3- Âyet-i Kerîme'nin Kapsamı (Mutlak mı? Mukayyed mi?)
1- İleri Gelenlerin Tavırları;
2. Büyüklük Taslayan İleri Gelenlerin İman Edenlere Dair
Yanlış Değerlendirmeleri:
3- Gerçek "Ayak Takımı ve Aşağılık Kimseler"
4. Câhili Konumlara itibar Edişin Sonucu: Yanlış
Değerlendirmeler:
Hz, Nûh ve Gemisi İle İlgili Bazı Bilgiler:
1- Allah'ın Va'di Hak'tır ve O Hâkimler Hâkimidir:
3- Salih Babaların Kötü Evlatları ve "Aile
Halkı"nın Kapsamı:
5- Allah'ın Öğütlerine Kulak Vermek:
2- İnsanın Yeryüzünde Yaratılış Gayesi:
3- Mutlak Talebin İfade Ettiği Hüküm:
4- Umrâ (Bir Meskenin Menfaatini Ömür Boyu Birisine
Bağışlamak) İle İlgili Görüşler:
5- Allah'tan Mağfiret Dilemek ve O'na Tevbe Etmek Gereği:
1- Azabın Gelişine Kalan Süre:
2- Azabın Geleceği Süre İle Seferi Sayılma Süresi:
3- Misafir Ağırlamak Yükümlülüğünün Muhatabları:
6- Ev Sahibinin Misafirinin Yemek Yemesini İzlemesi:
10- Hanımın Misafirlere Hizmet Etmesi:
11- Melek'lerin Yemekten Yemeınelerinin Hikmeti:
14- Hz. İshak'ın Oğlu Hz. Ya'kub:
2- Allah'ın Rahmetine Mazhar Bir Hane Halkı:
3- Kişinin Hanımı da Kendi Ehli Beyt'indendir:
4- Selâm Verirken Kullanılacak Lafızlar:
Paralarda Hile ve Değerlerini Düşürecek İşlemler Yapmak:
Sikkeleri Kırarak, Paranın Değerini Düşürerek Fesat
Çıkartma ve Cezası:
2- "Meyletmeyin" Anlamındaki Buyruğun Okunması:
4- Zalimlere Meyletmenin Cezası:
4- Kötülükleri Gideren İyilikler:
5- Haddi Gerektirmeyen Haramlar:
6- Kur'ân-ı Kerîm'de Namaz ve Namaz Fiillerinin Söz
Konusu Edildiği Bazı Buyruklar:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı
île (Mekke'de İnmiştir, Yüzyirmiüç Âyettir).
El-Hasen, İkrime, Atâ
ve Câbİr'in görüşlerine göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ve Katâde ise tek bir
âyet-i kerîme müstesnadır, (Medine'de inmiştir), demişlerdir. Bu da yüce
Allah'ın: "Gündüzün iki tarafında... dosdoğru namaz kıl." (Hûd,
11/114) buyruğudur.
Ebu Mulıammed
ed-Dârimî, Müsned'inde senedini kaydederek Ka'b'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir; Rasûlullalı (sav) buyurdu ki: "Cuma günü Hûd Sûre'sinİ
okuyunuz."[1]Tirmizî de kaydettiği bir
rivayetinde İbn Abbas'tan şöyle dediğini zikreder: Ebu Bekir (.r.a): Ey
Allah'ın Rasûlü! Saçların ağardı, dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine: "Beni
Hûd, Vâkıâ, Murselât, Amine ye-tesâelûn (Nebe) ve İze'ş-şemsu kuvvirat (Tekvîr)
sûreleri ihtiyarlattı." (Tirmizî) der ki; Bu lıasen, garib bir hadistir.
Bunun bir bölümü tnürsel olacak da rivayet edilmiştir.[2]
Ayrıca bunu Tirmizî
el-Hakîm Ebu Abdillah, "Nevâdiru'l-Usûl" adlı eserinde şöylece
rivayet etmektedir: Bize Süfyan b. Veki' anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b.
Bişr anlattı. O Ali b. Salih'den, o Ebu İshak'tan, o Ebu Cuhay-fe'den naklen
dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Saçlarının ağardığını görüyoruz, dediler. O:
"Beni Hûd ve kardeşleri (benzeri diğer sûreler) yaşlandırdı." Ebu Abdullah
dedi ki: Korku saçları ağartır, çünkü korku kişiyi dehşete düşürür ve vücuttaki
nemi kurutur. Her bir kılın dibinde bir su menbaı vardır ve insan oradan
terler. İşte korku bu kılların dibindeki yaşlılığı kurutacak olursa, bu
menba'lar da kurur. Bunun sonucunda da saç da kurur ve ağarır.
Nitekim ekin sulandığı
takdirde yeşildir, onun su alma imkanı ortadan kalktı mı kurur ve sararır.
Yaşlanan bir kimsenin saçının ağarmasına sebeb de vücudundaki nemin gitmesi,
derisinin kurumasıdır. İşte insan nefsi de Allah'ın tehdidi ve Allah'tan gelen
haberlerde söz konusu edilen dehşetli hallerin etkisi İle dehşete düşer, solar
ve bu tehdit ile bildirilen bu dehşetli haberler onun suyunu kurutur. İşte
saçların ağarması da bundan ötürüdür. Nitekim yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Çocukların saçlarını ağartacak bir günden kendinizi nastl
koruyacaksınız." (el-Müzzemmil, 73/17) Çocukların saçları o günün dehşetinden
dolayı ağaracaktır.[3] Hûd Sûresi geçmiş
ümmetleri, bu ümmetlerin dünyada iken başlarına gelen ilahi azabları söz
konusu etmektedir. Yakın sahibi kimseler bu sûreyi okudukları takdirde
kalpleri yüce Allah'ın mutlak egemenliği, saltanatı, düşmanlarını azab ile
yakalama anlarını görür gibi olur. Bu yakın sahibi kimselerin korkularından
Ölmeleri dahi hayretle karşılanacak bir durum değildir. Ancak şanı yüce ve
mübarek olan Allah bu gibi zamanlarda onlara lutfu ile muamele eder ki, O'nun
kelamını okuyabilsinler. Bu sûrenin benzeri ve yine bu kabilden olan el-Hâkka,
el-Meâriç, et-Tekvîr, el-Kariâ gibi sûrelere gelince, bu sûrelerin okunması
sonucunda ariflerin kalpleri yüce Allah'ın mutlak egemenliği, saltanatı ve
azab ile yakalamasını açıkça görürler. O bakımdan nefisler dehşete düşer ve
bundan ötürü saçlar ağarır.[4]
Derim ki: Peygamber
(sav)in Hûd Sûresi'nde yer alan ve saçlarını ağartan buyruk, İleride yüce
Allah'ın izniyle geleceği gibi: "Artık... emrolundu-ğungibi dosdoğru
ot" (Hûd, 11/112) buyruğudur.
Yezîd b Ebân dedi ki:
Rasûlullah (sav)ı rüyada gördüm, ona Hûd Sûre'si-ni okudum. Bitirdiğimde:
"Ey Yezîd! Haydi bunu okudun, ya ağlarhak nerede?" diye buyurdu.
İlim adamlarımız
derler ki: Ebu Ca'fer en-Nelıhâs dedi ki: " Bu Hûd (Sûre'si)dir" denilir.
Bu kelime sûre adı olarak özel isim ve tenvin'siz zikredilir, çünkü bir kimse
bir kadına "Zeyd" adım verecek olursa bu kelime de munsarıf olmaz.
el-Halîl ve Sibeveyh'in görüşü budur. İsa b. Ömer ise şöyle der: Burada
"Hûd" kelimesi, sûrenin adı olmak üzere tenvin ile okunabilir,
Aynı şekilde bir
kimse, bir kadına "Zeyd" adını verecek olsa da dururn böyledir,
çünkü bu kelimenin orta harfi sakin olduğundan dolayı kelimenin söylenişi
hafif olur ve munsarıf gelir. Eğer "sûre" kelimesi hazfedilecek olursa,
bütün nahivcilerin görüşüne göre kelime munsartf okunur. "Hûd Sûresi"
kastı ile "bu Hûd'dur" denilecek olursa, (tenvin'li gelir.) Sibeveyh
der ki: Buna delil de bir kimsenin; "Bu er-Rahmân (Sûresi)dir"
demesidir. Eğer bununla "bu er-Rahmân Sûresi'dir" kastedilmiyor ise
böyle bir ifade elbette ki kullanılamaz.[5]
1.
Elif,
Lâm, Râ, Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da Hatun ve Habîr olan Allah
tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır.
2.
"Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz’ diye. şüphesiz ben size, O'mm
tarafından (gönderilmiş) bir uyarıcı ve bir müjde vericiyim.
3.
"Bir
de Rabbİnizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki belli bir süreye
kadar sizi güzel bir şekilde faydalandırsın ve her fazilet sahibine kendi
lûtfunu versin. Eğer yüzçevirirseniz, muhakkak ben sizin için büyük bir günün
azabından korkarım.
4.
"Dönüşünüz
ancak Allah'adır. O, herşeye gücü yetendir."
Yüce Allah'ın:
"Elif, Lâm, Râ" buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden (Yûnus,
10/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"(Bu) âyetleri
sağlamlaştırılmış... bir kitaptır" buyruğunda "âyetleri
sağlamlaştırılmış" anlamındaki ifade "bir kitab'ın sıfatı olarak ref
mahal-lindedir.
"Âyetleri
sağlamlaştırılmış" buyruğunun anlamına dair yapılmış en güzel açıklama,
Katade'nin şu sözleridir: Yani, bütün âyetleri muhkem kılınmıştır. Bunlarda
herhangi bir tutarsızlık da yoktur, bir batıl da yoktur. Muhkem kılmak (ihkâm)
sözde tutarsızlığa meydan bırakmamaktır. Bu da şu demektir: O'nun âyetleri
hiçbir çelişki ve tutarsızlığın söz konusu olmayacağı bir şekilde sapasağlam
bir surette dizilmiştir.
İbn Abbas da der kî:
Âyetlerinin muhkem kılınması, Tevrat ve İncil'den farklı olarak başka bir kitab
tarafından neshedilmeyişîeri demektir. Bu açıklamaya göre buyruğun anlamı
şöyle olur: Bu Kitabın bir takım âyetleri nesh olmayan, kendisi nesh edici
olmak suretiyle muhkem kılınmış, sağlamlaştırılmıştır. Nitekim buna dair
açıklamalar dalıa önceden (Al-i İmran, 3/7 .âyet, 2.başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Arapça da cins ismi bazen tür hakkında da kullanılabilir. O
bakımdan -yemeğinin bir bölümü kastedilmek suretiyle: Ben Zeyd'in yemeğini
yedim, denilir el-Hasen ve Ebu'l-Âliye de "âyetleri sağlamlaştırılmış
(muhkem kılınmış)" emir ve nehy ile sağlamlaştırılmış demektir, diye
açıklamışlardır.
"Sonra da
Hakîm" yani bütün işlerini sağlam yapan "ve Habîr" olmuş ve
olmamış herbir şeyden haberdar "olan Allah tarafından" nezdinden
"geniş geniş açıklanmış bir Kİtabtır." Açıklamaları ise vaad,
tehdit, sevab ve ceza ile ilgilidir. Kalâde der ki: Allah, bu âyetleri batıla
karşı muhkem kılıp sağlamlaştırmış, sonra da helal ve haram hükümlerini
bildirerek bunları geniş geniş açıklamıştır.
Mücahid der ki:
Âyetleri bütünüyle muhkem kılınıp sağlamlaştırıldıktan sonra herbir âyet
tevhide, nübüvvete, öldükten sonra dirilişe ve diğer hususlara dair gerek
duyulan bütün delilleri söz konusu ederek açıklanmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Âyetler önce Levh-i Malıfûz'da bir araya getirildikten sonra
Hz. Peygamber'e indirilmesi bölüm bölüm olmuştur. "Geniş geniş
açıklanmış" ifadesinin, üzerinde dikkatle düşünülsün diye kısım kısım indirilmiştir,
anlamında olduğu da söylenmiştir. İkrime; "Geniş geniş açıklanmış"
ifadesini şeddesiz olarak ve "âyetleri hak ile hüküm bildirmiş"
anlamında; diye okumuştur.
"Allah'tan
başkasına ibadet etmeyesiniz diye" buyruğunda yer alan ın, el-Kisaî ve
el-Ferrâ demek olduğunu söylemişlerdir. Yani bu âyet-i kerîmeler
sağlamlaştırılmış, sonra da Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz emrini
bildirerek geniş geniş açıklanmıştır.
ez-Zeccâc ise bunun;
anlamında olduğunu söylemiştir, yani bu âyetler önce sağlamlaştırılmış sonra da
Allah'tan başkasına ibadet etmeyesi-niz diye geniş geniş açıklanmıştır.
Denildiğine göre yüce
Allah, Peygamberine insanlara Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz demesini
emretmiştir.
"Şüphesiz ben
size, O'nun tarafından" yani Allah tarafından "bir uyarıcı"
yani azabıyla korkutan ve kendisine isyan edenlere karşı satvetini hatırlatıp,
uyaran "bir nezîr"im. "Ve" kendisine itaat edenlerden de
razı olacağını ve cennetine koyacağını müjdeleyen "bir müjde vericiyim
(beşir),"
Bir görüşe göre de bu
buyruk, başından sonuna kadar yüce Allah'ın kullarına söylediği buyruğudur.
(Yani Peygamber'İn söylemekle emrolunduğu buyruklar değildir.) Bu da şu
demektir: Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz. Ben bundan dolayı sizi uyarıp,
korkutan birisiyim. Yani Allah sizi kendisinden başkasına ibadet etmemenizi
bildirerek, korkutup uyarmaktadır. Bu da yüce Allah'ın: "Allah size
kendisinden sakınmanızı emreder"(Âl-i İmran, 3/30) buyruğunu
andırmaktadır.
"Bir de
Rabbİnizden mağfiret dileyin" buyruğu bir öncekine atfedilmiş-tir.
"Sonra O'na tevbe edin" yani itaat ve ibadet ile O'na dönün. el-Ferrâ
der ki: Burada; "Sonra" edatı "vav, ve" anlamındadır. Yani:
"Ve O'na lev-be edin" demektir. Çünkü Allah'tan mağfiret dilemek
tevbenin bizatihi kendisidir, tevbe mağfiret dilemekle aynı şeydir. Şöyle de
açıklanmıştır: Geçmiş günahlarınızdan ötürü, O'ndan mağfiret dileyin ve ne
zaman olursa olsun yeni yaptığınız günahlardan dolayı da O'na tevbe edin.
Salihlerden birisi
şöyle demiştir: Günalıtan vazgeçmeksizin mağfiret dilemek, yalancıların
tevbesidir.Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Âli İmran Sûresi'nde (3/135.
âyet,1. aşlıkta) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Yine el-Bakara Sûresi'nde
yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 2/231)
buyruğunu açıklarken (4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Önce mağfiret dilemenin söz konusu edilmesi, asıl maksadın
mağfiret (günahların bağışlanması) oluşundan dolayıdır. Tevbe ise mağfirete
sebebtir, o bakımdan mağfiret öncelikle istenmesi gereken bir husustur, fakat
ona sebeb tevbe olduğundan dolayı, sonra gerçekleşen bir şeydir. Buyruğun-,
küçük günahlarınızdan ötürü O'ndan mağfiret isteyin, büyük günahlarınızdan da
O'na tevbe edin, anlamına gelmesi ihtimali de vardır.
"... ki belli bir
süreye kadar sizi güzel bir şekilde faydalandırsın." İşte mağfiret
dilemenin ve tevbenin meyvesi budur. Yani geniş rızık, rahat geçim gibi
çeşitli faydalarla sizleri yararlandırır, sizden önce helak ettiği kavimlere
yaptığı gibi azab ile kökten sizi imha etmez. Bir görüşe göre "sizi faydalandırması"
size uzun ömür vermesi anlamındadır. Çünkü bu "faydalan-dırma"nın,
yani "imtâ"*ın asıl anlamı uzun süre vermek demektir. Nitekim; "Allah
seni uzun süreli faydalı kılsın" ifadesi de buradan gelmektedir. Sehl b.
Abdullah der ki: Güzel bir şekilde faydalanmak, mah-lukatı terkedip Hakk'a
yönelmek demektir. Bunun mevcuda kanî olup yetinmek ve ele geçirilmeyene de
üzülmeyi terketmek anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Belli bir süreye
kadar" ifadesi ölüm, kıyamet ve cennete girmek ile de açıklanmıştır. Bu
görüşe göre güzel bir şekilde faydalanmak, kabir ve buna benzer kıyametin
dehşetli ve sıkıntılı halleri arasında yer alan, hoşa gitmeyen ve kendisinden
korkulan herbir husustan korunmak demektir. Birinci görüş ise daha
kuvvetlidir, çünkü yüce Allah yine bu sûrede şöyle buyurmaktadır: "Ey
kaomim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki üzerinize
gökten bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın." (Hûd,11/52) Bu ise
ölüm ile sona eren bir durumdur. İşte burada sözü edilen "belli bîr
süre" de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Mu katil der ki: Ancak
kavmi bu emre uymayı kabul etmedi. Bundan dolayı da Allah Rasûlü (sav) onlara
beddua etti. O bakımdan yedi yıl kıthk belasına duçar oldular ve sonunda
yakılmış kemikleri, pislikleri, leşleri, köpekleri yemek zorunda kaldılar.
"...ve her
fazilet sahibine kendi lutfunu versin." Yani salih amellerden herbir amel
işleyen herkese amelinin karşılığını versin. Şöyle de açıklanmıştır:
İyilikleri, kötülüklerden daha üstün gelen herkese "lutfunu" yani
cenneti versin demektir, çünkü cennet Allah'ın lutr'udur. Buna göre yüce
Allah'ın: "Kendi lutfunu" buyruğundaki zamir yüce Allah'a raci'dir
Mücahid de der ki: Buradaki Allah'ın lutfundan kasıt, insanın Allah'tan ecrini
bekleyerek, diliyle söylediği sözü, el yahut ayağıyla işlediği bir ameli yahut
ta malından nafile olarak tasadduk ettiği şeydir. İşte bunlar AHah'ın lutfudur
ve Allah, iman eden kimseye bunu(n karşılığını) verir (mükafatlandırır.) Ancak
kişi kâfir ise onun bu yaptıklarını kabul etmez.
"Eğer
yüzçevlrirseniz muhakkak ben sizin için büyük bir günün azabından
korkarım." Büyük günden kasıt kıyamet günüdür, Bu gündeki dehşetler
dolayısıyla bugün büyük bir gündür. Büyük günün Bedir günü ve benzeri diğer
günler olduğu da söylenmiştir.
"Yüz
çevirirseniz" fiilinin mazi (di'li geçmiş) bir fiil olması da mümkündür.
O takdirde; eğer onlar yüz çevirirlerse sen de onlara, ben sizin için büyük
bir günün azabından korkarım de, demek olur.
İki "te"den
birisi hazfedilmiş muzari bir fiil olması da mümkündür. O takdirde mana şöyle
olur: Onlara de ki: Eğer siz yüz çevirecek olursanız, muhakkak ben sizin için
büyük bir günün azabından korkarını. "Dönüşünüz ancak Allah'adır."
Yani ölümden sonra dönüşünüz yalnız O'na olacaktır. "O" mükâfat ve
cezalandırmak türünden "her şeye gücü yetendir."[6]
5. Bilin ki
onlar (içlerindekini) Ondan gizlemek için göğüslerini dü-rüp bükerler.
Elbiseleriyle örtündükleri zaman, onların gizlediklerini de açığa vurduklarım
da bilir. Çünkü O, kalplerin Özünde olanı çok iyi bilendir.
Yüce Allah:
"Bilin ki onlar (içlerindekini) ondan gizlemek İçin göğüslerini dürüp,
bükerler" buyruğunda müşriklerin Peygamber (sav)e ve mü'min-lere
düşmanlıklarını, onların bu hallerinin de Allah'tan saklı kalacağını sandıklarım
haber vermektedir.
"Göğüslerini
dürüp, bükerler" ifadesi Müslümanlara karşı duydukları düşmanlık üzere
dürüp bükerler anlamındadır. Buna göre bu ifadede hazfedilmiş takdirî
"müslümantann düşmanlıkları" tabiri vardır.
İbn Abbas der ki:
Onlar kalplerinde bulunan kin ve düşmanlığı saklar ve buna muhalif şeyleri
açığa vururlardı. Âyet-i kerîme el-Ahnes b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu kişi
tath sözlü ve güzel konuşan birisi İdi. Rasûlullah (sav)'a karşı hoşuna gidecek
şeyler yapar, buna rağmen kalbinde kötü maksatlar gizlerdi. Mücahid der ki:
"Göğüslerini dürüp bükerler." Şüphe ve tereddüt sak-larİar, demektir.
el-Hasen der ki: Onlar göğüslerinin içerisinde küfrü saklarlar, demektir.
Âyet-i kerîmenin
münafıklardan birisi hakkında indiği de söylenmiştir. Bu kişi Peygamber (sav)
kendisini görüp de imana davet etmesin diye Peygamber (sav)in yanından geçti
mî göğsünü döndürür, sırtını çevirir, başını önüne eğer, yüzünü örterdi. Bu
anlamdaki bir açıklama Abdullah b. Şeddâd'dan da nakledilmiştir. Buna göre
"ondan" buyruğundaki zamir Peygamber (sav)e ait olur.
Şöyle de denilmiştir:
Münafıklar biz kapılarımızı kilitleyip, elbiselerimize büründüğümüz,
kalplerimizde Muhammed'e düşmanlığı sakladığımız takdirde bizim bu durumumuzu
kim bilecektir, dediler. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nazil oldu.
Bir diğer açıklamaya
göre müslümanlardan bazıları bedenlerini açmamak ve örtmek suretiyle Allah'a
ibadet ettiklerini kabul ediyorlardı. Yüce Allah bununla gerçek ibadetin
onların kalblerindeki itikad olduğunu, açığa vurdukları söz ve amel olduğunu
beyan etmektedir.
İbn Cerîr, Muhammed b.
Abbad b. Ca'fer'den şunu rivayet eder: Ben İbn Abbas (r.a)ı şöyle derken
dinledim: "Bilin ki O'ndan gizlemek için göğüsleri dürülüp, bükülür"
diye okudu ve dedi ki: Bunlar hanımlarıyla cima' etmez ve üstleri açık olan
binalarda def-i hacet'te bulunmazlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil
oldu.
Muhammed b. Abbâd'dan
başkaları İbn Abbas'dan; şeklinde "vav"dan sonra "nun"
harfi olmaksızın okuduğunu rivayet etmişlerdir. Gerek bu kıraatin, gerek diğer
iki kıraatin anlamı birbirine yakındır. Çünkü göğüsler, sahibleri tarafından
bükülmedlkçe, kendiliğinden bükülmezler.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar, müslümanlan lenkid hususunda birbirlerine gizlice söz
söylemek maksadıyla eğilir, abanırdı. O kadar cehalette ileri gittiler ki bu
davranışlarını Allah'tan saklayacakları vehmine kapıldılar. İşte 'O'ndan
gizlemek İçin" ifadesi, bu davranışlarını Muhammed'den ya da yüce
Allah'tan saklamak için böyle yapıyorlardı, demektir.
"Elbiseleriyle
örtündükleri zaman" elbiseleriyle başlarını örttükleri zaman... demektir.
Katâde der ki: Kulun en gizli saklı olacağı ha! sırtını eğip bükmesi,
elbisesine bürünmesi ve kederini içinde saklı tutması halidir.[7]
6.
Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. Onların
durdukları yerlerini de, emanet edildikleri yerlerini de O bilir. Bunların
hepsi apaçık bir kitaptadır.
"Yeryüzünde
yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur"
anlamındaki
buyrukta yer alan; nefy edatıdır. ise zâid'tir. " Canlı" kelimesi ise
ref mahallindedir. İfadenin takdiri; "Hiçbir canlı yoktur"
şeklindedir.
"Rızkı Allah'a
ait olmayan" ifadesindeki "...a ait"; "...dan"
demektir. Rızkı Allah tarafından verilmeyen... anlamına gelir. Mücahîd'in şu
açıklaması buna delil teşkil etmektedir: Bu canlıya rszık türünden gelen herbir
şey Allah'tan gelir.
Allah'a ait"
tabiri rızkın lütfü ile Allah'a ait olduğunu, yoksa böyle bir şeyin O'nun
hakkında vücub ifade etmediğini gösterir. Bir diğer açıklamaya göre bu, O'nun
tarafından verilmiş hak bir va'd (söz)dir. Bu hususa dair açıklamalar en-Nisâ
Sûresi'nde (4/70. âyet, 3.başlıkta) geçmiş ve yüce Allah'ın hakkında herhangi
bir vücubun söz konusu olmadığı belirtilmiştir.
"Rızkı"
kelimesi mübtedâ olarak merfu'dur. Kûfelilere göre ise sıfat olduğu için ref'
edilmiştir. Âyec-i kerîme, zahirî itibariyle umum ifade etmekle birlikte,
manası hususîdir, çünkü canlılardan pek çoğu nzıklanmadan önce helak olup
giderler. Bütün canlılar hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. Çünkü kendisi
ile yaşayıp geçinebileceği bir rızık verilmeyen her canlıya aslında ruhu rızık
olarak verilmiştir.
Âyet-i kerîmenin
bundan önceki buyruklar ile ilgisi şöyledir Şanı yüce Allah, herkesin rızkını
kendisinin verdiğini ve o kişinin beslenip gelişmesinden gafi! olmadığını
haber vermektedir. Peki ey kâfirler! Sizi nzıklandıran O iken, sizin halleriniz
O'na nasıl gizli kalabilir?
Dâbbe (canlı):
Debelenen, hareket eden herbir caniı, hayvan demektir. Rt-zık; Gerçek anlamı
ile canlının kendisiyle gıdalandığı şey demektir. Bu suretle canh ruhunu
(canını) muhafaza edebilir ve bedeni gelişir.
"Rızk"ın
mâlik olmak anlamına gelmesi mümkün değildir, çünkü hayvanlara rızık verilmekle
birlikte hayvanların kendi yiyeceklerinin maliki olmakla nitelendirilmesi
doğru olama?.. Aynı şekilde bebeklere de rızık olarak süt verilir ve memedeki
sütün bebeğin mülkiyelinde olduğu söylenemez. Nitekim yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Rızkınız... da semâdadır." (ez-Zâ-riyât, 51/22) Ancak
bizim semâda mülkiyetimiz altında olan herhangi bir şey bulunmamaktadır. Çünkü
rızık, eğer mülk olan bir şey olsaydi, insanın başkasının mülkü oları bir
şeyden yemesi halinde başkasının rızkından yemiş olması gerekirdi. Buna ise
imkan yoktur, çünkü kul ancak kendi rızkını yiyebilir. Zaten el-Bakara
Sûresİ'nde de (2/3. âyet, 22. başlıkta) bu hususa dair açıklamalar geçmiş
bulunmakladır. Yüce Allah'a hamdoisun.
Birisine: Sen nerden
yersin? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Değirmeni yaratan, orada
öğütülen unu da getirir. Ağızlan halkeden kimse, azıkları yaratan da O'dur,
Ebu Useyd'e sorulmuş:
Nereden yersin? O: Subhanallah, Allah-u Hkber diye hayretini bildirmiş (ve
şöyle demiş): Şüphesiz Allah köpeğe dahi rızık verir. Ebu Useyd'e mi rızık
vermeyecek?
Hatim el-Asamm'e:
Nerden yersin? diye sorulmuş. O, Allah'tan (gelenden) diye cevap vermiş.
Kendisine: Allah sema'dan üzerine dinar ve dirhem mi indiriyor? diye sorulmuş.
Bu sefer: Sema'dan başka mahlukat O'nun değil midir? Ey adam! Şu yerde
O'nundur, sema da O'nundur. Eğer O, benim rızkımı sema'dan vermeyecek olursa,
şüphesiz rızkımı bana yerden gönderir. Daha sonra da (şu anlamdaki) beyitleri
okur:
"Zorlukta da,
kolaylıkta da bütün bu mahrukatı da beni de rızıklandıran Allah olduğuna göre,
nasıl olur da fakir düşmekten korkarım? O ki bütün mahlukatm rızkını vermeyi
tekeffül etmiştir. Çöldeki kertenkelenin de, denizdeki balığın da."
Tirmizî el-Hakîm,
"Nevadiru'l-Usul”de senedini kaydederek Zeyd b. Eşlemden şöyle dediğini
nakleder: Eş 'atîlerden olan Ebu Musa, Ebu Malik ve Ebu Âmir kendi
kabilelerinden bir grup İle birlikte hicret edip, Rasûlullah (sav)ın huzuruna
geldiklerinde azıkları da bitip tükenmişti. Aralarından birisini azık istemek
üzere Rasûlullah (savla gönderdiler. Bu kişi Peygamber (sav)in kapısına
ulaştığında şu: "Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir
canlı yoktur. Onların durdukları yerlerini de, emanet edildikleri yerlerini de
O bilir" âyetini okuduğunu işitti. Bu sefer adam şöyle dedi: Şüphesiz ki
Eş'arîler, Allah için diğer canlı varlıklardan daha değersiz değildirler Bu düşünce
ile geri döndü ve Rasûlullah (sav)ın huzuuna girmedi. Arkadaşlarına şöyle
dedi. Müjdeler olsun sizlere ki, sizin imdadınıza yetişildi. Onlar da bu adamın
Rasûlullah (sav) ile konuştuğunu ve Hz. Peygamber'in ona söz verdiğini
zannediyorlardı. Bu halde bulundukları sırada içi ekmek ve et dolu bir kabı iki
kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o kaptan yediler, daha
sonra biri diğerine: Keşke biz bu yiyeceği, o da ihtiyacını gidersin diye Rasûlullah
(sav)a geri göndersek, dedi ve bu iki adama şöyle dediler: Haydi bu yemeği
Rasûlullah (sav)a geri götürün, çünkü bizler bundan ihtiyacımızı karşıladık.
Sonra Rasûlullah (sav)a varıp, şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü! Bize
göndermiş olduğun o yiyecekten daha bol ve daha lezzetlisini görmedik. Hz.
Peygamber-. "Ben size yiyecek bir şey göndermedim ki" dedi. Ona kendi
arkadaşlarını gönderdiklerini bildirince, Rasûlullah (sav) da ona durumu
sordu, bu kişi de yaptığını ve arkadaşlarına söylediklerini bildirince
Rasûlullah (sav): "Bu Allah'ın size nzık olarak verdiği bir şeydir"
diye buyurdu.[8]
"Onların
durdukları yerlerini" yani yeryüzünde barındıkları yerlerini "de
emanet edildikleri yerlerini de O bilir." Ölüp de defnedildikleri
yerlerini de bilir, anlamındadır. Bu açıklamayı Miksem, İbn Abbas (r.a)dan
nakletmiş-tir. er-Rabi' b. Enes de şöyle demektedir: "Durdukları
yerleri" nden kasıt hayatta kaldıkları günleri, "emanet edildikleri
yerler" den kasıt ise öldükleri yerler ve öldükten sonra diriltil ecekleri
yerler demektir.
Said b. Cübeyr İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Durdukları yerler" den
kasıt rahimdeki kalışları "emanet edildikleri yerler* den kasıt sulblerdeki
kalışlarıdır. "Onların durdukları yerler" den kasıt cennet veya
cehennemde durdukları yerler "emanet edildikleri yerler" den kasıt
ise kabirdeki yerleridir, diye de açıklanmıştır. Buna da yüce Allah'ın cennet
ve cehennemliklerin haline dair şu buyruğu delil teşkil etmektedir: "O ne
güzel karargâh ve ikamet yeridir." (el-Furkan, 25/76); "Gerçekten o,
ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir." (elFurkan, 25/66) "Bunların
hepsi apaçık bir kitaptadır." Levh-i Mahruz'dadır.[9]
7. Arşı su
üstünde iken -hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak
için- gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Andolsun kî; "Ölümden
sonra muhakkak diriltileceksiniz" diyecek olsan, kâfirler mutlaka:
"Bu ancak apaçık bir sihirdir" derler.
Yüce Allah'm:
"Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur" buyruğuna dair
açıklamalar daha önceden el-Arâf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
"Arşı su üstünde
iken" buyruğunda yüce Allah, ve suyun yaratılışının, yerin ve semanın yaratılışından
önce olduğunu beyan etmektedir. Ka'b der ki: Allah yeşil bir yakut tanesi
yarattı. Heybeliyle ona nazar etti, yüce Allah'ın korkusundan titreyen bir suya
dönüştü, İşte -hareketsiz olsa dahi- şu ana kadar suyun titremesinin sebebi
budur. Daha sonra yüce Allah rüzgarı halket-ti ve suyu da rüzgarın sırtına
yerleştirdi. Arkasından da arşı suyun üzerine koydu.
Said b. Cübeyr'in, İbn
Abbas'dan naklettiğine göre ona yüce Allah'ın: "Arşı su üstünde
İken" buyruğu hakkında, peki su neyin üstünde idi? diye sorulunca, o da:
Su da rüzgarın üstünde idi, diye cevap vermiştir.[10]
Buhârî de İmran b.
Husayn'dan şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sav)in'yanında idim. Yanına
TemimoğuUan'ndan bir topluluk geldi. Hz. Peygamber onlara: "Ey
Temimoğulları! Müjdeyi kabul ettiniz" diye buyurdu. Onlar da: Madem bize
müjde verdin. Haydi bize ihsanda bulun, dediler ve bunu iki defa
tekrarladılar. Bu sefer Yemen halkından bir takım kimseler girdi, Hz. Peygamber
onlara da: "Ey Yemen halkı! madem Temimogulları onu kabul etmediler. O
halde sîzler müjdeye karşılık verin (onu kabul edin)" diye buyurdu. Onlar
da, kabul ettik. Biz dinde bilgi sahibi olmak (tetakkuh) için geldik ve sana bu
işin önceki halini sormaya geldik. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "AİJah
vardî, O'ndan başka hiçbir şey yoktu. Arş'ı da su üstünde İdi. Daha sonra
gökleri ve yeri yarattı ve Zikirde (Levh-İ Mahfuz'da) herşeyi yazdı."
Daha sonra yanıma bir adam gelip şöyle dedi: Ey İmran! Haydi dişi devene
yetiş, çünkü o çekip, gitti. Ben de devemi yakalamak üzere çıktım, baktığımda
adeta seraba karışmış gibiydi. Allah'a yemin ederim, devemin kaybolup
gitmesini ve yerimden kalkmamış olmayı çok arzu ederdim.[11]
"Hanginizin daha
güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için" buyruğu şu demektir:
Allah bunu kudretinin kemaline, öldükten sonra dirilişe delil getirmek ve
gereken şekilde ibret almak suretiyle kullarım denemek için yaratmıştır.
Katâde der ki:
"Hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için"
buyruğu, hanginizin aklının daha mükemmel olduğunu ortaya çıkarmak için,
demektir. el-Hasen ve Süfyan-ı Sevrî derler ki: Hanginiz dünyada daha zahid
(dünyaya daha az rağbet eden)dir diye...
Nakledildiğine göre
Hz. İsa uyuyan bir adamın yanından geçmiş ve ona; Ey uyuyan! Kalk da İbadet et,
demiş. Adam: Ey Ruhullah! Ben İbadetimi yaptım, diye cevap verince; Hz. İsa
ona: İbadet olarak ne yaptın? diye sorunca, bu sefer: Ben dünyayı, dünya ehline
bıraktım, diye cevap vermiş. Bu sefer Hz. İsa: Uyu sen âbidleri de geçtin,
demiş.
ed-Dahhâk der ki: Hanginizin
daha çok şükredeceğini ortaya çıkarmak için... Mukatil: Hanginizin Allah'tan
daha çok korktuğunu, müttakî olduğunu ortaya çıkarmak için... İbn Abbas:
Hanginizin daha çok Allah'a itaat ile amel edeceğini ortaya çıkarmak için...
diye açıklamışlardır,
ibn Ömer'den rivayete
göre, Peygamber (sav); "Hanginizin daha güzel bir amelde
bulunacağını..." buyruğunu okuyup: "Hanginizin aklı daha güzel,
AİJah'm haram kıldığı şeylerden daha çok çekinen, Allah'a itaate elini çabuk
tutan kim olduğunu ortaya çıkarmak için" diye açıklamıştır.[12] Böylelikle bu husustaki bütün görüşleri de
bir arada ifade etmiş olmaktadır. İleride yine bu kabilden açıklamalar yüce
Allah'm izniyle Kelıf Sûresi'nde (18/7. âyet, 2. başlıkta) gelecektir.
"Ortaya çıkarmak (denemek, ibtilâ.)" in anlamına dair açıklamalar da
önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Andolsun ki:
Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz diyecek olsan" yani Ey Muhammed!
Öldükten sonra dirilişe delil getirecek olsan, kâfi der mutlaka,., derler.
Eğer sen bunları müşriklere zikredecek olursan hiç şüphesiz ontar da: Bu bir
sihirdir, diyeceklerdir. "Andolsun ki... muhakkak sizler... diyecek
olsan" buyruğundaki; (ipnin hemzesinin esreİi gelmesi "demek"
fiilinden sonra geldiğinden dolayıdır. Sibeveyh bunun üstün okunduğunu da
nakletmiştir.
"Kâfirler
mutlaka... derler" buyruğundaki "Mutlaka derler" deki (ikinci)
"tâm"ın üstün okunması, zamiri bulunmayan mütekaddim bir fiil
olduğundan dolayıdır. Bundan sonrafki âyette) ise bu fiilin "lâm"ı
ötreli olarak gelecektir, çünkü onda zamir vardır. "Bir sihir" batıl
bir aldanış demektir. Çünkü onlara göre de sihir batıl bir işti. Hamzâ ve
el-Kisaî ise; "Bu ancak apaçık bir sihirbazdır" diye okumuşlardır ki
burada Peygamber (sav) söz konusu edilmektedir.[13]
8. Andolsun
kî, eğer azabı sayılı bir vakte kadar üzerlerinden geciktirirsek, onlar
mutlaka: "Bunu alıkoyan nedir?" derler. Haberiniz olsun ki, bunlara
azabın geleceği gün kendilerinden geri döndürülecek değildir. Alay etmekte
oldukları şey de onları çepeçevre kuşatacaktır.
" Andolsun ki eğer
azabı sayılı bir vakte kadar üzerlerinden geciktirirsek" buyruğunda yer
alan: "Andolsun ki eğer" ifadesindeki "lam" harfi kasem
(yemin) içindir, cevabı ise "mutlaka... derler" buyruğudur.
"Bir ümmete
kadar" ifadesi ise sayısı belli bir vadeye ve bilinen bir zamana kadar
anlamındadır. Buna göre burada "ümmet" süre demektir. İbn Abbas,
Mücahid, Katâde ve müfessirlerin büyük çoğunluğu böyie açıklamışlardır.
"Ümmet" aslında cemaat ve topluluk demektir. Zaman ve yılların
"ümmet" diye ifade edilmesi, ümmet denilen cemaatin bu süreler içerisinde
var oluşlarından ötürüdür. Buradaki ifadede muzafın lıazfedildiği de
söylenmiştir. Yani aralarında iman edecek kimse bulunmadığından dolayı helak
edilmeyi hakedecek olan bir ümmetin geleceği bir zamana kadar gecik-tirirsek...
yahut aralarında iman edenlerin de bulunduğu bir ümmeLin sonunun gelip artık
bunlardan sonra da iman edecek kimsenin kalmayacağı bir ümmetin geleceği vakte
kadar geciktirirsek... demektir. Ümmet, müşterek bir isimdir. Bunun sekiz çeşit
anlamı olduğu söylenmiştir.
1) Ümmet, cemaat ve topluluk anlamına gelir.
Yüce Allah'ın; "Üst tarafında (davarlarını) sulayan bir grub insan
(ümmet) buldu." (el-Kasas, 28/23)
2) Yine
ümmet peygamberlere tabi olmak anlamındadır,
3) Kendisine
uyulacak şekilde bir çok hayırları nefsinde toplayan kişiye de ümmet denilir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gerçekten İbrahim başlı başına
bir ümmetti, Allah'a itaatkârdı, hanifdi." (enNahl,16/120)
4) Yine
ümmet, din ve şeriat manasına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Biz atalarımızı birdin (ümmet) üzere bulduk." (ez-Zuh-ruf,
43/22-23)
5) Ümmet, süre ve zaman anlamına da gelir. Yüce
Allah'ın: "Andolsunki eğer azabı sayılı bir vakte (ümmet) kadar
üzerlerinden geciktirirsek..." buyruğunda olduğu gibi. Yüce Allah'ın:
"Uzun bir süre (ümmet) sonra tavsiyesini hatırladı." (Yusuf, 12/45)
buyruğunda da böyledir. Ümmet, boy-pos anlamına da gelir ki bu da insanın boyu
ve yüksekliği demektir. Nitekim bu kabilden olmak üzere; filan kişinin ümmeti
(yani boyu) güzeldir, denilir.
7) Ümmet, bir dine bir kimsenin tek başına
müntesib olması ve bu konuda kendisi ile bu inancı paylaşan başka bir
ortağının bulunmaması anlamına da gelir. Nitekim Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Zeyd b. Amr b, Nufeyl tek başına bir ümmet olarak
diriltilecektir."[14]
8) Ümmet,
aynı zamanda um (ana) anlamına da gelir. Nitekim; "Bu Zeyd'in
ümmetidir" ifadesi, bu Zeyd'in anasıdır, anlamındadır.
"Mutlaka: Bunu
alıkoyan" azabı engelleyen "nedir? derler." Bu sözlerini ya
gecikmesi dolayısıyla azabın geleceğini yalanlamak kastıyla yahut ta çabuk
gelmesini isteyerek ve alay olsun diye söylemişlerdir. Yani peki bu azabın
gelişini engelleyen nedir? demek olur.
"ttaberiniz olsun
ki bunlara azabın geleceği gün kendilerinden geri döndürülecek değildir."
Burada söz konusu edilen azab, müşriklerin Bedirde öldürülmeleri, Hz.
Cebrail'in de ilende (el-Hicr, 15/94-95) geleceği üzere alay edenleri
öldürmesidir. "Alay etmekte oldukları şey" yani alay etmelerinin
cezası -ki muzâf hazfedilmiştir."de onları çepeçevre kuşatacaktır"
onların başlarına inmiş ve onları kuşatmış olacaktır.[15]
9. İnsana nezdimizden bir rahmet tattırıp da
sonra bunu kendisinden alıversek, muhakkak o ümidini kesmiş bir nankör olur.
10. Ve şayet
kendisine dokunan bir sıkıntıdan Sonra ona bir nimet tattırsak, elbette kb
"Kötülükler benden uzaklaşıp gitti" der. Çünkü o şımarıktır,
böbürlenendir.
11.
Sabredip, salih amellerde bulunanlar müstesnadır. İşte onlara mağfiret ve büyük
bir mükâfat vardır.
Yüce Allah'ın:
"İnsana nezdimizden bir rahmet tattırıp da" buyru-ğundaki
"İnsan" bütün kâfirler hakkında kullanılan yaygın bir cins isimdir.
Burada "insan" ile Velid b. Muğire'nin kastedildiği ve âyetin onun
hakkında indiği de söylenmiştir, Âyetin Malızumlu Abdullah b. Ebi Ümeyye hakkında
r.diğî de söylenmiştir. "Rahmet" nimet demektir. "Sonra bunu
kendisinden jJrrersek" onu vermiş olduğumuz bu nimetten mahrum ediversek
"muhakkak o" rahmetten yana ümidini kesmiş" nimetleri de inkâr
eden "bir nankör olur." Bu
şekildeki açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.
en-Nehhâs der ki:
"Ümidini kesmiş" ifadesi,
"Ümit kesti, keser"den gelmektedir. Sibeveyh ise bu fiilin; şeklinde,
babından olduğunu nakletmektedir ki "sanır, nimet gördü-görür, ümit
kesti-keser" fiilleri de bu türdendir. Kimisi de "Ümit
kesü-keser" şeklindeki kullanımın Arap dilinde binmediğini; bu vezinde
yalnızca bu dört fiilin salim harflerden meydana gelip vezninde kullanıldığını
söylemişlerdir. Aynca bunların birisi de Inilaflıdır ki o da; ile şeklinde mübalağa İçin ve çokluk ifade etmek
üzere; "Çok böbürlenen" gibidir.
"Ve şayet
kendisine dokunan bir sıkıntıdan" sıkıntı, fakirlik ve darlıktan
"sonra ona bir nimet" sağlık, bolluk ve rızıkta bir genişlik
"tattırsak elbette ki; Kötülükler" yani kişinin hoşuna gitmeyen
sıkıntı ve fakirlik gibi hususlar "benden uzaklaşıp, gitti der. Çünkü o
şımarıktır, böbürlenendir." Yani eriştiği genişlik ve bollukla sevinir,
böbürlenir. Yüce Allah'a şükür borcu olduğunu unutur.
Mesela bir kimse
böbürlendiği vakit; Böbürlenen adam" denilir. ise mübalağa içindir.
Kıraat aîimi Yakûb der
ki: Medine ehlinden bazıları "re" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Nitekim; "Zeki,
sakınan, tetikte bulunan ve olayların içyüzünü kavrayan adam" anlamındaki
kullanımlar da bu türdendir. Bununla birlikte damme ve esrenin ağırlığı
dolayısıyla (orta harfin) sakin söylenmesi her iki söyleyişte de mümkündür.
"Sabredip salih
amellerde bulunanlar müstesnadır" buyruğu ile mü'min-ler kastedilmektedir.
Yüce Allah onları zorlu ve sıkıntılı hallere karşı sabırlı olmakla övmektedir,
Bu buyruk nasb mahallindedir. el-Ahfeş der ki: Bu birinci türden olmayan
(munkatı') bir istisnadır. Yani nimet ve sıkıntı hallerinde sabreden ve salih
ameller işleyenler böyle değildir. el-Ferrâ ise şöyle demektedir: Bu buyruk:
"İnsana nezdimizden... tattırıp da" buyruğundan istisnadır. Çünkü
"insan", nâs (insanlar) anlamındadır. "Nâs" ise kâfiri de
mü'mini de kapsamına alır. O halde buradaki istisna muttasıl bir istinâdır. Bu
açıklama güzel bir açıklamadır.
"İşte onlara
mağfiret... vardır" buyruğu mübtedâ ve haberdir."Ve büyük bir
mükâfat" ifadesinde ise "mükâfat" anlamındaki (fecr) kelimesi
atfedilmiştir, "büyük" de onun (fecr'in) sıfatıdır.[16]
12. Şimdi
sen: "Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber bir de bir melek
gelmeli değil miydi?" demeleri yüzünden sana vahyolunandan bir kısmını
terketmek isteyecek misin ve bundan dolayı göğsün daralacak mı? Sen ancak bir
uyarıcısın. Allah, herşeye vekildir.
13. Yoksa:
"Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse haydi siz de
onun gibi uydurma on sûre getirin. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa,
onları da çağırın.Eğer doğru söyleyenler İseniz."
"Şimdi sen...
sana vahyolunandan bir kısmını terketmek İsteyecek misin?" Yani olur ki
sen onlardan gördüğün bu aşın inkâr ve yalanlama dolayısıyla, üzerinde
bulunduğun haktan kısmen de olsa seni kaydıracaklarını zannedebilirsin,
demektir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar: "Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber
bir de melek gelmeli değil miydi?" deyince, o da onların ilahlarına dil
uzatmayı terketmeyi içten içe kararlaştırdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme
İndi.
Buna göre buyruk,
istiflıam (soru) anlamındadır. Yani onların senden böyle bir istekte
bulunmalarına uygun olarak ilahlarına dii uzatmayı ihtiva eden sözleri
söylemeyi terk mi edeceksin? Böylelikle tebliğinde nihaî noktaya varma emri de
daha bir pekiştirilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ey Peygamber! Rabbinden
sana indirileni tebliğ et" (el-Mâide, 5/67) buyruğunda olduğu gibi.
Buyruğun, böyle bir
şeyin (yani terketme) ihtimalinin uzaklığı söz konusu olmakla birlikte nery
anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sen, asla böyle bir şeyi yapmazsın.
Aksine sen, sana indirilenlerin tümünü onlara tebliğ edersin. Çünkü Mekke
müşrikleri Peygamber (sav)'e şöyle demişlerdi: Şayet sen bize ilahlarımıza dil
uzatılmayan bir kitab getirecek olursan, hiç şüphesiz biz de sana uyarız.
Peygamber (sav) de onların ilahlarına dil uzatmaktan vazgeçmek isteyince bu
âyet-i kerîme nazil oldu.
"Ve bundan dolayı
göğsün daralacak mı?" buyruğu "terketmek isteyecek misin?"
anlamındaki buyruğa atredilmiştir." Göğsün" anlamındaki kelime de
bundan dolayı merfu'dur. "Bundan dolayı"daki "he" zamiri
ise ya "şey" anlamındaki e, ya
da "bir kısmını" anlamındaki kelimeye, yahut "tebliğe",
yalı utta "yalanlama"ya raci'dir.
Yüce Allah'ın;
"Daralacak" diye buyurup da
Dardır, daralmaktadır," diye buyurmamast bundan önce gelen;
"Terketmek isteyecek" kelimesine şekil itibariyle benzesin diyedir.
Diğer sebeb ise; "Daralacak (daralan)" sıfatı arızîdir, gelip geçer.
"Dardır," sıfatı ise daha bir kalıcıdır.
"Itemeleri"
anlamındaki ifade nasb mahaüindedir. Bu da demelerinden hoşlanmadığın için
yahut demesinler diye takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Allah, yanılırsınız
diye size açıklıyor." (en-Nisa, 4/176) buyruğunda olduğu gibi ki, bu da
"yanılmayasınız diye" demektir. Yahut burada "böyle demeleri
yüzünden, dediklerinden ötürü " anlamında olması da mümkündür.
"Ona bir hazine
indirilmeli, yahut onunla beraber" onun söylediklerini doğrulayacak
"bir de bir melek gelmeli değil miydi?" Bu sözleri Mahzumlu Abdullah
b. Ebİ Ümeyye b. el-Muğire söylemişti.
Şanı yüce Allah ise
şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed: "Sen ancak bir uyarıcısın." Senin
görevin onları uyarmaktan ibarettir. Yoksa onların getirmeni isteyip teklif
ettileri âyetleri (ve mucizeleri) getirmek değildir.
"Allah ise
herşeye vekildir." Herşeyi gözeten, koruyan ve herşeye tanık olandır.
"Yoksa onu
kendisi uydurdu mu, diyorlar?" buyruğundaki "Yoksa";
"Hayır," anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden Yunus
Sûresi'nde (10/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani; Ey Muhammed!
Sen bu Kur'ârt sayesinde onların senin peygamberliğine karşı ileri sürdükleri
delil çürütmüş ve ortaya attıkları problemleri çözmüş, bu Kur'ân ile onlara
karşı susturucu bir delil getirmiş bulunuyorsun. Şayet onlar; bu Kur'ân'ı sen
uydurdun diyorlarsa, haydi kendi kanaatlerine uygun olarak uydurulmuş, benzeri
bir kitab getirsinler. "Allah'tan başka" yani kâhinleri ve yardımcı
olacak olanları "kime gücünüz yetiyorsa, onları da çağırın."[17]
14. Eğer
bunun üzerine size cevap vermezlerse, bilin ki; demek o ancak Allah'ın ümiyle
indirilmiştir ve gerçekten Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman
oluyor musunuz?
"Eğer bunun
üzerine size cevap vermezlerse" yani onlara bu meydan okuyuşunuzda size
cevap veremeyip buna imkân bulamayacak olurlarsa, o halde onlara karşı delil
gereği gibi ortaya konulmuş demektir. Çünkü söz ustaları, belagat sahipleri ve
di Ti kullananlar onlardır.
"Bilin ki demek
o, ancak Allah'ın İlmiyle indirilmiştir" ve böylelikle Muhammed (sav)in
doğru söylediğini de bilin.
"Ve" ayrıca bilin ki "gerçekten O'ndan başka
hiçbir ilah yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?" Burada sonu emir
anlamındadır. Bu âyetin anlamına ve Kur'ân-ı Kerîm'in mucize olduğuna dair açıklamalar
bu kitabın (tefsirin) mukaddimesinde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a
hamdolsun.
"De ki:
Öyleyse... getirin" buyruğu ve ondan sonrasında hitab bir kişiye (Hz.
Peygamber'e) yönelik olmakla birlikte; "eğer... size cevab vermezlerse"
buyruğunda "sana" denilmeyişiyle ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:
Bu ifade tekil olan muhatabtan ta'zim ve tefhim kastı İİe çoğula tahvil
(iltifat) yapılmıştır. Nitekim başkan olana kimi zaman çoğul kipleri ile hîtab
edildiği de olur. Bununla birlikte "size"deki zamir ile
"bilin"deki zamir bütün herkese aittir. Herkes bilsin ki bu Kitab
"ancak Allah'ın ilmiyle İndirilmiştir" demektir. Bu açıklamayı da
Mücalıid yapmıştır.
"Size" ile
"bîlin"deki çoğul zamirlerin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir
ki anlamı şöyle olur: Eğer size yardımcı olsunlar diye çağırdığınız varlıklar
sizin isteğinizi yerine getirmeyib siz de Kur'ân'ın bir benzerini ortaya
koyamayacak olursanız o takdirde "bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle İndirilmiştir."
Ayrıca
"size"de ki zamirin hem Peygamber (sav)e, hem mü'minlere'ait olduğu
"bilin"deki zamirin ise müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.[18]
15. Kim
dünya hayatını ve onun süsünü arzu ederse, onlara amellerinin karşılığım orada
tamamen öderiz. Onlar bu hususta zarara uğratılmazlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[19]
Yüce Allah'ın:
"Kim... ederse" buyruğundaki;
zaiddir. Bundan dolayı şartın cevabı cezm olarak; "Onlara...
tamamen Öderiz" diye buyurulmuştur. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır.
ez-Zectâc ise der ki: "Kim... ederse" buyruğu şart olarak cezm
mahailindedir. Cevabı ise "onlara... tamamen öderiz" buyruğudur.
Yani takdirindedir. Burada birinci fiil (şart fiili) lafzı itibariyle mazidir,
ikinci (cevab) fiii ise mu2aridir. Nitekim Zülıeyr'in şu beyi tinde de
böyledir:
"Kim ölümün
sebeplerinden korkarsa hiç şüphesiz karşılaşır onlarla Velev ki semanın
yollarına merdivenle tırmanacak olsa bile."
Bu âyetin açıklaması
hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun kâfirler hakkında
indiği söylenmiştir. ed-Dahhâk'ın görüşü budur, en-Nehhâs da bunu tercih
etmiştir. Buna delil de bir sonraki âyet-i kerîmede geçen: "İşte onlar
âhire ve ateşten başka birşeyteri olmayacak kimselerdir" buyruğudur. Yani
aralanndan herhangi bir kimse akrabalık bağım gö-zetse veya sadaka verecek
olsa, Biz dünya hayatında ona bunların mükâfatını bedeninin sağlığıyla, bol
rızık ile veririz. Fakat böyle bir kimsenin âhirette karşılığını görecek bir
İyiliği bulunmaz. Bu manadaki açıklamalar yeteri kadar daha önce et-Tevbe
Sûresi'nde (.9/53- âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Bu âyet-İ kerîme ile
mü'mirilerin kastedildiği de söylenmiştir. Yani her kim ameliyle dünya
mükâfatını elde etmek isterse, mükâfatı ona peşinen verilir ve dünyada onun
mükâfatı hiçbir şekilde eksik verilmez. Ancak âhirette onun için azab vardır,
Zira o, o ameliyle yalnızca dünyayı kastetmiştir. Bu da Hz. Peygamber'in:
"Ameller ancak niyetlere göredir"[20]
buyruğuna benzemektedir. Kişiye maksadına uygun karşılıklar verilir ve
kalbinin niyetine göre ona mukabelede bulunulur. Bu ise bütün dinlerin
ümmetleri arasında ittifakla kabul olunmuş bir husustur.
Bu buyruğun
amellerinde riyakârlık yapan kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Nitekim
nakledilen haberde riyakâr kimselere şöyle denileceği belirtilmektedir:
"Siz oruç tuttunuz, namaz kıldınız, zekât verdiniz, cihad ettiniz, Kur'ân
okudunuz. (Ancak): Bunları yapan kimselersiniz, denilsin diye yaptınız ve
bunlar da (hakkınızda) söylenmiş bulunmaktadır. Daha sonra şöyle
buyurulmaktadın "İşte ateşin üzerlerine ilk alevlendirileceği kimseler
bunlardır." Bu hadisi Ebu Hureyre rivayet ettikten sonra, şiddetlice
ağladı ve şöyle dedi: Rasûlullaiı (sav) doğru söylemiştir. Nitekim yüce Allah
da: Kim dünya hayatını ve onun süsünü arzu ederse..." buyruğu ile başlayan
iki âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hadisi Müslim, Sahih'inde bu manada rivayet eniği
gibi, Tİrmİzî de rivayet etmiştir.[21]
Âyet-i kerîmenin
ameliyle Allah'tan başkasını niyet eden herkes hakkınca umumî olduğu da
söylenmiştir. Bu kimse aslen ister mü'min olsun, ister olmasın farketmez. Bu
görüş Mücahid ve Meymun b. Mihran'm görüşüdür. Muaviye -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- de bu kanaattedir. Meymun b. Mihran der ki: İyilik işleyip de
onun mükafatı kendisine tastamam ödenmeyen hiçbir kimse olmaz, Eğer bu kimse
ilılas sahibi müslüman bir kişi ise dünyada da, âhirette de onun bu iyiliğinin
karşılığı ona ödenir. Şayet kâfir ise yalnızca dünyada iyiliğinin karşılığı
ona ödenir.
