûresinin 54-55. âyetlerine giderek gerçek mânayı ya­kalayabileceğimizi düşünmekteyiz:

"Müttakiler bahçelerde, nehir kıyılanndadır. Güçlü bir padişahın katında doğruluk makamında-dırlar." Kamer sûresinin 55. âyetinde geçen "güçlü bir padişahın katın­da" ifadesi, ve aynı âyette geçen "doğruluk makamı", yani "özü-sözü bir olanlara ait oturma yeri" bize gösteriyor ki, Yûnus sûresinin ikinci âye-tindeki "doğruluk makamı" Allah katındaki ödülün derecesidir. 55. âyeti 54. âyetle birlikte mânalandırırsak, o zaman bu iki âyetin anlamının, "müttakilerin Allah katındaki makamının kadem-i sıdk" şeklinde olduğu anlaşılacaktır.

Gerek tefsirini yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin ikinci âye­tinde, gerekse Kamer sûresinin 55. âyetinde sıdk kelimesi aslında bu dünyada özü ile sözü, özü ile davranışları bir olan doğru insanların ora­daki makamını belirlemektedir. Bu demektir ki, Kur'an "doğruluk" de­ğerini öne çıkarmakta, âhirette doğruluk makamı olacağını ve Allah'ın, doğru olanları öne çıkaracağını bu âyetiyle Hz. Peygamber'den müjde­lemesini istemektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber'e gönderilen hikmet dolu kitap, ona insanlığı uyarma, müminleri müjdeleme görevini ver­mektedir. Bunun anlamı uyandan etkilenip doğruya yönelenler müjdele-nenler grubuna geçmiş olacaktır.

3. Kâfirlerin Hz. Peygamber'i değerlendirmesi. İnsanların, Hz. Peygamber'in vahiy almasına karşılık hayrete düşmeleri, şu değerlen­dirmeyi yapmalarına sebep olmuştur: "Kâfirler, 'bu elbette apaçık bir sihirbazdır' dediler." Bu değerlendirmeyi yapan­lar, Hz. Peygamber tarafından uyarılan kâfirlerdi. Hz. Peygamber'e si­hirbaz demeleri, aynı zamanda Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemeleri de­mektir. Çünkü sihirbazın eseri sihirdir. Onlara göre Kur'an Hz. Muhammed'in eseridir.

İnkara saplanan insanların bu değerlendirmelerinde Hz. Peygam-ber'de 'üstün bir gücün eseri' dedikleri Kur'an'da da bir farklılık oldu­ğuna işaret vardır. Fakat değerlendirmelerinin asıl amacı, Hz. Peygam-ber'in peygamber olmadığını, Kur'an'in da vahiy ürünü bir kitap olma­dığını göstermektir. Önce hayrete düşmeleri, sonra ona sihirbaz demele­ri, Hz. Peygamber'in sözle nasıl kötü bir tepki ile karşılaştığına işaret etmektedir.[3]

 

Düşünülecek Konular:

 

3. Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı devirde ya­ratan, sonra da arşın üzerinde hükmedip işleri yöneten
Allah'tır. O'nun izni olmadan kimse kendiliğinden şe­faat edemez- Rabbiniz Allah işte budur. O 'na kulluk e-
diniz. Hâlâ düşünmüyor musunuz?

4. Hepinizin dönüşü O'nadir. Allah'ın verdiği söz ger­çektir. Doğrusu O, önce yaratmaya başlar, sonra ina­
nıp yararlı iş yapanları adaletle ödüllendirmek için ya­ratmayı tekrarlar. İnkarcılara, inkâr etmelerinden do­
layı kızgın bir içecek ve acıklı bir azap vardır.

5. Güneşi ışıklı ve ayı aydınlık yapan, yılların sayısını ve hesaplamayı bilmeniz için aya konak yerleri düzen­
leyendir. Allah bunları gerçek olarak yaratmıştır. O, bi­len bir topluma âyetlerini açıklamaktadır.

6. Gece ile gündüzün değişmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, sakınan bir toplum için el­
bette nice deliller vardır.

Yûnus sûresinin ikinci âyeti ile başlayan açıklama aslında hakîm olan kitabın içindeki konuların neler olduğunu öğretmektedir. Birinci âyetteki "hakîm kitabın" içindeki konuların ilki, insanların uyarılması ve inananların müjdelenmesi şeklindeki Hz. Peygamber'in görevlerinin tesbitidir. Üçüncü âyette ise şu konular ele alınmakta ve hakîm olan ki­tabın diğer konulan belirlenmektedir. Böylece hikmet dolu kitabın insa­na neleri öğrettiği gündeme getirilmektedir.

1. "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı devirde yarattı." Ayetin bu kısmı Allah'ın gökleri ve yeri kaç aşamada yaratığını açıklayarak, kâfir­lerin ikinci âyetteki hayretlerini ve sihirbaz şeklindeki değerlendirmele­rini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Kâinatın yaratılışını ve onu ya­ratanı bilselerdi hikmet dolu kitabın vahyini Hz. Peygamber'e gönderi­lebileceğini farkedip o insana sihirbaz demeyeceklerdir. Onun için âye­tin bu kısmı, insanı âciz bırakan yaratma olgusunu ele almakta, ve âdeta

şunu söylemektedir: Kâinatı altı aşamada yaratan Allah, kuluna vahiy gönderebilir.

fijf si- "Altı gün"'de ifadesindeki günler kelimesi "aşamalar, dönemler" anlamına alınmalıdır. Buradaki altı gün, haftanın günleri değildir. O zaman İncil'deki "Allah kâinatı ve içindeki varlıkları altı günde yaratmış, yedinci günde de dinlenmiştir" fikrine dönülmüş olur[4]. Bu konu A'râf sûresinin 54. âyetinde açıklandı. Kâinatı "altı devir"de yaratmasını burada ve A'râf sûresinin 54. âyetinde gündeme getirmesinin amaçlarından biri de, insa­na bunu araştırması için ödev vermesidir.

2. "Sonra da arşın üzerinde hükmedip işleri yönetir." Yûnus sûresini üçüncü âyetinde ele alınan ikinci konu, Allah'ın yarattığı eserin içine kendisini koyup onu kapsamasıdır. İnsan, yaptığı eserin içine kendini koyamaz ama Allah yarattığı eserin içine kendini koyar ve böylece o eserin hem içinde hem de dışında olur. Ken­dini eserinin içine koyması, onu çeşitli sıfatlarıyla kapsaması demektir. Meselâ Allah Kaf sûresinin 16. âyetine göre yaratma ve bilme sıfatlarıy­la bize şah damarımızdan daha yakındır. Aynı şekilde çeşitli sıfatlarıyla kâinatın içindedir ve onu kapsamış durumdadır. Bu konu daha önce A'râf sûresinin 54. âyetinde anlatıldı.

Arş kavramı aynı zamanda Allah'ın hükümranlığını ifade etmekte­dir. Allah hükümranlığını kullanarak işleri yönetmektedir. Maddî an­lamda kâinatın işlerini yönetirken, insanların işlerini de birinci âyetteki "hikmet dolu kitap"la yönetmektedir. Bu yönetiminin bir kısmını pey­gambere gönderdiği vahiyle gerçekleştirmektedir.

Allah, Hz. Peygamber'e sihirbaz diyen kâfirlere kâinatın yönetimi hakkında açıklama yaparak öğretimde bulunmakta, kâinatı kapsayıcılı-ğını, ona olan hükümranlığını, ve hükümranlığı gereği işleri yönettiğini açıklayarak, gönderdiği vahiyden dolayı hayrete düşmelerinin yersizliği­ni göstermektedir. Kâinatı ve içindeki varlıkları yönetirken eşi olmadığı için, kimse O'nun yaptıklarını tenkit mahiyetinde değerlendirme hakkına sahip değildir. Böylece birinci âyetteki hikmet dolu kitap, Allah'ın kâinattaki hü­kümranlığının gereği olan işleri yönettiğini açıklamaktadır. Bunu bilme­dikleri için kâfirler, Hz. Peygamber'e sihirbaz sıfatını yakıştırmışlardır. Allah, hükümranlık makamı ile emredip işleri yönettiği bilgisini inan­mayanlara öğreterek onların iman etmesini sağlamaktadır.

3. "Onun izni olmadan kimse kendiliğinden şefaat edemez." Şefaat konusu Bakara sûresinin 48. âyetinde detaylı bir şekilde açıklandı. Kimler şefaat edecek, kimler şefaate nail olacak, kim­ler olmayacak, şefaatin tembelliğe sebep olmamasının gereği, şefaate muhtaç olanın şefaat edemeyeceği konulan da Bakara sûresinin 48. âye­tinde açıklandı.

Hikmet dolu kitap Allah'ın izni olmadan kimsenin şefaat edeme­yeceğini, bu konudaki yetkinin tamamen Allah'a ait olduğunu hatırlat­maktadır. Bu âyette, "şefaat" kavramı gündeme getirilmekte, âhiret ha­yatının var olduğu ve ona inanmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. De­mek ki hikmet dolu kitabın bir konusu da şefaat yetkisinin kime ait ol­duğunu öğretmektir.

Şefaat konusunun burada devreye sokulmasının sebebini Yûnus sûresinin 18. âyeti vermektedir.

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçi-lerimizdir' diyorlar."

Kâinatı yönetenin Allah olduğu belirtildikten sonra, âhireti yöne­ten tek gücün de yine Allah olduğu âyette ifade edilmektedir. Allah kâi­natı yaratırken eşi olmadığı gibi, âhiretin işlerini yönetirken de eşi olma­yacaktır. Böylece onların putları şefaatçi olarak görüp şirke düşmeleri önlenmektedir.

4. "Rabbiniz Allah işte budur. Ona kulluk ediniz. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" Âyetin bu kısmı, önceki kısımlarda açıklanan konuların Allah'ı anlatmakta olduğuna işaret et­mektedir. Kâinatı altı aşamada yaratan, hükümranlık makamı ile işleri yöneten ve şefaatin sadece kendi yetkisinde olan varlık Allah'tır. Kulluk edilmeye lâyık sadece O'dur. "Ona kulluk ediniz" emrine, "O'nu tanıyı- iez~ mânasını verebiliriz. Çünkü Bakara sûresinin 21. âyetinde kelimesinin "bilmek, tanımak" anlamına geldiğini Hâzin ifade et-eeşîi. Ayrıca İbn Abbas, Kâdî, Nesefî ve Hâzin buna "Allah'ı birleyiniz" Eânasmı vermişlerdir.

Demek ki Allah'a kulluk etmek, onu bilmek, tanımak ve O'nu bir­lemek anlamına gelmektedir. Biraz daha açarsak aklın, gönlün, nefsin ve bütün davranışların faaliyetlerini bir bütün olarak buradaki kulluğun mânasının kapsamına dahil edebiliriz. Birinci âyetteki hikmet dolu kita­bın Allah'a kulluk etmeye giden yolu gösterdiğini ve Allah'ın nasıl bir varlık olduğunun açıklamasını yapmaktadır.

öj'/m liif "Hâlâ düşünmüyor musunuz?" Buradaki sorudan anlıyoruz ki, Allah'ın iki ve üçüncü âyetlerde anlattığı konular üzerinde düşünülmeyi istemektedir. Allah'a kulluğu engelleyenlerden biri düşün­cesizliktir, yani aklın kullanılmamasıdır. Kâinatın varlığı, oluşumu, bü­tün işlerin yönetimi konularında düşünmek insan için bir ödevdir. Ba­ğımsız düşünce, insanı tevhid inancına götürür. Allah'ın bu sorusundan hareket ederek diyebiliriz ki, düşünmek bir farz, o farzı yerine getirmek de bir ibadettir.

5. "Hepinizin dönüşü O 'nadir. Allah'ın verdiği söz gerçektir."

a) İnsanlar bu dünyada gurbettedir. Ölüm Allah'a dönüştür. Al­lah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Âyetin bu kısmının gündeme gelmesi­nin sebebi, ikinci âyetin sonunda verilen "ona kulluk" ediniz emridir.
Kulluk ediniz, çünkü O'na döneceksiniz.

b) Allah'a döneceğimiz konusunda Allah'ın verdiği söz gerçektir. İnsanoğlunun akıl erdiremediği ve bu sebeple inanamadığı konulardan biri, Allah'a dönüş meselesidir. Onun içindir ki dönüşten hemen sonra Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğu ifadesi gelmektedir. Allah'ın ver­diği sözün gerçek olduğuna inanan, O'na döneceğine de inanacaktır.
Âyetin bu kısmı aynı zamanda nasıl bir Allah'a inandığımızı da açıkla­maktadır. Allah, herkesin topluca döneceği ve verdiği sözün gerçek ol­duğu bir varlıktır.

6. "Doğ­rusu O, önce yaratmaya başlar, sonra inanıp yararlı iş yapanları adalet­le ödüllendirmek için yaratmayı tekrarlar." Âyetin bu kısmında ilk yara­tılış ile öldükten sonra yaratılma ele alınmaktadır. Birinci yaratılışın a-macı Zâriyât sûresinin 56. âyetinde Allah'a kulluk, yani O'nu tanıma olarak tesbit edilirken, ikinci yaratılışın amacı, Yûnus sûresinin dördün­cü âyetinde inanıp yararlı iş yapanların adaletle ödüllendirilmesi olarak belirlenmektedir.

Birinci yaratılış için gerekli olan inancı kabullenmek kolay olmak­tadır. Buna rağmen ateistler kâinatın ve yeryüzündeki canlıların tabiat tarafından yaratıldığını iddia etmekte ve böylece Allah'ın yaratma eyle­mini de inkâr etmektedirler. İnsanın şüpheyi düştüğü (Hac 22/5) konu, öldükten sonra yaratılma, yani ikinci yaratılıştır. Kur'an ikinci yaratılışı pek çok âyette konu edinmekte, âhiret hayatını ispat etmekte, bunu bi­rinci yaratılışla ilgilendirerek yapmaktadır.

"De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek" (Yâsîn 36/79). "Andolsun ki, birinci yaratılışınızı bildiniz. Ama (tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil misiniz?" (Vakıa 56/62). "İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler" (Kaf 50/15). "insan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor? O (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir sperm değil miydi? Sonra bu döllenmiş bir yumurta olmuş, derken Allah onu yaratıp şekillendirmişti. Ondan iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmişti. Peki (bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?" (Kıyâme 75/36-40). "Diyecekler ki: Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek? De ki: Sizi ilk defa yaratan! Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve ne zamanmış o? diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek" (İsrâ 17/51). "İlkin mahlûkunu yaratıp sonra bunu tekrarlayan O'dur, ki bu, Onun için pek kolaydır" (Rûm 30/27). Diğer taraftan Hac sûresinin beşinci âyetinde öldükten sonra diril­me konusunda şüphe edenlere, anne karnında döllenmeyi, sonra orada geçirilen safhaları ve kurumuş topraklara indirilen suyun, oradaki can­lanmayı örnek vererek ispat etmektedir (Hac 22/5-6). "Kıyamet vakti gelecektir, bunda şüphe yoktur, ve Allah kabirdekileri diriltip kaldırılacaktır" (Hac 22/7).

Allah ikinci yaratılışı neden gerçekleştirmektedir? Âyetteki cevap: İman edip yararlı iş yapanları adaletle ödüllendirmektir. Âyette ki li-yecziye kelimesinin başındaki "için" anlamına gelen lâm harfi ikinci yaratılışın amacını belirlemektedir.

Âyetin bu bölümünde geçen dı el-kist kelimesi "oran adaleti" anlamına gelmektedir. Oran adaleti herkesin ameline göre ödül alması demektir.

Bir anlamda li-yecziye kelimesi, iman edip yararlı iş işleyene ödül, iman etmeyip kâfir olarak ölene de ceza vermek mânasına gelmek­tedir. Diğer anlamda da, iman edip yararlı işler işleyenler arasında da derece farkı olmasını gözeterek ödül vermektir. Demek ki "kist adaleti", yani "oran adaleti" farkı farkettirecek muamelede bulunmaktır.

7. "Kâfir o-lanlara gelince inkâr etmekte oldukları şeylerden dolayı onlar için kay­nar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır. "

a) "Kaynar sudan bir içki..." Demek ki âhirette dün­yadaki bedenimizle yaratılacağımızdan, orada da içki içeceğiz. Kâfirler kaynar sudan bir içki içerken, müminler de mutluluk veren bir içki içe­
cektir.

Kâfirlerin içtiği kaynar suyun diğer özelliği nedir? Bu sorunun ce­vabı için Muhammed sûresinin 15. Âyetine bakmak gerekir. "(Bu nimetlerde yaşayanlar) ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içenlerin durumu gibi olur mu?" Demek ki bağırsakları paramparça eden kaynar su olacaktır.

b) "Elem verici bir azap vardır." Kaynar suyun dışındada elem veren bir azap olacaktır. Elem veren azap, azabı yapan melekleride üzen bir azap niteliğindedir. Allah kuluna bu şekilde azap eder mi? Allah kuluna azap etmez, kul kendisine inanç ve eylemleri ile azap ettirir. Dünyada insanın inanç ve eylemleri öteki dünyadaki cehennemini veya cennetini oluşturur. Dünyadaki inanç ve amelleri öteki dünyada cennet veya cehenneme dönüştürülür.

Görüldüğü gibi dördüncü âyette Allah, âhiret hayatının olacağını, iki aşamalı yaratmanın olduğunu, iyi amellere teşvik ve kötü amellerden caydırmak için ceza ve ödülün dünyada verileceğine dikkat çekmektedir.

Âyetin sonunda yer alan "inkâr etmeleri sebebiyle" ifadesi azabın neticesi, sebebi de insanın inkârı olduğunu vurgulamaktadır.

7. "Güneşi ışıklı ve ayı aydınlık yapan, yılların sayısını ve hesaplamayı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyendir." Yûnus sûresinin üçüncü âyetinde göklerin ve yerin, altı aşamada yaratıldığı belirtildikten sonra dördüncü âyette, özel anlamda güneş ve ayın durumu konu edilmektedir.

Allah, Güneş'i ışık kaynağı olarak yaratmış, Ay'ı da aydınlık yapmıştır. Âyette geçen ed-diyâ kelimesi hem ışık veren, hem de ısıtan anlamına gelmektedir. Ayın durumunu belirleyen en-nûr ise sadece aydınlık veren mânalarına gelmektedir.

Diğer taraftan aya safhalar, konak yerleri veren Allah, Ay'a neden bu safhaları verdiğini açıklarken, senelerin sayısını ve hesaplamanın bilinmesini amaç olarak göstermektedir. Böylece Allah neyi, nasıl ve niçin yarattığını açıklamaktadır.

Bakara sûresinin 189. âyetinde, "Sana, hilâl şeklinde yani doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir" buyurmaktadır. Demek ki ayın zaman içinde aldığı şekiller hesaplama ve zamanı belirlemek için belir­lenmiştir.

Doğal olarak Kur'an gelmeden önce insanlar, ay ve güneşin zama­nın hesaplanmasıyla olan ilişkilerini tesbit etmişti. Kur'an bunun Al­lah'ın takdiri ve yaratmasıyla olduğunu bildirerek, O'nun kâinatla olan ilişkisini ve bu ilişkisinin doğduğu kudreti anlatmakta, insanın iman et- mesi için bunu bir bilgi olarak kullanmakta ve nasıl bir Allah'a inanaca­ğı konusunda insanı bilgilendirmektedir. Güneş ve ayın görevlerinin bilinmesiyle insan aklının Allah'a varabileceği vurgulanmaktadır.

8. "Allah, bunları gerçek olarak yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır." Allah'ın yarattığı bir şey bâtıl ve boşuna olamaz, onun için burada hak, yani "gerçek" kelimesine yer verilmiştir.

Bu âyette, güneş, ay ve onların görevlerine "âyet" denmektedir. Demek ki kâinatta yaratılan her varlık ve onun tabiata sağladığı kanun­lar, Allah'ın âyetleridir. Böylece âyetin "tabiat kanunu" anlamı ortaya çıkmaktadır. Fussılet sûresinin 53. âyetinde, "İnsanlara ufuklarda (dış âlemde) âyetlerimizi göstereceğiz" buyurulurken, âyet kavramına kâinatın kanunu anlamı verilmektedir. Âyette geçen hak kav­ramı "gerçek" olarak mânalandırılırsa, gerçeğin neyi ifade ettiğinin açık­lanması gerekir.

a) "Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni teşbih ederiz, bizi cehennem ateşinden koru!" (Âl-i İmrân 3/191). Bu âyetteki "boşuna yaratmadın" ifadesi, Yûnus sûresinin beşinci âyetindeki "hak ile yaratma"yı mânalandırmaktadır. Boşuna yaratmamak, belli bir amaca yönelik, hikmet dolu, birbirine uyumlu bir şekilde çalışan sistem anlamına gelmektedir.

b) "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!" (Sâd 38/27). Âyette "boş yere" anlamına gelen bâtıl kelimesi yer almaktadır. Her iki
âyette ki bâtıl kelimesi, Yûnus sûresinin beşinci âyetindeki "hak" keli­mesinin zıt anlamını ifade etmektedir. îşte belli bir amaca yönelik, hik­met dolu ve birbirine uyumlu olan sistemin bu kanunu âyet olmaktadır.

9. "Gece ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde ya­rattığı şeylerde, sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır." Be­şinci âyette güneş ve ay, altıncı âyette de gece ile gündüz ele alınmıştı. Üçüncü âyeti dikkate alarak şu genellemeyi yapabiliriz: Üçüncü âyetin sonunda "düşünmek", beşinci âyetin sonunda da "sakınmak" denen tak­va gündeme getirilmektedir. Düşünmek, bilmek ve takva kavramları müminin formülünü vermektedir. Allah'ın kâinatla olan ilişkisi üzerine düşünmek, o düşünceyi bilgiye çevirmek ve ardında takvaya dönüştür­mek müminin eylemi olmaktadır.

Üç-beşinci âyetlerde Allah, kâinatı yaratmasını anlatmak için onu bir kitap niteliğinde insanın önüne koymakta, üzerinde düşünülmesini ve bilinmesini emretmektedir. İşte o zaman insanın Allah'a karşı olan so­rumluluk bilinci denen takva meydana çıkacaktır. Düşünce ve bilgiden ahlâkın temeli olan takvaya geçilmektedir. Kâinat kitabını kavramaktan ahlâk kitabını kavramaya geçilmektedir. Hikmet dolu kitap bu geçişi yapan ve anlatan bir kitap olmaktadır.

Bu hikmet dolu kitap din bilginlerine, kâinat üzerinde düşünüp, onun bilgisini edinmenin insanda takva duygusunu oluşturacağını belir­tirken, din eğitiminin programını da sunmaktadır. Kâinatın yaratılışı, astronomi ve zaman konulan yanında âhireti inceleyen ilahiyat ilimleri­nin programa konmasını ön görmektedir.

Din eğitiminin bu programı insana doğru düşünme sanatını, bilgiyi elde etme metodunu ve ahlâkın temeli olan takvaya ulaşmanın yollarını öğretecektir. Yûnus sûresinin ilk âyetlerinden çıkarılacak neticelerin başında, tabiat bilimleri olmadan ilahiyat ilimlerinin yapılamayacağı konusu gelmektedir. Din eğitimi programında vahiy ile tabiat bilimleri bir arada öğretilmelidir.[5]

 

Doyuma Ulaşmak:

 

7. Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya ha­yatına razı olup onunla doyuma ulaşanlar ve âyetleri­
mizden habersiz olanlar vardır.

8. İşte onların, kazanmış oldukları yüzünden varacak­ları yer ateştir.

Yûnus sûresinin dördüncü âyetine baktığımızda şu gerçeği bulu­ruz: Bütün insanların Allah'a döneceği, iman edip yararlı iş işleyenlerin adaletle ödüllendirmek için âhirette diriltileceği ve inkâr edenlerin ceza­landırılacağı anlatılmıştı.

Yedi ve sekizinci âyette de âhirete inanmayıp dünyaya bağlananlar ve onların durumu ele alınmaktadır. Bu âyetlerin dördüncü âyetin deva­mı mahiyetinde olduğunu söyleyebiliriz. İşte varacakları yer ateş olan kimselerin durumunu âyetler şöyle açıklamaktadır:

1. "Huzurumuza çıkacaklarını beklemezler." Âyette yer alan tej\ er-recâ kelimesi "ümit etmek, korkmak" anlamlarına gelmektedir.

 

Recâ Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Ummak. "Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz" (Nisa 4/104). "Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun!" (Kasas28/86). Birinci âyette bilerek ümit etme, ikinci âyette de olmayan ümit gündeme getirilmektedir.

2) Kabul etmemek. "Size ne oluyor ki, Allah'ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz?" (Nûh 71/13). Buradaki kabul etme­mek "inanmamak" anlamına da gelmektedir.

3) İhtiyaç duymak. "Ve eğersen de Rabbinin katından ihtiyaç duyduğun bir lutfu arama çabası içinde olduğun için, ihtiyaç sahiplerine ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse onlara bir yumuşak bir söz söyle!"
(İsrâ 17/28).

4) Korkmak. "Gerçek şu ki, Allah'tan ve âhiret gününden korkan ve O'nu her zaman anan kimseler için peygamber güzel bir örnek teşkil eder" (Ahzâb 33/21). Çoğu müfessirler bu âyetteki recâ kelimesine "ummak"
mânasını verirken, Nesefî "korkmak" anlamını vermiştir.

5) Beklemek. "Andolsun, belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onları öldükten son­ra dirilmeyi beklemiyorlar" (Furkân 25/40).

6) İnanmak. "İman etmiş olan herkese söyle Allah'ın günlerinin geleceğine inanmayanları affetsinler"
(Câsiye 45/14). Buradaki recâ kelimesi "ümit etmek, beklemek ve inan­mak" anlamlarına gelmektedir. Biz bunlardan inanmayı tercih ettik.

7) Alıkoymak. "Şöyle cevap verdiler:  Onu ve kardeşini bir süre alıkoy ve şehirlere davetçiler
gönder" (A'râf 7/111). Bu âyette emir kalıbında geldiği için bu anlamı ifade etmektedir.

8) Bırakılmış. Tevbe sûresinin 106. âyetinde üyrj* mürcevne ka­lıbında "kalmış, bırakılmış" anlamlarını ifade etmektedir: "(Sefere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah'ın emrine bıra­kılmışlardır. "

9) Etraf. Hakka sûresinin 17. âyetinde ercâ' kalıbında gelmiş ve "etraf anlamını ifade etmektedir. "Melekler onun (göğün) etrafındadır." Bu mânanın da ümit ile bir ilgisi vardır. Ümit meselenin etrafında dolaşan bir beklenti olduğundan, etraf anlamı da çıkmaktadır.

Yûnus sûresinin 12. âyetinde ilgili kelime, "ummak, beklemek ve inanmak" anlamlarına gelmektedir. Aslında bu mânalardan âyettekine en yakışanı "inanmak" anlamıdır. Dolayısıyla âyetine, "Bizim karşımıza çıkacaklarına inanmayanlar" mânasını vermek daha doğru olur.

Âyetin bu kısmında geçen el-likâ' kelimesi "karşılamak, bu­luşmak", lakıye rabbehû şeklinde kullanılınca "ölmek"; elkâ ka­lıbı "atmak, eşyayı hayvana yüklemek, kulak vermek; çıkmak, kovmak"; soru ile kullanılınca "soru sormak; tutuklamak; söz vermek, haber ilet­mek"; lekka "karşı karşıya getirmek" mânalarına gelmektedir.

Kur'an'daki mânaları şunlardır: Karşılamak (Bakara 2/14), rastla­mak (Kehf 18/74), gelmek (Kehf 18/62), yüz yüze gelmek (Âl-i İmrân 3/413), günaha bulaşmak (Furkân 25/68), bulmak (İsrâ 17/13), kavuş­mak (Ahzâb 33/44, secde, 10), vermek (İnsan 76/11), kulak vermek (Kaf 50/37; Şuarâ 26/223), almak (Nemi 27/6), erişmek (Kasas 28/80), teklif etmek (Nisa 4/94), atmak, dışarı atmak, suyun cismi kenara atması, kura çekmek için atmak (A'râf 7/107; Tâhâ 20/39; Âl-i İmrân 3/44), yaratmak (Nahl 16/15), katmak (Hac 22/52), sayıp dökmek (Kıyâme 75/15), bil­dirmek (Nahl 16/87), sokmak (Mâide 5/64), bırakmak (Sad 38/34), sal­mak (Enfâl 8/12), vahyetmek (Müzzemmil 73/5), secdeye kapanmak (A'râf 7/120), göndermek (Nemi 27/29), aktarmak (Nûr 24/15), taraf (A'râf 7/47), çatışmak (Kaf 50/17).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin yedinci âyetinde bu kelime, "karşısına çıkmak, huzuruna çıkmak, Allah'a kavuşmak" mânalarına gelmektedir. Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayanlar burada konu edilmektedir. Bu insanlar âhirete, öldükten sonra dirilip Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmamaktadırlar.

2. "Dünya hayatına razı olur, onunla tatmin olurlar." Âhirete inanmayan insanların dünya görüşünü açıklayan
bu âyet, kâfirlerin dünya menfaatlerine razı oldukları ve onunla tatmine ulaşıp rahatladıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayış ve psikolojide olan in­sanlar âhiret hayatını, öldükten sonra dirilmeyi ve Allah'a kavuşmayı,
O'nun huzuruna çıkmayı hayal görüp ciddiye almazlar.

3. "Bizim âyetlerimizden gaflettedirler."Gaflette olunan âyetler, kâinat kitabının kanunları olan âyetlerdir. Âyet­
lerden gâfıl olmaları, Hac sûresinin beşinci âyetinde geçen embriyoloji, biyoloji kanunlarından habersiz olmaları, yani o âyetleri umursamamala­rıdır.

Allah, Hac sûresinin beşinci âyetinde öldükten sonra dirilme konu­sunda şüphede olanların şüphesini gidermek için, sperm ile yumurtanın anne karnında buluşmasını, orada doğum anına kadar geçirdiği evreleri, doğumdan sonra geçirdiği gelişim basamaklarını anlatmakta, sonra da suyun kurumuş tabiata nasıl can verdiğini ele almaktadır. Bu izahlarla âhiret hayatının ispatı yapılmaktadır. Doğa kanunlarından gaflette olma­salardı Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanır, dünya hayatına razı olup onunla doyuma ulaşmazlardı.

Âyetin tamamı sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ele alınırsa, âyet­lerden gafil olmak birinci sebep, onun neticesi Allah'a kavuşmayı inkâr etmek, bu da ikinci âyete sebep olarak dünya hayatına razı olup onunla tatmin olma denen neticeyi doğurmaktadır. Demek ki gaflet birinci se­bep, inkâr ara sebep, sahte olanla doyuma ulaşmak da netice olmaktadır.

4. "İşte onların,  kazanmakta oldukları yüzünden varacakları yer ateştir." ikinci bir netice de bu
olmaktadır. Âyet tamamen yedinci âyetin devamı niteliğindedir. Allah'ın huzuruna çıkacağını, O'na kavuşacağını yani âhiret hayatını inkâr eden, Allah'ın âyetlerinden gaflette olduğundan dünya hayatından razı olup
onunla   doyum   arayan    kâfirlerin    işledikleri    günahlar   yüzündenvaracakları   yer   cehennem   olacaktır.  Buradaki   cehennem   kavramı caydırıcı   nitelik   taşımaktadır.   Çünkü   Allah   fcuffarını   cehennemde yakmaz, kullar kendi inanç ve eylemleriyle cehennemi oluşturup içine inanç ve eylemleriyle cehennemi oluşturup içine girerler. İyi ameller orada cennete, kötü ameller de cehenneme dönüşmektedir.
[6]

 

İman Ve Amellerin Getirdikleri:

 

9. İnanıp yararlı işler yapanlara gelince imanları sebe­biyle Rableri, onları içinden ırmaklar akan nimet cen­netlerine iletir.

10. Onların orada duası: 'Allahım! Sen, her türlü ek­sikliklerden uzaksın!' Birbirlerine esenlik dilemeleri 'selâm' şeklindedir. Ve onların son duaları şudur: 'Bü­tün övgüler âlemlerin rabbi Allah'adır'.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi Allah Kur'an'da kâfirlerin duru­munu anlattıktan hemen sonra iman edip yararlı iş yapanların ödüllendi­rilmesine geçmektedir. Bu bir anlatım metodudur. Hakkı anlattığı yerde bâtılı (Ra'd 13/17) anlattığı gibi, inkâr ile imanı da aynı yerde peşpeşe ifade etmektedir. Bunun anlamı konuları zıtlarıyla anlatmaktır. Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:

1. "iman edip yararlı işler yapanlara gelince imanları sebe-biyle Rableri, onları içinden ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir." Burada imanın etkinliğinden sözedilmektedir. İmanın yanında yararlı iş gündeme getirilmiştir. Kur'an'İn bir metodu da budur. İman daima ya­rarlı işi çağırmaktadır. İman ettiği halde yararlı iş yapmayanlar imanları­nı sorgulamalıdırlar.

İman etmeleri sebebiyle bu insanlar âhirette içinden ırmaklar akan naîm (nimet) cennetlerine götürüleceklerdir. Naîm cennetleri, Allah'ın nimetlerinin tamamının sergilendiği cennetlerdir. Bu cennet peygamber­lerin gideceği cennettir. Bu hükmü neye göre vermekteyiz? Hz. İbra­him'in Şuarâ sûresinin 85. âyetindeki duasına bakarsak sorunun cevabını bulmuş oluruz: "Beni, naîm cennetinin vârislerinden kıl!" Âyette Allah, nimet cennetlerine onları imanları sebebiyle iletece­ğini söylemektedir.

2. Nimet cennetlerinde ne yapacaklar? Allah nimet cennetlerine giden insanların orada nasıl dua edeceklerini de 10. âyette açıklamakta­dır. Orada üç türlü dua edeceklerdir:

a) "Allahım! Sen, her türlü eksikliklerden uzaksın. "Duanın ilki teşbihtir. Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmaya teşbih denir. Meselâ İhlâs süresindeki "Allah do­ğurmadı, doğrulmadı ve O'nun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/34) ifa­desi bir teşbih ibadeti olmaktadır. Namazda ilk rek'atlarda okunan "Sübhâneke" duası Yûnus sûresinin 10. âyetindeki dua gereği tesbit edilmiştir. "Namazda niçin bu duayı okuyoruz" sorusuna cevap olarak
bu âyet verilmektedir. Namazda bu duayı okuyanlar, nimet cennetlerinde de aynı duayı okuyacaklardır.

b) "Birbirlerine esenlik dilemeleri 'selâm' şeklin­dedir. " İkinci dua tafıiyyedir. Tahiyye "esenlik dilemek" anlamına gel­mektedir. Esenlik de rahmet dileyerek istenir. Selâm kelimesi, burada "rahmet" anlamına gelmektedir. Naîm cennetlerindeki kişiler, birbirleri­ne rahmetle esenlik dileyecekler, birbirlerine bu şekilde dua edecekler­dir. Namazda tahiyyeyede okunan dua bu sebeple okunmaktadır. Kimse okuyuşun olmadığını söyleyemez.

c) "Ve onların son duaları şudur: Bütün övgüler âlemlerin Rabbi Allah 'adır." Sonuncu dua ise hamddır. Nimet cennetlerindeki insanların duasının son kısmı hamd ile bitmekte­dir.

"Niçin namazda daima Fatiha sûresi okunmaktadır" sorusunun ce­vabı da buradadır. "Fâtihasız namaz olmaz".[7] şeklin­deki Hz. Peygamber'in hadisi bu âyeti yorumlamakta ve Fatiha'nın na­mazın olmazsa olmazını teşkil ettiğine dikkat çekmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki sübhâneke, tahiyye, ve Fatiha'nın ne­den namazda okunduğunu bu âyetten çıkartmalıyız. Namaz kılarken bu duaları okuyan diller, nimet cennetlerinde de aynı şekilde dua edecekler­dir. Teşbih, tahiyye ve hamd onların duasını teşkil edecektir. Bu dualar aynı zamanda, nimet cennetlerinde nelerin yapılacağını ve oradaki insan­ların davranışlarını açıklamaktadır. İman edip yararlı iş işleyenlerin ora­daki ödüllerinin bu şekilde anlatılmasında diğer insanlara teşvik vardır.

Nimet cennetleri ile teşbih, tahiyye ve hamd arasında bir bağlantı vardır: "Orada onlar için her çeşit meyve vardır. İsteyecekleri her şey onlarındır" (Yâsîn 36/57). Bu âyette müminlerin, cennette nimet olarak istedikleri her şeye kavuşacaklarına dair Allah'ın vaadini buluyoruz. Aynı şekilde Yûnus sûresinin dördüncü âyetinde i-man edip yararlı iş yapanları adaletle ödüllendireceğine dair sözü vardır. Şimdi bu âyetlerdeki vaadi alıp Yûnus sûresinin 10. âyetine gidersek, orada neden "sübhânellah" deyip dua edecekleri anlaşılmış ola­caktır. Cennetlikler, Allah'ın vaadini yerine getirmekle O'nu noksan sıfatlardan uzak tutarak teşbih etmekte ve nimetlerden istifade edince birbirlerine rahmet ile esenlik dilemektedirler.

Duaların sonunda verdiği nimetler için Allah'a hamdedilmektedir. Allah'a vaadini yerine getirdiği için teşbih, nimetleri için de hamdedilmektedir. Orada hamdetmelerinin sebebi şu âyetlerde açıklan­maktadır "(Cennette şöyle) derler: Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok ni­met verendir. O lutfuyla bizi, asıl oturulacak yurda yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gele- çektir" (Fâtır 35/34-35). Tasayı gidermesi, bağışlaması, çok nimet ver­mesi, cennete yerleştirmesi, yorgunluk duymamaları ve usanç hissetme­meleri onlar için Allah'a hamdetme sebebi olmaktadır.

Nimetler cennetinde gerçekleşecek olan bu üç türlü duanın, eğitim açısından da dünyada yapılması istenmektedir. Dünyada teşbih eden, selâm veren ve hamdeden insanların orada da aynı şeyi yapacağı gerçe­ğine dikkat çekilmektedir. Dünyada nasıl yaşarsa aynısıyla orada karşı­laşacak, hatta onu yapma durumunda olacaktır. Dünyada dilimizin alış­madığı bir duayı orada yapmak mümkün değildir.[8]

 

Allah Cezada Acele Etmez:

 

11. Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gi­bi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri biti­rilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız.

Bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilen olayı Kur'an'in diğer âyet­lerine uygun düştüğü için nakletmeyi uygun buluyoruz: Nadr b. Haris gibi bazı müşrikler, Hz. Peygamber'in peygamberliğini inkâr etmişlerdi. Yûnus sûresinin ikinci âyetinde buna değinilmişti: İçlerinden bir adama, 'İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katın-

da olanlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu apaçık bir sihirbazdır' dediler?"

Hz. Peygamber'e sihirbaz deyip onu inkâr ettikten sonra, eğer peygamberliği doğru ise, üzerlerine gökten taş yağdırmasını ve acıklı bir azap getirmesini istediler. Bunun üzerine Yûnus sûresinin 11. âyeti in­miştir. İnsan Allah'tan üzerine taş yağdırmasını ve elem verici bir azap vermesini ister mi? Sorunun cevabını başka âyetlerle verebiliriz:

a) "Birisi, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve hiç kimsenin savaşamayacağı azabı istedi" (Meâric 70/1-3). Demek ki azap isteyenler de olmuştur.

b) "Hani (o kâfirler) bir zaman da: Ey Allahım! Eğer bu kitap senin

katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi" (Enfâl 8/32). Bu âyet, nüzul se­bebi olarak nakledilen haberi tam anlamı ile doğrulamaktadır.

c) "Ona inanmayanlar, onun çabucak gelmesini isterler. İnananlar ise ondan kor­karlar ve onun gerçek olduğunu bilirler" (Şûra 42/18). Demek ki kâfir­ler inanmadıklarından dolayı azabın geleceğini kabullenemediklerinden
onun acele gelmesini istemektedirler.

d) "Doğru iseniz bu vaad (azap) ne zamandır? diyorlar" (Yûnus 10/48). Allah'ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yaparsı­nız?)  Suçlular ondan hangisini  istemekte acele  ediyorlar"  (Yûnus 10/50).

f) "Müşrikler senden iyilikten önce kötülüğü çabu­cak istiyorlar. Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir. Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabbin onlar için mağfiret sahibidir. Rabbinin azabı çok şiddetlidir" (Ra'd 13/6). Geçmiş toplumlarda da aynı durum olmuştur:

g) "Sen bizi tanrıla­rımızdan çevirmek için mi geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir dediler" (Ahkâf 46/22). Demek ki anla­tılan nüzul sebebi bu âyetlere uygun düşmektedir. Delil olarak sundu­ğumuz âyetlerden inkâr psikolojisinin kâfir ve müşriklerin içine nasıl işleyip yerleştiğini göstermektedir. Çünkü onlar azabın olamayacağına derinden inanıyor ve alay edercesine onu istiyorlardı. Şimdi âyetin anali­zine geçebiliriz:

1. "Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların eceli bitirilmiş olurdu." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, hayır denen iyiyi Allah kuluna çabuk verdiği halde kötüyü vermekte acele etmemekte, "çok sabreden" anlamına gelen sabûr sıfatı ile muamele ederek kulunun iyiye dönmesini beklemektedir.

İnsanın doğuştan getirdiği özelliklerinden biri de aceleci olmasıdır: Jjİp öüJüı bir, "insan pek acelecidir" (İsrâ 17/11). Onun bu aceleciliği zaman zaman duasını etkileyerek: "İyiyi isterken kötüyü istemiş olur" (İsrâ 17/11). Aceleciliği iyi yerine kötüyü istemesi­ne sebep olur. Onun bu durumunu bilen Allah, kötüyü istemesinden he­men sonra ona kötüyü vermemektedir. Çünkü kötüyü vermesi demek o kişinin sonunun gelmesi demektir.

Buradan bir eğitim ilkesi çıkartabiliriz: Öğrencilerin başarısı veya ahlâkî davranışları hakkında öğretmenler değerlendirme yaparken acele etmemeliler. Öğrencilerin kısa zaman dilimleri içinde değişim göstere­cekleri akıldan çıkarılmamalıdır. Ahlâkî davranışiardaki olumsuzluklar sebebiyle öğrencileri hemen cezalandırmaya gitmemeli, çeşitli yollarla değişmeleri için girişimde bulunmalıdır. Yoldan çıkmış olanları hemen cezalandırmayıp, peygamberi ve ilâhî metodu örnek almak gerekir.

Allah aynı metodun Peygamber tarafından da kullanmasını iste­mektedir: "Öyleyse onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem 19/84). Allah Ahkâf top- helak ederken "Hayır! O, sizin acele gelmesini dediğiniz şeydir" (Ahİcâf 46/24) buyurmuştur. Demek ki Ahkâf sûresi-im 22. âyetinde, Ahkâfın inanmayanları azabın acele gelmesini ıslıyorlardı, ama Allah azabı onlara geç vermişti. Helak edici azabı ve­rince bu azabın, acele ettikleri azap olduğunu onlara hatırlatmıştır.

Âyetin bu kısmından anne ve babalar için başka bir netice çıkarta­biliriz: Ana babalar çocukları yanlış bir iş yaparken beddua ederler; on-Lann bu bedduasını yerine getirmekte Allah acele etmez. Birbiri ile yakın ilişkide olan insanlar da birbirine beddua ederler. Allah seni helak etsin, sana lanet etsin diye beddua ederken Allah hemen buna icabet etseydi reddua edilenin işi bitmiş olurdu.

Çocukların yaptıkları bazı hatalardan dolayı onları azarlamak veya onlara belâ cümleleri içeren sözler söylemek de doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber ümmetine çocukları, malları ve kendileri aleyhinde bed-aıa etmemelerini emretmiştir (Müslim, "Zühd", 74).

Allah insanların, insanlara yaptığı bedduaları hemen yerine getirediğini, onların değişme ihtimalinin olabileceğini dikkate almaktadır. Onun için insanlar beddua etmekte acele etmemelidirler.

İnsan kötüyü isterken, onun bu isteğini Allah neden hemen yerine getirmemektedir? Bu sorunun cevabını En'âm sûresinin 12. âyetiyle ve-rebıliriz: "(De ki: Allah) rahmeti (merhamet) kendine •azmıştır." "Yazmıştır" ifadesini "ilke edinmiştir" şeklinde tercüme e-ie-biliriz. Demek ki Allah merhameti gereği kulunun kötü isteklerini jemen yerine getirmemektedir. "Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine ;mzdı. Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar ve sonra ıramdan tövbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışla. çok merhamet edendir" (En'âm 6/54).

Bu âyetten anlıyoruz ki Allah kulunun tövbe edip kendini düzeltrnesi için ona merhamet ederek azabı vermekte acele etmemektedir. Aliıhın amacı kulunu yok etmek değil, onun değişimini temin etmektir.
K-Iun. tövbe edip kendini ıslah etmesi, azaba engel olacaktır. "Halkı ıslahatçı olan kentleri, senin Rabbin, asla haksız yere helak edecek değildir" (Hûd 11/117). İyiden yana dü­zelme helaki engellemektedir.

2. "Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız." Âye­tin bu kısmı yukarıda açıkladığımız 7. âyetle alâkalıdır. Allah'a kavuşa­caklarına, O'nun huzuruna çıkacaklarına inanmayanları, Allah azgınlıklarıyla başbaşa bırakır. Bunun anlamı onlara bir mühlet verdiğidir. Mâide sûresinin 26. âyetinde de Allah'ın emrini yerine getirmeyen İsrâiloğulları'nı yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere bıraktığına şahit oluyoruz.[9]

 

Nankör İnsan:

 

12. İnsana bir zarar dokunduğu zaman yan yatarak, o-turarak veya ayakta durarak bize dua eder, fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir zarardan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.

Ayetin analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. "İnsana bir zarar geldiği zaman... " Âyetin bu kısmında geçen "insan" kelimesini önceki âyetlerle ilişkili olarak açıklarsak, bunun, Allah'a kavuşacağını inkâr eden kâfir anlamına geldi­ğini söyleyebiliriz. Ama "insan" kelimesinin bütün insanları kapsamına aldığını söylemekte yarar vardır. Âyetin devamında bahsedilen nankör­lük davranışını inanan insanların da göstereceğini düşünürsek genele hitap ettiği anlaşılır.

Diğer taraftan âyetin bu bölümünde yer alan j-sJi ed-dürr kelimesi, "sıkıntı" anlamına gelmektedir. Sıkıntı psikolojik bir durumu ifade eder. Ama zarar kavramı "insana dışarıdan gelen bir belâ, musibet, kötülük" anlamına gelmektedir. Bütün bunların insanın içinde doğurduğu psikolo­jik oluşumu kastediyorsak, o zaman sıkıntı mânasını vermek mümkün­dür.

Âyetin bu kısmında dikkati çeken bir husus vardır: Dokunma fiili­nin öznesi zarar olmaktadır. Cümlenin kurgusundan anlıyoruz ki, zararın kendisi insana dokunmaktadır, yani eylemi gerçekleştiren zarar olmakta­dır. Sanki zarar canlı bir varlık gibi hareket edip insana dokunmaktadır. Dokunma kelimesinden anlıyoruz ki sıkıntı gelip geçici bir özelliğe sa­hip olduğu için kalıcı değildir. Zararın bir deprem gibi insana dokundu­ğunda meydana getirdiği sıkıntı, depremin insan psikolojisinde bıraktığı hasar demektir.

Önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklarsak müşriklerin azabın gelmesini istemedeki sahte davranışlarına dikkat çekilmektedir. Değil onlara şiddetli bir azabın gelmesi, bir zarar dokunduğunda bile taham­mül edemezler denmektedir.

Bu açıklamadan hareket edersek şu neticeye varırız. Sıkıntıyı insa­na dokunduran Allah değil, sıkıntının kendisidir. Bunun için insanın, "Allah bana belâ veriyor" demesi anlamsızdır. Derse, o sıkıntıyı gider­mesi için Allah'a dua etme hakkı da kalmaz. Ferdî mânada sıkıntılarımız kendi yapıp etmelerimizden, toplumsal mânadaki sıkıntılarımız da top­lumun yapıp etmelerindendir. Çünkü Kur'an'ın koyduğu ilke şudur: İyi­yi Allah hem ister hem yaratır, ama kötüyü kul ister Allah yaratır.

2. "Yan yatarak, oturarak veya ayakta du­rarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder." Ayetin bu kısmına bakarsak, birinci bölümdeki insanın mümin olabileceği fikrini öne süre­biliriz. Kâfir, Allah'a dua eder mi? Eğer Allah'a dua ederse O'na inanı­yor demektir. İnsan kâfir olsa bile, darda kaldığında, içindeki inanç duy­
gusu harekete geçmekte ve inanan bir insan gibi hareket edip Allah'a dua etmektedir.

İnsana herhangi bir sıkıntı dokunduğunda onu gidermesi için Al­lah'a yalvarmaktadır. Yatarken, otururken veya ayakta dururken Allah'a yalvarmış olması, sıkıntıların insana Allah'ı hatırlattığı ifade edilmekte­dir. Bu bağlamda sıkıntıların insanı Allah'a yaklaştıran bir özellik taşıdı­ğını söyleyebiliriz. Sıkıntı insanı duaya sevketmektedir. Buradaki duanın içeriği, sebebin giderilmesini istemektir. Diğer taraftan âyet bize şunu hatırlatmaktadır. Allah'a dua etmek için herhangi sabit bir durum söz konusu değildir. İnsan ayakta iken, otururken veya yatarken Allah'a yal-varabilir. Bedenin durumu önemli değil, önemli olan gönlün durumudur. Gönüldeki samimiyetin derecesi burada önemli bir rol oynamaktadır.

3. "Fakat biz ondan sı­kıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. " İnsanın nankörlük özelliği burada ortaya çıkmaktadır. Şartlar insanın karakterini deşifre ederek ortaya koymakta­dır. Sıkıntıyı Allah giderdiğine göre, O çözüm makamıdır, sıkıntı maka­mı değildir. Sıkıntılar bizden kaynaklanır ve bizim başımıza gelir. Allah ise onları ortadan kaldırır. Allah onun duasını kabul ettiğine göre, demek ki kâfirin duasını da kabul etmektedir diyebilir miyiz?

Allah insanın sıkıntısını giderdiği zaman, o insan, sıkıntısı için Al­lah'a dua etmemiş gibi geçip gider. Buradaki geçip gitmek, gönlünü dua ederken sahip olduğu samimiyetten çevirmesi anlamına gelmektedir. İnsan kelimesinin anlamını, "unutmak" mânasına gelen nisyandan alır­sak, rahata kavuşunca önceki sıkıntısını unuttuğundan nankörlük yaptı­ğını söyleyebiliriz. Sadece kendi sıkıntısını unutmaz, Allah'ın onun sı­kıntısını gidermesindeki lutfunu da unutur. Bu unutkanlık onun haddi aşmasına ve inkârına sebep olur.

a) Yûnus sûresinin 21. âyetine göre sadece geçip gitmez, Allah'ın etierine karşı tuzak kurmaya çalışır: "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, insanlara bir nanmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onrzn bir tuzağı vardır." Demek ki nankör insanlar iyilik gördükleri in­sanlara karşı tuzak da kurarlar.

b) Sıkıntı anında insan tevhid inancına yönelir, sıkıntı kalkınca yinc eski şirkine dönüverir:

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, Ondan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp
karaya çıkardığında dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür " (İsrâ 17/67).

c) "İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca, bakarsı­nız ki onlardan bir grup yine rablerine ortak koşuyorlar" (Rûm 30/33).

d) "İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, cendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit: 'Bu bana ancak bil­gimden dolayı verilmiştir' der. Hayır o, bir imtihandır. Fakat çokları
bilmezler" (Zümer 39/49). Sıkıntısını giderip kendisine nimeti tattıranın Allah olduğunu unutur ve kendi bilgisini öne sürer. Bu insan, nankörlü­ğü sebebiyle imtihanı kaybeder.

e) "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer, ona bir de zarar dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer" (İsrâ 17/83). Bütün bu âyetler insanın ne ka­dar nankör davrandığını, ne kadar değişken bir psikolojiye sahip olduğu­nu: nimet ile sıkıntı arasında kaldığında gerekli olan davranışı göstere­mediğini; bir an yalvardığı makamı rahata kavuştuğunda görmezlikten geldiğini, bir an kendini âciz hissettiği halde sıkıntısı gidince kibirlendi­
ğini açıklamaktadır.

4. "İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi. " Ona amelini güzel gösteren kimdir? Enfâl sûresinin 48. âyetine göre şeytandır: "Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi." İnsanın kendi zannı amelini ona güzel gösterir: "İyi işler yaptıklarını sandıkları halde!" (Kehf 18/104). Âhirete inanmayanların amellerini Allah onlara süsler: "Âhirete inanmayanların amellerini biz, kendileri için süsledik. Bu yüzden onlar kalpleri körelmiş olarak şaşkınlık içinde bocalar dururlar" (Nemi 27/4).

Ayetin bu kısmında geçen müsrif kelimesi "aşırı giden, aşırı dav­ranan" anlamına gelir. Meselâ Mâide sûresinin 32. âyetinde Tevrat ve Kur'an'da yer alan müşterek olan âyette insan öldürmek, müsrif kelime­sini tanımlayan bir davranış olmaktadır. A'râf sûresinin 81: âyetine göre kadınlar değil de erkeklere yanaşan, homoseksüel ilişkilerde bulunan insanlar müsrif olarak nitelenmektedir. Demek ki haksız yere insan öl­dürmek ve cinsel sapıklık, aşırılık kapsamına girdiği için müsrif olarak vasıflandırmaktadır. Yûnus sûresinin 12. âyetindeki nankörlüğü de buna ilâve edebiliriz. En'âm sûresinin 141. âyetinde malını harcamada savurgan davrananlara da müsrif denilmektedir.

Tevhidden sapıp putlara tapan kâfir ve müşrikler de kendi kendile­rini heder etmektedirler. Ahlâkî değerlerden uzak kalan, ahlâkî sorumlu­lukları tanımayan, manevî yeteneklerini boşa harcayan kişi de müsrif kapsamına girmektedir "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!" (Zümer 39/53) âyetindeki "kul-lar"dan maksat, ahlâkî davranışlarında ölçüyü, dengeyi, itidali kaybedip aşırılık ve savurganlık içinde bulunan insan demektir. Müsrif kelimesi Âl-i İmrân sûresinin 147. âyetinde açıklandı.

Başına bir sıkıntı geldiğinde Allah'a yalvarıp, Allah sıkıntısını gi­derdiğinde geçip giden kişi Allah katındaki değerini tamamen tüketmiş­tir. Bir bakıma kendi kendini heder etmiştir. Bu insanlar nimetin kadrini bilmez ve bu sebeple de şükretmezler. İyilikleri unutur, daha önce çekti­ği ıstıraplardan dolayı düştüğü ruh halini hatırlamaz olurlar. Böylesine istikrarsız bir ruh hali içinde kendi insanî kıymetini harcayıp durur.[10]

 

Helak Olmak Ve İktidara Gelmek:

 

13. Andolsun, sizden önce peygamberleri kendilerine açık belgeler getirmişken inanmayarak haksızlık ettik­
leri zaman nice nesilleri yok ettik. İşte suçlu topluluğu böyle cezalandırırız.

14. Sonra, sizin nasıl davranacağınıza bakmak için on­ların adından sizi yeryüzünde iktidara getirdik.

Bu âyetlerde tarihte bir kısım toplumların neden battığı konusunda sebep-sonuç ilişkisi içinde bir açıklama yapıldığı gibi, siyasî erki elinde bulundurmanın da sebepleri ele alınmaktadır. Toplumların çöküş sebep­leri şunlar olmuştur:

a) İnanmamak. Allah, geçmiş toplumlara peygamber göndermişti. Peygamberler onlara açık deliller getirdiği halde onlara inanmadılar. Allah'ın onların arasından seçtiği elçiyi tanımadılar, gönderilen mesaja inanmadılar.

b) Zulüm. İnanmamaya zulüm de eklenince çöküş mukadder ol­maktadır. Âyette geçen   lemmâ zalemû (ısrarla, inatla zulüm yaptılar) ifadesi onların haksızlık yapmayı huy edindiklerini anlatmakta­dır. Peygambere inanıp

Allah'ın mesajına uysalardı zulümden vazgeçe­cek, çöküşlerini hazırlayan sebeplerden kurtulmuş olacaklardı. Bu konu­daki gerekli değişimi gösterememiş olmaları, onların sonunun hazırla­mıştır.

İnanmamak ve zulüm bu âyette suç olarak nitelenmektedir. Bu özellikteki suçlar ilâhî cezayı çağırmakta, cezanın takdiri de toplumun çöküşü olarak gerçekleşmektedir. Çöküşe sebep olan suçun temelinde değişmesi mümkün olmayan imansızlık ve zulüm vardır.

Daha sonra Allah, Hz. Peygamber'in gönderildiği topluma seslene­rek şöyle demektedir: "Sonra, sizin nasıl davranacağınıza bakmak için onların ardından sizi yeryüzün­de iktidara getirdik." Buradaki "halife" kavramı Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklanmış, ayrıca En'âm sûresinin 165. âyette gündeme geti­rilmiştir. Halife kelimesi "ardından gelip siyasî erki eline almak" anla­mına gelmektedir.

"Nasıl davranacağınıza bakmak için... " Bu âyetteki "bakmak" ne anlama gelmektedir? Bakmanın ne anlama geldiğini anla­yabilmek için En'âm sûresinin 165. âyetine bakmak gerekir. Orada siya­sî erkin el değiştirmesinin amacı liyeblüveküm "sizi denemek için" şeklinde ifade edilmektedir.

Demek ki bakmak, "denemek" anlamına gelmektedir. Allah'a de­nemek anlamında "bakmak" izafe edilebilir. Bu anlamdan hareket etti­ğimiz zaman, siyasî erki eline geçiren toplumun imtihan edildiğini bile­rek hareket etmesi önerildiğini söyleyebiliriz: "Nasıl hareket edeceksiniz" buyurulurken, zulüm yapıp yapmayacaklarına bakılacak denmektir. İyi mi kötü mü davranacaklarını denemek üzere kendilerine iktidar verildiği bilinmelidir.

Öyle anlaşılıyor ki âyetin son kelimesinde "yapmak" fiili şu gerçe­ğe işaret etmektedir: Siyasette sözün yeri yoktur, önemli olan eylemdir. Onun içindir ki Allah siyasî erki verdiği kimselerin yapıp ettiklerine, tatbikatlarına bakmaktadır. Siyaset bir çözüm sanatıdır. Siyaset yapanla­rın tatbikatına bakılır. Çünkü sanatkâr sanatını icra etmeden, sanatkârlı­ğını ispat edemez.

Yûnus sûresinin 12. âyetinde nankörlüğün bir erdemsizlik olarak takdim edildiği görülür. Yûnus sûresinin 14. âyetini buna göre açıklarsak siyasî erkin verildiği topluma büyük bir nimet verildiği, bu nimetin ar­dından bu toplumun nankörlük edip etmeyeceğine bakılacağı; ardından ia siyasetin, halka erdem kazandırma sanatı olduğu, nankör olan toplu­ma erdemleri kazandırıp kazandırmayacağına bakılacağı görülür. Bu yönüyle siyaset bir eğitim faaliyeti olmaktadır. Yûnus sûresinin 13 ve 14. âyetleri beraber düşünüldüğünde, siyaset alanının değişime yatkın bir ilan olduğu görülür.[11]

 

Kur'an'ı Kimse Değiştiremez:

 

15. Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar, bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.

