Hûd Sûresi

 

11

İndiği Ver

: Mekke

 

İniş Sırası

:52

 

Âyet Sayısı

:123

 

Nüzulü

 

 

Mushaftaki sıralamada on birinci, iniş sırasına göre elli ikinci sûredir. Yûnus sûresinden sonra, Yûsuf sûresinden Önce Mekke döneminin son bir yılı içinde na­zil olmuştur. 12,17 ve 114. âyetlerinin Medine'de İndiği yolundaki görüş müfes-sirlerin çoğunluğunca kabul edilmemiştir[1]

 

Adı

 

Sûrede beş defa Hûd ismi geçtiği, özellikle 50-60. âyetlerde Arabistan hal­kından Âd kavmine gönderilmiş bir peygamber olan Hûd aleyhİsselâmın hayatın­dan ve putperest kavmine karşı verdiği mücadeleden bahsedildiği için bu isim ve­rilmiştir. Fazileti konusunda nakledilen hadisler dikkate alındığında bu adın Hz. Peygamber tarafından verilmiş olduğu anlaşılmaktadır.[2]

 

Konusu

 

Hûd sûresi hem üslûp hem de içerik bakımından bir önceki Yûnus süresiyle büyük bir benzerlik göstermektedir. Bu sûrede de ağırlıklı olarak Allah'ın varlığı, birliği, O'nun İradesinin peygamberleri aracılığıyla vahyedildiği gerçeği ve pey­gamberlik elgusunun gelmiş geçmiş toplumlardaki görünümü ele alınmakta, bazı peygamberlerin kıssalarına Yûnus sûresinde özet olarak, burada ise daha geniş bir şekilde yer verilmektedir. Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa peygam­berlerin kıssaları anlatılmakta; Kur'an'ın mucize oluşu, öldükten sonra dirilme, hesap ve âhiret hayatıyla ilgili konulara yer verilmektedir. [3]

 

Fazileti

 

Hz. Peygamber, "Cuma günü Hûd sûresini okuyunuz"[4]  buyurarak sûrenin faziletine, "Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyar­lattı" mealindeki hadisiyle de ağır sorumlulukları hatırlatan bir içeriğe işaret etmektedir. Hûd sûresinin kardeşleri aynı hadisin devamında "Vakıa, Hakka, Mür-selât, Nebe' ve Tekvîr" sûreleri olarak belirtilmiştir. [5]  Bu sûrelerde çok etkileyici bir üslûp­la daha önceki peygamberlerin tevhid mücadelesinden kesitler verilmiş ve kıyamet sahnelerinin tasvir edilmiş olmasının Resûlullah'ı kendi görev süreci ve özellikle ümmeti açısından derinden düşündürmüş olduğu anlaşılmaktadır. [6]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bu, hikmet sahi­bi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlam kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır. 2-3. (Açıklanmıştır ki) Allah'tan başkasına tapmayasınız; şüphe yok ki ben de O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. Rabbinizden mağfiret dileyesiniz, sonra tövbe ede­siniz. Allah da sizi belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırsın, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek o dehşetli günün azabından korkıırım. 4. Dönüşünüz yalnız Allah'a olacaktır; O her şeye kadirdir. 5. Bakı­nız! Onlar içlerindekini ondan gizlemek için sırtlarını dönerler. Bilesiniz ki elbiselerine büründükleri zaman dahi Allah onların gizlendiklerini de açığa çıkardıklarını da bilir; çünkü O kalplerin içini bilendir. 6. Yeryüzünde kımıl­dayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'ın üzerine olmasın! Allah onların ha­len bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık ki­tapta vardır. 7. Arşı su üzerinde iken hanginizin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Eğer sen, "Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz" desen kâfirler derhal, "Bu apaçık bir düzme­cedir" derler. 8. AndoLsun, eğer biz onlardan azabı belirli bir süreye kadar ertelesek mutlaka, "Onu engelleyen nedir?" derler. Bilesiniz ki onlara azap geldiği gün artık ondan kurtulmaları mümkün değildir. Alay etmekte olduk­ları şey kendilerini çepeçevre kuşatacaktır. [7]

 

Tefsiri

 

1. Bazı sûrelerin başında bulunan "elif-lâm-râ" ve benzeri harflere "hurûf-ı mukattaa" adı verilmektedir. [8]

Âyet, bu kitabın yani Kur'ân-ı Kerîm'in herhangi bir insan tarafından ortaya konmuş bir eser olmadığını, bilâkis hikmetiyle her şeyi yerli yerinde yapan ve il­miyle her şeyden haberdar olan yüce Allah tarafından sağlam bir şekilde tanzim edilmiş ve açıklanmış bir kitap olduğunu ifade etmektedir. Âyetlerin sağlam kılın­masından maksat, onların hem lafız hem de anlam bakımından bozukluk, eksiklik, noksanlık ve çelişkiden uzak olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm gerek lafız gerekse anlam bakımından Arap dili ve edebiyatının şaheseri olup benzerini getirmeleri için in­sanlığa meydan okuduğu halde nüzulünden günümüze kadar benzeri ortaya kona­mamış; hiçbir kimse İkna edici bir delil göstererek onun ifadelerinde bozukluk ve­ya çelişki bulunduğunu söylememiştir. [9]

Bir görüşe göre âyetlerin sağlam kılınmasından maksat, onların başka bir ki­tap tarafından neshedilmemiş (hükmü değiştirilmemiş, kaldırılmamış) olmasıdır. Buna karşılık Tevrat, İncil ve benzeri ilâhî kitaplardan, önce inmiş olanın birçok hükmü bir sonrakiyle neshedildiği gibi Kur'an ile de neshedilmiştir.

Âyetlerin "açıklanmış" olması müfessirler tarafından başlıca üç şekilde yo-ıımıkınmıştır:

a) Kıır'an'ın sûrelere, sûrelerin âyetlere; âyetlerin de emir, nehİy, helâl, haram, sevap, günah, ceza ve benzeri çeşitli alanlarla ilgili hükümleri, öğüt, kıs,sü, haber, vaad ve uyarılan kapsayan içeriklere ayrılmış olması; Allah'ın varlı­mı ve birlimi, peygamberlik, öldükten sonra dirilip Allah huzurunda toplanılacağına dair delilleri ihtiva etmesi.

b) Kur'an âyetlerinde insanların dünya ve âhiret ha­yatlarında muhtaç oldukları şeylerin, helâl ve haramların ana hatlarıyla veya yeri­ne göre ayrıntılı olarak açıklanmış olması.

c) Kur'an âyetlerinin yirmi üç yılda ih­tiyaçlara göre parça parça inmiş olması. [10]

 

2-3. ilk âyette kitapta açıklanmış olduğu haber verilen konuların bu âyetler­de yüce Allah'ın emriyle Hz. Peygamber tarafından insanlığa tebliğ edilmiş oldu­ğu bildirilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber herhangi bir insan olarak değil, Al­lah tarafından gönderilmiş uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamber olarak insanlığı Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırmış, Allah'a itaat edenlerin cennete gi­receğini müjdelemiş, isyan edenlerin de cezalandırılacağını haber vermiş; insanlı­ğa tövbe edip Allah'a yönelmelerini, O'na sığınıp lütuf ve bağışlamasını dileme­lerini tavsiye etmiştir.

"Belirlenmiş bir süre" diye tercüme ettiğimiz ecel-i müsemmâ'dan maksat ömrün sonudur. [11]

Allah'ın, tövbe edip kendisine yönelen insanları belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırması iki türlü yorumlanabilir:

a) Tövbe edip Allah'a yönelen kimse Allah sevgisi ve O'na ibadetle meşgul olduğu için engin bir manevî zevke ulaşır; Allah'a dayanıp güvendiği için huzuru, mutluluğu artar; maddî bakımından sıkıntıları olsa dahi manen müreffeh ve mutlu olur. Allah'tan gelen kahrı da lütfü da hoş karşılar; böylece hayatı güzelleşir. Ni­tekim yüce Allah Nahl sûresinin 97. âyetinde sâlih amel işleyen erkek olsun, ka­dın olsun müminlere güzel bir hayat yaşatacağını vaad etmektedir. Bu tür bireyle­rin oluşturduğu aile de toplum da mutlu olur. Buna karşılık inkâr ve isyan İçerisin­de olan kimse hayattan güzel bir şekilde yararlanamaz, maddî bakımdan dünya ni­metleri içerisinde yüzse dahi manevî bakımdan huzur ve sükûn bulamaz; böylele-rinden oluşan bir toplumda faziletin yerini rezalet alır, erdemli kimseler takdir edilmez, ahlâk ve faziletten yoksun kimseler öne çıkar; inançsızlık onları daima huzursuzluğa ve mutsuzluğa götürür.

b) İnsanlar tövbe edip Allah'a yöneldikleri takdirde Allah onlan ömürlerinin sonuna kadar bolluk ve bereket içinde, müreffeh bîr şekilde yaşatacaktır. Âyetin zahirinden böyle bir mânanın çıkarılması mümkün olmakla birlikte realitede yüce Allah, inanan ve doğru bir çizgi izleyen herkese her zaman dünyevî mullulıık ve maddî refah nasip etmediğine jjtfre bumda maksat bireysel dogil, Allıılı'nı irmlesi ıh- uyyıııı ve jjrı\<'k ıııılıımtlıt Allıılı'ıı yönelenlerin toplumun

Mealinde "fazlası" diye tercüme ettiğimiz fadl kavramı Allah için kullanıldı­ğında "lütuf, kerem, İnayet" anlamına gelir; insanlar için kullanıldığında ise "ziya­de, çok, erdem, üstünlük, seçkinlik" anlamlarını ifade etmektedir. Âyette, şirkten vazgeçerek tövbe edip Allah'a çokça itaat eden, erdemliliğe ulaşan herkese yaptı­ğı iyi amellerin karşılığının hem dünyada hem de âhirette verileceği müjdelenmek-tedir. [12]

 

5.  Müşriklerin Hz. Peygamber'e sırtlarını dönmeleri mecazi anlamda olup onun Allah'tan getirdiği gerçekleri kabul etmediklerini, bu çağrıya kulak verme­diklerini ifade etmekte, aynı zamanda akıl ve kalplerini bâtıl inançlarla örtmüş ol­duklarına, bu sebeple gerçeklere karşı kapalı ve duyarsız kaldıklarına işaret etmek­tedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Nuh'un davetini kabul etmeyen inkarcıların davranışları hakkında da bu tür ifadeler kullanılmıştır. [13]

Bazı rivayetlere dayanarak âyeti zahirî anlamında alıp "Hz. Peygamber yan­larından geçerken müşriklerin onu görmemek ve ondan Allah kelâmını i jitmemek için sırtlarını çevirdikleri, elbiselerini başlarına çektikleri" şeklindeki yorum[14]  bizce zayıftır. [15]

 

6. Allah Teâlâ burada, insanlar dahil yeryüzündeki bütün canlıların nzıkları-nı yaratmanın kendine ait bir iş olduğunu vurgulayarak önceki âyetin anlamını pe­kiştirmektedir. Bir sonraki âyette buyurulduğu üzere gökleri ve yeri yaratan O ol­duğu gibî, yeryüzünde sürünen, hareket eden, ayaklarıyla yürüyen, sularda yüzen, gökyüzünde uçan veya başka şekillerde hareket eden büyük, küçük, görülebilen ve görülemeyen bütün canlıları yaratan[16]  ve nzıklarmı iradeleri va­sıtasıyla veya kendi iradesiyle ulaştıran yine O'dur. O, yer küresini bu canlıların nzıklarını karşılayacak biçimde yarattığı gibi, her türe münasip azıkları da yarat­mıştır. Canlıların yapılarını, rızıklannı elde edecek şekilde yaratmış, besinleri te­min etmeleri için bazılarına akıl ve irade gücü, bir kısmına da yalnızca içgüdü ver­miştir.

Allah'ın rızkı tekeffül etmesi "canlıların nzıklannı kazanmak için hiçbir ça­ba harcamalarına gerek olmayacağı" şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah in­sanlara akıl ve irade, hayvanlara da içgüdü vermiştir. Öteki canlılar nzıklannı el­de dmek için içgüdülerini kullandıklan gibi insanlar da akıl, irade, ruhsal ve fizik­sel yeteneklerini kullanmak durumundadırlar.

Mealinde "haleti bulunduğu yer" diye tercüme ettiğimiz müstekar ve "ema­net olnnık konuliicıtğı yt-ı" diye k'idinıc irdiğimi/ müslcvdu' kelimelerinden birin­cisi "bitimlini de veya ananın rahminde bulunduğu yer" yahut müstekar, "hayatta iken bulundu­ğu yer" müstevda' ise "öldükten sonra konulacağı yer" olarak açıklanmıştır. [17]

"Apaçık kitap", tefsirlerde Allah'ın ezelî ilmi veya levh-i mahfuz olarak yo­rumlanmıştır. [18]İnsan hayatı görünürde dur­gun, gerçekte akan büyük bir nehir gibidir. Bir noktadan aynı su İkİ kere geçmez; her an yer değiştirir; aynı yer durur gibi gözüktüğü için müstekar (karargâh), terke-dildiği ve başkasıyla değiştirildiği için müstevda' (konulup göçülen yer) niteliğini taşımaktadır. Buna göre yukarıda anlatılanların tamamı Allah'ın ilminde mevcuttur. [19]

 

7. Allah Teâlâ, önceki âyette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delil­lere değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan gök­leri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada "gökler ve yer" ifadesinin onlardaki diğer varlıları da İçerdiğinde şüphe yoktur. Nitekim yüce Allah başka âyetlerde bu iki­sinin arasında bulunan varlıkları da kendisinin yarattığını İfade buyurmuştur. [20]

Burada anlatılan arşın mahiyeti bilinmediği gibi suyun mahiyeti de bilinme­diği İçin "Allah'ın arşının su üzerinde olması" müteşâbih kalmakta, bundan mak­sadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. [21] Bu sebeple "Bundan ne kastedildiğini Allah Teâlâ daha iyi bilir" demekle yetinmek en uygun yoldur.

Allah Teâlâ insanların hangisinin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri yarattığını; başka bir ifadeyle göklerin ve yerin yaratılış hikmetinin insanların hangisinin daha güzel amel edeceğinin denemek olduğunu ifade buyur­muştur. Çünkü yer ve göklerin nimetlerinden faydalananlar insanlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için yaratılmış olduğu[22] göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah'ın bir lütfü olarak İnsanın emrine verildiği bildirilmektedir. [23]  insanın yaratı lışındaki hikmet ise yaratana kulluk etmektir. [24]  Sonuçta göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah'a kulluk etmeye imkân vermek, ortam oluşturmak üzere yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yer ve göklerin İnsanlığa hizmetinin yanında daima yüce Allah'ı teşbih ettiği de bildi­rilmiştir. [25] Buna göre insan dışındaki varlıklar da ilâhî iradeye bo­yun eğerek bir mânada O'na kulluk etmektedirler.

"Düzmece" diye tercüme ettiğimiz sihr kelimesi sözlükte, "bir şeyi aslî du­rumundan çıkarıp başka bir duruma sokmak, mahiyetini değiştirmek" anlamlarına gelmektedir. [26]dolayısıyla sahte ve gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek mânasında düzmece kelimesiy­le eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Bağlam dikkate alındığında bura­da sihr kelimesinden bu mânanın kastedildiği anlaşılır. Zira âhirette inanmayanla­ra dünyada yaptıklarından âhirette hesaba çekileceklerini haber vermek üzere, "Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz" denildiğinde, "Bu apaçık bir sihirdir" diye verdikleri cevaptan maksatları bilinen (büyü) anlamındaki sihir değil, onlara göre varlıklıların dünya hayatının tadını çıkarmalarını engellemek, fakir ve yok­sulları da avutmak maksadıyla ortaya atılmış düzmece sözlerdir,

"Bu, apaçık bir düzmecedir" cümlesindeki işaret zamirini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır; a) "Öldükten sonra dirileceklerine dair" olan bu söz, insanları dünya nimetlerinden mahrum etmek, onları kendinize boyun eğdirip itaat ettirmek için uydurduğunuz bir hiledir, b) Bundan maksat Kur'an'dır yani öl­dükten sonra dirilme olayının gerçekleşeceğini söyleyen Kur'an sihir gibi bâtıl, gerçek olmayan bir düzmecedir. Dolayısıyla ona hiçbir konuda inamlamaz ve gü-venilemez.

