Mushaf’ımızdaki
sıralamaya göre 10, nüzûl sıralamasına göre 51, miûn kısmının birinci sûreler
grubunun birinci sûresi olan Yunus sûresinin âyet sayısı 109 olup Mekke’de
nâzil olmuştur.
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve
Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Kulluk
kitabımızın 10. sırasında yer almış Mekkî bir sûreyle karşı karşıyayız. Sûrenin
iniş dönemiyle alâkalı elimizde kesin bir bilgi olmamakla beraber muhtevasından
anlıyoruz ki Mekke döneminin sonlarına doğru inmiş bir sûredir. Mekke’li
müşriklerin Resulullah efendimize ve beraberindeki bir avuç müslümanın
varlığına tahammüllerinin kalmadığı ve artık Mekkeli müşriklerin adam olma ümidinin
de sıfıra indiği bir dönemde Rabbimizin bu sûresini gönderdiğini sûrenin
muhtevasından anlıyoruz.
Karakter
olarak birbirlerine benzeyen öteki Mekkî sûrelerde olduğu gibi bu sûrede de
Rabbimiz insanları risâleti kabule dâvet eder. Risâlet konusunda şüpheleri olan
ve Rasulullah efendimize si-hirbaz demeye çalışan insanlara karşı deliller
getirerek onun böyle bir şeyle uzaktan ve yakından hiç bir ilgisinin olmadığını
vurgular. Âhirete iman konusu, Rabbimizin rubûbiyet ve ulûhiyet konusu ve daha
başka konuların en güzel biçimde anlatıldığı sûrenin âyetlerini inşallah tek
tek tanımaya çalışacağız.
1. “Elif,
Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli Kitabın âyetleridir.”
Kur’an-ı
Kerîmde ³h7! ile başlayan ilk sûre bu sûredir. Bundan sonra bu sûreyi takip
eden Hûd sûresi, Yusuf sûresi, Ra’d sûresi, İbrahim ve Hicir sûreleri de Mekkî
sûrelerdir ve hepsi de aynı karakteristik özellikleri taşımaktadırlar.
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar. Huruf-ı mukatta kesik,
kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı Kerîmde altı sûrenin başında
gelen ve o sûrelere ait birer âyettirler.
Bu
âyetler Kur’an’ın müteşabih âyetlerindendir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmde
muhkem ve müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle okuyucu
tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen, bizim beş duyumumuza hitap eden
ve bizden imanla birlikte amel isteyen âyetlerdir. Meselâ namazı kılın, zekatı
verin âyetleri muhkem âyetlerdir ve bizden hem iman hem de amel isteyen âyetlerdir.
Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Kur’an-ı
Kerîmdeki müteşabih âyetler ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan,
duyularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ancak muhkemlerle anlayıp,
çerçevesini çizebileceğimiz âyetlerdir ki bunlar bizden amel istemez, sadece
iman ister. Sırat, Haşr, Neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin, şeytan vahiy,
arş, kürsi, semavat, yedul-lah gibi konuları anlatan âyetlerdir. “Elif lâm mîm”
“Yâsîn”, “Tâhâ” ve “Hâmîm” gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne
olduklarını, ne anlama geldiklerini biz bilemeyiz, hiç kimse de bilemez. Sadece
bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece inanırız. Zaten az evvel
de ifade ettiğim gibi bu âyetler bizden amel de istemez, bizden sadece iman
ister. Yâni biz inanıyoruz ki bu âyetler Allah’tan gelmiş birer âyettir.
1:
Sûrelerin başında gelen bu âyetler Kur’an’a dikkat çekmedir demişler. Rabbimiz
o güne kadar insanların Kur’an’ın muhataplarının alışık olmadıkları bir
ifadeyle söze başlayarak onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir
deniyor. Allah buyuruyor ki sanki bu âyetleriyle: Kullarım! Dinleyin şu anda Allah
konuşuyor! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor!
Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu Benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor!
Gelin bunu Benim sözüm olarak dinleyin! buyurarak kitabına ve kitabının önemine
dikkat çekiyor Rabbimiz.
Gelin ey insanlar, ey kullarım şu
anda Allah konuşuyor! Bu söz, insan sözüne benzemez bu! âlim sözü, fazıl sözü,
filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana
sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha Benim sözümü içinizden birinin sözüne
benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da
kulak ardı yaptığınız gibi Benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu
anda Ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve
gereğini yerine getirin! diyor sanki daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte
insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler daha bir ciddi dinlesinler diye
böyle bir dikkat çekmedir denmiş.
2: İkinci
olarak: Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı
Kerîmde genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Bakıyoruz bu âyetlerden sonra
Rabbimiz hep Kur’an’a dikkat çekiyor. Bu âyetlerden sonra kitabın gündeme
geldiğini görmekteyiz. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetlerle Rabbimiz
Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor demektir. Buyuruyor ki Rabbimiz:
Elif Lam Ra, Elif lâm Mîm, Yâsîn, Hâ Mîm. Ey insanlar! İşte elinizdeki Kur’an
bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyorsunuz, okuyorsunuz
yazıyorsunuz. Bu harfler ellerinde olan sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler,
bu harfleri tanıyan sizler haydi gücünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini
meydana getirin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun bakalım! diye tüm insanlığa
bununla Rabbimiz meydan okuyor denilmiş.
3: Bir
üçüncüsü de bu harflerle Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor denmiş.
Yâni bu kitap her hangi bir insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil
Allah kaynaklı bir kitaptır mesajını ulaştırma adına Rabbimiz sûrelerin başında
böylece hitabı uygun bulmuştur deniyor. Ama en güzeli mânâsını bilmesek de
bunlar aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir diyoruz ve
öylece iman ediyoruz.
Demek ki
bizler şu anda Hakîm bir kitabın âyetleriyle karşı karşıyayız. Hakîm bir
Allah’tan, hikmetin ve bilginin kaynağı olan bir Allah’tan gelmiş Hakîm bir
kitabın âyetleridir bunlar. Rabbimiz kendisi Hakîm, hikmet sahibi, her şeyi
bilen olduğu gibi bu kitabı da hikmet sahibidir. Bu kitabı da mahza hikmettir,
hikmet doludur.
Sûrenin
hemen başında Rabbimizin kendisinin ve kendisinden gelen bu âyetlerin hakim
olduğunu anlatması bize şu mesajı vermektedir: Kullarım bu kitap Hakîm olan bir
Allah’tan gelme Hakîm bir kitaptır. Eğer sizler gerçek hikmete, gerçek bilgiye
ulaşmak istiyor-sanız, eğer nîmet ehli olmak, hakim olmak istiyorsanız, yeryüzünde
hiç bir varlığın ulaşamayacağı yaratılış bilgisine, Allah bilgisine, kulluk
bilgisine ulaşmak istiyorsanız Hakîm olan Rabbinizden size gelen bu kitapla
beraber olmak zorundasınız. Hikmetin, bilginin kaynağından gelen bu kitabı tanımak
zorundasınız. Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek
zorundasınız. Tüm hayatınızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek
zorundasınız. Bunun dışında âlim olabilmek için, hakim olabilmek için, bilgin,
bilge olabilmek için baş vuracağınız bir yol, bir usul yoktur buyuruyor. Bizi
kitabıyla birlikte olmaya çağırıyor.
Allah’ın
kitabından haberdar olmayan insanların cehaletten kurtulmaları kesinlikle
mümkün değildir. Dün de, bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları müslümanlardır.
Evet bu kitabı bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir. Bu
kitaptan haberdar olanlar hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîmdeki bu tür
âyetlerin anlamı budur. Yâni bunu bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar
fakihtir, bununla beraber olanlar akıllıdır gibi.
Ama
Allah’ın kitabından, Allah’ın yeryüzü için gönderdiği hayat programından
habersiz bir hayat yaşayanlar cahildir. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en
cahil, en akılsız insanlarıdırlar. Çünkü Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz
ki gerçek bilgi vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah
bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim müslümana
aittir. Kur’an’ı ve sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın
en âlim kişisidir. Vahiyden habersiz yaşayan insanlar cahildirler,
bilgisizdirler ve hem dünyalarını hem de âhiretlerini berbat etmiş insanlardır.
Kitap ve sünnetten habersiz yaşayan kimseler zâlimlerdir ve Allah asla za-limlere
yol gösterecek değildir. Onlar dünyada da âhirette de kaybetmiş kendilerini
kötüye harcamış, hayatlarını boşa harcamış kimselerdir.
Tüm dünya
şahittir ki Kur’an’ın yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde yeryüzünün en cahil
toplumu Kur’an sayesinde yeryüzünün en âlimleri olmuştur. Dünyanın en bedevi
insanlarını bu kitap dünyanın âlimi yaptı, dünyanın en hakimi yaptı, dünyanın
en âdil yöneti-cileri, dünyanın en örnek insanları yaptı. Sadece dünyanın değil
âhi-retin de en âlimi yaptı bu kitap onları. Yaratılış bilgisinin, Allah bil-gisinin,
kulluk bilgisinin vs aklınıza gelebilecek her bilginin en âlimi yaptı bu kitap
onları.
Öyleyse
bunu, bu değişmez gerçeği tüm insanlığa ilân ederek diyorum ki ey insanlar! Ey
Allah kulları! Gelin durumunuz, konumunuz ne olursa olsun, makamınız konumunuz
koltuğunuz, renginiz cinsiyetiniz, diplomanız, kariyeriniz, tahsiliniz
diplomanız ne olursa olsun gelin Hakîm olan Allah’ın Hakîm olan kitabına
yönelelim. Hikmete ulaşma yolumuz her zaman açıktır. Rabbimiz tüm kullarının
önüne böyle bir rahmet kapısı açmıştır. Rabbimizin açtığı bu rahmet kapısından
istifade etmesini bilelim ve yeryüzünde hiç bir kaynağın sunamayacağı, hiç bir
Üniversitenin sağlayamayacağı, hiç bir müessesenin veremeyeceği en üstün bilgilerle,
hikmet ve kulluk bilinciyle donanıp dünyanın ve âhiretin en âlimleri olma
imkânını elde edelim.
Veya bir
başka mânâyla muhkem bir kitabın âyetleridir bu âyetler. Semavat gibi,
yıldızlar gibi tahkim edilmiş, Allah tarafından sağlamlaştırılmış, asla
birileri tarafından yıkılamayacak muhkem varlıklar gibi bu kitabın âyetleri de
tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmıştır. Hiç kimse ona müdahale edemez, hiç kimse
onu iptal edemez, hiç kimse onun âyetlerini kaldıramaz, hiç kimse onun
yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem, ondan daha güzel bir yasa koyamaz.
Böyle Allah tarafından tahkim edilmiş sağlamlaştırılmış kalpte olan kabulde
olan, Levh-i Mahfuzdan dünyaya yansıyan bir kitabın âyetleridir bunlar.
Veya bir
başka mânâsıyla hayata hakim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi
olan bir kitabın âyetleridir bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu
değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü konusunda, hayır-şer konusunda, hak-bâtıl
konusunda, adâlet-zulüm konusunda, iman-küfür konusunda, cennet cehennem konusunda,
hayat-ölüm konusunda tek hakim, tek kıstas bu kitaptır. Kâinatta neler olacağı,
insanların başlarına nelerin geleceği konularında bu kitap ne demişse, nelerden
haber vermişse onlar mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve
hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin
kaynağı olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan,
dediği de-dik olan ve hayata hakim olan bir kitaptır bu kitap.
Aynı
zamanda zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pör-süyüp, eskiyip, aşınıp
değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman
ve mekânla sınırlı değildir. Zama-nın kendisini eskitemeyeceği, üzerinden
yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek harfine bile halel
getiremeyeceği, asla hiç bir gücün ezip bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan,
Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete
kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini çözebilecek bir kitabın
âyetleridir bunlar buyurarak kitabını ortaya koyduktan sonra bakın şöyle
buyuruyor:
2.
“İçlerinden birine, “İnsanları uyar ve inananlara, Rab’leri katında yüksek
makamlar olduğunu müjdele” diye vahy ettiğimiz, insanların tuhafına mı gitti
ki, kâfirler: "Bu apaçık bir büyücüdür” dediler?”
Evet kendi
içlerinden, kendilerinden olan bir kişiye onları uyarmak üzere vahiy
göndermemiz çok tuhaf mı geldi onlara? Acayiplerine mi gitti bu durum?
Mekke
müşriklerinin tuhaflarına giden, bir türlü kabullenemedikleri hususlar
şunlardı:
a: Allah
nasıl olur da vahiy gönderebilir? Nasıl olur da Allah bizim hayatımıza
karışabilir?
b: Allah
nasıl olur da yeryüzündeki insanlardan bizim gibi birini elçi seçip, onu
muhatap kabul edip de, ona kendi bilgisinden aktarabilir? Nasıl olur da bir
beşere bizim hayatımıza karışmak üzere vahiy gönderebilir? Nasıl olur da bir
Meleği değil de böyle bizim gibi bir beşeri görevlendirebilir? Nasıl olur da
böyle bizim gibi bir beşerle konuşabilir?
c: Allah
nasıl oluyor da bizim içimizden malı, mülkü, makamı, koltuğu, serveti samanı
olmayan sıradan bir insana vahiy gönderiyor? Allah bu iş için Ebu Talip’in
yetiminden başkasını bulamamış mı? İşte bu insanların tuhaflarına giden
hususlar bunlardı. Bir türlü akıllarına sığdıramıyorlardı bunları?
d: Bir de
peygambere gelen Kur’an âyetlerinin ortaya koyduğu ölüm ötesi hayatın varlığına
taaccüp ediyorlardı. Nasıl olur da öldükten sonra tekrar dirilebiliriz? Nasıl
olur da yaşadığımız bu hayatın ötesinde bir hesap, kitap olabilir? diyorlar ve
âhiretin varlığını reddetmeye çalışıyorlardı.
Tabii kendi
içlerinden seçilen peygamberi reddederlerken bi-rinci dertleri Allah’ın vahiy
göndererek, hayat programı göndererek hayatlarına karışmasını reddetmekti.
Allah böyle içimizden bir beşeri elçi seçerek, kitap göndererek, vahiy
göndererek bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlardı. İşte
şaşkınlıkları da buradan kaynaklanıyordu aslında.
Halbuki
bunda şaşılacak hiç bir şey yoktu. Bu dünyayı kuran, bu dünyayı yaratan ve
kendilerini yoktan var eden Allah’ın onların içlerinden birini sözcü olarak
seçip, onları uyarmak üzere vahiy gön-dermesinden daha normal bir şey yoktur.
İnsanın yaratıcısının onun hayatına karışmasından, kulunun hayatını
düzenleyecek hayat programı göndermesinden daha normal ne olabilirdi?
Kendilerini yaratan Rab’lerinin onların hayatlarını düzenlemek üzere belli yasalar
göndermesi hiç de garip kabul edilecek bir şey değildir. Aksine asıl şaşılacak
şey Onun yarattığı kullarına kulluk programı göndermeyerek onları ne
yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını bilmez şaşkın bir vaziyette bırakmasıdır.
Biz kimiz? Biz neyiz? Nereden
geldik? Kim getirdi bizi bu âleme? Ne için geldik buraya? Öncemiz neydi? Sonramız
ne olacak? Bundan sonra nereye gideceğiz? Bu kâinat nedir? Bu kâinat içinde
benim konumum nedir? Rabbimizin bizleri bütün bu soruları cevaplayamaz bir
vaziyette sancılar içinde bırakması asıl şaşılacak bir du-rumdu. Ama Rabbimiz
öyle merhametlidir ki; bize merhametinin ge-reği peygamberler ve kitaplar
göndererek, bize kulluk programları indirerek bizi böyle bir kaostan
kurtarmıştır, böyle bir belirginsizlikten kurtarmıştır. Onun içindir ki Onun
bize bu konularda bilgi göndermesine değil de göndermemesine şaşmak lâzımdı.
İkinci
hususa, yâni Allah’ın insanlardan birisini seçip ona vahiy ulaştırmasına
gelince: Daha önce de Nuh toplumunun içinden bir Nuh (a.s)’ı, bir Âd toplumu
içinden Hûd (a.s)ı, bir Semûd toplumu içinden Sâlih (a.s)’ı, İsrâil oğullarından
Musâ (a.s)’ı da peygamber olarak seçen ve onlara kendilerinin de bildiği gibi
bilgisinden aktaran, vahiy gönderen, hayat programı gönderen Allah değil miydi?
Bunu bilmi-yorlar mıydı? Muhammed (a.s)’ı seçip onların hayatlarına karışmak,
onların hayatlarını düzenlemek üzere vahiy göndermesine niye şaşırıyorlar?
Bundan daha normal, bundan daha tabii ne var da?
Eğer niye
içimizden başka birine değil de Muhammed (a.s) a diye bir dertleri varsa ve
böylece Allah’a akıl vermeye, yol göstermeye çalışıyorlarsa bilsinler ki Allah
kimsenin etkisi altında olmayandır. Allah dilediğini seçer, dilediğine vahiy
gönderir, dilediği zamanda gönderir, dilediği âyetleri, dilediği hükümleri,
dilediği miktarda ve dilediği zaman dilimi içinde gönderir. Ve işte bu
dileğiyle âhir zaman peygamberi olarak Hz. Muhammed (a.s)’ı seçmiş ve onunla da
peygamberlik mührünü tamamlamıştır. Bundan sonra artık kıyâmete kadar hiç kimseye
vahy etmeyeceğini bildirmiştir.
Bu konuda
ve her konuda Allah’ı hiç kimse zorlayamaz. Ya Rabbi bu peygamberliği niye
filanlara vermedin de falanlara verdin? Niye iki şehirden iki büyüğe vermedin
de Abdullah’ın oğlu Muham-med’e verdin bu görevi? Neden İsrâil oğullarından
birine vermedin de Kureyş’ten birine verdin ya Rabbi? Neden Türklerden seçmedin
de Araplardan seçtin ya Rabbi? diye hiç kimsenin Allah’a hesap sorma, Allah’ı
yönlendirme ve Ona akıl verme hakkı yoktur. O dilediğini yapar.
Aslında demin
de ifade ettiğim gibi alçakların tüm bu itirazlarının altında yatan sebep
Allah’ı hayatlarına karıştırmak istemiyor olmalarıdır. İstiyorlardı ki Allah
hayatlarına karışmasın. İstiyorlardı ki Allah onlara arzularını, emirlerini,
yasaklarını bildirmesin. İstiyorlardı ki bildikleri gibi keyiflerinin istediği
gibi bir hayat yaşasınlar. Kendilerini yaratan, kendilerine ve tüm kâinatta
egemen olan, hayatın da ölümün de sahibi olan, karşı gelinmez bir güç ve kuvvetin
sahibi olan, göktekilerin ve yerdekilerin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu
elinde olan Allah’ın arzularını duydukları zaman iştahları kaçacak, işledikleri
bir kısım günahları yapamayacaklar da onun için reddetmeye çalışıyorlardı.
Hayatlarının değişeceğinden hayatlarına bir takım kayıtlar geleceğinden
korktukları için duymamaya çalışıyorlardı.
Tamam Allah yücedir, Allah
büyüktür, severiz sayarız; ama olduğu yerde dursun, O gökleriyle ilgilensin,
diğer varlıklarıyla diğer mülküyle ilgilensin ama bizim hayatımıza karışmasın.
Böyle içimizden bir peygamber seçerek arzularını emirlerini bize bildirmesin. O
zaman dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak, uysak olmayacak, uymasak
olmayacak, iyisi mi reddedelim olsun bitsin diyorlardı. Tüm bu çabalarının
altında yatan sebep aslında işte buydu.
Eğer Allah
niye bir Meleğe değil de bir beşere vahy ediyor di-yorsanız, buna taaccüp
ediyorsanız bunda taaccüp edilecek bir şey yoktur. Aslında Allah’ın size, sizin
cinsinizden, sizin içinizden, sizin örnek alabileceğiniz bir beşer göndermesi
bir melek göndermesinden daha mantıklı, daha uygundur.
En’âm’dan da öğreniyoruz ki Eğer
onların istedikleri gibi kendilerine elçi olarak bir beşer değil de bir melek indirseydik
elbette iş bitirilmiş olurdu, defterleri dürülmüş olurdu. Artık kendilerine göz
açacak zaman bile verilmezdi. Yâni eğer onlara bir melek gelseydi göz açacak
kadar bile zaman verilmezdi. Çünkü onlar gerçekten bir melek görselerdi onun
dehşetinden o anda işleri biter, canları çıkardı.
Bakıyoruz
günümüz kâfirlerinin de istedikleri budur. Bu adamlar günümüzde olduğu gibi
aslında Allah’a inanan insanlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’a
inanıyorlardı ama hayata karışıcı olarak Allah’a inanmıyorlardı. Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemi-yorlardı. Allah’ın onların hayatlarına karışmak
üzere gönderdiği vahyin gerçek olup olmadığına dair delil istiyorlardı.
Allah’ın hayata karışma konusunda odak nokta seçtiği elçisinden şüphe ediyorlardı.
Halbuki onlar çocukluğundan beri bu elçiyi tanıyorlardı. Ona Mu-hammed’ül Emin
lakabını kendileri vermişlerdi. Ona inanmıyorlar da yanında bir Meleğin indirilmesini
istiyorlardı.
Halbuki yeryüzünde insanlığın
tarihinin başlangıcından beri Allah’ın değişmeyen bir yasası vardı. Allah insan
hayatına karışma konusunda tarih boyunca hep insanlardan elçi seçmişti. Melekler
ise her zaman ya o elçilere vahiy getirmek ya da Allah’ın insanları yok etmek,
toplumları helâk etme emrini yerine getirmek üzere inmişlerdi. Halbuki Meleğin
gelmesiyle iş bitmiş olacaktı. Meleğin gelmesiyle defterleri dürülmüş olacaktı.
Bundan sonra artık hiç bir tevbe imkânı, hiç bir mühletin gözetilmesi söz
konusu olamayacaktı. Ne oluyor? Bunu mu istiyorlar? Şu anda Allah’ın rahmeti
gereği onlara mühlet tanıdığının, tevbe imkânı verdiğinin farkında değil mi bu
adamlar? Bakın Furkân sûresinde buyurur ki Rabbimiz:
"Melekleri
görecekleri gün, o gün günâhkârlara hiç bir sevinç haberi yoktur. Ve:
"size sevinmek yasak!" diyeceklerdir."
(Furkân
22)
Evet bunlar
bir melek gelsin istiyorlar. Tabiat üstü bir şeyler bekliyorlar iman etmek
için. Yâni iman etmekten başka seçenek bırakmayacak biçimde kendilerini
zorlayacak harikulade bir şeyler isti-yorlar. Eh öyle olunca da imanın bir
kıymeti kalmıyor ki zaten. Gayb, gayb olarak devam ettiği sürece imtihan söz
konusudur ve bu imtihan devam etmektedir. Ama gayb apaçık görülür olduğu zaman
imtihan bitmiş ve bu imtihan sonuçlarının okunduğu âhiret başlamış olacaktır.
Allah onun için melek göndermiyor. Yâni Allah imtihan dönemi bitmeden önce sizi
imtihan etmek istiyor bu sizin için bir rahmetin tecelli-sidir.
Rabbinizin
böyle içinizden birine vahy etmesine taaccüp mü ediyorsunuz? Ki o peygambere:
İnsanları
uyarsın ve iman edenlere de müjdeler versin diye biz vahy ettik. İnsanları
yaşadıkları hayatta o hayata karışmak üzere Rab’leri tarafından gönderilmiş
hayat programına, kulluk programına, hayatın sahibinin gönderdiği yasalara
uymaları, bu yasalar istikâmetinde bir hayat yaşamaları konusunda uyarması ve
Rab’lerinin hayat programına karşı gelen veya ondan habersiz bir hayat yaşayan
kimseleri cehennemle uyarması ve Rab’lerinin istediği şekilde yaşayan
mü’minleri de cennetle müjdelemesi için Biz o peygambere vahy ediyoruz.
Demek ki
peygamberin iki görevi var. Birisi uyarmak, diğeri de müjdelemek. Müjde
mü’minlere uyarı da tüm insanlığa mahsustur. Ama unutmayalım ki Rasulullah efendimize
indirilen bu kitabın uyarısı sadece kâfirlere değildir. Yâni zaman zaman bu
uyarının bize de dön-dürüldüğünü gördüğümüzde sakın yadırgamayalım, sakın kendimizi
uyarının dışında tutmayalım. Ne oluyor! Ben müslümanım! Ben iman etmişim! Ben
âlimim! Ben hocayım! Ben bu işin ilmini yapmışım! Ben müftüyüm! Ben şu kadar haccetmişim
diyerek bizi kitapla uyaran bir müslümanın uyarısını göz ardı ederek kitaba
ters düşen tavrımızı düzeltme hususunda inatçı olmayalım. Evet bu kitap kıyâmete
kadar tüm insanlığı uyarmaya devam edecektir. Bu kitabın uyarısını herkes
kendisine yapılmış bir uyarı kabul etmek zorundadır. Mü’min de kâfir de bu
kitabın uyarısıyla uyarılmak zorundadır.
Hiç birimizin ne âlimimiz ne
cahilimiz, ne hocamız ne hacımız, ne amirimiz ne memurumuz, ne zenginimiz ne
fakirimiz, ne güçlümüz ne zayıfımız, ne kadınımız ne erkeğimiz hiç birimizin
ben yolumu bulmuşum, benim bu kitabın uyarısına ihtiyacım yok demeye hakkı
yoktur. Yeryüzünün en şerefli insanları olan peygamberler bile Allah’tan gelen
bu uyarılara kulak vermişler, Allah’tan gelen bu âyetlerle hayatlarını
düzenlemişlerse artık bu konuda hiç birimizin kendisini bu kitabın uyarısından
müstağnî görmesi mümkün değildir.
Evet demek
ki bu kitap tüm insanlığı uyarmak ve mü’minlere de müjdeler vermek için
gelmiştir. Peki acaba mü’minlere müjdenin konusu neymiş? Neyle müjdeliyor
Rabbimiz mü’minleri? Kim ki bu kitapla beraber olur, gecesinde gündüzünde bu
kitapla hareket eder, hayatını bu kitapla düzenler, bu kitabı tanıyıp bu
kitabın istediği bir hayatı, Allah’ın kendisinden istediği bir hayatı yaşarsa:
Onlar için
Rab’leri katında doğruluk makamları “kademe sıdkın” vardır.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu “Kademe Sıdkın” ifadesinin bir kaç mânâsı vardır:
a: Kadem,
kıdem önde olmak, benzerlerini geçmiş olmak demektir. Bu adam şunlara göre daha
kıdemli deriz ya. İşte o mü’minler hem dünyada, hem de âhirette insanların en
kıdemlisi olacaklardır. Dünyada kitap hikmetine, peygamber hikmetine sahip olmaları
bakımından, vahiy bilgisine, varlık bilgisine sahip olmaları bakımından tüm insanlardan
kıdemlidir onlar. Levh-i Mahfuzda liste başıdır onlar. Kıyam günü kabirlerinden
ilk kaldırılanlardır onlar, Cennete ilk girecek olanlardır onlar. Her bakımdan
hem dünyada hem de âhirette kıdemlidir o mü’minler.
b: Veya
onların önceden takdim ettikleri sâlih amelleri sebebiyle, Rab’lerine
sundukları mal ve can karzları sebebiyle, önceden gönderdikleri hasenatları
sebebiyle onlar için Rab’leri katında çok yüce dereceler vardır. Tabii Rab’leri
katında bir dereceden söz edilince, birilerinin önünde olma, birilerini geçme
söz konusu olunca, elbette bu yarışta ileri geçmenin ölçüleri de Allah ölçüleri
olacaktır. Birileri parada öne geçme, birileri makamda, mansıpta öne geçmeyi
hedefleyebilir. Ama Allah ölçülerinde bunların hiç birisinin bir değeri yoktur.
Onun katında değerli olan Onun belirlediği yasalar çerçevesinde değerli
olanlardır.
c: Rasulullah
efendimizin Rabbine ve Onun rızasına yakınlığıdır. Kâinatın efendisinin Rabbine
yakınlığı sebebiyle onun şefaatine o mü’minler lâyık olacaklardır demek
olacaktır mânâ. Böylece anlıyo-ruz ki Rab’lerinden şerefli bir elçiye vahiy
gönderilmesi aslında kendilerini cennete ulaştıracak bir rahmet kapısının
açılışı ve Rab’leri katında kendilerine şefaat edecek, bu konuda mü’minleri
kurtarmak üzere ileri atılacak, öne geçecek kadem-i sıdk bir
elçinin gönderilişi anlamına gelmektedir ama bu insanlar bu nîmete karşı
nankörlük ediyorlar ve onu taaccüple karşılıyorlar diyor Rabbimiz. Yâni kendilerini
kurtarmak üzere kendilerine gönderilen bu elçinin gelişine, kendilerine böyle
bir rahmet kapısının açılışına memnun olmuyorlar.
Kâfirler
dediler ki gerçekten bu apaçık bir sihirdir veya bu apaçık bir sihirbazdır.
Yâni gerek peygamber ve gerekse onun okuduğu âyetler karşısında hayret ve
dehşete kapılan kâfirler onun karşısında âcizliklerini de itiraf adına diyorlar
ki bu ancak açık bir sihirbazdır, bilgiç bir sihirbazdır, profesyonel bir
sihirbazdır. Tabii Kur’an karşısında, peygamber karşısında kâfirlerin yapabilecekleri
başka bir şey yoktu. Vahiy karşısında ne yapacaklarını bilemeyen bu insanlar
iftiraya sarılarak peygamberi de onun getirdiği vahyi de reddediverdiler.
Kâfirler biliyorlardı ki o bir sihirbaz değildir. Biliyorlardı ki bu kitabın
âyetleri bugüne kadar hiç bir sihirbaz tarafından söylenememiş sözlerdi ama
sıkışınca ne yapsınlar başka diyecek bir şey bulamadılar ve öyle deyiverdiler.
Allah’ın
Resûlü onlara Allah âyetlerini arz edince Mekkeli müşrikler kesinlikle bunun
insan sözü olmadığını, olamayacağını insan üstü harikulade bir söz olduğunu
anlıyorlardı. Çünkü o güne kadar pek çok hatip, pek çok şair görmüşlerdi.
Onlardan hangisi söyleyebilmişti bunu? Hiç birisinin böyle sözleri
söyleyebilmesi mümkün değildi. Kendi içlerinden birisi olan Muhammed bin Abdullah’ın
böyle bir sözü söylemesi de mümkün değildi. Çünkü aralarında doğup bü-yümüştü.
Çocukluğundan beri tanıyorlardı onu. Kur’an’ın kesinlikle bir insan sözü
olmadığını biliyorlardı ama onu reddetmeye de karar-lıydılar ve onun için de
söyleyebilecekleri bir tek şey kalmıştı o da bu bir sihirden başkası değildir.
Kur’an-ı
Kerîme şiir dediler, sihir dediler, evvelkilerin masalları dediler, insan
sözünden başkası değildir bu dediler. Dediler ama bu-na kendileri de
inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse o zaman on-dan bu kadar korkmanın anlamı
ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip duran insan vardı. Buların hangisinin
arkasına bu kadar insan düşmüştü? Yok eğer Kur’an sihirse ve onu size getiren
Peygamber bir sihirbazsa, eh piyasada bu kadar sihirbaz var, bunlardan hangisinden
bu kadar korkulmuş? Hangisine karşı bu kadar tedbir alınmış? Bırakın eğer o bir
sihirbazsa piyasada bir sihirbaz daha dolaşsın. Ke-sinlikle biliyorlardı ki o
bir sihirbaz değil. Bunu içlerinden en bilginleri, en düşünürleri itiraf ediyor
ve bırakalım onu kendi haline eğer Araplara galip gelirse bu zafer bu şeref
bizim olur, yok eğer o bir peygamber değil de mağlup olacak olursa ondan
kurtuluruz diyorlardı.
Evet
dediler ki bu bir sihirdir ve peygamber de bir sihirbazdır. Peki şimdiye kadar
hangi sihirbaz bunları gösterebilmişti? Hangi sihirbaz bu sözleri
söyleyebilmiş? Meselâ Hz. Musâ’yı düşünün ona da sihirbaz demişlerdi. Hangi sihirbaz
becerebilirdi bunu? Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek olan
yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusuna sahip olan bir kralın sarayına böyle
bir cesaretle girebilmişti bugüne kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir idarecinin
karşısında hangi sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi? hangi sihirbaz
bir el çabukluğuyla, biz göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi açlık ve felâkete
sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar,
çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm suları kan haline
getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Hattâ Mü’min sûresinde anlatılır Allah’ın bu
güçlü elçisine karşı şöyle diyordu: Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya,
bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısırın yönetimini eline geçirmeye mi geldin?
Oysa kesinlikle biliyorlardı ki o güne kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle
bir memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar sadece kendisinden
mükâfatlar alabilmek o güne kadar onun ayaklarını öpmekten başka bir şey
yapmamışlardı bunu çok iyi biliyorlardı. Onun içindir ki Firavunun hem sen bir
sihirbazsın demesi hem de arkasından sen benim krallığımı ele geçirmek
istiyorsun demesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Gerek o
günkü Firavunun ve gerekse bugünkü Mekke müşriklerinin, gerekse yirminci asrın kâfirlerinin,
ateistlerinin peygambere sihirbaz, peygamberin getirdiği âyetlere de sihir
diyen bu insanların bu çifte standartları onun bir sihirbaz değil tüm bunları
Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını; ama saltanatlarının,
statülerinin yok olmasından endişe ettikleri için, hayatlarının değişeceğinden,
keyiflerinin kaçacağından, zevklerinin kaçıp bir kısım günahları
işleyemeyeceklerinden ötürü onu reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir.
3. “Doğrusu
sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi
düzenleyen Allah'tır, izni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbin olan Allah
budur. Ona kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz?”
O Allah,
size kitap gönderen, size elçiler göndererek sizin cennet yollarınızı açan,
gönderdiği kitapları ve elçileri vasıtasıyla kâfirleri cehennemle uyaran,
mü’minleri de cennet ve rahmetle müjdeleyen Allah, sizin Rabbiniz olan Allah
gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır.
Rabbiniz
olan, tüm kâinatın Rabbi olan sizin hayatınızı düzenleme gücüne, bilgisine ve
hikmetine sahip olan, sizin üzerinizde hâkimiyet, otorite ve yetki sahibi olan
Allah, sizin üzerinizde Kahhâr olan Allah, gökler ve yeryüzünü altı günde
yaratmıştır sonra da arşı istivâ etmiştir.
Bu altı gün
nasıl bir gündür bunu bilmiyoruz. Yâni şu bizim bildiğimiz 24 saatlik bir gün
değildir bu. Çünkü Rabbimizin gökler ve yeri yarattığı o dönem ne gün vardı, ne
de güneş. Çünkü bizim şu anda bir gün dediğimiz zaman dilimi dünyanın kendi
çevresinde dö-nüşüyle alâkalı bir zaman dilimidir. Kur’an-ı Kerîmde başka gün tabirlerini
de görüyoruz. Yaratılış günü, melek günü, dünya günü, âhiret günü, sürur ve
azap günleri gibi. Bunların ne demek olduklarını bil-miyoruz. Allah katında
malum olan bugünlerin ne demek olduğunu anlamasak da inanıyoruz ki Rabbimiz gökleri
ve yeri altı günde yaratmıştır.
Burada bir
de sadece göklerin ve yerin yaratılışından söz edilmektedir. Halbuki kâinatın
tümünün yaratılmasıyla onun bir parçasının yaratılması arasında Allah için her
hangi bir fark yoktur. Çünkü Allah için bir zerrenin yaratılışıyla kâinatın
gerçeği aynıdır. Evet yaratan var eden Allah’tır. Sizler ve her şey varlığınızı
Allah’a muhtaçsınız. Hayatın kaynağı Allah’tır. Hayatın sahibi O olduğu gibi
sonunda onu alacak olan da Odur.
İşte böyle
güçlü bir Allah’tan geliyor bu kitap ve bu peygamber.
Gökleri
ve yeri yaratmış sonra da:
Arşa istivâ
etmiştir. Tüm kâinatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına, egemenliği
altına almıştır. Canlı ve cansız tüm mev-cudatı kendi saltanatı altına
almıştır. İşlerini de O tedbir edip düzen-liyor. Tüm mevcudatı O yönetiyor. Her
şeyin melekûtunu, mülkiyetini elinde tutuyor.
Tedbir bir
işin istenilen sonuca ulaşması konusunda o işin önünü ardını, başını sonunu,
nasıl başlayıp nereye varacağını bilerek gözetmek, takdir etmek, idare etmek
demektir. Tedbir belli bir hikmete ve bilgiye uygun olarak işleri yaratmak,
takdir etmek demektir. Allah, müdebbirdir ve aynı zamanda kayyımdır.
Kayyum ise,
sürekli insanları ve tüm varlıkları görüp gözeten, güç ve kuvvetiyle onları
sevk eden, hareket ettiren, hareketlerini yaratan ve koruyandır. Evet Allah
Kayyum dur. Yâni kendi zatı ile kaimdir. Varlığı kendisindendir. Varlığı
konusunda başkalarına muhtaç değildir. Başkaları ise onunla kaimdir.
Tüm
varlıklar var olabilmek için ona muhtaçtırlar. Var olabilmek için ve
varlıklarını sürdürebilmek için her şey Ona muhtaçtır. Evet kayyum her an tüm
varlıklar âlemini idare eden ve ayakta tutan demektir.
“Yeryüzünde
yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah'a aittir. O, canlıları babalarının
sulbünden kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Her şey
apaçık bir Kitaptadır.”
(Hûd 6)
Evet tüm
varlıkların yaratıcısı ve idarecisi olan Allah, kâinattaki tüm varlıkların
yerlerini, rızıklarını, nerede olduklarını, nasıl bir hayat yaşadıklarını neye
muhtaç olduklarını, nasıl bir hayat programı izlemeleri gerektiğini bilen Odur,
belirleyen Odur.
Bu âyet-i
kerîme Rabbimizin rubûbiyetini gündeme getiren bir âyet-i kerîmedir. Dikkat
ederseniz âyet-i kerîmede önce yaratmadan söz ediliyor. Göklerin ve yerin
yaratıcısı olarak Rabbimiz kendisini or-taya koyduktan sonra, rubûbiyetini
ortaya koyuyor. Çünkü insanlar Allah’ın ulûhiyyetini tanıyor ve kabul
ediyorlardı. Yâni yaratıcı ve İlâh olarak bildikleri tanıdıkları bu Allah’ın
rubûbiyetini, yâni hayata karışmasını reddediyorlardı. Hayatlarına karışacak
başka Rab’ler, başka ilâhların varlığını iddia ediyorlardı. Halbuki Rab olanın,
ilâh olanın yaratıcı olması gerekecekti. Yaratıcı olmayanın ulûhiyet ve
rubûbiyet konusunda söz hakkı da olmamalıydı. Hiç bir şey yaratmayan hattâ bırakın
kendisi dışında bir şeyler yaratmasını kendisini bile yaratmaktan âciz olan,
kendisi de Allah’ın yaratmasına muhtaç olan âciz varlıkların asla rab
olamayacakları ilâh olamayacakları ortaya konulmak-tadır.
Madem ki yaratıcı
Odur, madem ki gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratan Odur, madem
ki mutlak güç ve kudret sahibi Odur, madem ki göklerde ve yerlerde ne varsa
hepsinin kendisine boyun büktüğü, arzu ve yasalarına teslim olduğu varlık
Allah’tır öy-leyse; ey insanlar: Siz de Ona boyun bükmek, siz de Onun belirlediği
yasalar istikâmetinde bir hayat yaşamak ve kulluğunuzu sadece Ona yapmak
zorundasınız. Tüm hayatınızda sadece Onu dinlemek zorundasınız.
Üstelik
dünyayı yaratıp da böyle köşesine çekilmeyen, sizi yaratıp da sizinle
ilgilenmeyen, sizi kendi halinize bırakan bir Rab değildir O. Benim işim buraya
kadardı, dünyanızı ve sizi yarattım işim bitti. Bundan sonra artık ne
dünyanızla ne de sizinle ilgilenmiyorum. Ne haliniz varsa görün, nasıl
isterseniz öylece yaşayın, keyfinize gö-re, bildiğinize göre bir hayat yaşayın
diyerek bizi kendi halimize terk eden bir Rab değil. Yaratıklarıyla sürekli
diyalog halinde olan, yaratıklarının hayatını, işlerini tedbir edip düzenleyen,
hayat veren, rızık veren, öldürecek ve yaptıklarımızdan bizi hesaba çekecek
olan bir Rab.
Evet işte
bu Allah arşı istivâ etmiştir. Arş bir kralın tahtına oturması demektir, ama
böyle cismâni bir oturuş değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf olması demektir.
Yâni hükümdarlığın, hâkimiyetin taht sayesinde değil tahtın hükümdar sayesinde
ikâmesi anlatılır. Yâni “İsteva maal arş” değil “İsteva
alel arş”dır. Yâni Allah arşla beraber oldu değil, arştan üstün oldu,
arşa hükmetti anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak, tek düze
olmak, yüksek olmak, yüce olmak, istila etmek, hâkimiyeti altına almak ve
kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz
zaman ve mekândan münezzeh iken acaba bu âyetiyle neyi kast ediyor. Burada
imanımız gereği diyebileceğimiz en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu
âyetiyle neyi kast ettiyse odur. Bu konuda te’vile gerek de yoktur, imkânımız
da yoktur. Çünkü bu tür âyetler müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda
bilgimiz olmadığı için aynen inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir.
Ama bu istivânın ne demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam
Mâlik efendimize istivâdan sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz
bir müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki: “İstivâ
malum, keyf ise gayri makuldür. Buna iman vacip, sual ise bidattir” der.
Bize
yönelik olarak şu kadarını söyleyelim: Allah Haydir. Allah tüm kâinata
hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü geçendir. Hıristiyanların dedikleri gibi
Allah gökleri ve yeryüzünü altı günde yarattı da sonra yedinci günü yorulup
dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristo’nun ve Aristo yolunun yolcularının,
demokratik kafaların dedikleri gibi dünyayı yaratmış sonra da ne haliniz varsa
görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben dünyayla ilgilenmiyorum diyerek
köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış değildir. Hayata karışandır Allah.
Hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü geçendir Allah. Çünkü yaratılış
bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış devam etmektedir. Şu anda
yaratılanlar Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm eylemlerimizi
yaratan Allah’tır.
Onun izni
olmadan kim şefaat edebilir? O izin vermeden kimin şefaate yetkisi olabilir?
Yukarıdaki âyetlerde gördük mülkün tamamı Allah’a aitken, göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah’ınken her şey ve herkes Allah’ın kulu iken, Allah’ın mülkü
iken kimin böyle bir şeye cesareti olabilir? Kim böyle bir şeye teşebbüs
edebilir? Allah’ı kim etkisi altına alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi
olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun en çok
sevdiği Peygamberler ve melekler bile Onun huzurunda ağızlarını bile açmaya
cesaret edemezler.
Kur’an-ı
Kerîm şefaat konusunu etraflı bir biçimde ele alıp anlatmıştır. Zira geçmişte
ve günümüzde insanların sapmalarının en büyük sebeplerinden birisi bu şefaat
meselesinin yanlış anlaşılmasıdır. Yahudilerin Hıristiyanların ve müşriklerin
sapak noktasıdır bu şe-faat konusu. Geçmişte sapanlar bu yüzden sapmıştır.
Yahudiler
Uzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar Îsâ Allah’ın oğludur dediler.
Müşrikler de melekler Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu
yaratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını
vermeye kalktılar. Gerekenden fazla değer verdiler. Bunların yaptıkları işlerin
başkaları tarafından yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bunların
yapamayacağını iddia ettiler. Diğer yaratıklardan ayırdılar bunları. Bunların
diğer varlıklardan daha çok Allah’a yakın olduklarını ya da Allah’ın bunlarla
daha çok ilgilendiğini iddia ettiler.
Aslında bütün bu iddiaların
altında yatan sebep Allah’a velîahtlar bulmak çabasıydı. Allah’a karşı torpilli
varlıklar bulmak çabasıydı. İşledikleri günahlara kılıf bulmak çabasıydı. Îsâ
Allah’ın oğludur! Uzeyr Allah’ın oğludur! Melekler Allah’ın kızlarıdır! derken
Allah’a torpil yaptırma gayretine giriyorlardı. Bir varlığın hatırından
çıkamayacağı, sözüne iş yapacağı varlık elbette onun en yakını oğlu ve kızı
olabilirdi.
Allah’ı insan gibi farz etmenin
yanılgısıydı bu. İnsanlara oğlu ya da kızı vasıtasıyla yaklaşılabildiğine göre
Allah’a da bu yakınları vasıtasıyla yaklaşabileceklerini, ona karşı da
şefaatçiler bulabileceklerini, torpil yaptırabileceklerini zannederek sapıp
gittiler. Bugün de pek çok insan böyle düşünmektedir. Dünkülerin sapak noktası
bugünkülerin de sapma konusu olmuş Allah korusun. Belki bir babaya oğlu, kızı
veya bir yakını vasıtasıyla yaklaşmak mümkün olabilir. Ona tesir etmek, onu
fikrinden vazgeçirmek mümkün olabilir belki ama yanıldıkları nokta Allah insan
gibi değil ki. Allah baba gibi değil ki.
Allah katındaki şefaatin insanlar
arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu düşünmek Allah’ı insan gibi düşünmek
ve Allah’ın sıfatları konusunda noksanlık izâfe etmektir ki bu şirktir ve
Rabbimizi bundan tenzih ederiz.
Bir kere
azaba lâyık olanlar için kesinlikle şefaat yoktur. Yâni kesinlikle ne kâfirler
için, ne ehl-i kitap için, ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar ne de müşrikler için
şefaat söz konusu değildir. Bunlar istedikleri kadar kendileri hakkında
şefaatte bulunacak varlıklar bulmaya çalışsınlar, istedikleri kadar filan
Allah’ın oğludur, falan Allah’ın kızıdır desinler kesinlikle onlar için şefaat
söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerîmde bunu anlatan pek çok âyet vardır.
Mü’minler
konusunda şefaate gelince bu kitap ve sünnetle caizdir ama, Kur’an’daki âyetlere
baktığımız zaman bu şefaatin aslı da şudur: Yarın Allah huzurunda, Allah
kullarına şefaatte bulunabilecek, şefaat edebilecek insanları Allah
belirleyecektir. Bunu Allah’ın izni belirleyecektir. Allah’ın izin vermediği
hiç bir kimse şefaat etme hakkını kendisinde bulamayacaktır. Meryem sûresinin
87. âyetinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"Rahmânın
katında ondan söz almış olan kimselerin dışında hiç kimse şefaate lâyık
olamayacaktır."
(Meryem
87)
Yine Tâ-Hâ
sûresinin 109. âyetinde şöyle buyurulur:
"O gün
Rahmânın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimselerden başkasının şefaati
fayda vermeyecektir."
(Tâhâ
109)
Bu ve
benzeri âyetlerden anlıyoruz ki şefaat edecek olanları yarın Allah
belirleyecektir. Allah’ın kendilerine şefaat izni verdiği insanlar ancak şefaat
edebileceklerdir. Evet şefaat edicileri Allah belirleyecek, ama şurasını da
asla unutmayalım ki şefaat edilecek olanları da yarın Allah belirleyecektir.
Yâni meselâ yarın Allah bana
şefaat edebilme müsaadesini verse ben babama anama, kayınpederime, bacanağıma,
arkadaşlarıma şefaat edemeyeceğim de Allah’ın şunlara, şunlara şefaat edebilirsin
diye benim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat edebileceğim. Evet
şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de yarın Allah belirleyecektir.
Öyleyse bugünden birilerini şâfî makamında görüp onların ellerine eteklerine
yapışmanın anlamı yoktur. Yarın bizi kurtarırlar diye Allah’a yapılması gereken
kulluk birimlerinden bazılarını onlara yapmanın anlamı yoktur. Bilmiyoruz ki belki
de bugün bizim şâfî makamında gördüklerimiz yarın şefaat ediciler olmak şöyle
dursun belki de şefaat edileceklerin içinde bile yer almayabilirler.
Öyleyse unutmayalım ki şefaatin
tamamı Allah’a aittir. Ve de kulluğun tamamı sadece Ona yapılmalıdır. Şefaat
edecek ümidiyle kulluğu parçalayıp da Allah’tan başkalarına da kulluk yapmaya
kalk-mayalım. Kulluğumuzu sadece Allah’a yapalım, sadece Allah’a gü-venelim,
sadece Allah’a bel bağlayalım, sadece Ona dua edelim, sa-dece Ona sığınalım. O
dilerse beni sana, seni bana şefaatçi kılar yeter ki biz Onu razı etmeye
çalışalım.
Şefaat
yetkisi bütünüyle Ona aittir. Çünkü O sizin Rabbinizdir.
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir.
Kur’an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm peygamberlerin ortaya koyduğu
Allah sizin Rab-binizdir. Rab makamında, ulûhiyet makamında, hayatınızın kanunlarını
düzenleme konusunda Rabbiniz Odur. O her şeyin yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi
odur. Hayatın kaynağı Odur. Göklerin yerin gecenin, gündüzün, meyvelerin,
sebzelerin sahibi Odur. Malımızı, evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, makamımızı,
paramızı, pulumuzu, aklımızı, zekamızı, bilgimizi her şeyimizi yaratan Odur.
Allah Hâlıktır o halde ,Ona kulluk edin. Madem ki her şeyinizi yaratan Odur,
madem ki her şeyinizi veren Odur o halde sadece Onu dinleyin.
Zaten
problem işte buradadır. Yaratıcı olarak herkes Allah’ı kabul ediyor da Rab
olarak, hayata karışıcı olarak Onu kabule ya-naşmıyorlar. Meselâ müşrikler
yaratıcı olarak, her şeyin var edicisi olarak, göklerin ve yerin yaratıcısı
olarak Allah’ı kabul ediyorlardı ama Rab olarak, hayata karışıcı ve kanun
koyucu olarak Onu kabul etmi-yorlardı. Rızık verici olarak, yaratıklarının
tümünü doyurucu olarak Allah’ı biliyorlar inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici
olarak Allah’a inanmıyorlardı. Yasa belirleyici olarak, hayata karışıcı olarak
Allah’ı kabul etmiyorlardı.
Halbuki
Rab; terbiye eden, efendi, mürebbi, mâlik sahip gibi anlamlara geldiği gibi
yaratıcılık özelliği de söz konusudur. Rab top yekun varlıklar âleminin var
edicisi ve var ettiklerinin hayat programını da tanzim edicisidir. Rab kula
nasıl bir hayat yaşayacağını belirleme makamında olan varlıktır. Bundan
dolayıdır ki Allah Resûlünün: Onlar Allah’ı
bırakıp da Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl haram yasalarını
bir kenara bırakıp da din adamlarının idarecilerinin helâl haram yasalarını
kabul eden Hıristiyan ve Yahudiler için Allah’ı bıraktılar da din adamlarını
Rab’ler edindiler hadisi bunu anlatır.
Demek ki
Rab varlıklar dünyasının, melekler, cinler ve insanlar âleminin yaratıcısı ve
yaratma yasasının koyucusudur.
Burada
Allah’ınıza kul olun! demek yerine "Rabbinize kul olun!" denildiğine
göre şöyle bir espriyi de hatırlayalım: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul
olunki o sizin Rabbinizdir. Çünkü Rab demek hayata program çizen varlık
demektir. Rab demek günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek yap
ve yapma! deme yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya
hak kazandırıcı bir özelliği de var Allah’ın o da hem yaratıcı hem de İlâh olmasıdır.
Yâni başka çareniz yok sadece Onu
dinlemek zorundasınız çünkü sizi yaratan Odur. Sizin her şeyinizi yaratan, yaratan
Odur. Şu andaki hayatınızı size lütfeden Odur. Elinizi ayağınızı, aklınızı
fikrinizi, gecenizi gündüzünüzü, paranızı, imkânınızı veren Odur. Minnet duyacağınız,
karşısında eğileceğiniz, yasalarına boyun bükeceğiniz tek varlık Odur. Öyleyse
sadece Ona kulluk edin. Sadece Onu razı etmeye çalışın. Sadece Onun istediği
biçimde bir hayat yaşayın. sadece Onun arzularını gerçekleştirin.
Akıl etmez
misiniz? Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Madem ki tüm varlıkları, tüm kâinatı
yaratan odur, madem ki sizi ve sizin olan her şeyi yoktan var eden Odur, madem
ki yaratıcınız, rızık vericiniz, doyurucunuz, diriltici ve öldürücünüz olan bir
Rable karşı karşıyasınız, madem ki şefaatin tümü de kendisine ait olan,
egemenliğin, hâkimiyetin tamamı kendisine ait olan yaşadığınız bu hayatın
sonunda kendisine hesap ödeyeceğiniz bir Allah’la karşı karşıyasınız öyleyse unutmayın
ki kulluğunuz da sadece Ona olacaktır. Madem ki yaratıcı Odur, öyleyse
unutmayın ki İlâh da Odur. Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olması gereken
minnet duyacağınız varlık da Odur. Sadece Onu dinleyecek ve sadece Onun
istediği gibi yaşayacaksınız.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz
Ona kulluktan kaçın. İsterseniz Onu bırakıp Onun kullarına kulluk yapmaya çalışın.
İsterseniz Rab-binizi bırakıp içinizden bir kısım âciz varlıkları tanrılaştırıp
onların yasaları istikâmetinde bir hayat yaşayın. Ama şunu asla unutmayın ki:
4. “Hepinizin
dönüşü, Onadır. Allah'ın vaadi haktır. O, önce yaratır, sonra inanıp yararlı
işler yapanların ve inkâr edenlerin hareketlerinin karşılığını adâletle vermek
için tekrar diriltir. İnkârcılara, inkârlarından ötürü kızgın bir içecek ve can
yakıcı azab vardır.”
Dönüşünüz
Onadır. Attığınız her adım, alıp verdiğiniz her nefes sizi Ona doğru
götürmektedir. Yaşadığınız bu hayatın sonunda yaptıklarınızın hesabını vermek
üzere Onun huzuruna gideceksiniz. Onun yargılamasıyla karşı karşıya
geleceksiniz. Sizler şu anda Onun tarafından getirildiğiniz bu dünyada her an
Ona doğru koşmaktasınız. Unutmayın ki Allah’ın vaadi haktır. Allah vaadinde
asla hulf etmeyendir.
Allah ne demişse, ne vaadetmişse
hepsi haktır. Öleceksiniz demişse, sonra dirilecek ve hesaba çekileceksiniz
demişse haktır, doğrudur. Benim istediğim biçimde yaşayanlara cennet var demişse,
Beni ve Benim istediğim kulluğu tanımadan yaşayanlar, Benden başkalarına kulluk
yapanlar cehenneme gidecek demişse haktır doğrudur. Benim kitabım sayesinde
insanlar izzet ve şeref kazanacaklar, Benim yasalarıma uygun yaşayanlar
yeryüzüne hakim olacaklar, kendi hevâ ve heveslerini putlaştıranlar da
yeryüzünde zelil bir hayatın sahibi olacaklar demişse haktır. Kâfirler cehenneme,
mü’minler de cennete gidecekler demişse doğrudur. Allah ne demişse, nelerin ger-çekleşeceğini
haber vermişse sonunda mutlaka onlar gerçekleşecektir. Bundan hiç kimsenin en
ufak bir şüphesi olmasın.
O Allah,
tüm mevcudatı yoktan var edendir. Yarattıklarını tekrar öldürüp diriltecek olan
da Odur. Peki niye böyle yapacakmış Rab-bimiz? Yâni niye yaratmış insanları?
Niye diriltecek öldürdükten sonra? Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman
etmiş, Allah’tan gelenlere, Allah’ın istediği biçimde iman etmiş ve bu
imanlarını sadece söz planında bırakmayarak hayatlarında görüntülemiş,
imanlarının gereğini yapmış, yaşamış, pratize etmiş, imanlarından kaynaklanan
bir hayat yaşamış mü’minleri adâletle mükâfatlandırmak için. Rabbimiz hakla adâletle
mükâfat verecektir.
Çünkü Rabbimizin yaptığı her
işinde adâlet vardır. Allah haktır, kendisi haktır, gökleri ve yeri,
göktekileri ve yerdekileri yaratması haktır, bizi yaratması haktır, bize hayat
programı olarak gönderdiği kitabı haktır, bize kulluk örneği olarak gönderdiği
elçileri haktır, bizi öldürmesi haktır, öldükten sonra bizi yeniden diriltip
hesaba çekmesi haktır ve yine Onun hak yasaları gereği mü’minlere karşı mükâfat
vermesi, yaşadıkları müslümanca bir hayatın sonucu olarak onları cennetle ve
rahmetle ödüllendirmesi de haktır.
Elbette adâlet bunu gerektirmektedir.
Herkes nasıl yaşamışsa sonunda mükâfat veya ceza ona göre takdir edilecektir.
Rabbimizin adâleti gereği herkes neye lâyıksa onu bulacak. Mü’min de kâfir de
yaşadıkları bu hayatın sonunda Rabbimizin âdil hükmüyle karşı karşıya gelecektir.
Kim neyi hak etmişse onu bulacaktır.
Demek ki bu
dünyada Allah’ın istediği biçimde yaşamış mü’-minlere bu tür mükâfatlar vardır.
Peki kâfirlere ne varmış öbür tarafta?
Kâfirlere
gelince onlar için de Hamîm’den kaynar sudan bir içecek ve kâfirliklerinden dolayı
da elem verici, acıklı bir azap vardır. Hamim kâfirlere cehennemde sunulacak
içkidir. Kaynar su, maden eriyiği ya da kâfirlerin gözyaşlarıyla dolmuş
havuzlardaki birikintidir ki onlara orada içirilecektir.
5. “Güneşi
ışıklı ve ayı nûrlu yapan; yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak
yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen
millete âyetleri uzun uzadıya açıklıyor.”
Allah
güneşi bir aydınlık olarak yarattı. Ayı da bir nûr olarak yarattı. Evet
güneşimizi yaratan O, ayımızı yaratan O, yeryüzünü ya-ratan, gökleri yaratan,
yerdekileri ve göktekileri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yaratan, karanlıkları
ve nûru yaratan, güneşi zıya, ayı nûr kılan ve tüm bunları bizim hizmetimize
âmâde yapan Allah’tır. Öy-leyse hamd da Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a
aittir. Övülmeye lâ-yık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık
Odur. Sözü dinlenmeye lâyık tek varlık Odur.
Böyle iken Allah’ı tanımayanlar
başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk
etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya
çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a
denk tutuyorlar, aya, güneşe, yıldızlara veya maddeye tapınmaya çalışıyorlar.
Ki-mileri Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına oturtarak ona denk tu-tuyorlar,
kimileri yeryüzünde Ona arkadaşlar izâfe ederek, ahbaplar izâfe ederek,
vekiller ve yetkililer izâfe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe ederek,
kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa toprağa, kimileri kadına,
kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğut-lara tapınarak onları
Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır.
Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür.
Tüm bu
semavat ve arzdakileri yarattığı için Allah hamd e lâyıktır. Gökleri ve yeri
yarattığı için, insanı yarattığı için, göktekileri yerdekileri insanın
hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı ilâh
olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla
ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da deniliyor ki onlar bütün
bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de Allah’a denk ilâhlar bulmaya
çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da hayatlarında söz sahibi kabul edip
onların sözlerini de dinlemeye, onların arzularını da gerçekleştirmeye, onların
kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki ilâh olanın, rab olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı
Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var
mı? Ayı, güneşi, yıldızları, havayı, suyu yaratan başka birileri varsa tamam
onlara da kulluk yapalım.