Şöyle de denilmiştir:
Peygamber (sav) ile birlikte katıldığı gazası da dünyalık elde etmek isteyene
bu amelinin karşılığı eksiksiz verilir. Yani ona bu gazasının mükafatı tastamam
verilir ve ondan hiçbir şey eksiltilmez. Bu ise buyruğu tahsis etmektir, ancak
bunun umum ifade ettiği görüşü daha doğrudur.[22]
Kimi ilim adamı der
ki: Bu âyet-i kerîmenin anlamı Hz, Peygamber'in: "Ameller ancak niyetlere
göredir" buyruğu ile aynıdır. Ayrıca bu âyet-i kerîme şuna da delildir
Bir kimse Ramazan ayında, Ramazan kastı ile olmaksızın oruç tutarsa, onun
tuttuğu bu oruç Ramazan için geçerli olmaz. Yine âyet-i kerîme şunu
göstermektedir. Bir kimse serinlemek ve temizlenmek kastıyla abdest alacak
olursa, namaz için Allah'a yaklaşmak maksadıyla alınmış bir abdest yerine
geçmez. İşte bu husus, bu kabilden olan bütün ameller için de böyledir.[23]
İlim adamlarının
çoğunluğu bu âyei-i kerîmenin mutlak olduğu görüşündedir. Aynı şekilde Şûra
Sûresi 'nde yer alan: "Kim âhiret ekinini isterse, onun ekinini
arttırırız. Kim de dünya ekinini isterse, kendisine ondan bir şeyler
veririz." (eş-Şûrâ, 42/20.) buyruğu ile; "Kim dünya nimetlerini
dilerse, ona ondan veririz" (Âl-i İmran, 3/145) buyruğunu ise İsra
Sûresİ'nde yer alan şu âyet-i kerîme kayıtlamakta ve açıklık getirmektedir:
"Kim bu dünyayı isterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi
çabucak veririz." (el-İsra, 17/18) buyruğundan itibaren "...ahkonmuş
değildir." (el-İsra, 17/21) buyruğuna kadar olan buyruklar, buna kayıt
getirmektedir. Böylelikle yüce Allah şunu haber vermektedir: Kul niyet eder ve
irade eder, şanı yüce Allah da dilediğini hükmeder.
ed-Dahhâk, Ibn Abbas
(r.a)dan. yüce Allah'ın: "Kim dünya hayatını... arzu ederse"
buyruğunun yüce Allalrın: "Kim bu dünyayı isterse..." buyruğu ile
nesh olduğunu söylediğini rivayet etmektedir. Ancak sahih olan bizim
zikrettiğimizdir ve bunun (buyruklardan birisinin) mutlak (diğerinin) ise
kayıtlayıcı olduğu şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Kullarım sana Beni
sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım, Bana dua ettiğinde dua edenlerin
duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) buyruğu da buna
benzemektedir. Bu buyruğun zahiri dua eden herkesin, duasının her zaman ve her
durumda kabul edileceğini haber vermektir. Oysa durum böyle değildir, çünkü
yüce Allah: "O da dilerse" yalvardığınız şeyi giderir"
(el-En'âm, 6/41) buyruğu bunu gerektirmektedir.
Haberlerde nesh
caiz değildir. Çünkü aklen vacib olan şeylerin değişmesi de imkansızdır, yüce
Allah'ın yalan bir şeyi bildirmesi de imkansızdır. Şer'î hükümlere dair verilen
haberlerde ise, konu İle ilgili fıkıh usulü kitaplarında açıklandığı şeküdeki
görüş ayrılıkları çerçevesinde caizdir. İleride buna dair açıklamalar yüce
Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/67. âyetin tefsirinde) gelecektir.[24]
16. İşte
onlar, âhirette ateşten başka bir şeyleri olmayacak kimselerdir. Orada
İşledikleri şeyler boşa gitmiştir. Zaten yapageldik-leri hep bâtıldır.
"İşte onlar,
âhirette ateşten başka bir şeyleri olmayacak kimselerdir"
buyruğunda ebediliğe
işaret vardfr. Mü'min ise cehennemde ebedîyyen bırakılmaz. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret
etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar." (en-Nisa, 4/48 ve 116) O
bakımdan bu buyruk ameli ile riyakârlık yapan kimsenin küfür üzere vefat
etmesi şeklinde anlaşılmalıdır.
Anlamın şöyle
olduğu da söylenmiştir: Böyleleri için sayısı belii günlerim yalnız ateş azabı
olacaktır. Sonra da bunlar (mü'min olduklarından) ya şeraite nail olarak
çıkartılacaklardır, yahut ta kabza[25] ile
çıkartılacaklardır. Ancak âyet-i kerîme böylelerinin imansız olarak ölmeleri
ile tehdit edilmelerini gerektirmektedir. Daha önce geçen hadiste ise küfür,
Özellikle de riya kasredilmektedir. Zira bundan önce Nisa Sûresi'nde (4/142.
âyetin tefsirinde) geçtiği üzere riya da bir şirktir İleride Kehf Sûresi'nin
sonunda (18/110. âyetin tefsirinde) da gelecektir. "Zaten yapageldikleri
hep bâtıldır" anlamındaki buyruk mübtedâ ve haberdir.
Ebu Hatim der ki:
"Yaptıkları" lafzının sonundaki "he" hazfedilmiştir.
en-Nehhâs da der ki: Böylesinin hazfe ihtiyacı yoktur, çünkü bu mastar
anlamındadır. Yani; "Ve onun ameli de batıldır" takdirindedir. Ubeyy
ile Abdullah'ın kıraatinde ise; "Yapageldikleri de bâtıldı"
şeklindedir.
O takdirde zâid olur, yani i "Ve zaten onlar batıl
işleyip dururlardı" takdirindedir.[26]
17.
Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunup da onu yine kendinden bir şahid
takib eden, daha önce Musa'nın bir önder ve rahmet olan kitabı (ile tasdik
edilmiş) bulunan kimse (gibi) İşte
bunlar ona iman ederler. Artık bu gruplardan kim onu tanımazsa bilsin ki ona
vaadedilen yer ateştir. O halde bundan asla şüphen olmasın. Çünkü o, Rabbinden
gelen haktır. Fakat insanların çoğu iman etmezler.
Yüce Allah'ın:
"Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunup da..." anlamındaki
buyruk mübtedâdır, haberi ise hazfedilmiştir. Yani Peygamber (sav)e uymak
hususunda Rabbinden gelen apaçık bir delil üzerinde olan ve beraberinde hakkı
apaçık kendisi vasıtasıyla görebileceği üstünlük de bulunan kimse, dünya
hayatını ve süsünü isteyen kimse gibi midir? Bu şekildeki açıklama Ali b,
el-Hüseyn ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'den nakledilmiştir. Aynı şekilde İbn Zeyd
de şöyle demektedir: Apaçık delil üzere bulunan kişi Muhammed (sav)e tabi olan
kişidir.
"Onu da yine
kendinden bir şahld takip eden" buyruğu ise Allah'tan bir şahit... demek
olup, bu da Peygamber (sav)dir. Yüce Allah'ın: "Rabbinden apaçık bir delil
üzerinde bulunup da" buyruğu ile kastedilenin Peygamber (sav) olduğu söylenmiştir.
Buradaki ifade, yüce Allah'ın: "... ve bundan dolayı göğsün daralacak
mı?" (Hûd, 11/12) buyruğu ile alakalıdır. Yani beraberinde Allah'tan
gelmiş bir beyan, Kur'ân gibi bir'mucize -ileride geleceği üzere- Cebrail gibi
bir şahit bulunup da bundan önceki kitapların kendisini müjdelediği bir
kimsenin -Allah'ın kendisini düşmanına teslim etmeyeceğini kesin olarak
biliyorken- tebliğden ötürü hiç kalbinde darlık olur mu? Bu durumda
"Rabbinden" buyruğundaki zamir de; "Onu yine kendinden bir şahid
takip eden" buyruğundaki zamirler
de Hz. Peygamber'e ait olur.
îkrime ise İbn
Abbas'tan burada kastedüenin Cebrail olduğunu rivayet etmektedir. Mücalıid ve
en-Nehaî'nin görüşü de budur. Buna karşılık 'kendln-den"deki zamir yüce
Allah'a aittir. Yani yüce Allah'tan geien bir şahidin takip ettiği o delil ve
beyan..., demektir. Mücahîd de der ki: Şahit'len kasıt Hz. Peygamber'i koruyan
ve onu doğrultan, Allah taralından görevlendirilmiş melektir.
Hasan-ı Basrî ve
Katâde ise derler ki: Şahit RasûluJlah (sav)ın dilidir. Muhammed b. Ali b.
el-Hanefiyye der ki: Ben babama şahit sen misin? diye sordum. O, o şahid ben
olayım diye çok arzu ederdim, fakat o Rasûlullah (sav)ın dilidir. Şahidin Ali
b, Ebi Talib olduğu da söylenmiştir. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet
edilmektedir; Şahit Ali b. Ebi Talib'dir. Yine Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Hakkında bir ya da iki âyetin inmediği Kureyşli hiçbir adam
yoktur. Birisi ona ya senin hakkında ne nazil oldu? diye sorunca, Hz. Ali:
"Onu yine kendinden bir şahit takip eden" buyruğu indi, dedi.[27]
Şahidin, Rasûlullah
(sav)ın suretinin, yüzünün ve güzel özelliklerinin olduğu da söylenmiştir.
Çünkü fazilet ve akıl sahibi bir kimse Peygamber (sav)e baktt mı onun
Rasûlullah (sav) olduğunu bilirdi. Buna göre buradaki "o" zamiri -İbn
Zeyd ve diğerlerinin görüşüne göre- Peygamber (sav)e raci'dir.
Şahidin, söz dizisi
(nazmı) ve belağati, tekbir lafızda bir çok anlamları ihva etmesi bakımından
Kur'ân-ı Kerîm olduğu da söylenmiştir. Bu görüş de Huseyn b. el-Fadl'a aittir.
Buna göre "kendinden" de ki zamir Kur'ân-ı Ke-rîm'e aittir.
el-Ferrâ da der ki:
Kimi ilim adamt şöyle demiştir: "Onu yine kendinden bir şahit takip
eden" İncil demektir, her ne kadar İnciî, Kur'ân'dan önce ise de tasdik
hususunda o Kur'ân'ı takib etmektedir. "Kendinden"deki zamir ise yüce
Allah'a aittir.
Şöyle de denilmiştir:
Apaçık delil (beyyine) kalpleri aydınlatan Allah'ın marifetidir. Onu takib
eden şahit ise insanın dimağında yerleştirilmiş ve nuru ile insanın kalbine
aydınlık veren akıldır.
"Daha önce"
ise İncil'den önce demektir. "Musa'nın bir önder ve rahmet olan
kitabı" anlamındaki buyrukta yer alan; "Musa'nın kitabı,"
mübtedâ olarak ref edilmiştir. Ebu İshak ez-Zeccac der ki: Buyruğun anlamı
şudur: Onu da, ondan önce gelen Musa'mn kitabı takib eder. Çünkü Peygamber
(sav)'in nitelikleri Hz. Musa'nın kitabında da belirtilmiştir: "Onlar ki
yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları... ümmî peygamber olan o
Rasûle uyarlar." (el-A'râf, 7/157)
Ebû Halim ise yüce
Allah'ın: "Daha önce Musa'nın... kitabı" anlamındaki buyruğunu, kimi
ilim adamının: "şeklinde "kitab" kelimesini nasb ile okuduğunu
nakletmektedir. el-Mchdevî ise bunu el-Kel-bî'den nakleder. Buna göre
"kitab" kelimesi; "Onu...
takib edendeki zamire atfedilmiş olur. Yani: Musa'nın kitabını da Cebrail (as)
okumuş idi. İbn Abbas (r.a) da böyle demiştir. Bu da ondan önce Cebrail,
Musa'nın kitabını, Musa'ya okumuştu demek olur. Yine İbn Abbas'ın bu görüşüne
göre; "Kitab" kelimesinin mertü okunması da mümkündür, o takdirde
mana da şöyle olur: Ondan önce ise Musa'nın kitabı da böyle idi. Yani Cebrail,
Kur'ân'ı Muhammed'e okuduğu gibi, Musa'ya da (Tevrat'ı) okumuştu,
"Bir önder"
kelimesi hal olarak nasb edilmiştir, "Ve rahmet" de ona atfedil
mistir.
"İşte bunlar ona
iman ederler" buyruğunda işaret İsraiioğullannadır. Yani İsrailoğulları
Tevrat'ta yer alan senin peygamberliğinle ilgili müjdeye iman ederler. Seni
ancak bu sonrakiler inkâr ederler, İşte kendilerine cehennem vaadedilenler
bunlardır. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmiştir.
"Ona'daki zamirin
Kur'ân'a ait olması da, Peygamber (sav)e ait, olması da mümkündür.
"Artık bu
gruplardan" yani -Katâde'den
rivayete göre- bütün din mensublarından "kim onu" Kur'ân-t Kerîm'i
veya Peygamber (sav) "tanımazsa bilsin ki ona vaadedilen yer
ateştir." Said b. Cübeyr de aynı şekilde "gruplar (el-ahzâb)"
ile bütün din mensublannın kastedildiğini söylemiştir. Çünkü bunlar kendi
aralarında gruplaşanı k Laraftadık ederler. Burada "gruplar'dan kastın
Kureyş ve onların antlaşmakları olduğu da söylenmiştir.
" Ona vaadedilen
yer ateştir" buyruğu, böyleleri cehennem ehlindendir, demektir. Şair
Hassan (b. Sabit) der ki:
"Kuşluk vakti siz
onları ölüm havuzlarına doğru götiirdünüz, Onlara vaadedilen yer ateştir, ölüm
de karşılanndadır onların."
Müslim'in, Sahih'inde
Ebû Yûnus yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)in şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir: "Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, bu
ümmetten (tebliğe muhatab olan ümmetten) herhangi bir kimse; yahudi veya
hristiyan olsun, beni (peygamberliğimi) işitip de sonra benimle gönderilene
iman etmeksizin ölürse, hiç şüphesiz cehennemliklerden olur."[28]
"O halde
bundan" yani Kur'ân'dan "asla şüphen olmasın" tereddüt içerisinde
o]mayasın. "Çünkü o Rabbinden gelen haktır. Yani Kur'ân-ı Kerîm Allah'tan
gelmiştir. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. el-Kelbî de der ki: Yani sen
kâfirin cehennemde olacağından yana hiçbir şüphe ve tereddüt içerisinde
olmayasın. "Çünkü o... haktır" yani söylenen bu hak söz; mutlaka
gerçekleşecek olandır. Hitab her ne kadar Peygamber (sav)e ise de maksat bütün
mükelleflerdir.[29]
18.
Allah'a
karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar
Rabblerlne arzoiunurlar. Şahitler de: "İşte Rabblerine karşı yalan
söyleyenler bunlardır derler. Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir.
19. O zalimler ki Allah yolundan alıkoyarlar ve onu eğriltmek İsterler.
Onlar âhireti inkâr edenlerin de tâ kendileridirler.
"Allah'a karşı
yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kim olabilir?" Kendilerine
bunlardan daha ileri derecede zulmeden hiçbir kimse yoktur, demektir. Çünkü
bunlar, Allah'a karşı yalan iftira etmiş, uydurmuşlar ve Allah'ın sözünü
başkasına izafe etmişlerdir. O'nun ortağı ve evi adı olduğunu delilsiz iddia
etmişler, putlar için de: Bunlar Allah nezdinde şefaatçilerimizdir, demişlerdir.
"Bunlar
Rabblerinc arzolunurlar" yani Rabbleri amellerinden dolayı onları hesaba
çeker; "şahitler de... derler." Şahitlerden kasıt ise Mücahid ve
başkalarından nakledildiğine göre Hafaza melekleridir. Süfyan der ki: Ben el
A'meş'e "şahitler" hakkında soru sordum da o: Meleklerdir, dedi.
cd-Dalı-iıâk ise şahitler peygamberler ve rasûllerdir, der. Delili de yüce
Allah'ın: "Her ümmetten birer şahit getirip, bunlara karşı da seni şahit
getireceğimiz zaman halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41.) buyruğudur.
Şahitlerin İlahî
mesajları tebliğ eden (sahiplerine ulaştıran) melekler, peygamberler ve alimler
oldukları da söylenmiştir. Katade der ki: Bununla yüce Allah, bütün mahlukatı
kastetmiştir. Müslim'in, Sahih'inde yer alan Safran b. Muhriz'in, İbn Ömer'den,
onun da Peygamber (sav)den naklettiği hadis-i şeriPte Hz. Peygamberin şu
buyrukları da yer almaktadır: "... Kâfirlerle münafıklara gelince, bütün
İnsanların önünde onlara: İşte bunlar, Allah'a karşı yalan uyduranlardır, diye
seslenilir."[30]
"Haberiniz olsun
ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir." Allah'ın, rahmetinden
uzaklaştırması, gazabı ve (Allah'tan) uzak tutması, ibadeti asıl olması
gereken yerden başka yere koyanların üzerinedir,
"O zalimler ki
Allah'ın yolundan alıkoyarlar" buyruğundaki: "O...ler ki" ism-i
mevsûl'unun "zalimler"e sıfat olarak cer mahallinde olması mümkün
olduğu gibi, ref" mahallinde olması da mümkündür. Yani onlar öyle
kimselerdir ki... demek olur. Bunun yüce Allah'tan yeni bir hitab (müb-tedâ)
olduğu da söylenmiştir. Yani hem kendilerini, hem de başkalarını iman ve
itaatten alıkoyanlar, işte onlardır.
"Ve onu eğriltmek
isterler." Yani masiyet ve şirke götürmek suretiyle o yoldan insanları
uzaklaştırırlar. "Onlar âhireti inkâr edenlerinde tâ kendileridirler"
buyruğunda: "Onlar... ler" lafzının tekrarlanması le'kid içindir.[31]
20. Onlar
yeryüzünde âciz bırakabilecek değillerdir. Kendilerinin Allah'tan başka hiçbir
velileri de yoktur. Onlara azab kat kat verilecektir. Onların hem İşitmeye
güçleri yetmezdi, hem de görmezlerdi.
"Onlar yeryüzünde
âciz bırakabilecek değillerdir." Allah'ın azabından kurtulamazlar. İbn
Abbas dedi ki: Benim yeryüzüne emir verip de onları yerin dibine geçirmesini
emretmekten yana onlar Beni âciz bırakamazlar.
"Kendilerinin
Allah'tan başka hiçbir velileri" yani yardıma lan "de yoktur." "Velileri" buyruğunun başındaki,
fazlalıktır.
Ayrıca nın, anlamında
ism-i mevsûl olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur:
İşte onlar âciz bırakabilecekler değildi. Ne kendiieri, ne de Allah'tan başka
dost edindikleri kimseler.
Aynı zamanda bu, İbn
Abbas (r.a)ın da görüşüdür.
"Onlara azab kat
kat verilecektir. Yanı azabları küfür ve masiyet]erine göre verilecektir.
"Onların hem İşitmeye güçleri yetmezdi" buyruğundaki edatı; "İşitmeye güçleri yettiği için
(ve işitmediklerinden dolayı)" takdiri ile nasb mahallindedir.
"Hem de
görmezlerdi." Yani onlar bu güçlerini hakkı dinlemek, işitmek ve onu
görmek uğrunda kullanmadılar. Araplar ona yaptığının karşılığını verdim,
anlamında hem hem de: derler. Kimi zaman bu "be" harf-i cerr'ini
zikrederler, kimi zaman hazfederler. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:
"Sana ben hayrı
emrettim, sen de emrolunduğım şeyi yap, Ben seni, zaten taşınır taşınmaz pek
çok mal sahibi olarak bıraktım."
Bu buyruktaki ın zarf
olması ve şu anlamı vermesi de mümkündür: Azab ebedî olarak onlara kat kat
verilir. Yani onların işitip görebildikleri süre boyunca onların azablan kat
kat verilecektir. Şanı yüce Allah da cehennemde onları ebediyyen buna güç
yetirir halde bırakacaktır. Yine bu edatın ;rabtan mahalli olmaksızın nef'y
edatı olması da mümkündür. Çünkü ondan önce ifade tamam olmuş bulunmaktadır ve
"azab" kelimesi üzerinde vakıf, anlamın anlaşılması İçin yeterlidir.
Buna göre de mana şöyle olur: Onlar dünyada iken yararlanabilecekleri şekilde
i site iniyorlardı Ve hidayet bulan bir kimsenin gördüğü şekilde
görmüyorlardı.
el-Ferrâ der ki: Onlar
işitemiyorlardı, çünkü Allah I.evh-i Mahfuz'da onları sapıklar arasında
yazmıştı. ez-Zeccâc der ki: Buna sebep Peygamber (sav)e duydukları kin ve
besledikleri düşmanlıkları idi. Bundan dolayı ondan hiçbir şey işitemiyor ve
hiçbir şey anlayamıyorlardı.
en-Nelıhâs da der ki:
Böyle bir anîatım Arap dilinde bilinen bir şeydir. Mesela; filan kişi -eğer bu
iş kendisine ağır geliyor ise- filâna bakamıyor bile, denilir.[32]
21. İşte
bunlar kendi kendilerine yazık edenlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler de
önlerinden kaybolup gitti.
22. Şüphesiz
onlar âhirette en çok zarara uğrayacak kimselerdir.
"İşte bunlar
kendi kendilerine yazık edenlerdir" buyruğu mübtedâ ve haberdir.
"Uydurmakta oldukları şeyler de önlerinden kaybolup gitti." Yani
uydurdukları şeyleri kaybettiler, önlerinden yok olup gittiler.
Yüce Allah'ın;
"Şüphesiz" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamlarının bir kaç görüsü
vardır. el-Halîl ve Sibeveyh bunun "gerçek şu ki" anlamında olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre onlar; ile yi
bir arada tek bir kelime olarak; yi ise
burada ref mahallinde kabul ederler. el-Fer-râ ve Muhammed b. Yezîd'in görüşü
de budur. Bunu da en Nehhâs nakletmektedir. el-Mehdevî der ki: Yine
el-Halîl'den nakledildiğine göre, bu tabir "mutlaka ve kaçınılmaz
olarak" anlamlarına gelir. el-Ferrâ'mn da görüşü budur. Bunu da
es-Sa'lebî nakletmektedir.
ez-Zeccâc ise der ki:
Burada nefy edatıdır ve bu da onların;
putların kendilerine fayda sağlayacağı şeklindeki görüşlerini reddetmektedir.
Anlam şöyle gibidir: Hayır, böyle bir şeyin onlara faydası olmayacaktır. Buna
karşılık ise kesbetci, kazandı anlamındadır. Böyle bir fiil onlara hüsranı
kazandırdı, onları zarara soktu, demek olur. "Kesbetti" fiilinin
faili İse mahzuftur. ise, fiili ile nasbedilmiştir.
Nitekim; " Senin
Zeyd'den uzak kalışın, onun sana kızgınlığını çekti, kesbettirdi" demeye
benzer. Şair de der ki:
"Biz onun başını
bir hurma kütüğünün tepesine diktik, Ellerinin kazandıkları sebebiyle; biz
haksızlık etmedik."
el-Kisaî ise;
"bu, onların ...larına mani olmadı, engellemedi" anlamındadır, der.
Bunun; "Kat'î olarak hiçbir kimse ortaya koyamadı" anlamına geldiği
ve çokça kullanım dolayısıyla failin hazfedildiği de söylenmiştir. ise kat'
(kat'î olarak ortaya koymak, kesmek) anlamlarına gelir. Mesela; "Hurma
ağaçlarından hurmayı devşirdi, kopardı" denilir. Bu işi yapana da ism-i
fail olarak; denilir, bunun çoğulu da
şeklinde gelir. "Bu devşirme zamanıdır" anlamındadır.
"Koyunun yününü kırptım" demektir, "Ondan bir miktar kırptım,
aldım" manasınadır. Tıpkı; "Bir şeyi kestim," fiiline
benzemektedir..[33] Bu açıklamaları el-Cevherî yapmaktadır,
en-Nehhâs der ki:
el-Kisaî bu terkibin dört türlü kullanıldığını iddia etmektedir. şeklindeki üç
türlü kullanımı zikrettikten sonra der ki: Fezârelilerden bir kesim de sondaki
"mim"i kullanmaksızın;
şeklinde kullanırlar. El Ferrâ ise bu hususta iki ayrı söyleyiş daha
nakledip şöyle der: Âmiroğullan; derler. Araplardan bir grup da; şeklinde
"cim" harfini ötreli olarak kullanırlar.[34]
23. Muhakkak
iman edip salih ameller İşleyenler ve Rabblerine İtaat ve tevazu ile
bağlananlar, işte onlar cennetlik olanlardır. Onlar orada ebediyyen
kalacaklardır.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak iman. edip..." buyruğunda; "...lef" " Muhakkak"ın ismidir. "İman
edenler" ise, onun sıla'sidir. Yani tasdik edenler, doğrulayanlar
demektir.
"Salih ameller
işleyenler ve Rabblerine taat ve tevazu ile bağlananlar" anlamındaki
buyruk ise sılaya attedilmiştir.
İbn Abbas der ki:
"Taat ve tevazu ile bağlananlar, dönenler, yönelenler" demektir.
Mücahid, itaat edenler, Katâde ise alçak gönüllülükle boyun eğerler; Mukatil
ihiasla itaatte bulunurlar, diye açıklamışlardır. el-Hasen de der ki: Âyette
geçen; Kalpte sebat bulan korku
dolayısıyla tevazu ile boyun eğmek" demektir. Bu kelime aslında düzlük
anlamındadır. Onunla aynı kökten gelen
ise "geniş ve düz arazi" anlamındadır. Buna göre
"ihbât" huşu ve itmi'nan yahut yüce Allah'a bu şekilde doğruluk üzere
devam eden yüce Allah'a dönüş demektir.
"Rabblerine"
buyruğu ile ilgili olarak el-Ferrâ bunun; ile aynı anlama geldiğini söyler.
Bununla birlikte; onlar bu şekildeki itaat ve tevazularını Rabblerine
yöneltmişlerdir (yani itaat ve tevazu ile Rabblerine yönelmişlerdir) anlamında
olması da muhtemeldir. "İşte onlar" anlamındaki buyruk ta, in
haberidir.[35]
24. Bu iki
kesimin hail kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer. Örnek olarak
ikisi eşit olurlar mı? Hâlâ iyice düşünmez misiniz?
"Bu iki
kesimin hali" anlamındaki buyruk mübtedâdır. Haberi ise "kör ve
sağırla..." buyruğu ve ondan sonraki buyruklardır. el-Ahfeş der ki: Kör ve
...işitenin misali gibidir, anlamındadır. en-Nehhâs der ki: İfadenin takdiri
şöyledir: Kâfir kesimin misali kör ve sağır gibidir. Mü'min kesimin misali ise
işiten ve gören gibidir. Bundan dolayı "örnek olarak ikisi eşit olurlar
mı?" dîye buyurmaktadır. Böylelikle burada iki kesimin eşitsizliğinden söz
edildiği ortaya çıkmaktadır. Bu anlamdaki bir açıklama Katade'den ve başkalarından
da rivayet edilmiştir. Ed Dahhâk der ki: Kör ve sağır kâfirin misali, işiten
ve gören de mü'minin misalidir.
Şu anlamda olduğu da
söylenmiştir: Hiç kör ile gören ve hiç sağır ile işiten eşit olur mu?
"örnek olarak" lafzı temyiz olarak nasbedilmiştir.
"Hâlâ" bu
iki örnek ve nitelikleri hakkında "İyice düşünmez" ve bunlar üzerinde
dikkatle durmaz "mısınız?"[36]
25. Andolsun
Biz, Nuh'u kavmine göndermiştik: "Şüphesiz ki ben sizin İçin apaçık bir
uyarıcıyım.
26.
"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben sizin için acıklı bir
günün azabından korkuyorum" demişti.
"Andolsun
Biz, Nuh'u kavmine göndermiştik." Yüce Allah önceki pey gamberlerin
kıssalarını Peygamber (sav)e hatırlatmaktadır. Bu da onun kâfirlerin
eziyetlerine karşı -Allah onların eziyetlerini ondan bertaraf edeceği vakte
kadar- sabra devam etmesine dikkatini çekmek içindir.
"Şüphesiz ki
ben" buyruğu onlara: Şüphesiz ki ben ... dedi demektir. Çünkü "irsal
(elçi, peygamber göndermek") de "demek" anlamı vardır.
İbn Kesir, Ebu Amr ve
el-Kisaî "hemze"yi üstün olarak;
diye okumuşlardır. Yani; Biz, onu şüphesiz ki ben sîze apaçık bir
uyanayım, demek üzere gönderdik anlamını verir. Burada, denilmeyişinin sebebi
ise ansalımın gaibten, Hz. Nuh'un kavmine hitaba yönelmesinden dolayıdır. Nitekim
yüce Âllalv. "Bir de ona levhalarda herşeye ait bir öğüt ve herşeye dair
açıklamayı yazdık" diye buyurduktan sonra: "Haydi bunları kuvvetle
al" el A'raf, 7/145) buyurması da bu türdendir.
"Allah'tan
başkasına İbadet etmeyin." Yani putları bırakın, artık onlara tapmayın.
Yalnızca Allah'a itaat edin.
" Şüphesiz ki
ben" ifadesinde "hemze"yi esreli olarak okuyan, geçen emri
ifadede ara cümlesi olarak kabul eder. Biz onu Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin, desin diye gönderdik, anlamındadır. "Gerçekten ben sizin için
acıklı bir günün azabından korkuyorum, demişti."[37]
27-
Bunun
üzerine kavminden kâfirlerin İleri gelenleri dediler ki: "Biz senin ancak
kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz ve içimizden ancak ayak takımı
kimselerin işin başından, düşünmeden sana tabi olduklarını görüyoruz. Sizin
bize karşı üstün bir tarafınızı da görmüyoruz. Hatta biz sizi yalancı sanıyoruz."
Bu buyruğa dair
açıklamaları mı zı dört başlık halinde sunacağız.[38]
Yüce Allah'ın:
"Bunun üzerine kavminden kâfirlerin ileri gelenleri dediler ki"
buyruğundaki "ileri gelenler" anlamı verilen "el-mele'" ile
ilgili olarak Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Bunlardan kasıt başkanlar ve ele basılardır,
Yani bunlar söyledikleriyle dolup, taşan kimseler demektir. Bu husus gerek
Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde), gerekse de başka yerlerde geçmiş
bulunmaktadır.
"Biz seni ancak
kendimiz gibi bir İnsan" Ademoğullarından birisi "olduğunu
görüyoruz." Bu buyruktaki; "Kendimiz gibi," ifadesi hal olarak
nasbediimiştir. Bu kelime maıifeye izafe edilmiştir. İzafe olunan kelim* ise
nekredir ve takdiri olarak tenvînli kabul edüir. Şairin şu mısraında olduğu
gibi:
"Kadınlar
arasında senin gibi rahat geçime aldanmış niceleri vardır ki.,."[39]
Yüce Allah'ın:
"Ve içimizden ancak ayak takımı kimselerin.., sana tabi olduklarını
görüyoruz" buyruğundaki; "Ayak takımı" kelimesi in çoğuludur. Bu
da; in çoğuludur. Tıpkı; "Köpek, köpekler ve pek çok köpekler"
lafzındaki gibi.
Bu kelimenin; in
çoğulu olduğu da söylenmiştir. Tıpkı; "Kara yılanlar" kelimesinin;
"Kara ydan"ın çoğulu olduğu gibi. ise adi, bayağı aşağılık kimse
anlamına gelir.
Onlar bu sözleriyle
sana bizim değersizlerimiz, ayak takımımız ve seviyesi düşük kimselerimiz tabi
oldular, demek istemişlerdir. ez-Zeccâc derki: Onlar bu kimselerin dokumacı
olduğunu ifade ederek küçük görmüşlerdi. Halbuki icra edilen mesleklerin dine
bağlılıkta hiçbir etkisinin olmadığını bilmediler.
en-Nehhâs der ki;
Buradaki ayak takımından kasıt fakir ve yüksek mevki sahibi olmayan,
meslekleri düşük olan kimselerdir. Hadis-i şerifte ise "onlar dokumacı ve
hacamatçı kimseler idiler"[40] denilmektedir.
Bu ifadeleri onların
cahilliklerini ortaya koyuyordu, çünkü onlar bu sözleriyle hiç de ayıp ve
kusur olmayan bir şeyi peygamber için ayıplayıcı bir husus olarak görmüşlerdi.
Zira peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamlan üzerlerine olsun- görevi apaçık
delil, belge ve mucizeleri getirmektir. Yoksa onlar şekil ve konumlan
değiştirmekle yükümlü değildiler. Aynca peygamberler bütün insanlara
gönderilir. O bakımdan eğer insanlar arasında aşağı kabul edilenler İslâm'a
girecek olurlarsa, bundan dolayı peygamberler için eksiklik söz konusu olmaz.
Zira peygamberler insanlar arasından İslâm'a giren herkesin müslüman olduğunu
kabul etmekle yükümlü idiler.
Derim ki: Burada sözü
edilen "ayak takımı" kimseler fakirler ve güçsüzlerdir. Nitekim
Herakliyus, Ebu Süfyan'a şöyle sormuştu: İnsanların eşrafı mı ona uyuyor, yoksa
zayıfları mı? Ebu Süfyan; Hayır zayıfları deyince, Herakliyus: İşte
peygamberlere tabi olanlar bunlardır..." demişti.'[41]
İlim adamlarımız
derler ki: Bu şekildeki tepkinin sebebi başkanlık duygusunun soyluları
kuşatmış olması ve bundan uzaklaşmanın zorluğu, başkanına itaat ve boyun
eğmeyi de gururlarına yedirmeyişleriydi. Fakir kimseler çin İse bu engeller
yoktur, o bakımdan fakir kimse bu çağrıyı kabul edip itaate girmekte elini
çabuk tutar. Dünyada insanların çoğunlukla görülen lıali de işte budur.[42]
İlim adamları
gerçekten "aşağılık" kimselerin tayini hususunda farklı görüşlere
sahihtirler. İbn Mübarek'in, Süfyan'dan naklettiğine göre ayak takımı kimseler
değişik eğlencelerle emîr ve prensleri kajrşılayan, hakimlerin ve sultanların
kapılarına giderek onların şahitiîkierini İsteyen kimselerdir.
Sa'leb,
İbnu'l-Arabî'den şöyie dediğini nakletmektedir: Ayak takımı, aşağılık kimseler
dinlerini feda ederek, dünyalık yiyen kimselerdir. Bu sefer ona: Peki
aşağılıkların da aşağılığı olan kimseler kimlerdir? denilince şu cevabı verir:
Onlar da başkalarının dünyalarını, kendi dinlerini ifsad ederek düzelten
kimselerdir.
Ali (r.a)a aşağılık ve
ayak takımı kimselere dair soru sorulunca, şu ceva-bt verir: Bunlar bir araya
gelip toplandıkları vakit kalabalıklarıyla üstünlük sağlayan kimselerdir.
Dağıldıkları vakit ise hiçbir şekilde tanınmayanlardır.
Malik b. Enes (ra)'e
de: Ayak takımı kimseler kimlerdir? diye sorulunca, o da: Ashab-ı Kiram'a
şovenlerdir, cevabını verir.
İbn Abbas (r.a)dan
rivayete göre, aşağılık kimseler dokumacılar ve hacamat yapanlardır. Yahya b.
Eksem der ki: Araplardan olmayan debbağ ve
[43]çöpçülerdir.[44]
Bir kadın kocasına: Ey
aşağılık kişi diyecek olsa, koca da: Eğer ben aşağılık kimselerden isem, sen de
benden boş ol dese, en-Nekkaş'm naklettiğine göre böyle bir kişi Tirmizî'ye
gelib: Hanımım bana ey aşağılık kişi, dedi. Ben de: Eğer ben aşağılık bir kişi
isem sen de benden boş ol, diye cevab verdim deyince, Tirmizî ona: Sanatın ne?
diye sormuş, o da: Balıkçıyım, deyince Tirmizî ona; Allah'a andolsun öylesin,
Allah'a andolsun öylesin, dîye cevab vermiş.
Derim ki: Ancak
İbnu'l-Mübarek'in, Süfyan'dan naklettiğine göre hanımı ondan boş olmaz.
Malik'in görüşüne göre de böyledir. Bedevi bir kimsenin oğlu ise, ona herhangi
bir şey düşmez.
Yüce Allah'ın:
"İşin başından düşünmeden" ifadesi zahiren, görünürdeki halleri
anlamındadır. Onların bâtınları ise böyle değildir, demektir. Nitekim bir şey
açığa çıkıp göründüğü zaman; fiili
kullanılır. Şair şöyle demektedir:
"İşte bugün
bakanlara göründükleri zaman..." Düzlük, çöl araziye de, açıkça ortada
göründüğünden dolayı "bâdiye" denilir. " Şu işi yapmam görüşüne
sahib oldum." Yani öncekinden farklı bir görüşüm ortaya çîktı, demektir.
el-Ezherî der ki: Bu ifadenin manası; gördüğümüz kadarıyla durum böyledir,
demektir. Bununla birlikte; "İşin başından düşünmeden," ifadesinin;
Başladı, başlar"dan gelmesi ve hemzesinin hazfedilmiş olması da mümkündür
Nitekim Ebu Amr hemzeyi tahkik ile diye
okumuştur ki, bu da işin başından, düşünmeden görüş sahibi olmak demektir. Yani
onJar daha görür görmez sana tabi oldular, halbuki iyice düşünecek ve dikkat
edecek olsalardı, sana uymazlardı. Ancak burada bunun hemzeli okunuşuyla,
hemzenin terkedilmcsi hallerinde anlam farkı olmaz. İlk kelimenin nasb ile
okunması ise yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi; " de, da"
edatının hazfı dolayısıyladır: "Musa kavminden... seçti." (el-A'raf,
7/155) buyruğunda olduğu gibi.
"Sizin bize karşı
üstün bir tarafınızı da görmüyoruz." Yani sizin ona uyma suretiyle bize
üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bü da, onların Hz. Nuh'un peygamberliğini inkâr
ettikleri anlamındadır.
"Hatta biz sizi
yalancı sanıyoruz." Burada hitap Hz. Nuh'a ve onunla birlikte iman
edenleredir.[45]
28. Dedi ki:
"Ey kavmim! Bana haber verin. Şayet ben Rabbimden apaçık bir delil
üzerinde isem ve O bana katından bir rahmet vermiş, bunlar size gizli kalmışsa;
siz onu istemediğiniz halde, onu size zorla mı kabul ettireceğiz?
29. "Ey
kavmim! Buna karşı sizden hiçbir mal istemiyorum. Benini ecrimi vermek ancak
Allah'a aittir. Ben mü'minleri kovacak da değilim. Çünkü onlar Rabblerine
kavuşacaklardır. Ne var ki ben sizi cahillik eden bir kavim görüyorum.
30. "Ey
kavmim! Ben onları kovarsam, Allah'a karşı bana kim yardım eder? Hiç düşünmez
misiniz?
31. "Ben size: Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da
bilmiyorum. Muhakkak ben bir meleğim de demiyorum. Bununla beraber
gözlerinizin hor gördüğü kimselere; Allah asla bir iyilik vermeyecektir de
demiyorum. Allah nefislerinde olanı en iyi bilendir. O takdirde ben şüphesiz
/alimlerden olurum."
"Dedi ki; Ey
kavmimi Bana haber verin. Şayet ben Rabbimden apaçık bir delil" -Ebu İmran
el-Cûnî'nin dediğine göre- kesin bir bilgi (yakîn.) "üzerinde
isem..." Buradaki delilin mucize anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresinde (6/57. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Ve O, bana
katından bîr rahmet" Ibn Abbas'tan nakledildiğine göre nübüvvet ve
risalet "vermiş..." Çünkü nübüvvet ve risalet insanlara bir rahmettir.
Bunun kesin delil ve burhanlarla Allah'a iletmek ve hidayet anlamında olduğu
söylendiği gibi, iman ve İslâm diye de açıklanmıştır.
"Bunlar size
gizli kalmışsa" yani risalet ve hidayet sizin için gözlerinizin körlüğü
sebebiyle anlaşılmamış ve bunlan kavrayamamış iseniz... demektir. Mesela;
"Filan şey benim için muamma oldu (gizli, saklı kaldı)" İfadesi; onu
anlayamadım, kavrayamadım demektir.
Burada buyruğun; ...
ve eğer siz bu rahmeti farkedememiş, anlayamamış İseniz.,, demektir. İfadenin
maklub olduğu da söylenmiştir. Çünkü rahmetin muamma olması söz konusu
değildir. Ona karşı kör olunduğu için görülmemesi söz konusudur. Bu da bir
kimsenin... başımı fes'e soktum ve ayakkabı ayağıma girdi, demek
kabilindendir. el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî "ayn" harfini ötreli,
"mim" harfini şeddeli olarak meçhul' bir fiil şeklinde; "Gizli
bırakılmışı sa).' diye okumuşlardır. Bu da Allah bu rahmeti sizin için muamma
haline getirmiş, siz onu görememişseniz demek olur. Nitekim Ubeyy'in kıraatinde
de; "Allah onu sizin için muammalaştırmış ise..." şeklindedir ki bu
kıraati el-Maverdî nakletmektedir.
"Siz onu
istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğiz?" Buyruğundaki
"onu" zamirinden kastın "Allah'tan başka ilah olmadığY'na dair
şehadet olduğu söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre zamir, rahmete rad'dir.
Bunun "apaçık delil"e raci olduğu da söylenmiştir. Yani biz sizi onu
kabul etmeye zorlayalım ve ben sizi onu kabul etmeye mecbur edeyim mi? demektir.
Bu ise inkâr anlamını taşıyan bir istifhamdır. Yani ben sizi bunu bilip kabul
etmek zorunda bırakamam, buna mecbur etmeye imkânım yoktur. Nuh (as) bu
sözleriyle onlara cevab vermek İstemiştir.
el-Kisaî ve el-Ferra
"Onu size zorla mı kabul ettireceğiz?" buyruğunun birinci
"mim'inin tahfif için sakin okunduğunu nakletmişlerdir. Sibeveyh bu gibi
okuyuşları caiz kabul eder ve buna dair şu beyiti örnek olarak gösterir:
"Artık ben bugün
(şarabı) içiyorum; bundan dolayı da Allah'a karşı Günahkâr olduğumu da kabul
etmiyorum, çağırılmadığım halde onu içen birisi de değilim."
en-Nehhâs der ki:
Yûnus'un görüşüne göre Kur'ân-ı Kerîm'in dışında şeklinde kullanılması da
mümkündür. Bu durumda zamir de açıkça zikredilmiş gibi olur ve: "Biz sizi
buna mecbur mu edeceğiz?" demeye benzer.
"Siz onu
istemediğiniz halde..." Yani siz onu istemezken, onu kabul etmeniz söz
konusu olamaz. Katâde der ki: Allah'a yemin ederim ki eğer Allah'ın peygamberi
Nûh (as) güç yetirebttseydi, onları bunu kabul etmeye zorlar ve mecbur ederdi.
Fakat onun böyle bir imkanı yoktu.
"Ey kavmim! Buna
karşı" yani tebliğ için, Allah'a çağırmak ve imana davet etmek için
"sizden hiçbir mal" herhangi bir ücret "istemiyorum" ki bu
size ağır gelsin. "Benim ecrimi vermek" yani risaleti tebliğ
dolayısıyla beni mükâfatlandırmak "ancak Allah'a aittir. Ben mü'minleri
kovacak da değilim." Çünkü kavmi kendisinden iman eden ve kendilerine göre
ayak takımı sayılan kimseleri yanından kovup uzaklaştırmasını İstemişti. Tıpkı
Ku-reyşlilerin, Peygamber (sav)den -el-En'âm Sûresi'nde (6/52. âyetin tefsirinde)
geçtiği üzere- fakir ve köleleri kovmasını istedikleri gibi.
Hz. Nûh da kavminin bu
isteklerine: "Ben mü'minleri kovacak da değilim. Çünkü onlar Rabblerlne
kavuşacaklardır" diye cevap vermişti. O bu sözlerini yüce Allah'ın
huzuruna çıkmanın büyük ve azametli bir iş olduğunu anlatmak maksadıyla da, bu
işin Allah'ın huzurunda kendisinden davacı olmalarını gerektirecek bir iş
olduğunu anlatmak kasdıyla da söylemiş olabilir. Yani eğer ben böyle bir şey
yapacak olursam, Allah huzurunda onlar benden davacı olurlar. İmanlarına
karşılık onları mükafatlandıracak, onları kovan kimseyi de cezalandıracak,
anlamındadır.
"Ne var ki
ben" sizin onları bayağı kimseler görmeniz ve benden onları kovmamı
istemenizden ötürü "sizi cahillik eden bir kavim görüyorum."
"Ey kavmim! Ben
onları" iman ettikleri için "kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım
eder!" el-Ferrâ: Allah'ın azabından beni kim koruyabilir, demektir diye
açıklamıştır.
"Hiç düşünmez
misiniz?" buyruğunda "te" harfi "zel" harfine
(Nâfi'in kıraatinde) idğâm ile okunmuştur. Bu "te" harfinin
hazfedilerek, diye okunması da caizdir.
"Ben size:
Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmiyorum." Hz. Nûh,
Allah'ın huzurunda tezellül ve tevazuunu haber vermekte, Allah'ın
hazinelerinden satıip olmadığı şeylere sahib olduğu iddiasında olmadığını ifade
etmektedir.
Bu hazineler, Allah'ın
kullarından dilediği kimselere nimetler ihsan etmesidir. Gayb'ı bilmediğini de
söylemektedir, çünkü gaybi yüce Allah'tan başkası bilemez.
"Muhakkak ben bir
meleğim de demiyorum." Yani ben insanlar arasında melek konumunda birisi
olduğumu da söylemiyorum.
İlim adamları derler
ki: Bu sözlerin ifade ettiği anlam, meleklerin peygamberlerden daha faziletli
olduğu şeklindedir. Çünkü melekler Allah'a itaate kesintisin olarak devam
ederler, kıyamete kadar da ibadetleri aralıksız olarak sürecektir. Allah'ın
salat ve selamlan hepsine olsun. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara
Sûresi'nde (2/33. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Bununla beraber
gözlerinizin hor gördüğü kimselere Allah asla bir iyilik vermeyecektir, de
demiyorum" buyruğundaki: "Hor gördüğü" tabiri, gözlerinizle
hakir gördüğünüz ve kendilerinden İstiskal ettiğiniz kimseler demektir. Bu
kelimenin aslı; "Kendilerini hor gördüğü" şeklinde olup, (kendileri
anlamındaki) "he" ve "mim" zamiri -ismin uzunluğu
dolayısıyla (yani gözlerinizin hor gördüğü kimseler ibaresinden)-
hazfedilmiştir.
Ayrıca buradaki
"te" harfi "dâl" harfine dönüştürülmüştür (ibdâl). Çünkü
bunun aslı; şeklindedir, fakat
"ze': harfinden sonra gelen "te" harfi "dal'e ibdal edilir.
Çünkü "ze" harfi cehridir,
harfi de hems sıfatına sa-hibtir. O bakımdan "te" harfi yerine
onunla aynı mahreçten gelen cehri bîr harf getirilmiştir. Bir kimseyi ayıplamak
halinde; "Onu ayıpladım" denilir. Hakir görmek halinde ise; ifadesi
kullanılır. el-Ferrâ da şöyle bir beyit nakleder:
"Dostu onu uzak
tutar, onu hakir görür. Hanımı; küçük görür de onu azarlar."
" ... Onlara asla
bir iyilik vermeyecektir de demiyorum." Yani sizin onları hakir
görmenizden ötürü onların ecirleri boşa çıkmaz veya sevablan eksilmez.
"Allah nefislerinde olanı en iyi bilendir." Buna göre onlara karşılık
verecek ve onları sorumlu tutacaktır.
"O takdirde ben
şüphesiz zalimlerden olurum." Yani eğer ben onlara az önce sözü geçen
şeyleri söyleyecek olursam, zalimlerden olurum. Burada; edatı cümle ortasında
geldiği için amel etmemiştir (amelden mulğâdır).[46]
32. Dediler
ki: "Ey Nûht Bizimle gerçekten mücadele ettin. Bizimle olan bu mücadeleni
çok uzattın. Şimdi eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi kendisiyle tehdit edip
durduğunu bize getir."
33. Dedi ki:
"Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz âciz bırakabilecekler
değilsiniz."
34.
"Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek İstesem bile bu
öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve nihayet ancak O'na
döndürüleceksiniz."
35. Yoksa:
"Onu kendiliğinden uydurdu" mu? derler. De ki: "Eğer ben onu
kendim uydurduysam günahı bana aittir ve ben de sizin kazanmakta olduğunuz
günahlardan uzağım."
"Dediler ki: Ey
Nûh! Bizimle gerçekten mücadele ettin. Bîzimle olan bu mücadeleni çok
uzattın." Yani bizimle tartışıp durdun, bu tartışmanı uzattın ve bu
konuda ileri gittin.
Arap dilinde
"cedel" tartışmada aşırıya gitmek anlamındadır ve bu kelime ileri
derecede eğerek bükmek anlamındaki; den türetilmiştir. Kartala da kuşlar
arasındaki gücü dolayısıyla (aynı kökten gelen): "Ecdel" denilir. Bu
anlamdaki açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (.6/121. âyet, 4. başhkta) daha doyurucu
bir şekilde geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas ise;
"Bizimle olan bu mücadeleni çok uzattın" anlamındaki buyruğu
"dal" harfinden sonra "elif" olmaksızın okumuştur. Bunu da
en-Nehhâs nakletmektedir.
Dini hususlarda cedel
övülmüş bir iştir. İşte bundan dolayı Hz. Nûh vs. peygamberler hak ortaya çıkıp
üstün gelinceye kadar kavimleriyle tartışmışlardır. Bu hakkı kabul eden
başarılı olur ve kurtuluşa erer, reddeden de zarar eder, hüsrana uğrar. Hak
uğrunda olmayıp batıl hak suretinde görünsün diye yapılan tartışma ise
yerilmiştir ve böyle bir tartışmacı dünyada da, âhirette de kınanır.
"Şimdi eğer"
söylediklerinde "doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit edip
durduğunu" azabı "bize getir."
"Dedi ki: Dilerse
onu size ancak Allah getirir." Yani O, sizi helak etmeyi dilerse
azaplandırır; "siz âciz bırakabilecekler" yani azab etmek istediği
takdirde azabından kurtulabilecekler "değilsiniz." Bu, siz
çokluğunuzla galib gelebilecekler değilsiniz, diye de açıklanmıştır. Çünkü çoklukları
gözlerinde büyümüştü. İleride de geleceği üzere dağıyla, ovasıyla yeryüzünü
doldurmuş bulunuyorlardı.
"Eğer Allah sizi
saptırmak" dalâlette bırakmak "isterse, ben size öğüt vermek istesem
bile bu öğüdüm" benini size tebliğim ve iman etmeniz için gayret
göstermem "size fayda vermez." Çünkü sîz öğüt kabul etmiyorsunuz.
Öğüt (nush)un sözlük
anlamına dair açıklamalar daha Önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/91-92. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Eğer Allah sizi
saptırmak İsterse" ifadesi Mutezile, Kaderiye ve onlara uygun kanaat
belirtenlerin görüşlerinin bâtıl olduğunu ortaya koyan delillerdendir. Çünkü
onlar yüce Allah'ın isyankarın isyan etmesini, kâfirin de küfre sapmasını,
azgın ve sapığın azıp sapmasını irade etmediğini, kulun bunları yapmakla
birlikte Allah'ın bunları iradesiyle istemediğini iddia etmişlerdir. İşte yüce
Allah: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse" buyruğu ile onların bu
kanaatlerini reddetmektedir. Bu türden açıklamalar daha önce el-Fa-tiha
Sûresi'nde (4. bölüm, 31. başlıkta) ve başka yerlerde (mesela, Al-i İm-ran,
3/8. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Böylelikle onlar A'raf Sûresi'nde
yüce Allah'ın: "Beni azgınlığa İttiğin için..." (el-A'raf, 7/16)
buyruğunda ifade ettiği azdırmasj hususunu açıklarken belirttiğimiz gibi
lanetli hoçalan İblis'i de yalanlamış oldular. İşte bu yanlış görüş
sahiplerinin Nûh (as)ın: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse..."
buyruğundan kendilerini kurtarmalarına imkan yoktur. Çünkü bu buyrukta onların
saptırılıp azdırılmaları şanı yüce Allah'a İzafe edilmektedir. Çünkü hidayete
ileten de, saptıran da O'dur. O, inkarcı ve zalimlerin söylediklerinden oldukça
yüce ve büyüktür.
"sizi
saptırmak..." buyruğunun sizi helak etmek anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü sapıklık sonunda helake götürür. Taberî ise bunu azabıyla
sizi helak etmek isterse... diye açıklamıştır. Tayy kabilesinden; Filan kişi
hastalandı" diye bu kelimeyi kullandıklarını ve; un onu helak ettim,
anlamına geldiği de nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar gayy ile
karşılaşacaklardır (helak olacaklardır)." (Meryem, 19/59) buyruğu da
buradan gelmektedir.
"O sizin
Rabbinizdir" yani sapıklığa götüren ve azdıran da O'dur, hidayete ileten
de O'dur.
"Ve nihayet ancak
O'na döndürüleceksiniz" buyruğu da bir tehdittir.
"Yoksa: Onu
kendiliğinden uydurdu mu? derler." Bununla Peygamber (sav)ı
kastetmektedirler. Yani Kur'ân'ı ve Nuh ile kavmine dair haber verdiği şeyleri
kendiliğinden uydurdu, dediler. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. İbn Abbas da
der ki: Bu sözler Hz. Nuh'un kavmi ile konuşmasının bir bölümüdür. Bu görüş
daha bir kuvvetlidir. Çünkü bu buyruktan önce de sonra da sadece Hz. Nûh ve
kavminden söz edilmektedir. Buna göre buradaki hitab onların Hz. Nuh'a
söyledikleridir ve cevap da Hz. Nuh'un onlara verdiği bir cevaptır:
"De ki: Eğer onu
ben kendim uyduf duysam" yani vahiy ve risaleti kendim ortaya atmış isem
"günahı bana aittir." Benim bu günahımın cezasını ben çekeceğim,
şayet söylediklerimde haklı isem o vakit beni yalanlamanızın cezasını da siz
çekeceksiniz.
"Günah kazanmak"
"Günah kazandı"nın mastarıdır ki, bu da günah ve kötülük işlemek
demektir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Benim işlediğim suçumun ve yaptıklarımın cezası bana aittir.
en-Nehhâs ve başkalarından nakledildiğine göre de; ile
aynı anlamdadır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Elimin işlediği
ve dilimin cinayeti dolayısıyla aşiretim tarafından Kovulmuş ve cürmüm
karşılığında rehin alınmışım."
Hemzeyi üstün
olarak; şeklindeki okuyuşa göre ise bu
kelime; Suç, günah, cürüm" kelimesinin çoğuludur. Bunu da yine en-Nehhâs
zikretmiştir, "Ben de sizin kazanmakta olduğunuz" küfür ve beni yalanlama
kabilinden "günahlardan uzağım."[47]
36.
Nuh'a
şöyle vahyolundu: "Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla
iman etmeyecektir. O halde işlediklerine tasalanma.
37.
"Gözlerimizin önünde ve vahyimizle gemiyi yap. Zulmedenler hakkında da
Bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır."
"Nuh'a şöyle
vahyolundu: Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman
etmeyecektir" anlamındaki buyrukta yer alan; "Şöyle," ifadesi
meçhul fiilin nâib-i faili olarak ref' mabaliindecfir. Bununla birlikte nasb
mahallinde olması ve ifadenin;
takdirinde olma-sı da mümkündür. "iman etmiş" buyruğu ise;
"İman et(mey)ecek..." ile nasb mahallindedir.
Buyruk, onların iman
edeceklerinden yana Hz. Nuh'un ümidini kesmek, küfürlerinin de devanı edeceğini
ve böylelikle onlara yapılan azab tehdidinin gerçekleşeceğini anlatmaktadır.
ed-Dahhâk der ki; Nûh
(as)a bu husus haber verilince, onlara beddua ederek; "Rabbim, yeryüzünde
kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!" (Nûh, 71/26) buyruğunu ve
bir sonraki âyetteki sözlerini söyledi.
Denildiğine göre; Nûh
(as) kavminden birisi çocuğunu taşıyıp giderken, çocuk Hz. Nuh'u görünce
babasına; Bana bir taş ver, demiş. Babasının verdiği taşı Nûh (as)a atmış ve
onun bir tarafını kanatmıştı. Bunun üzerine yüce Allah da kendisine:
"Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla İman
etmeyecektir" buyruğunu vahyelti. "O halde işlediklerine
tasalanma" yani onların helak olacaklarından ötürü üzülme, kederlenme.
Âyet-i kerîmedeki "tasalanma" emrinin mastarı olan; "Hüzün ve
keder" demektir. Şairin şu beyiti de bu kabildendin
"Nice yakın dost
yahut candan arkadaşımın musibeti ile karşı karşıya kaldım, Bununla birlikte
hiç üzülmedim; fakat onun o musibeti çok büyük bir şeydi."
Bir kimse
hoşlanmayacağı bir şeyle karşı karşıya kalacak olursa; denilir. de zillet ve
boyun eğmek haliyle birlikte üzüntü ve keder demektir.