Doğrusu, Rabbime karşı gelirsem, büyük günün aza­bından korkarım.

16. De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Al­lah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür
boyu içinizde durmuştum. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?

17. Öyleyse,  Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabi­lir? Bilesiniz ki suçlular asla felah olmazlar.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler şunlardır:

1. "Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar, (bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir) dediler. Kur'an'ın değiştirilmesini kimler istedi? Âyetin ilk kısmındaki şu ifadeden anlıyoruz ki "Allah'a kavuşmayı ummayanlar!" başka bir Kur'an getirmesini veya onu değiştirmesini istemişlerdi. "Allah'a kavuşmayı ummayanlar" ifadesi, bu âyeti yedinci âyete bağlamaktadır. Yedinci âyette bu insanlar, dünya hayatına razı ve Allah'ın âyetlerinden gafil durumdaydılar. Aynı nitelikteki kişiler bu sefer Kur'an'ın değiştirilmesini Hz. Peygamber'den istediler. Allah'a kavuşmayı ummayanların dünya hayatına ve Allah'ın âyetlerine karşı takındıkları tavrı açıklayan yedi ve 15. âyetler günümüz­de de tazeliğini korumaktadır.

Onların bu tutumu, "Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman" ortaya çıkmaktadır. Allah'ın âyetlerinin açık açık okunması, onların tebliğ edilmesi anlamına gelmektedir. Demek ki onlar tebliğ edilen ve öğretilen şeyin içeriğine itiraz ediyorlardı. İtirazın sebebi Allah'a kavuşacaklarına inanmamalarıdır. Başka bir ifade ile öldükten sonra dirilmeye inanmamaları idi.

İnkârlarının yanında başka bir sebep de Kur'an'ın onların yaşadığı hayatın dışında bir hayat, ahlâk sistemi ve bakış açısı getirmiş olmasıdır. Onların hayatı ve ahlâk anlayışları Kur'an'a uymuyordu. Kendi hayatla­rını, ahlâklarını değiştirme yerine Hz. Peygamber'den, Kur'an'ın değişti-rilmesini istiyorlardı. Böyle bir değişim şekli daha önceki milletlerde de olmuştu.

Hz. Peygamber nasıl değiştirilecekti?

2. "Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir." Âyetin' bu kısmından onların iki şeyi teklif ettiklerini
anlıyoruz: Başka bir Kur'an getirmesi veya onu değiştirmesi, başka bir Kur'an getirmek, Kur'an'ı tamamen ortadan kaldırmak, onun yerine başka bir kitap getirmek anlamına gelmektedir. Kur'an'ı değiştirmek ise,
Kur'an kalıyor, ama içindeki bazı âyetler, hükümler, ahlâkı değerler de­ğiştirilecek mânasını ifade etmektedir.

Kur'an'ı değiştirmek, helâli harama, haramı helâle dönüştürmek demektir. Putperestliğe müsaade verilmesi, ahlâkî hükümlerin kenara itilmesi demektir.

Günümüzde Kur'an'ı çağ dışı gören, onda reform isteyenlerin du­rumu o günkü insanları andırmaktadır. Kur'an'in hükümlerini değiştir­mek yerine, onu anlamak ve açıklamak daha doğrudur. Kur'an şirkle mücadele etmek ve ilâhî emirlere dayalı bir ahlâk sistemini hayata ge­çirmek, insan ilişkilerini ve haklarını objektif esaslara dayandırmak için gelmiştir. O hayata değil hayat ona uyacaktır.

3. "De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem" âyetinde de ifade edildiği üzere Hz. Peygamber Kur'an'ı değiştirmez. Bilindiği gibi Peygamber'in peygamberliğini tesbit eden Kur'an'dır. Kur'an olmazsa Hz. Peygamber'in peygamberliği kalmaz. Bir peygamber, peygamberliğinin delili olan kitabı nasıl değiştirebilir?

Kur'an Allah'ın indirdiği bir kitaptır ve onun bir harfine Peygam­ber'in dokunması mümkün değildir. "Kur'an âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydur­muş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna engel de olamazdınız" (Hakka 69/43-47).

Hz. Peygamber'in, Kur'an'ı değiştirmek bir yana, onun bir harfine bile dokunması mümkün değildir. "Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu biz koruyacağız" (Hicr 15/9). Allah'ın koruduğu bir kitabı ne peygamber ne de bir başkası değiştirebilir. Çünkü o. Allah'ın koruması altındadır.

4. "Ben ancak bana vahyolunana uyarım." Hz. Peygamber Kur'an'a tâbi olmakla yükümlüdür. Kendisi uymakla yü­kümlü olduğu kitabı nasıl değiştirebilir? Âyetin bu kısmından din eğiti­mi adına çıkartılacak ilke şudur: Din âlimi ve görevlileri Hz. Peygam­ber'in yolunu takip etmeli ve Kur'an'a tâbi olmalıdırlar. Başkalarının fetvalarını veya kendi görüşlerini din adına halka sunmamalıdırlar. Din adına, peygamber neye tâbi oluyorsa, onlar da ona tâbi olmalıdırlar.

Demek ki Hz. Peygamber ictihad ile hüküm vermekte, din adına söylediği her konuda Kur'an'a dayanmaktadır. Durum böyle olunca "Peygamber'e uyunuz" (A'râf 7/158) ifadesiyle de onun bu yaptı­ğına uyma mecburiyetimiz kesinleşmektedir. Hz. Peygamber'in tâbi ol­duğu Kur'an'a tâbi olmadan beşerî seviyede verilecek fetvaların dini beşerîleştireceği bir gerçektir. Din âlimi ve görevlilerinin, bundan sa­kınmaları gerekir. Bilimsel gerçekler ve beşerî düşünceler Kur'an'ı açık­lamak için vasıta olarak kullanılabilir, ama onlar asla din adına fetva olamazlar. Vasıtayı amaç yerine koyamayız. Amaç Kur'an'ı anlatmak, tebliğ etmek, insanların yaşantısına yansıtmaktır. Bunu bırakıp beşerî fetvaların peşine koşmak ve onları amaç edinerek insanlara aktarmak çok tehlikeli bir iştir. Bir sonraki âyetler buna açıklık getirecektir.

5. "Doğrusu,Rabbime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım." Hz. Peygamber Allah'a is­
yan edemez. Allah'ın vahyine uymayıp onda değişiklik yapmak Allah'a isyandan başka bir şey değildir.

Allah, vahyine tâbi olmamayı ve onu değiştirmeye teşebbüs etmeyi bir isyan olarak kabul etmektedir. Bu isyanın karşılığı da büyük günün azabı olacaktır. Bu noktadan hareket edersek, din eğitimi yapan İlahiyat fakülteleri, İslâm konusunda şu ayırımı yaparak eğitim vermelidirler. Bir din vardır, bir de din kültürü. Düşüncelerini dinin mayaladığı âlimlerin fetvaları, görüşleri ve ictihadları dinin kültür boyutunu teşkil etmelidir. Bunu göz ardı eden din eğitimi Allah'a isyan noktasına gidecek, bu da müslümanların mezheplere ayrılmasına sebep olacaktır.

6. Aklı kullanarak Kur'an'ı anlamak. Müşrikler, Hz. Muham-med'in peygamber olmasına ihtimal vermediklerinden dolayı Kur'an'ın bir vahiy olduğuna da inanmıyorlardı. 15. âyette Kur'an'ın kendi hayat­larına uymaması sebebiyle onu değiştirmek istemeleri de buna ilâve edi­len bir tutum olmuştu. Allah onların bu isteklerine karşı nasıl cevap ve­receğini Hz. Peygamber'e bildirmektedir. Bunlardan biri de 16. âyettir: "De kî: Allah dileseydi, ben onu size okuyamazdım ve Allah onu size bildir­memiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" Bu âyette Allah dört konuyu onlara bildirerek nasıl düşünerek doğruya ulaşmalarını göstermektedir:

a) Hz. Peygamber'in Kur'an'ı onlara okuyup tebliğ etmesi kendi isteği ile değil, Allah'ın dilemesiyledir. Kur'an"ı gönderen irade, okun­masını da istemektedir. Kur'an'ın okunup öğretilmesinin arkasındaki gücün Allah olduğunu söylemekle, Kur'an'ın geldiği kaynak hakkında bir bilgi verdiği gibi, Hz. Peygamber'in görevinin kendinden kaynaklan­dığına da işaret vardır. 15. âyetteki "Onu kendiliğimden değiştiremem" ifadesi, 'ben kendiliğimden okumuyorum,
Allah istediği için okuyorum' anlamına gelmektedir.

b) Hz. Peygamber'in okumaması ile de Allah Kur'an'ı onlara bil­dirmemiş olacaktı. Peygamber'in görevi aldığı ilâhî vahyi insanlara teb­liğ etmek olduğuna göre, Allah da onun vasıtasıyla mesajını insanlara bildirmektedir. Söz konusu âyetin bu kısmında geçen  edrâ kelime­si, "bildirmek" anlamına gelen SjijuJı ed-dirâyet masdarından türemiştir.

c) "Daha önce yıllarca aranızda bulundum." Kur'an vahyedilmeye başlandığında Hz. Peygamber kırk yaşında idi. Kırk yaşına kadar Hz. Peygamber toplumda dürüstlüğü, doğruluğu ve güvenilirliği ile öne çıkmıştı. Onun için Mekkeliler ona "el-emîn" (dü­rüst, güvenilir) sıfatını vermişlerdi. Kırk yaşma kadar ne şiir yazmış, ne de bir kitap telif etmişti. Böyle bir kimsenin, edebî özellikleri de olan bir kitabı yazması mümkün değildi. Bu kadar dürüst ve güvenilir olan bir insanın kendi eli ile yazıp, Allah bana gönderdi demesi mümkün değil­dir. Dil ve üslûbunda kusur bulunmayan, içerdiği konular bakımından insanlığa ahlâkî bakımdan evrensel değerler sunan, insan psikolojisinin analizini yapan, âhiret hayatı ile ilgili konuları ortaya koyan; akıl, bilgi, amel gibi değerleri öne çıkaran, insan haklarını insanlığın hayatına so­kan, tabiat kanunlarının temel noktalarını tesbit edip ödev olarak insana veren, delil göstermede tutarlılığı olan, şirkle mücadele verip tehvid i-nancını esas alan bir kitabı Hz. Muhammed'in yazması düşünülemezdi.

d) "Aklınızı kullanmıyor musunuz" sorusuyla akıl öne çıkarılmaktadır. Hz. Muhammed'in geçmişine bakarak, Kur'an'ı onun yazmadığı düşüncesini insanların üretmelerinin mümkün olacağına işaret etmektedir. 15. âyetteki isteklerin akıllarını kullanmamalarından kaynak­landığı da vurgulanmaktadır.

7. "Öyleyse, Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan­layandan daha zalim kim olabilir? Bilesiniz ki suçlular asla felah olmaz­lar." Kur'an'a müdahale zulümdür. Yûnus sûresinin 15. âyetinde müş­rikler Hz. Peygamber'den başka bir Kur'an getirmesini veya Kur'an'ı değiştirmesini istemişlerdi. Onların istediği şekilde Kur'an'a yaklaşmak Allah'a iftiradan başka bir şey değildir.

Allah'a iftira edenle O'nun âyetlerini yalanlayan arasında hiçbir fark yoktur. Onun içindir ki âyette bu fiiller arasında j ve bağlacı vardır. Bu kelime fiillerinin eşit olduğunu ifade etmektedir.

Bu âyeti 15. âyetle de ilişkilendirebiliriz. Allah dilediği için Hz. Peygamber Kur'an'ı okudu. O dilemeden okumuş olsaydı Allah'a iftira etmiş olacaktı. İftira ile müşriklerin O'nun âyetlerini yalanlaması arasın­da da bir fark olmayacaktı. Allah'a iftira eden, veya O'nun âyetlerini yalanlayan en büyük zalim ilân edilmektedir. Hatta ondan daha büyük zalimin olup olmadığını sorulmaktadır. "Zalim" kelimesi âyetin sonunda "suçlu" anlamına gelen mücrim kelimesi ile mânalandırılmaktadır. Âyet­te zalim veya suçluya "felah bulmayacak" şeklinde bir cezanın uygula­nacağı haber verilmektedir.

Bu âyetten hareket ederek "din eğitimi" konusunda şu sonuca va­rabiliriz: Günümüz İslâm âleminin en büyük sorunu, Allah'ın söyleme-diği bir şeyi, Allah söylemiş gibi fikir beyan etmektir. Kendi düşüncesini Allah'a iftira ederek dinî bir hüküm gibi insanlara öğretmek büyük bir hata olduğu için bu tür fikirler âyette zulüm olarak nitelenmektedir. Din âlimi ve görevlileri Kur'an'a gitmeden din adına fetva verememelidirler. Böyle bir fetvanın iftiradan başka bir özelliği yoktur. Bu konu daha önce Âl-i İmrân sûresinin 78, En'âm sûresinin 93 ve 144. âyetlerinde açık­landı.[12]

 

Allah'a İftira Etmek:

 

18. Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar, ve "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde" diyorlar. De ki: "Siz Allah 'a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir."

Bu âyet bir önceki âyette geçen Allah'a iftirada bulunmayı açıkla­mak için örnekler vermektedir.

1. Allah'a şirk koşmak. "Onlar Allah 'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar." Allah'ı bırakıp bir eşyayı, canlıyı veya insanı tanrı edinmek, yani tanrılık sıfatı verip ona tapınmak, Allah'a iftira etmek anlamına gelmektedir. İnsanların, kendilerine zarar veya fayda veremeyecek her­hangi bir varlığı tanrı edinmeleri, onları şirke sokmaktadır.

Âyetin bu kısmına Zeccâc şöyle bir yorum getirmektedir: Onlar, putlara ibadet etmeseler bile putlar onlara zarar veremez, onlara tapsalar da putlar onlara fayda veremez[13].

Görüldüğü gibi Allah âyetin bu kısmında üstünlüğü "fayda ve za­rar" vermede aramakta ve insanlara şu ilkeyi öğretmektedir: Tanrı edini­lip tapılacak bir varlık, insanın üstünde bir güce sahip olmalıdır. İnsan­dan daha güçsüz olan varlığa tanrılık özelliğini vermek Allah'a iftira etmektir. Diğer taraftan kendisine ibadet edilecek varlık, bir âhiret haya­tını insana sunabilmeli, orada fayda ve ceza verebilecek güçte olmalıdır.

2. Şefaati yanlış yerde aramak. " Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir diyorlar." Demek ki müşrikler Allah'ın varlığına inanıyorlar, ama putların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inandıklarından onlara tapmaktadırlar. Böyle bir şeye inanmak da Allah'a iftiradır.

Aslında müşriklerin Allah katında bekledikleri şefaat, onların âhirete inandıklarını göstermekz. Çünkü necm sûresinin 27. âyetinde onların âhirete inanmadıkları açık bir şekilde ifade edilmiştir.

O halde hem Zümer sûresinin üçüncü âyetinde hem de tefsirini yaptığımız Yûnus sûresini bu âyetindeki şefaatin yeri neresi olmaktadır? şeklindeki soruyu cevaplandırmamız gerekmektedir. Bize göre âhirete inanmayan müşriklerin Allah katında bekleikleri şefaat, dünyadaki işle­rinin iyi gitmesi için Allah'a olan yakınlık beklentileridir. Yoksa onların âhiret diye bir inançları bulunmamaktadır.

Şefaat konusundaki çeşitli beklentiler şekli günümüzde de devam etmektedir. Müslümanların çeşitli türbelere gidip yalvarmalarının altın­daki sebep budur. Fayda ve zararın kimden geleceği konusunda hata yapanlar, bu sefer de şefaatin kimin tarafından yapılacağı konusunda hata yapmaktadırlar. Bazı müslümanlar ölülerden medet umduklarından, ölüleri vasıta kılmakta, "Allah onlar vasıtasıyla çeşitli yardımlarda bulu­nacaktır" diye inanmaktadırlar.

Kimin şefaat edebileceği konusu Yûnus sûresinin üçüncü âyetinde açıklandı. "Onun izni olmadıkça kimse şefaatçi ola­maz- "', "Kim şefaatçi olabilir O'nun izni olma­dan! " (Bakara 2/255) ve "O gün hiç kimseden şefaat ka­bul olunmaz" (Bakara 2/48) âyetlerinin meydana getirdiği ilkelerin ter­sine bazı müslümanlar, bazı peygamberlerin, velîlerin, büyük insanların kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabileceklerine inanmaktadırlar. Dua ederken, falancının şefaatine bizi nail eyle diyerek Allah'a dua et­mektedirler. Allah'a yal vardıklarına göre şefaati de ondan istemeleri gerekir.

3. Sanki Allah bazı şeyleri bilmiyor şeklinde davranmak. Bazıları, sahte tanrılar, tanrılaştırılmış insanlar Allah katında kendilerine şefaat edecekler diye onlara tapmaktadırlar. Onun için Allah, Hz; Peygam­
ber'den şu soruyu onlara yöneltmesini istemektedir:

"Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Birilerinin Allah katında şefaat edeceğini düşünerek onlara tapmanın bir çeşit Allah'a bilmediğini öğretmektir. İşte Allah'a iftira etmenin (âyet: 17) bir çeşidi de budur.

4.  Allah'ın sübhanhğına ve yüceliğine ters hareket etmektir. "Hâşâ! Allah, onların ortak koştuklarından uzak ve
yücedir." Sübhân kavramı Allah'ın noksan sıfatlardan uzak oldu­ğunu ifade etmektedir. Burada onların ortak koştuğu tanrılardan uzak olduğunu, onları ortak edinmediğine işaret edilmektedir. Aynı şekilde  Teâlâ   kavramı   da   O'nun   yüceliğini   dolayısıyla   onların   eş koştuklarının, O'na eş olamayacağını ifade etmektedir.

Müşrikler, sahte tanrılarının Allah katında şefaatçi olacağını söy­lemekle Allah'a iftira etmektedirler. Ayrıca Allah'ın koyduğu tevhid inancını oluşturan âyetlerini de yalanlamaktır.[14]

 

İhtilâf Toplumları Parçalar:

 

19. Ve bütün insanlık sadece bir topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. Eğer, daha önce Rabbinden verilmiş bir söz olmasaydı, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm hemen verilirdi.

Âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Ve bütün insanlık sadece bir topluluk halindeydi." İnsanlar tek ümmetti. Bu âyette de geçen el-ümmet kelimesinin "uymak" mânasına gelen ^Usiiiı el-i'timam kelimesinden türediğini Râzî bildirmektedir[15]. Bu kelimeden insanların yeryüzünde bir topluluktan türeyip her tarafa dağıldıkları fikrini çıkartıyoruz. "Tek bir ümmetti" ifadesinden sosyolo­jik bir büyüklüğü anlıyoruz. Ama bu kavramda, aynı şey üzerinde ittifak etmeyi, parçalarının birbiri ile uyum içinde olmayı, hayat tarzı, dünya görüşü ve ideal bakımından uyum içinde olmayı buluyoruz.

Ümmet kavramı doğurgan bir niteliğe sahip olması bakımından anneyi andırmaktadır. Ümmet, gittikçe farklılaşan ve farklılaştıkça çoğa­lan bir yapıya sahiptir. Bu kelime el-ümm yani anne kavramından alındığında, birbirine kardeş gibi yakın, uyum içinde olan bir sosyal ya­pıyı ifade etmektedir. Bu açıdan bakınca ümmet kelimesi, grubun işleyiş tarzını ifade eden bir kelime olmaktadır.

İnsanların tekbir ümmet olmaları, onların aynı din ve inancı pay­laştıkları anlamına da gelmektedir. Aynı inancın sağladığı sözleşmenin sosyolojik adı ümmettir. Ümmet, insanların tekbir inançtan, çok farklı din ve inançlara doğru giden bir çizgide ilerleyip farklı gruplar haline geldiklerini ifade etmektedir. Demek ki din, etkinliğini sürdürdüğü za­man sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlamış, ama dindeki ihtilâflar farklı grupların doğmasına sebep olmuştur. İnsanların farklı düşünceleri ve farklı inanışları sosyal yapıya yansıdıkça orada kapanması imkânsız olan çatlamalara, bölünmelere ve ayrılmalara sebep olmuştur.

2. "Ayrılığa düştüler" ifadesi, "ihtilâfa düştüler" demektir. Ayrılıkları sonradandır. Âyetin bu kısmını, önceki âyetlerle irtibatlandırırsak, farklı inanış biçimlerinin sonradan ortaya çıkıp insan­ları böldüğünü söyleyebiliriz. Demek ki başlangıçta hem sosyal bakım­dan tek toplum, hem de inanış bakımından tevhid inancı vardı. Tevhidin dejenerasyonu sosyal yapının çatlamasına sebep olmuştur. Sebep-sonuç ilişkisi içinde açıkladığımızda "ihtilâf sebep, bölünmeler de sonuçtur. Aslında sosyal farklılaşmaların neticesinde doğan aşiret, kavim, millet gibi sosyal büyüklüklerin arkasında ilâhî irade vardır.

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık, ve birbirinizle tanış­manız için sizi kavimlere, kabilelere ayırdık" (Hucurât 49/13). İlâhî ira­denin ve O'nun takdirinin neticesi olan sosyal gruplaşmaların amacı başka, insanların ihtilâflarından oluşan gruplaşmaların neticesi başkadır. Birincisinde tanışıp kaynaşmak, ikincisinde ise kavga vardır.

Allah insanların farklı sosyal gruplar haline gelmesini, yine kendi yaratması ve takdiri olan farklı dil ve bunun oluşturduğu farklı kültüre dayandırmaktadır. "Onun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisan­larınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır" (Rûm 30/22). Oysaki insanların ihtilâfı tevhid inancına inanmak veya inanmamakla başlayıp, daha sonra dindeki bölünmelere uzanmış, oradan da sosyal yapıdaki çatışma ve gruplaşmalarla son bul­muştur.

3. "Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hü­küm verilirdi." Rabbinden geçen bir söz neydi? Bu sorunun cevabını verebilmek için bazı âyetlere bakmak gerekir:

a) "Gerçek şu ki: Halkı habersizken, Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir" (En'âm 6/131). Bunun anlamı şudur: Bir toplumun fertleri, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, faydalı ile faydasızın ne olduğundan habersiz olduklarında onlar için helak yoktur. Bu değerler­den habersiz olan toplumu eğitip onları bilgilendirdikten sonra yine de ihtilâfa düşüp kötü yola giderlerse helak edilmeyi hak etmiş olacaklardır.

b) "İnsanlar tekbir ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu
gösteren kitapları da gönderdi" (Bakara 2/213). Demek ki ihtilâfları ortadan kaldırmak için önce eğitim vasıtasıyla insanları bilgilendirmek Allah'ın bir metodudur. Bu uygulama O'nun bir planı ve kanunudur.

c) "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15). Bu da Allah'tan geçen bir söz olmaktadır.

d) "Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir" (Kasas 28/59).

e) "Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir. Biz zalim deği­
liz" (Şuarâ 26/208-209). İnsanlara uyarıcı gönderip öğüt vermeden, yan­lış yolda olduklarını bildirmeden helak etmenin zulüm olacağına dair Allah'ın sözü olmasaydı, onları, yani Yûnus sûresinin 19. âyetindeki
ihtilâf edenleri Allah helak edecekti.

f) "Halkı ıshalatçı olan ülkeleri senin Rabbin, asla haksız yere yok edecek değildir" (Hûd 11/117). İhti­lâf çıkaran insanlara uyarıcı ve kitap gönderip bilgilendirdikten sonra ıslahat yapan toplumun helak edilmeyeceğine dair Allah bu âyette söz vermektedir. İhtilâfın derinleşmesi düşmanlığı getirir. Düşmanlık ise cehennem ateşinden başka bir şey değildir (Âl-i İmrân 3/103'ten bunu öğreniyoruz).

Yûnus sûresinin 19. âyetindeki Aralarında hüküm veri­lirdi" ifadesinden onların üzerine azap inip helak olmalarını, işlerinin bitirilmesini anlıyoruz. Allah'ın rahmeti gazabını geçtiğinden[16] burada eğitim süreci devreye so­kulmaktadır.[17]

 

Kafirler Ve Mu'cıze:

 

20. Ona, Rabbinden bir mucize indirmeli değil mi? diyorlar. De ki: Gayb ancak Allah 'a aittir. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

1. "Ona, Rabb'inden bir mucize in­dirmeli değil mi? diyorlar." Âyetteki "ona" zamiri Hz. Muhammed'e aittir. Ayet kavramı "mucizevî bir delil" anlamına gelmektedir. Bu deli­lin bir nevi ceza olması büyük ihtimaldir. "İnkâr ettikleri halde kendile­rine hiçbir şeyin olmamasını, başkalarına felâketler gelmemesini haklı olduklarına delil gösteriyorlardı" (Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'in Çağ­daş Tefsiri, IV, 216). Ateş'in bu açıklamasından anlıyoruz ki, kâfirler inkârlarına karşılık ceza görmek istiyorlardı. Geçmiş peygamberlerden de aynı şeyin istendiğine şahit oluyoruz.

a) "Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir" (Şuarâ 26/154).

b) "Şayet doğru sözlülerden isen üstümüze gökten azap yağdır" (Şuarâ 26/187).

c) "Dediler ki: Ey Hüd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz" (Hûd 11/53).

d) Bir zamanlar, 'Ey Musa! Biz Allah 'ı açıkça görmedikçe asla sana inanma­yız' demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı" (Bakara2/55).

Geçmişte peygamberlerden azap şeklinde mucizeler istendiği gibi, azap getirecek mucizeler de istenmiştir. Onların bu istekleri, aslında iki ve 15-17. âyetlerde geçen şüpheci ve inkarcı tavırlarının başka bir boyu­tunu teşkil etmektedir. En'âm sûresinin 37. âyetinde de aynı şekilde bir mucize istemişlerdi: "O 'na Rabbinizden bir mucize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir. Fakat onları çoğu bilmez­ler. "

"Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a yemin ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındadır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkın­da mısınız?" (En'âm 6/109). "Ey Allahım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi" (Enfâl 8/32).

2. "De ki: Gayb ancak Allah'ındır." Buradaki "gayb    Allah'ındır"    ifadesini    En'âm    sûresinin     37.     Âyetiyle mânalandırırsak "Allah mucize indirmeye kadirdir"; En'âm sûresinin 109.  âyeti ile mânalandırırsak "Mucizeler Allah katındadır" demek mümkündür. Gaybı ve görülmeyeni ancak Allah bildiğine göre kime
delil indireceğini, kime nasıl ceza vereceğini O belirleyip takdir edecek­tir.

3. "Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." Demek ki gaybın bilgisi Allah'a ait olduğuna göre Peygamber'e ve kâfirlere beklemek düşmektedir. Buradaki beklemenin sonucu ne olmuştur? Sorunun cevabını Enfâl sûresinin 33. âyeti ile ver­mek mümkündür: "Halbuki sen onların içindeyken Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir."[18]

 

Nankörlüğün Başka Bir Çeşidi:

 

21. Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyet­lerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır. De ki: Al­lah'ın tuzağı daha süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kur­duğunuz tuzakları yazıyorlar.

Âyeti tarihî boyutundan hareket ederek evrensel boyuta taşımak gerekir. Müfessirlere göre yedi yıl boyunca Mekke'de hastalıklar baş gösterdi. İnsanlar ölmeye, hayvanlar telef olmaya başladı. Bunların ar­dından Allah, bolluk ve bereket getiren yağmurlar gönderdi. Onlar bol-

luk ve bereketi putlarından bildiler. Böyle bir inanç onların, Allah'ın âyetlerine karşı yalanlamalarına devam etmelerine sebep oldu. Bunun üzerine Allah yukarıdaki âyeti gönderdi. Tarihî boyutunun yanı sıra, âyeti evrensel özelliğini muhafaza edecek şekilde açıklamak gerekir.

1. "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman... " Ayetin bu kısmı 12. âyette geçmişti. "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize dua eder." Buradaki insanlar kimlerdir sorusunu cevaplandırmak için Yûnus sûresinin yedinci âyetine bakmak gerekir. Allah'ın huzuruna çı­kacaklarını yalanlayan, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olan in­sanların nankörlüğü anlatılmaktadır. Bunlar, 13. âyette geçen iman etme­lerinden ümidin kesildiği, 15. âyette başka bir Kur'an'in getirilmesini veya değiştirilmesini isteyen, Allah'ı bırakıp kendilerine fayda ve zarar vermeyecek olan putlara tapan (âyet: 18) insanlardır.

"Kendilerine dokunan bir sıkıntı" ifadesinde "sıkıntı"nın özne olduğunu görüyoruz. Sıkıntı canlı bir varlık gibi onlara dokundu­ğuna göre, sıkıntının Allah tarafından dokundurulmadığı fikri akla gel­mektedir. İnsanların yaptıkları ameller sıkıntıyı, musibeti ve cezayı başı­na getirir ve bunlar ona dokunur.

a) "Bu, dünyada iken kendi ellerinizle  yapmış  olduğunuzun  karşılığıdır.   Yoksa Allah  kullarına
zulmetmez" (Âl-i İmrân 3/182). Âyetteki illi "bu" ifadesi "yakıcı azap"tır (Âl-i İmrân 3/181).

b) "Elleriyle yaptıkları yüzünden başla­rına bir felâket gelince... " (Nisa 4/62).

c) "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde..." (Kasas 28/47).

d) "Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir, ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür" (Şûra 42/48). Bu ve benzeri pek çok âyette Allah insanların kendi yapıp ettikleriyle musibetin onlara dokunduğunu bil­dirmektedir. Uif ezeknâ "tattırdık" fiilinin faili Allah'tır. "Sıkıntı" ken­disi geldiği halde, rahmeti tattıran Allah'tır.

Sıkıntının ardından Allah bir rahmet tattırmaktadır. Buradaki rah­met, "esenlik, ferahlık" anlamına gelmektedir. Aslında sıkıntıyı ortadan kaldırmak, ya da sıkıntıya sebep olan maddî ve sosyal şartları ortadan kaldırmak rahmet mânasını ifade etmektedir. Kıtlık ve hastalıklar insan psikolojisini olumsuz yönde etkileyerek sıkıntıyı meydana getirir. Allah o şartlan düzelterek insanın ruhunda bir esenlik meydana getirir, işte buna rahmeti tattırmak denmektedir.

Aslında bu dönüşüm psikolojik âlemde gerçekleşmektedir. Sıkıntı­da insanın gönlü daralmakta, sıkıntının kalkmasıyla gelen esenlik de gönlü rahatlatmaktadır. Böylece Allah insanın gönlünde darlık ve geniş­lemelerin olduğuna dikkat çekmektedir.

Sıkıntıdan esenliğe geçişteki değişim insanların niyetlerinde, i-nançlarında ve davranışlarında gerekli etkinliği göstererek derinden o-lumlu bir değişim meydana getirmelidir. Bu değişimin gerçekleşmeme-siyle nankörlüğün mayaladığı davranışlar ortaya çıkmaktadır.

2. "Bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır." Âyetin bu kısmındaki el-mekr kelimesi j£» mekeraden türemiştir. "Hile ile aldatmak", elbise ile kullanılınca "kırmızı çamurla boyamak; bir şeyi renkli yapmak"; yer ile kullanılınca "tarlayı suvarmak"; mekira "kızarmak"; mekkera "biriktirip karaborsa yapmak" mânalarına gelmektedir.

Âyet kelimesini sıkıntıdan esenliğe geçiş şeklinde yorumlarsak, o zaman şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz. Allah'tan gelen rahmetin kendi putlarından geldiğini söylemeleri, o nimeti boyamaları yani nimetin kaynağını saptırmaları anlamına gelmektedir. Tek kelime ile nimete kar­şılık nankörce davranmak ona bir tuzak kurmaktır.

Âyet kavramını Kur'an'm âyetleri anlamına alırsak, o zaman Al­lah'ın mesajlarına karşı şüphenin gölgesini düşürmek; onların öne çıkar­dığı öğretileri çürütmeye çalışma uğruna uydurulan asılsız ve doğru ol- mayan iddiaları üretmek yorumunu yapabiliriz. Allah'ın âyetlerine karşı itirazlarda bulunmak, umursamazlık da bu tuzağı anlatan davranışlardır.

Allah'ın âyetlerine karşı kurulan entrika ve tuzaklar sadece Hz. Peygamber döneminde değil her zaman mümkündür. O âyetlere karşı şüphe üretmek, onları çürütmeye çalışmak, asılsız ve yersiz iddialarda bulunmak, umursamazlığı yaymak gibi davranışlar her çağda olmuş ve olacaktır. Allah'ın âyetlerinin öğretildiği yer ve programlar kapatılacak, onları tahsil edenler hor görülecek, görev almamaları için gerekli tuzak­lar kurulacak, bir suçlu gibi takip edileceklerdir. Bütün bunlar Allah'ın âyetlerinin önünü kesmek için yapılacaktır.

3. "De ki: Allah'ın tuzağı daha süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar." "Allah'ın tuzağı daha süratlidir" ifadesini iki şekilde yorumlamak müm­kündür:

a) Sizin kurduğunuz tuzaklar, âyetlerime ulaşmadan onları koru­rum. Sizin tuzağınızı bozarım ve onun etkisini hedefine ulaşmadan orta­dan kaldırırım. Tuzağınızı ortadan kaldıran daha süratli bir tuzakla karşı­
lık veririm.

b) Allah'ın, sizin tuzağınıza karşı vereceği ceza daha süratlidir. Al­lah'ın nimetini tadar tatmaz geçmiş sıkıntıları unutarak, yeni tuzaklar kurmaya kalkmanız ne kadar süratli olursa olsun, Allah'ın haksızlıklara
karşı vereceği ceza daha süratli olacaktır. Sizin tuzaklarınız Allah'ın âyetlerine ulaşmadan belânızı bulursunuz. Entrikanız o mesajlara ulaş­madan, daha niyet halindeyken rahmetimiz gazaba, nimetimiz de acıya
dönüşür. Bu öylesine hızlı olur ki, sıkıntıdan esenliğe geçişinizin farkına varamazsınız.

Âyetin bu kısmında "Allah'ın tuzağı daha süratli­dir" dendiği halde Âl-i İmrân sûresinin 54. âyetinde "Al­lah, tuzak kuranların hayırlısıdır" buyurulmaktadır. Tuzağın buradaki anlamı iyilik üreten bir tuzak demektir. Allah'ın tuzağı kötülük üretmez. Elmalılı Hamdi Yazır'ın dediği gibi, "İlâhî hile, hile yapanlar için bile bin hayrı içerir"[19]. Demek ki Allah'ın tuzağının iki özelliği vardır: "En süratli" ve "en iyi" olanıdır. "Şüphesiz elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar." Buradaki elçilerden kasıt jjiğ uı/ kirâmen kâtibîn melekleridir. İnsanların yaptıkları bütün ameller bu melekler tarafından kaydedilir. Allah kâfirlere bu âyette yazım işini hatırlatmaktadır. Allah'ın mesajlarına karşı kurulan tuzağın veya tuzakları kuranların, cezalarını âhirette çekeceklerine de işaret edilmektedir. Allah'ın sıkıntıdan sonra verdiği rahmeti unutup, hemen entrikalara girişmenin cezasız kalmayacağına da burada işaret edilmektedir.

Din eğitimcilerinin görevlerinden biri de nankörlüğün topluma ne­leri getirip neleri götüreceğini öğretmeleridir. Allah'ın âyetlerine karşı tuzak kurmaya çalışan insanlar manevî hayatı kirletmektedirler. İnsanla­rın akıllarına kuşku tohumları ekerek akıl ve gönülleri kirletiyorlar. İlâhî mesaja karşı şüphe üretip, Peygamber'e tuzak kurarak oluşturdukları düşmanlıklarından onları caydırmak için amellerinin yazıldığı, âyette vurgulanmaktadır. Söylenen bir söz, gönülde oluşan bir niyet ve yapılan bir davranışın kaybolmayıp kaydedildiği öğretisi caydırıcı bir nitelik taşımaktadır.[20]

 

Sözünde Durmamak:

 

22. Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulundu­ğunuz gemi, içindekileri hoş bir rüzgârla götürürken
yolcular neşelenirler. Bir kasırga çıkıp, onları her yön­den dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını an­
ladıkları anda ise dini sırf Allah'a has kılarak: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun şükredenlerden ola­
cağız" diye O'na yalvarırlar.

23. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Dünya haya­
tında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sadece dünya menfaatini elde edersiniz.  Sonra dönüşünüz bizedir,
yapmış olduklarınızı size bildiririz.

Bu âyetler Yûnus sûresinin 21. âyetinin devamı durumundadır. 21. âyette geçen "sıkıntı" ve "rahmef'in ne olduğu bu âyetlerde açıklanmak­tadır. Her üç âyet de insan psikolojisinin farklı şartlar altında nasıl deği­şime uğradığını anlatmaktadır.

Bu âyetlerdeki temsilî nitelikler düşünüldüğünde şu şekilde açık­lama yapmak uygun olur: Birinci olarak maddî şartların insan psikoloji-sindeki boyutu ele alınırken, ikincisinde kavramlar sosyal içerikleri bağ­lamında açıklanacaktır.

1. "Sizi karada ve denizde yürüten Allah 'tır." Bu âyette karada ve denizde yürüme, yani hareket etme tek­nolojisinin Allah tarafından insana ilham edilip üretilebileceğine işaret vardır. Çeşitli kara ve deniz taşıtları icat edilerek yolculuk yapılabilecek­tir.

Hûd sûresinin 37-38. âyetlerinden Hz. Nuh'a Allah'ın gemi yap­mayı öğrettiğini görüyoruz: "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap!" Nûh gemiyi yapıyor.

Karada ve denizde hareket etme gücünü, zaman içinde binek hay­vanlarının dışında farklı taşıtların yapılmasını, deniz taşıtlarının icat edi­lip geliştirilmesini de bu âyetten öğreniyoruz. İnsanların bunu, hem bir öğretim faaliyeti hem de bir nimet olarak algılamaları gerekiyor. Karada ve denizde hareketi süratlendiren teknolojiyi üretmenin içeriğinin ne olacağına işaret edilmektedir.

Bu âyette kara ve denizle ilgili teknoloji üretimine dikkat çekilir­ken Zâriyât sûresinin 22. âyetinde de göksel taşıtların üretilmesine işaret edilmektedir: "Gökte de, rızkınız ve size vaad edilen başka şeyler vardır." Bu ifadede uzay araştırmaları ve uzay teknolojisinin üretimi konusunda işaretler vardır. Günümüzdeki ifadelerle anlatacak olursak kara taşıtları için makine mühendisliği, gemi inşaat mühendisliği, uçak mühendisliği ya da uzay araştırmaları şeklinde fakülte ve araştırma merkezlerinin kurulmasına bu âyette işaret edilmektedir. Bu alanlarda üretilecek teknolojinin ihtiyaç duyduğu bilginin kaynağında Allah'ın âyetlerinin olduğunun bilinmesi öngörülmektedir. Böylece epistemoloji denen bilgi nazariyesine de bir açılım getirilmektedir. Bilgi nazariyesine göre, bilginin kaynağında akıl, sezgi ve tecrübe vardır. Fakat Allah bunların arkasındaki kaynağın da kendisi olduğuna şu şekilde işaret etmektedir:

"Bilgi ancak Allah'ın kalındadır" (Ahkâf 46/23), "Deki: O bilgi ancak Allah'a mahsustur" (Mülk 67/26). Demek ki ilâhî ilham olmadan ne akıldan ne sezgiden ne de tecrübeden bilgi elde etmek mümkündür. Akim, sezginin, tecrübenin bilgi kaynağı olduğu bir gerçektir ama onların arkasındaki kaynağı görmek de gerekir. Onun içindir ki Allah "Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır" buyururken, hem buradaki gücün kaynağının kendisi olduğunu, hem de o teknolojiyi üreten bilginin kaynağında kendisinin bulunduğunu bildirmektedir.

Bu açılım sosyal ve siyasî hayata da aktarılabilir: "Kara" kavramı­nı "sosyal", "deniz" kavramını da "devlet" anlamına almak mümkünü­dür. "Kara" maddî hayat, "deniz" de "manevî hayat" mânasına alınabilir. Bu durumda yorum şöyle olur: Sosyal ve devlet hayatınızda yol almanızı temin eden Allah'tır. Sosyal ve devlet hayatının yürümesi karada ve de­nizde yürümeye benzer. Oralardaki tehlikeler toplumsal hayat ve devlet hayatında da vardır. Oralardaki teknolojik gelişmelerin sağladığı kolay­lıklar gibi toplumsal ve devlet hayatında modern metot ve bilgiler de aynı şeyi temin etmektedir.

Burada toplum ve siyaset mühendisliğinden bahsedilmektedir. Ama bu mühendisliklerin arkasında ilâhî iradenin, takdirin ve öğretimin bulunduğunun bilinmesi istenmektedir. Bir toplumun sosyal ve siyasî oluşumlarının, özellikle iyi gidenlerin arka planında ilâhî kudreti görme­nin önemi vurgulanmaktadır.

2. "Bulunduğunuz gemi, içindekileri hoş bir rüzgârla götürürken, yolcular neşelenirler." Allah karadaki yürütmeyi bırakarak, denizle ilgili açıklamasına devam etmektedir. Geminin hoş bir rüzgârla gitmesinin, yolcuların psikolojisini olumlu yönde etkileyip neşelendiklerini, mutlu olduklarını söylemektedir. Denizdeki rüzgârın etkisi ile gemi rahat bir şeklide yol alırken yolcular mutlu olmaktadırlar. Bunun anlamı deniz yolculuğunda mutlu olmak Allah'ın bir nimetidir.

Buradaki gemiyi devlet hayatı, rüzgârı da "güç" olarak değerlendi­rebiliriz. Zaten Enfâl sûresinin 46. âyetinde geçen rüzgâr kavramı "sos­yal güç" mânasına gelmektedir: "Allah ve Resulü'ne itaat ediniz, birbirinizle çekişmeyiniz; sonra korku­ya kapılırsınız da kuvvetiniz gider." Âyetteki rüzgâr "sosyal kuvvet, güç" anlamına gelmektedir.

Yûnus sûresinin 22. âyetinde rüzgârın sıfatı tayyibedir. Tayyibe kelimesi "hoş, temiz, sağlam, doğru" mânalarına gelmektedir. Sosyal güç anlamında düşünülünce bu kelimeye, "hoş, sağlam" anlamını ver­mek gerekir. Gemiyi devlet olarak aldığımızda, devletin yürümesi, sos­yal ve siyasî güçle olacaktır. Hür ve sağlam bir güçle yol alan insanlar, devlet düzeni içinde mutlu olacaklardır. Devlet işlerinin sakin bir deniz­de yol olan bir gemi gibi mükemmel şekilde yürütülmesi halkı rahatlatıp mutlu eder. Önemli olan devlette ve sosyal hayatta o rüzgârı, gücü ve idare şeklini yakalamaktır. Bu idare şeklini yakalayanlar, hayatı Allah'ın bir nimeti, takdiri ve lutfu olarak görürler.

3. "Bir kasırga çıkıp, onları her yönden dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını anla­dıkları anda ise dini sırf Allah 'a halis kılarak: 'Bizi, bu tehlikeden kurta­rırsan and olsun şükredenlerden olacağız' diye O'na yalvarırlar." Sakin bir denizde gemi yol alırken her yönden dalgaların gemiyi kuşatması, yolcuların rahatını alıp götürür. Bu benzetmeyle maddî şartların insan ruhunu olumsuz mânada etkilediğine dikkat çekilmektedir. Âyetin bu kısmı Yûnus sûresinin 21. âyetindeki "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra" ifadesindeki "sıkıntı" anını ifade etmektedir. Kasırga ve gemiyi saran dalgaların meydana getirdiği ruh haline sıkıntı denmiş olabilir.

Âyetin bu kısmını sosyal hayat ve devlet hayatı anlamına alabili­riz. Sosyal şartların rüzgârı olumsuz yönden esince, toplum denen de­nizde büyük dalgalanmalar meydana gelir ve bu dalgalar devlet gemisi­nin etrafını sarar. Hoş ve sağlam esen rüzgârların yerini kasırga alınca, insanlar arasında dalgalanmalar başlar. Devlet gemisinin etrafını dalgalar kuşatır. Bu bir nevi devlet idaresindeki yanlışlıkların, baskıların sosyal patlamaların meydana getirdiği dalgaların devleti kuşatmasıdır. Artık onların mutlu olması mümkün değildir. Bu durum halkta ve devleti idare edenlerde bir mutsuzluk ve bir sıkıntı yaratır.

Gerek maddî anlamda geminin denizde kasırgaya tutulup etrafını dalgaların sarmasıyla meydana gelen sıkıntı; gerekse sosyal ve siyasî mânada kopan sosyal problemlerin kasırgasıyla devlet gemisinin etrafını saran sosyal dalgaların meydana getirdiği sıkıntı olsun, sonuç şudur: Halkın psikolojisinde bir gerilim, tedirginlik ve mutsuzluk meydana gelmektedir. Bu sıkıntının meydana getirdiği gerilim neticesinde halk şu şekilde Allah'a yönelip dua eder: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız." Demek kimaddî ve manevî sıkıntılar insanı Allah'a yöneltmekte ve dini ona tahsis ettirip şirkin ortadan kalkmasına sebep olmaktadır. İnsanlar sıkıntılı an­larında Allah'ı hatırlamaktadırlar.

Ruhsal sıkıntı çeken bu insanların hangi durumlarda Allah'a dua ettikleri açıklanmaktadır. "Dini sırf Allah'a halis kılarak." Demek ki sıkıntı ve tehlike anında insan Allah'a yönelmekte, dini Allah'a ait kıla­rak yalvarmaktadır. Rahatlık anında şımarıp şirk koşarken tehlike anında Allah'a yalvarmaktadır. Ferahlık anında Allah'ın âyetleriyle mücadele verip tuzak kurarken sıkıntı anında dini O'na tahsis etmektedir. Allah bu ruh halinin sağlıklı olmadığını, şartlara göre tavır alan ve kandırmaya kadar uzanan bir tutumun ne kadar yanlış olduğunu öğretmektedir.

Şartlara göre nankörlük ve şirk, şartlara göre dini Allah'a tahsis etmek sağlıklı bir inanç olmadığından, bu durumlar, insanın Allah katın­daki değerini zedelemektedir. "Bizi, bu tehlikeden kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız." Bu yalvarı­şın adına "söz vermek" denebilir. Sanki Allah ile bir anlaşma yapmakta­dırlar. "Bizi kurtar şükredelim" diyerek şarta bağlı şükür yapacaklarını söylemektedirler. İnsanları bu şekilde yalvartan denizin maddî şartları değil de sosyal şartlarıdır. Toplumsal problemler, sıkıntılar, belâlar bü­yük dalgalar gibi devlet denen geminin etrafını sarar, oradaki hayatı al­tüst eder. İşte o zaman halk Allah'a yönelip yardım bekleyebilir.

4. "Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde taşkınlıklara başlarlar." Allah'ın onları kurtarması "denizden karaya çıkartması" anlamına gelir. Lokman sûresinin 32. âye­tinde buna işaret edilmektedir: "Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı za­man, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkartarak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim âyetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkâr ederler." Demek ki âyette geçen kurtarış, bu âyete göre maddî anlamda karaya çıkartmak olarak mânalandırabilir. Fakat bu kurtarış sosyal sıkıntı, belâ ve problemlerden kurtarış olarak da alınabilir.

Yûnus sûresinin 12. âyetine göre "sıkıntıyı gidermek" kurtuluş demektir. Sıkıntıyı meydana getiren, 22. âyette olduğu gibi denizdeki olumsuz şartlar olabilir, ama sosyal şartlar da olabilir. "Haksız yere taş­kınlıklara başlarlar" âyetinin bu kısmında ifade edilen yebğûne fî'l-ard "taşkınlık yapıp doğruluktan ayrılmaya ve haddi aşma­ya başlarlar" anlamına gelmektedir. Ama, el-bağy kelimesi "fesat çıkarmak, bozgunculuk yapmak ve şirk koşmak" anlamını da ifade et­mektedir.

Kurtubî'nin dediği gibi "kötüye giden yaranın etrafa yayılması" mânasından alınmıştır. Fesat çıkararak başkalarına üstünlük kurmak, onların üstüne çıkmaktır[21]. Bir kadının fuhuş yapması, bağy kelimesiyle anlatılır. Sıkıntı içindeyken, dini Allah'a has kılıp tevhid inancını kabul eden insan rahata kavuştuğunda, Allah'ı bıra­kıp ona ihanet ederek şirk koşması da bağy ile ifade edilir. Rûm sûresi­nin 33. âyetindeki "şirk koşma"nın da, Yûnus süresindeki bağy anlamın­da olduğu anlaşılır.

Yara kötüye gidince etrafa yayılarak sağlam hücreleri de etkisi al­tına alır ve onları çürütür. Kötü şartlar altında iken Allah'a yönelip kur­tarılmayı isteyen insanlar, istediklerini elde edince azgınlığa saparak toplumun düzenini bozmaya çalışırlar. Şükretmek için verdikleri sözle­rinden cayarlar, haddi aşıp küfre ve şirke dalarlar. Üstelik bu durumlarını başkalarına da bulaştırırlar.

Bağy kelimesine Şûra sûresinin 27. âyetinde şu mâna verilmekte­dir: "Allah kullarına rızkı (bir anda) bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dile­diği ölçüde indirir." Fazla nimet insanı şımartıp umulmadık hareketleri yapmasına sebep olabilir. Hazımsız olan insanları fazla nimet yoldan çıkartır, sabırsız insanları da nimetin azlığı isyana sevkeder. Demek ki bağy "nimetin bolluğundan dolayı şımarıp azmak" anlamına gelmekte­dir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 23. âyetinde "haksız yere" ifadesi yer almaktadır. "Haksız yere azmak" aşırılık göstermek, ileri gitmek anlamlarına gelmektedir. Bu mânada bağy sosyal içerikli bir anlam kazanmaktadır. Haksız yere taşkınlık yapmak toplu­mun düzenini bozmaktır.

5. "Ey insanlar! Dünya hayatında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir, sadece dünya menfaatini elde edersiniz." İnsanların yaptıkları kötülükler kendilerine dönmekte vebalini kendileri çekmektedir.

Taşkınlık yapmak, başkalarına zarar vermek anlamına alınırsa, toplumlar bütün olarak düşünüldüğü için bunun bütüne zarar vermek anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü yara sadece olduğu yere zarar vermiyor bütün vücudu rahatsız ediyor. Âyetteki bağyin neticesinde meydana gelen günahı dikkate alırsak, bunun insana döndüğü, onu ya­panın aleyhine olduğu anlaşılmalıdır. Bunun delili de İsrâ sûresinin ye­dinci âyeti: "Ve eğer kötülük ederseniz kendinize yaparsınız" ile "Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir" (Fussılet 41/46) âyetidir.

Âyetin devamında ÇÎüı s&Jı £_& "Sadece dünya menfaatini elde e-dersiniz" ifadesi görülür. Bağy kelimesine bu ifadeye bağlı olarak "ihti­ras derecesine varan bir istekle etrafına zarar verecek seviyede dünya malının peşine düşmek" mânası verilebilir. Dünya menfaatini elde etme­deki ihtirasın meydana getirdiği taşkınlığa bağy denmektedir. Zaten bağyin bir anlamı da "istek"tir. Ama bu istek tutku seviyesinde bir ihti­rası ifade etmektedir.

Bazı insanlar dünyaya ait bir menfaati elde etmek için, etrafındaki insanlara zarar vermekten çekinmez, söz konusu menfaati elde etmek uğruna her yolu meşru görürler. Kendine zarar dokunduğunda kurtuluş için Allah'a yalvarır, kurtulunca başkasına zarar vermekten geri durmaz.

Bağyin meydana getirdiği taşkınlıkla ancak dünya menfaatini elde edersiniz demektir. Dünya menfaati ise gelip geçicidir. "Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma!" (Kasas 28/77). Bu âyette kullanılan bağy kavramı "istemek" anlamına gelmektedir. Böylece tutku anlamındaki istek âhirete yönelik olmalıdır, dünyadan da nasibini unutmaması gerekir. Böylece Allah müminlere dünya hayatının değerini, gelip geçiciliğini öğretmekte, davranışlarını buna göre düzenlemesini istemektedir. Çünkü pek çok hata, dünya men­faati uğruna gösterilen ihtiras ve duyulan tutkudan kaynaklanmaktadır.

6. "Sonra dönüşünüz bizedir. Yapmış olduklarınızı size bildiririz." Ayetin bu kısmı insanları bağy de­nen taşkınlıktan caydırmayı amaçlamaktadır. Allah'a döneceğini bilen ve ona inanan insan taşkınlık yapmaz. Hele bu dünyada, dünya menfaa­tine olan tutkusu sebebiyle yaptığı eylemlerin kendine Allah tarafından haber verileceğine inanırsa kolaylıkla kendini disipline edebilir. Böylece Allah bağyi önleme metodunu da vermektedir.

Ayetin sonundaki bu ifade öldükten sonra dirilmeye ve oradaki sorgulamaya inanmayı ifade etmektedir. Bu sunuş, şartlara göre inancını değiştiren, nankörlük eden ve davranışlarında istikrar göstermeyen in­sanların hem eksikliklerini hem de nasıl eğleneceklerini öğretmektedir. Onların manevî hastalığı Allah'a döneceklerine ve amellerinden dolayı sorgulanacaklarına inanmamalarıdır. İnsanların gönlünde âhirete ait imanın güçlü bir şekilde teşekkül etmesi, onlann nankörlüklerini önle­mede etkili olacaktır.[22]

 

Dünya Hayatı Neye Benzer?

 

24. Dünya hayatının durumu gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emri­miz gelir de, yeryüzünü sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

1. Bu âyette dünya hayatının geçiciliği izah edilirken özellikle Yû­nus sûresinin yedinci âyetinde anlatılan dünya hayatına razı olan insanla­rın eğitimi amaçlanmaktadır. Ayrıca bu âyetin Yûnus sûresinin 22-23. âyetlerinin bir devamı olduğu anlaşılmaktadır. Allah'a döneceğini, sor­guya çekileceğini bilmeyen veya O'na inanmayan insana âhiretin ne olduğunu anlatmadan önce, dünya hayatının ne olduğunu anlatmak ge­rekir. Zaten "dünya hayatı" demek, dünya hayatı olmayan başka bir ha­yatın olduğuna işaret etmektedir. Âhiret hayatı olmasaydı veya hayat tek olsaydı, dünya hayatı demeye lüzum yoktu.

Dünya hayatı "yakın hayat" anlamına gelmektedir. Yakın hayat i-fadesi, uzak hayatı gündeme getirip dikkati ona çevirmektedir. Dünya hayatının bir adı da "çarçabuk geçen" (Kıyamet 75/20) hayattır. İnsan bu geçici hayatı sever ama âhiret hayatını bırakır (Kıyamet 75/20-21). İnsanın bir hayatı sevip öbürünü bırakması tercihinde yanılması anlamına gelir. Yanılgı ise düşüncesizliğin neticesinde ortaya çıkar.

2. "Dünya hayatının durumu gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip birbirine girer." Allah dünya hayatını anlatırken su ile bitkiler arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Topraklar suyu emin­ce bitkiler çıkar ve büyür. Büyüyen bu bitkilerle yeryüzü süslenir, göz alıcı bir görünüme bürünür. Yeryüzünün bu durumu birkaç açıdan bizim dikkatimizi çekmektedir: Suyun nasıl can verdiği açıklanırken, insan vehayvanlara hazırlanan sofraya dikkat çekilmekte, bunun nerelerden çıkıp geldiği anlatılmaktadır. İşte suyun yeryüzünde meydana getirdiği gör­kemli görünüm insanı yanıltır.

3. "Yeryüzü halkı, onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sanırlar." Başka bir ifade ile sonsuza kadar tabiata egemen oldukları zannına " Tabiata egemen olduklarını zannedenlere, tabiatın egemen olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü dünyanın cazibesi onları çekmiş, onların tercihi­ni etkilemiş, onları şımartıp aşırılığa gitmelerine sebep olmuştur. İnsan bağy yani aşırılık yaparken aslında kendisine egemen olan dünyaya tapı­yor, artık onun kulu oluyor demektir.

4. "Bir gece veya gündüz ona emrimiz gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökün­den koparılarak biçilmiş bir hale getiririz." Buradaki Allah'ın emrinin gelmesi, felâketin bitkilere gelmesi anlamını ifade etmektedir. Bu ifade­nin buraya konmasının sebebi ne olabilir?

a) Âhireti inkâr edip kendilerinin dünyaya egemen olduklarını zannedenlere, dünyanın sahibinin Allah olduğu gösterilmektedir. Allah onlara, dünyanın sahibi siz değil benim demekte ve onlara güçsüzlükle­
rini göstermektedir.

b) Yine Allah, büyük bir ihtirasla dünyaya bağlanıp onu tanrılaştıranlara dünyanın tanrı olamayacağını ispatlamaktadır.

5. "İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." Âyetin asıl amacı bu kısımla belirlen­
mektedir. Allah onların düşünmelerini istemekte, ferdî düşünceyi değil toplumsal düşünceyi öngörmektedir. Çünkü âyette kavim kelimesine yer verilmektedir. Tabiatla suyun ilişkisi ve bu ilişkinin oluşturduğu bitki
örtüsünün kaybolması ânı arasındaki süreç düşünülsün istenmektedir. Bu düşünce öldükten sonra dirilmeye, Allah'ın huzuruna çıkmaya, O'na kavuşmaya, O'na dönmeye ve mahşerde toplanıp hesap vermeye inan­
mayı temin edecek nitelikte olmalıdır. İnsanı düşünceye sevkedebilmek için âyetler açık açık ve ayrıntılı bir şekilde izah edilmektedir. Allah'ın âyetlerini açıklayacak olan âlimlerin öğretim faaliyetlerinde bunu ger- çeKleştirme gayreti içinde olmaları gerekir.

Düşünmeyi hedef almayan ve insanı düşündürecek nitelik taşıma­yan öğretim faaliyetleri başarılı olamamıştır. Çünkü tabiat kanunları üze­rinde düşündürerek Allah'ın sonsuz kudretini anlamalarını temin etmek başarının delili olmaktadır. Ölü tabiatın canlanması, canlı tabiatın ölmesi olgusundan hareket eden düşüncenin, öldükten sonra dirilmeye dair san­cıyı doğurması öğretimin başarısının bir göstergesidir.

Allah, Kur'an vasıtasıyla toplumsal düşüncenin önemini vurgular­ken, insan aklının, tabiatı kucaklayıp oradan tabiat ötesine geçmesini bir ibadet olarak kabul etmektedir. İnsan düşünürken tabiata takılıp kalma­dan ilâhî kudrete giden yolun ufuklarını aşabilmelidir. Aklın yapısında ve işlevleri arasında "bağ kurma" eylemi vardır. Bu eylem, tabiat olayla­rı ile bağ kurarak bilgiyi üretmek, kendini tanımak ve iman etmek görevi ile karşı karşıyadır.

Düşünce en güçlü muhafızdır, düşünmeyen toplumlar kendilerine sahip çıkamazlar. Düşünen toplumları Allah helak etmez, çünkü düşünce toplumlara can verir, ilâhî lutfu çağırır, yıkılışlarını önler, esenlik getirir.[23]

 

Allah'ın Evrensel Daveti:

 

25. Allah esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.

Âyette geçen "selâm yurdu " kavramını açıklamaya çalışa­lım.

