|
|
|
|
|
Hûd Sûresi
11
|
İndiği Ver
|
: Mekke |
|
İniş Sırası
|
:52 |
|
Âyet Sayısı
|
:123 |
|
Nüzulü
|
|
|
Mushaftaki sıralamada
on birinci, iniş sırasına göre elli ikinci sûredir. Yûnus sûresinden sonra,
Yûsuf sûresinden Önce Mekke döneminin son bir yılı içinde nazil olmuştur.
12,17 ve 114. âyetlerinin Medine'de İndiği yolundaki görüş müfes-sirlerin
çoğunluğunca kabul edilmemiştir[1]
Sûrede beş defa Hûd
ismi geçtiği, özellikle 50-60. âyetlerde Arabistan halkından Âd kavmine
gönderilmiş bir peygamber olan Hûd aleyhİsselâmın hayatından ve putperest
kavmine karşı verdiği mücadeleden bahsedildiği için bu isim verilmiştir.
Fazileti konusunda nakledilen hadisler dikkate alındığında bu adın Hz.
Peygamber tarafından verilmiş olduğu anlaşılmaktadır.[2]
Hûd sûresi hem üslûp
hem de içerik bakımından bir önceki Yûnus süresiyle büyük bir benzerlik
göstermektedir. Bu sûrede de ağırlıklı olarak Allah'ın varlığı, birliği, O'nun
İradesinin peygamberleri aracılığıyla vahyedildiği gerçeği ve peygamberlik
elgusunun gelmiş geçmiş toplumlardaki görünümü ele alınmakta, bazı
peygamberlerin kıssalarına Yûnus sûresinde özet olarak, burada ise daha geniş
bir şekilde yer verilmektedir. Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa
peygamberlerin kıssaları anlatılmakta; Kur'an'ın mucize oluşu, öldükten sonra
dirilme, hesap ve âhiret hayatıyla ilgili konulara yer verilmektedir. [3]
Hz. Peygamber,
"Cuma günü Hûd sûresini okuyunuz"[4] buyurarak sûrenin faziletine, "Hûd sûresi
ve kardeşleri beni ihtiyarlattı" mealindeki hadisiyle de ağır
sorumlulukları hatırlatan bir içeriğe işaret etmektedir. Hûd sûresinin
kardeşleri aynı hadisin devamında "Vakıa, Hakka, Mür-selât, Nebe' ve
Tekvîr" sûreleri olarak belirtilmiştir. [5] Bu sûrelerde çok etkileyici bir üslûpla daha
önceki peygamberlerin tevhid mücadelesinden kesitler verilmiş ve kıyamet
sahnelerinin tasvir edilmiş olmasının Resûlullah'ı kendi görev süreci ve
özellikle ümmeti açısından derinden düşündürmüş olduğu anlaşılmaktadır. [6]
Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar
olan Allah tarafından âyetleri sağlam kılınmış, sonra da açıklanmış bir
kitaptır. 2-3. (Açıklanmıştır ki) Allah'tan başkasına tapmayasınız; şüphe yok
ki ben de O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
Rabbinizden mağfiret dileyesiniz, sonra tövbe edesiniz. Allah da sizi
belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırsın,
fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını versin. Eğer yüz
çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek o dehşetli günün azabından korkıırım.
4. Dönüşünüz yalnız Allah'a olacaktır; O her şeye kadirdir. 5. Bakınız! Onlar
içlerindekini ondan gizlemek için sırtlarını dönerler. Bilesiniz ki
elbiselerine büründükleri zaman dahi Allah onların gizlendiklerini de açığa
çıkardıklarını da bilir; çünkü O kalplerin içini bilendir. 6. Yeryüzünde kımıldayan
hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'ın üzerine olmasın! Allah onların halen
bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta
vardır. 7. Arşı su üzerinde iken hanginizin daha güzel davranacağını denemek
için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Eğer sen, "Öldükten sonra
mutlaka diriltileceksiniz" desen kâfirler derhal, "Bu apaçık bir
düzmecedir" derler. 8. AndoLsun, eğer biz onlardan azabı belirli bir
süreye kadar ertelesek mutlaka, "Onu engelleyen nedir?" derler.
Bilesiniz ki onlara azap geldiği gün artık ondan kurtulmaları mümkün değildir.
Alay etmekte oldukları şey kendilerini çepeçevre kuşatacaktır. [7]
1. Bazı
sûrelerin başında bulunan "elif-lâm-râ" ve benzeri harflere
"hurûf-ı mukattaa" adı verilmektedir. [8]
Âyet, bu kitabın yani
Kur'ân-ı Kerîm'in herhangi bir insan tarafından ortaya konmuş bir eser
olmadığını, bilâkis hikmetiyle her şeyi yerli yerinde yapan ve ilmiyle her
şeyden haberdar olan yüce Allah tarafından sağlam bir şekilde tanzim edilmiş ve
açıklanmış bir kitap olduğunu ifade etmektedir. Âyetlerin sağlam kılınmasından
maksat, onların hem lafız hem de anlam bakımından bozukluk, eksiklik, noksanlık
ve çelişkiden uzak olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm gerek lafız gerekse anlam
bakımından Arap dili ve edebiyatının şaheseri olup benzerini getirmeleri için
insanlığa meydan okuduğu halde nüzulünden günümüze kadar benzeri ortaya konamamış;
hiçbir kimse İkna edici bir delil göstererek onun ifadelerinde bozukluk veya
çelişki bulunduğunu söylememiştir. [9]
Bir görüşe göre
âyetlerin sağlam kılınmasından maksat, onların başka bir kitap tarafından
neshedilmemiş (hükmü değiştirilmemiş, kaldırılmamış) olmasıdır. Buna karşılık
Tevrat, İncil ve benzeri ilâhî kitaplardan, önce inmiş olanın birçok hükmü bir
sonrakiyle neshedildiği gibi Kur'an ile de neshedilmiştir.
Âyetlerin
"açıklanmış" olması müfessirler tarafından başlıca üç şekilde
yo-ıımıkınmıştır:
a)
Kıır'an'ın sûrelere, sûrelerin âyetlere; âyetlerin de emir, nehİy, helâl,
haram, sevap, günah, ceza ve benzeri çeşitli alanlarla ilgili hükümleri, öğüt,
kıs,sü, haber, vaad ve uyarılan kapsayan içeriklere ayrılmış olması; Allah'ın
varlımı ve birlimi, peygamberlik, öldükten sonra dirilip Allah huzurunda
toplanılacağına dair delilleri ihtiva etmesi.
b) Kur'an
âyetlerinde insanların dünya ve âhiret hayatlarında muhtaç oldukları şeylerin,
helâl ve haramların ana hatlarıyla veya yerine göre ayrıntılı olarak
açıklanmış olması.
c) Kur'an
âyetlerinin yirmi üç yılda ihtiyaçlara göre parça parça inmiş olması. [10]
2-3. ilk
âyette kitapta açıklanmış olduğu haber verilen konuların bu âyetlerde yüce
Allah'ın emriyle Hz. Peygamber tarafından insanlığa tebliğ edilmiş olduğu
bildirilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber herhangi bir insan olarak değil, Allah
tarafından gönderilmiş uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamber olarak insanlığı
Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırmış, Allah'a itaat edenlerin cennete
gireceğini müjdelemiş, isyan edenlerin de cezalandırılacağını haber vermiş;
insanlığa tövbe edip Allah'a yönelmelerini, O'na sığınıp lütuf ve
bağışlamasını dilemelerini tavsiye etmiştir.
"Belirlenmiş bir
süre" diye tercüme ettiğimiz ecel-i müsemmâ'dan maksat ömrün sonudur. [11]
Allah'ın, tövbe edip
kendisine yönelen insanları belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden
güzelce yararlandırması iki türlü yorumlanabilir:
a) Tövbe
edip Allah'a yönelen kimse Allah sevgisi ve O'na ibadetle meşgul olduğu için
engin bir manevî zevke ulaşır; Allah'a dayanıp güvendiği için huzuru, mutluluğu
artar; maddî bakımından sıkıntıları olsa dahi manen müreffeh ve mutlu olur.
Allah'tan gelen kahrı da lütfü da hoş karşılar; böylece hayatı güzelleşir. Nitekim
yüce Allah Nahl sûresinin 97. âyetinde sâlih amel işleyen erkek olsun, kadın
olsun müminlere güzel bir hayat yaşatacağını vaad etmektedir. Bu tür bireylerin
oluşturduğu aile de toplum da mutlu olur. Buna karşılık inkâr ve isyan İçerisinde
olan kimse hayattan güzel bir şekilde yararlanamaz, maddî bakımdan dünya nimetleri
içerisinde yüzse dahi manevî bakımdan huzur ve sükûn bulamaz; böylele-rinden
oluşan bir toplumda faziletin yerini rezalet alır, erdemli kimseler takdir
edilmez, ahlâk ve faziletten yoksun kimseler öne çıkar; inançsızlık onları daima
huzursuzluğa ve mutsuzluğa götürür.
b) İnsanlar
tövbe edip Allah'a yöneldikleri takdirde Allah onlan ömürlerinin sonuna kadar
bolluk ve bereket içinde, müreffeh bîr şekilde yaşatacaktır. Âyetin zahirinden
böyle bir mânanın çıkarılması mümkün olmakla birlikte realitede yüce Allah,
inanan ve doğru bir çizgi izleyen herkese her zaman dünyevî mullulıık ve maddî
refah nasip etmediğine jjtfre bumda maksat bireysel dogil, Allıılı'nı irmlesi
ıh- uyyıııı ve jjrı\<'k ıııılıımtlıt Allıılı'ıı yönelenlerin toplumun
Mealinde
"fazlası" diye tercüme ettiğimiz fadl kavramı Allah için kullanıldığında
"lütuf, kerem, İnayet" anlamına gelir; insanlar için kullanıldığında
ise "ziyade, çok, erdem, üstünlük, seçkinlik" anlamlarını ifade
etmektedir. Âyette, şirkten vazgeçerek tövbe edip Allah'a çokça itaat eden,
erdemliliğe ulaşan herkese yaptığı iyi amellerin karşılığının hem dünyada hem
de âhirette verileceği müjdelenmek-tedir. [12]
5. Müşriklerin Hz. Peygamber'e sırtlarını
dönmeleri mecazi anlamda olup onun Allah'tan getirdiği gerçekleri kabul
etmediklerini, bu çağrıya kulak vermediklerini ifade etmekte, aynı zamanda
akıl ve kalplerini bâtıl inançlarla örtmüş olduklarına, bu sebeple gerçeklere
karşı kapalı ve duyarsız kaldıklarına işaret etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
Hz. Nuh'un davetini kabul etmeyen inkarcıların davranışları hakkında da bu tür
ifadeler kullanılmıştır. [13]
Bazı rivayetlere
dayanarak âyeti zahirî anlamında alıp "Hz. Peygamber yanlarından geçerken
müşriklerin onu görmemek ve ondan Allah kelâmını i jitmemek için sırtlarını
çevirdikleri, elbiselerini başlarına çektikleri" şeklindeki yorum[14] bizce zayıftır. [15]
6. Allah
Teâlâ burada, insanlar dahil yeryüzündeki bütün canlıların nzıkları-nı
yaratmanın kendine ait bir iş olduğunu vurgulayarak önceki âyetin anlamını pekiştirmektedir.
Bir sonraki âyette buyurulduğu üzere gökleri ve yeri yaratan O olduğu gibî,
yeryüzünde sürünen, hareket eden, ayaklarıyla yürüyen, sularda yüzen,
gökyüzünde uçan veya başka şekillerde hareket eden büyük, küçük, görülebilen ve
görülemeyen bütün canlıları yaratan[16] ve nzıklarmı iradeleri vasıtasıyla veya kendi
iradesiyle ulaştıran yine O'dur. O, yer küresini bu canlıların nzıklarını
karşılayacak biçimde yarattığı gibi, her türe münasip azıkları da yaratmıştır.
Canlıların yapılarını, rızıklannı elde edecek şekilde yaratmış, besinleri temin
etmeleri için bazılarına akıl ve irade gücü, bir kısmına da yalnızca içgüdü vermiştir.
Allah'ın rızkı
tekeffül etmesi "canlıların nzıklannı kazanmak için hiçbir çaba
harcamalarına gerek olmayacağı" şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah insanlara
akıl ve irade, hayvanlara da içgüdü vermiştir. Öteki canlılar nzıklannı elde
dmek için içgüdülerini kullandıklan gibi insanlar da akıl, irade, ruhsal ve
fiziksel yeteneklerini kullanmak durumundadırlar.
Mealinde "haleti
bulunduğu yer" diye tercüme ettiğimiz müstekar ve "emanet olnnık
konuliicıtğı yt-ı" diye k'idinıc irdiğimi/ müslcvdu' kelimelerinden birincisi
"bitimlini de veya ananın rahminde bulunduğu yer" yahut müstekar,
"hayatta iken bulunduğu yer" müstevda' ise "öldükten sonra
konulacağı yer" olarak açıklanmıştır. [17]
"Apaçık
kitap", tefsirlerde Allah'ın ezelî ilmi veya levh-i mahfuz olarak yorumlanmıştır. [18]İnsan
hayatı görünürde durgun, gerçekte akan büyük bir nehir gibidir. Bir noktadan
aynı su İkİ kere geçmez; her an yer değiştirir; aynı yer durur gibi gözüktüğü
için müstekar (karargâh), terke-dildiği ve başkasıyla değiştirildiği için
müstevda' (konulup göçülen yer) niteliğini taşımaktadır. Buna göre yukarıda
anlatılanların tamamı Allah'ın ilminde mevcuttur. [19]
7. Allah
Teâlâ, önceki âyette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillere
değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan
gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve
kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada "gökler ve yer"
ifadesinin onlardaki diğer varlıları da İçerdiğinde şüphe yoktur. Nitekim yüce
Allah başka âyetlerde bu ikisinin arasında bulunan varlıkları da kendisinin
yarattığını İfade buyurmuştur. [20]
Burada anlatılan arşın
mahiyeti bilinmediği gibi suyun mahiyeti de bilinmediği İçin "Allah'ın
arşının su üzerinde olması" müteşâbih kalmakta, bundan maksadın ne olduğu
kesin olarak bilinmemektedir. [21] Bu
sebeple "Bundan ne kastedildiğini Allah Teâlâ daha iyi bilir" demekle
yetinmek en uygun yoldur.
Allah Teâlâ insanların
hangisinin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri yarattığını;
başka bir ifadeyle göklerin ve yerin yaratılış hikmetinin insanların hangisinin
daha güzel amel edeceğinin denemek olduğunu ifade buyurmuştur. Çünkü yer ve
göklerin nimetlerinden faydalananlar insanlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için yaratılmış olduğu[22] göklerde
ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah'ın bir lütfü olarak İnsanın emrine
verildiği bildirilmektedir. [23] insanın yaratı lışındaki hikmet ise yaratana
kulluk etmektir. [24] Sonuçta göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan her şeyin Allah'a kulluk etmeye imkân vermek, ortam oluşturmak üzere
yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yer ve göklerin İnsanlığa hizmetinin
yanında daima yüce Allah'ı teşbih ettiği de bildirilmiştir. [25] Buna
göre insan dışındaki varlıklar da ilâhî iradeye boyun eğerek bir mânada O'na
kulluk etmektedirler.
"Düzmece"
diye tercüme ettiğimiz sihr kelimesi sözlükte, "bir şeyi aslî durumundan
çıkarıp başka bir duruma sokmak, mahiyetini değiştirmek" anlamlarına
gelmektedir. [26]dolayısıyla sahte ve
gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek mânasında düzmece kelimesiyle
eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Bağlam dikkate alındığında burada
sihr kelimesinden bu mânanın kastedildiği anlaşılır. Zira âhirette inanmayanlara
dünyada yaptıklarından âhirette hesaba çekileceklerini haber vermek üzere,
"Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz" denildiğinde, "Bu
apaçık bir sihirdir" diye verdikleri cevaptan maksatları bilinen (büyü)
anlamındaki sihir değil, onlara göre varlıklıların dünya hayatının tadını
çıkarmalarını engellemek, fakir ve yoksulları da avutmak maksadıyla ortaya
atılmış düzmece sözlerdir,
"Bu, apaçık bir
düzmecedir" cümlesindeki işaret zamirini müfessirler farklı anlamlarda
yorumlamışlardır; a) "Öldükten sonra dirileceklerine dair" olan bu
söz, insanları dünya nimetlerinden mahrum etmek, onları kendinize boyun eğdirip
itaat ettirmek için uydurduğunuz bir hiledir, b) Bundan maksat Kur'an'dır yani
öldükten sonra dirilme olayının gerçekleşeceğini söyleyen Kur'an sihir gibi
bâtıl, gerçek olmayan bir düzmecedir. Dolayısıyla ona hiçbir konuda inamlamaz
ve gü-venilemez.
Aynca sihr kelimesinin
şehir veya sâhir şeklindeki farklı kıraatine göre cümle şöyle de tercüme
edilebilir: "Bu (Muhammed) düpedüz bir sihirbazdır. [27]
8. Bu âyet
müşriklerin yukarıdaki iddialarına cevap olmak üzere indirilmiştir. Mealinde
"süre" diye tercüme ettiğimiz "ümmet" kelimesi Kur'ân-ı
Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ burada "süre,
vade" anlamlarına gelmektedir; diğer yerlerde ise ortak özellikler
taşıyan canlılar topluluğu[28] iyi
hasletleri kendinde toplayan kişi [29] izlenen yol, inanç, yaşayış tarzı[30] ve
daha başka anlamlarda kullanılmıştır. [31]
Bir önceki âyette
belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini
ve dünyada Allah'a şirk koşmanın âhirette cezayı gerektire-ıvjîitıi haber
verdiğinde, müşrikler bu söze "düzmece" deyip alay ederek cezanın
;;ılmtak gelmesini istiyorlardı; ilâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli
bir ertelenince de bunu acizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyorlardı.
Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip onlun
kıışittanıjiını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber
vermektedir. Bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi gerçekleşeceği hususunda
müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bîr kısmı cezanın 3. âyette
işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı
da âyetteki "sayılı, belirli" anlamına gelen ma'dûde kelimesinden
hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani müslümanlara cihad enirinin
geldiği güne ertelendiğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir
Savaşı'nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir. [32] Nitekim
Bedir Savaşı'nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri
gelenlerinden olmak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir.
Bize göre âyette kastedilen azap Bedir savaşı ile sınırlı olmayıp daha
sonrakileri hatta âhiretteki azabı da kapsamaktadır. [33]
9. Eğer insana
tarafımızdan bir nimet tattırır da sonra ondan çekip alırsak tamamen ümitsizliğe
düşer, nankörleşir. 10. Eğer başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet
tattırırsak, elbette "Kötü durumlar benden uzaklaştı" der. Artık o
şımarır, böbürlenir durur. 11. Ancak sabredip iyi işler yapanlar böyle
değildir. İşte onlar için bir bağış ve büyük bir mükâfat vardır. [34]
9-11.
"Ümitsiz" diye tercüme ettiğimiz yeûs kelimesi, "ümitsizlik,
çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik" gibi anlamlara gelen ye's kökünden
türemiş olup "herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı derecede
ümitsizliğe kapılan kimse" anlamına gelir. Kur'ânı bir terim olarak yeûs,
geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu Allah'ın bir lütfü olarak değil de
kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ise ümidini
yitiren kimseyi ifade eder.
İlk iki âyette genel
olarak insan türünün doğal yapısının bencilliğine ve sıkıntılar karşısındaki
dayanıksızlığına; 11. âyette ise sabır erdemi kazanmış ve güzel İşler yapmayı
ilke haline getirmiş insanların bu doğal kusurlarım düzeltmeyi başardıklarına
dikkat çekilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de, hayatta karşılaşılan bütün zorluklara
rağmen insanın, işlediği günahlar ne kadar çok ve ne kadar büyük otıırsıı olsun,
ümitsizlik ve karamsarlığa düşmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Allah'ın gücü
her şeyin üstünde, acıması ve yardımı da sonsuzdur. Buna göre ümitsizlik ve
karamsarlık, ancak Allah'a iman ve güveni olmayan insanlar için söz konusudur. [35]
"Nankör"
diye tercüme ettiğimiz kefûr kelimesi küfr kökünden türemiş olup verdiği
nimetlerden dolayı Allah'a minnettarlık duymayan, O'na inanmayan, O'na karşı
kulluk ve şükran borcunu yerine getirmeyen, hamd ve senada bulunmayan, çok
nankör ve çok inkarcı kimseyi ifade eden Kur'ânî bir terimdir. Allah Teâlâ burada
olduğu gibi başka âyetlerde de çeşitli nimetlere tnazhar oldukları halde
şük-retmeyip nankörlük eden kullarını kınamış[36] şükredenler
için nimetini arttıracağını, nankörlük edenler için de şiddetli azap
hazırlamış olduğunu haber vermiştir. [37] Kula
yakışan, Allah'ın azabından korktuğu için değil, verdiği nimetten dolayı O'na
şükretmek ve kulluk görevini yerine getirmektir.
10. âyette insanın bir
başka özelliğine dikkat çekilmekte, başına gelen sıkıntıların yok olması,
sonra da nimetlere mazhar olması karşısında göstereceği şımarıklık ve
hafifliklere değinilmektedir. Meselâ insan hasta iken sağlığa, fakir iken
zenginliğe, zelil iken azizliğe kavuştuğunda kendisini bu sıkıntılardan
kurtarıp nimetlere kavuşturan yüce Allah'a şükretmesi gerekirken, artık
sıkıntıların bittiğini, bir daha sıkıntılarla karşılaşmayacağını sanarak
şımarmaktadır.
Sonuç olarak insan
kendisini yaratan kudret tarafından bazan varlık ve huzurla bazan yokluk ve
sıkıntıyla imtihan edilmektedir. İnsanın her iki halde de Cenâb-ı Allah'ın
hikmet ve iradesinin tecelli ettiğini, darlığın, bolluğun, hatta hayatın ve
Ölümün birer İmtihan vesilesi olduğunu düşünüp darlığa sabretmesi, bolluğa
şükretmesi gerekir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise azalmasına sebep
nlur. Nitekim 11. âyette sıkıntılı hallerde ümitsizliğe kapılmayıp sabreden,
bolluk-i;ı ise şımarmayıp şükreden, yani nimetin hakkını verip amel
işleyenlerin bağışlanacakları ve kendilerine büyük bir mükâfat verileceği
bildirilmiştir. [38]
12. "Ona bir
hazine indirilse veya onunla beraber bir melek gelse ya!" demelerinden
ötürü senin ruhun daralıyor; neredeyse sana vahyedilen âyetlerin bir kısmını
okumayı terkedeceksin! Fakat sen ancak bir uyarıcısın. Allah her şeye
vekildir. 13. Yoksa "Kur'an'ı kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki:
"Eğer doğru kimseler iseniz Allah'tan başka çağırabildiğiniz herkesi yardıma
çağırınız da, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getiriniz. 14. Eğer size
cevap veremezlerse, biliniz ki Kur'an ancak Allah'ın ilminin eseri olarak
indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur; artık teslimiyet gösterecek misiniz?
15. Kim dünyayı ve onun ziynetini istiyorsa, orada onlara işlerinin karşılığını
eksiksiz veririz; orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. 16. Onlar, âhirette
paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir. Dünyada ürettikleri boşa
gitmiştir; yapıp ettikleri de geçersizdir. 17. Rabbi katından açık bir delile
dayanan, bunu da rabbinden gelen bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce
bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı bulunan kimse hiç ötekilerle bir
olur mu? Bunlar Kur'an'a inanırlar; muhalif gruplardan hangisi Kur'an'ı inkâr
ederse varacağı yer cehennem ateşidir, bundan şüpheniz olmasın; bu rabbin
tarafından bildirilmiş bir gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. [39]
12.
Müşrikler, "Muhammed madem peygamberdir, gaipten haber veriyor, o halde
geçimini sağlamak için ne diye bu kadar uğraşıyor? Gökten kendisine bir hazine
İndirilmeli, o da bu sıkıntıdan kurtulmalı veya beraberinde kendisinin peygamber
olduğunu tasdik edecek bir melek gelmelidir!" şeklinde alaylı ifadelerle
Hz. Peygamber'! sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Bu durumdan Hz. Peygamber1 in son
derece huzursuz olduğu âyetin muhtevasından anlaşılmaktadır. Daha önce Mekke
dağlarının altın olmasını istemişler, Peygamber'in yiyip içmesini ve rızkını
kazanmak için çarşıda pazarda dolaşmasını yadırgamışlar; kendisiyle birlikte
bir meleğin gelmesini veya ona bir hazinenin indirilmesini yahut ürününden
yiyip İçeceği bir bahçesinin bulunmasını talep etmişlerdi[40]
Müşriklerin böyle alaylı teklifleri karşısında incinen Hz. Peygamber'in.
ortamın yumuşayaca-ğı beklentisiyle onlara ters gelen âyetlerin tebliğini bir
süre geciktirmesi ihtimaline karşı yüce Allah, Kur'an'dan herhangi bir âyetin
tebliğ edilmemesinin doğru olmayacağını, Peygamber'in asıl görevinin Allah'ın
gönderdiği vahyi eksiksiz olarak insanlara ulaştırmak olduğunu, bundan ötesinin
Allah'a ait bulunduğunu Resulüne bildirmiş; ayrıca Allah'ın her şeye vekil
olduğunu hatırlatarak ona cesaret, ümit ve teselli vermiştir.
Âyeti, Hz. Peygamber
böyle bir şeyi düşünmediği halde, "Ona bir hazine in-dirilse veya onunla
beraber bir melek gelse ya! demelerinden ötürü ruhun daralıp da sana vahyedilen
âyetlerin bir kısmını okumayı terkedecek değilsin ya!.." şeklinde önceden
bir uyarı olarak anlamak da mümkündür. [41]
13-14.
İnkarcılar Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna inanmıyor, Kur'an'ın bir vahiy
ürünü değil, kendisinin uydurduğu düzmece bir kitap olduğunu, ancak insanlar
tarafından kabul edilmesi için Allah'tan gelen bir vahiy olarak ileri
sürdürdüğünü iddia ediyorlardı. 13. âyet onların bu iddialarına cevap vermekte
ve bir İnsanın böyle üstün meziyetlerle donatılmış bir kitabı getirmesinin mümkün
olduğuna inanıyorlarsa Allah'tan başka yardıma çağırabilecekleri yüksek düzeyli
edip, şair ve benzeri kimseleri de çağırarak Kur'an'ın tamamının değil sadece
on sûresinin benzerini getirmelerini istemek suretiyle onlara meydan okumakladır.
Bu miktar Yûnus sûresinin (10) 38. âyeti ile Bakara sûresinin 23. âyetinde bir
sûreye kadar indirilmiş olmasına rağmen Arapça'yı en güzel bir şekilde kullanan
müşrikler buna cesaret edemedikleri gibi bir âyetin benzerini dahi yapamamışlardır,
14. âyette ise Hz. Peygamber'in, inkarcılara hitaben "Eğer size cevap veremezlerse,
biliniz ki Kur'an ancak Allah'ın ilminin eseri olarak indirilmiştir ve O'ndan
başka tanrı yoktur" demesi emredilerek, Allah'tan başka hiçbir kimsenin
böyle bir kitabı ortaya koyamayacağına işaret edilmekte ve Kur'an'ın Allah'ın
ilmiyle indirildiği, ondan başka tanrı olmayıp böyle bir kitabın
indirilmesinde hiçbir kimsenin katkısı bulunmadığı vurgulanmaktadır. Ayetin
sonundaki "Artık teslimiyet gösterecek misiniz?" cümlesi de bütün bu
olup bitenlerden sonra inkârcı-kırın Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmaları
ve müslüman olmalarının gerektiğine dikkat çekmekte ve onları gerçeği kabule
teşvik etmektedir, tnkârcılarsa Kıır'iin'ın bu meydan okumasına ilim ve
fikirleriyle cevap vermekten ilci/ kaldıklarını görünce kılıçlarıyla karşılık
vermeye kalkışmışlar, bu sebeple müsliimanlar-3a aralarında birçok savaş
meydana gelmiştir. [42]
Bazı müfessirler 14.
âyetin nıiisliimanlara hitap ettiğini belirterek âyeti şöyle yorumlamışlardır:
Eğer inkarcılar Kur'an sûrelerinin benzeri on sûreyi getiremezlerse, biliniz
ki Kur'an Allah'ın ilminin eseri olarak indirilmiştir, beşer gücü böyle bir
kitabı getirmekten âcizdir ve Allah'tan başka tanrı yoktur. Bu sebeple siz teslimiyet
gösterip müslümanlığımzda sebat etmelisiniz. Çünkü siz her ne kadar inkarcıların
aczi ortaya çıkmadan önce de müslüman İdiyseniz de onların Kur'an'ın on
sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmaları sizin basiretinizi ve imanda sebatınızı
daha da kuvvetlendirmiş olmalıdır. [43]
15-16. Allah
Teâlâ -mümin olsun, kâfir olsun- insanların çalışmalarını karşılıksız
bırakmaz. İnsanlar Allah'ın kendilerine lütfettiği yeteneklerini hangi alanda
çalıştırıp geliştiririerse Allah da o alanda çalışmalarının karşılığını verir.
Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 145. âyetinde "Kim dünya nimetini isterse
ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve
şükredenleri ödüllendireceğiz" buyurularak insanların emek ve
dileklerinin zayi olmayacağı, yaptıklarının karşılığını dünyada ve âhirette
alacakları bildirilmektedir. Ancak bu âyetlerden anlaşıldığına göre âhirete
inanmayıp sadece dünya hayatını, onun zevklerini, sağlık, güven, bol rızık,
nüfuz ve benzeri nimetlerini, ziynetini ve debdebesini isteyip de
yeteneklerini yalnız bu yönde kullanan kimselere yüce Allah emeklerinin
karşılığını dünyada eksiksiz olarak verecektir; fakat bunun âhirete faydası
olmadığı için orada elde edecekleri sadece cehennem ateşidir, zira bunlar
âhirete inanmamış ve oraya hazırlık yapmamışlardır; sadece dünya hayatı için
yaptıkları çalışmalar, yatırım ve İiretimlerse âhirette hiçbir değer İfade
etmez. Âhiretî hiçbir şekilde hesaba katmadan ne pahasına olursa olsun yalnızca
dünya nimetlerini elde etmek için çalıştıklarından dolayı nasipleri sadece ateş
olacaktır. [44]
17.
"Açık delil" diye tercüme ettiğimiz beyyine kelimesi, "gerçeği
kanıtlayan kesin delil" anlamına gelir. Müfessirlerin bir kısmına göre
buradaki beyyine-den maksat, İslâm'ın hak din olduğuna dair kişinin kendi
varlığından, göklerin ve yerin yapısından ve kâinatın nizamından çıkardığı aklî
delildir. Şahitten maksat ilâhî oluşunu ispat eden Kur'ân-ı Kerîm, Musa'nın kitabından
maksat ise Tevrat'tır, Âyetle ilgili farklı yorumlan nakleden Râzî bu görüşü
tercih eder[45] Âyet-i kerîmede kıyaslama yapılarak Allah'ın
varlığına, birliğine ve âhiret gününün gerçekleşeceğine dair aklî delile sahip
olan, bu inançları Kur'ân-ı Kerîm gibi Allah katından gönderilmiş bir şahit
tarafından tasdik edilen, daha önce de Hz. Musa'nın kitabı Tevrat tarafından
onaylanmış müminlerin, Kur'an'm Hz. Peygamber tarafından uydurulmuş bir kitap
olduğunu iddia eden ve sadece dünya hayatını tercih edip onun için çalışan
inkarcılarla eşit olmadığı, bunların birbirlerine benzemedikleri ifade
edilmektedir. Çünkü birinci grup Allah'ın varlığına, yaratıcılığına ve evrenin
yöneticisi olduğuna, O'nun peygamberine, âhirette Allah huzurunda hesap
vereceğine, sonunda ceza veya mükâfat göreceğine inanmış, dolayısıyla dünya ve
âhiret saadetini kazanmış kimseler olduğu halde, diğer grup bu değerleri inkâr
ederek sadece dünya nimet ve zevklerini elde etmeye gayret etmiş, yeteneklerini
bu yönde kullanmış, âhîrete İnanmadığı için bu alanda hiçbir gayret
göstermemiş, dolayısıyla ebedî azaba müstahak olmuş kimselerdir.
Âyette zikredilen açık
delilden maksat, Hz. Peygamberin, atast İbrahim gibi istidlal yoluyla ulaştığı
bilgi, bunun ardından "rabbinden gelen şahiften maksat da vahiy bilgisi
yani Kur'an olabilir.
Bazı müfessirlere göre
ise açık delilden maksat Kur'ân-ı Kerîm, şahitten maksat da Cebrail'dir. Buna
göre âyet şöyle yorumlanır: İslâm'ın hak din olduğunu tebliğ eden Muhammed
aleyhisselâmm elinde delil olarak Allah'ın indirdiği Kur'an bulunmakta, Cebrail
de şahit olarak bu Kur'an'ı Hz. Peygamber'e okumakta ve tasdik etmektedir.
Musa'nın kitabı Tevrat ise Hz. Muhammed'in peygamber olarak geleceğini
müjdelemiş, vasıflarım anlatmıştır. Taberî bu âyetin yorumu ile ilgili farkh
görüşleri verdikten sonra en uygun yorumun bu olduğunu be I inmektedir. [46]
"Muhalif
gruplar" şeklinde çevrilen ahzâb kelimesi, İslâm'a ve Km'ıın'j ksır muhalefet için örgütlenmiş grupları ifade
eder. Nitekim başka bir Ayrlte hu şc kilde örgütlenerek Hz. Peygamber'e karşı
savaşan topluluklardım "»h/fltı" ılıyc söz edildiği gibi [47]
bunlardan bahseden 33 udi verilmiştir. Bu gruplar yahudi ve hristiyanlar gibi
kitabî bir dini' nu'iiMijt »hınktı dan meydana gelebileceği gibi putperest [48]
18. Yalan sözlerle
Allah'a iftira edenden kim daha zalimdir? Onlar (kıyamet gününde) rablerinin
huzuruna çıkarılacaklar, şahitler de "İşte bunlar rablerine iftira
edenlerdir" diyecekler. Bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerine
olacaktır! 19.0 zalimler, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermeye
çalışanlardır; bunlar âhireti inkâr edenlerin de kendileridir. 20. Onlar yeryüzünde
(Allah'ı) âciz bırakacak değillerdir; kendilerini Allah'ın azabından
koruyabilecek yardımcıları da yoktur; cezaları kat kat olacaktır. Çünkü onlar
ne görebiliyorlar ne de işitebiliyorlardı. 21. İşte kendilerine yazık edenler
bunlardır; uydurdukları da (taunlar) kendilerinden kaybolup gitti. 22. Şüphesiz
bunlar, âhirette en çok ziyana uğrayanlardır. 23. İnanıp da güzel işler yapan
ve rablerine gönül huzuruyla teslim olanlara gelince, işte onlar cennetliklerdir.