Belki de
güneşin bir aydınlık ayın da bir nûr olarak ifade edilmesi ayın ışığını
güneşten aldığını beyan içindir. Yâni ayda aslında ışık yoktur da ışığını
güneşten almaktadır deniyor, bu ifade belki de buna işaret ediyor.
Ve ay için
de menziller takdir ettik ki onunla senelerin ayların hesabını bilesiniz diye.
Eğer Rabbimiz gecemizin zülüflerini aydınlatan aya, menziller, konaklar takdir
buyurmasaydı biz bugün günlerimizin aylarımızın hesabını bilemezdik. Eğer
Rabbimiz bize rahmetinin gereği tepemizin üzerine böyle bir takvim yerleştirmeseydi
zamanı nereden bilebilecektik? Rahmetinin gereği geceyi ve gündüzü yaratmasaydı,
bizler hep gece karanlığında ya da gündüz aydınlığında olsaydık bu hayatı nasıl
yaşayacaktık? İşlerimizi nasıl görecek, yolumuzu nasıl bulacak veya dinlenmemizi,
uykumuzu nasıl gerçekleş-tirecektik? Ama rahmetiyle bizi yaratan Rabbimizin bizim
bu dünyada düzenli bir hayat yaşayabilmemiz için gerekli her türlü ortamı da hazırlamıştır.
Daha bizi yaratmadan bu dünyada bizim rahat etmemiz için tüm hayat
standartlarını hazırlamıştır Rabbimiz. Yiyip içeceklerimizden tutun da zaman
ayarlamamıza kadar hiç bir şeyimizi ihmal etmemiştir.
Hal böyleyken bütün bunları
yaratan Rabbine karşı şu insan oğlu ne kadar da nankör davranıyor değil mi?
Yaratılışı kendi elinde olmadığı halde, kendisine hayat için lâzım olan
şeylerin hiç birisini kendisi yaratmadığı halde, ne varlığının ne de var
edildiği hayatın dü-zenlenmesi konusunda kendisi söz sahibi olmadığı halde,
ölümü ko-nusunda da en ufak bir söz hakkı olmadığı halde yine de kendisini bir
şey zannedip Rabbine karşı kafa tutmaya kalkışmaktadır. Benim aklım var, benim
anlayışım var, benim bilgim var, benim keyfim var, benim kimseye ihtiyacım
yoktur. Ben kendi hayatımı kendim düzenleyebilirim. Ben hayatıma kimseyi karıştırmam.
Benim hayatıma Allah karışamaz. Benim Allah’ın kitabına da, Onun hayat programına
da, Onun elçisine de ihtiyacım yoktur diyen insan ne kadar da nankör, ne kadar
da zavallı bir tavır sergilemektedir.
Halbuki bu hayata gelişi de kendi
elinde değil gidişi de. Halbuki hayatın sahibi de ölümün sahibi de Allah’tır.
İnsanın sahibi de mülkün sahibi de Allah’tır. Hayat onun elinde, memat Onun
elinde, mülk Onun elinde, güç, kuvvet, saltanat Onun elindedir. Halbuki bizim hayatımızın
düzenini koyan da Allatır. Hayatın değişmez yasalarını koyan da Odur.
Düşünün bir kere. Acıkmadan
yaşayabiliyor muyuz? Susama-ya çare bulabiliyor musunuz? Üşümeye çare bulabiliyor
musunuz? Ölüme çare bulabiliyor musunuz? Hayır bizler zaten fıtraten Allah ya-salarına
boyun bükmüşüz. Öyleyse izdırari olarak boyun büküp teslim olduğumuz Allah
yasalarına, ihtiyarî olarak da teslim olmak zorundayız. Yâni müslüman olmak ve
Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız.
Çünkü Allah
bütün bu yarattıklarını boş yere, laf olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı her
şeyi hakla, hak olarak, hak yasalara bağlı olarak yaratmıştır. Ve bilen bir
kavim için, anlayan bir toplum için, bu yaratılan âyetler üzerinde düşünen,
kafa yoran, ibret almaya çalışan insanlar için bunların her birerinde ibretler
vardır. Ancak bu âyetlerden bilenler ibret alacaklardır. Akıl sahipleri,
akıllarını kullananlar ibret alacak ve onları yaratana kulluğa karar vereceklerdir.
Kâfirler zaten akılsızlardır. Zaten kâfirin aklı olsaydı müslüman olurdu.
6. “Gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde
yarattıklarında, O'na karşı gelmekten sakınan kimseler için âyetler vardır.”
Allahu
Teâlânın gökleri ve yeri yaratmasında muttakiler için âyetler vardır.
Muttakiler için, takva erleri için âyetler deliller vardır. Allah adına bir
hayat yaşamak isteyen, Allah’la yol bulmak isteyen, yolunu Allah’a sorarak
yaşamak isteyen, Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmiş kimseler için âyetler
vardır. Gözümüzün önünde görsel âyetler, kulağımızın dibinde metluv âyetler,
semavat ve arzda bizi yaratıcıya götürecek, Allah’ın varlığına mihmandarlık
yapacak pek çok âyetler vardır.
Bütün bu âyetlerle birlikte bir
hayat yaşamak, bütün bu âyetler arasında onların delaletiyle bir hayat yaşamak,
işte Allah’ın bizden istediği hayat budur. Allah’ın bizden istediği kulluk
budur. Ama insanlardan kimileri bu âyetleri görmezden gelerek, Allah’ın
âyetlerini örterek, örtbas ederek, Allah’ın âyetlerini gündemlerinden düşürerek,
sadece dünyayı tercih ederek bir hayat yaşamadan yanalar. Allah’-tan ve
Allah’ın hayat programından habersiz keyiflerinin istediği gibi bir hayat
yaşamadan yanalar.
7,8.
“Bizimle karşılaşmayı ummayan ve dünya hayatından hoşnut olup ona bağlananların
ve âyetlerimizden habersiz bulunanların, işte bunların kazandıklarına karşılık
varacakları yer cehennemdir.”
Bizimle kavuşmayı ummayanlar, bizimle
karşı karşıya gelecekleri randevu gününü hesaba katmayanlar, ölüm ötesini
hesaba katmadan yaşayanlar, öldükten sonra dirilip hesaba çekileceklerini kabul
etmeyenler, dünya hayatından razı olup onu tatminkâr bulanlar, dünyayla mutmain
olup onun ötesinde âhirete bir meyil bir arzu duymayanlar, dünyayı ve dünya
nîmetlerini yeterli bulup âhiret adına bir yatırımda bulunmayanlar.
Evet işte ancak bunlar bizim
âyetlerimizden gafildirler diyor Rabbimiz. Evet işte Allah’ın âyetlerine karşı
gaflet içinde olanlar bunlardır. Kim ki dünyayı yeterli bulur, kim ki dünyayı
hedef bilir, dünya ve içindekilerden razı olur, onu tatminkâr bulur, onunla
yetinmeyi dü-şünür, dünyayla mutlu olur ve dünyanın ötesindeki âhiret mutluluğunu,
cennet nîmetlerini ve cennet saadetini arzu etmezse elbette bu kişi Allah’ın
âyetlerinden gafil olacaktır. Benim için önemli olan dünyadır, dünyam iyi olsun
da gerisi önemli değildir, dünyada ulaşayım da gerisi önemli değildir diyerek,
dünyayı tatminkâr görerek tüm plan ve programını dünyayı kazanma adına yapan
bir kişinin elbette Allah’ın âyetleriyle ilgilenmesi mümkün olmayacaktır.
Elbette Allah’ın âyetlerinden
gafil olan bir kimse de dünya hayatını Allah’ın istediği gibi değil de kendi
istediği biçimde değerlendirecek ve böylece o kişinin dünyası da âhireti de
berbat olacaktır. Çünkü Allah’ın istediği biçimde yaşanmayan dünyanın Allah katında
hiç bir değeri yoktur. İmtihan için geldiğimiz bu dünya hayatı Allah’ın
istediği gibi değerlendirilir, Allah’ın belirlediği hayat programı istikâmetinde
yaşanırsa bir değer ifade edecektir. Dünyayı Allah’ın istediği biçimde
değerlendiren insanların dünya hayatları da güzel, âhiret ha-yatları da güzel
demektir. O zaman mü’min dünyada da cennet hayatını yaşamış olacaktır. Ama
dünyada Allah’ın programıyla değil de kendi hevâ ve hevesleriyle yaşayan ve
yine kendi hevâ ve hevesleriyle dünyayı hedef bilen, onunla tatmin olan, onu
yeterli gören, onun ötesindeki hayata hazırlık içinde olmayan kişi Allah’ın
âyetlerinden habersiz, Allah’ın âyetlerine karşı gaflet içinde yaşayan kişi
demektir.
İşte
böylelerinin varacağı yer cehennemdir. Dünyada yaptıklarından dolayı,
kazandıklarından dolayı onların gidecekleri yer cehennemdir, ateştir. Evet işte
dünya hayatında dünyayı hedef bilen, dünyayı tercih edip âhireti ve âhiretteki
mutlulukları mükâfatları hesaba katmadan bir hayat yaşayan, yaşadığımız hayat ancak
işte bu dünya hayatıdır, bunun ötesinde başka bir hayat yoktur. Varsa da yoksa
da hayat bu dünya hayatıdır, bu hayatın ötesinde ne dirilme vardır ne de hesap
kitap diyerek hayatını dirilme de hesap
kitap da yoktur inancına bina ederek yaşayan, dünyada ne bulmuşlarsa mal mülk,
ev bark, dükkan tezgah, şan şöhret, yeme içme, giyinme kuşanma gibi onlardan
razı olan, onlarla övünen insanların sonunda gidecekleri yer burasıdır.
İşte bunlar bizim âyetlerimizden
gafildirler buyururken Rab-bimiz bu duruma düşmenin sebebini de aslında burada
açıklamış oluyor. Allah’ın âyetlerinden gaflet. Allah’ın âyetlerinden
habersizce bir hayat yaşamak. Allah’ın hayatımıza diktiği işaret levhâlârını
örte-rek, Allah’ın yol gösterici uyarılarını gündemden düşürerek yaşanan bir hayatın
sonucu elbette böyle olacaktır. Bir insan düşünün ki Allah tarafından dünyaya
getiriliyor, dünyada kendisi için gerekli tüm ya-şam şartları hazırlanıyor,
muhtaç olduğu tüm nîmetler cömertçe kendisine sunuluyor ve yine Allah tarafından
geçici bir imtihan süresi için getirildiği bu dünyada nasıl bir hayat
yaşayacağına dair kendisine bir hayat programı gönderiliyor, bu programın
icrası konusunda kendisine örnek elçiler sunuluyor. Sonra da eğer böyle bir
hayatı yaşarsan sonunda Rabbinin cenneti var, değilse sen bilirsin ateş seni
bekliyor diye açık, açık uyarılıyor.
İşe bütün bunlara rağmen bir
insan düşünün ki Allah’ın kendisine verdiği bu hayattan istifade ediyor, Allah’ın
kendisine verdiği tüm nîmetleri kullanıyor ama Allah’ın kendisine gönderdiği
vahyi reddediyor, bu hayatın yaşam kurallarını, hayatın katalogunu görmezden
geliyor Allah’ın kendisine gönderdiği peygamberin hayat programını reddediyor
ve kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışıyor. Kendi
görüşlerine, kendi heveslerine tapınarak bir hayat yaşamaya kalkışıyor. Şehvetleri
varsa, kadın kız varsa, para pul varsa, şöhret, alkış varsa, yeme içme varsa
tamam, bundan başkası bize lâzım değil diyorsa elbette onun gideceği yer de
cehennemdir ateştir.
Rabbimizin
bu uyarıları istikâmetinde kendimizi hesaba çekmek zorundayız. Acaba okuduğumuz
bu âyetler çerçevesinde bizim yerimiz neresidir? Bu âyetler ışığında acaba
bizim konumumuz nedir? Acaba yaşadığımız hayatta ne kadar dünyacıyız ne kadar
âhiretçiyiz. Acaba yaşadığımız hayat gerçekten Allah’ın âyetlerinden kaynaklanan
bir hayat mı, yoksa Allah’ın âyetlerinden gaflet içinde, onlardan habersizce bizim
kendi hevâ ve heveslerimizden kaynaklanan bir hayat mı? bunu çok ciddi düşünmek
zorundayız. Yâni acaba dünyamız için âhiretimizi fedâ etmiş, âhireti unutarak
tüm plan ve programlarımızı dünya için mi yapıyoruz? bunu çok ciddi düşünmek
zorundayız.
Elbette müslümanın
hayatında da dünyayla ilgilenme vardır. Yeme, içme, giyinme, kuşanma, kazanma
harcama gibi. Çünkü biz dünyada yaşıyoruz, dünya şartlarında yaşıyoruz. Ama müslüman
hiç bir zaman dünyası için âhiretini fedâ eden insan değildir. Müslüman dünyasını
Allah için, Allah’ın haber verdiği ebedî saadet yurdu âhiret için yaşayan
insandır. Bunu hiç bir zaman unutmamalıyız. Onun içindir ki bu âyetler ışığında
kendimizi hesaba çekmek zorundayız.
Acaba şu anda Allah’ın âyetleri
bizim gündemimizde ne kadar yer işgal ediyor? Acaba gündemimizde ne kadar
cennet var? cehennemi ne kadar düşünebiliyoruz? Gündemimizde dünya mı var yoksa
bunlar mı? En çok dert edindiğimiz şey nedir? bunu ciddi ciddi düşünmek
zorundayız. Eğer şu anda bizim dünyamızda bizim gündemlerimizde gerçekten
âhiret hakimse, gerçekten cennet ve cehennem hakimse, yaşadığımız hayatta tüm
eylemlerimizde, tüm tavırlarımızda, tüm amellerimizde hakim unsur bunlar ise o
zaman biz hayata Allah’ın âyetleriyle bakabilecek, hayatı Allah’ın vahyiyle değerlendirecek,
problemlerimizi Allah’ın âyetleriyle çözümleyecek ve Allah’ın bize lütfettiği
bu dünya hayatını Allah’ın istediği biçimde değerlendirecek bir noktadayız demektir.
Ama bütün hemmimizle, bütün
gayretimizle dünyaya yönel-miş, dünyanın peşine takılmış, dünyayla tatmin olmuş,
daha fazla ka-zanma, daha fazla üretim, daha fazla ekonomi, daha fazla alkış, daha
fazla makam, daha fazla koltuk ve şöhret peşine takılıp, dünyanın içine gömülüp
âhireti hatırımıza bile getirmeyecek bir pisliğin içine düşmüşsek, o zaman
bilelim ki biz Allah’ın âyetlerinden uzak, Allah’ın hayat programından habersiz
bir hayatın içindeyiz demektir ki bu ha-yatın sonu cehennemdir.
Allah’a kulluğa, Allah’ın dinini,
Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini tanıyarak iyi bir müslüman olmaya ayrılması
gerek zamanın sadece para kazanmaya ayrıldığı bir hayat insanı cehennemden başka
bir yere götürmez.
Allah’ın âyetleriyle birlikte
olmayan, Allah’ın âyetlerinden habersiz yaşayan, toplumun empoze ettiği sahte
âyetlerle, toplumun sunduğu sahte hedeflerle, sahte önderlerle, sahte peygamberlerle,
şeytanla ve şeytan vahiyleriyle hareket eden bir kimsenin gideceği yer elbette
şeytanların gidecekleri yer olacaktır.
Bundan
sonraki âyetinde kendi âyetleriyle hareket eden, Allah’ın âyetlerini gündeminde
canlı tutarak o âyetler istikâmetinde bir hayat yaşayan ve böylece dünya ve
âhiret dengesini Kur’an, yâni tercihini Allah’ın istediği şekilde bir hayattan
yana kullanan, ölüm öte-si hayatı hesaba katarak yaşayan mü’minlerin hem
dünyada hem de âhirette kazanacakları mükâfatları mutlulukları anlatacak
Rabbimiz bakın şöyle buyuruyor:
9. “İnananlar ve yararlı iş yapanları, imanlarına
karşılık Rab’leri doğru yola eriştirir; nîmet cennetlerinde onların altlarından
ırmaklar akar.”
İman
edenler Allah’a, Allah’ın istediği biçimde, iman edenler, Allah’tan gelenlere
Allah’ın gönderdiği biçimde iman edenler, peygambere Allah’ın gönderdiği
örnekliliği içinde iman edenler, kitaba Allah’ın istediği biçimde iman edenler.
Evet inanılması gerekenlere Allah’ın istediği biçimde iman eden ve bu
imanlarını sadece söz planında, iddia planında bırakmayarak hayatlarında
görüntüleyenler, imanlarının pratiğini gerçekleştirip amele dönüştürenler,
imanlarının nasıl pratize edileceği konusunda peygamberlerini adım adım takıp
edenler.
Allah’a iman, Allah’ın istediği hayatı yaşamaya imandır. Kitaba iman,
hayatı onunla düzenlemeye ve amellerini kitap kaynaklı yapmaya imandır.
Peygambere iman, da onun hayatta örnekliliğine imandır.
Evet işte
böyle iman edenler ve imanlarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntüleyenler
var ya işte bunlara imanları ve teslimiyetleri sebebiyle Rab’leri hidâyet
edecek onlara dosdoğru yolunu gösterecektir.
Demek ki
bir insan imanından da, küfründen de bizzat kendisi sorumludur. Yâni Rabbimiz
insanları kendi iradeleriyle baş başa bırakmaktadır. İnsanlara iman ya da küfürden
her hangi birisini tercih imkânı vermekte ve hür iradesiyle yapacağı bu
tercihine göre onu sorumlu tutmaktadır.
Rabbimiz hiç kimseyi kendisine
özgür bir irade vermedikçe sorumlu kılmıyor. Rabbimiz kullarına akıl vermiş,
hayrı şerri birbirinden ayırt edecek temyiz vermiş, yâni hayır ve şer yollarını
da göstermiş, peygamberler göndermiş, o peygamberleri vasıtasıyla yol
gösterecek âyetler indirmiş sonra da insanlara şöyle buyurmuştur: Kullarım, ben
size hayrı da şerri de, hakkı da bâtılı da, cenneti de cennet yolunu da
cehennemi de cehenneme götürü yolları da gösterdim. Size bu ikisinden birisini
tercih imkânı ve iradesi de verdim. Haydi buyurun bu özelliklerinizle ya kabul
edin ya da reddedin. Artık bundan sonra hiç birinizin her hangi bir mâzeret
ileri sürmeye hakkınız kalmamıştır.
Kâfirliği seçen, seçimini kâfirlikten
yana kullanan insanın suçlusu başkası değil bizzat kendisidir. Hür iradesiyle
de İslâm’ı seçen, seçimini Allah’a kulluktan yana kullanan kimsenin bu güzel
sorumluluğu da kendisine aittir. Çünkü onu bizzat seçen kendisidir. Çünkü bir
kimse hür iradesiyle İslâm’ı seçmedikçe, iradesini o istikâmette kullanıp
gereğini yerine getirmedikçe Allah zorla onun İslâm’ını da onay-lamıyor.
Allah zorla hiç kimseyi müslüman
yapmıyor. Zorla hiç kimseyi kâfir yapmadığı gibi müslüman da yapmıyor. Bir adam
kendi gönlüyle kendi iradesiyle kâfirliği tercih edecek, Allah onun tercihini
onaylayacak ve bu tercihine göre bir hayat yaşayacak ve sonunda bu tercihinin
âkıbetine katlanacak. Veya adam kendi hür iradesiyle müslüman-lığı tercih
edecek, Allah onun tercihini onaylayacak ve hayatını bu imana bina edecek ve
sonunda bu tercihinin karşılığını görecektir ve kurtulacaktır.
Durum böyle
olunca da ne kâfirlerin ne de müslümanların bugün kaderci bir anlayışa
kapılarak benim bu tercihim ve bu tercihe bağlı olarak yaşadığım hayatımın
suçlusu ben değilim bunun suçlusu kaderimdir, suçlusu Allah’tır diyerek tüm
günâhlarından sıyrılması mümkün değildir. Bu felsefeye kapılarak insanların tüm
pisliklerin-den, tüm rezaletlerinden sıyrılarak kendilerini temize çıkarma
gayretleri Allah’tan ve Allah’ın âyetlerinden gafil bir şekilde kendi şeytani
felsefelerinin ardına düşmelerinden, bilgisizce, mesnetsizce kendi hevâ ve
heveslerini putlaştırmalarından kaynaklanmaktadır. İşte Allah’ın kitabında
haber verdiğine göre Allah hiç kimsenin tercihinden, hareketlerinden sorumlu
değildir.
Allah hiç bir kimseyi hiç bir
tercihe zorlamamaktadır. Hiç bir kimseyi hiç bir harekete zorlamamaktadır.
Aksine insanlar hür iradeleriyle iman ya da küfürden birini kendileri
seçmektedirler. Binaenaleyh kendi hür iradesiyle küfrü tercih eden kâfirin
cehenneme kadar yolu var diyoruz. Ama imanı, teslimiyeti ve cenneti tercih eden
kullarına da Rabbim bu tercihlerine göre hidâyet etmektedir.
Onlar, o
mü’minler bu tercihlerinden ve bu tercihlerine uygun olarak yaşadıkları müslümanca
bir hayatlarından ötürü altlarından ırmaklar akan Naim cennetlerindedirler.
Evet bu müslümanlar tercih ettikleri imanları sebebiyle ve bu imanlarından
kaynaklanan yaşadıkları hayatları sebebiyle Naim cennetlerindedirler. Kâfirler
küfre kullandıkları tercihleri sebebiyle cehennemde azabın içinde perişan
olurlarken mü’minler de Naim cennetlerinde nîmetlerin içindedirler.
Böyle bir
sonuca müracaat için zaman geç değildir. Her an buna müracaat edip sözleşme
imzalayabilirsiniz. Gece veya gündüz ne zaman isterseniz. Siz tercihinizi
bundan yana kullanmaya karar verdiğiniz anda bilesiniz ki Allah’ı yanı
başınızda hazır bulacaksınız. Rabbiniz hemen sizi böyle bir anlaşmada taraf
kabul edecek, sizin bir adım atmanıza o koşarak gelecek ve sizinle böyle bir
akdi imzalayacak ve sonunda sizin için cennetinden razı olacaktır. Cennetini sizin
için ayakkabınızın tokasından daha yakın kılacaktır.
Öyle bir
cennet ki altlarından ırmaklar akmaktadır. Bal ırmak-ları, süt ırmakları, şarap
ırmakları ve su ırmakları. Öyle bir cennet ki aradığınız her şey var. Öyle bir
cennet ki sahibinin şanına lâyıktır, başka bir şey demeye gerek yoktur.
10.
“Oradaki duaları: "Münezzehsin ey Allah'ım" dirlik temennileri:
"Selâm size" ve dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabbi Allah'a
hamd olsun" dur.”
Evet
onların, o yaşadıkları hayatla hak ettikleri cennete girmiş ve Rab’lerinin
kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve
hayallerinden bile geçiremeyecekleri enva-ı çeşit devletlere ve nîmetlere ulaşmış
o müslümanların oradaki duaları şöyleymiş bakın: “Sübhanekallahümme”
Allah’ım seni tesbih ederim, seni tenzih ederim! Ya Rabbi sen noksan sıfatlardan
münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıfsın! Sen mükemmelsin! Sen seni nasıl
tanıtmışsan seni öylece kabul ederim. Dünyada seni böylece tesbih ediyor ve
mükemmel kabul ediyordum şimdi cennette de aynen bu tesbihim devam ediyor ya
Rabbi. Çünkü ben dünyadayken böyle yaşadım. Dünyamı senin istediğin biçimde
değerlendirdim. Dünyada senin hayat programını program bildim. Dünyayla
âhiretin arasını ayırmadım. Dünyayla tatmin olup, dünyayı tatminkâr bulup
âhireti unutmadım. Ben hayat programımı bu cennet üzerine bina ettim. Ben
buranın heyecanıyla yaşadım diyecekler.
Onların
orada tahiyyeleri selâmdır. Yâni cennette mü’minler birbirleriyle
karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine sözleri mukabeleleri sadece selâm
olacaktır. Birbirlerine selâm diyecekler, selâmun aleyküm diyecekler, birbirlerine
selâm, selâmet ve esenlik dileyecek-ler. Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden
birisidir ve böylece mü’-minler birbirlerine Rab’lerini hatırlatacaklar, bu nîmetleri
kendilerine veren Rab’lerine hamdi ve Rab’lerinin nîmetlerinin güzelliklerini
hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nîmetleri Rab’lerinden bilip Ona
teşekkür adına kulluklar yapmışlardı, şimdi cennette de kendilerine gözlerinin
görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bi-le geçiremedikleri
enva-ı çeşit nîmet ve lütuflarda bulunan Rab’lerine karşı hamd ve kullukları
devam etmektedir. Elbette dünyada selâm, selâmet İslâm ve teslimiyet içinde bir
hayat yaşayan mü’minlerin yurdu, selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada
kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
İnsan şu anda
nasıl bir hayat yaşıyorsa sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
Selâm, selâmet, emniyet ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan kişi sonunda
selâmet yurdunda selâmet ve emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır. Zaten şu
anda mü’minler dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar. Yâni şu anda mü’minler
dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar.
Nasıl?
Hem cehennemi bir hayat yaşıyorlar ve hem de
dünya hayatından memnun oluyorlar. Tüm hedefleri dünya hayatıdır. Ama tüm
hedefleri dünya olsa da görüyoruz ki bu adamların dünyasında da hayır yoktur.
Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten
erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet şu andaki hayalarını görüyoruz ki
kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler,
robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri hareketleri kaybolmuştur, sevmek,
sevilmek, ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık,
cefakarlık duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları
bitmiştir. Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık oğulluk bağları bitmiştir.
Her şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne
olacak?
Şu anda aslında cehennemi
yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat
zannediyorlar. Yâni çok rahat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden
kaçırdıkları kocalar onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor,
derin yaralar açıyor ama bunu sanki fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü
görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı
duymuyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar, çok
rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar, rezil rüsva bir hayatı birlikte
yaşıyorlar.
Meselâ bir
adam cadde ortasında herkesin gözleri önünde açlıktan geberip gitse; necisin
diyen olmuyor ama yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle
tüm gördükleri, oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım zaten
bu adamlar geberir gebermez hepsi de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor
bu adamlara ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür
ölmez de cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini.
Ve dünyada ne görmüşlerse
zevkleri de sefaları da eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi
bu halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar alay ediyorlar. Ama
sakın ha sakın siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara acınacak
bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin
olduğunu söyleyelim onlara ve hiç bir zaman en ufak bir şekilde bile olsa
kalbimizden onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiç bir zaman onların
yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim.
Çünkü ilim bizde, hikmet bizde,
izzet ve şeref biz de, akıl ve feraset bizde, kitap bizde, hidâyet bizdedir. Bütün
bunlara rağmen bunların, bu zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları
propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır.
Bunu bitirmek zorundayız çünkü dünyada cehennemi yaşayan bu adamlara
imrenebileceğimiz hiç bir şey yoktur.
Ama dünyada
şu anda cennet hayatını yaşayan, dünyada Allah’ın istediği hayatı yaşayan,
dünyada birbirleriyle selâmlaşan, bir-birlerine selâmı, İslâm’ı ve Allah’a
teslimiyeti tavsiye eden mü’minler orada da bunu yaşayacaklar.
Ve bu
mü’minlerin dâvâlarının sonu Âlemlerin Rabbine hamd etmektir. Hamd Âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Dünyadayken de
zaten müslümanın ilk ve son işi, ilk ve son ve sözü buydu. Dünyada yasalarını
uygulayarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin hatırından
üstün tutarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada Rabbinin istediği bi-çimde bir
hayat yaşayarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada Rab-binin arzularından, Rabbinin
emirlerinden razı olarak Ona hamd ediyordu. Dünyada bu böyle olduğu gibi öbür
tarafta da böyle olacaktır.
Dünyada Rabbine hamd ederek
yaşayan bir müslüman yaşadığı bu hayatın ilkelerini kendisine gösteren ve
sonunda kendisini cennete ulaştıran Rabbine orada yine hamd edecektir.
Elhamdülillah ki bu Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah
ki dünyada kitaplar ve peygamberler göndermek sûretiyle hem cennete hem de
cehenneme gidişin yollarını göstermişti Allah. Eğer Rabbimiz bize şu anda
cennete gidişin yolunu usulünü bildirmeseydi biz nereden bilebilecektik onu?
İşte mü’minlerin hamdleri orada da devam edecektir.
11.
“İyiliği acele isteyen kimselere Allah fenalığı da çabucak verseydi, süreleri
hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bocalayıp
dururlarken bırakırız.”
Âhireti,
cenneti ve cennetteki mü’minlerin mükâfatlarını gündeme getirirken bakıyoruz ki
birden bire Rabbimiz sözü dünyanın değerlendirilmesine çeviriverdi. Hayat da
böyle değil mi? Bir bakıyorsunuz hayattasınız, yaşıyor, amel işliyorsunuz, bir
de bakmışsınız ki ölüvermişsiniz. Bir bakıyorsunuz dünyadasınız, bir de bakıyorsunuz
ki âhirettesiniz. Bir bakıyorsunuz namazdasınız, bir de bakıyorsunuz ki
dükkanda müşterilerinizle karşı karşıyasınız. Bir bakıyorsunuz Ramazandasınız,
bir de bakıyorsunuz ki sofranın başındasınız. Bir bakıyorsunuz çocuksunuz, bir
de bakıyorsunuz ki evleniyorsunuz. Bir bakıyorsunuz bir başarıyla, bir nîmetle
kucaklaşıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki bir acıyı, bir başarısızlığı
solukluyorsunuz. Bir bakıyorsunuz sabahtasınız, bir de bakıyorsunuz ki akşamı
idrak ediyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki evlerinizin içindesiniz, ağaçların,
semanın, kuşların, bulutların, insanların hayatın içindesiniz bir de
bakıyorsunuz ki bunların hepsini geride bırakarak âhirettesiniz.
Öyleyse unutmayalım ki attığımız
her adım, alıp verdiğimiz her bir nefes bizi ölüme ve ölüm ötesinde başımıza
geleceklere götürmektedir. İşte Kur’an’ın anlatımı da aynen böyledir. Bir anda
dünyayı anlatırken, bir de bakmışsınız ki âhiret ortamındasınız. Yâni bakıyoruz
ki Rabbimizin anlatımı da aynen insanlık hayatının sanki bir görüntüsüdür.
Evet hayat
ve ölüm iç içedir ve ölüm bize her şeyden yakındır. Gerçi şu anda bundan gafil
olan insanlar ölümün, âhiretin, hesabın kitabın değil de başka şeylerin
acelecisidirler. Paranın, pulun, makamın, mansıbın, hattâ kimi günâha batmış
kimseler yaşadıkları hayatın karşılığı olarak kendilerini bekleyen azabın,
ateşin acelecisidirler. Yaşadıkları hayatla sanki gelsin bakalım ne gelecekse
gelsin de görelim diyorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber yolunun yolcuları!
hani şu bahsettiğiniz, azap nerde kaldı? Hani nerede o? diyerek alaylı bir biçimde
azaplarını acele istemektedirler. Akılsızlar, gariptir ki Allah’tan istenmesi
ve beklenmesi gereken şeyleri Allah elçilerinden ve onların yolunun yolcusu müslümanlardan
istiyorlar. Haydi ey peygamber şu bize vaadedip durduğun azap neyse getir de
görelim bakalım diyorlar.
Veya bugün kâfirler bunu şu
andaki müslümanlardan istiyorlar. Tabii hainler ne peygamberlerin ne de onların
yolcularının böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini bildikleri
için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya müslümanlara delil getirmiş ve
galip gelmiş sayıyorlar kendilerini de işledikleri günahlara devama kılıf bulduklarını
zannediyorlar. Tabii bunlar yeni değil, geçmiş toplumlar da peygamberlerinden
aynı şeyleri istemişlerdi. Kur’an bunu detayıyla anlatır.
Evet bu
beyinsizlerin bu isteklerine karşılık Rabbimiz buyurur ki bakın:
Eğer Allah
insanlar için, onların işledikleri suçlar yüzünden hak ettikleri şerri acele
etseydi, yâni bu insanların amellerinin karşılığını dünyada hemen gönderme
konusunda acele etseydi ne olurdu? Onların hayra, hayır konusuna acele edip
istedikleri gibi, yâni paraya, pula, mala mülke, dünyaya, dünyalıklara acele
edip onları istedikleri gibi, onların dünyalık oldukları, maddeci kesildikleri
gibi Allah da onlar için amellerinin karşılığı olan cezalarını, azaplarını
gönderme konusunda acele etseydi onların ecelleri hemen acele gelir ve
defterleri dürülürdü. Mühlet veriyor, imkân tanıyor belki dönerler diye. Belki
pişman olurlar da bana kulluğu karar verirler diye. Bakın Şûrâ sûresi bize bu
konuyu şöyle anlatır:
“Başımıza
gelen her hangi bir musîbet ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de
çoğunu affeder. "Yeryüzünde O'nu âciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir
dostunuz da yardımcınız da yoktur.” (Şûrâ 30,31)
Canınıza,
malınıza gelen her hangi bir musîbet sadece sizlerin ellerinizle işlemiş
olduğunuz günâhlar yüzündendir. Günâhlar sadece ellerle işlenmez. Ama
genellikle fiiller elle işlendiği için burada eller ifadesi kullanılmıştır.
Evet mallarınız ve canlarınız
konusunda size ulaşan musîbetler sizlerin ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. Ama sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir.
Ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, kaale almayıp
affettiği için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz size bu kadar
merhametiyle muamele etmeyip de yaptığınız her bir günâh yüzünden hemen
cezalandırılsaydınız mutlaka hepiniz helâk olup giderdiniz. Kur’an’ın başka yerlerinde
bu hususu anlatan âyetler vardır.
"Eğer
Allah kazandıklarıyla insanları muaheze etmiş olsaydı yer yüzünde hiç bir canlı
kalmazdı. Lâkin Allah onları belli bir vakte kadar erteliyor."
(Fâtır 45)
"Eğer
Allah zulümleri yüzünden yerdekileri hesaba çekecek olsaydı yer yüzünde hiç bir
canlı mahluk kal-mazdı."
(Nahl 61)
Rabbimiz
bizim işlediklerimizden pek çoğunu affetmekle birlikte bazıları yüzünden
mallarımıza ve canlarımıza bir şeyler göndermektedir. Öyleyse bileceğiz ki
başımıza ne gelmişse kendi işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Ve yine
mü'minlere gelen musîbet ve sıkıntıların onların günâhlarına kefaret olduğunu
Resûlü Ekrem efendimizin hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına
ve canına gelen bir dert, bir sıkıntı, bir hastalık, hattâ onun ayağına batan
bir diken bile onun işlemiş olduğu bir günâhına kefarettir. Bunlar sadece
mü'minin günâhlarının silinmesine sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda onun
Allah katında bir derece daha yükselmesine sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü
Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Kulun
yer yüzünde günâhları çoğalıp onlara kefaret olacak bir şeyler bulunmadığı
zaman Allah onun günâhlarına kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye duçar kılar.
Böylece onun günâhlarını döküverir"
Ama
buyuruyor ki Rabbimiz insanlar acelecidirler. Aceleden yaratılmışlardır.
Aceleden yana peşinden yanadırlar. Yaptıklarının karşılığını bu dünyada acele
görmek isterler. Allah öyle değildir. Allah yaptıklarının karşılığını onlara
gösterme konusunda onlar gibi aceleci değildir. Onlara dönüş imkânı, tevbe
fırsatı tanımaktadır. Öyle olmasaydı, yaptıklarımızın karşılığını acele dünyada
görseydik belki şu anda hiçbirimiz hayatta olmayacaktık.
Bizimle
kavuşmayı ummayanları, bizimle karşı karşıya gelmeyi istemeyenleri azgınlıkları
içinde, taşkınlıkları içinde bırakırız, terk ederiz de onlar şaşkın, şaşkın
dolaşırlar. Biz onlara şaşkınlıkları içinde dolaşmaları için mühlet veririz.
Rabbimiz mühlet verir ama asla ihmal etmez. Mühletini ihmal zannedip ihmallere
düşmemek gerekmektedir.
12. “İnsana
bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp
yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa
döner. İşlerinde tuttuğumuz olanlara, yaptıkları böylece güzel görünür.”
Evet insana
bir zarar dokundu mu, istemediği beğenmediği bir şey başına geldi mi bize
yalvarır. Hoşuna gitmeyen bir şey başına geldi mi yattığı yerden, otururken
yahut ayakta iken bize yalvarır. Her ne halde olursa olsun insan Rabbine
ısrarla dua eder. Aman ya Rab-bi ben bittim! Aman ya Rabbi ben tükendim! Ben
mahvoldum ya Rabbi! Ben perişan oldum yetiş imdadıma ya Rabbi! Bu dert beni
bitirdi ya Rabbi! Bu borç beni tüketti ya Rabbi! Bu hastalık dermanımı götürdü
ya Rabbi! Bu fakirlik belimi büktü ya Rabbi! Bu aile huzursuzluğu benim ağzımın
tadını alıp götürdü ya Rabbi! Bu düşman korkusu beni benlikten çıkardı ya
Rabbi! Bu zâlimler beni kodese tıktılar ya Rabbi! Bu zâlimler bize nefes alma
fırsatı vermediler ya Rabbi diyerek dua dua yalvarır Allah’a. Hem öyle ısrarlı
dua eder ki Rabbine yeri mi değil mi hiç düşünmez. Nerede ve hangi konumda
olursa olsun, yatıyormuş, oturuyor, yahut yürüyormuş hiç fark etmez. Daraldığı,
bunaldığı her yer ve zamanda Rabbine dua eder yalvarır.
Hani müslümanın
bu özelliği Kur’an’ın üçüncü sûresinde Âl-i İmrân sûresinde şöyle
anlatılıyordu:
“Onlar
ayakta iken, otururken, yan yatarken Al-lah'ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen
münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru", derler.”
(Âl-i İmrân
191)
Müslüman
sabah akşam, yatarken yattığı yerden, otururken, oturduğu yerden, okurken,
yerken, içerken, kazanırken, harcarken, savaşırken, barışırken, ailesiyle karşı
karşıyayken, komşularıyla konuşurken nerede ve hangi konumda olursa olsun
Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gündemine alıyor ve yaptıkları yapacakları
konusunda Allah’ın emirlerini ve yasaklarını şuur haline getiriyor, her an Allah’la
istişare ediyor. Yemesini içmesini, yatmasını kalkmasını, almasını vermesini,
küsmesini barışmasını, savaşını barışını, ekonomisini siyasetini, terbiyesini
eğitimini, hukukunu cezasını Allah’ı gündemde tutarak Allah’la istişare ederek
değerlendiriyor. Tüm hayatında sadece Allah’ın rızasını hesap ediyor. Allah’tan
başka hiç kimsenin hatırını dinlemi-yor, Allah’tan başka hiç kimsenin çektiği
yere gitmiyor. Sürekli Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını gündeminde
canlı tutarak hayatını onunla düzenlemeye
çalışıyor.
İşte bakın
burada da bir insan tipi anlatılıyor. Rabbimizin anlattığı bu insan tipi de
kendisine her hangi bir zarar, sevmediği, beğenmediği bir şey dokunduğu zaman
ayakta, otururken, yatarken kalkarken her an Allah’a dua dua yalvarıyor.
Ona dokunan,
onu rahatsız eden o zararını ondan giderdiğimiz, kaldırdığımız zaman da sanki
kendisine dokunan bu zarardan ötürü daha önce bize yalvarıp yakarmamış gibi
hareket ederek geçip gidiyor. Sanki o zarar kendisine hiç gelmemiş gibi, sanki
başı daralmamış, sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi, sanki bize hiç yalvarmamış
gibi, sanki onu ondan defedip kaldıran biz değilmişiz gibi unutup geçip
gidiyor. İşleri düşünce hatırlıyorlar Allah’ı ama işleri bitince ihtiyaçları
kalmayınca da unutuyorlar yan çiziveriyorlar.
Sıkıntılı
oldukları dönemlerde, darda kaldıkları zamanlarda Allah’a dua ediyorlar ama
sıkıntıları bittiği zaman da sanki O’na ihtiyaçları kalmayınca Allah’la
diyaloglarını kesiveriyorlar, Allah’la birlikteliklerini unutuveriyorlar. Sanki
o sıkıntılı dönemlerini hiç yaşamamışlar gibi Allah’a yalvarıp yakarmalarını
kesiyorlar. Hattâ yalvarıp yakarmak şöyle dursun Allah’a karşı düşmanca bir
tavır sergilemeye başlayıveriyorlar. Gerçekten çok garip bir şey değil mi?
Hastalandığı
zaman gücünün kuvvetinin sınırını anlıyor, Allah’ın gücü ve kudreti yanında beş
paralık bir gücünün olmadığını anlıyor, Ona dua ediyor, ama hastalığı geçip
sıhhatine kavuştuktan sonra da bir daha hastalanmayacağını zannediyor. Artık
ben hastalanmam, ben bu sıhhatimi kaybetmem, ben ölmem demeye başlıyor. Fakr-u
zaruret günlerinde kendisini bu durumdan kurtarması için Allah’a yalvarıyor ama
zenginlik ve servete ulaştığı zaman da her şeyini kendisinden bilerek bu mülküm
asla yok olmaz, bu saltanatım asla yıkılmaz, bana asla bir daha iflas gelmez
diyerek Allah’a kafa tutmaya kalkışıyor. Tabii bu duygular, bu yetenekler de
insana Rabbimiz tarafından veriliyor ki yaşadığı bu hayatta bu yetenekleriyle
Allah’a mı yönelecek yoksa kendisini mi putlaştıracak? Bu imtihan da bunun ortaya
çıkmasını istiyor Rabbimiz.
Bu noktada
Allah’a inanan müslüman bilir ki sahip olduğu şeylerin tamamı Allah’tandır.
Gücü, kuvveti, gençliği, enerjisi, aklı, fikri, malı mülkü, serveti, bilgisi,
tecrübesi, makamı, mansıbı, hayatı, ölümü hepsi Allah’tandır. Allah bütün
bunları kendisine lütfetmeseydi o bunların hiç birisine sahip olamazdı. Yine müslüman
bilir ki tüm bu verdiklerini kendisine imtihan için vermiştir Allah ve de günün
birinde bunların hepsini alacaktır, alma gücüne sahiptir Allah. Dolayısıyla müslü-man
asla ne malına mülküne, ne gücüne saltanatına, ne gençliğine baharına güvenip
bunları kendisinden bilmemelidir. Bunların hepsi günün birinde bitecektir.
Öyleyse müslüman sadece daraldığı
zaman, ihtiyacı olduğu zaman değil sürekli Rabbine dua eden, sürekli Allah’la
diyalog halinde olan, sürekli Ona Onun istediği biçimde kulluk eden kişidir.
Sıkıntılı halindeyken de dua eder Rabbine, sıkıntıları bittiği zaman da, hastayken
de dua eder, sıhhatine kavuştuğu zaman da, fakirken de dua eder, zenginliğe
kavuşturulduğunda da. Çünkü müslüman bilir ki, kendisinin imtihanı sadece
sıkıntılı dönemiyle, fakirlik dönemiyle, hastalık, savaş, hakim dönemleriyle
sınırlı değildir. Savaşta da imtihandadır, barışta da. Hakimken de imtihandadır,
mahkumken de. İkindi vaktinde de imtihandadır, akşam vaktinde de. Müslümanın
imtihanın dışında olduğu bir dönemi yoktur. Âkıl bâliğ olduğu, mükellef olduğu
dönemden itibaren öleceği ana kadar tüm hayatında imtihandadır müslüman.
Sanki imtihanda olduğu
dönemlerinde Allah’a dua edip imtihanın bittiği dönemlerinde de Allah’a
duasını, ibadetini kesiveren bir kâfir gibi, bir müşrik gibi, bir fâsık gibi
değildir müslüman. Yâni fakirliği bir imtihan ama zenginliği bir imtihan kabul
etmeyen veya işte hastalığı bir imtihan ama sağlığı bir imtihan kabul etmeyen
bir imanın, bir düşüncenin sahibi olamaz. Günümüz müslümanlarında da maalesef
bu kâfir anlayışının hakim
olduğunu görüyoruz. Nereden geldi bu anlayış bilmiyorum, ama sanki müslümanlar
da böyle düşünüyorlar.
Dinlerinden uzaklaşan müslümanlar
elbette kâfir dünyanın ahlâkıyla ahlâklanmak zorunda kalacaklar, elbette ki
müşriklerin inançlarının etkisi altında kalacaklardır. Kitap ve sünnetten
bilgilenmeyen, dinlerinin temel kaynaklarından sulanıp beslenmeyen insanlar
elbette sonunda müslüman gibi düşünüp inanmayacaktır. İşte bu cehalet bizi bu
noktaya getirmiştir.
Meselâ
bakın kendilerine müslüman ismini veren insanlardan niceleri hastalara
acırlarken sağlara acımamaktadırlar. Fakirliğe ve fakirlere acırlarken,
zenginlere ve zenginliğe acımamaktadırlar. Zenginlere ve zenginliğe imrenirken
kimse fakirlere ve fakirliğe imrenme-mektedirler. Herkes güç ve kuvvet
sahiplerine özenmektedir. Bunun sebebi de insanların kafalarında
kıbleleştirdikleri hedeflerin farklılığından kaynaklamaktadır. Allah diyor ki
bakın:
Müsriflere,
hayatlarını israf edenlere, hayatlarını boşa harcayanlara, darda kaldıkları
zaman, işleri düştüğü zaman Allah’ı hatırlayan, Allah’a yalvaran ama işleri
bitince de Allah’la diyalogları kesilen kimselere amelleri süslü gösterildi.
Yaşadıkları hayat onlara süslü gösterildi de onlar da böyle hayatlarından
memnun olarak yaşayıp gi-diyorlar. Aslında böyle bir hayat hiç de beğenilecek,
memnun olunacak, imrenilecek bir hayat değildir ama Allah’tan ve Allah’ın
âyetlerinden gafil olduklarından yaptıklarının doğru olduğunu, yaşadıkları hayatın
güzel bir hayat olduğunu zannediyorlar.
13. “Andolsun ki, sizden önce nice nesilleri, peygamberleri
onlara belgeler getirmişken, haksızlık ederek inanmadıkları zaman yok etmiştik.
İşte biz suçlu milleti böyle cezalandırırız.”
Az önceki âyette zikredile zulüm
özelliğini yaşayan, yâni işine geldiği yerde Allah’a kulluk yapıp işine gelmediği
yerde Allah’ı unutuveren, ya da hayatının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp
öteki bölümlerinde başka rab’lere başka ilâhlara kulluk yapan nice toplumları Allah
helâk etmiştir.
Peki acaba
bu helâk yasası nasıl olmuş? Nasıl gerçekleşmiş? Şimdi biz de tıpkı bizden
öncekiler gibi zulmeder, zâlim konuma düşersek bu helâk yasası bize karşı nasıl
işleyecek Rabbimiz bunu anlatıyor. Bakın şöyle oluyormuş bu iş:
Onlara, o
toplumlara Allah’ın elçileri apaçık delillerle, Beyyi-ne’lerle geldiler,
sahifelerle, Tevrat’la, İncil’le, Zebur’la Allah’ın âyet-lerini ihtiva eden
kitaplarla geldiler, yada Rab’leri tarafından kendilerine lütfedilen sözlü vahiylerle
geldiler. Yeryüzünde her bir dönem her bir topluma Allah vahyini ulaştırmıştır.
Rabbimiz yeryüzünü asla vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar buna lâyık mı değil mi
buna hiç bak-madan Rabbimiz sürekli kullarına rahmet kapılarını açmış ve onları
kendi bilgisiyle bilgilendirmiştir.
Yeryüzünde hiç bir toplum yoktur
ki Allah onlara kitap veya peygamber göndererek onlara vahyini ulaştırmamış ve
onları uyarmamış olsun. Onun içindir ki dünya üzerinde hiç bir ferdin, hiç bir
toplumun mâzeret hakkı kalmamıştır. Yâni yarın hesap kitap döneminde ya Rabbi
biz duymamıştık, bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktu, bize bunu anlatan
uyarıcılar gelmemişti, bizim senden, senin mesajından, senin cennetinden,
cehenneminden, kıyâmetten, hesaptan ki-taptan haberimiz yoktu diyerek bir
mâzeret ileri sürülemeyecek biçimde Rabbimiz yeryüzünü uyarmıştır. İşte
Rabbimizin bu âyetinde anlatıyor ki elçilerimiz onlara apaçık Beyyine’lerle,
belgelerle geldiler de onlar iman etmediler.
Peki her
bir dönem her bir topluma Allah elçilerini ve kitaplarını göndererek onları
uyardığı halde şimdi acaba rahmeti gereği kendilerini uyaran Allah mı suçlu?
Büyük sıkıntılar çekerek onların yalanlamalarına göğüs gererek onlara Allah’ın
mesajını götüren peygamberler mi suçlu? Yoksa her şeye rağmen kendilerine gelen
elçiyi de, onun kendilerine getirdiği Allah mesajını reddederek keyiflerince
bir hayat yaşamadan yana tavır sergileyen bu insanlar mı suçlu?
Eğer Rabbimiz insanları yaratıp
onları başıboş bıraksaydı, onlara peygamberler ve kitaplar göndermeyerek nasıl
bilirseniz öylece yaşayın deseydi ve bu insanlar da ne yapacaklarını bilmedikleri
için cehenneme doğru yollanmış olsalardı o zaman mâzeret hakları olabilirdi. Ya
Rabbi ne yapalım sen bize elçiler göndermediğin için, bize kitaplar göndererek
cennet ve cehennem yollarını göstermediğin için biz bu duruma düştük deme
hakları olabilecekti. Ya Rabbi bana bir kitap gönderseydin, bana bir hayat
programı gönderseydin, beni yarın başıma gelecek hesap ve kitap dönemiyle
uyarsaydın elbette ben de senin istediğin gibi yaşardım deme hakkımız olabilecekti.
Ama Rab-bimiz böyle bir mâzeretle karşısına çıkma imkânı bırakmayacak biçimde
tüm insanlığı uyarmıştır. Her bir dönem insanını uyarmış ama bu uyarıya müspet
cevap verip kabul etmek ve reddetmek de insanların kendilerinin bileceği bir
şeydir buyurmuştur.
İşte bu
böyledir. Biz mücrim bir topluluğu, günâhkâr bir top-luluğu işte böylece
cezalandırırız. İşte Rabbimizin yeryüzünde geçerli helâk yasası budur. Allah
elçiler gönderiyor, Allah kitaplar gönderiyor, insanları başlarına geleceklerle
uyarıyor, onlara hayat programı gönderiyor ve de Allah’ın bu uyarılarına müspet
tavır takınanlar kurtuluyor reddedenler inkâr edenler de helâki hak ediyorlar.
İşte Nuh toplumu, İşte Âd kavmi,
işte Semûd, işte Lût kavmi hepsi de bu yasanın kurbanı oldular. Hepsi de helâk
yasanına boyun büktüler. Ama meselâ bir Yunus kavmi az ilerde anlatacak
Rabbimiz azabın kendilerine yaklaşmasını hissedince dönecekler, tevbe edecekler
Rab’lerine ve Allah bu yasayı onlara uygulamayacak. Musâ (a.s)’ın karşısındaki
toplum Firavun ve çevresindekiler bu helâk yasasına boyun büktü. Ama
tercihlerini peygamberden yana kullanan, peygamber safında yer alan İsrâil
oğulları bu helâk yasasından kurtuldular. İşte Allah’ın yeryüzünde işleyen yasası
böyledir.
Öyleyse ey insanlar işte şu anda
da sizin karşınızda Allah elçisi ve onun size getirip sunduğu Allah kitabı durmaktadır.
Siz bilirsiniz, ister tercihinizi Allah’tan yana, Allah yasalarından yana,
Allah elçilerinden yana kullanarak kurtulanlardan olursunuz, isterseniz Allah’a
âyetlerini Allah elçilerini yalanlayarak, Allah’ın kitabını reddederek helâk
edilenlerin safında yer alır ve bu yasaya siz de boyun bükersiniz.
14. “Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza
bakmak için sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik.”
Ondan sonra
da sizi yeryüzünde yerleştirip halifeler kıldık. O helâk edilenlerin ardından
yeryüzünü size verdik. Sizden öncekilerin hepsi gittiler. İyiler de gitti
kötüler de gitti. İbrahim de gitti Nemrut ta. Musâ da gitti Firavun da. Nuh
(a.s) da gitti toplumu da. Allah’ın Resûlü de gitti onun pırlanta ashabı da.
Selçuklu da gitti Osmanlı da. Dedeleriniz de gitti babalarınız da. Her bireri
imtihan dönemlerini doldurmuşlar, misyonlarını yerine getirip, rollerini
oynayıp hepsi gitmişler dünyadan. Kimileri Allah’ın istediği biçimde bir hayat
yaşayarak, bu imtihanı kazanarak kimileri de Allah’ın hayat programını reddederek
kendi keyiflerince bir hayat yaşayarak dünyalarını da ukbalarını da
kaybetmişler.
İyi de bize
ne bundan? Giden gitmiş, kazanan kazanmış, kay-beden kaybetmiş, bizi ne
ilgilendirir bu? Rabbimiz niye anlatıyor bütün bunları bize? Bakın bu âyetinde
Rabbimiz bütün bu kazananların, kaybedenlerin, peygamberlerin ve peygamber
düşmanlarının sergü-zeşti hayatlarını bize anlatmasındaki sebebi, hikmeti
ortaya koyuyor. Ey kullarım ben size sizden öncekileri anlatıyorum. Onlara
karşı yeryüzünde işlettiğim ve şu anda da sizin tâbi olduğunuz yasalarımı anlatıyorum.
Unutmayın ki onların ardından şu anda yeryüzünü size bı-raktım. Şu anda
yeryüzünde onların yerinde imtihanda olanlar sizlersiniz. Dün onların
üzerlerine doğan güneş şu anda sizlerin üzerinize doğmaktadır. Dün onlara
hizmet veren gece bugün sizin hizmetinize koşmaktadır. Dün onları aydınlatan ay
bugün sizi aydınlatmaktadır. Dün onları besleyen toprağım bugün sizin
hizmetinizdedir. Dün onları doyuran hayvanlarım bugün sizin emrinizdedir. Dün
onlara şarkı söyleyen kuşlarım bugün size nameler gönderiyor. Dün yeryüzünün egemenliğini
onlara vermiştim bugün bu egemenlik sizdedir. Peki niye veriyor bütün bunları
bize? Ya da niye egemen kılmış Rabbimiz şu anda bizleri yeryüzünde?
Sebep
buymuş işte. Bakalım sizler bütün bu nîmetler içinde nasıl bir kulluk
sergileyeceksiniz? Bu şerefli konuma getirilen, bunca nîmetlerle kuşanan sizler
bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz? Nasıl yaşayacaksınız? Bu dünyayı, bu
hayatı, bu imkânları nasıl değerlen-direceksiniz? size verilen bu hayatı
verenin yolunda mı yaşayacak-sınız? Bu nîmetleri nîmetlerin sahibinin yolunda mı
kullanacaksınız yoksa kendinizi bu nimetlerin sahibi bilip Allah’ı unutup bir
hayat mı yaşayacaksınız?
Allah buna
bakıyor ve sonunda yaşadığımız bu hayatın türüne göre de bizden öncekiler gibi
bizi ya helâk yasasıyla yargılayacak ya da kurtulanlardan kılacak.
15. “Âyetlerimiz onlara açık, açık okununca,
bi-zimle karşılaşmayı ummayanlar, Muhammed'e: “Bundan başka bir Kur’an getir
veya bunu değiştir" dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştiremem, ben
ancak, bana vahy olunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün
azabına uğramaktan korkarım.”
Gün gibi
apaçık delillerle, Beyyine’lerle kendilerine bizim âyetlerimiz okunduğu zaman,
duyurulduğu zaman bizimle karşı karşıya geleceklerini ummayanlar, öldükten
sonra dirilişi reddedenler derler ki bize bunun dışında başka bir Kur’an getir,
yahut da onu değiştir derler. Halbuki Allah’ın Resûlü, Allah’ın kendisine
gönderdiği kitabın âyetlerini hiç değiştirmeden, ondan bir şey çıkarmadan ve
ona en küçük bir şey eklemeden tebliğ etmişti. Rasulullah efendimizin onlara
ulaştırdığı bu Kur’an onların anlayabilecekleri netlikte, açıklıkta bir
Kur’andı. İfadeler açıktı, uyarı açıktı, sorgulama netti. Onların hayatlarının
yanlışlarını net ve açık bir şekilde ortaya koyan bir kitaptı bu kitap.
Böyle sağa sola çekilemeyecek,
kendi yamukluklarına yol bul-mak üzere yanlış yorumlanamayacak biçimde açık ve
net bir şekilde Allah’ın âyetleri kendilerine duyurulunca âhirete inanmayanlar,
hayat bu hayattan ibarettir, bu hayatın dışında başka bir hayat yoktur mantığıyla
hareket eden ve Allah’la karşı karşıya geleceklerine ihtimal vermeyenler
dediler ki bu Kur’an bizim hoşumuza gitmedi. Biz bu ki-tabın söylediklerini
beğenmedik. Bu kitap gündeme getirdiği konularıyla bizim huzurumuzu kaçırdı.
Bizim ağzımızın tadını bozdu. Bu ki-tap bizim ve şu anda yaşadığımız hayatı
kötü sorguluyor. Ortaya koyduğu şeylerle bizi âciz bırakıyor. Karşısında ne diyeceğimizi,
nasıl tedbir alacağımızı, onu nasıl ve neyle reddedeceğimizi şaşırdık. Bu kitabın
ortaya koyduğu gerçekler karşısında elimizden hiç bir şey gel-miyor.
Halbuki bu kitabın gelişinden
önce kendi hayatımızı ne kadar da beğeniyorduk. Kendi kendimize ne kadar da
güveniyorduk. Ama bu kitabın gelişinden sonra işte içimizdeki büyük büyük adamların,
büyük büyük şairlerin, büyük büyük düşünürlerin dilleri tutuldu. Büyük büyük
yöneticilerimiz, büyük büyük kâhinlerimiz bu kitap karşısında âciz kaldılar.
Binaenaleyh
ey peygamber! Ey Muhammed iyisi mi sen gel bu işten vazgeç. Bize
söyleyeceklerin, bize tavsiye edeceklerin bizim anlayabileceğimiz cinsten
olsun. Bizim hayatımıza, bizim yaşantımı-za uygun düşecek şeyler söyle. Bizi
sorgulayacak, bizim hayatımızı yargılayacak, bizim anlayışlarımızı, bizim
inanışlarımızı reddedecek şeyler söyleme.
Veya ey peygamber gel gündemi
değiştirelim, bizim gündemlerimizdeki konuları tartışalım da hiç olmazsa biz de
bir şeyler söyleyebilelim. Tartışmayı bizim sahaya çekelim, biz de bir şeyler
söyleyelim de böylece bize tâbi olanlar hepten bizim bir şey bilmeyen âcizler
olduğumuzu anlamasınlar ve bize tâbi olmaya devam etsinler. Peygamberle uzlaşma
zemini arıyorlardı hainler.
Halbuki bu
kitap peygamberin kendiliğinden ortaya koyduğu bir kitap değildi ki böyle bir
teklife evet diyebilsin. Kur’an’ı ortaya koy-ma konusunda Rasulullah’ın hiç bir
yetkisi yoktu. Peygamber Rab-binden kendisine ne geliyorsa onu olduğu gibi
ortaya koymak zorunda olan bir beşerdi. Bilhassa kitabın Mekkî sûrelerinde
sıkça rastlanan “gul” de ki emirleri bunu son derece açık ve net bir biçimde
ortaya koyuyordu. Yâni ey peygamberim sen sadece sana denilenleri or-taya
koymak zorundasın diyordu Rabbimiz bu ifadeleriyle. Eğer Allah’ın Resûlü
Rabbinden kendisine gelen vahyi değiştirir, insanların gönüllerini hoş etmek
için onun bazı âyetlerini gizler ya da ona kendiliğinden bir şeyler ilave
ederse Rabbimizin çok çetin tehditleriyle karşı karşıya gelecekti.