1. Selâm yurdu, yani esenlik yurdu denen ortam bu dünyadadır.

a) Selâm kelimesini "barış" anlamına alabiliriz. Allah dünyada ba­rışın tesis edilmesini, insanın kendisi ile, Allah ve bütün insanlarla barı­şık olmasını istemektedir. İnsan kendi iç âleminde, aklı, gönlü ve nefsi ile barışı temin ederek, iç âlemini esenlik yurdu haline getirmel, daha sonra aile hayatı, toplum ve insanlıkla banşı sağlayarak dünyayı esenlik yurdu haline getirmelidir.

Böylece Allah hem psikolojik hem de sosyal mânada dünyevî ha­yatın barış içinde geçip esenlik yurduna dönüşmesini istemektedir. Bir önceki âyetin son kelimesine bakarak mâna verirsek, aklını kullanıp dünya hayatını barış yurdu haline getireceği neticesine ulaşabiliriz. Dü­şünüp çözümler üretmeyen toplumların ülkesi esenlik yurduna dönüşemez. Aklın çalışmadığı yerde esenlik olmaz.

Kâinat kitabını okuyup orada ilâhî kudreti görmeyenlerin bulundu­ğu yerde esenlikten eser bile olmaz. Akıl denen ilâhî nimeti kullanmayıp bir tarafa iten ve akılsız hale gelen toplumlar esenliği nasıl yakalayacak­tır? Allah'ın selâm yurdu dediği esenlik yurdu; aklın, düşüncenin, bilgi­nin, imanın ve sevginin yurdudur. Kısaöa aklın ve gönlün bulunduğu ülkedir.

Selâm kelimesine "güvenlik" mânasını verebiliriz. Çünkü selâm kelimesinin türediği, es-silmin bir anlamı da güvenliktir. Demek ki Allah dünyada insanları "güvenlik yurdu"na çağırmaktadır. Kur'an'a inanan insana güvenilir, onun elinden ve dilinden kimse zarar görmez, yani herkes güvendedir.

Kur'an insanın iç dünyasında bir güvenlik yurdu oluşturur. Aklın ve gönlün güvende olduğu bir ülkeye çağırır. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Onun saldırganlığından emin olunduğunda, iç âlemde güvenlik oluşmuş demektir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki âlimler "selâm yurdu" ifadesine hep cennet anlamını vermişlerdir. Biz bu kavramı birinci mânada ve dünya ile bağlantılı olarak açıkladık. Allah, dünyanın esenlik yurdu olmasını

emrediyor ve insanları oraya çağırıyor. Buradaki delilimiz aynı âyetin devamıdır. "O, dilediğini doğru yola iletir." Eğer âyetin birinci kısmındaki çağrı cennet olsaydı, orada doğru yola iletme diye bir durum olmayacaktı. Doğru ve eğri yol kavramları dünya ile alâkalıdır. İşte âyetin bu kısmından hareketle Allah'ın dünyadaki ba­rış yurduna çağırdığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

b) Âyetteki "esenlik yurdu" ifadesi âlimlerin görüşüne göre cennet de olabilir. Çünkü cennet de bir "esenlik yurdu"dur. Bunun açıklamasını önceki âyetlerle bağlantılı olarak yapabiliriz. Yûnus sûresinin 21-24. âyetlerinde dünya hayatının sıkıntılarla dolu ve gelip geçici olduğu vur­gulanmaktadır. 25. âyette geçen "esenlik yurdu"nda sıkıntı değil ebedîlik vardır.

Dünya hayatına ihtirasla bağlanmayınız, onu tanrılaştırmayınız, onun süsüne aldanmayınız, geçici ve kısa menfaatlerine kapılmayınız, hayatınızı ona göre düzenlemeyiniz demekte ve insanları esenlik yurdu­na davet etmektedir. 23. âyete göre dünya hayatının cazibesi insanı az-gınlaştırmaktadır. Bu da dünya hayatının barışını, güvenini ve esenliğini zedelemektedir.

Cennetin "selâm yurdu" olduğunu Ra'd sûresinin 24. âyetinden anlıyoruz: "Melekler: 'Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir' (derler)." Melekler her zaman selâm verip müminlere esenlik diledikleri için cen­net bir esenlik yurdu olmaktadır.

Ayrıca Yûnus sûresinin 10. âyetine göre cennette müminler birbi­riyle karşılaştıklarında söyleyecekleri kelime "selâm" yani "esenlik di-lemek"tir. Bu sebeple cennete selâm, yani esenlik yurdu da denebilir.

2. "O, dilediğini doğru yola iletir." İnsanları' hidayete eriştirmek Allah'a ait olduğundan, O'nun dilemesi olmadan kimse doğru yola giremez. Âyetteki çağrı ile doğru yola iletme arasında bir ilişki vardır. Allah'ın esenlik yurduna olan çağrısına uyup, gönlünü ona çevirenleri Allah da doğru yola iletir. İnsan gönlünde böyle bir oluşum olmadan ilâhî dilemeye ulaşamaz. Yani bir anlamda Allah, hak etmeyen insanları doğru yola iletmez demektir. Bu izahımızın ardından "Allah'ın hidâyet etmesi ve dalâlette bı­rakmasından" söz eden diğer âyetlerde olduğu gibi tefsirini yaptığımız Yûnus sûresinin 25. âyetine de "Allah, dileyeni doğru yola iletir" anla­mını vermemizin daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insan iradesini hidayet ve dalalet noktasında serbest bırakmış, dileyen inkar etsin, dileyen iman etsin (Kehf 18/29) diye onlara inanç hürriyeti bağışlamıştır. Dolayısıyla Kur'an'da bu konuyla ilgili âyetlerin izahında âyetleri, özellikle kulun iradesini öne çıkartacak şekilde yorumlamanın, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Bu âyetten sonra gelen âyetlerde de iyilik yapanlara daha güzelinin verileceği; kötü­lük işleyenlere de işlediklerinin tam karşılığının verileceği ifade edilerek fiiller daima insana nisbet edilmektedir.

Doğru yolun sonu "esenlik yurdu"dur. Böylece esenlik yurduna giden yola "sırât-ı müstakim" (doğru yol) denmektedir. Doğru yol maddî anlamda bir yol olmadığı için, o yolu oluşturan insanın aklı, imanı ve amelleridir. O yoldan ancak aklını kullanıp iman eden, düşünen ve Al­lah'ın emir ve yasaklarını yerine getirenler gidebilir. Esenlik yurduna giden doğru yol hangi amellerden oluşmaktadır?

Tevhid inancına sahip olmak, ana babaya iyilik etmek, çocukları fakirlik korkusu ile öldürmemek, gizli ve aşikâr fuhuştan kaçınmak, hiç­bir cana kıymamak (En'âm 6/151), yetim malına yaklaşmamak, ölçü ve tartıyı adaletle yapmak, söz söylerken yakının bile olsa doğruyu söyle­mek, Allah'a verilen sözü yerine getirmek (En'âm 6/152).

Allah'ın indirdiğini hak olarak bilmek, aklını kullanıp düşünmek, Allah'ın ahdini yerine getirmek, yaptığı antlaşmayı bozmamak, sıla-i rahim yapmak yani ana babasını, yakınlarını, komşularını ziyaret etmek, Allah'a saygı duymak, kıyametin hesabından korkmak, Allah rızâsı için sabretmek, namazını kılmak, Allah'ın verdiği nimetlerden gizli ve aşikâr infak etmek, kötülüğü iyilikle defetmek (Ra'd 13/19-22). Bu ameller doğru yolu oluşturmaktadır (En'âm 6/153). Bunlar aklın, düşüncenin ve takvanın yoludur (En'âm 6/151-153). [24]

 

Güzel Ameller:

 

26. Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de da­ha fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara leke bu­laşır ne de bir zillet. İşte onlar cennet ehlidirler. Ve on­lar, orada ebedi kalacaklardır.

Âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Güzel davranışlara daha güzel karşı­lık, bir de fazlası vardır." Güzel davranış burada el-ihsân kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu davranışı gerçekleştiren kimselere de el-muhsin denmektedir. Hz. Peygamber ihsanın ne olduğunu açıklamıştır: "İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görmektedir"[25]. İhsan her arı Allah'ı yanında hissederek davranmaktır. İhsan kavramının kapsamına giren ameller Kur'an'da anlatılmakta ve bunları gerçekleştirenlere de muhsin denmektedir. Meselâ hem bolluk hem de darlıkta infak etmek, öfkesini yenmek ve insanları affetmek ihsanın kapsamına girmektedir (Âl-i İmrân 3/134). Bu amelleri gerçekleştiren kişiyi Allah sevmektedir Demek ki muhsin Allah'ın sevdiği mümindir.

Muhsin Allah'ın beraberliğini ilân ettiği amellerin üreticisi mü­mindir (Ankebût 29/69). Âyeti bir önceki âyetle bağlantılı olarak açık­larsak, Allah'ın çağırdığı esenlik yurduna lâyık olacak doğru yolun a-mellerini üretmek ihsan, yani güzel amelleri gerçekleştirmektir.Âyetii bu kısmından şu neticeyi çıkartmak mümkündür: İyiliğe dengi olan bir iyilikle mukabele edildiği halde daha fazlası da verilebilir. Ama suça karşılık denk bir ceza olur, fazlası olamaz. Suçun cezasında aranan bu denkliği Şûra sûresinin 40. "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" ve En'âm sûresinin 160. "Kim kötülük getirirse, sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır" âyetinde buluyoruz Bu hususu hukukla bağlantılandırırsak önemli bir ilkeyi yakalamış oluruz. Hukukta cezalar suça denk olmalıdır. Hangi suça hangi cezanın verileceğini tesbit etmek zordur, fakat denklik asla unutulmaması gereken bir husustur.

Diğer taraftan iyi bir amele verilecek ödül, denk olacağı gibi fazla da olabilir. İyi bir amele fazlasının verilmesini öngören âyetler de vardır: "Kim bir iyilik getiriirse, ona getirdiğinin on katı vardır" (En'âm 6/160). "Kim bir iyilik getiririrse, ona daha iyisi vardır" (Nemi 27/89). Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 26. âyetindeki ziyâde kelimesi "daha iyisi, fazlası, on katı" anlamına gelmektedir. İyiliğin karşılığı denk bir iyilik olduğu halde fazlası ne olabilir? Bize göre bunlar Allah'ın sevgisi (Âl-i İmrân 3/134), Allah'ın beraberliğidir (Ankebût 29/69). Güzel amellere karşılık cennet­ler verilirken fazlalığı da akla hayale gelmeyecek nimetler olabilir.

2. "Onîann yüzlerine ne bir kara leke bulaşır ne de bir zillet! Onlar cennet ehlidir­ler, ve onlar, orada ebedî kalacaklardır." Âyetin bu kısmında geçen el-kater kelimesi "toz" anlamına gelmektedir. Kelimenin çeşitli kalıpla­rının farklı anlamları vardır. Katera kalıbı et ile kullanılınca "et ve bunun gibi maddelerin kokusunun yayılması"; şey kelimesi ile kullanı­lınca "bir şeyi diğerine yanaştırmak; zırhı çivileyip uçlarıyla perçinle­mek; bir şeye daima bağlı kalmak; tahmin ve takdir etmek; avcının av yerinde siperlenmesi"; kattera "kebabın kokusunun yayılması, birini gübrenin üzerine yıkmak"; tekattera "öfkelenip kabarmak, birine tuzak ve hile kurmak; bir şeyden uzaklaşmak, ayrılmak"; katerah de "korku veya kederden gözünün önünü kaplayan toz" anlamlarına gelmektedir.

 

Kater Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Fakir. "üzengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir" (Bakara 2/236). Bu âyette el-
muktir kalıbında yer almaktadır.

2) Cimri.  "İnsanoğlu pek cimridir" (İsrâ 17/100). Bu âyette el-katûr kalıbında gelmiş, "eli sıkı" anlamını ifade et­mektedir.

3) Hüzün, karanlık. "Yine o gün birta­kım yüzlere de toz-toprak kapanacak, hüzünden kapkara kesilecektir" (Abese 80/40-41).

Yûnus sûresinin 26. âyetinde de bu kelime, "kapkara kesilmek" anlamına gelmektedir. İhsan seviyesinde iyilik yapan insanların yüzünde hüzünden ötürü karartı olmayacaktır. Ayrıca onların yüzünde zillet ifa­desi de olmayacaktır. İnsanların bu dünyadaki amelleri yüzlerine yansı­yacaktır. İyi ameller ışık halinde, kötü ameller de zillet, hüzün ve karan­lık olarak yansıyacaktır. Yüzler yapılan amellerin şekline bürünecek ve yüzlerinden anlaşılacaktır.

Âl-i İmrân sûresinin 106-107. âyetlerinde bu durum açıklanmıştı. Onların yüzünde hüznün oluşturduğu karanlığın olmamasının anlamı yüzlerinin parlaması demektir. Bu da ilâve bir iyilik olabilir. İyi ve ya­rarlı işler yapanların, Kur'an'dan öğüt alanların (Abese 80/12, 38-39), âhireti dünyaya tercih edenlerin (Kıyâme 75/20-23), iyilerin (Mutaffıfîn 83/24) bütün bu insanların yüzü parlayacaktır. Fetih sûresinin 29. âyeti­ne göre bu dünyada bile namaz kılanın yüzüne secdenin izi yansıyacak­tır.

Bu amelleri gerçekleştirenler cennet ehli olacak ve orada ebedî o-larak kalacaklardır. Buradaki ödül ile, âyetin başındaki iyilik ve fazlası, insanları iyi davranışa teşvik etmek için konan ödüllerdir. Yapılan bir iyiliğin, işlenen bir amelin yerde kalmayacağını, değerlendirmeye tâbi tutulacağını vurgulayan Allah, insanlara da yapılan her amelin değerlen- dirilmesi ilkesini kazandırmaktadır. Başarıların ödüllendirilmediği top­lumlarda ilerleme kaydetmek mümkün değildir.[26]

 

Suça Denk Ceza:

 

27. Kötülük kazananlara ise kötülüğe denk ceza vardır.

Ama yüzlerini bir zillet de kaplar. Onları Allah 'tan kur­taracak kimse yoktur. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürümüştür. İşte onlar da cehen­nem ehlidir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

Bu âyeti, bir önceki âyetin devamı durumunda olmasına rağmen, ayrı bir başlık altında ele almayı uygun bulduk. Her iki âyet de iman edip iyi işler yapanlarla kötü işler işleyenleri mukayese etmektedir. Bu mukayese ile Allah insanların önüne iki farklı tablo koymaktadır. Birin­cisinde teşvik, ikincisinde de caydırıcılık vardır.

1. "Kötülük kazananlara ise kö­tülüğe denk ceza vardır." Kötülüğe denk ceza vardır. Allah ceza huku­kunun en önemli ilkesini burada koymakta ve dünyevî hukuk bakımın­dan suça denk bir cezanın verilmesini öğretirken, uhrevî hukuk bakımın­dan da günaha denk bir ceza olacağını da gündeme getirmektedir. Bu ilke ile Kur'an modern ceza hukukunun temel ilkesini koymak­tadır. Zulme kaçmadan suça denk bir cezanın tesbit edilmesi çok zor bir uğraşıdır. Bu, belki de ceza hukukunun en zor konularından birini teşkil etmektedir. "Kötülük kazananlara ise kötülüğe denk ceza vardır." Âyet­teki kötülük kavramı hukukta "suç", din dilinde ise "günah" anlamına gelir.

26. âyette iyi davranışlar için vaad edilen kat kat ödülün tam tersi­ne suçun karşılığında denklik istenmektedir. Şimdi günaha denk bir ceza konusuna örnek getirmek gerekir. Aksi takdirde bu ilke boşlukta kalır "Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kör olacaktır" (İsrâ 17/72). Dünyadaki körlük gönül gözü körlüğüdür. Bu dünyada kalbi kör olan, öteki dünyada da kör olma cezası ile cezalandırı­lacaktır.

Allah'ın âyetlerini bu dünyada unutan kimse öteki dünyada unu­tulma cezası ile karşı karşıya kalacaktır. Allah'ın unutması, onun kör olarak haşrolmasına sebep olacaktır. "Kim beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim' der. Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları u-nuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun" (Tâhâ 20/124-126).

Ayetlerde, Allah'ı anmaktan yüz çevirmenin dünyevî cezası "dar bir hayat sürmek" olurken, uhrevî cezası da kör olarak haşrolmak anla­mına gelen unutulmaktır. İnsanın eyleminin cezasının bir kısmı bu dün­yada, diğer kısmı da âhirette verilmektedir.

Dünyevî hukuk bakımından da suça denk bir karşılık verme konu­sunda örnek verilebilir: "Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürünüz. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarınız" (Bakara 2/191); "Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın" (Tevbe 9/36). Öldürmeye teşebbüs edene nefis müdafaası olarak öldürmek, yurdundan çıkarana da denk ceza olarak çıkart­mak vardır.

"Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, ku­lağa kulak, dişe diş" (Mâide 5/45). Bu da Tevrat'ın dünyevî cezadaki denkliğine bir örnek teşkil etmektedir. Önemli olan cezada aşırılığa kaçmamaktır.

2. Allah kuluna kötülük işletir mi? Âyetin ilk kısmında geçen kesebû fiilinin faili insandır. 26. âyette ki ahsenû fiilinin faili de insandır. Demek ki kötü fiili işleyen insandır. Allah insana iyi amel işle buyururken, onun kötü fiili işlemesine sebep olmaz, yani ona kötü fiili işletmez. İnsan kendi irade ve seçeneğine göre kötülüğü yapar ve ardın­dan da sorumlu tutulur. Eğer Allah kötülüğü insana işletmiş olsaydı hem zalim olurdu hem de onu sorumlu tutamazdı.

Onun içindir ki Zümer sûresinin 59. âyetinde şöyle buyurulur: "Hayır, âyetlerin sana geldi de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkarcılardan oldun." Ya­lanlayan, kibirlenen ve inkâr eden insandır. Allah kulunu yalancı yapmaz, kibirlendirmez ve kâfir de yapmaz. Onun için âyette bunları sen yaptın deniyor.

3. Cezanın bir kısmı da zillettir. "Onları zillet kaplaya­caktır." Âyetin bu kısmında geçen j»y terhaku kelimesi rahika fiilinden türemiştir ve "ahmak ve cahil olmak; günaha dalmak, işlemek; yalan söylemek; yaklaşmak, yetişmek"; sefer kelimesi ile kullanılınca "vakti gelmek; bir şeyi bürümek; gücü yetmeyeceği şeyi yüklenmek"; terheka "acele ettirmek; namazı son dakikaya kadar ertelemek" mâ­nalarına gelmektedir.

 

Rahk Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Zorlamak, güçlük çıkarmak. "Musa: 'Unuttuğum şeyden dolayı beni sorgulama; işimde bana

güçlük çıkarma!' dedi" (Kehf 18/73). "Ben onu sarp bir yo­kuşa zorlayacağım" (Müddessir 74/17).

2) Acı vermek. "Erkek çocuğa gelince, ana babası mümin kimselerdi. Taşkınlıkları ve inkarcı eğilimleriyle onlara çok derin acılar vereceği yolunda kaygı verici belir­tiler görmüştük" (Kehf 18/80).

3) Taşkınlık. "Onların taşkınlıklarını artırırlardı" (Cin 72/6).

4) Haksızlık. "Artık ne bir eksikliğe uğratılma-sından ne de haksızlık edilmesinden korkar" (Cin 72/13).

Söz konusu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "bü-rümek" anlamına gelmekte ve Kur'an'da da genel olarak bu anlamda kullanılmaktadır (Abese 80/41; Kalem 68/43; Meâric 70/44). Kötülük yapanlara amellerine denk ceza verilecek ve onları bir zillet bürüyecek-tir. Zillet, duyulan psikolojik durumun yüze ve hareketlere yansımasıdır.

ez-Zillet "hor ve hakir olmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin tanımını verebilmek için Nemi sûresinin 37. âyetine bakmak gerekir. "Onlara dön (ve de ki): İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları kesinlikle hor ve hakir halde oradan çıkarırız." Demek ki savaşta mağlûp olan toplumun memleketini terkederken büründükleri tavra zillet denmektedir. Demek ki dünyada kötülük işlemeye devam edenleri, dünya ve âhirette hor ve hakirlik denen zillet bürüyecektir.

3. "Onları Allah'a karşı savunacak kimse yoktur." Allah'ın onlara takdir ettiği cezanın uygulamasından, onlan koruyacak kimsenin olmadığı âyette vurgulanmaktır. Onlara şefaat ve yardımda bulunacak kimse yoktur. Çünkü onlar o kadar hor ve hakii durumda olacaklardır ki kimse onları kurtarma teşebbüsünde dahi bulunamayacaktır.

"Korumak, sığınmak" anlamına gelen 'aseme kelimesinir ism-i fail sîgası olan 'âsim şekli, "koruyan, yardım eden" demek tedir. Geniş açıklaması Âl-i İmrân sûresinin 101. âyetinde yapıldı bu kelimesinin özet olarak Kur'an'daki mânaları şunlardır: Korumak (Mâide 5/67), sımsıkı sarılmak (Âl-i İmrân 3/103), sakınmak (Yûsuf 12/32), savunmak (Yûnus 10/27), kurtuluş (Hûd 11/43), nikâh bağı (Mümtehine 60/10), kurtarmak (Mü'min 40/33), sığınmak (Âl-i İmrân 3/101).

Yûnus sûresinin 27. âyetinde bu kelime, "savunmak" anlamına gelmektedir. Dünyada suç işleyen kişi kendisini savunacak bir avukat tutar, çünkü suçlu kişi, hukuku yanıltmak istemektedir. Fakat Allah'ın huzurunda suçlu, ya da günahkâr insanları savunacak bir avukatın tutul­ması imkânsızdır. İlâhî huzurda hukuk yanıltılamaz. Allah bütün yapı­lanları bilmektedir.

4. "Onların yüzleri sanki ka-ranlık geceden bir parçaya bürünmüştür." Onların böyle bir duruma neden geldikleri sorusu cevaplandırılırken, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz âyette genel bir ifade buluyoruz: "Kötülük yapmak." Kur'an'ın geneline baktığımız zaman bu kötülüğün açıklamasını bulabiliyoruz.

a) İmandan sonra inkâra dönmek. İrtidat etmek anlamında kâfirle­rin yüzleri gece karanlığı rengine bürünecektir,  "Yüzleri kararanlara (şöyle söylenecek): İmanınızdan sonra kâfir mi oldunuz?" (Âl-i İmrân 3/106). Bu âyet imandan inkâra dönenle­rin âhiret yüzlerinin simsiyah olacağı bildirilmektedir.

b) Yalan söylemek. "Kıyamet  gününde  Allah   hakkında  yalan   söyleyenlerin  yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün " (Zümer 39/60).

c) Suç işlemek. "Suçlular simalarından tanınır" (Rahman 55/41).

Allah, dünyada suç işleyen mücrimlerin mahşerde simalarından tanınacağını bildirmektedir. Mücrim (suçlu) kimdir? Kur'an'ın Hz. Mu-hammed tarafından uydurulduğunu söyleyenler (Hûd 11/35), Allah'a iftirada bulunan veya O'nun âyetlerini yalanlayanlar (Yûnus 10/17), i-nanmayanlar ve iyi amel işlemeyenler (Secde 32/12), Allah'a karşı ulu­luk taslayanlar, Peygamber'i rahatsız edenler (Duhân 44/19-22), Hz. Peygamber'i yalanlayanlar (En'âm 6/147), Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlara kibirlenenler (A'râf 7/40), cinsi sapıklar (A'râf 7/80-84), Pey­gamber'i ve ona inananları uğursuz sayıp iyiliği kendilerine kötülüğü de Hz. Peygamber'e ve ardaşlarına yükleyenler, hiçbir mucizeye inanma­yanlar (A'râf 7/131-133), zulmedip refahın peşine düşenler (Hûd 11/116), kendilerinin hiçbir zeval bulmayacağına dair yemin edip Al­lah'ın dinine ve Peygamberi'ne karşı hile kuranlar (İbrahim 14/43-49), Peygamber'le alay edenler (Hicr 15/11-12), Allah ile karşılaşmayı um-mayanlar, meleklerin kendilerine inmesini isteyenler, Rablerini görmek isteyenler, kendi içlerinde kibirlenip aşın gidenler (Furkân 25/21-22), kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığında yüz çevirenler (Secde 32/22); işte bütün bunlar mücrimlerdir, yani suçlulardır.

Bu insanların yüzü karanlık gecenin bir parçası ile örtünmüş gibi olacaktır. İnkârları, yalanlamaları, alayları ve kötü amelleri yüzlerine yansıyacak ve böyle tanınmış olacaklardır.

5. "İşte onlar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Bir önceki âyette iyiliği, güzelliği üretenlerin cennete gidip orada ebedî kalacakları müjdelendikten sonra, bu âyette kötülüğü davranışlarıyla besleyenlerin cehennem ehli olacağı­na dikkat çekilmektedir. Mukayese şeklinde verilen bu metot eğitim için etkili olmaktadır. İnsanın ruhunda bir ritim psikolojisi oluşturulmaktadır.

Cennet insanın ruhuna bir ferahlık verirken, cehennem de bir ger­ginlik meydana getirmektedir. Dinde korku ile ümit arasında bir orta çizgi, denge oluşturulmak istenmektedir. Ancak bu sayede insan dünyayı ve âhiret yurdunun anlamını doğru kavramış olur.

İnsanlara cehennemin alternatifi olarak cennet sunulmazsa onlarda karamsarlık meydana gelir. Cennet anlatılırken de cehennem dile getirilmezse aşırı iyimserlik insanı kibre götürür. Aşırılıklara kaçmadan orta yolu izleyebilmek için Allah ikisini birlikte sunmaktadır. Bu haliyle Yûnus sûresinin 27. âyetinde caydırıcı bir amacın olduğu da görülmek­tedir.

Din eğitimi açısından bakınca önce cennetin ele alınması gerekir. İnsanları kötümserliğe düşürmemek için müjdelemek daha etkili bir yol-dur. Din âlimleri mesajlarını müjdeci bir yöntemle anlatırlarsa daha bir­leştirici olurlar.[27]

 

Mahşer:

 

28.O gün onları hep bir araya toplarız, sonra şirk ko­şanlara:  "Haydi siz ve ortak koştuklarınız, yerlerini­ze! " deriz. Artık aralarını açmışızdır. Koştukları ortak­lar: "Siz sadece bize tapmıyordunuz ki" demektedirler.

29.Bu yüzden bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz sizin tapmanızdan tamamen ha­
bersizdik.

Bu âyetin önceki iki âyetle ilişkisi vardır. İyiyi ve doğruyu yapan­larla, kötüyü işleyenler bir araya gelecekler. Bu toplanmanın amacı âye­tin devamında anlatılmaktadır.

1. "O gün onları hep bir araya toplarız, sonra şirk koşanlara: 'Haydi siz ve ortak koştuklarınız yerlerinize!' deriz. Artık aralarını açmışızdır." Mahşer gününde Allah insanlara tapanlarla, taptıklarını birbirinden ayı­racak ve herkes kendi özel yerini alacaktır. Bu düzenleme sorgulamakiçin yapılacaktır. Sorgulama Yûnus sûresinin 18. âyetinin üzerinde cere­yan edecektir: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şey­lere tapıyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde' diyorlar." "İşte onlar bizim şefaatçilerimizdir" ifadesi, şirkin ortasında olduklarını göstermektedir.

Şürekâ' kelimesi "ulûhiyyette ortak oldukları zannedilen, gerçek veya hayalî varlık veya güçleri" ifade etmektedir. En'âm sûresi­nin 22. âyetinde âhirette müşrikler bir araya getirildiğinde: "Sonra (biz), ortak koşanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz." Âyette geçen tez'umûn "boş yere davasını gütmek" anlamına geldiği gibi, "tahayyül etmek" mânasına da gelmektedir.

Âyetin bu kısmında geçen mekâneküm kelimesi "yerinizde kalınız" demektir. Bu ifadede Muhammed Esed'in dediği gibi bir aşağı­lama, bir tehdit vardır. Müşriklere ve onların eş koştuğu tanrılara "bu" söyleneceğine göre, onların dünyada vakti ile canlı olup da sonradan ölenlere tapmakta oldukları anlaşılmaktadır. Orada müşrikler ile sahte tanrıları birbirinden ayrılacaktır. Bu ayrılık onlara neyi anlatacaktır?

a) "Yalan ve hayal peşinde koştuklarını..." "Bakınız, onlar kendi kendilerine nasıl yalan söyle­mişler ve dayanıksız hayalleri onları nasıl yüzüstü bırakmış!" (En'âm 6/24).  Onların boş hayalleri kendilerini yüzüstü bırakacaktır. Başka bir ifade ile "Uydurmakta oldukları şeyler de onları terkedip kaybolmuştur" (Yûnus 10/30).

b) "Sahte tanrı uydurduklarını..." "İşte onlar kendilerini ziyana uğrattılar. Uydurmakta oldukları
şeyler kendilerinden kaybolup gitti" (Hûd 11/21). "O gün Allah'a teslim (bayrağını) çekerler ve uydukları
sahte tanrılar onlardan kaybolup gider" (Nahl 16/87).

c)"Hakikatin Allah'a ait olduğunu..." "O gün her ümmetten bir şahit çıkarır (müşriklere): 'Kesin delilinizi getiriniz' deriz! O zaman bilirler ki hakikat Allah 'a aittir ve uydurageldikleri şeyler de (sahte tanrılar) ken­dilerinden ayrılıp kaybolmuştur" (Kasas 28/75).

2. "Ve on/arm ortakları derler ki: Siz yalnız bize tapınmıyordunuz." Dünyada onlara tapındıkları halde, bu sahte tanrıları onlara niçin bu şekilde konuşacaktır?

a) Bu dünyada tapındıkları o varlıkların, güçlerin ve putların bun­dan haberleri yoktu. Tapınmalarından haberi olmayanlara tapınıyorlardı.

b) Müşrikler aslında sahte taunlara tapmıyorlar, kendi nefislerine, hayallerine, sahte fikirlerine, ihtiraslarına tapıyorlardı. Hayalleri ve ihti­rasları onlara tabiat güçlerine, azizlere ve peygamberlere tapınmalarını emrediyordu. Dıştaki tanrılar aslında onların içindeki tanrıların yansıma­sından başka bir şey değildi.

c) Mahşerde Allah meleklere şu soruyu yöneltecektir: "Size tapanlar bunlar mıydı?" (Sebe 34/40). Melekler de şu cevabı vereceklerdir: "Hayır, aksine onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı derler" (Sebe 34/41). Cinlere tapan insanların tapınmasından cinlerin haberi olur mu? Aslında buradaki cin kavramı tabiatın görünmeyen güçlerini ifade etmektedir. Demek ki müş­riklerin dünyada taptıkları sahte tanrıları, âhirette onların kulluğunu red­dedecektir. İşte o zaman müşriklerin hali perişan olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki bu âyet hayatını, öldükten sonra diril­meyi, orada toplanmayı gündeme getirerek dinin âhirete iman boyutunu koymaktadır. Felsefî sistemlerin âhiret hayatı olmadığından bunlar din olamazlar. Bu âyette âhirette cereyan edecek olan toplanıp ayrılmanın müşrikler arasında olacağına dikkat çekilmektedir. Tanrıları tarafından kulluğa kabul edilmeyen müşriklerin durumu ele alınarak dünyada ken­dilerine çekidüzen vermeleri istenmektedir.

3. "Bu yüzden bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." Müşriklerin taptıkları sahte tanrılar, onların onlara
tapıp tapmadıklarına dair meselenin çözümünde Allah'ı şahit olarak koymaktadırlar. Çünkü bu konu Kur'an'ın çeşitli âyetlerinde ele alın­makta, tapınılanlara da soru yöneltilmektedir:

a)  "Ve işte o zaman Allah: 'Ey Meryem oğlu Isa! İnsanlara beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı edininiz' diye sen mi dedin? buyurdu. Hz. İsa: Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyle-seydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilemem. Gaybı eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim. İçlerinde bulunduğum müd­detçe onlar üzerine de kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde, gözetleyici yalnız sen oldun, sen her şeyi hakkı ile görensin" (Mâide5/116-117).

Hıristiyanlar Hz. İsa ile Hz. Meryem'i tanrı edinince, Allah Hz. İ-sa'yı sorgulayarak, şirkte onun dahli olup olmadığını sordu. Hz. İsa da bunda dahlinin olmadığı konusunda yine Allah'ı şahit tutmaktadır.

Şimdi bu âyetlerden hareket edip Yûnus sûresinin 28-29. âyetleri­ne gidersek, mahşerde Hz. İsa ve Hz. Meryem ile onları tanrı edinenlerin arası ayrılacak olduğu esasına varırız. Hem Hz. İsa hem de Hz. Meryem, kendilerine tapanlara "Siz bize tapmıyordunuz" (âyet: 28); ekşitil "Biz sizin tapmanızdan tamamen habersizdik" (âyet: 29), "Şahit olarak Allah yeter" (âyet: 29) diyeceklerdir.

b) Aynı soru müşriklerin taptıkları diğer tanrılarına sorulacaktır:

"O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki, 'Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?' Onlar: 'Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (seni) anmayı unuttular ve helaki hak eden bir toplum oldular' derler" (Fuvkân 25/17-18). c) Bu sorgulama meleklere de yapılacaktır. Yukarıda Sebe' sûresi­nin 40-41. âyetlerin nakledilmişti. İster melekler, ister peygamberler ve isterse normal insanlar olsun dünyada veya öldükten sonra kendilerine tapınanlar arasında âhirette Allah'ı şahit tutarken kendilerine tapanlara şöyle diyecekler:

4. "Şüphesiz ki biz sizin bize tapmanızdan tamamen habersizdik." Madem ki şerikleri âhirette onlarla konuşacak, o zaman onların dünyada insan oldukları ortaya çıkmaktadır. Meselâ me­zardaki bir ölüye gidip ondan yardım dilemek şirktir. Mahşerde, orada yatan insan Allah'ın huzurunda onların tapınmalarından haberi olmadı­ğını söyleyecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yûnus sûresinin 28-29. âyetleri günü­müzde tevhid inancının çok hassas bir meselesine dokunmakta ve din eğitimcilerine ne ile mücadele vereceklerine açıklık getirmektedir.

Din âlimi ve görevlileri saygı ile tapınmanın farkını iyi anlatmalı­dırlar. Çünkü insanlar saygı gösteriyor diye tapınıyorlar. Saygı ile ta­pınmayı karıştırıyorlar. Saygı gösteriyorlar diye peygamberlerini, azizle­ri, âlimleri ve büyük insanları tannlaştırıyorlar. Kur'an'ın dikkat çektiği bu konu, halen günümüzde devam etmektedir.

İlâhîyat eğitimde insanların şirke nasıl düştükleri en ince noktala­rına kadar irdelenmesi gerekir. "Keyfini tanrı edinen ve Al­lah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözü­nün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?" (Câsiye 45/23) şeklin­deki âyetin de ifade ettiği üzere insanın kendi nefsini tanrı edinme ihti­mali olduğuna göre, aşikâr ve gizli şirkin insanın gönlüne nasıl sızdığı anlatılmalıdır. Madem ki bütün peygamberlerin merkezî mücadelesini şirk teşkil ediyor, o zaman ilahiyat bilginlerinin ve onların yetiştirdikleri ilâhiyatçıların merkezî faaliyetleri şirkle mücadele olmalıdır. Çünkü şirk insan ile Allah arasındaki ilişkileri bozmaktadır. [28]

 

Eden Bulur:

 

30. İşte orada her can, geçmişte yaptıklarını karşısında bulur (dener). Gerçek sahipleri olan Allah'a döndürü­lürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider.

Bu âyet önceki iki âyetin devamı durumundadır ve dördüncü âye­tin başında geçen "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" ifadesinin de de­vamı niteliğindedir. Ayrıca 23. âyette geçen "Sonunda dönüşünüz bize­dir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz" ifadesinin başka bir konu içinde yeniden gündeme getirildiği görülmektedir. Bu üç âyet Yûnus sûresinin buraya kadar anlatılan konularını birbirine bağla­makta ve insanın amellerini âhiret hayatına kadar uzatmaktadır. Bu iliş­kiler sistemini kurduktan sonra âyetin analizine geçebiliriz.

1. "İşte orada her can, geçmişte yaptıklarını karşısında bulur (dener)." Âyetin bu kısmında geçen \jfe teblû kelimesine âlimler farklı mânalar vermişlerdir. Biz bu mânaları ayrı ayrı naklederek açıklamamızı onlara göre yapacağız.

a) Teblû kelimesi "imtihan olur" anlamına alınmıştır. Mücâhid"ondan sınanır, imtihan verir" şeklinde verdiği bu mânayı alırsak "ta­dar", yani önceden gönderdiği amelin karşılığını orada tecrübe etmek mahiyetinde tadacaktır, anlamı söz konusu olur.

b) Kelbî teblû kelimesine "bilir" mânasını vermiştir. Kelbî'nin açıklamasını, Hakka sûresinin 19-20. âyetleriyle açıklamak mümkündür: "Kitabı sağ tara­fından verilen: 'Alınız, kitabımı okuyunuz, doğrusu ben, hesabımla kar­şılaşacağımı biliyordum' der." Demek ki Yûnus sûresinin 30. âyetindeki teblû, Hakka sûresinin 20. âyetinde c^ zanentü "biliyordum" şeklinde yer almaktadır. O zaman Yûnus sûresinin 30. âyetinin mânası: "Her can, geçmişte yaptıklarını bilir" şeklinde olacaktır.

c) teblû kelimesine "kabul eder, teslim eder" anlamı da veril­miştir. Bu mânayı Kurtubî nakletmekte, ama bu anlamı kimin verdiğini söylememektedir. Bu mânanın doğru olup olamayacağını kendisinden önce gelen iki âyetten anlayabiliriz: Meselâ Yûnus sûresinin 28. Âyetinin sonu şöyle idi: "Siz bize ibadet etmiyordunuz", 29. Âyetin sonu da şöyledir: "Biz sizin bize tapmanızdan haber­sizdik. " Müşrikler, taptıkları tanrılarının bu sözlerini kabul edip doğru­luğunu teslim edeceklerdir. Ama "her can" kelimesi 30. âyette yer aldı­ğından dolayı bunu, sadece müşrikler değil bütün canlar yapacaktır. O zaman Yûnus sûresinin 26 ve 27. âyetlerini de açıklamanın içine almak gerekiyor. Güzeli işleyenler (âyet: 26), kötüyü işleyenler (âyet: 27), sah­te tanrılara tapan müşrikler (âyet: 28-29) herkes yaptığını mahşerde ka­bul edip amel defterindeki sevap ve günahının doğruluğunu teslim ede­cektir.

d) Bazı âlimler, meselâ Hamza ve Kisâî bu âyetteki teblû ke­limesini tetlû şeklinde okumuşlardır. Bu durumda mânası "okumak"olur. Bunun doğru olup olmadığını ispat edebilmek için İsrâ sûresinin 13-14. âyetlerine bakmak gerekir: "Her insanın amelini boynuna bağladık. Biz onu, insan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap olarak çıkartırız (ve ona deriz ki): 'Kitabını oku!' Bugün hesap sorucu olarak nefsin yeter."

Demek ki Allah mahşerde "Kitabını oku!" emrini insana verecek­tir. Tabii ki, insan da onu okuyacaktır. Bu âyetlerden hareket edersek Yûnus sûresinin 30. âyetinin birinci bölümüne şöyle mâna verilebilir. "Her can orada geçmişte yaptıklarını okuyacaktır."

e) Teblû kelimesinin "peşinden gider" anlamına da geldiğini söyleyenler olmuştur[29]. İnsanı cennete veya cehen- neme götürecek olan amelleridir. Ameli önde gidecek, kendisi de arka­sından takip edecektir. Meselâ iman edip iyi ameller işleyenlerin amelle­ri mahşerde ışığa dönüşecek ve onlar o ışığın ardından yollarını bulup gideceklerdir.

"Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydın­latıp giderken gördüğün günde!" (Hadîd 57/12) âyetinden hareket ede­rek Yûnus sûresinin 30. âyetine şu mâna verilebilir: "Her can orada geçmişte yaptıklarını takip edip peşinden gidecektir."

Bu mânalar bir araya getirilirse şu netice çıkartılabilir: Dünyada insanların yaptıkları ameller kaybolmamaktadır. Onlar çeşitli şekilde kayıt altına alınmakta olduğundan mahşerde kişinin önüne konacak ve onu okuyacak, kendi kendine değerlendirecek, sonra onun peşine takılıp cehenneme veya cennete gidip neticesini tadacaktır. Böylece âyet, insan-amel ilişkisine dikkat çekerek, âhiret hayatının varlığını ve ona inanma­nın gerekliliğini öğretmektedir. Özel mânada müşriklerin, orada bu dün­yada taptıkları sahte tanrıları tarafından yalanlanıp terkedildiklerini gö­rünce, yanlışlarını anlayıp itiraf edeceklerdir. Bu anlatımda iyi amele teşvik, kötü amelden de caydırma vardır.

2. "Gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler." Önceden gelmiş oldukları yere döndürülmeleri, meselesine birkaç mâna vermek gerekiyor:

a) "Gerçek sahipleri olan Allah'a..." ifadesinden anlıyoruz ki, insan yaratılırken, onun ruhu Allah'ı bulup inanacak şekil­de programlanmıştır. Dünyaya geldikten sonra, yanlış eğitim ve yanlış felsefeler o programı bozan virüsler olmuşlardır. O virüsler insanı Al­lah'tan uzaklaştırmaktadır. İnsan mahşerde bunun yanlışlığını anlayacak, yaratılışındaki programın gereğine dönecek veya döndürülecektir. Bu­nun açıklaması A'râf sûresinin 172. âyetinde yapıldı.

b) "Gerçek sahibi" ifadesinden anladığımız başka bir şey vardır: İnsan kendisine sahip olacak, yani kendisini kötülüklerden koruyacak, iyiliklere götürecek birini arar. Bu arayış içinde bazan sahte tanrılara
yönelir, onlardan yardım umar. Bu bir nevi sığınma, sahiplenilme psikolojisinin bir tezahürü ola­rak ortaya çıkar. Dünyada gerçek sahibini (mevlâ) bulamayanlar yolları­nı kaybedip şirke veya inkâra düşerler, sonunda Mahşerde gerçek sahip­lerine götürülürler. Bu kişiler bir taraftan gerçek sahiplerini bulacak, diğer taraftan da kendileri hakkında hüküm verecek olanın sadece Allah olduğunu anlayacaklar, bir taraftan Hz. Peygamber'in "fıtrat" dediği halk dilinde "elest bezmi" denen ilk saf inancına dönecek, diğer taraftan da gerçek sahibini tanıyacaklardır.

Âyet, insana "gerçek sahibi"ni, doğasındaki saf inanç duygusunu harekete geçirmesini amaç olarak koymaktadır. Aynı zamanda din eği­timinin hedefini belirlemektedir. İnsanlara gerçek sahiplerini tanıtmak, sahiplenilme, sığınma duygularını ve onun meydana getirdiği arayışları doğru olarak tatmin etmeyi ödev olarak vermektedir.

3. "Uydurmakta oldukları şeyler de onları terkedip kaybolmuştur." Müşriklerin dünyada kendilerini sahiplenmesin­ler diye sığındıkları ve Allah'a eş koştukları sahte tanrılar, yani o sahte tanrılarım oluşturan sahte hayalleri onları terkedip gidecektir. Buradaki terkedip gitmeyi iki anlamda yorumlamak mümkündür:

a) İnsan mahşerde gerçek sahibini bulunca dünyadaki sahte tanrı­larını atacaktır. Onların, yalan hayallerin ürünü olduğunu anlayacak ve gönlünden çıkacaktır. Çünkü artık o kişi fıtratının gereği olan saf inancı yakalamıştır.

b) Sahte tanrılar, kendilerini yüzüstü bırakıp gideceklerdir:  

 "İş kesinleşince Şeytan diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir yaptırımım yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayınız, kendinizi kınayınız. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22).

Sahte tanrılardan biri olan şeytan bu şekilde insanı, tapanlara âhirette yüzüstü bırakacaktır. "Kuşkusuz dah önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22).

Şeytanın dışında, insanların kendilerine taptıklarını bilmeyen tai nlar da vardır (âyet: 28-29). Onlar da onları terkedip gideceklerdir.

Allah mahşerde insanın terkedilmişlik duygusunu yaşamaması içi dünyada dostunu, sahibini, tanrısını iyi seçmesini istiyor. Dünyada do sandıkları sahte tanrılar vefasız çıkacak ve onları terkedecektir. Bur önlemenin yolu dünyada verilecek iyi bir din eğitiminden geçmektedi İnsanlara, sahte tanrıların mahşerde nasıl vefasız davranıp onla terkedip gidecekleri, onları yüzüstü bırakacakları iyice anlatılmalıdır.[30]

 

Allah'ı Bilmek Ve Şirk:

 

31 . De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor, ya da gözleri ve kulakları yaratan, koruyan kim? Kim çıkarı­yor ölüden diriyi ve kim çıkarıyor diriden ölüyü? Kim işi idare ediyor? Hemen: Allah diyecekler. De ki: Hâlâ sakınmıyor musunuz?

32. İşte O, gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan ne kalır ki? O halde nasıl döndürülü­yorsunuz.

33. İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkındaki:  Onlar inanmazlar' sözü gerçekleşmiş oldu.

Bu âyetler daha önceki âyetlerin devamı niteliğindedir. Meselâ 30. âyetin sonunda yer alan "iftira" kelimesi Allah'a şirk koşmanın iftira olduğunu ifade etmektedir. Birtakım varlıkları tanrı olarak tanımak, on­lara tanrı sıfatını vermek Allah'a iftiradan başka bir şey değildir. Şirk denen iftirayı ortadan kaldırmak için Hz. Peygamber görevlendirilmiştir.

1. "Size gökten ve yerden kim rızık veriyor?" Allah insanın temel ihtiyaçlarından olan beslenmenin kaynağına giderek, müşriklerin hayalî tanrılarını çürütmektedir. Beslenme olgusu, insanı en çok meşgul eden bir faaliyetle elde edilmektedir. Rızkın kaynağında kimin olduğunu tesbit etmek tevhid inancına bir adım atmaktır. Allah, insanları gökten ve yerden rızıklandırdığını bildirmekle, sofraya gelen gıdanın nerelerden devşirildiğine dikkat çekmektedir. Gökten rızkın gelmesini iki mânada almak gerekir. Bunlardan ilki yağmurun gökten yağması ve tabiata hayat vermesiyle rızkın oluşmasıdır. Diğeri de insanların uzay araştırmaları yaparak da rızık kazanmalarıdır. Uzay araştırmaları dünyayı küçültmüştür. Çünkü haberleşmede baş döndürücü kolaylıklar sağlayarak, zaman tasarrufunu temin etmiş, uzak mesafelere yolculuğu kısaltmıştır. Gelecek zamanlarda Zâriyât sûresinin 22. âyetinde ifade edildiği gibi insanlar azıklarını gökte arayacaklardır. Hz. İbrahim de ekonomi olgusuna dikkat çekerek tevhid inancını tebliğ etmektedir: "Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, iftiralar uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayınız" (Ankebût 29/17).

2. "Gözleri ve kulakları yaratan, koruyan kim?" Görme ile işitmekten maksat beyindir. "Beyninizi çalıştıran kim­
dir?" Âyetin birinci kısmındaki beslenme konusunu dikkate alarak şu yorumu yapabiliriz: Beslenmek suretiyle gözlere görme, kulaklara da işitme yeteneğini veren kimdir? Burada biyolojik oluşumlarla beslenme arasında bir bağlantıya, ya da ilişkiye dikkat çekilmektedir.

Görme ve işitme faaliyetinde hem biyolojik kanunlar hem de psi­kolojik kanunlar buluşmaktadır. Beyindeki idrak olayı da işin psikolojik yönünü teşkil etmektedir. Göz ve kulak vasıtasıyla alınan duyumların beyinde birleştirilip, kalıplara konması neticesinde elde edilen bilgiye dikkat çekilmektedir.

Kulak ve göz konusunda sorulan bu sorunun amacı; bu organların biyolojik yapısı ile psikolojik işleyişlerinin altındaki kanunların arka planındaki ilâhî kudreti göstermek, Allah'ın onlara olan hâkimiyetini ve sahipliğini anlatmaktır.

3. "Ölüden diriyi kim çıkartıyor, diriden ölüyü kim çıkartıyor?"

a) "Ölüden diriyi çıkartmak", topraktan bitkiyi çıkartmak anlamına gelmektedir. Hac sûresinin 5. âyetinde şu ifade yer almaktadır." Sen yeryüzünü kupkuru bir halde görürsün; fakat biz üzerine yağmur indirdiğimiz zaman, o. kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir." Öldükten sonra dirilme konusunu ispat etmek için, Allah tabiat kanununu örnek olarak vermektedir. Suyun toprakla buluşması neticesinde başlayan bu bitkisel canlanma, ölüden diriyi çıkartmaktan ibaret bir olgudur. "Ölüden" mak­sat "yokluk" olabilir. "Diri" de "varlık" anlamına gelebilir. Bakara sûre­sinin 28. âyetinde açıklandığı gibi, burada Allah, yokluktan varlığı kimin çıkardığını sormuş olabilir.

Diğer taraftan "ölü" kavramına dinî bir mâna vererek "kâfir" diye­biliriz. Rûm sûresinin 52 ve Nemi sûresinin 80. âyetlerinde Allah kafir­leri ölü olarak takdim etmektedir. Manen ölü olan bir insandan inanan bir çocuk meydana gelmiyor mu? Meselâ Hz. İbrahim buna güzel bir delildir. Ebû Cehil ile, müslüman olan oğlu İkrime'nin durumu da bunabir örnektir. Çünkü kâfiri Allah yaşayan ölü olarak görmektedir. Tevhid inancı da candır.

b) Diriden ölüyü çıkartmak da kuşun yumurtlamasına benzemek­tedir. İnanan insandan kâfir çocuğun doğması da buna bir örnektir. Hz. Nuh'un kendi çocuğu ile olan ilişkisi hatırlanırsa bunun manevî misali bulunmuş olacaktır.

Yaşayan bir insanın ölmesi de buna delil teşkil etmektedir. Canlı olan tabiatın kuruyup yok olması, canlı olan bitkiden tanenin çıkması da buna örnek teşkil edebilir. Bu sorusuyla Allah bütün tabiat, hayvan ve insanlar âlemine yok iken var olma, varken yok olma gerçeğine dikkat çekilmekte, bu kanunların arkasındaki gücü sormaktadır.

4. "İşi kim idare ediyor?" Kâinatın işleyişini kimin gerçekleştirdiği sorulmaktadır. "Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetendir" (Secde 32/5) âyetinde bu so­ruya cevap verilmektedir. Buradaki idareyi iki boyutlu ele almak gerekir: Madde âleminin idaresi ile, insanların sosyal ve psikolojik âlemlerinin idaresi kastedilmektedir. Yani, Allah kâinatı planlayıp yarattıktan sonra onu idare etmektedir. Yarattığı sistemi ve varlıkları idare edip hayatlarını sürdürmektedir. Yaratmak ayrı bir eylem, yaratılanları idare etmek de ayrı bir iştir. Bu soru ile Allah insan aklını kâinatın işleyişine çekmekte­dir.

5. "Allah, diyecekler." Sorulan dört sorunun tek cevabı. "Allah'tır." Müşrikler, Hz. Peygamber döneminde Allah'a inanıyorlardı. Öyle ise bu soruların onlara yöneltilmesinin sebebi ne olabilir? Allah'a inandıkları halde bazı varlıklara tanrısal güç vererek eş koşanlara, yanlış­lıkları hatırlatılıp inançlarını kirlettikleri anlatılmaktır. 4i "Allah'ı bırakıp kendilerine birtakım dost­lar edinenler: 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler" (Zümer 39/3). İşte âyetteki sorular bu şirkin mazur görülemeyeceğini ve onunla mücadele etmenin önemini göstermek için sorulmaktadır, "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka: 'Allah' derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah 'a mahsus­tur,   ama  onların  çoğu  bilmezler"  (Lokman  31/25).  Aynı  şekilde Müminûn sûresinin 84-89. âyetlerinde de benzer sorulara ve cevaba yer verilmektedir.

Kâinattaki düzenin anlaşılmasıyla varılacak nokta tevhid inancıdır. Çünkü başka tanrılar olsaydı, kâinatın düzeni bozulurdu (Enbiyâ 21/22). Böylece Allah, Allah'ın varlığını kabul edip şirk koşanlara hangi sorula­rın sorulacağını bize öğretmekte ve ilahiyat ilimlerinin programını belir­lemektedir.

6. "De ki: Öyle ise sakınmıyor musunuz?" Allah takva kavramını kullanarak insanların, kendisine âsi olmaktan sakınmalarını istemektedir. Buradaki takva kelimesi "şirk koşmaktan uzaklaşmak; tevhid inancına karşı duyarlılık göstermek" anlamına gelmektedir. Her şeyi Allah'ı yaptığını söyledikten sonra, başka varlıkları, azizleri, pey­gamberleri, tabiat olaylarını Allah'a eş koşmak, insanın doğasında yara­
tılıştan var olan takva duygusunun çalıştırılmadığını ifade etmektedir. Diğer taraftan doğuştan gelen takva duygusu hak ile bâtılı, doğru ile yan­lışı, iyi ile kötüyü ayırt edici bir güce sahiptir. Bu âyet "bu gücü kullanmıyor musunuz?" anlamına da gelmektedir.

Doğuştan gelen takva duygusu, hayvanların kendi düşmanlarını görüp ve hissedip kaçmasına benzer. Şirk denen düşmanı sezip allah'ın,insanı ondan sakındırması takvayı teşkil etmektedir. Düşmanını hissedip veya görüp kaçmayan havyan, düşmanına yem olur. Tevhid inancını bozan şirk denen düşmanı hissedip kaçmayan insan imanını yem olarak verir.

7. "İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Al­lah 'tır." Bu âyet tamamen 31. âyetin devamı durumundadır. Çünkü 31. âyette Allah'ın rızık verme, insanın idraki ile ilgili etkinliği, ölü ile diri­nin yaratılması ve kâinatın idaresiyle ilgili ilişkiler sistemi ele alınmıştı. Allah o âyette kendi kendini tanımlamakta ve bize nasıl bir Allah'a inanmak gerektiğini öğretmektedir. Gerçek rab, Allah'tır buyurarak, Al­lah'ın yapıp etmeleri, yani sıfatlarıyla tanınmasını öne çıkartmaktadır.

Âyetin bu kısmında geçen el-hakk kelimesi, Allah'ın sıfatlan olarak kullanıldığında "yaratılmış, değişken, ölümlü, çürüyen ve fâni dünyanın ötesinde mutlak, ezelî, ebedî ve nihaî gerçeği" ifade etmektedir. Hak sıfatı, diğer sahte tanrıların hak olmadığını, hak rabliğin sadece ve sadece Allah'a ait olduğunu ifade eden bir sıfat olmaktadır.

Demek ki Allah hak, yani gerçek kavramından hareket ederek kendini anlatmakta ve tanımlamaktadır. Böyle gerçek rab olan Allah dururken, sahte tanrılara tapınmanızdan sakınmaz mısınız? sorusu so­rulmaktadır.

Allah, bu ifadesinden ve tanımlamasından sonra insanlara bir ödev vermektedir. İnsanların, gerçek rab olan Allah'ı aramaları gerekiyor. Din adına yapılan eğitim, bu ödevi hazırlarken insanlara yardım etmelidir. Çünkü insanların doğasında bir tanrı onları arayışa itmektedir. Onlar. arayışlarında çoğu zaman yanılmaktadırlar, çünkü referansları sağlam değildir. Din eğitimi onlara bu sağlam referansı temin etmelidir.

8. "Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" Hak olan Allah'ı bırakıp başka tanrılara kulluk etmenin sapıklık olduğu söylenmektedir. Hakkı terkeden sapıklığa düşecektir. Böylece inanç âle­minde bir gerçeklik, bir de sapıklığın olduğu öğretilmektedir.

Demek ki şirk insanı hakikat âleminden alıp, sapıklık âlimine gö­türmektedir. Onun için şirk Hac sûresinin 31. âyetinde şöyle tanımlan­maktadır: "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Şirk insanı, manevî yani hakikat âleminden aşağıya atıp leş haline getirmektedir. Ama bu leşin canı çıkmış bütün kemikleri kırılmış durumdadır. "Leşi kuşlar yer" buyururken onun tepki gösterecek hiçbir şeyi kalmadığını ifade etmektedir. Rüzgârın alıp uzaklara götür­düğü bir nesne olması da, manevî ağırlığın kalmaması ve iradesini kay­betmesi demektir. Şirk vasıtasıyla şeytan insanı hakikat âleminden alıp bâtıl âleme, yani sapıklık âlemine atarak leş haline getirmektedir.

İşte bütün bu nedenlerledir ki âyetin sonunda: "nasıl döndürülüyorsunuz?" sorusu sorulmaktadır. İnsanların haktan dönmele­rinin, dışarıdan gelen bir etki ile olduğu ifade edilmektedir. Allah'ı bil­diği halde, şirke düşmek haktan dönmektir, ama bu dönüş başkasının etkisi ile olmaktadır.

9. Rabbinin, yoldan çıkanlar hakkındaki 'onlar inanmazlar' sözü gerçek­leşmiş oldu." Bu âyetten çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:

a) Allah fâsıkın tanımını yapmaktadır. Fâsık "yoldan çıkmak" de­mektir. Fâsık anlamında yoldan çıkan insanın bu âyetteki tanımı, "iman etmeyeceğidir." Allah'ı bildiği halde haktan sapıklığa düşen ve şeytanın oyuncağı olanların iman etmelerinin imkânsızlığı duyurulmaktadır.

b) Fâsıkların iman etmeyeceğine dair Allah'ın sözü gerçekleşmiş­tir. Allah'ın sözünün gerçekleşmesi demek, onların iman etmemesine sebep olmuş, öyle takdir etmiş, öyle istemiş anlamına alınmamalıdır. Çünkü Allah kulunun inkârını istemez, kul ister Allah yaratır: "Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). İman ile inkârın altında kulun dilemesi vardır. Ama Allah kulunun iman etmesini ister, inkâr etmesini istemez. Demek ki imanı hem Allah diler hem de kulu. Ama inkârı kulu ister Allah istemez.

Allah kimin iman edip, kimin etmeyeceğini insanın gönlündeki o-luşumlara bakarak bilmektedir. Bir insanın iman etmeyeceğine dair hükmü, Allah'ın, o insanın ne yapacağını bilmesine dayanmaktadır, ya­zıp takdir ettiğine değil. Eğer bir insanın kâfir olmasını önceden takdir edip yazmış ise, o insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaktadır. De­mek ki bir insanın iman etmeyeceğine dair yazması, takdir etmesi ve hükme bağlaması ilmine bağlı olarak gerçekleşmektedir. 33. âyette, il­mine dayandırarak verdiği söz, yani hüküm kâfirlerin inanmamasıyla gerçekleşmiş, yani doğruluğu ortaya çıkmıştır. "Kelime" şeklinde olan hüküm, pratiğe dönüşmüştür.