"Gözlerimizin
önünde ve vahyimizle" sen ve seninle birlikte iman eden-erin binmeleri
için "gemiyi yap. Gözlerimizin önünde" Bizim görmemiz ve -szaretimiz
altında demektir. er-Rabî' b. Enes der ki: Seni, görenleri ve gö-:etip
koruyanın gözetimi altında yap, demektir. İbn Abbas (r.a): Bizim seni -ummamız
altında... diye açıklamıştır, anlam birdir.
Burada görmek
"göz" ile ifade edilmiştir. Çünkü görmek gözle gerçekleşir.
"Gözlerimiz" şeklindeki çoğul ise, çoğul anlamı vermek için değil
azamet ;indir. Nitekim yüce Allah başka yerlerde bu kabilden olmak üzere şöyle
buyurmaktadır: "Ne güzel güç yetirenleriz Biz." (et-Mürselât, 77/23);
"Ne güzel döşeyicileriz Biz." (ez-Zâriyât, 51/48); "Muhakkak Biz
genişleticileriz." (ez-Zâriyât, 51/47.) Bu ve başka âyetlerdekî
"gözler'in, "göz" anlamına raci olması da mümkündür. Yüce
Allah'ın: "Benim gözümün üzerinde (gözetimim ai-nnda) yetiştirilesin
diye" (Tâhâ, 20/39) buyruğunda olduğu gibi.
Bütün bunlar idrâk ve
kuşatıcılığı ifade eder, çünkü şanı yüce Allah duyu organlarından, teşbih ve
keyfiyetlendirmeden yüce ve münezzehtir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
"Gözlerimizin
önünde" buyruğunun, seni korumak ve sana yardımcı olmak üzere gözetleyici
olarak görevlendirdiğimiz meleklerimizin gözleri ününde anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu durumda çoğul ifadesi gerçek anlamı ile kullanılmış olur. Yine
"gözlerimizin önünde buyruğu bilgimiz altında diye de açıklanmıştır ki;
bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. ed-Dahiıâk ve Süfyan ise "emrimizle"
diye açıklamışlardır. Bunun vahyimizle demek oi-duğu söylendiği gibi, bu gemiyi
yapabilmen için bizim sana yardımımızla... anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Vahyimizle" buyruğu, Bizim onu yapman üzere sana verdiğimiz vahye
binaen yap, demektir. "Zulmedenler hakkında da Bana bir şey söyleme!
Çünkü onlar suda boğulacaklardır." Yani sakın onlara mühlet verilmesini
isteme, zira Ben onları suda boğacağım.[48]
38. Gemiyi
yaparken, kavminin İleri gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay
ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ederseniz, siz alay ettiğiniz
gibi biz de sizinle alay edeceğiz.
39.
"Artık kendisini rezil edecek azabın kime gelip çatacağını ve kalıcı
azabın da kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz."
40. Nihayet
emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: "Her birinden çifter çifter
ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını ve iman edenleri
(geminin) İçine yükle. Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse iman etmişti.
"Gemiyi
yaparken" gemiyi yapmaya koyulduğunda, demektir.
Zeyd b. Eşlem dedi ki:
Nûh (as) yüzyıl süreyle ağaç dikip kesmeye ve kurutmaya devam etti. Yüzyıl
süreyle de gemiyi inşa etti. İbnu'l-Kasım, İbn Eş-res'den, o Malik'ten şöyle
dediğini rivayet eder: Bana ulaştığına göre Nûh kavmi yeryüzünü; dağlar ve
ovalara varıncaya kadar doldurdular. Dağdakiler öbürlerinin yanına inemiyorlar,
düzlüktekiler de öbürlerinin yanına çıkamı-yorlardı. Bunun üzerine Nûh (as)
gemiyi yapmak maksadıyla yüzyıl süreyle ağaç dikip durdu. Daha sonra bu
ağaçlan toplayıp kuruttu. Bu da yüzyıl sürdü. Kavmi ise onunla alay
ediyorlardı. Alay edişlerinin sebebi ise yaptığı bu işlerdi. Sonunda Allah'ın
onlar hakkındaki hükmü gerçekleşti.
Amr b. el-Haris'den de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nûh, gemisini Di-maşk topraklarında yaptı.
Kerestesini de Lübnan dağlarından kesti. Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî der ki: Şanı
yüce Allah sulblerdeki ve rahimlerdeki mü'minleri kurtarınca ona:
"Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman
etmeyecektir. Artık gemiyi yap" diye variyetti. Hz. Nûh: Rabbim ben
marangoz değilim deyince, bunun üzerine yüce Allah: "Hayır sen bunu
yaparsın, çünkü bu Benim gözetimim altında olacaktır" diye buyurdu. Bunun
üzerine Nûh (as) eline keseri aldı, eli yanlış bir iş yapmaz oldu. Kavmi
yanından geçip giderken: Şu peygamber olduğunu iddia eden kişi bu sefer de
marangoz oldu, demeye koyuldular, Nûh (as) gemiyi kırk yılda yaptı.
es-Sa'lebî ve Ebu Nasr
el-Kuşeyrî, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Nûh (as) gemiyi iki
yılda yaptı. es-Sa'lebî şunu da ilave eder: Çünkü Hz. Nûh geminin nasıl
yapıldığını bilmiyordu. Yüce Allah kendisine gemiyi kuşun göğüs kafesi gibi
yap, diye vah yetti. Ka'b der ki: Gemiyi otuz yılda inşa etti. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
el-Mehdevî der ki:
Haberde rivayet edildiğine göre melekler ona gemiyi nasıl yapacağını
öğretiyorlardı.
Geminin eni ve boyu
hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas (r.a)dan gelen rivayete göre
uzunluğu üçyüz, eni de elli zira, kalınlığı ise otuz zira idi. Gemi tik
ağacındandı. es-Sa'lebî, Katâde ve İkrime de aynı şekilde boyu otuz zira'dı,
demişlerdir. Zira' ise, omuzdan parmak ucuna kadar olan mesafedir. Bunu da
Selman el-Farisî söylemiştir. Hasan-ı Basrî de der ki: Geminin
uzunluğu bin ikiyüz
zira, eni ise altıyüz zira'dı. es-Sa'lebî bunu "Kitabu'l-Arû-is" adlı
eserinde nakletmektedir.
Ali b. Zeyd, Yusuf b.
Mihran'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Havariler İsa
(as)a dediler ki: Nuh'un gemisini görmüş birisinin diriltilmesin! dilesen de o
da bize gemiden söz etse. Hz. İsa havarileri ile birlikte topraktan bir
yığının yanına vanncaya kadar yo!a koyuldu, O topraktan bir avuç aidi ve:
Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Onlar, Allah ve Rasûlü daha iyi
bilir dediler. Bunun üzerine Hz. İsa: Bu Nuh'un oğlu Hâm'ın topuğudur, dedi.
Hz. İsa asasıyla toprağa vurdu ve: Allah'ın izniyle ayağa kalk, dedi. Ansızın
başından toprakları silkeleyerek ayağa kalktığında saçlarının ağarmış olduğunu
gördüler, Hz. İsa ona: Sen bu şekilde mi öldün? diye sorunca, o: Hayır ben genç
yaştayken ölmüştüm, fakat kıyametin koptuğunu zannettim. İşte bundan dolayı
saçlarım ağardı, dedi. Hz. isa ona: Bize Nûh (as)ın gemisi hakkında bilgi ver,
deyince şunları söyledi: Boyu bin ikiyüz zira' idi, eniyse altıyüz zira'di. Üç
kattı, katın birinde karada yaşayan hayvanlar ile yabani hayvanlar vardı.
Birisinde insanlar, diğerinde de kuşlar vardı,.. Bu şekilde ileride yüce
Allah'ın izniyle nakledileceği üzere haberin geri kalan bölümlerini de
zikretti.
en-Nekkaş'ın
naklettiğine göre de el-Kelbîder ki: Geminin dört zira' kadarlık bir bölümü
suya gömülmüştü. Üç kapısı vardı, kapının birisinde yırtıcı hayvanlar ve
kuşlar. Birisinde yabani hayvanlar, diğerinde ise erkeklerle kadınlar vardı.
İbn Abbas der ki: Nûh
(as) gemiyi üç büyük bölmeye ayırmıştı. Alt bölmesini vahşi hayvanlarla
yırtıcı hayvanlara ve diğer kara hayvanlarına, orta bölmeyi yiyecek ve içeceğe
ayırmıştı. Kendisi ise en üst bölmeye binmişti. Adem (as)tn cesedini de
erkeklerle kadınlar arasında enine yatırmış idi. Daha sonra onu
Beytu'l-Makdis'e defnetti. İblis de geminin arka tarafında onlarla beraberdi.
Denildiğine göre yılan
ile akrep gemiye binmek üzere geldiler. Hz. Nûh onlara: Ben sizi gemiye
almıyorum çünkü sizler zarar ve belalara sebepsiniz, deyince bu iki hayvan
şöyle dediler: Sen bizi gemiye al, biz de sana seni anan hiçbir kimseye zarar
vermeyeceğimize dair teminat veriyoruz. O bakımdan yılan ve akrebin zararından
korkan bir kimse yüce Allah'ın: "Âlemler içerisinde Nuh'a selâm
olsun" (es-Sâffât, 37/79) buyruğunu okuyacak olursa, akrebin de, yılanın
da o kimseye zararı olma2. Bunu da el-Kuşeyrî ve başkaları zikretmektedir.
Hafız b. Asakİr,
"Tarih Dimaşkrde merfu olarak Ebu Umame'den şu hadisi nakletmektedir:
Rasûlullalı (sav) buyurdu ki: "Her kim akşamı ettiğinde "sallallahu
alâ Nûlı'in ve alâ Nûlı'in es-selâm" diyecek olursa o gece hiçbir akreb
onu sokmaz."
Yüce Allah'ın; Her
seferinde (mealde: "Oldukça") zarftır.
"Kavminin ileri
gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay ediyorlardı.'' buyruğu ile
ilgili olarak el-Ahfeş ve el-Kisaî derler ki: "Onunla alay ettim"
anlamında olmak üzere hem denilir, hem
de denilir. Onların Hz. Nûh ile alay etmeleri hususunda iki görüş vardır.
Birincisine göre onlar Hz. Nuh'un gemisini karada yaptığını görüyorlar ve
bundan dolayı onunla alay ederek; Ey Nûh! Sen peygamberlikten sonra
marangozluğa mı başladın? diyorlardı. İkinci görüşe göre onlar Bz, Nuh'un
gemiyi yaptığını görmekle birlikte daha önce gemi yapımım görmediklerinden, Ey
Nûh! ne yapıyorsun? diye sordular. O da: Su üzerinde yürüyecek bir ev
yapıyorum, demişti, Onun bu cevabından hayrete düşüp onunla alay etmeye
başladılar.
İbn Abbas der ki:
Tufandan önce yeryüzünde nehir de yoktu, deniz de yoktu, Bundan dolayı onunla
aiay ettiler. İşte bu denizlerin suları o tufandan geriye kalan sulardır.
"Dedi ki
Eğer" bugün gemiyi yaparken, bizim yaptığımız bu işten ötürü "bizimle
alay ederseniz, siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz."
Boğulma esnasında
sizinle alay edeceğiz, demektir.
Burada "alay
etmek"ten kasıt, onlann cahilliklerini yüzlerine vurmaktır. Anlamı da
şudur: Eğer siz bizi cahil kabui ediyorsanız, sizin bizleri cahil gördüğünüz
gibi sizi cahil görmekteyiz.
"Artık kendisini
rezil edecek azabın kime gelip çatacağını... bileceksiniz" buyruğu bir
tehdittir. Buradaki; "Kim" edatı; "Bileceksiniz" fiilinin
muttasıl ismidir. Burada; "Bilirsiniz" fiili bir mefule geçiş yapan
türdendir, yani siz azabın kime geleceğini bileceksiniz. Bununla birlikte;
"Kimin" soru edatı olması da mümkündür; azabın hangimize geleceğini
bileceksiniz anlamında olur. Bu edatın mübteda olarak ref mahallinde Kime
geleceğini" lafzının haber; "Kendisini rezü edecek" kelimesinin
de "azab"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir.
el-Kisaî'nin de
naklettiğine göre Hicazlılardan bir takım kimseler; "Bileceksiniz"
(şeklinde "vav"dan sonra "fe" harfi getirmeksizin)
kullanırlar. Yine el-Kisaî deı ki: "Bileceksiniz" diyenler ise hem
"vav"ı hem de "fe"yi birlikte düşürmüş olurlar. Kûfelüer
de; şeklinde bir kullanım naklederler.
Ancak Basralılar; (uzak gelecekte.) yapacaksın ile; (yakın gelecekte)
yapacaksın kullanımlarından'başkasını bilmezler ve onlara göre bunlar İki ayrı
kullanım olup birinin diğeriyle ilgisi yoktur. "Ve kalıcı azabın"
daimi azabın -ahiret azabını kastediyor-" kimin başına İneceğini"
kimin hakkında vacib olup kimin üzerine ineceğini "bileceksiniz."
"Nihayet emrimiz
gelip de tandır kaynayınca..." buyruğundaki "tandır (tennûr)"
hakkında yedi ayrı görüş vardır:
1- Bundan
kasıt yeryüzüdür. Çünkü Araplar yeryüzüne de "tennûr" derler Bu
görüş İbn Abbas, İkrime, ez-Zülırî ve İbn Uyeyne'ye aittir. Şöyle ki: tiz.
Nuh'a; Sen suyu yeryüzünde gördün mü beraberindekilerle birlikte gemiye bin,
denilmişti.
2- Bu içinde
ekmek pişirilen tandırdır ve bu taştan yapılmış idi. Bu tandır Hz. Havva'ya
aitti, sonunda Hz. Nuh'a kalmıştı. Ona: Suyun tandırdan kaynayıp coştuğunu
görecek oJursan sen ve arkadaşların gemiye bin, denilmişti. Allah da suyu
tandırdan kaynatmış ve Hz. Nuh'un hanımı durumu öğre-nib: Ey Nûlı! Tandırın
suyu kaynadı, deyince o da: Rabbimtn va'di hak olarak geldi, demişti.
el-Hasen'İn görüşü bu olduğu gibi, Mücahid de bu görüşledir. Atİyye bu görüşü
İbn Abbas'tan nakletmiştir.
3- Tandırdan kasıt suyun gemide toplandığı bir
yerdir. Bu da el-Ha-sen'den nakledilmiş bir görüştür.
4- Bundan
kasıt tan yerinin ağarması ve sabahın aydınlığının çıkmasıdır. Bu da Arapların;
"Tan, aydınlattı" ifadesinden alınmıştır. Bu açıklamayı Ali b. Ebi
Talib (r.a) yapmıştır.
5- Bundan
kasıt Küfe mescididir. Bunu da Ali b. Ebi Talib (r.a.) ifade etmiştir. Mücahid
de böyle demiştir. Mücalıid der ki: Tandırın bir tarafı Kûfe'de idi, yine
Mücahid der ki: Hz. Nûh gemiyi Küfe mescidinin iç tarafında yaptı. Tandır da,
Kinde'ye bitişik tarafın içinin sağ cihetinde idi. Suyun tandırdan kaynayıp
coşması da Hz. Nûh için bir alâmet, kavminin de helak edileceğine bir delil
idi. Şair Umeyye de der ki:
"Ve derken
tandırları kaynadı ve su ile coştu, Dağların üstüne çıkıncaya kadar
yükseldi."
6-
Tandırdan
kasıt, yeryüzünün yüksek yerleri ve tümseklikleridir. Bu da Katâde'nin
görüşüdür.
7- Tandır,
el-Cezire'deki Aynu Verde diye bilinen pınardır. Bu görüşü de İkrime rivayet
etmiştir. Mukatil de der ki: Bu tandır Hz. Âdem'in tandırı idi. Şam
taraflarında "Aynu Verde" denilen bir yerde idi. Yine İbn Abbas der
ki: Âdem'in tandırı Hindistan'da İdi. en-Nehhâs der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle
çelişmemektedir, çünkü şanı yüce Allah bize suyun hem gökten, hem de yerden
geldiğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Biz de sağanak sağanak
suyla göğün kapılarını açtık, yerden de kaynaklar fışkırttık..."
(el-Kamer, 54/11-12) Bütün bu görüşlerin ortak noktası bunun tufanın alâmeti
oluşudur. Feveran ise galeyan (kaynayıp, coşmak) demektir.
"Tennûr"
aslında Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu Arapçalaştırmalardır. Binası;
veznidir, çünkü bunun aslıdır, Arapçada ise "râ"dan önce
"nûn"un geldiği kelime yoktur.
"Tandır
kaynayınca" tabiri azabın yaklaştığının temsilî ifadesidir. Bu da
Arapların savaşın kızışması esnasında: "Tandır ısındı, kızdı" demelerine
benzer. Çünkü kelimesi
"tandır" demektir. Yine bir kavmin giriştiği savaş kızışacak olursa;
"O kavmin tenceresi taştı" anlamındaki tabir kullanılır. Nitekim
şair de şöyle demiştir:
"Sik tencerenizi
içi bomboş bıraktınız, Onların tencereleri ise kızmış ve taşmaktadır."
"Dedik ki:
Herbİrinden çifter çifter... içine yükle." Bununla erkek ve dişi
kastedilmektedir. Böylelikle tufandan sonra neslin devamı sağlanmış oldu. Hafs
"herbirinden çifter çifter" buyruğundaki; "( J* ); Her"
kelimesi-, ni tenvinli olarak okumuştur. Yani herbir şeyden çifter çifter taşı
demektir. Her iki kıraatin de ifade ettiği anlam birdir: Bu da herbir şey ile
birlikte mutlaka kendisine muhtaç olacağı diğer bir şeyi de birlikte almayı
ihtiva eder. Arapça da eğer birşey diğeri olmaksızın olmuyor ise bu türdeki her
iki şey hakkında "bu ikisi çifttir" denilir. Yine Araplar bu
çiftlerin herbinsine de (çift anlanftnı da veren): "zevç" adını
verirler. Bir kimsenin iki tane ayakkabısı varsa, onun iki çift (iki tek)
ayakkabısı var, denilir. Aynı şekilde onun yanında iki çift (biri erkek, biri
dişi) güvercin var ve üzerinde iki çift bağ var (sağlı sollu bağ var) denilir.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve o erkek ve dişiden ibaret olan iki
çifti yaratmıştır." (en-Necm, 53/45) Kadın için; o erkeğin zevci (kelime
olarak çifti yani eşi) denildiği gibi, erkek hakkında da; o kadının zevcidir,
denilir. Bazen iki şeye de "ikisi bir çifttir" denildiği de olur.
Kimi zaman "iki çift (zevcân)" ifadesi iki tür, iki sınıf anlamında
da kullanılır ve herbir türe de çift (zevç) denilebilir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ve her çeşit (zevç) güzel bitkiden bitirir."
(el-Hac, 22/5) Bu da her çeşit ve her türden anlamındadır. Şair el-A'şâ da der
ki:
"Ebû Kudâme'nin
giyindiği her çift (tür) ipek de Onunla birlikte ona hediye edilmiştir."
Burada tür ve çeşit
kastetmektedir.
"Herbirlnden
çifter çifter" anlamındaki buyruk da "yükle" anlamındaki fiil
ile nasb mahallindedir. "İki" anlamındaki kelime de te'kid için
gelmiştir.
" ...Ve
-aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını* da taşı. Buradaki;...anlar,
istisna olarak nasb mahal Ündedir. "Aleyhinde söz geçmek" ise helak
edileceğine dair hüküm verilmiş olmak demektir. Bunlar da oğlu Kenan ile hanımı
Vâile'dirier, ikisi de kâfir idiler.
"Ve iman
edenleri" ed-Dahhâk ile İbn Cüreyc derler ki: Yani bana iman edenleri
yahut seni tasdik eden kimseleri taşı demektir. Buna göre burada da;
"...enler," de; "... yükle" fiili ile nasb mahallindedir.
"Zaten onunla
birlikte ancak çok az kimse iman etmişti." İbn Abbas (r.a) der ki: Hz.
Nuh'un kavminden seksen kişi iman etmişti, Bunların Üç tanesi oğlu idi: Sânı,
Hânı ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti. Bunlar gemiden
çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu's-Semaîn" (seksen
kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine
göre gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak
cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunfann zevceleri de vardı.
Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka'b'ın görüşü de budur.
Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da yüce Allah'a
nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan
doğmuş oldu. Atâ dedi kir Nûh (as), Hâm'a: Çocuklarının saçlan kulaklanndan
aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes'in çocuklarına köle olsunlar,
diye beddua etti.
el-A'meş:
(Gemidekiler) yedi kişi idiler. Nûh, üç oğlu ve üç gelini, diyerek, Nuh'un
hanımını saymamıştır.
İbn İshâk dedi ki:
Hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğullan Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona iman
etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları.
Çok az" lafzı,
"îman etmişti" fiiliyle ref edilmiştir, Müstes-nâ oiarak nasbi caiz
değildir. Çünkü ondan önce ifade lamam olmamaktadır. Ancak ile edatlarının
birlikte kullanılmasının faydası şudur: Eğer: Onunla şu şu iman etti, denilecek
olursa, başkaları da iman etmiş olabilir. Bu iki edat zikredilerek istisna
yapılacak olursa, istisna edatından sonra anılanların iman ettikleri,
başkalarının İman etmedikleri anlaşılmış olur.[49]
41. Dedi ki:
"Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz
Rabbim günahları bağışlayandır, Rahimdir."
42. O
içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken, Nûh ayrı
bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: "Oğlum, gel bizimle birlikte sen
de bin. Kâfirlerle beraber olma!"
43. O dedi
ki: "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım." Dedi ki:
"Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak
hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin arasına dalgalar girdi.
Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu.
44. "Ey
arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de tut!" denildi. Su kesildi, İş olup
bitirildi ve Cûdî üzerinde oturdu. "O zalimler topluluğu uzak
olsunlar" denildi.
"Dedi ki; Binin
içerisine" Bu, gemiye binmek için verilmiş bir emirdi. Bu emrin yüce
Allah'tan verilmiş olma ihtimali olduğu gibi, Hz. Nuh'un kavmine verdiği emir
olma ihtimali de vardır.
Binmek (rukûb) bir
şeyin sırtına, üstüne çıkmak demektir. Mesela; " Borç ona bindi (borca
batü)" denilir.
Bu itadede hazf
vardır, yani siz suya gömülen gemiye binin, demektir. Anlamın ona binin şeklinde
olduğu ve" İçerisi..." lafzının ise te'kid için geldiği de
söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Eğer rüya yorumunu biliyorsanız..."
(Yusuf, 12/43) buyruğunda olduğu gibi. (Burada "rüya" lafzının
başına gelen "lam" harf-i cerrinin te'kid için geldiğini söylemek
istiyor). Buradaki; "İçerisi" edatının faydası da şudur: Onlar
geminin sırtında değil de içerisinde yer almakta emrolunmuşlardı.
İkrime der ki: Nûh
(as) gemiye Eeceb ayının onuncu günü bindi ve gemi Cûdî dağı üzerinde 10
Muharrem (Âşurâ) günü durdu. Böylelikle altı ay tamam olmaktadır. Katâde de bu
görüştedir. Ayrıca o, işte o gün Âşurâ günüdür, dîye ilavede bulunur.
Hz. Nûh da beraberinde
bulunanlara dedi ki: Aranızdan oruçlu bulunanlar, oruçlarını tamamlasmlar,
oruçlu olmayanlar da bugün oruç tutsunlar.
Taberî ayrıca bu
hususta Peygamber (sav.)den naklen bir hadis zikretmektedir. Buna göre Nûh
(as.) Receb ayının birinci günü gemiye bindi ve bütün ayı oruçla geçirdi. Gemi,
Âşurâ gününe kadar suyun üzerinde akıp, durdu. İşte Âşurâ günü gemi Cûdî dağı
üzerinde demir attı. Nûh (as) ve beraberindekiler de o günü oruç tuttular.
Yine Taberî, İbn İshak'tan, Hz. Nuh'un allı ay süreyle su üzerinde kaldığını ve
Beytullah'ın yanından geçerek etrafında yedi (şavt) tavaf ettiğini ve yüce
Allah'ın o sırada Beyt'i suyun üstüne çıkartmış olduğunu ve su altında
kalmamış olduğunu, bundan sonra gemisinin Yemen'e kadar gittikten sonra
Cûdî'ye geri dönüp, Cûdî üzerinde durduğunu ifade eden rivayeti de
zikretmektedir.
Onun akması da,
durması da Allah'ın adıyla-dır" buyruğunu Haremeyn ehli ile Basralılar her
iki kelimenin de "mim" harflerini -istisna (şâz) teşkil edenler
dışında- ötreli okumuşlardır ve bunun anlamı, onun akıtılması da, durdurulması
da Allah'ın adı iledir, şeklindedir. Buna göre "akması ve durması"
anlamındaki kelimeler mübledâ olarak ref mahallindedirler. Nasb mahallinde
olmaları ve takdirin şu şekilde olması da caizdir: "Akacağı vakit Allah'ın
adı ile (akar)." Bu durumda "vakit" kelimesi hazfedilmiş ve
bunun yerine; "Akması" kelimesi getirilmiştir.
el-Ameş, Hamzâ ve
el-Kisaî "mim" harfini Ötreli olarak; "Onun akması Allah'ın
adıyladır" şeklinde; "Durması" kelimesini ise "mim"
harfini ötreli olarak okumuşlardır.
Yahya b. İsa,
el-A'meş'ten, o Yalıya b. Vessab'dan; şeklinde her iki kelimenin de
"mim" harfini üstün olarak okuduğunu rivayet etmektedir ki; bu
okuyuşa göre birincisi:Aktı, akarMan mastar, diğeri İse; "Durdu,
demirledi" kelimesinden mastar okumuştur.
Buna karşılık Mücahid,
Süleyman b. Cundub, Âsim el-Cahderî ve Ebu Recâ el-Utaridî ise; "Onu akıtan
ve durduran Allah'ın adıyla" şeklinde cer mahallinde "Allah"
lafzının sıfatı olarak okumuşlardır. Bununla birlikte bu isimlerin bir mübtedâ
takdiri ile ref mahallinde, yani; "Onu akıtan da, durduran da O'dur"
anlamında olması mümkündür. Hal olarak nasb oiması da mümkündür.
ed-Dahhâk der ki: Nûh
(as) "akması Allah'ın adı İledir" dedi mi gemi akar giderdi.
"Durması Allah adı iledir" dedi mi de dururdu.
Mervan b. Salim, Talha
b. Ubeydullah b. Kerîz'den, o el-Huseyn b. Ali'den, o Peygamber (sav)den şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ümmetimin gemiye binmeleri halindeki
emânlan:
"Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla! Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet
gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ eli ile durulmuş
olacaktır. O şirk koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir," (ez-Zümer,
39/67);
"Onun akması da,
durması da Allah'ın adıytadır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır,
Rahîm'dir" (sözlerini söylemeleri)dir.[50]
İşte bu âyet-i kerîme
de herbir işin başında besmeleyi zikretmeye dair bir delildir. Nitekim biz bunu
daha Önce Besmele ile ilgili yaptığımız açıklamalarda beyan etmiş bulunuyoruz.
Yüce AHah'a hamdolsun.
"Şüphesiz Rabbim
günahları bağışlayandır, Rahîm'dlr." Yani gemiye bi nenlerin günahlarım
bağışlar, onlara çok merhametlidir.
İbn Abbas'tan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Hayvanların dışkıları ve pislikler çoğalınca yüce
Allah Nûh (as)a: Filin kuyruğuna bastır diye vahyetti. Ondan biri erkek, biri
dişi bir çift domuz düştü ve bunlar da dışkılara yöneldiler. Nûh, kendi
kendine: Şu domuzun kuyruğuna bastırsam dedi ve dediğini yaptı. Bu sefer ondan
biri erkek, biri dişi bir çift fare çıktı. Bu fareler gemiye düşünce, gemiyi ve
iplerini, eşyaları ve azıkları kemirmeye başladılar. Öyle ki geminin
halatlarının kopacağından korktular. Şanı yüce Allah bu sefer Hz. Nuh'a:
Arslantn alnını sıvazla, diye vahyettİ. Hz. Nûh, aintnı sıvazladıktan sonra bu
sefer ordan iki kedi çıktı ve bunlar da fareleri yemeye koyuldular. Hz. Nûh,
arsianı gemiye yüklediğinde: Rabbim ben buna nereden yiyecek bulacağım,
demişti. Bu sefer yüce Allah: Ben onu meşgul edeceğim, diye buyurdu ve arslan
hummaya tutuldu. O bakımdan arslan her zaman hummalı (yüksek ateşli)dir.
İbn Abbas der ki: Hz.
Nuh'un gemiye aldığı hayvanlann ilki ördek, sonuncusu ise eşek'tir. İblis de
eşeğin kuyruğuna yapıştı ve o sırada eşeğin ön ayakları geminin içinde, arka
ayaklan ise geminin dışıtıda idi. Eşek yerinde kıpırdanıp duruyor ve içeri
giremiyordu. Hz. Nûh yüksek sesle ona, ne oluyor sana, girsene! diye bağırınca
yine eşek yerinde debelenmeye başladı. Yine: Ne oluyor sana? girsene,
beraberinde şeytan dahi olsa gir, dedi ve bu son sözleri ağzından kaçırmış
oldu. Böylelikle eşek de girdi, beraberinde şeytan da girmiş oldu. Daha sonra
Hz. Nûh) şeytan'in gemide şarkı söylediğini görünce ona, ey lanetli! Seni
evime sokan ne oldu? deyince, Hz. Nuh'a: Sen bana izin verdin, diyerek durumu
anlattı. Hz. Nûh da ona: Kalk ve buradan çık git, deyince, şeytan: Senin de
beni gemide, seninle beraber taşımaktan başka yolun yok. İşte bu iddiaya göre
iblis de gemide bulunuyor idi.
Nûh (as.) ile birlikte
birisi güneşin yerine, diğeri de ayın yerine olmak üzere parıldayan iki boncuk
vardı, tbn Abbas der ki; Bunlardan birisi gündüzün aydınlığı gibi beyaz, diğeri
ise gecenin karanlığı gibi siyahtı. O bu boncuklar vasıtasıyla namaz
vakitlerini tesbit edebiliyordu. Akşam olduğunda siyah boncuğun siyahlığı,
beyazınkini bastırırdı. Sabah olduğunda ise beyaz boncuğun aydınlığı,
diğerinin siyahlığını bastırırdı ve bu da gece ile gündüzün saatleri miktarına
göre oluyordu.[51]
"O İçindekilerle
beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp gider-
ken",buyruğundaki;
"Dalgalar" kelimesi; in çoğuludur. Dalga; şiddetli rüzgarın esmesi
esnasmda yükselen suyun bir bölümüne denilir. Buyruktaki "kef" harfi
benzetme edatıdır. Bu edat da "dalgalar"ın sıfatı olarak cer
mahallindedir. Tefsirlerde nakledildiğine göre su, herbir şeyin üzerinden
on-beş zira yükselmiş idi.
"Nûh ayrı bir
yere çekilmiş olan oğluna seslendi. Denildiğine göre oğlunun adı Kenan olup,
kâfir idi. Admın Yâm olduğu da söylenmiştir.
Sibeveyh'm görüşüne
göre "Nûh... oğluna seslendi" anlamındaki buyrukta yer alan;
Oğluna" kelimesinden (sonraki zamirinde yazılma-yıp med olarak okunan)
"vav" hazfedilebilir. Sibeveyh buna Örnek olmak üzere de şu mısraı
kaydeder:
"O avamca şiir
söyleyip söylediği bu şiir develere
şarkı söyleyenin
sesini andıran gibidir."
"Nûh ... olan
oğluna seslendi şeklindeki kıraat ise şâz bir kıraattir, bununla birlikte bu
Ali b. Ebi Talib den ve Urve b. ez-Zübeyr'den de rivayet edilmiştir. Ebu Hatim
ise bu kıraatin. O kadının oğlu, kasdı ile caiz olacağını ve tıpkı; "O
erkeğin oğiu" derken "vav" halledildiği gibi, bundan da
"elifin hazfedildiğini iddia etmiştir.
en-Nehhâs ise der ki:
Ebu Hâdm'in bu açıklaması, Sibeveyh'in görüşüne göre caiz değildir. Çünkü
"elif" söylenişi hafif bir harf olduğundan hazfedil-mesi caiz olmaz,
"vav"ın İse sakil (ağır) olduğundan hazli caizdir.
"Ayrı bir yere
çekilmiş olan" yani babasının dininden uzak bulunan, bir açıklamaya göre
gemiden uzakta olan. Diğer bir açıklamaya göre; Nûh (as) oğlunun kâfir olduğunu
bilmiyordu, mü'min olduğunu zannederek onu çağırmış ve bundan dolayı ona:
"Kâfirlerle beraber olma" demişti -ki ileride gelecektir,- Hz. Nuh'un
bu seslenişi, kavminin suda boğulacaklarına inanmalarından ve artık
kurtuluştan ümitlerinin kesildiğini görmelerinden önce olmuştu. Tandırdan
suyun ilk kaynadığı ve Hz. Nuh'un tufan alâmetim ilk gördüğü sırada olmuştu.
Âsim: " Oğlum
gel, bizimle birlikte sen de bin" buyruğunda ki "ya" harfini
üstün, diğerleri ise esreli okumuştur, "Ey oğulcağı-zım" kelimesinin
aslında üç "ya"lı olması gerekiyor. Birisi küçültme "ya"sı,
diğeri fiilin aslındaki "ya" diğeri de izafet "ya"sı.
Küçültme "ya"sı lam el-fiil'in (son harfin) "ya"sına idğam
edildikten sonra izafet "ya"sından ötürü de lam el-fiil esreli gelmiş
ve tenvin mahallinde olduğundan, "ya" da burada hem kendisinin, hem
de ondan sonraki kelimenin "ra" harfinin sakin oluşundan dolayı
hazfedilmiştir. İşte "ya" harfini esreli okuyanların kıraatinin asıl
şekli budur. Fethah okuyanların kıraatinin aslı da budur. Çünkü bu şekilde okuyanlar
izafet için kullanılan 'ya" harfini, "elifin söylenişinin hafifliği
dolayısıyla "elife kalb etmişler. Bundan sonra da hazfedilen harfin yerine
geldiği için "ya" da hem kendisinin hem de ondan sonraki
"ra" harfinin sakin oluşundan ötürü "elif" hazfedilmiştir.
en-Nehhâs der ki:
Âsım'ın kıraati, açıklanması zor bir kıraattir, Ebu Hatim de der ki: O bununla;
"Ey oğulcağtzım," şeklindeki kıraaü ve ondan sonraki (sondaki
"lıe" harfinin) hazfini kastetmektedir. Yine en-Nehhâs der ki: Ben
Ali b. Süleyman'ın böyle bir kıraatin caiz olmadığı görüşünde olduğunu gördüm.
Çünkü "elif hafif bir harftir. Ebu Ca'fer en-Nehhâs der ki: Ben
nahivcilerden bu şekildeki bir telaffuzu Ebu İshak'ın dışında caiz gören bir
kimse olduğunu bilmiyorum. Çünkü o iki cihetten üstün, iki cihetten de es-reli
okunabileceğini ileri sürmüştür. Üstün okuyuş "elifin "ya"
harfine bedel gelişine göredir. Nitekim yüce Allah, şöyle söyleneceğini bize
haber vermektedir: " Eyvah bana..." (el-Furkan, 25/28) Şair de bu
şekilde kullanmıştır:
"Onun sırtına
vurulan yükten hayret doğrusu."
(Ebu İshak) bununla;
söyleyişini kastetmektedir. Bundan sonra ise iki sakinin arka arkaya gelişinden
dolayı, "elif" hazfedilmiştir. Nitekim les-niye olarak; "iki
Abdullah bana geldi" demek de bu kabildendir. İkinci açıklama şekli ise,
nida hazf mahalli olduğundan dolayı '"elifin haz-fedildiği şeklindeki
açıklamadır.
Esreli okuyuşa
gelince, nida dolayısıyla sondaki "ya" harfi hazfedilir. İkinci
açıklaması da iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, son "ya" harfinin
hazfedilişi şeklindedir.
"O dedi ki Ben
beni sudan koruyacak" ve boğulmamı önleyecek, engelleyecek "bir dağa
sığınırım." Oraya gider ve orada yerimi alırım. "Dedi ki: Bugün
-rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir
koruyucu" Allah'ın azabını önleyecek hiçbir engelleyici
"yoktur." Çünkü bugün azabın, kâfirlere hak olduğu bir gündür.
"Koruyucu" kelimesi ondan önceki "lâ" edatının tebrie
(cinsi nefy) için gelmesi dolayısıyla nasbedilmiştir. Bununla birlikte;
"Yoktur" anlamında olması da mümkündür.
"Rahmet ettiği
kimselerden başka" ifadesi de birinci türden olmayan (munkatı) bir istisna
olarak nasb mahal Ündedir, Allah'ın rahmetine mazhar kıldığı kimseyi Allah
korur, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zectâc yapmıştır. Bununla birlikte;
"Koruyucumun, "Korunmuş
anlamında olması suretiyle ref mahallinde olması da mümkündür. Nitekim; "Atılıp,
dökülen bir su" (et-Târık, 86/6) buyruğunda olduğu gibi, kelime ismi fail
olmakla birlikte, ism-i mef'ul anlamındadır. Buna göre ise istisna muttasıl
olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Yerinden
kalkması zor, sözü de anlaşılmıyor. Bununla birlikte kalbim ona
meyledicidir."
Burada da "fâtin
(meyledici)", ism-i meful olarak "meftun (meyletmiş)"
anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demektedir;
"Sen yüksek
ahlâki değerlere ulaşmaktan vazgeç. Onları elde etmek için Yerinden kalkma(na
gerek yoktur) otur, çünkü sen yedir(il)en ve giydir(il)ensin."
Görüldüğü gibi burada
da (ism-i mef'ul anlamında) yedirilen ve giydirilensin demektir.
en-Nehhâs der ki: Bu
hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de; Kimse," kelimesinin:
Bugün Allah'ın emrinden ancak rahmet edici, yani Allah koruyabilir, başka
kimse koruyamaz, anlamında ref mahallinde olmasıdır. Taberî'nin tercih ettiği
görüş de budur. Bunun güzel görünme sebebi ise, buradaki "koruyucu"
kelimesinin "korunan" anlamında (ism-i mef'ul) kabul edilmeyip aslî
babından başka bir baba nakledilmeyişidir. Aynı şekilde; "Başka"
anlamındaki istisna edatının da; "Ama, lakin" anlamına
nakledilmeyişidir.
"Derken
İkisinin'' yani Hz. Nûh ile oğlunun "arasına dalgalar girdi. Böylelikle
o, suda boğulanlardan oldu." Denildiğine göre oğlu bir ata binmiş ve
bundan dolayı bayağı böbürlenmiş idi. Suyun yaklaşmakta olduğunu görünce, bu
sefer; Babacığım! Tandır kaynayıp coştu demiş, babası da kendisine:
"Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" demiş, fakat daha cevabı tamamlanmadan,
gelen büyük bir daiga oğlunu atıyla birlikte içine alıvermiş, böylelikle Hz.
Nûh ile oğlu arasına dalga girdikten sonra oğlu da boğulup gitmişti.
Yine denildiğine göre
o, kendisi için suya karşı korunmak üzere camdan bir oda yapmıştı. Tandır
kaynayınca, bu odasının içine girib içerden üzerine kilitlemiş idi. O odası
içerisinde büyük ve küçük abdestîni bunlarla boğuluncaya kadar yapıp, durdu.[52]
Sığındığı dağın Turu
Sina olduğu söylenmiştir.
"Ey arz! Suyunu
yutl Ey gök! Sen de tut, denildi." Buradaki ifade mecazi bir ifadedir.
Çünkü arz da, sema da cansızdır. Arzı ve semayı idrak ve ayırdetme gücüne sahip
kıldığı da söylenmiştir.
Bunun mecazi bir ifade
olduğunu söyleyenler şöyle derler: Eğer Arapların da, Arap olmayanların da
dilleri araştırılacak olursa, güzel söz dizisi, ifadelerinin belağati ve
kapsadığı anlamları itibariyle bu âyetin bir benzeri bulunamaz.
Rivayette denildiğine
göre yüce Allah bir ya da iki yıi boyunca yeryüzünü yağmursuz bırakmaz,
Semadan ne kadar su (yağmur) indiyse, mutlaka bu işle görevli meleğin koruması
(ve tesbiti) ile inmiştir. Tufan yağmurları ve sulan bundan müstesnadır,
Çünkü tufanda meleğin
koruyup tesbit etmediği kadar sular çıktı. İşte yüce Allah'ın: "Şüphesiz
ki su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık" (el-Hâkka, 69/11)
buyruğu bunu anlatmaktadır.
Gemi, içindekilerle
birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde akıp gitti. Daha sonra yüce
Allah, gökten boşanan suya kesilmesini, yere de suyunu yutmasını emretti.
" Suyu yuttu,
yutar" ifadesinde fiilin ikinci harfi hem mazi, hem muzaride üstündür,
" Engelledi, engeller" fiilinde olduğu gibi, "Hamdetti,
hamdeder" fiilinde olduğu gibi, mazide ikinci harfi esre'li, muzaride de
üstün kullanıldığı da olur. Bunlar iki ayrı söyleyiş olup her ikisini de
el-Kisaî ve el-Ferrâ nakletmişlerdir. Aynı kökten gelen; Suyu içen, yutan yer
demektir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Yerin ve göğün suları ilâhî ilimde takdir edilmiş bir noktada birbirine
karıştı, kavuştu. Yerdeki su ile gökten inen su bir araya geldikten sonra yüce
Allah gökten inene çekilmeyi emretti, O bakımdan yeryüzü ondan bir damla dahi
emmedi. Yere de yalnızca kendisinden çıkan suları yutmasını emretti. İşte yüce
Allah'ın: "Ey Arz! Suyunu yut. Ey gök! Sen de tut (geri kalanı al)
denildi" buyruğunda anlatılan budur. Yüce Allah'ın her iki suyu
birbirinden aytrtettiği de söylenmiştir. Yerin suyunu Allah yere emir vererek
yuttu, gökten gelen su da denizleri meydana getirdi.
"Su kesildi"
yani eksildi; "Eksildi" ile; " Onu ben eksilttim" şeklinde
(hem lazım, hem müteaddi olarak) kullanılır. Nitekim; Eksildi ve başkası onu
eksiltti" de denilir. "Kesildi," fiilinin harfi ötreli (yani
"ya" harfin üzerinde esrenin işmâmı ile) okunması da mümkündür.
"İş olup
bitti." Yani sağlam bir şekilde bitirildi. Bu da Nûh kavminin bütünüyle
ve kesin bir şekilde helak edildiği anlamına gelir.
Denildiğine göre yüce
Allah, tufandan kırk yıl öncesinden kadınlarını ki sıriaştırdı. O bakımdan
helak edilenler arasında küçük (mükellef olmayan kimse) yoktu. Ancak sahih
olan, çocukların da tufan ile helak edildiğidir, tıpkı kuşlann ve yırtıcı
hayvanların helak edildiği gibi. Suda boğulmak, çocuklar, hayvanlar ve kuşlar
için bir ceza değildi. Onlar ecelleriyle ölmüş oldular.
Yine nakledildiğine
göre su yollarda çoğalıp, artınca bir çocuğun annesi, çocuğunun boğulacağından
korktu. Yavrusunu oldukça seviyordu, çocuğunu alıp dağa çıktı. Dağın üçte
birine ulaştığında,-su da ona yaklaşmaya başladı. Yine dağın üçte ikisine
kadar tırmandı, su orada da ona yetişince, dağın tepesine kadar çıktı. Su
kadının boynuna ulaşınca, elleriyle oğlunu havaya kaldırdı ve nihayet su onu
alıp gitti. İşte, şayet Allah onlardan herhangi bir kimseyi esirgeyecek
olsaydı, bu çocuğun annesini esirger, tufandan kurtarırdı.[53]"Ve
Cûdî üzerinde durdu. O zalimler topluluğu uzak olsunlar denildi." Yani
onlar helak olsunlar denildi.
Cûdî; Musul
yakınlarında bir dağdır. Muharrem ayının onuncu günü olan Âşurâ günü o dağın
üzerinde durdu. O bakımdan Nûh (as) o günü oruç tuttu, beraberinde bulunan
herkese de vahşi hayvanlara, kuşlara ve diğer canlılara da emir vererek o günü
yüce Allah'a şükür olmak üzere- oruçla geçirdiler. Bu husus daha önceden de
geçmişti.
Bugünün, cuma günü
olduğu da söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre yüce Allah dağlara: Geminin
dağlardan birisi üzerine duracağını vahyetti. Bu dağların herbirisi yüksekliğini
düşünerek umutlandı. Cûdî dağı ise yüce Allah'a tevazu olmak üzere öyle bir
umuda kapılmadı. O bakımdan gemi de onun üzerine durdu ve geminin tahtaları,
direkleri o dağın üzerinde kaldı. Hadis-i şerifte de Peygamber (sav)ın şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "An-dolsun ki bu gemiden, bu ümmetin
ilklerinin yetiştiği (yetişeceği) bir şeyler geriye kalmış bulunuyor."[54]
Mücahid der ki: Dağlar
yüksekliklerine ve yüceliklerine kanarak, suyun altında kalmayacaklarını
zannettiler. Ancak su dağların üzerinden onbeş zira kadar yükseldi. Cûdî dağı
ise yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük ve tevazu gösterdi. O bakımdan
orası suyun altında kalmadı ve gemi onun üzerinde durdu.
"Cûdî"
kelimesinin her dağın adı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Zeyd b, Amr b.
Nufeyl'in şu beyiti de bu türdendir:
"Tenzih ederim
O'nu, sonra yine yalnız O'na ait olmak üzere tenzih ederim, Bizden önce de
zaten Cûdî (dağlar) ve yerdeki diğer yükseklikler de
teşbih
etmişlerdi."
Cûdî'nin cennet
dağlarından bir dağ olduğu için, geminin onun üzerinde durduğu da
söylenmiştir. Şam yüce Allah'ın üç kişi ile üç dağa ikramda bulunduğu
söylenmiştir: Hz. Nûh ile Cûdî'ye, Hz. Musa ile Turu Sina'ya, Muhammed ile de
Hira dağına (Allah'ın salât ve selâmlan hepsine olsun).Alçak gönüllülük ve büyüklük
taslamak:
Cûdî dağı alçak
gönüllülük gösterip, boyun eğince Allah ona üstünlük verdi. Başkası da
kendisini yüksek görüp, üstünlük taslayınca zelil oldu. İşte yüce Allah'ın
yarattıkları arasındaki sünneti (kanunu) budur. Tevazu ile boyun eğeni yükseltir,
üstünlük taslayanı da alçaltın Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş:
"Boyunlarımız
Senin önünde itaatle eğilecek olup, zilletini arzederse, İşte bizim
aziz^luşumuz da onların zelilliklerini ortaya koymalanndadır."
Buhârî ve Müslim'in,
Sahihlerinde kaydedildiğine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber
(sav)in "el-Adbâ" adında bir dişi devesi vardı ki bu deve bir türlü
gecikmiyordu. Bedevi bir Arap altı yaşına henüz basmamış erkek bir deve İle
geldi. İşte bu deve Hz. Peygamber'in dişi devesini (yarışta) geride bıraktı. Bu
durum müslümanlara ağır geldi ve el-Adbâ yarışta geçildi, dediler. Rasûlullah
(sav) da şöyle buyurdu: "Dünyadan herhangi bir şeyi yükseltti mi, mutlaka
onu alcaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır (O'nun kanunudur).
[55]
Yine Müslim, Ebu
Hureyre (r.aldan Rasûlullah (sav)ın şu buyruğunu kaydetmektedir: "Sadaka
hiçbir malı eksiltmez. Affeden kulunun da Allah mutlaka izzetini arttinr.
Allah İçin alçak gönüllülük gösteren bir kimseyi de Allah mutlaka yükseltir.
"[56]
Yine Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Yüce Allah banar "Sizden herhangi bir kimse bir
diğerine haksızlık etmeyecek ve kimse kimseye karşı övünmeyecek noktaya
gelinceye kadar birbirinize alçak gönüllü olunuz, diye vahyetti." Bu
hadisi de Buhârî rivayet
[57]etmiştir.[58]
Burada Hz. Nuh'un
kavmi ile başından geçen kıssanın bir bölümünü ve gemi ile ilgili bazı
açıklamaları söz konusu edelim.''[59]
Hafız İbn Asâkir,
Tarih'inde (Tarihu Dimaşk), el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir; Nûh
(as) yüce Allah'ın yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk rasûldür. İşte yüce
Allah'ın: "Andolsun Biz Nuh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli
yıl eksik olmak üzere bin. yıl kaldı..." (el-Ankebût, 29/14) buyruğu buna
işaret etmektedir. Kavminin işledikleri masiyetler alabildiğine çoğalmış,
aralarındaki zorbaların sayısı artmış ve azdıkça azmışlardı. Hz. Nûh da gece
gündüz, gizli açık onları davet eder dururdu. Oldukça sabırlı ve tahammüfkâr
birisi idi. Peygamberlerden hiçbir kimse Hz. Nuh'un karşılaştıklarından daha
ağırı ile karşılaşmış değildir. Kavmi yanına girer ve yere yığılıncaya kadar
onun boğazını sıkar, dururlardı. Meclislerde onu döverler ve kovulurdu.
Bununla birlikte kendisine bunlan yapanlara beddua etmez, aksine onları hak
dine davet eder ve: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar
bilmiyorlar" derdi. Ancak onun bu yaptıkları kavminin kendisinden kaçıp,
uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmıyordu. Hatta onlardan birisiyle
konuşacak olursa, o kişi elbisesi ile başını sarar, sarmalar, kulaklarını da
sözlerinden hiçbir şey işitmesin diye parmaklarıyla tıkardı. İşte yüce
Allah'ın: "Gerçekten ben onlara kendilerine mağfiret etmen için ne zaman
davette bulunduysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler...''
(Nûh, 71/7) buyruğunda anlatılan budur.
Mücahid ve Ubeyd b.
Umeyr derler ki: Hz. Nuh'u kavmi baygın düşünceye kadar döver dururlardı.
Ayılıp kendisine geldiğinde ise: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü
onlar bilmiyorlar" derdi.
İbn Abbas der ki:
Hz. Nûh kavmi tarafından dövülür, sonra da bir keçeye sarılarak öldü düşüncesi
ile evine bırakılırdı. Sonra yine dışarı çıkar, onları davet ederdi. Nihayet
kavminin İman edeceğinden ümidini kestiği bir sırada, bir adam asasına
yaslanarak, oğluyla birlikte yanına geldi ve oğluna şöyle dedi: Oğulcağızım!
Şu yaşlıya dikkatle bak, sakın seni aldatmasın. Oğlu: Babacığım! Sen bana asayı
ver dedi. Babası ona asayı verince, o da asayı aldıktan sonra beni yere bırak
dedi. Babası onu yere bıraktıktan sonra, asa ile Hz. Nuh'un üzerine yürüdü ve
ona vurup ve başını yaraladı, başından kanlar aktı. Bunun üzerine Hz. Nûh
şöyle dedi: "Rabbim, kullarının bana neler yaptığını görüyorsun. Eğer
Senin kulların hakkında dilediğin bir hayır var ise onlara hidayet ver, eğer
dileğin bundan başkası ise hükmünü verinceye kadar da bana sabır ver. Zaten,
Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın."
Yüce Allah ona
indirdiği vahyiyle artık kavminin iman etmeyeceğini belirtip İmanlarından yana
ümidini kesti. Ne erkeklerin sulblerinde, ne de kadınların rahminde iman
edecek kimse kalmadığını bildirdi ve buyurdu ki: "Nuh'a şöyle vahyolundu:
Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir. O
halde işlediklerine tasalanma." Yani onlara üzülme "gözümüzün önünde
ve vahyimizle gemiyi yap." (Hûd, 11/36-37) Hz. Nûh: Peki Rabbim gemiyi
yapmak için kereste nerede? deyince, yüce Allah ona, ağaç dik, diye emir verdi.
O da yirmiyıl süreyle tik ağaçlarını dikü. Davet etmekten uzak durdu, onlar da
onunla alay etmekten uzak durdular. Çünkü onunla alay edip dururlardı. Ağaçlar
yetişince Rabbinin ona emir vermesi üzerine ağaçlan kesip kuruttu ve şöyle
dedi: Peki Rabbim ben bu evi (gemiyi) nasıl yapacağım? Yüce Allah ona: Sen bu
evi (gemiyi) üç şekle benzeterek yap. Başı horoz başı gîbî olsun, teknesi
kuşun göğüs kafesi gibi olsun, kuyruğu da horozun kuyruğuna benzesin. Bu gemiyi
kat kat yap ve yan taraflarında kapıları olsun. Ondan sonra demir çivilerle bu
kapıları kapat.
YüceAIlah Hz.
Cebrail'i göndererek, ona gemiyi nasıl yapacağını öğretti. Hz. Nuh'un eli en
ufak bir yanlışlık yapmaz oldu. İbn Abbas dedi kî: Nûh (as)ın evi Dİmaşk'ta
idi. Gemisini Lübnan'dan getirdiği kerestelerden, Zemzem kuyusu ile Rükün ile
Makam arasında inşa etti. Gemi tamamlanınca yırtıcı hayvanları ve yerdeki
diğer canlıları birinci kapıdan aldı. Yabani hayvanlar ile kuşları ikinci
kapıdan aldı ve kapıları üzerlerine kapattı. Adem oğullarından kırk erkek ve
kırk kadını da üst kapıdan alarak, kapıyı da üzerlerine kapattı. Küçük
çocukları da zayıflıkları dolayısıyla, hayvanların onları ezmemesi için
güçsüzlükleri dolayısıyla kendisiyle beraber üst kapıdan aldı.
ez-Zührî dedi ki: Yüce
Allah bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar, yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, vahşi
hayvanlardan ve diğerlerinden herbir çiftten birisini ona taşıyıp getirdi.
Cafer b, Muhammed dedi
ki: Yüce Allah, Hz. Cebrail'i gönderdi, o da bu canlıları toplayıp bir araya
getirdi. Eliyle bir çiftin üzerine vuruyor ve böylelikle sağ eli erkeğin, sol
eli de dişinin üzerine konuyor ve bunları alıp gemiye koyuyordu.
Zeyd b. Sabit dedi ki:
Teke gemiye girmekte Hz. Nuh'a zorluk çıkardı. O da eliyle kuyruğundan İtti,
işte o zamandan bu yana keçinin kuyruğu yukarı doğru bükük olarak kaldı ve
edeb yeri açığa çıkmış oldu. Koyun da gelip gemiden içeriye girdi, Hz. Nûh da
eliyle kuyruğunu sıvazladığından dolayı edeb yeri örtülmüş oldu.
İshak dedi ki: İlim
ehlinden bir kişinin bize haber verdiğine göre; Hz. Nûh gemidekileri, gemiye
yerleştirdi ve o gemiye her türden çifter çifter koydu. Hüdhüd kuşundan da bir
çift taşıdı. Dişi hüdlıüd kuşu yer görünmeden önce öldü. Erkek hüdhüd ona bir
yer bulsun diye dünyayı dolaştırdı, ne çamur, ne de toprak bulamadı. Rabbi
rahmetiyle onu esirgedi ve kafasının arka tarafında ona bir kabir kazıdı ve
onu oraya gömdü. İşte hüdhüdun kafasının arka tarafında çıkıntı şeklindeki
tüyler o kabrin yeridir. Bundan dolayı hüd-hüdlerin kafalarında böyle bir
çıkıntı vardır.
Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Nûh gemiye beraberinde bütün ağaçlardan almıştı. Acve
(denilen hurma ağacı) da cennetten olup, gemide Nûh ile birlikte idi."
"Kitabu'l-Arus"un
sahibinin ve başkalarının naklettiğine göre Nûh (as) yeryüzünün durumuna dair
kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli göndermek isteyince, tavuk ben
gideyim dedi. Hz. Nûh, o tavuğu alıp kanatlarını mühürledi ve ona şöyle dedi:
Sen benim mührümle mühürlüsün, ebediy-yen uçamazsın. Seninle benim ümmetim
istifade etsin. Bunun üzerine kargayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada
kaldı, dönüşü gecikti. Hz. Nûh da kargaya lanet etti, işte bundan dolayı karga
hem Harem bölgesinde hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür. Hz. Nûh kargaya
korkak olsun diye beddua etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra
güvercini gönderdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir
ağaca kondu ve bir zeytin yaprağı taşıdı, Nûh (as)ın yanma geri döndü,
böylelikle Hz. Nûh güvercinin yere konamadığını anladı. Bundan sonra onu bir
daha gönderdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vadilerinden birisine kondu.
Kabe'nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğu görüldü. Oranın çamurları
kırmızı renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi.
Son radan Nûh (as)a gelerek, sana vereceğim müjde karşılığında benim boynuma
gerdanlık bağışta man, aya klan mm kınalanması ve Harem bölgesinde yerleşmem
olsun. Hz. Nuh da eliyle boynunu sıvazladı, boynu etrafında gerdanlık oluştu;
ayaklarında da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübaek olması için
dua etti. es-Sa'lebînin naklettiğine göre Hz. Nûh kargadan sonra sülünü
göndermişti. Sülün de tavuk türundendi, ona: Sakın ha özür beyan etmeyesin,
demişti. Sülün yeşilliğe ve seyredilecek manzaralara kendisini kaptırdı,
kıyamet gününe kadar da onun yavrularını yanına rehin aldı.[60]
45.
Nûh,
Rabbİne nida edip dedi ki: "Rabbİm, benim oğlum da şüphesiz benini aile
balkandandır. Senin va'din ise elbette haktır ve sen hâkimler hâkimisin."