Rasulullah’ın böyle bir yetkisi olmadığı gibi kıyâmete kadar gelecek hiç bir
insanın Kur’an’ı değiştirme yetki ve selahiyeti yoktur.
Ben onu
kendimden, kendi nefsimden, kendi kendime değiştirme yetkisine sahip değilim.
Kendi keyfime göre, kendi arzuma gö-re ben bu Kur’an’ı değiştirme selahiyetine
sahip değilim. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum. Benim işim, benim
görevim budur. Yâni Allah’ın elçisi Allah kendisine ne emretmişse, nasıl emretmişse
öylece uymak, öylece inanmak ve öylece yerine getirmek zorunda-dır. Allah’tan
gelenleri kelimesi kelimesine, harfi harfine Rabbinden gelenlere iman etmek ve
onu Allah kullarına duyurmak zorundadır.
Evet ben
ancak bana vahy olunana tâbi olurum de, çünkü eğer ben böyle değil de sizin
arzularınıza tâbi olursam, sizin arzularınıza göre Allah âyetlerini
değiştirmeye kalkışırsam, böylece Rabbime isyan edersem o zaman ben büyük bir
günün azabından korkarım. Yâni sizin beğenilerinizi kazanma adına, dünyayı ve
dünyalıkları elde etme adına Rabbimden gelen âyetleri kendi menfaatlerime göre
değiştirir, gizlersem bu Rabbime isyandır ve ben Rabbime karşı böyle bir
isyandan korkarım. Çünkü Rabbime karşı işleyeceğim böyle bir is-yan beni büyük
bir günün azabının içine götürücüdür. Öyleyse benden böyle bir şeyi kesinlikle
istemeyin, bana böyle bir teklifle gelmeyin. Ben de sizler de Rabbimizin bu
büyük gününün azabından kurtulmak için Rabbimizden bize neler gelmişse ona
uyalım ve kurtulalım diyordu Allah’ın Resûlü.
16. “Ey
Muhammed, de ki: “Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş
olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
Deki ey
peygamberim! Eğer Allah dileseydi ben bunu size okumazdım. Allah dileseydi ben bunu
size duyurmazdım. Allah dileseydi bu Kur’an’ı size bildirmez ve öğretmezdim.
Muhakkak ki işte siz de biliyorsunuz ki ben daha önce aranızda bir ömür boyu
yaşadım. Çocukluğum, gençliğim aranızda geçti. Bundan önceki hayatımı biliyor
ve tanıyorsunuz. Bundan önce size bu tür şeylerden bahsettiğim oldu mu? Daha
önce kitap, vahiy gibi şeylerden hiç söz ettim mi? Düşünmüyor musunuz?
Akıllarınızı kullanmıyor musunuz?
Gerçekten de Allah’ın Resûlünün risâlet
öncesi kırk yılı onların arasında geçmişti. Bu dönem içinde senelerce Allah’ın
Resûlünün Allah bana vahy ediyor, bana vahiy geliyor dediği hiç görülmemiştir,
duyulmamıştır. Ne göklerden, ne Allah’tan, ne gayp ten, ne cennetten, ne
cehennemden, ne dirilişten, ne hesaptan kitaptan, ne geçmişten gelecekten bir
gün bile olsun tek kelime söz söylememiştir. Çocukluğundan itibaren herkesin
sevip saydığı çok iyi bir insandı, ama kendisine Rabbi tarafından vahiy gelene
kadar toplumun yönünü belirleyecek, uçuruma doğru giden toplumunu kurtuluşa
götürecek bir bilgisi olmadığı için bir şey diyemiyordu. Dürüst bir insan
olarak toplumun içine düştüğü pislikten rahatsızdı. Güçlüler tarafından güçsüzlerin,
yetimlerin ezilişini gördükçe kalbi kan ağlıyordu. Toplumdaki gayri insanî,
gayri ahlâkî sınıf ayırımı, ezenlerin ezilenlerin varlığı, zâlimlerin ve
mazlumların varlığı, dengesizliklerin varlığı onu temelinden sarsıyordu, ama
çareyi de bilmediği için kan ağlıyordu.
Zaman zaman şehrin bunaltıcı havasını terk ediyor, Hıra dağına gidiyor ve
başını iki elinin arasına alarak beynini çatlatırcasına tefekküre dalıyor ve bu
gidişe bir son verecek yollar, çareler araştırıyordu.
Nihâyet bir
gün Rabbimizin elçisini karşında buluyor ve ondan kendisine iletilen Rabbinin
vahyine şahit oluyordu. Allah’ın elçisi Cebrâil Allah tarafından kendisine getirdiği
âyetleri toplumuna duyurma emrini getiriyordu. İşte Allah’ın Resûlü, Rabbinden
kendisine gelen bu âyetleri etrafındakilere duyurmaya ve etrafındakileri
uyarmaya başlayınca toplumda kavga da başlıyordu. İşte Rabbimiz buyurur ki kırk
yıl sizin aranızda büyümüş, bundan önce bu konularda size tek kelime bile
söylememiş bir peygamberin bu geçmişi, onun peygamberliğinin en büyük delilidir
diyerek o insanları bu konuda düşünmeye çağırıyordu. Diyordu ki:
Akıllarınızı
kullanmaz mısınız? Aklederek bu gerçeği anlamaz mısınız? Bu akıllarınız size
bunun için verilmiştir. Evet kim aklını kullanırsa kazanacaktır, kim de bu
âyetler karşısında akıllarını kullan-mazlarsa onlar da ebedîyen kaybedeceklerdir.
Aklı başında insanlar olarak sizler sonunda kazanmaya da, kaybetmeye de hazır
yaratıldınız buyuruyordu.
17.
“Allah'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalan sayanlardan daha zâlim kim
olabilir? Suçlular elbette saadete erişemezler.”
Peygambere
yönelik ama sadece onun şahsını değil tüm insanlığı ilgilendiren genel bir
yasadan söz ediyor Rabbimiz burada. Allah’a yalan iftira edenden daha zâlim kim
vardır? Allah’a yalan iftira eden kişiden daha zâlim kim vardır. Peki Allah’a
yalan iftirayı nasıl anlayacağız?
Allah’a
yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı
yalan söylemek, sıfatları konusunda O’nu eksik tanımak, O’nun bu eksikliğini yerdekilerle
tamamlama cihetine gitmek, Onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının
da O’nun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yâni yeryüzünde O’ndan başka
program yapıcı, kanun ko-yucu bir kısım Rab’lerin de olabileceğine inanmak ve
bu kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah-tan
başka şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah-tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua edilecek,
yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia etmek işte
bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Allah’ın
zatıyla alâkalı Allah evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Uzeyr Allah’ın
oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada
bulunmak. Veya Aristo’nun dediği gibi Allah ha-yata karışmaz, Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti. Allah bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet
göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla ilgilen-mez şeklinde Allah’a yalan
iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendi-ren konularda Allah ve Resûlüne
rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya onlara binaen söylenen yalanlar
da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve Resûlünün sözlerini başka bir şekle
getirerek söylenen yalanlar.
Onların
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde ya-lan iftirada bulunmak.
Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan
iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da
laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle
bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi
Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler
değildir. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da
kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da
demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki!
diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de dedi
demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a. İşte bu da
Allah’a yalan iftiradır.
Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna
kadar taradım orada baş örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin
iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir,
bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası.
Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da
Yahudi ve Hıristiyanlar, müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona
İslâm’dan uzak, ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği
hayattır. İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir
hayat ister. Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler
Allah’ın elçisi Musâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız veya bizler
Hanif’leriz, yâni İbrahim’in yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada
bulunuyorlardı. Eğer şu anda yaşadığımız şirk hayatını Allah onaylamasaydı,
Allah böyle bir hayattan razı olmasaydı elbette bizi helâk ederdi. Demek ki
bizler şu anda Allah’ın bizden istediği hayatı yaşıyoruz. Demek ki Allah
şirkten razıdır diyerek, kaderci kesilerek şirklerini Allah’a onaylatma
iftiraları. Veya bizim Allah’la O yüce varlıkla direk irtibat imkânımız yoktur,
bir kısım aracılara ihtiyacımız vardır gibi iftiralar.
Evet
bunlardan hangisi olursa olsun, Allah’a yalan iftirada bu-lunan kimseden daha zâlim
kim vardır diyor Rabbimiz. Dün de bugün de insanlar Allah’a yalan iftiralarda
bulunmuşlardır. Bugün de öyle diyorlar müşrikler. Efendim tamam Allah büyüktür,
Allah yücedir, din mukaddes bir kurumdur ama dini siyasete alet etmemek lâzımdır.
Dini hayata karıştırmamak lâzımdır. Din bir vicdan işidir. Dinin hayatta
etkinliği olmamalıdır. İşlerimizi dine dayandıramayız. Bizler kendi hayatımızı
kendimiz belirlemeliyiz. Yasalarımızı kendimiz yapmalıyız.
Veya işte bugün bizim hayatımızı
belirleyecek uzmanlarımız, büyüklerimiz, düşünürlerimiz, siyasîlerimiz vardır.
Yâni tüm bu konularda Allah’ın ortakları vardır diyorlar. Evet bütün bizler
Allah’ın yarattığı varlıklarız, Allah’ın kullarıyız amma işte bu konuda bize yetkiler
vermiş, kendisinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim işlerimizi, siyasal
işlerimizi, ekonomik işlerimizi, beşerî işlerimizi, sosyal işlerimizi bize
bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz diyerek
Allahu Teâlâya ortaklar bulmaya çalışıyorlar. Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın
hayat programını, Allah’ın elçilerini red-detmeye çalışıyorlar.
Rasulullah
efendimizden bunu istiyorlardı. Ey peygamber bı-rak bu Allah’ın âyetlerini de,
sen bize başka şeylerden söz et. Yâni bu Kur’an’ın dışında başka söz bilmez
misin sen? Gel başka şeylerden konuşalım. Ekonomiden, seçimden, geçimden,
kadından kızdan paradan puldan, marktan, dolardan, zevkten, eğlenceden, yaşamaktan,
plajdan, denizden, piknikten konuşalım. Rabbimizin yeryüzünde en büyük zulüm
olarak vasf ettiği pis hayatlarının içine çekmek istiyor-lardı Allah’ın
Resûlünü. Peygamberin gündem değiştirmesini ve kendi gündemlerine sahip
çıkmasını istiyorlardı. Peygamberin kendisine gelen vahyi bırakmasını, vahiyden
bahsetmemesini, vahyi gündeme almamasını veya vahyi değiştirmesini
istiyorlardı. Kendisine gelen vahye karşı sanki hiç gelmemiş gibi davranmasını,
görmezden, duy-mazdan gelmesini, yahut gelenleri onların keyiflerine göre
değiştirmesini, hayatlarına ters düşenleri gizlemesini, iştahlarını kaçıracak
âyetleri gündeme getirmemesini istiyorlardı.
Böylece Rasulullah’ın Rabbine
iftira etmesini bekliyorlardı. Halbuki böyle yaparak Allah’ın demediklerini
dedi, dediklerini demedi pozisyonunda onların keyiflerini hoş ederek Allah’a
iftira edenden daha zâlim kim vardır? diyordu Rabbimiz.
Tabi bu sadece Rasulullah
efendimiz için değil bugün bizim için de geçerli. İnsanların huzuru kaçmasın
diye Allah âyetlerini gizlemek, Allah’ın demediklerini sanki Allah diyormuş
pozisyonunda in-sanlara sunmak yeryüzünde en büyük zulümdür.
Aynı
zamanda Allah’ın âyetlerini yalanlayan kimseden daha zâlim kim vardır? Allah’ın
âyetlerini yalanlamak, Allah’ın âyetlerini yok farz etmek, gelmemiş kabul
etmek, âyetlere rağmen onlarla ilgi kurmadan yaşamak, âyetlerin varlığından
habersiz yaşamak, âyetlere rağmen âyetlerin zıddına bir hayat yaşamak demektir.
Kendisine Al-lah’ın âyetleri vahy edilmiş, Allah’ın âyetleri gönderilmiş bir peygamberden
bunu istiyorlardı hainler. Yok farz ediver bunları ey Muham-med, gelmemiş kabul
ediver, gündeme almayıver, bizim yanımızda sözünü etmeyiver bu âyetlerin, bizim
hayatımıza indirgemeyiver bu âyetleri diyorlardı.
Düşünün
Allah yeryüzünde insanların hayatlarına karışma konusunda bir peygamberi sözcü
seçecek, ona kendi bilgisini sunarak onu yeryüzünde şereflerin en büyüğüne
lâyık kılacak ve bu peygamber de tüm kâinatın yaratıcısı, tüm varlıkların
sahibi ve tüm kâinata egemen olarak Rabbini tanıdığı halde insanların hatırına
Onun âyetlerini değiştirecek, iptal edecek, gizleyecek ve onun yerine kendi
hevâ ve hevesini, toplumun hevâ ve hevesini tatmin adına bir kısım âyetler
ikâme edecek. Allah’ın âyetleri yokmuş gibi, kendisine Allah’tan böyle bir
hayat programı gelmemiş gibi bir hayat yaşayacak veya böyle vahiyden habersiz
bir hayat yaşayan toplumun bu yaşantısını onaylayacak. İnsanlara Allah’tan söz
etmeyecek, onlara onların Rabbini kitabında kendisini tanıttığı biçimde
tanıtmayacak, böyle uyuşuk, kullarından her hangi bir sorumluluk istemeyen,
onlar neyi münasip görmüşlerse ona ses çıkarmayan, hayatlarına karışmayan, ne
yaparlarsa yapsınlar aldırış etmeyen bir Allah tanıtacak.
Onun arzuları, Onun dini bir
vicdan işidir, hayata karışmaz diyecek. Bildiği tanıdığı Allah’ı da Onun dinini
de ezip bozacak. Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak,
meselâ hukuku Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak, ekonomiyi Allah’ın
tanıttığı gibi tanıtmayacak, kılık-kıyafeti Allah’ın tanıttığı gibi
tanıtmayacak, bireysel ve toplumsal hayatın yapılanmasını Allah’ın tanıttığı
gibi tanıtmayacak, insanların tanımak istedikleri gibi bir Allah, tanımak
istedikleri gibi bir din tanıtacak onlara. Allah korusun da işte bu yeryüzünde
en büyük zulümdür ve bir peygamberin bunu yapması mümkün değildir.
Bir
peygamber için nasıl böyle bir şey mümkün değilse o peygamberin yolunun yolcusu
olan bizler için de böyle bir şey asla müm-kün olmayacaktır. Çünkü Rabbimiz
gaypdır. Varlığından asla şüphe etmediğimiz, kendi varlığımızdan da öte kesin
ve yekîn bir imanla iman ettiğimiz Rabbimizi tanımanın bir tek yolu vardır. O
da Rabbi-mizin kendisini bize tanıtmak üzere gönderdiği vahiydir. Biz ancak
Rabbimizi O’nun vahyiyle tanıyabiliriz. Bunun dışında başka bir kaynaktan bilgi
almamız da mümkün değildir. Buyurun düşünelim. Hep birlikte düşünelim. Ne
bulabileceğiz? Ne bilebileceğiz de bu konuda? Yâni yaşadığımız şu dünya
hayatında Resuller olmasaydı, Rabbi-mizin o Resullere indirdiği gaybî bilgiler,
vahiy olmasaydı, yâni Rab-bimizin kendisini bize tanıtan bilgileri kitap ve
Resuller aracılığıyla bize intikal etmeseydi biz Rabbimizi nereden tanıyacaktık?
Biz dünyayı ve dünyada bulunuş sebebimizi nereden tanıyacaktık? Varlığı ve
varlık bilgisini, varlık gayesini nereden tanıyacaktık? Âhireti, hesabı kitabı
nereden bilebilecektik?
Evet bütün bu bilgileri nereden
ve kimden öğrenecektik? Şim-di bir insan kalkar da Allah’tan gelen bu vahiy bilgisini
bir kenara bırakarak kendi hevâ ve hevesiyle bana göre Allah böyle olmalıdır,
bana göre Allah şöyle olmalıdır, bana
göre Allah şöyle istemelidir, bana göre Allah şundan, şundan razı
olmalıdır, bana göre Allah’ın âyetleri şöyle olmalıdır, bana göre Allah’ın
peygamberi şöyle şöyle olmalıdır, bana göre Allah ve peygamberi hayatımızın şu
kadarına karışmalıdır, bana göre din şöyle olmalıdır, bana göre kitap şunları emretmelidir,
bana göre sosyal hayat şöyle olmalıdır, bana göre ekonomik hayat böyle
olmalıdır, bana göre hukuk şöyle olmalıdır, bana göre kılık kıyafet böyle olmalıdır...
demeye kalkışırsa bu Allah’ı yanlış tanımak, Allah’a yol göstermek, Allah’a
akıl vermeye çalışmaktır ki bu insan yeryüzünün en büyük zâlimidir. Üstelik
Allah da bütün bu konularda âyetler göndererek kendisini, istediklerini ve istemediklerini
açık, açık beyan etmişse bu zulümlerin en büyüğüdür. Ve:
Böyle
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşmuş mücrimler
hiç bir zaman felaha ermeyeceklerdir. Her zaman kaybedeceklerdir. Yaptıkları
hep kayıplarını sağlayacaktır. Mutlu olamayacaklardır bunlar. Allah’ın hayat
programı ortadayken, Allah’ın kitabı Allah’ın âyetleri varken onlara rağmen ne
yaparlarsa yapsınlar, ne kadar da güzel yasalar bulduk derlerse desinler yaptıkları
onlara huzur ve sükun sağlamayacaktır. İşte görüyoruz yaptıkları bir yıl bile
dayanmıyor.
Zaten bu zâlimler,
bu mücrimler, bu Allah’ın kitabını değiştirmek isteyenler Allah’ın kitabından
başka kitaplar arayanlar, Allah sisteminden nefret edenler, Allah’a kulluktan
kaçanlar Allah’tan başkalarına kulluk sevdalısı insanlardır. Bakın bundan
sonraki bölümde Rabbimiz onu şöyle anlatır:
18. “Onlar,
Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar:
“Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. Ey Muhammed, de ki:
“Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?”
Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.”
Evet bu
mücrimler Allah’ı bırakıp O’ndan başkalarına tapınmaya çalışıyorlar.
Kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda sağlama imkânı olmayan varlıklara
tapınıyorlar. Bırakın onlara bir fayda veya zarar sağlamayı kendilerine bile
bir hayırları olmayan âcizlere tapınıyorlar.
Kendileri
böyle bir yanılgının içine düşen bu zâlimler bu yet-miyormuş gibi bir de
üstelik peygamberi de kendi yanlışlarına çekmeye çalışıyorlar. Kendileri pislik
içindelerken müslümanları da kendi pisliklerine düşürmeye çalışıyorlar. Kendi
şirklerini, kendi küfürlerini, hevâ ve heveslerinden kaynaklanan pis
hayatlarını peygambere ve peygamber yolunun yolcuları olan mü’minlere de
onaylattırmaya çalışıyorlar. Ey peygamber ve ey peygamber yolunun yolcuları
bizim keyfimiz böyle istiyor, siz de bizim arzularımıza göre Kur’an’ı değiştirin.
Bizim hayatımızı onaylayacak âyetler bulun. Bizim huzurumuzu kaçırmayacak
şeylerden bahsedin. Bunlar kitapta yoksa bile değiştirin o kitabı. Allah böyle
demiyorsa bile siz dedirtin . Bizim hatırımıza siz de reddedin Allah’ın
rubûbiyetini ve Ulûhiyyetini.
Yâni tüm egemenlik haklarını bize
devreden bir Allah bulun gelin bize. Keyfimize göre yaşamamıza ses çıkarmayacak
bir Allah bulun. En azından hayatımızın bazı bölümlerinde bizi serbest bırakacak
bir Allah bulun diyorlar. Hayatımızın bazı bölümlerinde söz sahibi bildiğimiz
öteki ilâhlarımıza da ses çıkarmayacak bir Allah lâzım bize diyorlar. Hayatı
parçalamak ve müşrikçe bir hayat yaşamak istiyorlar. Yeryüzünde şirki
yasallaştırmak istiyorlar. Bunun mantığını da şöylece ortaya koyuyorlar bakın:
Bunlar, bu
Allah berisinde kendilerine ibadet ettiklerimiz, hayatımızın bazı bölümlerinde
kendilerini söz sahibi bilip arzularını gerçekleştirdiklerimiz, yasalarını
uyguladıklarımız Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir. Bunlara da ibadet
etmemizin, bunları da dinlememizin, bu varlıkları da hayatımızda söz sahibi
bilmemizin ve yasalarını uygulamamızın sebebi bu varlıkların Allah yanında bize
şefaat haklarının ve yetkilerinin bulunmasındandır. Allah yeryüzünde bunları
yetkili kılmıştır. Allah yetkilerinin bir kısmını bunlara devretmiş, dünya egemenliğini,
dünya hükümranlığını bunlara vermiştir diyorlar. Allah böyle bir yetki vermemiş
olsa bile bizim hatırımıza vermek zorundadır diyerek Allah’ı şartlandırmaya ya
da böyle bir Allah bulmaya ve kabul etmeye çalışıyorlar.
Evet Allah
böyle yapmak zorundadır, çünkü bizim keyfimiz böyle istiyor. Hayatımızın
tümünde Allah’a karşı sorumlu olmamız, hayatımızın tümünde sadece Allah’ı dinlememiz,
hayatımızın tümünde Müslüman olmamız bizi bunaltır. Çünkü Allah’ı atlatma imkânımız
yoktur. Her an bizi gören, gözeten bir Allah’ı şartlandırmamız, yönlendirmemiz
de mümkün değildir. İyisi mi hayatımızın bazı bölümlerinde rahat bir nefes
alabilmek için Allah’tan başka rab’ler, ilâhlar bulmalıyız. Hayatımızın o
bölümlerinde bari istediğimiz günahları işle-yebilmek için kendilerini
atlatabileceğimiz, yönlendirebileceğimiz bizim gibi âciz varlıklara kulluk edelim
ki az biraz rahatlayalım diyorlar.
Peki kim olacak bu tanrılar? İşte
kendileri gibi âciz, güçsüz, her an kendilerini göremeyecek, kendilerinin çok
rahat yönlendirebilecekleri, etki altına alabilecekleri hukuk tanrıları, eğitim
tanrıları, kılık-kıyafet tanrıları, âdetler, töreler, modalar, siyasîler,
ruhban sınıfı, din adamları, ekonomik güce sahip olan ekonomik tanrılar
olabilir. Yâni yeryüzünde ne kadar güç kuvvet sahibi olup da bu güç ve kuvvetlerini
Allah’tan değil de kendilerinden bilen ve bunlarla Allah’a kafa tutarak
egemenlik hakkının kendilerinde olduğunu iddia eden varlık varsa, bunların
tamamı Allah berisinde kendilerine tapınılan varlıklardır.
İnsanlara hükmetme, insanların
hayat programlarını belirleme hakkı sanki bunlardadır. İnsanlara fayda ve zarar
verme sanki onların elindedir. İnsanların kendilerine kulluk etmelerini,
insanların kendi yasalarını uygulamalarını insanların kendilerine dua
etmelerini, insanların kendilerine sığınmalarını ve hayatlarının düzenlenmesi
konusun-da kendilerine müracaat etmelerini istemektedirler. Siyasal yapılan-mayı
bilen bunlardır, ekonomik düzenlemeyi bilen onlardır, insanların nasıl
giyineceklerini, nasıl yaşayacaklarını, nasıl bir hukuk kabul edeceklerini
bilen bunlardır. Yâni bunlar tanrıdırlar. Eğer bize itaat edip bizim
dediklerimizi dinlerseniz kurtulursunuz. Eğer bizimle beraber olur, bizim
istediğimiz şekilde yaşarsanız biz Allah huzurunda sizin şefaatçileriniz oluruz
diyorlar.
Evet dünya
üzerindeki tüm egemen güçler genelde Allah’a isyan sadedinde böyle bir oyunla
insanların karşısına çıkmaktadırlar. Kendilerinin tanrı olmadıkları çok açıkken
diğer insanlardan farklı hiç bir yönleri yokken, herkes gibi âcizlerken yine de
insanlara tanrılıklarını yutturabilmektedirler. Allah’a isyan içinde olmalarına
rağmen yine de kendilerine kulluğu Allah’a kulluk pozisyonunda sunarak zavallı
insanları kandırabilmektedirler. Allah’a rağmen, Allah’ın yasalarına rağmen
ortaya koydukları ekonomik sistemlerini,
hukuk sistemlerini, eğitim sistemlerini insanlara kabul ettirebilmektedirler.
Sen böyle
düşünenlere de ki peygamberim:
Göklerde ve
yerlerde Allah’ın bilmediğini O’na haber mi veriyorsunuz? Yâni bu konuda
Allah’a akıl mı vermeye çalışıyorsunuz? Bilmediği bir konuda Allah’a ders mi
veriyorsunuz? Hani bakıyoruz Allah’ın kitaplarında böyle bir şeyden söz
edilmiyor. Ne Kur’an’da, ne de önceki kitapların hiç birisinde böyle yeryüzünde
birlerini yetkili kıldığına, birilerine de egemenlik haklarını devrettiğine
dair bir tek âyet yok. Allah böyle bir şey söylemediği halde nasıl oluyor da
sizler böyle bir şey iddia ediyorsunuz? Sanki Allahu Teâlânın bilmediği, hatırlayamadığı
veya unuttuğu bir şeyi mi hatırlatıyorsunuz O’na?
Ama Allah bildirmese de, Allah
böyle bir şeyden söz etmese de, Allah kendilerine böyle bir yetki vermese de
fark etmez çünkü Al-lah da bize teslimdir, Allah da bizi onaylamak zorundadır.
Bizim Allah yanında çok değerli bir yerimiz vardır, binaenaleyh eğer bizim dediğimiz
gibi yaşarsanız biz sizi affettiririz diyorlar. Onların sergiledikleri bu
müşrikçe tavırlarına karşılık Rabbimiz diyor ki bakın:
Sübhaneh.
Fesübhanallah! Hâşâ, hâşâ tenzih ederiz O Allah’ı. Allah’ın yeryüzünde ne böyle
temsilcileri var, ne egemenlik yetkilerini devrettiği yetkilileri var, ne
ortakları var, ne yardımcıları var, ne tanrılar var, ne devletler var, ne
kutsal varlıklar var. Sadece gönderdiği kulluk programlarını uygulayacak ve
kendisine kulluk yapacak kulları var Allah’ın yer yüzünde. Yeryüzünde herkes ve
her şey Allah’ın kuludur başka bir şey değildir. Yeryüzünde Allah’ın uygulanmak
üzere gönderdiği kitabını uygulayan, Allah’ın yasalarına sahip çıkan, Allah’ın
elçilerinin yolundan giderek Allah’a kul olmaya çalışan kimselere itaatin
dışında da yeryüzünde hiç kimseye itaat yoktur. Allah’a isyan eden, Allah’a
savaş açan, Allah yasalarına itaat etmeyen, peygamberlerin yolundan gitmeyen
hiç bir varlığa itaat yoktur. Böylelerinin itaat edilmeye asla hakları yoktur.
Allahu
Teâlâ bu tür müşriklerin, şirklerinden ve uydurduklarından, Allah’a isnat
ettiklerinden yücedir, münezzehtir. Çünkü hiç bir varlık Allah’a şirk koşma
hakkına sahip değildir. Kim ki böyle Allah’a Allah’ın demediğini isnat ederek
şirk koşarsa işte onlar zâlimlerin ta kendileridirler. Allah onların
dediklerinin tümünden uzaktır.
Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz hayatın başlangıcında bu tür şirklerin olmadığını,
hayatın başlangıcında tevhidin hakim olduğunu anlatarak şöyle buyuruyor:
19.
“İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler; şâyet Rab’lerinden, daha
önce bir takdir geçmemiş olsaydı, aralarında ihtilâfa düştükleri şeyler
hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.”
Hz. Âdem ve
Havva ile başlayan insanlık hayatı tevhidle başlamıştı. İnsanlığın hayatında
tevhid ve müslümanca bir hayat hakimdi. Hayat Allah’la başlıyordu, hayat dinle,
vahiyle başlıyordu. Başlangıçta insanlığın hayatında Allah vardı, gündeminde
vahiy vardı, inancında düşüncesinde tevhid vardı. Sonradan insanlar ihtilâf
ettiler. Hz. Âdem’in bütün çocuklarının hayatında hakim unsur vahiydi. Onlar
tek ümmetti, tek milletti ve Allah’ın yasalarına teslim olmuşlar, aralarında
küfür ve şirk yoktu.
Şu anda küfür dünyası, müşrik
dünya kendi küfürlerine, kendi şirklerine delil bulabilmek için insanlığın ilk
dönemlerinin karanlık olduğunu, Allah’ı tanımadıklarını insanların Allah’ı
sonradan bulduklarını iddia etseler de işte Rabbimizin âyeti açık bir şekilde
ortaya koyuyor ki durum onların dedikleri gibi değildir. Aksine insanlığın ilk
dö-nemlerinden itibaren Allah var, vahiy var, tevhid inancı var, küfür ve şirk
daha sonradan ortaya çıkmaktadır. Âdem (a.s) ve çocukları hayatları boyunca
Rab’lerine kulluk edip Ona asla isyan içine girmemişlerdir. Ama sonradan
insanlar tefrikaya düşmüşlerdir. Onlardan kimileri yine hayatlarında teslimiyet
dini olan İslâm’ı ve tevhidi devam et-tirirken, kimileri de şeytan yollarına
uyarak küfrün ve şirkin içine düş-müşlerdir.
Evet hayat sonradan ikiye
ayrılmıştır. Şirk, İslâm’dan sonra ortaya çıkmıştır. Tevhid asıl, şirk
ârızîdir. İslâm inancı, tevhid inancı çe-şitli şirk inançlarının içinden
çıkmamış, şirk İslâm’dan sapmanın sonucudur. Yâni asıl İslâm’dır, asıl
tevhiddir şirk ise ârızîdir, kabuktur. İslâm temeldir, ayrılış sonradandır.
İnsanlığın
başlangıcı aydınlıktır, tevhiddir, hidâyettir, İslâm’dır, sırat-ı müstakîmdir. Küfür ve şirk sonradan çıkmıştır.
İnsanlar sonradan hak dinden, hak yoldan saparak küfre ve şirke düşmüşlerdir.
Sonradan aydınlık yolu terk ederek karanlık yollara girmişlerdir, ama bu da
Allah’ın bir yasası gereğidir.
Ama
Rabbinden bir hüküm olmamış olsaydı ihtilâf ettikleri ko-nularda insanların
yaptıklarının karşılığını hemen verirdik diyor Allah. Ama Rabbinin koyduğu bir
yasası var. Bu yasası gereği yeryüzünde insanların yaptıklarına, yapacaklarına
izin veriyor, müsaade ediyor. Yâni zâlimlere de, kâfirlere ve müşriklere de
hayat hakkı tanıyor. İmtihan gereği, yeryüzünde koyduğu yasası gereği buyurun
dilediğinizi yapabilirsiniz, yollarınız açıktır bu dünyada diyor. Ve bu yasa da
insanların her an dönebilme, tevbe edip yaptıklarından vazgeçebilme yollarının
da açık olduğunu beraberinde getiriyor.
Allah
insanların bu dünyada yaptıklarına imtihan gereği, dünyanın konumu gereği
dokunmuyor. Çünkü burası hesap masası değildir. Burası yemek masasıdır, hesap
masası da öbür tarafta kurulacaktır. Yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı
Allah burada kimseden hesap sormuyor. Ben size, benim istediğim hayatı
bildirdim. Gönderdiğim kitabım ve o kitabın pratiği olarak peygamberimle size
razı olacağım kulluk programını açıkladım. Buyurun, dilediğinizi yapın,
dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın. İster benim istediğim gibi, isterse
keyfinize göre bir hayat yaşayabilirsiniz. Ama unutmayın ki yarın bu
yaptıklarınızın hesabını soracağım buyuruyor.
20.
“Rabbinden Muhammed'e bir mûcize indirilse ne olur! derler. Ey Muhammed, onlara deki: “Gaybı bilmek
Allah'a mahsustur; bekleyin, doğrusu ben de sizinle birlikte beklemekteyim.”
Kâfirler
peygamber (a.s)’ı kast ederek diyorlar ki Rabbinden kendisine bir âyet gelmeli
değil miydi? Sanki şu okunan âyetler, âyet değilmiş gibi, ya da kâinatta
Rabbimizin serpiştirdiği bunca görsel âyet, âyet değilmiş gibi yeni âyetler
bekliyorlar.
De ki gayb
tamamen Allah’a aittir. Gayb bilgisi sadece Allah’a aittir. Âyet göndermek de,
peygamberini ve mü’minleri gaybî bilgilerine muttali kılmak da sadece Allah’ın
elindedir. Eğer şu elimizdeki kitabın âyetlerini göndererek kendi bilgisini
bize ulaştırmasaydı peygamber de dahil hiç birimizin bunları bilmemiz mümkün
olmayacaktı. Hiç birimizin ne Allah’ı, ne Allah’ın sıfatlarını, ne Allah’a
kulluğu, ne cenneti, ne cehennemi, ne hidâyeti, ne dalâleti, ne geçmişi, ne geleceği
bilmemiz mümkün değildi. Rabbimiz gönderdiği bu kitabıyla pey-gamberine ve onun
yolunun yolcusu olan bizlere, bize lâzım olacak kadar gayb bilgilerini
açmıştır. Bizi o bilgilere muttali kılmış ve bitmiştir.
Artık bu kitabın inişinin sona
ermesiyle kıyâmete kadar yer-yüzünde hiç bir kimseye gayb bilgisi bildirilmeyecek,
hiç kimse gaybî bilgilere muttali olamayacaktır. Artık bu konuda kim ne
söylüyorsa yalancıdır. İster bunu din adamı rolünde olanlar söylesin, ister
baş-kaları söylesin hiç fark etmeyecektir. Gaybın anahtarları Allah’ın
elin-dedir ve kimseyi bu bilgilere muttali kılmayacaktır. Sadece elçilerine
gerekli olanları bildirmiş ve bitmiştir.
Ne
bekliyorsunuz? Rabbinizden yeni âyetler mi bekliyorsunuz? Amel etmenize, kulluk
yapmanıza bu âyetler yetmiyor da başka âyetler mi bekliyorsunuz? Yahut bu
inkârlarınızdan, bu isyanlarınızdan ötürü üzerinize Allah’ın azabının, Allah’ın
gazabının inmesini mi bekliyorsunuz? Ne bekliyorsanız bekleyin, ben de sizinle
birlikte bekliyorum. Bu peygamberden bir tehdittir ki Rabbimiz onlara böylece
söylemesini emretmişti.
Allah’tan yeni âyetler
bekleyenlere, bu âyetler bize yetmez, bize daha başka âyetler lâzımdır, bizler gaybî
bilgilere muttali olmadan inanmayız mantığında olanlara, yahut da Allah’tan
istenmesi gereken şeyleri peygamberden isteme cehaletinde bulunanlara, Allah’la
peygamberi karıştıranlara böylece bir tehditte bulunmasını istiyordu Rab-bimiz
peygamberinden. Siz de bekleyin ben de bekliyorum. Şu anda yeryüzü kâfirleri
beklesinler, bizler de bekliyoruz. Kim kazanacak? Kim kaybedecek? yakında onlar
da görecek biz de göreceğiz. Kim galip gelecek kim mağlup olacak, kim cehennemi
boylayacak kim cennete uçacak? onlar da görecek biz de göreceğiz.
21.
“İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu tattırdığımızda, hemen
âyetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar; onlara de ki: “Hile yapanın cezasını vermekte
Allah daha çabuktur. “Elçi meleklerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz
yazmaktadırlar.”
İnsanlara
kendilerine dokunan bir zarardan sonra bir rahmet tattırdığımız zaman hemen o
kimseler bizim âyetlerimize karşı bir tu-zak kurmaya kalkışırlar. Âyetlerimize
dil uzatmaya yönelirler.
Rabbimizin vaz ettiği bu insan tipi kıyâmete
kadar her dönem-de, her zaman ve mekânda bulunabilir. Âyetin ortaya koyduğu
tipleme karşısında herkes kendisini, kendi durumunu yargılamak, sorgulamak
zorundadır. Acaba şu anda bizim de Allah’la ilişkilerimiz böyle mi değil mi? Bunu
çok iyi sorgulamak zorundayız.
Şimdi bir
insan düşünün. Ya da bir köy halkı, bir şehir topluluğu düşünün. Bu topluluk
kendilerinin üzerinde sürekli belâlar eksik olmadığı zaman, işleri sürekli
kötüye gittiği zaman Allah’a dua ederler. İşlerinin düzeltilmesi için,
rızıklarının açılması, kederlerinin giderilmesi, başlarında dönen belâların
kaldırılıp huzura ve mutluluğa ka-vuşturulmaları için dua dua Allah’a yalvarıp
yakarmaktadırlar. Nihâyet o kimse üzerinden, o toplum üzerinden Rabbimiz o belâ
ve musîbetleri kaldırıp onları bolluğa ve mutluluğa kavuşturduğu zaman da hemen
Allah’la ve Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa başlayıverirler.
Sanki o belâlar ve musîbetler
döneminde güçleri olmadığı için Allah’a karşı gelemeyen bu insanlar ekonomik
güce sahip oldukları anda, siyasal gücü ellerine geçirdikleri anda,
sıhhatlerine kavuştukları anda Allah’ı da, O’na kulluğu da, O’na yalvarıp yakarmayı
da unutuveriyorlar. Üzerlerinden felâketler kaldırılıp da işleri tıkırında gitmeye
başlayınca Allah’ı da O’nun yasalarını da O’na kulluğu da unutup yan çizmeye
başlayıverirler. İşleri düşünce Allah’ı hatırlıyorlar ama hayatları düze çıkıp
da Allah’a ihtiyaçları kalmadığını zannettikleri zaman da Allah’ı
unutuveriyorlar.
İşte
Rabbimiz bizim karşımıza bir insan tipi çıkarıyor ve bu insanın karakterini
bize anlatıyor. Bize diyor ki ey müslümanlar! Sa-kın sizler de bu insanlar gibi
olmayın. Sıkıntılı dönemlerinizde Rab-binize karşı farklı, iyi dönemlerinizde
de farklı davranışlar içine gir-meyin. Veya ey müslümanlar! Bu tür insanları
iyi tanıyın ve onlara karşı tavırlarınızı iyi belirleyin. Şunu asla
hatırınızdan çıkarmayın ki:
Kâfirler Allah’ın sistemine
karşı, Allah’ın âyetlerine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların
tuzaklarının tümünün Allah biliyorken. Ama onlar Rabbinin tuzaklarını
bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar
gideceğini bilmek-tedir, ama onlar Rab’lerinin kendilerine karşı neler
hazırladığını asla bilmemektedirler. Allah onların kendisine karşı, kendi âyetlerine
ve siz müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için size
bunu haber verecektir.
Vahyin geldiği dönemlerde
Rabbimiz kendi safında yer almış kullarına onların tuzaklarının tümünü haber
veriyor ve mü’minleri onların komplolarından koruyordu. Gerçi bundan sonra
vahiy gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle müslümanlara öyle
bir basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir
tehlike geleceğini mü’minler bilmektedirler. Çünkü Allah kâfirlerin tüm
tuzaklarını yazmaktadır, yazmıştır.
Şu anda
irtica hikâyeleriyle müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştığının
farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır
bunlar. Zannediyorlar ki müslüman-lar zayıftır, zannediyorlar ki müslümanlar
yalnız ve yardımcısızdırlar. Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan
bu iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler. Yakında
tıpkı kendilerinden öncekiler gibi Allah’ın helâk yasasının mahkumu olacaklar.
22. “Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz
gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler; bir
fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, “Bizi bu tehlikeden kurtarırsan
andolsun ki şükredenlerden oluruz” diye O'na yalvarırlar.”
O Allah ki
sizi karada ve denizde yürütendir. Bu imkânı size sağlayan, denizi, rüzgarı
sizin emrinize musâhhar kılan O’dur. Evet düşünün ki bir gemi içinde
denizde seyahate çıkmışsınız, yahut bir
rızık aramaya çıkmışsınızdır, karadaki vasıtalarınızla karanın bittiği ve
denizin başladığı yere kadar gitmişsinizdir, orada da gemilere binip yolunuza
devam ediyorsunuz. Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgarla alıp götürürken
ve onlar içinde bulundukları bu ticaret ortamıyla bu rahat taşınma ortamıyla
sevinirlerken birden bire gemiye şiddetli bir fırtına, şiddetli bir kasırga
gelip de bu kasırganın tesiriyle her yerden gelen dalgalar onları her yönden
sardığı ve artık bu felâketten kesinlikle kurtulma ümitlerinin kalmadığı bir
zamanda; anladılar ki artık sonları gelmiştir.
Farz edin ki şehrin içindesiniz,
evinizin, dükkanınızın içindesiniz ama sanki bir Okyanusa bir rehavete
dalmışınız. Bir ekonominin içine, bir dünya meşgalesinin içine, bir zevk-ü
sefanın içine dalmışınız. Hayatınıza kimseyi karıştırmıyorsunuz. Sizin yaşadığınız
bu deb-debeli ve şaşaalı hayata kimse el uzatamıyor, dil uzatamıyor. Kimseye
ihtiyacınız yoktur. Her şey tıkırında gitmektedir. İşte ben bana yeterim. Benim
malım, benim bilgim, benim gücüm, benim sıhhatim, be-nim gençliğim, benim
servetim, benim makamım diyerek gömüldüğünüz bu hayatın içinde keyfinizi
yaşamaya çalışırken birden bire hiç beklemediğiniz bir anda bir fırtına esmeye,
bir kasırga esmeye başlar. Sağdan yahut soldan, siyasî yahut ekonomik düzenin
sarsılmaya başlayıverir. Yıkılış öyle bir sarar ki seni ne yapacağını, nasıl
davranacağını bile bilemezsin. Her an, her saniye evinizde, dükkanınızda,
köyünüzde, kentinizde böyle fırtınalar esebilir. İşte böyle bir durumda:
Dini
Allah’a halis kılarak, dini yaşamanın dine bağlanmanın gerekliliğini anlayarak
Allah’a dua ederler. Böyle bir musîbet kapılarını çaldığı zaman bu tür
insanların duaları sadece Allah’adır. Böyle ciddi bir durumdayken, Allah’a
işleri düşmüşken insanların duaları, çağırışları, ibadetleri, kullukları,
yalvarıp yakarmaları sadece Allah’adır. Çünkü böyle bir durumda onların
Allah’tan başka dostları yoktur. Her bir yandan kendilerini sarmış bu şiddetli
fırtınalar karşısında Allah’tan başka kendilerine yardım edecek, böyle bir
durumdan kendilerini kurtaracak Allah’tan başka kimseleri yoktur.
İşte böyle bir durumda daha önce
kendilerine dua edip kulluk yaptıkları tüm varlıklar, kendilerini razı edip,
yasalarını uygulamaya çalıştıkları tüm Rab’leri, kendilerine sığınmaya
çalıştıkları ve hatırlarına koşturdukları tüm ilâhları, sosyal hayatlarının
problemlerini kendilerine sormaya gittikleri tüm efendileri, hukuk konusunda
uzman bildikleri tüm tanrıları, eğitim konusunda, kılık kıyafet konusunda bilirkişiliğine
güvendikleri tüm sahte mâbud’ları unutup Allah’a yönelirler. Dini sadece
Allah’a halis kılarlar. Yâni hayat programı dediğimiz dini sadece Allah’tan
almaya ve hayatlarının tümünde sadece Allah’ı Hakîm ve söz sahibi görmeye
başlarlar. Allah’a baş vururlar ve derler ki:
Ey
Rabbimiz! Eğer bizi bu durumdan, bizi bu felâketten, bizi bu hastalıktan, bizi
bu iflastan, bizi bu düşmandan, bizi bu yok oluştan, bu helâkten kurtarırsan,
bizim üzerimizden bu belâyı savuşturur ve bizi sahil-i selâmete çıkarırsan sana
şükredenlerden olacağız. Sana teşekkür edeceğiz. Sana kulluk edeceğiz ve sadece
Seni dinleyeceğiz, sadece Sana itaat edeceğiz. Hayatımızın her bir problemini
sadece Sana soracak ve sadece Senin dediğin biçimde hareket edeceğiz. Hayat
programımızı sadece Senden alacağız, hayatımızı Senin için yaşayacağız. Yeter
ki bizi bu durumdan kurtar, sadece Sana kulluk edecek, sadece Sana dua edecek
ve Sana asla isyan etmeyeceğiz. Her ne kadar şu ana kadar Sana isyan içinde bir
hayat yaşamışsak da, her ne kadar hayatımızda şu ana kadar Senden başkalarını
dinlemiş isek ve Senden başkalarının yasalarını uygulamışsak da diyerek
Rab’lerine yalvarıp yakarırlar.
23. “Allah
onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey
insanlar! Geçici dünya hayatında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra
dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildiririz.”
Evet onları
dua dua yalvarıp yakardıkları o kötü durumlarından kurtardığımız zaman da
yeryüzünde azmaya, azgınlık yapmaya, Allah’a kafa tutmaya başlayıverirler. Evet
dün ne olur ya Rabbi bizi bu durumdan kurtar, Sana kul olacağız, Seni
dinleyeceğiz, Sana şükredeceğiz, hayatımızı Senin için yaşayacağız dedikleri
halde işleri bitince de bir bakarsınız ki ne sözleri kalmış, ne şükürleri, ne
kullukları, ne itaatleri! Her şeyi unutmuşlar yine eski küfürlerine, yine eski
şirklerine, eski isyanlarına, eski hayatlarına dönüvermişler. Sanki hiç bir şey
olmamış gibi yine eski ilâhlarına, yine eski tanrılarına ve tâğutlarına kulluğa
dönüvermişler.
Bakın bu tip
insanlara Rabbimiz diyor ki:
Azgınlık ve
taşkınlığınızın zararı sadece kendinizedir. Sizler bu azgınlıklarınız ve
taşkınlıklarınızla asla Bana zarar veremezsiniz. Yeryüzündekilerin tamamı
Allah’a savaş açmış olsalar bile Allah’a ne zarar verebilecekler de? Tüm
insanlar Allah yasalarına, Allah sistemine karşı ağız birliği edip düşmanca bir
tavır sergileseler bile Allah’a karşı ne yapabilecekle? İnsanlar Allah’a hiç
bir şey yapamazlar, ancak yaptıklarının cezasını kendileri çekecektir. Unutmayın
ki:
Dünya metaı
azıcık bir metadır. Dünya hayatı geçici bir metadır. Benim katımda hiç de
değeri olmayan o dünyayı size veririm. Malınız mülkünüz artmaya başlar. Ekonomik
sıkıntılarınız giderilir. Size güç kuvvet, makam mansıp yetki ve saltanat
veririm. Bana isyanlarınız devam ederken bile bunları Ben size veririm. Benden
başkalarına kulluk ederken bile sizin istediğiniz hiç bir şeyi sizden esirgemem.
Bana savaş açarken bile sizin güneşinizi, havanızı, suyunuzu kesmem. Ama
unutmayın ki bütün bunlar Benim katımda değersiz birer dünya metaıdır. Eğer
bütün dünyanın Benim katımda sineğin kanadı kadar bir değeri olsaydı ondan kâfire
bir yudum su bile vermezdim. Öyleyse ey kullarım! gelin bu geçici ve basit şeylere
aldanıp da Bana kulluktan gafil olmayın. Gelin yarına intikal etmeyecek basit
bir dünyanın peşinde koşarken Benim sizin için razı olduğum, size lâyık gördüğüm
ve sizin için hazırladığım cenneti göz ardı etmeyin. Unutmayın ki:
Sonra
dönüşünüz Banadır. Yaşadığınız bu hayatın bitiminde Bana dönecek ve
yaptıklarınızın tümünden hesap vereceksiniz. Unutmayın ki hayatın hesabını Bana
ödeyeceksiniz. Attığınız her adım, alıp verdiğiniz her nefes sizi Bana doğru
yaklaştırmaktadır. Ölüme ve hesaba doğru koşuyorsunuz. Her an hayata değil
ölüme koşu içindesiniz. Bir gün burun buruna geleceğiniz gerçek ölüm ve
hesaptır, bunu unutmadan yaşayın. Bir de unutmayın ki hayatın da ölümün de
sahibi Benim. Benden başkasına hesap vermeyeceksiniz. Öyleyse Benden
başkalarına minnetiniz olmasın, Benden başkalarına kulluğunuz olmasın, Benden
başkalarını dinlemeyin, Benden başkalarını hayatınızda egemen tanımayın.
Evet
dönüşünüz Banadır ve:
Gelin
akılarınızı başlarınıza alın. Madem ki sizi yaratan Benim, madem hayatınızı
veren Benim, madem ki sahip olduklarınızın tümünü Bana borçlusunuz, madem ki
sonunda hiç kimseye değil de sadece Bana hesap ödeyeceksiniz, madem ki
attığınız her adımla ölüme doğru, hesaba kitaba doğru gidiyorsunuz öyleyse bu
şaşkınlığınız neyin nesi? Bu serkeşliğiniz, bu itaatsizliğiniz neyin nesi?
Rabbiniz olarak Beni bırakıp da kendiniz gibi âcizlere kulluk edişiniz, onları
razı etmek için çırpınışlarınız neyin nesi? Şu siyasî hayatın karmaşası içinde
Allah’tan başkalarına egemenlik haklarını vermeniz neyin nesi? Şu ekonomik
hayatın bunaltıcı koşturmaları arasında Benim âyetlerimi gündeme almayışınız
neyin nesi? Bu kendi hevâ ve heveslerinizi veya şu anda din diye, hayat
programı diye size sunulan şu bilimi Allah yerine oturtmanız neyin nesi?
İşleriniz iyi gidince, ekonomik hayatınız rayına oturunca, karınlarınız doymaya
başlayınca tamam artık bizler cennet hayatına ulaştık diyerek dünyayla tatmin
oluşunuz neyin nesi? Âhireti unutuşunuz neyin nesi?.. Hiç düşünmez misiniz?
24. “Dünya
hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği
bitkiler yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin
sahiplerinin bütün bunlara mâlik olduklarını sandıkları sırada, gece veya
gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve orayı hiç bir şey bitirmemişe çevirmişiz;
bir gün önce bir şey yokmuş gibi olmuştur. Düşünen millet için, âyetleri
böylece uzun uzun açıklıyoruz.”
Allah
gökten indirdiği bir su ile yeryüzünde bitkiler bitiyor, yeryüzü alabildiğine
güzelleşiyor, süsünü giyiniyor, ziynetini takınıyor mükemmel bir hale geliyor.
Ve artık yeryüzü insanlığı zannediyorlar ki bu hayat kendilerinin. Zannediyorlar
ki bu hayatın sahibi kendileridir ve bu hayata güç yetirme imkânı kendi
ellerindedir. Yâni artık sahibi bulundukları bu güzellikleri hiç kaybetmeyeceklerdir.
Ama Bizim
emrimiz gece yahut gündüzün geliverir de o gü-zelim dünyayı, o güçlü dünyayı, o
bozulmaz, o yıkılmaz bildikleri dün-yayı ve dünyanın güzelliklerini tamamen
çerçöp haline getiriveririz. O güzelim
tabiatı, biçilmiş ekin haline getiriveririz. Sanki o dünya hiç olmamışçasına,
sanki o güzellikler hiç yokmuşçasına, sanki dünya hiç yokmuşçasına.
İşte dünya hayatı budur. Yâni
tabiatın öldüğü, solduğu bir kışın ardından gelen bir bahar düşünün. Ölümünden
sonra toprak canlanmış, bulutlardan Rabbimizin hayat kaynağı yağmur âyetleri
yeryüzüne inmiş, Allah’ın vahyiyle dirilen tabiat sonsuz bir güzelliğe ve canlılığa
bürünmüş.
İşte böyle bir hayatın içinde
insanlar zannederler ki artık ölüm hiç bir zaman gelmeyecek, bu güzellikler bu
saltanat hiç bir zaman yok olmayacak, bu bahar hiç bir zaman bitmeyecek, her
şey tıkırında gidecek. Sanki bütün bunlara kendi kendilerine ulaşmışlar gibi.
Sanki bu hayatın, bu güzelliklerin, bu baharın sahibi kendileriymiş gibi. Bu
güneşin, bu oksijenin, bu gençliğin, bu sağlığın bu servetin sahibi
kendileriymiş gibi. Sanki bunların hiç bir zaman yok olmayacağını
zannediyorlar.
Gençliklerini hiç bir zaman
kaybetmeyeceklerini, sağlıklarını hiç bir zaman kaybetmeyeceklerini zannetmeye
başlıyorlar. Siyasî gü-ce sahip olanlar bu güçlerini hiç bir zaman
kaybetmeyeceklerini zannetmeye başlıyorlar. Oturdukları koltuklarını hiç bir
zaman kaybet-meyeceklerini, kendilerine egemen olduğu insanların kendilerine
asla isyan etmeyeceklerini zannetmeye başlarlar.
Sanki bulundukları makamda
kendilerinin tanrı olduklarını zan-netmeye başlarlar. Sanki yer yüzünü doyuranın,
besleyenin kendileri olduğunu zannetmeye başlarlar. Halbuki kendisinden önce de
o koltuğa oturanlar, kendisinden önce de o mülke, o güç ve kuvvete sahip
olanlar vardı. Halbuki onun gibi ondan daha güçlü neleri gelip geçti bu
dünyadan. Onlar gelip geçti de bu dünyadan, sen mi kalacaksın? Bundan önce nice
baharlar solup öldü de bu bahar mı devam edecek? Hangi bahar solmadı bugüne
kadar? Hangi güçlü ölmedi? Hangi güneş batmadı? Hangi imparator yıkılmadı?
Hangi melik bu dünyayı terk etmedi? Hangi varlık bu dünyaya kazık çaktı?
İşte biz
âyetlerimizi böylece açıklıyoruz ki gerçeği anlayasınız, akıllarınızı
kullanasınız diye. Kim ki bu âyetleri iyi değerlendirir, Allah’ın bu
âyetlerinin üzerinde kafa yorar ve bu âyetlerin bilincine ererse bu âyetler
elinden tutup onu hidâyete ulaştıracak ve böylece Rab-bimiz onlara bu dünya
hayatının değersizliğini, basitliğini anlatacak, bağlanılması gereken öte âlemin mutluluğunu
onlara gösterecektir.
25. “Allah,
cennete çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir.”
Allah
kullarını selâm yurduna, selâmet yurduna, saadet yurduna dâvet ediyor. Çünkü
orada bunların hiç birisi yoktur. Orada ölme yoktur, orada solma yoktur, orada
ihtiyarlama yoktur, orada mahrumiyet yoktur, orada ayrılık yoktur, orada hayat
ebedîdir, orada devlet ve saltanat ebedîdir, orada gençlik, orada dinçlik
ebedîdir, orada güzellik ebedîdir. Rahmânın bu dâvetine icâbet eden, hayatını
bunun hesabıyla yaşayan insanların dünyası da âhireti de böyle güzel olacaktır.
Eğer insanlar Rab’lerinin bu mesajına, bu dâvetine kulak verirler, Rab’lerinin
istediği biçimde bir hayat yaşayarak ebedîlik yurduna, ebedî saadet yurduna
doğru koşarlarsa o zaman bu dünya hayatı da, koştukları hedefledikleri âhiret
yurdu da onlar için bir olacaktır. Yâni bu basit dünya hayatı da onlar için
aynen cennet hayatı kadar değerli ve güzel olacaktır. Hem dünya dâr’us selâm
olacak onlar için, hem de cennet dâr’us selâm olacaktır.
Dilediği
kimseleri de Rabbimiz sırat-ı müstakîme hidâyet eder. Yâni kim ki tercihini sırat-ı
müstakîmden yana, hidâyetten yana kullanır ve hidâyette olmak isterse, hidâyete
lâyık hale gelmek isterse, böyle bir hayat yaşarsa Cenâb-ı Hak da onu buna
lâyık kılar. Ama is-temeyenleri, iradesini bu yönde kullanmayanları, bu yolda
adım atmayanları da Rabbimiz zorla aman sen bu yola girmezsen sonunda perişan
olacaksın diye İslâm’a sokmaz.
26.
“Muhsinlere (İyi davrananlara); daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların
yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir,
orada temelli kalırlar.”
Muhsinler
için hüsnâ vardır ve de fazlalık vardır. Muhsin Allah’ı görüyormuşçasına Ona
kulluk yapan kişidir. İhsan Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmektir.
İhsan Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmaktır. İhsan kişinin yaptığını Allah
huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.
Yâni eğer bir mü’min hayatının
tümünde Allah’ı görmediği hal-de O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda
olduğunun şuurunda bulunursa, her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu
bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yaparsa yâni Allah karşısında böyle
bir teslimiyet gösterirse. Ya Rabbi senin karşında ben bir hiçim! Ancak senin
izninle yaparım! Senin yap dediğini yaparım! Senin bildirdiğini bilirim!
diyerek Allah yolunda olursa, yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapmaya
çalışırsa, ya da hayatını Allah için yaşamaya çalışırsa, Allah kontrolünde
olduğunun bilincine ererse işte bunlar için, ve de sırat-ı müstakîme hidâyet
edilen, dosdoğru yolda yürüyen, dünyada da ukbada da Allah’ın dâvetine icâbet
eden, dünyada da ukbada da selâm ve selâmette olan, Allah’ın selâmet yurdu olan
cennetine evet di-yen ve bunun gereği olarak da Allah’ın istediği gibi bir
hayat yaşayan mü’minlere hüsnâ vardır. Rab’lerinin kendileri için hazırladığı
gözlerin görmediği, kulakların duymadığı cennetler ve o cennetler içinde akıl
ve hayale gelmedik nîmetler var.
Ve bir de ziyadesi vardır. Yâni
yaptıklarının en güzel bir karşılığı vardır ve de onlar için daha fazlası da
vardır, fazlalık da vardır.
Onların
yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet bulaşır. Yüzlerini ne karanlık kaplar,
ne de horluk, hakirlik bürür. Allah’ın cennetine idhal buyurduğu bu kutlu
insanlar asla zelil olmayacaklar, izzet içinde olacaklar. Yüzlerinde asla kara
bir leke olmayacak, aksine onlar Allah’ın nûruyla aydınlanmış olacaklar.
Rab’leri onları yüceltecek, onlara izzet ve şeref bahşedecek,
düşünebileceğimizin ötesinde bir güzellik lütfedecektir.
Çünkü onlar dünyada sadece
Rab’lerini Azîz bilmişler, izzeti sadece Rab’lerinde görmüşler, Rab’lerine
kullukta görmüşler ve Azîz olmanın yolunu Rab’lerine kullukta bilmişler ve bir
ömür boyu O’na itaat etmişlerdi. Bir ömür boyu yalnızca Allah’a itaat ederek,
yalnızca Allah yolunda Azîz olabilmenin hesabını yapan bu müslümanlar dünyada
Azîz ve şerefli bir hayat yaşadıkları gibi öbür âlemde de Allah onları zillet
ve meskenetten kurtarıp izzet ve şeref içinde bir hayatı lütfedecektir. Azîz ve
şerefli bir makamın sahibi kılacaktır onları.