Aynca sihr kelimesinin şehir veya sâhir şeklindeki farklı kıraatine göre cüm­le şöyle de tercüme edilebilir: "Bu (Muhammed) düpedüz bir sihirbazdır. [27]

 

8. Bu âyet müşriklerin yukarıdaki iddialarına cevap olmak üzere indirilmiş­tir. Mealinde "süre" diye tercüme ettiğimiz "ümmet" kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ burada "süre, vade" anlamlarına gel­mektedir; diğer yerlerde ise ortak özellikler taşıyan canlılar topluluğu[28] iyi hasletleri kendinde toplayan kişi [29]  izlenen yol, inanç, ya­şayış tarzı[30] ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır. [31]

Bir önceki âyette belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilme­nin gerçekleşeceğini ve dünyada Allah'a şirk koşmanın âhirette cezayı gerektire-ıvjîitıi haber verdiğinde, müşrikler bu söze "düzmece" deyip alay ederek cezanın ;;ılmtak gelmesini istiyorlardı; ilâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli bir ertelenince de bunu acizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyor­lardı. Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip on­lun kıışittanıjiını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. Bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi gerçekleşeceği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bîr kısmı cezanın 3. âyet­te işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı da âyetteki "sayılı, belirli" anlamına gelen ma'dûde kelimesinden hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani müslümanlara cihad enirinin geldiği güne ertelen­diğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir Savaşı'nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir. [32] Nitekim Bedir Sava­şı'nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri gelenlerinden ol­mak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir. Bize göre âyette kas­tedilen azap Bedir savaşı ile sınırlı olmayıp daha sonrakileri hatta âhiretteki azabı da kapsamaktadır. [33]

 

Meali

 

9. Eğer insana tarafımızdan bir nimet tattırır da sonra ondan çekip alır­sak tamamen ümitsizliğe düşer, nankörleşir. 10. Eğer başına gelen bir sıkın­tıdan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette "Kötü durumlar benden uzak­laştı" der. Artık o şımarır, böbürlenir durur. 11. Ancak sabredip iyi işler ya­panlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve büyük bir mükâfat vardır. [34]

 

Tefsiri

 

9-11. "Ümitsiz" diye tercüme ettiğimiz yeûs kelimesi, "ümitsizlik, çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik" gibi anlamlara gelen ye's kökünden türemiş olup "herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı derecede ümitsizliğe kapı­lan kimse" anlamına gelir. Kur'ânı bir terim olarak yeûs, geçmişteki mutlu, mü­reffeh durumunu Allah'ın bir lütfü olarak değil de kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ise ümidini yitiren kimseyi ifade eder.

İlk iki âyette genel olarak insan türünün doğal yapısının bencilliğine ve sıkın­tılar karşısındaki dayanıksızlığına; 11. âyette ise sabır erdemi kazanmış ve güzel İşler yapmayı ilke haline getirmiş insanların bu doğal kusurlarım düzeltmeyi ba­şardıklarına dikkat çekilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de, hayatta karşılaşılan bütün zor­luklara rağmen insanın, işlediği günahlar ne kadar çok ve ne kadar büyük otıırsıı olsun, ümitsizlik ve karamsarlığa düşmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Allah'ın gücü her şeyin üstünde, acıması ve yardımı da sonsuzdur. Buna göre ümitsizlik ve karamsarlık, ancak Allah'a iman ve güveni olmayan insanlar için söz konusudur. [35]

"Nankör" diye tercüme ettiğimiz kefûr kelimesi küfr kökünden türemiş olup verdiği nimetlerden dolayı Allah'a minnettarlık duymayan, O'na inanmayan, O'na karşı kulluk ve şükran borcunu yerine getirmeyen, hamd ve senada bulunmayan, çok nankör ve çok inkarcı kimseyi ifade eden Kur'ânî bir terimdir. Allah Teâlâ bu­rada olduğu gibi başka âyetlerde de çeşitli nimetlere tnazhar oldukları halde şük-retmeyip nankörlük eden kullarını kınamış[36] şükredenler için nimetini arttıracağını, nankörlük edenler için de şid­detli azap hazırlamış olduğunu haber vermiştir. [37] Kula yakışan, Allah'ın azabından korktuğu için değil, verdiği nimetten dolayı O'na şükretmek ve kulluk görevini yerine getirmektir.

10. âyette insanın bir başka özelliğine dikkat çekilmekte, başına gelen sıkın­tıların yok olması, sonra da nimetlere mazhar olması karşısında göstereceği şıma­rıklık ve hafifliklere değinilmektedir. Meselâ insan hasta iken sağlığa, fakir iken zenginliğe, zelil iken azizliğe kavuştuğunda kendisini bu sıkıntılardan kurtarıp ni­metlere kavuşturan yüce Allah'a şükretmesi gerekirken, artık sıkıntıların bittiğini, bir daha sıkıntılarla karşılaşmayacağını sanarak şımarmaktadır.

Sonuç olarak insan kendisini yaratan kudret tarafından bazan varlık ve huzurla bazan yokluk ve sıkıntıyla imtihan edilmektedir. İnsanın her iki halde de Cenâb-ı Allah'ın hikmet ve iradesinin tecelli ettiğini, darlığın, bolluğun, hatta ha­yatın ve Ölümün birer İmtihan vesilesi olduğunu düşünüp darlığa sabretmesi, bol­luğa şükretmesi gerekir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise azalmasına sebep nlur. Nitekim 11. âyette sıkıntılı hallerde ümitsizliğe kapılmayıp sabreden, bolluk-i;ı ise şımarmayıp şükreden, yani nimetin hakkını verip amel işleyenlerin bağışla­nacakları ve kendilerine büyük bir mükâfat verileceği bildirilmiştir. [38]

 

Meali

 

12. "Ona bir hazine indirilse veya onunla beraber bir melek gelse ya!" demelerinden ötürü senin ruhun daralıyor; neredeyse sana vahyedilen âyet­lerin bir kısmını okumayı terkedeceksin! Fakat sen ancak bir uyarıcısın. Al­lah her şeye vekildir. 13. Yoksa "Kur'an'ı kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz Allah'tan başka çağırabildiğiniz herkesi yar­dıma çağırınız da, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getiriniz. 14. Eğer si­ze cevap veremezlerse, biliniz ki Kur'an ancak Allah'ın ilminin eseri olarak indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur; artık teslimiyet gösterecek misi­niz? 15. Kim dünyayı ve onun ziynetini istiyorsa, orada onlara işlerinin kar­şılığını eksiksiz veririz; orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. 16. Onlar, âhirette paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir. Dünyada ürettikleri boşa gitmiştir; yapıp ettikleri de geçersizdir. 17. Rabbi katından açık bir delile dayanan, bunu da rabbinden gelen bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı bulunan kim­se hiç ötekilerle bir olur mu? Bunlar Kur'an'a inanırlar; muhalif gruplardan hangisi Kur'an'ı inkâr ederse varacağı yer cehennem ateşidir, bundan şüphe­niz olmasın; bu rabbin tarafından bildirilmiş bir gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. [39]

 

Tefsiri

 

12. Müşrikler, "Muhammed madem peygamberdir, gaipten haber veriyor, o halde geçimini sağlamak için ne diye bu kadar uğraşıyor? Gökten kendisine bir ha­zine İndirilmeli, o da bu sıkıntıdan kurtulmalı veya beraberinde kendisinin pey­gamber olduğunu tasdik edecek bir melek gelmelidir!" şeklinde alaylı ifadelerle Hz. Peygamber'! sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Bu durumdan Hz. Peygamber1 in son derece huzursuz olduğu âyetin muhtevasından anlaşılmaktadır. Daha önce Mekke dağlarının altın olmasını istemişler, Peygamber'in yiyip içmesini ve rızkı­nı kazanmak için çarşıda pazarda dolaşmasını yadırgamışlar; kendisiyle birlikte bir meleğin gelmesini veya ona bir hazinenin indirilmesini yahut ürününden yiyip İçeceği bir bahçesinin bulunmasını talep etmişlerdi[40] Müşriklerin böyle alaylı teklifleri karşısında incinen Hz. Peygamber'in. ortamın yumuşayaca-ğı beklentisiyle onlara ters gelen âyetlerin tebliğini bir süre geciktirmesi ihtimali­ne karşı yüce Allah, Kur'an'dan herhangi bir âyetin tebliğ edilmemesinin doğru olmayacağını, Peygamber'in asıl görevinin Allah'ın gönderdiği vahyi eksiksiz olarak insanlara ulaştırmak olduğunu, bundan ötesinin Allah'a ait bulunduğunu Resulüne bildirmiş; ayrıca Allah'ın her şeye vekil olduğunu hatırlatarak ona cesa­ret, ümit ve teselli vermiştir.

Âyeti, Hz. Peygamber böyle bir şeyi düşünmediği halde, "Ona bir hazine in-dirilse veya onunla beraber bir melek gelse ya! demelerinden ötürü ruhun daralıp da sana vahyedilen âyetlerin bir kısmını okumayı terkedecek değilsin ya!.." şek­linde önceden bir uyarı olarak anlamak da mümkündür. [41]

 

13-14. İnkarcılar Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna inanmıyor, Kur'an'ın bir vahiy ürünü değil, kendisinin uydurduğu düzmece bir kitap olduğu­nu, ancak insanlar tarafından kabul edilmesi için Allah'tan gelen bir vahiy olarak ileri sürdürdüğünü iddia ediyorlardı. 13. âyet onların bu iddialarına cevap vermek­te ve bir İnsanın böyle üstün meziyetlerle donatılmış bir kitabı getirmesinin müm­kün olduğuna inanıyorlarsa Allah'tan başka yardıma çağırabilecekleri yüksek dü­zeyli edip, şair ve benzeri kimseleri de çağırarak Kur'an'ın tamamının değil sade­ce on sûresinin benzerini getirmelerini istemek suretiyle onlara meydan okumak­ladır. Bu miktar Yûnus sûresinin (10) 38. âyeti ile Bakara sûresinin 23. âyetinde bir sûreye kadar indirilmiş olmasına rağmen Arapça'yı en güzel bir şekilde kulla­nan müşrikler buna cesaret edemedikleri gibi bir âyetin benzerini dahi yapamamış­lardır, 14. âyette ise Hz. Peygamber'in, inkarcılara hitaben "Eğer size cevap vere­mezlerse, biliniz ki Kur'an ancak Allah'ın ilminin eseri olarak indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur" demesi emredilerek, Allah'tan başka hiçbir kimsenin böyle bir kitabı ortaya koyamayacağına işaret edilmekte ve Kur'an'ın Allah'ın il­miyle indirildiği, ondan başka tanrı olmayıp böyle bir kitabın indirilmesinde hiç­bir kimsenin katkısı bulunmadığı vurgulanmaktadır. Ayetin sonundaki "Artık tes­limiyet gösterecek misiniz?" cümlesi de bütün bu olup bitenlerden sonra inkârcı-kırın Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmaları ve müslüman olmalarının ge­rektiğine dikkat çekmekte ve onları gerçeği kabule teşvik etmektedir, tnkârcılarsa Kıır'iin'ın bu meydan okumasına ilim ve fikirleriyle cevap vermekten ilci/ kaldıklarını görünce kılıçlarıyla karşılık vermeye kalkışmışlar, bu sebeple müsliimanlar-3a aralarında birçok savaş meydana gelmiştir. [42]

Bazı müfessirler 14. âyetin nıiisliimanlara hitap ettiğini belirterek âyeti şöyle yorumlamışlardır: Eğer inkarcılar Kur'an sûrelerinin benzeri on sûreyi getiremez­lerse, biliniz ki Kur'an Allah'ın ilminin eseri olarak indirilmiştir, beşer gücü böy­le bir kitabı getirmekten âcizdir ve Allah'tan başka tanrı yoktur. Bu sebeple siz tes­limiyet gösterip müslümanlığımzda sebat etmelisiniz. Çünkü siz her ne kadar in­karcıların aczi ortaya çıkmadan önce de müslüman İdiyseniz de onların Kur'an'ın on sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmaları sizin basiretinizi ve imanda se­batınızı daha da kuvvetlendirmiş olmalıdır. [43]

 

15-16. Allah Teâlâ -mümin olsun, kâfir olsun- insanların çalışmalarını karşı­lıksız bırakmaz. İnsanlar Allah'ın kendilerine lütfettiği yeteneklerini hangi alanda çalıştırıp geliştiririerse Allah da o alanda çalışmalarının karşılığını verir. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 145. âyetinde "Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve şükredenleri ödüllen­direceğiz" buyurularak insanların emek ve dileklerinin zayi olmayacağı, yaptıkla­rının karşılığını dünyada ve âhirette alacakları bildirilmektedir. Ancak bu âyetler­den anlaşıldığına göre âhirete inanmayıp sadece dünya hayatını, onun zevklerini, sağlık, güven, bol rızık, nüfuz ve benzeri nimetlerini, ziynetini ve debdebesini is­teyip de yeteneklerini yalnız bu yönde kullanan kimselere yüce Allah emeklerinin karşılığını dünyada eksiksiz olarak verecektir; fakat bunun âhirete faydası olmadı­ğı için orada elde edecekleri sadece cehennem ateşidir, zira bunlar âhirete inanma­mış ve oraya hazırlık yapmamışlardır; sadece dünya hayatı için yaptıkları çalışma­lar, yatırım ve İiretimlerse âhirette hiçbir değer İfade etmez. Âhiretî hiçbir şekilde hesaba katmadan ne pahasına olursa olsun yalnızca dünya nimetlerini elde etmek için çalıştıklarından dolayı nasipleri sadece ateş olacaktır. [44]

 

17. "Açık delil" diye tercüme ettiğimiz beyyine kelimesi, "gerçeği kanıtla­yan kesin delil" anlamına gelir. Müfessirlerin bir kısmına göre buradaki beyyine-den maksat, İslâm'ın hak din olduğuna dair kişinin kendi varlığından, göklerin ve yerin yapısından ve kâinatın nizamından çıkardığı aklî delildir. Şahitten maksat ilâhî oluşunu ispat eden Kur'ân-ı Kerîm, Musa'nın kitabından maksat ise Tev­rat'tır, Âyetle ilgili farklı yorumlan nakleden Râzî bu görüşü tercih eder[45]  Âyet-i kerîmede kıyaslama yapılarak Allah'ın varlığına, birliğine ve âhiret gününün gerçekleşeceğine dair aklî delile sahip olan, bu inançları Kur'ân-ı Kerîm gibi Allah katından gönderilmiş bir şahit tarafından tasdik edilen, daha önce de Hz. Musa'nın kitabı Tevrat tarafından onaylanmış müminlerin, Kur'an'm Hz. Peygamber tarafından uydurulmuş bir kitap olduğunu iddia eden ve sadece dünya hayatını tercih edip onun için çalışan inkarcılarla eşit olmadığı, bunların birbirle­rine benzemedikleri ifade edilmektedir. Çünkü birinci grup Allah'ın varlığına, ya­ratıcılığına ve evrenin yöneticisi olduğuna, O'nun peygamberine, âhirette Allah huzurunda hesap vereceğine, sonunda ceza veya mükâfat göreceğine inanmış, do­layısıyla dünya ve âhiret saadetini kazanmış kimseler olduğu halde, diğer grup bu değerleri inkâr ederek sadece dünya nimet ve zevklerini elde etmeye gayret etmiş, yeteneklerini bu yönde kullanmış, âhîrete İnanmadığı için bu alanda hiçbir gayret göstermemiş, dolayısıyla ebedî azaba müstahak olmuş kimselerdir.

Âyette zikredilen açık delilden maksat, Hz. Peygamberin, atast İbrahim gi­bi istidlal yoluyla ulaştığı bilgi, bunun ardından "rabbinden gelen şahiften mak­sat da vahiy bilgisi yani Kur'an olabilir.