46. Buyurdu
ki: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir ameldir.
Öyleyse bilmediğin bir şeyi Benden İsteme. Ben cahillerden olmayasm diye, sana
öğüt veriyorum."
47. Dedi ki:
"Rabbim, ben bilmediğim şeyi Senden İstemekten Sana sığınırım. Eğer beni
bağışlamaz ve merhamet etmez isen, en büyük zarara uğrayanlardan olurum."
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[61]
‘’Nûh, Rabbine nida
edip" dua edip "dedi ki: Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile
halkımdaadır." Yani kendilerini boğulmaktan koruyacağını va'detmiş
olduğun aile halkımdandır. Buna göre ifadede hazfedilmiş sözler vardır.
"Senin va'din ise
elbette haktır." Doğrudur,
gerçektir.
İlim adamlarımız
derler ki: Hz. Nuh'un, Rabbine oğluna dair soru sorması, yüce Allah'ın:
"Aile efradını.,." buyruğu dolayısı iledir; buna karşılık "aleyhinde
söz geçmiş olanlar hariç" buyruğunu göz önüne getirmemiş,ti. Hz. Nuh'un
kanaatine göre, oğlu kendi aiie efradından olduğundan ötürü o da: "Rabbim,
benim oğlum da şüphesiz benim aüe halkımdandır" demişti. Bunun böyle
olduğuna delil, Hz. Nuh'un oğluna söylediği: "Kâfirlerle beraber
olma!" Yani sen kendilerinden olmadığın kimseler arasında bulunma, şeklindeki
sözleridir. Çünkü Hz. Nûlı, oğlunun mü'min olduğunu zannediyordu, yoksa Hz,
Nuh bu kanaatte olmasaydı, Rabbine: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile
halkımdandır" demezdi. Zira Hz. Nuh'un önce kâfirlerin helak edilmelerini
isteyip de daha sonra onlardan birilerinin kurtarılmasını istemesi imkansız bir
şeydir. Oğlu kâfir olduğunu gizliyor ve mü'min olduğunu izhar ediyordu. Şanı
yüce Allah da Hz. Nuh'a tek başına kendisinin bilmiş olduğu gaybî bir hususu
haber verdi. Yani, Ben senin oğlunun bilmediğin bir haiini biliyorum. el-Hasen
de der ki: Oğlu münafık'tı. İşte bundan dolayı Hz. Nûh ona (kendileriyle
birlikte gemiye binmesi için.) seslenmeyi helal görmüştü. Yine el-Hasen'den
nakledildiğine göre bu, onun üvey oğlu idi. Buna delil de Hz. Ali'nin: "Ve
Nûh, hanımının oğluna seslendi" şeklindeki kıraattir.
"Ve sen hâkimler
hâkimisin." anlamındaki buyruk mübtedâ ve haber'dir. Yani sen kimilerinin
kurtuluşuna, kimilerinin de suda boğulmalarına hükmettin.[62]
Yüce Allah'ın:
"Buyurdu ki: Ey Nûh! O senin ailenden değildir." Yani o, Benim
kendilerini kurtarmayı vaadettiğim aile halkından değildir. Bu açıklamayı Said
b. Cübeyr yapmıştır. Cumhur der ki: O senin dinine mensub kimselerden ve
aranızda velayet (dostluk, yardımlaşma, dayanışma) bağı bulunan kimselerden
değildir, demektir. Buna göre buyrukta lıazfedilmiş bir muzaf vardır. Bu da,
din bağının hüküm itibariyle, neseb bağının hükmünden daha güçlü olduğunun
delilidir.
"Çünkü o salih
olmayan bir ameldir" buyruğunu İbn Abbas, Urve, İkrime, Ya'kub ve
el-Kisaî; "O salih olmayan bir amel işlemiştir" diye okumuşlardır ki,
o salih olmayan küfür ve yalanlama işini işlemiştir, demektir. Ebu Ubeyd de bu
kıraati tercih etmiştir. Diğerleri ise; "Bir ameldir" diye
okumuşlardır. Yani senin oğlun salih olmayan bir amel sahibidir, anlamında
olup muzaf hazfedilmiştir. Bunu da ez-Zeccâc ve başkaları ifade etmiştir.
ez-Zeccâc şu beyîti de buna örnek göstermektedir:
"Otladıkça, otlar
nihayet fark etti mi Artık o (kararsızca) gider ve gelir."
Burada da artık o
gidiş ve geliş sahibi olur, takdirinde muzafın hazfi söz konusudur.
Gerek bu görüş, gerek
bundan önceki görüş aynı manaya gelir. Bununla birlikte "he"
zamirinin Hz. Nuh'un isteğine raci olması da mümkündür. Yani senin Benden onu
kurtarmamı istemen, salih olmayan bir ameldir. Bu açıklamayı da Katâde
yapmıştır. el-Hasen de der ki: Salih olmayan amel demek, onun kendi yatağında
doğmakla birlikte oğlu olmaması demektir. Çünkü o, sahih nikahla doğmuş bir
çocuk değildi. Mücahid de bu görüşü ifade etmiştir. Katâde der ki: Ben
el-Hasen'e onun hakkında soru sordum da o: Allah'a yemin ederim ki o, Nuh'un
oğlu değildi, dedi. Ben bu sefer, şüphesiz ki Allah onun oğlu hakkında:
"Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdan-dır" dediğini haber
vermektedir, deyince el-Hasen: O bendendir, demedi. İşte bu onun hanımının bir
başka kocadan doğma oğlu olduğuna işarettir. Bu sefer ben ona: Yüce Allah onun:
"Benim oğlum da şüphesiz benim aile hal-kımdandır" dediğini
naklettiği gibi "Nuh oğluna seslendi..." şeklindeki buyruğu da
vardır. Ayrıca iki kitab ehli (yahuditerle, hristiyanlar) da onun oğlu olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sefer el-Hasen şöyle dedi: Dinini kitab
ehlinden kim öğrenmeye kalkışabilir ki? Onlar yalan söylüyorlar Daha sonra da:
"İkisi de kocalarına hainlik ettiler" (et-Tahrîm, 66/10) buyruğunu
okudu.
İbn Cüreyc ise der ki:
Ona, onun kendi oğlu olduğunu zannederek seslendi. Halbuki o, annesi Hz.
Nuh'un nikâhı altında iken dünyaya gelmişti. Annesi bu konuda daha önce Hz.
Nuh'a ihanet etmişti. İşte bundan dolayı yüce Allah: "İkisi de onlara
ihanet etmişlerdi" diye buyurmuştur.
Ancak İbn Abbas şöyle
demektedir: Hiçbir zaman, hiçbir peygamberin hanımı zina etmiş değildir. O,
Hz. Nuh'un kendi sulbünden gelme oğlu idi.
ed-Dahhâk, İkrime,
Said b. Cübeyr, Meymun b. Mihran ve başkaları da aynı şekilde onun Hz. Nuh'un
sulben oğlu olduğunu söylemişlerdir. Said b. Cubeyr'e Hz. Nuh: "Benim
oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demişti. Gerçekten o, onun
aile halkından mı idi, onun öz oğlu mu idi? Said b. Cübeyr uzun uzun Allah'ı
teşbih etti, sonra da la ilahe İllallah dedi. Yüce Allah, Muhammed'e Nuh'un
oğlu olduğunu anlatıyor, sense onun oğlu olmadığını söylüyorsun. Evet, onun
oğlu idi, fakat niyet, amel ve din bakımından ona muhalif idi. Bundan dolayı
yüce Allah: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir" diye buyurmuştu. İşte
bu görüşü benimseyenlerin üstün değerleri dolayısıyla yüce Allah'ın izniyle bu
hususta sahih oian görüş budur. Yüce Allah'ın: "O senin ailenden
değildir" buyruğu ise onun Hz. Nuh'un öz oğlu olmadığı anlamına
gelmemektedir. Ayrıca: "İkisi de onlara hainlik ettiler" (Tahrim,
66/10) buyruğu dinde onlara hainlik ettiler demektir, yoksa ahlâkî bakımdan bir
hainlik ettikleri anlamına gelmez. Çünkü Hz. Nuh'un hanımı insanlara kocasının
deli olduğunu söylüyordu. Şöyle ki: Hz. Nuh'a hanımı, Eabbin sana yardım
etmeyecek mi? diye sormuş. O da, evet edecek demişti. Hanımı, ne zaman diye
sorunca, o da; Tandır kaynadığında, demişti. Bu sefer evden dışarı çıkıp
kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'a yemin ederim ki bu delidir. Rabbİnin
kendisine şu tandırdan su kaynamadıkça yardım etmeyeceğini iddia etmektedir.
İşte Hz. Nuh'un hanımının hainliği bu idi. Diğerinin (Hz. Lut'un hanımının)
hainliğine gelince, o da ileride yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere Hz.
Lut'a gelen misafirleri haber veriyordu.
Şöyle de denilmiştir,
"çocuk"a "amel" denilebilir. Nitekim şu hadiste belirtildiği
gibi onlara "kesb: kazanç" da denilebilir: "Sizin çocuklarınız
kesbi-nizden (kazancınızdan) sayılır."[63] Bunu
da el-Kuşeyrî nakletmektedir.[64]
Bu âyet-i kerîmede
babalar salih kimseler olsalar dahi, çocuklarının fasit olmalarına karşılık
insanlara bir teselli vardır. Rivayet olunduğuna göre Malik b. Enes'in oğlu
yukandan beraberinde üzerini örttüğü güvercin ile birlikte inmiş. Malik
insanların bunu anladığını fark edince şöyle demiş: Asıl edeb, Allah'ın verdiği
edebtir. Babaların, annelerin verdiği edeb değil. Asıl hayır Allah'ın ihsan
ettiği hayırdır, babaların ve annelerin hayrı değil.
Yine bu âyet-i
kerîmede hem sözlük-anlamı itibariyle, hem de şer'ân oğlun aile halkından
olduğuna, evin ehlinden olduğuna delil vardır. Buna göre bir-kimse; ehline
vasiyette bulunacak olursa, oğlu ve evinde barman ve geçimlerini sağladığı
kimseler de girer. Nitekim şanı yüce Allah bir başka âyet-i kerîmede de şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun kiNûh Biz'e seslenmişti. Biz ne güzel karşılık
verenleriz! Ve Biz onu ve ehlini büyük gamdan kurtardık." (es-Saffat,
37/75-76.) Bu buyrukta onun evinde, hanesinde bulunan herkesi Nuh'un ehli
olarak adlandırmaktadır.[65]
Âyet-i kerîme
el-Hasen, Mücahid ve aynı kanaati paylaşan diğerlerinin görüşlerine göre
çocuk, annesinin nikahı altında bulunduğu babaya ait olduğunun delilidir.
Bundan dolayı Hz. Nûh da zahiren annesinin nikahı altında bulunduğu gerçeğinin
zahirine göre o sözleri söylemişti.
Süfyan b. Uyeyne de
Amr b. Dinar'dan naklettiğine göre Amr, Ubeyd b. Umeyr'i şöyle derken dinlemiş:
Biz Rasûlullah (sav)ın Nûh (as)ın oğlu dolayısıyla çocuğun annesinin nikahı
altında bulunduğu babaya ait olduğu hükmünü verdiği görüşündeyiz. Bunu Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr), "et-Temhid" adlı eserinde nakletmektedir.
Sahih hadiste de Peygamber (sav)in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Çocuk, annesi kimin nikâhı altında ise o babaya aittir. Zina edene ise
hüsrana uğramışlık (hacer; taş) vardır."[66]
Buradaki "taş"dan kastın recm olduğu da söylenmiştir.
Urve b. ez-Zübeyr ise;
" Ve Nûh o kadının (hanımının) oğluna seslendi" diye okumuştur, Bu
ise daha önce gerek ondan, gerekse Ali (r.a)dan nakledilen kıraatin
açıklamasıdır. el-Hasen ve Mücahid'in de konu ile ilgili görüşlerine delildir.
Şu kadar var ki bu şaz bir kıraattir, bundan dolayı biz ittifakla kabul
olunmuş kıraati terkedemeyiz. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.[67]
"Ben, cahillerden
olmayasın diye sana öğüt veriyorum." Yani, Ben sana böyle bir soru
sormayı yasaklıyorum, seni cahillerden olmayasın yahut cahillerden olmanı yani
günahkârlardan olmanı- istemediğim için seni sakındırıyorum. Nitekim yüce
Allah'ını "Bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt
verir" (en-Nur, 24/17) buyruğu da bu türdendir. Yani Allah sizi bundan
sakındırır ve benzerini bir daha tekrarlamanızı size yasaklar.
Buyruğun, Ben seni cahillerden
olmayacak kadar üstün tutuyorum, ania-mında olduğu da
söylenmiştir.İbnu'l-Arabîder ki: Bu ise Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği fazladan bir
lütuf olup onu cahillerin makamından yükseklere çıkarttığı ve yine âlim ve
ariflerin makamına yükselttiği bir öğüttür.
Bunun üzerine Hz. Nûh:
"Dedi ki: Katibim, ben bilmediğim şeyi Sen'den İstemekten, Sana
sığınının-" İşte peygamberlerin günahları bu türdendir. Yüce Allah onun
bu şekilde alçak gönüllülüğünü ve zilletini arzetmesini mü-kâfatsız bırakmasın.
"Eğer beni
bağışlamaz" Sen'den böyle bir istekte bulunmaktan ötürü kusurumu affetmez
"ne" tevbemi kabul etmek suretiyle de "bana merhamet etmez
İsen" amelleri bakımından "en büyük zarara uğrayanlardan
olurum."
Bunun üzerine yüce
Allah ona: "Ey Nâh! Bizim katımızdan selametle in!" diye buyurdu.[68]
48. Denildi
ki: "Ey Nûh! Bizim katımızdan selâmetle İn. Sana ve seninle beraber
bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun. Diğer ümmetler de vardır ki,
Biz onları da faydalandıracağız, sonra onlara Bizden can yakıcı bir azab
dokunacaktır."
"Denildi ki: Ey
Nuh! Bizim katımızdan selametle in." Yani melekler veya yüce Allah ona:
Gemiden yeryüzüne yahut dağdan yere in. Çünkü artık yer suyu yutmuş ve kurumuş
bulunuyor. "Katımızdan selametle": tarafımızdan esenlik ve güvenlikle
"tahiyye (selâm)" ile in, diye de açıklanmıştır.
"Sana ve seninle
beraber bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun" buyruğundaki
"bereketler" sabit nimetler demektir. Bu kelime devenin çökmesi demek
olan; dan türetilmiştir, bu ise devenin sağlamca yerine çökmesi ve kalması
anlamındadır. Nitekim suyun içinde durduğu havuza; denilmesi de buradan
gelmektedir.
İbn Abbas (r.a) dedi
ki: Nûh tas), küçük (ikinci) Âdem'dir. Şu andaki bütün İnsanlar onun soyundan
gelmişlerdir. Gemide -önceden de geçtiğine göre- Katâde ve aynı kanaatte olan
diğerlerinin görüşlerine göre, onunla birlikte bulunan bütün erkek ve
kadınlar, onun zürriyetinden İdi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Onun
zürriyetini de sonradan geriye kalanların tâ kendileri kıldık. (es-Sâffât, 37/77)
diye buyurulmaktadır. "Ve seninle beraber bulunan diğer ümmetlere
de" buyruğunun kapsamına kıyamet gününe kadar gelecek bütün mü'minlerin
girdiği söylenmiştir.
"Diğer ümmetler
de vardır ki, Biz onları da faydalandıracağız. Sonra onlara Bizden can yakıcı
bir azab dokunacaktır" buyruğunun kapsamına da kıyamet gününe kadar
gelecek bütün kâfirler dahildir. Bu görüş Muhammed b. Ka'b'tan rivayet
edilmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Seninle birlikte bulunan
ümmetlerin zürriyetlerine de, hayır ve bereketler olsun,kendilerini
faydalandıracağımız ümmetlerin zürriyetlerine de.
"
Kimselerden"deki t in teb'îz (kısmilik bildirmek) için olduğu söylendiği
gibi, cinsin beyanı için de olabilir.
"Diğer ümmetler
de vardır İti Biz onları faydalandıracağız" buyruğundaki;
"Ümmetler," kelimesinin merfu olarak gelmesi; "Diğer bir takım
ümmetler de vardır ki" anlamına geldiğindendir.
el-Ahfeş Said der ki:
Bu, bir kimsenin: " Amroturuyor iken Zeyd ile konuştum" demek
kabilindendir. el-Ferrâ ise kıraat dışında (günlük konuşmada); şeklindeki
okuyuşu caiz kabul eder ve bu; " Biz bir takım ümmetleri de
faydalandıracağız" takdirindedir, der....e'nin; "Ümmetler" ile
tekrar edilmesi daha Önce geçen; "Sana" kelimesindeki mecrur olan
"kef" zamirine atfedildiğinden dolayıdır. Mecrur olan zamire ise
Sibeveyh ve diğerlerinin görüşlerine göre ancak cer edatının tekrarlanması
halinde atıf yapılabilir, Buna dair açıklamalar daha önceden; "Kendisi
adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağını
kesmekten de sakının" (en-Nisâ, 4/1) buyruğundaki son kelimenin esreli
okunuşu ile ilgili açıklamalarda bulunurken yeterince geçmiş bulunmaktadır.
(Bk. en-Nisa, 4/1, 2. başlık)
Yüce Allah'ın:
"Selametle" kelimesinin başındaki "be" harf-i cer-ri mahzuf
bir kelimeye müteallaktır, çünkü bu hal mevkiindedir. Yani; " Sana
selam(et) verilmiş olarak in" demektir. "Katımızdan" ise yine
hazfedilmiş bir kelimeye müteallak ve cer mahallindedir, çünkü "hayır ve
bereketler" anlamındaki kelimenin sıfatıdır. "Ve... ümmetlere
de" ise daha önce geçen "sana" kelimesinin taalluk ettiği yere
mü-teallaktır. Çünkü bu kelime de kendisine atıf yapılan zamire iade
edilmiştir. Buna karşılık; " Seninle beraber... bulunanlardan"
buyruğundaki cer harfi ise mahzuf bir kelimeye taalluk eder, çünkü bu da
"ümmetler"in sıfatı olarak cer mahallindedir. "Seninle
beraber" de mahzuf bir fiile taalluk eder. Çünkü bu; " ...an"
ism-i mevsutünün sılasıdır. Bu da, " Seninle beraber gemide karar
kılan" yahut "seninle beraber iman eden" veya "seninle birlikte
gemiye binen..." takdirindedir.[69]
49. Bunlar
sana vahyettiğlmiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen
biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet hiç şüphesiz takva
sahiplerinindir.
"Bunlar sana
vahyettiğimJz gayb haberlerindendir" buyruğu; bu haberler sana
vahyettiğimiz... anlamındadır. Bir başka yerde burada kullanılan bu işaret ismi
mürred, müennes ve uzak içindir. Bir başka yerde ise uzak, müf-red ve müzekker
ism-i işaret olan; kullanılmaktadır. (Bk. Al-i İmran, 3/44; Yusuf, 12/120) Bu
da, bu haber ve kıssalar senin için gayb olan haberlerdendir. "Sana
vahyettiğiniz" onlara vakıf olasın, biiesin diye bildirdiğimiz kıssalardır
ki "onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." Yani onlar
Tufana dair bir şey bilmiyorlardı. Şimdi mecusiler Tufanın gerçekleştiğini
kabul etmemektedirler. "Bundan evvel" anlamındaki ifade ise haberdir.
Yani bunlar senin için de, kavmin içiri de bilinmeyen şeylerdi.
"O halde
sabretl" Risalet görevini yerine getirmenin zorluklarına ve kavminin
eziyetlerine, Nuh'un sabrettiği gibi sen de sabret.
Bu buyruk ile her ne
kadar genel çerçevesiyle Tufana dair bir şeyler İşitmiş iseler de onların Hz.
Nuh'un oğlunun kıssasını bilmediklerini kastettiği de söylenmiştir.
"O halde
sabret!" Yani ey Muhammedi Sen Allah'ın emrini yerine getirmek, O'nun
risaletini tebliğ etmek üzere ve kâfir Araplardan gördüğün eziyetlere -Nuh'un,
kavminin eziyetlerine sabrettiği gibi- sen de sabret. "Akıbet"
dünyada zafer elde etmek, âhirette de kurtuluşa ermek suretiyle "hiç şüphesiz"
şirkten ve masiyetlerden korunan "takva sahiplerinindir."[70]
50.
Âd(kavmin)e de kardeşleriHûd'ugönderdik, "Ey kavmim!” dedi. Allah'a
ibadet edin. Sizin, Ondan başka hiçbir ilâhınız yok. Siz ancak yalan
uyduranlarsınız.
51.
"Ey
kavmim! Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret İstemiyorum. Benim mükâfatım
ancak Beni yaratana aittir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
52. "Ey
kavmim! Rabbİnizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki, üzerinize
gökten bol bol yağmur göndersin. Gücünüze güç katsın. Günah İşleyip durarak yüz
çevirmeyin."
53. Dediler
ki: "Ey Hûd! Sen bize apaçık bir belge getirmedin. Biz sen söyledin diye,
tanrılarımızı terkedecek de değiliz, sana inanacak da değiliz.
54-55-
"Biz
ancak şunu deriz: İlâhlarımızdan biri seni fena çarpmış." Dedi ki:
"Gerçekten ben Allah'ı şahld gösteriyorum. Siz de şahid olun ki ben sizin
Allah'ı bırakıp O'na ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım. Artık hepiniz bana
tuzak kurun. Bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin.
56.
"Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Rabblniz olan Allah'a güvenip
dayandım. Hareket eden ne kadar canlı varsa, hepsinin alnından tutan Odur.
Benim Kabbİm gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir.™
57.
"Eğer siz yüz çevirirseniz; işte ben, benimle size gönderileni size
tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirir ve sîz ona hiçbir
zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim herşeyîn üstünde gözetleyicidir."
58. Emrimiz
gelince Hûd'u da beraberindeki mü'minleri de rahmetimizle kurtuluşa erdirdik.
Onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.
59. İşte Âd
kavmi Rabblerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine âsi
oldular, her inatçı zorbanın emri ardınca gittiler.
60.
Bu
dünyada da, kıyamet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi.
Haberiniz olsun ki Âd kavini Rabblerini İnkâr ettiler ve yine haberiniz olsun
ki Hûd'un kavmi olan Âd (ilâhî rahmetten ) uzak düştü.[71]
50. "Âd
(kavmin )e de kardeşleri Hûd'u gönderdik." Yani; ve Âd kavmine...
peygamber gönderdik, demektir. Bu daha önce geçen: "Andolsun Biz Nuh'u
kavmine göndermiştik."( Hûd, 11/25) buyruğuna atfedil mistir.
Hz. Hûd'dan
"kardeşleri" diye söz edilmesi, oniardan olmasından dolayıdır. O
zaman kabüe onlar için müşterek bir topluluktu. Nitekim (Arap kabilesi olan)
Temimlilerden olan bir kimseye: Ey Temim'in kardeşi, denilir. Bir diğer görüşe
göre ona "kardeşleri" denilmesinin sebebi onlar AdemoğuJla-rından
olduğu gibi, onun da Ademoğulianndan birisi oluşundan dolayıdır. Bu hususa dair
açıklamalar bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (7/65. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Âd kavmi puta lapan
kimselerdi, İki ayrı Âd kavmi olduğu da söylenmiştir, birinci Âd ve ikinci Âd
olmak üzere. Uz. Hûd'un kendilerine peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi
birincileridir, diğeri ise Şeddad ile Lokman'ın aralarında bulunduğu Âd
kavmidir ki bunlar da yüce Allah'ın; "Ve direkler sahibi İrem'e"
(el-Fecr, 89/7) buyruğunda söz konusu edilenlerdir. "Âd" aslında bir
adamın adıdır, daha sonra nesebleri ondan gelen kavmin adı olarak devam etti.
"Ey kavmim! dedi.
Allah'a ibadet edin. Sizin, O'ndan başka hiçbir ilâhınız yok"
buyruğundaki; "Ondan başka" kelimesinin "ra".harfi ondan
önceki lafza uygun olarak okunursa esreli okunur. Ref ile okunması ise mahallen
merfû' olmasından dolayıdır. Nasb ile okunması ise istisna oluşundan
dolayıdır.
"Siz ancak
yalan uyduranlarsınız." Yani siz, O'ndan başka bir ilah edinmek suretiyle
ancak yüce Allah'a karşı yalan söyleyen kimselersiniz.[72]
51. "Ey
kavmimi Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım
ancak beni yaratana aittir." Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden
geçmiştir. "Beni yaratan" anlamındaki "fıtrat" kökünden
gelen kelime, beni ilkin yaratan, yoktan var eden demektir. Çünkü fıtrat, yoktan
var etmek anlamındadır.
"Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?" Peygamberleri yalanladıkları için Nûh kavminin
başlarından geçenleri düşünerek aklınızı başınıza almayacak mısınız?[73]
52. "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret
dileyin. Sonra, O'na tevbe edin." Buna dair açıklamalar da sûrenin baş
tarafında geçmiş bulunuyor.”Kİ üzerinize gökten bol bol yağmur göndersin”
buyruğundaki; "Göndersin," fiilinin cezmedilmesi emrin cevabı
olduğundan ve ceza (şartın cevabı) anlamını da ihtiva ettiğinden dolayıdır.
"Bol bol" ise hal olarak nasbedilmiştir. Çokluk anlamını taşır, yani
gökten üzerinize peşi peşine, ardı arkasına yağmur göndersin. Araplar; vezni
ile birlikte "ne" zamirini hazfederler. Bu vezindeki kelimeler ise
çoğunlukla; vezninden getirilir.
Burada ise vezninden
gelmiştir, çünkü bu
kelime; "Sema bol bol yağdırdı, yağdırır ve o bol bol yağdırandır"
tabirinden gelmektedir.
Hûd yani Âd kavmi bağ,
bahçe, ekin ve imarda ileri gitmişlerdi. Yurtları Şam ile Yemen arasındaki
kumluk bölgelerdedir. Nitekim daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/65-69) geçmiş
bulunmaktadır.
"Gücünüze güç
katsın" buyruğundaki; "...nüze katsın,"
lafzı"göndersin" anlamındaki fiile atfedilmiştir. Mücahid dedi ki:
Gücünüze güç katması, kuvvetinizi daha da arttırması demektir. Dahhâk ise
bolluk ve veriminizi daha da arttırsın, diye açıklamıştır. Ali b. İsa ise sizi
daha bir izzet (güç, kuvvet) sahibi yapsın demektir. İkrime ise çocuklarınızı
daha da arttırsın diye açıklamıştır.
Denildiğine göre yüce
Allah, onlara yağmur yağdırmadı ve annelerin rahimlerini kısırlaşttrdı, üç yıl
süreyle çocukları dünyaya gelmedi. Hûd (as) onlara, eğer iman ederseniz Allah
tekrar yurdunuzu canlandırır, size mal ve evlat ihsan eder, dedi. İşte sözü
geçen kuvvet budur.
ez-Zeccâc der ki:
Nimetlerle gücünüzü arttırır, anlamındadır.
"Günah işleyip
durarak yüz çevirmeyin" yani benim size kendisine davet ettiğim şeyden
yüz çevirmeyin, küfür üzere devam etmeyin.
"Dediler ki: Ey
Hûd! Sen bize apaçık bir belge" açık ve kesin bir delil "getirmedin.
Biz... sana da İnanacak değiliz" sözleri ise, onların küfür üzere ısrar
ettiklerini ortaya koymaktadır.[74]
54.
"Biz
ancak şunu deriz: İlâhlarımızdan" yani putiarımızdan"biri seni fena
çarpmış." Yani -İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre- senin
putlarımıza sövmen dolayısıyla onlar seni çarpmış ve sen de delirmiş bulunuyorsun.
" Seni
çarpmış" ifadesi; " İş onu kuşattı, ona isabet etti" tabirinden
gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve ondan dilenen ve dilenmeyen fakirlere
yedirin." (el-Hac, 22/36) buyruğundaki; " Dilenmeyen fakir"
kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
"Dedi ki: Gerçekten
ben Allah'ı" kendime "şahid gösteriyorum. Siz de şahit olun"
sizi de şahit gösteriyorum. Bu ise onların şahitlik etme ehliyetine sahip
olduklarından dolayı değildir. Ancak bu onlara doğruyu söyletmenin nihaî
ifadesidir, yani bilin ki "sizin Allah'ı bırakıp, O'na ortak tuttuğunuz
şeylerden" sizin taptığınız putlara ibadet etmekten "uzağım."[75]
55.
"Artık hepiniz bana tuzak kurun."
Sizler de, putlarınız da bana düşmanlık etmek ve bana zarar vermek İçin
tuzaklarınızı kurun. "Bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin."
Beni ertelemeyin.
Düşmanlarının
çokluğuna rağmen onun böyle bir söz söylemesi yüce Allah'ın yardımına tam
anlamıyla güvendiğini göstermektedir. Bu da peygamberliğin mudzelerindendir.
Çünkü peygamberin tek başına kavmine:"Artık hepiniz bana tuzak kurun"
demesi bir mucizedir. Peygamber (sav) de Kureyş'e böyle demişti. Nûh (as) da
kendi kavmine: "Haydi işinizi sağlam tutun ve ortaklarınızı da
çağırın." (Yûnus, 10/71) demişti.[76]
56.
"Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Babbiniz olan Allah'a güvenip,
dayandım." Ben O'nun hükmüne razıyım ve O'nun yardımına güveniyorum.
Yeryüzerinde "hareket eden" debelenen "ne kadar canlı
varsa" -bu buyruk mübtedâ olarak ref mahalîindedir- "hepsinin
alnından tutan O'dur." Yani onları dilediği gibi çekip çevirir,
dilediğinden onları alıkoyan Yani siz bana zarar veremezsiniz. Canlı olan
herbir varlığa; (İbjLjb } denilir. Sonundaki "he" yuvarlak te) mübalağa içindir.
el-Ferrâ der ki:
Buyruk bütün canlıların mutlak maliki ve onlara güç ye-tiren kadir olan O'dur,
demektir.
el-Kutebî der ki:
Bütün canlıları emri altında tutan, onları kahredecek güce sahip olan O'dur,
demektir. Çünkü bir kimsenin alnından yakaladın mı onu emrine mahkûm ettin,
kahrettin demektir. ed-Dahhâk der ki: Bütün canlıları dirilten, sonra da
öldüren O'dur. Anlamlar birbirine yakındır. Nâsiye ise başın ön tarafında
saçın kesildiği yer demektir. ise; idamın alnını (perçemini) uzattım,
anlamındadır. İbn Cüreyc der kir Özellike Nâsiye'nin kullanılma sebebi
Arapların bunu bir kimseyi zillet ve boyun eğmekle nitelendirmek istedikleri
vakit kullanmalarından ve: "Filanın alnı ancak fitanın elindedir"
yani o kimseye itaat eder ve dilediği gibi yönlendirir, demelerindendir.
Yine Araplar birisini
esir alıp serbest bırakmak ve karşılıksız salıvermek istediklerinde ona karşı
öğünmek için alnındaki perçemini keserlerdi. Böylelikle dillerinde bilip
tanıdıktan bir üslupla onlara hitab etti.
Tirmizî el-Hakîm,
"Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde der ki: Yüce Allah'ın: "Hareket
eden ne kadar canlı varsa, hepsinin alnından tutan O'dur" buyruğunun bize
göre açıklaması şöyledir: Şanı yüce Allah, kulların amellerinin miktarını
takdir buyurdu, sonra bunlara nazar etti, sonra da yaratıklarını yaram. Onları
yaratmadan önce onların yapacakları herbir işi gördü. Daha sonra onlan
halkedince işte bu bakışının nurunu alınlarına yerleştirdi. İşte alınlarında
bulunan nur (ve alınlarından tutulması) budur. Bu da kaderin tesbit edildiği
günde haklarında takdir edilmiş bulunan amellerine doğru onları çeker. Yüce
Allalı ise kaderi gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce yaratmıştır.
Bunu Abdullah b. Amr b. el-Âs rivayet etmiştir. Abdullah dedi ki: Ben
Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Allah kaderleri gökleri ve
yeri yaratmadan ellibin yıl önce takdir etti."[77] İşte
bundan dolayı peygamberler güçlüdürler ve bundan dolayı azim sahibi kimseler
olmuşlardır. Çünkü onlar alınlardaki nurları farketmişler ve Allah'ın bütün
yaratıklarının bu nuria-ra uygun olarak ilahi nazarın haklarında takdir ettiği
amellere göre hareket ettiklerine inandılar. Bu hususta dikkat bakımından en
ileri paya sahip olan peygamberler, azim sahibi olmakta en güçlü olanlarıdır.
Bundan dolayı Hûd peygamber: "Artık hepiniz bana tuzak kurun, bundan sonra
bana bir mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de
Rabbi-niz olan Allah'a güvenip dayandım. Hareket eden ne kadar canlı varsa hepsinin
ahundan tutan O'dur" demedikçe iferi bir güce sahib olamadı.
Alna
"nâsiye" denilmesi amellerin, gaybın gaybından hükme (nass'a)
bağlanıp ortaya çıkması ve böylelikle kaderler arasında nassa bağlanmış
(man-sus) olmasından ötürüdür. Yaratıcının nazarı bütün mahlukatın kaderine
uygun hareketlerine nüfuz etmiştir. Daha sonra o yeryüzünde canlı olarak hareket
eden herbir canlının hareketlerini gözlerinin arasında alnına yerleştirmiştir.
İşte insanın vücudundaki bu yere "nâsiye" adı verilmiştir. Çünkü alın
kulların takdir edilen hareketlerini nass ile ortaya koymaktadır. O halde
"nâsiye" yüce Allah'ın yaratmadan önce nazar ettiği hareketlerin
nassa bağlanmış olmasından alınan bir kelimedir. Nitekim yüce Allah, Ebu
Cehl'in alnını da "o yalancı ve günahkâr alttı" (el-Alak, 96/16) diye
nitelendirmektedir. Bununla yüce Allah, cehennemdeki bütün alınların yalancı
ve günahkâr olduğunu da haber vermektedir. Ancak yapılan bu yoruma göre
"nâsiye"nin yalana ve günaha nisbet edilmesine imkan olmaz. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
"Benim Rabbim
gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir." en-Nehhâs der ki: Sözlükte sırat
(dosdoğru yol); açık seçik yol demektir. Buyruğun anlamı da şudur: Şanı yüce
Allah herşeye kadir olmakla birlikte, O ancak hakka uygun olarak alıp yakalar,
sorumlu tutar.
Buyruğun anlamının şu
olduğu da söylenmiştir: ö'nun tedbirinde hiçbir gedik yoktur, O'nun
yaratmasında hiçbir tutarsızlık yoktur. O, bundan münezzehtir.[78]
57.
"Eğer siz yüz çevirirseniz" anlamındaki buyruk, cezm mahallinde olduğundan
dolayı; "Yite çevirirseniz" fiilinin sonundaki "nun"
hazfe-dilmiştir. Aslı ise; olup iki "te" arka arkaya geldiğinden
birisi hazfe-dilmiştir.
"İşte ben,
benimle size gönderileni size tebliğ ettim." Yani size açıkladım.
"Rabbim sizin
yerinize başka bir kavim getirir." Sizi helak eder ve O'na sizden daha çok
itaatkâr olan, O'nu tevhid edip ibadet eden kimseleri yaratır.
"Rabbim... başka
bir kavim getirir" buyruğunun öncekilerle ilgili olmadığından dolayı,
fiil merfu gelmiştir. Ya da yüce Allah'ın: " Size tebliğ ettim"
buyruğunda "fa"dan sonra gelen fiile atfedilmiştir.
Hafs'dan, da Âsım'dan
da cezm ile; " Başka... getirir" diye ve bunun "fV'nın ve ondan
sonrasının mahallen i'rabı olan cezme hamlederek okuduğu rivayet edilmiştir.
Yüce Allah'ın: " O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde
bırakıverir" (el-A'raf, 7/186) buyruğunda "ra" harfinin sakin
okunması da böyledir.
"Ve siz" Yüz
çevirmek ve çağrıyı kabul etmemek suretiyle, O'na hiçbir zarar veremezsiniz.
"Şüphesiz ki Rabbim, herşeyin üstünde gdzetleyicidir."
Yani O, herşeyi tesbit
eden, gözetleyendir. Buradaki; "üstünde" kelimesi, "lam"
manasınadır. O beni, bana yapmak istediğiniz kötülüklere karşı koruyacaktır,
demektir.[79]
58.
"Emrimiz" yani Âd kavmini helak edecek azabımız "gelince Hûd'u
da beraberindeki müminleri de rahmetimizle kurtuluşa erdirdik. Çünkü yüce
Allah'ın rahmeti olmaksızın salih amelleri bulunsa dahi hiçbir kimse kurtulamaz.
Müslim'in ve Buhârî'nin, Sahihleri ile başkalarında Peygamber (sav)in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Sizden hiçbir kimseyi kendi ameli
kurtaramaz." Aslıâb: Seni de mi? Ey Allah'ın Rasûlü deyince, Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Allah'ın beni kendi katından bir rahmete bandırması
müstesna beni dahi."[80]
"Rahmetimizle"
buyruğu biz onlara hidayeti açıklamak suretiyle demektir ki bu da rahmetin
kendisidir, diye de açıklanmıştır. Bunlar dörtbin kişi idiler, üçbin kişi
oldukları da söylenmiştir. "Onları çok ağır bir azaptan" kıyamet
gününün azabından "da kurtardık. Buradaki azabın yüce Allah'ın Zâriyât
Sûresi'nde ve başka yerlerde söz konusu ettiği şekilde "kısır rüzgar"
olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr
der ki: Peygamberin ümmetine tehdit ile bildirdiği az-ab geldiği takdirde,
Allah o azaptan peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri kurtarır. Evet,
ama bununla birlikte yüce Allah'ın herhangi bir peygamberi ve onun kavmini de
bir belâ ile sınaması mümkündür. O takdirde bu kâfirler için bir ceza -eğer
peygamberin onları geleceğiyle tehdit ettiği bir şey değil ise- mü'minler için
de günahlarından arınma sebebi olur.[81]
59.
"İşte Âd kavmi" anlamındaki buyruk mübtedâ ve haberdir. el-Kisaî'nin
naklettiğine göre; Araplar arasından "Âd" kelimesini munsanf kabul
etmeyerek bir kabile adı kabul edenlerin olduğu da söylenmiştir.
"Rabblerinİn
âyetlerini bilerek İnkâr ettiler" yani mucizeleri yalanladılar ve kabul
etmediler.
"Peygamberlerine
asi oldular." Burada yalnızca Hz. Hûd'a asi oldukları kastedilmektedir,
çünkü onlara Hz. Hûd'dan başka bir peygamber gönderilmiş değildi. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Ey peygamberler! Temiz olan
şeylerden yiyin." (el-Mu'minûn, 23/51) Bununla yalnızca Peygamberimiz
(sav) kastedilmektedir, çünkü onun döneminde ondan başka bir peygamber yoktur.
Burada "peygamberlerin çoğul gelmesi, tek bir peygamberi yalanlayanın
bütün peygamberleri inkâr etmesi anlamına gelmesinden dolayıdır. Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar, Hz. Hûd'a ve ondan önceki peygamberlere de âsi oldular.
Öyle ki onlara bin tane peygamber gönderilecek olsaydı bile, yine onların
hepsini inkâr ederlerdi.
"Her inatçı
zorbanın emri ardınca gittiler." Onların aşağı tabakada olanları, başkan
ve liderlerine uydular. Âyet-i kerîme'deki "cebbar (zorba)"
mütekkebbir demektir. "İnatçı (anîd)" ise hakkı kabul etmeyen, hakka
boyun eğmeyen azgın kimse demektir. Ebu Ubeyd der ki: Anîd, anûd, ânid ve
muânid; ayrılık çıkartarak karşı çıkan kimse demektir. İşte kanı durmadan akan
damara "ânid" denilmesi de bundan dolayıdır. Şair de recez vezninde
şöyle demiştin
"Ben oldukça
yaşlı bir kimseyim, baş eğmeyen, başkalarına katılmayan,
inatçı develerin
hakkından gelemem."[82]
60. "Bu
dünyada da, kıyamet gününde de onfara lanet arkalarından yetiştirildi."
Dünyada lanet arkalarından onlara yetiştirildiği gibi, âhirette de bu şekilde
lanet onlara yetiştirilecektir. O bakımdan ifadenin tamamlanması "Kıyamet
gününde de" buyruğu ile olmaktadır.
"Haberiniz olsun
klÂd kavmi, Rabblerini inkâr ettiler." el-Ferrâ der ki: Yani Rabblerinin
nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Yine el-Ferrâ der ki: Bu tabir: "Onu
inkâr ettim" şekillerinde kullanılır.
Tıpkı " Ona
şükrettim, kelimesinde olduğu gibi. "Ve yine haberiniz olsun ki Hûd'un
kavmi olan Âd (ilâhî rahmetten) uzak düştü." Yani onlar hâlâ Allah'ın
rahmetinden uzak tutulmaya devam etmektedir.
Helak olmak ve
hayırdan uzak kalmak demektir. Geri kalmak ve uzaklaşmak halinde; şeklinde
kullanılır. Helak olmayı anlatmak üzere de;
denilir. Şair der ki:
"Düşmanlar için
zehir ve develer için (misafirlere onları ikram etmek ve savaşlara devamlı
katılmak suretiyle) afet olan Kavmim uzak düşmesin (helak olmasın.)"
Şair Nâbiğa da şöyle
demektedir:
"Sakın uzak
düşme, çünkü Ölüm suya götüren bir yoldur, Her kişinin içinde bulunduğu hal
mutlaka son bulur."[83]
61. Semûd
kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a
ibadet edin. Sizin, O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. O, sizi yerden
yaratıp sizi orada bir ömür boyu yaşattı. O halde, O'ndan mağfiret dileyin.
Sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul
edendir."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[84]
"Semûd kavmine
de" neseb itibariyle "kardeşleri Salih'i" peygamber olara
k"gönderdik." Yahya b. Vessâb Kur'an'da geçtiği her yerde şeklinde
"dal" harfini tenvinli olarak okumuştur. el-Hasen'den de böyle
rivayet edilmiştir. Diğer kıraat âlimleri ise bu kelimeyi kimi yerde munsanf,
kimi yerde de gayr-ı munsarıf olarak farklı şekillerde okumuşlardır.
Ebu Ubeyde'nin
iddiasına göre; eğer büyük çoğunluğa muhalefet söz konusu olmasaydı, uygun
şekil munsanf olmamasıdır. Zira bu kelime çoğunlukla müennes kabul edilir.
en-Nehhâs der ki: Ebu
Ubeyde'nin söylediği bunun çoğunlukla müennes olduğu şeklindeki sözü kabul
edilemez. Çünkü Semûd'un bir hay (kabile kolu) olduğu söylendiği gibi, kabile
olduğu da söylenir ve çoğunlukla kabile olarak kullanılmaz. Aksine durum
Sibeveyh'in görüşüne göre Ebu Ubeyde'nin dediğinin tam zıttınadır. Yine
Sibeveyh'e göre "filân oğulları" diye ifade edilemeyen topluluklara
ad olan kelimelerin munsanf olması daha güzeldir. Kureyş, Sakîf ve benzeri
kelimeler gibi. İşle Semûd kelimesi de böyledir. Bunun sebebine gelince;
aslolan müzekkerlik olduğuna göre, eğer hem müzek-ker, hem müennes olarak da
kullanılabiliyor ise asloian daha hafif ve daha uygundur. Bununla birlikte
müenneslik de güzeldir ve oldukça iyidir. Nitekim Sibeveyh bu gibi isimlerin
müennes olarak kullanılmasına örnek olmak üzere şöyle bir beyit nakletmektedir:
"el-Velid
cömertliğiyim bütün cömertleri geride bıraktı, Böylelikle Kureyş'in zorlu
meselelerle karşı karşıya kalmasını önledi ve Kureyş'in efendisi
[85]oldu.[86]
"Dedi ki: Ey
Kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin, Ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur."
Buna benzer buyruklar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "O, sizi yerden
yaratıp..." Yani sizin yaratılışını yerden başlattı. Çünkü daha Önce
el-Bakara Sûresi (2/31. âyetin tefsiri ile el-En'âm Sûresi, 6/2. âyetin
tef'sirOnde geçtiği üzere A'dem'i topraktan yaratmıştır. Onlar da Adem'den
gelmişlerdir. Bunun, sizi yeryüzünde1 yarattı, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
‘’O’ndan başka
kelimesindeki "ile" Harfini ondan sonra gelen; "O"
zamirinin, "he" harfini idrâc ile okuma esnasında "vav"
harfini haz-fedenlerin şivesi müstesna idgam edilmesi caiz değildir.
‘’... Sizi orada bir
ömür boyu yaşattı." Yani sizi orayı imar edenler ve orada sakin olup
yerleşenler kıldı.
Mücahid der ki:
buyruğu "sizi orada ömür boyu yaşattı," demektir ve bu da;
"Filan kişi evini filana ömür boyu yerleşmek üzere verdi" tabirinden
ve evin o kimse için "umrâ" diye adlandırılmasından alınmıştır.
Katâde de sizi orada
yerleştirdi, diye açıklamıştır. Bu iki görüşe göre; Yapılmasını istedi"
anlamındaki vezin; " Yaptı" anlamında kullanılmış olur. Tıpkı;
veznindeki (ve vezne göre; duasının kabul olunmasını İstedi, anlamında olması
gereken bu kelimenin) duasını kabul etti, anlamını veren; anlamında kullanılması gibidir.
ed-Dahhâk der ki: Bu
ömürlerinizi uzattı, anlamındadır. Ömürleri ise üçyüz ile bin yıl arasında idi.
İbn Abbasr Sizi orada yaşattı, Zeyd b. Eşlem: Size mesken inşa etmek, ağaç
dikmek gibi, orada ihtiyaç duyacağınız bayındırlık faaliyetlerini yapmanızı
emretti, diye açıklamıştır.
Buyruğun size orada
ekin ekmek, ağaç dikmek, su kanalları açmak ve buna benzer bayındırlık
faaliyetlerini yapmak ilhamını verdi, anlamında olduğu da söylenmiştir.[87]
Ibnu'l-Arabî der ki:
Şafiî mezlıebi âlimlerinden birisi der ki: "İmarı taleb etmek"
demektir. Yüce Allah'ın mutlak talebi (isteği) ise vücub fide eder. Kadı Ebu
Bekr (İbnu'l Arabi) der ki: Arab dilinde veznin-ûeki emir bir kaç anlamda
kullanılır. Bunlardan birisi fiilin yerine getirilme-üni istemek anlamındadır.
Mesela; " Ben ondan taşımasını istedim" inlamındadır. Yine bu vezin
inandım, inancım odur ki anlamını da verir.Bu işin kolay olduğuna inandım"
yahut "onu kolay gör-iüm" anlamındadır. "Onun büyük bir iş
olduğuna inandım ve böy-c gördüm" anlamına gelir. Yine bu vezin böyle
buldum, bana böyle geldi an-iamını da verir. Mesela; " Ben onu kolay
buldum, bana kolay geldi" demek olur. Yaptı, anlamı da bu veznin
anlamlarından birisidir. Mesela; ''Bir yerde karar kıldı, istikrar buldu"
gibi. Nitekim kimi ilim adamlarının kanaatine göre; " Alay ederler"
fiilinin de bu türden olduğunu söylemişlerdir. Fiili de aynı anlamdadır. Buna
göre yüce Allah'ın, buyruğu, sizi orayı İmar etmek İçin yarattı, demektir ve bu
onu böyle buldum, böylesi kolayıma geldi kullanımlarının anlamında değildir.
Çünkü yaratıcı hakkında bu veznin, bu anlama gelmesine imkan yoktur. O halde bu
anlam yaratma ile alakalı olmalıdır. Çünkü asil anlam ifade etmesi o zaman
mümkün olur. Kimi zaman da herhangi bir husus mecazi olarak onun ifade ettiği
anlam ile de dile getirilir. O bakımdan burada yüce Allah tarafından oranın
imar edilmesi için bir taleb olduğunu söylemek doğru olamaz. Çünkü bu lafzın
onun hakkında bu anlamda kullanılması mümkün değildir. Ancak bununla birlikte
şöyle demek doğru olabilir: Yüce Allah orayı imar etmek çağrısını yöneltti ve
bu çağrısı da "istif âl" vezninde gerçekleşti, o bakımdan bu kip eğer
emir ise daha aşağı mertebede olandan sözlü olarak o fiilin yapılması için bir
çağrıdır. Eğer mertebesi daha aşağı olandan daha yukarıda bulunana bu fiilin
yapılmasının istenmesi şeklinde ise buna da rağbet (dilek) denilir.
Derim ki: (İbnu'l
Arabî) burada; " Yapılmasını istedi" vezninin; "Yaptı"
anlamına geldiğinden söz etmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın; "Ateş yakmak istedi"
anlamındaki veznin;" Ateş yaktı" anlamında kullanılmış olması buna
bir örnektir. Biz bunu daha önceden (el-Bakara, 2/17) açıklamış bulunuyoruz. Bu
da bundan sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.[88]
Bu buyrukta iskân
(süknâ) ve umrâya dair delil de görülebilir, el-Bakara Sûresi'nde (2/35.âyet,
2.başlıkta) süknâ ve rukbâya dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Umrâ ile
ilgili olarak ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır:
1-
Rakabe'nin
menfaatlerinin kendisine umrâ olarak verildiği kişinin ömrü süresince temlik
edilmesidir. Eğer soyundan geleceklerden ayrıca söz edilmemiş olup da
kendisine umrâ verilen kişi öiecek olursa, o malın rakabesİ verene yahut onun mirasçılarına
geri döner. el-Kasfm b. Muhammed, Yezid b. Kusayt ve el-Leys b. Sa'd'ın görüşü
budur. Malik'in meşhur görüşü de budur, Şafiî'nin görüşlerinden birisi de
budur. el-Bakara Sûresi'nde bu görüşün delili geçmiş bulunuyor.
2- İkinci
görüşe göre umrâ hem malın rakabesinî, hem de menfaatlerini temlik etmektir ve
bu bir daha bağışlayana geri dönmesi söz konusu olmayan bir hibedir. Bu da Ebu
Hanife, Şafiî ve arkadaşları ile es-Sevrî, eî-Hasen b. Hayy, Ahmed b. Hanbel,
îbn Şubrume ve Ebu Ubeydin de görüşleridir. Bunlar derler ki: Bir kimse,
birisine herhangi bir şeyi hayatı boyunca umrâ olarak verecek olursa, bu hayatı
boyunca o kişiye ait olur, vefatından sonra da onun mirasçılarına geçer, çünkü
o bu yolla o malın rakabesini de temlik etmiştir. Buna karşılık, bunu veren
kişinin, verdiği kimsenin hayatta kalması ve ömrünün devam etmesi şartını
zikretmiş olması İse batıldır. Çünkü Rasûlullalı (sav): "Umrâ caiz
(geçerli)dir"[89]
"Ve umrâ kime hibe edilmiş ise onundur"[90]dîye
buyurmuştur.
3- Bir
kimse; "ömrün boyunca senin oisun" deyip de ondan sonra gelecek
kimseleri söz konusu etmezse birinci görüş gibi olur. Şayet: "sana ve soyundan
gelenlere" diyecek olursa, ikinci görüş gibi hüküm alır. ez-Zührî, Ebu
Sevr, Ebu Seleme b. Abdu'r-Rahman, İbn Ebi Zi'b bu görüştedirler. Ma-Iik'ten de
bu görüş rivayet edilmiştir. Muvatta'dan anlaşılana göre kuvvetli görüşü
budur. Gerek ondan, gerekse mezhebine mensub ilim adamlarından bilinen ise;
umrâ olarak verilen malın umrâ verene şayet hayatta ise ve kendisine umrâ verilenin
soyu münkariz olursa, geri döneceği şeklindedir. Eğer umrâ veren hayatta değil
ise o takdirde mirasçılarından hayatta olana ve insanlar arasında ondan miras
alma hakkına en çok sahib olana geri döner. Malik'e ve mezhebine mensub ilim
adamlarına göre "umrâ" lafzı ile kendisine umrâ verilen kişi hiçbir
şeyin rakabesine malik olamaz. O bu sözle yalnızca menfaate malik olur. Yine
Malik vakıf ile ilgili olarak da şöyle demiştir: Bir kimse birisine ve onun
soyundan gelenlere vakıf yapacak olursa, artık vakfettiği o şey kendisine geri
dönmez. Şayet muayyen bir kimseye hayatta kaldığı sürece bir vakıf yapacak
olursa, o vakıf sonradan ona döner. Kıyasen um-râ da böyledir, Muvatta'ın
zahirinden anlaşılan (kuvvetli) görüş de budur.
Müslim'in, Salıih'inde
de Cabir b. Abdullah'tan Rasûlullah (sav)ın şöyie buyurduğu nakledilmektedir:
"Herhangi bir kimse bir başka kimseye hem ona, hem de soyundan geleceklere
umrâ verip de: Ben bunu lıem sana, hem de sizden birileri kaldığı sürece
soyundan gelecek olanlara verdim, diyecek olursa bu mal verdiği kimseye ait
olur ve artık o hakkında mirası paylaştırmanın söz konusu olacağı bir bağışta
bulunduğundan dolayı, o mal bir daha sahibine geri dönmez."[91]
Yine Hz. Cabir'den
şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûtullah (sav)ın caiz (geçerli) kıldığı umrâ
kişinin: Bu senin ve senin soyundan geleceklerindir, dediği umrâ şeklidir.
Şayet sen hayatta olduğun sürece senindir, diyecek olursa o takdirde o (mal)
sahibine geri döner. Ma'-mer dedi ki: ez-Zührî de buna göre fetva verirdi.[92]
Derim ki: Kur'ân-ı
Kerîm'İn (ilgili buyruklarının) ihtiva ettiği anlam, ikinci görüş sahiblerinin
kanaatine paraleldir. Çünkü şanı yüce Allah: "Orada sizi bir ömür
yaşattı" diye buyurmuştur. Yani size orada yaşamak üzere Ömür verdi. Buna
göre; satih olan insan orada salîlı amel ile hayaü süresince orayı imar etti,
ölümden sonra da güzel bir şekilde anılmak ve güzel şekilde övülmek ile bunu
devam ettirdi. Facir kişi de bunun aksinedir, dünya her ikisinin de hayatta
iken de, ölümlerinden sonra da içinde bulundukları bir mekândır. Güzel övgü de
sonradan gelen zürriyet gibidir de denilebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de
şöyie buyurulmaktadır: "Sonraki (Ümmetler arasında bana bir lisan-ısıdk
bağışla." (eş-Şuarâ, 26/84) Burada "üsan-ı sıdk" ise güzel
şekilde övülmek demektir. Bunun Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir. Bir
başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Zürriyetini de sürekli baki
kalanların tâ kendileri kıldık." (es-Saffat, 37/77); "Onu ve İshak'ı
mübarek kıldık. O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık
zulmedici de vardır." (es-Sâffât, 37/113)[93]
"O halde, O'ndan mağfiret dileyin."
Putiara tapmaktan dolayı, O'nun sizi
bağışlamasını dileyin. "Sonra O'na tevbe edin." O'na ibadete geri
dönün "Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir." Yani
kendisine dua edenlerin dualarını kabulü geciktirmez. Bakara Sûresi'nde yüce
Allah'ın: "Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul
ederim." (el-Bakara, 2/186) buyruğunu açıklarken (1, 2 ve 3. başlıklarda)
buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.[94]
62. Dediler
ki: "Ey Salih! Sen bundan evvel aramızda ümit beslenen bir kimseydin.
Şimdi bİ2İ atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan vazgeçirmek mi istiyorsun?
Senin bizi davet ettiğinden, gerçekten tereddüde düşüren bir şüphe
içindeyiz."
63. Dedi ki:
"Ey kavmimi Ne dersiniz? Ben Rabblmden gelen apaçık bir delile sahipken ve
O kendinden bana bir rahmet vermişken, O'na İsyan edersem, Allah'a karşı bana
kim yardım eder? Halbuki sizin bana zarardan başka bir katkınız olmaz.
64. "Ey kavmim! İşte size bir âyet olmak üzere Allah'ın dişi
devesi... Artık onu bırakın da Allah'ın arzında otlasın. Ona kötü bir maksatla
dokunmayın, sonra sizi yakın bir azab yakalar."
65. Derken
onu ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine dedi ki: "Yurdunuzda üç
gün daha yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir."
66. Emrimiz
gelince, Salih'i ve onunla beraber olan mü'minleri tarafımızdan bir rahmet ile
ve o günün rüsfaylığindan kurtardık. Şüphesiz senin Rabbin çok güçlüdür, mutlak
gaüb olandır.
67.
O
zulmedenleri İse korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp
kaldılar.
68. Sanki
orada kalmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rabblerini İnkâr ettiler.
Yine haberiniz olsun ki, Semûd kavmi (ilâhi rahmetten) uzak düştüler.[95]
62.
"Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan evvel aramızda ümit beslenen bir
kimseydin." Bundan önce, yani peygamberliğini kabule davet edişinden önce
senin aramızda bir lider, önder olacağını ümit ederdik. Denildiğine göre; Hz,
Salih onlann ilâhlarım ayıplıyor ve onları çirkin ve bayağı olduklarını söyleyerek
tahkir ediyordu. Onlarsa Hz. Salih'in dinlerine geri döneceğini umuyorlardı.
Kendilerini Allah'a davet etmeye başlayınca, bu sefer: Senden yana umudumuz
kesildi, dediler. "Şimdi bizi atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan
vazgeçirmek mi istiyorsun?" Buradaki istifhamın (sorunun) anlam» inkârdır.