Onlar orada ebedî kalacaklardır. 24. Bu iki grubun durumu, hem kör hem sağır
kimse ile gören ve işiten kimsenin durumuna benzer. Bunlar eşit olur mu? Hâlâ
ibret almıyor musunuz? [49]
18-19.
Buradaki soru 13. âyette ifade edildiği üzere "Muhammed Kur'an'ı kendi
uydurup Allah'a nispet ediyor" diyenlere bir reddiye mahiyetinde olup, Allah'a
karşı böyle bir isnatta bulunmanın en büyük haksızlık olduğuna, Hz. Peygamber'in
böyle bir haksızlık yapmasının mümkün olmadığına işaret eder. İşte bu zalimler
âhirette Allah'ın huzuruna çıkarılacaklar ve dünyada işledikleri zulmün
hesabını vereceklerdir. O zaman şahitler yani melekler, peygamberler, âlimler,
sâ-lih müminler. [50] bunların Allah'a karşı
yalan uydurup iftira ettiklerine dair şahitlik edecekler ve bunların Allah'ın
lanetine uğramalarını isteyeceklerdir. Çünkü bunlar yukarıda anlatılan suçları
yanında, insanları Allah yolundan alıkoymaya, bu dosdoğru yolu eğri büğrü göstermeye
çalışan ve âhireti inkâr eden kimselerdir. Bu iki fi yet-i korîrae, Kur'an'ın
Allah kelâmı olduğunu reddetmeye kalkışan, insanların Kur'an'ı ve onun
ilkelerini benimsemelerine engel olan; malî, bedenî, İlmî, siyasî, sosyal ve
psikolojik gücünü Kur'an'a karşı kullanıp İnkâr edilmesini sağlamak için onunla
ilgili şüpheler uyandırmaya, onu zaafa uğratmaya ve zararlı göstermeye çalışan
kimselerin zalim olduklarını, bu sebeple Allah'ın lanetini hak ettiklerini,
yani O'nun rahmetinden mahrum kaldıklarını ifade eder. [51]
20-22.
Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları için insanları Allah yolundan alıkoymaya
çalışanlar bilmelidirler ki Allah yeryüzünde onları cezalandırmaktan âciz
değildir; O'nun hikmeti suçluları dünyada iken cezalandırmayı gerektiriyorsa bunu
yapar; bu hususta kimse Allah'ı âciz bırakamaz; onların velileri, destekçileri,
hâsılı hiçbir güç ve kudret bunu engelleyemez. Ancak O'nun hikmeti suçluların
tövbe edip Allah'a yönelmeleri için cezalarının ertelenmesini gerektiriyorsa erteler,
bunu da kimse engelleyemez. Ama onlar inkarcılıkta ısrar eder, dünyada Kur'an'a
kulak vermez ve İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair aklî ve naklî delilleri
görmezlikten gelirlerse imtihan gereği dünyada serbest bırakılabilirler. Yüce
Allah dünyada iyilik yaparak âhirete gelenlere iyiliklerinin karşılığı olarak
lütfundan kat kat sevap vereceğini, kötülük yaparak gelenlere İse kötülüklerine
denk ceza vereceğini bildirmektedir. [52] 21
ve 22. âyetler böylele-rinin -gerçeği inkâr etmeleri ve Allah'ı bırakıp putlara
tapmaları sebebiyle- kendilerine yazık ettiklerini ve âhirette görecekleri
ceza bakımından en çok ziyana uğrayanların bunlar olduklarını, kendilerini
Allah'a yaklaştıracağına inandıkları putlarının da kaybolup gideceğini ve
hiçbir işe yaramayacağını haber vermektedir. [53]
23-24.
Kâfirlerin durumu görme ve işitme duyularından mahrum kimselerin, müminlerin
durumu da gören ve işiten kimselerin durumuna benzetilmektedir. Bunlar
gerçekleri görme, işitme, anlama, kabullenme ve faydalanma hususunda eşit
olamayacakları gibi gerek Kur'an'dan gerekse evrendeki kevnî âyetlerden
faydalanma, ibret alma ve doğru yolu bulma hususunda da eşit değillerdir. [54]
25. Gerçek şu ki biz,
Nuh'u kavmine elçi olarak gönderdik: "Ben sizin için açık bir uyanayım.
26. Allah'tan başkasına tapmayınız! Çünkü ben, başınıza gelecek can yakıcı bir
günün azabından korkuyorum" dedi 27. Kavminin ileri gelen inkarcıları,
"Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü
ayak takımımızdan başkasının uyduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir
üstünlüğünüzü de kabul etmiyoruz, bilâkis sizin yalancı olduğunuz kanaatini
taşıyoruz" dediler. 28. Nuh şöyle dedi: "Ey Kavmim! Bir de şöyle
düşününüz: Ya benîm, rabbim tarafından (verilmiş) açık bir delilim varsa ve O
kendi katından bana rahmet vermiş de siz bunu anla-mamışsanız! Siz
istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız? 29. Ey Kavmim! Buna karşılık
sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. (Siz
istiyorsunuz diye) ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar rablerine
kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, hakikat bilgisinden yoksun kalabalık olarak
görüyorum. 30. Ey Kavmim! Onları kovarsam, beni Allah'a karşı kim koruyabilir?
Düşünmüyor musunuz? 31. Size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır'
demiyorum, gaybı da bilmem, melek olduğumu da söylemiyorum,Sizin hor
gördüğünüz kimseler için, 'Allah onlııra hiçbir fiıydıılı soy vermeyecektir'
diyemem. Onların içlerinde olun iyeyi Allaha daha iyi bilir. Onları kovduğum
takdirde ben gerçekten zalimlerden olurun!" 32. Dediler ki: "Ey Nûh!
Gerçekten bizimle tartıştın ve bize karşı çok mücadele ettin. Eğer doğrulardan
isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı başımıza getir!" 33. Nûh dedi
ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Siz (O'nu) âciz bırakamazsınız.
34. Eğer Allah sizi azgınlık içinde bırakmayı dikmişse, ben size öğüt vermek
istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin rabbinizdir; ve O'na
döndürüleceksiniz.'' 35.Yoksa, "Bunu o uydurdu" mu diyorlar? De ki:
"Eğer onu uydurduysam sorumluluğu bana aittir. Fakat benini sizin
işlediğiniz günahla İlişkim yoktur." [55]
25-26.
Sûienin başından buraya kadar olan bölümde itikadla İlgili esaslar, Allah'ın
birliği, peygamberler, Kur'an'ın mucize oluşu ve âhirete iman edenlerle inanmayanların
âhiretteki durumları anlatıldı; inanmayanların en büyük zarara uğrayacakları,
buna karşılık inananların cennete girecekleri ve burada sonsuz nimetlere
kavuşacakları açıklandı; sonunda güzel bir benzetmeyle bu iki gruba dikkat
çekilerek insanlar düşünmeye davet edildi. Bundan sonraki bölümlerde ise bazı
peygamberlerin hayatları, tevhid inancını yaymak için verdikleri mücadele, kavimlerinin
bunlara karşı tutumları, bu arada meydana gelen olaylar ve neticeleri örnek ve
ibret olsun diye anlatılmaktadır.
Nûh aleyhisselâm
Âdem'in oğlu Şît'in (Şîs) neslinden Lamek'in oğlu olup adı Kur'an'da kırk üç
yerde geçen, adı bir sûreye (71. sûre) İsim olan büyük bir peygamberdir. Aynca
yüce Allah tarafından kendilerinden sağlam söz alınan beş büyük peygamberden biri
ve bunların ilkidir. [56] 950 yıl yaşamış ve
kavmini Allah'ın dinine davet etmiştir. [57] Uzun yıllar kavmini dine davet etmesine rağmen
putperest olan kavmi onun davetini kabul etmedi ve kendisini sapkınlıkla itham
etti[58] hatta tebliğ faaliyetine son vermediği
takdirde onu taşlayarak öldüreceklerine dair tehditte bulundu. [59]
Sonunda Hz. Nûh, "Artık yenik düştüm; yardımını esirgeme!" diye
Allah'a yalvarmaya başladı[60] ve "Rabbİm, dedi, kavmim beni yalancılıkla
suçluyor. Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa
kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!'* diye dua etti. Bunun
üzerine yüce Allah inananları Nûh ile birlikte gemiye bindirerek kurtardı,
diğerleri de tufanda boğuldu. [61] Rivayete göre Hz. Nûh tufandan sonra 350 yıl
yıı^mıj ve Mekke'de vefat etmiştİT[62]
Hjş, Adem'den sonra
NÛh peygambere kadar geçen sure, kesiir olarak bilinmemekle birlikte oldukça
uzun bir zaman dilimi oluşturmaktadır. Bu süre içerisinde Âdem'in soyu
çoğalarak yeryüzüne dağılmış, ancak onun getirdiği tevhid inancından da
sapmalar olmuştu; bu sapmaları önlemek amacıyla Allah Teâlâ İdrîs aleyhisselâmı
peygamber olarak gönderdi. [63] Bununla birlikte sapmalar devam etti,
putperestlik çoğaldı ve Hz. Nûh zamanında yaygın bir duruma geldi. Kur'ân-1
Kerîm bu dönemde halkın saygı gösterip taptığı Ved, Suvâ, Yegus, Yaûk ve Nesr
gibi putların adını vermektedir. [64] Putperestliğe
paralel olarak toplumun ahlâkı da bozulmuştu; haksızlık, ahlâksızlık, azgınlık
ve zulüm yaygınlaşmıştı. [65] Bu sapmaları önlemek ve toplumun bozulan
yönlerini onarmak amacıyla yüce Allah Hz. Nuh'u peygamber olarak
görevlendirdi. Nûh, kavmine gelerek kendisinin onlar için bir nasihatçı ve
açık bir uyarıcı olduğunu, Allah'tan başka ilâh bulunmadığını, dolayısıyla
O'ndan başkasına kulluk etmenin doğru olmadığını tebliğ etti; kendisini
dinlemedikleri takdirde büyük bir cezaya çarptırılacaklarından endişe ettiğini
bildirerek onları uyardı.
Hz. Nuh'un korktuğu
"elem verici günün azabı"ndan maksat Nûh tufanı olabileceği gibi
kıyamet gününün azabı da olabilir; her ikisi birden kastedilmiş de olabilir.
Hz. Nûh, kavmini putlardan uzaklaştırmak ve bir olan Allah'a yönelmelerini
sağlamak için büyük bir gayret gösterdi; davetini yüzyıllarca sürdürdü ve
Allah'a yönelmedikleri takdirde başlarına büyük bir felâketin geleceğini haber
verdi. [66]
27.
"İleri gelenler" dîye tercüme ettiğimiz mele' kelimesi Kur'an'da
"kavmin zenginleri ve soylularından oluşan eşraf ve lider kesimi, ileri
gelenleri" mâna-sıiKİ.ı Kur'an'da sıkça kullanılmaktadır. İşte bunlardan
inkarcı olanlar üstünlüğü maddî güçte yani zenginlik, kabilenin genişliği ve
adamlarının çokluğunda gördükleri için Nuh'a inanan sıradan insanları
küçümsediler. Halbuki peygamberlere ilk inananların çoğu, ilâhî mesajın,
kendilerine bu dünyada daha âdil ve eşitlikçi bir toplumsal düzen, âhirette de
ebedî mutluluk vaad ettiği, toplumun alt tabakalarına mensup köle, yoksul ve
ezilenlerden oluşuyordu. Peygamberlerin üstlendiği görev de ıslahatçı
karakteri sebebiyledir ki toplumun mevcut düzeni elinde tutan varlıklı ve
imtiyazlı kişileri ve grupları katında daima hoşnutsuzluğa yol açmıştır.
"Sığ
görüşlü" diye tercüme ettiğimiz "bâdiye'r-re'y" tamlamasına
müfessir-ler -kıraat farklarını da dikkate alarak- "görünüşte" veya
"açıkça belli olan" şeklinde farklı anlamlar vermişlerdir. Buna göre
meali şöyle olur: a) "Sana sadece ayak takımımızın görünüşte uyduğunu
görmekteyiz", b) "Sana sadece iiyıık hıkımı ol duklan açıkça belli
olan kimselerin uyduğunu [67]
28. Bu âyet
Hz. Muhammed hakkında inmiş olan 17. âyetin benzeri olup inkarcıların bir
önceki âyette belirtilen şüphe ve tereddütlerine Hz. Nûh tarafından verilmiş
bir cevaptır. Bütün peygamberler gibi Hz. Nûh da insanları çağırdığı tev-hid
inancı ve hak dinin İlkeleri konusunda kendisinin aklî delillere, yüce Allah tarafından
kendisine peygamberlik görevi verildiği için de nakli delillere sahip olduğuna,
fakat kavminin cehaleti, mal ve makama düşkünlüğü sebebiyle peygamberle
kendileri arasındaki farkı göremediklerine işaret etmiştir. Durum böyle iken
siz İstemediğiniz halde biz size bu dini zorla mı kabul ettireceğiz?"
mealindeki bir soru ile dinde zorlama olmadığına ve peygamberlerin görevinin
sadece tebliğ etmek olduğuna dikkat çekmektedir. Nitekim hiçbir peygamber
dinde zorlamaya baş vurmamıştır. Bu da onların hak peygamber olduklarını
gösteren delillerden biridir. [68]
29-30.
Kavminin mal ve servete düşkün olan ileri gelenleri Hz. Nuh'un da peygamberliği
istismar ederek para, makam ve mevki sahibi olmak istediğini, bu yolla kavmi
içerisinde üstünlük sağlamaya çalıştığını düşünüyorlardı. [69] Hz.
Nûh âyetteki açıklamasıyla böyle bir niyetinin bulunmadığını ilân etti. İlâhî
mesajı karşılıksız olarak tebliğ etmek peygamberlerin tevhid mücadelesinde
büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple Nuh'tan sonra gelen her peygambere yaptığı
görev karşılığında kavminden herhangi bir ücret istemediğini onlara bildirmesi
emredilmiştir. Aynı şekilde Hz. Muham-med'den de kavmine "Sizden
yakınlarınıza sevgi duymanızdan başka bii karşılık istemiyorum" demesi
istenmiştir. [70]
Tarih boyunca inkarcı
toplumların ileri gelenleri peygambere inanan fakirleri küçümsemişlerdir.
Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki Meri gelen müşrikler de ona inanan fakirlere
karşı aynı davranışı sergilemişlerdi[71] 27. âyetten itibaren konunun akışından ve Hz.
Nuh'un kavmine verdiği cevaptan anlaşılacağı üzere aristokrat müşrikler fakir
müminlerle aynı mecliste bulunmayı içlerine sindiremiyorlardı. Bu nedenle Hz.
Nuh'un çağrısını kendisiyle baş başa tartışmak maksadıyla fakir müminleri
yanından kovmasını istediler. Böyle bir teklif Allah'ın emrine aykırı olduğu
gibi aklıselime de aykırıydı; bu zulmü ne din kabul ı-ılcrdi ne de akıl!
İnsanlık şerefiyle bağdaşmayan bu teklifi kabul ettiği takdirde Allah'ın
azabını hak edeceğini bilen Hz. Nûh, "Onları kovarsam beni Allah'a kar-şı
kim koruyabilir, düşünmüyor musunuz?" diyerek bunun büyük bir haksızlık
olacağına işaret etti.
Hz, Nûh kavmiyle
gerçekleştirdiği bu diyalogda üç defa "ey kavmim!" diye-tı-k oııliinn
akrabalık duygularına hitap edip kendisinin onlardan biri olduğuna, dolayısıyia
onlar için iyilik istediğine, şefkat ve merhametle muamele ettiğine, onlardan
da kendisine karşı sevgi ve iyi niyet beklediğine işaret ediyordu. [72]
31. Cahil
müşriklerin anlayışına göre bir kimsenin peygamber olabilmesi için zengin
olması, gaybı bilmesi, özellikle melek olması gerekir ki beşerin bilemediğini
bilsin, yapamadığını da yapsın! Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki müşrikler de
onda aynı özellikleri aramışlar, bir dağı altm kütlesi haline getirmesini, kayıp
şeyleri bulmasını, şifasız hastaları iyi (eştirmesini ve gökten melek indirip
kendileriyle konuşturmasını istemişlerdi[73] Bu
sûrenin 12. âyetinde de yine Hz. Peygamber'den benzer isteklerde bulundukları
ifade buyurulmuştu. İşte binlerce yıl önce Hz. Nuh'un verdiği cevap bir peygamberin
aynı zamanda ne kadar dürüst, samimi ve mütevazı olduğunu ifade etmesi
bakımından da oldukça önemlidir.
Yukarıda da
belirtildiği üzere müşrikler Hz. Nuh'a inanan fakirleri küçümsüyor, onlara
Allah tarafından değer verilmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor, ayrıca bu
kişilerin Peygamber'c iman etmiş olmalarını peygamber ve dini için bir kusur
olarak görüyorlardı. Nitekim Câhiliye dönemi müşrikleri de Hz. Peygam-ber'e
inanan fakirler hakkında "İslâm iyi bir şey olsaydı ona öncelikle fakirler
de-ğîl kendilerinin inanacağını söylemişlerdi[74]
Allah'ın müminlere
faydalı şey vermesi, "onlarda bir hayır olması, işe yarar kimseler
olmaları" mânasına da gelir. Buna göre Hz. Nuh müminlerin işe yarar
kimseler olmadıklarını söylemesinin mümkün olmadığını, böyle bir söz söylediği
takdirde haksızlık etmiş olacağını ifade ederek müşriklerin iddialarını
reddetmiştir. [75]
32-34.