Allah Kur'an'da bazı vaadlerde bulunur; zamanı gelince o vaadler gerçekleşir. Meselâ:  "Cennet ehli cehennem ehline: 'Biz, Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vaad ettiğini ger­çek buldunuz mu?' diye seslenir, (onlar da): 'Evet' derler..." (A'râf 7/44). Kur'an'da âhiret hayatı, oradaki sorgulama ve yine oradaki cennet ödülü ile cehennem azabı hakkında Allah'ın sözleri zamanı gelince gerçekleşecekİr. Ytmus sûresinin 31. âyetinde, insana kendini ilgilendiren önemli konularda sorular sordurulmaktadır. Bu sorulara rağmen gönlün­de iman adına bir kıpırdama olmayan insanların artık iman etmeyecekle-ri ortaya çıkmaktadjr. Bu wsan]ar değerfendiriJ/rken, 32-33, âyeti erbJze rehber olacaktır. Bâtıl inançlara sarılan ve onlardan asla kopmak isteme­yen insanlar, doğalarında var olan tevhid inancına yönelik yeteneklerini kaybedecekler, ve onu işlemez hale getireceklerdir. Bâtıl inançların in­sana en çok zarar veren yönleri, onun hakkı görüp Allah'a inanma yete­neklerini kaybettirmesidir. Allah bunu kalbin mühürlenmesi olarak tak­dir etmektedir. Allah "akla" Allah ile bağ kurma yeteneğini vermiştir. Zaten aklın bir mânası da "bağ"dır. İnsan kendisi ve tabiat kanunları ile bağ kurarak gerçek Allah ile iman etmek üzere bağ kurma yeteneğine sahiptir ve bu işi yapma görevi akla yüklenmiştir. Bâtıl inançlar akim bu faaliyetini durdurmaktadır.[31]

 

Sahte Tanrılar Ne Yapar?

 

34. De ki: Ortak koştuklarınız, arasında yoktan yarata­cak, arkasından vnu yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah yoktan yaratıp onu yeniden döndürür. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?

De ki: Ortak koştuklarınızdan hakka götürecek olan var mı ? De ki: Allah hakka götürür. Öyle ise hakka gö­
türen mi uyulmaya lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne olu­
yor? Nasıl hükmediyorsunuz?

Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphe­siz zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların
yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.

Bu âyetlerin analizi sebep-sonuç ilişkileri dikkate alınarak yapıla­caktır.

1. "Or­tak koştuklarınız arasında arkasından onu yeniden döndürecek biri var mıdır?" Bu bölümde müşriklere sorular sorularak inançlarının bâtıl ol­duğu ispatlanmaktadır.

a) Allah Hz. Peygamber'den ilk yaratılış hakkında soru sormasını istemektedir, "Ortak koştuklarınız arasında yoktan yaratan var mıdır?" Allah âyetin bu kısmında u. bedee kelime­sini el-halk kavramı ile bir araya getirmiştir. Bedee fiil kalıbında alınınca "bir şeyi diğerini yapmadan önce yapmak, takdim etmek, ya­ratmak, icat etmek, meydana gelmek", mekân ile kullanılınca "bir yer­den diğerine göç etmek, yapmaya başlamak, başlamak", uiı el-mebde' kalıbı "prensip, başlangıç, kaynak" mânalarına gelmektedir. Halk kav­ramı da "yaratma" demektedir. İkisi bir araya gelince "yoktan yaratma" anlamına gelmektedir.

Böylece Allah bir "yoktan yaratma" bir de "var olanlardan yarat­ma" eylemine dikkat çekmektedir. Kur'an'da yoktan varetmeyle ilgili bilgiler fetara ve bedü'I-halk (ilk yaratılış), yani yoktan yaratma anlamına gelen bu tür kelimelerle verilmektedir. Diğer yaratma

ratma anlamına gelen bu tür kelimelerle verilmektedir. Diğer yaratma şekline de "ara yaratma", ya da "var olandan yaratma" diyebiliriz.

Meselâ "İnsan topraktan yaratıldı" denirken burada bir "ara yarat­ma" kastedilmektedir. Çünkü önce toprak yaratıldı, ondan sonra da top­raktan insan yaratıldı. Bu yaratma zincirinde arkaya doğru gidersek, yoktan yaratmaya kadar ineriz. Başka bir örnek verecek olursak şöyle bir açıklama yapabiliriz. İnsanın DNA'sı dört tane gazdan teşekkül etmiştir: Hidrojen, oksijen, karbon, azot. Bunların ölçülü bir şekilde bileşimi DNA'yı meydana getirmektedir. DNA'nın yaratılışı, teşekkülü bir ara yaratmadır.

"Yoktan yaratma" eylemi, insanların eş koşma şeklindeki inançla­rının yanlışlığını ortaya çıkaran en önemli delildir. Onların eş koştukları sahte tanrıların ilk yaratma olgusuyla olan ilişkilerine bakınca, müşrikle­rin canlı varlıklara kutsallık ve tanrılık sıfatı verdiklerini görüyoruz. Yoksa burada taştan, topraktan yapılan cansız putlar kastedilmemekte-dir.

İlk yaratılışa bakıldığında zincirin başlangıcında hidrojen denen tek bir maddenin olduğu görülür. Tek olan Allah önce tek bir madde yarattı ve o tek maddeden diğer maddeler oluştu, yani onları yarattı. Bu ilk yaratma olgusu, bizi yaratılmamış bir varlığa götürecektir. Allah in­san aklını "ilk yaratma" olgusuna çekmekte ve bu olgunun araştırılması­nı ödev olarak vermektedir. Buradan insanlar için evrensel bir görev olduğu fikrini çıkartıyoruz, çünkü Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanların ilk yaratılış konusunu araştırma ve yaratılan ilk maddeyi bul­ma güçleri yoktu. Fakat onlara "ilk yaratma" fikri öğretilmekte ve tevhid inancı ile ilk yaratma olgusu arasında bir bağlantının kurulması öngö­rülmektedir.

b) Ayette "Sonra onu döndürecek var mıdır?" şeklinde sorulmaktadır. Bu sorudan anlıyoruz ki, Allah kâinatın yaratılışını bir noktadan başlatmış, ve yaratma işini bir süreç olarak devam ettirmektedir. Yeniden yaratma süreci bir gün son bulacaktır. Bu son bulma olgusuna delil olarak, varlıkların ölümünü verebiliriz. Yoktan yaratma, sonra yaratılan yok edip tekrar iade etmek gibi olgular, sonsuz bir kudreti gerekli kılmaktadır. İlkbaharda yeşeren dünya, sonbaharda ölüyor. Sonra ilkbaharda tekrar canlanıp iade oluyor. Allah ilk yaratılışı planlayıp yapan, ona son verdikten sonra tekrar iade edendir. Onların sahte tanrılarının bu şekil­deki yaratmaya gücü yetmemektedir.

c) "Ortak koştuklarınızda hakka götürecek var mıdır?" Bunun anlamı şudur: Allah, ilâh olma özelliğine sahip olan varlığın "yol göstermek, rehberlik etmek" anlamına gelen hidâyeti gerçekleştirmiş olması şartını öne sürüyor. Öncelikle insanın gönlünde iyiden yana hidayeti oluşturacak, sonra onun hayattaki uygulamasını da gerçekleştirecektir. "Hakka götürme"nin .böyle bir psikolojik ve davranışsal boyutu vardır.

Bir de bunun vahiy gönderip insana hak ile bâtılın, doğru ile yanlı­şın, iyi ile kötünün, faydalı olanla olmayanın ne olduğunu öğretecek bir özelliğin verilmiş olması gerekiyor. Burada sahte tanrıların böyle bir eğitim faaliyetlerinin olup olmadığı sorulmakta, böylece Allah'ın ahlâkî alandaki etkinliği gündeme getirilmektedir. Demek ki tanrı olacak varlık, insanı hem içten hem de dıştan yakalayarak doğruya götürecek güçte olmalıdır.

Bir önceki âyette ilk yaratma ve onun iadesi, bu âyette de eğitim faaliyeti gündeme getirilmektedir. Bilindiği gibi Hz. Musa da Tâhâ sûre­sinin 50. âyetinde Allah'ı böyle tanımlamaktadır: "Bizim Rabbimiz, her şeyi yaratan, sonra da doğru yolu gösterendir." Yaratmak ve doğruya iletmek müşriklerin sahte tanrılarında olmayan niteliklerdir. Beşerî eğitimle ilâhî eğitimin arasındaki temel farklardan biri, ilâhî eğitim insanın aklında ve gönlünde değişimler meydana getirebilmekte, hakikati tesbit ederek ona götürecek gücü gösterebilmektedir.

Böylece Allah o günkü Arap toplumuna "hak" kavramını öğretir­ken "bâtıl" kavramını da öğretmektedir. Ama bu öğreti o zamanda kalmıyor, gelecek nesillere de aktarılmayı öngörüyor. Çünkü hak ve bâ­tıl her çağın insanını ilgilendirmekte ve her nesil hakkı aramaktadır. İn­sanlığın hakkı arama eylemi hiç bitmeyecektir. İlâhî öğretiler, onu hakka götürecektir. İnsanı içten yakalayıp ahlâkî, imanî ve düşünsel olarakhakka götürmek sahte tanrıların işi değildir. Demek ki yaratma ile hida­yet olgusu, müşriklere şirki terketmeleri için yeterli delil olmaktadır.

2. Sorulan bu sorulara verilen cevaplar şunlardır:

a) "Yoktan yaratan ve sonra onu iade eden

Allah'tır." İnsan aklı bağımsız olarak çalıştığı zaman bu sonuca ulaşmalıdır. İnsan aklıyla buna ulaşamıyorsa, araya bir engel giriyor demektir. Bu engelin başkaları tarafından konduğuna dikkat çeken Allah şu soruyu soruyor: "O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" Aklın yönü doğuştan Allah'a doğrudur. Ancak insanın yetiştiği kültür, aile, okul ve toplum çevresi onun aklını başka yöne döndürebilmektedir. Döndürülen insanın, iradesine sahip olmadığı, düşüncesini başkasına teslim ettiği esası burada ortaya çıkmaktadır. Doğa gereği insan aklı Allah'a yönelik iken, döndürülmesi sonradan gerçekleşmektedir.

Allah, yaratılışta insan aklını Allah'ı bulacak şekilde programlıyor, ama içinde doğduğu kültür çevresi ondaki bu programı bozan bir virüs halini alabiliyor. Onun içindir ki Allah nasıl etki altında kalıp döndürü­leceklerini sormaktadır. Bu soru onlara, düşünce alanında hür olmadıkla­rını hatırlatmakta, başkalarının oyuncağı olduklarına dikkat çekmektedir.

b) "Hakka ileten Allah'tır." İnsanlar tevhid inancından çevrilseler bile, onlara göndereceği mesajla akıl ve gönüllerinde hakka gidebilecek değişimi Allah gerçekleştirecektir. Demek ki Allah yaratır ve yarattığını başı boş bırakmayıp eğitir.

Hakka iletmek eyleminden hareket ederek şu soruyu sormaktadır: "Öyle ise hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?" "Hakka götürmek" ifadesi, Allah ile sahte tanrılar arasında çok önemli bir ayraç olmaktadır. Kendine hidayet edil­meyen, hakikate varamayan, doğruyu bulamayan bir varlığa tâbi olmak mı gerekiyor yoksa kendisi hidayetin kaynağı olana mı? Böylece Allah, "tâbi olmak" bakımından kimin daha lâyık olduğu ilkesini gündeme ge­tirmekte, tâbi olmada hata edilmesini istemediğini açıklamaktadır. Yan­lış inancın, sahte varlığın peşine takılmaya da sebep olacağına dikkat çekilmektedir. İnsan kime tâbi olduğuna, kimin peşinden gittiğine iyibakmalıdır, ilk yaratmayı gerçekleştirecek ve hidayetin kaynağı olana tâbi olması insana öğretilmekte ve bunun çok önemli akıl, gönül ve dinî faaliyet olduğu vurgulanmaktadır.

c) "Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?" Bir önceki âyetin sonunda, nasıl döndürüldükleri sorulurken, bu âyetin, yani 35. âyetin sonunda nasıl yanlış hüküm verdikleri sorulmaktadır. Dönmelerinin başkaları tarafından, yani onların etkisiyle olduğuna işaret edilirken, hükmü kendilerinin verdiğine dikkat çekilmektedir. Hüküm verme eylemini müşriklerin gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır.

3. Niçin yanlış hüküm veriyorlar? Allah sebep-sonuç ilişkisi içinde şirk koşan müşriklerin durumunu ele almaktadır. Yanlış hüküm vermele­ri sebebiyle döndürülüyorlar. Peki yanlış hüküm vermelerinin sebebi ne olabilir? Bu sorunun cevabı da 36. âyette verilmektedir: "Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. " Kesin bilgiye değil de, gerçekle alâkası olmayan bir hezeyana uymaları sebebiyle yanlış hüküm verip şirke sapmışlardır.

Âyetin devamında zan konusuna açıklık getirilmektedir: "Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz." Ken­disinde gerçekten, bilgiden bir parça olmayan sahte görüşe zan denmek­tedir. Doğru bilgiden, hakikatten ve gerçekte içinde bir kırıntıyı taşıma­yan zanna uymak yanlış hüküm verdirmekte, başkasının oyuncağı olma­ya götürmekte, nihayet şirk koşmaya sebep olmaktadır. Sahte tanrıları, Allah'a yaklaştıran aracılar olarak görmek, zandan ibaret bâtıl bir inanış­tır. Allah, zanna tâbi olarak verdikleri yanlış hükümden onları caydırmak için üç şeyin bilinmesini teklif etmektedir.

a) İlk yaratılışın arkasındaki gerçek gücü görmeleri (âyet: 34).

b) Gerçeğe kimin götürdüğünü, yani kimin hidayet ettiğini bilme­leri (âyet: 35).

c) "Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir" (âyet: 36) ilkesine inanmalarıdır.

Birinci madde bilimsel anlamda ilk yaratılış kanununu bilmeyi şart koşarken zihin eğitimini gündeme getirmektedir. İkinci madde gönül ilealâkalı olduğu için, manevî eğitimi, üçüncü madde de davranış eğitimine dikkat çekmektedir.

Demek ki akıl, insanları zanna uyup yanlış hüküm vermekten ve başkasının aşırı bir şekilde etkisinde kalıp iradesini kaybetmekten kurta­racaktır. Böylece Yûnus sûresinin 34-36. âyetlerinde Allah yanlışları ve bunların kaynaklandığı sebepleri ve çözüm yollarını açıklamaktadır.[32]

 

Kur'an Ve Hz. Muhammed:

 

37. Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurul­muş değildir. Ancak kendinden öncekini tasdik eden ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir.

38. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah 'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırınız
da, onun benzeri bir sûre getiriniz.

Allah Hz. Peygamber dönemindeki müşrik ve kâfirlerin Kur'an'a karşı olan tepkilerinden birini ele alarak açıklamaklarda bulunmaktadır.

1. Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini tasdik eden ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir." Bu âyetin izahında şu noktalar dikkat çekmektedir:

a) "Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir." Demek ki müşrikler ve kâfirler, Kur'an'in başkaları tarafından uydurulduğunu iddia ediyorlardı. Kur'an ilâhî kaynaklı değil beşerî kaynaklıdır diyorlardı. Onu kimin uydurduğu konusundaki görüşlerini bir sonraki âyet nakletmektedir. Kur'an'ın özel­likleri 37. âyetin devamında verilmektedir:

b) "Ancak kendinden öncekini tasdik eder. " Kendinden önce gelen bütün kitapları doğrulamakta; onlardan bugüne kalmış hakikat adına ne varsa onu tasdik edip, inanılmasını şart koşmak­tadır.

Beşerin yazdığı bir kitaptan, kendinden öncekini tamamen doğru­lamak ve inanmayı şart koşmak beklenemez. Çünkü beşerî düşüncede çatışma ve birbirini reddetme vardır. Kendisini, önceki vahye dayalı olan kitapların devamı gören bir kitabın beşerî kaynaklı olması mümkün de­ğildir.

c) Ve o kitabı açıklar." Kendinden önce gelen ilâhî vahyi sadece tasdik etmekle kalmaz, aynı zamanda onu açıklar. Kur'an daha önceki peygamberlere indirilen kitapları günümüze açıklayarak taşımaktadır. Demek ki Kur'an'ın iki görevi burada ortaya çıkmaktadır: Kendinden önceki kitapları tasdik etmek ve onları açıklamak. Bu özel­likler onun beşerî değil de ilâhî kaynaklı olduğunun en Önemli gösterge-lerindendir.

d) "Onda şüphe yoktur." Hangi bakımdan onda şüphe yoktur? Ayetin devamı şüphe konusunu açıklamaktadır: Kur'an'ın âlem­lerin Rabbinden olduğu konusunda şüphe yoktur. Fakat âyetin bir önceki özelliğine göre de mâna verilebilir: Bu anlam, Secde sûresinin 2. âyeti ile delillendirilebilir: ot*İUİı L/, j» <J L£ ü oi£İı Jjp "Bu kitabın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğundan asla şüphe yoktur." Biz burada "Onda şüphe yoktur" ifadesini bağımsız bir özellik ola­rak alıp, âlemlerin Rabbindendir özelliğini de ayrı bir hususiyet olarak takdim edebiliriz. O zaman şüphe kelimesinin ne anlama geldiğine bak­mak gerekir: "Rahatsız etmek, endişe vermek, sükûnunu bozmak, üz­mek, merak etmek, kuşku, birden bire korkutmak, tehlikeyi haber ver­mek, kötü zan, vehim, korku ile dolu olmak, durdurmak ve musibet" anlamlarına gelmektedir.

Bu anlamlarla Kur'an'ı bir araya getirebiliriz: Kur'an'da rahatsız edecek bir şeyi bulmak mümkün değildir; onda insanı üzecek bir şey yoktur; kötü zan, vehim ve korku ile dolu değildir; onda musibet diye bir şey yoktur. İşte Kur'an'da şüphe olmadığının mânaları bunlardır.

e) "Âlemlerin Rabbindendir." Âyetin bu kısmında Kur'an'm ilâhî kaynaklı olduğu ifade edilmektedir. Çünkü "Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmediler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı" (Nisa 4/82) şeklindeki âyet, Kur'ân'in başka herhangi bir kaynağa sahip olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Kendinden önceki kitapları tasdik eden, onları açıklayan, âlemlerin Rabbinden olduğu konusunda asla şüphe olmayan bu kitabın Allah'tan başkasına ait olması mümkün değildir. Bu âyet Kur'an'm etrafındaki şüpheleri ortadan kaldıracak bir mesaj vermektedir.

Kitabının temel özelliklerini bilmeyen, ondan ilahiyatın temel ko­nularını çıkartıp açıklayamaz, bu durum kişiyi, iki veya üçüncü derceden referans kitaplarına gitmeye zorlar. Neticede bu eksik hal, dinî kültürü dinin içine almasına ve din olarak sunmasına sebep olur.

2. "Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz, Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırınız da onun benzeri bir sûre getiriniz." Müşriklerin Kur'an'a en büyük saldırılardan biri, belki de en büyüğü, onun Hz. Peygamber tarafından uydurulduğunu söylemiş olmalarıdır. Allah onların bu saldırısını gündeme getirerek cevap ver­mektedir.

Aynı saldırının bir benzeri Bakara sûresinin 23. hayetinde günde­me getirilmişti ve orada Allah'ın Kur'an'ı kuluna indirmesinden şüphe etmeleri şeklinde takdim edilmişti. Onların saldırılarına Kur'an'da çeşitli şekillerde meydan okumalara rastlıyoruz:

a) "£ğer 5tz/er doğru iseniz, Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırınız da onun benzeri   bir   sûre   getiriniz."   Bu   meydan   okuma,   "bir   sûresi"nin getirilmesi üzerinde cereyan etmekte ve yorumunu yapmakta olduğumuz âyetle Bakara sûresinin 23. âyetinde geçmektedir.

b) "Yoksa, Kur'an'ı kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tın başka çağırabildiklerinizi çağırınız da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getiriniz" (Hûd 11/13). Bu âyette de "on sûre" geti­rilmesi istenerek meydan okunmaktadır.

c) "De ki: Andolsun, bu Kur'an'in bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler" (İsrâ 17/88). Burada da "Kur'an'ın tamamı"nın cinler ve insanlar tarafından asla benzerinin getirilemeyece­ği konusunda meydan okunmaktadır.

d) "Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler" (Tûr 52/34).

Allah, Kur'an'ın hem edebî, hem konuları ele alış biçimi, hem de metodu ve konuları sunuş şekli bakımından bir benzerinin beşer tarafın­dan yazılamayacağını bu âyetlerle ifade etmekte ve meydan okumakta­dır. Öyle anlaşılıyor ki müşrikler Kur'an'ın geldiği kaynağı kabullen­mekte çok zorluk çektiler. Allah bu açıklamalarıyla onların bu şüphele­rini, iftiralarını ortadan kaldırarak onları rahatlatmaktadır.[33]

 

Kafirlerin Kur'an'ı Yalanlamalarının Se­bepleri:

 

39. Bilâkis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olanı yalanladılar. Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimle­rin sonu nasıl oldu!

40. İçlerinden  kimisi     ona   inanır,   kimisi  de  ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir.

41. Onlar seni yalanlarsa, de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız,
ben de sizin yaptığınızdan uzağım.

Bu âyetlerde kâfirlerin Kur'an'ı yalanlamalarının sebepleri ve on­lara karşı takınılacak tavrın metotları açıklanmaktadır.

1. "Bilâkis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olanı yalanladı­lar. " Ayetin bu kısmında Hz. Peygamber dönemindeki müşrik ve kâfir­lerin Kur' an'ı yalanladıklarını görüyoruz. Fakat dikkat edilirse âyette Kur'an geçmemektedir. İlk bakışta onların genel mânada her şeyi yalan-lamaya meyilli oldukları, her yeni şeyi yalanlamayı ahlâk edindikleri anlaşılmaktadır.

Genel anlamda böyle bir görüntünün içinde, âyette yer alan 'ilmihî kelimesindeki zamirin 37. âyette geçen Kur'an'a gittiğinde şüphe yoktur. Bu açıklamadan hareket edersek, müşriklerin Kur'an'ı yalanla­dıklarını kesinlikle söyleyebiliriz. Âyetin devamında Kur'an'ı yalanla­maları iki sebebe bağlanmaktadır:

a) "Onlar Kur'an'ın ilmini kavrayamadûar." Onlar Kur'an'ın özünü, hikmetini, amacını, dünyaya bakışını, rehberliğini, yani hidayetini kavrayamadılar. Böylece onların inkâr ve yalanlamaları­nın  arkasındaki ana sebep "anlayamamalan"dır.  "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" ilkesinden hareket ederek deriz ki, o dönemin müşrikleri,
"Kur'an'ı anlayamadıklarından düşman olup yalanladılar." Allah bir şeyi kabullenmenin, ona inanmanın ve onu takdir etmenin yolunun "anlamak"tan geçtiğine işaret etmektedir.

Günümüzde Kur'an'ı yalanlayıp, ona "çöl kanunu" diyenler onu inceleyip anlamaya çalışmamışlardır. İnsanlar her çağda yeni bir şeye, onu incelemeden, anlamaya çalışmadan tepki verirler. Kur'an hayatın her alanında yeni bir oluşum, bakış açısı ve çözüm üretmektedir.

Müşrikler Kur'an'daki ilâhî hikmeti anlayabilselerdi onu inkâr et­meyeceklerdi. Günümüz insanları için de aynı sebep geçerlidir.

b) "Kendilerine  Kur'an'ın yorumu  gelmemişti." Kur'an'ın te'vilinin kendilerine gelmemiş olması, yorumunun kendileri­ne gelmemesi, yani onu bilmemeleri demektir. Çünkü Kur'an'ın o dö­nemde iki yorumcusu vardı: Kur'an âyetleri ve Hz. Peygamber'in uygu­lamaları. Kur'an tamamlanmadığı için âyetlerin birbirini yorumlaması tam teşekkül etmemişti; aynı zamanda da Hz. Peygamber tam anlamı ile onu pratik hayatta uygulayamamıştı.

Fakat günümüz için âyetin bu kısmını ele alırsak, bazıları Kur'an'ın yorumu kendilerine öğretilmeden önce tepki gösterip onu ya­lanlamaktadırlar. Demek ki Allah, bir şeye tepki göstermeden önce, o şeyin bilgisini, hikmetini ve yorumunu öğrenmeyi öğütlemektedir. Bir sistemi ve bir anlayışı reddetmeden önce, onun bilgisine ulaşmak gere­kiyor.

c) Bilgisini, hikmetini anlayamamaktan dolayı ilâhî vahyi yalan­lamak bir zulümdür. Onun için Allah âyetin sonunda, "Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu?" Adalet "bir şeyi yerli yerine koymak, bir şeye hakkını vermek" olduğuna göre, zulüm de "bir şeyi yerli yerine koymamak, ona hakkını vermemek"tir. Kur'an'a lâyık olduğu değeri vermek onun hakkıdır. O hakkı ona vermemek ve Kur'an'in değerini bir tarafa atıp onu yalanlamak da zulümdür. Geçmiş­teki olguların "nasıllığını" yakalamak, gözlemek ve anlamak, geleceğin yanlışlarını önlemek için güçlü bir bilgi kaynağı olacaktır. Tarihî olgular nasıllıklarıyla geleceğe taşınırsa, eğitici nitelikleri yerine gelmiş olur. içlerinden kimisi ona inanır, kimisi de ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir." Kur'an'a inananlar onun içerdiği hikmeti, özü, bilgiyi ve yo­rumu hemen anlayıp iman edecek insanlar olacaktır. Fakat bu etkiyi hiç duymayıp sonuna kadar Kur'an'a inanmayacak insanlar da olacaktır. İnsanların bu farklılaşması evrensel olgu olarak, kıyamete kadar devam edecektir. Kur'an ile karşılaşınca gönlünde âni bir değişimle ona inanan insanlar olacak, ama onu yalanlayıp inkâr etmekte sonuna kadar direne­cek insanlar da çıkacaktır.

Bu farklılaşma Kur'an'in etkinliğinden değil, onunla karşılaşan, mesajlarına muhatap olanların gönül değişiminden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Kur'an eğitimi verenlerin başarısını da gündeme getirmek gerekir. Verici kaynak olarak Kur'an, herkese aynı mesajları aktarmak­tadır, ama alıcı olarak insanların gönlü aynı derecede ve aynı derinlikte etkilenmemektedir.

İnanmayanların yalanlamaları bozgunculuğa kadar uzanarak sosyal bir nitelik kazanmaktadır. Onun için âyetin sonunda el-müfsidîn "bozguncular" kelimesine yer verilmektedir. Onların inanmaması, top­lum hayatına yansıdığında bozgunculuğa dönüşmektedir. Bozgunculuk "inanmayanların inkârlarını, yalanlamalarını, topluma bulaştırdıkları" anlamına gelmektedir. Bozgunculuğa başka bir açıdan da bakılabilir: Kur'an'a inanma­yanlar, inkârlarını eyleme dönüştürerek, iman edenlere karşı düşmanlık besleyerek çatışma meydana getirmektedirler. İnkârını düşmanlığa, düşmanlığını eyleme dökenler, toplumun düzenini bozanlar olarak nite­lenmektedir.

3. "Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." Ayetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Allah Hz. Peygamber'e, kendisini yalanlayanlara karşı nasıl bir tavır takınacağının metodunu öğretmektedir.

b) Yalanlamak, başlı başına bir eylem niteliğini taşımaktadır. Çünkü yalanlamadan hemen sonra "amel" kelimesi gelmektedir. Yalan­lamanın kendisi bir amel olacağı gibi, amelin sebebi de olabilir. Kâfirle­rin Hz. Peygamber'e karşı takındıkları fiilî tavrın arkasında bu yalanla­ma vardır.

c) İnanma ihtimali olmayan, yalanlayanlara söyleyecek söz şudur: "Sizin yaptıklarınız size, benim yaptıklarım bana!" Bu sözün tepki gösteren ve yalanlayanlara karşı pasif davranma anlamı yok­tur. Aksine Peygamberlik müessesesine karşı tavırlara ve sözlere son verme ve tartışmayı daha ileri götürmenin sebep olacağı olumsuzlukları engelleme amacı vardır.

Her amelin bir kişiliği, kimliği ve alanı vardır. Ameller, insanların iç âlemlerini dışa yansıtan, kimlik kazandıran oluşumlardır. Onlarla in­sanların içini okur ve değerlendiririz. Onun için herkes kendi ameline sahip çıkmalıdır.

Söylenecek diğer söz de şudur: "Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." Bu­nun anlamı kimse kimsenin yaptıklarının sorumluluğunu yüklenmez, herkes kendi amelinin sorumluluğunu taşıyacaktır.

İyi amel işleyen, kötü amel işleyene karşı bir mesafe koymaktadır. Bunu kişinin kendisi değil de amelin kendisi koymaktadır. Ameller can-lıdır ve hareket ederler, kötüleri iyilerine, iyileri kötülerine karşı mesafe koyarlar. Bu mesafe hem ahlâkî davranışlarda hem de hukukî eylemlerde kendini gösterir.

Diğer taraftan ameller de ortaya çıkar. Suçun ve günahın ferdîleş-mesi ilkesinde değişmeyen yerini alır. Buradaki ilkeye baktığımızda Al­lah, Hz. Peygamber'i yalanlayanların kendilerinden uzak olmasını istiyor. İnsan insana yakın olacak ama, iyiler kötülerin amellerinden u-zak olacaktır.[34]

 

Akıl Ve Gonul Zafiyeti:

 

42. İçlerinde sana kulak verenler de vardır. Peki sağır­larsa  sen  mi  işittireceksin? Hele  bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!

43. Onlardan sana bakanlar da vardır. Peki, körlerisen mi doğru yola ileteceksin? Hele, gönül gözleriyle de görmüyorlarsa!

Allah bu âyetlerde kulak ve gözlerinin işlevlerini ele alırken, akıl ve gönül gözüne dikkat çekmektedir. Âyetlerin analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. "İçlerinde sana kulak verenler vardır. Peki, sağırlara sen mi işittireceksin?" Ayetler birbirinin devamı durumundadır. Zanna tâbi olan (âyet: 36), Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından uydurulduğunu söyleyen (âyet: 37-38), Kur'an'ı ya­lanlayanlar, ona inanmayanlar (âyet: 39-40) ve nihayet Hz. Peygamber'i yalanlayanlar (âyet: 41).

Bunların arasında Hz. Peygamber'i dinleyenlerin olduğunu 42. â-yet bildirmektedir. Hz. Peygamber'in tebliğine kulak veriyorlardı. Onla­rın manevî anlamda kulakları sağır olduğundan, Allah ve Hz. Peygam­ber'in onlara işittiremeyeceği ifade edilmektedir. "Sen mi- işittirecek­sin?" buyurulurken, "işittiremezsin" denmektedir. Allah maddî anlamda kulakları işittiği halde, anlamak ve öğrenmek niyetiyle dinlemeyenleri sağır olarak nitelemektedir. Nemi sûresinde de onlar ölü olarak görül­mektedir (âyet: 80). Bu insanlar ölü olduğu için işittirilmeleri imkânsız­dır. Onların işitmemesi, Peygamber'in başarısızlığı değil, inkâr psikolo­jisinin kendilerini ilâhî mesaja kapatmasıdır.

2. "Hele bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!" İşitme organı olan kulaktan kasıt beyindir, beyinden kasıt da akıldır.
Aklını kullanmayan veya kullanamayan insanlar, Peygamber'i dinler gibi görünürler ama asla işitmezler, anlatılanlardan haberleri olmaz ve onları idrak edemezler. Onun için onlara işittirmek imkânsızdır. Demek ki manevî kulağı işler hale getirecek olan güç çalışan akıldır.

Din eğitiminin ana hedeflerinden biri de insan aklını harekete geçi­rip doğru düşünmeyi öğreterek manevî kulakların açılmasını sağlamak­tır, veya manevî kulakları açarak aklı çalışır hale getirmektir. 42. âyetin sonunda yer alan "akıllarını kullanmıyorlarsa" ifadesinden hareket ede­rek "aklı" birinci sebep olarak alırsak önceki âyetlerde yer alan eylemlerdeki sebepler zincirinin başlangıcını yakalamış oluruz. Her kötü ey­lemin baş sebebi aklını kullanmamaktır.

Aklını kullanmayıp peygamberi yalanlayanlar, Kur'an'a inanmaz­lar, onun uydurulduğunu söylerler ve zanna uyup şirk koşarlar. Aklını kullanmamak her kötülüğün anasıdır. Dinlediğini anlamama, yalanlama, inanmama, zanna uyma ve şirk koşma aklın kullanılmamasının neticesi­dir.

3. "Onlardan sana bakanlar da vardır. Fakat körleri sen mi doğru yola ileteceksin?" Allah maddî an­lamda baktığı halde gerçeği göremeyenleri "kör" olarak nitelemektedir.

4. "Hele görmüyorlarsa!" Demek ki bakma ayrı bir eylem, görme başka bir eylemdir. Bakmak nazar, görmek basar keli­meleriyle ifade edilmektedir. Nazar, yani bakmak kafa gözüyle yapılır­ken, basar gönül gözüyle gerçekleşmektedir.

Gönül gözüyle görmeyenler, gözleriyle baksalar bile manen kör oldukları için, onları doğru yola iletmek zordur. Yûnus sûresinin 42-43. âyetlerinin anlamı, A'râf sûresinin 198. âyetinde de bulmak mümkündür: "Onları doğru yola çağırmış olsanız işitmezler, ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler." Hac sûresinin 46. âyetinde Allah körlüğün nerede olduğunu açıklamaktadır: "Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz, lâkin sinelerdeki kalpler kör olur." İşte bakıp da göremeyen insanların sinelerindeki kalpler kör olmuş demektir.

Bu âyetlerde sebep-sonuç ilişkisi kurularak psikolojik oluşumların ahlâkî davranışların, Kur'an ve Peygamber'e gösterilen tepkilerin ve yapılan iftiraların sebebi olarak sunulmakta ve açıklamalar bu ilişkiler sistemi üzerinde gerçekleştirilmektedir.

Akıl ve kalp gözünün çalışmasının sebep olduğu davranışlar anla­tılırken, onların çalışmasıyla nelerin olacağına da işaret edilmektedir. Böylece Hz. Peygamber'e insanın ne olduğu öğretilmektedir. Akıl denen ilâhî nimeti çalıştırmayıp duyu organlarını devre dışı bırakanların ne hale geldiği, gönül gözünü yitirenlerin Hz. Peygamber'in rehberliğinden mahrum kaldığı anlatılmakta, dolayısıyla insan eğitimine nereden başla­nacağına işaret edilmektedir.

İnsana aklını kullanmayı, doğru düşünmeyi ve gönül gözünü açıp onunla görmeyi öğretmek fetih denen eğitim eylemini gerçekleştirmek­tir. Fetih, bir ülkenin kapılarını açıp orayı ele geçirmek anlamına geldiği gibi, akıl ve gönlün kapılarını açıp oraları fethetmek de bir çeşit fetihtir. Akıl ve gönül ülkelerinin kapılarına hakikate açıp davranışlara, ah­lâka ve sosyal ilişkilere giden kanallara girmek suretiyle eğitimi tamam­lamak en doğru yol olacağını bu âyetler göstermektedir. Allah insanların gönül gözünün açılmasını, aklın kullanılmasını din eğitiminin birinci amacı olarak görmektedir.[35]

 

İnsan Kendine Zulmeder:

 

44.    Şüphesiz   ki   Allah    insanlara    hiçbir   şekilde zulmetmez, fakat onlar kendilerine zulmederler.

Yukarıdan gelip devam etmekte olan âyetlerin ardından böyle bir âyet niçin gelmiştir? İlk bakışta bir ilişkisinin varlığı görülmemektedir. Fakat analizi yapıldığında bağlantıların olduğu görülecektir.

a)Kulaklar, gözler, akıl ve gönül gözü Allah'ın insana verdiği manevî güçlerdir. Kulak ve gözlerin taşıdığı duyumları akıl denen beyin gücü yoğurup bilgi haline dönüştürür. Aklın ürettiği bilgi ve düşünce gönül gözünün yakıtı haline gelir. Bu fıtrî yetenekleri kullanmak, geliş­tirmek ve hayata sokup insanı yüceltmek görevini insana veren de akıl­dır. Bu görevi yerine getirmeyenler yeteneklerine zulmetmiş olurlar. Duyu organlarını, aklını ve gönül gözünü devre dışı bırakıp hakikati göremez hale gelenler kendi kendilerine zulmetmektedirler.

b) Bütün kabiliyetlerini kullanıp Peygamber'i ve ona gelen ilâhî mesajı anlayıp hayata geçirmeyenler de kendi kendilerine zulmetmekte­dirler. Aklını kullanmayıp zanna uyanlar, Kur'an'in başkaları tarafından

uydurulduğu iddiasında bulunanlar, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanla­yanlar kendilerine zulmedenlerin ta kendileridir.

Çünkü onlara bu olumsuzlukları yaptıran Allah değildir, onlar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Çünkü 'Allah kimseye ilâhî mesajı dinleme, aklını kullanma, bak ama görme, zannın peşine git, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanla' demez. Bütün bu yanlış işleri insanın kendisi yapar ve böylece zalimlerden olur.[36]

 

Doğruyu Bulamamak Ve Hüsran:

 

45.Onları huzuruna toplayacağı gün, gündüzün bir sa­atinden başka, dünyada durmamış gibidirler, araların­
da tanışırlar. Allah'a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar, hüsrana uğramışlardır.

46. Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de dönüşleri, bizedir. Sonunda Al­
lah, işlemiş olduklarına tanıklık edecektir.

Âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Onları huzuruna toplayacağı gün, gündüzün

bir saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler, aralarında tanışırlar. Allah 'a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar, hüs­rana uğramışlardır." Bu âyetten anlaşıldığı üzere verilen en esaslı mesaj "âhirette toplanılacak" olduğu gerçeğinin kavranmasıdır.

Daha önce anlatıldığı gibi, insanlar âhirette Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. Yûnus sûresinin dördüncü âyetinde, "Çünkü Allah, varlıkları önce yoktan yaratır; sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle ödül vermek için geri çevirir" buyurulurken kıyametin ardından ikinci yaratılışa işaret edilmektedir. Yûnus sûresinin yedinci âyetinde Allah'ın huzuruna çıka­caklarına inanmayanlar ele alınmaktadır. Yine Yûnus sûresinin 28. âye­tinde insanların hepsinin bir araya toplanacağı günden bahsedilmektedir. Aynı şekilde Yûnus sûresinin 34. âyetinde dünyadaki yaratılışın ardın­dan ikinci yaratılışa dikkat çekilmektedir.

Yûnus sûresinin 45. âyeti de bu âyetlerin devamı durumundadır. Mahşerdeki toplantı, "haşr", önemli bir inanç ilkesi olması sebebiyle amellerin mahşere yönelik yapılmasını temin için devamlı gündemde tutulmaktadır. Yûnus sûresinin 45. âyetinde âhirette Allah'ın huzurun­daki toplantı, orada gerçekleşecek bazı olaylardan dolayı gündeme geti­rilmektedir.

a) Dünyada günün bir saati kadar kalmış hissini duyacaklardır, "Onları huzuruna toplayacağı gün, Gündüzün bir saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler" buyurulurken, dünya hayatının ne kadar kısa olduğu ve bu inanmayanların, kısa zaman uğruna ebedî olan âhireti feda ettikleri anlaşılacaktır.   Bu   insanlar  günün   bir  saati  uğruna  ebedî  hayatın

ve onlar da şu cevabı vereceklerdir: "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor, der" (Mü'minûn 23/112-113). Onların bu cevabına karşılık Allah şu açıklamayı yapacaktır, üı "Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız, keşke siz bunu bilmiş olsaydınız" (Mü'minûn 23/114). Günahkâr bir insandan dünya hayatını zaman açısından değerlendirmesini istesek, o da ömrünün çok hayatını zaman açısından değerlendirmesini istesek, o da ömrünün çok kısa olduğunu söyleyecektir. Yaşanan ömürle anlaşılan ömür faklı ola­caktır. Bu da zamanın insan psikolojisine göre değişken olduğunu gös­termektedir. Diğer taraftan Allah dünyadaki zamanın âhiretteki hayatın ebedîliğine karşılık ne kadar kısa olduğunu anlatmak ve bir mukayese yapmak için bunları anlatmaktadır.

b) "Aralarında tanışırlar." Allah'ın huzurundaki top­lantıda dünyada tanışık olanlar orada da tanışacaklardır. Yûnus sûresinin 45. âyetinde anlatılan tanışma olumsuz mânada olanıdır. Söz konusu tanışma, bu dünyada kötü anlamda birbirlerini etkileyip yoldan çıkarı­lanların tanışması olacaktır. Yani, Allah'a şirk koşanlar, zanna tâbi olan­lar, Peygamber'i ve Kur'an'ı yalanlayanlar, bozgunculuk yapanlar, akıl­larını kullanmayanlar, gönül gözünü devre dışı bırakanlar, ilâhî mesajı dinlemeyenler ve böylece kendilerine zulmeden insanların (Yûnus 10/34-44) oradaki tanışması olacaktır.

Oradaki tanışmalarında neler olacaktır? Sorunun cevabını başka âyetlerde bulabiliyoruz. "Her ümmet ateşe girdikçe kardeşine (yoldaşına) lanet edecek. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca, sonrakiler öncekiler için, 'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar yoldan çıkardılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver' diyecekler" (A'râf"7/38).

"Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan çıkardılar derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov!" (Ahzâb 33/67-68). "Sûra üfürüldüğü zaman, artık aralarında akra­balık bağları kalmayacak ve birbirlerini sormayacaklardır" (Mü'minûn 23/101). "Dost, dostu sormaz" (Meâric 70/10).

Demek ki Allah'ın huzurunda bu kişiler birbirini tanıyacaklar. Bu dünyada kötü ve günahta birbirine yardım edip kötünün etrafında topla­nıp arkadaşlık edenler, orada bir araya gelip tanışınca birbirine lanet o-kuyacak ve birbirinin halini sormayacaklardır. Aralarındaki bağlar kopa- cak ve birbirlerine lanet okuyacaklardır. Demek ki mahşer, aynı zaman­da bir tanışma yeri olacaktır.

c) Allah bu âyetin sonunda, âhirette kimlerin zarara uğrayacağını açıklamaktadır: "Allah 'in huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır. Zira onlar doğru yola gitmemişlerdir." Allah, âhirette tekrar dirilip Allah'ın huzurunda toplanılacağına ve amellerinin değerlendirilip iyilere ödül, kötülere ceza verileceğine inanmayanların Allah'ın huzurunda toplanıldığında mahcup olacaklarına dikkat çekmektedir. Bu insanlar, orada manen iflâs ettikle­rini anlayacaklardır. Allah zarara uğramalarını iki sebebe bağlamaktadır:

i. "Allah 'in huzuruna varmayı yalanlamaları. " Âyet bu kısmı ile Yûnus sûresinin yedi ve sekizine âyetlerine bağlıdır. Onlar Al­lah'a kavuşacaklarına inanmamakta, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olmaktadırlar.

ii. "Zira onlar doğru yola girmemişlerdir." İkinci sebep olarak doğru yola girmemeleri gösterilmektedir. Her iki sebebin arasında da bir bağlantı vardır: Allah'a kavuşacaklarına inansalardı doğ­ru yola girmelerinin ihtimali yüksek olacaktı. İnsanı doğru yoldan alıko­yan âhirete inanmamasıdır. Âhireti yalanlamak, doğru yola dinamit atıp tahrip etmekten başka bir şey değildir. İlâhî eğitim, âhirette zarara uğra­yacak olan kimselerin inanç ve amel yapılarını açıklayarak, insanları doğru inanca ve iyi amele davet etmektedir.

2. "Onlara vaad et­tiklerimizin bir kısmını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de dönüşleri bizedir." "Onlara vaad ettiklerimizin bir kısmı" ifadesinden anlaşılması gereken şey nedir? Yûnus sûresinin 45. âyeti bu sorunun cevabını ver­mektedir: "Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır." Onların zarara uğramaları Allah tarafından onlara vaad edilen bir ceza veya netice olmaktadır.

Onlara verilen bu cezayı dünyada Allah Hz. Peygamber'e göstere­bilir, ama vefatından sonra âhirette de gösterebileceğini söylemektedir. Kâfirler her ne kadar Allah'a dönüşü inkâr ediyorlarsa da, onların inkârı, Allah'a dönüşlerini engellemeyecek ve bu cezayı göreceklerdir. O za- man âhirette onların akıbetini Hz. Muhammed görmüş olacaktır. Âyette­ki "sana göstersek" ifadesindeki "sana" Hz. Peygamber'e hitap­tır, ama Hz. Peygamber vefat ettiğinden dolayı bu hitabın Kur'an'a ina­nan, ve yaşayan insanlara olduğunu söyleyebiliriz. Aksi takdirde âyetin evrenselliği yara alır.

Aslında âyet insan psikolojisinin farklı bir boyutunu gündeme gedmektedir. Müşrik ve kâfirlere Allah'ın vaâd ettiği cezayı Hz. Pey­gamber veya genel mânada müslümanlar dünyada görmek istedi ve ister. Tıpkı Bakara sûresinin 260. âyetinde Hz. İbrahim'in Allah'ın ölüyü nasıl dirilttiğini, imanının tatmin noktasına ulaşması için görmek istemesi gibi bir insan birinden ağır bir haksız muamele gördüğünde, ister ki dünyada onun başına Allah tarafından gönderilecek bir belâyı, ya da cezayı gör­sün. Aslında bilmez ki dünyadaki ceza. âhiretteki cezanın yanında hafif kalır.

Demek ki Hz. Peygamber, İslâm'a çeşitli şekillerde karşı çıkıp tepkilerini eyleme dönüştüren kâfirlere Allah'ın vaad ettiği cezayı dün­yada görmek istedi. Allah da ona "dünyada o cezayı görmeden vefat etsen bile âhirette mutlaka göreceksin" demek istemiştir.

3. "Allah onların yapmakta olduklarına

şahittir" Hz. Peygamber dünyada görmese bile, bu ifadeyle, onların ey­lemlerinin kaydedildiğine ve âhirette mutlaka değerlendirilip cezalandı­rılacaklarına dair garantiyi almaktadır. Onların Kur'an'a ve Hz. Pey­gamber'e karşı işledikleri kötü fiiller karşılıksız kalmayacaktır ve onlara nelerin yapılacağını âhirette göreceksin.

Âhiret inancının insana verdiği en büyük teselli de bu olmaktadır. Bu âyet, aslında dünyada haksızlığa uğrayıp, hakkını alamayan ve hak­sızlığa sebep olanların başına gelecek belâyı, cezayı göremeyen insanla­rın söz konusu cezayı âhirette göreceklerini bildirmektedir. Allah her şeye şahittir, olanları eksiksiz görüyor ve kaydediyor. Yani haksızlığa uğrayan insan, onu mağdur edenin cezasını çektiğini dünyada görmese bile, âhirette mutlaka göreceğine inanmalı ve rahatlamalıdır. [37]

 

Peygamberlerin Gelmesi Ve Sorumluluk:

 

47. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adaletle hüküm verilir. Ve onla­
ra asla zulmedilmez-

48. Diyorlar ki: Doğru iseniz bu vaad ne zaman?

49. De ki: Ben kendime bile Allah'ın istediği dışında ne bir zarar ne de bir fayda verme gücüne sahibim. Her
ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.

50. De ki: Ne dersiniz? Allah'ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yaparsınız?). Suçlular ondan
hangisini istemekte acele ediyorlar?

51. Başınıza belâ geldikten sonra mı O'na iman ede­ceksiniz, şimdi mi? Halbuki onu istemekte acele ediyor dunuz.

Yukarıda mealleri verilen âyetler bir bütünlük teşkil etmektedir. Onun için açıklamaları da birlikte yapılacaktır. Bu açıklamaları elde edi­lecek neticelere göre yapmak daha uygun olur:

1. "Her ümmetin bir peygamberi vardır. " Demek ki Allah her ümmete bir peygamber göndermiş ve böylece her ümmetin bir peygamberi olagelmiştir. Bunun başka bir anlamı şudur: Sürü gibi yaşa­maktan kurtulmuş, toplum, ümmet veya millet olabilme niteliğini ka­zanmış toplumlara Allah değer verdiği için, ilâhî âlemin mesajını getirip sorunlarını çözecek bir elçi görevlendirmekte, ve bu elçiyi kendi içlerin­den seçmektedir. Kimi zaman sürü halinde, başkasının zulmü altında yaşayan insanları kurtarıp millet haline getirmek için de elçi gönderil­miştir. O zaman peygamberin bir görevi de sürü veya köle olan insanları kurtarıp millet haline getirmek olmuştur.

Bu durumda şöyle bir genelleme yapabiliriz: Allah bazan millet haline gelmiş bir topluluğun sosyal ilişkilerinin çürümesi sebebiyle yok olup gitmesini önlemek için veya ezilen, hakları elinden alınan insanları bağımsız millet haline getirmek, onlara kimliklerini kazandırmak, insan­ca yaşamalarını temin etmek için peygamber göndermiştir. Hangi sosyal, insanî ve manevî sebeple olursa olsun Allah milletleri peygambersiz bırakmamıştır. Bu, Allah'ın bir sünnetidir, yani sünnetullahtır. Allah bu sünneti Kur'an'in başka âyetlerinde de açıklamaktadır.

ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı vardır" (Fâtır 35/24).

a) "Biz seni müjdeleyici

b) "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberden sonra Allah 'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir" (Nisa 4/165). Allah bu âyette peygamber göndermesi­nin sebebini de "mahşerde insanların, 'bizi yapacağımız konularda bilgi- lendirmedin' diyerek Allah'a karşı bahane uydurmalarını ortadan kal­dırmak olarak belirlemiştir."

c) "Eğer biz, bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azapla helak et­seydik, elbette şöyle diyeceklerdi: Yâ Rabbi! Bize bir peygamber gönder-seydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık" (Tâhâ 20/134).

d) "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15).

Bu âyetlerle neden peygamber gönderildiği açıklanmış ve görevle­rinin ne olduğu belirlenmiştir. Peygamberlerin bütün görevlerinin amacı şu noktalarda toplanmaktadır: İnsanlara iyiyi, doğruyu, hakkı anlatıp onları bilgilendirmek; kötüyü, çirkini, yanlışı ve bâtılı anlatıp onları u-yarmaktır. Bir kelime ile ifade edecek olursak insanları bilgilendirmek diyebiliriz.

2. "Peygamberleri gel­diği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. " Peygamber ve onun getirdiği mesaj ile "adalet" arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Âyetteki "adalet" olarak mânalandırdığımız JaüJı el-kıst kelimesi, "oran adaleti" anlamına gelmektedir. Oran adaleti ile araların­da hükmedilmesi ve bilgilendirmesinden sonra, insanları davranışlarına göre değerlendirip hükme bağlamak demektir.

Bilgilendirme, yani neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış, neyin hak neyin bâtıl, neyin faydalı neyin zararlı, neyin haram neyin helâl olduğunu bildirmeden insanları cezalandırmak zulüm olacaktır. Allah kullarına zulmetmemek, aralarında adaletle hükmedebilmek için onlara peygamberle beraber mesajını göndermiştir.

İlâhî mesajın önemli amaçlarından biri de adaletin gerçekleştiril­mesidir. İlâhî mesajın olduğu yerde, adaletle hükmetmek zorunlu hale gelmekte ve bunu Allah uygulamaktadır. Adaletle hükmeden insanlar, Allah'ın uygulamasını meslek haline getirdikleri için Allah'a yakın in­sanlardan olmaktadırlar. Demek ki eğitimle yapılan bilgilendirme, insan-lara âdil davranmanın ön şartı olmaktadır. Cahil insanın ne kendisi âdil olur ne de kendisine adaletin uygulanması mümkün olur.

Diğer taraftan "ümmet" denen sosyal olgunun, yani milletin "ada-let"le ilişkisi kurulmaktadır. Objektif hukukla adaletin gerçekleştirildiği toplumlar millet olma hakkını kazanmaktadır. Objektif hukuk demek adaletin gerçekleşmesi demektir. Adaletin olduğu yerde millet var de­mektir. Bu kavramlar zulmü dışarıda bırakmaktadır.

3. "Diyorlar ki: Doğru iseniz bu vaad ne zaman?" Dünyada erdem dışı hareket yapan ve zulümde bulu­
nanların cezalandırılacağına dair Allah'ın tehdidini, yani vaadini kâfirler hemen görmek istemişlerdi. Böyle bir cezanın mesajını Hz. Peygamber onlara bildirmiş ve böylece kendilerine çekidüzen vermelerini istemişti.

Aslında âhireti inkâr edenler, cezanın hemen dünyada gelmesini is­temişlerdi. Onların bu isteği, müslümanların doğru sözlü olduklarını ispat etmek için dile getirdikleri anlaşılmaktadır. Bunun anlamı kıyame­tin ne zaman geleceğini sormaktır.

Kur'an ilâhî vaadin gerçekleşeceğine dünyada inanmanın eğitimini vermektedir. Kâfirler âhirette vaadin gerçek olduğunu anlayacak ve bu­lacaklardır: "Cennet ehli cehennem ehline: 'Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldu­nuz mu?' diye seslenir. Onlar da: 'Evet' derler" (A'râf 7/44).

Âhirette Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bulmadan önce, dün­yada onun gerçek olacağına inanma başarısını göstermek iman adına gösterilen gönül eylemlerinin en başarılı olanlarından biridir. İnsanın inanması ne kadar başarılı bir gönül eylemi ise, inkârı da o kadar kötü bir eylemdir. Çünkü dinin temel konularından biri âhirete inanmaktır. Beşerî düşüncelerin meydana getirdiği sistemlerin âhiret hayatı, cennet ve cehennemi yoktur. Onun için onlara din niteliği verilemez.

4. Allah'ın istediği dışında ne bir zarar ne de bir fayda verme gücüne sahi­bim." Yûnus sûresinin 49. âyetinin bu kısmı, kâfirlerin 48. âyette sor­dukları soruya bir cevap niteliğindedir. Hz. Peygamber'in Allah'ın vaadettiği azabın veya âhiretin ne zaman geleceğini bilmesi mümkün olma­dığı için Allah bu şekilde cevap vermesini istemiştir. Ayetin bu kısmı A'râf sûresinin 188. âyetinde açıklandı.

Âyetin bu kısmı hem kâfirlerin sorusuna bir cevaptır, hem de pey­gamber ve dolayısıyla bütün insanların gücü ve ilâhî dilemenin arasın­daki ilişkiyi anlatan bir ilke durumundadır. Allah dilemediği takdirde kendi kendine fayda ve zarar veremeyen bir beşer ilâhî cezanın veya kıyametin ne zaman geleceğini de bilemez. Çünkü A'râf sûresinin 188. âyetine göre bu bilgi gaybî bilgidir. Âyetin bu kısmı, aynı zamanda Hz. Peygamber'in de tanrılaştırılamayacağına da delil olmaktadır.

5. "Her ümme­tin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler." Allah "vaadin ne zaman" gerçekleşeceğinin bilgi­sini Hz. Peygamber'e bildirmedi, ama her milletin bir sonu olduğunun bilgisini ona vermiştir.

Âyetin bu kısmından sosyolojik bir gerçeği çıkartıyoruz: Ferdî mânada her insanın bir ömrü olduğu gibi, toplumların da bir ömrü var­dır. Yani, fertler gibi toplumlar gibidir. Doğarlar, gençlik dönemlerinde yükselirler, ardından duraklama dönemine girerler, sonunda da ölürler. Önemli olan ölümlerinin ardından genç bir milletin doğumunu gerçek­leştirmeleridir. Ferdî mânada bazı insanlar ölmeden önce bazı hastalıklar geçirdiği gibi, toplumlar da batmadan önce bazı sosyal hastalıklar geçi­rirler.

En'âm sûresinin ikinci âyetinde açıklandığı gibi bu ömrün son bulmasında kesin bir ecel olduğu gibi oynak bir ecel de vardır. Toplum­lar bazı ıslahatlar yaparak bu oynak eceli, kesin ecele kadar uzatırlar, ama kesin eceli ertelemeleri mümkün değildir.

Toplumlar çöküş sebeplerini kendi düşünce ve eylemleriyle hazır­larlar. Peygamberlerin getirdiği ilâhî mesaj, bu sebeplerin oluşmasını önlemek ve oluşanlarını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Ancak insanların bu dinamiklerin oluşması ve devam etmesinde ısrarlı olmaları ilâhî azabı getirerek geri dönmesi mümkün olmayacak dinamiğe sebep olurlar. Bu durumda o toplum ilâhî azap gereği çökmüş olur. Toolumdaki fertlerinyanlış eylemleri iyiler tarafından durdurulmazsa bu eylemlerin toplamı öylesine manevî bir yığın oluşturur ki, geri çevrilmesi mümkün olmayan ilâhî azabı çağırır, işte o zaman toplumun ölümü kesin hale gelir.

6. "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın azabı size geceleyin ve gündüzün gelse {ne yaparsı­nız?). Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar?" Bu âyet toplumların ecelinin son bulmasının ilâhî azapla olabileceğini gündeme getirmektedir. Allah, azabının gece veya gündüzün gelebilme imkânına işaret ederken, toplumu o hale getiren kötü insanların ne yapabilecekle­rini de sormaktadır. Yûnus sûresinin 48. âyetinde vaadin ne zaman oldu­ğunu soranların 50. âyette mücrim oldukları açıklanmaktadır. Allah on­lara azabın gece veya gündüz gelenin hangisini istediklerini sormaktadır. Bu demektir ki Hz. Peygamber'e ve onun getirdiği ilâhî vahye öylesine olumsuz tepki gösterdiler ki, ilâhî müdahaleye sebep oldular. Suçluların eylemleri, tepkileri ilâhî âlemi harekete geçirmekte ve azabı alıp gelmek­tedir. Allah azabın hangi zamanda gelmesinde acele ettiklerini sormak­tadır.

7. "Başınıza belâ geldikten sonra mı O'na iman edeceksiniz?" Allah onlara başlarına belâ geldikten sonra mı inanacakla­rını sordurmakla, belâ gelmeden önce inanmalarını istediğine işaret et­mektedir. Başka bir açıdan bakınca, Allah, onların iman etmeyeceğinin kesin olduğunu vurgulamaktadır diyebiliriz.

Belânın gelmesi bir tecrübe olacaktır. Fakat belânın gelmesiyle hayatta olmayacaklarını düşünmemektedirler. "Görmeden inanmayız" dayatması burada da işlemektedir. Tabiat olaylarına bakarak iman etmek varken, belâyı delil olarak kabul edip iman etmek aslında imkânsızı is­temekten başka bir şey değildir. Kâfirlerin acele belâyı istemeleri aslında bir meydan okumadır ve böyle bir belânın geleceğine inanmadıklarını farklı bir şekilde ifade etmektedirler.

8. "Şimdi mi? Halbuki onu istemekte acele ediyordunuz." Belâ gelip de ölüm ya da helak anında yapılacak imanın geçersizliği açıklanmaktadır. Bunun bir benzeri Yûnus sûresinin 90-91. âyetinde açıklanan Firavun'un olgusudur: "Nihayet (denizde) boğulma haline gelince: Gerçekten İsrâiloğulları'nın inandığı tanrıdan başka tanrı ol­madığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım dedi. Şimdi mi? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun! "

Bu âyetler bize Firavun'un boğulma anında iman etmesinin kabul edilmediğini öğretmektedir. Aynı olguyu Yûnus sûresinin 51. âyetine taşıdığımızda, belâ gelince helak olacaklar ve o anda yapacakları iman kabul edilmeyecektir. Demek ki can boğaza geldikten sonra yapılacak iman geçerli olmayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah millet ile peygamber, ilâhî mesaj ile adalet, ilâhî vaad ile ecel, belâ ile iman arasında ilişkiler kurmaktadır. İlâhî vaadin zamanını bildirme yetkisinin Hz. Peygamber'de olmadığı vurgulanırken, her ümmetin bir eceli olduğu gündeme getirilmektedir.