(Yani onun bu tavrını reddetmektir).
" Tapmamız"
buyruğu, " Tapmamızdan" anlamında olduğundan ötürü-, mastar anlamı
veren-: harf-i cerrin düşürülmesi dolayısıyla nasb mahallindedir.
"Senin bizi davet
ettiğinden gerçekten tereddüde düşüren bir şüphe içindeyiz" buyruğunda
hitab Hz. Salih'edir, Bu buyruktaki; "Gerçekten biz" İbrahim
Sûresi'nde; (İbrahim, 14/9.)
şeklindedir. Asıl şekli de; dir. Üç tane "nun" ağır geldiğinden
dolayı (İbrahim Sûresi'ndekinden) üçüncü "nun" düşürülmüştür. Buna
karşılık:"Bizi davet ettiğin" buyruğu İbrahim Sûresi'nde ise;
"Bizi davet ettiğiniz...’’ şeklindedir. (İbrahim, 14/9) Çünkü orada hitab
(bir peygambere değil) birden çok peygambere yöneliktir. -Allah'ın salat ve
selamı üzerlerine olsun.-
"Tereddüde
düşüren..." ifadesi, tereddüde düşmesini gerektiren bir işi bir kimseye
yaptığın takdirde kullanılan; den gelmektedir. Şair el-Hüzelî de şöyle
demektedir:
"Ben ona uzun bir
süre görünmedikten sonra gelecek olursam, Omuzumu koklar, elbisemi şiddetlice
çekerdi. Sanki ben ona şüphe ve tereddüde düşmesini gerektirecek bir şey yapmış
gibi olurdum."[96]
63.
"Dedi ki: Ey kavmim! Ne dersiniz? Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile
sahipken ve O kendinden bana bir rahmet vermişken" buyruğunun anlamına
dair açıklamalar daha önce Hz. Nuh'un zikredilen sözlerinde geçmiş
bulunmaktadır. "Allah'a karşı bana kim yardım eder?" Bu nefy anlamında
bir istifhamdır. Yani ben O'na isyan edecek olursam, kimse beni O'nun azabından
kurtaramaz. "Halbuki sizin bana zarardan başka bir katkınız olmaz." Beni saptırmaktan ve hayırdan
uzaklaştırmaktan başka bana bir şey veremezsiniz. Bu açıklamayı el-Ferrâ
yapmıştır. Gerçekte ise zarara uğratmak kendileri hakkında söz konusu idî, Hz.
Salih hakkında değil. Onlara şöyle demiş gibiydi: Bana değil de kendinizin
zararını arttırmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Bana karşı atalarınızın dinini gerekçe göstermeniz suretiyle
sadece benim sizin hüsrana uğradığınıza dair basiretimi arttırmış, pekiştirmiş
oluyorsunuz. Bu açıklama ibn Ab-bas'dan nakledilmiştir.[97]
64.
"Ey kavmim! İşte size... Allah'ın dişi
devesi" anlamındaki buyruk mübtedâ
ve haberdir. "Bir âyet olmak üzere"
anlamındaki buyruk ise hal olarak nasbedi!mistir. Bundaki âmil ise ya
işaret etmenin ihtiva ettiği anlamdır, yahut ta "İşte" işaret
ismindeki dikkat çekmedir.
"Allah'ın dişi
devesi" denilmesinin sebebi ise onların isteklerine uygun olarak o devenin
bir dağdan çıkartılmasî idi. Bu gerçekleştiği takdirde iman edeceklerini
söylemişlerdi. Denildiğine göre o deveyi Hicr taraflarında el-Kâ-sibe diye
bilinen ve tek başına orada bulunan dümdüz bir kayadan çıkartmıştı.
İsteklerine uygun olarak o dişi deve kayadan çıktıktan sonra, AJlah'ın
peygamberi Hz. Salih oniara: "İşte size bir âyet olmak üzere Allah'ın dişi
devesi" demişti.
"Artık onu
bırakın da Allah'ın arzında otlasın" buyruğu emir ve cevabını İhtiva
etmektedir, "Onu bırakın" fiilinden "nun"un hazfedilme-si
emir oluşundan dolayıdır. Bu fiil şeklinde mazi olarak; ism-i faili de;
şeklinde ancak şaz kullanılır. Nahivcilerin ise bu hususta iki görüşü vardır.
Sibeveyh der ki; "Terkettİ," fiili ile ona gerek duymadılar. Başkaları
ise şöyle demektedir: "Vav" ağır olduğundan, dilde ise
"vav"siz aynı anlamı taşıyan başka bir fiil bulunduğundan bu şeklini
kullanmadılar. Ebu İs-hak ez-Zeccâc der ki: Hat ve isti'nâf olmak üzere; "
Otlasın" fiilinin merfu gelmesi caizdir,
"Ona kötü bir
maksatla" el-Ferrâ'ya göre onu kesmek suretiyle "dokunmayın. "
Buradaki; " Ona dokunmayın" fiili nehy dolayısıyla cezmedilmiştir.
"Sonra sizi
yakın" yani onu kesmenize zaman itibariyle yakın "bir azab
yakalar." Buyruk da nehyin cevabıdır.[98]
65.
"Derken onu ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine dedi ki:
Yurdunuzda üç gün daha yaşayın" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki .aşlık
halinde sunacağız:[99]
Yüce Allah'ın:
"Derken onu ayaklarını keserek öldürdüler" buyruğun-ii işaret edilen
öldürme oniarın bazıları tarafından yapılmış olduğu halde di-ierlerinin bu işe
rızaları dolayısıyla bu fiil hepsine izafe edilmiştir. Bu dişi devenin
kesilerek öldürülmesine dair açıklamalar daha önce el-A'raf Sûre’nde (7/77-79.
âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine ileride di-şer açıklamalar da
gelecektir.
"Bunun üzerine
dedi ki: Yurdunuzda" yani yaşadığınız ülke ve topraklı rınızd a "üç
gün daha yaşayın." Hz. Salih onlara: Azap'tan önce yüce Allah'ın nimetlerinden
faydalanın, dedi. Buradaki: "...da" buyruğu ile kasıt yaşadıkları
yurtlarıdır. Eğer evlerini kastetmiş olsaydı, bu kelimenin çoğul olarak;
Evlerinizde" demesi gerekirdi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Sizden herbiriniz kendi evinde ve meskeninde faydalansın,
demektir. Yüce Allah'ın: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkarandır."
(el-Mu'min, 40/67) buyruğuna benzer. Yani sizden herbirinizi bebek olarak
çıkarandır. Burada hayatta kalmanın (yaşayıp yararlanmak anlamına gelen)
temettü' ile ifade edilmesi, ölenin herhangi bir şekilde (dünyadaki) bir şeyden
lezzet alamaması ve yararlanamaması dolaytsıyladır.
Deveyi çarşamba günü
kesip öldürdüler. Perşembe, cuma ve cumartesi günü yurtlarında yaşamaya devam
ettiler, pazar günü de azab onlara geldi. Üç gün hayatta kalmalarının sebebi
ise daha önce el-A'raf Sûresi'nde geçtiği üzere, dişi devenin yavrusunun üç
defa böğürmüş olmasıdır.
Birinci günde renkleri
sarardı, ikincisinde kırmızıya dönüştü, üçüncüsünde karardılar, dördüncü günde
de helak oldular. Nitekim el-A'raf Sûresi'nde de geçmişti.[100]
İlim adamlarımız, yüce
Allah'ın Salih kavminden azabı üç gün süreyle ertelemesini, misafirin eğer
dört günlük bir ikameti niyet etmeyecek olur ise kısaltarak, kılacağına delil
göstermişlerdir. Çünkü üç günlük süre etme hükmünün dışında kalmaktadır. Bu
husustaki ilim adamlarının i -eslerine dair açıklamalar daha önce Nisa
Sûresi'nde (4/101 .âyet, 6.başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
"İşte bu, yalanı
olmayan" yani yalan olmayan, bir diğer açıklamaya göre İse hakkında yalan
bulunmayan "bir tehdittir."[101]
66.
"Emrimiz" azabımız "gelince Salih'i ve onunla beraber olan
mü'min-leri tarafımızdan bir rahmet ile’’ buna dair açıklamalar az önce geçti
"o gönün rüsvaylığından kurtardık." Yani onları o günün
rüsvaylığından da, o günün zillet ve rezilliğinden de kurtardık. Buradaki
"ve" atıf edatının zaid olduğu, buna göre; Biz onları o günün
rüsvaylığından kurtardık, anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak Sibeveyh ile
Basralılara göre bu edatın fazladan getirilmesi caiz değildir. Kürelilere göre
ise "vav" atıf edatının yalnızca -bu âyet-İ kerîmede olduğu gibi
edatları ile birlikte fazladan getirilmesi mümkündür.
Nafî ve ei-Kisaî; O
gün" kelimesinin "mim" harfini üstün ile okurken, diğerleri ise
bu harfi esreli olarak; Gün" kelimesini; " O" kelimesine izafe
ile okumuşlardır.
Ebu Hatim dedi ki: Ebu
Zeyd'in bize Ebu Amr'dan naklettiğine göre Ebu Amr; " Ve o günün
rüsvaylığından'' buyruğunda "ya" harflerini birbirine idgam ederek
ve izafe de yaparak; "O günün" kelimesindeki "mim"i de
esre ile okumuştur.
en-Nehhâs der ki:
Sibeveyh ve bu gibi hususlarda görüşü ona yakın Ebu Amr vb nahivcilerin rivayet
ettikleri şekil burada ihfâ yapılacağı şeklindedir. İdgam ise caiz değildir,
çünkü o takdirde iki sakin arka arkaya gelmiş olur ve bu durumda "ze"
harfinin esreli okunması da caiz değildir.[102]
67.
"O
zulmedenleri İse korkunç bir ses yakaladı." Yani dördüncü günde onlara
korkunç bir ses geldi ve hepsi öldüler. Burada "yakaladı’’ fiilinin
müzekker geliş sebebi "korkunç ses" anlamına gelen; şeklindeki
müennes ismin de, onun müzekkeri olan:in aynı şey oluşlarından dolayıdır.
Bu korkunç sesin Hz.
Cebrail'in sayhası olduğu söylendiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: İçinde her
türlü yıldırımı taşıyan semadan gelen korkunç bir ses ile yerde sesi olan her
şeyin gelip onları yakaladı ve korkudan ödleri kopup öldüler.
Yüce Allah burada
"o zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı" diye buyururken
el-A'raf Sûresi nde; "Şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi."
(el-A'raf, 7/78) diye
buyurulmaktadır. Buna dair açıklamalar orada geçmiş bulunuyor. Tefsirte dair
rivayetler)de açıklandığına göre; Hz. Salih'in kavmi azabın geleceğine kesin
olarak inandıklannda: Bu azab size ansızın gelecek olursa, ne yapacaksınız, ne
duruyorsunuz? diyenlere: Peki ne yapalım? dediler. Sonunda kılıçlarını,
mızraklarını diğer savaş araçlarını aldılar. Denildiğine göre onikibin kabile
idiler. Herbir kabilede de onikibîn savaşçı vardı. Dağ ve 71 ulardaki yollann
ağızlarında azab ile karşılaşacaktan zannıyla durdular. Yü-ce Allah güneş ile
görevli meleğe, güneşin sıcağı ile onları azaplandırması-tl vahyetti. Güneşi
başlanna oldukça yakınlaştırdı ve elleri kızardı, dilleri susuzluktan dolayı
göğüslerine kadar sarktı. Beraberlerindeki bütün hayvan-ar Öldü. Su
kaynadığından dolayı pınarlarından coşarak taşmaya ve göğe doğru yükselmeye
başladı. O su aşın sıcak olduğundan dolayı neye değiyorsa :nu lıelâk ediyordu.
Bu halde devam edip durdular. Yüce Allah ölüm meeğine de güneş battncaya kadar
onları azablandırmak için ruhlarını kabzet-memesi emrini verdi. Nihayet onlara
gelen çığlık ile helak edildiler "da Tartlarında diz üstü çöküp
kaldılar." Yüzleri üstü düştüler, yere düşen kuş gibi toprağa yapıştılar.[103]
68. "
... Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rabblerini İnkar ettiler. Yine haberiniz
olsun ki Semûd kavmi (ilâhî rahmetten) uzak düştüler" buyruğunun anlamı
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[104]
69.
Andolsun
ki elçilerimiz İbrahim'e müjde İle gelip: "Selâm" dediler. O da:
"Selâm" dedi ve vakit geçirmeden kızartılmış bir buzağıyı getirdi.
70.
Ellerinin buna uzanmadığını görünce, onlardan
çekindi ve kalbine bir korku girdi. Onlar: "Korkma! Biz Lût kavmi için gönderildik"
dediler.
71.
Eşi de
ayaktaydı, güldü. Biz de ona İshak'ı ve İshak'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik.[105]
69.
"Andolsun
ki elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip..." Bufyruğu ile anlatılan) Lût
(as)ın kıssasıdır. Lût (as), İbrahim (as)ın öz amcasının oğludur.
Lût kavminin
kasabaları Şam yakınlarında idi. Hz. İbrahim de Filistin topraklarında
bulunuyordu. Yüce Allah melekleri Lût kavmini azablandırmak üzere
gönderdiğinde Hz. İbrahim'e uğrayıp yanında misafir oldular. Hz. İbrahim
yanında konaklayan herkese çok güze) ikramlarda bulunur, ağırlardı. Onlar Hz.
İbrahim'i müjdelemek için uğramışlardı. O ise melekleri misafir sandı. Gelen
bu melekler Cebrail, Mikail ve İsrafil (aleyhimusselâm)dılar. Bunu İbn
Abbas ifade etmiştir.
ed-Dahhâk dokuz kişi
idiler derken, es-Süddî bunlar güzel yüzlü, görülmemiş güzellikte, pırıl pırıl
aydınlık şimali, genç delikanlılar suretinde on-bir melek idiler, der.
"Müjde ile"
buyruğundan kasıt bir görüşe göre çocuk müjdesiyie, bir diğer görüşe göre Lût
kavminin helak edilmesi müjdesiyle gelmişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise
onlar Hz. İbrahim'e kendilerinin Allah'ın elçileri oldukları ve kendisi için
korkulacak bir şey olmadığı müjdesini vermişler ve "selam dediler."
di.
Bu buyrukta
"selâm" anlamındaki: kelimesinin nasbedilmesi, fiilin bu söz üzerinde
vukua gelmesinden dolayıdır. Nitekim: "Hayır dediler" ifadesinde de
böyledir. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur. (Buna benzer olan) yüce Allah'ın:
"Sayıları üçtür, diyecekler" (el-Kehf, 18/22) buyruğundaki
"üç" anlamındaki kelime isimdir. Makûl (söylenen) bir söz değildir.
Bununla birlikte "selâm dediler, o da selâm dedi" buyruğundaki her
iki "selâm" kelimesi nasb da edilse, ref de edilse Arapça'da caizdir
(mümkündür, açıklanabilir).
"Selam dediler’’
buyruğundaki "selâm" lafzının mastar olarak nasbedildi-ği söylendiği
gibi bunun: O onunla doğru olan bir söz ile konuşmaya başladılar, anlamına
geldiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Cahiller onlara hitab
ettiklerinde onlar ‘’selam” derler" (el-Furkan, 23/63') buyruğunda
"doğru söz söylerler" demektir. Buna göre "selâm" lafa,
onların söyledikleri sözün anlamım ifade eder, lafzen bunu söyledikleri
manasına gelmez. Bu anlamdaki bir açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmış ve bunu tercih
ederek şunları söylemiştir: Nitekim şanı yüce Allah lafzı zikretmek dilediğinde
onu aynen söyler ve meleklerin söyleyeceklerini haber verdiği şu sözleri
nakledip: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere' (er-Rad, 13/24);
"Selâm olsun üzerinize, tertemiz geldiniz." (ez-Zümer, 39/73) diye
buyurmaktadır. (Bu iki âyette de "selam" lafızları merfu gelmiştir.)
Meleklerin Hz. İbrahim'e dua ettikleri ve; " Selâmete kavuştun"
anlamında olduğu da söylenmiştir.
"O da: selâm,
dedi" buyruğundaki "selâm" lafzının merfu olarak gelmesi İki
türlü açıklanabilir:
1- Bir
mübtedâ mukadder olarak vardır, bu da; " O selindir, benim işim
selâmdır" takdirindedir.
2-
Diğeri
ise eğer "selâm" tahiyye (selâm verme) anlamına kabul edilecek
olursa" Size selâm olsun"
takdirinde olup haber hazfedilmiştir.
"Selâm"
lafzının nekrâ (belirtisiz) gelmesi ise çokça kullanılmasından dolayıdır. Nasıl
ki "Allarrumme" sözünden elimam hazfedilerek; " Allah'ım"
deniliyor ise, burada da "selâm" lafzının başından çokça kullanım
dolayısı ile elif-lamın hazfedilerek nekrâ olarak gelmesi caiz olmuştur. Buradaki
"selâm" lafzı şeklinde de okunmuştur. el-Ferrâ der ki;
"silm" ile selâm" aynı anlamdadır, tıpkı "hill" ile
"helâl" kelimeleri gibi.
"Ve vakit
geçirmeden kızartılmış bir buzağıyı getirdi" buyruğu ile ilgi li
açıklamalarımızı ondört başlık halinde[106] sunacağız:[107]
Yüce Allah'ın:
"Ve vakit geçirmeden... getirdi." anlamındaki buyrukta yer alan; edatı, anlamındadır. Bunu ileri gelen
nahivciler söylemişler ve İbnu'l-Arabî nakletmiştir. İfade; "
...getirinceye kadar fazla zaman geçirmedi" takdirindedir. ın harfi cerrin
düşmesiyle nasb mahallinde olduğu ve takdirin;
şeklinde yani bir buzağı getirmekte gecikmedi, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Cer harfi hazfedildikten sonra ( of) de nasb mahallinde kalmış oldu.
" Geçirdi"
fiilinde Hz. İbrahim adının zamiri vardır: " ...me..." de nefy
edatıdır. Bu açıklamayı da Sibeveyh yapmıştır.
el-Ferrâ ise şöyle
açıklamıştır: Onun... gelmesi gecikmedi (anlamında) demektir. Buna göre; ref
mahallindedir ve: " Geçirdi" fiilinde zamir yoktur ise nefy edatıdır. Bununla birlikte nın, anlamında ism-i mevsul; " Geçirdi"
fiilinde Hz. İbrahim'e ait zamir ve: "Getirme" fiili ise ın haberi
olabilir. Yani İbrahim'in vakit geçirmesine sebeb olan husus, onun kızarmış
bir buzağı getirmesi idi.
"Kızarmış"
demektir. Kendisine ateş değmeksizin, taşların harare-tiyle kızartılmış olana
bu ismin verildiği de söylenmiştir. "Koyunu kızarttım ve onu iyice
pişirmesi için üzerine kızdınlmış taşlar koydum" demektir. Bu şekilde
kızartılmış olan koyuna da; denilir. At için kullanılan; ise atın bir ya da iki tur dolaştırıldıktan
sonra iyice terlemesi için güneşte üzerine eğer takımlarını ve çullan
koymaktır. Bu durumdaki ata; denilir. Eğer terlemeyecek olursa; denilir
"Hanez" ise Medine'ye yakın bir yerin adıdır.
Bu kelimenin
"kızartılmış" değil de suda haşlanmış anlamına geldiği dt
söylenmiştir.
İbn Abbas ve başkaları
ise bunu "iyice pişmiş" diye açıklamışlardır. Kelime
"fail" vezninde olmakla birlikte; "Kızartılmış"
anlamındadır.
Hz. İbrahim'in bir
buzağıyı pişirerek getiriş sebebi ise, malının çoğunluğunu inek türünün teşkil
etmesi idi.[108]
Bu âyet-i kerimede
misafir ağırlama âdabı arasında ev sahibinin misafirine bir şeyler ikram
etmeyi çabuklaşürarak derhal kolay ve mevcut olanı takdim etmesi gerektiğine,
daha sonra eğer imkanı varsa başka şeyleri getirmesine, kendisine zarar
verecek kadar kendisini külfete sokmaması gerektiğine işaret edilmektedir.
Misafir ağırlamak
üstün alıMkî meziyetlerden, İslâm'ın âdabından, Peygamber ve salihlerin
huylanndandır.
Hz. İbrahim el-Bakara
Sûresi'nde (2/124. âyet, 3. başlık ve devamında) geçtiği üzere ilk misafir
ağırlayan kişidir.[109]
Genel olarak ilim ehlinin kabul ettiğine göre misafir ağırlamak vacib değildir.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "(Meşru) misafirlik üç gündür,
İkram süresi bir gün ve bir gecedir. Artık bundan sonrası sadakadır. "[110]
Buradaki "ikram süresi (hadiste caize)"; İhsan, atiyye ve asıl hükmü
mendubluk olan hak gözetme (sıla) demektir.
Yine Hz. Peygamber:
"Allah'a ve âhiret gününe İman eden kimse komşusuna İkramda bulunsun.
Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikramda bulunsun."[111]
diye buyurmaktadır. Komşuya ikram icma ile vacib (farz) değildir, misafir
ağırlamak ta onun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Leys (b. Sa'd) ise
Hz. Peygamber'tnr "Misafirin bir gece (ağırianma)sı bir,haktır"[112]
buyruğuna ve buna benzer diğer hadislere istinaden misafir ağırlamanın vacib
olduğu görüşündedir. Bu hususta bizim İşaret ettiğimiz kadaile yetinelim. Doğru
yola muvaffak kılan Allah'tır.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bazıları şöyle der: Misafir ağırlamak İslâm'ın ilk dönemlerinde vacib iken
sonradan neslıedilmiştir. Ancak bu görüş zayıftır, r-rıkü vacib olduğuna dair
rivayet sabit olmamıştır. Neslıedîci hüküm de vad değildir. (İbnu'l-Arabî) Ebu
Said el-Hudrî'nin hadis imamları tarafından -.vayet edilen hadisini de zikreder
ki bu hadiste şu ifadeler de yer almakta-iıt: "Biz onlardan bizi misafir
etmelerini (ağırlamalarını) istedik. Onlar ise bizi misafir etmek istemediler.
Daha sonra kabilenin başkanı (bir yılan ya da akrep tarafından)
sokuldu..." ifadeleri yer almaktadır.[113]
Devamla (İbnu'1-Araf) der ki: İşte bu hadisin zahiri şunu göstermektedir: Eğer
misafir ağırlamak bir hak olsaydı, Peygamber (sav) onları ağırlamayı kabul
etmeyenleri kınar ve elbette bu hususu (kendisine bunu nakledenlere) beyan
ederdi.[114]
İlim adamları misafir
ağırlamakla kimlerin muhatap oldukları hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Şafiî ile Muhammed b. Abdi'l-Hakem misafir ağırlamakla muhatap olanların hem
şehirlerde, hem de çöllerde yaşayan göçebeler olduğu görüşündedir.
Malik ise der ki:
Şehirlerde yerleşik olarak yaşayanların misafir ağırlamak yükümlülükleri
yoktur. Suhnûn der ki: Misafir ağırlamak köylerde yaşayanların vazifesidir.
Şehirlerde ise yolcuların konaklayabileceği hanlar vardır. Bu İki lugaü
(söyleyişi) Sahibu'1-Ayn (Halil b. Alımed ve başkaları) zikretmişlerdir.[115]
Bu görüşün
sahihleri İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler.
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Misafir ağırlamak çölde yaşayan
(göçe-beler)ın görevidir. Yoksa şehirlerde yaşayanlara (görev) değildir."
Ancak bu sahih olmayan bir hadistir. Çünkü Abdu'r-Rezzak'ın kardeşinin oğlu
olan İbrahim'in rivayet ettiği hadisler metruktür ve İbrahim'in yalancı olduğu
söylenir. Bu da onun tek başına (münferiden) rivayet ettiği hadislerdendir ve
bu hadisin. onun tarafından uydurulduğu söylenmiştir. Bu açıklamaları Ebu Ömer
b. Abdi'l-Berr yapmıştır.
İbnu'l-Arabî der ki:
Ziyafet (misafir ağırlamak) gerçekten farz-ı kifayedir. İnsanlar arasında bunun
-kasaba ve kentlerden farklı olarak- yiyecek ve barınacak yer bulunmayan köylerde
vacib olduğunu söyleyenler vardır. Çünkü kasaba ve kentler barınacak yerlerle,
yiyeceklerle dolup taşar. Şüphesiz ki misafir değerlidir ve misafir ağırlamakta
üstün bir ahlâkî meziyettir. Eğer misafir yabancı bir kimse ise onu ağırlamak
bir farzdır.[116]
İbnu'l-Arabî der ki:
Bizim (mezhebimiz) ilim adamlarından birisi der ki: Hz. İbrahim'in ağırlaması
basit ve az bir şeyle olmuştu ama, seven sevdiğinin bu davranışını teşekkürle
karşıladı. Halbuki böyle bir kanaat kat'î olan bir hususta zanna dayanarak
hüküm vermektir, naklin bulunduğu bir yerde kıyasa dayanarak hüküm vermektir.
Bu kişi böyle bir ağırlamanın basit ve önemsiz olduğunu nerden bildi? Aksine
müfessirler meleklerin Cebrail, Mi-kail ve İsrafil olmak üzere (Allah'ın salat
ve selamı üzerlerine olsun) üç kişi olduklarını nakletmişlerdir. Üç kişiye bir
buzağı büyük bir ikramdır. Görüşe dayanarak Allah'ın Kitabı bu şekilde nasıl açıklanır?
Bu yüce Allah'ın
emanetinin hoş olmayan yerilmiş şekildeki tefsiridir. Artık bu işten
kaçınınız. Çünkü bu işin yanlışlığını öğrenmiş bulunuyorsunuz.[117]
Misafire yemek
sunulduğu vakit yemek yemekte elini çabuk tutması sünnettir. Çünkü misafire
ikram ve değer ona çabucak bir şeyler sunmak ile ortaya çıkar. Ev sahibine
ikram ve değer ise yapılan bu ikramı kabul etmekte elini çabuk tutmaktır. Gelen
misafirler ellerini yemeye uzatmayınca, Hz. İbrahim onlardan çekindi. Çünkü onlar
bu şekilde davranmakla adetin dışına çıkmış, sünnete muhalefet etmiş
oluyorlardı. Hz. İbrahim kötü bir maksatlarının olduğundan çekindi. Rivayet
olunduğuna göre onlar ellerinde bulunan uçsuz ve temrensiz ok çubuğunu andıran
ince çubuklarla ete uzanıyorlar, fakat elleri ete ulaşmıyordu. Hz, İbrahim
onların bu durumlarını görünce "onlardan çekindi ve kalbine bir korku
girdi." Yani içinde bu korkuyu saklı tuttu, hissetti diye de
açıklanmıştır.
Girdi, sakladı,
hissetti" fiilinin mastarı olan; "Girmek" anlamındadır. Nitekim
şair şöyle demektedir:
"Postacı (atı)
dört nalla koşturarak bana bir mektub getirdi, Kalbime, getirdiği o mektubtan
dolayı katlanamayacağını bir sabırsızlık (korka) girdi."
kelimesi ise
"korku" demektir. O dönemin insanları misafirin yemeklerini
yemediğini gördüklerinde, onun hakkında iyi düşünmezlerdi. O ba-.-cimdan
melekler Hz. İbrahim'e: "Korkma! Biz Lût kavmi için gönderildik,
dediler."[118]
Yemenin âdabından
birisi de misafir ağırlayanın misafirinin yeyip yemediğine bakmasıdır. Ancak
bunun keskin bakışlarla değil de göz ucuyla ve far-keüirmeden olması gerekir.
Rivayet olunduğuna göre Bedevi bir Arap, Süleyman b. Abdu'i-Melik ile birlikte
yemek yerken, Süleyman, Bedevi'nin ağzına götürdüğü lokmasında bir kıl
olduğunu görünce ona, şu kılı lokmandan al demiş. Bu sefer, Bedevi: Lokmamdaki
kıfı görecek kadar bana bakıyorsun, öyle mi? Allah'a yemin ederim, seninîe
birlikte yemek yemem, deyip kalkmış.
Derim ki: Bu olayın
Süleyman'ın başından değil de, Hişam b. Abdu'1-Me-lik'in başından geçtiği de
nakledilmiştir. Bedevi Arabın da, yanından şu be-yiti söyleyerek çıktığı
bildirilmiştir:
"Hiç şüphesiz
ölüm, yemek yiyenin elindeki lokmasına bakıp duran Cimri birisini ziyaret
etmekten hayırlıdır."[119]
70.
"Ellerinin buna uzanmadığını görünce onlardan çekindi" buyruğun-daki;
"Onlardan çekindi" fiili bir kimseyi alışıla gelmişin dışında bir
halde bulmak, görmek anlamında; "Seni alışmadığım bir şekilde gördüm"
denilir. Şair de şu beyitinde İki kutlanış şeklini bir arada şöylece
kullanmaktadır:
"O beni
tanımazlıktan geldi ve bende alışkın olmadığını belirttiği şeyler Arasında,
saçlarımın ağarması ile dökülmesinden başkası yoktur."
Gözlerle görülen
şeyler hakkında; kalb ile görülen şeyler hakkında şeklinin kullanıldığı da
söylenmiştir.[120]
71.
"Eşi
de ayaktaydı" anlamındaki buyruk, mübtedâ ve haberdir. Yani melekleri
görebileceği bjr şekilde ayakta bulunuyordu. Perde arkasında oldo-ğu da söylenmişti.
Bir diğer görüşe göre Hz. İbrahim oturmakta iken, meleklere hizmet ediyordu.
Muhammed b. İshak ayakta namaz kılıyordu, diye açıklamıştır. Abdullah b.
Mes'ud'un kıraatinde ise; "Kendisi oturuyorken eşi de ayaktaydı"
şeklindedir.[121]
Yüce Allah'ın:
"Güldü" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid ve İkrime; müj-denin
tahakkuku için ay halinden kesilmiş iken, ay hali oldu diye, açıklamışlardır
Dilbilginleri ise bunun, bu anlama geldiği konusuyla ilgili olarak şu beyiti
naklederler:
"Ben zevceme
temiz iken yaklaşırım,
Ay hali olduğu
gün(ler)de ise ondan uzak kalırım."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Düz karalar
üzerinde tavşanların ay tali (kam), Düşmanla karşılaşma günü karından çıkan
kana benzer."
Araplar tavşan ay hali
olduğu vakit;" Tavşan ay hali oldu" derler. İbn Abbas (r.a)dan ve
İkrime'den bu ifadenin, Arapların meyvenin olgunlaşmadan önceki kabuğunun
çatlaması halini ifade etmek üzere kullanılan;
tabirlerinden alındığını söyledikleri rivayet edilmiştir. Bazı dilciler
ise Arapçada bu kökün ay hali olmak anlamına geldiğini kabul etmezler.
Cumhur İse der ki:
Burada bildiğimiz "gülmek" kastedilmektedir. Ancak bunun mahiyeti
hakkında farklı görüşler vardır. Bunun hayret ve şaşkınlık ifade eden gülmek
olduğu söylenmiştir. Şair Ebu Zueyb der ki:
"Öyle bîr kanşım
getirdi ki insanlar onun benzerini görmemişlerdir, O hayret edilecek bir
şeydir; şu kadar var ki anların yaptığıdır o."
Mukatil de der ki: Hz.
İbrahim, misafirlerine hizmet ederken ve ihtişamıyla ortada iken üç kişiden korkması
ve titremesine gülmüştü, çünkü Hz. İbrahim tek başına yüz kişiye bedel kabul
ediliyordu.
Yine (Mukatil) der ki:
Sözlükte bu kelimenin ay hali anlamına gelmesi uygun değildir. Ebu Ubeyd ve
el-Ferrâ da bu anlamı kabul etmezler. el-Ferrâ der ki: Ben bu kelimenin bu
anlamını güvenilir birisinden işitmiş değilim. Bu olsa olsa bir kinaye
olabilir.
Rivayet edildiğine
göre melekler buzağıyı elleriyle sıvazlamışlar, bunun üzerine de yerinden
kalkıp annesinin yanına varmış. İşte Hz. İbrahim'in hanımı Sara bunu görünce
gülmüş, melekler de ona .Hz. İshak müjdesini vermişlerdi.
Yine anlatıldığına
göre Hz. İbrahim misafirlerine ikramda bulunmak istediğinde Hz. Sara'yı da
onlara hizmet etmek üzere ayakta tutardı. İşte yüce Allah'ın: "Eşi de
ayaktaydı yani onlara hizmet etmek maksadıyla ayakta gider gelirdi, buyruğu
bunu anlatmaktadır. Şöyle de açıklanmaktadır: Hanımı Hz. İbrahim'in korkusu
dolayısıyla ayakta duruyordu. Meleklerin; "korkma!" demelerinden
ötürü de güvenlik altında olması sebebiyle sevincinden güldü.
el-Ferrâ ise der ki:
Bu ifadede bir takdim ve te'hir vardır. Buyruğun anlamı şudur: Biz ona İshak ı
müjdeledik, o da bundan dolayı güldü. Yani yaşlanmış iken doğacak çocuğundan
ötürü sevinerek güldü, demektir. Bunların hangisinin doğru olduğunu en iyi
bilen Allah'tır.
en-Nehhâs der ki: Bu
konuda pek çok görüş vardır. Bunların en uygun olanı şudur: Melekler yemekten
yemeyip Hz. İbrahim de onlardan çekinip korkunca, ona: Korkma dediler ve
kendilerinin Allah'ın elçisi olduklarını haber verdiler. Hz. İbrahim de bunun
üzerine sevindi, hanımı da onun sevindiğine sevinerek güldü. Şöyle de
açıklanmıştır: Hanımı Hz. İbrahim'e-. Ben bu kavme bir azab ineceğini
zannediyorum, demişti. O bakımdan Lût'u yanına al' Elçiler hanımının dediği
azab ile gelince, buna sevinerek güldü. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama eğer
senedi sahih ise güzel bir açıklamadır.
"Gülmek"
dişlerin açığa çıkmasıdır. Bununla birlikte yüze bir aydınlık gelmesi,
panldaması şeklinde de olabilir. Mesela; filan kişiyi gülerken gördüm, denirken
yüzünü parıldar gördüm anlamındadır. Yine gülen bir bahçeye yolum uğradı,
derken parlak ve alımh bir bahçeye yolum uğradı, ance Allah bulutu gönderir ve
gülmenin en güzel şekliyle güler"[122]
denilmektedir. Bu hadiste Hz. Peygamber bulutun şimşek dolayısıyla açılmasını
"gülmek" diye ifade etmiştir ki bu, İstiare yollu bir ifadedir.
Mekke kurrasırtdan
Muhammed b. Ziyad el-A'rabî adındaki birisinin: "Güldü" buyruğunu
"ha" harfi üstün olarak okuduğu rivayet edilmiştir. el-Mehdevî ise
derki: Bu fiilin "ha" harfinin üstün okunuşu .bilinen bir şekil
değildir. Fiilin mazi ve muzâri' şeklinde gelirken, mastarı da; şeklinde dört
türlü gelir. Bir gülüş demektir. Küseyyir'in şu mısraı da bu şekildedir:
"Onun bir defa
gülüşüne mal ve servetler esir olur." Bu açıklamayı da el-Cevherî
yapmıştır.[123]
Müslim, Sehl b.
Sa'd'dan şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Üseyd es-Sâidî düğününde Rasûlullah
(sav)ı davet etti. O gün hanımı gelin olduğu halde onlara hizmet etti. Sehl
dedi ki: (Hanımımın) Rasûluliah (sav)a ne içecek ikram ettiğini biliyor
musunuz? Geceden büyükçe bir kaba bir kaç hurmayı onun için ıslatmiştı.
Yemeğini yedikten sonra ona bu ıslattığı hurmaların suyunu içmek üzere, ikram
etti."[124] Bu hadisi Buhârî de
rivayet etmiş oJup bu hadisin yer aldığı babın başlığı şöyledir: "Kadının
düğünde erkeklere karşı (hizmet için) ayakta durması ve bizzat onlara hizmet
etmesi, "[125]
İlim adamlarımız
derler ki: Bu hadisten gelinin düğününde kocasına ve kocasının arkadaşlarına
hizmet etmesinin caiz ofduğu hükmü anlaşılmaktadır. Yine bu hadisten erkeğin
hanımını salih olan kardeşlerinin önüne çıkartmasında ve onlara hizmet
etmesinde bir mahzur olmadığı da anlaşılmaktadır. Bununla birlikte (hadiste
geçen olayın) hicab (kadın ile erkekler arasında perde gerilmesini emreden)
buyruğunun inmesinden önce olma ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[126]
Taberrnin naklettiğine
göre İbrahim (as) buzağıyı meleklerin önlerine sürünce, onlar: Biz bedelini
ödemedikçe bir şey yemeyiz, dediler, Hz. İbrahim i e onlara: Bunun bedeli
başında Allah'ın adını anmanız, sonunda da Allah'a .:amdetmenizdir, dedi. Hz.
Cebrail arkadaşlarına; Allah'ın bunu halil edinmesi gerçekten yerindedir,
dedi.
İlim adamlarımız
derler ki: Meleklerin yemeyiş sebepleri, meleklerin yemek yemeyen yaratıklar
olmalarından dolayıdır. Bununla birlikte yüce Allah meleklere İnsan şekline
bürunmelerini kolaylaştırdığı, onlara bir beden ve bir şekil verdiği gibi,
yemek yemelerini de kolaylaştırabilirdi. Şu kadar var ki, ilim adamlarının
görüşlerine göre yüce Allah melekleri insan suretinde gönderdi. Hz. İbrahim de
onları ağırlamak için özel bir gayret harcadı. Nihayet onların yemek yemekten
uzak durduklarını görünce korkuya kapıldı, bu sefer de anstzm ona (çocuğu
olacağı) müjdesi geldi.[127]
İşte bu olay yemeğin
başında Allah'ın adını anmanın, sonunda da Allah'a hamdetmenin bizden önceki
ümmetlerde de meşru olduğunun delilidir. İs-râiliyât'ta nakledildiğine göre
İbrahim (as) tek başına yemek yemezdi, yemeği hazır oldu mu kendisiyle
birlikte yemek yiyecek birisini bulmak üzere birisine görev verirdi. Bir gün
bir adam buldu, yemeğe onunla birlikte oturunca Hz. İbrahim ona, Allah'ın
adını an, dedi. Adam: Ben Allah'ı tanımıyorum deyince, Hz. İbrahim ona,
yemeğimi bırak ve çık git, dedi. Adam çıkıp, gittikten sonra Hz. Cebrail inip
ona şöyle dedi: Allah buyuruyor ki: Ömrü boyunca kâfir olmasına rağmen Allah o
adama nzık veriyor, sen ise bir lokma yemesin diye cimrilik gösterdin. Hz.
İbrahim elbisesini sürüyerek, korku içerisinde dışarıya çıktı ve: Ey adam dön
dedi. Bu sefer adam, herhangi bir se-beb yokken beni niye geri çağırdığını bana
söylemesen geri dönmeyeceğim, dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim ona durumu
anlattı, adam da: Bu oldukça kerim bir Rabb'tır, o halde İman ettim, dedi ve
Hz. İbrahim'in evine girdi, Allah'ın adını anarak mü'min olarak yemeğini yedi.[128]
"Biz de ona
İshak'ı" Hz. İbrahim'in Hacer'den İsmail adındaki oğlu dünyaya gelince,
Sara da oğlu olmasını temenni etti. Ancak yaşı ilerlemiş olduğundan dolayı
ümidini kesmişti. Bu sefer ona peygamber olacak ve peygamber babası olacak bir
çocuk müjdesini verdi. İşte bu, aynı zamanda onun hem oğlunu, hem de torununu
göreceği müjdesi idi.[129]
"Ve İshak'ın
ardından Ya'kub'u müjdeledik" buyruğundaki "Ya'kub" kelimesini
Hamza ve Abdullah b. Âmir nasb ile diğerleri ise ref ile okumuşlardır. Ref ile
okuyuş; onun İshak'ın ardından Ya'kub (adındaki torunu) dünyaya gelecektir,
anlamındadır. Bununla birlikte; "...dan" da amel eden fiil ile merfû'
olması da mümkündür, anlamı; "Ve onun için İshak'ın ardından da Ya'kub(un)
sabit oldu (olacağı müjdesi verildi)." Mübtedâ olarak merfû' olması da
mümkündür ve bu durumda hal mahallinde olur, yani ona İshak'ı ve onun da
mukabili olarak Ya'kub'u müjdelediler, demektir. Nasb ile okunması ise
"Biz ona İshak'ın ardından Ya'kub'u bağışladık" anlamındadır.
el-Kisaî, el-Ahfeş ve Ebu Hatirn; "Ya'kub" lafzının; " Ve Biz
ona İshak'ın ardından Ya'kub'u da müjdeledik" şeklinde cer mahallinde
olmasını da caiz kabul ederler. el-Ferrâ der ki: Harf-i cerri tekrarlamadan cer
ile okunması caiz değildir.
Sibeveyh der ki: Sen
eğer: "Ben önceki gün Zeyd'e, dün de Amr'a uğradım," şeklindeki bir
kullanım oldukça çirkindir. Çünkü bu ifadede mecrur ile onu mecrura ortak eden
"vav"ın arasını -câr ile mecrûrun arasını ayırdığı gibi- ayırmış
oluyorsun. Çünkü câr ile mecrûr birbirinden ayrılmadığı gibi mecrur ile
"vav" arasına da bir şey girmemelidir. (Burada ise "dün"
anlamındaki kelime "vav" ile mecrûr arasına girmiş bulunmaktadır).[130]
72. Dedi ki:
"Vay halime! Ben kocamış bir kadın ve bu eşim de bir İhtiyar iken, ben mi
doğuracak mışım? Doğrusu bu pek şaşılacak bir şey!’’
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[131]
Yüce Allah'ın: "
Vay halime!" buyruğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bu
kelimenin aslı şeklinde olup "elif, "ya"dan bedel olarak
gelmiştir. Çünkü elif esreli "ya"dan daha hafif söylenir.
Hz. Sara bu sözüyle
kendisi hakkında "veyl" diye bedduayı kastetmiş değildir. Bu söz
hayret edecekleri bir İşle karşılaştıkları vakit kadınların kolaylıkla
dillerinden kaçınverdikleri bir sözdür. Hz. Sara, kocası yaşlı olduğu halde
çocuk doğurması, alışılmışın dışında olduğundan dolayı hayret etmişti. Alışılmışın
dışındaki olaylar da hayretle karşılanır, garib karşılanır. "Ben nü doğuracak
misim?" ifadesi teaccüb anlamında bir sorudur.
Ben kocamış bir kadın
iken" oldukça yaşlı bir kadın iken, demektir. " Yaşım ilerledi,
yaşlandım" demektir. Yine; " Acuze, yaşlı kadın" da denilir.
"Cim" harfi esreli olarak; O ifadesi kadının kalçalannın büyüklüğünü
anlatmak için kullanılır. Kalça anlamına da "ayn" harfi ötreli ve
üstün olarak; denilir.
Mücahid der ki: O
vakit Hz. Sara doksandokuz yaşında idi. İbn İshak da doksan yaşında idi,
demektedir. Bundan başka görüşler de vardır.[132]
"Şu eşim"
kocam "de bir İhtiyar iken..." buyruğundaki; "Bir ihtiyar
iken" kelimesi hal olarak nas bedii mistir. Âmili ise tenbih veya
işarettir.
" Şu eşim"
anlamındaki ifade ise mübtedâ ve haberdir. el-Ahfeş der ki: İbn Mes'ud ile
Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatinde; "Şu kocam da yaşlıdır" şeklindedir.
en-Nehhâs der ki: Nasıl ki; "Bu Zeyd(dir), ayaktadır" diyebiliyorsak
ve burada "Zeyd" kelimesi "bu" kelimesinden bedel oluyor
ve "ayaktadır" anlamındaki kelime mübtedânın haberi ise aynı şekilde
"bu" anlamındaki kelimenin mübtedâ "Zeyd(dir) ayaktadır"
anlamındaki kelimelerin iki ayrı haber olmaları da mümkündür. Sibeveyh de;
"Bu tatlıdır, ekşidir" tabirinin kullanıldığını nakletmektedir.
Denildiğine göre; Hz.
İbrahim de yüzyirmi yaşında idi. Onun yüz yaşında olduğu da söylenmiştir.
Mücahid'in görüşüne göre Hz, Sara'dan sadece bir yaş büyük idi. Denildiğine
göre Hz. Sara'nın "ve şu eşim de bir ihtiyar İken" sözleri ile
kendisine yaklaşmadığını üstü kapalı ifade etmiştir. Hz. İbrahim'in hanımı
olan Hz. Sara, Hârân'ın kızıdır. Hârân, Nâhûr'un oğlu, o Şâ-rû'un, o Arğû'nun,
o da Fâliğ'in oğludur. Sara, Hz. İbrahim'in amcasının kızıdır.
"Doğrusu bu pek
şaşılacak bir şeyi" Yani sizin bana verdiğiniz bu müjde şaşılacak, hayret
edilecek bir şeydir.[133]
73. Dediler
ki: "Allah'ın İşine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin
üzerinize olsun ey hane halkı! Şüphe yok ki O, Hamîd'dir, Mecîd'dir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[134]
Hz. Sara, "ben
kocamış bir kadın ve şu eşim de bir ihtiyar iken" diyerek hayrete
düşünce, melekler de onun, Allah'ın işine hayret etmesini kabul etmeyerek
"dediler ki: Allah'ın işine mi şaşıyorsun?" Yani Allah'ın hüküm, kaza
ve kaderine mi şaşıyorsun? Allah'ın size bir evlat ihsan etmesinden dolayı
hayreti gerektiren bir şey yoktur.
Onlara ihsan edilecek
evladın adı da İshak idi. İşte bir çok ilim adamı bu âyet-i kerîmeyi Hz.
İsmail'in boğazlanması istenen evlat olduğuna ve Hz. İs-hak'tan yaşça daha
büyük olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü burada Hz. Sara'ya, Hz. İshak'ın
Ya'kub adındaki oğlu dünyaya gelinceye kadar yaşayacağı müjdesi verilmiştir.
İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Yüce Allah'ın izniyle Sâffât
Sûresi'nde (37/102 ve devamı âyetlerin tefsiri, 1.başlıkta) buna dair
açıklamalar gelecektir.[135]
"Allah'ın rahmeti
ve bereketleri" anlamındaki buyruk mübtedâ, haberi ise "sizin
üzerinize olsun" buyruğudur, Sibeveyh; "Sizin üzerinize olsun"
buyruğunun "kep’’ harfinin "ya" harfine bitişik olması
dolayısıyla esreli okunduğunu nakletmektedir.
Bu ifade acaba haber
midir, yoksa bir dua mıdır? Bunun bir haber olması daha uygundur. Çünkü haber
olması rahmet ve bereketin onlar hakkında fiilen hasıl olmasını gerektirir.
Yani Allah, rahmet ve bereketlerini size ulaştırmış bulunuyor ey hane halkı,
demek olur. Dua olması ise henüz husule gelmemiş, fakat meydana gelmesi umulan
bir şey olmasını gerektirir.
"Ey hane
halkı"nın nasb İle gelmesi ise ihtisas (özellikle sizin üzerinize olsun,
anlamını verecek şekilde) olması dolayisıyiadır. Sibeveyh'in görüşü budur.
Bunun nida olarak nasbedildiği de söylenmiştir.[136]
Bu âyet-i kerîme kişinin
hanımının kendi hane halkından, ehl-i beytinden olduğu anlamını vermektedir. Bu
da peygamberlerin hanımlarının kendi ehi-i beytlerinden olduğunu
göstermektedir. Buna göre Âişe (r.anha) ve müzminlerin diğer anneleri Peygamber
(sav)in ehi-i beyti arasındadır ve yüce Allah'ın haklarında: "Ve sizi tam
anlamıyla temizlemek ister" (el-Ahzab, 33/33) buyurduğu kimselerdendir ki
İleride buna dair açıklamalar (el-Ahzâb, 33/34. âyet, 1. başlıkta) gelecektir.[137]
Bu âyet-î kerîme, aynı
şekilde selâmın "ve berekatuhu: bereketleri" ifadesi ile sona ermesi
gerektiğinin delilidir. Nitekim yüce Allah salih kulları hakkında da:
"Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey hane halkı’’
verdiği haberde de böyledir. Bereket, artış ve çoğalış demektir. Bütün
peygamber ve rasûllerin Hz İbrahim ile Hz. Sara'nın soyundan gelmesi de bu
bereketlerdendir.
Malik'in, Vehb b.
Keysan Ebu Nuaym'dan, onun Muhammed b. Amr b. Atâ'dan rivayetine göre Muhammed
b. Amr şöyle demiş: Abdullah b. Abbas'ın yanında oturuyor iken huzuruna
Yemenlilerden bir adam gelip; "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve
berekatuhu"" dedikten sonra bununla beraber bir şey daha ilave etti.
tbn Abbas o sırada gözlerini kaybetmiş idi-: "Bu kim?" diye sorunca,
ona: "Bu senin yanına gidip gelen Yemenli kişidir," diyerek o kimseyi
İbn Abbas'a tanıttılar. İbn Abbas şöyle dedi; "Selâm "berekef'e kadardır.
"
Yine Ali (r.a)dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Mcscid'e girdim. Peygamber (sav)in
ashabından bir grub ile birlikte olduğunu gördüm. Ben es-selâmu aieyküm dedim.
Hz. Peygamber: "Yirmisi benim, onu da senin olmak üzere ve aleyke's-selâmu
ve ralımetullah" diye buyurdu. İkinci bir defa da-,ha yanına girdim. Bu
serer: es-selâmu aleykum ve rahmetullahi dedim. Hz. Peygamber bu sefer:
"Otuzu benim, yirmisi de senin ohnak üzere ve aley-ke's-selâmu ve
rahmetullahi ve berakâtuhû" diye buyurdu. Üçüncü defa girdim yine,
es-selâmu aİeykum ve rahmetullahi ve berakatuhu deyince, bu sefer Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Ve aleyke's-selâ mu ve rahmetullahi ve berakatuhu.
Otuzu benim, otuzu senin; selâmda da sen ve ben birbirimize eşit (paya
saiıibliz" dedi.[138]
"Şüphe yok ki O,
Hamîd'dir, Mecîd'dir." Yani kendisine çokça hamd olunandır, şanı çok
yücedir. Bu iki ismi de "el-Esmâu'l-Husnâ" adlı eserimizde açıklamış
bulunuyoruz.[139]
74. İbrahim'in korkusu gidip kendisine müjde
gelince, Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya koyuldu.
75.
Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli,
kendisini tamamen Allah'a vermiş bir kimse idi.
76. "Ey
İbrahim! Bundan vazgeç! Çünkü Babbinin emri gelmiştir. Onlara reddolunmayacak
bir azab gelip çatacaktır."
"İbrahim'in
korkusu gidip..." buyruğundaki; kelimesi "korku" demektir. Bir
şeyden korkan için; "Şundan korktu" denilir. Şair Nâbiğa da der ki:
"Köpekler sahibi
(avcOnın sesinden korkarak öyle bir gece geçirdi ki, Korkudan ve soğuktan
başına gelenler düşmanlarının hoşuna gitti."
"Kendisine müjde
gelince" yani Hz. İshak ve ardından Ya'kub'un geleceği müjdesi gelince...
Katâde der ki: Ona Lût kavminin azabı için geldikleri ve kendisinin korkmaması
gerektiği müjdesini verdiler.
"Bizimle"
yani gönderdiğimiz elçilerimizle "tartışmaya koyuldu." Burada yüce
Allah'ın tartışmayı kendisine izafe etmesi meleklerin Allah'ın emriyle inmiş
olmalarından dolayıdır. Bu tartışmayı Humeyd b. Hilâl, Cundub'dan, o Huzeyfe'den
rivayet etmiştir. Şöyle ki: Melekler: "Muhakkak ki biz şu kasaba halkını
helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalimler oldular" (el-An-kebut, 29/31)
deyince, Hz. İbrahim onlara şöyle dedi: O kasabada eğer elli müslüraan kişi
var ise onlan helak edecek misiniz? Onlar, hayır deyince, bu sefer ya kırk kişi
varsa? diye sordu. Onlar yine hayır. Otuz kişi varsa? yine hayır, yirmi kişi
varsa? yine hayır, dediler. Bu sefer ya orada on kişi -veya beş kişi, şüphe
Humeyd'dendir- varsa? deyince, onlar yine: Hayır dediler. -Katâde de buna yakın
bir söz söylemiştir.- (Humeyd) dedi ki: Bu sefer İbrahim (a.s) şöyle dedi:
Aralarında on tane müslüman bulunmayan bir kavimde hayır yok demektir. Yine
denildiğine göre Hz. İbrahim şunları da söylemişti: Eğer aralarında müslüman
bir kimse var ise o kasabayı helak eder misiniz? deyince onlar hayır dediler.
Bunun üzerine Hz. İbrahim şöyle dedi: 'Ama orada Lût da var. Dediler ki; Biz
orada olanları daha iyi biliriz. Biz onu ve -karısı dışında- aile halkını
elbette kurtaracağız. Çünkü o kadın geride kalacaklardandır, dediler."
(el-Ankebût, 29/32)
Abdu'r-Rahman b.
Semura der ki: Lût kavmi dörtyüzbin kişi idiler. İbn Cü-reyc der ki: Lût kavmi
kasabalarında dörtmilyon kişi vardı.
el-Ahfeş ve
eî-Kisaî'nin kanaatine göre; " Bizimle tartışmaya koyuldu"
ifadesi;"Bizimle tartıştı" yerine kullanılmıştır.
en-Nehhâs da der ki:
cevabının mazi fiil ile gelmesi gerektiğinden dolayı muzari fiili onun yerine
kullanılmış kabul etmiştir. Nitekim şartın da muzari fiil ile gelmesi
gerekmekle birlikte, mazi fiili onun yerine kullanmıştır. Bu hususta bir başka
şekilde de cevap verilebilir, " Bizimle tartışmaya koyuldu" buyruğu
hal konumundadır, yani bizimle tartışmaya koyularak... demek olur. Bu da
el-Ferrâ'nın görüşüdür.
"Çünkü İbrahim
gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisini tamamen Allah'a vermiş bir
kimse idi." et-Tevbe Sûresi'nde (9/114. âyet, 3. başlıkta) "evvâh ve
halim (yumuşak huylu, yufka yürekli)" kelimelerinin anlamlarına dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır."
"Kendisini tamamen
Allah'a vermiş kimse (münîb)" ise dönen kimse demektir. Hz. İbrahim bütün
işlerinde yüce Allah'a raci olan, kendisini O'na teslim eden bir kimse idi.
"el-Evvâh"ın, Lût kavminin kaybetmiş olduğu iman fırsatı dolayısıyla
esef ve kederinden ah vah eden kimse, anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Ey İbrahim!
Bundan vazgeç" yani Lût kavmi hakkında tartışmayı bırak. "Çünkü
Kabbinin emri" onlar hakkındaki azabı "gelmiştir. Onlara
reddo-lunmayacak" onlardan hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek, önü
alınamayacak "bir azab gelip, çatacaktır."[140]
77.
Elçilerimiz
Lût'a geldikleri vakit, o bunlar yüzünden kaygıya düştü; onlar sebebiyle göğsü
daraldı ve: "İşte bu çok zor bir gündür" dedi.
78. Kavmi
kendisine doğru çabucak, itişe kakışa geldiler. Onlar zaten daha önce kötü
işler işlemeye alışmışlardı. Dedi ki: "Ey kavmim! İşte kızlarım. Onlar
sizin İçin daha temizdirler. Artık Allah'tan korkun, beni misafirlerimin
yanında küçük düşürmeyin. İçinizde afclı başında bîr adam yok mu sîzin?"
79. Dediler
ki: "Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımızın olmadığını elbette sen de
bilirsin. Sen hiç şüphesiz bizim ne istediğimizi de bilirsin."
80. Dedi ki:
"Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı, yahut güçlü bir yere
sığuıabilseydim."
81. Dediler
ki: "Ey Lûtî Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamazlar. Sen
bir ara geceleyin aile efradınla yürü, git. İçinizden -zevcen hariç- hiçbir
kimse geriye bakmasın. Çünkü onlara isabet eden ona da isabet edecektir.
Onlara va'dohınan vakit sabahtır. Sabah da yakın değil mi?"
82. Emrimiz
geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan
birbiri ardınca taşlar yağdırdık.
83. Rabbinin
yanında hep İşaretlenmişlerdi. Bu, zalimlerden uzak değildir.[141]
77.
"Elçilerimiz Lüt'a geldikleri vakit o bunlar yüzünden kaygıya düştü."
Melekler Hz. İbrahim'in yanından çıkıp gittiklerinde -Hz. İbrahim'in buunduğu
yer ile Hz. Lût'un kasabası arasında dört fersahlık bir mesafe vardı- su almak
isteyen Hz. Lût'un iki kızı melekleri gördüler ve bunların oldukça güzel bir
görünüşe salıib olduklarım farkettiler. Bunlara: Sizin durumunuz nedir ve
nerden geliyorsunuz? diye sordular. Melekler: Filan yerden geliyoruz ve şu
sehire gitmek istiyoruz, dediler. Hz. Lût'un kızları; O şehrin halkı hayasızlık
işleyen kimselerdir, dediler. Bu sefer melekler, peki o şehirde bizi misafir
edecek kimse var mı? diye sorunca, kızlan var dediler. Şu yaşlı adam diyerek,
Hz. Lût'u işaret ettiler. Hz. Lût onların kılık kıyafetlerini görünce kavminin
bunlara kötülük yapacağından korktu ve; "O bunlar yükünden kaygıya
düştü." Yani onların gelişlerinden hoşlanmadı.