"Azgınlık içinde bırakmak" diye tercüme ettiğimiz 34. âyetteki iğvâ
kavramı, "doğru yoldan saptırmak, baştan çıkarmak, ayartmak, azdırmak ve saptırmak"
anlamlarını da içermektedir. Terim olarak iğvâ, "şeytanın veya nefsin insanı
kötü yola yönlendirmesi" anlamına gelir. Allah'ın insanları azgınlık
içinde bırakmayı dilemesinden maksat -genel olarak hidayet ve dalâlet
konusunda olduğu gibi- imtihan gereği ve ilâhî sünnetin (kanun) bir uygulaması
olarak sapmaya yönelenlere izin ve imkân vermesidir. Azgınlıktaki ısrarları
sebebiyle Allah bir kavmin maddî, manevî ve ahlâkî bakımdan bozulmasını,
kokuşup çökmesini murat etmişse peygamberin nasihati o topluma fayda vermez.
Onlar zenginliklerine, mevki ve makamlarına aldandıklan için gerçeği
göremezler, onu görenleri de küçümserler, onlarla birlikte olmaya tenezzül
etmezler, peygamberin söz ve davranışları onlara ağır gelir. Nitekim Yûnus
sûresinin 71. âyetinden Hz. Nuh'un bu durumu müşrik kavmine açıkça ifade
ettiği anlaşılmaktadır. [76]
35.
Müfessirlerin çoğunluğu bu âyetin Nûh kıssasının bir parçası olduğunu
söylemlşlerse de[77] üslûp ve muhtevası dikkate alındığında âyetin
muhatabının Hz. Muhammed olduğu ve Kur'an'da anlatılan Nûh kıssasına, dolaylı
olarak da Kur'an'a temas ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim biTçok müfessir bu
görüşü benimsemiştir. [78]Buna göre Hz. Peygamber
Nûh kıssasını insanlara okurken müşrikler "Bu kıssayı sen uydurdun"
diyerek sözünü kesmişler, yüce Allah da Peygamber'ine âyetteki ifadelerle bu
iddiayı reddetmesini emretmiştir, Âyet serbest bir tercüme ile şunu demiş
oluyor: Kur'an'ı ben uydurdumsa vebali boynuma olsun fakat ben uydurmadım, asıl
siz iftira ederek vebale giriyorsunuz, benim uydurma ile uzaktan yakından bir
alâkam yoktur! [79]
36. Nuh'a vahyolundu
ki: "Kavminden iman etmiş olanlardan başka kimse iman etmeyecek. Sakın
onların yaptıklarına üzülme! 37. Bizim gözetimimiz altında ve öğrettiğimiz
şekilde gemiyi yap, haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar
boğulacaklar!" 38. Nûh gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri yanına
uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay
ediyorsanız, bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de ileride sizinle öyle
alay edeceğiz! 39. Rezil edecek bir cezaya kimin çarptırılacağını, sürekli
azabın kimin başına geleceğini yakında göreceksiniz!" 40. Nihayet emrimiz
geldi ve sular coşup yükseldi. Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her
birinden iki eş ile -daha önce haklarında hüküm verilmiş olanlar dışında- aileni
ve iman edenleri gemiye bindir!" Zaten onunla birlikte pek azı iman etmişti.
41. Nûh, "Haydi gemiye binin! Yüzerken de dururken de Allah'ın adını
anın. Şüphesiz ki rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir" dedi. 42, Derken
gemi onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürmeye başladı. Nûh, uzak duran
oğluna, "Haydi yavrum gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerle
beraber olma!" diye seslendi. 43. Oğlu, "Beni sudan koruyacak bir
dağa sığınacağım" diye cevap verdi. Nûh dedi ki: "Bugün Allah'ın
hükmettiği cezadan ancak rabbimin esirgedikleri kurtulacaktır." Derken
aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. 44. (Sonra) "Ey
toprak suyunu yut! Ey gök (suyunu) tut! " denildi. Su çekildi; hüküm
yerini buldu; gemi Cûdî'nin üzerine oturdu; "Zalimlerin topunun canı
cehenneme!" denildi. 45. Nûh rab-bine şöyle seslendi: "Ey Rabbim!
Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen hâkimlerin en
âdilisin." 46. Allah buyurdu ki: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir.
Çünkü o kötü bir iş yapmıştır. Sakın hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi
benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." 47.
Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben, senden hakkında bilgi sahibi olmadığım bir
şeyi istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen,
kaybedenlerden olurum!" 48. Denildi ki: "Ey Nûh! Sana ve seninle
beraber olan gruplar üzerine bizden selâm ve bereketler ihsanı ile in gemiden!
Önce bir süre faydalandıracağımız, sonra tarafımızdan bir azapla
cezalandırılacak topluluklar da olacaktır. 49. İşte bunlar sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin!
Sabret, çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır. [80]
36-37, Hz.
Nuh'un uzun süre sabır, metanet, şefkat ve merhametle kavmini dine davet
etmesine rağmen çok az bir grubun dışında kimse iman etmedi. Kavmi onunla alay
etmekle yetinmedi, cinnet getirmiş olduğunu ilân etti, bu da sonuç vermeyince
isyan edip onu taşa tutarak öldürmekle tehdit etti[81] Çaresiz kalan Hz. Nûh, inkarcıların yok
edilmesini Allah'tan niyaz etti. [82] Yüce Allah, onun duasını kabul edip
inkarcıların tamamını yok edeceğini Peygamber'ine bildirdi. [83]
Allah Teâlâ, daha önce
iman edenler müstesna artık bundan sonra kimsenin ona iman etmeyeceğini,
kavminin geçmişte işlediği günahlara, kendisini yalancılıkla suçlamalarına,
inkarcılıkta ısrarlarına ve gördüğü eziyetlere üzülmemesİni emredip artık
azgınların başına gelecek felâketin yaklaşmakta olduğunu haber verdi;
"Haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!"
buyurarak felâketin (tufan) boyutlarının ne derece büyük olduğuna işaret etti. [84]
38-39. Hz.
Nûh Allah tarafından kendisine öğretildiği biçimde gemiyi yapmaya başladı.
Kavminin ileri gelenleri yanına uğradıklarında daha önce peygamber olduğunu
söyleyen Nuh'un gemi yaptığını görünce "peygamberlikten vazgeçip marangozluğa
başladı" diyerek onunla alay ediyorlardı. Hz. Nûh ise yakında alay etme
sırasının kendilerine geleceğini söylüyor, yaklaşan felâketi haber veriyordu. [85]
40.
"Sukr coşup yükseldi" şeklinde tercüme ettiğimiz
"fâre't-tennûr", fışkırarak yeryü/.ünü kaplayan azgın suları ve
selleri ifade eder. [86] Aynı ifade "Allah'ın
gazabı şiddetlenince" veya azabın sabaha doğru geldiğini ifade etmek için
"şafak atınca, sabah olunca" şeklinde de tercüme edilmiştir.
Hz. Nûh geminin
yapımını tamamlayınca beklenen azabın gelmekte olduğunu Lİair belirliler
gözükmeye başladı. Yer ve göklerin kapılan açıldı. Yerden sular fışkırıyor,
gökten sular boşalıyordu. Bu durum Kamer sûresinde şöyle tasvir edilir
"IVrkfiı, göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura açtık.
YndcH ile sular fışkırttık; böylece azgın sular önceden belirlenmiş bir iş için
birleşti[87] Allah Nuh'a erkekli dişili olmak üzere evcil
veya yabani, canlılardan birer çiftini gemiye bindirmesini, boğulmayı hak
edenlerin dışında ailesini ve iman edenleri de gemiye almasını buyurdu.
Ailesinden maksat yakınları yani eşleri, çocuktan ve bunların eşleridir.
Eşlerinin sayısı ve isimleri hakkında bilgimiz olmamakla birlikte kaynaklar
onun Ham, Sâm, Yâfes ve Yâm adlarında dört oğlu olduğunu kaydetmektedir. [88] Peygamberler tarihiyle ilgili eserlerde
boğulan oğlunun adı Yâm, eşinin adı da Vâile olarak geçmektedir. [89]
42-43.
Nihayet sular Allah'ın takdir ettiği seviyeye geldiğinde [90]gemi
dağlar gibi dalgalar arasında yürümeye başladı. Bu arada Hz. Nûh, kendisini
yalanlayanlardan olup yalnız olarak bir kenara çekilmiş bulunan dördüncü oğlu
YânTa[91] babalık
şefkat ve merhametiyle son olarak bir daha seslenip gemiye çağırdı. Oğlu
babasının şefkat yüklü bu çağrısına kulak vermedi; çünkü olayın diğer tabii
âfetler gibi bir afet olduğunu düşünüyor ve yüksek yerlere çıkarak
kurtulabileceğini sanıyordu. Bu sebeple babasının çağrısına "Beni sudan
koruyacak bir dağa sığınacağım" diye cevap verdi. Oysa olay tabii bir âfet
değil, azgın bir kavmi cezalandırmak üzere Allah tarafından özel olarak
gerçekleştirilmiş olağan üstü bir tufandı ve Allah'ın emriyle yapılmış olan
geminin dışında kalanlar bu tufandan kurtulamayacaklardı. Ancak oğlunun kalbi
katılaşmıştı, artık peygamber babanın öğütleri onu etkilemiyordu. Derken baba
ile oğul arasına dağlar gibi dalgalar giriverdi, o da diğer inkarcılarla
birlikte boğulanlardan oldu.
Tufanın bütün dünyayı
mı yoksa sadece Nûh kavminin yaşadığı bölgeyi mi kapsadığı konusunda farklı
görüşler vardır. "Ve yalnız onun (Nuh'un) soyunu kalıcı kıldık"[92] mealindeki âyet, suların o gün yeryüzünde
mevcut olan insanların yaşadığı bütün bölgeleri kapladığı kanaatini[93]destekler
gibi görünmektedir. Bununla birlikte bu tufanın alanı hakkında Kur'an ve
Sün-net'te sarih ve kesin bir delil bulunmadığı için bu ihtimallerin her biri
mümkündür. [94] Kesin olan bir şey varsa
o da Nûh kavminin peygambere isyan etmesi sebebiyle tufanda boğularak helak
olması, müminlerin ise Nûh peygamberle birlikte kurtulmuş olmalarıdır. [95]
44. Hz.
Nuh'un gemisi dalgalar arasında ne kadar zaman kaldı? Bu sorunun cevabı da
kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Nûh zamanından beri semavî dinlerde makbul
bir gün olarak değerlendirilen âşûrâ gününün önemine İşaret eden Ta-berî'nin
naklettiği bir rivayete göre Hz. Nûh Receb ayının ilk gününde gemiye binmiş,
altı ay sonra Muharrem ayının 10'unda âşûrâ günü gemi Cûdî denilen dağda
karaya oturmuştur. [96] Anc.ık bu konuda da en
güvenilir yol Kur'an'm verdiği bilgiterle yetinmektir. Nuh'un gemisi Allah'ın
dilediği kadar su üzerinde kaldıktan sonra yüce Allah göklere suyunu tutmasını,
yerlere de suyu çekmesini emretti. Böylece sular çekildi, hüküm yerini bulmuş
oldu, gemi Cûdî dağında karaya oturdu, Hz. Nuh'un duasında istediği gibi
yeryüzünde yürüyen bir tek kâfir kalmamak üzere tamamı yok olup gitti. Âyetteki
"zalimler" ifadesinden kavmin helak oluş nedeninin zulüm yani Allah'a
ortak koşup putlara tapmak ve peygambere isyan etmek olduğu anlaşılmaktadır.
Üzerinde Nuh'un
gemisinin oturduğu bildirilen Cûdî dağı Güneydoğu Anadolu bölgesinde
Türkİye-brak sınırına
45-47.
Nuh'un oğlu iman etmediği için onun kendi ailesinden sayılmadığı, iman
olmayınca tek başına kan bağının birçok hak ve ödev İçin yeterli olmadığı
bildirilmektedir. Çünkü inkarcıları kurtarmak Hz. Nuh'un gönderiliş hikmetine
aykırıydı. Nüh insanları bir olan Allah'a iman etmeye ve O'ndan başkasına
kulluk etmemeye çağırmak, onları inkarcılık ve putperestlikten kurtarmak için
gönderilmiştir. Oysa onlar peygambere isyan ve işkence etmişler, hatta
davetine son vermediği takdirde onu öldüreceklerini söylemişlerdir. Artık
böyle zalimlerin kurtuluşu söz konusu değildir. Bu sebeple yüce Allah,
hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şeyi kendisinden İstememesi hususunda Nuh'u
uyarmakta ve onun gibi büyük bir peygamberin bu tür isteklerden sakınmasını ve
cahillerden olmamasını tavsiye etmektedir.
Bu uyarı Hz. Nuh'un
bir iman zaafına düştüğü anlamına gelmez. Nitekim kendisinin bu uyarıya verdiği
karşılık onun Allah'a teslimiyetinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Şüphesiz
o da diğer peygamberler gibi bir beşer olarak çocuk sevgisi ve benzeri insanî
duygulara sahipti. Oğlunun tufandan kurtulması için Allah'a yalvarması da bu
duygudan kaynaklanıyordu. Cenâb-ı Allah bir peygamberin inkarcı biri hakkında
böyle bir istekte bulunmasının doğru olmadığını bildirdi ve böyle hatalara
düşmemesini tavsiye etti. Nitekim Hz. Peygamber'e de buna benzer bir uyan
yapılmıştır. [99] İbn Âşûr, Hz. Nuh'un bu isteğinin gemi karaya
oturduktan sonra ve oğlunun dünyada kurtulmasından ümidini kesmiş olduğu bir
anda gerçekleştiğini dikkate alarak Nuh'un bu talebinin oğlunun fılıiıvtlf
hjığışlanmasına yönelik olduğu kanaaliııe varmıştır. [100]
48. Hz.
Nuh'un gemisi Cûdî dağında karaya oturduğu zaman yeryüzü inkarcılardan
temizlenmiş; sular da çekilmeye başladığı için artık gemidekilerin yeryüzüne
İnme zamanı gelmişti. Nûh ve yanındakiler Allah'ın emrine uyarak bereketli
topraklara inip orayı yurt edindiler. Âyetin ifadesinden anlaşıldığına göre Hz.
Nuh'a, kendi soylarından, Allah'ın lütuf ve ihsanlarına mazhar olacak dindar
milletler geleceği gibi, dünya nimetlerinden "bir süre"
faydalandırılıp arkasından inançsızlık ve kötülüklerinin cezasını görecek olan
inkarcı toplulukların geleceği de bildirilmişti. [101]
49.
Kavminden gördüğü kötülük ve haksızlıklar sebebiyle üzülen Hz. Peygamber'i ve
arkadaşlarını teselli etmek, insanların ibret almasını sağlamak maksadıyla
anlatılan bu kıssa -Hz. Peygamber ve çevresi bakımından- gayb haberlerinden
olup vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e indirilmiştir. [102] Ayette Nuh'un sabredip başarıya ulaştığı gibi
Hz. Peygamber'in de sabretmesi emredilmiştir. Çünkü mücadeleye sabırla devam
edenler başlangıçta başarısızlığa uğrasalar bile sonunda mutlaka başarıya
ulaşacaklardır. Ebedî hayat bakımından mutlu son daima kötülüklerden
sakınanlarındır. [103]
50. Âd kavmine de
kardeşleri Hûd'u gönderdik. Dedi ki: "Ey Kavmim! Allah'a kulluk ediniz;
O'ndan başka tanrınız yoktur; siz sadece uydurmaktasınız. 51. Ey Kavmim! Bunun
karşılığında ben sizden bir ücret istemiyorum; benim hizmetimin karşılığı
ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? 52. Ey Kavmim!
Rabbinizden bağışlanmayı dileyiniz, O'na tövbe ediniz ki üzerinize bolca yağmur
göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah'tan yüz
çevirmeyiniz!" 53. Dediler ki: "Ey Hûd! Bize açık bir mucize
getirmedin; biz senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz; biz sana iman
edecek de değiliz. 54-55. 'Tanrılarımızdan biri senin akimi almış!' demekten
başka söyleyeceğimiz söz yok!" Hûd dedi ki: "Ben Allah'ı şahit
tutuyorum; siz de şahit olunuz ki sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak
koştuklarınızla benim hiçbir ilgim yoktur. Haydi hepiniz bana tuzak kurunuz,
bana aman vermeyiniz! 56. Ben, benim de rabbim, sizin de rab-biniz olan Allah'a
dayandım. Çünkü kımıldayan her canlının kaderi onun elindedir. Şüphesiz
rabbimin yolu dosdoğru yoldur. 57. Eğer sırt çevirirseniz bilin ki size
ulaştırmakla görevli olduğum şeyi size bildirdim. Rabbim yerinize başka bir
kavmi getirebilir. Siz O'na hiçbir engel çıkaramazsınız. Şüphesiz rabbim her
şeyi gözetendir." 58. Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman
edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtardık.
59. İşte Âd! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler; O'nun peygamberlerine âsi
oldular ve her inatçı zorbanın enirine uydular. 60. Onlar hem bu dünyada hem de
kıyamet gününde lanete uğradılar. Evet Âd rabbini inkâr etti. Hûd'un kavmi
Âd'ın canı cehenneme! [104]
50-51.
Rivayetlere göre Âd, Hz. Nuh'un dördüncü kuşaktan torunu olup bakısı Avs'tır,
Avs'm babası İrem, onun babası Sânı, onun babası ise Nûh'dur. ÂtTın ismine
nispetle söz konusu kavme de "Âd kavmi" denilmektedir. Hz. Nuh'tan
sonra tarih sahnesine çıkmış olan bu kavim Yemen'de Uman ile Hadra-mul
arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz.
Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği
anlatılmaktadır. [105]Ahkaf ise Uman ile
Hadramut arasında kalan geniş kum çöllerinin adıdır, Kur'an'ın verdiği
bilgilere göre bunlar İrem adında benzeri görülmemiş bir şehir kurmuş, müreffeh
bir şekilde yaşıyorlardı. Muhteşem sarayları, bağları, bahçeleri vardı. [106]
Ancak doğru yoldan sapmış, putperest olmuşlardı, kendilerine gönderilmiş olan
peygamberi dinlemedikleri için helak olup tarih sahnesinden silindiler.
Müfessirter Âd kavmini Âd-ı Ûlâ (birinci Âd) ve Âd-ı Uhrâ (ikinci Âd) olmak
üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönderildiği kavmin
Âd-ı Ûlâ olduğunda ittifak vardır. Nitekim Necm sûresinin 50. âyetinde helak
edilen kavmin Âd-ı Ûlâ olduğu bildirilmiştir. Bu kavim İslâm'ın ortaya
çıkışından asırlarca Önce tarih sahnesinden çekilmiş olmakla birlikte hikâyesi
Arap geleneğinde canlı olarak devam ettiğinden Kur'an'da da göndermelerde bulunulmuştur. [107]
Hûd aleyhisselâm bir
rivayete göre Âd'ın soyundan, başka bir rivayete göre de Âd'ın dedesi Sâm'ın
diğer bir oğlunun soyundan olup Arap kavminden gelen peygamberlerin ilkidir.
Âyette "onların kardeşi" denilmesi onun aynı topluma veya akraba
kabileye mensup olduğunu ifade eder. 150 yıl yaşadığı bildirilmektedir. Kabrinin
Hadramut'ta veya Kabe'nin civarında bulunduğu yolunda rivayetler vardır. [108]
Bu sûrenin ikinci
kıssası olan Âd kıssası Kur'an'da birçok yerde farklı şekillerde ele alınmıştır.
Kıssa her geçtiği yerde farklı bir üslûpla anlatılmış ve çeşitli açılardan
değerlendirilmiştir. [109]
52, Hz. Hûd
Allah'ın birliği İnancını tebliğ ettikten sonra, işledikleri günah ve
putperestlikleri nedeniyle kavmini Allah'tan bağış dilemeye ve tövbe edip O'na
yönelmeye davet etti. Böyle yaptıkları takdirde Allah'ın, üzerlerine bolca
yağmur yağdıracağını ve kuvvetlerine kuvvet katacağını haber verdi, Âd kavmi
çölde yaşamakla birlikte tarım ve bağcılıkla da uğraşıyordu. Bu nedenle
yağmura şiddetle ihtiyaçları vardı. Bu sebeple Hz. Hûd Allah'ın izniyle onlara
böyle bir vaadde bulundu. Allah tarafından kuvvetlerine kuvvet katılacaktı;
maddî olarak bolluk ve berekete manevî olarak izzet, şeref ve itibar
eklenecekti. Fakat Hûd'un kavmi gururlu ve kibirliydi; onun anlattıklarını ne
istedi ne de ona inandı, hatta peygamberi akılsızlık, sapkınlık ve
yalancılıkla itham ettiler. Hûd, uyarılarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda
ısrar ettiklerini görünce sonlarının kötü olacağından endişe etti ve
"Sakın günahkârlar olup da Allah'tan yüz çevirmeyin" diyerek kavmini
devamlı uyardı. [110]
53-56. Hz.
Hûd, kavmine gönderilmiş görevli bir peygamber olduğunu aklî deliller ve
getirdiği mucizelerle anlattı. Kur'ân-ı Kerîm bu mucizelerin ne olduğunu
bildirmemiş olmakla birlikte Hûd'un getirdiği mucizeleri kavminin inkâr ettiğini
haber vermektedir. [111] Kavmi onun getirdiği mucizelere ve kullandığı
aklî delillere değer vermedi ve çağrısını reddetti. Ayrıca Hûd'u
küçümsedik-lerinden dolayı onun sözüne bakarak ilâhlarından vazgeçmeyip ve ona
iman etmeyeceklerini bildirdiler. "Tanrılarımızdan biri senin aklını
almış!" diyerek Hûd'un, tanrılarına dil uzatmasından dolayı onlardan biri
tarafından çarpıldığını, bu sebeple delirmiş olabileceğini ileri sürdüler.
Putperestlerin bu saygısız ve inatçı davranışları karşısında Hûd kendisinin
hak peygamber olduğuna dair yüce Allah'ı şahit tuttuğu gibi topluluğun
şirkinden uzak olduğu konusunda da doğrudan onları şahit gösterdi. Tanrılarının
aklını almış olması iddiasına karşılık da hepsine meydan okuyarak bu iddiayı
çürüttü. Çünkü Hûd Allah'a tevekkül edip O'na teslim olmuştu. O'nun adaletine
güveniyor, neylerse güzel eyleyeceğine inanıyordu.
56. Âyet evrende ne
kadar canlı varsa hepsinin Allah'ın emrinde ve kontrolünde bulunduğunu, O'nun
kudret ve iradesinin bütün varlıklar üzerinde mutlak ve kesin olarak müessir
olduğunu ifade eder. Hûd bu sözüyle Allah'ın izni olmadan kendisine kimsenin
tuzak kurup herhangi bir kötülük yapamayacağına inancının tam olduğunu
vurgulamak istemiştir. Allah'ın yolunun dosdoğru yol olmasından maksat, O'nun
hüküm ve tasarruflarının tamamen doğru, adalete uygun olması, zulüm, hata ve
yanlışlıktan uzak bulunmasıdır. [112]
58.
"Emrimiz gelince" ifadesi artık Allah'ın beklenen azabının geldiğini
haber vermektedir. Âd kavmi inkarcılıkta ısrar edince artık Allah'ın cezasını
hak etmiş ve azabın belirtileri kendini göstermeye başlamıştı. Yüce Allah Önce
yağmurlarını kestiği için, kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. Ünlü İrem bağları
yok olup gitti; canlı varlıklar da susuzluktan ölmeye başladı. Âd halkı bir
gün vadilerine doğru gelmekte olan büyük bir kara bulut görünce yağmur yağacak
diye sevindiler. Oysa bu bulutla Allah onların üzerine kasıp kavurucu bir
kasırga, bir fırtına göndermişti; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gün
sekiz gece uğultulu bir şekilde esti. Sonunda insanları sökülmüş hurma
kütükleri gibi yerlere seriverdi[113] muhteşem
sarayları ve köşkleri de yerle bir oldu; böylece Âd kavmi yok olup gitti. Yüce
Allah Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri rahmetiyle bu şiddetli azaptan
kurtardı. Âyette Hûd ve beraberindeki müminleri ıı kurtarılmaları iki defa
zikredilmiştir. Bunlardan birincisi dünyadaki ceza, ikincisi ise âhiretteki
azap olarak yorumlanmıştır. [114]
59-60. Bu
iki âyet Âd kavminin helak oluş sebep ve sonuçlarını veciz bir şekilde
özetlemektedir: Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler ve peygamberlerine İsyan
edip inatçı her zorbanın izinden gittiler, Bu sebeple hem bu dünyada hem de
kıyamet gününde laneti hak ettiler, Âd kavminin inkâr ettiği peygamber Hûd bir
kişi olduğu halde âyette çoğul olarak "peygamberler" (rusül) şeklinde
gelmiştir. Müfessirler, bir peygambere isyan edilmesinin bütün peygamberlere
isyan olarak kabul edildiğini, bu sebeple peygamberlerin çoğul olarak
zikredildiğinİ söylemişlerdir. [115]
Nitekim Kur'an'da bunun başka örnekleri de vardır. [116] 60.
Âyetin son iki cümlesi Hûd kıssasının da son cümleleri olup Âd kavminin suç ve
cezasını kısa birer cümte ile net bir şekilde tekrar vurgulamaktadır: Onlar
rablerini inkâr ettiler; bu nedenle Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. [117]
61. Semûd kavmine de
kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi kî: "Ey Kavmim! Allah'a kulluk ediniz;
sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden var etti ve size orayı mamur
hale getirme görevi verdi. O halde O'ndan mağfiret isteyiniz; sonra O'na tövbe
ediniz. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder," 62. Dediler ki:
"Ey Salih! Sen bundan önce içimizde kendisine ümit bağlanan biriydin.
Şimdi babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi engellemeye mi
kalkışıyorsun? Doğrusu bizi davet ettiğin konuda ciddi bir şüphe
içindeyiz." 63. Salih dedi ki: "Ey Kavmim! Bir de şöyle düşününüz: Ya
ben rabbimden verilmiş apaçık bir delile dayanıyorsam ve O bana kendinden bir
lütufta bulunmuşsa! Bu durum karşısında O'na âsi olursam beni Allah'a karşı kim
korur? (Bu davranışınızla) bana ancak zararda olduğunuzu daha iyi görme imkânı
veriyorsunuz. 64, Ey Kavmim! İşte size mucize olarak Allah'ın devesi. Onu
bırakınız Allah'ın mülkünde otlasın. Ona kötülük etmeyiniz; sonra sizi, yaklaşan
bir azap yakalar." 65. Fakat Semûd kavmi, o deveyi hunharca Öldürdü,
Salih de "Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız!" dedi. Bu, yalanlanmayacak
bir tehdit idi. 66. Emrimiz gelince Salih'i ve onunla beraber iman edenleri
bizden bir rahmet olarak helak olmak ve o günün zilletine uğramaktan
kurtardık. Şüphesiz rabbin kuvvetlidir, üstündür. 67. Zulmedenleri de o
korkunç ses yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. 68. Sanki orada hiç
oturmamışlardı. İşte böyle, Semûd kavmi rablerini inkâr etti, Vay Semûd'un
haline! [118]
61-62. Semûd
kavmi, soyu kesilmiş eski bir Arap kabilesi olup rivayetlere göre adını Hz.
Nuh'un oğlu Sâm'ın üçüncü kuşaktan torunu olan Semûd b. Câ-sir'den almıştır.
Bir önceki kıssada anlatılan Âd kavmiyle aynı soydan olup Sâm'ın oğlu İrem'de
birleşmektedirler. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hici'de yaşamışlardır. [119]
Salih aleyhisselâm
Semûd'un soyundandır, bu kabileye Allah'ın dinini tebliğ etmek üzere
gönderilmiş bir peygamberdir, Hûd'dan sonra Arap ırkından gelmiş ikinci peygamber
olduğuna inanılmaktadır. [120] Salih'in kıssası Kur'an'da birçok yerde
anlatılmış olup her geçtiği yerde kıssanın farklı yönleri ön plana
çıkarılmıştır.
Âd kavminden sonra
gelişip güç ve kuvvet kazanmış olan Semûd kavmi başlangıçta tevhid inancına
sahipti, Allah'ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak
zamanla bunlar da Âd kavmi gibi putperest oldular. Nitekim Salih'in onları
Allah'a kulluk etmeye çağırmasından putlara tapmaktan vazgeçip (iivbe
etmelerini ve Allah'tan af dilemelerini istemesinden de bu durum anlaşılmaktadır.
Ancak kavmi onun akıl, zekâ, şahsiyet ve bilgisiyle daha önce içlerinde
iıiharlı biri olduğunu itiraf etmelerine rağmen, atalarının taptığı putları
bırakıp Al-hıh'a tapmalarını isteyince kafalarının karıştığını ve peygamberin
çağrısıyla ilgili hirçok şüphenin bulunduğunu ifade ettiler. [121]
63. Salih,
tebliğ ettiği hak din konusunda aklî ve naklî delillere sahip olduğuna, yüce
Allah tarafından kendisine peygamberlik görevi verildiğine işaret ederek kavminden bu konuyu
iyice düşünüp değerlendirmelerini istedi; kendisine verilen görevi yerine
getirmeyip aksini yapmasının affedilmez bir günah olduğunu bildirdi; kavminin
davranışlarının kendilerini iyice ziyana uğrattığını gördüğünü haber verdi.
MeâJinde "(Bu
davranışınızla) bana ancak zararda olduğunuzu daha iyi görme imkânı
veriyorsunuz" diye tercüme ettiğimiz son cümleyi "Size uyarsam bana
sadece zarar vermiş olursunuz" şeklinde çevirmek de mümkündür. [122]
64-65. Fakat
kavmi gittikçe sertleşerek Salih'i yalancılıkla suçlayıp onun büyülendiğini
söyledi ve iddiasını kanıtlaması için mucize göstermesini istedi[123] Bunun üzerine Salih, mucize olarak deveyi
gösterdi. Bu deveye herhangi bir kötülük yapmamaları hususunda kavmini
uyarmasına rağmen, onlar bu uyarıya aldırış etmeyip 65. âyette ifade
buyurulduğu üzere onu hunharca öldürdüler. Artık ceza kaçınılmaz hale
gelmişti, peygamber de bunu kendilerine bildirdi. [124]
66-68. Semûd
kavmine verilen üç günlük süre içerisinde muhtemelen Hz. Salih kendine
inananlarla birlikte yurdu terkedip kurtuluşa erdiler; dördüncü günde Allah'ın
azabı geldi ve Semûd kavmi şiddetli bir gürültüyle yok olup gitti. Burada
"korkunç ses" diye çevirileri sayha kelimesi yerine A'râf sûresinde
(7/78) "deprem" anlamına gelen reefe kelimesinin kullanılmış
olmasından, yok eden felâketin deprem olduğu anlaşılmaktadır. [125]
69. Elçilerimiz
İbrahim'e müjdeyi getirip selâm vermişlerdi. O da "selâm" dedi, çok
geçmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. 70. Ona el uzatmadıklarını görünce,
onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. "Korkma! Biz
Lût kavmine gönderildik" dediler. 71-72. Ayakta bekleyen karısı
rahatlayıp güldü, hemen ona İshak'ı, ardından da Ya'kub'u müjdeledik. "Vay
başıma, ben yaşlı bir kadınken, şu da ihtiyar kocam; ben çocuk mu doğuracağım!
Doğrusu şaşılacak bir şey!" dedi, 73. Elçiler de "Allah'ın işine mi
şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir, ey hâne halkı! Şüphesiz
ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir" dediler. 74. İbrahim'in korkusu geçip
müjdeyi de alınca Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı. 75. İbrahim
cidden ağır başlı, hassas ruhlu kendini Allah'a vermiş biriydi. 76. "İbrahim,
bundan vazgeç; çünkü rabbinin emri gebniştir.Onlara, geri çevrilim/ bir azap
mutlaka gelecektir" dediler. 77. Elçilerimiz Lût'a geldiğinde, IM onlardan
dolayı huzursuz oldu, onlara karşı çaresizlik hissetti. "Zor bir
gün!" dedi. 78. Lût'un kavmi hemen yanına geldi. Daha önce de o çirkin
işleri yapıyorlardı. Lût, "Ey Kavmim! İşte kadınlar, benim kızlarım;
sizin için en nezih »lam onlarla evlenmektir. Allah'tan korkunuz ve
misafirlerimin önünde beni rezil etmeyiniz! İçinizde akh başında bir adam yok
mu!" dedi. 79. "Sen de biliyorsun ki senin kızlarında bizim gözümüz
yok. Bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun" dediler. 80. Lût,
"Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir desteğe
dayanabilseydim!" dedi. 81. Elçiler "Ey Lût! Biz rabbinin
elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen gecenin bir vaktinde
ailenle birlikte yola çık. Eşinden başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü
onların başına gelecek olan, şüphesiz onun başına da gelecektir. Onlar için
belirlenen zaman, sabah vaktidir. Sabah da yakın, değil mi?" dediler.
82-83. Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine sağanak
halinde, rabbin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Böyle cezalar zalimlerin
başından hiç eksik olmaz. [126]
69-73. Bu
kıssa Hûd sûresinde anlatılan kıssaların dördüncüsü olup ana konusu itibariyle
Lût aleyhisselâm ve kavmim ele almaktadır. Lût, Güney Bâbil'de-ki Ur şehrinin
yerlilerinden ve Hz. İbrahim'in kardeşi Haran'ın oğludur; İbrahim ile birlikte
Irak'tan ayrılmış; daha sonra da Ölüdeniz (Lût gölü) kıyısındaki Sodom ve
Gomore'ye yerleşmişti. Bu sebeple "Lût kavmi" tabiri Hz. Lût'un
mensup olduğu kavmi ifade etmeyip onun aralarında yaşamaya karar verdiği ve
peygamber olarak görevlendirildiği Sodom sakinlerini ifade etmektedir. [127]
Hz. Lût'un ikamet
ettiği Sodom halkı, inkarcı oldukları gibi ahlâksızlık ve sapık ilişkiler içinde
bulunuyorlardı. İşte Lût bu kavmi ıslah etmekle görevlendirilmişti[128] ancak
yöre halkı onun nasihatlerini dinlemedi ve sapık ilişkilerine devam ettiler;
Allah Teâlâ da onları helak etmek üzere elçilerini gönderdi. Kur'ân-ı Kerîm
elçilerin kimler olduğu hakkında ayrıntılı bilgi vermemekle birlikte
müfessirler bunların insan şekline girmiş melekler olduğunu kabul ederler. [129]
Lût, aynı çağda
Filistin'de ikamet eden Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamak üzere gönderildiği
için olay onu da ilgilendiriyordu. Bu sebeple Allah'ın elçileri, durumdan onu
haberdar edip ümmeti hakkında herhangi bir korkuya kapılmama-sını sağlamak için
öncelikle onu ziyaret ettiler. Hz. İbrahim, misafirlerin yemeğe el
uzatmadıklarını görünce durumlarından şüpheye kapıldı. Melekler, Lût kavmini
helak etmek için geldiklerini haber verdikten sonra İbrahim'e inananların bu felâketten
kurtulacağını söyleyerek onu rahatlattılar. Kitâb-ı Mukaddes'e göre çocuk
müjdesi verildiğinde Hz. İbrahim 100 yaşında, eşi Sâre ise doksan yaşında bulunuyordu [130]Hicr
sûresinin 54. âyetinde Hz. İbrahim'in de yaşlılığı nedeniyle olayı yadırgadığı
bildirilmektedir. Melekler, müjdeye şaşıran peygamber hanımını, bir müminin
Allah'ın işine şaşmaması gerektiğini söyleyerek teskin ettiler. Zira tabiat
kanunlarını koyan Allah'tır; bu kanunlar kâinatta carî olmakla beraber Allah'ın
iradesini sımrlayamaz; O, istisnaî tasarruflarla mucizeler yaratır ve
peygamberlerini destekler. [131]
74-76. Hz.