Bazı müfessirlere göre ise açık delilden maksat Kur'ân-ı Kerîm, şahitten maksat da Cebrail'dir. Buna göre âyet şöyle yorumlanır: İslâm'ın hak din olduğu­nu tebliğ eden Muhammed aleyhisselâmm elinde delil olarak Allah'ın indirdiği Kur'an bulunmakta, Cebrail de şahit olarak bu Kur'an'ı Hz. Peygamber'e oku­makta ve tasdik etmektedir. Musa'nın kitabı Tevrat ise Hz. Muhammed'in pey­gamber olarak geleceğini müjdelemiş, vasıflarım anlatmıştır. Taberî bu âyetin yo­rumu ile ilgili farkh görüşleri verdikten sonra en uygun yorumun bu olduğunu be I inmektedir. [46]

"Muhalif gruplar" şeklinde çevrilen ahzâb kelimesi, İslâm'a ve Km'ıın'j ksır  muhalefet için örgütlenmiş grupları ifade eder. Nitekim başka bir Ayrlte hu şc kilde örgütlenerek Hz. Peygamber'e karşı savaşan topluluklardım "»h/fltı" ılıyc söz edildiği gibi [47] bunlardan bahseden 33 udi verilmiştir. Bu gruplar yahudi ve hristiyanlar gibi kitabî bir dini' nu'iiMijt »hınktı dan meydana gelebileceği gibi putperest [48]

 

Meali

 

18. Yalan sözlerle Allah'a iftira edenden kim daha zalimdir? Onlar (kı­yamet gününde) rablerinin huzuruna çıkarılacaklar, şahitler de "İşte bunlar rablerine iftira edenlerdir" diyecekler. Bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üze­rine olacaktır! 19.0 zalimler, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri gösterme­ye çalışanlardır; bunlar âhireti inkâr edenlerin de kendileridir. 20. Onlar yer­yüzünde (Allah'ı) âciz bırakacak değillerdir; kendilerini Allah'ın azabından koruyabilecek yardımcıları da yoktur; cezaları kat kat olacaktır. Çünkü on­lar ne görebiliyorlar ne de işitebiliyorlardı. 21. İşte kendilerine yazık edenler bunlardır; uydurdukları da (taunlar) kendilerinden kaybolup gitti. 22. Şüphe­siz bunlar, âhirette en çok ziyana uğrayanlardır. 23. İnanıp da güzel işler ya­pan ve rablerine gönül huzuruyla teslim olanlara gelince, işte onlar cennetlik­lerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. 24. Bu iki grubun durumu, hem kör hem sağır kimse ile gören ve işiten kimsenin durumuna benzer. Bunlar eşit olur mu? Hâlâ ibret almıyor musunuz? [49]

 

Tefsiri

 

18-19. Buradaki soru 13. âyette ifade edildiği üzere "Muhammed Kur'an'ı kendi uydurup Allah'a nispet ediyor" diyenlere bir reddiye mahiyetinde olup, Al­lah'a karşı böyle bir isnatta bulunmanın en büyük haksızlık olduğuna, Hz. Pey­gamber'in böyle bir haksızlık yapmasının mümkün olmadığına işaret eder. İşte bu zalimler âhirette Allah'ın huzuruna çıkarılacaklar ve dünyada işledikleri zulmün hesabını vereceklerdir. O zaman şahitler yani melekler, peygamberler, âlimler, sâ-lih müminler. [50] bunların Allah'a karşı yalan uydurup iftira ettiklerine dair şahitlik edecekler ve bunların Allah'ın lanetine uğramalarını isteyeceklerdir. Çünkü bunlar yukarıda anlatılan suçları yanında, insanları Allah yolundan alıkoymaya, bu dosdoğru yolu eğri büğrü göstermeye çalışan ve âhireti inkâr eden kimselerdir. Bu iki fi yet-i korîrae, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu reddetmeye kalkışan, insanların Kur'an'ı ve onun ilkelerini benimsemelerine engel olan; malî, bedenî, İlmî, siyasî, sosyal ve psikolojik gücünü Kur'an'a karşı kullanıp İnkâr edilmesini sağlamak için onun­la ilgili şüpheler uyandırmaya, onu zaafa uğratmaya ve zararlı göstermeye çalışan kimselerin zalim olduklarını, bu sebeple Allah'ın lanetini hak ettiklerini, yani O'nun rahmetinden mahrum kaldıklarını ifade eder. [51]

 

20-22. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları için insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar bilmelidirler ki Allah yeryüzünde onları cezalandırmaktan âciz değildir; O'nun hikmeti suçluları dünyada iken cezalandırmayı gerektiriyorsa bunu yapar; bu hususta kimse Allah'ı âciz bırakamaz; onların velileri, destekçile­ri, hâsılı hiçbir güç ve kudret bunu engelleyemez. Ancak O'nun hikmeti suçlula­rın tövbe edip Allah'a yönelmeleri için cezalarının ertelenmesini gerektiriyorsa er­teler, bunu da kimse engelleyemez. Ama onlar inkarcılıkta ısrar eder, dünyada Kur'an'a kulak vermez ve İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair aklî ve naklî delilleri görmezlikten gelirlerse imtihan gereği dünyada serbest bırakılabilirler. Yüce Allah dünyada iyilik yaparak âhirete gelenlere iyiliklerinin karşılığı olarak lütfundan kat kat sevap vereceğini, kötülük yaparak gelenlere İse kötülüklerine denk ceza vereceğini bildirmektedir. [52] 21 ve 22. âyetler böylele-rinin -gerçeği inkâr etmeleri ve Allah'ı bırakıp putlara tapmaları sebebiyle- kendi­lerine yazık ettiklerini ve âhirette görecekleri ceza bakımından en çok ziyana uğ­rayanların bunlar olduklarını, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inandıkları put­larının da kaybolup gideceğini ve hiçbir işe yaramayacağını haber vermektedir. [53]

 

23-24. Kâfirlerin durumu görme ve işitme duyularından mahrum kimselerin, müminlerin durumu da gören ve işiten kimselerin durumuna benzetilmektedir. Bunlar gerçekleri görme, işitme, anlama, kabullenme ve faydalanma hususunda eşit olamayacakları gibi gerek Kur'an'dan gerekse evrendeki kevnî âyetlerden faydalanma, ibret alma ve doğru yolu bulma hususunda da eşit değillerdir. [54]

 

Meali

 

25. Gerçek şu ki biz, Nuh'u kavmine elçi olarak gönderdik: "Ben sizin için açık bir uyanayım. 26. Allah'tan başkasına tapmayınız! Çünkü ben, ba­şınıza gelecek can yakıcı bir günün azabından korkuyorum" dedi 27. Kavmi­nin ileri gelen inkarcıları, "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görü­yoruz. Sana sığ görüşlü ayak takımımızdan başkasının uyduğunu da görmü­yoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de kabul etmiyoruz, bilâkis sizin yalancı olduğunuz kanaatini taşıyoruz" dediler. 28. Nuh şöyle dedi: "Ey Kav­mim! Bir de şöyle düşününüz: Ya benîm, rabbim tarafından (verilmiş) açık bir delilim varsa ve O kendi katından bana rahmet vermiş de siz bunu anla-mamışsanız! Siz istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız? 29. Ey Kavmim! Buna karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. (Siz istiyorsunuz diye) ben iman edenleri kovacak deği­lim; çünkü onlar rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, hakikat bilgisin­den yoksun kalabalık olarak görüyorum. 30. Ey Kavmim! Onları kovarsam, beni Allah'a karşı kim koruyabilir? Düşünmüyor musunuz? 31. Size, 'Al­lah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum, gaybı da bilmem, melek ol­duğumu da söylemiyorum,Sizin hor gördüğünüz kimseler için, 'Allah onlııra hiçbir fiıydıılı soy vermeyecektir' diyemem. Onların içlerinde olun iyeyi Allaha daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olu­run!" 32. Dediler ki: "Ey Nûh! Gerçekten bizimle tartıştın ve bize karşı çok mücadele ettin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı ba­şımıza getir!" 33. Nûh dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Siz (O'nu) âciz bırakamazsınız. 34. Eğer Allah sizi azgınlık içinde bırakmayı di­kmişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin rabbinizdir; ve O'na döndürüleceksiniz.'' 35.Yoksa, "Bunu o uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam sorumluluğu bana aittir. Fakat be­nini sizin işlediğiniz günahla İlişkim yoktur." [55]

 

Tefeni

 

25-26. Sûienin başından buraya kadar olan bölümde itikadla İlgili esaslar, Allah'ın birliği, peygamberler, Kur'an'ın mucize oluşu ve âhirete iman edenlerle inanmayanların âhiretteki durumları anlatıldı; inanmayanların en büyük zarara uğ­rayacakları, buna karşılık inananların cennete girecekleri ve burada sonsuz nimet­lere kavuşacakları açıklandı; sonunda güzel bir benzetmeyle bu iki gruba dikkat çekilerek insanlar düşünmeye davet edildi. Bundan sonraki bölümlerde ise bazı peygamberlerin hayatları, tevhid inancını yaymak için verdikleri mücadele, ka­vimlerinin bunlara karşı tutumları, bu arada meydana gelen olaylar ve neticeleri örnek ve ibret olsun diye anlatılmaktadır.

Nûh aleyhisselâm Âdem'in oğlu Şît'in (Şîs) neslinden Lamek'in oğlu olup adı Kur'an'da kırk üç yerde geçen, adı bir sûreye (71. sûre) İsim olan büyük bir peygamberdir. Aynca yüce Allah tarafından kendilerinden sağlam söz alınan beş büyük peygamberden biri ve bunların ilkidir. [56] 950 yıl yaşamış ve kavmini Allah'ın dinine davet etmiştir. [57]  Uzun yıllar kavmini dine davet etmesine rağmen putperest olan kavmi onun davetini ka­bul etmedi ve kendisini sapkınlıkla itham etti[58]  hatta tebliğ faaliyetine son vermediği takdirde onu taşlayarak öldüreceklerine dair tehditte bulundu. [59] Sonunda Hz. Nûh, "Artık yenik düştüm; yardımını esirgeme!" diye Allah'a yalvarmaya başladı[60]  ve "Rabbİm, dedi, kavmim beni yalan­cılıkla suçluyor. Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!'* diye dua etti. Bunun üzerine yüce Allah inananları Nûh ile birlikte gemiye bindirerek kurtardı, diğerleri de tu­fanda boğuldu. [61]  Rivayete göre Hz. Nûh tufandan sonra 350 yıl yıı^mıj ve Mekke'de vefat etmiştİT[62]

Hjş, Adem'den sonra NÛh peygambere kadar geçen sure, kesiir olarak bilinmemekle birlikte oldukça uzun bir zaman dilimi oluşturmaktadır. Bu süre içerisin­de Âdem'in soyu çoğalarak yeryüzüne dağılmış, ancak onun getirdiği tevhid inan­cından da sapmalar olmuştu; bu sapmaları önlemek amacıyla Allah Teâlâ İdrîs aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. [63]  Bu­nunla birlikte sapmalar devam etti, putperestlik çoğaldı ve Hz. Nûh zamanında yaygın bir duruma geldi. Kur'ân-1 Kerîm bu dönemde halkın saygı gösterip taptı­ğı Ved, Suvâ, Yegus, Yaûk ve Nesr gibi putların adını vermektedir. [64] Putperestliğe paralel olarak toplumun ahlâkı da bozulmuştu; haksızlık, ah­lâksızlık, azgınlık ve zulüm yaygınlaşmıştı. [65]  Bu sapmaları önlemek ve toplumun bozulan yönlerini onar­mak amacıyla yüce Allah Hz. Nuh'u peygamber olarak görevlendirdi. Nûh, kav­mine gelerek kendisinin onlar için bir nasihatçı ve açık bir uyarıcı olduğunu, Al­lah'tan başka ilâh bulunmadığını, dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmenin doğru olmadığını tebliğ etti; kendisini dinlemedikleri takdirde büyük bir cezaya çarptırılacaklarından endişe ettiğini bildirerek onları uyardı.

Hz. Nuh'un korktuğu "elem verici günün azabı"ndan maksat Nûh tufanı ola­bileceği gibi kıyamet gününün azabı da olabilir; her ikisi birden kastedilmiş de ola­bilir. Hz. Nûh, kavmini putlardan uzaklaştırmak ve bir olan Allah'a yönelmelerini sağlamak için büyük bir gayret gösterdi; davetini yüzyıllarca sürdürdü ve Allah'a yönelmedikleri takdirde başlarına büyük bir felâketin geleceğini haber verdi. [66]

 

27. "İleri gelenler" dîye tercüme ettiğimiz mele' kelimesi Kur'an'da "kav­min zenginleri ve soylularından oluşan eşraf ve lider kesimi, ileri gelenleri" mâna-sıiKİ.ı Kur'an'da sıkça kullanılmaktadır. İşte bunlardan inkarcı olanlar üstünlüğü maddî güçte yani zenginlik, kabilenin genişliği ve adamlarının çokluğunda gör­dükleri için Nuh'a inanan sıradan insanları küçümsediler. Halbuki peygamberlere ilk inananların çoğu, ilâhî mesajın, kendilerine bu dünyada daha âdil ve eşitlikçi bir toplumsal düzen, âhirette de ebedî mutluluk vaad ettiği, toplumun alt tabaka­larına mensup köle, yoksul ve ezilenlerden oluşuyordu. Peygamberlerin üstlendi­ği görev de ıslahatçı karakteri sebebiyledir ki toplumun mevcut düzeni elinde tu­tan varlıklı ve imtiyazlı kişileri ve grupları katında daima hoşnutsuzluğa yol aç­mıştır.

"Sığ görüşlü" diye tercüme ettiğimiz "bâdiye'r-re'y" tamlamasına müfessir-ler -kıraat farklarını da dikkate alarak- "görünüşte" veya "açıkça belli olan" şeklin­de farklı anlamlar vermişlerdir. Buna göre meali şöyle olur: a) "Sana sadece ayak takımımızın görünüşte uyduğunu görmekteyiz", b) "Sana sadece iiyıık hıkımı ol duklan açıkça belli olan kimselerin uyduğunu [67]

 

28. Bu âyet Hz. Muhammed hakkında inmiş olan 17. âyetin benzeri olup in­karcıların bir önceki âyette belirtilen şüphe ve tereddütlerine Hz. Nûh tarafından verilmiş bir cevaptır. Bütün peygamberler gibi Hz. Nûh da insanları çağırdığı tev-hid inancı ve hak dinin İlkeleri konusunda kendisinin aklî delillere, yüce Allah ta­rafından kendisine peygamberlik görevi verildiği için de nakli delillere sahip ol­duğuna, fakat kavminin cehaleti, mal ve makama düşkünlüğü sebebiyle peygam­berle kendileri arasındaki farkı göremediklerine işaret etmiştir. Durum böyle iken siz İstemediğiniz halde biz size bu dini zorla mı kabul ettireceğiz?" mealindeki bir soru ile dinde zorlama olmadığına ve peygamberlerin görevinin sadece tebliğ et­mek olduğuna dikkat çekmektedir. Nitekim hiçbir peygamber dinde zorlamaya baş vurmamıştır. Bu da onların hak peygamber olduklarını gösteren delillerden bi­ridir. [68]

 

29-30. Kavminin mal ve servete düşkün olan ileri gelenleri Hz. Nuh'un da peygamberliği istismar ederek para, makam ve mevki sahibi olmak istediğini, bu yolla kavmi içerisinde üstünlük sağlamaya çalıştığını düşünüyorlardı. [69] Hz. Nûh âyetteki açıklamasıyla böyle bir niyetinin bulunmadığını ilân etti. İlâhî mesajı karşılıksız olarak tebliğ etmek peygamberlerin tevhid mücadele­sinde büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple Nuh'tan sonra gelen her peygambere yaptığı görev karşılığında kavminden herhangi bir ücret istemediğini onlara bildir­mesi emredilmiştir. Aynı şekilde Hz. Muham-med'den de kavmine "Sizden yakınlarınıza sevgi duymanızdan başka bii karşılık istemiyorum" demesi istenmiştir. [70]

Tarih boyunca inkarcı toplumların ileri gelenleri peygambere inanan fakirle­ri küçümsemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki Meri gelen müşrikler de ona inanan fakirlere karşı aynı davranışı sergilemişlerdi[71]  27. âyetten itibaren konunun akışından ve Hz. Nuh'un kavmine verdiği cevaptan an­laşılacağı üzere aristokrat müşrikler fakir müminlerle aynı mecliste bulunmayı iç­lerine sindiremiyorlardı. Bu nedenle Hz. Nuh'un çağrısını kendisiyle baş başa tar­tışmak maksadıyla fakir müminleri yanından kovmasını istediler. Böyle bir teklif Allah'ın emrine aykırı olduğu gibi aklıselime de aykırıydı; bu zulmü ne din kabul ı-ılcrdi ne de akıl! İnsanlık şerefiyle bağdaşmayan bu teklifi kabul ettiği takdirde Allah'ın azabını hak edeceğini bilen Hz. Nûh, "Onları kovarsam beni Allah'a kar-şı kim koruyabilir, düşünmüyor musunuz?" diyerek bunun büyük bir haksızlık olacağına işaret etti.

Hz, Nûh kavmiyle gerçekleştirdiği bu diyalogda üç defa "ey kavmim!" diye-tı-k oııliinn akrabalık duygularına hitap edip kendisinin onlardan biri olduğuna, dolayısıyia onlar için iyilik istediğine, şefkat ve merhametle muamele ettiğine, onlar­dan da kendisine karşı sevgi ve iyi niyet beklediğine işaret ediyordu. [72]

 

31. Cahil müşriklerin anlayışına göre bir kimsenin peygamber olabilmesi için zengin olması, gaybı bilmesi, özellikle melek olması gerekir ki beşerin bilemedi­ğini bilsin, yapamadığını da yapsın! Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki müşrik­ler de onda aynı özellikleri aramışlar, bir dağı altm kütlesi haline getirmesini, ka­yıp şeyleri bulmasını, şifasız hastaları iyi (eştirmesini ve gökten melek indirip ken­dileriyle konuşturmasını istemişlerdi[73] Bu sûrenin 12. âyetinde de yine Hz. Peygamber'den benzer isteklerde bulundukları ifade buyurulmuştu. İşte binlerce yıl önce Hz. Nuh'un verdiği cevap bir peygamberin aynı zamanda ne ka­dar dürüst, samimi ve mütevazı olduğunu ifade etmesi bakımından da oldukça önemlidir.