Hoşlanmadı,
hoşlanmaz" fiili lâzımı (geçişsizedir. Aynı şekilde; "O'ndan
hoşlanmadı, hoşlanmaz" seklinde müteaddi (geçişli) de olur. Arzu edilirse
(mazi fiilinde) "sin'’ harfi öfreli de okunabilir, çünkü aslı ötredirve
bu kelimenin aslı ‘’Onlardan dolayı hoşlanmadı" şeklinde; den gelmekte
olup "vav"ın harekesi "sin"e verildikten son ra
"vav" harfi de "ya" harfine kalbedilmiştir. Şayet hemze
hafif okunarak harekesi ‘’ya"ya verilecek olur ise hemzesiz olarak diye
okunur. Şaz bir söyleyiş olarak da ("ya" harfi') şeddeli de okunur.
"Onlar sebebiyle
göğsü daraldı." Onların gelişlerinden ötürü içine bir sıkıntı düştü ve bu
işten hoşlanmadı. Takati kalmadı ve kendisini sıkıntı bastı, diye de açıklanmıştır.
Bu kelimenin aslı, devenin atabildiği kadar geniş adımlan ile ileriye doğru
yürümekten alınmadır. İşte adımını atabildiğinden daha fazlasına zorlanacak
olursa, bunu yapamaz, daralır ve buna güç yeti-remeyerek boynunu ileriye doğru
uzatır. Buna göre; "Kulacın daralması" (şeklinde kelime anlamlı
tabir), güç yetirememek, sıkılmak anlamında bir tabirdir.
Bu tabirin, kişinin
kusmasını önleyememesi anlamındaki; den geldiği de söylenmiştir. Yani o, hoşuna
gitmeyen bir işi içinde saklamakta güçlük çekti; onların güzelliklerini
görünce kavminin de (aşıklığını bildiğinden ötürü bundan rahatsız oldu,
sıkıldı. "Ve: İşte bu çok zor bir gündür, dedi." Kötülükleri
itibariyle zorlu bir gündür. Şair der ki:
"Ve şüphesiz ki
sen Bekr b. Vâil (kabilesin)i razı etmeyecek olursan (Onların yüzünden) sen
Irak'ta çok zorlu bir günle karşılaşırsın."
Bir başka şair de
şöyîe demektedir.
"Bu öyle zorlu
bir gündür ki, kahramanları bile üstüste zorlar durur, Çok güçlü bir kimsenin
palamut ağacı dallarını üstüate koyup zorluca kendisine çekmesi gibi."
Teksîr (çokluk)
anlamını vermek üzere de; denilir. Yari hoş olmayan ve şerrin bir arada
toplandığı gün, yer demektir. Kötülükle do-lup taşmayı diye ifade ederler. İşte
söz birliği etmiş, kendi aralarında ittifak etmiş kimselere; denilmesi de
buradan gelmektedir. Kişinin asabesi ise, onunla aynı nesebi paylaşan kimseler
demektir. Filan için taassub gösterdim, tabiri ise ben onun bir asabesiymtşim
gibi oldum demektir. "Ma'sûb kişi"de hilkati güzel, tam kişi
demektir.[142]
78.
"Kavmi kendisine doğru çabucak itişe kakışa geldiler." Anlamındaki
ifade hal mevkiindedir.
"Hızlıca
geldiler" demektir. el-Kisaî, el-Ferrâ ve onların dışındaki dil
bilginleri derler ki: Bu ifade ancak bir çeşit titreme İle birlikte hızlıca
koşmak hakkında kullanılır. Mesela, O tabiri kişi soğuk, kızgınlık veya sıtma
gibi bir sebebten ötürü titreyerek hızlıca koştu, anlamındadır. Bunun ism-i
faili de; şeklinde gelir. Mühelhil der ki:
"Onlar esir
edilmiş olarak ve titreyerek hızlıca geldiler, Biz onların burunlarını sürte
aürte çekip getiriyorduk,"
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ona doğru acele
ederek ve hızlıca koşuşanlar (geldiler,)"
"Filan kişi o işe
düşkün oldu, Zeyd titredi ve filan kişi güzel bir görünüşe sahib oldu"
tabirlerine (kelime şekli ve kullanımı itibariyle) benzer. Bu kelimeler ancak
bu şekilde kullanılır.
O hırsından dolayı
titremeye başladı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Hızlıca
ve onun yanına gitmek üzere çabucak koşuşarak (ona gittiler)" demek olur.
Birinci açıklamayı
yapanlar şöyle derler: Bu kelime ancak hızlandı, hızla geldi anlamında;
şeklinde; adam hızlandı, diye ve meçhul bir fiil lafzı ile kullanılır.
İbnu'l-Kutiyye der kî: " Arkadan sürüldü, sürüklendi ve acele etmesi
istendi" anlamındadır. el-Herevî der ki: Çabucak gelmesi için teşvik
edildi, istendi" denilir.
İbn Abbas, Katâde ve
es-Süddî ise bunu koşarak geldiler; ed-Dahhâk koşa koşa geldiler; İbn Uyeyne
arkadan itiliyorlarmışcasına geldiler diye açıklamışlardır. Şimr b. Atiyye der
ki: Bu koşmak ile yürümek arasındaki (koşar gibi) yürüyüş demektir. el-Hasen
ise, bu iki yürüme şekli arasında bir yürümedir (orta yollu yürüme). Anlamlar
birbirlerine yakındır.
Rivayet olunduğuna
göre çabucak gelişlerinin sebebi şudur: Hz. Lûı'un kâfir olan eşi misafirleri
ve onların güzelliklerini, endamlarını görünce, evinden dışarı çıktı ve
kavminin oturduğu meclislerine yardı. Onlara şöyle dedi: Bu gece Lût'un
benzersiz güzellikte misafirleri geldi. Onlar şöyle şöyle idiler... îşte bunun
üzerine Hz. Lût'un kavmi yanına koşarcasına geldiler.
Nakledildiğine göre
elçiler, Hz. Lût'un bulunduğu şehire ulaştıklarında, onu tarlasında çalışırken
buldular. Başka bir görüşe göre kızını Sedum nehrinden su alırken gördüler. Ona
kendilerini misafir edip, ağırlayacak bir kimse göstermesini söylediler. Kızı
onların güzel endamlarını görünce Lût kavminden onlara kötülük gelmesinden
korktu ve: Olduğunuz yerde durunuz, deyip babasına gitti; durumu haber verdi.
Hz. Lût yanlarına
geldiğinde ona, bu gece bizi misafir etmeni istiyoruz dediler. O da
kendilerine: Bu kavmin neler yaptığını hiç duymadınız mı? dedi. Onlar ne
yapıyorlar? diye sorunca, Hz. Lût şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki
bunlar yeryüzünde en kötü kavimdirler. Şanı yüce Allah da meleklerine şöyle
emretmiş idi: Lût onlann aleyhine dört defa şahitlik etmedikçe o kavmi
azaplandırmayınız. Hz. Lût bu sözü söyleyince, Hz. Cebrail de arkadaşlarına:
Bu bir, dedi. Daha sonra karşılıklı olarak konuşmaları devam etti ve nihayet
Hz. Lût'un kavmi aleyhine şahitliği dördü buldu. Sonra da ge tenlerle birlikte
şehre girdi.
"Onlar zaten daha
önce" yani elçilerin gelişinden önce; Hz. Lût'un gelişinden önce diye de
açıklanmıştır; "kötü İşler işlemeğe alışmışlardı." Yani onlar
erkeklere yaklaşmayı adet haline getirmişlerdi.
Kavmi Hz. Lût'un
yanına gelip misafirlerine yönelmek istediklerinde Hz. Lût önlerine
misafirlerini savunmak üzere kalkıp dikildi ve: "Ey kavmim! İşte
Vitanm" dedi. Bu buyruk mübtedâ ve haberdir.
Hz. Lût'un: "İşte
kızlarım" şeklindeki sözlerinin anlamı ile ilgili farklı görüşler vardır:
Denildiğine göre Hz.
Lût'un üç öz km vardı. Bunların iki tane oiduğu, adlarının da Zîtâ ve Zaûrâ
oldukları da söylenmiştir. Yine denildiğine göre Lût kavminin itaat ettikleri
iki ileri gelenleri vardı. Hz, Lût onlara kızlarım vermek istedi. Yine bir
diğer açıklamaya göre Hz. Lût böyle bir durumda onları nikahlanarak evlenmeye
teşvik etti. O zamanın şeriatlerinde kâfir bir erkeğin, mü'min bir kadın ile
evlenmesi caiz idi, İslam'ın ilk dönemlerinde de bu caizdi, sonradan nesh
edildi. Nitekim Rasûlullah (sav) bîr kızını Utbe b. Ebi Lelıeb'e, diğerini de
Ebu'l-As b. er-Rebi' ile peygamber olmadan önce evlendirmiş idi. Bu İkisi de
kâfir idiler.
Aralarında Mücahid ve
Said b. Cübeyr'in de bulunduğu bir topluluk ise derler ki: Hz. Lût: "İşte
kızlarım" diyerek bütün kadınlara işaret etmiştir. Çünkü bir kavmin
peygamberi onların babası gibidir. Bu görüşü İbn Mes'ud'un; (el-Ahzâb,
33/6)dakİ: "Peygamber mü'minler için kendi öz canlarından önce gelir.
Onun zevceleri de analarıdır" buyruğunu "ve o onların babasıdır"
şeklindeki okuyuşu desteklemektedir.
Bir başka kesim şöyle
demektedir: Hz. Lût'un bu sözü bir savunma idi. Onu fiilen gerçekleştirmek
istemiş değildi. Bu görüş Ebu Ubeyde'den rivayet edilmiştir. Nitekim
başkasının malını yemekten alıkonmak istenen kimseye: Domuz senin için bundan
daha helaldir, denilmesi de buna benzemektedir. İkrime de der ki: Hz. Lût ne
kendi kızlarını, ne de ümmetinin kızlarını nikahlamalarını teklif etmiş
değildi. O bu sözlerini sadece çekip gitsinler diye söylemişti.
"Onlar sizin için
daha temizdirler" anlamındaki buyruk, mübtedâ ve haberdir. Yani ben sizi
onlarla evlendireyim, bu sizin yapmak istediğinizden sizin için daha çok
temizdir, yani daha bir helâldir. Temizlenmek ftetalıhur) ise helâl olmayan
şeyden uzak durmak demektir.
İbn Abbas der ki:
Kavimlerinin ileri gelenleri, başkanları Hz. Lût'dan kızlarını istemişler, o da
onlara henüz cevab vermemişti. İşte o gün kızlarını feda ederek, misafirlerini
kurtarmak istemişti. Diğer taraftan; "[143]
Daha temizdir" ifadesindeki "hemze" tafdil için değildir ki,
erkeklere yaklaşmanın bir temizlik olduğu vehmi söz konusu olsun. Aksine
buradaki ifade şunu andırır: Allah daha büyük, daha yüce ve daha celildir. Her
ne kadar bu ifade tafdil için değilse de (kipi böyledir) ve bu kullanım şekli,
Arap diline uygun ve yaygındır. Şanı yüce Allah'a karşı hiçbir kimse büyüklük
yarışına giremez ki, yüce Allah ondan daha büyük olsun. Nitekim Ebu Süfyan b.
Harb, Uhud günü şöyle demişti: Yücel ey hubel, yücel ey hubel! Peygamber (sav) de
Hz. Ömer'e şöyle demişti: "De kî: Allah en yüce ve en üstün olandır."[144]
Hubel ise hiçbir zaman ne yüce, ne üstün olmuştur.
Onlar daha
temizdirler" buyruğu genel olarak "ra" harfi öt-reli olarak
okunmuştur. Ancak el-Hasen ile İsa b. Amr hal olarak nasb ile okumuşlar ve:
"Onlar" anlamındaki zamiri de imad(1) kabul etmişlerdir, el-Halil,
Sibeveyh ve el-Ahfeş ise burada bu zamirin İmad olmasını uygun görmezler. Bunun
İmad olması ancak ifadenin kendisinden sonra gelen sözlerle tamam olması
halinde söz konusudur. "Zeyd işte o senin kardeşindir" İfadesi
türünde oiur. Bununla "kardeş’’ anlamındaki kelimenin sıfat olmadığı
gösterilmek istenir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca bununla; in habere ihtiyacı
olduğunu belirtmiş olmaktadır. Başkası ise şöyle demektedir; Bununla haberin
mariie yahut rnarife seviyesinde bir isim olduğunu gösterir. Yüce Allah'ın:
"Artık Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin yanında küçük
düşürmeyin" buyruğu, onlara karşı beni hakir ve zelil düşürmeyin,
demektir. Hassan'm şu beyitleri de bu türdendir:
"Ey Uteyb b.
Malik, rezil etsin seni Rabbim, Ve ölümden önce seni bir yıldırım ile alıp
götürsün. Sen, -kılıçlarla parçalanasıca- o sağ elini onu Öldürmek kastıyla
uzattın da ağzını kanattın."
Bununla birlikte bu
kelimenin utanmak ve haya etmek anlamına gelen; dan gelmesi de mümkündür.
Nitekim şair Zu'r-Rime de şöyle demektedir:
"(Kumdaki) ipi
andıran kıvrım tarafından yaptığı hücumundan sonra Onu bulan öfke ile karışık-
bir utanılacak şeydir.'
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Rüzgar
üzerindeki carı vücuduna yapıştıracak yahut ta süsleri Boynundan uzaklaşacak
olursa, utanma beyaz (tenli )lerden,"
"Misafir"
kelimesi ise aynı zamanda ikil ve çoğul için de bu şekilde kullanılır. Çünkü
kelime aslı İtibariyle mastardır. Nitekim şair de şöyle demektedir:
"Zaman durdukça
misafir için kassabm palasını, eksik etmesin Halbuki misafir ziyaretçilerin en
çok hak sahibidir."
Bununla birlikte bu
kelimenin tesniye ve çoğulu da yapılabilir. Ancak birinci şekil daha çok
kullanılır. Mesela; " Oruçlu, oruçsuz ve ziyaretçi adamlar" demek (bu
kelimeler mastar olduğu İçin tesniye ve çoğulda değişmemesi) bunun gibidir,
"Kişi utan di" demektir. Rezil ve riisvay oldu anlamında ise;
şeklinde gelir. Bu iki anlamda İse müzari de aynı şekilde diye kullanılır.
Daha sonra Hz. Lût
onları: "İçinizde aklı başında bir adam yok mtı sizin?" diye
azarladı. Yani aranızda iyiliği emredip, münkerden alıkoyacak güçlü bir kimse
yok mu? Buradaki, "Aklı başında" kelimesinin doğru hareket eden
anlamında olduğu söylendiği gibi, salih ya da ıslah edici bir kimse anlamında
olduğu da söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Burada "reşîd"den kasıt
mü'min demektir. Ebu Malik ise münkerden alıkoyan kimse diye açıklamıştır.
Reşid'in reşed anlamında olduğu da söylenmiştir. Reşed ve reşâd hidayet ve
İstikamet demektir. Yine bu kelimenin mürşid (hakkı gösteren, ona yönelten)
anlamında olması da mümkündür. "Haklım" kelimesinin muhkim (işi
sağlam ve hikmetli yapan) anlamında kullanılması gibi.[145]
79-
"Dediler ki: Bizim senin kızlarında hiçbir hafclnnuzın olmadığını elbette
sen de bilirsin." Rivayete göre Hz. Lût'un kavmine mensub bazı kimseler
Hz. Lût'un kızlarına talib olmuşlardı. Onların hükümlerine göre bir kimse bir
kadına talib olup da ona verilmeyecek olursa, o kadın ona ebediyyen helâl
olmaz. İşte yüce Allah'ın: "Dediler kfc Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımızın
olmadığını elbette sen de bilirsin" buyruğu buna işaret etmektedir.
Böyle bir özelliğin
söz konusu olması bir tarafa, ifade şu demektir: Bizim kazlarınla herhangi bir
ilişkimiz, onlarla ilgili bir talebimiz yoktur. Biz onları almak kastıyla da
gelmedik ve esasen bizim böyle bir istekte bulunma adetimiz de yoktur.
"Sen biç şüphesiz bizim ne istediğimizi de bilirsin" sözleriyle de
misafirlere işaret etmişlerdi.[146]
80.
"Dedi kis Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı." Hz. Lût onların bu
azgınlıklarında devam edip gittiklerini görüp onlara karşı zayıf düştüğünü,
rnlan savmaya, defetmeye gücünün yetmediğini görünce, onlan geri püskürtmek
için bir yardımcı bulsam diye temennide bulundu ve yüce Allah'a karf ı
zilletini bildirdi ve bu musibetten dolayı adeta bir feryad suretinde:
"Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı" yani yardımcılarım ve
destekçilerim bu-jnsaydı diye temenni etti. İbn Abbas der ki: Bununla oğullan
olsaydı, temennisinde bulunmuştu.
"Keşke size
yetecek bir gücüm olsaydı" buyruğundaki
mukadder bir fiil ile ref mahallindedir ve bu ifadenin takdiri: Olsaydı,
bulunsaydı" takdirindedir. Bu takdir aynı şekilde ın, "
Keşke"den sonra geldiği bütün terkiblerde söz konusudur. Temenninin cevabı
ise hazf edilmiştir, Yani buna gücüm olsaydı, fesat ehlini bu gücümle geri
çevirir, püskürtür, istediklerini gerçekleştirmelerine engel olurdum.
"Yahut güçtü bir
yere s^mabilseydim" oraya katılabilseydim ve iltica edebilseydim.
" Yahut...
sığınabilseydim ifadesi " Güç, kelimesine ati ile mansub olarak
okunmuştur. Sanki: Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı, yahutta güçlü bir
yere sığınabilme imkanını bulsaydım" demiş gibidir ki bu da;
takdirindedir. Buna göre bu "sığınabilseydim" kelimesi, takdirinde ve
bu edatın mahzuf olarak varlığı kabul edilerek nasb edilmiş gibidir.
Hz. Lût'un "güçlü
yer'den kastı aşiret ve çokluk ile güç ve kuvvet sahibi olmak idi. Onların
yaptıkları çirkinlikler Allah'ın nezdindekileri bilmekle birlikte ona bu sözü
söyletecek dereceye ulaşmıştı. Rivayet edildiğine göre melekler Hz. Lût bu
sözleri söyleyince, bu sözleri ona yakıştı rama mı ş ve: Şüphesiz senin
sığındığın yer çok güçlüdür, demişler.
Buharı'de de Ebu
Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah
Lût'a rahmetini ihsan eylesin. Andolsun o gerçekten güçlü bir yere sığınmıştı
zaten." Söz konusu bu hadis daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/260/âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[147] Bu
hadisi Tİrmizî de rivayet etmiş ve şu ilaveyi de kaydetmiştir: "Ondan
sonra yüce Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, onu kavminden büyük bir
kalabalık arasında göndermiştir." Muhammed b. Amr dedi ki: Kalabalıktan
kasıt çokluk ve onu koruyacak kimselerdir. Hadîs hasen bir hadistir.[148]
Rivayet edildiğine
göre Lût (a.s)a kavmi baskın çıkıp tuttuğu kapıyı kırmak isterlerken, elçi
olarak gelmiş olan melekler ona : Kapının arkasından kenara çekil, dediler.
Kenara çekilince kapı açıldı, Hz. Cebrail kanadıyla onlara bir darbe indirdi.
Gözleri silme kör oldu ve gerisin geri: Bizi kurtaracak yok mu diyerek kaçtşıp
gittiler. Yüce Allah da bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andoîsun
onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler de gözlerini silme kör
ettik." (el-Kamer, 54/37)
îbn Abbas ve tefsir
bilginleri derler ki: Hz. Lüt evinin kapısını yanında melekler olduğu halde
arkadan kilitledi ve kapının arkasından kavmiyle tartışıyor ve onlara
yalvarıyordu. Onlar ise duvarı aşmanın yollarını arıyorlardı. Melekler Hz.
Lût'un kendileri için bu kadar yorulup çabaladığını, ızdırap çektiğini görünce:
Ey Lût hiç şüphesiz senin sığındığın yer çok güçlüdür ve onlara geri
çevirilemeyecek bir azab gelecektir. Bizler de senin Rabbinin elçileriyiz,
haydi kapıyı aç, bizi onlarla başbaşa bırak, dediler. Hz. Lût kapıyı açtı. Hz.
Cebrail de önceden geçtiği üzere kanadıyla onlara bir darbe indirdi.
Bir diğer görüşe göre
Hz. Cebrail yerden bir miktar toprak alarak yüzlerine serpti. Allah bu
topraktan bir miktarı uzak olanın da, yakm olanın da gözlerine ulaştırdı ve bu
da onların gözlerini silme kör etti. Yollarını tanıyamaz oldular, evlerine
gidemediler. Bu sefer kurtuluş, kurtuluş diye bağırmaya baş-laddar.
"Lût'un kavmi arasında öyle kimseler vardır ki bunlar yeryüzünde bulunanların
en ileri derecedeki büyücüleridir. Onlar bize büyü yaptılar ve gözlerimizi kör
ettiler" deyip arkasından: Ey Lût, hele olduğun gibi ka! da sabah olunca
sana neler yapacağımızı göreceksin, diye tehdit etmeye koyuldular.[149]
81.
"Dediler ki: Ey Lûtl Biz Rabbinin elçileriyiz." Melekler Hz. Lût'un
üzüntü, ızdırab ve misafirlerini savunmasını görünce, ona kendilerini
tanıttılar. Hz. Lût onların elçi olarak geldiklerini öğrenince, kavminin içeri
girmesine fırsat tanıdı. Hz. Cebrail elini gözlerinin üzerinden geçirmekle
birlikte kör oldular, ellerinden tutar tutmaz elleri kuruyuverdi.
"Onlar sana"
hoşuna gitmeyecek; zarar verecek seki İde "asla ulaşamazlar. Sen bir ara
geceleyin aile efradınla yürü."
"Yürü,"
kelimesi hemzenin vaslı ile de kat'ı ile de okunmuştur ki ikisi de fasihtir.
Nitekim yüce Allah (vasi ile) şöyle buyurmaktadır: "Yürüyüp, gittiği zaman
da geceye andoîsun." (el-Fecr, 89/4.) Bir başka yerde de (kat' ile) şöyle
buyurmaktadır: "Geceleyin yürüten... münezzehtir."(el-İsra, 17/1)
Şair en-Nâbiğa da her iki söyleyişi (bir beyitte) bir arada şöylece kullanmaktadır:
"Kuzey tarafından
el-Cevzâ (ikizler) burcundan üzerine Dolu yağdıran bir bulut (geceleyin)
yürüyüp geldi."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Geceleyin çıkıp
yürümezken, yanına çıkıp gelen ve perdesi Arkasında saklı bulunan o genç ve
güzeli selâmla."
Hemze kat' ile
"şeklinde kullanılırsa; "gecenin başındaki yürü" anlamında
olduğu; "ın, "gecenin son vakitlerinde yürüdü," anlamına geldiği
de söylenmiştir. Gündüz yürümesi hakkında ise sadece; kullanılır. Şair Lebid der ki:
"Kişi geceleyin yürüdü
mü kendisinin bir iş gördüğünü zanneder, Halbuki kişi yaşadıkça zaten amelde
bulunur."
Şair Abdullah b.
Revâha da şöyle demektedir:
"Sabah olunca
insanlar artık geceleyin yürüyüşten övgüyle söz ederler ve Uyku ile uyuklamanın
gizleyip sakladığı şeyler üierlerinden açılır gider." t
"Bir ara,
geceleyin" ifadesi ile ilgili olarak îbn Abbas gecenin bir bölümünde,'
ed-Dahhâk ise gecenin geri kalan bölümünde, Katâde gecenin ilk bölümleri geçip
gittikten sonra, el-Ahfeş ise gecenin bir bölümünün bir miktarından sonra,
İbnu'l-A'râbî geceden bir süre geçtikten sonra diye açıklamışlardır. Gece
karanlığında diye açıklandığı gibi, geceleyin etraf sakinleştikten sonra ve
gecenin ilk üçle bir veya dörtte biri geçtikten sonra diye de açık-lanmıştır,
Bunların hepsi birbirine yakın manalardır. Bunun gecenin yansı demek olduğu da
söylenmiştir. Bu da bir bütünün iki parçaya (kıtaya) bölünmesinden alınmış bir
tabirdir. Şairin beyiti de bu türdendir:
"Ve bir kadın ki
gece ortasında, tümseğin orta yerinde Bir erkek için ağıt yakar."
"Geceleyin
yürümek" ancak geceleyin söz konusu olduğuna göre "bîr ara,
geceleyin" ifadesine ne gerek var? diye sorulsa; cevabı şudur: Eğer
"bir ara, geceleyin" denilmeyecek olsaydı, gecenin ilk bölümünde yola
çıkın anlamına gelmesi de mümkün olurdu.
"İçinizden hiçbir
kimse geriye bakmasın." Sizden kimse arkasına dönüp bakmasın. Bu
açıklamayı Mücahid yapmıştır, İbn Abbas ise: Sizden kimse geriye kalmasın,
diye açıklamıştır. Alı b. İsa da şöyle demiştir: Sizden herhangi bir kimse
kendisini geriye bıraktıracak şekilde bir mal veya bir eşya ile uğraşmasın.
Zevcen hariç"
buyruğu nasb ile okunur ve manası açık ve vazıh kıraat budur. Yani;
"zevcen hariç, aile halkınla geceleyin yola çık" demektir. İbn
Mes'ud'un kıraatinde de bu anlamı verecek şekildedir: "Zevcen hariç aile
efradınla yürü." O halde bu, aile efradı (anlamındaki "el-ehl"
kelimesOnden istisnadır. Bu açıklamaya göre Hz. Lût hanımını kendisiyle beraber
yola çıkarmamıştır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Ancak karısı geride kalıp helak edilenlerden oldu." (el-A'raf, 7/83)
Bu da karısının geride kalanlar arasında olduğu anlamındadır.
Ancak, Ebu Arar ve İbn
Kesir "hiçbir kimse" anlamındaki kelimeden bedel olmak üzere;
"zevzen hariç" anlamındaki buyruğu diye (te harfi ötreli)
okumuşlardır. Ancak aralarında Ebu Ubeyd'in de bulunduğu bir topluluk; bu
kıraati uygun görmezler. Ebu Ubeyd der ki: Böyle bir kıraat ancak; "
Geriye dönüp bakar" fiilinin ref İle okunması halinde doğru olabilir ve
bu durumda da sıfat olur. Çünkü o takdirde mana, kadına geriye dönüp bakması
mubah olur şeklinde olur ki, mana bu değildir.
en-Nehhâs da der ki:
Ebu Ubeyd ve diğerlerinin -Arap dili konusunda önemli bir yer ve değere sahip
olmakla birlikte- Ebu Amr gibi birisine böyle bir hücumda bulunmaması
gerekirdi, çünkü bunun bedel olarak ref ile okunmasının da doğru ve
anlaşılabilir bir manası vardır, Bu okuyuşun açıklaması ise Muhammed b.
el-Velid'ın, Muhammed b. Yezid'den naklettiğine göre; kişinin perdedanna:
Filan kişi dışan çıkmasın, demesine benzer. Burada nehy lafzı filan içindir
anlamı muhatab ile ilgilidir. Yani onun dışarı çıkmasına izin verme, demektir.
Bu da senin birisine; Zeyd dışında hiçbir kimse kalkmasın, demene benzer ki
bunun anlamı şöyle olur: Zeyd dışında diğer-srinin kalkmalarını yasakla. İşte
burada da nehy Hz. Lût'a yönelik, lafzı baş-tasına aittir. Şöyle buyurulmuş
gibidir: Onlardan herhangi bir kimsenin geri dönüp bakmasını yasakla, senin
zevcen hariç (onun geri dönüp takmasını yasaklama).
Bununla birlikte
istisnanın geri dönüp bakma nehyinden yapılmış olması da mümkündür. Çünkü o
(nehy) da tam bir ifadedir. Şu demek olur: Sizden herhangi bir kimse geri
dönüp bakmasın, zevcen hariç. O geri dönüp basacak ve helak olacaktır. Hz. Lût
onu da yanına almıştı, beraberinde geceleyin yola çıkanlara geri dönüp
bakmamalarını söylemişti. Gerçekten onlardan zevcesi dışında hiç kimse geri
dönüp bakmadı. Çünkü hanımı gelen azabın sonucu yıkılış sesini işitince geri
dönüp baktı ve: Vay kavmimin başına gelenlere, dedi. Bir taş ona isabet etti ve
öldü.
"Çünkü onlara
İsabet eden" azab "ona da isabet edecektir."
"Çünkü"deki zamir, bu işe ve duruma racidir (şan zamiridir). Yani
mesele, durum ve olay şu ki; onlara isabet eden ona da isabet edecektir,
anlamındadır. "Onlara va'dolnnan vakit sabahtır." Melekler:
"Muhakkak ki biz şu kasaba halkını helak edeceğiz" (el-Ankebut,
29/31) deyince Hz. Lût, derhal derhal deyiverdi ve kavmine olan kin ve öfkesi
dolayısıyla azabı çabucak getirmelerini istedi. Onlar ise: "Onlara
va'dolunan vakit sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" dediler.
İsa b. Ömer:
"Sabah" kelimesini "be" harfini de Ötreli olarak okumuştur
ki, bu da bir şivedir.
Sabahleyin nefisler
daha bir dinlenmiş ve rahat, insanlar daha bir kendilerinde olduklarından
helak edilmeleri için sabah vaktinin tayin edilmiş olması ihtimali de vardır.
Bazı tefsir alimleri
derler ki: Hz. Lût tanyerinin ağardığı sırada beraberinde yalnızca iki kızı
ile birlikte çıktı. Melekler de ona şöyle demişti: "Allah bu kasabayı
helak etmek üzere; sesleri gök gürültüsünü andıran, şimşeği gözü alıp kapan ve
muazzam yıldırımları bulunan melekler görevlendirmiştir. Biz bu meleklere
Lût'un kasabadan dışarı çıkacağını söyledik ve onlara onu rahatsız edecek bir
şey yapmayın, dedik. Lût'un alâmeti ise geri donmeme-sidir. Kızları da geri
dönmeyecektir. O bakımdan göreceğin şeyler seni dehşete düşürmesin."
Bunun üzerine Hz. Lût kasabadan dışarı çıktı ve yüce Allah onun için
kurtuluncaya ve Hz. İbrahim'in yanına varıncaya kadar anında yeri onun için
katladı (mesafeleri kısa zamanda katetmesini
[150]sağladı.)[151]
82.
"Emrimiz" yani azabımız "geldiği zaman oranın altını üstüne
getirdik." Cebrail (a.s) kanadını Lût kavminin şehirlerinin altına soktu
-ki bunlar beş şehir idi: En büyükleri olan Sedûrn, Âmurâ (Goraora), Dâdumâ,
Daûha ve Katem'dirler.- Yerin dibinden bu şehirleri İçindekilerle beraber
semaya yaklaştıracak kadar yükseltti. Öyle ki semadakiler eşekierinin
anırmalarını, horozlarının ötmelerini dahi işitti; fakat bu yükseliş esnasında
herhangi bir testilerinin suyu dökülmediği gibi, hiçbir kaplan da kırılmadı.
Sonra da tepeleri üzeri yıkıldılar ve arkasından Allah onlara taş yağdırdı.
Mukatil der ki: Dört
tanesi helak edildi ve Daûha şehri kurtuldu. Bundan başka şeyler de
söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ve üzerlerine
pişirilmiş balçıktan... taşlar yağdırdık" buyruğunda onların yaptıkları
işi yapanın cezasının recin edilmek (taşlanmak) olduğuna delil vardır. Bu
husus ise daha Önce el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 2. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Tefsire dair açıklamalar da şöyle denilmektedir: Yağdırmak fiili
azab hakkında kullanılırsa, "Yağdırdık" şeklinde, rahmet hakkında
kullanılırsa; şeklinde kullanılır. Arapçada ise gökten yağmur yağdı, demek
için her iki şekil de kullanılır. Bu açıklamayı da el-Herevî nakletmiştir.
Âyet-i kerîmedeki
"siccÜ: Pişirilmiş balçık"ın mahiyeti hakkında farklı görüşler
vardır. en-Nehhâs der ki: Siccîl çetin ve çok demektir. Siccîl ve siccîn
kelimelerinde lam ve nun iki kardeş harftir. Ebu Lîbeyde der ki: Siccîl, çetin
demektir. Daha sonra da şu mısraı nakleder:
"Kahramanların
birbirlerine tavsiye ettikleri oldukça şiddetli ve çetin bir vuruş."
Ancak Abdullah b.
Müslim onun bu görüşünü reddederek şöyle der: Bu şiirde geçen kelime
"siccîn"dir. Diğeri ise "siccîF'dir, nasıl bunu tanık diye gösterebilir?
en-Nelıhâs der ki: Bu cevab bağlayıcı bir cevab değildir. Çünkü Ebu Ubeyde'nin
kanaatine göre "lam" harfi, birinin diğerine (mahreç itibariyle)
yakınlığı dolayısıyla, "nûn"un yerine kullanılabilir. Ebu Ubeyde'nin
görüşü bir başka açıdan reddolunur, o da şudur: Eğer onun dediği gibi olsaydı,
buyrukta; şeklinde gelmesi gerekirdi. Çünkü Arapça'da; Çetinden taşlar tabiri
kullanılmaz. Çünkü burada "çetin, sert" anlamındaki "şedîd"
kelimesi bir sıfattır.
Ebu Ubeyde ise değirmen
taşlarına "siecîl" denilebileceğini el-Ferrâ'dan nakletmektedir. Yine
Muhammed b. el-Cehm, el-Ferrâ'dan "siccîl" değirmen caşı kadar sert
olacak noktaya gelince kadar pişirilen çamurdur, dediğini nakletmişîir.
Aralarında İbn Abbas,
Said b. Cübeyr ve İbn İshak'ın da bulunduğu bir kesim ise şöyle demektedir:
Siccîl, Arapça olmayan Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Bunun aslı ise
"sene ve cîl"dir. "Cim" yerine "kep’’ kullanılarak
"senk ve kîl" de denilir. Bu iki kelime Farsça'da taş ve çamur
anlamına kullanılan iki kelimedir. Araplar bunları Arapçalaştırarak tek bir
isim yapmışlardır.
Bu kelimenin Arapça
olduğu da söylenmiştir. Katâde ve İkrime der ki: Siccîl, çamur demektir. Buna
delil ise yüce Allah'ın: "Üzerlerine çamurdan taşlar atalım, diye"
(ez-Zâriyât, 51/33) buyruğudur. (Burada siccîl yerine çamur anlamına gelen
"tîn" kelimesi kullanılmıştır).
el-Hasen der ki:
Taşlar asıl itibariyle çamur idi, sonradan katılaşünhp sert-leştirildi.
Araplara göre siccîl sert ve katı olan herseye denilir.
ed-Dahhâk der ki: O
bununla kireci kastetmektedir. İbn Zeyd de şöyle der: Bu, kireç gibi bîr hal
alıncaya kadar pişirilen çamurdur. Yine ondan nakledildiğine göre siccîl dünya
semasının adıdır. es-Salebî de bunu Ebu'l-Aliye'den nakletmektedir. İbn Atiyye
ise şöyle der: Ancak bu zayii' bir görüştür. Bu görüşü yüce Allah'ın bunu:
"Birbiri ardınca" ile nitelendirilmiş olması reddetmektedir.
Yine îkrime'den
nakledildiğine göre siccîl sema ile arz arasında havada asıiı bulunan bir
denizdir. İşte bu taşlar oradan yağmıştır. Bir diğer görüşe göre, siccîl
semadaki dağlardır. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunda bu dağlara işaret
edilmektedir: "Vegökten içinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu)
indirir." (en-Nûr, 24/43)
Yine denildiğine göre;
bu onlara isabet etmesi haklarında yazılıp takdir edilmiş (tescil edilmiş)
şeylerdendir. Bu anlamıyla o "siccîl" ile aynı manaya gelir. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Siccın'in ne olduğunu sana ne bildirdi? O
yazılmış birkitaptır."' (el-Mutaffifin, 83/8-9) Bu açıklamayı da ez-Zeccâc
yapmış ve tercih etmiştir.
Diğer görüşe göre
"siccîl" onu serbest bıraktım, anlamındaki; fiilinden gelme
"fi'îl" vezninde bir kelimedir. Bu taşlar, adeta üzerlerine salınmış
olduğu için bu adı almışlardır.
Bir diğer görüşe göre
bu kelime, "birisine bir şey vermek" anlamındaki; den gelmektedir.
Buna göre bu onlara verilmiş bir azab gibi bir anlam taşıdığından bu isim
kullanılmıştır.
Nitekim şair de şöyle
demektedir:
Tüm benimle verme(kle
öğünmek) yansına girerse,
Kovasını ağzına kadar
dolduran şerefti birisiyle verme yansına girer."
Meanî ehli
(Meâni'I-Kur'ân diye kitap yazanlar) derler ki: Siccil de, siccîn de sert ve
sağlam taş İle ileri derecede dövmek anlamındadır. Nitekim İbn Mukbil der ki:
"Kahramanların
birbirine tavsiye ettikleri oldukça çetin bir vuruşla Miğferlere açık ve belli
darbeler vuran piyade savaşçılar."
"Birbiri
ardınca" buyruğunu İbn Abbas, biri diğerinin ardında diye açıklarken,
Katâde biri diğerinin üstüne bindirilmiş diye açıklamıştır.
er-Rabî1 der ki: Tek
bir cesetmiş gibî bir hal alıncaya kadar üstüste yığılmış demektir. İkrime ise
dizilmiş diye açıklamıştır. Kimisi de üstüste iyice yığılmış, bastırılmış
(birbirine kaynaştırılmış) diye de açıklamıştır ki; bunlar birbirine yakın
manalardır. Mesela eşyayı ve kerpiçleri üstüste koymayı anlatmak üzere;
denilir. Bu şekilde yerleştirilmiş olanlara da; "Üstüste dizilmiş, birbiri
ardınca" denilir. Şair de der ki:
"Ve onu (Buyu)
kapının önündeki eşiklere sonra da ev eşyalarının yanına ulaştırıncaya kadar
götürdü (ulaşmasını sağladı)."
Ebu Bekr el-Hüzelî der
ki: Bu kelime "hazırlanmış" anlamındadır. Yani bu şekildeki çamurdan
pişirilmiş taşlar yüce Allah'ın, zulme sapmış düşmanları için hazırlamış
olduğu taşlardandır.
83. "Rabbinin
katında hep işaretlenmiş lenfi" alâmetlendiriîmişlerdi. " mülıürü
andıran işaretler vardı.
Şöyle de
açıklanmıştır: Herbir taşın üzerinde isabet ettiği şalısın adı yazılı idi. Bu
taşlar yeryüzündeki taşlara benzemiyordu, el-Ferrâ da derki: Bu taşların beyaza
çalan siyah ve kırmızı çizgilerle alametli olduğunu iddia etmislerdir. İşte
taşların İşaretlenmiş olmaları bu imiş. Ka'b da der ki: Bu taşlar beyaz ve
kırmızı renk ile alâmetli idiler. Şair de der ki:
"O Allah'ın
kendisine güzellik verdiği genç bir delikanlıdır Ve ona bakanın sevince gark
olduğu bir siması vardır."
"Hep
işaretlenmişlerdi." ifadesi taşların sıfatlarındandır. Buna karşılık
"pişirilmiş" ifadesi ise "balçık'ın sıfatıdır.
Yüce Allah'ın:
"Rabblnin katında" buyruğu bu taşların yeryüzü taşlarından
olmadığına delildir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.
"Bu, zalimlerden
uzak değildir." Lût kavmini kastetmektedir. Yani bu taşlar zalimlere
isabet etti, onlardan uzağa düşmedi. Mücahid de şöyle demiştir: Bu buyrukla
yüce Allah Kureyşlileri korkutmaktadır. Yani bu taşlar, ey Mu-hammed, senin
kavminin zalimlerinden uzakta değildir.
Kata de ve İkrime de
şöyle demişlerdir: Bununla, bu ümmetin zalimlerini kastetmektedir. Allah'a
yemin ederim ki, bundan sonra Allah hiçbir zalimi bu taşlardan himaye altına
almış değildir.
Rivayete göre
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin sonlan arasında
erkekleri erkeklerle, kadınları da kadınlarla yetinen kimseler olacaktır. Eğer
böyle bir şey olursa o takdirde onlar için Lût kavminin azabını, Allah'ın
üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırma azabını gözetleyiniz," Daha sonra
Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın: "Bu zalimlerden uzak değildir."
buyruğunu okudu.[152]
Hz. Peygamberden gelen
bir başka rivayette de şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmet kadınlara
arkalarından yaklaşmayı helal kabul edecekleri gibi, erkeklere de arkadan
yaklaşmayı helâl 'kabul edecek hale gelmedikçe gece ve gündüz bitmeyecektir
(dünyanın sonu gelmeyecektir). O zaman bu ümmetten bir takım kimselere
Rabbinden taşlar isabet edecektir."
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Bu şehirler zalimlerden uzak yerlerde değildir. Bu şehirler
Şam ile Medine arasında bir yerdedir. "Uzak" anlamındaki kelimenin
müzekker olarak gelmesi de "uzak bir yerde" anlamındadır.
Yağdırılan taşlar ile
ilgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu taşlar Hz. Cebrail
şehirleri yükselttiğinde şehirler üzerine yağdırılmıştı, diğer bir görüşe göre
bu taşlar şehir ahalisinden olup o şehirin dışında bulunan ve şehirde olmayan
kimseler üzerine yağdırılmıştır.[153]
84.
Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi kL "Ey kavmim! Allah'a ibadet
edin. Ondan başka hiçbir İlâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın.
Ben sîzi gerçekten bir hayır içinde görüyorum ve ben sizin için çepeçevre
kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum."
85. "Ey
kavmimi Ölçü ve tartıyı adaletle, tastamam yerine getirin. İnsanlara eşyalarını
eksik vermeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın."
86. "Eğer mü'min
iseniz Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Yoksa ben üzerinizde
koruyucu değilim."
87. Dediler
ki: "Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından yahut kendi
mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı
emrediyor? Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bu kimsesin."
88. Dedi ki
"Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O
bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size
yasakladığım şeylere kendim uymayarak, size (emrettiklerime) aykırı davranmak
istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını İstemem. Benim
başarım ancak Allah iledir, ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na
dönerim."
89. "Ey kavmim! Bana muhalefetiniz sakın Nuh
kavminin veya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen musibetin bir
benzerinin başınıza gelmesine sebeb obuasın. Lût kavmi de sizden uzak
değildir."
90.
"Rabbioizden
mağfiret dileyin ve sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir,
çok sevendir."
91.
Dediler
ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz. Hem
faiz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı,
seni taşa tutardık. Zaten sen, bizim İçin değerli bir kimse değilsin."
92. Dedi ki:
"Ey kavmimi Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki onu
arkanıza atılmış, önemsenmeyen bîr şey edindiniz. Şüphe yok ki Rabbİm,
yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır."
93. "Ey
kavmim! Elinizden geleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında kendisini
riisvay edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz.
Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiclyim."
94. Emrimiz
gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki nrii'minlerl nezdİ m izden bir rahmetle
kurtardık. Zulmedenleri İse o korkunç ses ya-kalayiverdi de yurtlarında diz
üstü çöküp kaldılar.
95. Sanki
orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi, Allah'ın rahmetinden
nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.[154]
84.
"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik.Medyen,
Hz. Şuayb'ın kavmidir. Oniara bu ismin verilişi hususunda iki görüş vardır.
Birincisine göre Medyenliler İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. O
bakımdan Medyenoğulları kastıyla, Medyen denilmiştir. Mu-daroğulları
kastedilerek, Mudar denilmesi gibi. ikinci görüşe göre Medyen şehirlerinin
adıdır, o şehre nisbet edilerek anılmışlardır.
en-Nehhâs der ki:
"Medyen" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü bir şehir ismidir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha geniş bir şekilde el-A'raf Sûresi'nde (7/85-87.
âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dedi ki; Ey
kavmim! Allah'a ibadet edin. Ondan başka hiçbir ilahınız yoktur"
buyruğunun benzeri (Hûd, 11/61'de) az önce geçti.
"Ölçüyü ve tartıyı
eksik tutmayın." Medyenliler kâfir olmakla birlikte, ölçü ve tartıyı
eksik yapan kimselerdi. Yiyecek satmak üzere onlara gelen birisi oldu mu onu
fazla ölçekle alırlardı. Ona bir şey verecek olurlarsa, ellerinden geldiği
kadar ona fazla vermemeye çalışırlar, hatta zulüm dahi ederlerdi. Onlardan bîr
kimse yiyecek (buğday) almak üzere geldi mi, ona eksik ölçekle satarlardı ve
ellerinden geldiği kadar da ona az vermeye çalışırlardı. Şirkten vazgeçerek,
iman etmeleri ve eksik ölçüp tartmak yasak edilerek tam ölçüp vermeleri
emrolundu.
"Ben sizi
gerçekten bir hayır" yani geniş bir rızık ve pek çok nimetler içerisinde
el-Hasen der ki: Fiyatları oldukça ucuzdu, demiştir- "görüyorum ve ben
sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum."
Burada günü kuşatıcı
olmakla nitelendirilmekte birlikte, o günün onlart kuşatıcı olduğunu anlatmak
istemiştir. Çünkü azab günü onları kuşatacak olursa, azab onların etrafını
çevirmiş demek olur. Mesela sıcağı şiddetti kastıyla, şiddetli bir gün demek
gibi.
Onlara gelen bu azabın
ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, âlıiretteki
ateş azabıdır. Bir diğer görüşe göre dünyada topluca helak edilme azabıdır.
Bunun fiyatların pahalılaşması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir
açıklama jbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Hadis-i şerifte de Hz.
Peygamber'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bir kavim ölçü ve
tartılarda açıkça eksiklik yapmaya başladı mı mutlaka Allah da onlara kıtlık
ve pahalılık belâsını verir,"[155] Bu
hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.[156]
85. "Ey
kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin." Eksik ölçüp
tartmayı yasakladıktan sonra, tamam ölçüp tartmayı emretmesi te'kid içindir.
" Tamam yapmak,
eksiksiz yapmak" demektir, ise adaletle, hak ile demektir. Maksad,
herkesin hakettiği payı gereği gibi almasıdır. Yoksa ölçülen ve tartılan şeyin
(ölçek ve tartıda) tamamlanmasını kas-tetmemektedir. Çünkü burada ölçü ile ve
tartı ile tam verin, dememiştir. Aksine bu buyrukla ölçüyü alışılmış ve
bilinen miktarından, hacminden daha eksik yapmayın, demektedir. Aynı şekilde
kullanılan tartı ve ağırlıklar da böyle olmalıdır.
"İnsanlara
eşyalarını eksik vermeyin." Hakettiklerinden daha az bir şey vermeyin,
haklarını eksiltmeyin."Yeryüzünde fesadçüar olarak kötülük yapmayın"
buyruğuyla yüce Allah ölçü ve tartılarda hainlik etmenin yeryüzünde fesat
çıkarmakta aşırıya gitmek olduğunu beyan etmektedir ki, bu hususa dair
açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/85- âyetin tefsiri ve
devamında) daha da fazlası ile geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun.[157]
86.
"Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır."
Yani hakları adaletle, tastamam verdikten sonra Allah'ın sizin için geriye
bıraktığı daha bir bereketlidir ve akıbeti daha bir övülecek şeydir. Bu yönüyle
bunlar sizin zorbalık yaparak, haksızlık ederek ölçü ve tartılarr'ek-sik yapıp
kendiniz için bir şeyler arttırmanızdan daha üstündür.Bu anlamdaki açıklamayı
Taberî ve başkaları yapmıştır. Mücahid de der ki: "Allah'ın bıraktığı
sizin İçin daha hayırlıdır’’ buyruğundan kasıt, Allah'a itaat etme-nizdir.
er-Rabî' der ki: Allah'ın tavsiyesi (emri) sizin için daha hayırlıdır, demektir.
el-Ferrâ İse: Allah'ın gözetimi, İbn Zeyd Allah'ın rahmeti... diye açıklarken
Katâde ve el-Hasen de; sizin Rabbinizden alacağınız pay (mükâfatınız) sizin
için daha hayırlıdır, diye açıklamışlardır. İbn Abbas da: Allah'ın rızkı sizin
için daha hayırlıdır, diye açıklamıştır.
"Eğer mü'min
kimseler iseniz" anlamındaki buyruk şarttır. Çünkü onlar bunun doğruluğunu
ancak mü'min olmaları şartıyla anlayabilirler, bilebilirler.Şöyle de
açıklanmıştır: Onların Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf edenler
olmaları da muhtemeldir. Bundan dolayı onlara bu şekilde hitab etmiştir.
"Yoksa ben
üzerinizde koruyucu değilim-" Yani ölçüp tarttığınız vakit sizi
gözetlemek imkânım yoktur. Yani ben yapmış olduğunuz herbir muameleye tanıklık
etmek imkânına sahip değilim ki herkesin hakkını eksiksiz ve tam olarak verip
vermediğinizden dolayı sizleri sorgulayabileyim.
Şöyle de
açıklanmıştır: Masiyetleriniz sebebiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinin
zeval bulmasına karşı, benim sizi koruyabilme İmkânım olamaz.[158]
87.
"Dediler ki: Ey Şuaybl Bize babalarımızın tapındıklarından... vazgeçmemizi
sana namazın mı emrediyor?" buyruğundaki "Namazın mı?" buyruğu,
"Namazların mı?" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur, "
Terketmemizi" ifadesindeki (mastar anlamı veren edat) nasb mahallindedir.
el-Kisaî de der ki: Bu hazfedilmiş "be" harf-i cerri ile cer
mahallindedir.
Rivayet edildiğine
göre Şuayb (as) çokça namaz kılar, farzı ile, nafilesiyle ibadete çokça ve
dikkatle devam eder ve şöyle derdi: Şüphesiz ki namaz hayasızlıktan ve
münkerden alık oyar. Onlara bu şekilde (iyilikleri) emredip (kötülüklerden)
yasaklayınca devamlı çokça namaz kıldığını gördüklerinden onu ayıplamaya,
onunla alay etmeye ve yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği sözleri
söylemeye koyuldular.
Bir açıklamaya göre
buradaki "namaz" okumak anlamındadır. Bunu da es-Süfyan, el-A'meş'ten
nakletmiştir. Yani senin okudukların mı sana bunlan emretmektedir? Böylelikle
bu görüşüyle onların kâfir olduklarını kastetmektedir. el-Hasen de der ki:
Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka ona namazı ve zekâtı farz
kılmıştır.
"Yahut kendi
mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi..."
el-Ferrâ'nın iddiasına göre ifadenin takdiri: Yahut seh bize mallarımızda
dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi mi yasaklıyorsun? şeklindedir.
es-Sülemî ve ed-Dahhâk
b. Kays da; "Yahut kendi mallarımızda senin dilediğin gibi tasarruf eimeni
(sana namazın mı emrediyor?)" şeklinde her iki fiili de "(muhatab)
te"si ile okumuşlardır. Bu da: Ey Şuayb! Senin dilediğini yapmanı...
takdirindedir.
en-Nehhâs ise der ki:
Bu kıraate göre; "Yahut ... me..." ifadesi birinci;
"...me..." ye atfeditmiştir.
Zeyd b, Eslem'in de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Şuayb'ın kavmine yasaklamış olduğu
şeyler arasında dirhemlerin kenarlarını kesmek de vardı. Yine denildiğine göre:
"Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten
vazgeçmemizi..." buyruğunun anlamı şudur: Biz kendi aramızda eksik vermek
konusunda karşılıklı razı olursak, sen ne diye bize bunu yasaklıyorsun, bundan
vazgeçmemizi İstiyorsun?
"Çünkü sen
muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." Bu sözleriyle; kendi
kanaatine göre sen kendinin böyle olduğunu zannediyorsun, demek istemişlerdi.
Ebu Cehil'in vasfı ile ilgili olarak Kur'ân-ı Ke-rîm'deki şu buyruk da bu
yönüyle buna benzemektedir: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli
imişsin." (ed-Duhân, 44/49) yani kendi iddiana göre sen böylesin!
Bir diğer görüşe göre
onlar bu sözlerini Hz. Şuayb ile alay etmek, eğlenmek için söylemişlerdir. Bu
açıklamayı da Katâde yapmıştır. Arapların Habeşli bir kimseye Ebu'l-Beyda
(beyazın babası) demeleri, beyaz olan bir kimseye de siyahın babası demeleri bu
kabildendir. İşte cehennem bekçilerinin Ebu Cehil'e: "Tat bakalım, çünkü
sen güçlü ve değerli imişsin" (eî-Duhân, 44/49) şeklindeki sözleri de
böyledir.
Süfyan b. Uyeyne der
kî: Araplar uğur ve tefe'ül (iyi şeylerle karşılaşmak umudu) olsun diye
herhangi bir şeyi kendi zıttı ile nitelendirebilirler. Nitekim zehirli bir
hayvan tarafından sokulmuş bir kimseye "selim" denildiği gibi, geniş
ve düzlük araziye "mefaze (çabucak geçilebilecek yer)" demeleri de bu
kabildendir.
Bir diğer açıklamaya
göre; Hz. Şuayb'ın kavmi sövmek ve tahkir etmek kastıyla, tariz olsun diye bu
ifadeleri kullanmışlardır. Bu da bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Ondan
önceki buyruklar da bu açıklamanın doğruluğuna delildir. Yani şüphesiz ki sen
gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin. Nasıl olur da atalarımızın
taptıklarını terketmemizi, onlara tapmaktan vazgeçmemizi emredebilirsin? Bu
açıklamaların doğruluğuna yüce Allah'ın: "Bize babalarımızın
tapındıklarından... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" sözleri
delildir. Onlar Hz. Şuayb'ın çokça namaz kılıp ibadet ettiğini ve onun yumuşak
huylu ve aklı başında birisi olmakla birlikte, kendilerine atalarının
taptıklarını terk etmelerini emretmesini uygun göremediler. Bundan sonraki
buyruklar da buna delil teşkil etmektedir; "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben
Rabblmdcn gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir
rızik ihsan etmiş ise (buna) ne dersiniz?" Yani bu durumda ben size
sapıklıktan vazgeçmenizi söylemeyecek miyim?
İşte bütün bunlar
onların bu sözleri hakikat anlamına söylediklerini ve onun hakkındaki
kanaatlerinin bu olduğunu göstermektedir. Kurayzaoğullarına mensub yahudilere,
Peygamber (sav)'in "Ey maymun'a dönüştürülmüş olanların kardeşleri"
dediğinde onların: Ey Muhammed! Biz senin cahillik eden bir kimse olduğunu
bilmiyorduk, demeleri de buna benzemektedir.[159]
Tefsir alimleri derler
ki: Hz. Şuayb'in kavmine yasaklayıp vazgeçmelerini istediği ve kendilerinin de
o işi yaptıkları için azaba uğradıkları amellerden birisi de dinar ve
dirhemlerin kenarlarını kesmektir. Onlar o kesilen bölümler kendilerinde
kalsın diye sağlam dirhemlerin kenarlarını kesiyor, ko-panyorlardı. Sağlam
dirhem ve dinarları sayarak işlem yapıyor, kenarları kesilmiş dirhemleri ise
tartı ile işleme konu ediyorlardı. Tartıda da ayrıca hile yapıyorlar,
tartılarını az gösteriyorlardı. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Bunlar dinar
ve dirhemleri kırıyorlardı. Said b. el-Müseyyeb, Zeyd b. Eşlem ve bunlara
benzer mütekaddimin tefsir alimlerinden bir grup da böyle açıklamışlardır. Bu
şekilde paralan kırmak ise büyük bir günahtır.
Ebû Davud'un kitabında
(Sünen'inde) Alkame b. Abdullah'tan, o babasından şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasûlullah (sav) müslümanların aralarında kullandıkları
geçerli sikkelerin gerektirici bir sebep olmadıkça[160]
kırılmalarını nehyetmiştir.[161]
Çünkü eğer bu sikkeler
sağlam ise bunların maksatları tahakkuk eder ve faydaları da gerçekleşir. Bu
dirhemler kırılacak olursa, sıradan bir mal olur ve sikke olarak
kullanılmalarından beklenen fayda ortadan kalkar. Bu da insanlara zararlı
olur. İşte bundan dolayı bu iş haram kılınmıştır.
Yüce Allah'ın: "O
şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi
vardı," (en-Neml, 27/48.) buyruğun te'vili ile ilgili olarak bu kimselerin
dirhemleri kırdıkları şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamayı Zeyd b. Eşlem
yapmıştır.
Ebu Ömer b.
Abdi'1-Berr der ki: İlim adamlarının söylediklerine göre Medine'de Muhammed b.
Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ân'ın te'vili (açıklaması, tefsiri) hususunda
Zeyd b. Eslem'den daha âlim bir kimse yoktu.[162]
Esbağ dedi ki;
Abdu'r-Rahman b. el-Kasım b. Haltd b, Cünâde Zeyd b. et-Haris el-Rutakî'nin
azadası dedi ki: Sikkeleri kıranın şehadeti kabul olunmaz. Bu konuda bilgisiz
olduğunu mazeret olarak ileri sürse dahi kabul edilmez. Çünkü bu, mazeretin
kabul olunacağı bir yer değildir.