İbrahim'in Allah İle tartışması mecazi anlamda olup Allah'ın gönderdiği elçilerle
tartışmasını ifade eder. Lût kavminin yaşadığı şehirde müminler de bulunduğu
için Hz. İbrahim suçlularla birlikte onların da helak olmasından korkuyor, bu
sebeple azabın kaldırılması için meleklerle tartışıyor ve Allah'a
yalvarı-yordu. Ancak Lût kavmi helak olmayı hak etmişti, artık geri çevrilmesi
mümkün olmayan bir azabın gelmekte olduğunu haber verdiler ve İbrahim'den
onların helakini önleme gayretinden vazgeçmesini istediler. [132]
77-78.
Elçiler Hz. İbrahim'den ayrılıp Sodom'a gelerek Lût'a misafir oldular. Hz.
Lût, onların melek olduğunu bilmediği için kavminin onlara sarkıntılık
edebileceğini düşünerek kaygılandı, Şehir halkı hemen Lût'un evine doğru akın
etmeye başladılar. Peygamber, kavminin babası hükmünde olduğu için onların kızlarını
kendi kızları yerinde kabul edip kavminin onlarla evlenmelerini teklif ederek
misafirlerini korumaya çalıştı. Bununla birlikte kendi kızlarıyla evlenmelerini
teklif ettiği kanaatinde olanlar da vardır. Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği
üzere[133] Lût'un kendi kızlarını
teklif edip onlardan yararlanmalarına müsaade ettiği görüşünde olanlar da
vardır; ancak bu tür çirkinlikleri ortadan kaldırmak için gönderilmiş olan bir
peygamberin böyle bir davranışta bulunması mümkün değildir. [134]
79-80. Hz.
Lût'un bu teklifi ve direnmesi karşısında kavmi alay ederek onu şehirden
çıkarmak istedi. [135] Hz. Lût zayıf bir ümitle de olsa tebliğ
görevini sonuna kadar sürdürdü ve onları bu çirkin davranıştan vazgeçirmeye çalıştı,
misafirlerine tacizde bulunup da kendisini rezil etmemelerini rica etti ve bu
hususta Allah'tan korkmalarım öğütledi; sözden anlayıp bu taşkınlıkları
önleyecek birini aradı. Fakat içlerinde böyle biri yoktu. Hepsi birbirinden
edepsiz, şehvetlerinin kölesi olmuş kimselerdi. Bu sebeple peygamberin
nasihatlerini reddettiler. Lût, burada yalnız ve garipti, peygamber olarak
görevlendirildiği için aralarında bulunuyordu; ailesi dışında dayanacak bir
desteği yoktu, onları da sürgün edip çıkarmak istiyorlardı. [136]
81-83.
Elçiler Hz. Lût'un iyice bunaldığını görünce kimliklerini açığa vurarak ona
kavmini helak etmek için geldiklerini bildirdiler. Bu arada bir mucize olarak
yüce Allah elçilere sarkıntılık etmek isteyenlerin gözlerini kör etti [137]
artık Lût'u da yanındakileri de göremez oldular. Lût'un aile fertleri dışında
ona inanan kimse bulunmadığı için[138] melekler
Hz. Lût'un, karısı dışındaki aile fertlerini alıp gecenin bir vaktinde şehri
terketmesini istediler. Karısı iman etmediğinden o da kâfirlerle birlikte yok
olacaktı. Lût ilâhî emir uyarınca geceleyin ailesini alıp şehirden çıktı; tan
yerinin ağarması azabın gelmekte olduğunu haber veriyordu. Nitekim güneş
doğarken onları korkunç bir gürültü yakalamış, ardından şiddetli bir depremle
şehir alt üst olmuş, üzerlerine taş yağmış, yok olup gitmişlerdir. [139]
Lût kavminin başına
gelen bu felâketin biçimi ve zamanı farklı âyetlerde bazı nüanslarla
verilmiştir. Meselâ olay burada, sabahleyin tan yeri ağarırken ülkenin altının
üstüne çevrilerek üzerlerine taş yağdırılması şeklinde anlatılmıştır; Hicr
sûresinde ise (73-74) ortalık aydınlanırken onları korkunç bir sesin
yakaladığı, ar-dmdan da ülkenin altının üstüne çevrilerek üzerlerine taş
yağdırıldığı bildirilmiştir. Bu âyetleri dikkate alan bazı müfessirler olayın
tan yeri ağarırken başlayıp güneş doğarken sona erdiğini söylemişlerdir. [140] Böylece Lût kavmi inançsızlık ve
ahlâksızlığının cezasını çekerek tarih sahnesinden silinip gitmiştir. 83.
âyetin son cümlesi Lût kavminin yaşadığı inançsızlık ve ahlâksızlığı yaşayan
kimselerin başına bu tür felâketlerin gelebileceğine işaret etmektedir. [141]
84. Medyen'e de
kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey Kavmim! Allah'a
kulluk ediniz, O'ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayınız.
Ben sizi maddî bakımdan iyi bir durumda görüyorum; ama doğrusu hakkınızda
kuşatıcı bir azap gününden de korkuyorum. 85, Ey Kavmim! Ölçüyü, tartıyı
adaletle tam yapın; insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde
bozguncular olarak dolaşmayın. 86. Eğer müminse-niz Allah'ın kalıcı nimeti
sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim." 87. Kavmi
ise "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı putlardan yahut mallarımız hususunda
dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana ibadetin mi emrediyor? Oysa sen akıllı
ve mantıklı birisin!" dediler. 88. Şuayb de şöyle dedi: "Ey Kavmim!
Bir de şöyle düşününüz: Ya benim, rabbimden açık bir delilim varsa ve O bana
tarafından güzel bîr nasip vermişse! Size yasakladığımı kendim yaparak
çelişkiye düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek
istiyorum. Fakat başarmam Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve
O'na yöneliyorum. 89. Ey Kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız sizi, Nûh
kavminin veya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelenlerin benzeri
bir musibetin başınıza gelmesine sebep olacak günaha sizi sürüklemesin! Lût
kavmi zaten sizden uzak değildir. 90. Rabbinizden bağışlanmayı dileyiniz, sonra
O'na tövbe ediniz. Muhakkak ki rabbimin merhameti ve sevgisi boldur" dedi.
91. Medyenliler, "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, ayrıca
aramızda senin zayıf olduğunu görüyoruz! Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka
taşlayarak öldürürdük. Bizim katımızda senin bir değerin yok" dediler.
92. Şuayb da "Ey Kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı güçlü
ki O'nıı arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki rabbim yaptıklarınızı
kuşatmıştır. 93. Ey Kavmim! Elinizden geleni yapınız! Ben de yapacağım! Kimin
başına bir azap gelip de yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz!
Bekleyiniz! Ben de sizinle beraber beklemekteyim" dedi. 94. Emrimiz
gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri katımızdan bir rahmetle
kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir gürültü yakaladı, yurtlarında diz üstü
çöküp kaldılar. 95. Sanki orada hiç oturmamışlardı. İşte böyle, Semûd'un
yıkıldığı gibi Medyen de yıkılıp gitsin! [142]
84-86.
Medyen, Hicaz bölgesi ile Suriye ticaret yolu üzerinde, Akabe körfezine yakın
bir yerleşim merkezi idi[143]
Şuayb aleyhisselâm ise Medyen ve Eyke halkına gönderilmişi bîr peygamberdir. [144] O
da diğer peygamberler gibi inkarcı ve putperest halkına önce Allah'tan başka
tanrı olmadığını anlattı ve herkesi O'na kulluk etmeye çağırdı. Ancak Medyen
halkı putperestliğinin yanında toplumsal ahlâk, özellikle ticaret ahlâkı
bakımından da bozulmuştu. Esasen Medyen halkı bolluk içinde, müreffeh bir hayat
yaşıyordu; yani onların böyle ahlâk dışı davranışlara sapmaları yoksulluktan
kaynaklanmıyordu. Hz. Şuayb bu konu üzerinde çok durdu; ölçüyü, tartıyı eksik
tutmamalarını, adaletle ve düzgün ölçüp tartmalarını, kendi çıkarları uğruna
insanların mallarının değerini düşürmemelerini ve yeryüzünde fesat çıkararak
ülke düzenini bozmamalarını emretti; böylece hak dinin tevhid ve adalet
ilkelerini toplumda yerleştirmeye çalıştı. Özellikle dürüstlük ilkesi üzerinde
durdu. Kişinin insan ilişkileri alanında dürüst olmadıkça Allah'a karşı da
dürüst olamayacağını anlattı.
"Allah'ın kalıcı
nimeti" diye tercüme ettiğimiz "bakıyyetullah" deyimine
"Allah'a itaat etmek, Allah'ın vasiyeti, Allahîn rahmeti, Allah'ın verdiği
rızık, kısmet, kâr[145] Allah'ın
hayır ve bereketi, Allah'ın acıması"[146]
gibi anlamlarda da verilmiştir. Bu ifade Allah'ın helâlinden verdiği nimetin
kalıcı, çeşitli yolsuzluklarla elde edilen malın ise geçici olduğuna da işaret
eder. Zira helâlinden elde edilen kazanç meşru olduğu için onda erdemli
kimselerin bir diyeceği olmaz, malı veren, alana karşı herhangi bir kin ve
nefret duygusu beslemez; malı sahibinin elinden almak için fırsat kollamaz;
dolayısıyla toplum mal ve can güvenliği içinde yaşar. Ayrıca helâlinden
kazanılıp meşrû yerlere harcanan malın âhiretteki sevabı da ebedîdir. [147] Oysa yolsuzlukla elde edilen mal toplumda kin
ve nefret duygularını kamçılar; anarşiye, kan dökülmesine sebep olur; sonuçta
mal da can da telef olur. Bu sebeple H?.. Peygamber, "Kanlarınız ve
mallarınız birbirinize haramdır" buyurmuştur. [148]
Baktyye kelimesinin
"acımak'1 anlamı da dikkat çekici olup Allah'ın, acıyarak köklerini
kesecek azaptan onları kurtarmasının yolsuzluklarla elde edecekleri dünya
malından daha hayırlı olduğunu, aynı zamanda Allah'ın emrine uymadıkları
tekdirde köklerini kesecek bir ceza ile cezalandırılacakları tehdidini ifade
eder. Nitekim âyetin, "Ben üzerinize bir bekçi değilim" mealindeki
son cümlesi de bu anlamı destekler mahiyettedir. [149]
87.
"İbadet" diye tercüme ettiğimiz salât kelimesi "din, okumak,
namaz kılmak, namaz kılanlar" anlamlarında da yorumlanmıştır. [150] Allah'a
ibadet, O'mın birliği ilkesine dayanan dinin direği hükmünde ve putperestlere
açıkça muhalefeti temsil ettiği için putperestler daima onunla alay ederek dini
yıkmaya, yıkamadıkları takdirde ise zayıflatmaya çalışmışlardır. Hz. Şuayb'm
kavmi de aynı maksatla onun ibadeti ile alay ederek tebliğ ettiği dini etkisiz
hale getirmeye gayret etmiştir. Şuayb'm gerek Allah'a ibadet, gerekse ticarî
ahlâk konusunda söyledikleri insan fıtratına uygun ve hürriyeti geliştirici
davranışlar olduğu halde, onlar bunun hürriyeti engelleyici bir budalalık
olduğunu düşünerek onu küçümseyip alay etmişlerdir. Oysa mal ve can
güvenliğinin bulunmadığı yerde hürriyetten söz etmek mümkün değildir; bu
nedenle Hz, Şuayb, tebliğ ettiği ilâhî hükümlerle hürriyetin gelişmesi için
gerekli olan mal ve can güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak
yolsuzluklarla toplumu sömürmeye alışmış olanlar hürriyeti sadece kendileri
için istiyor ve istedikleri gibi yolsuzluk yapma hürriyetini savunuyorlar,
peygamberin buna müsaade etmeyeceğini düşünemiyorlardı.
"Oysa sen akıllı
ve mantıklı birisin!" ifadelerinden inkarcıların, aklı başında bir
kimsenin -yanlış da olsa- toplum içinde yerleşmiş gelenek ve göreneklere karşı
çıkmasının doğru olmadığına inandıkları, bu nedenle Şuayb'm uyarılarını yadırgadıkları
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu sözü Şuayb İle alay etmek için söylemiş
olmaları ihtimali de vardır. Daha önce de Şuayb'm ibadeti ve davranışlarıyla
alay etmiş olmaları onun aklı başında biri olduğuna inanmadıklarını gösterir. [151]
88. Buna
benzer âyetler (17,28,63) daha Önce Hz. Muhammed ve diğer peygamberlerle
ilgili olarak geçmişti. Görüldüğü üzere diğer peygamberler gibi Hz. Şuayb da
insanları çağırdığı tevhid inancı ve ahlâk İlkeleri konusunda kendisinin aklî
ve naklî delillere sahip olduğunu açıkladı; kavminin meseleyi bir de bu açıdan
değerlendirmesini istedi, Allah tarafından kendisine verilen güzel rızıktan
maksat maddî ihtiyaçlarını karşılayacağı helâl mal olabileceği gibi yüce ve
manevî bir makam olan peygamberlik görevi de olabilir; her ikisini birlikte
kastetmiş olması da mümkündür.
Şuayb "başarmam
Allah'ın yardımına bağlıdır" ifadesiyle getirmiş olduğu mesajı halkına
kabul ettirebilmek için maddî ve manevî imkânlarını kullanarak bütün gücüyle
onu tebliğ etmeye çalıştıktın sonra, başarının Allah'ın iradesinin de aynı
yönde tecelli etmesine bağlı olduğunu, kendisinin de O'na dayanıp güvendiğini
vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Allah'a dayanıp güvenme yani "tevekkül"
uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen
başarıya ulaştıracağına İnanılan Allah'a samimi güven ve bu güvenin verdiği
tükenmez ümidin iman halini alışıdır. [152]
Şuayb bu ifadeleriyle
-aynı zamanda- mürşid-i kâmilde bulunması gereken vasıfları da özetlemiş
bulunmaktadır; bunlar:
a) Mürşidin
her şeyden önce bir delile yani Allah'tan gönderilmiş bir kitaba dayanması.
b) İnsanlara
söylediklerini öncelikle kendi nefsinde yaşaması.
c)
Başkalarına ettiği nasihatlere kendisi aykırı davranmaması.
d) Sözü ile
özü, kalbi ile ameli birbirine uyması.
e)
Islahatçı, yapıcı ve düzeltici olması; İyiliğin hâkim olması için elinden
geldiğince çaba göstermesi.
f) Başarının
yalnız Allah'tan geldiğine inanması, sadece O'na güvenip dayanması, sıkıntı ve
başarısızlıklar karşısında ümitsizliğe kapılmamasıdır. [153]
89-90. Hz.
Şuayb, âyette adları geçen kavimlerin peygamberlerine karşı takındıkları
düşmanca tavır sebebiyle başlarına gelen felâketlerin bir benzerinin kendi
kavminin başına gelmesinden endişe ettiği için onları uyardı. Özellikle Lût
kavmini tarih sahnesinden silen felâketin üzerinden henüz çok zaman geçmediğini
hatırlattı. Ayrıca Medyen şehri ile Lût kavminin yaşamış olduğu Sodom ve
Go-more şehirleri coğrafi olarak birbirine çok yakındı. Buna göre Medyenliler
gerek zaman gerekse mekân bakımından Lût kavmine yakındılar. [154]
92-93. Hz,
Şuayb, kabilesinin güç ve kuvvetine değil, hiç kimsenin karşı koyamayacağı
biı* güce sahip olan Allah'a dayanıp güvendiğine işaret etti; Allah, bilgisi
ve gücüyle her şeyi kuşattığı halde topluluğun Allah'tan korkmayıp kabilesinin
hatırı için kendisine dokunmamasını kınadı. Oysa asıl korkulması gereken Allah'ın
kuşatıcı gücüydü; nitekim O, Medyenliler'den önce bir kısmı tarih ve coğrafya
olarak onlara yakın bulunan birçok topluluğu günahtan yüzünden cezalandırıp,
yok etmişti. [155]
94-95.
Onları helak eden bu gürültü de Semûd kavminde olduğu gibi kuvvetli İhtimalle
deprem öncesi veya onunla birlikte gelen gürültüdür. [156] Şuarâ sûresinde ise "gölge gününde"
(muhtemelen güneş tutulduğu bir günde) on lan azabın yakaladığı haber
verilmiştir [157] Böylece peygambere isyan
afip onu öldürmek isteyen Medyen halkı da Semftd k;ıvmi £İhi lu-lâk olup [158]
96-97. Gerçekten
Musa'yı da mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun ve adamlarına
gönderdik; fakat onlar Firavun'un emrine uydular; oysa Firavun'un emri doğru
depdi. 98, Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları ateşe
götürecektir. Gidilen yer ne kötü! 99. Onların burada da kıyamet gününde de
lanet peşlerini bırakmadı; verilen ödül ne kötü! [159]
96-99.