Her ümmetin bir peygamberi olduğu bildirildiğine göre, Hz. Muhamed'den sonra peygamber gelip gelmeyeceği nasıl çözümlenir? Kur'an Hz. Peygamber'i bütün insanlığın peygamberi olarak kabul etti­ğinden, bütün insanlık onun ümmeti durumundadır. Günümüzde kitle haberleşme araçları insanlığı tek bir millet haline dönüştürmektedir. Ar­tık insanlık Kur'an'ın nurunu daha yakından almakta, onun rahmetinden istifade etmekte ve onun rehberliğine nail olmaktadır.

Her ümmetin bir peygamberi olmasının âhiretteki yansıması, o peygamberlerin şahit niteliğinde görev yapmalarıdır: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!" (Nisa 4/41).

Hz. Peygamber İbn Mes'ûd'dan Kur'an okumasını istemiştir. İbn Mes'ûd, "Sana indirildiği halde ben mi sana okuyacağım?" demiş, Hz. Peygamber, "Evet Kur'an'ı başkasından dinlemek hoşuma gidiyor" bu­yurmuştur. İbn Mes'ûd Nisa sûresini okumaya başlamış, 41. âyete gelin­ce, Hz. Peygamber "şimdilik yeter" demiştir. Gözlerinden yaşlar aktığını İbn Mes'ûd görmüştür.[38]

Demek ki bu dünyada her ümmetin peygamberi âhirette kendi ümmetlerine şahit olacaktır. Hz. peygamber de onlara şahit, yani bilirkişi tayin edilecektir. Peygamberlerin görevi orada da devam edecektir.[39]

 

Herkes Yaptığının Karşılığını Bulur:

 

52. Sonra zulmedenlere, "Ebedî azabı tadınız" denile­cek. Kazanmakta olduğunuzdan başkasının karşılığını mı bulacaksınız?

53. O bir gerçek midir? diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime yemin ederim ki, o şüphesiz ger­ çektir, ve siz âciz bırakacak değilsiniz.

54.Zulmeden herkes yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder, ve azabı gördükleri zaman, için için yanarlar. Aralarında adaletle hüküm olunur ve onlara zulmedilmez. Âyetlerin analizinden birtakım neticeler çıkartmak mümkündür. Ancak bu âyetlerin önceki âyetlerin devamı durumunda olduklarını göz önünde bulundurmak gerekiyor.

1. "Sonra zulmedenlere 'ebedî azabı tadın' denilecek!" Âyete geçen "zulmedenler" kimdir? Soruya ce­
vap verebilmek için önceki âyetlere bakmak gerekir: Peygambere kulak verip işitmeyenler ve aklını kullanmayanlar (âyet: 42), peygambere ba­kıp görmeyenler (âyet: 43), Allah'a kavuşacaklarına inanmayanlar (âyet: 45), Allah'ın vaadinin gerçek olmadığını iddia eden mücrimler (âyet: 50). İşte bunlar kendilerine zulmettikleri için ebedî azabı tadacaklardır.

Allah, insanı âhirette ebedî azaba götüren inanç ve amellerin neler olduğu bilgisini vererek din eğitimi yapmakta, şirkten ve yanlış eylem­den caydırmak için, âhirette olacakların haberini vermekte yani, testiyi kırmadan önce tedbirini almanın önemini öğretmektedir.

2. "Kazanmakta  olduğunuzdan başkasının karşılığını mı bulacaksınız?' Allah, âyetin bu kısmı ile şu ilkeyi     getirmektedir:     Âhirette     herkes     kendi     yaptığı     amelle cezalandırılacaktır. Bunu başka bir âyetle ifade edecek olursak: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" (İsrâ 17/15). Herkes kendi günahının karşılığını görecektir. Kur'an bu ve buna benzer âyetlerle, günahın ferdî olduğu ilkesini koymaktadır: Suç da cezası da ferdîd "O bir gerçek midir? diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime yemin ederim
ki o, şüphesiz gerçektir ve siz âciz bırakacak değilsiniz." Bu âyetin ana­lizinden çıkaracağımız esaslar olacaktır:

a)  "O bir gerçek midir?" sorusunu kimler soruyor? Yûnus sûresinin 36. âyetine baktığımızda, bunun zanna tâbi olan müşriklerin sorduğu bir soru olduğunu görmek mümkündür. Müşrikler, ilâhî vahyi bir türlü kabullenemiyor, ona karşı ilgisizlik gösteriyor ve onun gerçek olup olmadığını soruyorlardı. Bu soruyu soranlar 45. âyette geçen âhireti inkâr edenler olabilir. Öldükten sonra dirilmenin, Allah'a kavuşmanın gerçek olup olmadığını sormuş olabilirler. İster Kur'an'in, isterse âhiret hayatının gerçekliğini sorsunlar, bu sorudan anlıyoruz ki onların bu sorularına alay edercesine inanmadıklarını ifade etmek için sormakta oldukları anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Yûnus sûresinin 50. âyetinde belirtilen, gündüz veya gece vakti gelme ihtimali olan dünya azabının gerçek olup olamayacağını ironik bir şekilde sormuş da olabilirler.

b) "De ki: Evet, Rabbime yemin ederim ki o, şüphesiz gerçektir." Bu cevaptan anlıyoruz ki, Allah onların sorularını ciddiye   almış,   Kur'an'm   anlattıklarının   gerçek   olduğu' cevabını vermiştir.   Âhirette   dirilmenin   veya   dünya   azabının   gerçek   olup olmadığını sorsalar bile, onları da Kur'an anlatmakta ve imanın ilkesi haline getirmektedir. Böylece Kur'an'in anlattıklarının gerçek olduğu bildirilmektedir. Soruyu müşrikler alay edercesine sorsalar bile, soru ortada bırakılmayıp, esası öğretilmelidir.

c) "Ve siz âciz bırakacak değilsiniz." Kur'an'm getirdiği mesaja zarar veremeyeceklerini, onu görevinden alıkoyup âciz bırakmayacaklarını,    ilâhî    nurun    dünyayı    aydınlatacağını    onlara söylemesini Hz. Peygamber'den istemektedir.

Onların Kur'an'ı âciz bırakamayacakları meselesi başka âyetlerde şöyle ifade edilmektedir: "Al­lah'in nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş-lanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. Allah müşrikler hoşlanmasalar da dininin bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderir" (Tevbe 9/32-33).

Yûnus sûresinin 53. âyetindeki âciz bırakmaları, ağızlarıyla üfleyip Allah'ın nurunu, yani Kur'an'ı söndürmeleri anlamına gelmektedir. İn-kârlarıyla, zannın peşinde koşmalarıyla, alay etmeleriyle Kur'an'ın nu­runu söndürüp onu âciz bırakamayacakları kendilerine hatırlatılmakta ve ona karşı olan çabalarının boşa gideceği belirtilmektedir. Hak asla mağlûp edilemez ve âciz bırakılamaz. Gerçek olmayan mağlûp edilebilir, âciz bırakılabilir. Zafer hakikatindir, mağlûp eden de âciz bırakan da hak olandır:

"De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur" (İsrâ 17/81).

4. "Zulmeden herkes yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder." Âyetin bu kısmı dünyada günah işleyen insanın âhirette ne ile karşılaşacağına ve ne yapacağına işaret edilmektedir. İşledikleri günahtan kurtulmanın uğruna dünyadaki servetlerini feda ederlerdi, yani fidye olarak verirlerdi. Ölen yakınını günahtan kurtarmak mümkün ol­saydı, insan bütün servetini feda ederdi, ama bu mümkün değildir. Çün­kü Allah bunun genel kuralını şu âyetlerde koymuştu:

a) "Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulanamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz, onlara asla yardım da yapılmaz" (Bakara 2/48).

b) /man edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve kayırma bulunma­yan gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak ediniz" (Bakara 2/254). Demek ki insan hayatta iken infakını yapmalıdır. Arkadan biri onun adına infak edip fayda sağlayamaz.

c) "Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak "dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir..."(Âl-i İmrân 3/91). İnkâr edenlerin bu dünyada yaptıkları iyi amellerin
âhiretteki geçersizliğine bu âyette işaret edildiği gibi, inkârlarının silin­mesi adına her şeylerini -mecazi mânada yeryüzü dolusu altın- verseler bile kabul edilmeyeceğine işaret edilmektedir.

Bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 54. âyetine götürürsek şu genellemeye varabiliriz: Âhirette günahtan kur­tulmak için fidye verilmeyecektir. Herhangi bir bedel karşılığı günahlar ortadan kaldırılmayacak ve silinemeyecektir. Günahları ortadan kaldırma fırsatı dünyadadır. İnsan geçmişindeki kötülükleri silmek için iyiye yönelip, tövbe edip doğru yola girerse bu fırsatı elde edebilir. Bu âyetler, dünyada insanların iyiden yana gerekli olan değişimi gerçekleştirmeleri için gönderilmiştir.

5. "Ve azabı gördükleri zaman, için için yanarlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez." Azabı gördüklerindeki psikolojik durumları açıklanmaktadır.

Âyette geçen eserra fiili "gizlemek, sır haline getirmek" anla­mına gelmekte, açığa vurmanın tam tersi anlamını taşımaktadır. Pişman­lıklarını gizlemenin anlamı, içten içe, kalplerinden hissederek pişmanlığı yaşacaklardır, demektir. Aslında eserra fiili geçmiş zaman kipinde olmasına rağmen, burada âyete gelecek mânası verilmelidir. Çünkü âhirette kesin olarak bu pişmanlığı duyacaklarından, söz konusu kelime, geçmiş zaman kalıbında gelmiştir. 'Pişmanlıklarını gizleyecekler' anla­mından ziyade, 'için için yanacaklar' mânasını uygun buluyoruz. Ancak onların pişmanlıklarını gizlemelerine güçleri yetmeyecektir.

Râzî'nin verdiği mânaya bakarsak, serra kalıbı "gizlemek", eserra da "açığa vurmak" anlamına gelmektedir[40]. Begavî, Ebû Ubeyde'ye dayanarak âyete "pişmanlıklarını açığa vuracak­lar" mânasını vermektedir[41].

Âyette geçen f-tJı en-nedm (pişmanlık) kavramı "bir şeyin yanında bulunmak, ondan ayrılmamak" anlamına gelmektedir. Alkole düşkün insanların durumunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Meselâ ed-dem üst üste yığılan idrar demektedir. Orada kalması, oradan ayrılma­ması ve orada sertleşip yerleşmesi sebebiyle bu ismi almaktadır. Diğer taraftan ed-demne de kalpten bir türlü çıkmayan kin demektir. Pişmanlık da kalpte yerleştiği için bu kelime ile ifade edilmektedir.[42]

Bu âyette müslümana âhirette pişmanlığını içten içe duyacağı bir davranışta bulunmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Âyetten öyleanlıyoruz ki, âhirette bir tarafta azap, öbür tarafta da içten içe duyulan pişmanlık ıstırabı vardır. Bir bakıma iki katlı bir azap anlatılmaktadır.

anlıyoruz ki, âhirette bir tarafta azap, öbür tarafta da içten içe duyulan pişmanlık ıstırabı vardır. Bir bakıma iki katlı bir azap anlatılmaktadır.

Allah onların arasında hükmederken adaletle hüküm verecektir. Onlara asla zulmedilmeyecektir. Burada "adalet" el-kıst kelimesi ile ifade edilmektedir. Herkese lâyık olduğu ceza verilecek demektir. Bunun anlamı kâfirlerin de, zalimlerin de azaplarında farklılıklar olacak­tır. İnsanlar mutlaka adaleti âhirette göreceklerdir. Çünkü dünyadaki mutlak ilâhî adaletin farkında değillerdir. Sahte arzular, sahte beklentiler ve sahte düşünceler bu adaletin farkedilmesini önlemektedir.[43]

 

Allah'ı Bilmenin Yolu:

 

55.Bilesiniz ki, göklerde ve yerde olan her şey Al­lah 'indir. Yine bilesiniz ki, Allah 'in vaadi haktır, fakat
onların çoğu bilmez.

56. O hem diriltir hem de öldürür ve yalnız O 'na dön­dürüleceksiniz.

Allah kendisinin nasıl bir varlık olduğunu bu âyetlerde anlatmakta ve nasıl bilinmesi gerektiğini açıklamaktadır.

1. "Bilesiniz ki, göklerde ve yerde o-lan her şey Allah'ındır." Allah, göklerde ve yerde olan her şeyin kendi­sine ait olduğunun bilinmesini istemektedir. Âyetin bu kısmını Yûnus sûresinin ikinci âyetine bağlamak mümkündür. Orada gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğu gündeme getirilirken, 55. âyette göklerin ve ye­rin O'na ait olduğu buyurulmaktadır. Aslında bu aynı şeyin farklı bir şekilde ifade edilmesidir. Bir şeyi yaratan aynı zamanda onun sahibi demektir. Allah kâinatın sahibidir.

2. "Yine bilesiniz ki, Allah'ın vaadi haktır." Al­lah'ın vaadinin hak olduğu da bilinmelidir. "İşte bu, Rabbinin üzerine (aldığı ve yerine getirilmesi) istenen vaadidir" (Furkân 25/16). Müminler, Allah'ın onlara vaad ettiği cenneti O'ndan beklemek­tedirler. Aynı zamanda Allah kâfirlere de cehennemi vaad etmektedir.
Bu vaad de haktır yani, Allah tarafından yerine getirilecektir. Böylece Allah iki şeyin gerçekliğini gündeme getirmektedir: Kâinatın sahipliği ve vaadinin gerçekliği.

3. "Fakat onların çoğu bilmez" buyurulurken, Allah'ın kâinatın sahibi olduğunu, vaadinin mutlaka yerine geleceğini bilmediklerine işaret etmektedir. Bilmek hem imanın hem de kulluğun temelini teşkil etmektedir. Bilemedikleri için Allah'ın vahyine, peygam­berine karşı çıkıyorlar ve âhirete inanmıyorlar demek istenmektedir. Her yanlış inancın ve olumsuzlukların sebebini bilmemektir. Cehalet bütün kötülüklerin anasıdır.

4. "O, hem diriltir hem de öldürür." Var olma olgusu  ile ölüm  olgusuna dikkat çeken bu  âyet,  iki  zıt  oluşumu gerçekleştiren varlığın Allah olduğu inancını öğretmektedir.

5. "O'na döndürüleceksiniz." Nihaî varış yerinin Allah olduğu inancını oluşturmak isteyen bu âyet, Yûnus süresindeki "Hepinizin dönüşü ancak O'nadir" (âyet: 4), "Huzurumuza çıkmaya inanmayanlar" (âyet: 7), "Bize kavuşmayı beklemeyenler" (âyet: 15), "Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar" (âyet: 45) mealindeki bu âyetleriyle bir bütünlük oluşturmaktadır. Yûnus sûresinin gerçekleştirmek istediği öğretilerin başında "Allah'a kavuşma" şeklinde ifade edilen âhiret inancı gelmektedir. Aslında Allah'a kavuşma inancı kabul ettirildikten sonra, öldükten sonra dirilme, âhirette hesap görme, ödül ve ceza konusundaki inancının kabullenilmesi kolaylaşacaktır. Aslında bütün farklı cephelerden anlat­manın amacı, öldükten sonra dirilmenin kabul ettirilmesidir.[44]

 

Kur'an'ın Özellikleri:

 

57. Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, sinelerdeki-ne bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiş­tir.

Bu âyet Yûnus sûresinin 1. âyeti ile 37-38. âyetlerinin bir devamı durumundadır. Bu sûrenin birinci âyetinde Kur'an'ın hikmet dolu özelli­ğine işaret edilmişti. 37. âyette Kur'an'ın kendinden önceki kitapları doğruladığı, kitabı açıkladığı, kendinden şüphe edilmediği, 38. âyette de benzerinin getirilemeyeceği şeklindeki özellikleri sıralanmıştı.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus sûresinin 57. âyetinde de bu âyetlere devam edilerek Kur'an'ın diğer özelliklerine ve görevlerine dikkat çekilmektedir. Şimdi âyetin analizini yaparak bu özelliklerini gö­rebiliriz.

1. Kur'an bütün insanlara gelmiştir. Âyet "Ey insanlar!" diyerek Allah, Kur'an'ın bütün insanlığı kucaklayacak, onlar için objek­tif ve evrensel kural ve ilkeler getirdiğini öğretmektedir. Bu ifade sadece Hz. Muhammed döneminde, kendi toplumunda yaşayan insanları hedef almamaktadır. Hem o dönemde yaşayan insanları hem de kıyamete ka­dar gelecek nesilleri hedef almaktadır.

2. Kur'an Allah'tan gelmiştir. Kur'an'ın Allah'tan gelmiş olması aslında   onun   en    önemli    özelliğini    teşkil   etmektedir. "Rabbinizden" denmekle,  Allah'ın, bütün insanların Rabbi olduğu, Kur'an'ın beşerî kaynaklı değil de ilâhî kaynaklı olduğu vurgulanmakta­dır. Allah'tan gelmiş olması hem evrenselliğini, hem objektifliğini, hem
de hak olduğunu ifade etmektedir.

3. Kur'an bir öğüttür. "O, bir öğüttür." Kur'an'ın öğüt olmasının ona yüklediği görev, insanları yapmamaları gereken şeylerden uzak tutmak, o fiillerin neler olduğunu onlara anlatmaktan ibarettir. Bunu bir örnekle anlatabiliriz: Doktora giden bir hastaya doktor iki türlü tedavi uygular. Birincisi gerekli olan ilâçları verir, ikincisi de yememesi gereken gıdaları söyler. Günümüzde diyet dediğimiz uygulama bunu ifade etmektedir.

Kur'an'ın öğüt verme görevi, insanları yanlış hareketlerinden alı­koymayı hedeflemektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'daki yasaklar genel anlamda "öğüt" anlamına gelmektedir. An­cak olumlu mânada verilen hükümlerin bir kısmı da öğüt alanına gir­mektedir. Kur'an'dan örnekler vererek öğüdün nasıl verildiğine açıklık getirebiliriz: Hûd peygamberin Âd kavmine şu şekilde öğüt verdiğini görüyoruz:

a) Sakınınız; ben size bir elçiyim; Allah'a karşı gelmekten sakını­nız ve bana itaat ediniz; eğlenmek için her yere bir eğlence binası dik­meyiniz, dünyada temelli kalacakmış gibi hareket etmeyiniz; zulmetme­yiniz; Allah'a karşı gelmekten sakınınız; büyük günün azabından korku­nuz (Şuarâ 26/124-135). Bunların bütününün öğüt olduğunu Şuarâ sûre­sinin 136. âyeti söylemektedir: "Onlar şöyle dediler: Sen öğüt versen de, vermesen de bizce birdir. "

b) "De ki: Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkınız, sonra da düşününüz! Arkada- şınızda hiçbir delilik yoktur. O, ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir" (Sebe 34/46).

c) "Allah size, mutlaka emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğüt­ler veriyor" (Nisa 4/58).

d) "Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" (Nahl 16/90).

e) "Çünkü size iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir günahtır. Onu duyduğunuzda: Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük iftiradır, demeli değil miydiniz? Eğer inanıyorsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırmak için öğüt veriyor" (Nûr 24/15-17).

f) Lokman peygamber oğluna özetle "Allah'a şirk koşmaması; bir amel nerede yapılırsa yapılsın Allah'ın onu getireceğini bilmesi, nama­zını kılması, iyiliği emredip kötülükten sakındırması, kendisine   isabet edene sabretmesi, küçümseyerek insanlara yüz çevirmemesi, yeryüzünde böbürlenerek yürümemesi, Allah'ın böbürlenenleri sevmediğini bilmesi ve yürüyüşünde tabîi (mutedil) olup sesini alçaltması" konularında nasi­hatlerde bulunmuştur (Lokman 31/13-19).

Örnek olarak seçtiğimiz âyetler, öğüdün hangi konularda verildi­ğine bir açıklık getirmektedir. Bu isteklerin, olumlu emirler olduğu gibi olumsuz emirler de olduğuna şahit oluyoruz. Kur'an öğüt veren bir kitap olduğuna göre, din adına verilecek olan öğütler daima onunla verilmeli-dir: "Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver!" (Kâf 50/45). Bu emir, hem Hz. Peygamber'e hem de bütün müslümanlara verilmiştir. Din âlimi ve eğitimcileri bu ilâhî emri bir ke-nara koyarak kendi görüşleri, düşünceleri ve felsefeleriyle insanlara din adına öğüt veremeyeceklerini bilmeli ve ona göre bu emre ihtimam gös­termelidirler. Kendi düşünceleri ancak Kur'an'm öğütlerini açıklayacak nitelikte olabilir.

4. Kur'an, aynı zamanda bir şifadır da. O, sinelerdekine bir şifadır." Daha önce verilen doktor-hasta ilişkisi örneğini burada yine gündeme getirebiliriz. Doktor hastaya birtakım gıdaları ya­saklar, alkol kullanmamasını, sigara içmemesini söyler. Bu işin öğüt kısmıdır. İkinci merhalede onun şifa bulması için ilâçlar verir, bu da o-nun tedavi kısmını teşkil etmektedir.

Kur'an şüphe eden kalbi (Tevbe 9/45), nifak dolu kalbi (Tevbe 9/77), şirkin içirildiği kalbi (Bakara 2/93), mühürlü kalbi (Bakara 2/7), kilitli kalbi (Muhammed 47/24), hasta kalbi (Mâide 5/52), dağınık kalp­leri (Haşr 59/14), kin dolu kalbi (Tevbe 9/15) tedavi ederek barışın bu­lunduğu (Şuarâ 26/89), doyuma ulaşan (Ra'd 13/28), düşünen (Hac 22/46), kaynaşan (Âl-i İmrân 3/103), iman eden (Hucurât 49/7), takvaya eren (Hucurât 49/3), titreyen (Enfâl 8/2), tamamen Allah'a yönelen (Kâf 50/33), hidayete eren (Tegâbün 64/11), ürperen (Hadîd 57/16), kini gide­rilen (Tevbe 9/15) kalp haline dönüştürmektedir.

Kur'an bu köklü (radikal) değişimi birtakım ibadetleri emrederek gerçekleştirmektedir. Genel mânada baktığımızda şirk hastalığını iman ile, işlemekte olduğumuz kötü amellerin kalbimizde oluşturduğu kiri iyi amel, tövbe ve istiğfar ile temizleyip tedavi etmektedir. Bizim yanlış davranışlarımızla kötü düşüncelerimiz manevî gönlün damarlarını kolestrol gibi tıkamaktadır. Bu tıkanıklığı Kur'an, insana teklv ettiği pratiklerle açmaktadır. Böylece Kur'an'm şifa veren operasyonları gö­nülde, yani sinelerde gerçekleşmektedir.

Bütün bu izahlardan da anlaşılacağı üzere Kur'an'm şifa oluşu, kalplerdeki inançsızlık hastalığının ve davranış bozukluklarının düzel­tilmesi anlamındadır. Kur'an'ı, fiziksel bir rahatsızlık ve tıbbın araştırma ve tedavi alanına giren hastalıklara konu edinip onu bu tür hastalara o-kumak, Kur'an'la bilimi karşı karşıya getirmek olacağı gibi Kur'an'a da yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Kur'an, manevi hastalıkların ve toplumsal bozuklukların şifasıdır; polikliniklerdearaştırılan ve tedavi edilebilen fiziksel hastalıkların değil. Zaten âyetin devamındaki "Kur'an'in hidayet ve rahmet oluşu" da aynı şekilde âyette manevi düzelmelerin kastedildiğini göstermektedir.

5. Kur'an bir rehberdir: Âyette geçen u;i* hüden kelimesini "reh­ber" olarak mânalandırabileceğimiz gibi, insanın ulaştığı manevî seviye­den aşağıya düşmemesini temin eden bir güç olarak da görebiliriz. Kur'an hem insanın önünü açmakta, aydınlatmakta ve yolunu göster­mekte hem de Allah katında elde ettiği seviyesini kaybetmemeyi temin etmektedir. Bakara sûresinin ikinci âyetinde müttakîlere rehber olmasını, ancak takvaya ulaşanın geri düşmemesini temin etmekle açıklayabiliriz.

Kur'an rehberliğini nur, yani ışık olma yönü ile gerçekleştirir (bk. Şûra 42/52). Nur olan Kur'an, cehaletin perdesini yırtıp atmakta, verdiği bilgi ile insanın önünü açıp aydınlatmaktadır.

6. Kur'an bir rahmettir. "Kur'an müminler için bir rahmettir" buyurulurken, rahmetin yağmur ile olan ilişkisi gündeme getirilmektedir. Kur'an'm getirdiği tevhid inancı yağmura, yani suya benzer. Kur'an, kuruyan, çölleşen ve canlılığını kaybeden gönüllere rahmettir. Tevhid inancının gönüllere, onun ürünü olan amellerin top­
lumlara sağladığı etkinlik suyun tabiata sağladığı etkinliğin aynısıdır. Su hem hayat verir hem geliştirir. Kur'an'da insanın manevî hayatına hem can verir hem de onu geliştirip kemale erdirir.

Netice olarak diyebiliriz ki Kur'an'm bu âyette temel özellikleri ve görevleri gündeme getirilmiştir. Kur'an'ın, bütün insanlığa gelmiş olma­sı, Allah'tan gelmesi, öğüt olması, şifa olması ve nihayet rahmet olması, ondan nasıl istifade edileceğine ve ona hangi gözlükle bakılacağına bu âyette dikkat çekilmektedir.

Önemli olan ilke, din âlimi ve görevlilerinin onun bu etkinliklerin­den istifade edip insanları da istifade ettirmektir. Yani, bu âyetin sözde kalmayıp hayata geçirilmesi gerekir. Şifa dağıtması, öğüt vermesi, reh­berlik yapması ve rahmet olması Kur'an'ın canlı olmasını ifade etmek­tedir. Sanki o insanlığın kürsüsünde oturup bütün insanlara öğüt vermek­tedir. Sanki o, ışık olup yolunu bulamayanlara rehberlik etmekte, onların beynini ve gönlünü aydınlatarak önlerini açmaktadır. Sanki o, yağmur olup su gibi gönüllere ve beyinlere hayat vermekte, insanların sıkıntıla­rını gidermektedir.[45]

 

Değerlerin Birbirinden Farklı Oluşu:

 

58. Söyle onlara, Allah'ın bu lutfu ve rahmetiyle işte böylece sevinsinler. Bu onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstündür.

Âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Söyle onlara, Allah'ın bu lutfu (ile sevinsinler.)" Âyette geçen el-fadl kavramı Kur'an'da farklı mânalarda kullanılmıştır. Fedâle kalıbı da "güzel ahlâk sahibi olmak, erdem sahibi olmak": efdale de "birine iyilik etmek, lütuf ve ihsanda bulunmak"; feddale "birini başkasına tercih etmek"; fedale de "birbiri ile erdem ve medenî olmakta yarışmak" fâdıl "erdeme sahip kişi"; "büyük nimet" mânalarına gelmektedir.

 

Fadl Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Birini diğerinden üstün kılmak. "Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri tutku ile arzu etmeyi­niz" (Nisa 4/32). Burada gıpta yasaklanmıyor, kin ve haseti getirecek aşırı tutku yasaklanıyor.

i. Allah, "cihad edeni, yani savaşa gideni savaşa gitmeyip oturan­dan üstün kılmakta"dır: "Allah, mal ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı" (Nisa4/95).

ii. Allah, verdiği maddî ve manevî nimetler bakımından bazı insan­ları üstün kılmıştır. "Allah rızıkda kiminizi kiminizden üstün kıldı" (Nahl 16/71). Rızık kelimesi hem zekâ ve kabi­liyeti, hem de maddî serveti ifade etmektedir.

iii. Allah, peygamberleri birbirinden üstün kılmıştır, "Peygamberleri birbirinden üstün kıldık" (İsrâ 17/55).

iv. Allah tabiattaki yemişleri de tat ve gıda bakımından birbirinden üstün kılmıştır. "Yeryüzünde birbirine komşu arazi parçaları, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurma ağaçları var­dır. Bunların hepsi aynı su ile sulanmasına rağmen yemişlerinde onları birbirinden üstün kıldık" (Ra'd 13/4).

2) Lütuf ve ihsan. "Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah 'in lutfu ve merhameti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz" (Bakara 2/64).

3) İyilik. "Aranızdaki  iyiliği  unutmayınız" (Bakara 2/237).

4) Ödül."Onlar Allah 'tan gelen nimet ve ödül ile bir de, Allah 'in müminlerin ödülünü kay­betmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler" (Âl-i İmrân 3/171).

5) Fazlasını yapmak ve karşılık. "Tövbe edin ki, (Allah) sizi belirtilmiş bir süreye ka­dar güzelce yaşatsın ve erdemli olan herkese de iyiliğinin fazlasını ver­sin" (Hûd 11/3).

6) Erdem. "İçinizden faziletli ve imkan sahibi olanlar" (Nûr 24/22), yani erdemli anlamına gelmektedir.

7) Peygamberlik. Cum'a sûresinin 4. âyetinde fadl, peygamberlik anlamına gelen lütuf olarak mânalandırılmaktadır: "Bu Allah 'in lutfudur (peygamberliğidir), onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir" (Cum'a 62/4).

8) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki fadl kelimesine âlim­ler farklı mânalar vermişlerdir. Ebû Saîd el-Hudrî ve İbn Abbas fadlı Kur'an, rahmeti de İslâm olarak mânalandırmışlardır. Hasan, Dahhâk, Mücâhid ve Katâde fadla iman, rahmete Kur'an demişlerdir[46].

Âlimlerin verdiği bu mânaların doğruluğunu nasıl ispat ederiz? Yûnus sûresinin 58. âyetini 57. âyetin devamı olarak kabul edersek, fadlın Kur'an olduğu, rahmetin de Kur'an'ın getirdiği İslâm olduğunu söylemek mümkündür.

Zaten Kur'an'ın kendisi bir önceki âyette rahmet olarak takdim e-dilmişti. Aslında Allah Kur'an'ı insanlara göndermekte onlara büyük bir ihsanda bulunmuştur. Fadlı lütuf, rahmeti de Kur'an olarak mânalandırabiliriz. Bu duruma göre âyetin anlamı "Allah'ın lutfu ve size gönderdiği Kur'an ile sevinsinler" şeklinde olmaktadır.

2."(Söyle onlara, Allah'ın lutfu) ve Kur'an'ı ile sevinsinler." Burada Allah, manevî değerlere sahip olmakla mümin­lerin, hatta bütün insanların sevinmesini istemektedir. Kur'an'ın insanla­rın gönlüne inip orada bir sevinç yumağı oluşturması istenmektedir. Çünkü Kur'an'ın öğütleri, insanın gönlüne şifa vermekte, rehberlik yapmaktadır. Kur'an, insanın insanı köleleştirdiği bir dönemde insan haklarını savunmuş ve bu haklar uğruna çalışmayı ibadet kabul etmiş, şirki insanın gönlünden söküp atmış, insanları kardeş ilân etmiş, şeytanın ve nefsinin tutsağı olmaktan kurtarmıştır.

3. "Bu onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstündür." İnsanların toplayıp biriktirdikleri ne olabilir? Bu soruya birkaç açıdan cevap verebiliriz:

a) Toplayıp biriktirilen şey para ve mal olabilir. Kısaca ekonomik değer taşıyan her şeydir. O zaman Allah ekonomik değer ile Kur'an ve İslâm'a sahip olmayı mukayese etmektedir. Başka bir ifade ile ekonomik değerle ilâhî vahyin mukayesesini yaparak, ilâhî vahyin üstünlüğünü öğretmektedir. Biz buna maddî değerlerle manevî değerlerin mukayesesi diyebiliriz.

Bu tür mukayeseler başka âyetlerde de yapılmaktadır: "Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem daha kalıcıdır" (Tâhâ 20/131). Bu âyette de Yüce Allah, dünya hayatıyla kendisinin âhirette vereceğini söylediği rızkın karşılaştırmasını yapmış, söz konusu rızkın daha hayırlı olduğuna dikkat çekmiştir.

Yûnus sûresinin 58. âyetinde geçen "toplayıp biriktirdikleri şey" ifadesi Tâhâ sûresinin 131. âyetinde "dünya hayatının çekiciliği" şeklinde geçmektedir. Yûnus sûresinin 58. âyetinde geçen "Allah'ın fadi ve rahmeti" ifadesi de Tâhâ shuresinin 131. âyetinde "Rabbinin nimeti" olarak yer almaktadır.

Mukayese yaparken Yûnus sûresinin 58. âyetinde sadece 'daha üs­tündür' anlamına gelen hayr kelimesi kullanıldığı halde, Tâhâ sûre­sinin 131. âyetinde hem hayır hem de ebka kelimelerine yer veril­mektedir. Daha üstün ve daha kalıcı mânalarını ifade etmektedirler.

b) İnsanların toplayıp yığdıkları sadece ekonomik değerler değil­dir. Buna kültürel değerler açısından da bakılabilir. İnsanlar toplumsal mânada "örf ve âdet" gibi değerleri kültür olarak biriktirip miras olarak nesilden nesile aktarırlar. Onların aktardıkları bu değerler Allah'ın gön­derdiği vahiyden üstün olamaz. Aynı zamanda düşünsel mânada insanla­rın üretip biriktirdikleri beşerî fikirlerin ilâhî vahiyden üstün olamayaca­ğına da âyette işaret edilmiş olabilir.

Demek ki burada ilâhî vahyin, beşerî düşünce ve toplumun kültü­rel değerlerinden üstün olduğuna dikkat çekilmektedir. Kur'an ve onun meydana getirdiği İslâm, beşerî birikimlerden olan düşünce, örf ve âdet­lerden daha üstün olduğu mukayesesini yaparak, insanlığa çok önemli bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Hangi değerlerin öne çıkarılacağı açıklanan bu âyetlerde, özellikle değerleri ilâhî ve beşerî kaynaklı diye ayırmanın zorunluluğu da dile getirilmektedir. İlâhî kaynaklı değerlere sahip olanların sevinmesinin daha doğru olacağı âyette vurgulanmaktadır.[47]

 

Helal Ve Haramlar Bellidir:

 

59.De ki: Ne oldu size de Allah'ın size rızık olarak in­dirdiği şeylerden bir haram yaptınız bir de helâl? De
ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah 'a iftira mı edi­yorsunuz?

60. Yalanı Allah'a yakıştıranlar, kıyamet günü hakkın­da ne düşünüyorlar? Allah, insanlara karşı elbette lütuf
sahibidir, fakat onların çoğu şükretmiyor.

Bu âyetlerin analizinden varılacak önemli neticeler şunlardır.

1. "De ki: Ne oldu size de Allah'ın size rızık' olarak indirdiği şeylerden (bir kısmını helal, bir kısmını haram yaptınız?)" Buradaki "indirmek" fiilinin "yaratmak" anlamına geldiğini bilmek gerekir. "İndirme" eyleminin, yaratmanın yerine kullanıldığını ispat eden âyetler vardır. "Sizin için hayvanlar­dan sekiz çift indirdi" (Zümer 39/6) yani "sizin için hayvanlardan sekiz çift yarattı" âyetiyle "Biz demiri de indirdik" (Hadîd 57/25) âyeti bunun örneklerindendir.

Demek ki Allah insanlara rızkını indirdi buyururken "yarattı, ihsan etti, takdir etti" anlamlarını kastetmektedir. Âyetteki önemli nokta, rız­kın Allah tarafından takdir edilip gönderildiğinin bilinmesidir. Âyetin devamından bunun ne anlama geldiğini anlayacağız.

2. "Bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ( ne dersiniz?)" Madem ki rızkı Allah gönderiyor, öyle ise onun helâl ve haram oluşu meselesini belirleme hakkı da ona aittir. Han­gi nimetin haram veya haram olmadığı konusundaki yetki Allah'a aittir. Meşru bir yaşam tarzı içinde insanın Allah'ın nimetlerinden istifade et­me imkanı vardır. Peki, insanlar helâl olan bir gıdayı nasıl haram hale getirebilirler? Bu sorunun cevabı çeşitli şekillerde verilebilir:

a) Helâl olduğu halde haram hale getirerek. Meselâ üzüm insana helâl olduğu halde, onun suyu alkolleştirilerek haram hale getirilebilir. Allah En'âm sûresinin 90. âyetinde böyle bir içeceği yasaklamıştır. Ama
insan şu fikri savunabilir: Üzüm şekerle birlikte kaynatılıp kompostu olarak içiliyor da, ondan elde edilen şarap niçin haram olsun? Bu inanış içerisinde olan insan iki türlü kötülük işlemektedir. Birinci olarak helâl
olan rızkı haram hale getirmektedir; ikinci olarak da haramın helâl oldu­ğu iddiasında bulunmaktadır.

b) İslâm öncesinde Araplar'in bâtıl inanç ve âdetlerinde, bazı hay­vanları putlara kurban eder, bazılarını da putlar adına serbest bırakırlar­dı. Bu durum Mâide sûresinin 103. âyetinde anlatılmıştı. Beşinci yavrusu
dişi olan deveye Bahîra denir ve putlar adına serbest bırakılırdı. Put adı­na serbest bırakılan, sütünden sadece misafirlere verilen deveye de sâibe, biri erkek diğeri dişi olarak ikiz doğuran deve veya koyuna da vasîle derlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye de hâm denirdi. "Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kümamıştır. Fakat kâfirler, Allah'a iftira etmektedirler, onların çoğunun da kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103). Putlar adına serbest bırakılan hayvanlar mese­lesinde Allah'ın fetvası olmadığı halde böyle bir şey uydurmanın Al­lah'a iftira olduğu bildirilmektedir.

c) "Onlar saçma düşüncelerine göre dediler ki; bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez- Bunlar da binilmesi ya­saklanmış hayvanlardır. Birtakım hayvanlar da vardır ki (Allah böyle emrediyor diye) O'na iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır" (En'âm 6/138). Âyetten anlıyoruz ki haram kıldıkları şeyleri Allah ha­ram kılmamış, ama Allah'a iftira ederek helâli haram yapmışlardır.

d) "Allah'ın yarat­tığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'bu Allah'a, bu da ortaklarımıza' dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar"
(En'âm 6/136).

"Dediler ki: 'Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır:' Allah bunların cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir" (En'âm 6/139-140).

f) Sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyiniz. Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı). De ki: O, bun­ların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bu­lunan yavruları mı haram kıldı ? Yoksa Allah 'in size böyle vasiyet ettiği­ne şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir? Şüphesiz Allah o zalimler toplu­luğunu doğru yola iletmez" (En'âm 6/143-144).

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki insanlar bazan Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram yapmışlardır. Bunların, sebeplerine bakarsak alışkanlık, şirk ve bilgisizlik onları Allah'a iftira ettirerek helâli haram, haramı helâl yaptırmıştır.

3. "De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" Allah, kendisinin gönderdiği rızıkları haram ve helâl yaparak fetva verenlere bunun sebebini sormakta ve böyle fetva vermenin iki sebebi olabileceğine dikkat çekilmektedir.

a) Allah izin vermiş olabilir. Allah'ın izin vermediği bir alan veya konuda beşerin helâl ve haram diye fetva vermesi mümkün değildir.

b) Allah'a iftira etmiş olabilirler. Konunun can alıcı noktasını bu­rası teşkil etmektedir. Allah'ın haram demediğini haram, helâl demedi­ğini helâl demek veya haram dediğini helâl, helâl dediğini haram diye­rek fetva vermek Allah'a iftira etmekten başka bir şey değildir.

c) Âhirette inanmamış olabilirler. Yûnus sûresinin 60. âyeti şöyle­dir: "Allah'a karşı yalan uydu­ranların kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" Bu âyette Allah'a iftira edenlerin  âhirete inanmadıklarına işaret edilmektedir.  Onların âhiretteki durumlarının ne olacağı konusunda kesin bilgi ve imanları olsaydı Allah'a iftira etmezlerdi. Onların bilgi ve iman noksanlıkları vardır.

d) Şükretmemeleri. Yûnus sûresinin 60. âyetinde "Şüphesiz Allah insanlara karşı'lütuf sahibi­dir. Fakat oların çoğu şükretmezler" buyurulmaktadır. Buradaki "şük- retmek" kelimesine "fadl" kelimesine verilen mânaya uygun bir anlam vermek gerekir. Fadl "lütuf, nimet" anlamına alınırsa, şükretmeye "ni­metin kıymetini bilmek, karşılığını yerine getirmek"; yok eğer yaptıkları hatanın cezasını ertelemek anlamına alınırsa "Allah'a inanmak" mânası­na almak gerekir.

İbn Abbas "şükretmezler" ifadesine "inanmazlar" mânasını ver­mektedir. Râzî'nin verdiği mâna da buna yakındır: Onlar, Allah'ın delil­lerini düşünme hususunda akıllarını kullanmazlar; peygamberlerinin davetini kabul etmez ve Allah'ın kitaplarını dinlemek suretiyle istifadede bulunmazlar[48]. Diğer müfessirler, söz konusu kelimeyi, nimetin kıymetini bilmek anlamına almışlardır.[49]

 

Allah Her Şeye Tanıktır:

 

61. Se zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur"an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş ya­parsanız o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahMizdir Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbmden uzak (gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü de daha büyüğü de apaçık bir kitapta (kayıtlı)dır.

Bu âyetin analizine geçmeden, önceki âyetlerle olan ilişkisini tesbit etmek gerekir. 59. âyette, "Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kıs­mını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ne dersiniz?" sorusunu sor­duğunda, onların herhangi bir kaynağa, kitaba dayanmadıklarına, onu referans olarak göstermediklerine işaret edilmektedir. Âyetin devamında, "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" sorusu yer almaktadır. Demek ki haram ve helâl konusunda ilâhî görüşü bilmek gerekiyor, aksi takdirde Allah'a iftira ederek fetva vermiş olunacaktır.

Diğer taraftan Yûnus sûresinin 60. âyetinde Allah'a iftirada bulu­nanların kıyamet hakkındaki görüşleri sorulmaktadır. Allah bu âyetlerin devamı olarak 61. âyeti göndererek onların niyetlerini, düşüncelerini ve amellerini bildiğini gündeme getirmektedir. 61. âyette verdiği dersi Hz. Muhammed ve onun ümmetine uygulayarak, onları model seçerek insan­lığa sunmaktadır. Bu açıklamanın ardından âyetin analizine geçebiliriz.

1. "Ne zaman sen bir işte buluns'an, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe dal­dığınızda biz mutlaka üstünüzde şahidizdir." Âyetin bu kısmında üç ey­lem ele alınmakta, bu eylemleri üretenlerle Allah'ın ilişkisi açıklanmak­tadır.

a) "Ne zaman sen bir işte bulunsan." Âyetin bu kıs­mındaki olsJı eş-şe'n kelimesi "hal ve durum" anlamına gelmektedir. Bu kelime Rahman sûresinin 29. âyetinde Allah için de kullanılmaktadır. "Allah, her an bir iştedir", yani her an yaratmada, her an kâinatta tasarrufta bulunmaktadır. Bu kelimenin öz mânasında "eylemin iyi" olması vardır. Çünkü Kur'an'da amel kelimesi kullanılınca hemen peşinden sâlih (iyi) kelimesi kullanılmaktadır. Ama eş-şe'n kelimesi kullanılınca "iyi" kelimesi kullanılmadan, o amelin iyi olduğu anlaşılmalıdır. Onun içindir ki Hz. Peygamber'in şe'n durumu söylenirken "iyi" sıfatı kullanılmamış, o amelin iyi olduğu tarafımızdan bilinmelidir. Ayrıca ouJt eş-şe'n kelimesi kesintisiz olan eylemleri de ifade etmektedir. Amel başlar ve biter ama üuJı eş-şe'n denen eylem Allah için kullanıldığında her an devam etmekte ve yenilenmektedir. eş-Şe'n kelimesi Nûr sûresinin 62. âyetinde "iş" anlamına gelmektedir: "Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver" (Nûr 24/62). Bu kelimenin Abese sûresinin 37. âyetindeki anlamı "durum ve dert"tir: "O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır." Demek şe'n kelimesi "iş, durum ve dert" anlamlarına gelmektedir. Geçmiş olduğu âyete göre mâna kazanmakta olan bu keli­me aslında "durum, iş" demektedir.

b) "Ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan!" Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır: Kur'an okumak bir ibadet­tir. Âyette yer alan minhü zamiri şe'n kelimesine gitmektedir. O zaman yaptığın, bulunduğun iş hakkında okuduğun Kur'an anlamı çık­maktadır yani yaptığı işi Kur'an ile değerlendirmek söz konusudur, yapı­lan işe Kur'an'dan referans bulmak demektir. O zaman bu âyet, Hz.Peygamber'in işini Kur'an'a dayandırdığına delil olmaktadır. Demek ki Hz. Peygamber işlerini Kur'an'a dayandırarak gerçekleştiriyordu.

Âyette ki minhü zamiri kendinden sonra gelen Kur'an'a da gitmiş olabilir. O zaman 'Kur'an'dan okuduğu şey' anlamına gelir ve 'Kur'an'dan bir âyeti ne zaman okursan' demek olur.

c) "Ne zaman bir amel yaparsanız yapınız." Âyetin bu kısmında amel kelimesi çoğul anlamı yerinde kullanılmış olabilir. O zaman Allah, sadece peygamberi değil, onun ümmetini de devreye sok­maktadır. Hz. Peygamber'in özel durumunu ele alınca şe'n kelimesini, umumun eylemini ifade ederken de "amel" kelimesini kullanmaktadır.
Allah "iş. Kur'an okumak ve amel" kavramlarını burada gündeme ge­tirmesinin sebebini âyetin devamında açıklayacaktır.

d) "O işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir." Âyetin bir önceki kısmında geçen şe'n kavramını
aklın ve gönlün eylemi, Kur'an okumayı ibadet, amel kelimesini de ah­lâkî davranışlar ve çalışmalar olarak alırsak, âyetin bu bölümündeki şahit kavramına da şöyle bir açılım getirebiliriz: Allah gönül eylemlerine,
ibadetlere ve genel anlamda ahlâkî ve çalışma şeklindeki davranışlara murakabe yapıp onları değerlendirmektedir. Allah insanı içten ve dıştan kuşatarak her şeyine tanıklık etmekte­dir. Ayette kullanılan el-ifâda kelimesi "dalmak", "kendini işe vermek" anlamına gelir. Hiçbir gönül eylemi ve davranış asla ilâhî bilgi­nin dışında kalamaz, onun değerlendirmesine tâbidir. Bunun kuralı da âyetin devamında verilmektedir.

2. "Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü de daha büyüğü de apaçık kitapta (kayıtlı)dır". İnsanın küçük ve büyük bütün amellerine tanıklık ettiği" kuralını âyetin bu kısmı açıklamaktadır. Burada "Allah'ın, tabiat kanunları ile olan ilişkisi ne ise insanın amelleri ile olan ilişkisi de odur" bilinci verilmektedir. Gökte ve yerde zerre miktarınca olan bir şey Al­lah'ın bilgisinden uzakta kalamayacağı gibi, insanın amellerinden de zerre miktarı hiçbir şey değerlendirme dışı kalamaz. En küçük bir şey kitapta kayıtlı olduğuna göre, en küçük bir amel de amel kitabına kayde­dilmektedir.

Aynı dersi Lokman oğluna vermiştir: "Yavrum! Yaptı­ğın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu getirir. Doğrusu Allah, emrince her şeyin içyüzünü, arka planını bilmek­tedir ve her şeyden haberdardır" (Lokman 31/16).

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ile bu âyeti birleştirdiğimiz­de, bir amelin küçüklüğü ya da büyüklüğü Allah'ın ilmi için herhangi bir fark oluşturmamaktadır, diyebiliriz. "Ö, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karan­lıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apa­çık bir kitaptadır" (En'âm 6/59). Demek ki Allah maddî âlemde olup biten ne varsa hepsinden haberdardır. Bunların hepsini bildiği gibi insa­nın gizli-açık bütün amellerini de bilmektedir.[50]

 

Yüce Allah'ın Dostları:

 

62.Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; on­lar tasaya düşmeyeceklerdir.

63. Onlar inanmış ve takvaya erişmişlerdir.

64.Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde var­dır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu,büyük kurtuluşun tâ kendisidir.

Bu âyetlerde Yüce Allah "Allah'ın dostlarının" yani "velilerin" kimler olduğunu özellikleri ile açıklamaktadır. Halk dilinde evliyâullâh denen ve "Allah'ın dostları" anlamına gelen ifade burada ele alınmakta­dır. Aslında Kur'ân'm çeşitli âyetlerinde aynı konu gündeme getirilmek-

te ve farklı özellikler ele alınmaktadır. Biz bunları bir araya getirerek "Allah'ın dostları"nın kimler olduğuna açıklık getireceğiz.

"Allah'ın dostları" ifadesini iki türlü yorumlamak mümkündür: İl­ki, "bunlar Allah'ın dostudur"; diğeri de, "bunlar Allah'a dost olanlar­dır". Bu manaların birincisi ağır basmaktadır. Çünkü Allah insana dost olur; oysa insanın Allah'a dost olması imkansız gibi görünmektedir. İn­san inancı ve amelleri ile zemini hazırlar ve böylece Allah ona dost olur. Onun için bizim, "Allah'a dost olan" değil de, "Allah'ın dost olduğu insan"dan bahsetmemiz daha doğru olacaktır.

Bu açıklamayı nasıl ispat ederiz? "Allah inananların dostudur" (Bakara, 2/257) âyetinden anlıyoruz ki, Yüce Allah, kendi koyduğu ölçüleri yerine getiren kullarını dost edinir; kulu onu dost edinemez. Çünkü dost olmanın kurallarını Allah koyar, insan koyamaz. Bir insanın çıkıp "ben Allah'ın dostuyum" demesi doğru değildir, ama Yüce Allah, "ben şu özelliklere sahip olan insanı dost edindim" diyebilir ve diyor da.

Allah'ın dost olduğu velî ne anlama gelmektedir? Velî kelimesinin kökü veleye dir. "Yaklaşmak" anlamına gelen bu kelimenin veliye kalıbı "idare etmek, düzenlemek, işini üzerine almak" manasını ifade etmesinin yanında "yardım etmek, sevmek, bir ülkeyi istila etmek" ma­naları da vardır. Mevlâ kalıbı, "Rab, efendi, bir işi gören, yakın hısım, ihsan eden, ihsan olunmuş, dostu sevdiği kimse, kul köle azad eden" manasına gelmektedir.

Bu manalardan "yaklaşmak, sevmek, ihsan eden veya olunan, dost" manaları öne çıkmaktadır. Yani "Allah'ın velisi", Allah'ın yakın olduğu veya Allah'a yakın olan; Allah'ın sevdiği veya Allah'ı seven; Allah tarafından ihsan edilen; Allah'ın dostu manalarına gelmektedir.

Bu açıklamadan sonra, Yûnus süresindeki 62-64. âyetlerde geçen "Allah'ın dostları"nın özelliklerine geçebiliriz.

1. "Bilesiniz ki Allah'ın dostlarına korku yoktur. Onlar tasaya düşmezler." Bu âyette şu konular

işlenmektedir: "

a) Bilesiniz ki" anlamını verdiğimiz elâ kelimesi, "bilesiniz ki, unutmayın ki, dikkat edin" manalarına gelmekte ve bu kelimeyle Yüce Allah'ın anlatacağı konunun akıldan çıkarılmaması istenmektedir. Bilme konusunda verilen emirden anlıyoruz ki, ilâhî eğitimin bir de öğretim,  yani bilgilendirme boyutu vardır.

b) "Allah'ın dostları" Buradaki velî kelimesinin çoğulu olan evliya' kavramı, "Allah'a yakın olanlar" manasına alınmalıdır. Bu keli­menin ilk anlamı bu olunca, ikinci anlamı da "Allah'ın koruduğu, Al­lah'ın sevdiği kullar" olmaktadır.

Buradaki evliya kelimesinin "yakınlar" manasına geldiğini nasıl ispatlarız? Vakıa sûresinin 88. âyetinde: "Fakat (ölen kişi) Allah'a yakın olanlardan ise" ifadesi yer almaktadır. Buradaki el-mukarrabûn yani "yakın olanlar" ifadesini Yûnus sûresinin 62. âyetine götürüp evliya kelimesinin manası olarak yerleştirebiliriz. Böylece evliyâullâh yani "Allah'ın dostları", "Allah'a yakın olanlar" şeklinde manalandırılabilir.

Peki bu manayı vermemizin ve bu iki kavramı bir araya getirme­mizin delili ne olabilir? Yûnus sûresinin 62. âyetindeki ... "korku yok­tur" ifadesiyle Vâki'a sûresinin 89. âyetindeki "ona rahatlık vardır" ifadeleri arasındaki benzerlik buna delil olmaktadır. Yani bizim kanaa­timize göre "korku yoktur" demek, "rahatlık vardır" demektir.

c) "Onlara korku yoktur; tasaya da düşmeyeceklerdir." Râzî'nin yorumuna göre, korku 'gelecek'le; tasa da 'geçmiş'le alakalıdır. Demek ki, Allah'ın dostlarının, Allah'a yakın olanların, yani Allah'ın sevdiği kullarının gelecekle ilgili korkuları; geçmiş hayatları ile ilgili üzüntüleri de olmayacaktır.

Gelecekle ilgili korku ne olabilir? Bunu Vâkı'a sûresinin 89. âyeti ile cevaplandırabiliriz. Ölmekte olan kişi Allah'a yakın olanlardan ise, ölürken onda bir rahatlık olacağına göre, böyle olmayanların yani Al­lah'a yakın olmayanların bir rahatsızlığı olacaktır. Rahatsızlığı olmak da, korku ve endişe içinde olmak demektir.

Ölüm onlar için korkulacak bir durum değil, aksine onlar için gur­betten sılaya gitmektir. Dünya insan için gurbet, ölüm de gurbetten sıla­ya gidişin kapısıdır.

Gelecekle ilgili korku ve endişenin diğer bir boyutu da, âhiretle il­gilidir. Allah'ın dostlarının âhiretteki hayatla ilgili korkuları olmayacak­tır. Çünkü onlar bu dünyada, âhirette nasıl bir amel defteri ile karşılaşa­caklarını bilmektedirler. Peki bu yorumu nasıl ispat ederiz? "Kitabı sağ tarafından verilen: 'Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum', der" (Hakka 69/19-20). Bu insanların, bu dünyadaki bilinçli iman ve iyi amellerinin sonucu olarak, âhirette alacakları ödülü bildikleri için korkuları olmayacaktır. Kendisini bu dünyada değerlendirecek kadar güçlü bir gönül gözüne sahip olan insanın âhiret hayatı ile ilgili korkusu kalmayacak ve orada da korkmayacaktır.

Gelecek hayatı ile ilgili korkusu olmayan kişinin geçmişi ile ilgili de bir üzüntüsü yok demektir. Çünkü geçmişteki hayatında kendisini üzecek hiçbir ameli olmamıştır; geçmişinde bir karanlık leke yoktur, gönlünde pas bağlayacak günahı da yoktur.

Bu izahlarımıza ilaveten biz üzüntüyü âhiretteki hayat için de dü­şünebiliriz: "Kimin de kitabı arka tarafından verilirse o, ölümü çağıracak (yani yok olmak isteyecektir)" (İnşikâk 84/10-11). İşte bu âyetlerde âhirette bazı kişilerin üzüntüsünün olacağı ifade edilmektedir ki bu kişiler de amel defteri arkasından veri­lenlerdir.

Diğer taraftan korkusuzluğu ve tasasızlığı bu dünya hayatı için de düşünebiliriz. Allah'ın dostları, Allah'a yakın olanlar ve Allah'ın sevgili kullarının bu dünyada korkacakları ve tasalanacakları bir şey yoktur. Çünkü onlar Allah'ın beraberliğini elde etmiş ve O'na yakın olmuşlardır. İşte din eğitiminin ana amaçlarından biri burada ortaya çıkmaktadır: Korkusuz ve tasasız insanlar yetiştirmek. Beyni ve gönlü ile Allah'a ya­kın olan, O'nun dostluğunu kazanan velîler yetiştirmek. Böylece bu kişi­ler dünya hayatlarında cenneti umacaklar, cehennemden de korkarak hayatlarını düzenleyeceklerdir.

2. "Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır." Allah'ın dostu, Allah'ın sevgilisi ve Allah'a yakın olabilmek için bu âyetin ifadesine göre şu hususlar gereklidir:

a) İman etmek.

İman etmek, inkâr ve şirkten gönlünü temizlemek anlamına gel­mektedir. Bunun anlamı: "O halde kim tâğûtu inkâr edip Allah'a inanır­sa" (Bakara 2/256) âyetinde ortaya çıkmaktadır. Önce gönüldeki sahte tanrıları, şirki reddetmek, ardından iman etmek gerçek iman demektir.

Veliliğin, yani Allah'a yakın olmanın ilk basamağı sahte tanrıları inkâr, ikinci basamağı da gerçek imana sahip olmaktır. İmanın kök kalı­bının "güven" anlamına geldiğini düşünürsek iman etmek, insanlarla ve Allah ile bir güvenlik hattı kurmak demektir. Demek ki "velî" Allah'ın güvendiği ve insanların güvenini kazandığı kimsedir. Velî insana, sırtı­nızı dönebilirsiniz. İman etmiş olması, onun güvenilirliğini ifade etmek­tedir.

b) Sakınmak.         

Takvayı elde etmek, manevi bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek­tedir. Bakara sûresinin 22. âyetinin tefsirinde takvanın ne olduğu geniş bir şekilde açıklanmıştı. Yeniden hatırlatmak gerekirse takva, Allah'a olan sevgisinden dolayı, onun yasaklarından kaçıp yapmasını emrettiği şeyleri yerine getirmenin insana getirdiği manevi olgunluktur. Onun için takvanın bir ucu doğuştan gelmekte, diğeri de sonradan manevi disiplin­le kazanılmaktadır.

Şimdi Yûnus sûresinin 63. âyetine göre velî, "inanan ve takvaya eren kişi"dir. 62. âyetin son kısmını da ilave edersek, gerçek iman ve takva sahibi olduğu için korkusuzluğa ulaşan ve tasası olmayan insana velî denmektedir. İşte bu insan Allah'a yakın ve Allah'ın sevgili kulu olmaktadır.

3. "Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde değişme olmaz. İşte bu, büyük kurtuluşun tâ kendisidir." Bu rada önce şu soruyu sorabiliriz: Dünyadaki müjde ne anlama gelmekte­dir?

a) Cennetle sevinmek.

Yüce Allah Fussılet sûresinin 30. âyetinde: "Şüphesiz, 'Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra istikamette olanların üzerine melekler iner ve onla­ra: Korkmayın, size vaadolunan cennetle sevinin', derler." buyururken müjdenin ölüm anında verileceğine dikkat çekmektedir. İşte henüz öl­meden önce dünyada iken cennetle sevinme, müjdelenme anlamına gel­mektedir.

b) Meleklerin dostluğunun ilan edilmesi.

Melekler, Fussılet sûresinin 30. âyetindeki müjdeye ilaveten kendi­lerinin o insanlara dost olduğunu da müjdeleyeceklerdir: "Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız" (Fussılet 41/31).

Bütün bunlara bakarsak, tebşîr denen "müjdelemek", aslında "dünya hayatında mutluluğu elde etmek, daima sevinç içerisinde ol-mak"tır. Korku ve tasa olmayınca, onların hayatı daima sevinç ve mutlu­luk içinde geçecektir.

Dünya hayatındaki müjdelemeyi bu iki âyetin işaretiyle izah ettik­ten sonra âhiretle ilgili müjdeyi nasıl açıklarız? Âhiretteki müjdeler de şunlardır:

i. Cennet ve ondaki nimetler.

"İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele" (Bakara 2/25).

"Affedici ve merhamet sahibi olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır" (Fussılet 41/31-32).

ii. Allah'ın ve meleklerin selâmı.