İşte onlar
cennetliklerdir, orada temelli kalacaktırlar. Öyleyse yarışanlar işte bunun
için yarışsınlar. Öyleyse ey müslümanlar haydi Rabbimizin hazırladığı cennetine
koşalım. Haydi her birerimiz Allah’ın istediği biçimde muhsinler olarak,
hayatımızı Allah için yaşayarak, Allah’ı görürcesine bir hayat yaşayarak
sürekli O’nun huzurunda ve O’nun kontrolünde olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşayarak,
yâni ihsan makamında bir titizlik içinde yaptıklarımızın tümünü Allah’a lâyık
yapalım, Allah adına yapalım ve hüsnâyı elde edelim. Bizim için en güzel yol,
en akıllı davranış Allah’ın bizim için hazırladığı bu hüsnâyı, bu cenneti elde
etmek için çalışıp çırpınmak iken bakıyoruz insan-ların hesapları çok farlıdır.
Ne kadar basit hesapların içine giriyorlar insanlar değil mi?
Eğer şu kadar paraya
ulaşabilirsem, şu evi bir bitirebilirsem, şu arabayı bir alabilirsem, şu makama
bir oturabilirsem, bir holdingleşebilirsem tamam artık benim dünyada başka hiç
bir isteğim yoktur diyor adam. Ne kadar basit hedefler, ne kadar basit istekler
değil mi? Tam bir kâfir anlayışı. Ancak bir kâfir bunlarla avunup bir hayat yaşayabilir.
Bir müslümanın nasıl bu tür basit hesaplarla avunabildiğini anlamak mümkün
değildir.
Yâni dünyanın en iyi evi, en iyi
arabası, en iyi makamı senin olsa, dünyanın en zengini sen olsan, dünyanın tüm
altın ve gümüşleri senin olsa ne yazar? Tüm dünya senin olsa, tüm dünyadakiler
senin emrinde olsa ne kadar sahip olabileceksin de bütün bunlara? Ve eğer yarın
ölür ölmez cehenneme gideceksen neye yarar da bunlar? Eğer yarın bu sahip
olduklarının tümünü gideceğin o cehennem ateşinden kurtulabilmek için fidye
olarak vermeye çalışacak ve cehennemin sahibi tarafından da kabul edilmeyecekse
neye yarar bütün bunlar?
Evet mü’min
bütün bunları bilecek, bu âyetleri tanıyacak, Allah’ın öbür tarafta mü’min
kulları için hazırladığı bu güzel mükâfatları tanıyacak ama yine de
dünyalıkların içine gömülme adına yaşadığı hayatta aylar yıllar geçecek de
cenneti bir kere hatırlamayacak, aylar yıllar geçecek de bir kerecik Rabbinin
hatırını sormak üzere kitabıyla ilgi kurmayacak. Cenneti unuturken, cenneti
anlatan Allah’ın kitabını örtüp bir hayat yaşarken ama beri tarafta kendi ekonomik
dünyasında, iş hayatında, siyasî hayatında hep dünyasını düşünecek. Bunu
anlamak gerçekten mümkün değildir. Yâni adam kendi hayatını her gün düşünürken
kendi kitabını, yâni hayat kitabını hiç ihmal etmeden her gün okurken, Allah’ın
kitabını okumaya zaman bulamıyorsa, ben bunun neyle izah edileceğini
bilmiyorum. Böyle bir kimse sadece bir aldanışın içindedir diyebiliyorum.
Halbuki bir insanın Allah’ı
aldatması mümkün olmadığı gibi kendi kendisini aldatması da mümkün değildir.
Gündemini Allah oluşturmayan, gündemini Allah’ın kitabı oluşturmayan bir insan
kesinlikle bilmelidir ki o en büyük bir kayıp içindedir. Düşünün, bu sûre,
Yunus sûresi senin gündeminin ne kadarını oluşturabildi? Bakara, Âl-i İmrân ne
kadar gündem oluşturdu? Allah’ın Resûlünü ihtiyarlatıp belini büken Hûd sûresi
seni ne kadar ihtiyarlatabildi? Kur’an senin hayatına ne kadar etki edebildi?
Cenneti ne kadar düşünebildin? cehenneme ne kadar zaman ayırabildin?
Evet mü’minlerin durumları
böylece anlatıldıktan sonra bakın şimdi de beri taraftakiler anlatılacak:
27.
“Kötülük işleyenlere kötülükleri kadar ceza verilir; onların yüzlerini zillet
bürür; Allah'a karşı onları savunacak yoktur; yüzleri, geceden kara bir
parçayla örtülmüş gibidir. Bunlar cehennemliklerdir, orada temelli kalırlar.”
Ama kötülere, kötülük
işleyenlere, kötülük kazananlara gelince onların cezası da işlediklerinin bir
mislidir. Seyyienin cezası, seyyi-enin karşılığı, misli mislinedir. İyilik ve
kötülüklerin karşılıkları farklıdır. İyiliklere kat kat mükâfaat veren Rabbimiz
günâhın karşılığını tamtamına veriyor. Bir sevaba on mükâfat, bin mükâfat
verilirken bir günâha bir ceza, iki günâha iki ceza verilmektedir. Yâni
anlıyoruz ki günâhların ve sevapların kat sayıları farklıdır. İyiliğin
karşılığı bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire sonsuz mükâfat iken
kötülüğün karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir
bizim için değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günâh işlemeye niyet edip azmetse,
ama sonra da Allah korkusundan, âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vaz
geçse onun karşılığında bir sevap verilecektir.
Evet
günâhkârlara bire bir ceza verecek Allah. Ve onların yüzlerini bir zillet, bir
meskenet, bir eziklik, bir perişanlık, bir horluk ve hakirlik kaplamıştır.
Kayıplarından dolayı, ayıplarından dolayı zillet içindedirler onlar. Tabii
cehenneme giden zelil olacaktır. Dünyada da zelil bir hayat yaşamışlardı bu
adamlar. Ve artık Allah’tan hiç bir kurtarıcıları, hiç bir yardımcıları ve
koruyucuları yoktur. Şefaatçileri yoktur onların. Onları dünyada yaşadıkları
hayatın karşılığı olarak kendileri için hazırlanmış cehennem ateşinden koruyup
kurtaracak hiç bir yol, hiç bir çare yoktur. Dertlerini dinleyecek, hatırlarını
soracak, kendilerine sıcak bir kucak açacak hiç bir dostları yoktur onların.
Utanç ve
rezaletlerinden dolayı, kayıplarından dolayı sanki onların yüzlerini karanlık
bir geceden bir parça kaplamış, yüzleri simsiyah kesilmiştir. Ama bu siyahlık
şu anda kimi insanların derilerinin siyahlığı anlamına bir siyahlık değildir.
Çünkü yüzünün derisi dünyada siyah olan bir müslümana bakarsınız ki yüzü parıl,
parıl parlamaktadır. Yâni şu anda beyaz insanın egemenliğinin sürdüğü dünyada siyahlara
mutluluk tanımıyorlar. Halbuki dünyada insanlar ancak İslâm’la mutlu
olabilirler. İslâm’ın dışında mutluluk yoktur. Derileri siyah olanlar da, beyaz
olanlar da ancak İslâm’la güzeldir. İster beyaz derili olsunlar, isterse siyah
derili olsunlar insanlar küfürle, şirkle asla güzel değildirler. Küfür ve şirk
mensupları çirkindirler, kötüdürler, kalpleri de yüzleri de simsiyahtır. İşte
cehenneme giden insanların da yüzlerini siyahlık kaplamıştır. Kapkara olmuştur
onların yüzleri. Sanki karanlık bir geceden parçalar gibi yüzleri simsiyahtır
onların. İşte bunlar cehennemin ashabıdırlar, ateşin sohbetçisidirler ve orada
ebedî kalıcı-dırlar.
Evet
dünyada Rab’lerinin rızası istikâmetinde bir hayat yaşayan, izzet ve şerefi
Allah’ta görerek, izzet ve şerefi Allah’a kullukta görerek azîz ve şerefli bir
hayata talip olan cennetlikler Rablerinin azîz ve şerefli kılmasıyla azîz ve
şerefli bir cennet hayatına doğru giderlerken, dünyada izzet ve şerefi
Allah’tan başka yerlerde arayarak bir hayat yaşayan cehennemlikler de zelil bir
şekilde, horluk, hakirlik içinde, yüzleri de simsiyah, ebedî azap yerleri olan
ateşe gitmektedirler.
28,29.
“Onların hepsini bir gün toplarız, sonra, puta tapanlara, “Siz ve putlarınız
yerlerinize!” deyip onları birbirinden ayırırız. Putları ise: “Bize
tapmıyordunuz ki. Allah, sizinle bizim aramızda şahit olarak yeter. Sizin tapınmanızdan
bizim haberimiz yoktu, "derler.”
Evet o cehennemliklerin tamamını
bir gün toplarız. Ve onlara deriz ki:
Haydi
herkes şimdi yerini alsın bakalım. Buyurun, siz bu tarafa ortaklarınız da bu
tarafa. Herkes yerini, mekânını alsın. Tapınanlar, tapınılanlar, tanrılar,
kullar, sığınanlar, kendilerine sığınılanlar, dua edenler, dua edilenler,
sizler ve tanrılarınız, sizler ve şerikleriniz, sizler ve Allah’a şirk koştuklarınız,
kendilerinde güç kuvvet gördükleriniz, kendilerinde egemenlik yetkisi
gördükleriniz, yasalarını uygulayarak kendilerine kulluk ettikleriniz,
şefaatini umduklarınız, Allah yerine ikâme etmeye çalıştıklarınız, dâvâcı ve
sanık herkes yerini alsınlar bakalım diyeceğiz buyurarak, burada Rabbimiz
âhiret günü bir toplantıdan söz ediyor. Mahşer günü, mahşerde cehennemlikleri
bir yerde top-luyor Allah.
Tabii
âyetin ifadesiyle cehennemliklerin müşrik kesimine diyor ki Rabbimiz haydi sizler
şurada yerinizi alın. Şerikleriniz, ortaklarınız, tapındıklarınız,
sığındıklarınız, tanrılarınız da şurada yerlerini alsınlar.
Ve onların
aralarını ayırırız. Tapınanlar bir tarafa, tapınılanlar bir tarafa, tanrılar
bir tarafa, kullar bir tarafa ayrılır. Tapınanların tapındıklarının tapınılmaya
değmez olduklarını anlamaları için Rab-bimiz aralarını ayırıyor. Peki bu
müşriklerin dünyada tapındıkları kimlerdi? Ya taştan, tunçtan yapılmış cansız
cemadatlar, ya da kendileri gibi insanlardı. Nasıl olur? İnsan insana tapınır
mı? Bal gibi oluyor işte. İnsanlar kimilerini güçlü kuvvetli görüyorlar, onları
emir ve yasakları uygulanacak bir makamda tutarak Allah sever gibi sevmeye, Allah’tan
korkar gibi onlardan korkmaya başlarlar. Onlara itaat ederler, onların arzularını
gerçekleştirirler. Sevgileri, nefretleri, kabulleri, retleri hep onlara yönelik
şekillenir. Allah yerine oturtarak toplumun istediği gibi yaşamaya çalışırlar.
Böyle tanrılar kullar sarmaş dolaş bir hayat yaşayıp giderlerken bir gün gelir
kullar da, tanrı bildikleri de Allah’tan gelen bir ölümle ölürler ve bir gün kıyâmetle
yeniden dirilirler, her iki taraf da Allah’ın huzurunda toplanırlar. Allah’ı
bilmek ve tanımakla birlikte, yirmi dört saatinin 2,3 saatini Allah’a verdiği
halde geri kalan 18,20 saatini insanlara, topluma, çevreye vererek onları
memnun etmeye çalışan insanları o tanrılarıyla birlikte, kutsal kabul
ettikleri, güç kuvvet sahibi bildiği varlıklarla birlikte bir araya toplar.
Onların
şürekaları, ortakları, yâni tanrı kabul ettikleri, kendilerinde güç kuvvet,
egemenlik gördükleri, yasalarını uyguladıkları kimseler diyecekler ki siz bize
ibadet etmiyordunuz. Siz bize tapınmıyordunuz.
Allah sizinle bizim aramızda
şahittir ki gerçekten biz sizin bize ibadetinizden gafildik. Gerçekten bizler
sizin bize kulluğunuzdan habersizdik diyecekler.
Acaba nasıl
anlayacağız bunu? Diyorlar ki bakın Allah şahittir ki sizin bize tapınmanızdan
bizim haberimiz yoktu ve zaten sizler aslında bize kulluk da etmiyordunuz.
Gerçekten şu anda bir köyde, bir
şehirde oturduğu halde ken-dilerinden yüzlerce kilometre uzaktaki insanların
hayatını gündeme alan, onların arzu ve isteklerine yönelen, onların emir ve
yasaklarını uygulayan, onların hayat anlayışlarını benimseyen, onlar gibi olmaya,
onlar kaynaklı yaşamaya çalışan, Allah’ı severmiş gibi onları sevip sayan,
Allah’tan korkarmış gibi onlardan korkup çekinen, onlarla heyecanlanan, onların
haberleriyle üzülen, sevinen, onları kutsayan, onlardan yardım bekleyen
insanlar vardır. Bakara sûresinde anlatıldığı gibi Allahu Teâlâya nidler, ortaklar
buluyorlar ve onları Allah’ı se-vermiş gibi seviyorlar. Hem öyle seviyorlar ki
sanki Allah’ı sever gibi. Onların emirlerine, yasaklarına itaat ederler de
Allah’a isyan ederler. Bu şeriklerinin arzularını Allah’ın arzularına tercih ederler.
Bunların
bir kısmı bu şirki açıktan yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların
bir dönem yaptıkları gibi onlara ilâh, mâbud ismi vermekten çekinmezler. Onlara
açıktan açığa Rabbimiz! Tanrımız! demekten çekinmezler. Onları güç kuvvet sahibi,
nîmet sahibi bilirler. Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri bunlardan
beklerler. Allah’a sığınmaları gereken yerde bunlara sığınırlar. Allah’ı çağırmaları
gereken yerde bunları yardıma çağırıp, bunlara dua ederler. Allah’ın rızasını
kazanıyorlarmış gibi bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar. Allah bu konuda
ne diyor? hiç önemli değil, yeter ki efendisi gücenmesin. Yeter ki lideri razı
olsun. Yeter ki futbolcu üzülmesin. Yeter ki artist hanım mahzun olmasın. Yeter
ki şarkıcı kız sıkıntı içine düşmesin. Yeter ki hoca efendiyi üzmeyeyim. Gerisi
önemli değil, Allahu Teâlâ zaten Ğafûr ur Rahîmdir, O gücenmez diyorlar.
Öyle bir
seviyor, öyle bir bağlanıyor ki adam bakıyoruz hakikaten sanki Allah sever gibi
seviyorlar. Modaya ters düşmektense bin defa Allah’a ters düşmeye razı olacak kadar
seviyorlar. Allah’a yapılması gerekenler bunlar adına yapılmaya çalışılıyor.
Mü'minler Allah adına Allah uğrunda ölmeyi göze alırlarken kimi insanlar bunlar
adına da ölebilmektedirler. Hattâ bunlardan kimileri Allah’tan daha fazla sevilmektedir.
Meselâ Allah’ın emirlerine zıt emirler veren, arzuları, kanunları Allah’ın
arzularıyla çatışan liderlere itaat eden kimselerin bu amelleri liderlerini
Allah’tan daha çok sevdiklerinin ispatıdır. Adam kendisi gibi âciz, kendisi
gibi ölümlü, kendisi gibi güçsüz ve kuvvetsiz olan bir adamın kanunlarının,
koymuş olduğu kurallarının insanlar üzerinde hakim olması adına malını veriyor,
canını veriyor...
Bilhassa
oyun eğlence tanrılarında bunu çok net görmek mümkündür. Adam bir futbolcuyu
kalbinin ta derinliklerinde yaşıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da
bir sanatçıyı kalbinin ta derinliklerinde saklıyor.
Bu sevilen,
sayılan, tanrı kabul edilenler kendileri için yanıp tutuşan bu kullarından hiç
bir zaman haberdar değillerdir. Öyle değil mi? Meselâ düşünün ki şu bulunduğumuz
noktadan bin kilometre uzaklıkta icra edilen bir müzik programının yahut da bir
oyun eğlence programının ritmine, heyecanına kendisini kaptırmış bir insan düşünün.
Yaşa! Varol! Bir ol! En büyük sensin! Canım sana fedâ olsun! diyerek kalbini,
benliğini ona açarken, onu kendisine tapınırcasına kutsallaştırırken, onun
sevgisi ve heyecanıyla vücuduna jilet atarken, vecd ve istiğrakla kendisinden geçerken
o tanrılaştırılan oyuncunun, o sanatkârın bu zavallının hareketlerinden haberi
var mı dersiniz? Belki genel olarak hayranlarının kendilerinden geçerek
kendilerini seyrettiklerini, kendilerini yüceltip kutsallaştırdıklarını
bilebilirler. Sahnede karşısındakilerin davranışlarını görüp bilebilirler ama
çok uzak bir köyde, bir kasabadakilerin yaptıklarını bilmeleri mümkün değildir.
Yine meselâ
ülkenin çok uzak kentlerinde, ya da ülke dışında, başka ülkelerde politik ve
siyasal güce sahip olan bir insanın burada savuculuğunu, fikirlerinin
yayıcılığını yapan, o benim her şeyimdir, o benim fikir babamdır, benim ruh
kaynağımdır, benim hayat felsefemdir, ben ona bütün varlığımla bağlanıyorum,
ben onu varlık sebebim kabul ediyorum, o ne derse ben onu kabul ediyorum, o
neye hayır demişse ben onu reddediyorum, tüm benliğimle onu seviyorum diyen bir
adamın durumunu düşünün. Şimdi çok uzaklardaki bu tanrının bu kulundan ve bu
kulunun kendisini kutsallaştırıp tanrılaştırmasından haberi var mıdır? İşte yarın
bu tür tanrılar diyecekler ki Allah şahittir ki bizim, sizin kulluğunuzdan haberimiz
yoktu.
Ya da siz
aslında bize değil kendinize kulluk ediyordunuz di-yecekler. Yâni siz kendi
menfaatlerinize kulluk ediyordunuz. Evet on-lar diyecekler ki zaten siz bize
değil kendi hevâ ve hevesinize tabiy-diniz diyecekler. Gerçekten de bakıyoruz
meselâ politik hayatta bunun aynısını görüyoruz. Ey anam! Ey babam! Atam!
Kurtar bizi! Yolundayız! İzindeyiz! Babam! Anam! filan diyorlar. Eh adamın işi
bitti mi, menfaati bitti mi veya parti bitti mi zaten bu bilmem neyin nesi di-yor,
bunun bilmem nesini ne yapayım diyor. Yâni basit menfaat hesapları işte.
Milletvekilliği hesapları, para hesapları, bakanlık hesapları, dekanlık
hesapları, müdürlük hesapları, ekonomik hesaplar. Dün birbirlerine fevkalade
bağlanan adamlar bugün birbirlerinin baş düşmanı oluyorlar.
Veya meselâ bir zamanlar gözünde
gönlünde yücelttiği, önünde secdelere kapandığı sanatçı sanatını icra edemez
bir duruma düştüğü zaman işte görüyoruz kimse bir dilim ekmek bile götürmüyor.
Kimse halini sormaya bile gitmiyor. Bu adamların son zamanlarında bir zamanki
kullarının gözleri önünde nasıl perişan bir duruma düştüklerini, nasıl perişan
bir vaziyette geberip gittiklerini görüyoruz. Veya bir zamanlar önünde diz
çökülen nice siyasal tanrıların, kullarının bir selâmına bile lâyık görülmeden
bir köşede yalnızlığa itildiklerini biliyoruz. Tabii onları tanrı kabul edenler
aslında onları değil de kendi menfaatlerini tanrılaştırıyorlardı.
Yâni biz
sizi takip ettiğimiz için, size tâbi olduğumuz için, size tapındığımız için bu
hale geldik diyenlere ötekiler de diyecekler ki zaten siz bizi takip
etmiyordunuz, siz kendi menfaatlerinizi takip ediyordunuz. Siz bize değil kendi
menfaatlerinize kulluk ediyordunuz di-yecekler. Allah’ın dinini bırakıp da dünyanın
peşinde koşan insan-lardan hangi biri menfaatlerini takip etmiyorlar? Herkes
keyfini, herkes menfaatini takip ediyor bugün. Yarın ya Rabbi işte bunlar bizim
tanrılarımızdı, bunlar bizi saptırdılar demelerinin ne anlamı olacaktır? Çünkü
artık aralarındaki bütün ipler de kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet,
şan, şöhret, protokol gibi aralarındaki bütün bağlar kopuverecek ve dünyada
kendilerini kutsayıp kulluk ettikleri varlıklar onları terk edip kulluklarını
reddedecekler.
Evet dünyada Allah’ı bırakıp da kendilerine
dua edilenler, kendilerine kulluk edilenler, kendilerinde güç kuvvet
görülenler, kapılarında yardım dilenilenler. Yâni kendileri bir şey zannedilip
de reklamları, propagandaları yapılanlar. Kendileri rab ve ilâh mevkiinde
görülenler. Kurtarıcı konumunda bilinenler. Dünyada kendilerine tapınmaya çalışan
bu gönüllü kullarına asla dostluk göstermeyecekler. Kendilerinin önünde eğilen
bu yardakçılarına düşman olacaklar ve kendilerine yaptıkları dualarını ve
ibadetlerini reddedecekler. Ey aptallar! Sizler aslında bize kulluk
yapmıyordunuz! Sizler kendi menfaatlerinize, kendi nefislerinize ve kendi
hevâlarınıza kulluk ediyordunuz. Her ne kadar da bizim kanunlarımızın reklamını
yapıyor, bizim yasalarımızın tabileri oluyor gibi görünüyor idiyseniz de aslında
sizin derdiniz bize kulluk değil Rabbinize kulluktan kaçmaktı. Tüm derdiniz
hayatınıza Allah hakim olmasın da; kim hakim olursa olsundu. Hayatınızda Allah
söz sahibi olmasın da; kim söz sahibi olursa olsun idi. Çünkü Allah’ı
atlatamayacağınızı çok iyi biliyordunuz. Bunun yanında bizi yönlendirebileceğinizi,
seçme hakkınızla, oylarınızla bize tesir edip istediğiniz yasaları
çıkartabileceğinizi veya bizi atlatabileceğinizi, bizim gafletlerimizden
istifade ederek istediğiniz suçları işleyebileceğinizi biliyordunuz. Yâni siz aslında
kendi kendinize tapınıyordunuz diyecekler.
Ya da
burada kendilerine kulluk yapılan,
kutsallaştırıp kendilerine ibadet edilen varlıklar meleklerdir, peygamberlerdir,
vefat etmiş sâlih kişiler veya kendilerine tapınan, kendilerine sığınıp dua
edenlerin dualarını, tapınılarını asla işitmeyecek olan cansız varlıklardır.
Bunlar yarın öbür âlemde dünyada kendilerinin haberi olmadan kendilerine kulluk
yapanların kulluklarını reddedecekler. Diyecekler ki ya Rabbi sen şahitsin ki
bizler hiç bir zaman bu insanlara bize kulluk ya-pın demedik. Bizler hiç bir
zaman bunları kendimize kulluğa çağırmadık. Bize dua edin, isteyeceklerinizi
bizden isteyin, bize sığının, bize yalvarın, bizim korumamız altına girin
demedik. Bizler onların gözleri önünde sadece Allah’a dua ettik. Sadece Sana
kulluk yapıp sadece Sana sığındık. Onların bize ibadetlerinden de dualarından
da bizim hiç bir haberimiz ve ilgimiz yoktur ya Rabbi. Bu sapıkların yaptıklarından
bizler sorumlu değiliz. Onların yaptıklarından bizim payımız yoktur diyecekler.
Kur’an-ı
Kerîmin pek çok yerinde Rabbimiz bu tür müşriklerin kendilerini asla
duymayacak, duyamayacak, kıyâmete kadar kendilerine cevap verip icâbet
edemeyecek varlıklara ibadet ettiklerini, onlara dua edip imdatlarına çağırdıklarını
anlatır. Âyetlerde bu kendilerine dua edilen, kendilerine ibadet edilen
varlıklar kıyâmete kadar dua edenlere icâbet edemezler, edemeyecekler deniyor.
Peki acaba kıyâmet günü işitip icâbet edebilecekler mi bunlar?
Evet işte burada anlatıldığına
göre orada konuşacaklar ve onların kendilerine yönelik gerçekleştirdikleri
kulluklarını reddedecekler. Çünkü kıyâmet günü iş değişecek. Dünyada onları hiç
duymayan put-lar veya bu zâlimlerin kendilerine dua edip yalvardıkları ölmüş ve
şu anda onları duymaktan uzak bulunan sâlih kişiler kıyâmet günü onlardan teberrî
edip uzaklaşacaklar. Vallahi ya Rabbi! Bu alçakların yaptıklarından bizim
haberimiz yoktu! Bizi sana ortak koşarak, bizde güç kuvvet görerek bize dua
eden bu zâlimlerin bu yaptıklarıyla bizim ilgimiz, alâkamız yoktur. Ya Rabbi
Sen şahitsin ki bizler hayatımız bo-yunca sadece Sana dua ettik, sadece Sana
kulluk yaptık ve sadece Sana kulluğa çağırdık. Hayatımız bunun ispatıdır. Bu zâlimlere
de bi-ze kulluk yapın demedik diyecekler ve onlardan uzaklaşıp Allah’a sı-ğınacaklar.
Anlayabildiğimiz
ve görebildiğimiz kadarıyla müşriklerin kendilerine ibadet ettikleri,
tanrılaştırdıkları, dua ettikleri varlıklar üç kısımdır.
a: Ruhsuz,
şuursuz olan cansız, camid varlıklar.
b: Geçmişte
yaşamış peygamberler ve Allah’ın sâlih kullarıdır.
c: Yine
geçmişte sapmış, sapıtmış ve sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve
kendileri saptıkları gibi Allah kullarını da saptırmak için çırpınmış
kimselerdir. Sapıklar ve saptırıcılar olarak dünyadan göçüp gitmiş olan insanlardır.
Birinci
sırada yer alan cansız varlıkların ne kendi varlıklarından, ne kendilerini
putlaştıranlardan, ne de kendilerine dua edip yalvaranların dualarından
haberleri yoktur. Bunlar zaten cansız varlıklardır.
İkinciler
yâni Allah’ın kutlu elçileri ve daha önce yaşamış Allah’ın sâlih kulları.
Aslında bunlar yaşadıkları dönemde Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk
etmiş ve insanları Allah’a kulluğa çağırmış kimselerdir. Hayatlarında bunun
mücâdelesini vermiş insanlardır. Allah’ın bu sâlih kulları da vefatlarından
sonra kendilerine yapılan kul-lukları ve duaları duymazlar, duyamazlar.
Duymazlar çünkü vefat etmiştir onlar. Bu zâlimlerin, bu akılsızların bu densizlerin
densizliklerini duyurarak Allah üzüntüye sevk etmez bu sâlih kullarını. Bu zâlimler
tarafından kendilerinin putlaştırıldıklarını, kutsallaştırılıp tanrılaştırıldıklarını
ve hayatları boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine kendilerine ibadet
edildiğini duyurarak bu kutlu kullarını üzmez Rabbimiz.
Çünkü bunlar hayatları boyunca
sadece Allah’a kulluk yapmışlar, hayatları boyunca sadece Allah dua etmişler,
isteyeceklerini sadece Allah’tan istemişler, hayatları boyunca tevhide
inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki insanları sadece Allah’a
kulluğa ve tevhide çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve uğrunda şehit
düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zâlimler ve cahiller tarafından
ne hale getirildiğini göstererek onları asla üzmez Rabbi-miz. Ama kıyâmet günü
kendilerini putlaştırarak kendilerine kulluk edenleri reddedecekler.
Üçüncü
gruptakilere gelince yâni geçmişte kendileri sapmış ve insanları saptırmış
insanlara gelince bunlar zaten yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu
kimseler olarak Allah katında beklemektedirler. Ve geberip gittikleri andan
itibaren dünyadan hiç bir haber ulaşmaz onlara. Dünyadaki kötü haberleri
ulaştırarak sâlih kullarını üzmediği gibi bu zâlimlerin de orada sevinmelerini
sağlamaz Allah. Yâni bazen bu alçakların yaşadıkları dönemde savundukları sapıklıklar
kendilerinden sonra gelen insanlar arasında yaygınlaşmış ve zâhiren zafere
ulaşmış olabilir. Allah kendilerinin saptırdıkları haleflerinin
yaygınlaştırdıkları bu sapıklıkları onlara haber vererek, davalarının
galibiyetini göstererek onları asla sevindirmez orada diyoruz Allahu âlem.
Ama
dediklerimizin tamamen aksine vefat etmiş sâlih kullarına hayattaki sâlih
kullarının dualarını, ulaştırır. Çünkü bu onlara sevinç verir. Allah elbette
dünyada rızasına uygun yaşamış ve hatırını kazanmış kullarının orada sevinmelerini
ister. Aynı zamanda daha önce geberip gitmiş zâlimlere, suçlulara da dünyadan
gönderilen lânetleri ve bedduaları da ulaştırır. Çünkü bu onları kahredecektir.
Kalîb-i Bedir denen yerde Rasulullah efendimizin kâfirlerin cesetleri üzerinde
okuduğu hutbeyi biliyoruz. Ey kâfirler, ben Rabbimin bana olan vaadini hak
buldum, gerçek buldum, sizler de Rabbinizin size olan vaiy-dini hak buldunuz
mu? Nasılmış? Doğrumuymuş? Hak mıymış? Gerçek miymiş Allah? Doğru mu
söylüyormuş Kur’an? Bütün bu Allah âyetlerine, Allah vaadlerine iman eden ben,
Rabbimin bana zafer va-adini, galibiyet vaadini hak buldum, sizler de şu anda
Rabbinizin size olan hezimet vaiydini, mağlubiyet vaiydini, ateş ve azap
vaiydini hak ve gerçek buldunuz mu? Diye soruyordu. Hattâ sahâbe-i kirâm: Ey
Allah’ın Resûlü, bunlar sizin sözlerinizi duyar mı ki onlara sesleniyorsunuz?
diye sorunca, Allah’ın Resûlü evet aynen sizin gibi duyarlar, ama cevap
veremezler buyurdu.
Bundan sonra bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
30. “İşte
orada herkes dünyada yapmış olduğuyla imtihan verir ve gerçek Mevlâları olan
Allah'a döndürülür. Uydukları putlar da ortadan kaybolmuştur.”
Herkes dünyada ne yapmış etmişse,
ne tür ameller işlemişse onların tamamı açığa çıkarılır. Ve insanlar gerçek
Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Dünyada gerçek velîleri olan ve velâyeti
altındaki kulları adına aldığı kulluk maddeleriyle kullarını karanlıklardan,
zulü-matlardan nûra ve aydınlığa çıkaran gerçek velîlerini, gerçek Mevlâlarını
ve Onun kendilerine gönderdiği kulluk programlarını unutup kendilerine sahte
velîler bulan ve bu velîlerin kendileri adına belirledikleri hayat
programlarını uygulamaya çalışan insanları Allah’ın melekleri gerçek velîleri
olan ve yeryüzünde kullarına hayat programı belirleme yetkisine kendisinden
başka hiç kimsenin sahip olmadığı Rab’lerinin huzuruna götürürler.
Gerçek Mevlâları olan Allah’ı
unutup da başkalarının kanunlarını uygulamaya çalışan insanlar gerçek
velîlerinin Allah olduğunu iki kere anlarlar. Bir ölüp giderlerken o sahte
velîlerin, o yapay tanrıların ve tanrıçaların kendilerine hiç bir faydalarının
olmadığını görerek an-larlar, bir de Rab’lerinin huzuruna vardıkları zaman
anlarlar. Tüm bu sahte velîlerin, tüm sahte tanrı ve tanrıçaların ellerinde hiç
bir şeyin olmadığını ve kendileri gibi âciz birer kul olduklarını anlarlar.
Böylece
iftira ettikleri, uydurdukları, kendi hevâ ve heveslerine göre, kendi
keyiflerine göre ihdas edip tapındıkları bu sahte tanrıları da artık
kendilerinden uzaklaşmış, kendilerini, yâni kullarını terk etmişlerdir. Gerçekten
bu müşrikler kendi kendilerini mahvetmişler, fır-satlarını, imkânlarını kötüye
kullanmışlar, sermayelerini kaybetmişler, kendi kendilerine yazık etmiş
kimselerdir. Kendi kendilerini cehenneme, azaba sürüklemiş kimselerdir. Allah
berisinde uydurdukları ya-pay tanrıları ve tanrıçaları da onları koyup
kaybolmuşlardır. Kendilerine en küçük bir fayda
bile sağlayamamışlardır.
Hani nerede
ortaklarınız? Nerede şerikleriniz? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya
çalıştıklarınız? Nerede kendilerinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak
koştuklarınız? Nerede aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya
lâyık değillerken inadına bana ortakmış gibi gördükleriniz? Nerede Rableriniz,
Rezzaklarınız, Hadîleriniz, Vedûdlarınız, Şâfîleriniz, korktuklarınız, sığındıklarınız,
dua edip imdadınıza çağırdıklarınız, dualarınıza ortak ettikleriniz, benimle
birlikte yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz, Mâbud’larınız,
timsalleriniz. Hani nerede hukuk tanrılarınız, ekonomi tanrılarınız, si-yasal
tanrılarınız, şifa tanrılarınız? Hani nerede onlar? Çağırın da sizi kurtarsınlar.
Çağırın da sizi benim elimden kurtarsın bu ortaklarınız.
Hani Allah
berisinde ilâh kabul edip de kendilerine kulluk ettikleriniz nerede? Hani
önder, lider, kurtarıcı zannettikleriniz? Hani yetkili bildikleriniz? Hani yasa
koyucu bildikleriniz? Sizi Rabbinizin takdir buyurduğu bu ölüm yasasından
kurtaramadıkları gibi; şimdi hesap
döneminde de sizi terk ettiler. O sahte tanrılardan şu anda Rabbini-zin
huzurunda size yardım edecek, sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek birileri
var mı? Sizin hakkınızda Allah’a söz geçirebilecek, ya Rabbi bunu bana bırak! O
benim kulumdu! diyebilecek birileri var mı? Hayır hayır, tüm bağlar koptu. Tüm
protokoller kesildi. Tüm ilişkiler kesildi. Dünyadaki imtihan hayatı bitti ve
artık yepyeni bir hayat başladı. Âhiret gününde insanların hakim tanrıları
sadece Allah’tır.
Dünyada da aslında hakim tanrı
Allah’tır ama Rabbimiz imtihan gereği, dünyanın kuralları gereği geçici olarak
kullarına yetki veriyor da onun için birileri tanrılıklarını iddia
edebiliyorlar, birileri de onların tanrılıklarını kabullenebiliyorlar. Ama
şimdi bu yetki bitmiş ve artık ne siyasal tanrılar, ne ekonomik tanrılar, ne
hukuk tanrıları, ne şifa tanrıları, ne oyun eğlence tanrıları kalmamış,
hepsinin işi bitmiş. Herkes Allah huzurunda kuldur ve yapayalnızdır. Kimse
artık birilerine büyüksün, tanrısın diyemiyor. Dünyada büyüklenenler, büyük gö-rülenler
küçülmüş, tanrı bilinenler küçülmüştür.
Öyleyse ey
Allah’ın kulları! Madem ki yarın Rabbinize döndürülecek ve yaşadığınız hayatın
hesabını Ona vereceksiniz, sizi yaratan, sizi yeryüzünde yaşatan, sizin şu anda
istifade ettiğiniz tüm nîmetleri size bahşeden, sonra dilediği bir zaman
diliminde sizi öldürecek olan gerçek velîniz dururken Onu bırakıp da nasıl kendinize
yeni yeni velîler bulmaya ve onların kanunlarını uygulamaya kalkışıyorsunuz?
Buna nerden cesaret buluyorsunuz? Sizi hesaba çekmeyecek olan, sizin
hayatınızda en ufak bir hakları bulunmayan ve tıpkı sizler gibi Allah’ın
yasalarına teslim olmak zorunda olan bu yapay tanrıların programlarını
uygulamaya sizi iten sebep nedir ki?
31. “Ey
Muhammed! De ki: “Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin
sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi
düzenleyen kimdir?” Onlar: “Allah'tır!” diyecekler. “O halde O'na karşı
gelmekten sakınmaz mısınız?” de.”
Sizi
doyuran, besleyen kim? Şu gözünüzü kulaklarınızı size veren kim? Sizi görür ve
işitir kılan kim? Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran kim? Her işi düzenleyip
tedbir eden kim? Güneşi yaratan, ka-rı, yağmuru yağdıran, yaprakları düşüren,
saçları ağartan, işleri dü-zenleyen kim? Cevap verin bakalım. Şu kalplerinizin
dışa açılan iki penceresine, yâni kulak ve gözlerinize etkin olan kim? Bunları
vermeye kimin gücü yeter? Bunlar vasıtasıyla dış âlemdeki gerçekleri size idrak
ettiren kim? Size bu kâinattaki görsel ve işitsel âyetlere mutabakat imkânı
veren kim? Onları kaybettiğiniz zaman size iade edebilecek birileri var mı
Allah’tan başka?
Tabi
gözleri kulakları veren Allah olmakla birlikte bir de burada gözlere ve
kulaklara Allah’ın Hakîm oluşu anlatılmaktadır. Gözler ve kulaklar asla
Onu idrak edemez. Gözler asla Onu ihata edemez. Gözler Onu bu dünyada göremez.
Ama O tüm gözleri görür, tüm gözleri idrak eder, tüm gözleri ihata eder.
Gözlerin hain bakışlarına da, güzel bakışlarına da muttalidir Rabbimiz. Hiç bir
bakış, hiç bir işitiş, hiç bir düşünüş ve hareket Onun ilminin dışında değildir.
O Allah ki tüm gözlerin, tüm kulakların, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm
zihinlerin, tüm beyinlerin, tüm akılların içindekileri, düşüncelerini,
taşıdıkları niyetleri, imanlarını bilmektedir.
Sonra yine
söyleyin bakalım, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? Toprağın altına
attığınız o kupkuru taneyi, çekirdeği, tohumu yaran, çatlatan ve ondan hayat fışkırtan
kimdir? Sizin toprağa attığınız ölü bir tohum, ölü bir çekirdek Rabbinizin emri
ve izniyle ölülüğünü kaybediyor ve ondan diri çıkarılıyor. Söyleyin bakalım
Allah’tan başka bu küçücük çekirdekten hem de ölü bir çekirdekten böyle hayat
fışkırtan başka birileri var mı? Allah’tan başka hayat konusunda söz sahibi
birileri var mı? Küçücük bir spermanın içine koskoca bir insan yerleştirebilecek
Allah’tan başka birileri var mı? Bir tek ölü çekirdeğin içine tonlarla meyveyi
yerleştirebilecek birileri var mı?
Hiç bir
hayat emaresi olmayan, bir çöl veya bir buzul durumunda olan şu toprağa
rahmetini göndererek o kupkuru toprağı titreten, kabartan, canlandırıp hayat
için harekete geçiren kimdir? Ölü iken onu dirilten kim? İndirdiği yağmurla ölü
toprağı dirilten kim? Ölü bir insandan diriyi çıkaran, diri bir insandan da
ölüyü çıkaran kim? kâfirden mü'mini mü'minden de kâfiri çıkaran kim? Nuh gibi
bir diriden Kenan gibi bir ölüyü veya Âzer gibi bir ölüden İbrahim gibi bir diriyi
çıkaran kim? Veya ölü bir toplumdan melekleri bile geride bırakacak sahâbe
toplumu gibi dirileri çıkaran kim?
Zekeriyya (a.s) gibi yüz yaşını
aşkın birinden üstelik de kısır bir hanımdan Yahya gibi bir diriyi çıkaran kim?
Veya işte bir zamanlar yok iken var edilen bu mevcudatı, yokluktan varlığa
çıkaran kim? Ölüyken, yokken yeryüzünde, hayat sahnesinde var edilen tüm mevcudatı
yokluktan var eden kim? Yoktu varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz,
yoktu güneş, yoktu ay yoktu yıldızlar da bu yokları var eden kim? Ve bu var
olanları da sonunda öldürecek olan kimdir? Bu hayatı bitirecek olan kim?
Diyeceklerdir
ki Allah. Bütün bunları yapan, yaratan, idare eden Allah’tır. De ki öyleyse
niye muttaki olmazsınız? Niye takva ehli olmazsınız? Niye Rabbinizin koruması
altına girerek Onunla yol bulmaya, yolunuzu Ona sorarak yaşamaya, hayatınızı
Onun kitabının yasaları istikâmetinde yaşamaya yanaşmıyorsunuz? İşte Rab olmaya,
hayat programı belirlemeye, kullarının hayatına kanun koymaya yetkili varlık, sizin
boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz
gereken Rabbiniz Odur.
Hal böyleyken nasıl da Rabbinizi
bırakıp başkalarına yöneliyorsunuz? Allah’ı bildiğiniz halde, yaratıcı olarak,
yarattıklarının hayatlarını sürdürücü olarak, tüm varlıklarının rızkını verici
olarak Allah’ı tanıdığınız, bildiğiniz halde nasıl oluyor da Onu hayatınızda
diskalifiye edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’a kulluk dururken
başkalarına kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’ın
kitabını, böyle bir Allah’ın yasalarını bir kenara atarak başkalarının
yasalarını uygulamaya kalkışıyorsunuz? Tüm dünya birleşse kupkuru bir
çekirdekten bir ağaç çıkarabilir mi? Tüm dünya birleşse ölü ve kupkuru bir çöle
hayat verebilir mi? Tüm dünya birleşse ayı, güneşi yıldızları yaratabilir,
yahut yok edebilir mi? İşte bütün bunları yaratan Allah’tır ve sözü dinlenecek,
hatırı kazanılacak, hayat programı uygulanacak yegâne varlık da O’dur.
Böyle bir Rabbiniz varken ey
insanlar, neden başka Rab’ler bulmaya ve boyunlarınızdaki ipin ucunu onlara
vermeye çalışıyorsunuz? Niçin dönüyor ve döndürülüyorsunuz? Kime dönüyor, kimden
ne bekliyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip, kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz?
bir düşünün diyor Rabbimiz.
32. “şte
gerçek Rabbiniz Allah, budur. Gerçeğin dışında sadece sapıklık vardır. Öyleyse
nasıl olup da döndürülüyorsunuz?”
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir.
İşte böyle bir Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Zaten problem işte buradadır. Yaratıcı
olarak herkes Al-lah’ı kabul ediyor da Rab olarak, hayata karışıcı olarak
Allah’ı kabule yanaşmıyorlar. Dün de, bugün de müşrikler yaratıcı olarak, her
şeyin var edicisi olarak, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlar,
ama Rab olarak hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Allah’ı kabul etmiyorlar.
Rızık verici olarak, yaratıklarının tümünü doyurucu olarak Allah’ı biliyorlar,
inanıyorlar ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a inanmıyorlar. Yaratıcı olarak
var olan, ama hayata karışıcı olarak sanki yok olan bir Allah inancını yâni
şirki yaygınlaştırma eğilimine girmektedir insanlar.
İşte sizin hak Rabbiniz, gerçek
Rabbiniz Allah budur. Sizin kendisine kulluk yapmanız gereken, çektiği yere gitmeniz
gereken, arzularını gerçekleştirmeniz gereken, sizin hayat programınızı belirleme
yetkisine sahip olan Rabbiniz Allah’tır. Allah vardır, birdir ile kal-mayıp Ona
kulluk etmeniz ve sadece Onu dinlemeniz gerekmektedir.
Allah dururken insanların Ondan
başkalarını Rab kabul etmeleri, Allah’tan gelen hak yasalar dururken insanların
başka yasalara tâbi olmaları sapıklıktan başka bir şey değildir. Siz de biliyorsunuz
, tüm insanlar da biliyorlar ki Hak Rab Allah’tır. Hak din, hak yol, hak nizam,
hak hayat tarzı Allah’ın hayat tarzıdır. Hak, hukuk Allah’ın gönderdikleridir.
Sizler ya Allah’ın Rabliğine, rubûbiyetine, ulûhiyetine evet der, Onun istediği
şekilde bir hayat yaşayarak müslüman olursunuz, ya da sapıklığı tercih etmiş
olursunuz. İnsan ya haktadır, ya da sapıklıkta. Ya mü’mindir ya da kâfir. Çünkü
hak özelliğine sahip olan sadece Allah’tır ve hakkın dışında da sapıklık
vardır.
Rabbimiz
hak, kitabı hak, peygamberi hak, yasaları hak, sis-temi hak, yolu hak, cenneti
hak, cehennemi hak, Sıratı hak, terazisi hak, Mizanı hak, hepsi haktır. Evet
hak Allah’tan gelendir. Namaz haktır, Oruç, Hac, tesettür, infak, Cihad haktır.
Müslümanca bir hayat haktır. Kitap ve sünnete dayalı bir hayat haktır.
Eğer hakkı
Allah’ın gönderdiklerinin dışında görürseniz, Allah’ın vahyinin ötesinde hak
peşine düşerseniz, Allah’ın dininin dışında hak aramaya kalkışırsanız, problemlerinizin
çözümünü bu kitabın dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla
düşmek zorunda kalacaksınız. Çünkü yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona muhalefet
eden her şey bâtıldır ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde toplanıp bu
haktır deseler de şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o bâtıldır.
Allah’ın indirdiğinin dışında hak
yoktur. Allah’ın indirdiğinin dışında hüküm de yoktur. Ve bu hak hüküm ortaya
konulmadıkça insanlar arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal
yoktur. Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe yeryüzünde asla salah
da olmayacaktır. Yeryüzünde sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları
çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Al-lah’ın yeryüzünde
ihtilâfları çözmek üzere indirdiği kitaptır. Hal böyleyken nasıl da
yamuluyorsunuz? Nasıl da edilgen bir hayatın sahibi olarak size etkili olanlar
tarafından haktan döndürülmeye razı oluyorsunuz? Nasıl da böyle bildiğiniz
tanıdığınız hak bir Rabbiniz varken, hak bir Mâbudunuz varken, hak bir Rab’den
gelen hak dininiz, hak yolunuz varken gidip başka yollara tâbi olmaya kalkışıyorsunuz?
Ama siz bilirsiniz. Unutmayın ki:
33. “Böylece, fâsık olanların inanmayacaklarına
dair Rabbinin söylediği söz gerçekleşti.”
İşte böyle, fâsıklar üzerine,
haktan çıkanlar, haktan sapanlar, hak bir Allah’a itaatten sarfı nazar edenler,
hak bir Rabbin hak bir ki-tabını terk edenler için Rabbinin hükmü gerçekleşti.
Hangi hükmü? Onlar hiç bir zaman iman etmiyorlar. Onlar hiç bir zaman iman etme-yecekler.
Kendileri kendi hür iradeleriyle iman etmemeyi tercih etmişler Allah da onların
imandan kaçışlarını onaylayıvermiştir.
Öyleyse anlıyoruz ki yarın hiç
bir kâfir, hiç bir fâsık, hiç bir müşrik, hiç bir zâlim ya Rabbi beni niçin kâfir
yaptın? Beni niçin zalim ve fâsık kıldın? diye Allah’a karşı bir itiraz hakkına
sahip olamaya-caktır. Onlar dünyada kendi hür iradeleriyle kâfirliği, zâlimliği,
fâsık-lığı seçmişler Allah da onların bu seçimlerini onaylamıştır o kadar. Bu seçimlerinin
suçluları bizzat kendileridir. İyi tercihte bulunsalardı, tercihlerini,
seçimlerini haktan yana, hidâyetten yana kullanmış olsalardı elbette Rabbimiz
hükmünü onların tercihlerinden yana kullanacaktı. Ama işte böyle küfürde,
fıskta, şirkte oturaklaşmış olanlar, inkârda kemikleşmiş olanlar üzerine kendi
tercihlerinin sonucu olarak Allah’ın hükmü kesinleşmiştir ki artık onlar iman
etmeyecekler.
34. “De ki: “Koştuğunuz ortaklardan, önce yaratan,
sonra, bunu tekrar eden var mıdır?” De ki: “Allah önce yaratır, sonra bunu
tekrar eder. Nasıl da döndürülüyorsunuz! "
Var mı
böyle yoktan bir şeyler yaratan? Böyle örneksiz, yoktan, olmayan bir şeyi
yaratacak birileri var mı?
Kâfirler de buna icâbetten
sorumludur. Diyeceğiz ki bu insanlara, ey insanlar! Şimdi sizlerin gerçek
Rabbiniz, hak Rabbiniz olan Allah’ı bırakıp da kendilerini rab ve ilâh kabul
ettiğiniz, kendilerine kul-luk yaptığınız, arzularını, yasalarını uygulamaya
çalıştığınız bu tanrılarınız içinde yoktan bir varlık yaratan var mı? Kendi
kendini yaratan birisi var mı? Yaratılışı konusunda başka kimseye muhtaç olmayan
birisi var mı? Ölmüş birisini diriltecek, ya da kendisinin ölümünün önüne
geçebilecek birisi var mı?
De ki yoku
var eden, yoktan var eden ve tekrar diriltecek olan Allah’tır. Sadece
Allah’tır. Başka yok. Allah’tan başka bunu becerecek birisi yok. Bir sineğin
kanadını bile, kurumuş bir yaprağı bile kimsenin yaratma gücü yok. Öyleyse
nasıl da sapıyorsunuz? Niye sapıyorsunuz? Niye yan çiziyorsunuz? Niye Allah’a
kulluktan kaçıyorsunuz? Neden kaçırıyorsunuz idraklerinizi? Niye kulak
vermiyorsunuz akıllarınızın, kalplerinizin, vicdanlarınızın sesine? Niye
düşünmüyorsunuz? Yaratıcı olmayanlar Rab olabilirler mi? Hiç bir şey yaratmayanlar,
hattâ bırakın başka bir şey yaratmayı kendilerini bile yaratmaktan âciz olanlar
ilâh olabilirler mi? Kulluğa lâyık olabilirler mi?
Öyleyse
unutmayın ki Rab olan yaratıcı olandır. İlâh olmaya, kendisine kulluk edilmeye
lâyık olan yaratıcı olandır. Hamd sadece Ona aittir, övgü ve senâ sadece Ona
aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık
Odur. Böyle iken Allah’ı tanımayanlar başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar.
Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı
varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı
maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın
yarattığı kulları Allah makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar, kimileri yeryüzünde
Ona arkadaşlar izâfe ederek, ahbaplar izâfe ederek, vekiller ve yetkililer izâfe
ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe ederek, kimileri Allah’ın yarattığı
ateşe, kimileri taşa toprağa, kimileri kadına, kimileri Allah makamına
oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak onları Allah’a denk tutmaya
çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın
yarattığı kulu ve mülküdür.
İşte böyle
bir yaratıcı Rab olmaya, İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı kulluğa
lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da
deniliyor ki onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de
Allah’a denk ilâhlar bulmaya çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da
hayatlarında söz sahibi kabul edip onların sözlerini de dinlemeye, onların
arzularını da gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki İlâh olanın, Rab olanın, kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın
yaratıcı olması gerekir.
Hani var mı Allah’tan başka böyle
bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var mı? Varsa böyle birileri
tamam o zaman ona da kulluk yapalım.
Meselâ gökten muhtaç olduğumuz
bir damla su indirebilecek birileri varsa tamam ona da kulluk yapalım. Veya
yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birilerini biliyorsanız tamam ona da kulluk
hakkımız olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren birileri veya
ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri varsa tamam ona
da kulluk edelim. Onu da rab bilelim, onu da ilâh bilelim, onu da hamd edelim.
Onun arzularını da yerine getirelim. Onun programını da övelim, onun kitabını
da hamd edelim, onun sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır
hayır bir şeyler yaratmak şöyle dursun Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu
varlıkların hiç birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
Dün de,
bugün de hain müşrikler, yaratıcı olarak Allah’ı inkâr etmiyorlar; ama
yaratılışın iadesi konusunda inkârları odaklaşıyor. Yâni yaratıcı olan Allah’ın
yaratıcılığını, yaratıklarının varlığını inkâr etmiyorlar da tekrar dirilişi, ölüm
ötesi hayatı, öldükten sonraki dirilişi ve bu diriliş sonrasının hesabını,
kitabını reddediyorlar. Olmaz diyor-lar, mümkün değildir diyorlar. Şu kemikler
tuz buz olduktan sonra ye-niden diriltilmesi mümkün değildir diyorlar. Düşünmüyorlar
ki ilk defa yaratan, yoktan yaratan, örneksiz yaratan ve yaratma konusunda
kimsenin yardımına ihtiyacı olmayan Allah ikinci defa yaratamaz mı?
Aslında akılları olsa bu, birincisinden daha kolaydır.
Çünkü bir şeyi ilk defa yapmak, ilk defa ortaya koymak zordur. Ama Allah için
ilk ve son olarak hiçbir şeyin zorluğunu düşünemeyiz.
Bakın
üzerinde kafa yorup ciddi ciddi düşünerek cevap bulmamız gereken bir soru daha
geliyor.
35. “De ki:
“Koştuğunuz ortaklardan gerçeğe eriştiren var mıdır? De ki: “Ama Allah gerçeğe
eriştirir. Gerçeğe eriştiren mi, yoksa, birisi götürmezse gidemeyen mi uyulmağa
daha lâyıktır? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?”
Bakın
burada bir adım daha ileri atılarak dünyada insanın en büyük ihtiyaçlarından
birisi olan hidâyet konusu, hidâyete erdirilme konusu, yâni dünyada mutlu
olacağı, huzur ve sükûne ereceği bir ha-yat programına ulaşma konusu gündeme
getiriliyor. Soruyor Allah: Söyleyin bakalım ey müşrikler, sizin bu şeriklerinizin,
Allah’a ortak ko-şup kendilerinde bir şey gördüklerinizin içinde hidâyet eden,
insanları hidâyete, doğru yola ulaştıran birileri var mı? Bunların içinde sizin
tüm hayat problemlerinizi çözümleyecek, sıkıntılarınızı hakça hidâyete
götürecek birileri var mı? Sizin ferdi, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal,
hukukî, ahlâkî, savaş, barış, evlenme, boşanma gibi dünya ve ukba problemlerinizi
çözümleyip sizi Allah’ın yasaları gibi hakka, doğruya, saadete, huzura
ulaştıracak birileri var mı? Sizi hakka, hak bir hayata, hak bir dünyaya, hak
bir yaşama ulaştıracak var mı? Var mı böyle birileri?
Allah’ın
hidâyetine, Allah’ın yol gösterisine, Allah’ın kitabına gözlerini kapayan,
kitapla ilgilenmeyen, problemlerine kitapla çözüm aramayan toplumlar kör
kalmaya mahkumdur. Karanlıklar içinde, bunalımlar içinde, çözümsüzlükler ve
çaresizlikler içinde bocalamaya mahkumdur. İşte şu anda Allah’ın hidâyet
kaynağı kitabından kaçan, Allah’ın hidâyeti ve basîretlerinin dışında başka
yerlerde çözüm arayan şu bizim toplumun ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette
çırpındığını, bocaladığını görüyoruz. Her şeyimiz bozuk her şeyimiz çözümsüz.
Problemlere çözüm arayan idareciler de her şeyi denemeden ama Kur’an’a asla
müracaat etmemeden yanalar.
Böyle adamlara, yâni Kur’an’ın
tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi emânet edebiliriz? Hangi
işimizi emânet edebiliriz bunlara? Ne yapabilecekler bu adamlar sizin için ve
bu ülke için? Allah’ın hidâyetinden kaçan, Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın çözümlerinden
habersiz olan bu insanlar ne yapabilecekler de size? Neden kurtarabilecekler de
sizi? Ekonominizi düzlüğe çıkarabilecekler mi? Ekonomik problemlerinizi
çözebilecekler mi? Açlıktan kurtarabilecekler mi? Hukukunuzu, eğitiminizi,
sosyal ve siyasal hayatınızı düzlüğe çıkarabilecekler mi? Bunalımlardan
kurtarabilecekler mi? Sizi özgür, mutlu, huzurlu bir hayata kavuşturabilecekler
mi? Karanlık ve sömürgeci güçlerin egemenliğinden kurtarabilecekler mi sizi?
Hani yıllardır Allah’ın
hidâyetinden, Allah’ın vahyinden, Allah’ın yol gösterisinden kaçan ve kendi
yasalarıyla sizi kurtarma iddiasında olanlar bugüne kadar ne yapabildiler? Sizi
karanlık ve egemen güçlere satmanın dışında, biraz daha onlara borçlandırarak
sırtınıza ipotekler koymanın ve onların kucağına itmenin dışında, sizi onlara
peşkeş çekmenin dışında ne yaptılar? Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an düşmanları?
Bu hidâyet kaçkınları. Bizim Allah’ın hidâyetine ihtiyacımız yoktur, bizim
Kur’an’a ihtiyacımız yoktur! Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız yoktur, biz toplumun
problemlerini kendi gücümüzle, kendi bilgilerimizle çözeriz! Biz bu problemleri
A.B.D ile, A.T ile çözeriz! diyerek Kur’an’dan kaçan, Allah’ın çözüm
önerilerini beğenmeyen, Allah’ın gönderdiği basîretlerle ilgilenmeyen bu
körlere daha ne zamana kadar bel bağlayacak ve bunları Allah’a tercih edecek bu
toplum bil-miyorum!
De ki
peygamberim hakka hidâyet eden, doğruya ve çözüme ulaştıran sadece Allah’tır. O
zaman söylesenize, doğruya ulaştıran mı daha hayırlıdır? Yoksa Allah kendisine
yol göstermedikçe doğruyu göremeyen mi daha hayırlıdır? Hangisi uyulmaya daha
lâyıktır? Nasıl hükmediyorsunuz siz böyle? Nasıl da düşüncesiz hükmediyorsunuz
böyle? Evet hiç düşünmüyor musunuz? diyor Rabbimiz. Kendisine hidâyet
olunmadan, yol gösterilmeden yol bulamayan, kendisi bizzat Allah’ın hidâyetine,
yol gösterisine muhtaç olan âciz bir kimse mi kendisine uyulmaya daha lâyıktır,
yoksa onun da sahibi ve yol göstericisi olan Allah mı? Allah’ın sözleriyle,
Allah’ın yasalarıyla bir dünya yaşamak mı daha hayırlı, yoksa insanların
yasalarıyla bir hayat yaşamak mı?
Halbuki o insanlara Allah hidâyet
edip yol göstermeseydi, onlara görme ve işitme özelliği vermeseydi, Allah
onlara akıl, güç, kuvvet vermeseydi ne yapabileceklerdi onlar? Nasıl yol
bulabileceklerdi? Bu âcizlerin yollarına, onların çözüm önerilerine sahip
çıkmanız, onların istedikleri gibi bir hayat yaşamaya çalışmanız ne kadar da yanlış
bir şey değil mi? Ne oluyor size? Nasıl da böyle akılsızca hüküm veriyorsunuz?
Bizim işlerimize Allah karışmaz, bizim hayatımıza karışacak başka tanrılarımız
var, bu tanrılarımız bizim hayatımızın problemlerini Allah’tan daha iyi bilir,
ya da kendi hayatımızı biz kendimiz düzenleriz derken hiç yakışıyor mu size?
Akıllı bir insanın söyleyebileceği şey midir bu?