İbnu'l-Arabîderki:
Böyle birisinin şehadetiniri kabul olunmaması, bunun büyük bir günah
işlediğinden ötürüdür.Büyük günahlar ise küçük günahlardan farklı olarak-
kişinin adalet sıfatını kaldırır. Bu konuda bilgisizliğin mazeret olarak kabul
edilmemesine gelince, bu hiçbir kimseye gizli kalmayan apaçık bir husus
olduğundan dolayıdır. Çünkü mazeret ancak kişinin doğru söylediğinin açık
olması yahut ta doğru söyleyip söylemediğinin belli olmaması ve bu hususu
Allah'ın kuldan daha iyi bilmesine havale edilmesi halinde Malik'in dediği
gibi- kabul edilir.[163]
Bu davranış masiyet ve
şehadetin kabul edilmemesine sebep teşkil eden bir fesat (bozgunculuk) olduğuna
göre; bu İşi yapan kimseler cezalandırılır. İbn Müseyyeb kendisine sopa
vurulmuş bir adamın yanından geçer ve: Bu neden böyledir? diye sorar. Adamın
birisi: Bu adam. dinar ve dirhemleri keser deyince, İbnu'l-Müseyyeb, ona sopa
vurulmasına karşı çıkmayarak: Bu yeryüzünde fesat çıkarmak kabilindendir, der.
Buna benzer bîr olay
Süfyan'dan da nakledilmektedir:
Ebu Abdu'r-Rahman
en-Necibî de der kî: Medine valisi olduğu sıralarda Ömer b: Abdulaziz'in
yanında oturuyor idim. Dirhemleri kesen bir adam getirildi. Bu hususta ona
karşı şahitlik de edilmişti. Ömer ona sopa vurdu, saçlarını traş etti ve
şehirde dolaştırılarak teşhir edilmesini emretti. Bu işi yapacak kişiye de:
İşte dirhemleri kesenin cezası budur, diye yüksek sesle bağırmasını emretti.
Daha sonra da bu adamın kendisine geri getirilmesini söyledi ve dedi ki: Elini
kesmekten beni alıkoyan tek şey bugünden önce benzer bir durumla karşı karşıya
kalmamış oluşumdur. Artık bu hususta sen böyle bir işi yapmış oldun ve öne
geçmiş oldun. Bundan sonra isteyen (bu tür işleri yapan kimselerin) elini
kessin.
Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabî der ki: Böyle bir kimsenin kamçı vurularak te-dib edilmesi hususunda
söylenecek bir söz yoktur. Saçının traş edilmesini de Ömer b. Abdulazİz
uygulamış bulunuyor. İnsanlar arasında hüküm verdiğim günlerde ben hem dövüyor,
hem de saçlarını traş ediyordum. Saçlarını Eraş etme cezasını da, saçını
masiyet işlemek konusunda kendisine yardımcı bir unsur ve fesadı işlerken
saçını güzelleşme yolu olarak gören kimselere uy-guluyordum. İşte masiyete
götüren her yolda yapılmast gereken uygulama da budur, eğer bedene etki etmiyor
ise o unsur kesilmelidir. Bu işi yapanın elinin kesilmesine gelince, Ömer bunu
hırsızlık İle ilgili hükümlerden çıkarmıştır. Çünkü dirhemlerin etrafını kesip
kırpmak onları kırmaktan farklı bir şeydir. Çünkü dirhemi kırmak onun
niteliğini değiştirmektir, kenarlarını kırpıp kesmek ise miktarını
eksiltmektir. O halde böyle bir iş, gizli bir şekilde başkasına ait bir malı
almak demektir. Eğer: Malın korunması, elin kesilmesi için asıldır, denilecek
olursa, şu cevabı veririz: Ömer'in bu sikkelerin insanlar arasında dinar veya
dirhem olarak ayırıcı bir konumda olmak üzere hazırlanmalarını, onların
korunmaları oiarak değerlendirmiş olması ihtimali vardır. Herbir şeyin
korunması ise kendi durumuna göre değişir. Diğer taraftan İbn ez-Zübeyr bunu
uygulamaya koymuş ve dinar ve dirhemlerin etrafını kırptığı için bir adamın
elini kesmiştir.
Maliki mezhebine
mensub ilim adamlarımız derler ki: Dinar ve dirhemler, üzerlerinde Allah'ın
adının bulunduğu, Allah'ın mühürleridir. Eğer tefsir alimlerinin görüşlerine
göre Allah'ın mührünü kıran kimsenin eli kesilir, denilecek olursa bu İşi
yapan gerçekten buna layıktır. Yahut ta bir kimse üzerinde sultanın mührü
bulunan bir şeyi kırsa te'dib edilir. Allah'ın mührü sayesinde ise ihtiyaçlar
karşılanır. Dolayısıyla ceza bakımından bu iki mührü kırmak eşit olamaz.
İbnu'l-Arabî der ki:
Benim görüşüme göre dirhemlerin kırılması dolayısıyla değil de etraflarının
kesilmesi dolayısıyla el kesme cezası uygulanır ve ben bunu hakimlik yaptığım
günlerde uyguluyor idim. Şu kadar var ki etrafım cahillerle dolup taşıyordu,
ancak sapık kıskançların söyleyecekleri sözler dolayısıyla, korkuya da
kapılmadım. Hak ehlinden bunu uygulama imkânını bulan herhangi bir kimse Allah
rızası için, ecrini Allah'tan bekleyerek bunu uygulamalıdır.[164]
88.
"Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye
sabipsem" -buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyor. "ve,
O bana kendisinden güzel" yani geniş ve helal "bir rızık ihsan etmiş
İse ne dersiniz?" İbn Abbas ve başkalarının dediklerine göre Şuayb (a.s)ın
malı pek çoktu.
Şöyle de
açıklanmıştır: Hz. Şuayb, bununla hidayet, ilahi tevfik, ilim ve marifeti
kastetmiş idi ve ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Bu da bizim zikrettiğimiz
husustur. Yani buna rağmen ben sizi sapıklıklardan vazgeçirmeye çalışmayacak
mıyım?
Anlamın şu olduğu da
söylenmiştir: "Şayet ben Kabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem"
ben yine sapıklığa mı tabi olacağım?
Şu anlamda otduğu da
söylenmiştir. "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem"
siz yine bana insanlann eşyalarını eksik vermek, ha-kettiklerinden daha az
vermek suretiyle isyankarlık etmemi mi emredeceksiniz? Allah beni buna muhtaç
bırakmamışken, bunu yapmamı mı istersiniz?
"Size
yasakladığım şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben
size emrettiğim bir şeyi terketmediğim gibi, yasakladığım bir şeyi de kendim
işleyemem.
"Ben gücümün
yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem." Ben ıslâhtan başka bir iş
yapmak istemem. Yani adaletli davranarak dünyanızı ıslah etmenizi, ibadetlerle
âhiretinizi ıslah etmenizi istiyorum.
Hz. Şuayb'ın
"gücümün yettiği kadar" demesi; güç yetirmenin -iradeden ayrı olarak-
fiilin şartları arasında yer aldığından dolayıdır.
"Gücümün yettiği
kadar" ifadesindeki; mastariyedir. Yani ben ancak gayret ve gücüm ile
ıslahı istiyorum, ondan başka bir isteğim yoktur.
"Benim başatım"
yani doğruyu bulmam, çünkü başarı (tevfik) doğruluk (rüşt) demektir.
"ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na
dönerim." Başıma gelen bütün musibetlerden dolayı yine O'na dönerim.
Âhirette dönüşüm O'na olacaktır, diye açıklandığı gibi; dönüş (inâbe) dua etmek
demektir, diye de açıklanmıştır ki; buna göre; ben yalnız O'na dua ederim,
demek olur.[165]
89. "Ey
kavmim! ...imza ... sebeb olmasın" buyruğundaki; "...mıza ... sebeb
olmasın" kelimesini Yahya b. Vessâb; " Günah işlemenize..."
diye okumuştur.
" Bana
muhalefetiniz" ref mahallindedir. " Başınıza gelmesi" ise nasb
mahallindedir. Buna göre; "ey kavmim! bana muhalefetiniz ... başınıza
gelmesine sebeb olmasın" buyruğu şu demektir: Bana düşmanlık etmeniz,
sizi imanı terketmeye götürmesin. O takdirde sizden önceki kâfirlere gelen
musibet de gelir, sizi bulur. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katâde yapmıştır. Şöyle
de açıklanmıştır: Bana muhalefetiniz sizden öncekilere isabet ettiği gibi size
de azabın isabet etmesine sebeb oimasın. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.
Başına gelir, sebeb olur,
sizi... götürür, iter'in anlamı Maide Sûresi'nde (5/2. ayet, 12. başlıkta);
şikâk (ayrılık, muhalefetsin anlamı da el-Ba-kara Sûresi'nde (2/137. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada "şikâk" düşmanlık
anlamındadır, bunu es-Süddî ifade etmiştir. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu
anlamdadır:
"Benim bu
mesajımı var mı bildirecek (onlara): Siz düşmanlığın tadını nasıl
buldunuz?"
Hasan-ı Basrî de
burada bu kelimeyi; "bana zarar vermek isteğiniz" diye açıklamıştır.
Katâde ise, benden ayrılmanız diye açıklamıştır.
"Lût kavmi de
sizden uzak değildir." Çünkü Şuayb kavmi ile Lût kavminin helaki;
arasında az bîr zaman geçmişti. Şöyle de açıklanmıştır: Lût kavminin yurdu
sizden uzak bir yerde değildir. İşte bundan dolayı "uzak" anlamındaki
kelime tekil gelmiştir. el-Kisaî de der ki: Bu onların yurdu, sizin yurdunuz
içindedir demektir, diye açıklamıştır.[166]
90.
"Hatibinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin" buyruğu daha
önceden geçmiş idi.
"Şüphesiz Rabbim
rahmet edicidir, çok sevendir." Bunlar yüce Allah'ın isimlerinden iki
isimdir. Biz bunları "et Esna fi Şerhi'l Esmai'l-Hüsnâ" adlı
kitabımızda açıklamış bulunuyoruz.
el-Cevherî der ki: Bir
kimseyi sevdiğimiz zaman; deriz. "el-Vedûd" ise seven kimse
demektir. "Ved, vid, vud ve meveddet" sevgi demektir. Peygamber
(sav)den rivayet edildiğine göre Hz. Şuayb söz konusu edildiği zaman:
"İşte o peygamberlerin hatibidir"[167]
demiştir.[168]
91.
"Dediler ki: Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz."
Çünkü sen bizi Öldükten sonra diriliş, amellerden dolayı hesaba çekilmek gibi
gayb olan bir takım hususları kabul etmeye çağırıyorsun ve alışkın olmadığımız
şeylerle bize öğüt veriyorsun.
Şöyle de denilmiştir:
Onlar bu sözleri onu dinlemekten yüz çevirmek, onun sözlerini de küçümsemek
kastıyla söylemişlerdi. Bir şeyin anlaşıldığı, kav-ranıldığı vakit;
"Anladı, anlar" denilir. el-Kisaî'nin naklettiğine göre de bir kimse
fakîh olduğu vakit de; denilir.
"Hem biz seni
aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz." Hz. Şuayb'ın gözlerinin görmediği
söylenmiştir. Bunu Said b. Cübeyr ve Katide söylemiştir.
Bir diğer görüşe göre
de görmesi zayıf idi. Bunu da es-Sevrî söylemiştir. en-Nehhâs ondan, Said b.
Cübeyr ve Katâde'nin kanaatinin bir benzerini de nakletmiştir. en-Nehhâs der
ki: Dilcilerin naklettiğine göre Himyerliler gözü görmeyen kimseye
"zayıf" derler, yani gözleri görmediği için zayıf düşmüş demektir.
Nitekim gözleri görmeyen bir kimseye "darîr" da denilir, gözlerinin
görmeyişi sebebiyle zarar görmüş kimse demektir. Aynı şekilde görmeyene
"mekfûf" da derler. Çünkü gözleri görmediği için görmesi kef edilmiş
(alıkonulmuş, önlenmiş) kimsedir.
el-Hasen ise; burada
"zayıf değersiz anlamındadır. Bedenen zayıf diye de açıklanmıştır ki bunu
da Ali b. İsa nakletmiştir. es-Süddî: Tek başına, yardımcıları ve bize
muhalefet etmeye gücü yetecek kadar destekçileri olmayan kişi, anlamına
geldiğini söylemiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre dünya maslahatlarını ve dünyadaki insanların idaresini az bilen kimse
demektir.
"Güçsüz"
anlamındaki kelime de hal olarak nasbedilmiştir.
"Eğer senin aşiretin
olmasaydı" anlamındaki; "Senin aşiretin" kelimesi mübtedâ olarak
refedilmiştir. Aşiret (raht) ise kişinin kendilerine dayandığı ve kendileri
dolayısıyla güç kazandığı yakınlarıdır. Cerboa'nın yuvasına "râhita"
denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü o bu yuva ile kendisini güvenlik
altına alır ve yavrularını orada saklar.
"Seni taşa
tutardık." Taşlayarak, Öldürürdük, çünkü onun kavmi birisini öldürmek
İstediklerinde ona taş atarlardı. Hz. Şuayb'in aşireti de ona bunu
söyleyenlerin dinlerine bağlı idi. Bir başka görüşe göre"senİ taşa tutardık."
Sana hakaret ederdik, ağır söz söylerdik anlamına gelir. el-Ca'dî'nin şu
beyitinde de bu anlamdadır.
"Acı sözlerle
birbirimize hakaret edip durduk, o kadar ki Yarışta at başı giden iki at gibi
oluruz."
"Recin (taşa
tutmak)" aynı zamanda lanetlemek anlamındadır.eş-Şeytanu'r-Racim
(lanetlenmiş, kovulmuş) şeytan ifadesi de buradan gelmektedir.
"Zaten sen bizim
için değerli bir kimse değilsin." Yani sen bize karşı galip gelen, bizi
yenik düşürecek ve korunabilecek olan bir kimse değilsin.[169]
92.
"Dedi ki: Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir
ki?" anlamındaki buyrukla; "Benim aşiretim... mi?" buyruğu
mübtedâ olarak merfudur. Yani sizin kalplerinizde benim aşiretim, sizin mutlak
malik ve sahibini2 olan Allah'tan daha büyük ve daha üstün müdür? ki "onu
arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz?" Size getirmiş olduğum
Allah'ın emirlerini arkanıza atıverdiniz ve kavmimden korkarak beni
öldürmekten vazgeçtiniz?
Bir kimse hakkında
işlenen kusur ve eksikliği ifade etmek için; "Onun işini arkaya
attım" anlamındaki tabir kullanılır ki buna dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/100. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Şüphe yok ki
Rabbim yaptıklarınızı" küfür, inkâr ve masiyetlerinizi "çepeçevre
kuşatıcıdır." Çok iyi bilendir, koruyucudur, yani hıfz ve tesbit edendir,
diye de açıklanmıştır.[170]
93. "Ey
kavmimi Elinizden gelen! yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında...
bileceksiniz." Bu ifadeler tehdittir. Buna dair açıklamalar da daha önce
el-En'âm Sûresi'nde (6/135- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Kendisini rüsvay
edecek azabın kime geleceğini" bu azabın kimi helak edeceğini "ve
kimin yalancı olduğunu bileceksiniz." Bu buyruktaki birinci"Kim"
kelimesi nasb mahallindedtr. Yüce Allah'ın: "Kimin ıslah ettiğini, kimin
de fesat yaptığını bilir." (el-Bakara, 2/220) buyruğuna benzemektedir.
İkinci "kim" lafzı da O'na atfedilmiştir.
"Kimin yalancı
olduğunu" anlamındaki buyruğu, aramızdan kimin yalan söylediğini de bileceksiniz,
diye de açıklanmıştır.
Bunun (nasb değil de)
ref' mahallinde olduğu ve takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ve O, yalan
söyleyeni rüsvay edecektir. Takdiri şöyledir de denilmiştir: Yalancı olan ise
yalan söylediğini bilecek ve yaptığı bu işin vebalini tadacaktır.
el-Ferrâ'nın iddia
ettiğine göre Araplar; Kim kalktı, kim kalkar, kalkmış olan kimdir? diye
kullandıklar; halde-; "Kimin yalancı olduğunu" ifadesinde
"O" zamirini fazladan getirmelerinin sebebi, bu cümlenin fiil cümlesi
yerini tutması içindir. en-Nelıhâs da der ki: Şairin şu sözü onun bu dediğinin
aksine delil teşkil etmektedir:
"Ondan uzak
kaldığıma -kitab hakkı için- artık tahammülümün kalmadığını Süreyya'ya
bildirmek üzere bana elçilik yapacak kimdir?"
"Gözetleyin
gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyİçiyim." Siz azabı ve ilâhî
gazabı bekleye durun, ben de ilâhî yardım ve rahmeti beklemekteyim.[171]
94.
"Emrimiz gelince..." Denildiğine göre Hz. Cebrail öyle bir çığlık
bastı ki, derhal ruhları cesetlerinden çıkıverdi.
"Şuayb'ı ve
beraberindeki mü'minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise
o korkunç ses" yani Cebrail'in çığlığı "yakalayı-verdi."
Buradaki "yakalayıverdi" anlamındaki; fiilinin müennes gelmesi,
"sayha: korkunç ses, çığisk" lafzının müennes olmasından dolayıdır.
Hz. Salih kıssasında ise: "O zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı"
(Hûd, 11/67.) buyruğunda ise fiil; "Çığlık basmak, feryad etmek"
anlamına göre müzekker gelmiştir.
İbn Abbas der ki: Yüce
Allah, Hz. Salih ile Hz.'Şuayb kavimleri dışında iki ayrı ümmeti aynı azab ile
helak etmiş değildir. Allah bu iki kavmi de çığlık ile helak etmiştir. Şu
kadar var ki Salih kavmini çığlık alt taraflarından, Şu-ayb kavmim ise çığlık
üst taraflarından yakalamıştır "de yurtlarında diz üstü çöküp, kaldılar."[172]
95.
"Sanki orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Allah'ın
rahmetinden nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı." Bu
buyruğun anlamı az önce geçti.
el-Kisaî'nin
naklettiğine göre Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî; "Uzaklaştı," fiiiini
"ayn" harfi ötreli olarak okumuştur. en-Nehhâs ise şöyle demektedir:
Dilde bilinen bu fiilin helak olmak anlamında: şeklinde kullanılacağıdır.
el-Mehdevî der ki:
Burada "ayn" harfini ötreli okuyanların okuyuşu aslında hem hayır,
hem şer hakkında kullanılabilen bir şive olup bunun mastarı
Ancak "ayn"
harfinin esreli söylenişi sadece kötülüğü anlatmak için kullanılır ve denilir.
Buna göre çoğunluğun kıraatine göre "uzak olmak" lanet anlamındadır.
Anlam itibariyle ikisinin de birbirlerine yakın olması dolayısıyla her iki
kullanışın anlamı da aynı olabilir. Böylelikle bu, manaları yakın olması
hasebiyle mastarı lafzından başka şekilde gelen kelimelerden birisi olur.[173]
96. Andolsun
ki Biz Musa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik;
97.
Fİravun'a ve ileri gelenlerine. Onlar yine Firavun'un emrine uydular. Halbuki
Firavun'un emri biç de doğru değildi.
98. O
kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürüklemiş olacaktır. O
varacakları yer ne kötü yerdir!
99. Bunda
da, kıyamet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi. Yapılan bu
bağış, ne kötü bir bağıştır![174]
96.
"Andoisun
ki Biz Musa'yı âyetlerimizle" Tevrat ile -mucizeler ile diye de
açıklanmıştır- "ve apaçık bîr delille" açık seçik betge ile yani asa
ile "gönderdik."
Yüce Allah'ın
insanlara karşı delil ortaya koymak ve (İnkarcıların ileri sürebilecekleri)
her türlü gerekçeyi de ortadan kaldırmak için peygamberleri biri diğeri ardınca
gönderdiğini beyan etmektedir.
"Delil"
anlamındaki "sultan" kelimesinin anlamı ve türediği kökü ile ilgili
açıklamalar daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/151- âyetin tefsirinde)
geçtiğinden dolayı, burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.[175]
97.
"Firavun'a ve ileri gelenlerine. Onlar yine Firavun'un enirine uydular."
Onun durumunu, onun halini, izlediği yolu takib ettiler. Hatta onu ilah
edindiler ve yüce Allah'ın emrine muhalefet ettiler. "Halbuki Firavun'un
emri hiç de doğru değildi." Doğruya götüren, doğru bir iş değildi.
"Reşid"in hayra götüren, hayra İrşad eden anlamında olduğu da
söylenmiştir.[176]
98. "O,
kıyamet günü kavminin önüne düşecek." Yani o başkanları olduğundan
dolayı, cehennemde onların önüne düşecektir. Bir kimsenin başkalarının önüne
geçmesini anlatmak üzere; " Onların önüne geçti, geçer" denilir.
"Ve onları ateşe sürüklemiş
olacaktır." Onları ateşe sokmuş olacaktır Burada buyruk mazi lafzı ile
zikredilmiş, mana ise, gelecekte onları ateşe sokacağı şeklindedir. Meydana
geleceği muhakkak olan bir şey ise olmuş gibidir. İşte bundan dolayı; muzari
yerine mazi fiil kullanılabilir.
"O varacakları
yer ne kötü yerdir!" Girecekleri yer çok kötü bir yerdir. Burada; "
Ne kötü!" ifadesinin müzekker olmasının sebebi bu kötülüğün;
"Varılacak yer"e, raci olmasından dolayıdır. Bu da konuşma esnasında;
"Senin evin ne güzel bir evdir" demek gibidir.
"el-Mevrûd: Varılacak
yer" aslında kendisine ulaşılan su ve gidilip varılan yer demektir ve
"(ismı.) mefııl" anlamındadır.[177]
99-
"Bunda" yani bu dünyada "da kıyamet gününde de onlara lanet arkalarından
yetiştirildi." Yani hem bu dünya hayatında onlara lanet yetiştirildi, hem
de kıyamet gününde onlara lanet yetiştirilmiş olacaktır. Yine bu anlamdaki
açıklamalar önceden geçmiş bulunmakladır.
"O varacakları
yer ne kötü yerdir!" el-Kisaî ve Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre;
"Ona yardım ettim, ona bağış olarak verdim" demektir. Bağış
(atiyye)in ismi ise; şeklinde gelir. Yani onlara verilen bu bağış ve onlara
yapılan bu yardım ne kadar kötüdür!
Bu kelime aynı zamanda
"büyükçe kap" anlamına da gelir. Bunu el-Cevherî ifade etmiştir.
Buyruk "Kendisine
bağış yapilanın bağışı ne kötü bir bağıştır!" şeklindedir.
el-Maverdî'nin
naklettiğine göre; şeklinde "ra" harfi üstün olarak okunursa, büyükçe
kap, esreli olarak okunursa, o kaptaki içecek şey anlamındadır. Bunu
el-Esmaî'den nakletmektedir.
Buna göre bu ifade ile
sanki onlara cehennemde içirüecek şeylerin kötülüğü anlatılmış gibidir. Yine
bu kelimenin fazlalık anlamında olduğu da söylenmiştir, yani o Firavun ve
beraberindekiler suda boğulduktan sonra, onlara ayrıca verilecek olan ateş
(azabı) ne kadar da kötüdür! Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır.[178]
100. İşte
bunlar o ülkelere ait haberlerdendir. Onları sana kıssa olarak anlatıyoruz.
Onlardan kimi hâlâ ayakta duruyor, kimi de biçilmiştir.
101. Biz,
onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri
gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı.
Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de arttırmadılar
102. Zulüm
yapan ülkeleri yakaladığında Rabbinin yakalayısı işte böyledir. Şüphesiz, O'nun
yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir.
103. Bunda
âhiret azabından korkanlar için elbette bir İbret vardır. O, kendisinde bütün
insanların toplanacakları bir gündür, o tanık olunacak bir gündür.
104. Biz,
onu ancak sayısı belli bir zamana kadar geciktiririz.
105. O gün
gelince, Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez. Onlardan kimisi
bedbaht, kimisi bahtiyardır.
106. Bedbaht
olanlar ateşdedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve İnleyerek solurlar.
107.
Onlar
gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği
kadarı müstesna. Şüphesiz Rabbİn dilediğini yapandır.
108.
O
bahtiyar olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer ayakta
durduğu müddetçe, orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı
müstesnadır. Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır.
109.
O halde
bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın. Onlar ancak evvelce
babalarının tapındıkları gibi, tapınıyorlar. Biz de onların paylarını muhakkak
eksiksiz verecek olanlarız.[179]
100.
"İşte bunlar ülkelere ait haberlerdendir. Onları sana kıssa olarak
anlatıyoruz." Buyruğundaki: " İşte bunlar" mukadder bir
mübte-dânın haberi olarak ref mahallindedir. Yani işte durum böyledir,
takdirindedir. Mübtedâ olarak merfu da kabul edilebilir. Daha Önce geçmiş
ülkelere ail bu haberleri Biz sana okuyoruz, takdirinde olur.
"Onlardan kimi
hâlâ duruyur, kimi de biçilmiştir." Katâde der ki: "Hâlâ duran"
duvarları, çatıları üstüne çökmüş ve böylece iz bırakmış olan yerler,
"biçilmiş" olanlar ise hiçbir izi kalmamış olanlardır.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Hâlâ duranlar" mamur halde bulunanlardır, "biçilmiş"
olanlar ise harabe halinde bulunanlardır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Mücahid de der ki:
"Hâlâ duran"
duvarları çatıları üstüne çökmüş olanlar, "biçilmiş olanlar"
ise kökten imha
edilmiş olanlardır. Bununla ekin gibi biçilmiş olanları kastetmektedir. Şair
der ki:
"Ölümün
aralarındaki paylaştırmasında insanlar,
Kimisi hâlâ ayakta
duran, kimisi de biçilmiş bulunan ekin gibidir." Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Bizler ancak
taze ekine benzeriz, Ne zaman, olgunlaşırsa, onu biçen gelir (onu biçer)."
el-Ahfeş Said de der
ki: Buradaki "biçilmiş" anlamında ve "faîl" veznin-deki:
kelimesi mefûl vezninde "biçilmiş" demektir. Bunun çoğulu da; gelir.
" Hastalar" kelimesi gibi. Yine el-Alıfeş der ki: Bu kelime akıi
sahibi varlıklar hakkında çoğul olarak: şeklinde gelir, tıpkı "Maktul ve
maktuller" gibi.[180]
101.
"Biz onlara zulmetmedik." Sözlükte zulüm bir şeyi asıl konulması
gereken yerinden başka bir yere koymak demektir. el-Bakara Sûresi'nde (2/35.
âyet, 13.başlıkta) yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Fakat
onlar" küfür ve masiyetlerle "kendi nefislerine snılmettiler."
Sibeveyh'in naklettiğine göre; "Ona zulmetti" denilebilir.
"Hatibinin emri
gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda
sağlamadı." Yani ibadet ettikleri ilâhları azaplarından herhangi bir şeyi
önleyemedi. "Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de
arttırmadı-lar." Bu buyruktaki kelimesini Mücahid ve Katâde "zarara
uğratmak" diye açıklamışlardır. Şair Lebid de şöyle demektedir:
"Artık çürüyüp
gittim. Zaten her yeni şeye sahip olan sonunda Çürümeye gider. İşte zarara
uğratmak da budur."
(Aynı kökten gelen)
"et-tebâb" ise helak ve hüsran demektir.
Bu buyrukta
hazfedilmiş sözier de vardın Yani onların putlara ibadet etmeleri... başka
şeylerini arttırmadıiar, demektir. Muzafhazfedilmiştir, bu da şu dernektir:
Onların o putlara tapmaları, kendilerine âhiret mükâfatını kaybettirmiştir.[181]
102.
"Zulüm yapan ülkeleri yakaladığında, Rabbininyakalayışı işte böyledir."
Yani yüce Allah, Nûh, Âd ve Semûd kavminin kasabalarını azab ile yakaladığı
gibi, işte bütün zalim kasabaları da böylece yakalar.
Asım el-Cahderî ile
Talha b. Musarrif; "Yakaladığında, yakalayışı işte böyledir"
buyruğunu: " Yakaladığında Rabbin
böyle yakaladı" şeklinde okumuşlardır. Yine el-Cahderî'den:
Rabbinin yakalayışı
İşte böyledir" bölümünü cemaat gibi okuduğu nakledilmekle birlikte
"ülkeleri yakaladığında" anlamındaki buyruğu da; şeklinde okuduğu da
nakledilmiştir.
el-Mehdevî der ki:
"Yakaladığında Rabbinİn yaka-layışı işte böyledir" şeklindeki okuyuş,
yüce Allah'ın geçmiş ümmetleri helak etmekteki adeti ile ilgili haber vermek
anlamındadır ve şu demektir: İşte Rabbin helak edilen ümmetlerden azab ile
yakaladığını, yakaladığı vakit bu şekilde yakalar, Cemaatin kıraatine göre ise
"yakalayış" anlamındaki kelime mastar kabul edilmiştir ve anlam
şöyle olur: İşte Rabbin helak ettiği kimseleri azab ile yakaladığı vakit,
O'nun yakalaması böyledir. Çünkü (cemaatin kıraati dışındaki kıraatte)
"elif" siz olarak; şeklindeki okuyuş, mazi içindir, yani ülkeleri
yakaladığında demektir. Buna karşılık (cemaatin kıraatindeki; ise gelecek
(muzari) için kullanılır.
"Zulüm yapan
ülkeler" ise halkı zalim olan ülkeler demektir ve muzaf hazfedilmiştir.
Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yusuf:, 12/82) buyruğunda olduğu
gibidir.
"Şüphesiz O'nun
yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." O'nun müşrikleri cezalandırması
çok acı, çok ıstırab verici ve çok ağırdır.
Müslim'in Salih'i ile
Tîrmîzî'de Ebu Musa yoluyla gelen hadise göre, Ra-sûlutlah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir, ama sonunda onu
yakaladı mı bir daha da bırakmaz." Sonra da: Zulüm yapan ülkeleri
yakaladığında Rabbinİn yakalayışı işte böyledir..." âyetini okudu. Ebu îsa
(et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir
[182]hadistir.[183]
103.
"Bunda âhlret azabından korkanlar için elbette bir ibret" bir alamet
ve bir öğüt "vardır. O, kendisinde bütün insanların toplanacakları bir
gündür" buyruğunda
geçen; ve O,... bir gündür" mübtedâ ve haberdir.
"Toplanacakları" da bu günün sıfatlarından birisidir. "Butun
insanlar" ise meçhul fîilî olan "toplanacakları" anlamındaki
fiilin nâibi faili (sözde öznesDdir. Bundan dolayı -günün sıfatı olan-; "
Toplanacakları" kelimesi çoğul olarak değil de tekil olarak gelmiştir.
Şayet "insanlar" kelimesinin mübtedâ olarak meıfu kabul edildiği
"kendisinde... toplanacakları" anlamındaki da haber kabul edecek
olursak, bu takdire göre de çoğul olarak kullanılmaz. Çünkü;
"Kendisinde" ifadesi fail yerini tutmaktadır.
Toplamak ise
hasretmek, bir araya getirmek demektir. Yani insanlar o günde toplanacak,
haşredileceklerdir.
"O tanık olunacak
bîr gündür." O günde iyi kimse de, facir kimse de tanık olacak, hazır bulunacaktır.
Sema ehli de o günde hazır bulunacaklardır. Kıyametin isimlerinden iki isim
olan (yevmu'n-mecmü ve yevmu'n-meş-hûd) isimlerini diğer isimlerle birlikte
"et-Tezk ire "adlı eserimizde söz konusu ettik ve bunlara dair
açıklamalarda bulunduk. Yüce Allah'a hamdolsun.[184]
104.
"Biz onu" o günü "ancak sayısı belli" yani önceden Bizim
tarafımızdan hükme bağlanmış ve Bizce sayısı bilinen "bir zamana kadar
geciktiririz."[185]
105. "O
gün gelince" buyruğu diye de okunmuştur. Çünkü "ya" harfinden
önce esre var ise "ya" hazfedilir. Mesela; " Bilmiyorum"
denilir (ve "ya" hazfedilir.) Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir.
en-Nehhâs İse der ki:
Medineliler Ebu Amr ve el-Kisaî idrac halinde (okuyup geçerken)
"ya"yı (med ile) okurlar; vakf halinde ise hazfederler.
Rivayete göre de Ubeyy
ve İbn Mes'ud vakıf halinde de, vasıl halinde de "yalı olarak
okumuşlardır. el-A'meş ve Hamza ise vakf halinde de, vasi halinde de
"ya"sız okumuşlardır.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
der ki: Bu yerde uygun olan üzerinde vakıf yapmamak ve bunun "ya"
okunarak vasi yapılmasıdır. Çünkü bir grup nahiv bilgini şöyle demişlerdir:
"Ya" (böyle bir yerde) hazfedilmez ve cezm edatı ("ya"nın
hazfı cezm alâmeti olduğundan) olmaksızın herhangi bir kelime cez-medilmez.
"Ya"sız
vakıf yapmaya gelince, bu konuda el-Kisaî'nin bir görüşü vardır ve o şöyle der:
Çünkü salim olan fiil üzere meczûtn imiş gibi vakıf yapılır, o bakımdan tıpkı
(salim fiildeki) ötrenin hazf edildiği gibi burada da "ya" harfi
hazfedilir. Hamza'nın kıraatine gelince, Ebu Ubeyd vasi ve vakf hallerinde de
"ya"nın hazfedilmesi lehine iki şekilde gerekçe göstermiştir:
1- O Hz.
Osman (r.a')ın Mushaf ı olduğu söylenen İmam Mushaf da bu kelimeyi "ya
"sız olarak gördüğünü iddia etmiştir.
2- Bunun
Huzeylliierin şivesi olduğunu nakletmekte ve buna göre Hu-zeyliiler: "
Bilmiyorum" derfken sondaki "ya" harfini hazfetmektedirler).
en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyd'in, Osman (r.a)a Mushaf ını delil göstermesi, çoğu
İlim adamlarının reddettikleri bir görüştür. Çünkü Malik b. Enes Allah'ın
rahmeti üzerine olsun der ki: Ben Osman (r.a)ın Mushaf'ını soruşturdum, bana:
O artık yok, dediler. Ebu Ubeyd'in, Huzeylliierin "bilmiyorum" derken
"ya" harfini hazfetmelerini delil göstermesine gelince, bunda da delil
olacak taraf yoktur. Çünkü böyle bir hazfi eski nahivciler nakletmişler ve
bunun gerekçesini de söz konusu etmekle birlikte, bunun kıyasa esas alınamayacağını
da ifade etmişlerdir. el-Ferrâ da "ya" harfinin hazfı ile ilgili olarak
şöyle bir beyit nakletmektedir:
"İki avucun bir
avuç gibidir, cömertliğinden dolayı bir dirhem dahi Tutmaz, diğeri ise kılıçla
kan verir/
Burada
"verir" anlamındaki: fiilinin sonundaki "ya" harfi
hazfedilmiştir.
Sibeveyh ve
el-Halil'in de naklettiklerine göre Araplar; "Bitmiyorum" diyerek
"ya" harfini hazfederve sonundaki esre ile yetinirler. Ancak onların
iddiasına göre bu, kullanımın çokluğundan dolayıdır.
ez-Zeccac ise der ki:
Nahiv bakımından daha uygun olan "ya" harfinin de zikredilmesidir.
Benim uygun gördüğüm görüş de Mushaf'a ve kıraat âlimlerinin icmaina tabi
olmaktır. Çünkü kıraat uyulması gereken bir sünnettir ve buna uygun olarak Arap
dilinde de kullanımlar görülmüştür.
"Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez’’ buyruğundaki: " Söz söyleyemezin
asli; şeklindedir. Hafif olsun diye iki "te"den birisi hazf edilmiştir.
Ayrıca bu buyrukta hazfedilmiş ifadeler de vardır. Yani o gün hiçbir kimse,
hakkında izin verilmiş güzel sözden başka hiçbir söz söyleyemez ve konuşamaz.
Çünkü o günde çirkin sözü terketmeye mecbur edileceklerdir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Hiçbir kimse AJlah'ın izni ile olmaksızın ne bir delil
söyleyerek konuşacak, ne de şefaat maksadıyla konuşacaktır. Yine denildiğine
göre; insanların, Allah'ın huzurunda, O'nun izni ile olmaksızın konuşmaktan
men olunacakları bir vakit vardır.
Bu âyet-i kerîme dinde
inkâra sapmak isteyen kimselerin hakkında soru sordukları en çok âyetlerden
birisidir. Bunlar derler ki: Neden: "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir
kimse söz söyleyemez" diye buyururken başka bir yerde: "Bu, onların
konuşamayacakları bir gündür. Onlara izinde verilmeyecek ki öşür
dilesinler." (.ei-Murselât, 77/35-36) Kıyametin söz konusu edildiği bir
başka yerde ise: "Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip, biri
diğerine soru sorarlar.(es-Sâffât, 1l/21) Yine bir başka yerde şöyle denilmektedir:
"O gün gelen herkes kendi nefsi için mücâdele edecek," (en-Nahl,
16/111) Bir başka yerde: "Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır."
(es-Saffat, 37/24) denildiği halde; bir diğer yerde de: "O günde ne insana,
ne cinnegünahı sorulmayacak" (er-Rahman, 55/39) denilmektedir?
Cevab az önce sözünü
ettiğimiz husustur. Yani onlar kendileri lehine kabul edilebilecek bir delili
söyleyemeyecekler, aksine günahlarını ikrar ile birbirlerini kınayarak ve
günahları biri diğerine atarak konuşacaklardır. Kendileri lehine kabul
olunabilecek bir delil söyleyerek konuşmaya gelince, bu söz konusu
olmayacaktır. Ru da sizinle çokça konuşmakla birlikte konuşmasında en ufak bir
delil olmayan kimseye: Sen bir şey söylemiş değilsin, sen hiçbir şey demedin,
demeye benzer. Buna göre delilsiz konuşan bir kimseden hiçbir şey konuşmairuş
diye söz edilir.
Bir kesim de şöyle
demektedir; Kıyamet günü çok uzun bir gündür. Onun değişik yerleri, halleri ve
konumlan vardır. Kimisinde konuşmaktan men olunurlar, kimisinde de konuşmaları
serbest bırakılır. İşte bu da O'nun izni olmaksızın hiçbir kimsenin
konuşmayacağının delilidir,
"Onlardan kimisi
bedbaht, kimisi bahtiyardır." O nefislerden yahut ta o insanlardan kimisi
bedbaht kimisi bahtiyardır, demektir. Zaten yüce Allah bütün bu insanları:
"O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür" diye
zikretmiş bulunmaktadır. Bedbaht (şakiy), bedbaht olacağı yazılmış kimsedir,
bahtiyar (muttu, saîd) ise hakkında mutlu olacağı yazılmış olandır. Nitekim
şair Lebid de şöyle demektedir:
"Onlardan kimisi
mutludur, payını alır.
Kimisi de bedbahttır
(dar) geçime kanaat etmektedir."
Tİrmizfnin rivayetine göre
İbn Ömer, (babası) Ömer b. el-Hattab'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şu:
"Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır" âyeti nazil olunca
Rasûlullah (sav)a şöyle sordum: O halde ey Allah'ın Peygamberi! Ne diye amel
ediyoruz? Yapıp bitirilmiş bir şeye rağmen mi? Yoksa henüz yapıp bitirilmemiş
bir husus mu var? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis, yapıp bitirilmiş
ve kalemlerin yazıp bitirdiği bir şeye rağmen ey Ömer! Ancak herkes ne için
yaratılmışsa, o ona kolayIaştırır," (Tİrmizî) dedi ki: Bu, bu yolla
hasen, garib bir hadistir ve biz bunu ancak Abdullah b. Ömer rivayetiyle
biliyoruz.[186] Bu hadis daha önce de
el-A'raf Sûresi'nde (7/172-174'ün tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[187]
106.
"Bedbaht olanlar" mübtedâdır, "ateştedirler" haber
mahallindedir. Aynı şekilde "onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek
solurlar" anlamındaki buyruk ta böyledir.
Ebu'l-Âliye dedi ki:
"Yüksek hırıltı," (zefir); göğüsten gelen solumadır. "
İnleyerek soluma (şehîk)" ise, boğazdan gelir. Yine ondan bunun zıttı
açıklama da nakledilmiştir.
ez-Zeccâc ise der ki:
Yüksek hırıltı (zefir), şiddetlice inlemekten dolayıdır. İnleyerek soluma
(şehîk} ise oldukça yüksek inlemekten dolayıdır. Yine der ki: Kûfeli ve
Basralı dilbüginlerinin iddia ettiklerine göre "zefîr (yüksek
hırıltı)" eşeğin anırmaya başladığı zaman ki sesidir. İnleyerek solumak
(şehîk) ise eşeğin anınrken sonlardaki sesi gibidir.
İbn Abbas (r.a) da
bunun aksini söyleyerek der ki: Zefir yüksek ve şiddetli ses, şehîk ise cılız
ve zayıf ses demektir. ed-Dahhâk ve Mukati] de derler ki: Zefir eşeğin
anırmasının başlangıcına, şehîk ise sesi kesildiği zaman anırmanın sonlarına
benzer. Şair de der ki:
"Karın boşluğunda
sesin hırıltısı geldi veya sesi (anırması) kesildi. Öyle ki: Bu anıran birisi
idi, ama ne anırdı, denilir."
Bir başka açıklamaya
göre zefir, kişinin içinin gamla dolup taşmış olduğu halde nefesini dışarıya
vermesidir. Şehîk ise nefesi geri almaktır. Bir başka açıklamaya göre zefîr
aşırı kederden dolayı nefesi evirip çevirmektir. Bu da sırtın üzerinde ağır yük
taşımak demek olan "ez-zefr"dert alınmadır. Şehîk ise uzayıp giden
nefes demektir ve bu da yüksek anlamına gelen "şâhik(a)dağ"
ifadesinden alınmadır. (Kısacası) zefîr de şehîk de üzüntülü ve kederlilerin
çıkardığı seslerdendir.[188]
107.
"Onlar gök ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar"
buyruğundaki: "Ayakta durdukça," lafzı zarf olarak nasb mahal-Ündedir.
Yani gökler ve yer devam ettikçe, demektir. İfadenin takdiri ise devam
ettikleri süre boyunca, şeklindedir.
Bunun te'vilî
hususunda farklı görüşler vardır. Aralarında ed-Dahhâk'ın da bulunduğu bir
kesime göre şu demektir: Cennet ve cehennemin seraâvâtı ve arzı devam ettikleri
sürece...
Semâ başının üstünde
bulunan ve seni gölgelendiren herşeyin adıdır. Arz ise ayağın ile üzerine
bastığın yerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmak-tadır: "Cennetten
dilediğimiz yere konmak üzere, arzı bize miras veren Allah'a
hamdolsun."(ez-Zümer, 39/74)
Şöyle de
açıklanmıştır: Yüce Allah burada bildiğimiz dünya semâ ve arzını kastetmiş ve
bunu Arapların bir şeyin devam etmesi ve ebediliğine dair haber vermek
şeklindeki adetlerine göre ifade kullanmıştır. Nitekim Arapların; sonu
gelmeksizin uzun bir vakit anlatmak istediklerinde kullandıkları ifadelerden
olan: Gece kararıp etrafı örttüğü yahut bir sel akıp gittiği, ya da gece gündüz
değişip durduğu, güvercinler ötüştüğü, gökler ve yer devam ettiği sürece... ve
buna benzer deyimleri bu kabildendir. Yüce Allah da bununla onlara kâfirlerin
bu azab içerisinde ebedî bırakılacaklarını anlatmaktadır. Her ne kadar göklerin
ve yerin zeval bulacağını, başka yerde haber vermiş olsa bi-ie (burada
Arapların anlatım üslûblarına uygun ifade kullanılmıştır).
İbn Abbas'tan da
nakledildiğine göre yaratılmış bütün eşyanın ash Arş'ın nurundandır. Gökler ve
yer de âhirette bu alındıkları nura geri döndürüleceklerdir. Doîayısı ile
gökler ve yer Arş'ın nurunda ebedî ve daimîdirler.
"Rabbinin
dilediği kadarı müstesna" anlamındaki buyruk nasb mahallindedir. Çünkü bu
birinci türden (müstesna minh'in türünden) olmayan (munkatı') bir istisnadır.
Bu hususta on farklı görüş vardır:
1- Bu
istisna yüce Allah'ın: "Ateştedirler’’ buyruğundan istisna edilmiştir.
Şöyle buyurulmuş gibidir: Rabbinin, bazılarını buradan (ateşten) geri bırakmayı
diledikleri müstesna. Bu Ebu Nadra'nın.Ebu Said el-Hudrî ve Câbir (r.a)dan
naklettiği bir görüştür. Burada (akıl sahipleri için kullanılan):in kullanılmaması
maksadın şahislar deği! sayı olmasından dolayıdır. Bu da; "Size helal
olan" (en-Nisa, 4/3) buyruğuna benzemektedir. Ebu Nadra'dan, o Rasûluliah
(sav)dan (dedi ki): "Allah'ın -masiyet ile bedbaht olsalar dahi-
cehenneme sokmak istemediği kimseler müstesnadır" demektir.
2-
Buradaki
İstisna mü'min, günahkâr kimselerin belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra
çıkartılmaları hakkındadır. Buna göre yüce Ailah'ın: "Bedbaht
olanlar" buyruğu kâfirler ve günahkârlar hakkında umumidir. İs-üsnâ da
"ebediyyen kalıcıdırlar" buyruğundan yapılmış olur. Bunu da Ka-tâde,
ed-Dahhâk, Ebu Sinan ve başkaları ifade etmişlerdir, Enes b. Malik yoluyla
gelen sahih hadiste de şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûluliah (sav) buyurdu
ki: "Bir takım insanlar cehenneme gireceklerdir. Nihayet bunlar ateşte
yanıp kömür gibi olacaklarında oradan çıkartılırlar ve cennete girerler. Bu
sefer: İşte bunlar cehennemilerdir, denilir."[189] Bu
anlamdaki açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/93- âyet, 7.
başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
3- İstisna yüksek hırıltılarla ve inleyerek
solumadan yapılmıştır. Yani Rabbinin sözünü etmediği azab çeşitleri arasından
olmak üzere onların yüksek hırıltılarla ve inleyerek solumaları vardır. Cennet
ehlinin de aynı şekilde sözünü ettiği ve etmediği pek çok nimetleri vardır. Bu
açıklamayı İbnu'1-Enbarî nakletmektedir.
4- İbn
Mes'ud dedi ki: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen
kalıcıdırlar" yani orada ölmezler ve oradan çıkamazlar. "Rabbinin
dilediği kadarı müstesnadır." Bu ise ateşe emir verip ateşin onları yiyip
bitirmesi, sonra da onları yeniden yaratması demektir.
Derim ki: Bu görüş
özel olarak kâfir hakkındadır ve istisna da yenilmeleri ve yeniden
yaratılmaları hususunda ondan (kâfirin kendisinden) yapılmıştır.
5- Buradaki;
"Müstesna" istisna edatı olan; "Dışında, hariç" anlamında
olmasıdır. Konuşma esnasında benimle beraber Zeyd dışında kimse yoktur, benim
senin üzerinde önceden alacağım olan bin dirhem dışında, iki bin dirhemim daha
vardır, demek gibi. Buna göre anlam şöyledir denilmiştir: Rabbinin dilediği
ebedilikten ayrı olarak, gökler ve yer ayakta kaldıkları sürece...
6- Bu,
"çıkartılmak"tan yapılan bir istisnadır. Kendisi ise onları oradan çıkartmak
istemez. Mesela, bir kimse belli bir fiili yapmaya devam edip bunun üzerinde
ısrar etmekte iken, ben bu işi -başkasını yapmayı istemem müstesna- yapmak
istiyorum, demesine benzer.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Elbetteki O, onları oradan çıkartmayı dilese çıkartır,
fakat onlara kendilerinin orada ebediyyen kalacaklarını bildirmiştir. Bu iki
görüşü de ez-Zeccâc dilbilginlerinden nakledip der ki: Meâni (et-Kur'ân'a) dair
eser yazan kimselerin bu konuda iki görüşü daha vardır. Bu iki görüşten
birisine göre: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen
kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna" buyruğun-daki istisna
onların kabirlerinin başında duracakları ve hesaba çekilecekleri, dünyada,
berzah âleminde kaldıkları süre ile hesab için duracakları süredir.
7- Diğer bir
görüşe göre ise buradaki istisna, nimet ve azaba yapılacak fazlalık
hakkındadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Onlar gökİer ve yer ayakta
durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadar müstesna"
Rabbinin nimet ehline arttırmayı dilediği nimet kadar ile cehennemliklere arttırmayı
dilediği azab miktarı müstesna.
Derim ki: Buna göre
ebediliğin artunlmasındaki istisna, dünyada bildiğimiz gök ve yerin kalıcılık
süresine yapılacak ziyade ile ilgilidir. Bu görüşü et-Tirmizî et-Hakîm, Ebu
Abdullah Muhammed b. Ali tercih etmiştir. Yani onlar orada göklerin ve yerin
devam edeceği kadar ebedî kalacaklardır. Bu İse âlemin devam edeceği süredir.
Göğün ve yerin de değişikliğe uğrayacakları bir vakitleri vardır ki o da yüce
Allah'ın şu buyruğunda söz konusu edilmektedir: "O gün yer başka bir
yerle değiştirilecektir." (İbrahim, 14/48)
Şanı yüce Allah,
Ademoğullarını yaratmış ve onlarla alışverişe girmiştir. Canlarını ve mallarını
kendilerinden cennet karşıhğında satın almıştır. İşte misak (ahitleşme) günü bu
esasa göre onlarla alışveriş yapmıştır. Bu sözünü yerine getirene cennet
vardır. Kendisini esarete teslim eden ise, göklerin ve yerin devamı süresince
cehennemde ebedi kalır. Çünkü gökler ve yer böyte bir alışveriş muamelesi
dolayısıyla devam ederler. Cennet ehli için de bu kadar miktar cennette
ebedilik vardır. İşte bu muamelenin gerektirdiği süre sona erdi mi hepsi de
artık Allah'ın meşîetine tabi olurlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık.
Biz onları ancak hak ile yarattık." (ed-Duhân, 44/38-39) Böylelikle her
iki yurdun sakinleri göklerin ve yerin devamı miktannca orada ebe-diyyen
bırakılırlar. İşte bu miktar rububiyetin azamet hakkıdır. Daha sonra yüce Allah
Ehadiyyet hakkı dolayısıyla her iki yurdun sakinleri için de ebediliği vacib
kılar. Buna göre kim Allah'ın Ehadiyyetini muvahhid olarak Allah'ın huzuruna
çıkacak olursa, kendi yurdunda (cennette) ebedi kalır. Her kim de Allah'ın
Ehadiyetine bir başka ilahı şirk koşarak Allah'ın huzuruna varırsa, o da
cehennem hapsinde ebediyyen kalacaktır. Böylelikle yüce Allah kalacakları ebedî
sürenin miktarını da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bab-binin dilediği
kadarı müstesnadır." Yani hiçbir şekilde sonu gelmeyeceğinden ötürü
kalblerin takdir etmekten aciz kalacağı uzunca bir süre "azabta kalacaklardır."
O halde cennetliklerin
de, cehennemliklerin de her iki yurtta ebedi kalışları onların itikadları
sebebiyledir.
8- Şöyle de
denilmiştir: Buradaki; "Müstesnadır" iradesi "vav" anlamındadır.
Bunu da el-Ferrâ ve kimi nazar (kelâm) âlimleri söylemişlerdir ki, bu da
sekizinci görüştür. Anlamı da şöyle olur: Dünyadaki göklerin ve yerin devamı
süresine, Allah'ın dilediği kadar ebedilik süresi de vardır. Nitekim, yüce
Allah'ın: "Zulmedenler müstesna." (el-Bakara, 2/150) buyruğu ile
ilgili olarak; "... ve zulmedenler de" anlamında olduğu söylenmiştir.
Şair de şöyle demektedir:
"Her kardeş,
kardeşinden ayrılacaktır; babanın ömrü hakkı için; Ve illa ki kutup yıldızları
da,"
"Ve kutub
yıldızları da ayrılacaklardır" anlamındadır.
Ebu Muhammed Mekkî de der
ki: Bu açıklama şekli yani İstisna edatının "vav" anlamına gelmesi
Basralılara göre uzak bir ihtimaldir. Zaten buna dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/150. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
9- Anlamın; Rabbinin diiediği gibi... şeklinde
olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Babalarınızın nikahladığı
kadınları nikahlamayın. Ancak geçmiş olan müstesna" (en-Nisa, 4/22)
buyruğu, bu da geçmişte olduğu gibi... anlamındadır ki, dokuzuncu görüş de
budur.
10- Yüce
Allah'ın: "Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır" buyruğu şeriatın
benzeri herbir sözde kullanmayı teşvik eltiği İstisna kabilindendir. Bu da yüce
Allah'ın şu buyruğu gibidir: "Allah'ın izniyle elbette Mescid-i Haram'a korkusuzca,
emniyetle... gireceksiniz." (el-Fetiı, 48/22) Buradaki bu istisna
(inşaaUah demek) Allah tarafından vaadediidîği için vacip oian bir şey hakkında
kullanılmıştır. Böyle bir istisna da aynı şekilde şart hükmündedir. Şöyle
buyurulmuş gibidir: Şayet Rabbin dilerse... demek olup, bu gibi istisna ne
muttasıl, ne de munkatı' olmakla nitelendirilebilir. Bunu da şanı yüce
Allah'ın şu buyruğu desteklemekte ve güçlendirmektedir: " ... Bu arkası
kesilmeyen bir bağıştır."
Buna yakın bir
açıklama da Ebu Ubeyd'den nakledilmektedir. O der ki: Yüce Allah'ın meşîelİ
önceden beri her iki kesimin, herbirisi kendi yurtlarında ebedî kalacakları
şeklinde vukua geldi ve istisna lafzı da vaki oldu. Ancak ebedilik hususundaki
azimet bundan öncedir. Bu da şanı yüce Allah'ın: "Elbette Mescid-i Haram'a
-inşaallah- korkusuzca, emniyetle... gireceksiniz." (el-Feth, 48/27)
buyruğundaki istisna gibidir. Yüce Allah İse onların kesin olarak
gireceklerini bilmiştir, o bakımdan her iki yerde de kendi ihtiyarı (seçim ve
tercihi) İle istisnanın gereklerini yerine getirmemiştir. Zira ezelden beri
O'nun meşîeti her iki yurtta (cennet ve cehennemde) de ebedî kalmayı ve
Mescid-i Haram'a da girmeyi kararlaştırmıştır. Buna benzer bir açıkiama
el-Ferrâ'dan da nakledilmektedir.
11- Onbirinci
olarak zikredilecek bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Bedbaht olanlar
bahtiyarların kendileri, bahtiyar olanlar da bizzat bedbahtların kendileridir,
başkaları değildir ve her iki yerde de istisna onlara râcidir.
Şöyle açıklayabiliriz:
İstisna edatından sonraki; “Şey", " Kimseler" anlamındadır.
Şanı yüce Allah cehenneme girip de orada ebedî kalacak olanlar arasından
Muhammed (sav) ümmetinden olup sahip oldukları iman dolayısıyla cehennemden
çıkartılacak kimseleri istisna etmiştir. Cennete girip de orada ebediyyen
kalacak olan kimselerden de, cennete girmeden önce günahları dolayısıyla
cehenneme girecek, sonra da oradan çıkıp cennete gidecek olan kimselerdir.
İşte ikinci istisnanın söz konusu edildiği kimseler de bunlar (cennete sonradan
girecek olanlar)dır. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir; "Bedbaht olanlar
ateştedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve İnleyerek solurlar. Onlar
gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği
kadarı müstesna" yani Rabbinin orada
ebedî bırakmak
istemediği kadarı müstesna. Bunlar ise Muhammed (sav)m ümmeti arasından
imanları ile ve Muhammed (sav)in şefaati ile cehennemden çıkarılacak
olanlardır, işte onlar cehenneme girmeleri dolayısıyla bedbaht kimseler diye
adlandırılırlar, cennete girecekleri için de bahtiyar kimseler diye
adlandırılırlar. Nitekim ed-Dahhâk, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bahtiyar olanlar cehenneme girmekle bedbaht olurlar, daha sonra
İse cehennemden çıkıp cennete girmeleri suretiyle bahtiyar olacaklardır.[190]
108. "O
bahtiyar olanlara gelince" anlamındaki buyruk el-A'meş, Hafs, Hamza ve
el-Kisaî tarafından "sin" harfi ötreH oiarak; diye okunmuştur. Ebû
Amr ise der ki: Bu kelimenin "sin" harfi üstün olarak; şeklinde
olduğunun delili, birincisinin; "Bedbaht olanlar" ifadesinin;
şeklinde gelmemiş olmasıdır.
en-Nehhâs ise der ki:
Ben Ali b. Süleyman'ın, el-Kisaî'nin Arapçayı çok iyi bilen birisi olmakla
birlikte; şeklindeki kıraatinden hayret ettiğini gördüm. Çünkü böyle bir
kıraat caiz olmayacak kadar ileri derecede bir lahn'dır. Ancak; "Filan
bahtiyar oldu ve filanı Allah bahtiyar etti" denilir. Buradaki;
"Bahtiyar edildi" fiili, " Hastalandırıldı" fiili gibidir.