"Onlara, merhamet sahibi Rab(lerin)den selâm vardır" (Yâsîn 36/58).

"Melekler (cennetliklere): 'Sabretmenize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir', derler" (Ra'd 13/24).

Bütün bunların ötesinde hem dünya hem de âhiretteki müşterek müjde şudur: "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır" (Tevbe 9/100).

"Allah'ın sözlerinde değişme yoktur." İnanışı ve amelleriyle Allah'a yakın olan, Allah'ın dostluğunu ve sevgisini kazanan insanlar hakkında söylenen, 'onlar için korku ve tasanın olmadığı, onlara dünya ve âhiret hayatında müjdelerin olduğu, sözünün asla değişmeye­ceği garantisinin verilmiş olması'dır.

Yüce Allah'ın, bu insanlardan razı olacağı, onlara ödül olarak cen­neti verip, onlardan rahmetini esirgemeyeceğine dair sözü mutlaka yeri­ne gelecektir. Çünkü: "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim" (Kâf 50/29) buyruğu da âhirette mutlaka gerçekleşecektir. Yine bu âyetlerden anlıyoruz ki vadedilen ödülün verilmemesi haksızlıktır.

"İşte bu, büyük kurtuluşun tâ kendisidir." Âyette geçen el-fevz kelimesi "kurtuluş, saadet, saltanat" manalarına gel­mektedir.

Korkusuzluk, tasasızlık ve müjde insana hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğu getirmektedir. Demek ki evliyâullâh büyük saadeti elde edenlerdir. Allah'ın yakınları, sevgilileri, dostları dendiğinde akla gelecek olan şey mutluluktur. O zaman, "velî kimdir?", sorusuna; "velî, büyük saadeti elde edendir" cevabını verebiliriz.

Konuyu bitirmeden önce burada şu soruyu da sorabiliriz: Dinin amacı nedir? Dinin amacı, insanları dünya ve âhirette saadete ulaştırmak ve bunun için gerekli olan ilke ve metodları koyup hayata geçirmektir. Bu, aynı zamanda din eğitiminin "insanı dünyada mutluluğa, âhirette de saadete ulaştırmaya yönelik çalışmalıdır" şeklindeki ilkeleri, metodları

ve uygulamalarıdır. Mutluluğa ulaştırabilmek için de insanın beynini, gönlünü ve nefsini "doyum" noktasına ulaştırmak gerekiyor. Eğitim ve öğretim olmadan da doyum noktasına ulaşmak mümkün değildir.[51]

 

Şeref Yüce Allah'a Aittir:

 

65. Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün şeref Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.

Bu âyetin analizinde değerlendirmeyi üç ana unsur etrafında yap­manın doğru olacağını düşünüyoruz.

1. "Onların sözleri seni üzmesin." Burada "kimin sözleri?" diye bir soru sorabiliriz. Kanaatimizce bu sözler, Hz. Peygam­ber'in peygamberliğine karşı çıkan müşrik ve kâfirlerin, hatta münafıkla­rın sözleridir. Ardından "onların sözleri ne idi?" sorusunu sormamız gerekiyor. Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz. Bu âyetler aynı zamanda bir önceki sorumuzun da cevabı olacaktır.

a) "Kâfirler; 'bu (Kur'ân) olsa olsa (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır ve başka bir grup da bu hususta kendisine yardım etmiştir', dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır" (Furkân 25/4 )

b) "Yine onlar dediler ki Bu (âyetler) onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okun­makta olan öncekilere ait masallardır" (Furkân 25/5).

c) "Onlar: 'Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşıda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisi ile beraber o da uyarıcı olmalı değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi? Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız', dedi­ler." (Furkân 25/7-8).

d) "Kâfirler seni gördüklerinde: 'Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?' diyerek, seni hep alaya alırlar. Halbuki onlar, çok esirgeyici Allah'ın kitabını inkâr edenlerin tâ kendileridir" (Enbiyâ 21/36).

Kur'ân'ı Hz. Muhammed yazdı diyerek ona iftira etmeleri, Kur'ân'ın masal olduğunu söylemeleri, Hz. Peygamber'in bir insan gibi hareket etmesini uygun bulmayarak onu aşağılamaları, Kur'ân'ın ona indiriliş tarzını uygun bulmamaları, onu alaya almaları Hz. Peygamber'i üzen davranışlardı.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e karşı takınılan bu olumsuz tavırların onu üzmemesi için şu esası gündeme getirmektedir:

"Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler aslında açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygam­berler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler; sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimele­rini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Elbette peygamberlerin haberle­rinden bazısı sana da geldi" (En'âm 6/33-34).

Kâfirlerin inkârı ya da saldırganlıkları Hz. Peygamber'e değil, Al­lah'ın âyetlerine yöneliktir. Onların bu saldırılarına, yalanlamalarına karşı sabırlı, yani dayanıklı olmak gerekiyor.

2. "Çünkü bütün şeref Allah'ındır." Âyetin bu kısmında geçen el-'izzet kavramı, bulunduğu yere göre, "üstün kudret, onur, yücelik, şeref manalarına gelmektedir.

Şimdi bu manaları bu âyetteki el-'izzet kelimesine uyarlayarak ayrı ayrı açıklamak istiyoruz:

a) "Üstün kudret Allah'a aittir." Kâfirlerin Hz. Peygamber'i öl­dürmeye teşebbüs etmeleri; ona ağır eziyette bulunmaları ve ona zarar vermek için söz ve davranışları ile saldırmalarına karşılık ona güven vermek için âyetin bu kısmı gündeme getirilmiştir. Allah, "üstün kudre­tin kendisine ait olduğunu" buyurarak, onların emellerine ulaşamayaca­ğını, Allah'ın nurunu söndüremeyeceklerini vurgulamaktadır. "Üstün kudret Allah'a aittir" anlamını şu âyetlerle açmamız mümkündür:

i. "Kuşkusuz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz" (Ğâfir 40/51). Allah üstün kudreti ile peygamberlerine dünyada ve âhirette yardım edecektir. Bu yardım garantisi ile Hz. Peygamber'in üzülmesi önlenmektedir.

ii. "Allah: 'Elbette ben ve peygam­berlerim galip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galip­tir" (Mücâdele 58/21).

Demek ki ilâhî takdirde, üstün kudrete sahip olan Allah ve pey­gamberlerinin galip geleceği konmuştur. Bu ilke gereği, onların saldır­malarından dolayı üzülmemek gerekiyor.

Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Yüce Allah bu âyetleriyle mü'minlerle kâfirlerin arasında ilişkiler sistemini düzenlemeyi hedef almaktadır. Kâfirlerin saldırısına karşılık mü'min, Allah'ı yanında hisse­decek, üstün kudretin O'na ait olduğuna inanacak ve onu bilecek ki ilâhî yardım alabilsin.

Onların saldırıları mü'minlerde bir hüzün, bir kötümserlik ve bir ümitsizlik uyandırmamak. Çünkü mü'min olan kişi veya kişiler zaferin Allah'tan yana olacağını bilir ve ona inanır. Önemli olan mü'minin o ilâhî yardımı alabilecek şahsiyette olması ve olanca gücü ile terini akıta- rak çalışması ve davasında samimi olmasıdır. İmanı, samimiyeti ve ça­lışması olmayan mü'minler elbette korkacak, kederlenecek, üzülecek ve tedirgin olacaktır.

b) "Şeref Allah'a aittir." Bu manadan hareket edersek şu neticeye varabiliriz: Onların seninle alay etmesi, seni peygamberliğe layık gör­memeleri seni üzmesin. Çünkü onlar şeref dağıtmıyorlar, şerefi veren Allah'tır. Sen şerefi onların takdirinden alacak değilsin, sen şerefi iman ve amelinle Allah'tan alacaksın: Kim şeref istiyorsa, bilsin ki, şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel söz­ler yükselir. Güzel sözleri de Allah'a iyi amel ulaştırır. Kötülüklerle tu­zak kuranlara gelince, onlar için çetin bir

azap vardır ve onların tuzağı bozulur" (Fâtır 35/10).

Yüce Allah'ın şeref hazinesinden alabilmek için, iman ve güzel düşünceler üretip onları eyleme geçirmek gerekiyor. Allah'ın şeref hazi­nesinden gelen şerefe sahip olunca da kâfirlerin kurduğu tuzaklar, onla­rın saldırganlıkları yerle bir olacaktır.

Bu kuraldan hareket edersek şu neticeye ulaşabiliriz: Yüce Allah şeref kaynağıdır. Şerefi başka yerlerde aramak doğru değildir. Şeref verme yetkisi olmayanlardan şeref beklemek yerine, Allah'ın takdir ede­ceği davranışları üretmek gerekiyor. Sahte şerefler yerine mutlak mana­da şeref peşinde koşmak gerekiyor. Sahte şeref dağıtanların, sözle sal­dırmalarına aldırmamak da en iyi yollardan biridir. Mü'min kişi, ilâhî şerefin temiz, sağlam düşünceye ve iyi amele geleceğini bilmeli, kâfirle­rin takındıkları olumsuz tavırlara karşı, üzüntüye ve karamsarlığa kapıl-mamanın önemini idrak etmelidir.

3. (Allah) işitendir, bilendir."

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e hitaben "kendisinin, kâfirlerin Pey­gamber'i üzen sözlerini işittiğini ve bildiğini, onların ağızları ile kustuk­ları kinlerinin farkında olduğunu, Nebi'ye gelen bu sözlerin aslında ilâhî takdiri hor görmeye kadar ulaşmakta olduğunu en ince ayrıntısına varın­caya kadar bilgisiyle kuşattığını" bu son cümleyle vurgulamaktadır.

Yüce Allah, onların sözlerini işitiyor ve biliyor olduğuna göre, on­lara müdahale etmekte de gecikmeyecektir. Aslında O, Hz. Peygam­ber'in kalben duyduğu üzüntüyü de bilmektedir. Kâfirlerin saldırganlık­larının Hz. Peygamber'in gönlünde meydana getirdiği fırtınanın yersiz olduğunu ve bu fırtınayı, bu sıfatları ile Yüce Allah'ın dindirdiğini âyet­ten anlamaktayız. Çünkü zaman içinde kâfirleri perişan edip ağızların­dan akan o salyalara son verip kin ateşini söndürecek olan O'dur.

Günümüzde inanmayan insanların mü'minlere karşı ağızlarından akan kin salgılarının Allah tarafından işitilip bilindiğine inanmaları onlar için en büyük moral ve güç kaynağı olacaktır.

Mü'minler, sonuç olarak şu ilâhî kanunu bilmeli ve ona inanmalı­dırlar: 

"Asıl üstünlük (şeref), ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir, ancak münafıklar bunu

bilmezler" (Münâfıkûn 63/8). Önemli olan o şerefe layık düşünce ve eylemleri üretmektir.[52]

 

Zan Ve Yalan:

 

66.Bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa onların hepsi yalnız Allah'ındır. Allah'tan başka ortaklara tapanlar neyin ardına düşüyorlar? Doğrusu onlar zandan baş­ka bir şeyin ardına düşmüyorlar ve onlar sadece yalan saçmalıyorlar.

67 .Sizin için geceyi dinlenesiniz, gündüzü de aydınlat­sın diye yaratan O'dur. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır.

Bu âyetler aslında bundan önceki 65. âyetin devamı durumundadır. "Bütün üstün kudret veya şeref Allah'a aittir" ifadesinin devamı bu âyet­ler olmaktadır.

Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:

1. "Bilin ki, göklerde ve yerde

kim varsa onların hepsi yalnız Allah'ındır." "Bilin ki" demek, "haberiniz olsun, aklınızdan asla çıkarmayın" demektir. "Göklerde ve yerde kim varsa" ifadesinde geçen men kelimesi, akıllı ve canlı varlıkları ifade etmektedir. Bütün kainatın canlı olduğu fikrinden hareket etmemize rağmen burada kastedilenin "canlı ve sorumlu varlıklar" olduğunu söy­leyebiliriz.

Çünkü Yûnus 55'de: "Bilesiniz ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır" denmişti. Orada mâ edatı kullanıldığı halde Yûnus 66'da men edatı kullanılmaktadır. 55. âyetteki mâ edatı tüm canlı ve cansız varlıkları kapsamına almaktadır. Dolayısıyla 66. âyetteki men edatı canlı ve sorumlu varlıkları işaret etmektedir; nitekim âyetin devamı da buna delildir.

Yüce Allah bu âyeti burada bu içerik ile niye getirmiştir? sorunun cevabını verebilmek için 65. âyete dönmemiz gerekiyor. Orada bütün üstünlüğün veya bütün şerefin Allah'a ait olduğu söylenmişti. Bu sefer de 66. âyette onun sebebi açıklanmaktadır. Çünkü göklerde ve yerde tüm canlı ve sorumlu varlıklar Allah'a aittir ve onların yaratanı ve sahibi Al­lah'tır. Göklerde ve yerdeki canlı ve sorumlu varlıklar insan ve cinlerdir. Melekler canlıdır, görevlendirilmişlerdir ama sorumlu değillerdir. Bunun başka bir anlamı yersel ve göksel varlıklar, yani yersel ve uzay yaratık­lardır.

Madem ki yerde ve göklerde olan tüm varlıklar Allah'a aittir, onla­rın yaratanı O'dur, aynı zamanda onların sahibidir, öyleyse üstün kudret, yani mağlup edilemeyen güç de O'na aittir. Böyle bir gücün seçtiği pey­gamberi herhangi bir beşerin sözü üzmemelidir. Böyle bir açıklama 65. âyet ile 66. âyeti birbirine bağlamaktadır.

2. "Allah'tan başka ortaklara tapanlar neyin ardına düşüyorlar? Doğrusu onlar zandan başka bir şeyin ardına düşmüyorlar ve onlar sadece yalan saçmalıyorlar."

Yüce Allah, Allah'tan başka varlıkların peşine koşanların, neden böyle yaptıklarını sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamaktadır. Yüce Allah, neyin ardına düştüklerini soru şeklinde sorarak şok bir etki uyan­dırmakta ve başka tanrıların peşine gidip şirk koşanların davranışlarını veya inanışlarını da şu nedenlere bağlamaktadır:

a) "Doğrusu onlar zandan başka bir şeyin ardına düşmüyorlar." Şirkin ardındaki neden, hakikatten bir payın bulunmadığı zandır. Bilindiği gibi zanda hakikattan bir kırıntı bile bulunmamaktadır. Zan nefsin ürünü, hakikat ise aklın ürünüdür. Önce, insan kendi nefsin­den çıkan zannın peşine düşmekte, zan da onu sahte tanrıların mabedine götürüp şirk koşturtmaktadır.

Burada zan, "vehim" anlamına gelmekte ve "aslı olmayan, bâtıl ve sahte görüş" manasını ifade etmektedir. Yüce Allah bu açıklaması ile vehmin peşine düşenlerin nasıl tevhîd inançlarını kurban edeceklerine dikkat çekmektedir.

b) "Ve onlar sadece yalan saçmalıyorlar." Âyetin bu kısmındaki yahrusûn fiili, "yalan söylemek, bir şeyi takdir ve tahmin etmek, bir şey hakkında zan ve tahminde bulunmak", nehirle beraber kullanılınca "nehrin ağzını kapamak, engel koymak" manalarına gelmektedir.

Kur'ân'da beş âyette geçen bu kelime üçünde zandan hemen sonra gelmekte, birinde bilgiden sonra, diğerinde de harrâs kalıbında geçmek­te ve bu âyet: "Kahrolsun o koyu yalancılar" (Zâriyât 51/10) anlamına gelmektedir.

Buradaki yalan söylemeyi birkaç boyutuyla açıklamak gerekiyor: İlk olarak bu âyette, kendi inançları ve putları konusunda müşriklerin söyledikleri sözlerinin yalan olduğu vurgulanmakta, bir bakıma şirkin yalan olduğuna işaret edilmektedir.

Diğer taraftan onların, Hz. Peygamber ve Kur'ân hakkında söyle­dikleri de yalandır. Yalanlarının şekli tahmine dayanmaktadır. Çünkü yahrusûn kelimesinin içinde "tahminde bulunmak" anlamı da vardır.

Bu insanlar yalanları ile başkalarını etkileyip yoldan çıkarmak is­terler. Yüce Allah En'âm 116'da buna dikkat çekmektedir.

"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolun­dan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar, yalandan başka söz de söylemezler."

Bu âyeti Yûnus 66 ile birleştirirsek Yüce Allah'ın Hz. Peygam-ber'e ve bütün çağların mü'minlerine şu mesajı verdiğini söyleyebiliriz: Zan peşine koşan ve yalan söyleyen insanlar, insanları etki altına alıp yoldan çıkarabilirler. Bu insanlar, hakikate doğru akan nehrin önünü tıkatıp engelleyebilirler.

Yûnus 66'nın başındaki, "bilin ki, dikkat edin ki, unutmayın ki" anlamına gelen Nî elâ kelimesi zaten bu uyarıyı yapmaktadır. Âyette şirk ile zan arasındaki ilişki gösterilerek, mü'minlerin bu konuda dikkat et­mesi emredilmektedir.

3. "Sizin için geceyi dinlenesiniz, gündüzü de aydınlatsın diye yaratan O'dur. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır." Bir önceki âyette göklerde ve yerde olan herkesin Allah'a ait olduğu söylendikten sonra, 67. âyette de özel manada gece ile gündüzün niçin

dikten sonra, 67. âyette de özel manada gece ile gündüzün niçin yaratıl­dığına dikkat çekilmektedir.

Yüce Allah gece ile gündüzün canlılar ve özellikle insanlar alemi ile olan ilişkisini, gerçeği dinleyen insanlara incelemesi gereken bir ödev olarak vermektedir. Önce gecenin dinlenmek için görevlendirildiği, son­ra da işlerin yapılıp hayatın sürüp gitmesi için gündüzün var edildiği açıklanmaktadır.[53]

 

İftiranın da Böylesi:

 

Müşrikler: 'Allah çocuk edindi' dediler. Haşa! O bundan uzaktır (münezzehtir). Onun çocuğa ihtiyacı
yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hu­susta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hak­kında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?

De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kur­tuluşa ulaşamazlar.

Âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

1. "Allah çocuk edindi, dediler." Bu inanış biçimi, daha önce Bakara 116'da derinlemesine açıklanmıştır. Bu inanç şeklinin Araplara, Yahudi ve Hıristiyan kültüründen geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tevbe 30'da Yahudilerin Üzeyir'i, Hıristiyanların da Mesih İ-sa'yı Allah'ın oğlu diye kabul ettikleri ifade edilmektedir. Arap müşrik­ler de onların etkisi altında kalarak, kız çocuklarını Allah'a evlat isnat ediyorlardı (Nahl 16/57; Sâffât 37/149).

"Göklerde ve yerde olan herkes istinasız, kul olarak Rahman'a gelecektir" (Meryem 19/93). Demek ki, Allah için "kul" kavramı düşünülür, çocuk değil.

"Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir" (Meryem 19/89-90). Yüce Allah, "Rahman çocuk edindi" demenin ne kadar vahim ve çirkin bir şey olduğunu bu şekilde anlatmakta ve kainatın düzenini bozacak kadar ağır bir söz olduğuna dikkat çekmektedir.

 "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi (hanımı) olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir. Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur" (En'âm 6/101).

Yaratıcı olması, hanımı olmaması ve her şeyi yaratması ile Al­lah'ın, çocuğu olamayacağı ispat edilmektedir. Yaratan doğurmaz. Çün­kü onun doğurduğunu başkası yaratmış olacaktır. Böylece Yüce Allah, yaratma ile çocuk edinme arasındaki farkı göstererek, çirkin iddiayı or­tadan kaldırmaktadır.

"Allah birdir. Hiçbir şeye ihtiyaç duymadan varlığını devam ettirir. O, doğurmamış ve doğ­mamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/1-4).

Meryem 88 ve Enbiyâ 26'da da: "Rahman çocuk edindi" ifadesi yer almaktadır. Yüce Allah çeşitli şekillerde onların bu iddialarını, şirk­lerini, inanış biçimlerini cevaplandırmaktadır.

Bütün bu âyetlerle Yüce Allah, "Rahman çocuk edindi" diyenlere cevabının son noktasını koymaktadır. Doğurmayan ve doğurulmayan Allah'a çocuk isnad etmek, en ağır bir şirk çeşididir.

a) "O bundan münezzehtir." Allah sübhândır, yani "noksan sıfatlardan uzak"tır. O'na çocuk isnad etmek, O'nun için bir noksanlıktır ve bu O'nun noksan sıfatlarından uzak oluşuna, yani münezzehliğine aykırıdır.

Hem Allah'a inanacaksınız hem de O'nun çocuk edindiğini söyle­yeceksiniz. Bu iki yargı, hüküm ve inanç birbirine ters düşmektedir. Ço­cuk edinmek, yaratılmışlara özgü bir durumdur, çocukla nesillerini de­vam ettirirler, onunla içgüdülerini tatmin ederler ve onunla iftihar edip oyalanırlar.

Halbuki Allah yaratır ve kul edinir; çocuk doğurmaz, çocuk edinmez. Çünkü kendisi başkasından doğmamıştır. Doğuran varlık ihtiyarlıyor demektir. İhtiyarlayan varlık Allah olamaz.

b) "O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur." Çocuk edinen, yani doğuran varlık bir ihtiyacını gidermektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsanın, ölümlü bir varlık olduğundan kendi neslini devam ettirecek bir varlığa ihtiyacı vardır. Çocuk, ebeveyni ölse bile onların devamlılığını sağlar. Bu bakımdan, ebeveyni çocuğa muhtaçtırlar.

Diğer taraftan ebeveyn, annelik ve babalık duygularını tatmin et­mek ihtiyacındadırlar ve çocukla o ihtiyaçlarını gidermektedirler. Bu açıdan bakınca Allah'ın böyle bir ihtiyacı olmadığını anlarız. Allah müstağnidir. Kendisi ezeli ve ebedî olduğundan, nesle ihtiyacı yoktur.

c) "Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur." Kainatın sahibi olan bir varlığın çocuk edinmesi normal de­
ğildir. Zaten her şeyi O yaratmıştır, her şeye sahiptir ve her şey ona ait­tir. Bu güçte olan bir varlığa çocuk isnad etmek, inanç bakımından bir sapıklıktır.

d) "Bu hususta yanı­nızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Yüce Allah, "çocuk edindi"ği şeklindeki iddianın delil­le ispat edilmesini istemekte, ama buna dair bir delilin onların yanında bulunmasının imkansızlığını da söylemektedir. Böyle bir iddia delile dayanmalı ve bir bilgiden kaynaklanmalıdır. Onun için Allah, hakkında

bilmedikleri bir şeyi söyledikleri için bu iddia sahiplerini sorgulamakta­dır.

Bundan şu neticeye varıyoruz: Bir kişi hakkında değerlendirme yaparken delile ve bilgiye dayanmak gerekiyor. Delilsiz, bilgisiz iddialar insanların erdemini alıp götürmektedir. Allah hakkında bu şekilde delil­siz ve bilgisiz konuşmalar, iddialar ileri sürenler, insanlar hakkında da bu şekilde

değerlendirmelere rahatlıkla girişirler.

e) "De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler." "Allah çocuk edindi" iddia­sını delil ve bilgiye dayandıramamak, onun bir yalan olduğunu gösterir. Bu da Allah'a yalan uydurmaktan

başka bir şey değildir. Allah'a iftira etmenin sonucu ya da cezası felahı, yani mutluluğu, kurtuluşu kaybet­mektir.

Yalan uydurmakla kurtuluşu kaybetmek arasında sebep sonuç iliş­kisi kurulmaktadır. Demek ki Tevhîd  inancı insanlığa mutluluk getir­mektedir. Tevhîd inancına engel olan bu şekilde iftiralar insanlığın mut­luluğunu almış götürmüştür, istikbalde de götürecektir.

Yüce Allah bu âyetlerinin tamamı ile şirkin kirli ırmağının temiz­lenmesini sağlayacak bir öğretimi  gerçekleştirmekte ve bize en kötü so­rulara bile cevap verilmesinin önemini öğretmektedir.

Cevaplandırılmayan, değerlendirilip yanlışlığı gösterilmeyen i-nanç, fikir ve iddiaların iman ve fikir alanını kirletip zamanla onları çü­rüteceği gerçeği burada vurgulanmaktadır.

Kul ile çocuk kavramları arasındaki farkı göstermek, yanlış iddia­ların ne denli tahrip edici olduğunu gündeme getirmek bu âyetlerin öğre­tisi olmaktadır.[54]

 

İnkarcı Ceza Görür:

 

70. Dünyada biraz nimetlerime (vardır); ardından dö­nüşleri bizedir. Sonra da, inkâr ettiklerinden dolayı şiddetli azabı onlara tattıracağız.

Bu âyetin analizini yaparken âyetin, önceki âyetlerle olan bağlantı­sını görmezlikten gelemeyiz.

1.Dünya hayatı geçici bir süre faydalanmadan ibarettir. Bunun an­lamı şudur: "Allah çocuk edindi" diyerek delili olmadığı ve bir bilgiye dayanmadığı sahte ve şirk olan bir iddianın, inancın peşinde koşan in­sanlar için bu dünyada geçici bir faydalanma olacaktır. Bir bakıma onlar, bir dakikanın kıymetini bilmek için bir ömrü feda etmektedirler. Yüce Allah, "Dünyada biraz nimetlenme" diye ifade ettiği bu yan­lış tercihi bize aktarmakla, aslında mü'min bir insanın seçeneğine reh­berlik yapmaktadır.

2."Ardından dönüşleri bizedir." Âyetin bu kısmı ile dünya hayatından sonraki hayatı inkâr ettiklerine, ama dönüşlerinin mut­laka olacağına işaret edilmektedir. Âyetin bu mesajı Yûnus 4, 7, 28, 45, ve 46. âyetlerine bağlı olarak algılanmalıdır. Bütün bu âyetler, Allah'a dönüşü, Allah'a kavuşmayı ve âhirette toplanmayı iman alanına sokmak­tadır.

3. "Sonra da inkâr ettiklerinden dolayı şiddetli azabı onlara tattıracağız." Yüce Allah, âyetin bu kısmında şu ilişki sistemlerini ele almaktadır:

a) İnkarcı mutlaka cezalandırılacaktır. Kendi yaradanına "çocuk edindi" diyerek iftira eden ve Allah'a döneceğini inkâr eden insanın ce­zalandırılması da bir olgu olarak dinde yer almaktadır.

b) Sebepsiz yere ceza vermek yoktur. İnkâr sebep, şiddetli azap da sonuç olmaktadır.

Bundan anlıyoruz ki insan kendi kendini cezalandırmaktadır. İnsa­nın iç aleminden çıkan inkâr, âhirette azaba dönüşmektedir.

Böylece âyet dünya hayatının geçici faydasına, Allah'a dönüşe ve inkâr sebebiyle verilecek cezaya dikkat çekmektedir.[55]

 

Kafirleri Eğitmek İçin Tarihten Bir Olgu:

 

71. Onlara Nuh'un haberini oku: Hani o kavmine de­mişti ki: 'Ey kavmim. Eğer benim aranızda durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, ben sadece Allah'a güvenip dayanırım. Siz de ortakla­rınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Ondan sonra aldı­ğınız kararı bana uygulayın ve buna mühlet de verme­yin '.

72.Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allah'tan başkasına ait de­ ğildir ve bana müslümanlardan olmam emrolundu.

73.Yine de onu yalanladılar, biz de hem onu hem de onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onla­rı siyâsî iktidar sahibi yaptık. Âyetlerimizi yalanlayan­ları da boğduk. Bak ki, uyarılanların sonu nasıl oldu!

Önceki âyetleri açıklarken müşriklere Yüce Allah'ın verdiği ce­vapları gördük. Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın çocuk edinmediği, Al­lah'ın sadece kulunun olabileceği vurgulanmıştı. Bu cevaplarda ileri sürülen delillerin ardından peygamberler tarihinden de bazı olaylara de­ğinilmekte, tarihî olguların eğitici yönü öne çıkarılarak anlatılmakta ve anlatılması istenmektedir.

Biz de Hz. Nûh ile kavmi arasındaki ilişkilere tahsis edilen üç âye­ti kısımlara ayırarak açıklayacağız ve oradan neticelere ulaşacağız.

1. "Onlara Nuh'un haberini oku" Yüce Allah bu­rada "okû" emrini verirken, "öğret" anlamını kasdetmektedir. Nebe' denen haber de, "tarihsel olgu" anlamına gelmektedir. Yüce Allah, tıpkı tsrailoğullarına Hz. Âdem'in oğullarının olgusunu okumalarını emrettiği gibi, Hz. Muhammed'e de Hz. Nuh'un olgusunu okumasını emretmek­tedir.

Bundan şu neticeyi de çıkartmaktayız: Hz. Peygamberin toplumu­nun kendisine gösterdiği olumsuz tepki ile, Hz. Nuh'a toplumunun gös­terdiği olumsuz tepki arasındaki benzerlikler vardır. Demek ki peygam­berlere gösterilen tepkiler sanki bir süreç niteliğinde tarihte yerlerini almışlardır. Diğer taraftan Hz. Nuh'un olgusunu okumaktaki başka bir amaç da. yapılan uyarıdır. Onlara verilen cezaya Hz. Peygamber dönemindeki müşriklerin de çarptırılabileceği konusunda bir tehdit niteliği de âyette vardır.

2. "Ey kavmim! Eğer benim, aranızda durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, ben sadece Allah'a güvenip dayanırım." Âyetin bu kısmında geçen makâmî kelimesi,"durmak/durmam" anlamına gelmektedir.

Biz bu kelimeye iki türlü mana vermeyi ve yorum yapmayı uygun buluyoruz. Hz. Nuh'un, kavminin arasında bulunması, fiziki anlam taşı­yabilir. O zaman bu manayı 'Ankebût 14 ile destekleriz: "Andolsun ki biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik de, o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı." Demek ki Yûnus 71'de geçen makâmî "durmam" kelimesiyle; 'Ankebût 14'de lebise "kaldı" kelimesi aynı şeyi ifade etmektedirler.

Diğer boyutu da makam kelimesi, Hz. Nuh'un yüklenmiş olduğu peygamberlik makamını ifade etmektedir. O zaman makam, "ömür sürmek, bulunmak, kalmak" anlamında değil de, "sosyal ve dini bakım­dan yüklendiği görevin makamı" anlamında değerlendirilmelidir.

İşte Nûh, bu görevin getirdiği makamın halka ağır gelip gelmedi­ğini sormaktadır. Âyetin bu kısmındaki kebura kelimesi, "büyük ve ağır geldi" manasını ifade etmektedir. Hz. Nuh'un makamının onlara ağır gelmesini şu şekilde açıklayabiliriz: O dönemdeki kâfir ve müşrikler muhalefet ettikleri tevhîd inancına karşı aşağılık duygusuna kapıldıkla­rından, tevhîd inancını onlara getiren Hz. Nuh'un görevinin altında kal­dılar, onu hazmedemediler ve bir türlü ona intibak edemediler.

Bu açıklamadan hareket edersek kebura kelimesinin psikolojik anlamı olduğu neticesine ulaşırız. Hz. Nuh'un peygamberlik makamı onların gönlüne ağır geldi. Bu yorumun doğruluğunu nasıl ispat ederiz? Âyetin devamına bakınca haklı olduğumuz anlaşılacaktır: "Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise". Hz. Nuh'un Al­lah'ın âyetleri ile öğüt vermesi, dünyaya tapan, dünyanın geçici menfaa- tinin peşinde ihtirasla koşan, dünya nimetlerine tutku ile bağlanan insan­lara ağır geldi. Onlar dünya hayatının geçici bir menfaat olduğunu söy­leyen öğütlere tahammül edemezler. Bu tepki Hz. Nûh döneminde oldu­ğu gibi, Hz. Muhammed döneminde de olmuştur.

Âyetin bu kısmından çıkardığımız diğer netice şudur: Hz. Nûh Al­lah'ın âyetleri ile öğüt veriyor, onları insanlara hatırlatıyordu. Bütün peygamberler bu görevi yerine getiriyor ve Allah'ın âyetleri ile öğüt veriyorlardı.

Mâide 70 ve Kâf 45'te Hz. Peygambere Kur'ân ile öğüt vermesi emredilmektedir. Demek ki, din  adamları aynı metodu uygulamak zo­rundadırlar. Onlar da Kur'ân yani Allah'ın âyetleriyle halka öğüt vere­cekler, vaaz yapacaklardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Nûh, toplumunun kendisine gös­terdiği tepkiyi yorumlarken, peygamberlik makamı ile Allah'ın âyetleri­ni hatırlatmasının onlara ağır geldiği neticesine ulaşmıştı.

Bundan Hz. Peygamberin bir ders çıkartması istenmektedir. Arap toplumu da Hz. Peygamberin peygamberliği ve Allah'ın âyetleri ile öğüt vermesinin ağır gelmesi sebebi ile o kadar olumsuz tepki

göstermişlerdir.

Âyetin bu kısmını günümüze taşırsak şu kuralı çıkartabiliriz: Gü­nümüzde Hz. Muhammed'in peygamberlik makamı bazı din mensupla­rına, kâfirlere ağır gelmektedir. Kur'ân'in âyetleri altında ezildiklerinden dolayı, o âyetlerin onlara anlatılması, ulaştırılması onlara ağır gelmekte ve kendi yanlış inanış ve hayatlarına ters gördüklerinden âyetlerin me­sajlarına tahammül edememektedirler.

"Ben sadece Allah'a güvenip dayanırım." Hz. Nûh kavminin olumsuz tepkisine, kötü niyet ve saldırılarına karşı Allah'a tevekkül ile karşılık verdiğini ifade etmektedir. Bu aslında Allah'a güve­nip dayanarak bir çeşit meydan okumadır.

Peki Hz. Nûh Allah'a dayandığını ne ile ifade ediyordu? "Nûh: 'Rabbim!' dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma; Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlâksız nankör doğururlar"(Nûh 71/26-27). İşte Hz. Nuh'un Allah'a tevekkül ettiğini bu duası ile ifade etmektedir.

3. "Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştınn. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra verdiğiniz hükmü, bana uygu­layın ve bana mühlet de vermeyin." Hz. Nûh Allah'a dayandığını ifade ettikten sonra onlara karşı ciddi bir şekilde meydan okumaktadır.

a) Hz. Nûh, kâfirlerden, arkadaşlarıyla beraber toplanıp yapacakla­rını yapmalarını istemektedir.

Buradaki şürekâ' kelimesi "dava arkadaşı, yoldaş, ortak" manasına gelmektedir. Her dönemde olduğu gibi, inanmayanların da grubu, yoldaşları ve dava arkadaşları olmuş, olmakta ve istikbalde de olacaktır.

b) "Sonra işiniz başınıza dert olmasın" ifadesi  hakkında Zeccâc, "işiniz açık ve net olsun" yorumunu yapmıştır[56]. Açık ve net olmayan bir iş, insana tasa getirir; insana dert olur. Ay, bulutun arkasına gizlendiğinde durum, bu kelime ile ifade edi­lir. İşini tam anlamı ile yapmayan insanın durumu da aynı şekilde insana tasa vermekte, bir bakıma başarısızlığının getirdiği üzüntüyü ifade et­mektedir.

c) Sonra da Hz. Nûh, verecekleri hükmü tatbikata koymalarını ve bu konuda mühlet vermemelerini teklif etmektedir.

Hz. Nuh'un bu meydan okuyuşunu, bir işin planlanmasında uygu­lamamız mümkündür. İşin bir planlama ve istişare safhasının olması, sonra yapılacakların açık ve net olup peşinden üzüntü getirmeyecek nite­likte olması ve nihayet vakit geçirmeden tatbikata konması gereği bura­dan anlaşılmaktadır

4) "Eğer yüz çeviriyor­sanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allah'tan başkasına ait değildir." Hz. Nûh, halkın kendinden yüz çevirme ihtimali­ni göz önünde bulundurarak onlara hitap etmektedir. Yalnız buradaki

yüz çevirme ihtimalini yüzde olarak çok bulmakta olduğuna dair bir de işaret vardır.

Bu ihtimalin yüksek olduğunu hem bir sonraki âyetten hem de Nûh sûresinden anlamaktayız. Onlar Hz. Nuh'un davetinden kaçtılar (Nûh 71/6); parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler, ayak dirediler ve kibirlendiler (Nûh 71/7); iman etmediler (Şu'arâ 26/111) ve sonuçta onu taşlamaya kalktılar (Şu'arâ 26/116).

Onların yüz çevirmelerine karşılık Hz. Nûh dini eğitiminden, yani tebliğinden bir ücret almadığını, bunu Allah rızası için yaptığını, ameli­nin karşılığını O'ndan beklediğini söylemiştir. Bunun anlamı; Hz. Pey­gamberin de aynı tavırda olmasını istemektir.

Hz. Nuh'un bu ilkesi daha sonra bütün peygamberlerin ilkesi hali­ne gelmiştir. Şu'arâ sûresinde geçen bütün peygamberlerin aynı ifadeyi kullandığına şahit oluyoruz.

Bu ilkeden şu neticeyi çıkarabiliriz: Din adamları, dinin tebliğin­den ücret almamalıdırlar. Onlar, yaptıkları faaliyetin karşılığını Al­lah'tan beklemelidirler. Dini faaliyetin maddi karşılığı yerine, manevi karşılığı beklenmelidir.

5. "Ve bana müslümanlardan olmam emrolundu." Âyetin bu kısmını birkaç açıdan yorumlamamız

mümkün­dür:

a) Bu âyetin anlamı, "tehvid inancını kabul edip bütün benliği ile Allah'a   teslim   olanlardan   olmam   emrolundu"   şeklinde   olabilir. Kur'ân'da Hz. Peygambere bu konuda iki emir verilmiştir.

"Bana müslümanlardan olmam emrolundu" (Nemi 27/91). "Bana müslümanların ilki olmam emrolundu" (Zümer 39/12). Aynı şekilde Hz. İbrahim'e de bu husus emredilmiştir:  "Rabbi ona: 'Teslim ol' demiş; o da: 'Alemlerin Rabbine teslim oldum' demişti" (Bakara 2/131).

b) Râzî buradaki teslim olmayı şu şekilde yorumlamaktadır: "Ben bu davetten dolayı başıma gelen her şeye boyun eğmekle emrolundum"[57]. Râzî'nin bu yorumunu, bir önceki âyete bağladı­ğımızda doğru buluyoruz. Yani bu yoruma göre Hz. Nûh, kavmi ona ne yaparsa yapsın, davasından vazgeçmeyeceğini ifade etmektedir.

6.  "Yine de onu yalanladılar. Biz de hem onu hem de onunla beraber gemi­de bulunanları kurtardık ve onları (yeryüzünde) iktidar sahibi yaptık." Hz. Nuh'un toplumu, onu yalanladı. Hatta yalanlamakla kalmadılar, bu işten yani tebliğden vazgeçmediği takdirde onu taşlayacaklarını söyledi­ler. (Şu'arâ 26/116). Bunun üzerine Hz. Nûh Allah'a şu şekilde yalvar­dı:

a) "Nûh: 'Rabbim! Kavmim beni yalancılıkla suçladı. Artık benimle onların ara­sında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü'minleri kurtar' dedi" (Şu'arâ 26/117-118).

b) "Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" {Mü'minûn 23/26).

c) "Nûh: 'Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Bunlar da büyük hileler, tuzaklar kurdular' dedi" (Nûh 71/21-22).

d) "Onlardan önce Nuh'un kavmi de (onu) yalanlandı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek: 'O delirdi', dediler. Ve davetinden vaz­geçmek için zorlandı. Bunun üzerine, Rabbine: 'Ben yenik düştüm, bana yardım et!' diyerek yalvardı" (Kamer 54/9-10).

İşte bu yalvarışların ardından Yüce Allah ona gemi yapması emrini vahyetti. Bunu da Kur'ân şöyle anlatmaktadır:

 i. "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır" (Hûd 11/37).

ii. "Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap" (Mü'minûn 23/27).

İşte bu emrin ardından Hz. Nûh gemiyi yapmaya başlamış ve kavmiyle şöyle bir diyalogda bulunmuştu:

"Gemiyi yapıyor. Kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle öyle alay edeceğiz" (Hûd 11/38).

Geminin yapılmasından sonra: Nuh'a dedik ki: Her birinden iki eş ile aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle" (Hûd 11/40).

Bundan sonrası Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus 73'de geçmektedir: "Biz de, hem onu hem de onunla bera­ber gemide bulunanları kurtardık." Yüce Allah'ın Hz. Nuh'a yardımı bu şekilde gerçekleşmiş oldu; sonuçta Hz. Nuh'u ve onunla beraber iman edenleri sadece kurtarmakla kalmadı; onları aynı zamanda yeryüzünde halifeler yani iktidar sahibi yaptı, tayin etti. Bunun anlamı şudur: Hz. Nûh toplumunda kötüler iktidarda idi, toplumu kötüler yönetiyordu.

Tufanın bir neticesi de iktidar değişimini sağlamış olmasıdır. Fizi­ki olgunun, sosyal ve siyâsî olguya dönüşmesini burada görüyoruz.

Mü'minler siyâsî iktidarı ele geçirirken, ötekiler boğulmuştu,

"Âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk" şeklinde âyetin bu kısmı, tabiat olaylarını kullanarak insanları cezalandırma şeklini bize anlatmaktadır.

Bu olguyu günümüze nasıl aktarırız? Toplumları idare edenler yaptıkları zulümlerin birikimi tufana dönüşür. Halk kitlelerinin taşkınlığı veya demokratik isyanı, onları oluşturdukları zulüm denizinde

boğar.

Diğer taraftan "gemi" kavramından hareket ederek, günümüze ışık tutan bir neticeye ulaşabiliriz: Geminin yapımı teknolojiyi ifade etmek­tedir. Güçlü toplumlar, bilgiyi teknolojiye çevirip üstünlük

kuranlardır.

Bilgi gibi manevi bir gücü, teknoloji gücüne çevirenler dünya problem­lerini çözüp kurtuluşa erenler olacaklardır.

Hz. Nuh'a Allah gemiyi nasıl yapacağını vahyettiği gibi teknoloji üretimi için çalışanlara da ilham edecektir. Hz. Nûh inananları o gemi ile belalardan kurtardı. Günümüz ve geleceğin insanı da güçlü bilgi ve güç­lü teknoloji ile toplumları kurtaracaktır.

Diğer taraftan bu tufan olgusu bize şunu da öğretmektedir. Zulme uğrayanlar çalışacak, gayretini gösterecek, terini akıtacak ve sonra yar­dım etmesi için Allah'a yalvaracak. Nitekim Hz. Nûh gemiyi

yapmasay­dı ve çalışmasaydı kurtuluş yoktu.

7. "Bak ki uyarılanların sonu nasıl oldu." Âyetin bu kısmında geçen kavramlara göre çıkarımlar

yapacağız:

a) "Bak". Buradaki bakmak emri, maddi anlamdaki gözlem değildir. Buradaki bakmak emri, "dikkat et, düşün" anlamına gelmekte, tarihsel bir olgudan çıkarımlar yapmak için dikkatli düşünmeyi emret­ mekte ve kafa gözü ile değil de gönül gözü ile bakmayı ifade etmektedir.

Bu emir birinci derecede Hz. Peygamber'edir. Ama Hz. Peygam­ber vefat ettiğine göre, artık bu âyeti kim okuyorsa hitap onadır. Emri bu çapta ele alınca, tarihsel olgulara kafa gözü ile değil de gönül gözü ile bakmanın, tarihçi, sosyal bilimci ve özellikle siyasetçiler için ne kadar önemli olduğu esasını çıkartıyoruz.

Tarihçiler, sosyal bilimciler ve siyasetçiler tarihsel olguları kitapla­rın arasına bırakamaz, onları oradan hareket ettirip canlı bir organizma gibi hayatta, gönüllerde yaşatmalıdırlar.

b)"Nasıl". İşte bu âyette tarihsel bir olguyu iş olsun diye ve bir hikaye niyetiyle değil de, "nasılını" ortaya çıkarmak suretiyle bilme­nin ve gözlemlemenin önemi vurgulanmaktadır. Bilimsel

araştırmalarda, olayın veya olgunun "nasılını" tespit etmeden, olgu veya olayın analizi yapılamaz ve o olay veya olgudan beklenen istifade elde edilemez.

Hz. Nuh'un olgusunu anlatırken Yüce Allah, başlangıcından sonu­na kadar hep "nasılı" bulmak uğruna açıklamalar yapmaktadır. Bir olgunun meydana gelip vücut bulmasında hangi olaylar hücreleri, hangileri organları meydana getirip o olgunun yapısını oluşturmaktadır? Bunlar nasıl meydana geliyor, nasıl birleşiyor ve nasıl bir sistem olarak doğu­yor? Tarihsel olguların yapısını, insanın biyolojik yapısı gibi inceleyerek "nasılı" bulmak; nasıllarla daha büyük "nasıllara" ulaşmak emrini bura­dan anlıyoruz.

Hz. Nuh'un toplumundaki halkın, gönlündeki inkâr psikolojisinin oradan çıkıp hayata ve oradan denizde boğulmaya kadar ulaşmasının "nasılını" tespit etmek, en büyük eğitimi almak demektir. Günümüzdeki kâfirlerin bundan ders alıp kendi gönüllerine yön vermeleri gerekiyor. Gelecek nesiller için de bu böyle olmalıdır.

c) "Uyarılanların sonucu". Bu tarihsel olgunun aktörleri uyarılıp da inanmayanlardır. Yanlış yolda oldukları kendilerine bildiril­dikten sonra, o yanlış yolu terk etmeyip eğitime, uyarıya, bilgiye ters düşen insanların sonucunu görmek gerekiyor.

Olguların sonucuna ulaşmak için yapılan araştırma nasıllardan ha­reket etmeli, sebep-sonuç ilişkisini kurmalı, böylece sonuca ulaşmalıdır.

Biz bundan şu neticeye ulaşıyoruz: Tarihsel olguların araştırılma­sının amaçlan vardır. Bunlardan biri ve en önemlisi sonucun nasılını gönül gözü ile görebilmektir. Bu araştırmayı yapacak olan gönül gözüne Yüce Allah Tâhâ 128'de "Nûha" adını verdiği "akıl" demektedir.

"Bizim onlardan önce nice nesilleri helak etmemiz kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda, elbette ki akıl sahipleri için nice ibretler vardır."

İşte bu âyette Yüce Allah "Nûha" denen akla sahip olanların ibret alıp doğru yola gelmeleri, tarihsel olguların anlatımının amacını ortaya koymaktadır. Uyarılıp da, uyarıya sırtını dönenler, bir bakıma uyarıyı yapana hakaret etmektedirler. Böyle bir hakaretin sonucu da ağır bir ce­za ile karşı karşıya kalmaktır. Bu ceza da helak şeklinde ortaya çıkmak­tadır.

Tarihsel olguların başından, yani mayalanmasından başlayıp, do­ğumlarına kadar geçen süreci iyi takip etmek yaşanan hayata ve geleceğe ışık tutacaktır. Yüce Allah bu ışığı insanlara sunmak için, peygamberle­rin hayatında geçen olay ve bu olayların oluşturduğu olguları anlatmak­ta, insan aklı ve gönlünün bu olgulardaki yerinin ne olduğunu açıkla­maktadır. Olguları bu amaçla ele alıp araştırmak onlara can verecektir.[58]

 

Peygamberlere Olan Olumsuz Tepki Bir Süreç Gibi İşlemiştir:

 

74. Sonra Nûh 'un ardından bir çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mu'cizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi. İşte haddi aşanların kalplerini biz böyle mühürleriz.

Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Sonra Nuh'un ardından bir çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik." Yüce Allah burada o peygamberlerin ismini vermemektedir. Müfessirler bunlardan bazılarının isimlerini vermektedirler. Hûd, Salih, İbrahim, Lût ve Şu'ayb bunların bazılarıdır.

Hz. Nuh'un peygamberliği insanlık için bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Çünkü o, gemi teknolojisini insanlığa kazandırmış ve tufanın ardından insanlığın ikinci atası olma niteliğini kazanmıştır.

Âyetin bu kısmında dikkatimizi çeken önemli bir ifade yer almak­tadır: "Birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik." Demek ki, Hz. Muhammed'den önce gelen peygamberlerin her biri kendi toplumu­na gelmiş ve bu nedenle yöresel özellikleri vardır. Meselâ aynı anda bir topluma Hz. İbrahim; diğerine de Hz. Lût gönderilmiştir. Ama Hz. Pey­gamber evrensel peygamber olma özelliğine sahiptir. Konuya mesaj açı­sından baktığımızda tüm peygamberlerin mesajları, içinde yöresel motif­ler olmasına rağmen evrenseldir. Yani risalet başlangıçta yöreselden başlıyor, evrensele doğru uzanıyor.

2. "Onlara mu'cizeler getirdiler." Âyetin bu kısmında geçen beyyinât kavramı "kesin mu'cize" anlamına gelmektedir. Her peygamber, peygamberliğini ve getirdiği mesajın ilâhî kaynaklı olduğunu bir takım mu'cize, yani delillerle ispat etmiştir. Mu'cizelerin amacı sadece ispat değil, geleceğe yönelik, hatta halka yönelik eğitici özellikleriyle halkı uyarmaktır.

Mu'cizelerin önemli bir amacı da, halkın helakini önleyip hayatta kalmalarını temin etmektir; yani insanları ikna edip doğru yola gelmele­rini temin edip helak olmalarına engel olmaktır. Onun içindir ki, mu'cizeler insanın manevi hayatında meydana gelecek olan değişimin önemli bir dinamiğini teşkil etmektedir.

Kesin mu'cize anlamına gelen beyyinât, insan gönlünde ve bey­ninde ani değişimlere sebep olmaktadır. Bu değişim, beşerî eğitimin gücünü aşan nitelikte köklü bir değişimdir. "Mu'cizeler getirdiler" ifade­sinden anlıyoruz ki, mu'cize canlı bir varlık gibi hareket ettirilebilmek-tedir. Hareket ediyor ki, insanın gönlüne sızıp orada gerekli olan değişi­mi gerçekleştirebiliyor.

Günümüzde bu mu'cizeler gibi mu'cize gösterecek kimse yoktur, ama bilimsel kanunlar, tabiatı inceleyen bilimlerin ulaştığı neticeler artık gerekli faaliyeti insanın beyninde ve gönlünde yapmalıdır. Mu'cizeler, bilimsel bulgulara intikal ederken, eserden müessirine giderek imana ulaştırmalıdır.

3. "Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki Hz. Nuh'tan uzun bir süre sonra Hz. İbrahim gelmiştir; delili de şu âyettir: Nihayet ötekileri suda boğduk. Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi" (Sâffât 37/82-83).

O milletten gelen peygamberlerin hemen hemen hepsi yalanlan-mıştı. Sanki yalanlama bir sosyal miras gibi nesilden nesile aktarılıp gitti. Yalanlama ahlâkını devam ettirdiklerine dikkat çeken bu âyet, kö­tülüğün bir nehir gibi aktığına işaret etmektedir. Bir toplumun peygam­berleri yalanlamayı bırakıp köklü bir değişim ile imana geçmelerinin zorluğu da burada vurgulanmakta, bir bakıma alışkanlıkların, batıl inanç­ların ve sosyal bakımdan adetlerin değişime karşı gösterdikleri direnç anlatılmaktadır. Hele bir toplumda iyiyi yalanlama kültürü veya adeti oluşmuşsa, onun değişimi mermeri yumuşatmak kadar zordur.

4. "İşte haddi aşanların kalplerini biz böyle mühürleriz." Âyetin bu kısmına bakınca şu soruyu sormak zorun­dayız: Allah insanın kalbini mühürlerse, onun iman etmesine engel ol­maz mı ve bu bir çeşit zulüm değil midir? Bu soruyu şöyle cevaplarız:

a) el-Mu'tedîn kavramına bakarsak, önce insanın irâdesi ortaya çıkıyor, yani önce insan haddi aşıyor, sonra kalbi mühürleniyor. Kalplerin mühürlenmesindeki ilâhî eylem; kulların haddi aşmasındaki eylemden sonra gerçekleşmektedir.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan af dileyince Allah onun bu dile­ğini yerine getirip af edebilir. İnsan af dilemeden, Allah'ın affedici sıfatı harekete geçmez. Aynı şekilde insanın "haddi aşması" Allah'ın mühür­leme eylemini çağırmaktadır. Yani insan haddi aşmasaydı mühürleme olmayacaktı.

b) Kalbi mühürlenmiş insan, zamanla irâdesini kullanıp iman et­meyecek anlamına gelmez:

"Sözlerinden dönmeleri; Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri; haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve 'kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle (onları lanetledik, on­lara türlü belalar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir) tam aksine kü­fürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur, pek azı müs­tesna artık iman etmezler" (Nisa 4/155). Kalpleri mühürlenmesine rağ­men, istisnai olarak iman edecek olanların bulunabileceğine bu âyette işaret edilmektedir. Bu mühürlenme konusu Bakara 7'de açıklanmıştır.

Allah'ın mühürlemesi sonuç, yalanlamak ve aşırı gitmek ise sebep­tir (Yûnus 10/74). Aynı şekilde kibir (Mü'min 40/35); insanın kendi nefsini tanrı edinmesi (Câsiye 45/23); dinde yanlış fetva vermek (Şûra 42/24); bilgisizlik (Rûm 30/59); inkâr etmek (Nisa 4/155) gibi eylemler de kalbin mühürlenmesinin nedenlerindendir.[59]

 

Hz. Musa Ve Hz. Harun'a Olan Tepki:

 

75.Sonra onların ardından da Mûsâ ile Harun 'u, Fi­ravun ve (toplumun) seçkinlerine mu'cizelerimizle gönderdik, fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum oldular.

76.Katımızdan onlara hak gelince: 'Bu elbette apaçık bir sihirdir', dediler.

77.Mûsâ: 'Size hak geldiğinde onun için hep böyle mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar', dedi.

78.(Bunun üzerine) onlar da dediler ki: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi döndüresin ve yeryüzün­ de ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz'.

Hz. Mûsâ olgusu daha önce Bakara, Nisa, Mâide ve A'râf sûrele­rinde ele alınmış ve çeşitli cephelerine dikkat çekilmişti. Her anlatıldığı yerde farklı bir boyutuna değinilmiş, geleceğe ışık tutacak nitelikte

ora­daki konuyla kaynaştırılmıştı. Birinci ciltte, araştırma metodlarımızı anlatırken, buna Kur'ân'ın

kimyası demiştik. Hz. Musa'nın olgusu da farklı âyetlerle ve konularla ayrı ayrı yerlerde birleşmesi bu

kimyasal metodun bir örneğini oluşturmaktadır.

1. Yûnus sûresinin bu âyetlerinde Hz. Nuh'un olgusu anlatılırken isimleri verilmeden bazı

peygamberlere değinildi. Hûd, Salih, İbrahim, Lût ve Şu'ayb bunlardandı. Bunların ardından gelen peygamberlerin arasında: "Sonra o pey­gamberlerin ardından da Firavun ve (toplumun) seçkinlerine Mûsâ ile Harun'u mu'cizelerimizle gönderdik" âyetinde belirtildiği gibi Hz. Mûsâ ile Hz. Harun yer

almaktadır.

Âyetin bu kısmında Firavun ve bizim 'toplum' diye tercüme etti­ğimiz mele' yer almaktadır. Aslında mele' kelimesi "seçkinler çevresi" anlamına gelmektedir. Fakat Firavun ve seçkinler çevresi tüm toplumu temsil etmemektedir. 'Parçayı zikrederek tümü kasdetmek' kaidesi bura­da da işlemektedir. Doğal olarak Yüce Allah'ın, sadece Firavun ve onun seçkin çevresine iki peygamber göndermesi mümkün değildir. O pey­gamberleri hem Firavun ve toplumuna hem de tüm İsrailoğullarına göndermiştir.

Hz. Mûsâ ile Hz. Hânın birincil derecede Firavun ve onun seçkin çevresine gönderilmiştir. Çünkü Firavun ve seçkin çevresinin doğru yola gelmesi ile o günün toplumunun etkilenip doğru yola geleceği bir ger­çekti. Kralların bir dini kabul etmesi, tüm toplumu etkilemekte ve top­lumun hayat tarzını değiştirmekteydi. Böylece âyetin bu kısmı, o devir toplumlarının yukarıdan aşağıya dikey bir hareketle değişime uğradığı olgusunu bize anlatmaktadır. Halk özgürlüğünün bulunmadığı dönem­lerde halkın inancı sanki Kralın elinde imiş gibi bir durum vardı.

Firavun ve seçkinleri, aslında tüm toplumu ifade etmektedir. Top­lumun kaderi bunların elinde imiş gibi davranıyorlardı. Onun için burada Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun'un tebliğleri tepedeki insanları değişti­rirse, tüm toplumun katmanları değişeceği metoduna yer verilmişti.

Âyetin bu kısmında geçen li&l "âyetlerimizle" ifadesi "mu'cizelerimizle" anlamına gelmektedir. Buradaki âyetler, Tevrat'ın içindeki âyetler yani cümleler anlamına gelmemektedir. Çünkü toplu­mun tepesindeki grupta köklü bir değişimi ancak mu'cizelerle gerçekleş­tirmek mümkün olacaktı.

2. "Fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum oldular." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki Hz. Mûsâ ve kar­deşi Harun'un tebliğine karşı koymalarının ana sebebi kibirdi. Onların olumsuz ve ağır tepkilerinin altında yatan psikolojik neden "kibir" ol­muştu. Bakara 34'te de Yüce Allah'ın secde emrine karşı koyan İblis'in psikolojik durumu da "kibir"di.

Şeytana ilk günahı işleten psikolojik neden kibir olmuştur. Kibir şeytan ahlâkından insanlara intikal etmiş, Firavun ve toplumunun, yani etrafındaki seçkinlerin iyiden yana değişimine engel olmuştu. İyiden yana değişimlere engel olan ve direnç gösteren en etkili psikolojik neden "kibir" olmuştur. Kibrin insanlığa yaptığını hiçbir düşman yapmamıştır. Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun da kibirli insanların olumsuz tavırların­dan etkilenmiş, çeşitli şekillerde zarar görmüşlerdir.

Kibir, Firavun ve adamlarının mücrim, yani suçlu ve günahkar bir toplum olmalarına neden oldu. Mücrimlik denen suçluluk ya da günah­karlık ile kibir arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Demek ki, kibir insa­nı suça ya da günaha itmektedir.

3. "Katımızdan onlara hak gelince: 'Bu elbette apaçık bir sihirdir' dediler." Âyetin bu kısmında geçen "hak" kavramına birinci derecede "mu'cize" manasını verirken, ikinci derecede "Tevrat" anlamını verebiliriz.

"Hak" kavramını birinci manadan alınca, Firavun ve çevresindeki seçkinlerin, Hz. Musa'nın mu'cizelerini sihir olarak değerlendirdikleri neticesine varabiliriz.

Günümüzde bilimsel araştırmalara tepki gösterenleri aynı sınıfın içine koyabileceğimiz gibi; İlâhî vahyi küçümseyen ve ona çöl kanunu niteliği verenleri de aynı gruptan sayabiliriz. Bundan şuna ulaşırız. Hak­kın hak olduğunu, ona gösterilen tepkiden anlayabiliriz.

Ayrıca, hakkın karşıtı olarak sihrin kullanıldığına şahit oluyoruz. Demek ki sihir, "asılsız, sahte, batıl şey" anlamına gelmektedir. "Hak" gerçek olduğuna göre, sihir de gerçek olmayan şey anlamını ifade et­mektedir. Sihrin, "aldatmak, hile yapmak, aklını çelmek, uzaklaşmak, cadılık etmek, alıkoymak" anlamına geldiğini düşünür ve bunu bu âyete uygularsak, Firavun ve çevresindeki seçkinler, Allah'ın hak olarak gön­derdiği mu'cizeleri aldatıcı bulmuş, insanı doğrudan uzaklaştırıcı olarak görmüş, doğru yoldan alıkoyucu olarak nitelendirmişlerdir.