Yukarıda da belirtildiği üzere müşrikler Hz. Nuh'a inanan fakirleri küçümsü­yor, onlara Allah tarafından değer verilmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor, ayrıca bu kişilerin Peygamber'c iman etmiş olmalarını peygamber ve dini için bir kusur olarak görüyorlardı. Nitekim Câhiliye dönemi müşrikleri de Hz. Peygam-ber'e inanan fakirler hakkında "İslâm iyi bir şey olsaydı ona öncelikle fakirler de-ğîl kendilerinin inanacağını söylemişlerdi[74]

Allah'ın müminlere faydalı şey vermesi, "onlarda bir hayır olması, işe yarar kimseler olmaları" mânasına da gelir. Buna göre Hz. Nuh müminlerin işe yarar kimseler olmadıklarını söylemesinin mümkün olmadığını, böyle bir söz söylediği takdirde haksızlık etmiş olacağını ifade ederek müşriklerin iddialarını reddetmiş­tir. [75]

 

32-34. "Azgınlık içinde bırakmak" diye tercüme ettiğimiz 34. âyetteki iğvâ kavramı, "doğru yoldan saptırmak, baştan çıkarmak, ayartmak, azdırmak ve sap­tırmak" anlamlarını da içermektedir. Terim olarak iğvâ, "şeytanın veya nefsin in­sanı kötü yola yönlendirmesi" anlamına gelir. Allah'ın insanları azgınlık içinde bı­rakmayı dilemesinden maksat -genel olarak hidayet ve dalâlet konusunda olduğu gibi- imtihan gereği ve ilâhî sünnetin (kanun) bir uygulaması olarak sapmaya yö­nelenlere izin ve imkân vermesidir. Azgınlıktaki ısrarları sebebiyle Allah bir kav­min maddî, manevî ve ahlâkî bakımdan bozulmasını, kokuşup çökmesini murat etmişse peygamberin nasihati o topluma fayda vermez. Onlar zenginliklerine, mevki ve makamlarına aldandıklan için gerçeği göremezler, onu görenleri de kü­çümserler, onlarla birlikte olmaya tenezzül etmezler, peygamberin söz ve davra­nışları onlara ağır gelir. Nitekim Yûnus sûresinin 71. âyetinden Hz. Nuh'un bu du­rumu müşrik kavmine açıkça ifade ettiği anlaşılmaktadır. [76]

 

35. Müfessirlerin çoğunluğu bu âyetin Nûh kıssasının bir parçası olduğunu söylemlşlerse de[77]  üslûp ve muhtevası dikkate alındığında âyetin muhatabının Hz. Muhammed olduğu ve Kur'an'da an­latılan Nûh kıssasına, dolaylı olarak da Kur'an'a temas ettiği anlaşılmaktadır. Ni­tekim biTçok müfessir bu görüşü benimsemiştir. [78]Buna göre Hz. Peygamber Nûh kıssasını insanlara okur­ken müşrikler "Bu kıssayı sen uydurdun" diyerek sözünü kesmişler, yüce Allah da Peygamber'ine âyetteki ifadelerle bu iddiayı reddetmesini emretmiştir, Âyet ser­best bir tercüme ile şunu demiş oluyor: Kur'an'ı ben uydurdumsa vebali boynuma olsun fakat ben uydurmadım, asıl siz iftira ederek vebale giriyorsunuz, benim uy­durma ile uzaktan yakından bir alâkam yoktur! [79]

 

Meali

 

36. Nuh'a vahyolundu ki: "Kavminden iman etmiş olanlardan başka kimse iman etmeyecek. Sakın onların yaptıklarına üzülme! 37. Bizim gözeti­mimiz altında ve öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap, haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!" 38. Nûh gemiyi yaparken, kavmi­nin ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de ileride sizin­le öyle alay edeceğiz! 39. Rezil edecek bir cezaya kimin çarptırılacağını, sü­rekli azabın kimin başına geleceğini yakında göreceksiniz!" 40. Nihayet em­rimiz geldi ve sular coşup yükseldi. Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -daha önce haklarında hüküm verilmiş olanlar dışında- ai­leni ve iman edenleri gemiye bindir!" Zaten onunla birlikte pek azı iman et­mişti. 41. Nûh, "Haydi gemiye binin! Yüzerken de dururken de Allah'ın adı­nı anın. Şüphesiz ki rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir" dedi. 42, Der­ken gemi onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürmeye başladı. Nûh, uzak duran oğluna, "Haydi yavrum gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfir­lerle beraber olma!" diye seslendi. 43. Oğlu, "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" diye cevap verdi. Nûh dedi ki: "Bugün Allah'ın hükmettiği ce­zadan ancak rabbimin esirgedikleri kurtulacaktır." Derken aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. 44. (Sonra) "Ey toprak suyunu yut! Ey gök (suyunu) tut! " denildi. Su çekildi; hüküm yerini buldu; gemi Cûdî'nin üzerine oturdu; "Zalimlerin topunun canı cehenneme!" denildi. 45. Nûh rab-bine şöyle seslendi: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va­adin elbette haktır. Sen hâkimlerin en âdilisin." 46. Allah buyurdu ki: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o kötü bir iş yapmıştır. Sakın hakkın­da bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." 47. Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben, senden hak­kında bilgi sahibi olmadığım bir şeyi istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, kaybedenlerden olurum!" 48. Denildi ki: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan gruplar üzerine bizden selâm ve bereket­ler ihsanı ile in gemiden! Önce bir süre faydalandıracağımız, sonra tarafımız­dan bir azapla cezalandırılacak topluluklar da olacaktır. 49. İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin! Sabret, çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır. [80]

 

Tefsiri

 

36-37, Hz. Nuh'un uzun süre sabır, metanet, şefkat ve merhametle kavmini dine davet etmesine rağmen çok az bir grubun dışında kimse iman etmedi. Kavmi onunla alay etmekle yetinmedi, cinnet getirmiş olduğunu ilân etti, bu da sonuç ver­meyince isyan edip onu taşa tutarak öldürmekle tehdit etti[81]  Çaresiz kalan Hz. Nûh, inkarcıların yok edilmesini Allah'tan niyaz etti. [82]  Yüce Al­lah, onun duasını kabul edip inkarcıların tamamını yok edeceğini Peygamber'ine bildirdi. [83]  

Allah Teâlâ, daha önce iman edenler müstesna artık bundan sonra kimsenin ona iman etmeyeceğini, kavminin geçmişte işlediği günahlara, kendisini yalancı­lıkla suçlamalarına, inkarcılıkta ısrarlarına ve gördüğü eziyetlere üzülmemesİni emredip artık azgınların başına gelecek felâketin yaklaşmakta olduğunu haber ver­di; "Haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!" buyura­rak felâketin (tufan) boyutlarının ne derece büyük olduğuna işaret etti. [84]

 

38-39. Hz. Nûh Allah tarafından kendisine öğretildiği biçimde gemiyi yapma­ya başladı. Kavminin ileri gelenleri yanına uğradıklarında daha önce peygamber ol­duğunu söyleyen Nuh'un gemi yaptığını görünce "peygamberlikten vazgeçip ma­rangozluğa başladı" diyerek onunla alay ediyorlardı. Hz. Nûh ise yakında alay et­me sırasının kendilerine geleceğini söylüyor, yaklaşan felâketi haber veriyordu. [85]

 

40. "Sukr coşup yükseldi" şeklinde tercüme ettiğimiz "fâre't-tennûr", fışkı­rarak yeryü/.ünü kaplayan azgın suları ve selleri ifade eder. [86] Aynı ifade "Allah'ın gazabı şiddetlenince" veya azabın sabaha doğru geldiğini ifa­de etmek için "şafak atınca, sabah olunca" şeklinde de tercüme edilmiştir.

Hz. Nûh geminin yapımını tamamlayınca beklenen azabın gelmekte olduğu­nu Lİair belirliler gözükmeye başladı. Yer ve göklerin kapılan açıldı. Yerden sular fışkırıyor, gökten sular boşalıyordu. Bu durum Kamer sûresinde şöyle tasvir edi­lir "IVrkfiı, göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura açtık. YndcH ile sular fışkırttık; böylece azgın sular önceden belirlenmiş bir iş için birleşti[87]  Allah Nuh'a erkekli dişili olmak üzere evcil veya yaba­ni, canlılardan birer çiftini gemiye bindirmesini, boğulmayı hak edenlerin dışında ailesini ve iman edenleri de gemiye almasını buyurdu. Ailesinden maksat yakınla­rı yani eşleri, çocuktan ve bunların eşleridir. Eşlerinin sayısı ve isimleri hakkında bilgimiz olmamakla birlikte kaynaklar onun Ham, Sâm, Yâfes ve Yâm adlarında dört oğlu olduğunu kaydetmektedir. [88]  Peygamberler tarihiyle ilgi­li eserlerde boğulan oğlunun adı Yâm, eşinin adı da Vâile olarak geçmektedir. [89]

 

42-43. Nihayet sular Allah'ın takdir ettiği seviyeye geldiğinde [90]gemi dağlar gibi dalgalar arasında yürümeye başladı. Bu arada Hz. Nûh, kendisi­ni yalanlayanlardan olup yalnız olarak bir kenara çekilmiş bulunan dördüncü oğlu YânTa[91] babalık şefkat ve merhametiyle son olarak bir daha seslenip gemiye çağırdı. Oğlu babasının şefkat yüklü bu çağrısına kulak vermedi; çünkü olayın diğer tabii âfetler gibi bir afet olduğunu düşünüyor ve yüksek yerle­re çıkarak kurtulabileceğini sanıyordu. Bu sebeple babasının çağrısına "Beni su­dan koruyacak bir dağa sığınacağım" diye cevap verdi. Oysa olay tabii bir âfet de­ğil, azgın bir kavmi cezalandırmak üzere Allah tarafından özel olarak gerçekleşti­rilmiş olağan üstü bir tufandı ve Allah'ın emriyle yapılmış olan geminin dışında kalanlar bu tufandan kurtulamayacaklardı. Ancak oğlunun kalbi katılaşmıştı, artık peygamber babanın öğütleri onu etkilemiyordu. Derken baba ile oğul arasına dağ­lar gibi dalgalar giriverdi, o da diğer inkarcılarla birlikte boğulanlardan oldu.

Tufanın bütün dünyayı mı yoksa sadece Nûh kavminin yaşadığı bölgeyi mi kapsadığı konusunda farklı görüşler vardır. "Ve yalnız onun (Nuh'un) soyunu ka­lıcı kıldık"[92]  mealindeki âyet, suların o gün yeryüzünde mevcut olan insanların yaşadığı bütün bölgeleri kapladığı kanaatini[93]destek­ler gibi görünmektedir. Bununla birlikte bu tufanın alanı hakkında Kur'an ve Sün-net'te sarih ve kesin bir delil bulunmadığı için bu ihtimallerin her biri mümkündür. [94] Kesin olan bir şey varsa o da Nûh kavminin pey­gambere isyan etmesi sebebiyle tufanda boğularak helak olması, müminlerin ise Nûh peygamberle birlikte kurtulmuş olmalarıdır. [95]

 

44. Hz. Nuh'un gemisi dalgalar arasında ne kadar zaman kaldı? Bu sorunun cevabı da kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Nûh zamanından beri semavî dinler­de makbul bir gün olarak değerlendirilen âşûrâ gününün önemine İşaret eden Ta-berî'nin naklettiği bir rivayete göre Hz. Nûh Receb ayının ilk gününde gemiye binmiş, altı ay sonra Muharrem ayının 10'unda âşûrâ günü gemi Cûdî denilen dağ­da karaya oturmuştur. [96] Anc.ık bu konuda da en güvenilir yol Kur'an'm verdiği bilgiterle yetinmektir. Nuh'un gemisi Allah'ın dilediği kadar su üzerinde kaldıktan sonra yüce Allah göklere suyunu tutmasını, yerlere de suyu çekmesini emretti. Böylece sular çekildi, hüküm yerini bulmuş oldu, gemi Cûdî dağında karaya otur­du, Hz. Nuh'un duasında istediği gibi yeryüzünde yürüyen bir tek kâfir kalmamak üzere tamamı yok olup gitti. Âyetteki "zalimler" ifadesinden kavmin helak oluş nedeninin zulüm yani Allah'a ortak koşup putlara tapmak ve peygambere isyan et­mek olduğu anlaşılmaktadır.

Üzerinde Nuh'un gemisinin oturduğu bildirilen Cûdî dağı Güneydoğu Ana­dolu bölgesinde Türkİye-brak sınırına 15 km. uzaklıkta, Dicle ırmağının kıyısında bulunan Cizre'nin 32 km. kuzeydoğusunda, Şırnak il merkezine 17 km. mesafede­dir. Gerek Cûdî dağının yapısı gerekse konuyla ilgili tarihî bilgi ve rivayetler, âyet­te geminin "üzerine oturduğu" bildirilen Cûdt dağının bu dağ olduğu şeklindeki ka­naati destekler mahiyettedir. [97] Kitâb-ı Mukaddes'e göre gemi Ararat (Ağrı) dağına oturmuştur. [98]

 

45-47. Nuh'un oğlu iman etmediği için onun kendi ailesinden sayılmadığı, iman olmayınca tek başına kan bağının birçok hak ve ödev İçin yeterli olmadığı bildirilmektedir. Çünkü inkarcıları kurtarmak Hz. Nuh'un gönderiliş hikmetine aykırıydı. Nüh insanları bir olan Allah'a iman etmeye ve O'ndan başkasına kulluk etmemeye çağırmak, onları inkarcılık ve putperestlikten kurtarmak için gönderil­miştir. Oysa onlar peygambere isyan ve işkence etmişler, hatta davetine son ver­mediği takdirde onu öldüreceklerini söylemişlerdir. Artık böyle zalimlerin kurtu­luşu söz konusu değildir. Bu sebeple yüce Allah, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şeyi kendisinden İstememesi hususunda Nuh'u uyarmakta ve onun gibi büyük bir peygamberin bu tür isteklerden sakınmasını ve cahillerden olmamasını tavsiye etmektedir.

Bu uyarı Hz. Nuh'un bir iman zaafına düştüğü anlamına gelmez. Nitekim kendisinin bu uyarıya verdiği karşılık onun Allah'a teslimiyetinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Şüphesiz o da diğer peygamberler gibi bir beşer olarak çocuk sevgisi ve benzeri insanî duygulara sahipti. Oğlunun tufandan kurtulması için Allah'a yalvarması da bu duygudan kaynaklanıyordu. Cenâb-ı Allah bir pey­gamberin inkarcı biri hakkında böyle bir istekte bulunmasının doğru olmadığını bildirdi ve böyle hatalara düşmemesini tavsiye etti. Nitekim Hz. Peygamber'e de buna benzer bir uyan yapılmıştır. [99]  İbn Âşûr, Hz. Nuh'un bu is­teğinin gemi karaya oturduktan sonra ve oğlunun dünyada kurtulmasından ümidi­ni kesmiş olduğu bir anda gerçekleştiğini dikkate alarak Nuh'un bu talebinin oğ­lunun fılıiıvtlf hjığışlanmasına yönelik olduğu kanaaliııe varmıştır. [100]

 

48. Hz. Nuh'un gemisi Cûdî dağında karaya oturduğu zaman yeryüzü inkar­cılardan temizlenmiş; sular da çekilmeye başladığı için artık gemidekilerin yeryü­züne İnme zamanı gelmişti. Nûh ve yanındakiler Allah'ın emrine uyarak bereket­li topraklara inip orayı yurt edindiler. Âyetin ifadesinden anlaşıldığına göre Hz. Nuh'a, kendi soylarından, Allah'ın lütuf ve ihsanlarına mazhar olacak dindar mil­letler geleceği gibi, dünya nimetlerinden "bir süre" faydalandırılıp arkasından inançsızlık ve kötülüklerinin cezasını görecek olan inkarcı toplulukların geleceği de bildirilmişti. [101]

 

49. Kavminden gördüğü kötülük ve haksızlıklar sebebiyle üzülen Hz. Pey­gamber'i ve arkadaşlarını teselli etmek, insanların ibret almasını sağlamak maksa­dıyla anlatılan bu kıssa -Hz. Peygamber ve çevresi bakımından- gayb haberlerin­den olup vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e indirilmiştir. [102]  Ayette Nuh'un sabredip başarıya ulaştığı gibi Hz. Peygamber'in de sab­retmesi emredilmiştir. Çünkü mücadeleye sabırla devam edenler başlangıçta başa­rısızlığa uğrasalar bile sonunda mutlaka başarıya ulaşacaklardır. Ebedî hayat ba­kımından mutlu son daima kötülüklerden sakınanlarındır. [103]

 

Meâli

 

50. Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Dedi ki: "Ey Kavmim! Allah'a kulluk ediniz; O'ndan başka tanrınız yoktur; siz sadece uydurmak­tasınız. 51. Ey Kavmim! Bunun karşılığında ben sizden bir ücret istemiyo­rum; benim hizmetimin karşılığı ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? 52. Ey Kavmim! Rabbinizden bağışlanmayı dileyiniz, O'na tövbe ediniz ki üzerinize bolca yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah'tan yüz çevirmeyiniz!" 53. Dediler ki: "Ey Hûd! Bize açık bir mucize getirmedin; biz senin sözünle tanrılarımızı bı­rakacak değiliz; biz sana iman edecek de değiliz. 54-55. 'Tanrılarımızdan bi­ri senin akimi almış!' demekten başka söyleyeceğimiz söz yok!" Hûd dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olunuz ki sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuklarınızla benim hiçbir ilgim yoktur. Haydi hepiniz bana tu­zak kurunuz, bana aman vermeyiniz! 56. Ben, benim de rabbim, sizin de rab-biniz olan Allah'a dayandım. Çünkü kımıldayan her canlının kaderi onun elindedir. Şüphesiz rabbimin yolu dosdoğru yoldur. 57. Eğer sırt çevirirseniz bilin ki size ulaştırmakla görevli olduğum şeyi size bildirdim. Rabbim yerini­ze başka bir kavmi getirebilir. Siz O'na hiçbir engel çıkaramazsınız. Şüphe­siz rabbim her şeyi gözetendir." 58. Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla bera­ber iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtardık. 59. İşte Âd! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler; O'nun peygamber­lerine âsi oldular ve her inatçı zorbanın enirine uydular. 60. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğradılar. Evet Âd rabbini inkâr et­ti. Hûd'un kavmi Âd'ın canı cehenneme! [104]

 

Tefsiri

 

50-51. Rivayetlere göre Âd, Hz. Nuh'un dördüncü kuşaktan torunu olup ba­kısı Avs'tır, Avs'm babası İrem, onun babası Sânı, onun babası ise Nûh'dur. ÂtTın ismine nispetle söz konusu kavme de "Âd kavmi" denilmektedir. Hz. Nuh'tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan bu kavim Yemen'de Uman ile Hadra-mul arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur. Nitekim

Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır. [105]Ahkaf ise Uman ile Hadramut arasında kalan geniş kum çöllerinin adıdır, Kur'an'ın verdiği bilgilere göre bunlar İrem adında benzeri görülmemiş bir şehir kurmuş, müreffeh bir şekilde yaşıyorlardı. Muhteşem sarayları, bağları, bahçeleri vardı. [106] Ancak doğru yoldan sapmış, putperest olmuşlardı, ken­dilerine gönderilmiş olan peygamberi dinlemedikleri için helak olup tarih sahne­sinden silindiler. Müfessirter Âd kavmini Âd-ı Ûlâ (birinci Âd) ve Âd-ı Uhrâ (ikinci Âd) olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönde­rildiği kavmin Âd-ı Ûlâ olduğunda ittifak vardır. Nitekim Necm sûresinin 50. âye­tinde helak edilen kavmin Âd-ı Ûlâ olduğu bildirilmiştir. Bu kavim İslâm'ın orta­ya çıkışından asırlarca Önce tarih sahnesinden çekilmiş olmakla birlikte hikâyesi Arap geleneğinde canlı olarak devam ettiğinden Kur'an'da da göndermelerde bu­lunulmuştur. [107]

Hûd aleyhisselâm bir rivayete göre Âd'ın soyundan, başka bir rivayete göre de Âd'ın dedesi Sâm'ın diğer bir oğlunun soyundan olup Arap kavminden gelen pey­gamberlerin ilkidir. Âyette "onların kardeşi" denilmesi onun aynı topluma veya ak­raba kabileye mensup olduğunu ifade eder. 150 yıl yaşadığı bildirilmektedir. Kabri­nin Hadramut'ta veya Kabe'nin civarında bulunduğu yolunda rivayetler vardır. [108]

Bu sûrenin ikinci kıssası olan Âd kıssası Kur'an'da birçok yerde farklı şekil­lerde ele alınmıştır. Kıssa her geçtiği yerde farklı bir üslûpla anlatılmış ve çeşitli açılardan değerlendirilmiştir. [109]

 

52, Hz. Hûd Allah'ın birliği İnancını tebliğ ettikten sonra, işledikleri günah ve putperestlikleri nedeniyle kavmini Allah'tan bağış dilemeye ve tövbe edip O'na yö­nelmeye davet etti. Böyle yaptıkları takdirde Allah'ın, üzerlerine bolca yağmur yağ­dıracağını ve kuvvetlerine kuvvet katacağını haber verdi, Âd kavmi çölde yaşamak­la birlikte tarım ve bağcılıkla da uğraşıyordu. Bu nedenle yağmura şiddetle ihtiyaç­ları vardı. Bu sebeple Hz. Hûd Allah'ın izniyle onlara böyle bir vaadde bulundu. Al­lah tarafından kuvvetlerine kuvvet katılacaktı; maddî olarak bolluk ve berekete ma­nevî olarak izzet, şeref ve itibar eklenecekti. Fakat Hûd'un kavmi gururlu ve kibir­liydi; onun anlattıklarını ne istedi ne de ona inandı, hatta peygamberi akılsızlık, sap­kınlık ve yalancılıkla itham ettiler. Hûd, uyarılarına rağmen kavminin inkâr ve is­yanda ısrar ettiklerini görünce sonlarının kötü olacağından endişe etti ve "Sakın gü­nahkârlar olup da Allah'tan yüz çevirmeyin" diyerek kavmini devamlı uyardı. [110]

 

53-56. Hz. Hûd, kavmine gönderilmiş görevli bir peygamber olduğunu aklî deliller ve getirdiği mucizelerle anlattı. Kur'ân-ı Kerîm bu mucizelerin ne olduğu­nu bildirmemiş olmakla birlikte Hûd'un getirdiği mucizeleri kavminin inkâr etti­ğini haber vermektedir. [111]  Kavmi onun getirdiği mucizelere ve kullan­dığı aklî delillere değer vermedi ve çağrısını reddetti. Ayrıca Hûd'u küçümsedik-lerinden dolayı onun sözüne bakarak ilâhlarından vazgeçmeyip ve ona iman etme­yeceklerini bildirdiler. "Tanrılarımızdan biri senin aklını almış!" diyerek Hûd'un, tanrılarına dil uzatmasından dolayı onlardan biri tarafından çarpıldığını, bu sebep­le delirmiş olabileceğini ileri sürdüler. Putperestlerin bu saygısız ve inatçı davra­nışları karşısında Hûd kendisinin hak peygamber olduğuna dair yüce Allah'ı şahit tuttuğu gibi topluluğun şirkinden uzak olduğu konusunda da doğrudan onları şahit gösterdi. Tanrılarının aklını almış olması iddiasına karşılık da hepsine meydan okuyarak bu iddiayı çürüttü. Çünkü Hûd Allah'a tevekkül edip O'na teslim olmuş­tu. O'nun adaletine güveniyor, neylerse güzel eyleyeceğine inanıyordu.

56. Âyet evrende ne kadar canlı varsa hepsinin Allah'ın emrinde ve kontro­lünde bulunduğunu, O'nun kudret ve iradesinin bütün varlıklar üzerinde mutlak ve kesin olarak müessir olduğunu ifade eder. Hûd bu sözüyle Allah'ın izni olmadan kendisine kimsenin tuzak kurup herhangi bir kötülük yapamayacağına inancının tam olduğunu vurgulamak istemiştir. Allah'ın yolunun dosdoğru yol olmasından maksat, O'nun hüküm ve tasarruflarının tamamen doğru, adalete uygun olması, zulüm, hata ve yanlışlıktan uzak bulunmasıdır. [112]

 

58. "Emrimiz gelince" ifadesi artık Allah'ın beklenen azabının geldiğini ha­ber vermektedir. Âd kavmi inkarcılıkta ısrar edince artık Allah'ın cezasını hak et­miş ve azabın belirtileri kendini göstermeye başlamıştı. Yüce Allah Önce yağmur­larını kestiği için, kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. Ünlü İrem bağları yok olup git­ti; canlı varlıklar da susuzluktan ölmeye başladı. Âd halkı bir gün vadilerine doğ­ru gelmekte olan büyük bir kara bulut görünce yağmur yağacak diye sevindiler. Oysa bu bulutla Allah onların üzerine kasıp kavurucu bir kasırga, bir fırtına gön­dermişti; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gün sekiz gece uğultulu bir şekil­de esti. Sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere seriverdi[113] muhteşem sarayları ve köşkleri de yerle bir oldu; böylece Âd kavmi yok olup gitti. Yüce Allah Hûd'u ve onunla beraber iman eden­leri rahmetiyle bu şiddetli azaptan kurtardı. Âyette Hûd ve beraberindeki mümin­leri ıı kurtarılmaları iki defa zikredilmiştir. Bunlardan birincisi dünyadaki ceza, ikincisi ise âhiretteki azap olarak yorumlanmıştır. [114]

 

59-60. Bu iki âyet Âd kavminin helak oluş sebep ve sonuçlarını veciz bir şekilde özetlemektedir: Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler ve peygamberlerine İs­yan edip inatçı her zorbanın izinden gittiler, Bu sebeple hem bu dünyada hem de kıyamet gününde laneti hak ettiler, Âd kavminin inkâr ettiği peygamber Hûd bir kişi olduğu halde âyette çoğul olarak "peygamberler" (rusül) şeklinde gelmiştir. Müfessirler, bir peygambere isyan edilmesinin bütün peygamberlere isyan olarak kabul edildiğini, bu sebeple peygamberlerin çoğul olarak zikredildiğinİ söylemiş­lerdir. [115] Nitekim Kur'an'da bunun başka örnekleri de vardır. [116] 60. Âyetin son iki cümlesi Hûd kıssasının da son cüm­leleri olup Âd kavminin suç ve cezasını kısa birer cümte ile net bir şekilde tekrar vurgulamaktadır: Onlar rablerini inkâr ettiler; bu nedenle Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. [117]

 

Meali

 

61. Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi kî: "Ey Kav­mim! Allah'a kulluk ediniz; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yer­den var etti ve size orayı mamur hale getirme görevi verdi. O halde O'ndan mağfiret isteyiniz; sonra O'na tövbe ediniz. Şüphesiz rabbim yakındır, duala­rı kabul eder," 62. Dediler ki: "Ey Salih! Sen bundan önce içimizde kendisine ümit bağlanan biriydin. Şimdi babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bi­zi engellemeye mi kalkışıyorsun? Doğrusu bizi davet ettiğin konuda ciddi bir şüphe içindeyiz." 63. Salih dedi ki: "Ey Kavmim! Bir de şöyle düşününüz: Ya ben rabbimden verilmiş apaçık bir delile dayanıyorsam ve O bana kendinden bir lütufta bulunmuşsa! Bu durum karşısında O'na âsi olursam beni Allah'a karşı kim korur? (Bu davranışınızla) bana ancak zararda olduğunuzu daha iyi görme imkânı veriyorsunuz. 64, Ey Kavmim! İşte size mucize olarak Allah'ın devesi. Onu bırakınız Allah'ın mülkünde otlasın. Ona kötülük etmeyiniz; sonra sizi, yaklaşan bir azap yakalar." 65. Fakat Semûd kavmi, o deveyi hun­harca Öldürdü, Salih de "Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız!" dedi. Bu, ya­lanlanmayacak bir tehdit idi. 66. Emrimiz gelince Salih'i ve onunla beraber iman edenleri bizden bir rahmet olarak helak olmak ve o günün zilletine uğ­ramaktan kurtardık. Şüphesiz rabbin kuvvetlidir, üstündür. 67. Zulmedenle­ri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. 68. Sanki orada hiç oturmamışlardı. İşte böyle, Semûd kavmi rablerini inkâr etti, Vay Semûd'un haline! [118]

 

Tefsiri

 

61-62. Semûd kavmi, soyu kesilmiş eski bir Arap kabilesi olup rivayetlere göre adını Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın üçüncü kuşaktan torunu olan Semûd b. Câ-sir'den almıştır. Bir önceki kıssada anlatılan Âd kavmiyle aynı soydan olup Sâm'ın oğlu İrem'de birleşmektedirler. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hici'de yaşamışlardır. [119]

Salih aleyhisselâm Semûd'un soyundandır, bu kabileye Allah'ın dinini teb­liğ etmek üzere gönderilmiş bir peygamberdir, Hûd'dan sonra Arap ırkından gel­miş ikinci peygamber olduğuna inanılmaktadır. [120]  Salih'in kıssası Kur'an'da birçok yerde anlatılmış olup her geçtiği yerde kıssanın farklı yönleri ön plana çıkarılmıştır.

Âd kavminden sonra gelişip güç ve kuvvet kazanmış olan Semûd kavmi baş­langıçta tevhid inancına sahipti, Allah'ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla bunlar da Âd kavmi gibi putperest oldular. Nitekim Salih'in onları Allah'a kulluk etmeye çağırmasından putlara tapmaktan vazgeçip (iivbe etmelerini ve Allah'tan af dilemelerini istemesinden de bu durum anlaşıl­maktadır. Ancak kavmi onun akıl, zekâ, şahsiyet ve bilgisiyle daha önce içlerinde iıiharlı biri olduğunu itiraf etmelerine rağmen, atalarının taptığı putları bırakıp Al-hıh'a tapmalarını isteyince kafalarının karıştığını ve peygamberin çağrısıyla ilgili hirçok şüphenin bulunduğunu ifade ettiler. [121]

 

Tefsir

 

63. Salih, tebliğ ettiği hak din konusunda aklî ve naklî delillere sahip ol­duğuna, yüce Allah tarafından kendisine peygamberlik görevi  verildiğine işaret ederek kavminden bu konuyu iyice düşünüp değerlendirmelerini istedi; kendisine verilen görevi yerine getirmeyip aksini yapmasının affedilmez bir günah olduğu­nu bildirdi; kavminin davranışlarının kendilerini iyice ziyana uğrattığını gördüğü­nü haber verdi.

MeâJinde "(Bu davranışınızla) bana ancak zararda olduğunuzu daha iyi gör­me imkânı veriyorsunuz" diye tercüme ettiğimiz son cümleyi "Size uyarsam bana sadece zarar vermiş olursunuz" şeklinde çevirmek de mümkündür. [122]

 

64-65. Fakat kavmi gittikçe sertleşerek Salih'i yalancılıkla suçlayıp onun bü­yülendiğini söyledi ve iddiasını kanıtlaması için mucize göstermesini istedi[123]  Bunun üzerine Salih, mucize olarak deveyi gösterdi. Bu deveye herhangi bir kötülük yapmamaları hususunda kavmini uyarmasına rağ­men, onlar bu uyarıya aldırış etmeyip 65. âyette ifade buyurulduğu üzere onu hun­harca öldürdüler. Artık ceza kaçınılmaz hale gelmişti, peygamber de bunu kendi­lerine bildirdi. [124]

 

66-68. Semûd kavmine verilen üç günlük süre içerisinde muhtemelen Hz. Sa­lih kendine inananlarla birlikte yurdu terkedip kurtuluşa erdiler; dördüncü günde Allah'ın azabı geldi ve Semûd kavmi şiddetli bir gürültüyle yok olup gitti. Bura­da "korkunç ses" diye çevirileri sayha kelimesi yerine A'râf sûresinde (7/78) "dep­rem" anlamına gelen reefe kelimesinin kullanılmış olmasından, yok eden felâke­tin deprem olduğu anlaşılmaktadır. [125]

 

Meali

 

69. Elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirip selâm vermişlerdi. O da "se­lâm" dedi, çok geçmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. 70. Ona el uzatmadık­larını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. "Korkma! Biz Lût kavmine gönderildik" dediler. 71-72. Ayakta bekleyen ka­rısı rahatlayıp güldü, hemen ona İshak'ı, ardından da Ya'kub'u müjdeledik. "Vay başıma, ben yaşlı bir kadınken, şu da ihtiyar kocam; ben çocuk mu do­ğuracağım! Doğrusu şaşılacak bir şey!" dedi, 73. Elçiler de "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir, ey hâne halkı! Şüphe­siz ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir" dediler. 74. İbrahim'in korkusu ge­çip müjdeyi de alınca Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı. 75. İb­rahim cidden ağır başlı, hassas ruhlu kendini Allah'a vermiş biriydi. 76. "İb­rahim, bundan vazgeç; çünkü rabbinin emri gebniştir.Onlara, geri çevrilim/ bir azap mutlaka gelecektir" dediler. 77. Elçilerimiz Lût'a geldiğinde, IM on­lardan dolayı huzursuz oldu, onlara karşı çaresizlik hissetti. "Zor bir gün!" dedi. 78. Lût'un kavmi hemen yanına geldi. Daha önce de o çirkin işleri yapı­yorlardı. Lût, "Ey Kavmim! İşte kadınlar, benim kızlarım; sizin için en nezih »lam onlarla evlenmektir. Allah'tan korkunuz ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyiniz! İçinizde akh başında bir adam yok mu!" dedi. 79. "Sen de bi­liyorsun ki senin kızlarında bizim gözümüz yok. Bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun" dediler. 80. Lût, "Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir desteğe dayanabilseydim!" dedi. 81. Elçiler "Ey Lût! Biz rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen gecenin bir vak­tinde ailenle birlikte yola çık. Eşinden başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onların başına gelecek olan, şüphesiz onun başına da gelecektir. On­lar için belirlenen zaman, sabah vaktidir. Sabah da yakın, değil mi?" dediler. 82-83. Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine sağanak halinde, rabbin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Böyle cezalar zalimle­rin başından hiç eksik olmaz. [126]

 

Tefsiri

 

69-73. Bu kıssa Hûd sûresinde anlatılan kıssaların dördüncüsü olup ana ko­nusu itibariyle Lût aleyhisselâm ve kavmim ele almaktadır. Lût, Güney Bâbil'de-ki Ur şehrinin yerlilerinden ve Hz. İbrahim'in kardeşi Haran'ın oğludur; İbrahim ile birlikte Irak'tan ayrılmış; daha sonra da Ölüdeniz (Lût gölü) kıyısındaki Sodom ve Gomore'ye yerleşmişti. Bu sebeple "Lût kavmi" tabiri Hz. Lût'un mensup ol­duğu kavmi ifade etmeyip onun aralarında yaşamaya karar verdiği ve peygamber olarak görevlendirildiği Sodom sakinlerini ifade etmektedir. [127]

Hz. Lût'un ikamet ettiği Sodom halkı, inkarcı oldukları gibi ahlâksızlık ve sapık ilişkiler içinde bulunuyorlardı. İşte Lût bu kavmi ıslah etmekle görevlendi­rilmişti[128] ancak yöre halkı onun nasihatlerini dinlemedi ve sapık ilişkilerine devam ettiler; Allah Teâlâ da onları helak etmek üzere elçilerini gön­derdi. Kur'ân-ı Kerîm elçilerin kimler olduğu hakkında ayrıntılı bilgi vermemek­le birlikte müfessirler bunların insan şekline girmiş melekler olduğunu kabul eder­ler. [129]