Halbuki sizin bunu diyebildiğiniz
dillerinizi Allah vermedi mi ? Aklınızı, fikrinizi, bilginizi, basîretinizi, gözünüzü,
kulağınızı, rızkınızı, hayatınızı Allah vermedi mi? Nasıl diyebiliyorsunuz bunu
Allah’a? Nasıl diyebiliyorsunuz Allah bizim hayatımıza karışamaz, o orta çağda
kaldı, o eskilerin masalıdır diye? Gücünü, kuvvetini, attığın adımlarını bile
kendisine borçlu olduğun Rabbine karşı nasıl diyebiliyorsun bunu? İsyan ederken
bile bu imkânı kendisinden aldığın Allah’ı nasıl diskalifiye edebiliyorsun
hayatında? Peki nasıl olacak? Hem bizim ha-yatımıza karışamaz Allah diyorsun,
Allah’la çatışmaya giriyorsun hem de bir türlü çıkış yolu da bulamıyorsun. Bocalayıp
duruyorsun. Ne kendini, ne aileni ne de insanları mutlu edemedin.
Yok yok,
boşuna uğraşmayın. Yol Allah’ın yoludur, hidâyet Allah’ın hidâyetidir ve
insanların Allah’tan başka dostları,
velîleri, yol göstericileri de yoktur. İnsanların ellerinden tutacak,
kendilerine yardım edecek, isteklerini yerine getirecek, problemlerini çözümleyecek,
başları daraldığı zaman korktuklarından onları kurtaracak, onlar adına aldığı
kanunlar yasalar ve kararlarla onları sahil-i selâmete çıkaracak, dünyada da ukbada
da onları mutlu ve mesud edecek, dünyada da ukbada da onların işlerini
kolaylaştırıp yollarını açacak hiç bir velîleri de yoktur onların. Ve işte
böyleleri apaçık bir sapıklık içindedirler.
Evet işte böyle Allah’ı velî
kabul etmeyen, Allah’ın velâyeti ve koruması altına girmeyen, Allah’ın
hidâyetine tâbi olmayan, Allah’ın kendileri adına aldığı kulluk maddeleriyle
ilgilenmeyen, kitap ve peygamberle diyalog kurmayan kendisine şeytanları,
tâğutları, kâfirleri, nefsini, hevâ ve heveslerini velî edinen, onların
istediği biçimde bir hayat yaşayan, onların hayat programlarını uygulamaya
çalışan bir adam elbette çok açık bir sapıklık içinde kıvranan kişidir. Böyle
bir adamın tüm hayatı bozuktur. Allah’tan ve Allah’ın kitabından ve elçisinin hayat
programından habersiz yaşayan bir adamın tüm hayatı bâtıllarla doludur. Aile
hayatı bozuktur, ticari hayatı bozuktur, sosyal hayatı bozuktur, ekonomik
hayatı bozuktur, insanlarla ilişkileri, çevresiyle münâsebetleri bozuktur
hâsılı tüm hayatı bozuk ve bâtıllarla doludur bu adamın.
Bunlar
dalâlette kalmış, çölün ortasında yolsuz, yordamsız kal-mış yollarını şaşırmış
ve ne yapacaklarını bilemeyecek bir vaziyette bocalayan çırpınan insanlardır.
Binlerce yol vardır karşılarında ama bu yollardan hangisinin kendilerini
sahil-i selâmete çıkaracağını bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır
hayatlarında ama hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler.
Bir yasa yaparlar, onunla problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün
geçmeden değiştirmek zorunda kalırlar.
Yaptıkları yasalar üç gün bile
gitmiyor. Yaptıklarının hiç birisi sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç
birisi problemlerini çözmesi ve hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun her
yaptıkları yasa başka huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor.
Sıkıntılara giriftar olunca da yalvarıp yakarmaya başlıyorlar.
36.
“Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade
etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir.”
Evet bu
insanların pek çoğu zanna tâbi oluyorlar ilme değil. Allah’tan gelen ilme,
Allah’tan gelen vahye tâbi olmuyorlar da zanna tâbi oluyorlar. İlim Allah’tan
gelendir, zan ise onun dışındakilerdir. Sû-renin önceki âyetlerinde anlattı
Rabbimiz onu. Hak Allah’tan gelendir ve hakka mutabakat etmeyen her şey
sapıklıktır. Bu insanlar Allah bilgisini, peygamber bilgisini bırakıyorlar da
zanna tâbi oluyorlar. Vahyi bırakıyorlar da kendi hevâ ve heveslerine tâbi oluyorlar.
Kendilerini yaratan Rab’lerinin kendilerine gönderdiği hayat programını bırak-mıyorlar
da kendi kendilerine oluşturdukları, kendi hevâ ve heveslerinin mahsulü olan
tarihlerini, sosyolojilerini, psikolojilerini, felsefelerini, hukuklarını,
sosyal ve siyasal bilimlerini vahyin yerine koymaya çalışıyorlar. Artık bu çağda
bilim her şeyi halletmektedir, her problemi çözebilmektedir, onun için bilimin
dışında ne Allah bilgisine, ne peygamber bilgisine ihtiyacımız kalmamıştır
diyerek insan hayatından vahiy bilgisini dışlamaya çalışıyorlar.
Evet
bilginin, hidâyetin tek kaynağı Allah’ın vahyidir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetidir.
37. “Bu
Kur’an, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendisinden
öncekini doğrular ve O Kitabı açıklar. Âlemlerin Rabbinden geldiğinde şüphe
yoktur.”
Kur’an asla Allah’tan başkaları
tarafından uydurulmuş, Allah-tan başkaları tarafından ortaya atılmış bir kitap
değildir. Kur’an’ı bir insan oluşturmamıştır, bir insan sözü değildir bu kitap.
Peygamber sözü değildir bu kitap. İnsanların toplanıp kafa yorarak ya da cinleri,
melekleri yardımlarına çağırarak meydana getirdikleri bir kitap değildir bu.
Allah berisinde, Allah dûnunda birilerinin uydurduğu bir kitap değildir bu. Bu
kitap Allah’tandır, Allah sözüdür.
Lâkin bu
kitap önündekileri tasdik edici bir kitaptır. Yâni bu kitap türedi, yeni çıkma
bir kitap değil, kendinden öncekileri tasdik edici bir kitaptır. Kendisinden
önceki Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u ve sahi-feleri tasdik edici bir kitaptır bu.
Çünkü bu kitap onları gönderen Allah tarafından gönderilmiştir. Tevrat’ın,
İncil’in, Zebur’un geldiği kaynaktan gelmedir bu kitap.
Bir de bu
kitabın tasdik özelliğini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Bu kitap tasdik
makamındır. Tüm amel ve kavillerde kitap, mizandır, tasdik makamıdır. Kendisine
arz edilen şeylerin doğruluğunu bâtıllığını tasdik etme makamındadır Kur’an. Bu
iyi ameldir, bu kötü ameldir diye, bu sâlihtir bu gayri sâlihtir diye, bu
Allah’ın rızasına uygun ameldir, bu Allah’ın razı olduğu eylemdir diye, bu
Allah’ın istediği hayat tarzıdır, bu Allah’ın istediği sistemdir diye, Allah’ın
emrettiği eğitim sistemi budur diye, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur diye,
Allah’ın istediği kazanma-harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi
tasdik etmek veya reddetmek makamındadır Kur’an. Kur’an hayatın mizanıdır.
Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var. Tüm amellerin, tüm eylemlerin ve her şeyin
ölçüsüdür Kuran.
Yâni arz edersiniz kitaba şöyle
bir düğün modeli, şöyle bir kazanç modeli, şöyle bir terbiye modeli, böyle bir
çocuk eğitimi modeli, böyle bir namaz modeli, şöyle bir zikir modeli veya şöyle
bir tapınma modeli veya böyle bir ulviyet, kutsiyet modeli, böyle bir takva modeli...
Bunu Kur’an’a arz edersiniz, Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz düşündük taşındık
bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu İncil’den bulduk!
Allah demişti bunu, Musâ demişti, Îsâ demişti bunu! Filanların falanların
hatırı içindi! Bakar eğer tasdik ederse, tamamdır, doğrudur, münasiptir derse
tamam o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi bitmiştir. Kitabın doğru demediği, kitabın
okeylemediği hiç bir amel, hiç bir düşünce, hiç bir eylem Allah katında makbul
değildir. İşte buradaki tasdikten kastı bir de böyle anlıyoruz.
Üstelik bir
de tafsîl el kitaptır. Kitabın ayrıntıları, tüm kitapların
tafsilatı bu kitaptadır. Kıyâmete kadar tüm insanlığın ihtiyaçlarına cevap
verecek bir özelliktedir bu kitap. Kıyâmete kadar insanlığın tüm ihtiyaçlarını
karşılayacak, tüm problemlerini çözecek her şeyi tafsilatıyla açıklayan, ortaya
koyan bir kitaptır bu.
Ve de
kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Bu kitap Âlemlerin Rabbi olan
Allah’tandır ve Allah’tan gelişi konusunda zerre kadar şüphe olmayan bir
kitaptır. Evet bu kitap bilginin kaynağı olan, bilgisi tam olan Âlemlerin
Rabbinden gelme bir kitap olarak kendisinde asla şüpheli bir şey olmayandır.
Şüphesiz bu Allah’tan gelen bir kitaptır ve Allah’tan gelişi konusunda her
hangi bir şüphe yoktur. Bir de bu kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır.
Bu kitap her türlü şekten, şüpheden ârî ve her töhmetten müberradır. Hak oluşu,
Allah’tan gelişi bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun kadar sırat-ı müstakîmi,
doğru yolu gösteren başka bir kitap yoktur.
Münzili hak, muhbiri sadık ve
gayesi mahza hayır olan, insanlığı saadet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu
kitapta şüpheye imkân verecek bir cehalet, bir gaflet düşünmek mümkün değildir.
Böyle bir kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalpleri kilitlenmiş olan
muannit kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış,
basiretleri sönmüş kimseler olabilir. Başka türlü bu kitaptan şüphe etmek
mümkün değildir.
38. “Ey
Muhammed! Senin için, “Onu uydurdun mu?” diyorlar. De ki: “Onun sûrelerine
benzer bir sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka
çağırabileceklerinizi de çağırın.”
İnsanlar onu peygamber uydurdu mu
diyorlar? Hayır hayır! Bu kitabı peygamber uydurmadı. Hiç kimse uydurmadı bu kitabı.
Veya birileri uydurdu da peygambere empoze de etmedi. Eğer Allah’tan gelen bu
kitabı peygamber uydurdu, yahut başkaları uydurdu da pey-gambere öğretti filan
diyerek, bir kısım sahte ve asılsız mesnetlerle kitabı reddetmeye
kalkışıyorsanız, o zaman onlara de ki peygamberim:
Haydi bu kitabın sûresinin bir
benzerini, bir mislini getirin bakalım. Hattâ Allah berisinde, Allah’tan başka
ne kadar yardımcılarınız varsa onları da çağırın yardımınıza, eğer
sadıklarsanız. Eğer iddianızı eyleme dönüştürüp ispat edebilecekseniz haydi buyurun.
Kur’an’ın
değişik yerlerinde Rabbimizin tüm insanlığı bu kitabın bir benzerini meydana
getirmeye dâvet ettiğini görüyoruz. Eğer ciddiyseniz, Allah’ın berisinde,
Allah’tan başka ne kadar şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar yardımcınız
varsa, yâni inandığı dâvâya canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidiniz,
şahidiniz varsa onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcınız, ne
kadar putlarınız ne kadar edipleriniz, şairleriniz, bilginleriniz,
filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size baş olacak,
ayak olabilecek ne kadar yardımcınız yardakçınız varsa hepsini çağırın da haydi
örnek bir sûre getirin bakalım. Eğer bu kitabın Allah sözü oluşunu reddediyor
ve bu bir şair sözüdür, bir kâhin sözüdür, bir insan sözüdür diyorsanız.
Veya bu kitabı Peygamber
uyduruyor diyorsanız, bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir
şeyi diğer insanlardan, mil-yarlarca insanlar içinden herhalde bunu yapabilen
bir insan daha çı-kacaktır elbette. Öyleyse haydi bakalım birilerini çağırın da
bunun bir benzerini getirin bakalım.
Aslında inkâr edecekler de
hainler, ama böyle inkârlarına bir haklılık kazandırabilmek için bu bir şair
sözü, bir insan sözü olduğu için inkâr ediyoruz diyorlar. Halbuki daha önce ve
o anda çevrelerinde yığınlarla şair, yığınlarla kâhin ve sihirbaz görüyorlardı.
Şimdiye kadar acaba hangi şair, hangi kâhin, hangi sihirbaz bu kitabın söylediklerini
söyleyebilmişti? Hangi sihirbaz bu kitabın meydana getirdiği tesiri meydana
getirmişti? Hangi insan bunun bir benzerini söyleyebilmişti? Hangi sihirbazın
sihri gönüllerde bu kadar yer etmişti? Hangi sihirbaz toplumda böylesine bir
inkılabı gerçekleştirebilmişti? Aslında onlar da biliyorlar ki bu bir sihir
değil ama reddedişlerini haklı çıkarabilmek için öyle diyorlardı.
Rabbimiz o
gün, bugün ve kıyâmete kadar tüm insanlığa meydan okuyor. Ey yirminci asrın kâfirleri!
Dünküler bir şey yapamadılar, buyurun siz yapın bakalım. Eğer şu anda sizler de
dünküler gibi bu kitabı bir peygamber uydurmuştur, bir insan uydurmuştur, tamam
belki o dönem insanlığı için, o dönemin problemlerini çözen bir kitap olarak
iyi bir kitaptır, ama artık bu dönemde bu kitabın yeri yoktur, bu kitap bizim
dönemimizin kitabı değildir, bize, bizim arzularımıza, bizim heveslerimize,
bizim hayatımıza uygun kitaplar lâzım.
Ve bu kitapları da bizler
kendimiz oluşturacağız. Kendi problemlerimizi kendimiz çözeceğiz diyorsanız
haydi buyurun tüm insanlığı toplayın, tüm bilginlerinizi, tüm hukukçularınızı,
tüm sosyal bilimcilerinizi, tüm siyasal bilimcilerinizi, bilim adamlarınızı,
siyasetçilerinizi, din adamlarınızı, hahamlarınızı, papazlarınızı, ediplerinizi,
şairlerinizi, proflarınızı, hattâ cinler de dahil toplayıp getirin de bu
Kur’an’ın ortaya koyduğu bir hayatı, bu kitabın sağladığı bir yaşamı, bir
huzuru, bir sa-adeti, bir geçmişi, bir geleceği siz oluşturun da görelim
bakalım. Haydi bu kitabın uygulandığı dönemin huzurunu getirin geriye. Haydi bu
kitabın uygulandığı toplumların çözdüğü problemleri çözün bakalım. Haydi
kansız, silahsız, barutsuz, göz yaşısız, zulümsüz bir toplum o-luşturun
bakalım. Çözsenize şu kan gölüne dönmüş dünyanızın problemlerini.
39. “Onlar,
ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi
yalanladılar. Onlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zâlimlerin sonunun
nasıl olduğuna bir bak.”
Hayır hayır bunlar kendi
ilimleriyle kuşatamadıkları, ihata edemedikleri şeyi yalanladılar.
Bilmedikleri, tanımadıkları şeyi yalanladılar onlar. Bilmiyorlar, bilemiyorlar,
haberleri yok zavallıların. Kur’an’ı tanımıyorlar, peygamberi tanımıyorlar,
Allah’ı tanımıyorlar ve cahilliklerinden ötürü bilmedikleri şeyi reddediyorlar.
Ne var bu Kur’an’da yahu? Onun gibisini biz de yazabiliriz! Onun gibisini biz
de oluşturabiliriz! diyenlerin tamamı Kur’an’ı tanımıyorlar. Gerçi onların bu
bilgisizliklerinde bizim de sorumluluğumuz büyüktür. Çünkü onlara Kur’an’ın ne
olduğunu anlatamadık, duyuramadık.
Biliyoruz deyip yürürler ama
bilmiyorlar kitabı. Kendi hayatlarını, kendi dünyalarını bildiklerinin binde
biri kadar Allah’ın kitabını bilmiyorlar. Kendi dünyalarını okuduklarının binde
biri kadar Allah’ın kitabını okumuyorlar. Müslümanlıklarının farkında olmadan
yaşayan günümüz müslümanları da, kâfirleri de kitaptan haberdar olma konusunda
aynı durumdadırlar.
Bakıyoruz adam hiç düşünmeden
ağzına geleni, ağzına geldiği gibi konuşuyor. Hakka istinat etmeden, kitabı
okumadan, kitabı tanımadan ben onu bilirim deyip yürüyor. Kitapla
tanışmadıkları halde, kitapla diyalog kurmadıkları halde, hayatı düzenlemek
üzere kitabın fonksiyonunu reddettikleri halde bu adamların konuştuklarının
tamamı iftiradan başka bir şey değildir. Her hangi bir konuda kitaba dayanmadan,
hikmete istinat etmeden söz söyleyen kişi kitabın ifadesiyle effakdir. Her
hangi bir konuda kitaba dayanmadan yorum ya-pan, görüş ortaya koyan kişi
effakdir. İfk, effak daha çok hayatın söz bölümünde, ifade bölümünde ortaya
çıkan bir özelliktir. Resûlü Ek-remin pak zevcesi Ayşe annemize yapılan ifk
hadisesini biliyoruz. Hakikatin hilafına söylenen o çok çirkin sözü biliyoruz.
Allah’ın
kitabından, Allah’ın sisteminden, Allah’ın düzeninden habersiz yeryüzünde
sistem yapmaya, düzen kurmaya çalışan insanların hepsi effakdir. Çünkü onların
Allah’ın kitabından haberleri yoktur. Hikmetten mahrum nasipsiz insanlardır
bunlar. Sözleri kitaba da-yanmaz. Davranışları vahiyden kaynaklanmaz. Allah
hakkında rast gele konuşurlar. Efendim Allah sadece dünyayı yaratmış ve işi
bitmiştir. Allah hayata karışmaz, Allah bir şey indirmemiştir, Allah arzularını
bize bildirmemiştir, Allah bizi serbest bırakmıştır, Allah da demokrasiden
yanadır, Allah da şu bizim yaşadığımız hayattan razıdır.
Eğer Allah istemeseydi biz bu hayatı
yaşayamazdık, Allah’ın yeryüzünde yetkili varlıkları vardır, Allah’a direk
yaklaşma imkânımız yoktur. Ona yaklaşabilmek ve Onu razı edebilmek için
aracılar kullanmak zorundayız vs, vs. Allah hakkında, din hakkında, kitap hakkında,
peygamber hakkında, hayat hakkında, ekonomi hakkında, hukuk hakkında, eğitim
hakkında, kılık-kıyafet hakkında, miras hakkında, kazanma-harcama hakkında,
Allah’la insanlar arasındaki ilişkiler konusunda, insanın insanla, insanın
toplumla ve devletle ilişkileri
konusunda, insanın kâinatla ilişkileri konusunda hâsılı insanın hayat programı
hakkında bilgiye dayanmadan, kitaba sormadan rast gele akıllarına geldiği gibi, akıllarına estiği gibi
konuşurlar. Tüm bu konularda Allah ne diyor? Peygamber ne diyor? Kitap nasıl
bir yol tarif ediyor? Onları hiç mi hiç ilgilendirmez.
Eğer bu
kitap hakkındaki bilgin sadece müşrik batıda, ya da münâfıkların arasında
kâfirliğiyle, müşrikliğiyle müsellem olan, Allah’a, peygambere, kitaba karşı
iftira kusan bir takım İslâm düşmanı kimselerin kitaplarına dayanıyor, onların
kitaplarından okumuş ve bilgilenmişsen nasıl oluyor da bu halinle ben kitabı
biliyorum, ben Kur’an’ı tanıyorum diye iftira edebiliyorsun? Oku baştan sona Allah’ın
kitabını, oku peygamberinin hadislerini de ondan sonra konuş ne konuşacaksan.
Gece gündüz kendi dünyanı okuyorsun, Allah’ın kitabının cahilisin, buna zaman
bulamamışsın, kendi hayatını, kendi dünyanı, kendi zanlarını ortaya koyarak Allah’ın
kitabına iftira ediyorsun. Ne var bu kitapta? Bunun gibisini ben de, biz de oluşturabiliriz
diyorsun.
Eğer bir yönelsen kitaba, bir
eline alsan onu göreceksin ki bu kitap başka kitaplara benzemez. Peygamber
başka insanlara ben-zemez. Sen başka değil bilmediğin şeyi reddediyorsun.
Bilerek düşman olanlar, bilerek, tanıyarak reddedenler hiç olmazsa bilerek cehenneme
gidiyorlar ama bilmeden, körü körüne, ya da göz göre göre bu cehenneme gidişi
bir türlü anlayamıyorum. On para kazanacağım diye on gün düşünüyor adamlar, on
kişiden akıl soruyorlar, on dükkan geziyorlar, ama Allah yoluyla şeytan yolunu
ayırt edecek, cennet ve cehennem arasında bir tercih yapacak, Allah’a göre,
Allah’ın kitabına göre, ya da insanların istediklerine göre bir hayat
yaşayacak, bu konuda hiç durup düşünmüyor. Fark etmez nasıl olursa olsun diyor.
Fark etmez nereye gidersem gideyim benim için önemli değil diyor. Gerçekten müslümanım
diyen birisi için çok hayret edilecek bir durumdur bu.
Zaten henüz
onlara onun tevili de gelmedi. Kur’an’ın haberlerinin yorumu henüz onlara
gelmedi. Kur’an’ın haberlerinin pek çoğu henüz dünyada gerçekleşmedi. Kur’an’ın
verdiği haberlerin pek çoğunun gerçekleşip gün yüzüne çıkma zamanı henüz
gelmedi. Daha sonra ortaya çıkacak kimi gerçekler, ama adam bunları beklemeden
bu iş olmaz, bunlar olmaz, bunlar gerçekleşmez, bunlar ütopik şeyler diyerek
reddediveriyor. Allah diyor ki:
İşte böyle.
Bundan öncekiler de tıpkı böyle demişlerdi, böyle yalanlamışlardı. Zaten başka
değil bu iş böyle olacaktı. İnkâr etmek isteyen, reddetmek isteyen, yalan saymak,
yok farz etmek isteyen, Allah’a kulluktan kurtulup, kendi kendisini putlaştırıp
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamak isteyen herkes kendisine bir
çıkış yolu buluyor ve kendisinden kulluk isteyen, kendi hayatını sorgulayan bu
kitabı reddediyor. Benim kendi bilgim, kendi anlayışım, kendi zevkim, kendi
yolum bundan daha iyidir diyerek kendi yoluna devam ediyor. Allah korusun bazen
bazen bizler de oluyor bu değil mi?
Meselâ bazen kendimizi sorgulayan,
kendi fikrimizi, kendi dünyamızı yargılayan âyetlerle karşılaşınca çoğu zaman
bu âyetleri okumadan atlamayı düşündüğümüz oluyor mu? Çevremiz tarafından
yadırganacak, ailemiz, toplumumuz, idarecilerimiz tarafından tepkiye sebep
olacak nice âyetlerin bizden istediklerini es geçmeye çalıştığımız oluyor mu?
Bir âyetin bizden istediği yaparsak aman hacılığımız bitecek, hocalığımız
bitecek, şeyhliğimiz suya düşecek, şöhretimiz gölgelenecek, alkışlar kesilecek,
hediyeler kuruyacak, el öpmeler bitecek, hattâ belki eziyetlerle, soruşturmalarla,
karşı karşıya geleceğiz, belki kodes gündeme gelecek diyerek âyetlerin istediklerini
göz ardı ettiğimiz olmuyor mu? Allah diyor ki işte bunlardan dolayı öncekiler
de yalanlayıp yan çizmişlerdi.
Bir
bakıverin bakalım böyle davranan zâlimlerin âkıbetleri nice olmuş? Böyleleri
bizim helâkimizden kurtulabilmişler mi bir bakın diyor Rabbimiz. Bu kitaptan
kaçsanız da, bunu duymamak için kulaklarınızı tıkasanız da, elbiselerinizle
bürünseniz de, işlerinizle, mesleklerinizle, dükkanlarınızla, tezgahlarınızla,
evlerinizle kadınlarınızla, doktoralarınızla, diplomalarınızla bürünerek bu
kitabın âyetlerinden saklanmaya çalışsanız da, dünyayla, dünyalıklarla sarhoş
olup bu kitabın uyarılarını duymamaya çalışsanız da, başka kitaplara yönelip
bunu gündemlerinizden düşürmeye çalışsanız da unutmayın ki bu kitap yaşadığınız
sürece üzerinizde egemendir. Size hep egemen olan bir Rabbin egemen kitabıdır
bu kitap. Sizi nasıl yaratıp bu dünyada hayat verdiyse yakında o hayatlarınızı
alacak ve sizi hesaba çekecektir. Nasıl olsa Onun huzuruna dönecek ve Onunla
karşı karşıya geleceksiniz. Öyleyse gelin akıllarımızı başlarımıza almanın dışında
başka çaremiz yoktur ey müslümanlar.
Yoksa Allah korusun bu kitabın
tevilini bekleyenlerden oluruz ki o zaman durumumuz çok kötü olacaktır. Yâni bu
kitabın bize haber verdiği ve ısrarla bizi uyardığı sonun, sonucun gelmesini
bekleyenlerden olmayalım. Kıyâmetin gelip başımızda patlamasını bekleyip duranlardan
olmayalım. Azabın bütün şiddetiyle gelmesini, geberme zamanlarının
gelmesini bekleyenlerden olmayalım. Ne
zaman anlayacaklar bu insanlar gerçekleri? Ne zaman akıllarını başlarına devşirecekler
bu adamlar? Ama unutmasınlar ki onun sonucu geldiği zaman, kıyâmet geldiği
zaman ondan önce bu kitapla diyalogu kesenler, bu kitabı unutup hayatlarında
gündeme almayanlar, bu kitabın istediği bir hayatı yaşamayanlar diyecekler ki
ey Rabbimiz, elçilerin şüphesiz ki bize hakkı getirmişti. Elçilerin bizi hakla
tanıştırmıştı.
Heyhat ki bizler elçilerinin
getirdiği mesajla ilgilenmedik. Gururumuz galebe çaldı da senin kitabınla
diyalog kurmadık. Senin hayat programınla ilgilenmedik. Kendi hayatımızı
kendimiz belirlemeye kalkıştık. Kitabından habersiz bir hayat yaşadık. Şimdi
acaba bize bir şefaat edecek var mı ki bizi bu sonuçtan kurtarsın. Bir şâfî var
mı ki bize şefaat etsin diyecekler, dövünecekler, pişman olacaklar, af dileyecekler,
günâhlarını itiraf edecekler ama onların bu pişmanlıkları kendilerine asla bir
fayda sağlamayacak.
40.
“Aralarında ona inanan ve inanmayan vardır. Rabbin, bozguncuları daha iyi
bilir.”
Kimileri bu kitaba iman
ediyorlar, kimileri de inanmıyorlar. Allah kullarını bu konuda serbest
bırakmıştır. Hiç kimseyi bu konuda zorlamamaktadır. Hür iradeleriyle dilerler
iman ederler dilerler küfrederler. Eğer böyle değil de Rabbimiz melekler gibi,
cansız cemadat gibi doğuştan insanların boyunlarındaki iplerini elinde
yaratsaydı elbette herkes mü’min olmak zorunda olacaklardı. Herkesi kendi iradesiyle
baş başa bırakmış, isteyenler kâfirliği seçebileceği gibi dileyenlerde imanı
tercih edebilmektedir. Niye bu böyledir? Allah neden böyle istemiştir? Bu
konuda hiç kimsenin hesap sorma hakkı yoktur.
Ancak kendi mantığını, kendi hevâ
ve heveslerini din kabul etmiş, kendi hayatını, kendi bilgisini putlaştırmış ve
kendilerince Allah’ın kitabında hata arayan kâfirler bu konuda Allah’ı
sorgulama cehaletinde bulunabilmektedirler. Kendilerince temel kabul ettikleri
küfürleri, şirkleri, yamuklukları ile güya Kur’an’ın ve sünnetin, Allah’ın ve
Resûlünün hatalarını bulduklarını zanneden bu zavallılar bazen müslüman
görünümlü bazen da kâfir kimlikli olarak İslâm’ı sorgulayacaklarını iddia
etmektedirler. Müslümanın asla böyle bir derdi olamaz. Müslüman Allah’a teslim
olan, seçimini Allah’tan yana kullanan kimsedir. Allah böyle dilemiştir o
kadar. Allah hikmeti gereği dünyada biz kullarını imanı da küfrü de tercih
edebilecek bir özellikte yaratmıştır ve bu tercihimizin sonucuna
katlanacağımızı ortaya koymuştur.
Ve Allah
müfsitleri, bozguncuları bilmektedir. Hidâyette olanları da, dalâleti tercih
edenleri de Allah bilmektedir. Herkesin neyi tercih ettiğini, herkesin nereye
doğru gittiğini en iyi bilen ve tercihine göre herkesi en güzel biçimde
değerlendirecek olan da Allah’tır. Herkesin yaşadığı hayata göre nereyi
kazandığını, kimin gerçek müslüman, kimin kâfir ve müşrik olduğunu bilen ve
yarın bunun kararını verecek olan da Allah’tır. Bu konuda yetki Ona aittir,
yargı Ona aittir.
41. “Ey
Muhammed! Seni yalanlarlarsa, "Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız
sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu
değilim" de.”
Ey peygamberim!
Seçimini Allah’tan yana kullanmış, iradeni Allah’a teslim etmiş bir mü’min
olarak eğer seni yalanlıyorlarsa, senin dinini, senin yolunu, senin hayat
programını, senin tercihini kabul etmiyorlarsa sen onlara de ki benim amellerim
benim olsun, sizinkiler de size ait olsun. Benim yaşam biçimim, benim hayat
anlayışım, benim amellerim benim olsun, sizin hayat programlarınız da sizin
olsun deyiver onlara.
Sizler
benim amellerimden, benim yolumdan, benim hayat programımdan teberrî edip
uzaklaşıyorsunuz, ben de sizin vebal dolu, hıyanet dolu şirk ve küfür dolu
yolunuzdan, amellerinizden teberrî ediyorum. Sizin benimle benim de sizinle bir
ilgim yoktur. Ne siz benim gibi sadece Allah’a kul oluyorsunuz ne de ben sizin
gibi bir hayat yaşıyorum. Sizin dünyanız ayrı kâfirlerin dünyası tamamen
ayrıdır. Kâfirin dünyası, kâfirin ekonomi anlayışı, kâfirin hukuk anlayışı, eğitim
anlayışı, siyaseti, mala bakışı, istikbal anlayışı, ahlâkı her şeyi mü’minden
farklıdır. Çünkü kâfir kendi keyfini, kendi mantığını kendi hevâ ve heveslerini
din kabul etmiş, hayat programı kabul etmiş mü’-minse Allah’ın dinini hayat
programı kabul etmiş kimsedir. Onun içindir ki kâfirle mü’min ayrı dünyaların
insanıdırlar.
Öyle değil mi? Meselâ bir köyde,
bir kentte, bir mahallede kâfir de yaşar mü’min de yaşar ama dünyaları, hayatları
farklıdır. Kâfir nefsi adına yaşar, keyfi adına yaşar, toplum adına yaşar,
çevre adına yaşar, egemen güçler adına, putlar adına, tâğutlar adına, şeytan adına
yaşar; mü’min hayatını sadece Allah adına ve Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde
yaşar. Kâfirin değer yargısı Allah’tan başka her şeydir, ama mü’minin değer
yargısı sadece Allah’tan gelenlerdir. Birisi ebedî cehennemde ötekisi de ebedî
cennette olarak ayrılacaklardır.
Eğer
kâfirler ve müşrikler bizim bu imanımızı, bizim bu dinimizi ve hayat
programımızı kabullenmeyecek olurlarsa da onlara şöyle diyeceğiz: Sizin
amelleriniz sizin olsun bizimkiler de bizim olsun.
Sizin
dininiz, sizin inanışınız, sizin hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin
olsun bizimki de bizim olsun. Sizin amelleriniz sizin bizim amellerimiz de
bizim olsun. Öldüğünüz zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim
amellerimizle karşılaşalım. Siz sizinkiler-den sorumlu olun, biz de
bizimkilerden. Siz sizin amellerinizin karşılığı olan cehennemden biz de bizim
amellerimizin sonucu olan cennetten razı olalım.
Yâni sizler
hem Allah’a hem de putlara, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk
yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Yâni yaşadığınız
Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı bazı bölümlerine de başkalarını
karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı
bölümlerinde ise Allah’tan baş-kalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir
yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de başkalarını razı etmeye çalışabilirsiniz.
Hem Allah’a hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama bize gelince biz asla
böyle bir şirk dininden razı olmayız.
Ama bizler
taviz vermeden, ihlâsla, katışıksız bir şekilde Allah’a ibadet edicileriz. Biz
sadece Allah’ı Rab bilip sadece Onu dinler ve sadece Ona kulluk ederiz. Yâni
böyle hem Allah’a kulluk edip, hem de binde bir de olsa başkalarını da
dinlemeden yana olmayız, başkalarına da kulluktan yana olmayız. Bin gramlık bir
temiz suya bir gramlık da zehir katarak onu içmeden yana olmayız. Biz şirk koşmadan
hayatı parçalamadan Allah’a ibadet ederiz. Sizler gibi hayatın bazı
bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını memnun etmeden yana
olmayız diyeceğiz ve onlardan teberrî edip ayrılacağız.
42.
“Aralarında sana kulak veren vardır. Sen, sağırlara üstelik akılları da
almazsa, işittirebilir misin?”
Peygamberim o seni ve senin
amelini, senin inancını, senin hayat programını reddeden insanlardan seni
dinleyenler de var, ama onlar dinlemekle beraber sana inanmaya yanaşmıyorlar. Unutma
ki peygamberim sen sağırlara işittirecek değilsin. Akılları almayan, akıl
etmeyen, akıllarını kullanmayan bu sağırlara sen mi işittireceksin? Adamlar hem
sağırlar, hem de üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa asla seni
dinlemeyecekler ve adam olma yoluna girmeyeceklerdir. Ama akıllarını,
duyularını kendi kurtuluşları adına kullananlar kazanacaklar, dünyalarını da
âhiretlerini de güzelleştireceklerdir. Evet din-leyenler, dinlediklerini düşünüp
akıl edenler, görenler, gördüklerini akıl süzgecinden geçirip değerlendirmeye
alanlar müslümanlardır, ama körler, görmeyenler, dinlemeyenler, sağırlar ve
akıllarını kullanmayanlar da kâfirlerdir.
Evet
onlardan kimileri de vardır ki seni dinlerler. Dinlerler ama itaate yanaşma
görülmez hayatlarında. Dinlerler ama uygulamaya yanaşmazlar. Çünkü bu adamların
kalplerine hakkı duymalarına, hakkı anlamalarına engeller, kılıflar vardır.
Kulaklarına da sanki ısıdan izole etme veya elektrikten yalıtma anlamına bir
izole, bir tecrit bölgesi yerleştirilmiştir. Kulaklarına kurşun dinlerler ama
anlamazlar anlayamazlar. Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat etmek sığıra nasihat
etmek gibidir. Çünkü bunlar söyleyenin sözünü anlamak için akıllarını,
kalplerini, gözlerini, kulaklarını kullanmak istemezler. Kör bir taklitten
yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmaz-lar.
Nitekim bir gün Resûlü Ekremin okuduğu
Kur’an’ı dinlemek üzere gelen Ebu Cehil kendisiyle birlikte onu dinleyen Nadir
bin Harise: Ey Nadir, Muhammed ne diyor? Onun okuduklarından bir şey an-ladın
mı? diye sorar. Resûlü Ekremin okuduğu Kur’an’ı uzun bir süre dinleyen Nadir
derki: Kâbe’yi inşa edene yemin ederim ki ne diyor bilmem, görüyorum ki o
sadece dilini oynatıyor, ama ne dediğini an-lamıyorum.
Evet anlamıyorlar,
anlayamıyorlardı, çünkü onlar Allah’ın kendilerine verdiği zikri geçen
organlarını kullanmak istemiyorlardı. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu
kaybediyorsa, ölen kişi nasıl duymaz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte
aynen onun gibi kabiliyetlerini söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş
bu insanların bu organlarını Allah iptal edivermiş manevî bir ölümle.
İşte
Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bizlere buyuruyor ki ey kullarım:
Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez,
akıl etmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş bu ölüleri siz
diriltecek değilsiniz onları an-cak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş
insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey
yoktur. Zira Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine
kimse bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gös-teremez.
Allah’ın şaşırttığını kimse yola getiremez.
Bunlar kabirdekiler gibi
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan duygulanmayan,
düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları
Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Allah bunlarda ya bir dirilme emaresi,
bir canlılık belirtisi görürse, dilerse
Rabbimiz dünyada diriltecektir bunları. Dilemezse de âhirette huzuruna
gelinceye kadar dünyada ölü bırakacak o zaman diriltecektir.
43.
“Aralarında sana bakan vardır. Sen körleri, görmezlerken doğru yola
eriştirebilir misin?”
Onlardan
seni gören, sana bakanlar da vardır. Ya da sana bakar görünenler vardır. Tıpkı
az evvel ifade edildiği gibi dinlemedikleri halde dinler görünenler gibi bakar
görünenler vardır. Çünkü tamam gözün kendi başına mutlak bir görüşlülüğü
vardır diyelim, ama gözün asıl özelliği
nedir? Gören göz, gözdür değil mi? Kulağın zarı patladı mı duymaz değil mi?
Meselâ adamda ağız var, dil var, diş var, dudak var, yutak var, nefes var,
ciğer var, ama adam yine de konu-şamıyorsa onun ağzı ha var ha yok diyecektik ya.
İşte böyle görmedikleri halde bakar görünenler var onların içinde.
Ee! Şimdi ey peygamberim sen bu
bakar körleri hidâyet edebilir misin? Var mı senin böyle bir gücün, yetkin?
Böyle hidâyetten kaçan, hidâyete talip olmayan kimselere senin asla böyle bir
hidâyet yetkin yoktur. Yetkisinin olmadığı biliyordu aslında Rasulullah efendimiz
ama bu insanların hidâyetini kendisine dert edindiği için, bunların göz göre
göre cehenneme gidişleri karşısında kendisini yiyip bitirecek bir noktaya
geldiği için Rabbimiz tekrar tekrar ona, bunu hatırlatıyordu. Dolayısıyla
yeryüzünde bu tür insanların da olabileceğini gündeme getirerek peygamberini
teselli ediyordu Rabbimiz.
Bizlere de
uyarıda bulunuyor Rabbimiz. Bu körlere siz mi göstereceksiniz? Bu sağırlara
sizler mi duyuracaksınız? Bunlara siz mi hidayet edeceksiniz? Dikkat ederseniz
âyetin ilk bölümünde Rabbi-miz önce sana bakarlar buyurulduktan sonra da onlar
aslında görmü-yorlar, kördürler buyuruyor. Bununla bize şunu anlatıyor
Rabbimiz: İnsanların böyle sadece beşerî planda bir gözlerinin olması, kulaklarının
olması, kalplerinin olması hiç bir anlam
ifade etmiyor. Eğer o göz, o kulak, o kalp Allah’ın âyetlerini görüp, duyup,
anlayıp Allah’a kulluğa tahsis edilmemişse hiç bir değer ifade etmeyecektir.
Varlığıyla yokluğu müsavi olacaktır. İsterse bugünün tıbbının, biyolojisinin
verilerine göre en güzel azalar olsalar da bunlar, ama kendi ruhlarının, kendi
insanlıklarının, kendi nefislerinin ebedî kurtuluşlarına sebep olacak işlevi
gösteremiyorlar, tavır alamıyorlarsa hiç bir değerleri olmayacaktır.
Ama burada
bir yanlış anlaşılmaya imkân vermemek için bun-dan sonraki âyetinde Rabbimiz
hemen bir açıklamada bulunuyor: Bunlara, bu körlüğü, bu sağırlığı, bu akıl
etmezliği, bu anlamazlığı, bu vurdumduymazlığı Allah yazdığı için, Allah takdir
buyurduğu için böyle değillerdir. Bakın Rabbimiz buyurur ki:
44. “Allah
insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
Bunu insanlar kendileri
benimsemişlerdir. İnsanlar kendi hür iradeleriyle, kendileri adına kendileri
bunu seçmişlerdir. Bu seçim kendilerine aittir. Çünkü Allah kullarına asla
zulmetmez. Lâkin insan-lar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah asla zâlim
değildir. Zâlim olanlar insanlardır. Zulmeden de kendileri, zulmettikleri de
kendileridir. Bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar. Çünkü
Allah asla zulmen insanlara ceza vermez, haksız yere insanları cehenneme
göndermez. Allah insanlara onların hidâyeti anlayıp kabullenebilecek
kapasiteler vermedikçe onları hidâyetiyle sorumlu tutarak onlara zulmetmez.
Hidâyet yollarını kapatarak onlara zulmet-mez.
Hattâ bunun da ötesinde elçiler
ve kitaplar göndererek onlara kendisini ve istediği kulluğu açık, açık anlatmadan,
onları elçileri ve kitaplarıyla uyarmadan onların yaptıkları yanlışlarından
ötürü cehennemine göndermez. Her bir dönem uyarıcılar göndererek insanları
azapla, cehennemle, cennetle uyardıktan sonra yine de uyarılmak istemeyen ve
kendileri için ateşi tercih edenler için sizler cehennemi boylayacaksınız
tehdidinde bulunmaktadır Rabbimiz.
Ve sonunda bu akılsızlar hâlâ bu
tehdidin gereği davranış-larda bulunmuşlarsa, duymamaya, görmemeye, akıl
etmemeye ıs-rarlı bir tavır takınmışlarsa; elbette bu insanlar cehennemi boylayacaklardır.
Bu konuda hiç kimsenin her hangi bir itiraz hakkı da kalmamaktadır.
45. “Onları
toplayacağı kıyâmet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacak bir saat
kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
Zaten doğru yolda değillerdir.”
Onları topladığı bir gün sanki
onlar başka değil sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. Allah
onları hesap kitap için huzurunda topladığında sanki onlar dünyada
birbirleriyle tanışacak kadar, yâni bir günün bir tek saati kadar kalmış gibi
olacaklar. Evet dünyada yıllarca yaşadıklarını zanneden, kabirde yüzyıllarca
kaldıklarını zanneden bu insanlar bir de bakacaklar ki eyvah! Her şey bitmiş,
her şey hayal olmuş, her şey bir rüya gibi geride kalmış ve sanki dünyada
yaşadıkları bir günün bir tek saati kadar dünyada yaşamışlar veya bu kadar
kabirde kalmışlar ve işte bu kısacık bir zamanın sonunda şimdi kendilerini
Rab’lerinin huzurunda bulmuşlardır.
Kendi
aralarında sanki birbirleriyle tanışıp, bilişme dönemi kadar bir zaman dünyada
kalmış gibidirler. Böylece bu insanlar dünyada yaşadıkları fânî hayatın oradaki
ebedî hayatla farklı olduğunu anlayacaklar. Dünyada yaşadıkları bu fânî hayatın
âhiretteki ebedî hayatın yanında çok kısa olduğunu ve gerçek hayatın âhiretteki
hayat olduğunu bilecekler. Âhiretteki bu ebedî hayatı kaybetme pahasına dünyanın
geçici hayatına değer vermelerinin ne büyük bir hata olduğunu, bâkîyi terk
ederek fânîye sarılmalarının, değersizi değerliye tercih edişlerinin ne büyük
bir yanılgı olduğunu anlayacaklar.
İşte dünya hayat budur. İşte denî
hayat, alçak hayat budur. Onun için bu dünyaya bağlanmaya değmez. Aman benim
olsun demeye değmez. Dünyayı kıble edinip onun peşinde bir ömür tüketmeye
değmez. Âhiretin ebedî hayatı yanında bir saat bile olmayan dünyaya tapınmaya,
dünyayı tatminkâr bulmaya, onunla övünüp, oyalanıp âhireti ikinci plana atmaya
değmez. Bu dünya hayatın bir saatlik mutluluğuna karşılık âhiretteki ebedî,
ölümsüz bir hayatı unutmak akıl karı değildir.
Öyleyse ey
şu anda dünyayı kıble edinmiş, dünyayı hedef bilmiş, dünya boyunlarına bir ğıl
gibi geçirilmiş, dünya sevgisi kalplerine içirilmiş, dünyalıklar konusunda çoğalma
sevdası gecelerine gündüzlerine musâllat olmuş, ölümsüz zannettikleri dünyaya
tapınır hale gelmiş insanlar! Unutmayın ki dünya ölümlüdür. Hem de çok kısa bir
zamanda, göz açıp yumacak kadar kısa bir zamanda ölümlüdür. Hiç bitmeyecek
zannettiğiniz dünyanın size asla yar olmayacağını unutmayın! Bu hayatınızın, bu
gençliğinizin, bu imkânlarınızın, bu gününüzün, bu güneşinizin, bu gecenizin,
gündüzünüzün çok kısa bir süre sonra biteceğini unutmadan yaşamaya bakın. Çok
kısa bir süre sonra kaybedeceğin bu dünyaya bağlanmanın anlamı yoktur. Dünyayı
cennete çevirmenin, cenneti dünyada aramaya kalkışmanın, cenneti dünyada arama
cinnetine kapılarak âhireti satmanın anlamı yoktur.
Hani bir
yolcu yoluna devam edip giderken dinlenmek üzere uğradığı bir ağacın altını ne
kadar imar ederse, ne kadar restore ederse bizler de dünyayı o kadar imar edelim. Fazlası
lüzumsuzluktur. Zira bizler de şu anda öz vatanımıza doğru giderken dinlenmek,
amel işleyerek âhiretimizi kazanmak üzere uğradığımız dünyayla ancak bu kadar
ilgilenmek zorundayız. Düşünün ki arabanızla bir yere gidiyorsunuz. Arabanız
arıza yaptı veya tuvalet ihtiyacınız oldu da bir kenara durdunuz. Orada bir kaç
dakika dinlenmek için bir ağaç gölgesi, bir mekân seçtiniz kendinize. Ne
yaparsınız orada? Han hamam filan yapmazsınız değil mi orada? Belki en fazla
oturacağınız yerin dikenlerini, taşlarını biraz toplayıp şöyle kendinize
oturacak bir yer açarsınız hepsi o kadar. Çünkü toru topu beş on dakika dinlenip
devam edeceksiniz yolunuza.
Peki dünyada bundan fazla mı
kalacaksınız acaba ki öyle beş katlı, geniş salonlu, çift camlı, kalebodurlu,
fayanslı, geniş bahçeli evler ne olacak? Niye uğraşıyoruz bunlarla? Niye bu
evlerimiz barklarımız, atımız arabamız, dükkanımız tezgahımız, işimiz, aşımız,
eşimiz, dostumuz, karımız, kızımız, konservemiz, akvaryumdaki balığımız, kafesteki
bülbülümüz bizi dünyaya bağlayıp âhireti unutturacak noktaya geliyor? Niye bu
dünya ve dünyalıklar bizi dünyada yerleşik ve yapışkan hale getiriyor? Nemize
gerek bizim bahçedeki ağaç? Nemize gerek akvaryum? Ne ilgilendirir bizi
saksılar, çiçekler? Nemize gerek eğlenceler? Ne olacak bizi şu üç günlük
dünyada gariplikten çıkarıp yerleşik hayatın insanı yapmaya çağıran bu villalar
bu köşkler? Nemize gerek bu dünyada ebedî kalma planlarımız? Nemize gerek bu
dünyaya kazık çakma sevdalarımız? Ne oluyor? Niye yarın gidici bir garip
değiliz de hep buralıyız? Sahi biz dünya için miyiz? Sizler, bizler acaba dünya
için mi yaratıldık? Acaba buraya bu dünyaya mı aidiz? İşte anlatıyor ki
Rabbimiz öyle değil.
Evet
Allah’la mülaki olmayı ummayanlar, Allah’la bir gün karşı karşıya gelmeyi
düşünmeden yaşayanlar, bir gün Allah’ın hesabıyla karşılaşacakları şuurunda
olmayanlar kaybetmiştir. Allah’la buluşmayı yalanlayanlar, yalan sayanlar, buna
inandıklarını dilleriyle kabul etseler de bu imanın amelini gündeme
getirmeyenler, hayatlarını bu imana bina etmeyenler, gereği gibi yaşamayanlar
kaybettiler. Zaten onlar hiç bir zaman hidâyette değillerdi. Evet ölüm ötesi
hayatı yalanlayanlar, yalan sayanlar, yok farz edenler, ölüm ötesi hayatı
hesaplarına katmadan yaşayanlar, ölüm ötesi hesabına kitabına elde bir gözüyle
bakmayanlar, dünyayı ölümsüz ve âhireti de uzak farz edenler kaybetmişlerdir.
46. “Onlara, söz verdiğimiz azabın bir kısmını ya
dünyada sana gösteririz, veya senin ruhunu alırız, nasıl olsa onların dönüşü de
Bizedir; (âhirette görürsün). Allah onların yaptıklarına şahittir.”
Ey peygamberim! Biz onlara
vaadettiğimiz azabın bir kısmını dünyada sana gösteririz, yahut da biz seni
onların arasından çekip alırız. Onların dönüşleri nasıl olsa bize olur. İşte
hayat budur. İşte Rabbinin vadi budur. Allah yeryüzünde kendisini kendisinin tanıttığı
gibi tanımaya, kendisinin istediği gibi kendisine kulluğa yanaşmayanlara
mutlaka azap vaadetmiştir. Allah’ın bu konudaki azabı kesindir. Ama bu hemen
olmayabilir. Dünyada acilen olmayabilir. Bunu sen hayatında görebilirsin de
görmeyebilirsin de.
Öyleyse ey peygamberim! Sen
sabret! Her şeye rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm bu alay edişlere, tüm bu
müstekbirce davranışlara sabret! Aldırış etmeden yoluna devam et! Bıkma! Usanma!
Şunu kesinlikle bilesin ki Allah’ın vaadi haktır. Allah seni ve dâvânı mutlaka
galip getirecektir. Allah senin düşmanlarını mutlaka mağlup edecektir, bundan
en küçük bir endişen olmasın. Sen görevini yap, gerisini düşünme. Şunu
kesinlikle unutma ki netice sana ait değildir. Bu dâvâ senin dâvân değil
Allah’ın dâvâsıdır ve de bu dâvâ seninle bağımlı değildir. Dünyada, hayatında
bu dâvânın galibiyeti veya düş-manlarının kahredilişi düşüncesiyle sen kendini
meşgul etme. Senin görevin sadece çalışmak ve Rabbinin istediği biçimde yürümektir.
Ama bilesin
ki düşmanlarına vaadettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken göstereceğiz.
Ya da senin hayatına son vereceğiz. Seni kendimize alacağız. Dâvânın ulaştığı
yüceliklerin bir kısmını veya düşmanlarına yaptıklarımızın bir kısmını
göremeyebilirsin. Öyle de olmuş nitekim. Rabbimiz Bedir günü düşmanlarından en
büyüklerinin geberişini ona göstererek peygamberinin gözünü aydın etmiş, sonra
hayatındayken Mekke’nin fethini ve Arap yarımadasının hemen hemen tamamının
fethini göstererek peygamberini sevindirmiştir. Ama bir kısmını göremesen bile
ne gam? Onlar sonunda Benim huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o
zaman göstereceğim buyuruyor Rabbimiz.
Veya senin
hayatta kalıp kalmaman onlar için hiç bir şey değiştirmeyecektir. Seni yok
etmeyi becerseler de beceremeseler de onlar için bir şey değişmeyecektir. Eğer
sen yaşarsan onların sana ve senin mesajına karşı gelmelerinin karşılığı olarak
hak ettikleri azabın bizzat hayatta iken onların başlarına geldiğini ve Bizim
onlardan nasıl intikam aldığımızı göreceksin. Yok eğer sen bizzat dünya gözüyle
bunu görmeden vefat ettirilirsen; bilesin ki bu onların başlarına gelecek olanı
asla engellemeyecektir.
Yâni eğer onlardan intikam almadan
önce seni vefat ettirirsek bilesin ve üzülmeyesin ki sen görmesen de Biz
onlardan intikamımızı alacağız. Öyleyse sen bunu kafana takma! Sen bu konuda
hiç endişe etme! Sen yoluna devam et, Bizim buna gücümüz yeter! Sen hiç üzülme!
öyle de böyle de olsa onlar kesinlikle Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır.
47. “Her
ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara peygamberleri geldiğinde aralarında adâletle
hüküm verilmiş olur. Onların hakları yenmez.”
Her bir ümmete, her bir topluma
bir elçi gönderdik. Her bir toplum için bir Resul vardır. Bu Allah’ın yeryüzünde
genel yasasıdır. Yeryüzünde tüm toplumlar için Allah tarafından bu rahmet
kapısı açıl-mıştır. tâbi her bir topluma ayrı ayrı peygamber gönderilmemiş olsa
bile peygamberin mesajının bozulmadan kendilerine ulaşan toplumlara da o
peygamber gönderilmiş demektir.
Ya da eğer bir toplum içinde bir
peygamber yoksa bile o peygamberin mesajından haberdar olan insanlar mevcutsa o
topluma o peygamber gönderilmiş demektir. Şu anda tüm dünya insanlığına
Rasulullah efendimizin gönderilmiş olduğu gibi. Tarih boyunca tüm dünya
insanlığını Rabbimiz vahiy nîmetiyle, peygamberlik nîmetiyle nîmetlendirmiştir.
Hiç bir zaman yeryüzünü vahiysiz bırakmamıştır. Dolayısıyla yeryüzünde hiç
kimsenin benim dinden, benim vahiyden, benim kitaptan, benim peygamberden
haberim yoktu. Benim âhiret-ten haberim yoktu demeye hakkı da, yetkisi de
yoktur. Her bir topluma Allah’ın elçileri geliyor ve:
Aralarında adâletle hükmediliyor.
Toplum Allah’ın istediği adâletten, her şeyi yerli yerine koymaktan, her şeyi
yerli yerinde kullan-maktan, yâni kulluktan haberdar ediliyor. Allah’ın
gönderdiği elçisi o toplumlara Allah’ı, hakkı, adâleti, imanı, tevhidi,
kulluğu, cini, meleği, hayatı, ölümü, âhireti, hesabı, kitabı net ve açık bir
şekilde açıklayıp, uygulayıp, gösterip örnekliyor. Sonra onlardan bu
örneklenene uygun bir şekilde yaşayanlara, ya da aksini yapanlara Allah
yaptıklarının sonucunu âdil bir şekilde verir de onlar asla en küçük bir zulme
maruz kalmazlar. Ama buna rağmen kimileri de dediler ki:
48. “Bu
iddiada samimi iseniz, bu azabın gerçekleşmesi ne zamandır? Söyle" derler”
Eğer doğrularsanız, eğer
sadıklarsanız, eğer bu iddialarınızı eyleme geçirip ispat edebilecek
kimselerseniz ne zaman bu vaad? Ne zaman bu tehdit? Ne zaman kıyâmet? Ne zaman
tekrar diriliş? Ne zaman mahşer? Ne zaman hesap-kitap? Ne zaman cennet-ce-hennem?
diyerek Allah’ın az evvel anlattığı vadini yargılamaya, sorgulamaya ve aynı
zamanda bu konuda Allah’ın sözcüsü konumundaki elçisini alaya almaya,
peygambere tepeden bakmaya çalışıyorlardı. Söylesene ey peygamber, şu senin
bizi kendisiyle uyardığın Allah’ın vadi ne zaman? Bizi onunla uyarmandan sonra
tam bir yıl geçti ama hâlâ o sözünü ettiğin vaatten ses yok. İki yıl geçti, beş
yıl geçti, on yıl geçti hâlâ bir eser yok. Haydi yirmi yıl sonra diyelim. Haydi
Nuh (a.s)’a göre 200 yıl, 500 yıl, 1000 yıl sonra bu gerçekleşecek diyelim.
Hani onun toplumunu uyarmasından bu yana nice binler yıl geçtiği halde ne kıyâmetin
koptuğu var ne de bunu reddeden şu müşrik ve kâfir dünyanın bu retlerinden
dolayı, bu kafa tutmalarından ötürü ne helâk olmaları söz konusu, ne de bu
vadin sahibi tarafından bir dünya cezasıyla cezalandırılmaları söz konusu.
Durum böyle olunca da Rasulullah
efendimiz dönemindeki kâfir ve müşrik dünya şımardıkça şımarıyor ve Allah’ın
Resûlüne di-yorlar ki; haydi ey peygamber göster ne göstereceksen bakalım. Getir
bize ne getireceksen de görelim. Şu sözünü ettiğin kıyâmet, diriliş,
hesap-kitap ne zamansa söyle de bilelim diyorlardı. Günümüz kâfirleri de aynı
şeyleri söylüyorlar. Sen onlara şöyle söyle peygamberim:
49. “De ki:
“Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda
değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler
ve öne de alınmazlar”
De ki
sizler yanlış kapı çaldınız. Sizler cahillik edip Allah’a sormanız gereken,
Allah’tan istemeniz gereken bir şeyi benden istemeye kalkıştınız. Hayrola,
sizler beni Allah’la karıştırıyorsunuz galiba. Halbuki sizin gibi bir insan
olan ben, tıpkı sizler gibi Rabbimin bir kulu olan ben kendim için, kendi
nefsim için dahi bir fayda ve zarara mâlik değilim. Yâni kendime her hangi bir
fayda sağlamaya, ya da kendimi bir zarardan korumaya veya kendime bir zarar
vermeye muktedir değilim, ancak Allah’ın dilemesi müstesna. Ancak Rabbimin
dilediği kadarına benim gücüm yeter. Onun ötesinde benim hiç bir gücüm kudretim,
hiç bir tasarruf yetkim yoktur. Ben tıpkı sizler gibi Rabbimin kaderine,
Rabbimin fayda ve zararına mahkumum. Rabbim fayda ya da zarar adına benim
hakkımda ne dilerse, ne takdir buyurursa ben onun mahkumuyum. Çünkü hayat ve
ölüm Onun elinde, fayda ve zarar Onun elindedir.
Her ümmetin, her toplumun Allah tarafından
takdir edilmiş bir eceli vardır. Her toplum için yeryüzünde tanınmış bir süre
vardır. Dünyada Rabbim tarafından tayin buyurulan süreleri sona erince hiç bir
toplum bir saat bile geciktirilmediği gibi, öne de alınmazlar. Öy-leyse ey peygamberle
alay etmeye çalışanlar elbette sizin de eceliniz geldiği zaman, sizin için de
Rabbinizin takdir buyurduğu zaman dolduğu zaman sizleri de helâk edecek olan Allah’tır.
Dünyanın da eceli geldiği zaman, kâinatın da eceli geldiği zaman onların kıyâmetlerini
koparacak olan yine Allah’tır. Eceli gelen dünya, eceli gelen toplum, eceli
gelen aile, eceli gelen fert, eceli gelen güç kuvvet hepsi ne bir saat tehir
edilir, ne de bir saat ileri alınır.
Bu yasayı koyan Allah’tır. Bu
yasayı belirleyen Allah’tır. Ve bu konuda hiç kimsenin ne herhangi bir müdahalesi
ne de en ufak bir yetkisi yoktur. Yeryüzünde toplumların var oluş ve yok
oluşları da, devletlerin, milletlerin kuruluş ve yıkılışları da, yükseliş ve
çöküşleri de ailelerin fertlerin çıkışları, doğumları, yükselişleri ve ölümleri
yasası da Allah’ın elindedir. Hayat Onun elinde, ölüm Onun elindedir, takdir
Ona bağlıdır. Hiç bir fert, hiç bir aile, hiç bir toplum, hiç bir devlet, hiç
bir kurum, hiç bir müessese, hiç bir canlı kendi varlığını koruma ve sürdürme
yetkisine sahip değildir.
50. “De ki: "Allah'ın azabı size gece veya
gündüz gelirse, ne yaparsınız? Suçlular niye bunda acele ediyorlar? "
Söyleyin bakalım, ne diyorsunuz?
Fikriniz ne bu konuda? Allah’ın azabı gece veya gündüz, gece haberiniz yokken
ya da güpegündüz, gözlerinizin önünde size geldiğinde mücrimler ne yapabilecekler?