Sûrenin 25. âyetinden itibaren buraya kadar bazı peygamberlerin kıssaları,
getirdikleri mesaj, inkarcılara karşı verdikleri mücadele ve bu mücadelenin
sonucu hakkında açıklamalar yapıldı. Bu âyetlerde de Hz. Musa'nın önceki peygamberlerin
tebliğ ettikleri dini ihya etmek üzere mucize ve delillerle Firavun'a ve ileri
gelen çevresine gönderildiği ifade edilmektedir. [160] Firavun
ve çevresindekilerin inkarcılıkta direnmeleri sebebiyle sonlarının önceki
kavimlerin sonuna benzediğine işaret edilmektedir. Çünkü Firavun Allah'ın
varlığına inanmıyor, her ülke halkının görevinin mutlak surette kendi
hükümdarına itaat etmek olduğunu İleri sürüyor, ayrıca kendisinin en büyük
tanrı olduğunu iddia ediyordu. [161] Bu sebeple Hz. Musa'nın tebliğ ettiği ilâhî
emirleri kabul etmedi, çevresine de bunları kabul etmemelerini, Hz. Mûsâ ve
Isrâiloğullan hakkında sert tedbirler almalarım emretti. Hakkın karşısına
dikilen zorba güçler, genel olarak çevrelerini ve emirleri altında olanları
peşlerinden sürüklemektedirler. Oysa Kur'an Allah'a isyan konusunda (ana-baba
dahil) hiç kimseye itaat etmeye müsaade etmemektedir; aksine böyle bir durumda
hem yöneteni hem de yönetileni eşit derecede sorumlu tutmaktadır. Nitekim 98.
âyette Firavun ve onun peşine düşen halkın tuttukları yolun başta Firavun olmak
ü/ere hepsini cehenneme götürecek bir yol olduğu ifade edilmiş, 99. âyette de
genci olarak İnsanların önderlerini ve rehberlerini dikkatli ve bilinçli
seçmeleri gerektiğine işaret edilmiştir. [162]
100. İşte sana
anlatmakta olduğumuz eski beldelerin haberleri; kimisinin izleri hâlâ ayakta
kimi de silinip gitmiş. 101. Onlara biz zulmetmedik; onlu r kendi kendilerine
zulmettiler. Rabbinin hükmü geldiğinde Allah'ı bırakıp (lıı taptıkları
tanrıları onlara hiçbir şey sağlamadı; ziyanlarını artırmaktan lnışka bir işe
yaramadı. 102.Rabbin, zulme sapan toplulukları yakaladığında işte böyle
yakalar. Şüphesiz onun cezalandırması pek elem vericidir, pek çetindir! 10i.
İşte bunda, âhiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün
bütün insanların bir araya toplandığı gündür ve o gün olup bitenin gözle
görüldüğü bir gündür. 104. Biz o günü sadece belli bir süreye kadar erteleriz.
105.0 gün geldiğinde Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi
bedbahttır, kimi mutlu. 106. Bedbaht olanlar ateştedirler, orada onlar her
nefeste acıdan inleyip feryat ederler. 107. Rabbinin dilediği hariç onlar,
gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Rabbin gerçekten
istediğini yapar. 108, Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabbinin
dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada bir lütuf ola-rıık ebedî
kalacaklardır. 109. O halde onların tapmakta olduğu peylerden şüpheniz olmasın;
onlar da daha önce babalarının tapındığı gibi tapınmaktan başka bir şey
yapmıyorlar. Biz onların hak ettiklerini elbette eksiksiz olarak vereceğiz. [163]
100-101. Nuh
aleyhisselâm ile başlayıp Hz. Mûsâ ile sona eren bu kıssalar çeşitli yerlerde
yaşayan kavim ve bunlara gönderilen peygamberlerin haberleridir. Bu kavimler
peygamberlere inanmayıp isyan ettikleri için her biri bir felâketle yok olup
gitmişlerdir. Bunlardan bazılarının iz ve kalıntıları zamanımıza kadar ulaşmıştır
(Mısır'daki piramit ve heykeller gibi), insanlar hâlâ bunları ziyaret edip ibret
almaktadırlar. Bazılarının ise kalıntıları dahi kalmamış, yok olup gitmişlerdir
(Lût kavminin durumu böyledir). Onların bu şekilde yok olması Allah'ın onlara
zulmü değil, onların Allah'a ortak koşmak suretiyle kendilerine yapmış
oldukları zulmün neticesidir. [164]
103. O gün, mutlaka gerçekleşecek, herkes yani
insanlar, cinler, melekler, hayvanlar ve diğer varlıklar inkâr edilemeyecek bir
şekilde onu açıkça göreceklerdir. Ayrıca o gün yer ve göklerde olanlar,
insanlar, melekler, hatta insan vücudundaki organlar bile kişinin dünyada
yapıp ettiklerine şahitlik edeceklerdir. [165]
104, Bu âyet
inkarcıların, "Eğer azap varsa çabucak gelsin de görelim" şeklindeki
alaylı sözlerine cevap mahiyetinde olup kıyametin kopması ve azabın gelmesinin
inkarcıların isteğine bağlı olmadığını, Allah'ın takdirine bağlı olarak belirli
bir sürenin sonuna ertelenmiş olduğunu ifade eder. Bu sürenin ne zaman sona
ereceğini Allah'tan başkası bilemez. [166]
105-108. Bu
âyetler, 103. âyetin "O gün bütün insanların bir araya toplandığı
gündür" mealindeki bölümünü açıklayıcı mahiyette olup mahşerde toplanacak
olan insanların dünyadaki iman ve amellerine göre oradaki durumlarının ne
olacağım, varıp kalacakları yerleri haber vererek o günün dehşetini tasvir
etmektedir. Âyetlerin, putperest kavimlerin kıssalarının ardından gelmiş
olması dikkate alındığında 105. âyetin putlann Allah katında kendileri için
şefaatçi olacağına inanan kimselere hitap ettiği anlaşılırsa da âyette genel
olarak şefaatçilere güvenip de günahtan sakınmayan kimselerin uyarıldığını
söylemek daha uygun olur. Zira o yüce mahkemede Allah'ın İzni olmadan ne
peygamber ne evliya ne melek ne de başka bir güç şefaat edip söz söyleyebilir. [167] İnsanlar, dünyadaki iman ve amellerine göre
âhirette bedbahtlar ve mutlular olmak üzere iki gruba ayrılacaklardır. 106.
âyette dünyada inkarcılıkta ısrar eden bedbahtların âhirette cehennem ateşiyle
cezalandırılacakları, 108. âyette ise mutluların yani müminlerin cennet nimetleriyle
ödüllendirilecekleri ifade edilmiştir.
107. âyette geçen ve
"gökler ve yer durdukça" şeklinde çevirileri ifadeyi müfessirler iki
şekilde yorumlamışlardır
a) Bu cümle
Arap dilinde mecazi anlamda sonsuzluğu ifade etmek için kullanılır. Buna göre
âyet bedbahtların cehennemde ebedî olarak kalacaklarını göstermektedir.
b)
"Âhiretteki gökler ve yer durdukça" demektir. Âhiret sonsuz olduğuna
göre bedbahtlar da cehennemde sonsuz olarak kalacaklardır. [168] "Rabbinin
dilediği hariç" istisnası ile ilgili olarak da müfessirler farklı
yorumlarda bulunmuşlardır.
a)
"Allah dilediği takdirde bu ebedîliği bir süre sonra sona erdirecek"
demektir. Bu durum cehennemin de sonlu olacağını hatıra getirmektedir.
b) Allah
dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtaracaktır. Bu da bazı müşrik ve inkarcıların
cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacağı ihtimalini hatıra getirmektedir. [169]
Şüphesiz ki Allah istediğini yapma gücüne sahiptir; O'nun için hiçbir engel söz
konusu değildir; ancak müşrik ve inkarcıları affetmeyeceğini, bunların ebedî
olarak cehennemde kalacağını açıkça bildirmiştir[170]
c) Başka bir
yoruma göre ise bedbahtlar, günahkâr müminler ve inkarcılar olmak üzere ikiye
ayrılır. Bu istisna müşrik ve inkarcıları değil günahkâr müminleri ifade eder.
Bunlar belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra yüce Allah bunları oradan
çıkartıp cennete yerleştirecek, inkarcı bedbahtlar ise ebedî olarak cehennemde
kalacaklardır. Bu yorum daha tutarlı görünmektedir. Çünkü müminlerin ebedî
olarak cennette, inkarcıların ise ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça
İfade eden âyetler vardır. [171]
Mutlu olanlara gelince
bunlar da sonsuz olarak cennette yaşayacaklardır, "Rabbinin dilediği
hariç" istisnası bunlar hakkında da mevcuttur; ancak âyetin son cümlesi
cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu ve cennete girenlerin oradan
çıkarılmayacağını göstermektedir. Bu takdirde istisnanın anlamı nedir? İbn
Âşûr'a göre bu istisna iki anlamda yorumlanabilir: 1. Tövbe etmeden âhirete
giden müminler bir süre cehennemde kaldıktan sonra Allah merhameti gereği
onları bir sebep ve hikmetle affeder ve cennete koyar. Bunlara "cennetteki
cehennemlikler" denilir. 2. Bu istisnadan maksat Allah'ın lütuf ve
rahmetinin bir tecellisi olan nimetlerin "ödenmesi gereken şeyler"
şeklinde anlaşılmasını önlemektir. [172]
Bazı müfessirlerse bu istisnayı, "Allah onlara başka bir mükâfat bahşetmeyi
İstemedikçe" şeklinde yorumlamışlardır. [173]
"Allah insanın önünde yeni bir evrim sahnesi, daha yüksek bir evre
açmadıkça (cennette sonsuz olarak kalacaklardır)" şeklinde yorumlayanlar
da vardır. [174]
109, Hz.
Peygamber'in şahsında bütün insanlara hitap eden bu tanrı olarak kabul
ettikleri putların boş şeyler olduğunu, kimseye fayda veya zarar verecek
durumda bulunmadığını, insanların -akla ve sağ duyuya dayanarak değil-
atalarını taklit ettikleri için bunlara taptıklarını bildirmekte, müşrik Araplar'in
durumunun öncekilerden farklı olmadığına, bu sebeple sonlarının da aynı
olacağına işaret ederek Hz. Peygamber'i teselli etmekte, müşrikleri ise uyarmaktadır. [175]
110. Gerçek şu ki biz
Musa'ya da kitabı vermiştik; onda da ihtilâfa düşüldü. Eğer rabbin tarafından
daha önce verilmiş bir söz olmasaydı işleri I »il irilirdi. Onlar kitap
hakkında derin bir şüphe içindedirler. 111. Şüphesiz rabbin, onların her birine
yaptıklarının karşılığını tam olarak verecektir. Rabbin, onların yapmakta
olduklarından haberdardır. 112. Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte,
sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyiniz; çünkü Allah,
yaptıklarınızı çok iyi görmektedir. 113. Zalimlerin yanında olmayınız; sonra
ateş sizi de yakar. Allah'tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden
yardım da göremezsiniz! 114. Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın
saatlerinde namaz kılınız. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu,
öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır. 115. Sabret! Allah güze)
davrananların mükâfatını zayi etmez. 116. Keşke sizden önceki toplumlar içinde
yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek faziletli kimseler bulunsaydı! Onlardan,
kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kesim bunu yaptı. Zulmedenlerse içinde
şımartıldıktan refahın peşine düşüp günahkâr oldular. 117. Rabbin, halkı iyilik
peşinde olan ülkeleri haksız yere helak edecek değildir. 118-119. Rabbîn
dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı. Fakat, rabbinin
esirgedikleri müstesna, hep ihtilâf içinde olacaklardır. Allah onları buna
uygun yarattı. Rabbinin, "Andolsun ki cehennemi hem insanlar hem cinlerle
dolduracağım" sözü yerini bulmuş oldu. 120. Peygamberlerin haberlerinden
senin kalbini kuvvetlendirecek olanların hepsini sana anlatıyoruz. Bunda sana
gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyan ulaşıyor. 121. İman
etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapınız! Biz de yapacağız! 122.
Bekleyiniz! Şüphesiz biz de beklemekteyiz!" 123. Göklerin re yerin
gizlisi yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et
ve O'na dayan! Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir. [176]
110-111.
Daha önce Hz. Mûsâ'nm Firavun ve adamlarına mucizelerle gönderildiği
bildirilmişti[177] Mûsâ Firavun'a karşı
verdiği tevhid mücadelesinden sonra İsrâiloğullan'nı Mısır'dan çıkarıp Sînâ
yarımadasındaki Tîh çölüne getirmeyi başardı. Burada Sînâ dağında kendisine
Tevrat adındaki ilâhî kitap vahyedildi. İşte âyette Musa'ya verildiği
bildirilen kitap budur. Ancak Hz. Musa'nın ümmeti onun Firavun'a karşı verdiği
mücadeleyi ve gösterdiği mucizeleri bilmelerine rağmen bu kutsal kitabı anlama
ve uygulama hakkında ihtilâfa düştüler. Kitabın bazı hükümlerini gizleyenler,
onu istedikleri yönde yorumlayanlar, kendi fikirlerini kutsal kitabın içine
katarak bunun Allah tarafından gönderilmiş olduğunu İleri sürenler oldu. [178]
"Daha önce
verilmiş söz"den maksat, Allah'ın, kitap hakkında ihtilâfa düşen
leri hemen
cezalandırmayıp belirlenen zaman gelinceye kadar bekleyeceğine[179] veya kıyamet gününe kadar onlara mühlet
vereceğine dair sözüdür[180] Bir başka görüşe göre "Allah'ın,
Peygamber gönderip hak din ile ilgili deliller göstermedikçe ve bunlar üzerinde
düşünme imkânı vermedikçe kişiyi cezalandırmayacağına dair ezelî sözü
"dür. [181] İşte yüce Allah'ın
önceden böyle bir sözü geçmemiş olsaydı suçluları hemen cezalandırır ve
işlerini bitirirdi. Fakat O'mın isimlerinden biri de "çok sabırlı" anlamına
gelen sabûrdur; acele etmez, ezelde takdir edilmiş olan zamanın gelmesini
bekler, zamanı geldiğinde dilerse şiddetle cezalandırır ve suçluların İşini
bitirir. [182]
110. âyette kitap
hakkında derin bir şüphe içinde oldukları bildirilenlerin Kur'an hakkında şüphe
eden müşrikler olduğunu söyleyenler varsa da âyetin bağlamı dikkate
alındığında bunların Tevrat hakkında şüphe eden İsrâiloğulları yani Hz.
Musa'nın kavmi olduğu anlaşılır. [183]
Âhİrette kimin haklı kimin haksız olduğu ortaya çıkacak ve Allah Teâlâ bunların
her birinin yaptıklarının karşılığım verecektir. [184]
112. Âyet
metninde geçen istikamet kavramı Kur'an'da "bütüncü, devamlı ve tutarlı
dindarlık, dînî hayat" mânasını ifade etmektedir. Âyette İslâm'ın esasını
teşkil eden iki ilke yer almaktadır: Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamak ve haddi
aşmamak, yani Allah'ın belirlediği sınırların dışına çıkmamak. Rivayete göre
Resûlullah kendisine uygulanması bundan daha zor gelen bir âyet inmediğine
işaret etmek üzere "Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı"
buyurmuştur. Sûrenin nesinin kendisini ihtiyarlattığı sorulduğunda "Sana emredildiği
gibi dosdoğru ol!" mealindeki âyetin kendisini ihtiyarlattığım
söylemiştir. [185]
113. Zulüm, "din ve ahlâk kanunlarıyla
belirlenen sınırları aşmak, adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı
davranmak" demektir. Kur'an'da zulüm, biri ilikad diğeri ahlâk alanlarıyla
İlgili olmak üzere iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Birinci alanda genellikle
"şirk, inkâr, günahkârlık, Allah'ın koyduğu kuralları, sınırları çiğneme
ve aşma" mânalarını ifade eder. Buna göre şirk büyük bir zulüm-ıliir[186]Allah'ın
kanunlarını çiğneyenler zalimlerdir; kâfirler zaliminin kendileridir. [187] Ahlâk alanında ise "haddi aşmak,
baş-kiisının hakkını ihlâl etmek, başkasına zarar vermek" anlamım ifade
eder. Bu sergileyene de zalim denir. Yüce Allah, zulmün her türlüsünü haram ayırımı yapmaksızın zalimlere eğilim
gösterilmemesini,yaptıkları kötülüklerin hoş karşılanmamasını ve onların
yanında yer alınmamasını emretmiştir. İslâm'ın genel bir kuralı olarak Allah
ve Resulü'nün emrine uygun davranmayan kimsenin yanında yer alınmaz ve böyle
bir âmirin dahi emrine itaat edilmez. [188]
Şevkânî zalim devlet yöneticisinin emrinde görev atma meselesini genişçe
tartıştıktan sonra özet olarak, zalimle oturup kalkmaya ve onun emrinde görev
almaya mecbur kalan kimsenin sözlerini, yaptıklarını ve yapmadıklarını dinin
koyduğu kriterlerle ölçmesini, bu kriterlere uygun hareket edemediği takdirde
mümkünse hemen zalimden uzaklaşmasını tavsiye etmektedir. [189]
114-115.