Lût, aynı çağda Filistin'de ikamet eden Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamak üzere gönderildiği için olay onu da ilgilendiriyordu. Bu sebeple Allah'ın elçileri, durumdan onu haberdar edip ümmeti hakkında herhangi bir korkuya kapılmama-sını sağlamak için öncelikle onu ziyaret ettiler. Hz. İbrahim, misafirlerin yemeğe el uzatmadıklarını görünce durumlarından şüpheye kapıldı. Melekler, Lût kavmi­ni helak etmek için geldiklerini haber verdikten sonra İbrahim'e inananların bu fe­lâketten kurtulacağını söyleyerek onu rahatlattılar. Kitâb-ı Mukaddes'e göre çocuk müjdesi verildiğinde Hz. İbrahim 100 yaşında, eşi Sâre ise doksan yaşında bulu­nuyordu  [130]Hicr sûresinin 54. âyetinde Hz. İbrahim'in de yaşlılığı nedeniyle olayı yadırgadığı bildirilmektedir. Melekler, müjdeye şaşıran peygam­ber hanımını, bir müminin Allah'ın işine şaşmaması gerektiğini söyleyerek teskin ettiler. Zira tabiat kanunlarını koyan Allah'tır; bu kanunlar kâinatta carî olmakla beraber Allah'ın iradesini sımrlayamaz; O, istisnaî tasarruflarla mucizeler yaratır ve peygamberlerini destekler. [131]

 

74-76. Hz. İbrahim'in Allah İle tartışması mecazi anlamda olup Allah'ın gön­derdiği elçilerle tartışmasını ifade eder. Lût kavminin yaşadığı şehirde müminler de bulunduğu için Hz. İbrahim suçlularla birlikte onların da helak olmasından kor­kuyor, bu sebeple azabın kaldırılması için meleklerle tartışıyor ve Allah'a yalvarı-yordu. Ancak Lût kavmi helak olmayı hak etmişti, artık geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azabın gelmekte olduğunu haber verdiler ve İbrahim'den onların he­lakini önleme gayretinden vazgeçmesini istediler. [132]

 

77-78. Elçiler Hz. İbrahim'den ayrılıp Sodom'a gelerek Lût'a misafir oldu­lar. Hz. Lût, onların melek olduğunu bilmediği için kavminin onlara sarkıntılık edebileceğini düşünerek kaygılandı, Şehir halkı hemen Lût'un evine doğru akın et­meye başladılar. Peygamber, kavminin babası hükmünde olduğu için onların kız­larını kendi kızları yerinde kabul edip kavminin onlarla evlenmelerini teklif ede­rek misafirlerini korumaya çalıştı. Bununla birlikte kendi kızlarıyla evlenmelerini teklif ettiği kanaatinde olanlar da vardır. Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere[133] Lût'un kendi kızlarını teklif edip onlardan yararlanmalarına müsa­ade ettiği görüşünde olanlar da vardır; ancak bu tür çirkinlikleri ortadan kaldırmak için gönderilmiş olan bir peygamberin böyle bir davranışta bulunması mümkün değildir. [134]

 

79-80. Hz. Lût'un bu teklifi ve direnmesi karşısında kavmi alay ederek onu şehirden çıkarmak istedi. [135]  Hz. Lût zayıf bir ümitle de olsa tebliğ görevini sonuna kadar sürdürdü ve onları bu çirkin davranıştan vazgeçirmeye ça­lıştı, misafirlerine tacizde bulunup da kendisini rezil etmemelerini rica etti ve bu hususta Allah'tan korkmalarım öğütledi; sözden anlayıp bu taşkınlıkları önleyecek birini aradı. Fakat içlerinde böyle biri yoktu. Hepsi birbirinden edepsiz, şehvetle­rinin kölesi olmuş kimselerdi. Bu sebeple peygamberin nasihatlerini reddettiler. Lût, burada yalnız ve garipti, peygamber olarak görevlendirildiği için aralarında bulunuyordu; ailesi dışında dayanacak bir desteği yoktu, onları da sürgün edip çı­karmak istiyorlardı. [136]

 

81-83. Elçiler Hz. Lût'un iyice bunaldığını görünce kimliklerini açığa vura­rak ona kavmini helak etmek için geldiklerini bildirdiler. Bu arada bir mucize ola­rak yüce Allah elçilere sarkıntılık etmek isteyenlerin gözlerini kör etti [137] artık Lût'u da yanındakileri de göremez oldular. Lût'un aile fertleri dışın­da ona inanan kimse bulunmadığı için[138] melekler Hz. Lût'un, karısı dışındaki aile fertlerini alıp gecenin bir vaktinde şehri terketmesini istediler. Karısı iman etmediğinden o da kâfirlerle birlikte yok olacaktı. Lût ilâhî emir uyarınca geceleyin ailesini alıp şehirden çıktı; tan yerinin ağarması azabın gelmekte oldu­ğunu haber veriyordu. Nitekim güneş doğarken onları korkunç bir gürültü yakala­mış, ardından şiddetli bir depremle şehir alt üst olmuş, üzerlerine taş yağmış, yok olup gitmişlerdir. [139]

Lût kavminin başına gelen bu felâketin biçimi ve zamanı farklı âyetlerde ba­zı nüanslarla verilmiştir. Meselâ olay burada, sabahleyin tan yeri ağarırken ülke­nin altının üstüne çevrilerek üzerlerine taş yağdırılması şeklinde anlatılmıştır; Hicr sûresinde ise (73-74) ortalık aydınlanırken onları korkunç bir sesin yakaladığı, ar-dmdan da ülkenin altının üstüne çevrilerek üzerlerine taş yağdırıldığı bildirilmiş­tir. Bu âyetleri dikkate alan bazı müfessirler olayın tan yeri ağarırken başlayıp gü­neş doğarken sona erdiğini söylemişlerdir. [140]  Böylece Lût kavmi inançsızlık ve ahlâksızlığının cezasını çekerek tarih sahnesinden silinip git­miştir. 83. âyetin son cümlesi Lût kavminin yaşadığı inançsızlık ve ahlâksızlığı ya­şayan kimselerin başına bu tür felâketlerin gelebileceğine işaret etmektedir. [141]

 

Meali

 

84. Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey Kavmim! Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tar­tıyı eksik tutmayınız. Ben sizi maddî bakımdan iyi bir durumda görüyorum; ama doğrusu hakkınızda kuşatıcı bir azap gününden de korkuyorum. 85, Ey Kavmim! Ölçüyü, tartıyı adaletle tam yapın; insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. 86. Eğer müminse-niz Allah'ın kalıcı nimeti sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi de­ğilim." 87. Kavmi ise "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı putlardan yahut mal­larımız hususunda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana ibadetin mi emrediyor? Oysa sen akıllı ve mantıklı birisin!" dediler. 88. Şuayb de şöyle dedi: "Ey Kavmim! Bir de şöyle düşününüz: Ya benim, rabbimden açık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bîr nasip vermişse! Size yasakladı­ğımı kendim yaparak çelişkiye düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve O'na yöneliyorum. 89. Ey Kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelenlerin benzeri bir musibetin başınıza gelmesine sebep olacak günaha sizi sürüklemesin! Lût kavmi zaten sizden uzak değildir. 90. Rabbinizden bağışlanmayı dileyiniz, sonra O'na tövbe ediniz. Muhakkak ki rabbimin merhameti ve sevgisi boldur" dedi. 91. Medyenliler, "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, ayrıca aramızda senin zayıf olduğunu görüyoruz! Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Bi­zim katımızda senin bir değerin yok" dediler. 92. Şuayb da "Ey Kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı güçlü ki O'nıı arkanıza atıp unut­tunuz. Şüphesiz ki rabbim yaptıklarınızı kuşatmıştır. 93. Ey Kavmim! Eliniz­den geleni yapınız! Ben de yapacağım! Kimin başına bir azap gelip de yalan­cının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyiniz! Ben de sizinle bera­ber beklemekteyim" dedi. 94. Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir gürültü yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. 95. Sanki orada hiç oturmamışlardı. İşte böyle, Semûd'un yıkıldığı gibi Medyen de yıkılıp gitsin! [142]

 

Tefsiri

 

84-86. Medyen, Hicaz bölgesi ile Suriye ticaret yolu üzerinde, Akabe körfe­zine yakın bir yerleşim merkezi idi[143] Şuayb aleyhisselâm ise Medyen ve Eyke halkına gönderilmişi bîr peygamberdir. [144] O da diğer peygamberler gibi inkar­cı ve putperest halkına önce Allah'tan başka tanrı olmadığını anlattı ve herkesi O'na kulluk etmeye çağırdı. Ancak Medyen halkı putperestliğinin yanında top­lumsal ahlâk, özellikle ticaret ahlâkı bakımından da bozulmuştu. Esasen Medyen halkı bolluk içinde, müreffeh bir hayat yaşıyordu; yani onların böyle ahlâk dışı davranışlara sapmaları yoksulluktan kaynaklanmıyordu. Hz. Şuayb bu konu üze­rinde çok durdu; ölçüyü, tartıyı eksik tutmamalarını, adaletle ve düzgün ölçüp tart­malarını, kendi çıkarları uğruna insanların mallarının değerini düşürmemelerini ve yeryüzünde fesat çıkararak ülke düzenini bozmamalarını emretti; böylece hak di­nin tevhid ve adalet ilkelerini toplumda yerleştirmeye çalıştı. Özellikle dürüstlük ilkesi üzerinde durdu. Kişinin insan ilişkileri alanında dürüst olmadıkça Allah'a karşı da dürüst olamayacağını anlattı.

"Allah'ın kalıcı nimeti" diye tercüme ettiğimiz "bakıyyetullah" deyimine "Allah'a itaat etmek, Allah'ın vasiyeti, Allahîn rahmeti, Allah'ın verdiği rızık, kısmet, kâr[145] Allah'ın hayır ve bereketi, Allah'ın acıması"[146] gibi anlamlarda da verilmiştir. Bu ifade Allah'ın helâlinden verdi­ği nimetin kalıcı, çeşitli yolsuzluklarla elde edilen malın ise geçici olduğuna da işaret eder. Zira helâlinden elde edilen kazanç meşru olduğu için onda erdemli kimselerin bir diyeceği olmaz, malı veren, alana karşı herhangi bir kin ve nefret duygusu beslemez; malı sahibinin elinden almak için fırsat kollamaz; dolayısıyla toplum mal ve can güvenliği içinde yaşar. Ayrıca helâlinden kazanılıp meşrû yer­lere harcanan malın âhiretteki sevabı da ebedîdir. [147]  Oysa yol­suzlukla elde edilen mal toplumda kin ve nefret duygularını kamçılar; anarşiye, kan dökülmesine sebep olur; sonuçta mal da can da telef olur. Bu sebeple H?.. Peygamber, "Kanlarınız ve mallarınız birbirinize haramdır" buyurmuştur. [148]

Baktyye kelimesinin "acımak'1 anlamı da dikkat çekici olup Allah'ın, acıya­rak köklerini kesecek azaptan onları kurtarmasının yolsuzluklarla elde edecekleri dünya malından daha hayırlı olduğunu, aynı zamanda Allah'ın emrine uymadıkla­rı tekdirde köklerini kesecek bir ceza ile cezalandırılacakları tehdidini ifade eder. Nitekim âyetin, "Ben üzerinize bir bekçi değilim" mealindeki son cümlesi de bu anlamı destekler mahiyettedir. [149]

 

87. "İbadet" diye tercüme ettiğimiz salât kelimesi "din, okumak, namaz kıl­mak, namaz kılanlar" anlamlarında da yorumlanmıştır. [150] Allah'a ibadet, O'mın birliği ilkesine dayanan dinin direği hükmünde ve putperestlere açıkça muhalefeti temsil ettiği için putperestler daima onunla alay ederek dini yık­maya, yıkamadıkları takdirde ise zayıflatmaya çalışmışlardır. Hz. Şuayb'm kavmi de aynı maksatla onun ibadeti ile alay ederek tebliğ ettiği dini etkisiz hale getirme­ye gayret etmiştir. Şuayb'm gerek Allah'a ibadet, gerekse ticarî ahlâk konusunda söyledikleri insan fıtratına uygun ve hürriyeti geliştirici davranışlar olduğu halde, onlar bunun hürriyeti engelleyici bir budalalık olduğunu düşünerek onu küçümse­yip alay etmişlerdir. Oysa mal ve can güvenliğinin bulunmadığı yerde hürriyetten söz etmek mümkün değildir; bu nedenle Hz, Şuayb, tebliğ ettiği ilâhî hükümlerle hürriyetin gelişmesi için gerekli olan mal ve can güvenliğini sağlamaya çalışıyor­du. Ancak yolsuzluklarla toplumu sömürmeye alışmış olanlar hürriyeti sadece kendileri için istiyor ve istedikleri gibi yolsuzluk yapma hürriyetini savunuyorlar, peygamberin buna müsaade etmeyeceğini düşünemiyorlardı.

"Oysa sen akıllı ve mantıklı birisin!" ifadelerinden inkarcıların, aklı başında bir kimsenin -yanlış da olsa- toplum içinde yerleşmiş gelenek ve göreneklere kar­şı çıkmasının doğru olmadığına inandıkları, bu nedenle Şuayb'm uyarılarını yadır­gadıkları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu sözü Şuayb İle alay etmek için söy­lemiş olmaları ihtimali de vardır. Daha önce de Şuayb'm ibadeti ve davranışlarıy­la alay etmiş olmaları onun aklı başında biri olduğuna inanmadıklarını gösterir. [151]

 

88. Buna benzer âyetler (17,28,63) daha Önce Hz. Muhammed ve diğer pey­gamberlerle ilgili olarak geçmişti. Görüldüğü üzere diğer peygamberler gibi Hz. Şuayb da insanları çağırdığı tevhid inancı ve ahlâk İlkeleri konusunda kendisinin aklî ve naklî delillere sahip olduğunu açıkladı; kavminin meseleyi bir de bu açı­dan değerlendirmesini istedi, Allah tarafından kendisine verilen güzel rızıktan maksat maddî ihtiyaçlarını karşılayacağı helâl mal olabileceği gibi yüce ve mane­vî bir makam olan peygamberlik görevi de olabilir; her ikisini birlikte kastetmiş olması da mümkündür.

Şuayb "başarmam Allah'ın yardımına bağlıdır" ifadesiyle getirmiş olduğu mesajı halkına kabul ettirebilmek için maddî ve manevî imkânlarını kullanarak bütün gücüyle onu tebliğ etmeye çalıştıktın sonra, başarının Allah'ın iradesinin de aynı yönde tecelli etmesine bağlı olduğunu, kendisinin de O'na dayanıp güvendi­ğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Allah'a dayanıp güvenme yani "tevekkül" uyu­şukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen başarıya ulaştıracağına İnanılan Allah'a samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. [152]

Şuayb bu ifadeleriyle -aynı zamanda- mürşid-i kâmilde bulunması gereken vasıfları da özetlemiş bulunmaktadır; bunlar:

a) Mürşidin her şeyden önce bir de­lile yani Allah'tan gönderilmiş bir kitaba dayanması.

b) İnsanlara söylediklerini öncelikle kendi nefsinde yaşaması.

c) Başkalarına ettiği nasihatlere kendisi aykırı davranmaması.

d) Sözü ile özü, kalbi ile ameli birbirine uyması.

e) Islahatçı, yapı­cı ve düzeltici olması; İyiliğin hâkim olması için elinden geldiğince çaba göster­mesi.

f) Başarının yalnız Allah'tan geldiğine inanması, sadece O'na güvenip da­yanması, sıkıntı ve başarısızlıklar karşısında ümitsizliğe kapılmamasıdır. [153]

 

89-90. Hz. Şuayb, âyette adları geçen kavimlerin peygamberlerine karşı ta­kındıkları düşmanca tavır sebebiyle başlarına gelen felâketlerin bir benzerinin kendi kavminin başına gelmesinden endişe ettiği için onları uyardı. Özellikle Lût kavmini tarih sahnesinden silen felâketin üzerinden henüz çok zaman geçmediği­ni hatırlattı. Ayrıca Medyen şehri ile Lût kavminin yaşamış olduğu Sodom ve Go-more şehirleri coğrafi olarak birbirine çok yakındı. Buna göre Medyenliler gerek zaman gerekse mekân bakımından Lût kavmine yakındılar. [154]

 

92-93. Hz, Şuayb, kabilesinin güç ve kuvvetine değil, hiç kimsenin karşı ko­yamayacağı biı* güce sahip olan Allah'a dayanıp güvendiğine işaret etti; Allah, bil­gisi ve gücüyle her şeyi kuşattığı halde topluluğun Allah'tan korkmayıp kabilesi­nin hatırı için kendisine dokunmamasını kınadı. Oysa asıl korkulması gereken Al­lah'ın kuşatıcı gücüydü; nitekim O, Medyenliler'den önce bir kısmı tarih ve coğ­rafya olarak onlara yakın bulunan birçok topluluğu günahtan yüzünden cezalandı­rıp, yok etmişti. [155]

 

94-95. Onları helak eden bu gürültü de Semûd kavminde olduğu gibi kuvvet­li İhtimalle deprem öncesi veya onunla birlikte gelen gürültüdür. [156]  Şuarâ sûresinde ise "gölge gününde" (muhtemelen güneş tutulduğu bir günde) on lan azabın yakaladığı haber verilmiştir [157] Böylece peygambere isyan afip onu öldürmek isteyen Medyen halkı da Semftd k;ıvmi £İhi lu-lâk olup [158]

 

Meâli

 