Neye güçleri yetebilecek bunların? Hâlâ mücrimler bundan neyi acele istiyorlar?
Kendilerine böyle Allah’tan bir azap gelse ne yapabilecekler bu günâhkârlar da
buna acele edip duruyorlar. Nelerine güveniyorlar da bu azabın gelmesini acele
isteyip duruyorlar bu adamlar? Hani kendilerinden öncekiler kendilerine gelen
Allah’ın azabından kendilerini kurtarabilmişler mi? Gece veya gündüz Allah’tan
kendilerine gelenlerden kendisini kurtarabilmiş bir tek insan var mı? Değilse
neyine güveniyor bu adamlar?
51. “Vuku
bulduktan sonra mı O'na inanacaksınız? Yoksa hemen şimdi mi? Elbette, siz onu
acele istiyor-dunuz” denir.”
Evet evet yoksa bu iş vuku
bulduktan sonra mı iman edeceksiniz sizler? Acele Allah’ın azabının gelmesini
mi bekliyorsunuz? Allah’ın azabı başınıza geldiği zaman mı akıllarınızı
başlarınıza alacaksınız? Azabı görünce mi imana yöneleceksiniz? Eğer öyleyse geçmiş
olsun. Eğer azapla burun buruna kalınca gerçeği anlayıp imana yönelecekseniz,
anlamaz olun. Çünkü ne kıymeti var böyle bir imanın? Halbuki daha önce azabın
gelmesini bekliyordunuz.
Anlıyoruz
ki bu insanlar kendilerince azabın gelmesini isteyip beklerlerken öyle bilerek
de beklemiyorlar. Nasıl olsa böyle bir azap gelmez, gelmeyecek diyerek bir bekleyişleri
var. Yıllardır küfür içinde, şirk içinde bir hayat yaşayarak, Allah’a ve
elçilerine kafa tuttukları halde kendilerine dokunulmadığına göre, helâk
olmadıklarına göre, istedikleri suçları işlemeye devam ettikleri ve kendilerine
azap gelmediğine göre; bundan sonra da kesinlikle azabın gelmesi mümkün değildir
diyerek böyle bir emniyet duygusuna kapılıyorlar ama böyle hiç beklemedikleri,
ummadıkları bir anda azapla karşı karşıya gelince de şaşırıp kalıyorlar.
52.
“Haksızlık edenlere de: “Sonsuz azabı tadın, ancak yaptığınıza karşılık ceza
çekiyorsunuz” denir.”
Sonra o zâlimlere denilir ki
haydi ebedîlik azabını tadın bakalım. Güya Allah’tan, Allah’ın hayat programından,
Allah’ın âyetlerinden habersiz zevk içinde bir hayat yaşıyordunuz. Yaşadığınız
bu ha-yatın sonunda başınıza hiç bir şeyin gelmeyeceğine inanıyor, kendinizi
güvende hissediyordunuz. Uyaranların uyarılarına aldırış etmi-yordunuz. Gelsin
bakalım, gelsin de ne gelecekse görelim diyordu-nuz. Hattâ hani nerede kaldı o
gelecek olan? Niye geç kaldı? diye Al-lah’ın elçilerini alaya alıyordunuz.
Azabın acele gelmesini istiyordu-nuz. Allah’ın elçilerinin ısrarla sizin o
beklediğiniz şey benim elimde değildir, ben bir beşer olarak ne size ne de kendime
bir fayda ve za-rar sağlama gücüne sahip değilim. Rabbime ve Rabbimden getirdiğim
bu mesaja iman etmeyenleri ben azaba uğratacağım demedim. Ben sadece size
yaşadığınız bu hayatın karşılığında mutlaka Allah’ın azabının geleceğini
söyledim.
Rabbinizden azap bekliyorsanız,
azabı celp edecek bir hayata yöneliyorsanız bunu size ben değil Allah gönderecek.
Unutmayın ki her toplumun bir eceli, bir son bulma zamanı vardır, Rabbimin takdir
buyurduğu o eceliniz geldiği zaman onu ne ben, ne de bir başkası bir saat geri
çevirmeye güç yetiremez diyerek benzer durumda olan geçmiş toplumların bir gece
istirahat halindeler iken, veya bir sabah işlerinin, dükkanlarının başında
işlerinin yoğun olduğu bir ortamda ansızın başlarına gelenleri de gözlerinin
önüne serdim.
Tıpkı Firavun örneğinde olduğu
gibi Allah’ın azabı, Allah’ın yakalaması başlarına gelinceye kadar imana yönelmediler.
Böyle bir imanın kendilerine asla fayda vermeyeceği ısrarla gündeme getirilmesine
rağmen yine de iman etmediler. Küfürlerini, şirklerini, Allah ve Resûlüne karşı
isyanlarını devam ettirdiler. Eğer şu anda da şu bizim toplum tıpkı onlar gibi
Kitaba ve sünnete karşı vurdumduymaz tavırlarını sürdürmeye devam edecek
olursa; bir gün mutlaka bunlar da ecellerinin geldiğini, hayatlarının, her şeylerinin
bittiğini görüp anlayacaklar.
Ya ölümleriyle ya da ölümlerinden
önce Allah’ın bir azabıyla, bir gazabıyla, yahut da kıyâmetle Allah’ın huzurunda
bulacaklar kendilerini ve Allah buyuracak ki buyurun hak ettiğiniz azabı tadın
ey zâlimler. Sizler şu anda yaptıklarınızın cezasını buluyorsunuz. Buyurun, ben
size dünyada imkân verdim, fırsat tanıdım, bu kadar ömür verdim, bu kadar nîmet
verdim ama sizler size verilen bu nîmetleri değerlendiremediniz. Tercihlerinizi
cehennemden yana kullandınız. Şim-di kazancınız sizindir. Yatırımınız işte
karşınızda, buyurun hak ettiğiniz ebedî ateşe. Ben size zulmetmiyorum, ben zâlim
değilim, siz kendi kendinizin zâlimlerisiniz.
53. “O
gerçek midir?” diye senden sorarlar. De ki: “Evet, Rabbim hakkı için o
gerçektir, siz Allah'ı âciz bırakamazsınız.”
Sana soruyorlar, senden
soruyorlar, bu olacak mı? Bu gerçek mi? Bu kıyâmet, bu yeniden diriliş, bu
hesap kitap, bu azap, bu ateş, bu cehennem, bu sonuç gerçekten olacak mı? diye
senden soruyorlar. Peygamberim, sen de ki onlara Rabbim hakkı için bunların
hepsi gerçektir. Rabbimin haber verdiği şeylerin tamamı mutlaka gerçekleşecektir
ve siz böyle bir günde asla Allah’ı âciz bırakacak, Allah’ı atlatacak ve Onun
sorgulamasından kurtulacak da değilsiniz.
Allah diyor ki insanlar bu
değerlendirmenin hak olup olmadığını sorarlar. Rasulullah efendimiz de buyurur
ki bunlar hak olan Allah’tan gelme hak haberlerdir. Biz biliyor ve inanıyoruz
ki Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, ölüm hak, diriliş hak, sırat hak,
hesap hak, cennet hak, cehennem haktır. Lâkin müslümanlar bu hakları mezarın başında
hatırlarlar. Bunların hak olduğunu ölmüş kişiye hatırlatırlar ama hayattakilere
pek hatırlatmayı düşünmezler. Aman bu validir, aman bu emniyet amiridir, aman
bu askerdir, polistir, aman bu müdürdür, amirdir bir zararı dokunur diye
korktukları için bu hakları huzurlarında gündeme getirmekten ve bu haklara
riâyet ederek bir hayat yaşamasını onlara duyurmaktan korkan, onları zulüm
içinde bir hayata terk eden hoca efendiler bir gün o kimselerin cenaze törenlerine
çağrılırlar ve orada bunları o kişilere duyurmaya çalışırlar.
Artık ne o ölmüş kişinin onlara selâm vermesi
ne de o talkında bulunan kişinin ona bir şeyler anlatması mümkün değildir. Dünyadayken
diyecektin bunu ona da; adam dünyadayken bunların hak olduğunu bilerek
yaşayacaktı. Dünyadayken Rabbin Allah olduğunu bilerek yaşayacaktı bu adam.
Dünyadayken kıblenin Waşinkton olmadığını Avrupa olmadığını Allah’ın Kâbesi
olduğunu söyleyecektin ki adam ona göre
bir hayat yaşayacaktı. Geçmiş olsun, adam yapacağını yapmış, hayatını,
amellerini tamamlamış, defteri kapanmış sen şimdi anlatıyorsun ona bunu.
Halbuki hoca efendiler şerrinden
korktukları, zulmünden ürktükleri bu adamların dünyadayken evlerine gidecekler,
dairelerine, makamlarına gidecekler ve uyaracaklardı.
Ey zavallı! Ey kendisinin bir şey
olduğunu zanneden zavallı insan! Yarın öldüğün zaman beni çağırıp talkın vermemi
isteyeceksin.
Ama ben sana şu gerçeği bugünden
telkin edeyim ki yarın benim sana kabrinin başında vereceğim telkinimin hiç bir
faydası olmayacak. Sen şu anda müslümanca bir hayatın sahibi olmazsan, müslümanca
amellerin sahibi olmazsan dünyanın tüm hocalarını çağırsalar bile hiç bir değer
ifade etmeyecek. Gel kendini aldatma da Allah’ın istediği şekilde müslüman ol.
Dinle bak sana şimdi söylüyo-rum ki Allah haktır, Allah Rabb’tır, Allah tek
İlâhtır, sadece Onu Rab bilip, sadece Onu İlâh bilip boynundaki kulluk ipinin
ucunu sadece Onun eline vermeli ve sadece Onu razı etmeli, sadece Onun çektiği
yere gitmelisin. Sadece Kulluğunu Ona yapmalısın.
Onun elçisi Hz. Muhammed (a.s) da
hak elçidir, hak örnektir. Sadece Onu örnek alacak, sadece Ona uyacak, Onu
örnek bilecek ve Onun gibi bir hayat yaşayacaksın. Allah’ın sana, bana ve tüm insanlığa
gönderdiği bu Kur’an haktır. Hayatını bu kitabına göre düzenleyecek, amellerini
bu kitaba dayandırarak yaşayacaksın. Bu kitabın onaylamadığı ameller boştur. Bu
kitaptan başka hayatta uygulanacak kitap yoktur. Sırat haktır, ölüm haktır,
kabir haktır, cennet haktır, cehennem haktır, hesap kitap haktır. Bütün dünya
bir gün ölecek ve sen de öleceksin. Bütün insanlar yaşadıkları hayattan hesaba
çekilecek, sen de çekileceksin. Gel fırsat eldeyken aklını başına al da yarın
kötü bir duruma düşme diye uyarmalıyız insanları.
Evet orada,
kabrin başında bunlar hak ama hayatta hak olan başka şeylerin varlığına da
inanır insanlar. Dolar hak, mark hak, ev hak, araba hak arsa hak, senet hak,
çek hak, kazanmak hak, hak, hak, hak.
54.
“Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın
fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa
uğratılmadan aralarında adâletle hükmolunmuştur.”
Evet ısrarla kâfirler ve
müşrikler Rasulullah efendimize ölüm ötesi hayatın, dirilişin, azabın gerçekten
olup olmadığını soruyorlardı. Rasulullah efendimiz de ısrarla ve yeminle bu
işin hak olduğunu, ger-çek olduğunu haber veriyordu. Bakın işte bu âyette de
yaşadıkları küfrün ve şirkin kıyâmette kendilerine nelere mal olacağı, neleri
kaybedecekleri gündeme getiriliyor. Zâlim olan, kendisini olmaması gereken
yerde tutan, bulunmaması gereken konumda bulunduran, yâni kendisini Allah’a
kulluk ortamından çıkararak zulmeden bir kimse tüm dünya onun olsa, sahip
olduğu tüm dünyayı kendisini Allah’ın azabından kurtarabilmek için fidye olarak
verirdi buyuruyor Rabbimiz.
Evet tüm dünyayı vermek ister.
Çünkü Allah’ın dayanılmaz azabını gördükleri zaman onları büyük bir pişmanlık
kaplayacaktır. Ama bu azap kendilerine zulmedilerek takdir edilen bir azap
değil yaptıklarına karşılık aralarında adâletle hükmedilerek verilmiş bir azaptır.
Onlara asla zulmedilmemiştir. Çünkü bu azap yasası Hz. Âdem’den bu yana net ve
açık bir biçimde tüm insanlığa ilân edilip herkes bundan haberdar edilmiştir.
Bunu tercih edenler bilerek tercih etmişlerdir.
Evet yarın
bu insanlar her şeylerini fedâya hazır olacaklar. Hattâ Kur’an’ın başka
yerlerinde tüm dünya kendilerinin olsa, hattâ bir misli daha olsa onu da
verecekleri anlatılır. Halbuki hainler dünyada bu dünya için sapmışlardı,
dünyalıklar için sapmışlardı. Dünya hayatımız iyi olsun da, dünya bizim olsun
da gerisi ne olursa olsun diyerek sapmışlardı. Şimdi Allah’ın azabını görünce
adına saptıkları tüm dünyayı fedâ etmeye hazır oluyorlar. Ama işte bu sûreden
de anlıyoruz ki ne dünyanın tamamına sahip olmaları, ne iki dünyaya sahip
olmaları, ne dünya kadar altına, marka, dolara sahip olmaları onları asla Allah’ın
azabından kurtarmayacaktır.
Öyleyse yarın hiç bir işe
yaramayacak bu dünyayı kucaklama sevdamız da neyin nesidir? Halbuki bütün dünyanın
mülküne sahip olmaya karşılık bir tek âyetin bilincine ulaşıp onunla Allah’a
kulluğa yönelmek bizim için çok daha hayırlı olacaktır unutmayalım. Tüm dünya
mülküne sahip olmaktansa bir tek insanın hidâyetine vesile olmak bizim için
daha hayırlıdır. Cennette kamçı kadar bir yer elde etmek Rasulullah efendimizin
beyanıyla tüm dünyadan ve dünya-lıklardan daha hayırlıdır unutmayalım.
Öyleyse ey
insanlar! Ey müslümanlar! Gelin yarın fedâ edeceğimiz dünyanın ve dünyalıkların
peşine bu kadar düşmeyelim. Gelin dünyayı kıble edinmeyelim. Gelin aklımızı,
fikrimizi, kafamızı, beynimizi, gecemizi, gündüzümüzü, bugünümüzü, yarınımızı,
gözümüzü, kulağımızı ekonomik dünyamız için kullanmaktan vazgeçelim. Gelin zamanımızı,
imkânlarımızı, fırsatlarımızı yarın uğrunda her şeyimizi fedâ edeceğimiz
cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak için harcayalım. Ey şu anda dükkanını
biraz daha büyütme kavgası verenler, ey ekonomik gücünü geçen seneye oranla iki
misline çıkarmanın kavgasını verenler, şu anda aklını, fikrini para hesabı
peşinde kullananlar gelin Allah’ın şu uyarılarına kulak verin de yarın bu duruma
düşenlerden olmayın.
55. “İyi
bilin ki, gökler de ve yerde olanlar Allah'ındır. İyi bilin ki, Allah'ın
verdiği söz gerçektir, ama çoğu bunu bilmez.”
Unutmayın ki göklerde ve yerde
olanlar Allah’ındır. Dikkat edin Allah’ın vadi haktır. Lâkin insanların pek
çoğu bundan gafildirler. Hayat konusunda, ölüm konusunda söz sahibi Allah
olduğu gibi gökler ve yer konusunda da söz sahibi Odur. Göklere ve yere egemen
olan da Odur. Mülke konu göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur. Göklerde ve
yerde Onun sözü ve hükmü geçer. O demişse ki bir gün sizi öldürecek, diriltecek
ve hesaba çekeceğim, tamam doğrudur, çünkü söz Onundur, yetki Onundur. Çünkü:
56.
“Dirilten ve öldüren O'dur. O'na döneceksiniz.”
Dirilten de Odur öldüren de.
Hayatı veren de Odur onu geri alacak olan da. Zaten dönüşünüz Ona aittir. Ona
dönecek ve hesabı Ona ödeyeceksiniz.
57. “Ey
insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, inananlara doğruyu
gösteren bir rahmet ve merhamet gelmiştir.”
Öyleyse ey insanlar! Hitap tüm
insan cinsine. Size Rabbiniz-den bir vaaz gelmiştir, bir mev’iza, bir nasihat,
bir uyarı gelmiştir.
Ve sadırlarda olan için şifa
geldi. Sadırlardaki tüm hastalıklar için Allah’tan bir şifa geldi. Bedenî,
kalbî, aklî, ruhî, ailevî, toplumsal ne tür hastalık olursa olsun onların
tümüne şifadır, çaredir bu kitap. Toplum olarak ekonominizin bozukluğundan mı
şikâyet ediyorsunuz? Hukukunuzun felç olduğunu mu söylüyorsunuz? Toplumunuzun
ahlâken sükut ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ailevi bir huzursuzluk, bir geçimsizliğinizden
mi dem vuruyorsunuz? Ne tür bir hastalığınız, ne tür bir sıkıntınız olursa
olsun bu Kur’an tüm hastalıklarınıza şifadır. Yönelin Kur’an’a, okuyun kitabı,
uygulayın kitabın âyetlerini mutlak sûrette şifa bulacaksınız. Öyleyse gelin ey
insanlar tüm dertlerimizi, tüm hastalıklarımızı Allah’ın şifa kaynağı olarak
gönderdiği elimizdeki bu kitabımızla tedavi edelim.
Unutmayalım ki insanlar, aileler,
toplumlar, kalpler, sadırlar bu kitapla şifa bulacaktır. Genç, ihtiyar, kadın,
erkek, mü’min, kâfir, Yahudi, Hıristiyan fark etmez kim yolunu şaşırmış, kim
bir problemle karşı karşıya gelmiş ama çözüm yolu bulamamışsa mutlaka bu kitaba
yönelmek zorundadır. Şu anda yeni dünya düzenleri şu veya bu düşüncelerle, şu
veya bu tedbirlerle sizleri bu sıkıntılardan kurtaracaklarını iddia etseler de
işte görüyoruz hastalıkların, problemlerin çözümü şöyle dursun onları
çoğaltmanın ötesinde bir şey yapabildikleri yoktur.
Ve bu kitap
mü’minler için hidâyet ve rahmettir. Bu kitap kendisine inanıp onunla yol
bulmak isteyenlere doğru yolu gösteren bir kitaptır. İnsanlar bu kitaba dayanıp
hareket ederlerse hatalarını en aza indirebileceklerdir. O halde gücünüz
yettiği kadar bu kitapla beraber olun. Gücünüz yettiği kadar bu kitapla
konuşun. Hüdendir bu kitap. Hidâyet kaynağıdır. Hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü,
doğruyu yanlışı ayırandır, öğretendir, gösterendir bu kitap. Rabbimiz mahza
rahmetinin eseri olarak göndermiştir bunu bize.
Hangi insan
ki, hangi toplum ki, hangi aile ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye
çalışır, Kuran’la problemlere yaklaşmayı prensip edinirse, bir konuda Allah ne
diyor? Kur’an ne diyor? diyerek Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü
Allah’ın kitabında ararsa, Kur’an’la görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa o
mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşacaktır.
Öyleyse ey müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe
çıkarmak mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? Eğitiminizi
düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum hayatınızı, gecenizi,
gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı, orucunuzu, zikrinizi,
fikrinizi dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? O halde
tüm problemlerinize bu kitabın yol gösterisiyle bakmak zorundasınız. Tüm bu problemleri
Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız.
Allah size böyle hüden olan,
rahmet olan, şifa olan bir kitap gönderdiği halde kim de körlüğü tercih ederse,
kör olmayı, kör kalmayı tercih ederse o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur.
Allah’ın kitabına gözlerini kapayan, kitapla ilgilenmeyen problemlere kitapla
çözüm aramayan toplum kör kalmaya mahkumdur. Karan-lıklar içinde, bunalımlar
içinde, hastalıklar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde bocalamaya
mahkumdur. İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve basîretlerin dışında başka yerlerde
çözüm arayan şu bizim toplumun ne
yapacağını şaşırmış bir vaziyette çırpındığını bocaladığını görüyoruz.
Kitaplarına dönünceye kadar da bu perişanlıkları devam edecektir.
58. “De ki:
“Bunlar, Allah'ın bol nîmeti ve rahme-tiyledir.” Buna sevinsinler. O, onların
topladıklarından daha hayırlıdır.”
Evet işte bunlar Allah’ın biz
kullarına fazlı ve rahmeti iledir. Öyleyse işte bununla sevinsinler. İnsanlar
kendilerine yönelen Rab-lerinin fazlı ve rahmetiyle sevinsinler, övünsünler,
buna sarılsınlar, bununla yol bulsunlar, bununla hastalıklarını tedavi edip,
problem-lerini çözüp hidâyetlerini, başarılarını artırsınlar. Bununla dünyada
hayatlarını düzlüğe çıkarsınlar, âhirette de Rab’lerinin rıza ve rıdva-nına
ulaşmayı bununla bilsinler. Ve hiç bir zaman unutmasınlar ki:
Bu kitap,
bu kitaba sahip olmaları, bu kitapla hareket etmeleri, bu kitapla yol bulmaları
onların topladıklarının tamamından daha hayırlıdır. Yaptıklarınızın,
kurduklarınızın, geliştirdiklerinizin tamamından hayırlıdır bu kitap. Hayra
ulaşmak için kurduğunuz tüm vakıflarınızdan, problemlerinizi çözüme ulaştırmak
için kurduğunuz tüm müesseselerinizden, paralarınızdan, pullarınızdan, ulaştığınız
tüm ekonomik ve siyasal güçlerinizden, evlerinizden, villalarınızdan, mallarınızdan,
mülklerinizden, devletinizden, milletinizden her şeyinizden daha hayırlıdır bu
Kur’an. Çünkü sizi dünyada tüm çözümsüzlüklerinizden kurtaracak ve sonunda
sizleri ölümsüzlük yurduna, cennete ulaştıracak olan yine bu kitaptır.
59. “De ki:
“Allah'ın size verdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldığınızı
görmüyor musunuz? De ki: Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı
uyduruyordunuz?”
De ki, şu Rabbinizin size
indirdiği rızık konusunda ne düşünüyorsunuz? Gördünüz ya Allah size rızık
indirdi. Ne oluyor? Sizler kendi kendinize Allah’ın size indirdiği bu
rızıkların bir kısmına helâl bir kısmına da haram mı demeye çalışıyorsunuz?
Kendi kendinize haram helâl yasaları mı belirlemeye kalkışıyorsunuz? Ne hakkınız
var buna? Kimden aldınız bu yetkiyi? Yoksa bu rızıklar sizin mi ki şu haramdır,
bu helâldir demeye çalışıyorsunuz? Bu yetkiyi size Allah mı verdi? Yoksa
Allah’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?
Rabbimiz
burada kendisinin belirlediği haram helâl sınırlarının dışına çıkan, ya da hiç
bir yetkileri olmadığı halde kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine göre
haram helâl sınırları belirlemeye kalkışan insanları sorgulamaktadır.
Yoksa Allah
size bu konuda izin verdi de öyle mi helâl haram belirliyorsunuz? Yoksa Allah’a
yalan iftira mı ediyorsunuz? Allah size böyle bir yetki mi verdi? Sizin helâl
dedikleriniz helâldir, haram bildikleriniz de haramdır diye? Var mı Allah’tan
böyle bir belgeniz? Hayır hayır Allah bu konuda kimseye yetki vermemiştir.
Haram helâl yasalarını belirleme sadece Allah’a aittir. Allah berisinde şu
yiyecekler helâl, bu içecekler haramdır diyenler Allah’a yalan iftira edenlerdir.
Yeryüzünde Allah’ın bu konuda
verdiği yetkiye dayanan Ra-sulullah efendimiz hariç hiç bir beşerin, hiç bir
makamın, şu haramdır, bu helâldir demeye hakkı yoktur. İster yeme-içme
konusunda olsun, ister giyim-kuşam konusunda olsun, isterse hayatın başka
alanlarında olsun Allah ve Resûlünden bir bilgi, bir belge olmadıkça hiç kimsenin
haram helâl belirleme hakkı yoktur. Tüm hayatta ancak o hayatın sahibin haram
dedikleri haramdır, helâl dedikleri de helâldir. Bir dilim ekmeği, bir damla
suyu, bir tek elmayı, bir tek üzümü bile yaratmaya gücü yetmeyen insanların bunları
haram kılmaya da helâl kılmaya da hakları olamaz.
Lâkin şu
anda gerek kâfirlerden gerekse müslümanlardan Allah’ın haramlarını helâl,
helâllerini de haramlaştırmaya çalışarak, bu konuda Allah’a iftira ederek
yeryüzünde hakları olmadığı halde fesat çıkaranlar, insanların düzenlerini
bozmaya çalışanlar dünyanın en büyük müfterileridirler.
Rabbimiz buyurur ki ey Yahudiler! Ey
Hıristiyanlar! Ey Kitap ehli olanlar! Ve siz ey Kur’an kitabıyla karşı karşıya
gelenler! Haram ve helâl konusunda ne diye Allah’a kafa tutarsınız da kendi
kendinize
haram ve helâl
belirlemesine kalkarsınız? Ne diye kendi kendinize hüküm çıkarırsınız? Allah
bir şeyi haram yada helâl kılarsa ne ala, nerden çıkardınız bu işi? Allah haram
kılmamış da siz daha mı iyi bi-liyorsunuz?
Düşünün hayatımıza koyduğumuz haramları. Bugün kendi ha-yatımıza kendi
ellerimizle koyduğumuz negatif ve pozitif haramları bir düşünün. Adam diyor ki
o elbiseyi giyme! Neden? Yakışmıyor. Yahu İslâm yakıştırıyorsa sana ne bundan?
Ya da ben bir daha evlenmem! diyor adam. Neden? Toplumun baskısı var da ondan.
Ee Allah’ın baskısı yoksa sana ne? İki evlenenleri Allah kınamıyor ve bu işe haram
demiyorsa sana ne bundan?
Veya diyor ki ben böyle bir evde oturamam! Ben bunu m
Ayrıca haramın bir de hürmet anlamını
düşünürsek, yâni doku-nulmazlık yüklediğimiz şeyler varsa. Yâni meselâ düğünde
şöyle olacak, nişanda böyle olacak, giyimde böyle olacak, sosyal ilişkilerde
böyle olacak. Şöyle saygılar, böyle eğilmeler, şöyle törenler, böyle bayramlar
diye kutsadığımız şeyler varsa hayatımızda o zaman bu âyeti bir daha anlamaya
çalışacağız. Allah tüm bunları haram kılmadığına göre size ne oluyor ey kitap
ehli?
Ve size ne oluyor ey müslümanlar? Eğer sizler de kitabınız ve peygamberinizin
sünnetiyle tanışmadan önce hayatınıza bir kısım yasaklar koymuşsanız tamam
olsun. Ama Kur’an’ı tanıdıktan sonra artık o yasakların ne anlamı kalır? Niye
hâlâ o hesap peşindesiniz? Allah yasak demişse yasaktır, dememişse yasak
değildir.
60.
“Allah'a karşı yalan uyduranlar kıyâmet gününü ne zannederler? Doğrusu Allah'ın
insanlara olan nîmeti boldur, fakat çoğu şükretmezler.”
Allah’a karşı, Allah demediği
halde bu haramdır, bu helâldir diyerek, haramı helâli belirleme yetkisini
Allah’tan alarak, Allah’ı hayata karıştırmayarak, Allah’ın hayata egemenliğini
reddederek, hayatın programını kendi hevâ ve hevesleriyle düzenlemeye çalışan
bu insanların kıyâmet günü hakkındaki bu bozuk düşünceleri de ne oluyor? Kıyâmet
gününü ne zannediyor bu insanlar? Nasıl hesap ediyorlar? Hiç düşünmüyorlar mı kıyâmet
gününün sorgulamasını? Ne kadar da pervasızlar böyle? Hiç mi korkuları yok kıyâmet
gününden? Halbuki Allah’ın insanlara, Allah’ın kullarına nîmetleri ne kadar da
boldur. Fakat insanlardan pek çoğu şükretmemektedir. Allah kullarına sayısız
nîmetler vermiş. Bu nîmetler konusunda haram olanları, helâl olanları bildirmiş.
Örnek bir kul göndererek, örnek
bir peygamber seçerek onun örnek hayatıyla bu nîmetlerin yasasını belirlemiş.
Ama buna rağmen, Allah’ın bunca fazlına, keremine, rahmetine rağmen insanlar
yine de Allah’ın istediği hayatı yaşamaya, ya da hayatı Allah’ın belirlediği öl-çüler
içinde yaşamaya yanaşmıyorlar, Rab’lerine şükretmiyorlar, nîmetleri o
nîmetlerin vericisinin yolunda kullanmıyor, nîmetleri nîmetin sahibinin haram
helâl yasalarıyla değerlendirmiyorlar.
Ama şunu
asla unutmayalım ki yaşadığımız hayatta bizler sa-dece Allah’a karşı
sorumluyuz. Sadece Allah’a hesap vereceğiz. Bizi yaratan, bize yığınlarla
nîmetler göndererek şu anda hayatımızı sürdüren, bizi gören gözeten, bizi
kontrol eden sadece Allah’tır. Başka hiç kimseye karşı bir sorumluluğumuz
yoktur. Hiç kimseye minnet borcumuz yoktur. Ceza ve mükâfat sahibi sadece
Allah’tır. Cennet ve cehennemin sahibi sadece Allah’tır. Zannetmeyelim ki bizi
cezalandırıp mükâfatlandıracak, bize cennet ve cehennem verecek Allah’tan başka
güçler, Allah’tan başka otoriteler, söz sahipleri vardır. Bakın bu hususu
Rabbimiz bundan sonraki âyetinde çok hoş anlatır:
61. “Ey
Muhammed! Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kur’an'dan ne okursanız okuyun;
ne yaparsanız yapın; yaptıklarınıza daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz.
Yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya
daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitaptadır.”
Ey peygamberim! Nerede olursan
ol, hangi durumda, hangi konumda olursan ol, ne yaparsan yap, Kur’an’dan ne
okursan oku, hangi ameli işlersen işle, o konumunda, o yaptığın amellerin
içinde bir an bile Bizden gaip değilsin, Bizden saklanma imkânına sahip değilsin.
Biz her an sizin üzerinizde şahidiz. Her an Bizim kontrolümüz al-tındasınız.
Her zaman ve zeminde Allah huzurundayız. Meselâ yemek yiyorsunuz, veya bir işe
daldınız, bir hastalık veya bir sıkıntı yaşıyorsunuz, veya bir savaş
ortamındasınız, veya etrafınızdaki Allah kullarına âyet hadis anlatma
makamındasınız, veya gördüğünüz bir kötülüğü değiştirme kavgası veriyorsunuz,
veya yöneldiniz Yunus okuyor-sunuz, Bakara, Nisâ okuyorsunuz, yâni bir kulluk
içinde yahut bir isyan içinde bulunuyorsunuz. Nerede, hangi konumda, hangi işin
içinde, hangi durumda bulunursanız bulunun, o işin içinde, o kavganın içinde
kendinizi ne kadar kaybederseniz kaybedin bilesiniz ki Allah sizi görmekte ve
bilmektedir. Bilesiniz ki hep Allah kontrolündesiniz. Yaptığınız her şeye Allah
şahittir. Hiç bir durumunuz Allah’tan gizli değildir.
Göklerde ve
yerde zerre miskali, zerre miktarı hiç bir şey Rab-binden gizli kalmaz. Bundan
daha büyüğü, daha küçüğü de Allah’a uzak değildir. Her şey apaçık bir kitaptadır.
O kitap Allah’ın koruması altındadır. Her şey Allah’ın bilgisi ve kontrolü
altındadır. İyiliğimiz, kö-tülüğümüz, hayrımız, şerrimiz, kaderimiz,
geleceğimiz, geçmişimiz, her şeyimiz Onun murâkabesi altındadır. Gözler Onu
ihata edemez. Gözler Onu asla kuşatamaz. Ama O tüm gözleri görür, tüm gözleri
idrak eder, tüm gözleri ihata eder. Gözlerin hain bakışlarına da güzel
bakışlarına da muttalidir Rabbimiz. Hiç bir bakış, hiç bir düşünüş ve hareket
Onun ilminin dışında değildir.
O Allah ki tüm gözlerin, tüm
gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyinlerin, tüm akılların
düşüncelerini, taşıdıkları niyetleri ve imanlarını bilmektedir. Rabbimiz
herkesin her varlığın iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır. Varlıkların
en ince noktalarına kadar, kalplerinin içine kadar nüfuz eder. Yerin derinliklerine
kadar, göğün zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfuz eder. Yâni Allah her
şeyden haberdardır. Onun bilgisinin dışında bir yaprak bile düş-mez, bir damla
bile inmez.
Evet bu
âyetinde Rabbimiz bizden bu imanı, bu murâkabeyi kazanmamızı istemektedir.
Sürekli Onun huzurunda, Onun kontrolünde olduğumuz şuuru içinde bir hayat
yaşamamızı, yaptıklarımızı ona lâyık yapmamızı, hayatımızı Onun adına
yaşamamızı istiyor. Bunu anlayabilen, buna iman eden mü’min tüm ilişkilerinde,
tüm ka-rarlarında ve davranışlarında kendisini yaratan, kendisini yaşatan
Rabbinin huzurunda ve karşısında olduğunu unutmaz. Bütün kalbiyle bütün
varlığıyla bütün benliğiyle, zâhirîyle batınıyla, içiyle dışıyla, zamanıyla,
mekânıyla Allah huzurundadır. Hani Allah’ın Resûlü Cibril hadisinde:
“Her ne kadar sen onu görmüyorsan
da O seni görüyor ya”
Buyuruyordu. İşte bu duygu insanın ruhunu,
bedenini, her şeyini kaplayan bir ürpertidir. Bu şuuru kavrayan bir mü’min her
an Rabbinin basîret nazarının mevcudatın her zerresine nüfuz ettiğini
iliklerine kadar hissedecek ve hayatına çeki düzen verecektir. Her şeyden haberdar
olan, her şeyi gören ve her şeye nüfuz eden gözün sürekli murâkabesi altında
bulunmanın korkusu ve hacaleti içinde samimi bir kalple ona yönelecek, hiç bir
zaman hiç bir eyleminin O’ndan gizli kalmadığını anlayacak, O’nun göremeyeceği
bir harekette bulunmasının mümkün olmadığını kavrayacak, içini dışını temizleyip
Ona lâyık hale getirecek, Onun rızasını kazanmak için elinden gelen her şeyi yapmak
için çırpınacaktır.
62. “İyi
bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”
Evet dikkat edin, Allah’ın
dostları, Allah’ın evliyası için korku yoktur. Onlar için her hangi bir keder,
her hangi bir sıkıntı, üzüntü de yoktur diyor Rabbimiz. Onlar için ne cehenneme
gitme korkusu ne de cenneti kaybetme üzüntüsü yoktur. A’râf sûresindeki âyetle
bunu anlayacak olursak böyle demek zorunda kalacağız. Orada deniyor ki bakın:
"Girin
cennete sizin üzerinize korkuda yoktur mahzun olma da."
(A’râf: 49)
Buna göre
kesinlikle cennete gireceklerdir diyoruz. Ama insanlar bunu şöyle
anlamamalılar: Efendim dünyada mü'min olunca, Allah’ın dostlarından olunca,
Kur’an’la sünnetle tanışınca yine de korkuyoruz, yine de mahzun oluyoruz, neden
böyle oluyor öyleyse? Neden tüm korkulardan ve hüzünlerden kurtulmuyoruz filan
demesinler. Çünkü dünyada olabilecektir bunlar. Dünyada korku da üzüntü de
olacaktır. Üzüntüsüz, gamsız, tasasız, korkusuz bir hayat ancak cennette
olabilecektir, bunu unutmayalım hiç bir zaman.
Ya da bunun bir başka mânâsı da,
onun için gelecek konusunda korku yoktur, ama geçmişi konusunda da üzüntü
yoktur olacaktır. Yâni geçmişte yaptığı şeyler konusunda mağfiret, gelecek için
de ecir ve sevap söz konusudur onun için. Evet Allah’ın velîleri için korku ve
üzüntü yoktur yarın.
Peki acaba
kendileri için korkunun da üzüntünün de kaldırıldığı bu Allah’ın velîleri,
Allah’ın dostları kimdir? Ne gibi özellikleri varmış bunların? Buna geçmeden
önce velî ile alâkalı çok kısa bir özet yapalım. Velî bir varlık adına ona
danışmadan tek taraflı karar veren, karar alan ve aldığı kararlar berikisi için
bağlayıcı olan varlıktır. Kuran-ı Kerîmde ilk kademede bizim velîmizin Allah
olduğu ve velîmiz olarak Rabbimizin bizi karanlıklardan nûra çıkarmak üzere
aldığı kararlarının tümünü uygulamak zorunda olduğumuz anlatılır.
Sonra ikinci kademede mü’minlerin
birbirlerinin velîsi olduğu anlatılır. Mü'min mü'minin velîsidir. Yâni
mü’minler birbirleri hakkında karar alma, emretme yetkisine sahiptirler.
Onların birbirleri hakkında aldıkları kararlar onlar için bağlayıcıdır.
Mü’minlerden biri İslâm’dan, Allah’ın kararlarından bildiği 100 konu varsa o
konuda karar verir diğerleri onu uygular. Bir diğeri de İslâm’ın bir konusunda
bilgisi varsa o da onun hakkında karar alır, bu defa öbürleri de onu uygular.
Meselâ ben İslâm’ın on konusunu biliyorsam o on konuda karar vereceğim, sizler
o konularda benim aldığım kararlarımı uygulayacaksınız. İçinizden birisi de
yirmi konuyu biliyorsa o da yirmi konuda karar alacak bu defa da o yirmi konuda
biz onu dinleyecek ve onun bizim adımıza aldığı kararları uygulayacağız.
Sonra üçüncü bir kademede işte bu
âyet-i kerîmede olduğu gibi Allah’ın velîlerinden söz edilir. Bunlar da Allah’ın
kulları adına al-dığı kararlarını Allah adına Allah kullarına duyuran
kimselerdir. Allah dostlarıdır.
Çünkü Allah
kulları adına aldığı kararlarını bu mü'min kullarıyla yaptırır, bunlarla
duyurur. Çünkü bunlar yeryüzünde Allah’ın velîleridirler. Konuşurlar Allah
adına, yaptırırlar Allah adına, emrederler Allah adına, nehy ederler Allah
adına, sakındırırlar Allah adına, emrederler Allah’ın emrettiklerini,
sakındırırlar Allah’ın sakındırdıklarından, sevdirirler Allah’ın sevdiklerini,
tebliğ ederler, duyururlar Allah’ın duyurduklarını, gösterirler,
uygulattırırlar Allah’ın uygulayın buyurduklarını. Danışılır kendilerine yol
gösterirler, hakkı emrederler. İşte bunlar yeryüzünde Allah adına konuşan,
Allah adına emreden, Allah adına nehy eden, Allah’ın emirlerini, arzularını,
âyetlerini, talimatlarını duyuran, uygulayan, uygulattıran Allah dostlarıdır.
Bunlar bu müslümanlar Allah’ın dostlarıdırlar Allah da bu mü’minlerin dostudur.
Bu müslümanlar Allah’ın dostları olunca elbette Allah’ın dostluğundaki öteki müslü-manlar
da bunların dostlarıdırlar.
Evet işte
velî budur, Evliyaullah budur. Emr-i bil’ma’ruf ve nehy-i anil’münker görevini
üstlenmiş her müslüman Evliyaullahtan-dır, Allah’ın velîsidir. Allah adına müslümanlara
karar alabilecek kadar Allah yasalarını bilen, Kur’an ve sünneti tanıyan,
Allah’ın dininin yaşanması, Allah’ın kanunlarının ve emirlerinin anlatılması
adına, Allah’ın isteklerinin hakim olması adına çırpınırlar. Evin nasıl
olmasını istiyor Allah? Ailenin, ticaretin, kazanmanın harcamanın, eğitimin, hu-kukun,
sosyal yasaların, kardeşliğin, kulluğun nasıl olmasını istiyor Allah? Bunu
bilen insanlardır bunlar. Allah’ın emirlerini yasaklarını bi-len, Allah’ın
rızasının ve gazabının nerelerde olduğunu bilen insanlardır bunlar ve tüm
dertleri yeryüzünde Allah’ın arzularının gerçekleşmesi, Allah’ın egemenliğinin
hakim olmasıdır. Allah adına bunları isterler, bunları anlatırlar. Allah adına
emr-i bil’maruf ve nehy-i anil-münker yaparlar. Allah’ın istediği tüm
iyiliklerin yaygınlaştırılması ve tüm kötülüklerin kökünün kazınması adına
çırpınırlar. İşte bunlar yeryüzünde Allah’ın velîleridirler.
Ama şu anda
bizim toplumda velîlik bazı özel kişilere hasredilmeye çalışılıyor. İşte yerde
alan gökte yiyen, gaybı bilen, denizde yürüyen, kalplere hükmeden, eteğinden
yapışanları cennete ulaştıran, insanlara bir bakışıyla hidâyet eden, Allah
yanında yetkileri bulunan, kendisine sığınılan, dua edilen bir varlık olarak
algılanmaya çalışılıyor velî. Halbuki yeryüzünde mü’min olup da velî olmayan,
Allah’a dost olmayan bir tek insan yoktur. Tâbi bu mü’minler arasında imanlarına,
takvalarına ve teslimiyetlerine göre Allah’ın daha çok dostu, daha az dostu
olanlar olabilir.
Meselâ peygamberlerin bizden
üstünlükleri yasal olarak Allah tarafından bize bildirilmiştir. Ama peygamberlerin
dışındaki biz müs-lümanlara gelince müslümanların kendi aralarındaki takva ve
üstünlük ölçüsünü kendileri belirleme haklarına sahip değillerdir. Bu yetki Rab-bimize
ait olduğu için diyoruz ki derecelerini yarın Rabbimizin açıklayacağı bütün müslümanlar
evliyaullah’tandır. Hangisinin Allah’a daha yakın olduğunu Allah’tan başka hiç
kimse bilemez. Müslümanların dışındakilerin hepsi de evliyau’ş-şeytandır.
Bakın
bunların özelliklerini Rabbimiz şöyle anlatıyor:
63. “Onlar
Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır.”
Bunlar Allah’a, Allah’tan gelenlere
Allah’ın istediği gibi iman edenler ve muttaki olanlardır. İnananlar ve imanlarını
söz planında, iddia planında bırakmayarak hayatlarında görüntüleyen, inanan ve
hayatlarını Allah için yaşayan insanlardır onlar.
64. “Dünya
hayatında da, âhirette de müjde onlaradır. Allah'ın sözlerinde hiç bir değişme
yoktur. Bu büyük başarıdır.”
Evet hem dünyada, hem de ukbada o
mü’minlere, o Allah dostlarına, o takva erlerine müjdeler olsun. Dünyada da
âhirette de müjdeler vardır onlara. Dünyada da ukbada da göz aydınlığı vardır
onlar için. Öyleyse gelin ey müslümanlar Allah dostu olmaya, Allah velîleri
olmaya çalışalım. Biz Rabbimizi dost bilelim, biz Rabbimizi velî bilelim.
Velîmiz olarak bizim adımıza aldığı kararları öğrenelim, bizim adımıza
gönderdiği hayat programına sahip çıkalım, hayatımızı vahiy kaynaklı yaşayalım,
böylece Rabbimizin velâyeti altına girelim ki Allah da bizi velî kabul
buyursun. Allah velîleri olarak birbirimizin de velîleri olmaya çalışalım.
Birbirimize Allah kararlarını duyurarak, birbirimize emri bil’ma’ruf ve nehyi
anil’münker yaparak birbirimizi hakta tutmaya, birbirimizi cennete ulaştırmaya
çalışalım.
Böyle yaşarsak, böyle yaparsak
bilelim ki hem dünyada hem de âhirette müjdeler, mutluluklar bizim için olacaktır.
Çünkü unutmayalım ki Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın kelâmında, Allah’ın
yasalarında asla değişiklik olmaz. Dünya başarısını da âhiret başarısını da
yakalayan müslümanlar işte bunlardır.
Evet demek
ki Evliyaullah’tan olmak için ne yapmak lâzımmış? Nereye girmek lâzımmış? Hangi
yola, hangi tarikata sulûk etmek lâzımmış? Bunun için tek yol var, o da İslâm
yoludur, Allah’a kulluk yo-ludur. Girersin İslâm yoluna, girersin sırat-ı
müstakîme ve evliya olursun.
İslâm yolundan başka kutsanacak
yol yoktur. Allah ve Resûlünün yolunda gidenlere müjdeler olsun. Kur’an’ı
tanıyan, sünneti tanıyan ve hayatını bunlarla yaşamaya çalışanlara müjdeler
olsun. Bütün müslümanlar da bunun içindedirler.
65. “Ey
Muhammed! İnkârcıların sözleri seni üzmesin, çünkü bütün izzet ve şeref
Allah'ındır. O, işitir ve bilir.”
Ey peygamberim sakın ha
insanların lakırdıları seni üzmesin. İnsanların sözleri seni mahzun etmesin.
İzzet, şeref tümüyle Allah-tadır. İzzet ve şerefin tamamı Allah katındadır.
İşte bu
konuda yanılgı içinde olanların tamamına bu konudaki uyarıyı peygamberinin
diliyle yaptırıyor Rabbimiz. İnsanlar İslâm’ın dışında yol arıyorlardı.
İslâm’ın dışında izzet ve şeref peşine düşmüşlerdi. Ayrı ayrı yollarda dostluk
arıyorlardı. Ayrı yollarla Allah’a dost olabileceklerine inanıyorlardı. Ayrı
ayrı usullerle Allah’a yaklaşabileceklerine inanıyorlardı. Ayrı ayrı yollarla
şeref kazanacaklarına, izzet bulacaklarına inanıyorlardı. Herkes böyle kendilerince
belirledikleri yollarda giderken Rabbimiz elçisini gönderdi de gelin ey
insanlar, bir tek yol vardır, bir tek usul vardır, o da sırat-ı müstakîmdir.
Gelin Allah’ın dosdoğru yoluna
girin. Gelin müslüman olun. Gelin Allah’a kul olun ve bu kulluğun modelini de
benden öğrenin, bana bakın, beni örnek alın, ben de görmediklerinizi kulluk
zannıyla yapmanız size hiç bir şey kazandırmayacaktır dedi. İnsanları Allah’a
kulluğa çağırdı. Ama insanlardan kimileri buna itiraz ettiler, bu dâveti
kabullenmediler. Bizim başka yollarımız var, bizim başka kutsadığımızlar var,
bizim reislerimiz var, ekonomik reislerimiz, hukuk uzmanlarımız, efendilerimiz,
şeyhlerimiz, hocalarımız, hacılarımız var diyerek herkes başka başka yerlerde
izzet ve şeref aramaya yöneliyorlardı. Halbuki Allah buyuruyor izzet ve şeref
tümüyle Allah’a aittir, Allah’tadır.
Evet izzet
ve şeref Allah’a aittir. Kitabımızın başka bir âyetinden öğreniyoruz ki, izzet
ve şeref peygamberdedir, izzet ve şeref mü'minlerdendir, ama münâfıklar böyle
bilmezler. Peki bugün kimler izzet ve şerefli? Hoca olanlar, malı olanlar,
serveti olanlar, arabasının modeli şöyle olanlar, omuzu kalabalık olanlar, evi
eşyası şöyle şöyle olanlar, villası, köşkü, sarayı olanlar, makamı mevkisi
olanlar. Rabbi-miz buyurur ki varsın münâfıklar böyle bilsinler peygamberim sen
bil ki izzet ve şeref Allah’tadır, Allah’la beraber olandadır, peygamberle ilgi
ve irtibat Kur’an’dadır. İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır.
İzzet ve şeref peygamberin sünnetinden haberdar olmadadır. İzzet ve şeref iman
ehli olanlardadır. Evet müslüman şereflidir. Allah’a inanan, Allah’la beraber
olan, peygambere inanan, peygamber safında olanlar azîzdir, üstündür, galiptir.
İzzeti ve
şerefi Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’la beraber ol-aktan başka yerlerde
arayanlar izzetsiz ve şerefsiz insanlardır. Malda, makamda, parada, arabada, ekonomik
ve siyasal güce sahip olmakta izzet ve şeref görenler bunları kaybettikleri
anda izzetsiz ve şerefsiz hale gelmişlerdir. Müslüman asla cahili değer yargılarına
itibar etmez. Müslüman müslümanlıkla şeref kazanır. Müslüman Allah’a kulluğuyla
izzet kazanır. Çünkü:
66. “İyi
bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ı bırakıp
putlara tapanlar sadece zanna uyanlardır. Onlar ancak tahminde bulunuyorlar.”
Dikkat edin, göklerde ve yerde ne
varsa, kim varsa hepsi Allah’ındır. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi Allah’ın
mülkü olunca, göklere ve yere egemen olan, göklerde ve yerde söz sahibi Allah olunca,
göklerdekiler ve yerdekiler Allah’a boyun büküp teslim olunca böyle bir Allah
Azîz olmaz mı? İzzet ve şeref böyle bir Allah’ın olmaz mı? İzzet ve şeref
göklerin ve yerin sahip ve mâlikine ait olmaz mı? Göklerin sahibi, göktekilerin
sahibi, yerlerin sahibi, yerdekilerin sahibi, meleklerin sahibi, cinlerin
sahibi, insanların sahibi, hayvanların sahi-
bi, canlıların, cansızların, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm varlıkların
sa-hibi ve mâliki Allah’tır. Mülkün sahibi Allah’tır. Allah mâliktir ve her şey
Onun mülküdür. Bizler de Onun mülküyüz. Hal böyleyken:
İnsanlar
Allah’ı bırakıp da Allah berisinde, Allah dununda şürekalarına dua edenler, kendilerine
ortaklar, şerikler buldular. Allah’ı bırakıp, ya da Allah’la beraber ortakların
peşine düştüler. Tüm mülk Allah’ınken, tüm mülk konusunda söz sahibi Allah’ken
tuttular da mülkleri mâlike ortaklar edindiler, âcizleri Rab’ler edindiler.
Hayatlarını parçaladılar ve hayatlarının her bir biriminde ayrı Rab’ler kabul
ettiler. Ekonomik hayatımıza filanlar karışır, siyasal hayatımızda falanlar söz
sahibidir, kılık kıyafetimizi falanlar belirler, hukuk hayatımızda falan
Rab’lerimiz vardır, düğünlerimizde falan Rab’lerimiz, eğitim hayatımızın tespitinde
filan Rab’lerimiz, ceza yasalarımızda filan Rab’lerimiz vardır diyerek
Allah’tan başka hayatlarında Rablerin varlığını iddia ettiler. Allah buyurur ki
böyle yapanlar sadece zanna uyanlardır.
Çünkü Allah’tan başka dua
edilecek, Allah’tan başka kendisine sığınılacak, kendisine kulluk
yapılacak başka varlık yoktur. Hayatın
sahibi de, ölümün sahibi de, göklerin sahibi de, yerlerin sahibi de Allah’tır.
Öyleyse Allah’tan başkalarına kulluk edenler sadece zanna tabidirler. Zan,
vahye dayanmayan yanlış bilgilerdir. Böyle yapanlar yalan söylerler. Çünkü
gerçek bilgi vahiydir ve vahye dayanmayanların yapıp ettikleri atmasyondan
başka bir şey değildir, varsayımdan başka bir şey değildir.
67. “Size
geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak
yaratan Allah'tır. Kulak veren millet için bunlarda âyetler vardır.”
Allah, geceyi siz onda dinlenip
sükûnete kavuşasınız diye si-zin için yarattı. Geceyi sizin emrinize musâhhar
kıldı, gündüzü de ça-lışasınız diye aydınlık olarak yarattı. Bakın Rabbimiz
sahibi olduğu mülüne etkinliğini anlatıyor. Önce göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin kendisinin olduğunu anlatarak bizim dış dünyamızı gündeme ge-tiren,
dış dünyamızı anlatan Rabbimiz şimdi de bizi yakalıyor ve unutmayın ki sizin de
sahibiniz Benim, sizin hayatınızın yasalarını koyan da Benim, sizin hayatınızın
vazgeçilmez unsuru olan gecenizi, gündüzünüzü yaratan, sizin hizmetinize sunan
Benim buyuruyor.
Evet gecemizi ve gündüzümüzü bize
lütfeden Rabbimizdir. Biz onlarsız olamayız, yaşayamayız. Eğer Rabbimiz şu anda
gecemizi gündüzümüzü alıverse bizim işimiz biter. Gündüzümüzü alıverse ölürüz.
Gece ve gündüz Allah’ın iki âyetidir. Geceye ve gündüze egemen olan Allah’tır. Evet Allah dinlenesiniz diye,
sükun bulasınız diye geceyi bir örtü gibi üzerinize örtüvermiş, gündüzü de çalışasınız,
değerlendiresiniz, maişet temin edesiniz veya yaşayasınız diye aydınlık
kılmıştır. Sizi, sizden çok düşünen Rabbiniz size karşı çok lütufkârdır.
Rabbiniz size karşı çok merhametlidir ama insanların pek çoğu ona teşekkür etmezler.
Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmak sûretiyle ona şükreden azdır
diyor Rabbimiz.
Evet gece
ve gündüz âyetini bir düşünün. Gündüzün ve gecenin uzayıp kısalması, peş peşe
gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve buna bağlı olarak idrak ettiğiniz zamanın
sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin ortaya çıkış tarzında sizin
için insanlar için akıl sahipleri için âyetler vardır. Gece ve gündüz insan
gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının, insan meliklerinin ulaşamadığı
iki âyet. Haydi her şeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı bizdedir diyenler,
söz sahibi olarak kendilerini görenler müdahale etsinler geceye, müdahale
etsinler, söz geçirsinler gündüze. Bazen geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar
bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da gündüzü bir saniye bile yerinden
oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler mi?
İşte bu
sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gereken ve karşılığında bunu bize
lütfeden Rabbimize karşı şükretmemiz gereken bir âyettir. Şükür, teşekkür
verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür nîmet cinsinden olur. Allah bize
hangi nîmeti vermişse o nîmet cinsinden infakta bulunarak şükredilir. Geceyi ve
gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde
harcamak şükürdür. Onu, onu bize vermeyenler yolunda harcamak geceyi ve gündüzü
onu bize verenin razı olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür. İşte
Rabbimiz buyurur ki insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek çoğu şükretmemektedir.
İnsanların pek çoğu Allah’ı bırakıp da başkalarına kulluk etmektedirler.
Allah’a şirk koşmaktadırlar.
68. “Allah
çocuk edindi” dediler; hâşâ; O müstağnîdir; göklerde ve yerde olanlara
sahiptir. Elinizde, O'nun çocuk edindiğine dair bir belge yoktur, bilmediğiniz
şeyi Allah'a nasıl söylüyorsunuz?”
Allah çocuk edindi dediler.
Allah’a oğullar, kızlar izâfe ettiler. Göklerin ve yerin sahibi olan, göklere
ve yere egemen olan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’a
yetkililer izâfe ettiler. Allah göklerin ve yerin sahibiyken, gökler ve yer Onunken,
kâfirler ru-bûbiyeti konusunda, ulûhiyeti konusunda, hayata karışması konusunda,
yeryüzünde egemenliği konusunda tuttular da melekleri, cinleri ve insanlardan
kimilerini Allah’a ortak koştular. Halbuki bunların tamamını yaratan da
Allah’tı.
Dediler ki
Allah çok yücedir. Göklerin ve yerin sahibi ve mâliki olan Allah’ın işleri
çoktur. Bu kadar işin gücün arasında bizimle ilgilenecek zamanı yoktur. O büyük
işlerinin yanında bizim işlerimiz gibi ufak tefek işleri oğullarına, kızlarına
devretmiştir diyerek Uzeyr Allah’ın oğludur dediler, Îsâ Allah’ın oğludur
dediler, melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah! Nasıl
diyebilirler bunu Allah’a? Hal-buki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi
Onundur. Hepsi Onun kuludur, hepsi Ona boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar
Onundur, babalar Onundur, analar Onundur, kızlar Onundur, gökler Onundur,
yerler Onundur, denizler Onundur, yıldızlar Onundur her şey Onundur. Her şey
Allah’ın kuludur... Tüm varlıklar Onun iken, tüm yaratıklar Onun kulu iken
bunlardan birini veya birkaçını kendisine oğul edinmesine ne gerek var da?
Tevbe
sûresinin 30. Âyetinde anlatıldığına göre Yahudiler Uzeyr Allah’ın oğludur
dediler, Hıristiyanlar da Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler
Allah’ın kızlarıdır dediler. Bunlar bu ya-ratıkların sıfatları konusunda hataya
düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya
kalkıştılar. Olduğundan farklı bir konuma getirdiler bu zatları. Bunların
yaptıkları işlerin başkaları tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının
yaptıklarını da bu zatların yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan
ayırdılar bu zatları. Bu zatların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın
olduklarını, ya da Allah’ın bu zatlarla daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler.
Fe
sübhanallah! O bu tür ilişkilerden uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik
ve ihtiyaç izâfesidir. Halbuki Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı
değildir. Yâni Cenâb-ı Hakkın varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha
uzak olduğu asla düşünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken
neden bir çocuğa ihtiyaç duysun da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil
mi?
Aslında
bunların derdi şuydu. Uzeyr Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın oğludur derken bu
adamlar esasen Allah’a karşı torpilli varlıklar bularak işledikleri suçlara
kılıflar bulmaya çalışıyorlardı. Allah’a velîahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki
böylece Allah’a yaklaşabilme, ona torpil yaptırabilme çabaları vardı. Öyle ya
bir insana çocuğundan da-ha yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam
çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi,
kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü
torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı.
Hayır hayır Allah’a karşı
bilmediğiniz şeyleri söyleyerek iftira ediyorsunuz. Onun oğlu da yoktur, kızı
da yoktur, hanımı da yoktur, yetkilileri de yoktur, yeryüzünde yetkilerini
devrettiği varlıkları da yoktur, temsilcileri de yoktur, Onun namı hesabına iş
yapacak, karar ve-recek hiç kimse yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onun
kulu ve mülküdür. Her şey ve herkes mülktür, mâlik olan sadece Odur. Dünyayı
idare etmekten âciz kaldı da onun idaresini Îsâ (a.s)’a Üzeyr (a.s)’a ya da
başka birilerine devretmiş değildir.
Evet
Allah’ın oğlu var, kızı var, yetkilileri var, yetkilerini devrettiği
temsilcileri var derken gerçekten dayandığınız bir deliliniz var mı? Bu konuda
elinizde bir bilgi, bir belge var mı? Şu anda tüm Hıristiyanlık dünyasına,
Yahudi dünyaya ve müşrik dünyaya sormamız gerekiyor. Îsâ Allah’ın oğludur,
Uzeyr Allah’ın oğludur, Allah yeryüzünün idaresini insanlara devretmiştir,
Allah hayata karışmamaktadır, falanlar, filanlar yeryüzünde egemendir, onların
da yasa belirleme konusunda yetkileri vardır, onlar da bizim hayatımızda söz
sahibi varlıklardır, bizler onları da dinlemek zorundayız derken acaba bu
konuda dayandığınız nedir? Neye dayanarak söylüyorsunuz bu sözleri?
Hayır hayır sizler Allah hakkında
ancak bilmediklerinizi söylü-yor, yalan söylüyor ve Allah’a iftira ediyorsunuz.