Hakkı sihir, yani aldatıcı olarak değerlendiren bir olumsuz tepkiye işaret eden âyet, günümüzde Kur'ân'a karşı takınılan olumsuz tavır ve gösterilen olumsuz tepkilerin içyüzünü gösterir durumdadır. Diğer taraf­tan geçmişte ilâhî mu'cizelere, vahye ve peygamberlere hangi kavramla­rı kullanarak tepki gösterildiğini de bu âyet bize öğretmektedir.

4. "Mûsâ: 'Size hak geldiğinde onun için böyle mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar', dedi." Hz. Mûsâ, onların her zaman hakkı böyle değerlendirip değerlendirmediklerini  sormaktadır.  Soru, geçmişte böyle bir davranış şekillerinin olup olmadığını araştırıcı nitelik­tedir. "Hakk"a sihir, yani aldatıcı demek onlarda bir ahlâk halini, bir adet halini aldığını göstermektedir. Doğru olan her yeni şeye olumsuz tavır takınıp tepki koymanın geleneksel köklerine burada işaret edilmektedir.

"Bu bir sihir midir?" sorusu ile Hz. Mûsâ, uzaktan yakına gelen metod ile o andaki tepkilerini değerlendirmeye almaktadır. Sihirbazların asla iflah olmayacaklarını söyleyerek de, topluma güven vermeyi iste­mektedir. "Sihirbazlar asla iflah olmazlar" diye tercüme edilen ve lâ yüflihu's-sâhirûn ifadesine, "zafere ulaşamaz" manasını vermek daha doğru olacaktır. Çünkü A'râf 117-122. âyetlere bakıldığın­da sihrin ve sihirbazların mağlup olduğu görülecektir.

"Biz de Musa'ya, 'asanı at' diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti. İşte (Firavun ve adamları) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapanıp: 'Mûsâ ve Harun'un Rabbi olan alemlerin Rabbine inandık', dediler" (A'râf 7/117-122). O zaman lâ yüflihu kelimesine "zafere ulaşamaz, başarılı olamaz, galip gelemez" manasını vermek daha doğru olacaktır.

Başka bir ifade ile Hz. Mûsâ onlara meydan okudu. Hz. Musa'nın gösterdiği mu'cizeler eğer onların dediği gibi sihir ise, yarışmada başarı­lı olamayacağını ifade etmek istemiş, dolayısıyla 'gelin bu yarışmayı yapalım, zafere ulaşıp ulaşmayacağımı bir deneyelim' demek istemiştir.

5. "Onlar: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz size inanacak değiliz' dediler." Sihir konusundaki değerlendirmeleri tutmayınca, iki şeyi ihtiva eden bir soru sordular ve kendi nihai kararlarını bildirdiler.

a) "Babalarımızı üzerinde bulduğumuzdan bizi döndüresiniz." Bu ifadeden onların taklitçi olduğunu anlıyoruz. "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun', dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler" (Bakara 2/170). Bu

şekildeki taklitçi tepkiler Kur'ân'da defalarca gündeme getirilmiştir. Mâide 5/104; Lokman 31/21; Zuhruf 43/23. âyetler buna örnek teşkil etmektedir.

Geçmişte insanlar, Yüce Allah'ın gönderdiği mu'cize ve vahye karşı gelenlerin taklit engeline takıldıklarını ve onların iyiden yana deği­şimine taklidin mani olduğunu görüyoruz. Lokman 21. âyete göre taklit vasıtasıyla şeytan onları cehenneme çağırıyordu. "Babamızı bu yol, bu inanç ve bu din üzerinde bulduk" ifadesi, insanlığın geri kalmasına, geçmişe bağlanmasına, hatta geçmişi tanrı edinmesine neden olmuştur.

"Babalarımızı bu yolda bulduk" ifadesi günümüzde de yaşamakta, gelecekte de yaşayacağa benzemekte, insanın atılımına, ufuktan ufka sıçramasına, yenileşip değişmesine ve gelişmesine mani olmaktadır. Da­ha güzele, daha iyiye ve daha kaliteli olana mermi sıkan bu geçmişin tanrısı, katil bir nitelik taşımaktadır. Günümüzün problemlerini çözen ve bizi geleceğe taşıyan geçmişin kültürüne evet; ama bizi geri götüren, toplumu çürüten, geri bırakan, medeniyet yarışını kaybettiren, nesillerin zamana göre yetişmesine müsaade etmeyen geçmişin sahte tanrısına hayır.

îşte bu, "babamızı bu yol, bu inanç ve bu din üzerine bulduk" sö­zü, geçmişin geri kalmasına sebep olan taklit denen tanrıyı besleyip onu insanın geleceğini yutan bir ejderha haline getirirken, Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'un da karşısına dikti. İşte o taklit tanrısı Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun'un karşısına bu sözleri terennüm eden salyalarını akıtıyordu.

Ayetin bu kısmında geçen cJ lefete kelimesi, "bir şeyi büküp çe­virmek"; iltefete kalıbından alındığında, "bir şeye doğru yüzünü çevirmek, meylettirmek" manalarına gelmektedir, el-Left mastarı da "bir şeyden vazgeçmek" demektir.

Bu kelimenin eş anlamlısı Ahkâf 22'dedir: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin?" Buradak te'fîk kelimesi, "çevirmek" anlamına gelmektedir. de "çevirmek, alıkoymak" anlamına gelmektedir. Demek ki, left ile ifk bu manalarda buluşmaktadırlar.

Her iki kavram, bu âyetlerde beynin ve gönlün çevrilmesini gün­deme getirmektedir. Meselâ, En'âm 95 ve Mü'min 62. âyetlere bakar­sak, insanın doğrudan yanlışa, tevhîd inancından şirke çabucak döndü­ğünü görürüz; ama kötüden iyiye; şirkten, inkârdan tevhîd inancına dönmekte büyük bir direnç gösterdiği de gözden kaçırılmamalıdır.

İşte Hz. Mûsâ bu büyük dirençle karşılaştığı gibi günümüzde de i-yiden yana yeniliğin ve değişimin aynı derinlikte dirençle karşılaştığına şahit oluyoruz. Yeniliğin ve değişerek gelişmenin karşısına çıkan bu taklit direnci, insanlığı kirletmekte, cehaletin kara dumanı içinde bırak­makta, yaşanan hayatımızı ve hatta geleceğimizi katletmektedir. Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun bununla mücâdele vermiş, o direnci göste­renler yok olup gitmiş, toplumları geleceğe taşıyan dinamizm galip gel­miştir.

Aslında Yüce Allah Hz. Musa'ya gönderdiği vahy ile, o devrin in­sanlarına beyinlerini ve gönüllerini değiştirmelerini yüksek sesle söylüyordu.

O sese kulak vermeyenler, o taklitlerinin, dirençlerinin denizinde boğuldular. Bize de, onların başından geçen bu olgudan ibret alıp, iyiden yana yeniliğe, değişime ve gelişime kucak açmak kalmıştır. İşte bu olgu, bizim eğitimimizin ve geleceğin eğitiminin temelini teşkil etmelidir. Daima ileriye giden, geriye sadece dönüp bakan nesiller yetiştirmek; geçmişin kültürünü eleyen, değerlendirip geleceğe akıtan nesiller yetiş­tirmek; gelenin keyfi için geçmişine sövmeyen ama geçmişini de tanrı edinmeyip geleceğine uzanan beyin ve gönlüne zincir vurdurmayan ne­siller yetiştirmek. Bu ve buna benzer âyetler, hep bu eğitimin temellerini atıyordu ve gelecekte de atacaktır.

b) "Ve yeryüzünde ululuk, sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin?" İşte bu soruda Firavun ve etrafındaki seçkinlerin siyâsî endişelerinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Olumsuz tepkilerinin ana sebeplerinden ikincisi, kendi sandalyelerini kaybetme korkusu olmuştur.

el-Kibriyâ' kavramı, iktidarın, siyasetin getirdiği "ululuk" anlamını ifade etmektedir. Siyâsî erki elinde bulundurmak, dünya nimet­lerinin önde gelenleri arasında yer almaktadır.

Bu âyetten şu neticeyi çıkartabiliriz: Firavun ve etrafındaki seçkin­ler zümresi, öncelikle babalarından kalan inançlarını savunmak istemiş­ler, ardından siyâsî gelecekleri hakkındaki korkularını ortaya koymuş­lardır. Geçmişin kültürü, siyâsî erkin önünde tutulmuştur. Onlar iki şey­den vazgeçmek istemiyorlardı: Geçmişleri ve iktidarları.

c) "Biz size inanacak değiliz." Bu ifade ile ağızla­rında gevelediklerini ortaya döktüler. Bu sözden anlıyoruz ki, Hz. Mû-sâ'nın mu'cizeleri ve mesajı onların gönlünde gerekli olan değişimi ger­çekleştiremedi. Onların gönlü, bu gayretlere rağmen hakikate karşı kapa­lı ve tıkalı kaldı. İman kelimesini kullanmalarına rağmen imana yanaşmıyorlardı.

Âyetin sonundaki "mü'minîn" kelimesi, "güvenmek" anlamına da alınabilir ve "biz size güvenmiyoruz" şeklinde tercüme edilebilir.[60]

 

Hz. Musa'nın Olgusuna Devam:

 

79.Firavun:  'Bana bütün bilgili büyücüleri getirin' dedi.

80.Büyücüler gelince Mûsâ onlara: 'Atacağınızı atın' dedi.

81.Onlar (iplerini, değneklerini) atınca Mûsâ: 'Sizin getirdiğiniz şey büyüdür, Allah onu mutlaka boşa çıka­racaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez!' dedi.

82. Ve suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!

Firavun ve etrafındaki seçkinlerin, "biz size inanacak değiliz" de­melerinin ardından, Firavun işi ciddiye alarak, sihirbazları çağırtıp Hz. Musa'yı mağlup etmenin yollarını aramaya başladı.

1. "Bana bütün bilgili büyücüleri ge­tirin, dedi." Firavun burada "bilgili" kelimesi ile sihirbaz kelimesini biraraya getirmiştir. Demek ki, onların devrinde bir şarlatan, sahte büyücü­ler vardı; bir de bilgili sihirbazlar vardı.

Firavun, Hz. Musa'yı sihirbazlıkla itham edince, onunla yarışacak olanların sihirbaz olmasını ön gördü. Günümüzde de büyücülerden yar­dım dileyenlerin olduğunu görüyoruz. XXI. asırda olmamıza rağmen asırlar evvel yaşayan Firavun'un döneminden, bir arpa boyu ileri gide­mediğimizi anlıyoruz. Büyücülerden beklenti içinde olan insanlar mede­ni olabilirler mi?

2. "Büyücüler gelince Mûsâ onlara: 'Atacağınızı atın', dedi." "Atın" kelimesinden anlıyoruz ki, o devrin bilgili sihirbazları değnek ve ipleri atarak sihirleri­ni yapıyorlardı. Bu durumu, Şu'arâ sûresinin 44. Âyetiyle delillendirebiliriz: "Bunun üze­rine iplerini ve değneklerini attılar ve:

'Firavun'un kudreti hakkı için bizler galip geleceğiz' dediler." Demek ki, o devirde sihir çok ilerlemiş; ip ve   değnekle   sihir  yapılıyormuş. Yûnus sûresinde ne attıkları açıklanmazken, Şu'arâ'da açıklanmaktadır.

3. "Onlar iplerini ve değneklerini atınca, Mûsâ: 'Sizin getirdiğiniz şey büyüdür' dedi." Demek ki, Hz. Mû­sâ büyünün, yani sihrin ne olduğunu biliyordu. Firavun dönemindeki Mısır'da sihirbazlık çok ileri itmiş arz-talep ilişkisi içinde sihre çok talep olunca, sihirbazlık oldukça ilerlemişti. Âyetlere bakınca, Kral Firavun bile sihre değer veriyor ve ondan yardım diliyordu.

Hz. Mûsâ, Firavun'un sarayında yetiştiği için sihrin ne olduğunu biliyordu; onun için onların ip ve değneklerini attıklarını görünce yapı­lanın sihir olduğunu derhal anlamıştı.

4. "Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez." Hz. Mû-
sâ'nın bu ifadesinde dikkati çeken bir ilke vardır. Hz. Mûsâ, Allah'ın, sihirbazın sihrini, yani büyüsünü boşa çıkaracağını söylemekte, kendi gücüne ve peygamberliğine güvenmemektedir. Kur'ân, bu tarz konuş­manın, tüm dünya müslümanlarının sözlerinde de bulunması gereğini bize öğretmektedir.

Hz. Mûsâ, bunun sebebini de, ifadesinin sonuna koymaktadır: "Fe­satçıların, yani bozguncuların işlerini Allah düzeltmeyecektir." Bunun anlamı şudur: Boşa çıkarmak ile düzeltmek farklı şeylerdir. Düzeltmekte başarıya ulaştırmak varken; boşa çıkarmada mağlubiyet vardır. "Düzeltmez" denirken başarıya ulaştırılmayacağına; "boşa çıkarır" de­nirken de mağlup edileceklerine işaret edilmektedir.

Buradaki bozgunculuk, yani fesat çıkarma ne anlama gelmektedir? Önceki âyetlerden bunu çıkartabiliriz:

a) Sihirbazlık.

b) Allah'ın âyetlerine karşı kibirlenip onların sihir olduğunu söy­lemek. Babalarının yanlış inançlarını taklit edip, tevhîd inancına geç­memek. Kendi siyâsî geleceğini düşünerek, peygambere tepki gösterip ona sihirbaz demek.

Bu işleri yapanların bozguncu olduğunu anlıyoruz ve bunların a-mellerinin Allah tarafından düzeltilmeyeceğinin mesajını bu âyetten alı-yoruz. Ters manadan bakınca, amellerinin Allah tarafından düzeltileceği kişiler de vardır, neticesine ulaşıyoruz.

5. "Ve suçlular istemese de Al­lah sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır." Yüce Allah'ın, burada "kendi sözleri"yle kasdettiği, kendi vahyidir. Allah, hakkın hak olduğunu kendi sözleriyle ispat edecek demektir.

Yüce Allah'ın muradı, isteği hakkı gerçekleştirmektir: "Oysa Allah sözleri ile hakkı gerçekleştirmek ye kâfirlerin ardını kesmek istiyordu" (Enfâl 8/7); "Günahkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı or-tad'an kaldırmak içindi" (Enfâl 8/8);  "Ve Allah bâtılı yok eder; sözleri ile hakkı ortaya koyar" (Şûra 42/24).

Bütün bu âyetleri Yûnus 82 ile bir araya getirdiğimiz zaman şu ne­ticeye varıyoruz: Bu dünyada günah batağına, boğazına kadar batmış olanlar ve bu alışkanlıklarını değiştirme imkanını yitirenler, hakkın ger­çekleşmesini, ortaya çıkmasını istemezler. Ama onların bu isteği, Al­lah'ın irâdesi ile çatıştığı için mağlup olmaları mukadderdir.[61]

 

Korku İmanı Engeller:

 

83. Firavun ve etrafındaki seçkinlerin, kendilerine iş­kence etmesinden korkuya düştüklerinden dolayı halk­tan bir grup gençten başka kimse Mûsâ 'ya iman etmedi.  Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan biri idi.

Âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

1. Korku imanı engelledi. Firavun'dan ve onun etrafındaki seçkin­lerden korkan halk, iman etmiyordu. Hatta iman etseler bile imanlarını açığa vuramıyorlardı. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.

Kitap ehlinden olan nice ilim ve din adamı Kur'ân'in hak kitap ol­duğunu anladıkları ve inandıkları halde imanlarını, bulundukları sosyal statüyü ve çevreyi kaybederler diye açığa vuramamaktadırlar.

O zaman Firavun'un çevresindeki seçkinlerin ağır baskısı vardı; şimdi de sosyal, kültürel ve statü baskısı onun yerini aldı.

Âyetteki "korku psikolojisi"ni günümüze taşırsak, hak din olan İs­lâm'ın tebliğ edilmesinin önünde duran engellerin neler olduğunu rahat­lıkla anlarız. İslâm'ın tebliği ile ilgilenecek, böyle bir görevi yüklenecek olanlara Yüce Allah önemli bir açıklama yapmaktadır.

Önceleri krallar engel olunca toplum imanını yani dinini değiştiremiyordu; Kostantin gibi Hıristiyanlığı seçince toplumun tamamı o inanca ve dine geçebiliyordu.

Günümüzde demokrasi olduğu için devleti idare edenlerin böyle bir etkinliği ortadan kalkmıştır. Halk inancını ve dinini serbestçe değişti­rebilmektedir. İman ve din değişiminde sosyal baskı hala devam etmek­tedir.

Ekonomik değer ile statünün temin edilmesi inanç ve din değişi­minde önemli rol oynamaktadır. Ama devlet başkanı ve onun etrafındaki seçkinlerin işkence korkusu sebebiyle din değişiminin engellenmesi or­tadan kalkmıştır.

Yüce Allah imana engel olan korku psikolojisini veya işkence kor­kusunu birinci derecede Hz. Peygamber'e anlatmaktadır.

2. Gençlik dinamizmdir. Âyette geçen  zürriyet kavramının asıl manası "nesiP'dir. Ama bazı âlimler ona "gençlik" manasını vermiş-

tir. Bu manayı tercih ediyor ve diyoruz ki, imanını açıklayabilen, gizle­meyen bir grup genç olmuştur.

Âyetteki min kavmih'deki zamirin nereye gittiği konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı Hz. Musa'nın kavmi olan îsrailoğullanna, diğerleri de Firavun'un toplumuna gittiğini söylemektedirler. Bize göre o kelimenin sonundaki zamir, Firavun'un toplumuna gitmektedir. Firavun'un toplumundan bir grup gençten başkası iman edip imanını açığa vuramadı.

Buradan şunu çıkartıyoruz: Her şeyin iyisinde de kötüsünde de gençlik bir dinamizm oluşturmaktadır. Firavun ve çevresindeki seçkinle­rin baskısına, etrafa saldıkları korkuya rağmen iman edip açığa vuran ancak gençler olmuştur.

"Ne varsa gençlerde vardır" tekerlemesi o dönemde de işlemek­teydi. Yüce Allah o gençlik grubunu Kur'ân'da anmakla onlara nasıl bir değer verdiğini anlatmakta, diğer taraftan da, iyiden yana devrimleri gençlerin yapacağına işaret etmektedir.

Hz. Peygamber döneminde de ilk önce müslümanlık gizliden giz­liye yayılıyor, sokağa bile çıkamıyorlardı. Açığa çıkmak için bir Hz. Ömer yeterli oldu. İslâm için Hz. Ömer ne idiyse, Hz. Mûsâ için de o gençlik grubu o olmuştu.

3. İnanç özgürlüğü yoktu. Âyette geçen en yeftinehüm i-fadesini "işkence yapmak" anlamında alıyoruz. Bu ifade, o zaman inanç özgürlüğü olmadığına delil teşkil etmektedir. Çünkü Firavun'un ilâh olduğu inancını bırakıp tevhîd inanıcına gelmek gibi değişimi gerçekleş­tirecek bir özgürlük ortamı o dönemde yoktu ve böyfe bir değişim işken­ce ile cezalandırılıyordu.

Yüce Allah o devrin halkına, devlet başkanlarının inanç özgürlü­ğünün tanınmadığını bize anlatarak, günümüz ve gelecek nesiller için inanç özgürlüğünün ne anlama geldiğini ve ne kadar önemli olduğunu anlatmakta ve bu özgürlüğün tanınmasının bir erdem olduğuna dikkat çekmektedir.

4. Firavun tavrı aşılamıyordu. "Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan ve haddi aşanlardan binidi."

Âyetin bu kısmında yer alan  ve inne Fir'avne te'âlin fi'l-ard ifadesi, zâlim bir diktatör anlamına gelmektedir. Siyâsî manası ile bu anlam, onun halka ne kadar baskı yaptığını, halkı baskı ile sindirdiğinden halkın inancını değiştiremediğine işaret etmektedir. Dik­tatör olması onu, haddi aşmasına götürmüştür.

İnsanların inanç ve özgürlüğünü ellerinden almak, hem diktatör hem de haddi aşmak sıfatına layık görülmeye neden olmaktadır. Onun bu zulmüne rağmen, bir grup genç meydan okuyarak tevhîd inancını benimsemiştir. Onlar inanç özgürlüğüne vurulan zinciri kırmıştı.

Firavun'un ululanması, yani diktatörce davranmasının başka bir neticesi de Kasas 4. âyette anlatılmaktadır: "Firavun (Mısır) toprağında gerçekten' azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlar­dan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı."

Firavun, inanç özgürlüğüne zincir vurmanın ötesinde, halkı grupla­ra ayırıp birini tutup diğerini ezmek gibi bir zulmü de işliyordu. Bu onun hem bir diktatör hem de haddi aşan biri olduğuna delil teşkil etmektedir.

Buradan hareketle günümüz devlet adamlarına çok ciddi mesajlar olduğunu söyleyebiliriz.

Halkın inanç ve özgürlüğüne mani olmak, halkı gruplara ayırarak eşit davranmayıp bir grubu ezip diğerini tutmak diktatörlüktür. Medenî ve çağdaş toplumda bunların olması, insanlığı geri götürmekten başka bir şey değildir.[62]

 

İman Ve Dua:

 

84. 'Ey kavmim! Eğer Allah 'a inandıy­sanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na güvenip dayanın.'

85.Onlar da dediler ki: 'Sadece Allah 'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zâlimler topluluğu için deneme konu­su kılma!'

86.'Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kur­tar!'

87.Biz de Mûsâ ve kardeşine: 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın,  namazlarınızı da dosdoğru kılın.  Ey Mûsâ! Mü 'minleri müjdele!' diye vahyettik.

Bu âyetler birbirinin devamı durumunda olduğu için bunları bera­ber yorumlamayı uygun buluyoruz.

1. Allah'a tevekkül etmek. Hz. Mûsâ, Firavun'un baskısına karşı toplumuna şu şekilde bir ders vermektedir:

rnyorsanız ve O'na teslim olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın" âyetinde iman, teslimiyet ve tevekkül bir araya gelmiştir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Tevekkül denen Allah'a güvenip dayanmak, iman ve ".eslim olmayı şart koşmaktadır. Başka bir ifadeyle tevekkül, iman ve teslimiyetin ürünü ve ispatı olmaktadır.

Firavun'un baskısından korkmadan Allah'a iman edip O'na teslim olmak bir tevekkül işidir. İman ve teslimiyet denen gönül eylemini ger­çekleştirebilmek için Allah'ı yanında hissetmek gerekiyor: Üzülme çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40); "Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/62). Bu iki âyetten de anlaşılacağı üzere bu tür ifadeleri söyleyebilecek imanı göstermek gerekmektedir.

Allah'ı yanında hissederek Firavun'un baskısını, inanç özgürlüğü­ne vurduğu zinciri kırmaya çalışan insanlar, Kur'ân'da anılacak kadar büyük erdem sahibidirler.

2. Onlar da dua ettiler. "Onlar da: 'Allah'a dayandık. Ey RaBbimiz! Bizi zâlimler topluluğu için deneme konusu yapma!' dediler." Hz. Musa'nın "Allah'a güvenip daya­nın" emrine karşı, halk "biz Allah'a güvenip dayandık" cevabını verdiler ve Allah'a tevekkül ettiklerini şu dualarıyla da delillendirdiler: "Ey Rabbimiz! Bizi o zâlimler topluluğu için deneme konusu yapma!"

Bu dua daha önce Hz. İbrahim'e inananlar tarafından da yapılmış­tı: "Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için deneme ko­nusu yapma" (Mümtehine 60/5). Hz. İbrahim'in toplumu "kâfirler"; Hz. Musa'nın toplumu da "zâlimler" ifadesini kullanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tarz dua evrensel bir nitelik taşımaktadır.

İnanan insanlar çoğu zaman kâfir ve zâlimlerin oyuncağı, yani fit­nesi, deneme tahtası durumuna düşmüştür. İnanan insanın bilgisi, kültü­rü ve feraseti güçlü olmalıdır. Ama şartlar öylesine ağır olur ki, mü'min insanın gücü deneme tahtası olmamaya yetmeyebilir. O zaman bu dua şekli Allah'ın yardımını dilemeli ve o yardıma sığınmalıdır.

3. "Ve bizi rahmetinle o kâfirler toplu­luğundan kurtar."" Hz. İbrahim'in ümmetinin yapmış olduğu duada kul­landığı "kâfir" kelimesini Hz. Musa'nın toplumu da bir duada kullanmış­tır.

Hz. Musa'nın halkı "kurtuluş" istediklerine göre hür değillerdi. Esaret zincirinden kurtulmak istiyorlardı. Firavun ve çevresindeki seç­kinler, yani Firavun'un toplumu, İsrailoğullarına ağır baskı yapıyor, on­ları köle olarak kullanıyorlardı. Kasas 4'de belirtildiği gibi, onları eziyor ve erkek çocuklarını kesiyordu. İşte bu zulümden kurtulmak için Allah'a dua ediyorlardı. Yüce Allah'ın, onları rahmeti ile kurtaracağına da ina­nıyorlardı.

Demek ki, Yüce Allah rahmeti gereği mü'minleri zâlimlerden ve kâfirlerden kurtarmaktadır. Buradaki rahmet, merhamet anlamına da gelmektedir.

4. Yücç Allah duaya icabet etti. "Biz de Mûsâ ve kardeşine: 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın veevlerinizi namaz kılacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. Mü'minleri müj­dele' diye vahyettik." Onların, bir önceki âyetteki dualarına karşılık Yü­ce Allah bu vahyi ile karşılık vermiştir:

a) "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın." Bu âyetteki buyût "evler" kelimesini "sığınak" manasına

alabiliriz. Çünkü bütün İsrailoğullarının her ailesine ev edindirmek imkan dahilin­de değildi.

Hz. Musa'nın toplumu, kendilerini kurtarması için Allah'a yalvar­dılar. Yüce Allah da onlardan 'Mısır'da sığınılacak evler edinmeleri'ni isteyerek, hatta bu hususu onlara emrederek kurtuluş hazırlıklarını baş­latmış oldu.

b) "Ve evlerinizi namaz kılacak yerler yapın; namazlarınızı da dosdoğru kılın." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Hz. Musa'nın dininde de namaz vardı. Namaz emri daha önce onlara gelmişti.

Diğer taraftan âyette geçen kıble kelimesi, "namazgah" mana­sına alınmalıdır. Evlerin "namazgah" şekline sokulması, evlerin "ibadet-sane"ye dönüşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca, o evlerde namazın dosdoğru kılınması da emredilmektedir.

c) "Mü'minlere müjdele." Yüce Allah, yardımı, lütfü ve müdahalesinin olacağını müjdelemeyi Hz. Musa'ya vahyetti. Kurtuluşun müjdesi böylece gelmiş oldu.

Biz bu âyetleri günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Dua çok güçlü bir dini eylemdir. Doğru yapıldığı takdirde, ilâhî aleme yükse­lip oradan istediğini alıp gelebilmektedir. Din âlimi ve görevlileri, dua-ıa önemini, yapılış şeklini ve gücünü insanlara öğretmeli, dua ile neleri elde edebileceklerine dair onları bilinçlendirmelidirler.

Eğitimin, özellikle din eğitiminin ana konularından biri bu olmalı­dır. İnsanın gönlünden çıkan dua, hızla ilâhî aleme yücelmekte ve oradan sıeneni alıp gelmektedir. Bu ihlas, bu güç, bu samimiyet ve bu yöneliş, txr ruh olgunluğu, bir gelişmişlik ve bir kul olma zevkini vermektedir.[63]

 

Ekonomik Gücün Önemi:

 

88. Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve et­rafındaki seçkinlere dünya hayatında zinet ve nice mallar ver- din. Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri, insanları senin yolun­dan saptırsınlar ve elem erici cezayı görünceye kadar iman eu meşinler, diye mi verdin? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver.'

Bu âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır.

1. Eğitimin gücü ekonomik imkanlarla paralellik arzeder. Hz. Mû-sâ, kendi tebliğ faaliyetine, yani eğitimine karşı en büyük engelin Fira­vun ve onun çevresindeki seçkinlerin sahip oldukları servet olduğunu bu duasında dile getirmektedir. Ekonomik imkansızlıklar, Hz. Musa'nın tebliğ faaliyetini zayıflatmaktaydı.

Bu durum üzerine Hz. Mûsâ, onlara bu ekonomik gücün niçin ve­rildiğini sorarak duasını yapmaktadır. Aslında Hz. Musa'nın Firavun ve etrafındaki seçkinlerin sahip oldukları servette, nimette, yani ekonomik imkanlarda gözü yoktu ve onları kıskanmıyordu. Ama Hz. Mûsâ şunu tecrübesi ile gördü: Firavun ve etrafındaki seçkinlerin sahip olduğu ser­vet onun önüne büyük bir engel olarak çıktı. Kendisinin ekonomik im­kansızlıkları da tebliğinin gücünü azaltıyordu. Böylece zenginlerin top­lumdaki baskınlığını fark etti ve bu duasını yaptı. Hz. Mûsâ, kendisi için dua ediyordu ama, bu duası Firavun ve etrafındaki seçkinler için beddua oluyordu.

Bu durumu günümüze aktarırsak şu genellemeye varabiliriz: Güçlü eğitim, güçlü ekonomik yatırımların üstünde boy atar. Ekonomisi güçlü olmayan toplumlar, eğitime yeteri kadar pay ayıramayacaklarından do­layı, ciddi ve ekonomik imkan isteyen araştırmalara girişemezler.

Günümüz ve geleceğin dünyasında ekonomik gücü fazla olan ve bu imkanı eğitimde kullanan milletler, eğitime yaptıkları yatırımın tekrar kendilerine ekonomik değer olarak döndüğünü göreceklerdir. Bu sefer eğitime yapılan yatırımın aynı zamanda ekonomiye yatırım olduğunun farkına varacaklardır.

Din eğitimine sarf edilen ekonomik değerin o millete manevi değer getireceğini, zenginliğin ihtiyaç duyacağı manevi destek ve mutluluğu bu yatırımla elde edeceğini, hatta elde ettiğini anlayacak ve bu manevî moüuluğu başka milletlere ihraç edecek, o manevi değerleri başka mil-Irüerin hizmetine sunarken yine ekonomik imkana ihtiyacı olduğunu da serecek, böylece ekonomik değeri manevi değere çeviren din eğitiminin 1e denli önemli bir yere sahip olduğunu fark edecektir. İşte Hz. Mûsâ, sctün bu oluşumları fark ederek Allah'a dua etmiştir.

Dikkat edilirse Hz. Musa'nın bu âyetteki duası "Ey Rabbimiz" di­ye başlayan üç bölümden meydana gelmiştir.

2. "Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri, insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi verdin?" Hz. Mûsâ âyetin bu bölümünde iki şeyi gündeme getirmek­ledir:

a) Âyet, ekonomik nimetlerin, yani zenginliğin, insanları yoldan çıkarmak için kullandığına işaret etmektedir. Firavun ve çevresindeki seçkinler, sahip oldukları zenginliğin insanları yoldan çıkardığına dikkat çekmekte, günümüze ve geleceğe bu konuda ışık tutmaktadır.

Günümüzde insanların para ile yoldan çıkarıldığına şahit oluyoruz, yarın da olacağız. Paranın açmadığı kapı kalmamıştır. Para bütün değer­lerin önüne geçmiş durumdadır.

Asırlar önce Hz. Mûsâ, paranın kötüye kullanıldığında insanları yoldan çıkarıcı gücünü görmüştür. Para uğruna inancını, dinini değişti­renlerin çoğalması buna delil teşkil etmektedir.

Ekonomik değere sahip olan milletler, gruplar kendi inanç ve kül­türlerini başka millet ve gruplara ihraç etme imkanına sahip oluyorlar. Yazılı ve görsel basın, internet vasıtasıyla ahlâk dışı ilişkiler ve insanın onurunu zedeleyen müstehcen yayınlar, insanların ruhsal yapısını etkile­yip onları manen yoldan çıkarmaktadır.

Kitle haberleşme vasıtaları dünyayı küçültmüş durumdadır. İlkel çağlarda kötülükler mahalli kalırken, günümüzde medyanın gelişmesi, işi çığırından çıkarmış, insanların ruhsal yapısını bozmuş ve kirletmiş durumdadır. Bu yayınları yapacak ekonomik güce sahip olanlar, insanla­rı yoldan çıkarmaktadırlar. İşte Hz. Musa'nın yukarıdaki ifadesi bu ger­çeği gündeme getirmektedir.

b) "Elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi verdin?" Aşırı servet, insanı bu dünyaya aşırı bir şekilde bağlamakta ve insan ölmeyecek gibi davranmaktadır. İnanmak onlar için çok basit ve değeri olmayan bir şey halini almaktadır. Bu insanlar, elem verici azabı görmeden iman etmezler. Bu sorusu ile Hz. Mûsâ zenginlik ile iman ve ceza arasında bir i-lişki kurmaktadır. Hz. Musa'nın sorusu bir sıkıntının ifadesi gibi görün­mektedir. Aslında âyetin bu kısmına şöyle mana vermek mümkündür: "Artık acı azabı görünceye kadar inanmazlar."

Bundan anlıyoruz ki, eğitimden etkilenmeyecek insanlar da vardır. Bütün çabalara rağmen iman etmeyecek insanlar olacaktır. Din eğitimci­leri için bu örnek, çok önemli bir ilke olmaktadır. Din adamı ve âlimleri, insanların tamamı iman edecekmiş gibi yola çıkarlar, ama zaman sonra iman etmeyecekler kendilerini belli ederler.

3. "Ey Rabbimiz! Onların mal­larını yok et, kalplerine sıkıntı ver." Burada Hz. Musa'nın beddua ettiği anlaşılmaktadır.

a) "Onların mallarını yok et." Çünkü o mallar vasıtasıyla insanları sömürüyor, kullanıyor ve inançları ile oynuyor ve etrafta terör estiriyorlar. Halka karşı işledikleri tüm kötülüklerin kaynağında onların servetlerinin olduğuna âyette işaret edilmektedir. Hatta servet kendilerinin imanını önlemesi bakımından kendilerine zarar vermekte, başkalarını yoldan çıkartmakta ve kendilerinin imanını da

önlemektedir.

Hz. Mûsâ, onların ellerindeki servetin yok olması ile bu zararların

biteceği fikrinde olduğu için bu şekilde bir istekte bulunmuştur.

Âyetin bu kısmında geçen et-tams kelimesi, "silmek, gö­türmek, izini imha etmek, yok etmek"

manalarına gelmektedir.

Onların serveti, Hz. Musa'nın peygamberlik görevinin önünde dev bir engel oluşturuyordu. Bu engelin kalkması bu ifade için bir dua niteli­ği de taşımaktadır. Ekonomisi güçlü olan toplumlar; ekonomisi zayıf olan toplumların kültürel faaliyetini engeller ve onlara baskın gelir. Hz. Mûsâ, kendi ekonomisini onların elinden kurtarmak ve onların servetle­rinin ellerinden çıkması için Allah'ın yardımını dilemeyi uygun buldu.

b) Hz. Musa'nın, onların kalplerine Allah'ın sıkıntı vermesini is-:emesi de, onlar için beddua, kendisi için dua olmaktadır. Aslında bunun anlamı "kalplerini sık, kalplerini sıkıştır" demektir.

Mallarını yok etmek, dışarıdan gerçekleştirilen bir müdahale olur­ken, kalplerini sıkmak da içten bir operasyonu gerçekleştirmektir. Yani Hz. Mûsâ Yüce Allah'tan hem dıştan hem de içten onlara müdahale et­mesini istemektedir. Çünkü Firavun ve çevresindeki seçkinler servetleri­ni kullanarak insanların gönülleri ile oynuyorlardı.[64]

 

Dua Kabul Edildi:

 

59. (Allah): 'İkinizin de duası kabul edilmiştir. O hal­de siz doğruluğa devam edin ve sakın o bilmezlerin yo­luna gitmeyin!' dedi.

Ayetin analizini yaparken üç önemli nokta karşımıza çıkmaktadır:

1. Hz. Mûsâ ile kardeşi Harun'un yapmış oldukları duaya Yüce Allah icabet etti, yani kabul etti. Yüce Allah bu âyete "dua" dediğine göre, 88. âyetteki yalvarışta beddua olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü 58. âyette: "Rabbimiz onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver" şeklinde yer alan ifadenin bazı âlimler tarafından beddua niteliği taşıdığı one sürülmüştür. Ama 89. âyet bunun dua olduğuna açıklık getirmekte­dir.

Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un gönlünden ve dilinden çıkan 88. âyet­teki dua, ilâhî aleme yükselmiş ve oradan 89. âyette geçen ifadeyi alıp gelmiştir. Onların duasındaki samimiyet, anında cevap buldu ve kabul edildi. Ama Yüce Allah da onlardan iki istekte bulundu ve şu emirleri verdi.

2. "O halde siz doğruluğa devam edin." Başka bir ifade ile "istikamette olun" dedi. Bilindiği gibi aynı emir Hûd ve Şûra sûrelerinde Hz. Peygambere de verilmiştir: "Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol" (Şûra 42/15). "O halde seninleberaber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğu gibi dosdoğru ol" (Hûd11/112).

Tefsirini yaptığımız âyette Yüce Allah, "duanız kabul oldu ama doğruluktan ayrılmayın, sakın doğruluğu elden bırakmayın" buyruğunu vermektedir.

Bunu günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Başarılar insan­ları şımartır ve onların doğruluktan, yani istikametten çıkmalarına sebep olabilir. Şımartıp yoldan çıkartan başarılar fayda getirmeyecektir. Dua­nın kabul edilmesinin ardından, "doğruluğa devam edin" emri, doğruluk­tan çıkma ihtimali olmasaydı verilmezdi.

3. "Ve sakın o bilmezlerin yoluna

girmeyin." Yüce Allah bilgi ile yol arasında bir bağlantı kurarak emir vermektedir. Demek ki bilgi bir yol çizmektedir. O bilgiye sahip olanın yolundan gidilir. Çünkü bilgi nurdur, ışıktır; insanın önünü, yani yolunu açan, gösteren ışıktır. Bilgisi olmayan karanlıktadır. Işığa sahip olmaya­nın yoluna girmek peygamberlere yakışmayacağı için bu emri almakta­dırlar.

Âyeti günümüze taşırsak şu gerçeği yakalayabiliriz: Bilmeyen in­sanların yoluna tabi olmak insanı karanlıklara götürür. Bilen insanların yoluna tabi olmak, insan olmanın gereğidir. Dünya insanlığının en bü­yük problemlerinden biri ve en önemlisi bilmeyenlerin ardına düşmele­ridir. Cahil insanlar, insanı ızdıraba, pişmanlığa, karanlığa ve ateşe götü­rürler. Eğitim insanları bilgilendirdikçe, bu hatalar ortadan kalkacaktır. Artık insanlık el yordamı, tahmini ve zanna dayalı hareketlerinden sıyrı-kc bilginin ışığını takip etmelidirler.[65]

 

Yüce Allah Duaya Şu Şekilde İcabet Etti:

 

90. îsrailoğullannı denizden geçirdik; Firavun ve as­kerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkala­rına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca Fi­ravun: Gerçekten İsrailoğullarının

inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben  de müslümanlardanım, dedi.

91.Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozguncu­lardan olmuştun.

92.Bugün senin bedenini kurtaracağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanların çoğu bizim âetlerimizden gafildir.

93.Andolsun biz, İsrailoğullarını iyi bir yere yerleştir­dik ve onlara güzel rtzıklar verdik. Kendilerine bilgi gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler). Şüphesiz Rabbin, kıyamet gü­nü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir.

Bu âyetlerde anlatılan tarihsel olgular, Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Harun'un 88. âyetteki dualarının kabul edilip yerine getirildiğinin delili­ni teşkil etmektedir. 89. âyette Yüce Allah, dualarının kabul edildiğini buyurmuş ve kabul edilişini anlatılan olgulara göre hayata geçirmiştir.

1. "İsrailoğullarını denizden geçirdik." An­cak burada denizden nasıl geçtikleri ya da geçirildikleri anlatılmamakta­dır. Denizi geçinceye kadar neler oldu meselesini Şu'arâ sûresinden nak­ledebiliriz: "Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardı­na düştüler. İki topluluk birbirini görünce Musa'nın adamları: 'İşte yaka­landık!' dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi, 'Rabim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.' Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Öteki­leri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (Şu'arâ 26/60-65).

İşte Hz. Musa'nın asasını denize Allah'ın emri ile vurması, denizin içinden yollar açılması neticesinde Allah onları denizden geçirmiş oldu. Denizden geçiş hakkında Tâhâ 77'de "denizde kuru bir yol aç" şeklinde bir bilgi vardır. "Denizden geçme" olgusunu Yüce Allah başka âyetlerde "kurtuluş" olarak manalandırmaktadır.

a) "Hatırlayın ki, sizi Firavun taraftarlarından kurtardık" (Bakara 2/49).

b) "Hani Mûsâ kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! O sizi Firavun ailesinden kurtardı" (İbrahim 14/6).

"Ey İsrailoğullan! Sizi düşmanınızdan kurtardık" (Tâhâ 20/80).

"Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (Şu4arâ 26/65).

Dernek ki, bu olgu Israiloğullannın hayatında ''kurtuluş" ya da "çıkış" olarak yer almaktadır. Ama bu olgunun içinde yer alan en önemli kısım, denizden geçme mu'cizesidir. Onun için Yüce Allah Yûnus 90'da bu kısmı gündeme getirmiştir. Deniz, israiloğullan için kurtuluş olurken, Firavun ve askerleri için de bela olmuştur.

2. "Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü."

Âyetteki sıralamada önce bu kısım, sonra da birinci kısım gelme­liydi. Önce denizden geçiş, sonra da Firavun ve askerlerinin saldırısı gündeme getirildi. Bu saldırının amacının ne olduğunu da Yüce Allah âyetin bu kısmında açıklamaktadır.

a) el-Bağy, "haddi aşmak, ileri gitmek, tasallut etmek, zul­metmek" manalarına gelmektedir. Âyette, Firavun'un ve askerlerinin, İsraioğullarının peşine düşmelerindeki niyeti ve amacı zülüm (bağy) olarak tespit edilmektedir.

b) el-'Adv, "saldırmak, haddi aşmak" manalarına gelmektedir. Firavun ve adamları zulüm ve saldırı ile, yani bu niyetle onların peşin­den gidip takip ediyorlardı; bunun başka bir ifadesi de onları helak ve imha edeceklerdi. Bu takip ve saldırı Ölümüne bir saldın niteliğinde idi.

Bu niyet ve amaçla yapılan saldırının sebebi ne idi? Hz. Mûsâ ile Firavundun arasındaki ilişkiye bakılırsa bu soruyu cevaplandırmamız mümkün olacaktır. Şu'arâ 17'de bunun bir nedenini buluyoruz:

"îsrailoğullarını bizimle beraber gönder." Hz. Musa'nın bu isteği, Firavun'un sinirlerini kabarttı. Aynı âyetin bir ben­zeri de Tâhâ 47'dedir:  "Haydi, Firavun'a gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz. îsrailoğullarını hemen bizimle birlikte gön­der, onlara eziyet etme. Biz, senin Rabbinden bir âyet getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır."

Hz. Musa'nın, peygamberliğini ileri sürmesi ve İsraioğullarının kendisi ile gönderilmesini istemesi bu saldırının nedenleri olmuştur.

3. "Nihayet boğulma kendisini yakalayınca, Firavun: 'Gerçekten İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım', dedi." Firavun'un, Allah'ın cezası gelip boğulma
ile yüz yüze kalınca aklı başına geldi ve hemen imana sarıldı. Bu bo­ğulma şekli, Hz. Nuh'un tufanının küçük bir örneğini teşkil etmektedir. Her ikisinde de suyun kullanıldığına şahit oluyoruz. Her ikisinde de bo­ğulma söz konusu edilmektedir.

Suda boğulmaya yüz tutma, Firavun'un şuur altındaki tevhîd inan­cını şuur alanına çıkardı Bezm-i Elestte Yüce Allah'ın insanın doğasın­da yerleştirdiği Allah'ı bulma yani inanç duygusu harekete geçmiş, tam ortamını bulunca kendisim göstermiştir. Aklın önünü kesen bütün engel­ler ortadan kalkınca, akıl Allah ile bası hemen kurmuştur. Tek tanrıyı hatırlayıp kendisinin müslüman olduğunu itiraf etmiştir.

Boğulma anında iman etmek ve müslüman olduğunu söylemek ge­çerli midir? Bu sorunun cevabını bir sonraki âyet vermektedir.

4. "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun." Bu âyetten anlıyoruz ki, can boğaza gelince yapılan iman geçerli değildir. Yüce Allah, şimdi mi iman ediyorsun? sorusuyla onun imanını kabul etmediğini vurgulamıştır. Aynı duruma şu âyet de delil olmaktadır:

"Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen adeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaktır" (Mü'min 40/85).

Şimdi zikredeceğimiz âyet de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Rabb'inin bazı alametleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir fay­da kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz" (En'âm 6/158).

Demek ki hayata dönüş ihtimali olmayan, ama bilinçli olarak ölüm döşeğinde iman eden adamın imanı kabul edilmeyecek ve imanı ona fayda vermeyecektir. Firavun da, tam boğulma anında iman etti, ama Yüce Allah onun imanını kabul etmemiştir.

Genelde İslâm aleminde şu gelenek vardır: Ölmekte olan adama Kur'ân okunur ve kelime-i Şahadet getirtilir. İşte daha önce o insan ger­çek imana sahipse, imanını tekrarlamış olmasının ona faydası vardır, fakat daha önceden iman etmemiş ise o anda kelime-i şahadetin ona fay­dası olmayacaktır.

Yüce Allah üç bakımdan Firavunun imanını reddetmektedir:

a) İmanı zamansız yapmış olması, yani ölüm anında yapmış olma­sı,

b) Daha önceden Allah'a asi olması, başka bir ifade ile isyan et­mesi,

c) Bozgunculardan olması.

Bu üç olumsuzluk bir araya gelince onun yapmış olduğu imanı ge­çersiz kılmıştır. Artık bu ilâhî ilkenin evrensel olduğunu kabul ederek, günümüze ve geleceğe taşınması gerekiyor.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Firavun niçin isyan etmiş ve bozgun­culardan olmuştur? Bu soruya âyetlerle cevap vermek zorundayız:

i. Firavun şirk koşması ve Yüce Allah'ın peygamberini kabul et­memesi ile isyan etmiş oldu: "Firavun ise tamamen yalanladı ve isyan etti. Sonra olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal adamlarını topladı ve bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim!' dedi" (Nâzi'ât 79/21-24).

Onun isyanını şu âyet de göstermektedir: "Firavun: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim! Rabbine yalvarsın!' dedi" (Mü'min 40/26). "Firavun: 'Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısını görü­rüm. Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum', dedi" (Mü'min, 36-37).

İşte Firavun'un asi olarak nitelendirilmesine sebep olan davranışla­rından bazıları bunlardır. İşte böylesine isyan eden kişinin, boğulma anında iman etmiş olması onun inanç durumunu

değiştirmemiştir.

ii. Firavun'un, halkı gruplara ayırıp bazısını tutup diğerlerini ez­mesi, ezdiği grubun erkek çocuklarını öldürüp kızlarını bırakması da bozgunculuğunu ifade etmektedir.  "Firavun, Mısır toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir züm­reyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bı­rakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı" (Kasas 28/4).

"İşte Mûsâ tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: 'Onunla beraber iman edenle­rin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın' dediler" (Mü'min 40/25).

Adil davranmaması, toplumu parçalara bölüp tefrika çıkarması, hukuku çiğnemesi, haksız yere canlara kıyması onun bozgunculuk yö­nünü oluşturmuştur.

Kısaca şu neticeyi çıkartıyoruz: Mu'cizeleri inkâr etmesi, şirk koşması, peygamberi reddetmesi gibi imani konulardaki hatası isyankar­lığını; toplumu parçalara bölmesi, gruplara farklı davranması, haksız yere cana kıyması Firavun'un bozgunculuğunu ifade etmektedir.

Bu durumu günümüze ve geleceğe taşırsak devletleri idare edenle­rin toplumu bölmeleri ve gruplara farklı davranıp hukuku çiğnemelerini Yüce Allah'ın da kabul etmediğinin bilincini vermektedir. İşte böylesine bozgunculuk, tabiat olaylarını bile harekete geçirip cezayı getirmektedir.

5. "Bugün senin bedenini kur­taracağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın." Muhammed Esed'in dediği gibi, eski Mısırlılarda, meşhur krallarının cesedini mumyalayıp sonraki nesillerine bırakma geleneği vardı. Yüce Allah Firavun'un cese­dini kurtarınca, onlar da onu alıp mumyaladılar.

Bu geleneğe işaret ettikten sonra, Firavun'un bedeninin kurtarıl­masının amacının âyette şu şekilde açıklanmakta olduğunu tekrar hatır­latmakta yarar vardır: "Senden sonra gelenlere ibret ola­sın diye." Âyette geçen âyet kelimesi, "delil, ibret, uyarıcı bir işaret" anlamına gelmektedir. Yüce Allah sonraki nesillere, onun bedeni ile de­neysel bir ders vermektedir. Bu ders sonraki nesillere en etkili derslerden biri olma özelliğini taşımaktadır.

Bizim bundan çıkaracağımız dersler neler olabilir?

a)Bu derslerden biri, gelecek nesillerin, iman etmeyip Allah'a is­yan eden, halka zulmedip bozgunculuk yapan idarecilerine deneysel bir öğüt niteliği taşıması olabilir.

b) Diğeri de şu olabilir: Ölmüş insanın bedeni kıyamete kadar ka­lacak, çürüse de çürümese de bedende bulunan "kara kutu" kıyamet gü­nünün ardından bedenin dirilmesini temin edecektir. O zamana kadar bedene herhangi bir muamele yapılmayacaktır. Eğer herhangi bir mua­mele yapılsaydı, mumyalanmış ya da ateşte eriyip giden bedenlerin o muamele ile değişmeleri gerekirdi. Bu noktadan hareketle kabir azabının olup olmadığına karar verilebilir.

"Ama insanların çoğu bizim âyetle­rimizden gafildir." el-Ğâfîl kelimesini "umursamaz; aklını kullanıp ibret almaz" anlamına almamız mümkündür. Biz bunu şu örnekle açık­layabiliriz:

Öğretmen ders verirken öğrencilerin bazıları pür dikkat dinlerler. Bazıları da umursamaz bir tavırla, kendi bedenleri sınıfta, fakat ruhları dışarıda hayal aleminde gezinir.

İşte Yüce Allah, Firavun'un bedenini kurtarmakla bir ders vermek­tedir. Bu ders, bitmez tükenmez bir ders olarak devam etmektedir. Ama dersten netice çıkaranlar az, çıkarmayanlar çoktur, "Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır" (Yûsuf 12/111). Bu âyette geçen ibret kelimesi, kıssada anlatılan hususların aslında bir ibret çıkartılması gayesiyle anlatıldığını göstermekte ve dolayısıyla Yûnus 92'deki âyet kelimesine de "ibret" manasını vermemizin doğru olduğuna bir delil olmaktadır.

Yûnus 92'deki ğâfîl kelimesini "lübb" denen "aklı" kullanmamak olarak Yûsuf 111'de buluyoruz ve o şekilde manalandırıyoruz. "Lübb" denen "akıl", işin kabuğunu kırıp özüne inmek; ya da özünü geliştirip kabuğunu kırarak dışarı çıkarmaktır. İbret olan bu akıl, bu şekilde göre­vini yapmıyorsa, o insan gaflettedir.

6. "Andolsun biz, İsrailoğullarını iyi bir yere yerleştirdik." Aslında âyette geçen mübevve'e sidk ifadesine "güzel ve emin yer" manasını vermek gerekiyor. Çünkü sidk kavramı "emin, güvenilir, doğru" anlamına gelmektedir. O zaman âyeti "Biz İsrailoğullarını, beğenilen, elverişli, güvenli bir yere konaklattık, yerleştirdik, iskan ettik" şeklinde manalandırmak gerekiyor.

Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Yurtsuz olan İsrailoğullarını Yüce Allah göçebe durumundan kurtarıp yerleşik düzene geçirmiştir. Ülkesi olmayan bu topluluk, ülke edinmiş oldu. Göçebe düzeninde olan toplu­luklar medeniyet kuramazlar ve her zaman tedirgin durumdadırlar. Onla­rı bu durumdan kurtarıp yurt edinmelerini sağlamak, medeni hayata geçmelerini temin etmek onlar için büyük bir nimettir.

Hele o ülke "sidk" yani emniyet içinde ise, o nimet bir kat daha değer kazanmaktadır. Firavun'un idaresinin son bulduğunu ifade eden bu âyet, aynı zamanda siyâsî erkin el değiştirdiğine de işaret etmektedir.

Şimdi Yûnus 93. âyetin bu bölümünü Kasas 5. âyet ile yorumlaya­biliriz: "Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (o topraklara) vâris kılmak istiyorduk."

İşte Yüce Allah'ın bu isteği, Yûnus 93 ile hedefine ulaşmış oldu ve böylece onlara devlet kurma

imkanını ve fırsatını tanıdı; yerleşik düzene güven içinde geçirerek, zayıf düşürülüp köleleştirilen topluluğu kuvvet­lendirmiş oldu.

Kısaca âyetin bu kısmı, yerleşik düzen, yurt ve güven kavramlarını öne çıkartmış, güçlü ve gelişmiş toplum için olmazsa olmazı teşkil eden maddi ve manevi değerleri gündeme getirmiştir.

7. "Ve onlara güzel rızıklar verdik." Âyetin bu kısmında, ekonomik imkanlar gündeme getirilmektedir: Yerleşik düzen, yurt, emniyet ve ekonomi. İşte toplum ve devlet olmanın olmazsa olmaz­ları bunlardır. Bolluk ve bereketli topraklarda, güzel bir ekonomik yapı olacaktır.

Yerleşik düzenin getirdiği en önemli değerlerden biri de ekonomik değerdir. Ancak Yüce Allah, gerek

Yûnus 93, gerekse A'râf 137'de ele aldığı bu konuların arkasında ilâhî irâdenin görülmesini

istemektedir. 'Biz yerleştirdik"; "onları rızıklandırdık"; "mirasçı kıldık"; "Allah'ın verdiği söz yerine geldi"; "helak ettik" gibi bütün eylemlerin faili Yüce Allah'tır. İşte gerek İsrailoğullarının daha sonra gelen nesilleri, gerekse müslümanlar, Allah'ın bu olaylardaki etkinliğini, takdirini ve irâdesini görmelidirler. Yukarıda A'râf 137 ve Yûnus 93'de anılan eylemlerde bu görülmeli ve her şeyi kendilerinin yaptığı düşüncesinden vazgeçilmeli­dir.

8. "Kendilerine bilgi gelinceye kadar ayrı­lığa düşmediler (de bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler)." Yerleşik düzen, yurt, emniyet ve sağlam bir ekonomik yapı ile İsrailoğullarına devlet kurma fırsatını veren ve bunu hayata geçiren Yüce Allah, bu sefer bu toplumsal yapıyı nasıl çürüttüklerini de

anlatmaktadır.

Şimdi İsrailoğullarının arasında tefrikayı, derin ihtilafı ve ayrılıkla­rı sokan "bilgi" nedir? sorusunu sorabiliriz. Bu soruya çeşitli açılardan cevap verebiliriz:

a) Bu âyetteki "bilgi"nin Tevrat olduğunu söyleyenler vardır. Râzî konuda şöyle diyor: Yahudiler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak jp-derileceğini haber veriyor ve bununla da övünüyorlardı. Yüce Allah :r.u peygamber olarak gönderince, liderliklerin kaybolmaması için kıs-

kançlık ve hasetlerinden dolayı onu yalanladılar. Bir kısmı da ona iman etmişti.[66]

Râzînin naklettiği bu görüş, tartışmaya açıktır. Çünkü Hz. Pey­gamber'in peygamber olarak gönderilmesi ile başlayan bir ihtilaf oldu­ğunu sanmıyoruz. Çünkü bu ihtilaf daha önce olmuştur. Hz. Peygamber döneminde olsaydı, bir sonraki âyette "bundan şüphede isen, kitabı oku­yanlara sor" buyurulmazdı.

Halbuki Hz. Peygamber'den önce Hz. İsa hakkında ihtilaf etmiş­lerdi. Onun hakkındaki ihtilafları çeşitli âyetlerde yer almaktadır.

Yüce Allah Hz. İsa olgusunu anlatırken Meryem Sûresinin 37. âyetinde bu konudaki ihtilaflara şu şekilde işaret etmektedir: "Sonra gruplar kendi aralarında ihtilafa düştüler." Aynı âyetin bir benzeri de Zuhruf 65'dir. Orada da Hz. İsa hakkındaki ihtilaf­lar gündeme getirilmektedir.

b) İnsanlara "kitap" gelince, onu yorumlayıp hayata geçirme konu­sunda ihtilafa düşmüşlerdir. İhtilafın nedeni, kıskançlıktır: "Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler" (Bakara 2/213).

Bilgi insanların ihtilaflarını ortadan kaldırmak için var olurken, bilgiyi ayrılığa neden yapan kıskançlık olmuştur. İlâhî vahy aynı olduğu halde, onun hakkında ayrılığa düşmek veya o bilgiyi ayrılıkların kaynağı haline getirmek çok ağır bir günah olmaktadır.

Bakara 213. âyetin tamamına bakarsak, kitabın ihtilafları çözmek için gönderildiğini görürüz.

Meselâ metin ve mealini zikredeceğimiz şu iki âyet bu konuda Kur'ân'ın konumunu açıkça ortaya koymaktadır:

"Biz bu kitabı sana, sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik" (Nahl 16/64 "Doğrusu bu Kur'ân,

İsrailoğullarına, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu hatır­latmaktadır" (Nemi 27/76).

Demek ki, ilâhî kitap ihtilafları ortadan kaldırmak görevini yükle­nirken, insanlar onun üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Tarihte birbirini kâfir­likle suçlayan grupların olması buna delil teşkil etmektedir. Kitap ya da bilgi gelince ihtilafa düşmenin meydana getirdiği günah âhirete kadar uzanmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus 93'e dönersek, orada Yü­ce Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği o güzelim yerleşik düzeni bozanın ne olduğunu yakalayabiliriz: Bilgiye sahip olduktan sonra ihtilafa düş­mek. Bilgiden önce insan ilkeldir. İlkellik gelişmemiş beyinlerin yaşadı­ğı hayattır. Orada duygular vardır, hisler vardır, cehalet vardır. Ama akıl, düşünce ve bilgi yoktur. Orada ihtilaf olması gerekirken, bilgiden sonra ihtilafa düşmek affedilmez bir günahtır.

İşte bu günah, bu suç ve bu büyük hata toplumun mutluluğunu alıp götürmektedir. Bu öylesine derin yaralar açmaktadır ki, çözümünü bu dünyada bulmak zordur.

9. "Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir." İşte onların bu tarz yanlışlarının hükmü ancak âhirette veri­lecektir. Bu dünyada onların ihtilafları çözülmez ise, onun günahından kurtulmuş olmayacaklardır. Onun uzantısı âhirete kadar uzanacak ve orada hükme bağlanacaktır.

Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah Kur'ân'in bu âyetlerini okuyanla­ra, birkaç konuda eğitim vermektedir. Güvenliği, ekonomisi ile mutlu bir devleti yıkan en önemli sebeplerden biri bilgiyi elde ettikten sonra ayrı­lıklara düşmektir. Din âlimi ve görevlililerinin bu ihtilafları dindirmeleri gerekiyor.[67]

 

Şüphe Anında Ne Yapılmalı?

 

94. Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce kitap okuyanlara sor. And olsun, sana Rabb'inden gerçek geldi. Sakın şüphelenenlerden olma.

95. Asla, Allah'ın âyetlerini de yalanlayanlardan ol­ma. Yoksa kaybedenlerden olursun.

Bu âyetlerin analizini yapabilmek için Yüce Allah'ın kime hitap ettiği meselesini çözüme kavuşturmak gerekiyor.

1. "Sana indirdiğimizden şüphede isen." İlk bakışta bu hitabın Hz. Peygamber'e yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Hz. Peygamber'in kendisine indirilenden şüphe etmesi mümkün müdür? sorunun cevabını verebilmemiz için öncelikle indirilenin ne ol­duğunu tespit etmemiz gerekiyor. Âyetin bulunduğu yere bakacak olur­sak, "sana indirdiğimizden" maksadın, Firavun ile ilgili anlatılanlar ol­duğunu söyleyebiliriz. Firavun ile Hz. Musa'nın arasında geçen olaylar ve Firavun'un başından geçen serüvenlerin tamamı burada kasdedilmektedir. Demek ki, indirilenden kasdedilen bunlardır.

Peki şüphe içinde olan kimdir? Hz. Peygamberin zatında bütün in­sanlık kasdedilmektedir. Manayı şöyle vermemiz gerekiyor: "Sizlere indirilenden şüphede iseniz." Râzî ve diğer bazı müfessirler bu manayı benimsemektedirler. Başka bir ifade ile, "Firavun'un olgusundan sizlere

anlatılandan şüphe içinde iseniz" demek gerekiyor. Bu açıklama, Hz. Peygamberin şüphe edemeyeceği ilkesinden hareket etmektedir.

2. "Senden önce kitap okuyanlara sor." Birinci bölümdeki hitabın tüm insanlık olduğunu kabul edersek,
burada soru sorma emrinin de tüm insanlığa ait olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki kitabın Tevrat olduğunu düşünürsek, Yüce Allah Firavun'un olgusunu Tevrat'ı okuyanların bilebileceğini ve onlara sorulması gerek­tiğini emretmektedir.

Birinci bölümde şüphe edenin Hz. Peygamber olduğunu düşünür­sek peygamber kendine indirilen vahyden şüphede olacak, ama Tevrat'ı okuyana sorup onun bilgisine güvenecek demektir. Bir peygamber için böyle bir tenakuz düşünülebilir mi? Tevrat âlimlerine güvenecek, ama Allah'ın kendisine gönderdiği vahye güvenmeyecek. Sonra dini bir ko­nunun tarihsel boyutunu başkasına sorup öğrenecek. Dolayısıyla Râzî ve diğerlerinin yaptığı yorumu burada uygun buluyoruz.

Birinci ve ikinci bölümü bir araya getirdiğimizde şu genellemeye varıyoruz. Bir konuda şüpheye düşersek, o konuyu bilene sorup şüphe­mizi gidermemiz gerekiyor. Şüphe giderilmesi gereken bir araştırma metodunu teşkil etmektedir. Şüphenin inkâr halini almaması için, hemen araştırmaya girişip şüpheyi giderecek bilgiyi yakalamak, elde etmek ge­rekiyor. İşte bu metodu on dört asır önce Yüce Allah koymuştur.

3. "Andolsun, sana Rabb'inden gerçek geldi. Sakın şüphelenenlerden olma." Buradaki "sa­na" kelimesini Hz. Peygamber'e değil de tüm insanlığa ait olduğunu düşünürsek, "size" manasına verebiliriz. Burada Yüce Allah insanlara Rablerinden gerçeğin geldiğini söylemektedir.

Hem Hz. Peygamber dönemindeki insanlar hem de ondan sonraki nesiller Kur'ân'da anlatılan Firavun olgusu hakkında şüphe etmişler ve edeceklerdir. Onlara Allah'tan gerçek olgu geldiğini bilmeleri söylen­mektedir.

Firavun olgusunun Allah tarafından anlatılan gerçek olduğuna i-nanmayanların, bu sefer metodik şüphecilerden değil, inkâr eden şüphe- çilerden olacakları da bir gerçektir. Onun için âyetin sonunda el-mümterîn kelimesi kullanılmakta ve "sakın şüphecilerden olma" emri verilmektedir. Bu emrin ne anlama geldiği bir sonraki âyette açıklan­maktadır.

4. "Asla, Allah'ın âyetlerini de yalanlayanlardan olma. Yoksa kaybedenlerden olursun." Öyle anlaşılıyor ki, şüpheyi gideremeyen insanlar yalanlamaya ya da inkâra kadar gitmektedirler. Aşırı şüphe ve yalanlama manen iflası ge­tirmektedir. Hele bu aşırı şüphe ve yalanlama Allah'ın âyetleri yani vah­yi üzerinde cereyan ediyorsa bu daha da vahim bir durum arzetmekte, Allah ile olan manevi bağları koparmaktadır. Yüce Allah, Yûnus 95'in sonunda bunun için iflas anlamına gelen hasera kelimesini kullan­maktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Şüphe insanı araştırmaya sevk ediyorsa, buna metodik şüphe diyoruz. Yüce Allah bu şüpheyi normal görüyor ve bunun araştırılarak giderilmesini istiyor.

Giderilemeyen şüp­he zamanla kılık değiştirerek insanı Allah'ın âyetlerini yalanlamaya dö­nüşmekte ve inkâra götürecek bir nitelik kazanmaktadır. Bu raddeye gelmeden şüphe giderilmelidir, aksi takdirde böyle bir şüphe durumu insanı manen iflasa sürükleyecektir.[68]

 

Asla İnanmayacak Olanlar Da Vardır:

 

96. Üzerlerine Rabbinin (azap) kelimesi hak olanlar inanmazlar.

97. Onlara bütün âyetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (inanmazlar).

Âyetin analizinden varacağımız neticeler olacaktır.

Âyetlerin tefsiri için şu soruyu soracağız: Kimler asla inanmaz? Yûnus sûresinin 33, 96 ve 97. âyetleri bu soruyu cevaplandırmaktadır: "Böylece yoldan çıkanların inanmayacaklarına dair Rabb'inin sözü gerçekleşti" (Yûnus 10/33).

Yûnus 32. âyete baktığımızda, haktan döndürülen, 33. âyette fasık denen insanların iman etmeyeceğine dair Yüce Allah'ın sözü, onların iman etmemesi üzerine gerçekleşmiş bulunuyor. Şimdi 32, 33 ve 96. âyeti bir araya getirirsek şöyle bir genelleme yapabiliriz:

Haktan yüz çevirenler ve fasık olanlar azabı hak etmiş durumda­dırlar. İşte azabı hak eden bu insanların iman etmeyeceğine dair Allah'ın hükmü 96. âyette bildirilmekte ve hükme bağlanmaktadır.

Bu ilâhî öğretinin, insanlar tarafından bilinmesi mümkün değildir. Kimin iman edeceği veya etmeyeceğini beşer olarak bizler bilemeyiz. Onun için bütün bilgilendirmelerimizi insanların tamamına yaparız, he­men inananlar olacağı gibi, orta ve uzun vadede inanacaklar da olabilir; ama asla inanmayacaklar da çıkabilir. İşte Yüce Allah bu inanmayacak olanları burada gündeme getirmektedir.

Bu insanların inanmama direnci nereye kadar uzanmaktadır? Bu sorunun cevabını da 97. âyet vermektedir, "Onlara bütün âyetler gelmiş olsa bile." Burada işaret edilen Hz. Nuh'un toplum ile Firavun ve onun etrafındaki seçkinler birinci derecede olmasına rağmen, kıyamete kadar gelecek olan inatçı kâfirler de kapsama alınmaktadır.

Çünkü, Yüce Allah, inanması için gerekli olan bütün mu'cizelerini Firavun ve etrafındaki seçkinlere, yani onların toplumuna göndermiştir.

"Acı azabı görünceye kadar (inanmazlar)." İşte Firavun boğulma azabını görünce, onunla karşı karşıya kalınca, iman etmeye çalıştı ama, imanı kabul edilmedi. Önemli olan, azap anında i-man etmek değil, azap gelmeden önce iman etmektir.

Yüce Allah Firavun ve etrafındaki seçkinlerin olgusundan hareket­le tüm dünya insanlığının nesillerine bir sünnet, bir kanun, bir ilke koy­maktadır. Yüce Allah'ın ceza verme kararı çıkmadan ve geri dönüşü olmayan bir ceza ile karşı karşıya kalmadan iman etmek gerekiyor. Geçmişte böyle bir olguyu yaşayanlarla beraber olmanın yanlışlığı anla­şılmalıdır. Onların yaşadığı olaylar, eğitici bir ibret olmalı, ondan ders alınmalıdır.[69]

 

Keşke İman Fayda Verseydi:

 

98. Yûnus'un toplumundan başka, herhangi bir ülke halkının da inanıp inançlarının kendilerine fayda ver­mesi gerekmez miydi? Yûnus'un toplumu inanınca dünya hayatında rezilliği onlardan kaldırdık ve bir sü­reye kadar onları refah içinde yaşattık.

Bu âyet, Hz. Nûh ve Hz. Musa'nın tebliğine karşılık toplumun gösterdiği olumsuz tepkinin istisna olanını gündeme getirmektedir. Kur'ân'ın bütününden anlıyoruz ki, her peygamber kendi toplumundan ağır bir tepki görmüş, kimi zaman bu ağır tepkiler onların helakine sebep olmuştur. İşte bu helak denen tarihten silinip gitmek, insanların ilerleme­sini engellemiş, insanlık tarihine kara lekeler olarak kazınmış ve insanlı­ğın şeytana mağlup olduğunun olgusu olarak kalmıştır.

Başka bir açıdan bakınca, o toplumlar akıllarını kullanarak şeytan ve nefislerinden kurtulma konusundaki gerekli olan "değişimi" yapma­mışlardır. Değişimi yapamamak, toplumların medeniyet adına tüm kaza-nımlarını ziyan etmelerine neden olmuştur.

İşte bu toplumların bir istisnası vardır; o da Hz. Yûnus'un toplumu olan Ninova halkıdır. Bu toplum önceleri Hz. Yûnus'a aşın tepki gös­termesine rağmen, sonradan gerekli olan değişimi göstererek, hidâyete gelmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Yûnus'un toplumunun gösterdiği tepkiye karşı neler olduğunu şöyle anlatıyor:

"Zünnûn'u da (Yûnus'u da zikret) O, öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim asla kendisini sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: 'Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!' diye niyaz etti" (Enbiyâ 21/87). "Yûnus'u, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler. Bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar yaşattık" (Sâffât 37/147-148).

Demek ki Ninova halkı, azap gelmeden, iş işten geçmeden gerçeği görüp iman etmiş oldular.

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin analizinden şu neticelere va­rıyoruz:

1. Hz. Yûnus'un toplumu, vaktinde gerekli değişimi yapmıştı. Bu neticeyi önceki iki âyete bağlayarak görebiliriz. "Gerçekten haklarında Rabb'inin sözü gerçekleşmiş olanlar kendilerine bütün mu'cizeler gel­miş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmayacaklardır" (Yûnus 10/96-97).

İşte azabı görmeden inanan istisnai toplum Ninova halkıdır. Böy­lece Yüce Allah, değişim zamanını da tesbit etmektedir. İman etmenin de bir zamanı vardır; bu zamanı geçirdikten sonra, yapılan iman geçerli olmayacağı için bu durum, toplumun yıkımını getirecektir.

2. İman fayda vermelidir. Yüce Allah toplumsal imandan bahsede­rek imanın fayda vermesini gündeme getirmektedir. İman ile faydayı yan yana getiren Yüce Allah, faydanın nerede aranacağına da ışık

tutmakta­dır.

Yüce Allah Kur'ân'da şu âyetlerde iman ile fayda arasında ilişki kurmaktadır:

a) "De ki: Fetih gününde inkarcılara imanları fayda vermeyecek ve kendilerine mühlet de tanın­mayacaktır" (Secde 32/29). Yüce Allah, fetih denen hüküm gününe ka­dar inkarcıların iman etmelerini istiyor. Çünkü o gün ettikleri iman onla­ra fayda vermeyecektir.

b) "Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabb'inin gelmesini yahut Rabb'inin bazı alametlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabb'inin bazı alametlerinin geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz" (En'âm

c) "Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda ver­meyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen adeti budur. İşte o za­man kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" (Mü'min 40/85). Geri dönüşü olmayan bir anın pişmanlığının ardından gelen iman fayda vermez.

Yüce Allah, geçmişte helak olan toplumlar için, "iman edip de i-manları kendilerine fayda verseydi", buyurmaktadır. Böylece geçmiş toplumların yıkılışının önemli bir sebebinin iman etmeyip Allah'a isyan etmek olduğuna da burada işaret etmektedir.

3. Rüsvaylık azabı kaldırıldı. Ninova halkı, yani Hz. Yûnus'un toplumu, inadından vazgeçerek iman edince Yüce Allah, alçaltıcı azabı onların üzerinden kaldırdı. Demek ki onlar, zamanında iman ettiler. İmanları onlara fayda vermiş oldu. Burada imanın sağladığı fayda, top­lumun üzerine gelecek olan ilâhî alçaltıcı azabı engellemesi olmuştur.

Yüce Allah, alçaltıcı azabını onlardan kaldırınca, bir müddet daha dünya hayatından faydalanmış

oldular. Daha doğrusu onları Yüce Allah faydalandırmış oldu. Kısaca imanın, toplumsal hayata ne denli fayda temin ettiğini bu âyetten öğreniyoruz.

Görüldüğü gibi aşağılık azabını onların üzerine takdir etmişken, onların zamanında iman etmeleri bu azabın üzerlerinden kaldırılmasını sağlamıştır. Ama bu aşağılatıcı azabın kaldırılışı, âyete göre dünya haya­tında gerçekleşmiştir.

Şimdi bu âyette şu sorunun cevabını buluyoruz: Yüce Allah takdir ettiği azabı ya da cezayı kaldırdı mı? Âyetin şu bölümüne göre soruya olumlu cevap verebiliyoruz: "Yûnus'un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık." Allah, rüsvaylık azabını takdir etmişti ama emri daha gelmemişti. Halk iman edince bu azabı kaldırdı. İnkârdan i-mana geçişte değişim azabı kaldıracak güçte bir oluşum olmaktadır. İşte burada En'âm 2'de oynak ecel diye açıkladığımız ecel devreye girmek­tedir.[70]

 

İmanda Zorlama Yoktur:

 

99. Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?

100.Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar kılar.

101.De ki: 'Göklerde ve yerde neler var (bakın da ib­ret alın!).' Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.

Bu âyetler, insanlığın en çok ızdırap çektiği ve hala ulaşamadığı önemli özgürlüklerden olan inanç özgürlüğünü işlemektedir.

1. "Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi." Bu ifade, bize birkaç ilkeyi ifade etmektedir.

a) Yüce Allah insanlara iman etme konusunda irâde hürriyeti ta­nımıştır: "Ve de ki: Hak

Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29).

Bunun bir benzer âyeti de En'âm 149'dur: "De ki: Kesin delil ancak Allah'ındır. Allah dileseydi

hepinizi doğru yola iletirdi."

b) Demek ki Yüce Allah insana seçme özgürlüğünü vermiş ve bu­nun uzantısı olarak da iman edip etmeme özgürlüğünü de tanımıştır. Bu özgürlük olmasaydı, sorumluluk olmayacaktı."Şüphesiz insana doğru yolu gösterdik. Ya inanan olur ya da inkâr eden" (İnşân 76/3).

Yüce Allah'ın dileği, kullarının iman etmesidir ama, imanın bir değeri olabilmesi için kendi özgür seçeneği, irâdesi ve kararı ile iman etmesini de istemektedir.

2. "O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" Âyetin bu kısmı, birinci derecede Hz. Pey­gamber'e hitap etmektedir. Ancak âyetin evrenselliğini düşünürsek bu âyet, her çağın siyâsîlerine ve din âlimlerine hitap etmektedir. İnsanlar, inanmaları için zorlanamaz.

Âyeti, önceki âyetlere göre yorumlarsak, Hz. Mûsâ ve toplumu­nun, inanç bakımından zorlandığına şahit oluyoruz. Hatta onların ölü­müne bile karar verildi. İşte bu olgudan sonra, Yüce Allah Hz. Peygamber'e inanmaları için, insanların zorlanmayacağını öğütlemekte ve bunu ilke haline getirmektedir. Dünya ortaçağın karanlığını yaşarken, Kur'ân insanlığa iman özgürlüğünü öğretiyordu. "Dinde zorlama yoktur" (Bakara 2/256) ilkesi de hem inanç hem de din özgürlüğünü ifade etmektedir.

Buradan şunu çıkartıyoruz: İnsanların gönlüne baskı yapılamaz ve yapılmamalıdır. Gönül alanı özgür bırakılmalı, o da özgür çalışmalıdır. Gönül alanına hükmetmek, zulmün en büyüklerinden olacaktır.

3."Allah'in izni olmadan hiç kimse inanamaz." Demek ki, din eğitimi ilâhî iznin çıkması için hazırlığını
yapacaktır. Bilgilendirmeden sonra kulun seçeneği ve kararı, ardından da Allah'ın izni çıkarak kişi iman edecektir.

4."O. akıllarını kullanmayanları murdar kılar." Âyetin bu kısmı, insanın aklını kullanarak iman edeceğine işaret emektedir. Aklın çalışması ile Allah'ın izni birleşince insan iman ede­cektir. Aklını kullanmayanlar manen kirli oldukları için onlara Allah'ın iman etme izni çıkmamaktadır.

En'âm 125. âyeti ile bu âyeti birleştirirsek, aklını kullanmak ile iman etmenin, sonuçta aynı değeri taşıdığı neticesine ulaşabiliriz. "O, iman etmeyenleri murdar kılar." Bunlar Kur'ân'da iki âyettir. Aklını kullanmayan ile iman etmeyeni Allah murdar kılmaktadır.

Aklın manalarından biri "bağdır". Bu kelime fiil kalıbında alındı­ğında, "bağ kurmak" anlamına gelmektedir. Akıl, yaratılıştan Allah ile bağ kurup iman edecek niteliktedir. Akıl yaratılıştan getirdiği bu özelli­ğini, yani potansiyel durumunu fiiliyata, yani tatbikata nasıl sokacaktır? Bu sorunun cevabını bir sonraki âyet verecektir.

5. "De ki: 'Göklerde ve yerde neler var,' (bakın da ibret alın!). Fakat inan­mayan bir topluma deliller ve

uyanlar fayda sağlamaz."

a) Yüce Allah göklerde ve yerde nelerin olduğu konusunda "göz­lem" yapılmasını istemektedir. "Bakın" emri "gözlemleyin, araştırın" anlamına gelmektedir. İnsan, aklını alıp Allah'a götürmelidir. Çünkü ona Allah'ın kudretinin sonsuzluğunu öğretecek olan kainat kitabıdır.

Âyetteki "bakın" emrini insanlar yerine getirirken beyinlerini kul­lanarak, yani akıllarını harekete geçirerek düşüneceklerdir. Bu düşünce­nin konusu göklerin ve yerin yaratılışı olacaktır: "Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında de­rin derin düşünür ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratma­dın" (Âl-i İmrân 3/191). İşte aklını kullanarak, kainat kitabını gözlemle­yip onun üzerinde araştırma yapıp düşünen insanlar hem Allah'a iman ediyor hem de kainatın boşuna yaratılmadığı ilkesine ulaşıyor.

b) "Fakat inanmayan bor topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz"   ifadesinde   yer  alan

"inanmayanlar"  kelimesine "inanmayacak olanlar" manasını vermek daha doğru olacaktır. Çünkü zaten inanmayanlar mı yani deliller ve uyarıların fayda vermediği insanlar mı inanmayacaklardır. İnanan, zaten inanmıştır. Onun delile ve uyarıya ihtiyacı var mıdır? Ama inanmayan, fakat inanacak durumda olanın delil ve uyarıya ihtiyacı vardır.

Aklını çalıştırıp iman etmeye kendini kapayan; akıl ve gönül kapı­sını imanın yüzüne kapatan insanın delil ve uyarıdan faydalanması im­kansızdır. Ra'd 19'da Yüce Allah bunun formülünü şöyle kurmaktadır: Aklını kullanmak, düşünmek, bilmek, neticede iman etmektir.

Diğer taraftan "fayda vermez" ifadesinden anlıyoruz ki, atı araştırıp üzerinde düşünmenin getireceği fayda, iman etmektir.

Dkkat edilirse burada Yüce Allah "toplum" kavramına yer ver-ınanmayacak toplumdan

bahsetmektedir. Demek ki, bir ferdin toplumun inanması vardır. Bunu şu şekilde açıklayabili-ıklı

vardır, bir de toplumsal akıl vardır. Genel de toplum- sal akla, "ortak akıl" ismi verilmektedir. Bundan

hareketle diyebiliriz ki toplumsal imana "ortak iman" denebilir.

Bu açıklamadan hareket edersek inanmayacak olan topluma, delil­ler ve uyarıların fayda sağlamayacağını söyleyebiliriz. Böylece Yüce Allah göklerin ve yerin gözlenip araştırılmasını emrederken çoğul emir kullanmış, ardından toplumsal iman ile toplumsal faydayı getirmiştir. İman eden toplumlar, delil ve uyarılardan faydalanır, başka bir ifadeyle deliller ve uyarılar onlara fayda verir.

"İman etmeyecek" ifadesini "iman etmeyen" şeklinde alırsak şöyle bir neticeye varabiliriz. Delil ve uyandan faydalanacak olanların "iman etme" gibi bir alt yapıları olması gerekiyor.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus 101. âyetten genel anlam­da şu neticeyi çıkartıyoruz: Din eğitimi, akıl, tabiat, iman ve fayda kav­ramlarının üzerine iyi durmalı. Akim önüne tabiat kanunları konmalı, o kanunlardan imana gidecek olan delil ve uyarılar elde edilmelidir. Aklı tabiat kanunlarından elde edilen deliller arasında gezdirerek, onlar üze­rinde düşündürerek, onların boşuna yaratılmadıklarını ve Allah'ın son­suz kudretini yakalamasını sağlamak gerekir.

Onun için tabiat kanunlarını araştıran bilimlerden haberi olmayan­ların din eğitimi vermesi mümkün değildir. Aklını kullanarak Kur'ân ile tabiat bilimlerinin bulguları arasında senteze gidemeyenlerin yüksek din eğitimi vermelerini ve bu konuda faydalı olmalarını düşünmek doğru değildir.

Diğer insanları olduğu gibi işte aklını kullanıp, tabiat kanunlarını araştırıp olanlardan faydalanmasını bilen insanı iman etmesi için özellik­le zorlamaya lüzum yoktur. Onlar zaten Yûnus 99'daki zorlama olmadan imana geleceklerdir[71]

 

İnsanlar Neyi Bekliyorlar?

 

102. Onlar, sadece kendilerinden önce gelip geçenle­rin başlarına gelen günler gibisini bekliyorlar öyle mi? De ki: 'O halde bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.'

Bu âyeti şu şekilde açıklayabiliriz: Yüce Allah aklını kullanıp i-man etmeyen, delil ve uyanlardan faydalanmayan toplumların beklenti­sini ele almaktadır. Daha önce inanmayanların başına gelenlerden başka­sını, bunlardan da beklememelerini onlara söylemektedir. Yukarıdaki meali şöyle verebiliriz: "Kendilerinden önce gelip geçen inkarcıların başına gelen felaket günlerinden başkasını mı bekliyorlar?"

Geçmişteki inkarcı toplumların başına hangi felaketler gelmiş ise, onların başına da benzerleri gelecektir. Allah'a isyan ve aşırı gitmek, geçmişte toplumların başına neler getirdi ise bugün de gelecekte de aynı­sını getirecektir.

Hz. Nûh toplumu ile Firavun ve toplumunun başına gelenlerin se­bep sonuç ilişkisi kurulduğunda, oradaki olguların dinamikleri tesbit edildikten sonra, aynısının gelecekte olacağı esası çıkartılabilir. Ama sanki günümüzde inanmayanlar, geçmişteki olguların onların başına gelmeyeceği düşüncesindedirler.

Yûnus sûresinin kapsamı içinde düşündüğümüzde, Hz. Peygamber zamanında kâfirler, geçmiş ümmetlerin başından geçen olayların benze­rinin kendi başlarından da geçmesini bekleyerek iman edeceklerini alay varı söylüyorlardı. İşte bu alay dolu bekleyişin ardında Yüce Allah Hz. Peygambere: "De ki: O halde bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyen­lerdenim" şeklinde ifade etmesiniemretmiştir.

Âyette geçen el-eyyâm yani "günler" kelimesi, özel bir anlam taşımaktadır. Geçmiş toplumların başından geçen "iyi ve kötü" şeklin­deki olgulara "gün" denmektedir. Meselâ, Hz. Nûh toplumunun başın­dan geçen helak olgularına "günler" dendiği gibi; topluların Allah'ın nimeti sayesinde geçirdikleri mutlu dönemlerine de "günler" denmekte­dir. Yüce Allah: "Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat" (İb­rahim 14/5) buyururken, Hz. Musa'dan İsrailoğullarına geçmiş topluluk­ların başından geçen

felaketlerin hatırlatılmasını istemektedir.

İnsanlığın yaşadığı mutlu ve mutsuz anlara "günler" denmektedir. Çünkü bu günlerin hatırlatılmasında şükreden toplumlar için ibretler vardır. İbranca'da böyle olduğu gibi Arapça'da da aynı ifade kullanıl­maktaydı. Bunun anlamı, felaket için beklentide olmak, akıl kârı olma­yan bir iştir.[72]

 

Kurtuluş Kimin İçindir?

 

103. Sonra biz, peygamberlerimizi ve aynı şekilde i-man edenleri kurtarırız. İnananları kurtarmamız, üze­rimize bir haktır.

a) Zemahşerî buna şu açılımı getirmektedir: Bu konuda değişme­yen uygulama şudur: Hakkı inkâr edip Allah'ın âyetlerini yalanlayanla­rın felaketini hazırladıktan sonra 103. âyetteki uygulamaya geçeriz.

Bu açıklamayı burada vermemiz, 103. âyetin başında geçen ve "sonra" anlamına gelen ''e sümme zarf bağlacından dolayıdır. Çünkü bu zarf bağlacı 102. âyetin akışını 103. âyete aktarmakta, bir bakıma iki âyeti tek âyet haline getirmektedir.

Yüce Allah, "Geçmişin asi, inkarcı ve yalanlayıcı toplumlarını he­lak ederken Peygamberler ve inananları kurtarıyorduk" diyerek iyilere yaptığı muameleyi anlatmakta, yaşamakta olan insanları da iyi olmaya teşvik etmektedir.

b) "Mü'minleri kurtarmak üzerimize bir hak­tır" ifadesindeki tıakk kelimesi, "görev, borç" anlamına gelmektedir. Yüce Allah kendi kendini görevlendirmektedir. İnanan insanları, inan­mayanların başına gelen felaketten kurtarmayı kendine bir görev olarak vermiştir.

Yüce Allah'ın koyduğu sosyal içerikli din kanunu şudur: Yanlış yapanlara ceza verirken, peygamberleri ve inanan insanları ondan kur­tarmak. Günümüzde ve gelecekte peygamber olamayacağına göre, ina­nanlar her çağda olacak ve bu kural inananlar için devam edecektir.

Şimdi bu noktadan hareket ederek şu genellemeye varıyoruz: Kur­tuluş insanın gönlünden başlıyor, ilâhî aleme yükselerek oradan Allah'ın takdirini alıp yeryüzüne indiriyor ve böylece Allah'ın kurtarmasındaki müdahaleyi gerçekleştiriyor. İman ile ilâhî takdir, kurtuluşu getirmekte­dir.

Değişmeyen sosyal içerikli kanunlardan biri de budur.

Bu âyetteki "hakk" kelimesinde kulun Allah'a bir zorunluluk yük­lemesi manasını aramak doğru değildir. Tam tersine böyle yapacağına dair görevi kendisine Allah vermektedir. Zemahşerî'nin dediği gibi, in­karcılar mü'minlere karşı olan düşmanlıklarını eyleme dönüştürdükle­rinde kendilerini savunmak için verecekleri mücâdelede Yüce Allah, mü'minlere yardım ederek kafirleri mağlub etmelerini sağlar. Bu da bir çeşit kurtarmadır. Zemahşerî'nin bu açıklaması, âyeti güncelleştirmekte­dir. Bu açıklama eskimeyen bir açıklamadır.

Yüce Allah'ın, Yûnus sûresinin ilk âyetinden buraya kadar anlattı­ğı konuların, verdiği emirlerin, geçmiş toplumların olgularının özüne indiğimizde şu değerleri görüyoruz: Aklını kullanmak, düşünmek, iman etmek, tabiat olaylarını gözlemleyip incelemek, iyi amel üretmek, nime-

tin değerini bilmek, olguların nasılını, niçinini tesbit etmek, nimetin ne­reden geldiğini bilmek, kitabı bilmek, pişman olunacak davranışı yap­mamak, Allah'a şirk koşmamak, Allah'ın dostu olmak için gerekli olan amelleri üretmek, geçmiş olgulardan ibret almak; bunların tersi olanları da yapmamak. Bunların tersini yapmanın getirdiği felaket ile bu değerle­ri üretenlerin kurtuluşu mukayeseli bir şekilde öğretilmeli ve din eğiti­minin programı buna göre yapılmalıdır.

Metodik şüphenin nasıl kullanılacağını; inkâra götüren şüphenin sürecini ve nasılını öğretmek zorunludur. îyi bir amelin fazlası ile ödül­lendirilmesi ile kötü bir eylemi denk bir ceza ile cezalandırmanın dini boyutu açıklanarak, modern hukukun temelinin nerede olduğunu öğret­mek gerekiyor. İnsanın kendi sahte inançlarını sorgulaya sorgulaya ger­çek inanca nasıl gideceğinin

bilgilendirilmesi yapılmalıdır. İşte bütün bunların kurtuluşa olan katkısı beyinlere kazınmalıdır.[73]

 

Hz. Peygambere Verilen Önemli Dersler:

 

104. De ki '£y İnsanlar! Benim dinimden şüphede i-seniz, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıkları­nıza tapmam, fakat ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana, inananlardan olmam emrolundu.'

105.Ve hanif olarak yüzünü dine çevir; sakın müşrik­lerden olma, (diye emrolundum).

106. Allah 'ı bırakıp da sana fayda ve zarar vermeye­cek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen elbette zâlimlerden olursun.

107.Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yi­ne O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer Allah sana bir hayır dilerse, O 'nun lütfunu geri çevirecek de yok­tur. O, lütfunu kullarından dilediğine ulaştırır. Ve O, affedici ve merhamet sahibidir.

108. De  ki:  Ey İnsanlar!  Size  Rabbinizden,   hak (Kur'ân) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim.

109. Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hâkimlerin en üstünüdür.

Yûnus sûresinin sonunu teşkil eden bu âyetlerin, Hz. Peygam­ber'in Veda Haccı'ndaki seslenişine kaynak teşkil ettiğine inanıyoruz. Bu âyetlerdeki sesleniş tarzı, oradaki seslenişi getirmiştir. O, veda Haccı idi. Bu âyetler de Yûnus sûresine veda eden âyetlerdir. Ayetler, hem içerik hem de yapısal kurgu bakımından kaynak olduklarını hissettir­mektedirler. Şimdi bu âyetlerin analizini yaparak, neticelere ulaşabiliriz.

1. Peygamber şirkten sakınmalı.

a) "Benim dinimden şüphede iseniz." Hz. Peygamber'e Yüce Allah, müşriklerin neden imana yanaşmayıp şirkte ısrar ettiklerini açıklamaktadır. Buradaki birincil sebep "şüphedir". Bu­radaki dîn kelimesi ne anlama gelmektedir? Dîn kelimesini Fatiha sûre­sinin dördüncü âyetinde derinlemesine açıkladık. "Din" kavramı, inanç, ibadet ve ahlâk alanlarını içeren ve hayatın en ince alanlarına ışık tutan; dünya hayatının ötesi denen âhirette ceza ve ödülü de içeren geniş bir manaya sahiptir.

Bu manalardan hangisi bu âyetteki dîn kelimesine uygun düşmek­tedir? Bu soruya iki açıdan cevap verebiliriz.

i. Âyetteki hitap müşriklere, yani kâfirlere olduğuna göre, onların eksikliklerine bakmak gerekiyor. Onların eksikleri "iman" konusundaydı. İmanlarından zoru olan bu insanlar için ibadet ve ahlâk alanları düşü­nülebilir mi? Bu açıdan bakınca, âyetin bu kısmındaki "din" kelimesine "iman" veya "inanç" denebilir.

ii. Âyetin devamına bakarsak tapınma söz konusudur. Şirke giden tapınma ile tevhîde giden tapınma ortaya konmaktadır. Bu açıklamadan anlıyoruz ki burada yine iman ya da inanç meselesi işlenmektedir. O zaman âyetin bu kısmını şöyle manalandırabiliriz: "Siz benim imanım­dan (inancımdan) şüphede iseniz." Bizim anladığımız manada her yönü

ile teşekkül etmiş İslâm dini onların sorunu değildi. Onların sorunu i-mandı.

Şimdi din, yani iman ile şüphe arasındaki ilişkiyi ele alabiliriz. Bir başkasının imanından (dininden) şüphe etmek; kendini başka bir inanç alanında görmeye iter. Şüphe, beynin ve gönlün tavır almasıdır. Bu tav­rın kaynağında "nefis" varsa şüphe inkâra götürüyor ve insanın iman alanını kirletiyor. Ama şüphenin kaynağında beyin varsa, o da metodik şüphe olarak insanı araştırmaya sevk ediyor. İşte âyetteki şüphe din, yani imanla ilgili olunca, inkâra götüren şüphe niteliğindedir.

Yüce Allah, Hz. Peygambere "de ki" buyururken "sor" anlamını kastetmiş olmalıdır. Yani Yüce Allah, Hz. Peygamber'den, onların tevhîd inancına (dine) karşı tavırlarının şüphe olup olmadığını sormasını emretmekte, onların tavrını sorarken, kendi tavrını da ortaya koymasını istemektedir.

b)"Bilin ki: Ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam." Bu şüphenizle, beni yanınıza

çekmezsiniz. Çünkü sizin yaptığınız şey Allah'ı bırakıp, O'nun dışındaki varlıklara tapınıp kulluk etmektir. Allah'tan başka tapınılanların canlı ve cansız varlıklar olması mümkündür.

Ayetin bu kısmındaki ellezîne ism-i mevsûlü genelde canlı varlıklar için kullanılmaktadır.

Hıristiyanların azizlere tapması; Firavun toplumunun Firavun'u tanrı edinmesi ve bunun
gibi şahsiyetlere tapınmalar bu kapsama girmektedir. Ama Araplar dü­şünüldüğünde putları da devreye sokabiliriz.

Yüce Allah, Hz. Peygambere, onların şüphesine karşılık nasıl bir tavır takınacağını ve hangi kelimeleri kullanacağını bile ona öğretmekte­dir. Tavır, öncelikle onların taptıklarına tapmayacağını söylemekle başlıyor ve sonra bunun Allah'ı bırakmak olacağını söylemekle şimdilik bitiyor. Tavrın edasında bir kesinlik ve netlik gözüküyor. "Tapmam" kelimesi bunu ifade ediyor.

c) "Fakat ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana, 'inananlardan olmam'emredildi." Burada Hz. Peygamber'den nasıl bir Allah'a kulluk edeceği­ne açıklık getirmesi

emredilmekte, "sizi öldürecek olan Allah'a" ifadesi ile de öldürme eylemine dikkat çekerek Allah'ı tanıtmaya çalışması on­dan istenmektedir. Çünkü ölüm olgusundan şüphe edilemez. Ölüm olgu­su, Allah hakkındaki şüpheyi giderecek en etkili silahtır. Öyle ki şüphe, gerçek imana giden yolu bir ejderha gibi kesmektedir.

Bu ejderhayı ortadan kaldıracak şey, çare bulunamayan ölüm olgu­su üzerinde düşünmektir. "Bana, 'inananlardan olmam' emredildi" ifa­desi de, Hz. Peygamber'in inanan olmaktan istisna olmadığını, inanma­yanın başkasını inandırmasının mümkün olmayacağı şeklindeki eğitim ilkesini ortaya koymaktadır.

Bu ifadenin, başka bir konuya çözüm getirdiğini de söylememiz mümkündür. Hz. Muhammed tanrı değildir; o da inanıp kulluk edecek bir beşerdir. Yani bu haliyle âyet, azizleri ve büyük insanları tanrı edin­menin yanlışlığına da işaret etmektedir. Müşriklere Allah diye inanmala­rını söylediği varlığın kendisi olamayacağı, tam tersine kendisine gerçek Allah'a inanması emredildiği ve O'na kulluk edeceğini söylemesi emre­dilmiştir.

Yüce Allah bu âyetiyle tam bir tevhîd inancı eğitimi yapmaktadır.

2. Peygamber yüzünü nereye çevirmeli?

Bir önceki âyette, kendi inancından şüphede olanlara nasıl bir tavır takınacağını ve onlara neler söyleyeceğini ve inananlardan olması gerek­tiğini görmüştük.

Bu âyette de, yani 105'te de biri olumlu diğeri de olumsuz iki şey ona emredilmektedir:

a) "Hanif olarak yüzünü dine çevir." Hanîf kelimesi Bakara 135'de açıkladığımız üzere "katıksız, bütün ya­bancı maddelerden arıtılmış" anlamını ifade etmektedir. Hanîflik, şirkin asla karışmadığı bir inançtır. hanefe kelimesi, "doğru bir yöne doğru yöneldi" anlamına gelmektedir. İslâm öncesi dönemde bu kelime, tevhîd inancına sahip olmayı, bütün şüpheli inançlardan, puta tapıcılık-tan, günahlardan uzak durmayı ifade ediyordu. Yüce Allah Hz. Peygamber'e verdiği emri "hanîf" olarak yerine getirmesini istemekte, gönlündeki bütün şüpheleri ve tevhîd inancının kalitesini bozacak bütün yabancı maddeleri çıkartarak 'dine yönel' emri­ni vermektedir.

Bakara 135'i dikkate alırsak, Hz. İbrahim'in hanîfliğinin devam etmesini burada görüyoruz. Demek ki hanîflik, devam eden bir süreci ve inanç biçimini teşkil etmektedir.

Âyetteki "din" kelimesini bir önceki âyette geçen din kelimesine vermiş olduğumuz "iman" manasına alırsak, âyete "hanîf olarak yüzünü imana çevir" manasını verebiliriz. Ama buradaki "din" kavramını Rum sûresinin 30. âyetinde geçen "din" anlamında alırsak o zaman, o âyetle manalandırabiliriz. Oradaki "din" kelimesine Yüce Allah, insanları üze­rinde yarattığı fıtrat (doğa) kanunu manasını vermektedir. Başka bir an­lamı ile o âyette dîn, değişmesi mümkün olmayan insanın doğası, kanu­nu demektir.

fe ekim vecheke ifadesi, "yüzünü çevir", "dikkat et", "yüzünü tut" anlamına gelmektedir. Buradaki "vech" kelimesi "yüz" anlamına gelmekle beraber, insanın bütün benliğini, kişiliğini, bütün vasıflarını ifade etmektedir. 'Parçayı anarak bütününü kasdetmek' kura­lınca, "yüz" beynin tamamını, insanın bütün

benliğini temsil etmektedir. O zaman âyetin bu kısmına şöyle bir mana verebiliriz: "Bütün benliğini

hanîf olarak insanın değişmeyen doğasına çevir." Ya da "Hanîf olarak bütün beynini insanın doğasına yoğunlaştır" veya "Katıksız inanca sahip olarak bütün benliğinle dine dikkat et."

Hangi manayı verirsek verelim, Yüce Allah birincil anlamda Hz. Peygamber'i dine çevirmekte, ondan özellikle bu konuda dikkat etmesini istemekte olduğunu görüyoruz. Bir önceki âyete bakıp buradaki manayı bulmaya çalışırsak, önceki âyette şüphe geçmişti. Hanîflik burada şüp­heden arınmışlığı ifade etmektedir. Şüphe eden insanlarda hanîflik vasfı yok demektir.

Bir önceki âyette Allah'a kulluk ile O'ndan başka varlıklara ta­pınma ele alındığına göre, Yüce Allah bu âyette Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla bütün mü'mirileri bir şeye yönlendirmektedir. Neye yönelir­seniz oradan akım alırsınız.

En'âm 79'a gidersek Hz. İbrahim'in bütün benliğini nereye çevir­diğini görebiliriz:.   

"Ben hanîf olarak, benliğimi gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çe­virdim ve ben müşriklerden değilim." Bu âyetle Yûnus 105'e gidersek, oradaki "din" kelimesini de manalandırmış oluruz. Yûnus 105'de "din" kelimesinin yerine En'âm 79'da "gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah" ifadesi yer almaktadır. "Din" eşittir, kainatı yaratan Allah. O zaman söz konusu âyetteki "din" kelimesine "Allah'a iman" manasını verebiliriz.

b) Peygamber kimlerden yana olamaz? "Ve sakın Allah'a eş koşanlardan olma." Âyetin bu kısmını, birinci bölümü dikkate alarak açıklayabiliriz: Din denen tevhîd inancına beyin ve gön­lünü yoğunlaştırmayan insanın şirk koşma ihtimali vardır. însan önce bütün benliği ile tevhîd inancına yoğunlaşırsa, ona: 'Allah'a eş koşanlar­dan olma' denebilir. Âyetteki birinci emir olumlu; ikinci emir de olum­suz olmaktadır. Demek ki, eğitimde insana önce ne yapacağını, sonra da ne yapmayacağını öğretmek gerekiyor.

3. Peygamber kimlere yalvaramaz?

'Allah'ı bırakıp da sana fayda ve zarar vermeyecek şeylere yalvarma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen elbette zâlimlerden olursun."

Bu âyet, aslında bir önceki âyeti açıklar durumdadır. Bir önceki âyetin son kısmında şu soruyu

sorabiliriz: Allah'a eş koşmak ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını 106. âyet vermektedir. Eş

koşmak, Allah'ı bırakıp fayda ve zarar vermeyecek insan veya nesnelere yalvarıp kulluk etmektir. Bunu yapan insanların olduğu daha önce Yûnus 18'de açıklanmıştı. Orada kulluk

etmek, burada çağırmak, yalvarmak kelimele­ri geçmektedir.

Âyetin ikinci bölümünde bunu yapanı Yüce Allah değerlendir­mekte ve ona "zâlim" sıfatını

vermektedir. Yûnus 18'de onu şu şekildede eerlendirmektedir:

i. Sanki Allah'ın bilmediği bir şeyi O'na haber veren;

ii. Allah'ın sübhânlığını, yani noksan sıfatlardan uzak oluşu inan­cını bir tarafa atan;

iii. Allah'a şirk koşan kişi.

Şirk koşmak zulüm olduğuna göre şirk koşan da zâlim olmaktadır. Onun için âyetin sonu, "eğer Allah'ı bırakıp fayda ve zarar vermeyecek şeylere yalvarırsan, dua edersen, tapınırsan zâlimlerden olursun" değer­lendirmesi ile şekillenmektedir.

Müşrik zâlimdir; çünkü Allah'ın hakkı olan O'nu birlemeyi çiğ­nemiş durumdadır. Bizi ve bütün kainatı yaratmış olması sebebi ile Al­lah'ın bizim üzerimizde hakkı oluşmaktadır. Bu da O'nu birlemektir. O'nu birlemeyen, O'nun hakkını gasbetmiştir. Bunun için o da zâlim olmuştur.

4. Şirkten uzak kalmak için bilinmesi gereken şey nedir?

Bu sorunun cevabını da 107. âyet vermektedir.

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu geri çevire­cek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O, bağışla­yandır ve merhamet edendir." Bu âyetin açıkladığı veya öğrettiği konu­ları bilen insanın şirk koşması mümkün değildir.

a) Yüce Allah'ın insana dokundurduğu bir zararı, belayı ve olum­suzluğu kendisinden başka giderecek kimse yoktur. Yüce Allah bu nok­tada, insanın dikkatini olumsuzluklar üzerine yoğunlaştırmasını öner­mektedir. Zarar denen olumsuzluk ile Allah'ın ve insanın ilişkisinin çö­zümlenmesi, şirkten kurtulmak anlamına gelmektedir.

Eğer Allah'ın verdiği sıkıntı veya belayı, kaldırabilecek başka bir varlık olsaydı o da tanrı olurdu. Böyle bir güç herhangi bir varlıkta ol­madığına göre, sadece Allah'a yalvarılacaktır.

b) Yüce Allah insana bir iyilik dilediğinde onun lütfunu, keremini durduracak, geri çevirecek biri de yoktur. Âyetin bu kısmında geçen

hayr kelimesi, önceki bölümde geçen ed-durr kelimesinin karşıt anlamını taşımaktadır. Hayra iyi dersek, durra kötülük; durra darlık, sıkıntı dersek, hayra ferahlık ve genişlik dememiz gerekiyor. Onların manasından çok, onlar ile Allah ve kulun olan ilişkisi önemlidir. Eğer Allah kuluna bir iyilik murad etmiş ise, onun keremini geri çevirecek bir gücün olmadığını bilen ve inanan kimsenin şirk koşması mümkün değil­dir. Bu bilgilere sahip olmayan insanların, şirk batağına düşmekten kur­tulmaları imkansız hale gelmektedir.

c) Yüce Allah lütfunu, keremini, ihsanını, iyiliğini dilediğine eriş­tirir, verir. İyiliğin takdir edilip verilmesinde merkezi rolü Allah'ın di­lemesi oynamaktadır. Allah'tan başka dua edilip tapınılan sahte

tanrıla­rın böylesine bir dilemesi olamaz. "Meşîet" denen böyle bir dilemeyi başka varlıklar paylaşamaz, onun için de Allah'a eş koşulamaz.

d) Yüce Allah'ın, hangi kuluna lütfunu, keremini eriştireceği hu­susundaki dileği, O'nun affedici ve merhamet sahibi olması sıfatları ile ilişkilidir. Dilemesi ile affedici ve merhamet sahibi olması birlikte ça­lışmaktadır. Böylesine sıfatları olmayan varlıklardan yardım dilemek ve onlara tapınmak hem din dışı hem de akıl dışı bir hareket ve inanış şekli olacaktır.

Kısaca diyebiliriz ki, zararı ortadan kaldıranın, iyiliği verenin veya onu engelleyecek olanın ya da dilediğine lütfunu eriştirecek varlığın Al­lah olduğunu düşünüp bilmek şirki önlemenin en önemli gücünü teşkil etmektedir. İşte bu ilâhî bilgilendirme, din âlimi ve görevlilerinin üze­rinde durup insanlara tebliğ etmesi gereken bir ilke olmaktadır. Madem ki şirk ile mücâdele vermek ilâhî vahyin merkezini teşkil etmektedir, bu bilgilendirme de din eğitiminin merkezî amacını teşkil etmelidir.

5. Hak Allah'tan gelince insan kararında serbest kalır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûnus 108. âyet, insan irâdesine tanınan hürriyeti ve insanın karar verme ile davranış özgürlüğünü işlemektedir.

a) De ki: Ey insanlar! Size Rabb'inizden hak gelmiştir." Buradaki "ey insanlar" hitabı, Hz. Pey­gamber döneminde yaşamış olanlara ait olduğu kadar, kıyamete kadar yeryüzünde yaşayacak olan tüm insanları da kapsamaktadır.

"Size Rabb'inizden hak gelmiştir." "Hak" kavramı, "Kur'ân" yani "hakikat bilgisi" anlamına

gelmektedir. Hakikat bilgisi, sanki hareket eden bir varlık gibi "gelmek" eylemini gerçekleştirmektedir.

Çünkü cümledeki "geldi" fiilinin öznesi, "hak" olmaktadır.

Kur'ân, yani hakikat bilgisi Şûra 52'de rûh, yani canlı olarak nite­lendirilmektedir. "Hak geldi" ise, onun işlevi ne oldu? Bu sorunun ceva­bını âyetin devamı ile başka âyetler vermektedir.

b) "Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır." Kur'ân ismi ile anılan hakikat bilgisi geldikten sonra, doğru yolu izlemeyi tercih edenler, kendi lehlerine olarak bunu tercih etmiş olacaklardır. Hakikat bilgisinin, yani Kur'ân'ın başta gelen görevlerinden biri insana "seçme özgürlüğünü" tanımasıdır. Kur'ân, "doğru yol" ile "yanlış yol" arasındaki seçeneği insana bilgilen­dirmeden sonra sunmaktadır. Böylece Kur'ân, öğretim faaliyetinin ol­madığı bir yerde, böylesine bir seçeneğin kullanılamayacağına da işaret etmekte, cahil insana doğru yol ile sapıklığı seçme özgürlüğünü tanıma­nın yanlış olacağım da vurgulamaktadır. Onun için Yüce Allah önce hakikat bilgisini gönderip, insanlara neyin iyi, neyin kötü; neyin hak, neyin bâtıl; neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu öğretiyor ve ardından insanın seçeneğinde özgür olduğunu söylüyor.

Bu âyette doğruyu seçenin kendi lehine; sapıklığı seçenin de kendi aleyhine iş yapacağı bilgisi de verilmektedir. Böylece ihtedâ ile dalle fiillerinin faili olarak insan belirlenmiş olmaktadır. Demek ki Kur'ân, insanın eylemlerinin getireceği fayda veya zararın arkasında yine kendi özgür seçiminin olduğunu ve bu sebepten dolayı da sorumlu olacağını vurgulamaktadır.

c) "Ben sizin üzerinize vekil değilim." Buradaki vekfl kelimesi, "sorumlu" anlamına gelmektedir. Yani 'ben sizin davranışlarınızdan sorumlu değilim' demektir. Şûra 48'de de bu husus şu şekilde ifade edilmektedir: "Eğer yüz çe­virirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." İki âyeti şöyle açıklayabiliriz: Hukuku bilmeyen, kanunlardan ha­beri olmayan insanlar kendi davalarını başkalarına havale eder ve o kişi onların vekili olur. Demek ki avukatlık mesleği hukukun bilinmezliğinden kaynaklanmaktadır. Hakikat bilgisi geldiğine göre, artık peygamber kimsenin vekili durumunda değildir. Onun görevi o hakikat bilgisini onlara aktarmaktır.

Konuya başka bir açıdan bakabiliriz: Ne yapacağını bilmeyen in­sanlar, çoğu zaman yanlış yaparlar, onların yoldan çıkmasına engel ola­cak muhafıza ihtiyaçları vardır. Polis ve jandarmanın varlığı, insanların cehaletini ve medeniyetsizliğini göstermektedir. İnsanlar bilerek hareket etseler bunlara lüzum kalmaz. Onun içindir ki hakikat bilgisinin tamamı gelince peygamberin muhafızlığı, yani sorumluluğu ortadan kalkmakta­dır. Çünkü Kur'ân insana fayda ve zarar verecek olan seçenek ve davra­nışları belirleyip öğretmektedir.

6. "Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en üstünüdür." Hz. Peygamber kendisine vahyolunana uymak zorundadır. Peki biz mü'minler nelere veya kimlere uyuyoruz? Din adına kimlere veya neye uymamız gerektiğini bilmiyoruz. Allah'ın vahyine uyma em­rini aldıktan sonra sabretmek ne anlama gelmektedir? Bu soruya iki açı­dan cevap vereceğiz:

a) Allah'ın vahyine uymanın bir zorluğu vardır. Sabrederek bu zorluğun altından kalkmak gerekiyor. Çünkü ilâhî vahye uymanın engel­leri şeytan, nefis ve kötü insanlardır. Onların olumsuz etkilerine karşı
koymak, onları aşmak ve bir tarafa itmek kolay bir iş değildir.

b) Vahyin emrettiği ve yasakladığı şeyleri hayata uygulamak, vah­yi insanlara eksiksiz tebliğ etmek, öğretmek de çok zordur; büyük bir gayret, endişeli bir hayat ve ızdırap, çile dolu zamanlar ister. Sabırsız bunu gerçekleştirmek imkansızdır.

Hz. Peygamber vahye tabi olup sabırla bunu gerçekleştirirse, Al­lah'ın hükmünü harekete geçirecektir. Çünkü Allah hüküm verenlerin en üstünüdür.[74]

 

Yûnus Sûresinin İnsanlığa Getirdiklerinin Özet Olarak Sıralanması:

 

1. Mekke'de inmiş olması sebebiyle bu sûre öncelikle şirkle ilgi­lenmiş, onunla mücâdele vermenin yollarını öğretmiştir. Şirkle mücâdele verirken tek Allah inancının da delillerini göstererek tevhîd inancının temellerini atmıştır. Şirki kaldırırken ve tehvid inancının gönüllerdeki temelini atarken, Allah ile kainatın ve Allah ile insanın arasındaki ilişki­leri gündeme getirmiştir. Bu ilişkileri yoktan yaratmayı ve insana temin ettiği fayda yani nimetleri delil olarak göstermiştir. Allah'ın varlığına ve birliğine inandırabilmek için gerekli olan dış ve insanın iç alemindekidelillere dikkat çekmiştir (âyet:112).

Bu açıklamaları ile Yunus suresi, sanki bir üniversite gibi, çeşitli ders programları sunmuş ve insanın aklını o kanunlar üzerinde çalışmaya teşvik etmiştir. Başka varlıklara tapınmanın insanın başına bela açacağını, insanın mahşerde ağır ceza ile cezalandırılmasına neden olacağını defalarca tekrarlayarak caydırıcı metodunu kullanmıştır.  

2. Hz. Peygamberin görevlerinin neler olduğu da bu surede gündeme getirilmiştir. Müjdelemesi, uyarması, onun görevleri arasında yer almaktadır. Müşrikler Hz. Peygamberin getirdiği vahye büyü, kendisine de büyücü demişlerdir. Böylece o do önceki peygamberler gibi ağır ve olumsuz tepkilerle karşı karşıya kalmıştır.(âyet).

3. Bu surede Allaha kavuşmayı ummayan, ona inanmayan, başka bir ifade ile ahiret hayatına inanmayanları nasıl bir tehlikenin beklediği açıklarken, inananların nasıl mutlu olacağına da dikkatler çekilmektedir. Bu açıdan bakınca âhirete imanın, dünyada davranışlara bir disiplin temin etmesinin öneminin vurgulandığı görülecektir. (ayet: 7-10).

4. Yunus suresi de kitabı merkeze alarak başlamış ve kitab okulunun önemini bir kere daha vurgulamıştır. Müşrikler Kur’an denen kitaba oklarını, saldırılarını yöneltmişlerdir. Hz. Peygamberden başka bir kur’an getirmesini veya onu değiştirmesini istemişlerdir. Hz. Peygamber onlara; onu kendi kararı ile değiştiremeyeceğini, kendisinin sadece Allah’ın vahyine uyacağını söylemiştir. (ayet:15).

5. İnsanların nankör davranışlarının örneklerle açıklandığı Yunus suresinde, nankörlüğün ne kadar kötü olduğunu vurgulamıştır. (ayet: 15).

6. Suça, denk bir cezanın verilmesi; ön gören Yüce Allah, bu surede hukuka çok önemli bir ilke kazandırmıştır. (ayet: 26). 

7. Bu surede Allah’ın demediğini söyleyip Allah’a iftira edenler ele alınıp, bunların ne denli kötü fiil işlediklerini açıklamış, Allah’a yalan uyduranların kurtuluşa eremeyeceklerine dikkat çekilmiştir. (ayet: 30).

8. Meselelerin iç yüzünü bilmeyen  cahiller , iyiyi kötü , kötüyü iyi zannederler. Bu tip insanlar haktan

bir parça bile olmayan zanna uyarlar. (ayet: 36)

9. Kur'ân'm bir öğüt, göğüslerdekine şifa, rehber ve mü'minlerede rahmet olduğunu söyleyen Yüce Allah, Kur'ân'dan nasıl istifade edi­leceğine burada işaret etmiştir (âyet: 57).

10. Bu sûrede Allah'ın dostu olan; ya da Allah'ın dost olduğu kişi­lerin özelliklerinin neler olduğunu açıklamıştır (âyet: 62-64).

11. Yûnus sûresinde, Yüce Allah inanmayanlara, müşriklere bir öğüt olsun diye Hz. Nûh ile kavminin ilişkilerini; Firavun ile Hz. Mûsâ'nın ilişkilerini ve sonra onların başına gelenleri, Hz. Mûsâ, Hz. Harun
ve Hz. Nuh'un hangi engellerle karşılaştıklarını ve nasıl hakarete maruz kalıp sabır gösterdiklerini anlatmaktadır (âyet: 71-88).

12. Ekonomi ile eğitim arasındaki paralel ilişkiye dikkat çeken Hz. Musa'nın duası gündeme getirilerek, bu duanın nasıl kabul edildiği yine bu sûrenin konuları arasındadır (âyet: 89).

13. Can boğaza gelince yapılan imanın kabul edilmeyeceği hükmü, Firavun örneği ile burada anlatılmıştır (âyet: 90-92).

14. İnanç özgürlüğü gündeme getirilen Yûnus sûresinde, iman et­meleri için insanların zorlanamayacağı ilkesine dikkat çekilmiştir (âyet:99).

15. Bu sûrede aklı kullanmamanın topluma murdarlık, yani pislik getireceği söylenerek aklı kullanmak insanlara öğütlenmektedir (âyet: 100).[75]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/421-422.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/423-430.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/430-433.

[4] bk. Kitâb-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 2, 1-3.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/433-442.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/443-447.

[7] Buhârî, "Ezan", 95.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/447-450.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/450-454.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/454-458.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/459-461.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/461-467.

[13] Râzî, a.g.e., XII, 331.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/467-469.

[15] Râzî, a.g.e., V, 59, Kellâl'den naklen.

[16] Buhârî, "Tevhid", 15; Müslim, "Tevbe", 15.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/470-473.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/473-475.

[19] a.g.e., II, 371.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/475-479.

[21] Kurtubî, a.g.e., VII, 502.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/479-487.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/487-490.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/490-493.

[25] Buhârî, "İman", 37; Müslim.. "İman", 57; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 16; Tirmizî, "İman", 4.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/494-497.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/497-503.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/503-507.

[29] Râzî, a.g.e., XII, 368.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/508-512.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/512-519.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/519-525.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/525-528.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/529-533.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/533-536.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/536-537.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/537-541.

[38] Buhârî, "Tefsîrü'l-Kur'ân", 4-9; Fezâilü'l-Kur'ân", 32-33.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/542-549.

[40] a.g.e., XII, 404.

[41] Me'âlimü't-Tenzîrden naklen Muhammed Esed, s. 406.

[42] Kurtubî, a.g.e., VH, 543.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/549-554.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/554-556.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/556-561.

[46] Kurtubî, a.g.e., VIII, 545.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/561-565.

[48] a.g.e., XII, 416.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/565-569.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/569-572.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/13-20.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/20-24.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/24-28.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/28-31.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/32-33.

[56] Râzî, age, XII, 439.

[57] Râzî, age, XII, 441.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/33-43.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/43-46.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/46-53.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/53-56.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/56-59.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/60-63.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/63-67.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/67-69.

[66] Râzî, age., c. XII, s. 467.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/69-79.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/80-82.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/82-84.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/84-87.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/87-91.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/92-93.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/93-95.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/95-105.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/106-108.