96-97. Gerçekten Musa'yı da mucizelerimizle ve apaçık bir delille Fira­vun ve adamlarına gönderdik; fakat onlar Firavun'un emrine uydular; oysa Firavun'un emri doğru depdi. 98, Firavun, kıyamet gününde kavminin önü­ne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Gidilen yer ne kötü! 99. Onların bu­rada da kıyamet gününde de lanet peşlerini bırakmadı; verilen ödül ne kötü! [159]

 

Tefeâr:

 

96-99. Sûrenin 25. âyetinden itibaren buraya kadar bazı peygamberlerin kıs­saları, getirdikleri mesaj, inkarcılara karşı verdikleri mücadele ve bu mücadelenin sonucu hakkında açıklamalar yapıldı. Bu âyetlerde de Hz. Musa'nın önceki pey­gamberlerin tebliğ ettikleri dini ihya etmek üzere mucize ve delillerle Firavun'a ve ileri gelen çevresine gönderildiği ifade edilmektedir. [160] Firavun ve çevresindekilerin inkarcılıkta direnmeleri se­bebiyle sonlarının önceki kavimlerin sonuna benzediğine işaret edilmektedir. Çün­kü Firavun Allah'ın varlığına inanmıyor, her ülke halkının görevinin mutlak suret­te kendi hükümdarına itaat etmek olduğunu İleri sürüyor, ayrıca kendisinin en bü­yük tanrı olduğunu iddia ediyordu. [161]  Bu sebeple Hz. Musa'nın tebliğ ettiği ilâhî emirleri kabul etmedi, çevresine de bunları kabul etmemelerini, Hz. Mûsâ ve Isrâiloğullan hakkında sert tedbirler almalarım emretti. Hakkın kar­şısına dikilen zorba güçler, genel olarak çevrelerini ve emirleri altında olanları peşlerinden sürüklemektedirler. Oysa Kur'an Allah'a isyan konusunda (ana-baba dahil) hiç kimseye itaat etmeye müsaade etmemektedir; aksine böyle bir durumda hem yöneteni hem de yönetileni eşit derecede sorumlu tutmaktadır. Nitekim 98. âyette Firavun ve onun peşine düşen halkın tuttukları yolun başta Firavun olmak ü/ere hepsini cehenneme götürecek bir yol olduğu ifade edilmiş, 99. âyette de ge­nci olarak İnsanların önderlerini ve rehberlerini dikkatli ve bilinçli seçmeleri ge­rektiğine işaret edilmiştir. [162]

 

Meali

 

100. İşte sana anlatmakta olduğumuz eski beldelerin haberleri; kimisi­nin izleri hâlâ ayakta kimi de silinip gitmiş. 101. Onlara biz zulmetmedik; on­lu r kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin hükmü geldiğinde Allah'ı bırakıp (lıı taptıkları tanrıları onlara hiçbir şey sağlamadı; ziyanlarını artırmaktan lnışka bir işe yaramadı. 102.Rabbin, zulme sapan toplulukları yakaladığında işte böyle yakalar. Şüphesiz onun cezalandırması pek elem vericidir, pek çe­tindir! 10i. İşte bunda, âhiret azabından korkanlar için elbette bir ibret var­dır. O gün bütün insanların bir araya toplandığı gündür ve o gün olup bite­nin gözle görüldüğü bir gündür. 104. Biz o günü sadece belli bir süreye kadar erteleriz. 105.0 gün geldiğinde Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu. 106. Bedbaht olanlar ateştedirler, orada onlar her nefeste acıdan inleyip feryat ederler. 107. Rabbinin dilediği hariç onlar, gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Rabbin ger­çekten istediğini yapar. 108, Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada bir lütuf ola-rıık ebedî kalacaklardır. 109. O halde onların tapmakta olduğu peylerden şüpheniz olmasın; onlar da daha önce babalarının tapındığı gibi tapınmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Biz onların hak ettiklerini elbette eksiksiz olarak vereceğiz. [163]

 

Tefsiri

 

100-101. Nuh aleyhisselâm ile başlayıp Hz. Mûsâ ile sona eren bu kıssalar çeşitli yerlerde yaşayan kavim ve bunlara gönderilen peygamberlerin haberleridir. Bu kavimler peygamberlere inanmayıp isyan ettikleri için her biri bir felâketle yok olup gitmişlerdir. Bunlardan bazılarının iz ve kalıntıları zamanımıza kadar ulaş­mıştır (Mısır'daki piramit ve heykeller gibi), insanlar hâlâ bunları ziyaret edip ib­ret almaktadırlar. Bazılarının ise kalıntıları dahi kalmamış, yok olup gitmişlerdir (Lût kavminin durumu böyledir). Onların bu şekilde yok olması Allah'ın onlara zulmü değil, onların Allah'a ortak koşmak suretiyle kendilerine yapmış oldukları zulmün neticesidir. [164]

 

103.  O gün, mutlaka gerçekleşecek, herkes yani insanlar, cinler, melekler, hayvanlar ve diğer varlıklar inkâr edilemeyecek bir şekilde onu açıkça görecekler­dir. Ayrıca o gün yer ve göklerde olanlar, insanlar, melekler, hatta insan vücudun­daki organlar bile kişinin dünyada yapıp ettiklerine şahitlik edeceklerdir. [165]

 

104, Bu âyet inkarcıların, "Eğer azap varsa çabucak gelsin de görelim" şek­lindeki alaylı sözlerine cevap mahiyetinde olup kıyametin kopması ve azabın gel­mesinin inkarcıların isteğine bağlı olmadığını, Allah'ın takdirine bağlı olarak belirli bir sürenin sonuna ertelenmiş olduğunu ifade eder. Bu sürenin ne zaman sona ereceğini Allah'tan başkası bilemez. [166]

 

105-108. Bu âyetler, 103. âyetin "O gün bütün insanların bir araya toplandığı gündür" mealindeki bölümünü açıklayıcı mahiyette olup mahşerde toplanacak olan insanların dünyadaki iman ve amellerine göre oradaki durumlarının ne olacağım, varıp kalacakları yerleri haber vererek o günün dehşetini tasvir etmek­tedir. Âyetlerin, putperest kavimlerin kıssalarının ardından gelmiş olması dikkate alındığında 105. âyetin putlann Allah katında kendileri için şefaatçi olacağına inanan kimselere hitap ettiği anlaşılırsa da âyette genel olarak şefaatçilere güvenip de günahtan sakınmayan kimselerin uyarıldığını söylemek daha uygun olur. Zira o yüce mahkemede Allah'ın İzni olmadan ne peygamber ne evliya ne melek ne de başka bir güç şefaat edip söz söyleyebilir. [167]  İnsanlar, dünyadaki iman ve amellerine göre âhirette bedbahtlar ve mutlular olmak üzere iki gruba ayrılacaklardır. 106. âyette dünyada inkarcılıkta ısrar eden bedbahtların âhirette cehennem ateşiyle cezalandırılacakları, 108. âyette ise mutluların yani müminlerin cennet nimetleriyle ödüllendirilecekleri ifade edilmiştir.

107. âyette geçen ve "gökler ve yer durdukça" şeklinde çevirileri ifadeyi müfessirler iki şekilde yorumlamışlardır

a) Bu cümle Arap dilinde mecazi anlam­da sonsuzluğu ifade etmek için kullanılır. Buna göre âyet bedbahtların cehennem­de ebedî olarak kalacaklarını göstermektedir.

b) "Âhiretteki gökler ve yer durduk­ça" demektir. Âhiret sonsuz olduğuna göre bedbahtlar da cehennemde sonsuz olarak kalacaklardır. [168] "Rabbinin dilediği hariç" istisnası ile ilgili olarak da müfessirler farklı yorumlarda bulunmuş­lardır.

a) "Allah dilediği takdirde bu ebedîliği bir süre sonra sona erdirecek" demektir. Bu durum cehennemin de sonlu olacağını hatıra getirmektedir.

b) Allah dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtaracaktır. Bu da bazı müşrik ve in­karcıların cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacağı ihtimalini hatıra getirmektedir. [169] Şüphesiz ki Allah istediğini yapma gücüne sahiptir; O'nun için hiçbir engel söz konusu değildir; ancak müşrik ve inkarcıları affetmeyeceğini, bunların ebedî olarak cehennemde kalacağını açıkça bildirmiştir[170]

c) Başka bir yoruma göre ise bedbahtlar, günahkâr müminler ve inkarcılar olmak üzere ikiye ayrılır. Bu istisna müşrik ve inkarcıları değil günahkâr müminleri ifade eder. Bunlar belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra yüce Allah bunları oradan çıkartıp cennete yerleştirecek, inkarcı bedbahtlar ise ebedî olarak cehennemde kalacaklardır. Bu yorum daha tutarlı görünmektedir. Çünkü müminlerin ebedî olarak cennette, inkarcıların ise ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça İfade eden âyetler vardır. [171]

Mutlu olanlara gelince bunlar da sonsuz olarak cennette yaşayacaklardır, "Rabbinin dilediği hariç" istisnası bunlar hakkında da mevcuttur; ancak âyetin son cümlesi cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu ve cennete girenlerin oradan çıkarılmayacağını göstermektedir. Bu takdirde istisnanın anlamı nedir? İbn Âşûr'a göre bu istisna iki anlamda yorumlanabilir: 1. Tövbe etmeden âhirete giden müminler bir süre cehennemde kaldıktan sonra Allah merhameti gereği onları bir sebep ve hikmetle affeder ve cennete koyar. Bunlara "cennetteki cehennemlikler" denilir. 2. Bu istisnadan maksat Allah'ın lütuf ve rahmetinin bir tecellisi olan nimetlerin "ödenmesi gereken şeyler" şeklinde anlaşılmasını önlemektir. [172] Bazı müfessirlerse bu istisnayı, "Allah onlara başka bir mükâfat bahşet­meyi İstemedikçe" şeklinde yorumlamışlardır. [173] "Allah insanın önünde yeni bir evrim sahnesi, daha yüksek bir evre açmadıkça (cennette sonsuz olarak kalacaklardır)" şeklinde yorumlayanlar da vardır. [174]

 

109, Hz. Peygamber'in şahsında bütün insanlara hitap eden bu tanrı olarak kabul ettikleri putların boş şeyler olduğunu, kimseye fayda veya zarar verecek durumda bulunmadığını, insanların -akla ve sağ duyuya dayanarak değil- atalarını taklit ettikleri için bunlara taptıklarını bildirmekte, müşrik Arap­lar'in durumunun öncekilerden farklı olmadığına, bu sebeple sonlarının da aynı olacağına işaret ederek Hz. Peygamber'i teselli etmekte, müşrikleri ise uyarmak­tadır. [175]

 

Meali

 

110. Gerçek şu ki biz Musa'ya da kitabı vermiştik; onda da ihtilâfa düşüldü. Eğer rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz olmasaydı işleri I »il irilirdi. Onlar kitap hakkında derin bir şüphe içindedirler. 111. Şüphesiz rabbin, onların her birine yaptıklarının karşılığını tam olarak verecektir. Rabbin, onların yapmakta olduklarından haberdardır. 112. Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol! Aşırı git­meyiniz; çünkü Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir. 113. Zalimlerin yanında olmayınız; sonra ateş sizi de yakar. Allah'tan başka dostlarınız ol­madığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz! 114. Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kılınız. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlat­madır. 115. Sabret! Allah güze) davrananların mükâfatını zayi etmez. 116. Keşke sizden önceki toplumlar içinde yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek faziletli kimseler bulunsaydı! Onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kesim bunu yaptı. Zulmedenlerse içinde şımartıldıktan refahın peşine düşüp günahkâr oldular. 117. Rabbin, halkı iyilik peşinde olan ülkeleri haksız yere helak edecek değildir. 118-119. Rabbîn dileseydi insanları elbette tek bir üm­met yapardı. Fakat, rabbinin esirgedikleri müstesna, hep ihtilâf içinde olacaklardır. Allah onları buna uygun yarattı. Rabbinin, "Andolsun ki cehen­nemi hem insanlar hem cinlerle dolduracağım" sözü yerini bulmuş oldu. 120. Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini kuvvetlendirecek olanların hep­sini sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyan ulaşıyor. 121. İman etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapınız! Biz de yapacağız! 122. Bekleyiniz! Şüphesiz biz de beklemekteyiz!" 123. Gök­lerin re yerin gizlisi yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir. [176]

 

Tefsiri

 

110-111. Daha önce Hz. Mûsâ'nm Firavun ve adamlarına mucizelerle gön­derildiği bildirilmişti[177] Mûsâ Firavun'a karşı verdiği tevhid mücadelesinden sonra İsrâiloğullan'nı Mısır'dan çıkarıp Sînâ yarımadasındaki Tîh çölüne getirmeyi başardı. Burada Sînâ dağında kendisine Tevrat adındaki ilâhî kitap vahyedildi. İşte âyette Musa'ya verildiği bildirilen kitap budur. Ancak Hz. Musa'nın ümmeti onun Firavun'a karşı verdiği mücadeleyi ve gösterdiği mucizeleri bilmelerine rağmen bu kutsal kitabı anlama ve uygulama hakkında ih­tilâfa düştüler. Kitabın bazı hükümlerini gizleyenler, onu istedikleri yönde yorum­layanlar, kendi fikirlerini kutsal kitabın içine katarak bunun Allah tarafından gön­derilmiş olduğunu İleri sürenler oldu. [178]

"Daha önce verilmiş söz"den maksat, Allah'ın, kitap hakkında ihtilâfa düşen

leri hemen cezalandırmayıp belirlenen zaman gelinceye kadar bekleyeceğine[179]  veya kıyamet gününe kadar onlara mühlet vereceğine dair sözüdür[180]  Bir başka görüşe göre "Allah'ın, Peygamber gönderip hak din ile ilgili deliller göstermedikçe ve bunlar üzerinde düşünme imkânı ver­medikçe kişiyi cezalandırmayacağına dair ezelî sözü "dür. [181] İş­te yüce Allah'ın önceden böyle bir sözü geçmemiş olsaydı suçluları hemen cezalandırır ve işlerini bitirirdi. Fakat O'mın isimlerinden biri de "çok sabırlı" an­lamına gelen sabûrdur; acele etmez, ezelde takdir edilmiş olan zamanın gelmesini bekler, zamanı geldiğinde dilerse şiddetle cezalandırır ve suçluların İşini bitirir. [182]

110. âyette kitap hakkında derin bir şüphe içinde oldukları bildirilenlerin Kur'an hakkında şüphe eden müşrikler olduğunu söyleyenler varsa da âyetin bağ­lamı dikkate alındığında bunların Tevrat hakkında şüphe eden İsrâiloğulları yani Hz. Musa'nın kavmi olduğu anlaşılır. [183] Âhİrette kimin haklı kimin haksız olduğu ortaya çıkacak ve Allah Teâlâ bunların her birinin yaptıklarının kar­şılığım verecektir. [184]

 

112. Âyet metninde geçen istikamet kavramı Kur'an'da "bütüncü, devamlı ve tutarlı dindarlık, dînî hayat" mânasını ifade etmektedir. Âyette İslâm'ın esasını teşkil eden iki ilke yer almaktadır: Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamak ve haddi aşmamak, yani Allah'ın belirlediği sınırların dışına çıkmamak. Rivayete göre Resûlullah kendisine uygulanması bundan daha zor gelen bir âyet inmediğine işaret etmek üzere "Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı" buyurmuştur. Sûrenin nesinin kendisini ihtiyarlattığı sorulduğunda "Sana emredildiği gibi dos­doğru ol!" mealindeki âyetin kendisini ihtiyarlattığım söylemiştir. [185]

 

113.  Zulüm, "din ve ahlâk kanunlarıyla belirlenen sınırları aşmak, adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranmak" demektir. Kur'an'da zulüm, biri ilikad diğeri ahlâk alanlarıyla İlgili olmak üzere iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Birinci alanda genellikle "şirk, inkâr, günahkârlık, Allah'ın koyduğu kuralları, sınırları çiğneme ve aşma" mânalarını ifade eder. Buna göre şirk büyük bir zulüm-ıliir[186]Allah'ın kanunlarını çiğneyenler zalimlerdir; kâfirler zalim­inin kendileridir. [187]  Ahlâk alanında ise "haddi aşmak, baş-kiisının hakkını ihlâl etmek, başkasına zarar vermek" anlamım ifade eder. Bu sergileyene de zalim denir. Yüce Allah, zulmün her türlüsünü haram  ayırımı yapmaksızın zalimlere eğilim gösterilmemesini,yaptıkları kötülüklerin hoş karşılanmamasını ve onların yanında yer alınmamasını em­retmiştir. İslâm'ın genel bir kuralı olarak Allah ve Resulü'nün emrine uygun dav­ranmayan kimsenin yanında yer alınmaz ve böyle bir âmirin dahi emrine itaat edil­mez. [188] Şevkânî zalim devlet yöneticisinin em­rinde görev atma meselesini genişçe tartıştıktan sonra özet olarak, zalimle oturup kalkmaya ve onun emrinde görev almaya mecbur kalan kimsenin sözlerini, yap­tıklarını ve yapmadıklarını dinin koyduğu kriterlerle ölçmesini, bu kriterlere uy­gun hareket edemediği takdirde mümkünse hemen zalimden uzaklaşmasını tavsiye etmektedir. [189]

 