Çünkü Allah hakkında söz söyleyen kişi bunu Allah’ın kitabından delillendirmek
zorundadır. Allah hakkında söz söyleyen kişi ya Kur’an’la konuşur, ya peygamberle
konuşur doğru söyler, ya da vahyin dışında kendi hevâ ve hevesleriyle konuşur
ve yalan söyler. Bizler şu anda Allah hakkında Kur’an ve sünnetle konuşuruz,
toplum hakkında vahiyle konuşuruz, âhiret hakkında vahiyle konuşuruz, hayat
hakkında, ölüm hakkında, hayatın yasaları hakkında, ekonomi hakkında, eğitim
hakkında, her konuda vahiyle konuşuruz ve doğru söyleriz. Bir kişi tüm bu
konularda Allah’la, kitapla, peygamberle konuşmadığı sürece, Allah ve peygamberin
sözcülüğünü yapmadığı sürece, söylediklerini vahiy destekli söylemediği sürece
yalan söylüyor, iftira ediyor demektir.
Öyleyse ey müslümanlar! Ey insanlar! Gelin
konuştuklarımızı vahiy kaynaklı konuşmaya çalışalım. Ne konuşacaksak, ne diyeceksek
kitabımızla ve peygamberimizle söyleyelim. Hakka istinat etmeyen sözlerden
kaçınalım. Kendi hevâ ve heveslerimizi dinmiş gibi insanlara takdim etmeyelim.
Kendi fikirlerimizi kendi sözlerimizi, kendi yamukluklarımızı kitaptan ve
sünnettenmiş gibi insanlara sunarak insanları sapıtmayalım. İnsanların
dinlerini bozmayalım. Çünkü unutmayalım ki:
69. “De ki:
“Allah'a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa erişemezler.”
Allah’a karşı yalan uyduranlar,
Allah’a yalan iftiralarda bulunanlar, efendim Allah da bundan yanadır, Allah da
bundan razıdır, Allah da bunu istemektedir, Allah da böyle bir kıyafetten
razıdır, Allah da böyle bir hayattan yanadır diyerek; Allah’ın istemediklerini
Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği
önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi
emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an
emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir.
Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle
böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik
bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek,
Allah’ın demediklerini dedi, dediklerini de demedi biçiminde Allah’a yalan
iftirada bulunanlar asla kurtuluşa eremezler.
Öyleyse madem ki bu işin sonunda
cehenneme gitmek varsa Allah’ı iyi tanıyalım, Allah’ın kitabını ve elçisinin
Sünnetini iyi tanıyalım, konuştuklarımızı, yaptıklarımızı Allah kitabı ve
Resûlünün sünneti kaynaklı konuşalım ve yapalım ki Allah’a iftira etme isyanına
düşme-yelim.
Allah
korusun kitabı tanımadan, sünneti tanımadan, Bakara‘yı bilmeden, Yunus’u
bilmeden din konusunda, Allah konusunda, Allah’ın hayat programı konusunda söz
söylersek biz de Allah’a iftira edenlerden oluruz.
Allah için
bu âyetler ışığında kendimizi bir daha kontrol edelim. Acaba din diye nelere
sarılıyoruz? Dinimizi nereden alıyoruz? Kendimize uyguladığımız dinimizi ve de
başkalarına duyurduğumuz dinimizi nereden ve kimden alıyoruz? bunu bir
düşünelim. Acaba ölülerin arkasından okunan hatimleri, mevlüdleri din mi
zannediyoruz? Particilik yapmayı din mi zannediyoruz? Tarikatı din mi zannediyoruz?
Eğer din diye insanlara bunları götürüyorsak vallahi aldanıyoruz. Halbuki din Allah’ın
kitabı ve Resûlünün sünnetidir. Kendimiz din diye bunlara sa-rılmak zorunda olduğumuz
gibi insanlara da din diye bunları götürmek zorundayız. Bir insan benim dinim
var diyorsa, ben insanlara din götürüyorum diyorsa Allah’ın kitabını ve
Resûlünün sünnetini anlatmak zorundadır. Eğer insanlara din diye siyaseti götürüyorsak,
din diye particiliği anlatıyorsak, yahut da parti düşmanlığını anlatıyorsak, insanlara
din diye tarikatı anlatıyorsak bilelim ki bunlar ne kitaptır ne de sünnettir.
İnsanlara Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini götürmek zorundayız başka
çaremiz yoktur.
Evet işte
bu Allah’ı yanlış tanıyanlar, Allah’ı insanlara yanlış tanıtanlar, Allah’ın
dinini yanlış tanıyanlar ve bu dini toplumlarına yanlış tanıtarak Allah’a yalan
iftirada bulunanlar, kendi anlayışlarını, kendi hevâ ve heveslerini işte din
budur diye, eğri büğrü bir dini insanlara takdim ederek Allah’a yalan iftirada
bulunanlar, sanki Allah’ın âyetlerinin toplumu düzenleme hakkı ve yetkisi
yokmuş gibi toplum hayatını kendi yasalarıyla düzenlemeye çalışanlar, sanki
Allah âyetleri kendilerinden hiç bir mükellefiyet istemiyormuş gibi hayatlarını
keyiflerinin istediği gibi yaşamaya çalışanlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir.
70. “Onlar
için dünyada bir müddet geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir. İnkarlarına
karşılık onlara çetin azab tattıracağız.”
Onlar için dünyada az bir meta
vardır. Çok kısa bir süre dünyada geçindikten sonra insanlar Allah’a dönecekler,
döndürülecekler ve bu yaptıklarının hesabını Allah’a ödeyeceklerdir. Allah
iftira edenlere, Allah hakkında, Allah’ın dini hakkında, Allah’ın yasaları
hakkında, Allah’ın zatı hakkında yalan söyleyerek hem kendilerini hem de insanları
mahvedenlere bu yamukluklarının karşılığı olarak çetin bir azap tattıracağız
buyuruyor Rabbimiz.
71. “Ey
Muhammed! Onlara Nuh'un başından geçenleri anlat: Milletine, “Ey Milletim! Eğer
durumum, Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa ki ben Allah'a
güvenmişimdir siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş sonra
size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin” demişti.”
Ey
peygamberim! Onlara Nuh’un haberini de anlat. Onun ha-berini de oku, onun
durumunu da anlat insanlara. Oku emri Rasulul-lah’a vahyen gelen Kur’an’ın,
peygamber tarafından tebliğini emreden bir ifadedir. Rasulullah’a emredilen bu
husun aynı zamanda onun şahsında bizim için de bir emirdir. Öyleyse peygamber
tarafından bize nakil edilen bu kitabın âyetlerini biz de hem kendimize hem de
çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda haber peşinde
koşan haber meraklılarına daha çok duyurmak zorundayız.
Nuh
(a.s)’ın haberini önce Rasulullah efendimiz bize okuyacak, bize duyuracak, biz
ondan dinleyeceğiz ve hemen arkasından duyduğumuz, öğrendiğimiz bu haberi kendi
ailemize, kendi milletimize, kendi kavim kabilemize götürecek, onlara bu
haberle gideceğiz. Tüm haber programlarının en başına yerleşecek ve asla dönemi
bitmeyecek, önemi kaybolmayacak, ilgi alanlarından düşmeyecek bir haber olacak
Allah’ın bu haberi.
İnsanların
haber alma merakı vardır. Haberdar olma merakı vardır insanlarda. Bakıyoruz hep
haber peşinde koşuyorlar. Kim ölmüş? Nasıl öldürmüş? Neyle öldürmüş? Kim nereye
gitmiş? Kim ne-reden gelmiş? Kim seçmiş? Kim seçilmiş? Kim kazanmış? Kim kaybetmiş?
Vs, vs. İnsanlar bir ömür boyu haber peşinde koşarlar. Belki de hakları vardır.
Çünkü Allah onlara beş duyu vermiştir. Koklamak, tatmak, dokunmak, duymak
isterler, haberdar olmak isterler.
Tamam iyi de acaba şu ana kadar
Allah’ın haberlerinden haberdar olabildik mi? Meselâ şu ana kadar size Nuh
(a.s)’ın haberi geldi mi? Siz Nuh (a.s)’ın haberine muttali olabildiniz mi?
Nuh’un haberini okudunuz mu? İbrahim (a.s)’ın haberini, Lût (a.s)’ın haberini, kıyâmetin
haberini, ölüm ötesi hayatın haberini okudunuz mu? Bakın Rabbimiz yarattığı bu
insanın yaratılış özelliklerini göz ardı etmeden onun haberdar olma ihtiyacını
gidermek için haberler göndermiş kitabında. Bu mânâda Kur’an’ın tümüne haberler
de diyebiliriz. Sâd sûresinde Cenab-ı Hakkın Kur’an için bu ifadeyi
kullandığını biliyoruz.
“Deki o
azim bir haberdir”
(Sad 67)
Evet bu Kur’an azîm bir haberdir.
Kur’an en büyük haberdir. Önünde saygıyla eğilinmesi gereken, durup dinlenilmesi
gereken, insanların tümünü ilgilendiren, zamanın tümünü ilgilendiren, mekânın
tümünü ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem
yarınımızı, hem dünyamızı hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir
haber yoktur. Söyleyin Allah aşkına, kıyâmetten daha büyük, daha önemli bir
haber olabilir mi? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, Azamet sahibi, önünde
saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi gereken bir
haber ancak Kur’andır, Kur’an haberleridir.
Bugün her
hangi bir haber programı değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek
bir haber yayınlansa kaç gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber?
Kaç gün? Kaç ay? Kaç yıl ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz
yıl. Öyle de olmuş; ni-tekim sonunda unutulup
gitmiş.
Ama
bakıyoruz, Kur’an kıyâmete kadar bütün insanları, bütün zamanları, bütün
mekânları kapsayacak gerçekten azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği
haberler öyle azîm, öyle büyük ve önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm
zamanları ilgilendiren haberlerdir. Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan
haberler peşinde koşa-caklarına gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere
yönelebilselerdi. İnsanlar keşke şu şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin
haber programlarıyla ilgilendikleri kadar Rab’lerinin haberleriyle ilgilenebilselerdi.
Herkesin evinde şeytan vahiylerini alma aygıtları vardır. Ama şunu söyleyeyim:
Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar zaman ayırırsanız ayırın. Ama mutlaka
Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat televizyon okumak, üç saat gazete okumak, bir
saat tabelâları, levhâlârı, dükkan reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da
Kur’an levhâlârını, Kur’an tabelâlarını okumalı değil miyiz?
Bakın işte
bir Kur’an haberi. Nuh (a.s)’ın haberini sunuyor Rabbimiz. Allah’ın elçisi iyice
yaşlanmış kavminin karşısında ve tüm uğraşlarına rağmen yine de kavmi adam
olmaya yanaşmıyor. Kavminin adam olmayışı karşısında Nuh (a.s) üzülüyor ama
yine de izzet ve şerefin zirvesinde, Allah’la birlikte olmanın, Allah safında
olmanın üstünlüğü içinde kavmine şöyle diyor:
Ey Milletim! Eğer benim durumum,
Allah’ın âyetlerini size hatırlatmam, sizleri Allah’ın âyetleriyle uyarmam,
içinde bulunduğum şu makamım, şu konumum, şu peygamberlik misyonum eğer size
ağır geliyor, hoşunuza gitmiyorsa ki ben sadece Allah’a güvenip dayanmışımdır,
bu görevimi Rabbimden almışımdır, Rabbime tevekkül etmişimdir, şu ana kadar
Rabbim adına hareket etmişimdir; eğer benim risâletim, benim durumum hoşunuza
gitmiyorsa o zaman haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, şerikleriniz, putlarınız,
tanrılarınız elbirliği edin de ne yapabilecekseniz yapın bakalım. Bana karşı
yapacağınız iş sonra size bir tasa vermesin. Haydi elinizden ne geliyorsa onu
bana uygulayın ve beni ertelemeyin.
Evet
yıllarca kavmiyle mücâdele vermiş, gece dememiş, gündüz dememiş, kış dememiş,
yaz dememiş bir ömür boyu hem de bizim ömürlerimizden çok daha fazla bir ömür
boyu kavgadan, mücâdeleden usanmayan bir peygamberin savaşının, kavgasının son
dönemlerinde söylediği sözlerdi bunlar. Kavmiyle arasındaki yorucu savaşın son
dönemlerinin sözleriydi bunlar. Haydi ey adam olmayan kavmim, tüm işlerinizi,
tüm planlarınızı, tüm güçlerinizi, tüm putlarınızı, tüm imkânlarınızı, tüm silah
güçlerinizi, tüm askeri güçlerinizi, tüm ekonomik güçlerinizi, tüm bilim
adamlarınızı, tüm filozoflarınızı toplayıp getirin de bana ne yapabilecekseniz
yapın bakalım. Allah’ın elçisi belki hayatının son dönemlerinde, yaşlılık
dönemlerinde tüm kavmine, tüm insanlığa meydan okuyor. Allah desteğinde bir
peygamber olarak, güç kaynağının şuurunda bir mü’min olarak tüm dünyaya meydan
okuyor.
Azîz olan Allah’ın elçisi olarak
izzet ve şerefin zirve noktasında tüm dünyaya meydan okuyor. Haydi toparlanın
da bana ne yapabilecekseniz yapın, sonra sizin işiniz sizin üzerinize bir keder
sebebi olmasın. Şimdi, hemen şimdi benim hakkımda ne yapacaksanız hük-münüzü
verin ve bana bir mühlet, bir fırsat da tanımayın. Acımayın bana. Öldürecek
misiniz? Hapse mi atacaksınız? Kodese mi tıkacaksınız? İşkence mi edeceksiniz?
Susturacak mısınız? Ne yapacaksanız haydi buyurun dedi ve sonra Nuh sûresinde
anlatıldığı gibi Rab-bine dua etti. Ya Rabbi bunlar adam olmuyorlar, bunlar
imana gel-miyorlar bunların işini bitir. Sonra dedi ki:
72. “Eğer
yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a
aittir. Müslimlerden olmakla emrolundum.”
Eğer benden ve getirdiğim
mesajdan yüz çevirirseniz, ben siz-den bunun karşılığında bir ecir, bir ücret
istemedim ki. Ben sizden mal da istemedim, mülk de istemedim, makam mansıp da istemedim,
saltanat da istemedim, kadın kız da istemedim, bana teşekkür etmenizi de
istemedim. Çünkü yaptığım bu görev Rabbimdendir ve onun mükâfatı da Rabbime
aittir. Sizin müslümanlığınızın karşılığı da size aittir. Siz müslüman
olduğunuz zaman kâr edecek, olmadığınız zaman da zarar görecek değilim ben.
¬
73. “Onu
yalancı saydılar; ama Biz onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık.
Onları ötekilerin yerine geçirdi, âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarılanlardan
söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak.”
Nuh (a.s)’ı yalanladılar, onu ve
getirdiği mesajı yok farz ettiler, dinlemediler, reddettiler. Hattâ son
dönemlerinde Allah’ın emriyle Nuh (a.s) gemi yapmaya başlayınca alaya aldılar,
dalga geçmeye çalıştılar. Ne o ey Nuh? Bu yaptığın da neyin nesi? Peygamberlik
mesleğini bıraktın da şimdi de marangozluğa mı başladın? diyerek onunla istihza
ettiler. Ama Allah artık onların adam olmayacaklarını, küfürlerinin karşılığı
olarak haklarında hüküm verme zamanının yaklaştığını bildirdi.
Bunun üzerine Hz. Nuh bir gemi
yaptı. Allah buyurur ki bakın: Biz Nuh’u ve beraberindekileri, onun yanında yer
alanları, peygamber safında olanları, seçimini Allah ve elçisinden yana tercih
edenleri, saflarını belirleyen mü’minleri gemide kurtardık. Bir gemi yapılıyor
Allah’ın emriyle, Allah gözetiminde ve bu gemide Nuh (a.s) var ve be-raberinde müslümanlar
var. Hz. Nuh’un yanına aldığı hayvanlardan birer çift var. Kurtulması
gerekenleri emniyete aldıktan sonra, Rabbi-miz gökten yağmurlar gönderiyor,
yerden de sular fışkırtıyor ve kâfirleri suların altında helâk ediyor.
Bu ve
benzeri âyetler hem yeryüzünde işleyen Allah yasalarını, sünnetullahı anlatır
hem de İslâm’ın tarihî olayları yorumlayışındaki usulü anlatır. Yeryüzünde
değişmeyen bir yasa, bir sünnetullah gereği günâhları yüzünden, isyanları
yüzünden insanlar helâk edilmektedir, hem de helâk edenin başkası değil sadece
Allah olduğu vurgulanır. Ümmetlerin, toplumların yok edilişlerinde Allah’a ve
elçilerine kafa tutmaları, Allah’tan gelen hayat programını reddedip kendi hevâ
ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışmalarıdır. Allah’ı
hayatlarına karıştırmayarak elçileriyle savaşa tutuşan bu insanlar ve toplumlar
için yeryüzünde kaçınılmaz olan bu helâk, bu yok oluş yasası ya yeryüzünde
Allah tarafından çabucak gelen bir azapla gerçekleşmekte, ya da ağır ağır
etkisini gösteren fıtrî ve ahlâkî çözülüşlerle kendisini göstermektedir.
Evet Allah
isyanları sebebiyle bu toplumları yok etmiş. Ama dikkat ederseniz bu helâk
edilenlerin yanında kurtulanlar da vardır. Allah herkesi helâk etmiyor. Bakın
iman edenleri, gemiye binenleri, Allah’ın dâvetine icâbet edenleri, peygamber
safında yer alanları kur-tarıyor Rabbimiz. Gemiye binenler kurtuluyor Allah
yasalarında. Şu anda da dünya üzerinde korkunç bir tufan var. İnsanlığının Allah’a
kafa tutma, Allah’ı hayatlarına karıştırmama, Allah’tan gelen hayat programına
değer vermeme, ve Allah’ın elçisiyle ilgilenmeme isyanlarından ötürü tüm dünyada
tufan vardır.
Tüm dünyada Rabbimizin korkunç
bir tufanı vardır şu anda. Ama sünnetullah gereği şu anda gemi de vardır. Bu
tufandan sığınmak isteyenlerin sığınabilecekleri gemi de mevcuttur. Bu gemi son
el-çinin bina ettiği İslâm gemisi, geminin kaptanı da Hz. Muhammed (a.s)’dır.
Şu anda bu gemiye binenler, bu geminin kaptanının safında yer alanlar, bu
geminin kaptanına evet diyenler, tercihlerini bu istikâmette kullananlar hep
kurtuluyor, diğerleri ise helâk olup gidiyor. Eğer kurtulanlardan olmak
istiyorsanız, helâkin ve helâk yasasının dışında kalmak istiyorsanız o günkü
kurtulanların rolünü oynamak zorundasınız. Kurtulanlar safında, peygamber safında
yer almak zorundasınız. Safınızı belirlemek zorundasınız.
Evet Allah
düşmanlarının defterini dürüverdi de sonra peygamber safında yer alanları
onların yerlerine yurtlarına yerleştirip ha-lifeler kılıverdi. O helâk
edilenlerin peşlerinden yeni yeni nesiller getirmiş, onlardan sonra onların
yerlerine başkaları vâris olmuş. Öncekiler yok olmuş kayıplara karışmış,
yoklukları bile hissedilememiştir. Ama ne yazık ki bu gerçeği insanlar
unutuverirler. Allah kendilerine yeryüzünde yerleşme imkânı verince, yerlerini
sağlamlaştırınca hemen bunu unutuverirler de sanki kendilerini yaratan Allah
değil de kendileriymiş gibi, sanki kendilerine bu imkânları veren Allah değil
de başkalarıymış gibi, sanki kendilerinden önce nicelerini gözlerinin önünde
Allah helâk etmemiş gibi Allah’a kafa tutmaya kalkıverirler. Allah’a karşı da
Allah’ın âyetlerine karşı da müstekbirce bir tutumun içine giriverirler.
Halbuki
Allah buyuruyor: İyi bir baksanıza, uyarılıp da adam olmayanların sonu nasıl
olmuş? Aman ya rabbi bizi gemide olanlardan eyle! Aman ya Rabbi bizi peygamber
safında yer alanlardan eyle! Aman ya Rabbi sana ve elçine kafa tutanlardan
eyleme!
74. “Sonra
onun ardından milletlere peygamberler gönderdik, onlara belgeler getirdiler.
Diğerlerinin daha önce yalan saymış olduklarına bunlar da inanmadılar. Aşırı
gidenlerin işte böylece mühürleriz.”
Evet işte bu helâk yasasından
sonra tarihi yorumlama, ama dosdoğru yorumlama ve tarihten ibret alma devam ediyor.
Bu helâkten sonra da Allah peygamberler gönderiyor. Allah’ın elçileri toplumlarına
apaçık belgelerle, apaçık Beyyine’lerle, Allah âyetleriyle geldiler. İnsanlar
Allah elçilerini yalanladılar diye Rabbimiz onları karanlıklar içinde
bırakıvermiyor. Onların buna lâyık olup olmadıklarına bakmaksızın Rabbimiz
rahmeti, merhameti gereği peygamber göndermeye ve kullarını uyarmaya devam
ediyor. Ama o toplumlar da kendilerinden öncekilerden farklı davranmadılar.
Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almadılar. Onlar da iman
edip kurtulanlardan olmadılar. Aslında iradeleri vardı ve üstelik Rabbimiz
kendilerine bir miras da sunmuştu. Kendilerinden öncekilerin helâk yasasını
göstermişti.
Kimlerdi
Nuh (a.s) dan sonra gönderilen peygamberler? Âd kavmine Hûd (a.s)’ı, Semûd
toplumuna Salip (a.s)’ı, Lût kavmine Lût (a.s)’ı, Medyen ve Eykeli’lere Şuayb
(a.s)’ı gönderdi Rabbimiz. Ama Allah’ın bu şerefli elçilerinin toplumlarından
pek azı müstesna çoğu iman etmediler. Kendilerinden öncekilerin yolunu
izlediler de Allah’a da, Allah’ın elçilerine de isyanı meslek edindiler. İşte
azgınların kalplerini böylece mühürleriz buyuruyor Rabbimiz. Ama anlıyoruz ki
Allah bir topluma uyarıcılar gönderip onları açık ve net bir biçimde uyarmadıkça
insanların kalplerini mühürlemiyor. Peygamberler geliyor, onlar toplumlarını
Allah’ın âyetleriyle uyarıyorlar, nasihat ediyorlar, uğraşıyorlar,
didiniyorlar, çırpınıyorlar ama toplumları onları dinlemiyorlar, onların
istediğine yönelmiyorlar Allah da onların işlerini bitiriyor. Yâni adamlar
kendi hür iradeleriyle kendi kalplerinin mühürlenmesini isti-yorlar Allah da onların
kalplerini mühürleyiveriyor. Yâni onların kendi tercihleri olan küfürlerini
onaylayıveriyor, olup bitiyor.
75.
“Onların ardından da Firavun ve erkanına âyetlerimizle Musâ ve Harun'u
gönderdik. Ama büyüklük tasladılar ve suçlu bir millet oldular.”
Evet yine tarihten bir kesit,
tarihe ait bir yorumlara, tarihten bir haber geliyor. Musâ (a.s) ve kardeşi
Harun (a.s)’ın Allah’ın âyetleriyle Firavuna ve Melesine gönderilişi
anlatılıyor. Firavuna ve onun Melesine, Firavuna ve onun kullarına, Allah’ın
rubûbiyetini reddederek Fi-ravunun Rabliğini kabullenmiş toplumuna Allah’ın iki
elçisini gönderişi anlatılıyor. Allah’a karşı, Allah’ın rubûbiyetine ve
ulûhiyetine karşı gönderdiği hayat programına karşı müstekbir davrandılar,
eyvallahsız davrandılar ve gerçekten mücrim bir toplum oldular.
Peki acaba
bu zavallıların Rab’lerine karşı, Rab’lerinin hayatlarına karışmasına karşı,
Rab’lerinin kendilerine gönderdiği elçilerine karşı kibirlenip müstekbir
davranmalarının sebebi neydi? Nereden alıyorlardı bu gücü? Topluma egemen olan
biziz, bize itaat etmek zo-rundasınız, bizi dinlemek, bizim yasalarımızı
uygulamak zorundasınız, tanrı biziz, rab biziz, ilâh biziz derken neye
dayanıyorlardı bu adam-lar? Dayandıkları, güvendikleri şuydu. Şu anda bu
topluma egemen konumda olan bizleriz. Ekonomik ve siyasal yönden hakim konumda
olan bizleriz. Herkes bizi dinliyor, herkes bize itaat ediyor. Musâ ve Harun da
bizim egemen olduğumuz toplumun üyelerinden ve üstelik bizim ekmeğimizi yemiş,
bizim elimizde büyümüş, bizim okullarımızda yetişmiş, bizim yönetimimiz altında
yetişmiş birer ferttirler. Bize muhtaç olan birilerine biz nasıl ittiba ederiz?
Bizim kölelerimizin içinden çıkan bu insanlara nasıl tâbi olabiliriz? diyorlar
ve kibirleniyorlardı. Kibirlenmeleri imanlarına engel oluyordu.
Halbuki dün aynı ülkede egemen
olanlar Yakub (a.s)’ın çocuklarıydı. Firavun oğullarından önce Mısırda egemen
olanlar İsrâil oğullarıydı. Hep egemen olarak kendilerinin kalacağını ve müslümanların
hep köle olarak yaratıldıklarını zannediyor ve aldanıyorlardı. Sanki kö-lelik müslümanların
değişmez alınyazılarıydı. Halbuki yeryüzünde bu Allah’ın bir yasasıydı. İmtihan
gereği dün Mısıra hakim olan ve tarihinde Mısıra en mutlu günlerini yaşatan
Müslümanlar şimdi güçlü Fi-ravun oğullarının egemenliği altında köle bir konuma
düşürülmüşlerdi.
Ama devran dönecek orada mülkün
sahibi olan ve dilediklerine mülkü veren, dilediklerinden onu alan, dilediklerini
azîz eden, dilediklerini zelil etme gücüne sahip olan Allah Müslümanlara güç kuvvet
verecek ve tekrar Firavun oğullarına galip bir konuma getirecek ve Firavunlar
Müslümanlar karşısında ezileceklerdi. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez
yasasıydı. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Ama Firavunlar bunu bilmezler.
Allah’ı tanımayan kâfirler Allah’ın bu yasasından gafildirler. Şu anda topluma
egemen ya, şu anda elinde silahı var ya, elinde güç kuvvet var ya ve üstelik
kendisinde olanlar Müslümanın elinde yok ya, kâfir buna aldanmaktadır.
Müslümanın elinde bıçak bile yokken, Müslümana terk-i silah ettirip, her türlü silahtan
yoksun bırakıp kendisinin her türlü teknolojik güce sahip olması, siyasal ve ekonomik
güce, askeri güce sahip olması, her türlü imha silahlarına sahip olması kâfiri
aldatmakta ve müstekbir davranmaya sevk etmektedir. Madem ki güç bende, madem
ki egemenlik bende, o halde benim istediğim gibi hareket edeceksiniz, benim istediğim
gibi giyinip soyunacak, benim istediğim gibi bir hayat yaşayacaksınız, değilse
size hayat hakkı tanımıyorum diyebilmektedir.
Ama bir gün
böyle diyen kişinin ya da kişilerin karşısına bir Musâ çıkıyor, bir Musâ
gönderiyor Allah ve Onun aracılığıyla bu insanları tanrılık taslamaktan
vazgeçip kendisine kul olmaya çağırıyor. Gelin Müslüman olun ve kurtulun,
değilse sonunuz geldi diyor. Kendiniz tanrılıktan vazgeçip yaratıcınıza, gerçek
egemen olan Rabbinize teslim olduğunuz gibi benim Müslüman kullarımdan da
elinizi çekin. Benim kullarıma tanrılık taslamaktan, zorla onları bana
kulluktan, benim yasalarıma itaatten çıkarıp kendinize, kendi yasalarınıza kul,
köle yapmaktan elinizi çekin. Allah’ın kutlu elçileri bu şekilde Rab’lerinin
mesajıyla gelince alçaklar şaşırıp, apışıp kaldılar. Bakın Allah diyor ki:
76.
“Gerçek, katımızdan onlara gelince: Doğrusu bu apaçık bir büyüdür dediler.”
Kendilerine reddetmeleri mümkün
olmayacak bir netlikte hak gelince, Allah’ın açık net bir âyeti olarak Hz. Musâ
(a.s)’ın elindeki asa gözlerinin önünde yılan haline gelince ve Kur’an’ın
değişik yerlerinde anlatıldığı gibi koynundan çıkardığı elleri bembeyaz bir nûr
haline gelince, ve Hz. Musâ (a.s) onlara farklı mûcizeler, farklı âyetler
gösterince dediler ki bu apaçık bir büyüdür, bir sihirdir. Bu Musâ çok bilgiç,
çok profesyonel bir sihirbazdır dediler. Çünkü alçağın kendisinin işi gücü
sihirdi zaten. Ülkeyi sihirbazlarla yönetiyordu. Hakkı bâtıl, bâtılı hak
gösterme el çabukluğuyla insanların gözlerini boyamakla durumu idare ediyordu.
Medyası sihirbazlardandı, siyaseti ve siyasetçileri sihirbazlardandı, ekonomisi,
ekonomicileri sihirbazlardandı, eğitimi, eğitimcileri sihirbazlardandı,
hukukçuları sihirbazlardı. Beyazı siyah, siyahı beyaz gösteriyorlar, iyiyi
kötü, kötüyü iyi gösteriyorlar, Musâ’yı Firavun, Firavunu Musâ gösteriyorlar ve
böylece ülkeyi idare ediyorlardı. Firavunun ülkeyi kendileri sayesinde
yönettiği sihirbazları bazen ilim adamı rolünde, bazen sanatçı rolünde, bazen
hukukçu ro-lünde, bazen medya rolünde kimselerdi.
Musâ (a.s)
ve Firavunun gündeme getirildiği her bir yerde sih-ri ve sihirbazları böyle
anlıyoruz. Eğer sihri ve sihirbazları Musâ (a.s) ın Firavunla, Firavun
sistemiyle mücâdelesi çerçevesinde anlamaya çalışırsak şöyle diyeceğiz: Musâ
karşısında, Allah’ın hak elçisi karşısında, bu elçinin ortaya koyduğu İslâm
dâvâsı karşısında insanların Firavunları ve Firavunî sistemleri ayakta tutmak
üzere sahip oldukları ilim dallarındaki bilgilerini ustaca kullanmalarının adına
sihir denir. Allah âyetleri karşısında, Allah sistemi karşısında ve bu sistemi
savunan Allah erleri karşısında Firavunî sistemleri ayakta tutmak için çırpınan
kimselere de sihirbaz denir. Bu sihirbazlar ellerindeki tüm bilgilerini, tüm
imkânlarını sistemi haklı çıkarmak ve yaşatmak üzere kullanırlar.
Meselâ adam şairdir,
edebiyatçıdır. Eğer bu adam sahip olduğu edebiyat bilgisini İslâm dâvâsı
karşısında Firavunu ve Firavunî sistemi ayakta tutma adına kullanıyorsa işte bu
adam sihirbazdır. Meselâ adam sanatkârdır ve bu sanatını Firavunun hizmetinde
kullanıyorsa bu adam da sihirbazdır. Veya adam bir dalda doçenttir, prof-tur,
hukuk bilgisine sahiptir, teknik bilgilere sahiptir ve bu bilim dalıyla Firavun
sistemini destekliyorsa, Musâ’yı ve Musâ gibileri, Müslümanları yalancı çıkarma
kavgası veriyorsa, halkın gözünü boyama kavgası veriyorsa bunlar da
sihirbazdır. Şarkıcılar böyledir, tiyatrocular böyledir, para babaları böyledir...
Zaten sihir beyazı, siyah;
siyahı, beyaz; hakkı, bâtıl; bâtılı, hak gösterme el çabukluğudur ve bunu yapan
herkes sihirbazdır. Musâ’yı Firavun, Firavunu Musâ gösteren herkes sihirbazdır.
Kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir sistemi hak, Allah’ın yasalarına
bağlı İslâm sistemini de bâtıl göstermeye çalışan bu uğurda sa’y eden herkes
sihirbazdır. Karıyla kocanın arasını ayıran, kardeşi kardeşe düşman yapan,
farklı farklı hiziplere ayırarak Müslümanları birbirleriyle vuruşturan
demokrasiyi hak İslâm’ı da bâtıl göstermeye çalışan herkes sihirbazdır. İnsanın
insana kulluğu anlamına gelen demokrasiyi savunan, bu sistemin en güzel bir
sistem olduğunu, insanların saadetini temin eden bir sistem olduğunu savunan
herkes sihirbazdır.
Bunlar da çağdaş sihirbazlardır.
Firavunlar bunlar sayesinde topluma hakim olurlar, bunlar sayesinde insanları
ezerler, bunlar sayesinde kan emerler. Tabii bunlar da Firavun tarafından
beslenirler ve palazlandırılırlar. Firavunun bunlara, bunların da Firavunlara
ihtiyacı vardır. İşte Firavun kendisi bu tür sihirbazların sırtına basarak
yükseldiği için, sermayesi bu olduğu için Allah’ın elçisi Musâ (a.s)’ın getirdiği
mesaja da sihirle karşılık vermek, ellerindeki sihir bilgileriyle, teknolojileriyle
peygamberin karşısına çıkmak istediler. Onların bu tavrı karşısında bakın
Allah’ın elçisi şöyle diyordu:
77. “Musâ:
“Size gelen gerçeğe dil mi uzatırsınız? Bu sihir midir? Sihirbazlar zaten
başarı kazanamazlar" dedi.”
Size gelen bu hakka, bu gerçeğe
sihir diyorsunuz öyle mi? Rabbiniz tarafından gönderilen bu hakka, bu hak bilgisine
nasıl sihir diyebiliyorsunuz? Unutmayın ki hiç bir sihirbaz başarıya ulaşamaz.
Hiç bir sihirbaz felaha eremez. Eğer ben bir sihirbaz olsaydım sizin karşınızda
asla bu başarıyı, bu cesareti gösteremezdim. Sihirbazlar her ne kadar dünyada
geçici bir süre için başarıya ulaşmış gibi görünseler de, insanların gözlerini
boyayarak dünyada geçici bir süre onlara egemen olsalar da çok kısa bir süre
sonra dünyada rezil rüsva oldukları gibi âhirette de cehennemi boylayacaklardır.
Onun içindir ki bir peygamberin
cehenneme talip olması asla mümkün değildir. Allah’ın elçisi Allah’ın cennetine
talip olan, insanları da Allah’ın cennetine ulaştırma kavgası vermek için gelen
insandır. Onun içindir ki Rabbi ona başarı lütfediyordu.
Allah düşmanı Firavunun ve
hempalarının gözleri önünde elindeki asasını yılan haline getirerek, koynundan
çıkardığı elini bembeyaz bir nûr hale getirerek Allah elçisine başarı üstüne
başarı lütfediyordu. Hangi sihirbaz becerebilmişti şimdiye kadar bu başarıyı?
Hangi sihirbaz becerebilmiştir bunu? Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek
olan yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusuna sahip olan bir kralın sarayına böyle
bir cesaretle girebilmişti bugüne kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir idarecinin
karşısında hangi sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi? Hangi sihirbaz
bir el çabukluğuyla, biz göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi açlık ve felâkete
sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar,
çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm suları kan haline getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Hattâ Mü’min sûresinde anlatılır Allah’ın bu
güçlü elçisine karşı Firavun şöyle diyordu: Sen bizi sihrinle yurdumuzdan
çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısırın yönetimini eline geçirmeye mi
geldin? Oysa kesinlikle biliyorlardı ki o güne kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle
bir memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar sadece kendisinden
mükâfatlar alabilmek o güne kadar onun ayaklarını öpmekten başka bir şey
yapmamışlardı, bunu çok iyi biliyordu. Onun içindir ki Firavunun hem sen bir
sihirbazsın demesi hem de arkasında sen benim krallığımı ele geçirmek
istiyorsun demesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Evet gerek
o günkü Firavunun, gerekse dünkü Mekke müşriklerinin peygambere sihirbaz ve
peygamberin getirdiği âyetlere de sihir diyen, ve gerekse bugünkü peygamber
yolunun yolcularına sihirbaz diyerek onların Müslümanlıklarını reddetmeye
çalışan bu insanların bu çifte standartları karşısında diyoruz ki Allah
elçileri ve onların yolunun yolcuları asla bir sihirbaz değildir. Hz. Musâ
(a.s)’da bir sihirbaz değil tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir peygamberdir.
Bakın bunu
bildikleri halde hainler diyorlar ki:
78. “Siz
ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün
büyükleri olasınız diye mi geldiniz? Biz size inanmıyoruz” dediler.”
Evet diyorlar ki bakın: Siz
ikiniz ey Musâ ve Harun, yoksa bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz, atalarımızdan
miras olarak devraldığımız yoldan, hayat tarzından, hayat anlayışından, yaşam
biçiminden bizi uzaklaştırmaya mı geldiniz? Bizi şu anda yaşadığımız hayat
programlarımızdan döndürüp Allah yoluna, Allah programına çağırmaya mı
geldiniz? Yoksa böylece toplumda kendi egemenliğinizi kurup büyüklenmek mi
istiyorsunuz? Derdiniz ne sizin? Bizim devletimize mi göz diktiniz yoksa? Yâni
bizim devletimizi, bizim saltanatımızı elimizden almayı mı planlıyorsunuz?
Mısırda iktidarı ele geçirmek mi istiyorsunuz? Kime diyorlardı bunu? İki
kişiye. Sadece iki kişi. Hz. Musâ ve kardeşi Hz. Harun.
Düşünebiliyor musunuz? İki kişi
nasıl oluyor da yeryüzünün, o günkü dünyanın en süper gücüne kafa tutabiliyordu?
İki kişi nasıl olur da yeryüzünün en müstekbir, en zâlim Firavununun askerî ve
siyasal gücüne karşı bir tavır sergileyebiliyor? Nasıl olacak da yeryüzünün en
güçlü insanına ve onun saltanatına karşı başlattıkları bu savaşta iki kişi
galip gelebileceklerdi? tâbi materyalist bir anlayışa göre, maddeci bir
düşünceye göre bu mümkün değildir. Lâkin Firavunun telaşına bir bakın ki
korkudan ne diyeceğini şaşırmış. İki kişinin, ama Allah desteğinde olduklarını
kesin bildiği, tanıdığı, güçlerinin farkında olduğu iki kişinin devleti ele
geçirebileceğinden söz ediyor. Yoksa bunu mu düşünüyorsunuz? Niyetiniz bu mu?
diyor. İki kişinin sistemini sarsacağından endişe ediyor. Başına geleceklerin
korkusunu yaşıyor. Zaten tüm zâlimlerin, tüm tanrı taslaklarının korkulu rüyasıdır
bu.
Evet bir
taraftan etrafındaki cahil halkın tepkisini ve desteğini de sağlamak için
ülkenin elden gitmek üzere olduğunu ima ederek vatan, devlet, millet, sakarya
teraneleri söylüyor, diğer taraftan da Musâ ve Harun’u devletlerine göz dikmiş
birer vatan haini olarak suçlamaya, halkın gözünde mahkum etmeye çalışıyor. Siz
ikiniz galiba bizi atalarımızdan devraldığımız yolumuzdan uzaklaştırmaya geldiniz
diyerek halkın milliyetçilik duygularını tahrik etmeye çalışıyor hain. Siz bizi
atalarımızın yolundan koparıp, devletimize göz dikenlersiniz, binaenaleyh biz
asla sizi dinlemeyeceğiz, size asla inanmayacağız, si-zin getirdiğiniz mesajın
mü’mini olmayacağız diyerek reddettiler. Ama onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne
derlerse desinler Allah elçilerinin tavırları kesindi. Çünkü onlar kendi
keyifleriyle hareket eden in-sanlar değiller, Allah tarafından görevlendirilmiş
elçilerdi ve ne pahasına olursa olsun görevlerini sürdüreceklerdi.
79.
“Firavun: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin” dedi.”
Evet başka sûrelerde bu mücâdele
anlatılır, Firavun sihirbaz-larını toplamaya karar verdi. Emretti adamlarına ve
ne kadar bilgili uzman sihirbaz varsa onların hepsini getirsinler dedi. Mısırın
tüm şehirlerinde ne kadar bilgiç, mahir sihirbaz varsa hepsini toplayıp ge-tirsinler.
Hem de öyle basit statüsüz sihirbazları değil bu işin profesörü olanlarını,
profesyonel olanlarını, akademisyenlerini toplayıp getirsinler. Yâni her hangi
bir ilim dalında, her hangi bir sanat dalında bil-gisi, gücü, mahareti olup da bu
gücünü Allah elçisi, Allah sistemi karşısında Firavunu desteklemede kullanacak
herkesi toplamaya ve on-ların desteğiyle Allah elçilerini mağlup etmeye karar
verdi.
Firavun,
Firavunî sistemlerin teşkilatlandığı şehir merkezlerine haberler gönderip her
türlü numaracıları, her cins sahtekârları, sistemin yetiştirdiği her tür
profları, ekonomistleri, hukuk uzmanlarını, sanatkârları ve her sahada
uzmanları çağıracaklar ve hep birlikte birbirlerine destek vererek sistemi
tehdit eden Allah elçisiyle mücâdele ve-recekler. tâbi ya ne için yetiştirmişti
sistem bu adamları? Ne güne besliyordu sistem bunları? Böyle bir zamanda da gelmeyeceklerdi
de ne zaman gelecekti bu adamlar?
Evet böyle sistemin tehlikeye
girdiği bir dönemde hepsi toplanıp, elbirliği, sözbirliği, güç birliği ederek
Firavun sisteminin devamı için mücâdele vereceklerdi Allah’la ve Allah
elçisiyle. Tüm bu insanlara karşı Hz. Musâ da tek başına Allah âyetleriyle ve
Allah adına mücâdele verecekti. Tek başınaydı Musâ (a.s), ama ne gam yanında
Allah vardı. Allah desteğindeydi.
Firavunun
destekçisi tüm sihirbazlar bir meydanda toplandılar. Hepsi de Allah elçisine
karşı fikir birliği, güç birliği oluşturdular. Tüm sihirbazlar, tüm halk
Allah’ın elçisine karşıydı.
80.
“Sihirbazlar gelince Musâ onlara: “Atacağınızı atın” dedi.”
Allah’ın elçisi dedi ki haydi
buyurun atın atacağınızı. Zaten Firavunun hizmetinde Allah dâvâsıyla
savaşanların atmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktur. Siz hak karşısında
bâtıl taraftarları olarak, Allah dâvâsı karşısında kendiniz gibi âciz tanrı
taslaklarının kulları olarak sadece atıcılarsınız. Sizler hiç bir hak
bilgisine, hiç bir yakîn bilgisine sahip olmayan, sadece atmasyonlarınızla
hakkı bâtıl, bâtılı hak gösteren, beyazı siyah, siyahı beyaz gösteren,
elinizdeki sihirlerle, hakka dayanmayan bilgilerle insanları saptıranlardan
başkası değilsiniz.
İşte görüyoruz günümüzün
sihirbazlarını. Şu medyanın yaptıklarını, şu büyük haber merkezlerinin
yaptıklarını görüyorsunuz. Dünyayı etkileri altına almaya çalışıyorlar. Beyazı
siyah, siyahı beyaz göstermeye çalışarak insanların gözlerini boyamaya çalışıyorlar.
Yer-yüzünün en terörist ülkesini en âdil ülke gösteriyor, yeryüzünün en mâsum,
en mus’taz’af insanlarını terörist ilân ediyorlar ve size de bu-nu yutturmayı
beceriyorlar. Yeryüzünün en âdil, en güzel, en hak sis-temi olan İslâm’ı en
kötü, en geri, ama yeryüzünün en kötü, en zâlim sistemlerini ise en güzel, en
âdil sistem diyorlar ve sizleri de inandırabiliyorlar buna. Yâni adamlar zulme adâlet,
adâlete zulüm diyorlar. Pislere ahlâklı, ahlâklılara pis diyorlar ve insanları
buna inandırabiliyorlar. Ama hakka dayanan, hak bilgisine, Allah bilgisine,
vahiy bilgisine dayanan, hadiselere Allah bilgisiyle bakabilen insanlar hariç.
Onun
içindir ki Hz. Musâ diyor ki haydi buyurun hak karşısında ne atacaksanız atın
ortaya bakalım. Haydi ne numaralarınız varsa ortaya atın bakalım. Buyurun bir
numaranız varsa ortaya atın da görelim. Sonra da ne yapacaksak biz de yaparız
dedi.
Çünkü
Allah’ın elçisinin onlardan korkacak hiç bir şeyi yoktu. Çünkü onlar ne
atarlarsa atsınlar, hakkın karşısında dayanma güçleri yoktu. Hakkın karşısında
bâtılların asla dayanma gücünün olmadığını Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu.
Ne atarlarsa atsınlar, hangi numarayı çekerlerse çeksinler fark etmeyecekti.
İster teknolojiyi kullansınlar, ister sanatlarını kullansınlar, ister
edebiyatlarını gündeme getirsinler, ister falanca bilim dalını, filanca silahlarını
kullansınlar fark etmez hakkın karşısında hiç birisinin dayanma gücü yoktur.
Hakkın karşısında bâtıl yok olmak zorundadır. Hakkın karşısında her şey yerle
bir olmak zorundadır. İman karşısında hiç bir bâtılın dayanma gücü yoktur.
Hz. Musâ
dedi ki haydi buyurun neyiniz varsa atın ortaya. Ne-yiniz varsa, hangi
fikriniz, hangi usulünüz, hangi tekniğiniz, hangi na-zariyeniz varsa atın
ortaya. Hz. Musâ’nın hiç bir endişesi yoktu. Çünkü Allah âyetleriyle beraber
olan, Allah âyetlerine sahip olan bir Müslüman karşısında kim olursa olsun asla
korkmayacaktır. Çünkü onların ortaya attıklarının tümünü kaldıracak olan Allah
âyetleridir. Bizim planımız, bizin fikrimiz, bizim metodumuz, bizim zekamız
değil. O halde eğer bizler de Allah âyetlerinin bilgisine sahipsek o zaman hiç
kimseden korkmayacağız. Ama Allah âyetlerinden mahrumsak, Allah âyetlerinden
habersizsek o zaman her şeyden korkarız ve korkacağız demektir. Evet atın dedi
Hz. Musâ ve:
81,82.
“Attıklarında, Musâ: “Yaptığınız sihirdir, fa-kat Allah onu boşa çıkaracaktır.
Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de Allah sözleriyle
hakkı gerçekleştirecektir,” dedi.”
Attılar ortaya atacaklarını.
Döktüler torbalarındakileri. Açığa çıkardılar kafalarındakileri,
kalplerindekileri. Hz. Musâ dedi ki; sizin getirdikleriniz sihirden, vehimden,
zandan başka bir şey değildir. Ve kesinlikle Allah onların tümünü iptal edecek,
boşa çıkaracaktır. Rab-bim hiç bir zaman kendi düzenini bozan bozguncuların
işlerini dü-zeltecek değildir. Allah, düzeninden habersiz düzen yapanları,
Allah düzenini değiştirmeye çalışanları başarıya ulaştırmayacaktır. Allah yasalarını
reddederek yaptıkları yasalar bir sene bile gitmeyecektir. Ne yaparlarsa
yapsınlar, ne kadar da şimdi en güzelini bulduk diye sevinirlerse sevinsinler
asla huzur ve saadete erişemeyecekler,
yaptıklarını her dönem bozmak zorunda kalacaklardır. Ve:
Allah
mutlaka hakkı yeryüzünde ikâme edecek, mücrimler istemeyip engel olmaya
çalışsalar da.
Yâni Hz. Musâ (a.s) ve kardeşi
Harun (a.s)’ın Firavun ve toplumuyla mücadelesi Kur’an’da uzunca anlatılır. Sihirbazların
sihirlerinin tümünün asa tarafından yutulduğu, Allah desteğindeki, vahiy desteğindeki
bir peygamber karşısında sihirbazların tüm fikirlerinin, tüm sistemlerinin, tüm
göz boyacılıklarının iflas ettiğini, sonunda gerçeği anlayan sihirbazların bir
saat öncesine kadar hizmetinde oldukları Fi-ravunu terk edip peygamber safına
geçtiklerini, onların kendisinden izin almadan sergiledikleri bu iman
tavırlarına karşılık her devirde olduğu gibi zâlim Firavunun işkence ve zulüm
tehditlerinin geldiğini, sonra tüm diğer despotların yaptığı gibi Firavunun
Müslümanların çocuklarına yöneldiğini, onları eğitimlerini bozarak, başlarını
açtırarak ahlâksızlaştırmaya, ve öldürmeye çalıştığını ve en sonunda da hem
kendisinin hem de Allah’la tutuştuğu savaşında hizmetinde bulunanların denizde
boğulduğunu uzun uzun anlatır Rabbimiz.
83.
“Firavun ve erkanının kendilerine fenalık yapmasından korktuklarından, milletin
bir kısım gençleri dışında, kimse Musâ'ya inanmamıştı, çünkü Firavun o yerde
hakimdi. O, gerçekten aşırı gidenlerdendi.”
Firavunun kavminden, Firavun
hanedanından birkaç genç hariç bunun dışında hiç kimse iman etmedi. Ama
Rabbimizin ifadesinden anlıyoruz ki iman etmeyenler de zâlim Firavunun zulmünden
korktukları için, kendilerine bir zarar vereceğinden çekindikleri için iman
etmediler. Firavun ve sisteminin, Firavun ve adamlarının kendilerini fitneye
düşürmesinden, işkence etmesinden korkuları iman etmelerine engel oldu. tâbi burada
kast edilen sadece Firavun milleti değil Musâ ve Harun (a.s)’ların kendi
kavimleri olan İsrâil oğullarından da çok az insan bu dâvete iman edebildi.
Halbuki Musâ (a.s) kendilerini kurtarmak için
gelmişti. Kendi kavmini Firavun sisteminin köleliğinden kurtarıp
hürleştirmeye gelmişti.
Üstelik bu insanlar bunu
biliyorlardı. Hz. Musâ’nın ve kardeşi Harun’un Yakub (a.s)’ın çocuklarından
olduğunu, yâni kendilerinden olduğunu biliyorlardı. Hz. Musâ’nın ataları
İbrahim (a.s)’ın, Yakub (a.s)’ın, İshak (a.s)’ın ve Yusuf (a.s)’ın dini olan
İslâm’la geldiğini çok iyi biliyorlardı. Ama yıllar yılı Firavun oğullarının
zulüm ve işkence sisteminin altında öylesine sindirilmişler, öylesine asimile
edilmişler, öylesine köleleştirilmişlerdi ki korkularından kendilerini kurtarmaya
gelen tanıdıkları elçiye iman edip onun safında yer aldıklarını ortaya
koyamadılar. Çünkü:
Gerçekten
Firavun yeryüzünde, Mısır arzında büyüklenen, büyüklük taslayan bir zâlimdi.
Karunlarıyla, Hâmânlarıyla, Bel’amla-rıyla kendisini güçlü gösteriyor,
zulmediyor, haddi aşıyor ve bozgun-culuk yapıyordu. İsraf ediyor müsriflik
yapıyordu. Yâni kendi kendisini yaratıcısına kulluk makamından indirip boşa
harcıyordu. Allah tarafından yaratıldığı halde, sahip olduklarının tamamı
kendisine Allah tarafından verildiği halde Rabbine kafa tutarak tanrılığını
iddia ederken aslında kendi kendisine yazık ediyordu. Kendi kendisine zulmediyordu.
Kendisini kendi elleriyle Allah’ın istemediği bir hayata mahkum ederken hayatını
israf ediyordu. Kendi kendini ısrarla Cehennem yolunda tutarken ateşe doğru
sürüklerken kendi kendinin zâlimi oluyordu. Elbette kendisini düşünmeyen, kendi
kendine zulmeden, kendisine hayrı olmayan bir zâlimin diğer insanlar için hayır
düşünmesi de mümkün olmayacaktı. Kendi kendini mahvettiği gibi diğer insanların
hayatını da mahvediyordu. Kendi dünyasını yıktığı gibi, toplumunun dünyasını da
yıkıp boşa harcayan bir israfçıydı.
84. “Musâ:
“Ey milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin” dedi.”
Musâ (a.s) dedi ki, ey kavmim, ey
benden olanlar, ey anam, ey babam, ey akrabalarım eğer Allah’a iman ediyorsanız,
eğer mü’-minlerseniz Allah’a güvenin, Allah’a dayanıp tevekkül edin. Çünkü iman
bunu gerektirecektir. İman, Allah’a güveni ve teslimiyeti gerektirecektir.
Evet
gerçekten Allah’a inanmış Müslümanlar gerek o günün şartlarına benzer bir şart
altında bulunsunlar, yâni zâlimlerin, tâğut-ların amansız işkenceleri altında
ezilmişliği, horluğu hakirliği yaşamaya mahkum olsunlar, gerekse kendi
egemenliklerini kurmuş serbest ve hür bir hayat yaşar olsunlar fark etmez eğer
imanları varsa, eğer Allah’a inandıklarını iddia ediyorlarsa mutlaka her konuda
Rablerine tevekkül edip, sadece Ona dayanıp güvenmeleri gerekecektir. Bu imanın
gereğidir. İnananlar mutlaka işlerini Allah’a havale edecekler, yardımı,
zaferi, başarıyı Allah’tan bekleyeceklerdir.
Yollarını Allah’a soracaklar,
hayat programlarını mutlaka Rab-lerinden alacaklardır. Kendileri adına karar
alma mevkiinde, yasa be-lirleme makamında sadece Allah’ı görecekler,
hayatlarını sadece Al-lah adına ve Allah yasaları istikâmetinde yaşayacaklar ve
zinhar Allah’tan başkalarına vekaletlerini vermeyecekler, Allah’tan başkalarını
dinlemeyecekler, Allah’tan başka kimsenin emanı altına girmeyeceklerdir.
Müslümanım diyen herkes hangi durumda olursa olsun buna mecburdur.
Ve işte bunu becerebilen,
hayatlarında bu teslimiyeti, bu tevekkülü gerçekleştirebilen mü’minler vekillerinin
yardımına hak kazanmış kimseler olarak mutlaka kurtuluşa ereceklerdir. Allah bu
konuda vaatte bulunmuştur ve Allah’ın vadi haktır. Kendisine güvenen, kendisine
dayanan kullarını Allah asla yolda bırakmayacaktır. Kendisini vekil bilenleri
Allah asla yalnız ve sahipsiz bırakmayacaktır. Safında yer almış kullarını
hangi durumda olurlarsa olsunlar mutlaka galip getirecektir Rabbimiz. Bakın az
da olsa, zayıf da olsa Rablerine iman edenler dediler ki:
85,86.
“Allah'a güvendik; Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi sınama, rahmetinle
bizi kâfirlerden kurtar” dediler.”
Firavunun zulümlerine ve
işkencelerine rağmen yine de iman edebilmeyi beceren o az sayıda mü’min diyor
ki biz Allah’a güvenip dayandık. Biz Rabbimize tevekkül edip vekaletlerimizi
Ona verdik. Çok kötü şartlar altında Rabbimizin bizden istediği bu imanımızı,
bu teslimiyetimizi gerçekleştirirken başımıza gelecekler konusunda biz
Rabbimizi vekil tayin ettik. Bundan sonra bizi neler bekliyorsa biz on-lardan
Rabbimizin kucağına sığındık, Rabbimizin koruması altına gir-dik. Biz kendimizi
Rabbimize teslim ettik. Öyleyse ey Rabbimiz, ey uğruna tüm başımıza gelecekleri
sineye çektiğimiz, hatırına her türlü işkenceyi göze aldığımız Rabbimiz:
Ey
Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğu için fitne kılma, bizi bu zâlimler
topluluğunun elinde oyuncak yapma. Onlar bu kâfir ve zâlim halleriyle, sana
kafa tutan bu durumlarıyla bizlere egemen olup, bazen öldürerek, bazen
zindanlara atarak, bazen kadınlarımızın kızlarımızın ırzlarına tasallut ederek,
bazen mallarımıza el koyarak, bazen eğitimlerimizi bozarak, bazen
haremlerimizin başörtülerine el atarak onların elinde bizleri oyuncak kılarak
bizi böyle ağır bir imtihana tâbi tutma ya Rabbi. Bizi dayanamayacağımız
iptilâlara uğratma ya Rab-bi.
Ya da bu
kâfirleri, bu zâlimleri bize karşı galip bir konuma, üs-tün ve egemen bir
konuma getirerek bizi onlar için onları da bizler için fitne konusu yapma ya
Rabbi diyorlar.
Bakın
Mümtehine sûresinde de İbrahim (a.s)’ın hicreti esnasında aynen böyle dua
ettiği anlatılır:
“Rabbimiz!
Bizi, inkâr edenlerle deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakîm
olansın.”
(Mümtehine
5)
Ey
Rabbimiz! Bizi kâfirler için fitne kılma! Bizi kâfirler için fitne sebebi
kılma. Kâfirlerin sapmalarına, sapıklıklarına bizi sebep kılma ya Rabbi. Eğer
kâfirler biz mü’minlere karşı galip gelirlerse, onlar kar-şısındaki savaşımızda
biz mağlup pozisyonuna düşersek bu onların küfürlerine yol açabilir,
küfürlerinde kemikleşip kendi hayatlarından emin bir duruma gelebilirler,
kendilerini haklı ve hak yolda görebilirler. Biz haklı olduğumuz için bu
mü’minlere galip geldik diyebilirler. Böylece onların küfürlerinde ısrarlarına
biz sebep olabiliriz. Onun için on-ları galip bizi mağlup bir konuma getirerek
onların küfürlerine bizi se-bep kılma ya Rabbi.
Ayrıca tâbi böyle
bir durumda dinlerinden habersiz yaşayan kimi zavallı mü’minler de kendilerini
haksız görecek bir konuma gelebilirler. Kâfirler karşısında aşağılık psikozuna
düşerek, onların haklılığını kabul ederek, onlara meylederek onların yollarına,
onların anlayışlarına, onların kafa yapılarına uygun bir biçimde din üretmeye,
din-lerini, inançlarını onlara doğru eğip bükmeye kalkışabilirler. Onlar
karşısında ezilmişliği, yenilmişliği soluklayarak dinlerini onlarınkine uygun
hale getirerek sürekli onlardan özür dileme aşağılığa düşebilirler. İşte
İbrahim (a.s) böyle dua ediyordu, bu Müslümanlar böyle dua ediyorlardı Allah’a.
Allah
korusun da işte şu anda iliklerimize kadar bunu yaşıyoruz. İslâm ümmeti şu anda
kâfirler karşısında bu yenilmişliği yaşamaktadır. Galip kâfir toplumları
karşısında Müslümanlar bu duruma düşerlerken onlar da bizdeki bu zaafı gördükçe
sürekli bizim dinimizi inceleyecekler ve onların bizim dinimizle alâkalı, bizim
inanç sistemimizle alâkalı, bizim tarihimizle alâkalı dediklerinin tamamını
kabul et-meye başlayacağız. İşte görüyoruz, Oryantalizm adı altında şu anda
adamlar bizim dinimizi inceliyorlar. Dininiz şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır,
kitabınızın fonksiyonu şöyle olmalıdır, peygamberinizin dindeki yeri şudur,
sünnet dininizde şu anlama gelmelidir diyorlar ve İslâm ümmeti içinde âlim
görünen kimi zavallılar da mal bulmuş mağribi gibi onlardan gelenlere sahip
çıkma ve topluma empoze etme kavgası vermektedir.