Gündüz, "tan yerinin ağarmaya başladığı andan güneşin batmasına kadar
geçen süre" demektir. Gece ise "güneşin battığı andan başlayıp tan
yerinin ağarmasına kadar geçen siire"yi ifade eder. Gündüzün iki
tarafından maksat, geceyle birleşen iki tarafı, yani başı ve sonu olup tan
yerinin ağardığı ve güneşin battığı zamanlardır. Buna göre gündüzün iki
tarafında kılınması emredilen namazlardan biri sabah namazıdır; diğeri ise
güneş batmadan önceki kısım (taraf) olarak alındığında öğle ve ikindi,
battıktan sonraki taraf olarak alındığında akşam ve yatsı olarak
yorumlanmıştır. "Gündüze yakın saatler" diye tercüme ettiğimiz zülef
kelimesi ise ziilfenin çoğulu olup gecenin gündüze yakın olan ilk saatlerini
İfade eder; bu saatlerde kılınması emredilen namaz da yatsı namazıdır. Ayette
namazın şekli ve zamanı belirlenmediği için âyet, vakti detaylı olarak
tanımlamadan işaret edilen zamanlarda namaz kılmanın önemini vurgulamaktadır. [190] Bu
âyetin bütün farz namazların vakitlerini belirlediği kanaatinde olanlar da vardır. [191]
Namaz vakitlerini ve
şeklini miitevâtir sünnet açıklamıştır. Hz. Peygamber'in uygulamalarına göre
farz namazların vakitleri şöyledir: Sabah namazının vakti tan yerinin
ağarmasıyla başlar, güneş doğuncaya kadar devam eder; öğle namazının vakti gün
ortasından hemen sonra başlar, eşyanın gölgesi kendinin bir veya iki misli
oluncaya kadar sürer; ikindi namazının vakti öğle vaktinin sona erdiği andan
başlar, güneş batıncaya kadar devam eder; akşam namazının vakti güneş batınca
başlar, batı tarafındaki kırmızı veya beyaz şafak kayboluncaya kadar devam
eder; yatsı namazının vakti ise şafak kaybolduktan sonra başlar, tan yeri
ağanncaya kadar devam eder; vitir namazının vakti yatsı ile aynı olup yatsı
namazını müteakip kılınır. Âyet, kötülüklerin ortadan kalkması veya
bağışlanması için ibadetlerle İyiliklerin çokça yapılmasının gereğine işaret
etmektedir. Bunların başında da namaz gelir[192] Âyetin
son cümlesi yukarıdaki emir ve yasaklanıl Kur'an'ın hidayetinden yüz çevirenler
için değil, ona yönelenler için güzel bir öğüt olduğunu ifade buyurmaktadır.
115. âyet Hz. Peygamber'in şahsında bütün insanlara hitap ederek yukarıda
geçen ilâhî emir ve yasakları yerine getiren kimselerin bazı sıkıntılarla
karşılaşacağına İşaret etmekte ve sabretmeyi öğütlemektedir. [193]
116-117. Bu
âyetlerde sûrenin bir özeti yapılmakta, sûrede helak olduğu bildirilen kavimlerin
helak oluş sebepleri genel olarak ifade edilmekte ve kötülüklerin yok olması
için toplumda fazilet sahibi kimselerin çoğalması ve bunların kötülükleri
önlemeye çalışmasının gereğine işaret edilmektedir. 116. âyet Hz. Peygamber'den
önceki nesiller içerisinde yeryüzünde kötülükleri önleyecek faziletli
kimselerin az olduğunu haber vermektedir. Kötülüğün yaygınlaştığı toplumlarda
ahlâkî endişelere yer vermeyen çoğunluk, refahın getirdiği şımarıklıkla zevklerinin
peşine düşerek günaha gömülmüşlerdi. Sonuçta sûrenin başından beri görüldüğü
üzere Allah'ın gazabım hak eden birçok kavim çeşitli felâketlerle yok olup
gitti. Onların bu duruma düşmeleri Allah'ın zulmü değil kendi davranışlarının
bir sonucudur. Çünkü Allah kötülüklerden vazgeçip durumlarını düzeltmeye
çalışanları helak etmez. Onlar inançlarını ıslah etmek, durumlarını düzeltmek
maksadıyla gönderilen peygamberleri tanımadılar, kendilerine verilen fırsatı
değerlendirmediler; haksızlık ve yolsuzluklar son derece arttı, artık ilâhî
cezanın şartları oluşmuştu, sonunda cezalarını buldular. Bir toplumda iyiliği
tavsiye edip kötülüğü önleyecek, hak ve adaleti tesis edecek kimseler bulunduğu
sürece o toplum yok olmaz: Bunlar bulunmadığı takdirde o toplumun yok olması
mukadderdir. [194]
118-119.
İnanç, düşünce, tercih farkı insanın fıtratına, yaratılıştan gelen nitelik ve
özelliklerine bağlıdır. Bu fark kültür ve marifet zenginliğini, toplumun çeşitli
ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamıştır. Bu arada farklı inanç gruplarının
(ümmetler) oluşmasına da sebep olmuştur. İnsanoğlu bu niteliklerden yoksun
yaratıl-saydı doğru ile eğri arasında seçim yapma ve hayatına ahlâkî bir anlam,
manevî bir boyut kazandırma imkânı veren serbest irade ve seçme özgürlüğünden
de yoksun kalırdı. Oysa onu diğer canlılardan ayıran bu niteliklerdir. Allah
insanoğlunu seçme ve tercih etme yetenekleriyle donatılmış olarak yaratmış,
cennet ve cehennemin yollarım açık bırakmıştır. İnsan ancak özgür İradesiyle
tercihine ve bu yöndeki gayretine göre bunlardan birine girmeye hak kazanacaktır;
Allah'm verdiği akıl nimetini iyi kullanan ve O'nun merhameti gereği lütfedip
gösterdiği doğru yolu tercih edenler cennete, Allah'ın gösterdiği doğru yolu
tanımayan, nefsine ve şeytana uyup eğri yolu tercih eden ve bu yolda ısrar
edenler ise cehenneme gireceklerdir, İşte 119. âyette "Andolsun ki
cehennemi hem insanlar hem cinlerle dolduracağım" mealindeki cümlede
kastedilenler bunlardır. [195]
120-122.
Allah Teâlâ bu kıssaları, geçmiş olayları anlatıp insanları bunlardan haberdar
etmek, ahlâkî erdemleri canlı ve etkili bir şekilde telkin etmek, müşriklerin
verdikleri sıkıntılar karşısında Hz. Peygamber ve diğer müminleri teselli etmek,
onların inanç ve sebatlarını kuvvetlendirmek maksadıyla anlatmaktadır. Kıssaların
çoğu kere birden fazla ahlâkî anlam taşıyan farklı yönleri bulunduğundan Kur'an
aynı bssayı değişik sûrelerde tekrarlamakta ve her defasında bunlardan birine
dikkat çekmektedir. 121 ve 122. âyetler ilâhî mesaja kulak vermeyen, bu
kıssalarda anlatılanlardan öğüt ve ibret almayıp Hz. Peygamber'in aleyhinde
kötülükler planlayan kimseler için tehdit yollu bir uyarı mahiyetinde olup
Allah ve Resulü'nün emrine uymadıkları takdirde cezalandırılacaklarına işaret
etmektedir. [196]
123.
Göklerde ve yerde gerek Hz. Peygamber'in gerekse diğer İnsanların bilmedikleri
gizli gerçekleri (gayb) sadece Allah bilir. Zira buralarda olup biten her şeyi
O yaratmaktadır, yarattığından habersiz olması mümkün değildir. Yaratma, gaybı
bilme, her dilediğini yapma, mutlak kemal sahibi olma gibi sıfatlarında eşi, ortağı,
benzeri yoktur. Bundan dolayı ibadet edilmeye lâyık olan da yalnız O'dur[197]
Kulluk ancak tevekkül ile yani Allah'a güvenip dayanmakla kemale erdiği için
âyette ibadet emrinin hemen arkasından tevekkül emri gelmektedir. Kul basan ya
ulaşmak için elinden geleni yapmakla yükümlüdür, ancak başarıyı Allah'tan
beklemek, sadece O'ndan yardım dileyip O'na sığınmak da kâmil imanın tabii bir
sonucudur. [198]
[1] İbn Âşûr, XI, 311; Reşîd Rızâ, XII, 2; Ateş,IV,29l
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/149.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/149.
[4] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 17
[5] Tirmizî, "Tefsir", 57/3297; aynca bk.
Şevkânî, II, 456; Kurtubî, XI, 1
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/149-150.
[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/150-151.
[8] bu harfler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1
[9] bu konuda bilgi İçin bk. Bakara 2/23; Yûnus 10/38
[10] geniş bilgi İçin bk. Şevkânî, II, 458;
El-malılı,IV,2751
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/151-152.
[11] ecel-i müsemmâ hakkında bilgi için bk. En'âm 6/2
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/152-153.
[13] krş. Nûh 71/7
[14] bk. Râzî, XVII, 185; Elmalılı, IV, 2755
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/153.
[16] krş. en-Nûr 24/45
[17] bk. Râzî, XVII, 186; Ateş, IV, 294; bu kavramlarla
ilgili bizim yorumumuz için bk. En' âm 6/98
[18] bk. Râzî, XVII.186; Elmalık, IV, 2758.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/153-154.
[20] meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38;
Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arş hakkında bk. A'râf 7/54;
Elmalılı, III, 2171-2185
[21] müteşâbih hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/7
[22] bk. Bakara 2/29
[23] bk. Câsiye: 45/13
[24] bk. Zari yat, 51/56
[25] bk. îsrâ 17/44
[26] bk. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, "sihr" md.
[27] Zemah-serî, U, 260; Râzî, XVII, 188 vd.; sihir
hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/154-155.
[28] En'âm d/38
[29] En'âm d/38
[30] Nahl 16/120
[31] ümmet kavramı hakkında bilgi içinbk. Bakara
2/128,134,141,143; Râgıb el-tsfahânî, el-Müf-taiât "emm" md.
[32] bk. Şevkânî, II, 60
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/155-156.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/156.
[35] bk. Âl-i İmrân 3/160; Yûsuf İ2/87; Ankebût 29/23;
Mümtehine 60/13
[36] meselâ bk. A'râf 7/10; Nahl 16/78; Gafır 40/61
[37] bk. İbrahim 14/7
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/156-157.
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/158.
[40] Furkan 25/7-8
[41] Şevkânî, II, 552
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/158-159.
[42] Kur'an'm meydan okuması konusunda bilgi için bk.
Bakara 2/23
[43] bk. Şevkânî, II, 463-464
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/159-160.
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/160.
[45] XVII, 201
[46] XII, 12
[47] bk. Ahzâb 33/22
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/160-161.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/162.
[50] krş. en-Nahl 16/84; en-Nisâ 4/41, Şevkânî, II, 467;
Reşîd Rızâ, XII,
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/162-163.
[52] bk. En'âm 6/160
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/163.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/163.
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/164-165.
[56] bk. Ahzâb 33/7; AhM 46/35
[57] el-Ankebût 29/14
[58] A'râf 7/60
[59] Şu-arâ 26/116
[60] Kamer 54/10
[61] Şuarâ 26/117-120
[62] Nûh hakkında bilgi için aynca bk. Nûh 71/ 1-28; Ömer
Faruk Harman, "NÛh", İFAV Ans., İÜ, 499
[63] bk. Meryem 19/56; Enbiyâ 21/85
[64] bk. Nûh 71/23
[65] krş. A'râf 7/64; Enbiyâ 21/77; Zâriyât 51/46; Necin
53/52
[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/165-166.
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/166.
[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/167.
[69] meselâ bk. Şuarâ 26/105-180
[70] bu sözün değişik yorumları için bk. Şûra 42/23
[71] bk. En'âm 6/52
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/167-168.
[73] bk. En'âm 6/50
[74] bk. Ahkaf 46/11
[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/168.
[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/168.
[77] bk. Râzî, XVII, 220; Reşîd Rızâ, XII, 71
[78] bk, Taberî, XII, 20; İbn Kesîr, IV, 252; Reşîd Rızâ,
XII, 71
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/169.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/170-171.
[81] bk. Mü'minûn 23/25; Şuarâ 26/116
[82] krg. Mü'minûn 23/26; Şuarâ, 117-118 Nûh 71/26-27;
Kamer 54/10
[83] bk. Enbiyâ 21/76; Sâffât 37/75
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/171.
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/171.
[86] İbn Kesîr, IV, 254
[87] Kamer, 54/11-12
[88] Taberî, XII, 23
[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/171-172.
[90] Kamer 54/12
[91] İbn Kesîr, IV, 256
[92] Sâffât 37/77
[93] Elmalılı, IV, 2784
[94] bilgi için bk. es-Sâffât 75/82
[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/172.
[96] XII, 29; âgûrâ hakkında bilgi için bk. Yusuf Şevki
Yavuz, "Aşûra", DİA, IV, 24
[97] bilgi için bk. Hikmet Tanyu, "Cûdî Dağı",
D/A, VIH, 79
[98] Tekvin, 8/4
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/172-173.
[99] bk. Tevbe 9/113
[100] XII, 83-85
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/173.
[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/174.
[102] gayb haberleri için bk. Bakara 2/3
[103] Nûh kıssası hakkında ayrıca bk. A'râf 7/59-64; Yûnus
10/71-74; NÛh 71/1-28
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/174.
[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/175.
[105] bk. Ahkaf 46/21; Fecr 89/6-8
[106] kış. Şuarâ 26/128-134; Fecr 89/6-8
[107] Âd hakkında bilgi için bk. Emin Işık, "Ahkaf
sûresi", Dİ A, 1, 549; ayrıca bk. A'râf 7/65
[108] bilgi için bk. İbn Âşûr, VIII/2,200; Ömer Faruk
Harman, "Hûd", Dİ A, XVIII, 279
[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/175-176.
[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/176.
[111] bk. âyet 59
[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/177.
[113] bk. Kamer 54/19-20; Hakka 69/6-7
[114] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/177.
[115] İbn Âşûr, XII, 105
[116] meselâ bk. Şuarâ 26/123
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/177-178.
[118] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/178-179.
[119] bk. İbn Âşûr, VIII/2,215-216, ayrıca bk. ALrâf 7/73-79
[120] bk. Reşîd Rızâ, XII, 120
[121] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/179-
[122] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/180.
[123] bk. eş-Şuarâ 26/141, 153, 154
[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/180.
[125] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/180.
[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/181-182.
[127] bk. Tekvin, 11/27-31; 13/11-13
[128] bk. A'râf 7/80
[129] Râzî, XVIII, 23; Reşîd Rızâ, 127
[130] Tekvin, 17/17
[131] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/182-183.
[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/183.
[133] Tekvin 19/8
[134] bilgi için ayrıca bk. Hicr 15/51-74
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/183.
[135] bk. A'râf 7/82
[136] Nemi 27/56
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/183.
[137] Kamer 54/37
[138] Zâriyât 51/36
[139] Hicr 15/73-74
[140] bk. Reşîd Rızâ, XII, 136
[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/183-184.
[142] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/185-186.
[143] ayrıca bk. A'râf 7/85
[144] bilgi için bk. A'râf 7/85; Kasas 28/22-24; İbn Âşûr,
VIII, 239
[145] İbn Kesîr, IV, 273
[146] İbn Âşûr, XII, 139
[147] bk. Meryem 19/76
[148] Buhârî, "Hac",132, "Megazî", 77;
Müslim, "Hac", 147, "Kasâme", 29
[149] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/186-187.
[150] Şevkânî, II, 494
[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/187.
[152] Allah'a tevekkül hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân
3/159
[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/187-188.
[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/188.
[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/188.
[156] bk. A'râf 7/91
[157] 26/189
[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/188.
[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/189.
[160] Mûsâ ve Firavun hakkında bilgi için bk. Bakara 2/49
vd.; A'râf 7/103-156; mucizeler hakkında bilgi için kış. A'râf 7/133; İsrâ
17/101
[161] bk. en-Nâziât 79/24
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/189.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/190-191.
[164] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/191.
[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/191.
[166] A'râf 7/187; Müslim, "îmân", 1-7
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191.
[167] Tâhâ 20/109; Nebe' 78/38
[168] âhiretteki gökler ve yer için bk. İbrahim 14/48
[169] krş. En'âm 6/128
[170] Nisa 4/14,116
[171] bk, Mâide 5/119; Cin 72/23; bu istisna ile İlgili
diğer görüşler İçin bk. Şevkânî, II, 500
[172] XII, 165-166
[173] Reşîd Rızâ, XII, 160-161
[174] Esed, 447
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/191-192.
[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/192-193.
[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/193-194.
[177] âyet 96-97
[178] İbn Âşûr, XII, 169-170
[179] Taberî, XII, 73
[180] Şevkânî, II, 503
[181] İbn Kesîr, IV, 282
[182] krş.Tâhâ 20/129
[183] krş. Şûra 42/14
[184] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/194-195.
[185] Râzî, XVIII, 71; Hûd sûresinin kardeşleri hakkında
bilgi için bk. bu sûrenin girişindeki "I ;azileti" başlığı
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/195.
[186] Lokman 31/13
[187] Bakara 2/229, 254
[188] Buhârî, "Ahkâm", 4, "Megazî", 59
[189] II, 505-506; âmire [ülü'1-emr] itaat konusunda bilgi
için bk. Nisa 4/59
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’anYolu:III/195-196
[190] Şevkânî, II, 507
[191] bk. Elmalılı, IV, 2831
[192] Ankebût 29/45
[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/196-197
[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/197.
[195] Ümmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128,134, 141,
213
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/197-198.
[196] Râzî, XVIII, 81
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/198.
[197] gayb hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/198.