114-115. Gündüz, "tan yerinin ağarmaya başladığı andan güneşin batmasına kadar geçen süre" demektir. Gece ise "güneşin battığı andan başlayıp tan yerinin ağarmasına kadar geçen siire"yi ifade eder. Gündüzün iki tarafından maksat, geceyle birleşen iki tarafı, yani başı ve sonu olup tan yerinin ağardığı ve güneşin battığı zamanlardır. Buna göre gündüzün iki tarafında kılınması emredilen namaz­lardan biri sabah namazıdır; diğeri ise güneş batmadan önceki kısım (taraf) olarak alındığında öğle ve ikindi, battıktan sonraki taraf olarak alındığında akşam ve yat­sı olarak yorumlanmıştır. "Gündüze yakın saatler" diye tercüme ettiğimiz zülef kelimesi ise ziilfenin çoğulu olup gecenin gündüze yakın olan ilk saatlerini İfade eder; bu saatlerde kılınması emredilen namaz da yatsı namazıdır. Ayette namazın şekli ve zamanı belirlenmediği için âyet, vakti detaylı olarak tanımlamadan işaret edilen zamanlarda namaz kılmanın önemini vurgulamaktadır. [190] Bu âyetin bütün farz namazların vakitlerini belirlediği kanaatinde olanlar da var­dır. [191]

Namaz vakitlerini ve şeklini miitevâtir sünnet açıklamıştır. Hz. Peygamber'in uygulamalarına göre farz namazların vakitleri şöyledir: Sabah namazının vakti tan yerinin ağarmasıyla başlar, güneş doğuncaya kadar devam eder; öğle namazının vakti gün ortasından hemen sonra başlar, eşyanın gölgesi kendinin bir veya iki misli oluncaya kadar sürer; ikindi namazının vakti öğle vaktinin sona erdiği andan başlar, güneş batıncaya kadar devam eder; akşam namazının vakti güneş batınca başlar, batı tarafındaki kırmızı veya beyaz şafak kayboluncaya kadar devam eder; yatsı namazının vakti ise şafak kaybolduktan sonra başlar, tan yeri ağanncaya kadar devam eder; vitir namazının vakti yatsı ile aynı olup yatsı namazını müteakip kılınır. Âyet, kötülüklerin ortadan kalkması veya bağışlanması için ibadetlerle İyiliklerin çokça yapılmasının gereğine işaret etmektedir. Bunların başında da namaz gelir[192] Âyetin son cümlesi yukarıdaki emir ve yasaklanıl Kur'an'ın hidayetinden yüz çevirenler için değil, ona yönelenler için güzel bir öğüt olduğunu ifade buyurmaktadır. 115. âyet Hz. Peygamber'in şahsın­da bütün insanlara hitap ederek yukarıda geçen ilâhî emir ve yasakları yerine getiren kimselerin bazı sıkıntılarla karşılaşacağına İşaret etmekte ve sabretmeyi öğütlemektedir. [193]

 

116-117. Bu âyetlerde sûrenin bir özeti yapılmakta, sûrede helak olduğu bil­dirilen kavimlerin helak oluş sebepleri genel olarak ifade edilmekte ve kötülük­lerin yok olması için toplumda fazilet sahibi kimselerin çoğalması ve bunların kötülükleri önlemeye çalışmasının gereğine işaret edilmektedir. 116. âyet Hz. Peygamber'den önceki nesiller içerisinde yeryüzünde kötülükleri önleyecek faziletli kimselerin az olduğunu haber vermektedir. Kötülüğün yaygınlaştığı toplumlarda ahlâkî endişelere yer vermeyen çoğunluk, refahın getirdiği şımarıklıkla zevk­lerinin peşine düşerek günaha gömülmüşlerdi. Sonuçta sûrenin başından beri görüldüğü üzere Allah'ın gazabım hak eden birçok kavim çeşitli felâketlerle yok olup gitti. Onların bu duruma düşmeleri Allah'ın zulmü değil kendi davranış­larının bir sonucudur. Çünkü Allah kötülüklerden vazgeçip durumlarını düzelt­meye çalışanları helak etmez. Onlar inançlarını ıslah etmek, durumlarını düzelt­mek maksadıyla gönderilen peygamberleri tanımadılar, kendilerine verilen fırsatı değerlendirmediler; haksızlık ve yolsuzluklar son derece arttı, artık ilâhî cezanın şartları oluşmuştu, sonunda cezalarını buldular. Bir toplumda iyiliği tavsiye edip kötülüğü önleyecek, hak ve adaleti tesis edecek kimseler bulunduğu sürece o top­lum yok olmaz: Bunlar bulunmadığı takdirde o toplumun yok olması mukadder­dir. [194]

 

118-119. İnanç, düşünce, tercih farkı insanın fıtratına, yaratılıştan gelen nite­lik ve özelliklerine bağlıdır. Bu fark kültür ve marifet zenginliğini, toplumun çeşit­li ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamıştır. Bu arada farklı inanç gruplarının (üm­metler) oluşmasına da sebep olmuştur. İnsanoğlu bu niteliklerden yoksun yaratıl-saydı doğru ile eğri arasında seçim yapma ve hayatına ahlâkî bir anlam, manevî bir boyut kazandırma imkânı veren serbest irade ve seçme özgürlüğünden de yok­sun kalırdı. Oysa onu diğer canlılardan ayıran bu niteliklerdir. Allah insanoğlunu seçme ve tercih etme yetenekleriyle donatılmış olarak yaratmış, cennet ve cehen­nemin yollarım açık bırakmıştır. İnsan ancak özgür İradesiyle tercihine ve bu yön­deki gayretine göre bunlardan birine girmeye hak kazanacaktır; Allah'm verdiği akıl nimetini iyi kullanan ve O'nun merhameti gereği lütfedip gösterdiği doğru yolu tercih edenler cennete, Allah'ın gösterdiği doğru yolu tanımayan, nefsine ve şeytana uyup eğri yolu tercih eden ve bu yolda ısrar edenler ise cehenneme gireceklerdir, İşte 119. âyette "Andolsun ki cehennemi hem insanlar hem cinlerle dolduracağım" mealindeki cümlede kastedilenler bunlardır. [195]

 

120-122. Allah Teâlâ bu kıssaları, geçmiş olayları anlatıp insanları bunlardan haberdar etmek, ahlâkî erdemleri canlı ve etkili bir şekilde telkin etmek, müşrik­lerin verdikleri sıkıntılar karşısında Hz. Peygamber ve diğer müminleri teselli et­mek, onların inanç ve sebatlarını kuvvetlendirmek maksadıyla anlatmaktadır. Kıs­saların çoğu kere birden fazla ahlâkî anlam taşıyan farklı yönleri bulunduğundan Kur'an aynı bssayı değişik sûrelerde tekrarlamakta ve her defasında bunlardan birine dikkat çekmektedir. 121 ve 122. âyetler ilâhî mesaja kulak vermeyen, bu kıssalarda anlatılanlardan öğüt ve ibret almayıp Hz. Peygamber'in aleyhinde kötülükler planlayan kimseler için tehdit yollu bir uyarı mahiyetinde olup Allah ve Resulü'nün emrine uymadıkları takdirde cezalandırılacaklarına işaret etmektedir. [196]

 

123. Göklerde ve yerde gerek Hz. Peygamber'in gerekse diğer İnsanların bil­medikleri gizli gerçekleri (gayb) sadece Allah bilir. Zira buralarda olup biten her şeyi O yaratmaktadır, yarattığından habersiz olması mümkün değildir. Yaratma, gaybı bilme, her dilediğini yapma, mutlak kemal sahibi olma gibi sıfatlarında eşi, ortağı, benzeri yoktur. Bundan dolayı ibadet edilmeye lâyık olan da yalnız O'dur[197] Kulluk ancak tevekkül ile yani Allah'a güvenip dayanmakla kemale erdiği için âyette ibadet emrinin hemen arkasından tevekkül emri gelmektedir. Kul basan ya ulaşmak için elinden geleni yapmakla yükümlüdür, ancak başarıyı Allah'tan beklemek, sadece O'ndan yardım dileyip O'na sığınmak da kâmil imanın tabii bir sonucudur. [198]

 



[1] İbn Âşûr, XI, 311; Reşîd Rızâ, XII, 2; Ateş,IV,29l

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149.

[4] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 17

[5] Tirmizî, "Tefsir", 57/3297; aynca bk. Şevkânî, II, 456; Kurtubî, XI, 1

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149-150.

[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/150-151.

[8] bu harfler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1

[9] bu konuda bilgi İçin bk. Bakara 2/23; Yû­nus 10/38

[10] geniş bilgi İçin bk. Şevkânî, II, 458; El-malılı,IV,2751

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/151-152.

[11] ecel-i müsemmâ hakkında bilgi için bk. En'âm 6/2

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/152-153.

[13] krş. Nûh 71/7

[14] bk. Râzî, XVII, 185; Elmalılı, IV, 2755

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/153.

[16] krş. en-Nûr 24/45

[17] bk. Râzî, XVII, 186; Ateş, IV, 294; bu kavramlarla ilgili bizim yorumumuz için bk. En' âm 6/98

[18] bk. Râzî, XVII.186; Elmalık, IV, 2758.

[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/153-154.

[20] me­selâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38; Allah'ın gökleri ve yeri altı gün­de yaratması ve arş hakkında bk. A'râf 7/54; Elmalılı, III, 2171-2185

[21] müteşâbih hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/7

[22] bk. Bakara 2/29

[23] bk. Câsiye: 45/13

[24] bk. Zari yat, 51/56

[25] bk. îsrâ 17/44

[26] bk. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, "sihr" md.

[27] Zemah-serî, U, 260; Râzî, XVII, 188 vd.; sihir hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/154-155.

[28] En'âm d/38

[29] En'âm d/38

[30] Nahl 16/120

[31] ümmet kavra­mı hakkında bilgi içinbk. Bakara 2/128,134,141,143; Râgıb el-tsfahânî, el-Müf-taiât "emm" md.

[32] bk. Şevkânî, II, 60

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/155-156.

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/156.

[35] bk. Âl-i İmrân 3/160; Yûsuf İ2/87; Ankebût 29/23; Mümtehine 60/13

[36] meselâ bk. A'râf 7/10; Nahl 16/78; Gafır 40/61

[37] bk. İbrahim 14/7

[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/156-157.

[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/158.

[40] Furkan 25/7-8

[41] Şevkânî, II, 552

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/158-159.

[42] Kur'an'm meydan okuması konu­sunda bilgi için bk. Bakara 2/23

[43] bk. Şevkânî, II, 463-464

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/159-160.

[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/160.

[45] XVII, 201

[46] XII, 12

[47] bk. Ahzâb 33/22

[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/160-161.

[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/162.

[50] krş. en-Nahl 16/84; en-Nisâ 4/41, Şevkânî, II, 467; Reşîd Rızâ, XII,

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/162-163.

[52] bk. En'âm 6/160

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/163.

[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/163.

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/164-165.

[56] bk. Ahzâb 33/7; AhM 46/35

[57] el-Ankebût 29/14

[58] A'râf 7/60

[59] Şu-arâ 26/116

[60] Kamer 54/10

[61] Şuarâ 26/117-120

[62] Nûh hakkında bilgi için aynca bk. Nûh 71/ 1-28; Ömer Faruk Harman, "NÛh", İFAV Ans., İÜ, 499

[63] bk. Meryem 19/56; Enbiyâ 21/85

[64] bk. Nûh 71/23

[65] krş. A'râf 7/64; Enbiyâ 21/77; Zâriyât 51/46; Necin 53/52

[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/165-166.

[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/166.

[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/167.

[69] meselâ bk. Şuarâ 26/105-180

[70] bu sözün değişik yorumları için bk. Şûra 42/23

[71] bk. En'âm 6/52

[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/167-168.

[73] bk. En'âm 6/50

[74] bk. Ahkaf 46/11

[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/168.

[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/168.

[77] bk. Râzî, XVII, 220; Reşîd Rızâ, XII, 71

[78] bk, Taberî, XII, 20; İbn Kesîr, IV, 252; Reşîd Rızâ, XII, 71

[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/169.

[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/170-171.

[81] bk. Mü'minûn 23/25; Şuarâ 26/116

[82] krg. Mü'minûn 23/26; Şuarâ, 117-118 Nûh 71/26-27; Kamer 54/10

[83] bk. Enbiyâ 21/76; Sâffât 37/75

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/171.

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/171.

[86] İbn Kesîr, IV, 254

[87] Kamer, 54/11-12

[88] Taberî, XII, 23

[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/171-172.

[90] Kamer 54/12

[91] İbn Kesîr, IV, 256

[92] Sâffât 37/77

[93] Elmalılı, IV, 2784

[94] bilgi için bk. es-Sâffât 75/82

[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/172.

[96] XII, 29; âgûrâ hakkında bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, "Aşûra", DİA, IV, 24

[97] bilgi için bk. Hikmet Tanyu, "Cûdî Dağı", D/A, VIH, 79

[98] Tekvin, 8/4

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/172-173.

[99] bk. Tevbe 9/113

[100] XII, 83-85

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/173.

[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/174.

[102] gayb haberleri için bk. Ba­kara 2/3

[103] Nûh kıssası hakkında ayrıca bk. A'râf 7/59-64; Yûnus 10/71-74; NÛh 71/1-28

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/174.

[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/175.

[105] bk. Ahkaf 46/21; Fecr 89/6-8

[106] kış. Şuarâ 26/128-134; Fecr 89/6-8

[107] Âd hakkında bilgi için bk. Emin Işık, "Ahkaf sûresi", Dİ A, 1, 549; ayrıca bk. A'râf 7/65

[108] bil­gi için bk. İbn Âşûr, VIII/2,200; Ömer Faruk Harman, "Hûd", Dİ A, XVIII, 279

[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/175-176.

[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/176.

[111] bk. âyet 59

[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/177.

[113] bk. Ka­mer 54/19-20; Hakka 69/6-7

[114] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/177.

[115] İbn Âşûr, XII, 105

[116] meselâ bk. Şuarâ 26/123

[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/177-178.

[118] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/178-179.

[119] bk. İbn Âşûr, VIII/2,215-216, ayrıca bk. ALrâf 7/73-79

[120] bk. Reşîd Rızâ, XII, 120

[121] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/179-

[122] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/180.

[123] bk. eş-Şuarâ 26/141, 153, 154

[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/180.

[125] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/180.

[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/181-182.

[127] bk. Tekvin, 11/27-31; 13/11-13

[128] bk. A'râf 7/80

[129] Râzî, XVIII, 23; Reşîd Rızâ, 127

[130] Tekvin, 17/17

[131] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/182-183.

[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/183.

[133] Tekvin 19/8

[134] bilgi için ayrıca bk. Hicr 15/51-74

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/183.

[135] bk. A'râf 7/82

[136] Nemi 27/56

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/183.

[137] Kamer 54/37

[138] Zâriyât 51/36

[139] Hicr 15/73-74

[140] bk. Reşîd Rızâ, XII, 136

[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/183-184.

[142] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/185-186.

[143] ayrıca bk. A'râf 7/85

[144] bilgi için bk. A'râf 7/85; Kasas 28/22-24; İbn Âşûr, VIII, 239

[145] İbn Kesîr, IV, 273

[146] İbn Âşûr, XII, 139

[147] bk. Meryem 19/76

[148] Buhârî, "Hac",132, "Megazî", 77; Müslim, "Hac", 147, "Kasâme", 29

[149] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/186-187.

[150] Şevkânî, II, 494

[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/187.

[152] Allah'a tevekkül hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/159

[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/187-188.

[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/188.

[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/188.

[156] bk. A'râf 7/91

[157] 26/189

[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/188.

[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/189.

[160] Mûsâ ve Firavun hakkında bilgi için bk. Bakara 2/49 vd.; A'râf 7/103-156; mucizeler hakkında bilgi için kış. A'râf 7/133; İsrâ 17/101

[161] bk. en-Nâziât 79/24

[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/189.

[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/190-191.

[164] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191.

[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191.

[166] A'râf 7/187; Müslim, "îmân", 1-7

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191.

[167] Tâhâ 20/109; Nebe' 78/38

[168] âhiretteki gökler ve yer için bk. İbrahim 14/48

[169] krş. En'âm 6/128

[170] Nisa 4/14,116

[171] bk, Mâide 5/119; Cin 72/23; bu istisna ile İlgili diğer görüşler İçin bk. Şevkânî, II, 500

[172] XII, 165-166

[173] Reşîd Rızâ, XII, 160-161

[174] Esed, 447

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191-192.

[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/192-193.

[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/193-194.

[177] âyet 96-97

[178] İbn Âşûr, XII, 169-170

[179] Taberî, XII, 73

[180] Şevkânî, II, 503

[181] İbn Kesîr, IV, 282

[182] krş.Tâhâ 20/129

[183] krş. Şûra 42/14

[184] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/194-195.

[185] Râzî, XVIII, 71; Hûd sûresinin kardeşleri hakkında bilgi için bk. bu sûrenin girişindeki "I ;azileti" başlığı

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/195.

[186] Lokman 31/13

[187] Bakara 2/229, 254

[188] Buhârî, "Ahkâm", 4, "Megazî", 59

[189] II, 505-506; âmire [ülü'1-emr] itaat konusunda bilgi için bk. Nisa 4/59

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’anYolu:III/195-196

[190] Şevkânî, II, 507

[191] bk. Elmalılı, IV, 2831

[192] Ankebût 29/45

[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/196-197

[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/197.

[195] Ümmet hakkında bil­gi için bk. Bakara 2/128,134, 141, 213 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/197-198.

[196] Râzî, XVIII, 81

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/198.

[197] gayb hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3

[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/198.