Tabi bu kâfirler
bizim içimizdeki bu piyonlarının bu tavırlarını gördükçe daha çok heveslenip
bizim üzerimize gelmeye devam edecekler. Öyle değil mi? Meselâ bir Goldizer
babasının hayrına mı araştırıyor hadisleri? Bir Kettani babasının hayrına mı
araştırıyor İslâm tarihini? Ne dersiniz? Bu Goldizer peygamberi çok sevdiğinden,
bizi çok sevdiğinden dolayı mı hadisle uğraşıyor? Kettani Müslümanlığından
dolayı, Rasulullah efendimize olan sevgisinden dolayı mı İslâm tarihiyle
ilgileniyor? Hayır hayır, İslâm’ı bozma konusunda, Müslümanların zihinlerini
idlal noktasında bir mantık geliştirmek ve geliştirdikleri bu mantığı bu ümmet
içindeki çömezlerine yetiştirip onlar vasıtasıyla bu ümmetin inancını bozmak
için yapıyorlar bunları. Alçaklar şu anda İslâm’ı araştırma, İslâm’ın
açıklarını bulma üniversiteleri kuruyorlar memleketlerinde ve harıl, harıl
çalışıyorlar.
Evet
Hz. Musâ’ya ve onun getirdiği mesaja iman eden azınlık bir grup böylece
Rab’lerine dua ettiler. Ve dediler ki:
Ey Rabbimiz
Rahmetinle, merhamet ve lütfunla bizi kâfirler topluluğundan da koruyup
muhafaza buyur. Biz sana güvenip tevekkül ettik, sen bizi bu zâlimlerin
şerlerinden rahmetinle muhafaza buyur dediler.
Evet şimdi
Rabbimiz vekaletlerini kendisine veren, kendisini vekil kabul edip işlerini,
durumlarını kendisine havale eden kullarını nasıl koruduğunu anlatacak. Nasıl korumuş
onları?
87. “Musâ
ve kardeşine: “Mısır'da milletimize evler hazırlayın; evlerinizi namazgah edin,
namaz kılın diye vahy ettik, inananlara müjde et.”
Evet buyuruyor ki Rabbimiz, biz
Musâ’ya ve kardeşine vahy ettik. Bizden vahiy bekleyen, bizden çözüm bekleyen,
işlerini bize havale eden kullarımıza vahy ettik. Neyi vahy etmiş Rabbimiz?
Kendiniz
için, kavminiz için Mısırda evler edinin, evler hazırlayın. Yâni şehirde,
ülkede Allah’ın elçileri ve beraberindeki Müslümanlar belli evler edinecekler,
evler hazırlayacaklar. Orada mü’minler eği-tim yapacaklar, dinlerini
öğrenecekler ve öğretecekler. Eğitim faaliyetini yürütmek üzere, mü’minleri
vahiyle yakından tanıştırmak üzere evler edinecekler, evler belirleyecekler.
Çocuklarını Firavunun materyalist eğitim sisteminden kurtarıp Allah’ın ve elçilerinin
istediği biçimde eğitmeye alacaklar. Belirledikleri bu evlerden Firavun ve
adamlarının haberleri olmayacak. Kendi iradeleriyle belirledikleri bu evlerde
gizliden gizliye eğitim faaliyetini yürütecekler.
Evet evlerini kıble edinecekler.
Evlerinde Müslümanca bir hayatın gereği olarak namaz kılacaklar ve bedenlerinde
Allah’ın söz sahipliğine imanlarını gündeme getirecekler. Bedenlerini Allah’ın
emrine verecekler. Böylece namazlarını, bireysel kulluklarını ikâme edecekler.
Yâni o evlerde bulunmalarının sebebi olarak sadece Allah’ın kıblesine
yönelecekler, sadece Allah’ın yörüngesine girecekler, sadece Allah’ın
hoşnutluğunu isteyecekler ve evlerini mescidler yapacaklar. Evlerini Allah’a
secde mahalli haline getirecekler. Allah’ın emirlerini uygulama alanı haline
getirecekler.
Elbette
Firavunlar mescidleri aslî fonksiyonlarından uzaklaştırmışlarsa, mü’minler o
mescidlerde Rab’lerine secde imkânlarını kaybetmişler, Rab’lerinin emirlerini uygulayarak
Onun önünde boyun bükme özgürlüklerini yitirmişlerse, açıktan açığa “Allahu
Ekber” diyemeyecek bir duruma gelmişler, açıktan açığa Allah’ın
istediği biçimde giyinemeyecek bir duruma gelmişlerse, mescidlerde açıktan
açığa Allah’ın âyetlerini öğrenme imkânları kalmamışsa, mescidlerde Allah’ın
talimatlarının yerini Firavunların talimatları almışsa o zaman kendi
iradeleriyle belli evler edinmek zorunda kalacaklardır. Orada Allah’ın istediği
bir hayatı, Allah’ın istediği bir kulluğu icra etmek zorundadırlar. Yâni en
kötü şartlar altında bile Rabbimiz mü’minlerden kendi rızasını
kazanabilecekleri, kendisine kulluğu icra edebilecekleri bir hareket, bir tavır
istemektedir.
Ey mü’minler, içinde bulunduğunuz
toplum ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, topluma egemen olan Firavunlar ne
kadar zâlim ve kâfir olurlarsa olsunlar unutmayın ki onların göremeyecekleri, onların
ellerinin uzanamayacağı mekânlar vardır Allah’ın mülkünde. Bilesiniz ki onlar
asla o mekânlara ulaşamayacaklardır. Onların gücü yetmeyecektir buna. Çünkü
onlar öyle sizin zannettiğiniz ve kendilerinin de size empoze etmeye
çalıştıkları gibi her şeyi bilen, her şeyden her an haberdar olan kimseler
değillerdir. Belki bu Firavunlar egemenlik bizdedir, biz her şeyi biliyoruz,
yaptığınız her şeyden haberdarız, nefes alışverişlerinizi bile kontrol
ediyoruz, bütün dünyayı gözetliyoruz, tüm dünyadan haberdarız gibi yalan yanlış
numaralarla, sihirlerle insanları aldatmaya çalışsalar da aslında onlar
ayaklarının önündeki çukurlardan bile haberdar olmayan zavallılardır.
İşte örneklerini gördük. En büyük
Firavunlar bile yanı başlarındaki insanların kurşunlarına hedef olarak geberip
gitmekten kendilerini kurtaramadılar. İşte Amerikan devlet başkanlarının,
İsrâil devlet başkanının, Mısırın Firavununun herkesin gözleri önünde gebertilirken
dünyanın en süper istihbarat teşkilatına sahibiz diye övündükleri teşkilatların
hiçbir şey yapamadıklarını gördük. Evet bu Firavunlar is-tedikleri kadar Allah
sıfatlarını kendilerinde görsünler, istedikleri kadar kendilerinin tanrı
olduklarını iddia etsinler Allah’tan başka hiç kim-senin insanları, dünyayı
kontrol etme, insanların yaptıklarından haberdar olma imkânı da, gücü de
yoktur.
Evet
Rabbimiz Mısırdaki mus’taz’aflara diyor ki kendinize evler edinin. Evlerinizi
Allah’a kulluğa tahsis edilmiş mescidler haline getirin. Orada Allah’ın
istediği biçimde namazlarınızı, bireysel kulluklarınızı ikâme edin.
Birbirlerinize kenetlenip Allah’ın istediği gerçek İslâm kardeşliğini ve
dayanışmasını gerçekleştirin. Eğer böyle yaparlarsa ey peygamberim sen onlara
şunu müjdele:
Mü’minlere
dünyada izzet ve şeref, galibiyet ve hâkimiyet, âhirette de cennetimi ve rızamı
müjdele. Eğer böyle Allah’ın kendilerinden istediğini yaparlarsa, Allah onları
düşmanlarına galip getirecek, onları Firavunun zulmünde kurtaracak, kölelik ve
zillet içinde bir hayattan özgürce bir dünya hayatına çıkaracaktır. Dünyada
böyle şerefli bir hayat, âhirette de gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı
ni-metler onları beklemektedir onları. Ama eğer onlar mutlak güç ve kudret
sahibi olan Allah’ın kendilerinden istediği bir hayata yönelmez-lerse,
kendileri bilir, zâlimlerin, despotların elinde oyuncak olarak rezil rüsva bir
hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklar.
88. “Musâ:
“Rabbimiz! Doğrusu sen Firavuna ve erkanına ziynetler ve dünya hayatında mallar
verdin. Rabbimiz! Senin yolundan şaşırtmaları için mi? Rabbi-miz! Mallarını yok
et, kalplerini sık; çünkü onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar” dedi.”
Evet Musâ (a.s) dedi ki ey Rabbim
muhakkak ki sen Firavuna ve onun melesine, onun etrafındaki yardakçılarına,
destekçilerine bolca dünya malı ve ziynetlerini verdin. Onlara güç verdin,
iktidar verdin, imkân verdin, fırsat verdin, makam verdin, siyasal ve ekonomik
güç verdin. Ey Rabbim, sen bütün bunları bu hainlere, bu zalimlere insanları,
senin kullarını senin yolundan saptırsınlar diye mi verdin? Ellerindeki bu
imkânlarla senin kullarını sana kulluktan koparıp kendilerine kul köle
edinsinler diye mi verdin? Ya Rabbi bu zalimlerin mallarını yok et. Ellerindeki
bu imkânları al. Saltanatlarını ve zulümlerini bitir. Kalplerini sıkıp huzursuz
et, çünkü onlar can yakıcı azaplarını görmedikçe iman etmezler. Darda ve zorda
kalmadıkça senin gücünü, kudretini, kendilerininse âciz ve güçsüz zavallı varlıklar
olduklarını anlayamazlar. Onlar başka türlü gerçeği anlamazlar.
Gerçekten
de işte şu anda güç kuvvet, egemenlik ve saltanat kendi ellerinde olduğu için
pek çok kâfirin kendi yollarından, kendi hayat programlarından emin
olduklarını, mutmain olduklarını, küfürlerinde kemikleştiklerini görüyoruz. Ne
var bizim hayatımızda? Ne var bizim yolumuzda? Eğer bizler şu anda yanlış yolda
olmuş olsaydık, elbette Allah bizi cezalandırır ve bize bu imkânları vermezdi.
Biz haklıyız ki Allah bize bunları veriyor. Biz doğru yoldayız ki şu anda
mü’-minler bizim egemenliğimiz altındadır. Eğer şu müslümanların yolu doğru
olmuş olsaydı, elbette onlar bize egemen olurlardı, onlar bize muhtaç olurlardı
diyorlar.
89. “Allah:
“İkinizin duası kabul olundu. Dürüst hareket edin; bilmeyenlerin yoluna asla
uymayın” dedi.”
İşte Rabbimizin elçilerinin
dualarına cevabı. Ey elçilerim, ikinizin duaları da kabul edildi. Dualarınız kabul
gördü. Duanıza icâbet edildi. Siz Rabbinizin istediği şekilde dosdoğru hareket edin.
Rabbi-nizin dosdoğru yolunda, sırat-ı müstakîminde olun. Hiç bir şey bilmeyenlerin,
vahyi tanımadıkları, vahye teslim olmadıkları için kendi hevâ ve hevesleriyle
hareket edenlerin yoluna asla uymayın. Evet bu ifadeden anlıyoruz ki artık
mücâdelenin sonuna yaklaşılmıştır. Artık Rabbimiz onların dualarını kabul
edecek, dualarına icâbet edecek ve ortak düşmanları olan Firavun oğullarının
defterini dürecekti. Rab-bimiz elçilerinin dualarında konu edindikleri zâlim
Firavun oğullarının elindeki ekonomik ve siyasal güçlerini alacak, onları zelil
ve rüsva e-decek âhirette de dayanılmaz bir azap olan cehennem azabına gönderecekti.
90. “İsrâil
oğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla
artlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: “İsrâil oğullarının inandığından
başka ilâh olmadığına inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım” dedi.”
İşte şu anda dünyanın en büyük
olaylarından birisi gerçekleşecekti. Şu okuduğum âyetlerde ortaya konulan hadise
Kur’an’ın anlattığı çağlardan, zaman dilimlerinden birisinin bitip bir başka çağın
başlangıç hadisesidir. Kur’an-ı Kerîm Hz. Âdem’le başlayan insanlık tarihinin
bu âyetle anlatılan Hz. Musâ ve
beraberindeki Müslümanların denizi sağ salim karşıya geçip Firavun oğullarının
denizde boğulması ve ondan sonra Musâ (a.s)’a Tevrat’ın verilmesine kadar ki zamana
“Gurûn’ul
ûlâ” ve bu hadiseyle başlayan ve Rasulullah efendimize Kur’an-ı Kerîmin
gönderileceği zamana kadar geçen döneme de “Gurûn’ul vüstâ”der.
Evet dünyanın birinci döneminin
bitip ikinci döneminin başlayacağı bir hadise gerçekleşiyordu. Rabbimiz peygamberini
ve onun safında yer alan mü’minleri savaşa sokmadan, onları hiç bir eziyete
sokmadan gözlerinin önünde düşmanlarını helâk edecekti. Düşmanları karşısında
uzun bir mücâdele sürecini yaşamış, bıkıp usanmadan Firavun ve hempaları
karşısında Allah’ın istediği direnci göstermişlerdi. Erkek evlâtlarının
öldürülmesinden kızlarının hayasızlaştırılmasına varıncaya kadar en kötü
işlerde işkenceler altında köle olarak çalıştırılmalarına varıncaya kadar her
şeye göğüs gerip mücâdelelerini sürdürmüşler. Ve işte artık bütün bunlardan
sonra birinci çağın son elçisi Hz. Musâ bu olaydan itibaren ikinci çağın ilk
elçisi olarak beraberindeki mü’minlerle birlikte bir zâlimin yıkılışına şahit
oluyorlardı.
Evet
Allah’ın emrine uyarak bir gece beraberlerinde Allah’ın peygamberi Musâ olduğu
halde İsrâil oğulları Mısırı terk ederler. Ertesi sabah onların kaçtığını haber
alan Firavun hemen kentlerine haber salar ve çok büyük bir ordu hazırlar ve
arkalarından harekete geçer. Elbette efendiler kölelerini asla kaybetmek
istemezler. Bu adamlar şimdi bizi terk edip giderlerse biz ne yaparız? Bizim
işlerimizi kim görecek? Onlarsız biz ne yaparız? Nasıl yaşarız? Diyerek onları
yakalamayı hedefler. Bir de onlar bizim kontrolümüzden çıkarlarsa, ken-di
başlarına kalırlarsa ne olur ne olmaz belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü
anlayıverirler diye onları takibe karar verir.
Bir hesabı vardı Firavunun ama
Allah’ın da bir hesabı vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki
tüm Firavunî güçlerin Müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Ama Allah’ın da
bir hesabı vardır. İsrâil oğulları kaçıyordu. Bıktıkları usandıkları kölelikten
kaçıyorlardı. Özgürlük aramak için kaçıyorlardı. Namuslarını iffetlerini
kurtarmak için, hürriyete kavuşmak için, inançlarını yaşayabilecekleri bir
ortama kavuşmak için kaçıyorlardı. Mısırda kölelik içinde bir hayat
yaşamaktansa çölde seve seve açlığı ve ölümü yudumlamak için ka-çıyorlardı. Firavun
arkalarından yetişmişti. Müslümanlar iki tehlike arasına sıkışıp kalmışlardı.
Bir tarafta Firavun ve ordusu, öbür tarafta deniz.
Düşünebiliyor
musunuz? Gerçekten de yeryüzünün en büyük olayı cereyan ediyordu. Öyle bir an
geldi ki akıllara durgunluk veren yeryüzünde emsali görülmemiş bir olay
yaşandı. Firavun gariban Müslümanların arkalarından yetişmişti. Önlerinde alabildiğine haşin bir
deniz arkalarında da azgın Firavunun orduları. İsrâil oğulları işte böyle bir
kaos içindeydiler. Allah’ın yardımıyla deniz yarıldı ve İsrâil oğulları karşıya
geçtiler sağ salim. Arkalarından yeryüzünün en büyük gücü, yeryüzünün en büyük
devleti komutanlarıyla, askerleriyle onlar da arkalarından o yola girdiler. Tam
denizin ortalarına geldiklerinde; Allah denizin gemini, zimamını salıverdi.
Deniz eski haline geldi ve Firavun oğulları tümüyle denizin altına gömülüp
hayata veda ettiler. Yeryüzünün en güçlü adamı, en müstekbir insanı Firavun
suda boğulurken şu sözü söylemekten kendini alamıyordu:
"İnandım
ki İsrâil oğullarının iman ettiği Allah’tan başka ilâh yokmuş. Ben de Müslümanlardanım!"
Gerçekten
bugün bu sözü tüm dünya müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya
Firavunlarına duyurmalıyız bu sö-zü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç
kuvvet olduğunu zanneden zâlimler! Firavunun söylediği bu sözü sizler ne zaman
söyleyeceksiniz? Size hiç bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz
bunu? Ama Firavuna fayda vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de
hiç bir faydası olmayacaktır.
91.
“Ona: “Şimdi mi inandım? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.”
dendi.”
Firavun ben
inandım ki İsrâil oğullarının inandığı ilâhtan başka ilâh yoktur. Ama bunu
ölürken söylüyordu hain. Allah diyor ki şimdi mi inandın? Halbuki daha önce
başkaldırmış, bozgunculuk etmiştin. Halbuki şimdi inandım dediği ilâhın
gönderdiği Musâ’yı dün öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâhın dinini
reddetmiş, o İlâhın gönderdiği peygamberi reddetmiş, o İlâha inanan İsrâil
oğullarına kan kusturmuş kendinin ülkesinin yegâne ilâhı olduğunu ilân etmişti.
Şimdi ölürken inandım dediği İlâhın hayat programına itiraz etmişti.
Kendi yasalarını toplumda hakim
kılabilmek için O İlâhın yasalarına geçit vermemişti. Kendi arzularını Allah’ın
arzularına tercih etmişti. Allah’ı reddedip kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamayı yeğlemişti. Şimdi O İlâhın gücünü kudretini
görmüş ve pişmanlık ortaya koyuyordu. Hayatı boyunca reddettiği Allah’a geberirken
iman etmeye çalışıyordu.
İşte kıyâmete
kadar gelecek nesiller içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen,
yeryüzünde Rabliğini iddia ederek Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan, Allah
yasalarını ilga ederek kendi yasalarını insanlara dayatan, Allah’ın kullarını
Allah’a kulluktan çıkarıp kendisine kul köle edinen, Allah kullarının
inandıkları gibi yaşamalarına, inandıkları gibi giyinmelerine, inandıkları gibi
hareket etmelerine izin vermeyen tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle boğulup
giderken Firavun şu mesajı veriyordu: Gelin ey beni taklit edenler, ey benim
yolumdan gidenler, ey benim gibi Allah’la savaşa tutuşanlar, yeryüzünde Allah’a
hayat hakkı tanımayarak, yeryüzünde Allah yasalarının, Allah sisteminin
uygulanmasına izin vermeyerek, Müslümanlara zulmederek Allah’la savaşa
soyunanlar, gelin sizler de benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ben imanı son
dönemime tehir etmiştim. Ama gördünüz ki o iman benden kabul edilmedi. Siz bunu
önceden anlayın da benim durumuma düşmeyin. Şimdiden hatalarınızdan dönüp,
tâğut-luklarınızdan vazgeçip Müslümanlığınızı ilân edin ve kurtulun diyordu.
Anlayanlara mesajlar sunuyordu Firavun.
Evet işte
Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan kimselerin
âkıbeti böyle oldu. Hepsi de geberip gittiler. Güçleri kuvvetleri, orduları,
planları, silahları hiç bir işe yaramadı. Çünkü karşılarında Allah vardı. Onlar
zannediyorlardı ki karşılarında gariban üç beş Müslüman var ve onların çabucak
hakkından gelebilecekler. Ama işte gördük ki Allah her zaman galip gelmiş,
Allah düşmanları her zaman mağlup olurken Allah taraftarları her zaman üstün
olmuşlardır.
92. “Senden
sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için bugün sadece senin cesedini çıkarıp
(sahile) atacağız,” dedik. Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden habersizdir.”
Evet bu âyetlerde anlatılan
konular gerçekten çok önemlidir. Rabbimizin duyurduğu bu haberlerini tüm insanlığa
duyurmak zorundayız. Önce kendimize duyurup sonra da tüm insanlığa, kendini Firavun
kabul edenlere, Firavun rolü oynamaya çalışanlara, Firavun safında yer
alanlara, Firavunların hizmetinde olanlara, Firavunlarla birlikte olanlara,
kendisini Musâ safında görenlere, tüm insanlara duyurmalıyız bunu. Eğer
Rabbimizin bu müthiş haberlerini Firavunlara duyurabilirsek, Firavunların
köleleştirdiği insanlara duyurabilirsek, ya da bulundukları bölgelerde
Firavunları uyarmaları gerekirken bundan korkup kaçan insanlara duyurabilirsek
herkes durumunu anlayacak ve Allah’a kulluğa yönelecektir.
Çünkü bu olay sadece tarihin
belli bir döneminde, belli bir coğrafyasında cereyan etmiş bir olay değildir.
Şu anda da dünyanın pek çok yerinde yaşanan bir olaydır. Dünyanın pek çok
yerinde küçük küçük de olsa tanrılık iddiasında bulunan, insanları Allah’a kulluktan
koparıp kendisine, kendi yasalarına kulluğa çağıran pek çok Firavunlar vardır.
Güç kuvvet bendedir, egemenlik bendedir, benim istediğim gibi yaşamazsanız
asarım, keserim diyen, kendilerini Firavun gören pek çok tanrı taslakları
vardır. Onun için gelin Firavunun sonunun nasıl olduğunu bu insanlara anlatalım.
Anlatalım da hem Firavunlar hem de şu anda onlara kulluk edenler bilsinler bu
gerçeği.
Allah
buyuruyor ki; senden sonra gelenlere bir âyet, bir ibret olsun diye işte senin
cesedini ortaya çıkarıyoruz. Cesedini çıkarıp karaya atıyoruz. Bilemiyoruz da
belki yıllar yılı Firavun sisteminin eğitiminden geçmiş, Firavunun tanrılığı
altında bir hayat yaşamış, kölelik ruhlarına sinmiş İsrâil oğulları tanrı
bildikleri Firavunun öldüğüne inanmayacaklar, onun yıkılışına evet
diyemeyeceklerdi. O ölmedi, kayboldu, ama yakında yine çıkacak, gelecek diyeceklerdi.
Tıpkı şu anda bâtılı destekleyen ve bâtılın yıkılıp gidişine üzülen hak taraftarı
Müslümanlar gibi. Allah onlara bizzat Firavunun cesedini gösterdi ki onun
hegemonyasından kurtulduklarını kesin bilsinler ve artık ölüsünden bile korkar
bir durumdan kendilerini kurtarsınlar, kıyâmete kadar insanlar anlasınlar ki
Firavunlar da ölürler. Anlasınlar ki Firavunlara kulluk yapılmaz. Anlasınlar ki
Firavunların yasaları uygulan-maz. Anlasınlar ki kulluk edilecek sadece Allah’tır...
93.
“Andolsun ki, İsrâil oğullarını iyi bir yere yerleştirdik, onlara temiz
rızıklar verdik, kendilerine bir bilgi gelene kadar ayrılığa düşmediler.
Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde şüphesiz kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.”
Evet İsrâil
oğullarını, mus’taz’afları, zayıf düşürülenleri, Fira-vunî sistemler tarafından
hakları hürriyetleri ellerinden alınan
kavmi Allah yeryüzünde iyi bir konuma yerleştirdi. Helâk edilen Firavunun ülkesine vâris kıldı.
Onlara güzel güzel rızıklar verdi. Bıldırcın eti, kudret helvasıyla onları
besledi. Müstekbirleri, zâlimleri, Allah’ın yasalarına karşı gelenleri, Allah’ın
yasalarına savaş ilân edenleri suda boğarak kökünü kestiği gibi mus’taz’afları da yeryüzüne hakim kıldı.
Zâlimlere hayat hakkı tanımadığı gibi kendi yolunda giden, kendisine kulluk
eden garibanları da yeryüzünde en büyük nîmetlerle nîmetlen-dirdi Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla; ya o
helâk edilen zâlimlerin top-raklarına, onların yerlerine yurtlarına vâris kılıyordu
Rabbimiz mü’-minleri ya da yeryüzünün başka coğrafyalarında mü’minlere hakimi-yet
veriyor onları egemen kılıyordu. Kudüs civarındaki Şam bölgesi ya da daha geniş
tutacak olursak Nil nehriyle Fırat arasındaki bugünkü Yahudilerin “Arz-ı
Mev’ud” dedikleri topraklara yerleştirdi Rabbimiz onları.
Bu Yahudiler bugün bu toprakların
kendilerine vaadedildiğini iddia ediyorlar. Aslında bu topraklar işte âyet-i
kerîmede görüyoruz ki Yahudilere değil Müslümanlara vaadedilmiş topraklardır.
Rabbimizin etrafını mübârek kıldığı bu arzı orada Allah’a Allah’ın istediği
biçimde kulluk eden mü’min kullarına vaadetmiştir. Rabbimiz arzını her zaman sâlih
kullarına vaadetmektedir. Hiç şüphemiz
olmasın ki bu topraklar yakında gerçek sahiplerini bulacak ve Müslümanların olacaktır.
İşte bu da
yeryüzünde Rabbimizin değişmeyen yasasıdır. Yeryüzünde zayıf da olsalar,
sayısal yönden az da olsalar, müstekbirler tarafından köle konumuna da düşürülseler
eğer mus’taz’aflar sabrederler, dirençlerini kaybetmezler ve Allah’ın
kendilerinden istediği gibi olmaya çalışırlarsa sonunda mutlaka Allah’ın
yardımı gelecek ve düşmanları helâke mahkum olurken kendileri de yeryüzüne
egemen olacaklardır. Bu Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır ve bu konuda zerre
kadar şüpheniz olmasın. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
94.
“Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz Kitapları
okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın şüphelenenlerden
olma.”
Evet Rabbimiz buyuruyor ki ey
peygamberim, eğer sana indirdiğimiz bu kitaptan şüphede isen, küfür dünyanın,
şirk dünyanın ekonomi anlayışlarıyla, felsefe anlayışlarıyla, sosyoloji anlayışlarıyla,
tarih anlayışlarıyla, hayat anlayışlarıyla senin içine atmaya çalıştıkları bozukluklar
sebebiyle eğer sana indirdiğimiz bu hayat programının doğru olup olmadığı
konusunda eğer içinde, kalbinde bir tereddüt varsa o zaman haydi şu daha önce
kendilerine kitap indirdiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlara bir sor bakalım.
Aslında Rabbinden indirilenler konusunda Rasulullah efendimizin her hangi bir
şüphe içinde olması mümkün değildir ama bu âyet Enbiyâ sûresindeki şu âyetin
muhtevası gibidir.
“Eğer
bilmiyorsanız zikir ehline sorun!”
(Enbiyâ 7)
Âyetinin
mânâsı gibidir. Âyetin anlamı anlayabildiğimiz kadarıyla ey mü’minler,
bilmediklerinizi gidin bilenlere sorun demek değildir. Âyetin ma kabline ve ma
ba’dine bakılırsa mânânın hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Ama âyeti böyle
cımbızla çekercesine Kur’an bütünlüğünden, sûre bütünlüğünden soyutlayarak
anlamaya kalkarsanız o şekilde düşünmeniz mümkün olacaktır. Allah burada buyurur
ki ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Eğer sizler bu kitabın,
bu Kur’an’ın Allah’tan geldiği konusunda her hangi bir şüphe içindeyseniz, bir
kuşkunuz varsa bu konuda, o zaman hadi zikir erbabına, fikir erbabına, Tevrat
ve İncil erbabına gidin bir sorun bakalım. diyor Allah. Yâni bu Kur’an’dan bir
şüpheniz varsa, bir endişeniz varsa. Değilse gidin onlara sorun falan demiyor
bu âyet. Zikir kitap demektir. Ehli zikir de ehl-i kitap demektir. Yâni Yahudi
ve Hıristiyanlar demektir. Ama Müslümanlar kavramları değiştirdikleri için
bütün bu mânâlar yok olup gitmiştir.
Evet bu
konuda Yahudi ve Hıristiyanlara bir şeyler sormak yasaktır aslında. Yâni bu
Kur’an’ın sağlamasını Yahudi ve Hıristiyanlarla yapmak anlamına gelecektir ki
biz mü’minler kesinlikle bundan men edilmişizdir. Bu bâtıldır. Bizim onlara
soracak, onlardan öğrenecek hiç bir şeyimiz yoktur. Allah’ın Resûlü de asla
onlara uymayacak, asla bu konuda onlara bir şey sormayacaktı.
Ama
maalesef bu âyetleri farklı anlayan günümüz Müslümanları arasında Kur’an’dan
daha kesin, Kur’an’dan daha üstün yol göstericiliğine inanılan teoride ya da
pratikte pek çok kitap vardır. Nice kitaplar vardır ki ortada maalesef
Müslümanlar Kur’an’dan önce onlara ittiba ediyorlar, bundan önce onları
okumaya, onlardan bilgilenmeye ve bu kitabın sağlamasını onlarla yapmaya
çalışıyorlar. Âdeta bu kitapları ellerinden ve dillerinden düşürmemeye çalışıyorlar.
Halbuki hiç bir kitap bu kitaba tercih edilemez. Hiç bir kitap bu kitabın önüne
geçirilemez. Hiç bir kitap bu kitabı yargılayamaz. Çünkü bu kitap Allah’tan
gelmiştir. Bu kitap hak bir kitaptır. Bu konuda zerre kadar şüphe edenlerden
olmamalıyız.
Belki şu
anda peygamber efendimiz dönemi sihirbazlarından çok daha fazla etkin
sihirbazlar var. Ve bir de maalesef şu anda Müslümanlar kitaplarından habersiz
bir hayat yaşıyorlar. Bu sihirbazların sihirlerinden etkilenme durumu o güne
nazaran daha fazla olabileceği için Müslümanların Allah’ın gönderdiği kitap
konusunda, hayat programı konusunda şüphe içine düşmüş olanlar olabilir. Onun
için hak Rabbinizden gelendir, bu konuda en ufak bir şüpheniz olmasın diyor
Rabbimiz. Çünkü işte görüyoruz ki en yanlış yolda olan, Allah’tan gelenlere
karşı en azgın bir tavır sergileyen Firavunlar bile Allah’ın âyetleri
karşısında yanıldıklarını itiraf ediyorlar.
95.
“Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, yoksa kaybedenlerden olursun.”
Bir de ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olmayın.
Yoksa kaybedenlerden, hüsrana mahkum olanlardan, hem dünyada hem de yarın
âhirette eli boşa çıkanlardan olursunuz.
Allah’ın âyetlerini yalan saymak,
yok farz etmek, kaale almamak, âyetlere rağmen onlardan habersiz bir hayat
yaşamak, demektir. Veya diliyle onlara inandığı halde amelen onları küfretmek
demektir. Meselâ biliyor adam, anlıyor âyetlerin ne dediğini, ama imanını ey-leme
dönüştürmüyorsa, inandığı, bildiği âyetlere imanını amele dönüştürmüyorsa işte
bu da yalan saymadır.
Yalan
saymak küfürden biraz farklıdır. İnkâr etmek âyetleri tümüyle reddetmek ve
inanmamak demektir. Ama yalan saymak âyetlere inanmakla beraber gereğini yerine
getirmemek demektir. Meselâ adam inanıyor namazın farz olduğuna, ama yine de
kılmıyor. İnanıyor tesettürün farziyyetine, ama yine de örtünmüyor. İnanıyor
âhiretin varlığına, ama öyle bir hayat yaşıyor ki hayatında bu inancın kokusunu
bile görmek mümkün değildir. İşte bu da âyetleri yalan saymak, âyetleri boşa
çıkarmak, âyetlerin varlık sebebini kaldırmak demektir. İşte böyle Allah’ın
bunca âyetlerine rağmen sanki onlar yokmuş gibi bir hayat yaşayanlar kaybetmişlerdir.
96,97.
“Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, can yakıcı azabı görene kadar
kendilerine gelen her türlü belgeye bile inanmazlar.”
İşte böyle Allah’ın âyetlerini
yalanlayanlar üzerine, onlar hakkında Allah’ın hükmü hak olup kesinleşmiştir.
Evet Allah’ın bu zâlimler üzerindeki hükmü hak oldu. Neydi bu Allah’ın onlar
konusundaki hükmü? Onlar iman etmeyecekler. Cehennem ashabıdır onlar ce henneme
gideceklerdir. Önceki âyetlerde de geçmişti, Allah onların kendi hür
iradeleriyle kendileri hakkındaki tercihlerini onaylamıştır. Yâni bu konuda
onlar asla mazur değillerdir. Bunu kendileri istemiş-ler, Allah’ın âyetlerini
yalan saymışlar, yok farz etmişler, âyetlerle il-gilenmemişler, kendilerini
yoktan var eden ve yaşadıkları bu hayatı kendilerine lütfeden Rab’lerini
tanımadan, o Rabbin hayat için koyduğu yasalarını, kitabını tanımadan, o Rabbin
âyetlerini örterek, örtbas ederek, o âyetleri kendilerine ulaştırmaya çalışan
Allah’ın elçilerini susturmaya çalışarak, onlara hayat hakkı tanımayarak bir
hayat yaşadılar.
İşte böyle
yaşayanlara ne kadar âyet gösterirseniz gösterin, ne kadar delil getirirseniz
getirin asla iman etmeyeceklerdir, ta ki ken-dilerine can yakıcı azap gelene
kadar. Azapla karşı karşıya gelene kadar onlar iman etmeyecekler diyor
Rabbimiz. İşte sûrede anlatılan Firavun imanını son anına bıraktı. Allah’tan
kendisine yüzlerce âyet geldiği halde, gerçeği bildiği halde denizde boğulacağı
ana kadar, can yakıcı bir azabın girdabına düşeceği ana kadar iman etmedi de
ancak o zaman iman etmeye kalkıştı. Ama böyle bir durumda, azap gelirken
akıllarını başlarına alıp, tevbe edip imana yönelen ve bu imanları, bu
tevbeleri kendileri için fayda veren tarihte sadece Yunus (a.s)’ın toplumudur.
98.
“Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin!
İşte Yunus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı
onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik.”
Evet bir kasaba halkı, bir köy
halkı, bir şehir, bir ülke insanları yaşadıkları küfür ve şirke dayalı bir
hayatın sonunda Rab’lerinden kendilerine gelecek azabın ucu göründüğü zaman da
bari Rab’lerine dönüp yalvarsalardı Rab’leri onları affedecek, mağfiret edecekti.
Ama tarihte bu fırsatı değerlendirip Allah tarafından son anlarında affa mazhar
olarak Yunus (a.s)’ın toplumundan başkası da olmamıştır. Yunus (a.s)’ın kavmi
bu konuda apayrı bir kavim ve bu dönüşe en güzel bir örnektir.
Allah’ın
elçisi Hz. Yunus rivâyetlere göre Ninova’ya peygamber olarak gönderilir ve
toplumunu Allah’tan aldığı görevle uyarır. Toplum onu dinlemez. Toplumunu
Allah’tan kendilerine gelmekte olan bir azapla uyarır. Ama henüz azap gelmeden,
Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden toplumunu terk eder. Toplumun inkârcı
tavırları karşısında, yola gelmeyişleri karşısında siliverir onları. Belki gülmüştü
yüzlerine, belki acı bir tebessüm atmıştı, belki nefret etmişti ama acele
etmişti. Kaçmıştı görevden.
Halbuki bir peygamberin Allah’tan
kendisine hicret emri gelmeden görev mahallini terk etmemesi gerekiyordu.
Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da ölmeyecekti tabii.
Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar ateşe atacaklar ama yine de gitmeyecekti
oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca başımıza nelerin
geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders ver-me adına
gitti. Bize bir m
Kur’an’ın ifadesine göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden
kaçtığı gibi toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi. Yolda bir fır-tına sonucu
alabora oldu ve gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s) kendi suçluluğunun
farkındaydı ya, belki bizzat kendisi bunu teklif eder ya da kura kendisine
çıktığı için denize atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra denizde
bir balık tarafından yutulur. Sonra o balığın karnında hatasını anlayıp dua dua
yalvararak Rabbinden affını diler. Sonra Allah onu affeder. Sonra Allah Onu seçer,
seçilmişlerden kılar da tarihte helâkten dönen tek kavim olan kavme yine Onu
peygamber olarak gönderir.
Evet
Yunus (a.s)ın toplumu peygamberleri Yunus (a.s) aralarından ayrılıp gidince
onun vaadettiği azabın kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu görürler ve hemen
hatalarını anlayıp akıllarını başlarına alırlar. Hemen tevbe edip Rab’lerine
kulluğa dönerler. Böylece azabın yaklaşması anında gerçekleştirdikleri bu
tevbeleriyle tüm insanlığa en büyük bir örnek oluştururlar. Evet kendilerine Allah’ın
el-çisi tarafından verilen azap süresi dolunca tevbe ettiler, Rab’lerinden af
dilediler de Allah da onları affetti ve üzerlerine gelmekte olan azabı kaldırdı
Rabbimiz. Nihâyet Hz. Yunus Kavminin helâk olmadığını, tev-beleri sonucu Allah’ın
onları affettiğini öğrenince tekrar onlara dönüp geldi de kavmi ona iman
ettiler.
99.
“Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. öyle
iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”
Evet
Allah’ın Resûlü zaman zaman insanlar yola gelmiyorlar diye üzülüp
hayıflanıyordu. Cehenneme doğru giden insanları görüyordu çevresinde ve
üzüntüsünden kendisini yiyecek duruma geliyordu. Çevresindeki insanların cehenneme
gidişini gördüğü halde bir Müslümanın buna razı olması asla mümkün değildir.
İşte Allah’ın Resûlü bu insanları
cehennemden engellemek ve cennete kazandırmak için çareler arıyordu. Acaba ne
yapsam da bu insanları hidâyete ulaştırsam? Nasıl etsem de bunları cennete kazandırsam?
Bu konuda öyle haristi ki Allah’ın Resûlü elinde avucunda, evinde, cebinde nesi
varsa hepsini bu uğurda harcamaya çalışıyordu. Yapması gerekenleri yapıyordu da
acaba bundan başka daha ne yapsam? diye çırpınıyordu.
Bakın
Rabbimiz buyuruyor ki ey peygamberim, bu konuda kendini yiyip bitirecek bir
noktaya gelmene gerek yok. Unutma ki eğer Rabbin dileseydi insanların tamamını
Müslüman yapardı. Allah dileseydi bu insanların hiç birisi kâfir olamazdı, hiç
birisi müşrik olamazdı. Allah öyle dileseydi bu insanların hiç birisi Allah’a
şirk koşamaz, Allah’a kafa tutamaz ve Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayamazdı.
Eğer bu insanlar yeryüzünde şu anda küfrü, şirki tercih edebiliyorlar ve
Allah’a rağmen, Allah’ın âyetlerine rağmen diledikleri gibi bir hayatı yaşama
imkânı bulabiliyorlarsa unutmayasın ki bu da Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasası
gereğidir. Allah’ın bunlara verdiği bir iznin sonucudur.
O halde bu
insanları imana sen mi zorlayacaksın? Halbuki onların hidâyete gelmesi senin
planlarına, senin programlarına bağlı değildir. Şüphesiz ki ey peygamberim sen
dilediklerini hidâyete erdiremezsin. Allah yasaları gereği özgür iradesiyle
küfrü ve şirki seçen bir kimseyi ne sen ne de bir başkası asla hidâyete ulaştıramaz.
Bu iş sadece Allah’ın elindedir. Bu Allah’ın koyduğu bir yasadır. Bunu kimse
değiştiremez.
Öyleyse ey peygamberim, senin
vazifen ölmüşleri diriltmek değildir. Sen ancak korkmadan, çekinmeden, açıkça
sana indirdiğimizi anlat ve ötesini düşünme. Eğer Allah dileseydi onların tümünü,
insanların tamamını hidâyet üzere, İslâm üzere toplardı. Ama Rabbin böyle
dilememiş ve böyle olmamıştır.
100.
“Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse inanmaz, O, aklını kullanmayanlara kötü bir
azab verir.”
Allah dilemedikçe sen bu
kâfirleri hidâyet edemeyeceğin gibi, yine Allah dilemedikçe, Allah izin
vermedikçe hiç kimse de mü’min olamaz. İnsanların imana yönelişleri de Allah’ın
iznine tabidir. Ama tabii Allah’ın bu konudaki izninin gelmesi de kişinin özgürce
kendi tercihini bu istikâmette kullanmasıyladır. Kişi hür iradesiyle tercihini imandan
yana, mü’min olmadan yana kullandığı takdirde Allah izin verir değilse Allah’ın
izni gelmez. Çünkü bilesin ki Rabbin küfrü, şirki, pisliği, murdarlığı ve en
kötü azabı akılsızlara, iradelerini kötüye kullananlara yazmıştır. Akılsızlar,
akıllarını kullanmayanlar kötü olacaklar, kötü bir azabı hak edecekler. Ama
onları kâfir yapan, onları bu kötü azabın mahkumu yapan Allah değil
kendileridir. Bu onların kendi tercihlerinin sonucudur.
101.
“Göklerde ve yerde neler var, bir bakın” de. İnanmayacak bir millete âyetler ve
uyarmalar fayda ver-mez.”
Böyle Allah’ı ve Allah’ın
âyetlerini diskalifiye ederek, örterek, örtbas ederek yaşayanlara deki
peygamberim, göklere ve yeryüzüne bakın. Bir bakın göklerde ve yerlerde ne var,
ne yok? Şu Rabbinizin göklerde ve yerde yarattığı ve size arz ettiği âyetlerine
bir baksanıza. Allah’ın âyetlerini bir gözlemlesenize. Dağlar, denizler,
dereler, ağaçlar, ırmaklar, bulutlar, ay, güneş, yıldızlar, taşlar, topraklar,
insanlar bunların hepsi Allah’ın âyetleridir. Allah’ın bu görsel âyetlerinin
yanında şu elimizdeki kitabın işitsel âyetleri de insanlara sunulmuştur. Ama
bütün bu âyetlerden ancak onlarla ilgilenen mü’min kimseler ibret alırlar.
İnanmayacak insanlar için bunca âyet hiç bir değer ifade etmeyecektir. Çünkü
onlar onlara dönüp bakmazlar, onlarla
gereği gibi ilgilenmezler, onların üzerinde düşünüp kafa yormazlar, anlamaya
çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği değil, ya
da kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları da değildir. Aslında bütün sebep onların
İslâm’ı, imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bunlar bu delillere karşı, bu
âyetlere karşı nötr davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz
davranıyorlar. Gerek görsel gerek işitsel, gerekse kendi enfüslerinde
gözlerinin önünde yığınlarla âyetlerin yanından geçiyorlar da görmüyorlar, görmek
istemiyorlar. Çünkü onlar tüm kapılarını, tüm pencerelerini kapamışlar ve kendilerine
hayat programı olarak gelmiş bunca âyetlere karşı müstekbirce bir tavır sergilemektedirler.
102.
“Kendilerinden önce geçenlerin başlarına gelen olaylardan başka bir şey mi
bekliyorlar? “Bekleyin, ben de sizinle beraber beklemekteyim” de.”
Evet bu halleriyle bu adamlar
başka değil kendilerinden öncekilerin başlarına gelenin kendi başlarına da gelmesini
bekliyorlar. Kendilerinden önce aynen kendileri gibi inanmamakta direnen, Allah’ın
âyetlerini örtbas ederek bir hayat yaşayan kimselere gelen tufanı, racfeyi,
sayhayı, azap günlerini, gazap günlerini bekliyorlar. Ken-dilerinden öncekilerin
başlarına gelenlerden ne kadar da gafiller? Kendilerinden önce Allah’la,
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın peygamberleriyle, Allah’ın hayat programıyla
savaşa tutuşanlar helâk olmadılar mı ki kendilerinin helâk olmayacaklarını
zannediyorlar? Kendilerinden önceki bu kadar güçlü toplumlar bitmedi mi ki
kendilerinin ellerindeki güçlerinin, saltanatlarının bitmeyeceğini
zannediyorlar? Nasıl da böyle bir aldanışın içinde bu insanlar?
Öyleyse
onlara de ki; Bekleyin ey kâfirler, ben de sizinle beraber beklemekteyim. Allah
âyetlerine karşı, Allah yasalarına karşı bu savunduğunuz yasalarınızın ne hale
geleceğini? Bu hayatınızın sizi nereye götüreceğini yakında siz de göreceksiniz
ben de göreceğim. Yakında kim galip kim mağlup onu siz de göreceksiniz ben de.
Allah yasalarını savunanlar mı galip gelecek, Allah düşmanları mı galip ge-lecek
pek yakında göreceğiz onu. Ya da kim haklıymış kim haksızmış onu yakında
birlikte göreceğiz. Allah yasaları mı hakmış haklıymış, sizin kendi
kafalarınızdan ürettiğiniz sistemleriniz mi haklıymış çok yakında göreceğiz
onu. Hangisi kokuşmuş, hangisi insanlığa gerçek mutluluğu sunuyormuş göreceğiz.
Bakın Allah’ın elçisi ne kadar kendisinden emin ve ne kadar huzur içinde bir
tavır sergiliyor kâfirler kar-şısında.
Elbette eğer bir Müslüman
gerçekten Müslüman’sa o huzurludur. Müslüman gerçekten Müslüman’sa o yolunda
emindir. Yolunun doğruluğundan kesin emindir ve huzur içindedir. İşte bakın
kendisine düşeni yapmanın huzuru içinde Allah’ın elçisi diyor ki bekleyin, ben
de sizinle birlikte beklemekteyim. O halde bizler de yapmamız gerekenleri
yaptıktan sonra diyeceğiz ki ey kâfirler bekleyin, sizinle birlikte biz de
bekliyoruz.
Evet dün
olduğu gibi şu anda da bir bekleyiş var. Kâfirler de bekliyorlar, Müslümanlar
da bekliyorlar. Allah’la savaşa tutuşanlar da bir bekleyişin içindeler, biz
Müslümanlar da bekliyoruz. Bakalım görelim Allah ne yapacak? Yakında onlar da
görecekler, bizler de göreceğiz. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Meselâ
bir Nuh (a.s) kendisine iman eden beş on Müslüman’la birlikte kâfirlere karşı
950 yıl beklemiş, Hûd (a.s) süper bir güç karşısında bir avuç garibanlarla
bekledi, Sâlih (a.s) Semûd’un güçlü kuvvetli zâlimlerine, kâfirlerine karşı bir
avuç Müslüman’la bekledi, Lût (a.s) sadece kendisine inanmış iki kızıyla bekledi,
İbrahim (a.s) büyük zâlim Nemrut tarafından ateşe atılana kadar bekledi, Musâ
(a.s) azgın Firavunun denizde ge-bertilişine kadar bekledi, Muhammed (a.s)
Allah’ın yardımı gelene ka-dar bekledi.
Şu anda biz de bekliyoruz, bizim
karşımızdaki kâfirler de bek-liyorlar. Bekleyelim bakalım Rabbimiz ne edecek?
Ne gösterecek? Kesin biliyor ve inanıyoruz ki Allah mü’minleri galip kâfirleri
de mağlup edecektir. Bu Allah’ın değişmez yasasıdır. Evet Allah düşmanları tarihin
her döneminde helâk edildi de:
103.
“Sonra Biz, peygamberimizi ve inananları böylece kurtarırız, inananları
(verdiğimiz söz gereğince) kurtarmamız Bize haktır.”
Kâfirleri, Allah düşmanlarını
helâk ederken, onların defterlerini dürerken peygamberi ve onun safında yer
alan mü’minleri işte böylece kurtardık diyor Rabbimiz. Biz bunu kendimize
yazdık buyuruyor Allah. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez bir yasasıdır.
104.
“Ey Muhammed! De ki: “Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki ben
Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Ancak, sizi öldürecek olan Allah'a
kulluk ederim. İnananlardan olmakla emrolundum.”
Evet onlara de ki peygamberim, eğer
benim dinimden, benim Rabbimden getirip size sunduğum bu hayat tarzından
şüpheleniyorsanız, hâlâ bu dinin Allah’tan geldiği konusunda, ya da dinlerin,
sistemlerin en güzeli olduğu konusunda kalpleriniz yakîn kazanmamışsa, eğer
hâlâ bu kitaptan, bu kitabın ortaya koyduğu ahlâka, eğitime, hukuka, siyasete,
sosyal yapılanmalara ilişkin, hayatın her bir alanına ilişkin yasalarından, bu
yasaların doğruluğundan şüphe ederek tüm bu konularda Allah’tan başkalarının
yasalarına yöneliyorsanız o zaman bilin
ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınızın hiç birisine tapmam. Sizin tüm
küfür anlayışlarınızdan, şirk anlayışlarınızdan uzağım. Ben sizin fikirlerinizden,
felsefelerinizden, sizin tüm hayat anlayışlarınızdan beriyim. Ben ancak sizi
dirilten ve öldüren Allah’a kulluk ederim. Çünkü tek öldüren, tek dirilten
Odur.
İşte ben böyle bir Allah’a teslim
olmakla emrolundum. Böyle bir Allah’a iman edenlerden olmakla, hayatımın her
bir anında böyle bir Allah’a teslim olanlardan olmakla emrolundum. Sizin gibi
hayatın bazı alanlarında Allah’a söz hakkı verip öteki alanlarında başka ilâhlara,
başka rab’lere kulluk etmemekle, hayatı parçalamamakla, hayatın tümünde Onun
yasalarını uygulamakla emrolundum. Çünkü sizin bu yaptıklarınız şirktir.
105,106.
“Muhammed'e “Yüzünü, hanif olarak yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta
tapanlardan olma; sana fayda da zarar da veremeyecek, Allah'tan başkasına
yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz, zâlimlerden olursun” denildi.”
Ve bir de şununla emrolundum ki
yüzünü hanif olarak Allah’a çevir. Sadece Ona yönel. Sadece Allah’a kul olmak
üzere, sadece Onun rızasını kazanmak üzere tüm varlığınla, aklınla, fikrinle,
düşüncenle, kalbinle, amelinle, gecenle, gündüzünle, işinle, aşınla, çolu-ğunla,
çocuğunla her şeyinle Allah’a yönel. Allah’ın rızasına yönel. Evet mü’min her
şeyiyle Allah’ın rızasına yönelmek zorundadır. Fıt-ratını bozmadan Allah’a
yönelecek. Allah’tan başkalarına kesinlikle kulluk etmeyecek, Allah’tan
başkalarını dinlemeyecek, Allah’tan baş-kalarının çektiği yere gitmeyecek,
Allah’tan başkalarına dua etme-yecek, onlara sığınmayacak. İşte bu, hanif olmanın,
mü’min olmanın gereğidir.
107. “Allah
sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse
O'nun nîmetini engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O,
bağışlayandır, merhametlidir.”
Allah’tan sana bir sıkıntı, bir
üzüntü gelirse bilesin ki onu Ondan başka kaldıracak yoktur. Rabbin sana bir
iyilik dilerse de onu senden engelleyecek de yoktur. Allah kullarından
dilediğine iyiliğini ulaştırandır. Allah bağışlayan ve merhamet edendir.
Evet
Rabbimizin bu âyetinden öğreniyoruz ki zarar verecek olan da fayda sağlayacak
olan da sadece Allah’tır. Bütün bir dünya toplansa da sana bir zarar vermeyi
isteseler bilesin ki senin aleyhinde Allah’ın yazdıklarının dışında sana hiç
bir zarar veremezler. Allah’ın takdirinin dışında senin kılına bile
dokunamazlar. Yâni tüm dünya senin aleyhinde toplanmışlar komplolar hazırlıyorlar,
sana düşmanlık için planlar kuruyorlar. Seni okuldan atacaklar, işine son verecekler,
İslâmî düşüncenden ötürü seni hapse atacaklar, sürecekler, öldürecekler, önünü
kesecekler. Allah’ın senin aleyhinde yazdıklarının dışında sana hiç bir zarar
veremezler diyor Allah.
Evet Allah
sana bir zarar murad ederse, sana bir zarar
Ne para, ne
pul, ne ana, ne baba, ne amir, ne müdür, ne arkadaş, ne efendi, ne şeyh onu
senden defedecek hiç kimse yoktur. Allah seni bir zarara düşürmeyi murad etti
mi, Allah sana bir zarar ulaştırmayı takdir buyurdu mu artık onu ondan başka
kaldıracak yoktur. Yine Allah sana bir hayır murad eder, senin bir hayra ulaşmanı
dilerse onu senden engelleyecek hiç bir kimse de yoktur. Seni o hayırdan mahrum
edecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Zarar veren de fayda veren de Allah’tır.
Allah’tan başka fayda ve zarar veren yoktur. Öyleyse her konuda sadece Allah’a
güvenip dayanın. Sakın ha kendilerine bile bir fayda ve zarar sağlayamayacak
olanlara güvenip bağlanmayın. Allah’tan başkalarından yardım beklemeyin.
Baksanıza şu anda Allah’a güvenip
dayanmış Müslüman-lardan pek çoğu gerek ekonomik yönden gerekse başka yönlerden
sıkıntı içindedirler. Çeşitli eziyet ve işkenceler altında kıvranmak-tadırlar.
Onlar bu durumdalarken benim şu anda içinde bulunduğum durum benim için bir
fayda değil mi? Bu güvenip sığındıklarım bana bu tür faydaları sağlamış
oluyorlar mı? Egemenlik bizdedir, keyfimiz, tıkırımız yerindedir filan
derseniz, onlara de ki peygamberim dünya hayatı çok azdır. Bir gün bu hayat
bitecek. Haydi sana ölüm geldiğinde onlar kurtarabilirlerse seni kurtarsınlar
bakalım. Kurtarabilirler mi? Veya Allah’tan sana bir iflas yasası ulaştığı
zaman seni bu iflastan kurtarabilirler mi?
Veya Allah şu anda senin gözünü,
kulağını alı-verse sana onları geri getirebilecek birileri var mı? Senden menfaatleri
bittiği zaman etrafında birilerini görebilecek misin? Kabirde bu
güvendiklerinin hükümleri geçerli olabilecek mi? Kıyâmette, Mahşerde, mizanın
başında bunların sana yardımı olabilecek mi? Hesap, kitap döneminde, cennet ve
cehennemin arz edileceği günde melik, mâlik kim? Kimin sözü geçerli olacak?
Fayda ve zararı kim verecek o gün? Şu anda bir Allah yasası olarak, geçici bir
şekilde insanlara, toplumlara biraz biraz fayda ve zarar gücü verilmişse bilesiniz
ki bu mutlak fayda ve zarar gücü değildir. Mutlak fayda ve zarar Allah’ın
elindedir, bunu asla unutmayın.
Öyleyse ey
peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları eğer fayda ve zararın mutlak
sahibi olan Allah’ı bırakıp da başkalarına kulluk eder, başkalarını sığınıp güvenirseniz
zâlimlerden olursunuz. Çünkü Allah’tan başkalarına kulluk, Allah’tan
başkalarına sığınmak zulümdür. Kalbin, aklın, fikrin, düşüncenin hakkını vermemek
zu-lümdür.
108.
“De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak
kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin
bekçiniz değilim.”
Evet ey peygamberim, ve ey
peygamber safında yer alanlar, Rabbinizden size hak gelmiştir. Rabbinizden size
işte hak bir sûre olan Yunus sûresi gelmiştir, Rabbinizden size hak bir sûre
olarak Hûd sûresi, Nuh sûresi ve diğer sûreler gelmiştir. Bunların hepsi haktır.
Rabbinizden size hak bir kitap, hak bir
kitabın hak âyetler, gelmiştir, hak bir peygamber gelmiştir, hak bir hidâyet,
hak bir yol, hak bir hayat programı, hak bir risâlet gelmiştir. Bilesiniz ki
sadece Rabbinizden gelen haktır. Onun dışında her şey bâtıldır.
Öyleyse artık sizden kim
Rabbinizden gelen bu hidâyeti seçerse, kim bu hidâyete tâbi olur, kim
Rabbinizden gelen bu hayat programına evet derse o kendinedir. Kendi lehine,
kendi hayrına, kendi menfaatinedir. Ama sizden her kimde sapar, sapıtırsa,
Rabbin-den gelen hidâyeti bırakır da sapıklığa, dalâlete talip olursa o da kendi
aleyhinedir, kendi zararınadır. Hidâyeti tercih eden de dalâleti ve sapıklığı
tercih eden de kendisi için tercih etmiştir. Ben size vekil de değilim. Ben
sizi zorla Müslüman yapacak da zorla kâfir yapacak da değilim. Benim böyle bir
yetkim de, sorumluluğum da yoktur. Al-lah beni hak bir kitapla, hak bir dinle,
hak bir peygamber olarak gönder-di. İşte şu anda ben size bu hak dini
ulaştırıyor, sizi hakla tanıştırıyor ve bu hak hayat programına dâvet ediyorum.
Dileyen benim bu dâvetime evet deyip hak yolunu, dileyen de sapıklık yolunu
tercih eder.
Evet biz de
insanlara bunu diyeceğiz. Kendilerine hakkı götürdüğümüz, kendilerine Allah’tan
gelen bu hak kitabı duyurduğumuz insanlara diyeceğiz ki ey insanlar, biz size
vekil değiliz. Ne peygamberin ne de bizim sizi zorla, zorbayla hakka
ulaştırmamız, Müslüman yapmamız mümkün değildir. Bizim size bu kitabın
âyetlerini ulaştırmamızın ötesinde böyle bir yetkimiz de, böyle bir sorumluluğumuz
da yoktur. Sizin sorumluluğunuzu da üzerimize alacak değiliz. Diler iman eder,
diler küfredersiniz, bu sizin bileceğiniz bir şeydir diyeceğiz.
109.
“Ey Muhammed! Sana vahy edilene uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm
verenlerin en iyisidir.”
Öyleyse ey peygamber, ve ey
Müslümanlar, Rabbinizden size vahyedilene uyun. Size Rabbinizden gelen kitaba
ve âyetlere uyun. Ve Allah’ın hükmü gelene kadar sabredin, direnin, dayanın. O
hüküm verenlerin ve verdiği hükmü uygulayanların en iyisidir. Ey peygamberim,
Müslümanca kalabilmek için sabret, diren dayan, tüm direncini, tüm gayretini
ortaya koy. Tüm dünya birleşip de seni Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamaktan alıkoymaya çalışsalar da, tüm dünya sana düşman
kesilse de, veya tüm dünya birleşip de sana dost kesilseler de, senin önünde boyun
büküp teslimiyet ortaya koysalar da sen yine de Müslüman kalabilmek için dayan,
diren ve sabret. Ta ki Allah’ın hükmü gelinceye kadar.
Peki Allah’ın hangi hükmü
gelinceye kadar? Allah’ın hükmü önceki âyetlerde beyan edildiği gibi
Müslümanlara başarı, Müslümanlara kurtuluş, nîmet ve zafer, kâfirlere de
hezimet, helâk ve yok oluştur. Allah’ın hükmü peygambere ve mü’minlere
öldükleri andan itibaren cennet ve Allah’ın hoşnutluğu, kâfirlere de
geberdikleri andan itibaren cehennem ve Allah’ın gazabıdır. Öyleyse ey
peygamberim ve ey Müslümanlar dünyada zafer, dünyada başarı, dünyada kurtuluş
getirecek Rabbinizin hükmü gelinceye kadar ve Rabbinizin rızasını ve cennetini
getirecek Rabbinizin ölüm hükmü gelene kadar cennet yolunda sabredin. Unutmayın
ki hüküm verenlerin, hakimlerin ve hükmünü uygulayacak olanların en hayırlısı Allah’tır.
Bu
sûreyi de burada bitirmiş oluyoruz. Rabbim hepimizi razı olduğu biçimde iman
eden ve bu imanıyla hayatını düzenleyen salih kullarından eylesin. Bir sonraki
dersimizde Hûd sûresini tanımaya başlayacağız. Sübhanekallahümme ve bihamdik,
eşhedü en lâ ilahe illâ ente, estağfiruke ve etûbu ileyke. Vel hamdü lillahi
Rabbil âlemîn.