Ancak el-Kisaî, Arapların "mesud: bahtiyar" şeklindeki kullanışları
deli) göstermekle birlikte, bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü aslında;
"Kendisinde bahtiyar olunan bir yer" diye kullanılır, daha sonra
burada; "Kendisinde" kelimesi hazfedilir ve o mekân ism-i mef'ul ile
adlandırılır.
el-Mehdevî ise der ki:
Buradaki;" Bahtiyar olanlar" lafzında "sin"i ötreli olarak
okuyanların okuyuşu Arapların; Bahtiyar edilmiş kimse" sözlerine
hamledilir (o manada anlaşılır). Ancak bu oldukça az ve istisnai bir kullanım
şeklidir. Zira -Allah onu bahtiyar etti, anlamına değil de, denilir.
es-Sa'lebî de der ki:
şeklinde, "sin" harfi ötreli olarak; kendilerine mutluluk,
bahtiyarlık rızık olarak verildi, anlamındadır. Aynı şekilde İle, aynı anlamda
olduğu söylenmiştir. Bunun dışındaki diğer kıraat alimleri şeklinde
"sin" harfini üstün olarak ve
kıyas ile okumuşlardır. Bu kıraati de Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim tercih
etmişlerdir.
el-Cevherî der ki:
Saadet (bahtiyarlık), şekavet (bedbahtlık)dan farklıdır. Çünkü "ayn"
harfi esreli olarak; Kişi mutlu oldu" ve; " O mutludur" denilir.
Tıpkı; "Esenliğe kavuştu ve o esenliğe kavuşmuştur" demeye benzer.
"Sin" harfi ötreli olarak; " Mutlu edildi, bahtiyar
kılındı" ve; "O bahtiyardır" denilir. Ancak bu şekiideki
kultanımdan hareketle aynı anlamda, denilmez. Araplar sanki; ile buna ihtiyaç
duymamışlar gibidir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr
Abdu'r-Rahim der ki: Nitekim; "Allah onu bahtiyar kıldı, o
bahtiyardır," şeklindeki kullanım vârid olduğu gibi -aynı anlamda olmak
üzere kullanımı da varid olmuştur. Bu da Kûfelilerin görüşünü
pekiştirmektedir.
Sibeveyh de der ki:
-Filan bahtiyar edildi anlamında-: denilmez. Nitekim -filan bedbaht kılındı
anlamında-: da denilmez. Çünkü bu fiiller teaddî etmeyen (mef'ûie geçişi
olmayan) fiillerdendir.
"Bu arkası kesilmeyen
bir bağıştır" buyruğundaki, kelimesi, kesilmeyen anlamında olup;
"Kesti, keser" anlamındaki fiilden türetümiştir. en-Nâbiğa der ki:
"(O kılıçlar) iki
kat dokunmuş Yemen'in Selûkî diye bilinen zırhlarım dahi koparır. Ve enlice
taşlarında, ateş böceklerinin karanlıktaki kıvılcımları gibi kıvılcım saçar.[191]
109.
"O
halde bunların tapmakta oldukları şeylerden" İlâhlarının batıl olduğundan
yana "hiç şüphen olmasın." Bu buyruktaki; "...n olmasın"
anlamındaki Fıii, nehy dolayısıyla cezmedilmiştir. Çokça kullanım dolayısıyla
da "nun" hazfedil mistir.
Bu buyruk ile ilgili daha
güzel bir açıklama da şöyledir: Ey Muhammedi Sen şüphe eden herkese de ki:
"Bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın ki Allah onlara,
bunlara tapmalarını emretmiş değildir. Onlar bu putlara atalarının
tapındıkları gibi, atalarını Laklit ederek tapmaktadırlar."
"Biz de onların
paylarını muhakkak eksiksiz verecek olanlarız" buyruğu ile İlgili üç
görüş vardır:
1-
"Paylan"ndan
kasıt rızıklandır. Bu açıklamayı Ebu'l-Aliye yapmıştır.
2- Kasıt
azaptan paylarıdır. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.
3-
Kasıt
onlara va'dolunan hayır ya da şer türünden şeylerdir. Bu açıklamayı da İbn
Abbas (r.a) yapmıştır.[192]
110.
Andolsun Biz, Musa'ya o kitabı verdik de hakkında ayrılığa düşüldü. Eğer
Rabbİnden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette aralarında hüküm verilmiş olurdu.
Halbuki muhakkak onlar bundan yana tereddüde düşüren bir kuşku içindedirler.
"Eğer Rabbinden
bir söz gelmemiş olsaydı" buyruğundaki "söz: kelime" şudur: Şanı
yüce Allah bu konudaki salâhı bildiğinden ötürü onlan kıyamet gününe kadar
erteleyeceğine dair hüküm vermiştir.Eğer bu hüküm olmamış olsaydı, mü'mini
mükâfatlandırmak, kâfiri de cezalandırmak suretiyle aralarında hüküm vermiş
olurdu.
Musa'nın kitabı
hakkında ihtilâfa düşenler arasında hüküm verilmiş olacağının kastedildiği de
söylenmiştir. Çünkü onların kimisi bu kitabı tasdik ediyor, kimisi
yalanlıyordu.
Bir diğer görüşe göre;
ey Muhammed, senin hakkında anlaşmazlığa düşen bu kimseler hakkında, dünyada
acilen cezalandırmak suretiyle hüküm verilmiş olurdu. Ancak bu ümmetin
cezasının Kıyamet Gününe kadar erteleneceğine dair ilâhî hüküm önceden beri
verilmiş bulunuyor.
"Halbuki muhakkak
onlar bundan yana tereddüde düşüren bir kuşku içindedirler." Eğer
bunlarıniz. Musa'nın kavmi oldukları kabul edilirse anlam şu olur: Onlar
Musa'nın kitabı hakkında şüphe içinde idiler, şimdi de Kur'ân-ı Kerîm hakkında
da şüphe içerisindedirler.[193]
111.
Şüphesiz
Rabbin herbirmin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir. Çünkü O,
yaptıklarından haberdardır.
"Şüphesiz Rabbin
herbirinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir." Yani
Bizce sayıları tesbit edilmiş ümmetlerin herbirisi amellerinin karşılığını
göreceği gibi, senin kavmin de aynı durumdadır, ey Muhammed.
Bu buyruktaki;
"Şüphesiz... herbirinln" buyruğunu Haremeyn Ehli -onlarla beraber de
Nafî', İbn Kesir ve Ebu Bekr "nun" harfini şed-desiz olarak; şeklinde
şeddeli ve amel eden şeddesizi olarak okumuşlardır. el-Halîl ve Sibeveyh bunu
zikretmişlerdir. Sibeveyh der ki: Güvendiğim bir kimsenin bize anlattığına göre
o, Arapları "Muhakkak Zeyd yola koyuldu" diye kullandıklarını
İşittiğini bize bildirmiştir. Sibeveyh ayrıca şairin şu mısraını da bize
nakletmektedir:
"Sanki o güzel,
yeşil, yapraklı palamut ağacına uzanan ceylan gibidir.
Şair burada; "
Sanki o" demek istemiş ve-bunu şeddesiz kullanarak ondan sonraki kelimeyi
de nasbetmiştir. Basralılar da amel etmekle birlikte; in şeddesiz
kullanılmasını caiz kabul ederler. Ancak el-Kisaî bunu kabul etmeyerek der ki:
Ben yüce Allah'ın: " Şüphesiz... herbi-rinin" buyruğunun neye
dayanarak böyle okunduğunu bilemiyorum. el-Ferrâ: " Herbirinin"
lafzını şeddesiz okuyanların kıraatine göre; " Onlara tam olarak
verecektir" buyruğu ile nasb edildiğini iddia etmiştir. Yani bu;
"takdirindedir. Ancak bütün nahivciler bunu kabul etmeyerek: Bu çok büyük
bir yanlışlıktır ve hiçbir kimseye göre -şüphesiz Zeyd'e mutlaka vuracağım
anlamında- şeklinde bir kullanım caiz değildir, demişlerdir.[194]
Diğerleri aslına uygun
olarak şeddeli okurlar ve onunla; nasbederler.
Âsim, Hamza, İbn Âmir;
şeddeli okurlar, diğerleri;" Şüphesiz... herbirinin... onlara tam olarak
verecektir" anlamında şeddesiz olarak okumuşlar ve yı sıla olarak kabul
etmişlerdir.
Bir diğer görüşe göre
bu, iki kasemin başına gelen iki "lâm"ı birbirinden ayırt etmek için
araya girmiştir. Çünkü her iki "lam"da üstündür. O bakımdan bunjarın
arası ile ayrılmıştır.
ez.-Zeccâc da der ki:
Gerek nın "lartı, gerekse de ile nın başına gelen "lantlar zâid ve
te'kid için gelirler. Meselâ; " Şüphesiz Zeyd gitmektedir" denir.
Buna göre ya haberinin, ya da isminin başına "lam" getirilmesini
gerektirmektedir, "Muhakkak Allah Gafur'dur, Rahira'dir" demek, yüce
Allah'ın: "Muhakkak ki bunda... elbette bir öğüt vardır"(Kaf, 50/37)
buyruğunda olduğu gibi.
" Şüphesiz...
onlara tam olarak verecektir" buyruğunun başındaki "lam" ise
kasemin başına getirilen fiilin başında yer alan ve şeddeli ya da şeddesiz
unun"u da gerektiren "lam"dır. Burada iki "lam" bir
araya geldiğinden dolayı aralannda, getirilerek birbirlerinden ayrılmışlardır
ve bu hem zâid, hem de te'kid edicidir. el-Ferrâ der ki: Buradaki edatı
anlamındadır. Allah'ın: "Şüphe yok ki içinizden pek ağır davranacak
kimselerde vardır, "(en-Nisa, 4/72.) buyruğunda olduğu gibi. Burada da
buyruk; " Şüphesiz onların herbirisine elbette eksiksiz olarak karşılıklarını
verecektir" anlamında olup; "Onlara tam olarak verecektir"in
başına gelen "lam" kasem içindir. Bu da ez-Zec-câc'ın sözlerinin
kapsamına giren bir açıklamadır. Şu var ki; ez-Zeccâc'a göre fazladan
gelmiştir, el-Ferrâ'ya göre; "Kimse" anlamında isimdir.
Zaid olmadığı, aksine
başına te'kid "lam"ı gelmiş bir isim olduğu ve;in haberi olup;
"Onlara tam olarak verecektir" buyruğunun da yeminin cevabı olduğu ve
takdirin şu şekilde olduğu da söylenmiştir: " Hiç şüphesiz onların herbirisi
Rabbinin amellerinin karşılığını tam olarak vereceği yaratıklarıdır."
Bir başka görüş de
şöyledir: "O şey ki"; " Kim, kimse" anlamındadır. Nitekim
yüce Allah'ın: " Size helal olan kadınlardan... nikahlayın"
(en-Nisa, 4/3) buyruğunda; kadınlardan size helâl olan kimseleri nikahlayınız,
anlamındadır. Bütün bunlar ise bizzat el-Ferrâ'nın görüşlerinin aynısıdır.
şeddeli olarak, "
Şüphesiz her birinin... elbette" diye her ikisini de şeddeli okuyan -ki bu
da Hamza ve ona muvafakat edenlerdir- kıraati İle ilgili olarak bunun tahn
olduğu söylenmiştir. Muhammed b. Yezîd'den böyle bir okuyuşun caiz olmadığı ve
-muhakkak Zeyd'i mutlaka döveceğim anlamında-: denilmeyeceği belirtilmiştir.
el-Kisaî ise der ki:
Bu kıraatin açıklamasını en iyi bilen Allah'tır. Ben buna uygun bir açıklama
bilemiyorum. Yine el-Kisaı ve Ebu Ali el-Farisî derler ki; Her ikisinde de
şeddeli okuyuş izah edilmesi zor bir okunuştur.
en-Nehhâs ve başkaları
ise derler ki: Bu hususta nahivcilerin bir kaç görüşü vardır. Birincisine göre
bunun ash; şeklinde olup "nun" "ma"ya dönüştürülmüş ve
böylelikle üç tane "mim" bir araya gelmiş olduğundan ortadaki
"mim" hazfedildikten sonra; halini almıştır. Buna göre
"Şey", ile " Kimse" Şüphesiz onların hepsi ... kimselerdendir"
anlamındadır. Şu beyitte olduğu gibi:
"Şüphesiz ki ben
emri uygun şekilde veren bir kimseyim, Bizzat kendisi döneceği yolda zorluk
çektiğinde."
ez-Zeccâc bu görüşü
oldukça hafife alarak der ki: iki harfli bir isimdir ve bunun hazfi mümkün
değildir.
İkinci görüşe göre
bunun asli; Şeylerdendir, şeklinde olup esreli olan "mim" bir arada
"mim"ler olduğundan dolayı hazfedilmiş olup ifadenin takdiri
şöyledir: Şüphesiz onların hepsi (amellerinin) karşılıklarını tam olarak
vereceği kimselerdendirler."
Bir diğer görüşe göre
kelimesi, in mastarıdır. Vakf yapılıp, vasi edilmesi haline göre tenvinsiz
gelmiştir. Bu açıklamaya göre bu kelime şu buyruktaki kelime gibidir;
"Mirası da helâl haram deme den toplayarak yersiniz." (el-Fecr,
89/19) Yani yediğiniz o malı toplayarak yersiniz.
Burada buyruğun
takdiri de şöyle olur: " Hiç şüphesiz onların herbirisine Rabbin
amellerini bütünüyle ve eksiksiz olmak üzere karşılığını verecektir." Bu
da bir kimsenin: "Şüphesiz bir kalkışla kalkacağım" demesine benzer.
ez-Zührî de bu anlamda olmak üzere; hem "mim"i şeddeli, hem de
tenvinli olarak okumuştur.
Üçüncü açıklamaya
göre; edatı, istisna edatı anlamındadır. Dif-bilginierinin naklettiklerine
göre; ifadesinin, "Allah adına bu işi mutlaka yapmanı istiyorum"
anlamını vermek üzere; demek olduğunu söylemişlerdir. Şanı yüce Allah'ın şu
buyruğu da böyledir: " bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefis
yoktur." (et-Tarık, 86/4) Bu da; "Mutlaka onun
üzerinde...vardır" takdirindedir. Buna göre âyeti kerîmenin anlamı şöyle
olur:
"Onlardan
amellerinin karşılığını eksiksiz vermediği hiçbir kimse olmayacaktır."
el-Kuşeyrî der ki: ez-Zeccâc bu görüşün zayıf olduğunu, yüce Allah'ın,
buyruğunun takdir edilmemesi için bu anlama alınmaması gerektiğini ve Zeyd'de
mutlaka dahil olmak üzere insanlar gitti, anlamında; denilemeyeceğini ifade etmiştir.
Dördüncü görüş ise Ebu
Osman el-Mazinî'nin görüşüdür. Buna göre ifadenin asli; şeklinde olup,
"mim" şeddesizdir. Daha sonra şeddeli gelmiştir. Şairin şu beyiîinde
olduğu gibi:
Ben bu senemiz
içerisinde bolluktan sonra Kuraklık görmekten korkarım."[195]
Ebu İshak ez-Zeccâc
der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü ancak sakîl (şeddeli olan) hafifletilin
esasen hafif olan sakilleştirilmez.
Beşinci görüş: Ebu
Ubeyd el-Kasım b. Sellâm dedi ki: Bu kelimenin, şeddeli gelmesi bir şeyi
toplamak anlamında kullanılan; "
şeyi topladım,
toplarım, toplamak" sözünden alındığı, sonradan da bundan: şeklinde bina
yapılmış olması da mümkündür.
Yüce Allah'ın:
"Sonra peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik" (el-Mu'minûn,
23/44) buyruğundaki son kelimenin tenvinli ve tenvınsiz okunduğu gibi. Buna
göre burada elif te'nis içindir ve bu görüşe göre, imâle ile okuyanlara göre
buradaki elif imale ile okunur.
Ebu îshak (ez-Zeccâc)
der ki: Kanaatimce başka türlüsü caiz olmayan görüş, bunun şeddeliden
(sakilden) tahfif edilmiş olduğu ve; anlamında olduğudur. Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: " Üzerinde bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir
nefis yoktur" (et-Târık, 86/4) Aynı şekilde aslına uygun olarak şeddeli
de okunur ve yine; anlamına gelir.ın, istisna edatının anlamına gelmesini de
el-Halîl, Sibeveyh ve bütün Basralılar nakletmişlerdir. Bunlara göre; edatı;
istisna edatı anlamında kullanılır.
Derim ki: ez-Zeccâc'in
beğendiği bu görüşü ondan en-Nehlıâs ve başkaları nakletmiştir. Ancak bu
görüşün bir benzeri ve ez-Zeccâc'in bunu zayıf gördüğüne dair açıklamalar da
önceden geçmiş bulunmaktadır. Şu kadar var ki bu görüşün doğru şekli şudur: o
buyrukta (86/4. âyette) nefy edatıdır. Bu buyrukta ise şeddeliden tahfif
edilmiştir. O bakımdan aralarında fark vardır. Geriye iki kıraat kalmaktadır.
Ebu Hatim der ki: Ubeyy'in Mushaf'ında: "Mutlaka onların lıerbirisine
karşılığını tam olarak verecektir" şeklindedir. el-A'meş'ten ise;
şeklinde;ın şeddesîz ve "Herbiri" kelimesi ötreli ve;ı da şeddeli
olarak okuduğu rivayet edilmiştir. en-Nehlıâs der ki: Büyük kalabalıkların
kıraatine muhalif olan bu kıraatlerde, edatı, ancak anlamında olur ve açıklayıcı (tefsir) oimak
üzere getirilmiş olur. Çünkü büyük kalabalıklara muhalif olarak ancak bu
şekliyle okuyuş caiz olabilir."Çünkü O, yaptıklarından haberdardır"
buyruğu da bir tehdittir.[196]
112. Artık
sen de, beraberindeki tevbe edenler de emrohınduğun gibi dosdoğru ol ve aşırı
gitmeyin. Şüphesiz O, bütün yaptıklarınızı çok iyi görür.
"Artık seti de...
emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyruğunda hitab Peygamber (sav)e ve
başkalarınadır. Hitab ona olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir, de
denilmiştir ki bu görüş de es-Süddîye aittir. Bir diğer görüşe göre
"dosdoğru ol" Allah'tan, din üzere dosdoğru kalmayı dile ve bunu
O'ndan iste diye de açıklanmıştır. Buna göre deki "sin" harfi dilekte
bulunmak için getirilmiş olur. Nitekim "estağfirullah"ın, Allah'tan
mağfiret dilerim, anlamına gelmesi gibi.
Dosdoğru olmak
(istikamet) ise sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmek
demektir. Buna göre mana; Allah'ın emrini uygulamak üzere dosdoğru yürü,
demektir.
Müslim'in Sahih'inde
Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ey Allah'ın
Rasûlü! dedim, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki onun hakkında senden
sonra hiç kimseye soru sormayayım. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'a
iman ettim de, sonra da dosdoğru ol."[197]
Darimî Ebu Muhammed
de, "Müsned"inde Osman b. Hâdır el-Ezdî'den şöyle dediğini rivayet
eder: İbn Abbas'ın huzuruna girip ona: Bana tavsiyede bulun, dedim. O da:
Olur, dedi. Allah'ın takvasına ve dosdoğru istikamet üzere olmaya dikkat et.
Tabi ol, bi'atçi olma.[198]
"Beraberinde
tevbe edenler de." Yani sen de, onlar da istikamet üzere olun, dosdoğru
yürüyün anlamındadır.
Bununla şirkten tevbe
edip, İslâm'a giren ve ashabını ve ondan sonra da ümmetinden ona tabi olanları
kastetmektedir.
İbn Abbas der ki:
Rasûlullah (sav)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir
âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı kendisine: Saçların çabuk
ağırmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşleri olan diğer sûreler
saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti.[199] Bu
hadis sûrenin baş taraflarında da kaydedilmişti.
Ebu Abdu'r-Rahman
es-Sülemî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Ebu Ah es-Serî'yi şöyle
derken dinledim: Peygamber (sav)ı rüyada gördüm ve: Ey Allah'ın Rasûiü dedim,
senden: "Hûd Sûresi saçlarımı ağarttı" dediğin rivayet edildi. O:
"Evet" diye buyurdu. Ben ona: Peki o sûreden saçlarını ağartan
nedir? Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerin helak edilmeleri mi? O:
"Hayır ama yüce Allah'ın: "Emrohınduğun gibi dosdoğru ol" buyruğudur
(saçlarımı o ağarttı)."
"Ve aşırı
gitmeyin" buyruğu ile aşırı gitmeyi (tuğyanı) yasaklamaktadır. Tuğyan ise
haddi aşmaktır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak su haddini aştığı zaman..."
(el-Hakka, 69/1) buyruğu da bu kabildendir. Bunun, hiçbir kimseye karşı
üstünlük ve zorbalık sağlamaya kalkışmayın, anlamına geldiği de söylenmiştir.[200]
113. Bir de
zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah'tan başka
yardımcılarınız yoktur. Sonra size yardımcı da olunmaz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[201]
Yüce Allah'ın;
"Meyletmeyin" buyruğundaki (meyletmek) anlamına gelen:
"er-rükûn" gerçekte dayanmak, sırtını verip güvenmek, herhangi bir
şeye yanaşıp durmak ve ona razı olmak demektir,
Katâde der ki: Buyruk
zalimleri sevmeyin ve onlara itaat etmeyin anlamındadır. İbn Cüreyc, onlara
hiçbir şekilde meyletmeyin anlamındadır, demiştir. Ebu'l-Âliye ise onların
amellerine razı olmayın diye açıklamıştır ki, hepsi de birbirine yakın
açıklamalardır. İbn Zeyd der ki: Burada rükûndan kasıt zalimlere yağcılık
yapmaktır. Bu da onların küfürlerini tepki ile karşılamamak, reddetmemek
demektir.[202]
Cumhur: "
Meylet(me)yin, kelimesindeki "kef harfini üstün oiarak okumuşlardır. Ebû
Amr der ki: Hicazhların şivesi böyledir. Talha b. Mûsarrif, Katâde ve diğerleri
ise "kef harfini ötreli olarak okumuşlardır. el-Ferrâ der kt: Bu da
Temimlilerİe Kayslıların şivesidir. Bazıları da bu fiilin, şeklinde ve gibi
kullanılmasını da caiz kabul etmişlerdir.[203]
"Bir de
zulmedenlere meyletmeyin" buyruğundaki zulmedenlerden kaslın, müşrikler
olduğu söylendiği gibi, hem müşrikler hakkında hem günahkârlar hakkında umumî
olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya
kadar kendilerinden yüz çevir, "(el-En'âm, 6/68) Bu buyruk Önceden geçmiş
bulunmaktadır. Âyeün anlamı ile ilgili doğru açıklama da budur.
Bu âyet-i kerîme
kâfirler ile bid'at ehli ve onların dışında türlü masİyet İşleyen kimseleri
terkedip, onlardan uzaklaşmaya- delildir. Çünkü bu gibi kimselerle sohbet ve arkadaşlık
küfür veya masiyettir. Zira arkadaşlık ve sohbet ancak sevgiden dolayı söz
konusudur. Nitekim hikmetli birisi (Taraf'e b. el-Abd) şöyle demektedir:
"Kişi hakkında
soru sorma, arkadaşını sor.Çünkü herbir arkadaş, arkadaş edindiği kimseye
uyar."
Eğer arkadaşlık bir
zorunluluk ve takiyye olsun diye yapılmış ise, buna dair açıklamalar da daha
önceden Al-i İmran Sûresi (3/28.âyet, 2.başlıkta) ile el-Mâide Sûresi'nde
(5/Şl.âyet, 2.başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Zalim kimse ile takiyye olmak
üzere arkadaşlık, zaruret halinde nehyden istisna edilmiştir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.[204]
"Sonra size ateş
dokunur." Yani onlarla içli dışlı olmak, onlarla sohbet etmek, onların
(haktan) yüz çevirmelerine rağmen onlara karşı çıkmamak ve yaptıkları işlerde
onlara muvafakat etmek sebebiyle ateş sizi yakar.[205]
114.
Gündüzün iki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru namaz
kıl! Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, İyi düşünenler için bir öğüttür.
Bu buyruğa dair a
çıklam al arımızı altı başlık halinde sunacağız:[206]
"Gündüzün İki
tarafında... dosdoğru namaz kıl" buyruğu ile ilgili olarak te'vil
ehlinden hiçbir kimse, bu âyet-i kerîmede sözü edilen namazdan, farz olan
namazların kastedildiği hususunda ihtilâf etmemiştir. Özellikle namazın
zikredilmesi imandan sonraki ikinci esas olmasından dolayıdır. Musibetlerde
ona sığınılmasından ötürüdür. Nitekim Peygamber (sav) herhangi bir sıkıntı ile
karşılaştığında hemen namaza koşardı.[207]
Sufî şeyhleri de
derler ki: Bu âyetten kasıt bütün vakitlerin farz ve nafile olmak üzere
ibadetlerle doldurulmasıdır. İbnu'l-Arabî ise şöyle der: Bu zayıf bir
görüştür. Çünkü buradaki emir ancak nafileleri değil de- yalnızca farz-lan
kapsamına almaktadır. Çünkü virdler (belli zamanlarda yapılması istenen, belli
ibadetler)İn ne olduğu bilinmektedir. Teşvik edilmiş nafilelerin vakitleri de
münhasırdır. Bunların dışında kalan vakitler ise, bedellerin (yani zamanında
yapılmamış nafile ibadetlerin) yerine getirilmesi için değerlendirilir. Yoksa
bütün vakitlerin bu şekilde ibadetlerle doldurulması hiçbir insanın taka-'ti
içerisinde değildir.[208]
"Gündüzün iki
tarafında" buyruğu ile İlgili olarak Mücahid der ki: Birinci tarafı sabah
namazı, ikinci tarafı ise öğle ve ikindi namazlarıdır. Bunu İbn Atiyye tercih
etmiştir. İki tarafın sabah ve akşam olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş İbn
Abbas ile el-Hasen'e aittir. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre ikinci
taraf yalnızca ikindi vaktidir. Katâde ve ed-Dahhâk ta böyle demişlerdir.
İki tarafın öğle ve
ikindi olduğu da söylenmiştir.
"Gecenin
birbirine yakın saatleri"ne gelince bunlar da akşam, yatsı ve sabah
namazlarıdır. Bu görüşün sahibi ise sanki farz namazlarda kıraatin cehrî olup
olmamasını göz önünde bulundurmuş gibidir. el-Maverdî'nin de naklettiğine göre
birinci tarafın sabah namazının olduğu ittifakla kabul edilmiştir.
Derim ki: Ancak bundan
önceki görüş bu ittifakın söz konusu olmadığını göstermektedir. Taberî'nin
tercihine göre iki tarafın birisi sabah, diğeri de akşam namazıdır. Bu görüş
açıktır. İbn Atiyye der ki: Taberî'nin bu görüşü akşam namazının gündüze dahil
olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Çünkü akşam namazı geceleyin kılınması
istenen namazlar arasındadır.
İbnu'l-Arabî der ki:
Gündüzün iki tarafının sabah ve akşam olduğu görüşünde olan Taberî'ye hayret
doğrusu! Halbuki bunların ikisi de gecenin iki tarafıdır. O bu görüşüyle yayını
aksi istikamete çevirmiş ve mızrağın ucuna yerleştirilen hedeften tam bir ok
atımlığı mesafe uzak düşmüştür. Taberî der ki: Buna delil ise, herkesin iki
taraftan birisinin sabah namazı olduğu hususunda icma etmiş olmasıdır. İşte bu
da diğer tarafının akşam olduğunun delilidir. Ancak bu konuda hiçbir kimse
onunla birlikte icma etmiş değildir.
Derim ki: Bu
İbnu'l-Arabî'nin, Taberî'nin görüşüjıü reddetmekteki zorlama bir hamlesidir.
Bu konuda kimsenin onunla icma'a katılmadığı kanaati de yanlış bir iddiadır.
Daha önce Mücahid'in birinci tarafın sabah namazı olduğuna dair görüşünü
nakletmiş bulunuyoruz. İstisnalar hariç tan yerinin ağır-masından sonra kasti
olarak yemek yiyen yahut cima eden kimsenin o gününün oruçsuz olacağı kabul
edilmiştir ve böyle bir kimsenin o gününü kaza etmesi ye keffaretde bulunması
gerekir. Bunun tek sebebi ise bu işini gündüzün tan yerinin ağırmasından sonra
yapmasıdır. İşte bu, Taberî'nin sabah namazı ile ilgili görüşünün doğruluğuna
delildir. Geriye akşam namazı ile ilgili (İbnu'l-Arabî'nin, Taberî'ye) yaptığı
itirazı kalıyor ki; bu hususta da onun görüşünün cevabı az önce geçtiği
şekildedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[209]
"Gecenin de
birbirine yalan saatlerinde" buyruğundaki "yakın saatler"
birbirine yakın vakitler demektir. "Müzdelife" kelimesi de
"yakınlar" anlamındaki "ez-zülePden gelmektedir. Müzdelife'ye
bu ismin veriliş sebebi, Arafat'tan sonra Mekke'ye yakın bir yer olmasından
dolayıdır.
İbnu'l-Kâ'kâ, ve İbn
Ebî İshak ile başkaları bu kelimeyi; şeklinde "lam’’ harfi ötreli ve: in
çoğulu olarak okumuşlardır. Çünkü bu kelime, bu şekilde de kutlanılmıştır.
Bununla birlikte tekilinin bir şiveye göre; şeklinde olması da mümkündür, tıpkı
"Taze hurma, taze hurmalar gibi." Bu da "sin" harfini
ötreli olarak kullananların şivesinde böyledir.
İbn Muhaysın ise
"lam" harfini sakin olarak; diye okumuştur ki bunun da tekili;
şeklinde gelir ve herbirisi ayn bir birim olabilen cins isimlerin çoğulu gibi;
İnci, inciler, bir buğday tanesi, buğdaylar" kelimelerinde olduğu gibi.
Mücahid ve yine İbn
Muhaysın; diye de okumuşlardır. " Yakınlar" gibi. Diğerleri İse
"lam" harfini üstün olarak; şeklinde okumuşlardır. "Köşk (oda),
köşkler" gibi.
İbnu'i-Arabî der ki:
"Zülef" saatler demekür, tekili de "zülfeh" diye gelir.
Bazıları da şöyle demiştir: Zülfe güneşin batışından sonra gecenin ilk vaktidir.
Buna göre gecenin yakın saatleri ile akşam namazı kastedilmiş olur, bunu da
İbn Abbas söylemiştir. el-Hasen ise akşam ve yatsı namazıdır, demiştir. Bir
diğer görüşe göre akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır, bu görüş daha önceden
geçti. el-Ahfeş ise muayyen olarak bir namaz zikretmeksizin gece namazı diye
ifade etmiştir.[210]
Ashab ve
tabiînden Allah hepsinden razı olsun-
te'vil bilginlerinin çoğunluğunun kanaatine göre yüce Allah'ın:"Çünkü
iyilikler kötülükleri giderir" buyruğunda sözü edilen
"iyilikler" beş vakit namazdır.
Mücahid der ki:
İyiliklerden kasıt, kişinin "subhanallahi velhamdulillahi ve la ilahe
illallahu vallahu ekber: Allah'ı eksikliklerden tenzih ederim, Allah'a hamd
ederim. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, Allah en büyüktür" demesidir.
İbn Atiyye der ki: Bu,
iyiliklere bir misal vermek kabilindendir. Ancak zahiren anlaşılan şu ki: Bu
lafız, iyilikler (hasenat) hakkında umumî, kötülükler (seyyiât) hakkında ise
hususidir. Çünkü Hz. Peygamber: "Büyük günahlardan sakındığın
sürece..."[211]
diye buyurmuştur.
Derim ki: Nüzul sebebi
cumhurun görüşünü destek!emektedir. Çünkü ayet-i kerîme bir görüşe göre
Ebu'l-Yeser b. Amr, bir diğer görüşe göre Abbâd adında Ensar'dan birisi
hakkında nazil olmuştur. Bu kişi bir kadın ile başbaşa kalmış, öpmüş ve cima
dışında ondan murad almıştı.
Tirmizî'nin, Abdullah
(b. Mes'ud)dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Bir adam Peygamber (şavk
gelerek dedi ki: Medine'nin uzakça bir yerinde bir kadın ile başbaşa kaldım.
Ben ona temas etmeksizin ondan murad aldım. İşte ben huzurundayım, hakkımda
dilediğin hükmü ver. Ömer (r.a) ona: Allah seni setretmişken, sen de kendini
setretseydin ya, dedi. Rasûlullah (sav) da ona hiçbir karşılık vermedi. Adam
gitti, Rasûlullah (sav) ardından birisini göndererek onu çağırttı ve ona:
"Gündüzün iki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru
namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, İyi düşünenler İçin bir
öğüttür" âyetini sonuna kadar ona okudu. Hazır bulunanlardan birisi bu
yalnız ona özel mi? diye sordu. Hz. Peygamber: "Hayır, bütün İnsanlar
için" diye buyurdu. Tirmizî dedi ki: Bu ha-sen, sahih bir hadistir.[212]
Yine Tirmizî'nin, tbn
Mes'ud'dan rivayetine göre bir adam kendisine haram olan bir kadını öpmüş,
daha sonra Peygamber (sav.)e gelerek bunun kef-fareti hakkında soruşturunca
şu:"Gündüzün İki tarafında gecenin de birbirine yakın saatlerinde
dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." Âyeti nazil
oldu. Adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Bu yalnız benim için mi? diye sorunca, Hz.
Peygamber: "Senin ve senin bu yaptığını ümmetimden yapan başka kimseler
için" diye cevap verdi. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[213]
Ebu'l-Yeser'den de şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Bir kadın hurma almak üzere bana geldi. Ben ona:
Evin içinde bundan daha güzel hurma var, dedim. O da benimle beraber içeri
girdi, ben de kadının üzerine abanarak onu öptüm. Sonra Ebu Bekir'in yanına
gittim, durumu ona anlattım. O bana: Kendini setret ve tevbe et, kimseye de
haber verme, dedi. Ancak ben dayanamadım, sonra Ömer'e gittim. Ona da aynı
şeyi anlattım, o da bana: Kendini setret, tevbe et, kimseye de haber verme,
dedi. Fakat ben dayanamadım, Rasûlullah (sav)ın yanına gittim ve bu hususu ona
zikrettim, şöyle buyurdu: "Allah yolunda gazaya çıkmış bir kimsenin
arkasında ailesine böyle bir şey yaptın ha!" O kadar ki, o saate kadar
keşke müslüman olmasaydı diye temenni etti. Hatta kendisinin cehennemliklerden
olduğunu sandı. Rasûlullah (sav) da başını önüne eğdi, nihayet yüce Allah ona:
"Gündüzün İki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru
namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir, bu İyi düşünenler için bir
öğüttür." buyruğunu vahyet ti. Ebu'l-Yeser dedi ki: Ben Hz. Peygamber'in
yanına gittim. Rasûlullah (sav) bana bu âyeti okudu. Ashab'ı: Ey Allah'ın
Rasûlü! dediler, bu yalnız ona mı hastır? Yoksa genel olarak bütün insanlar
için midir? Hz. Peygamber: "Hayır, bütün insanlar İçindir" diye
buyurdu. Ebu İsa (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib[214] bir
hadistir. (Hadisin senedindeki ravilerden birisi olan) Kays b. er-Rabi'î ise
Vekî' ve başkaları zayıf bir ravi olarak nitelendirmişlerdir.[215]
Yine rivayet
edildiğine göre Peygamber (sav) kendisinden yüz çevirmiş. Bu arada İkindi
namazı için İkamet getirilmiş, namaz bittikten sonra Cebrail (a.s) âyet-i
kerîmeyi indirince Hz. Peygamber onu çağırtarak şöyle demiş: "Sen bizimle
birlikte bu namazda hazır bulundun mu?" Adam: Evet deyince, Hz. Peygamber
de: "Haydi git, o yaptığına bir keffarettir" diye buyurmuş.[216]
Yine rivayet edildiğine
göre Peygamber (.sav) ona bu âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra, ona: "Kalk
ve dört rek'at namaz kıl" diye emretmiştir.[217]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Tirmizî el-Hakîm de,
"Nevâdiru'l-Usûl" adlı eserinde İbn Abbas'ın, Rasû-lullah (sav)dan
şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ben yeni yapılan bir lıa-senenin,
eskiden işlenmiş bir günahı takib ettiğinden daha güzel bir şeyin bir şeyi
takib ettiğini ve hasenenin günahı yetiştiğinden daha çabuk bir şeyin, bir şeyi
yetiştiğini görmedim. Çünkü, "iyilikler kötülükleri giderir. Bu İyi
düşünenler için bir öğüttür."[218]
Bu âyet-i kerîme
zikrettiğimiz bu hadislerle birlikte haram öpmeden ve haram dokunmadan dolayı
had gerekmediğine delildir. Yine bu, bir örtü altında bulunacak olsalar dahi
erkek ve kadın için haddin de, te'dib cezasının da gerekmediğine delil
gösterilebilir. Îbnu'l-Munzir'in tercih ettiği görüş de budur. Çünkü o bu
mesele ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşlerini zikrettikten
sonra bu hadisi de böyle bir erkek ve kadına hiçbir ceza gerekmediğine işaret
etmek üzere zikretmektedir. İleride bu hususta ilim adamlarının farklı
görüşleri yüce Allah'ın izniyle Nûr Sûresi'nde (24/2.âyet, 7. başlıkta)
gelecektir.[219]
Şanı yüce Allah
Kitab-ı Kerîm'inde namazı rükûuyla, sücûduyla, kıyamıyla, kıraatiyle ve
isimleriyle söz konusu ederek: "Gündüzün iki tarafında... dosdoğru namaz
kıl" diye buyurmuştur. Yine: "Güneşin kaymasından... namazı dosdoğru
kıl'’ (es-İsra, 17/78) diye buyurduğu gibi, bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda Allah'ı teşbih
edin. Göklerde ve yerde hamd yalnız O'nundur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine
vardığınızda da" (er-Rûm, 30/17-18); "Vegüneşin doğmasından ve
batmasından önce Rabbini hamd ile teşbih et." (Tâhâ, 20/130); "Rükû'
edin, secde edin." (el-Hac, 22/77); "Namazı ve özellikle orta namazı
koruyunuz. Gönülden gelerek, saygı ve itaat ile Allah'ın huzurunda
durun." (el-Bakara, 2/238); "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve
susun ki merhamet olunasınız." (el-A'raf, 7/204)
-Önceden-de geçtiği üzere-
yine şöyle buyurmaktadır: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek
kıs..." (el-İsra, 17/110) Yani namazda Kur'ân okuduğun zaman demektir.
Bütün bunlar yüce
Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde mücmel olarak zikrettiği ve beyanını peygamberine
havale ettiği buyruklardır. Nitekim şanı yüce Rabbi-miz şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklaya-sm... diye sana da bu
Zikri (Kuran'ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44) Bunun üzerine Hz. Peygamber
de namaz vakitlerini, rek'âtlerinin ve secdelerinin sayısını, tarzlarıyla
sünnetleriyİe bütün namazların sıfatlarım, kendileri olmaksızın namazın sahih
olmayacağı farzlarını, namazda" müstehab olan sünnet ve fezâili hep beyan
etmiştir. Buhârî'nin, SoAift'inde Hz. Peygamber'in: "Benim nasıl namaz
kıldığımı gördüyseniz, siz de öylece namaz kılınız"[220]
diye buyurduğu kaydedilmektedir.
Bilindiği üzere
herkes, herkesten (tevatüren) bu hususu nakletmiş ve Peygamber (sav)
insanların ihtiyaç duyacakları lıerşeyi gereği gibi beyan etmedikçe vefat
etmemiştir. Böylelikle din kemale ermiş ve yolu gereği gibi açıklanmış oldu.
Nitekim yüce Allah da
şöyie buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.
Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğenip
seçtim." (el-Maide, 5/3)
"Bu, iyi
düşünenler İçin bir öğüttür." Yani Kur'ân-ı Kerim öğüt ve ibret alan
kimseler için bir öğüt ve bir tevbe yoludur. Özellikle öğüt alantann öğüt ve
ibret almak özelliğine sahip olduklarının zikredilmesi, öğütlerden yararlananların
onlar olmasından dolayıdır.
Öğüt (ez-Zikrâ) sonuna
te'nis elifi gelmiş bir mastardır.[221]
115.
Sabret;
çünkü Allah iyi hareket edenleri mükâfatsız bırakmaz,
116. Sizden
önceki nesiller arasında yeryüzünde fesadı engelleyecek, fazilet sahihleri
olmalı değil miydi? Ancak İçlerinden kurtardıklarımızdan pek azı müstesna idi.
Zalimler ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler. Onlar zaten
günahkârlar İdiler.
"Sabret!"
Yani namaz kılmaya devam et, namaz üzere sabret. Yüce Allah'ın: "Sen aile
halkına namazı emret, kendin de sabırla ona devam et!" (Tâhâ 20/132)
buyruğuna benzemektedir. Anlamın: Ey Muhammedi Karşı karşıya kaldığın
eziyetlere sabret, dayan şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Çünkü Allah
iyi hareket edenleri" yani namaz kılanları "mükâfatsız
bırakmaz."
"Sizden önceki
nesiller" sizden önce gelen ümmetler "arasında" yüce Allah
kendilerine vermiş olduğu akıllar ve onlara göstermiş olduğu mucizeler
dolayısı ile "yeryüzünde" kavimlerinin "fesadı" nı
"engelleyecek fazilet sahihleri" yani itaat eden, dinine bağlı, akıl
ve basiret sahibi "olmalı değil miydi?"
Bu kâfirlere bir
azardır. "Olmalı değil miydi?" anlamındaki;ın ne-fy anlamına olduğu da
söylenmiştir. Yani sizden öncekiler arasında böyle kimseler olmadı.
Yüce Allah'ın:
"İman edip de... bir ülke olsaydı ya." (Yûnus, 10/98) buyruğuna
benzemektedir ki böyle bir ülke halkı olmadı, bulunmadı, demektir.
"Ancak içlerinden
kurtardıklarımızdan pek azı müstesna idi." Yani aralarından pek az
kimseler, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkartılmasından alıkoymaya
çalıştılar. Buradaki; "Pek azı müstesna" buyruğu, munkatı' bir
istisna olup az kimselerin bu işi yaptıkları anlatılmaktadır.
Denildiğine göre burdaki
"pek az kimseler"den kasıt Hz. Yûnus kavmidir. Çünkü yüce Allah:
"Yûnus'un kavmi bundan müstesnadır" (Yûnus, 10/98) diye
buyurmaktadır. Bunların peygamberlere uyan ve hak ehli kimseler oldukları da
söylenmiştir.
"Zalimler"
şirk koşanlar ve isyan edenler "ise yalnız kendilerine verilen refahın
ardına düştüler." Yani mallarıyla, zevk ve lezzetleriyle uğraştılar ve
bunları âhirete tercih ettiler. "Onlar zaten günahkârlar idiler."[222]
117. Rabbin,
o ülkeleri ahalisi ıslâh edip dururlarken zulümle onları helak edecek değildi.
118. Rabbin
dikseydi, bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Onlarsa hâlâ anlaşmazlık
içerisindedirler.
119.
Rabbinİn rahmet ettikleri müstesna. Zaten onlarx bunun için yaratmıştır.
Rabbinİn: "Andolsun ki Ben cehennemi cin ve insanlarla büsbütün
dolduracağım’’ sözü de tümüyle gerçekleşmiştir.
"Rabbin o
ülkeleri" o ülkelerin katkını "ahalisi" kendi aralarında karşılıklı
haklan gözetmek suretiyle "ıslah edip dururlarken zulümle" şirk ve küfürle
"onları helak edecek değildi." Yani şanı yüce Allah, herhangi bir
kavmi ona bir fesad da ilave etmedikleri sürece yalmzca küfür sebebiyle helak
etmez. Nitekim Şuayb kavmini Ölçü ve tartıları eksik yapmaları, Lût kavmini
livatayı işlemeleri sebebiyle helak etmiştir. Bu da şuna delildir: Masiyetler
dünya hayatında şirkten daha çok kökten imha edilme azabına yak-laştırıcıdır.
Âhirette şirkin azabı daha büyük olmakla birlikte (dünyada) bu böyledir.
Tirmizî'nin,
Sahih'inde Ebu Bekr es-Siddık (r.a)dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah
(sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz ki insanlar zalimi görüp de
ellerini alıkoymayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden Allah kendi
nezdinden göndereceği bîr azap ile hepsini azablan-dırır."[223] Bu
hadis daha önceden de(el-Maide, 5/105- âyet, 3.başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Rabbin herhangi bir ülke ahalisini kendileri müsiüman iken,
zulüm ile helak etmez. Çünkü helak edecek olursa bu onlar için bir zulüm ve
haklarını eksiltmek olur. Yani yüce Allah hiçbir kavmi ileri sürebilecekleri
mazeretleri ortadan kaldırmadan ve uyarmadan helak etmez.
ez-Zeccâc da der ki:
Anlamın şöyle olması da mümkündür: Bir kimse salâhın en ileri derecesinde
bulunsa dahi, Allah onu helak edecek olursa, ona zulmetmiş olmaz. Çünkü bu
Allah'ın kendi mülkündeki bir tasarrufudur. Buna delil de yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah insanlara en ufak şey kadar dahi zulmetmez" (Yûnus,
10/44) buyruğudur.
Anlamın şu olduğu da
söylenmiştir: Allah herhangi bir Ülke ahalisini kendileri ıslah ediciler yani
imanda ihlas sahibi kimseler oldukları halde, küçük günahları sebebiyle helak
etmez. Buna göre burada zulüm, masiyetleri İşlemek anlamındadır. :
"Rabbin dileseydl
bütün İnsanları bir tek ümmet yapardı" Said b. Cü-beyr dedi ki: İslâm dini
etrafında birleştirirdi. ed-Dahhâk der ki: Ya dalâlet ehli veya hidayet ehli
olarak tek bir din mensubu yapardı.
"Onlarsa hâlâ
anlaşmazlık içerisindedirler." Yani farklı dinlere sahiptirler. Bu
açıklamayı Mücahid ve Katâde yapmıştır.
"Rabbinin rahmet
ettikleri müstesna" buyruğunda istisna munkaüdır. Yani: Rabbinin iman ve
hidayet ile rahmetine mazhar kıldığı kimseler anlaşmazlığa düşmezler.
Rızık itibariyle
birbirlerinden farklıdırlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Kimisi zengin,
kimisi fakirdir. "Rabbinin rahmet ettikleri'' kanaatkar kılmak suretiyle
esirgediği kimseler "müstesna." Bu açıklamayı da eİ-Hasen yapmıştır.
"Zaten onları
bunun için yaratmıştır." el-Hasen, Mukatil, Atâ ve Yeman der ki: Burada
işaret anlaşmazlığa, ayrılığadır. Yani onları anlaşmazlık için yaratmıştır.
İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve ed-Dahhâk derler ki: Onları rahmeti için
yaratmıştır, demektir. Burada yüce Allah'ın -müzekker bir zamir kullanarak-:
"Bunun için" diye buyurması ve "rahmet" müennes olduğu
halde müennes işaret zamiri olan-:
buyurmamış olması "rahmetin mastar olmasından ve aynı şekilde onun
müennesliğinin hakiki olmayışından dolayıdır. O bakımdan burada
"rahmet" -müzekker bir kelime olan-fadl (lütuf) anlamına göre
kullanılmıştır.
Bununla işaretin hem
anlaşmazlığa, hem rahmete olduğu da söylenmiştir. Birbirine zıt iki şeye bu
şekilde müzekker işaret ismiyle işaret
edilebilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oiduğu gibi: "Çok yaşlı da
değildir, çok genç de değildir. Bu ikisi arasında dinç bir inektir."
(el-Bakara, 2/69)
Görüldüğü gibi bu
buyrukta (müzekker ve tekil işaret ismi kullanmış), "Bunun ve ötekinin
arasında" diye tesniye, müzekker ya da müennes işaret zamiri kutlan ma
mıştır. Bir başka yerde de şöyle buyurulmak-tadır: "Onlar ki mallarını
infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında
orta bir yol t ut arlar." (el-Furkan, 25/67) Bir başka yerde de şöyle
buyurulmaktadır: "Namazında (dua ettiğinde) sesini ne pek yükselt, ne de
pek kıs. Bu (ikisOıura ortası bir yol tut." (el-İsra, 17/110) Yüce
Allah'ın şu buyruğu da böytedir: "Deki: Allah'ın lutfu ve rahmetiyle ve
yalnız bu(nlar) ile sevinsinler." (Yûnus, 10/58)
Yüce Allah'ın izniyle
bu, bu konudaki görüşlerin en güzelidir. Çünkü genel ve kapsayıcı bir
görüştür. Yani, işte sözü geçen husus için onları yaratmıştır, demektir.
Nitekim Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Eşheb'in kendisinden rivayet
ettiğine göre buna işaret etmektedir. Eşheb der ki: Ben Malik'e bu âyet-i
kerîme hakkında sordum, şöyle dedi: Allah onları bir kesimi cennette, bir
kesimi de cehennemde olsun diye yaratmıştır. Yani O, ihtilâf ve ayrılık ehlini
ayrılık için, rahmet ehlini de rahmet için yaratmıştır.
Yine İbn Abbasdan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: O, onları iki ayn kesim olarak yaratmıştır.
Bir kesime rahmet buyuracaktır, bir kesime de rahmet buyurmayacaktır.
el-Mehdevî der ki: Bu
açıklamaya göre ifadede takdim ve te'hir vardır ve mana şöyledir: Onlar,
Rabbinİn rahmet ettikleri müstesna halâ anlaşmazlık içerisindedirler. Rabbinin:
"Andolsun ki Ben, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım" sözü de
tümüyle gerçekleşmiştir. Esasen onları da bunun için yaratmıştır.
Bir başka görüşe göre
bu buyruk yüce Allah'ın: "O, kendisinde bütün İnsanların toplanacakları
bir gündür. O tanık olunacak bir gündür." (Hûd, 11/103) buyruğu ile ilgili
olup anlam şöyledir: Ve o bugünde tanık bulunulsun diye onları yaratmıştır.
Buyruğun: "Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır." (Hûd,
11/105) buyruğu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Yani onları bahtiyarlık ve
bedbahtlık için yaratmıştır.
"Rabbinin: Andolsun
ki Ben, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım sö£ü de tümüyle
gerçekleşmiştir" buyruğundaki: " Tümüyle gerçekleş mistir" in
anlamı, bu O'nun haber verdiği ve kendi ezelî ilminde takdir ettiği şekilde
sabit olmuştur.
Sözün tümüyle
gerçekleşmesi" ise tağyir ve tebdile kabil olmaması, tağ-yîr ve tebdilinin
imkansız olması demektir.
"
Cinlerle..." buyruğunun başındaki; "...den, dan" edat, cinsin
beyanı içindir. Yani ben cehennemi cin ve insan cinsleriyle dolduracağım
demektir.
" Büsbütün,
topluca" kelimesi ise te'kid içindir.
Yüce Allah ateşini
dolduracağını haber verdiği gibi, cennetini de dolduracağını Peygamberinin
dili ile şu buyruğuyla bize haber vermektedir: "Ve Ben sizin herbirinizi
dolduracağım." Bu hadisi Bulıârî, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiş
bulunmaktadır.[224]
Hadis daha Önceden geçmiş idi.[225]
120. Sana
peygamberlerin haberlerine dair neyi anlatırsak onunla kalbine sebat verelim
diye anlatıyoruz. Bunda da sana hak, mü'minlere de bir öğüt ve bir uyarı
gelmiştir.
"Sana
peygamberlerin haberlerine" kavimlerinin eziyetlerine karşt sabredip
direnmelerine "dair neyi anlatırsak, onunla kalbine" risaletî edâ ve
bu sebebten ötürü sana gelen eziyetlere sabretmen hususunda "kalbine sebat
verelim diye anlatıyoruz."
Bu buyruktaki:
"(Her) neyi" kelimesi, "anlatırsak" anlamındaki fiil ile
nasbedilmiştir. Yani, peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız ve İhtiyaç
duyduğun herbir haber, demektir. el-Abfeş ise buradaki; "(Her) neyi"
lafzının mukaddem bir hal olduğunu söylemiştir. Bu da; " Kavmin hepsini
(genel olarak) dövdüm" demeye benzer.
"Kalbine
sebat verelim" buyruğunun, kendisiyle sebat ve yakîn'ini art-tıralım,
anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Kendisiyle kalbini
pekiştirelim diye... remektir. İbn Cüreyc de: Tahammülsüzlük göstermemen için
kendisiyle kalbinin sabır ve metanetini arttıralım diye... Meanî
(Meâni'l-Kur'ân'a dair eser yazanlar) derler ki: Maksat senin gönlünü hoş
tutalım diye, demektir. Manalar birbirine yakındır.
"O (şey)"
burada; "(Her) şeyMen bedeldir. Yani biz peygamberlerin haberlerinden
senin kalbine sebat verecek şeyleri sana anlatıyoruz.
"Bunda da"
İbn Abbas, Ebu Musa ve diğerlerinden nakledildiğine göre bu sûrede de
"sana hak... gelmiştir." Özellikle bu sûrenin söz konusu edilmesi,
bu surede peygamberlerin haberlerinin, cennet ve cehenneme dair haberlerin yer
almasındandır. Bir başka görüşe göre hak Kur'ân-ı Kerîm'in tamamında bulunmakla
birlikte- Özellikle bu sûrenin söz konusu edilmesi te'kid içindir.
Katâde ve el-Hasen
derler ki: Buradaki anlam bu dünyada da... şeklinde olup dünyadan kasıt da
nubuvvettir.
"Mü'minlere de
bir öğüt ve bir uyan gelmiştir." Öğüt (mev'iza) geçmiş ümmetlerle eski
çağlarda yaşamış yalanlayıcı nesillerin helak edilmesinden çıkartılacak
öğütlerdir. Bu, bu sûrenin şerefine bir işarettir. Çünkü bundan başka surelerde
de hak, öğüt ve uyarılar gelmiş bulunmakla birlikte, özellikle bu sûrede
söylendiği gibi o sûreler hakkında böyle bir ifade kullanılmamıştır.
"Mü'minlere de...
bir uyarı" ise helak olanların başına gelenler ile uyanıp ibret alacaktan
ve tevbe edecekleri hususlar gelmiştir, demektir. Özel olarak mü'minlerin
zikredilmesi peygamberlerin kıssalarını işitmeleri halinde gerekli öğüt ve
ibretleri alanların onlar oluşundan dolayıdır.[226]
121. İman
etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız.
122.
"Bekleyin, çünkü biz de bekleyicileriz."
123.
Göklerin
ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün emirler Ona döndürülür. Öyleyse O'na
İbadet et, O'na güvenip dayanl Rab-bin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
"İman etmeyenlere
de ki: Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız" buyruğu bir tehdittir.
"Bekleyin, çünkü
biz de bekleyicileriz." Bu da bir başka tehdittir, bunun anlamına dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Göklerin ve
yerin gaybı Allah'a aittir." Bunların gaybı (görünmeyeni) de, görüneni de
yalnız O'na aittir. "Görüneni" nin lıazfedilmesi ise anlamın buna
delâlet etmesinden dolayıdır.
İbn Abbas der ki:
Göklerin ve yerin hazineleri Allah'a aittir. ed-Dahhâk der ki: Gökler ve yerde
kullardan gaib olan herşey Allah'a aittir.
Diğerleri de şöyle
demişlerdir: Göklerin ve yerin gaybı, semadan azabın inmesi, yerden de azabın
çıkması demektir. Ebu Ali el-Farisî de der ki: "Göklerin ve yerin gaybı
Allah'a aittir" yani onlarda gayb olan şeylerin bilgisi O'na aittir. Yüce
Allah aslında bir mefule muzaf olan gaybı -anlamı genişleterek- kendisine
izafe etmiştir. Çünkü burada harf-i cer hazfedilmiş tir. Benzeri bir mana için;
"Yerde gayb oldum ve filan şehirde gayb oldum," denilir. "Bütün
emirler O'na döndürülür." Yani kıyamet gününde böyle olacaktır. Zira o gün
O'nun izni olmaksızın hiçbir yaratık, hiçbir emir veremeyecektir.
Nâfi ve Hat's
"döndürülür" anlamındaki; kelimesini "ya" harfini ötreli
"cim" harfini de üstün olarak; "geri çevrilir." manasında
okumuşlardır.
•Öyleyse O'na ibadet
et, O'na güvenip dayan." O'na sığın ve Ona güven. "Rabbin
yaptıklarınızdan asla habersiz değildir." Herkese amelinin karşılığını
verir.
Medine ve Şam halkı
ile Hafs: "Yaptıklarınız" fiilini muhatab olarak "te" ile
okumuşlardır, diğerleri ise ("yaptıkları" anlamına gelecek şekilde)
haber olarak "ye" ile okumuşlardır.
el-Ahfeş Said der ki:
"Yaptıkları" fiili Peygamber (sav)e onlarla birlikte hi-tab etmediği
takdirde kullanılır. Yine el-Ahfeş der ki: "Yaptıkları" diye
"te" ile hitab ederse, Peygamber (sav)e hitab edip ayrıca ona: Onlara
de kî: "Rab-bin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir" de demiş
gibi olur.
Ka'b el-Ahbar der ki:
Tevrat, Hûd Sûresi'nde yer alan: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a
aittir" buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadar olan bölüm ile biter.
Burada Hûd Sûresi sona
ermektedir. Bundan sonra da Yusuf (a.s) Sûresi gelmektedir.[227]
[1] Darimi, Fedâilu'l-Kur'ân 17.
[2] Tirmizi, Tefsir 56. sûre 6.
[3] et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usâl, II, 97.
[4] Tirmizi Hakîm. a.g.e., II, 97-98.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/7-8.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/9-12.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/12-14.
[8] el-Hakîm Nevâdiru'l-Usul
II,
176-177.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/14-16.
[10] Hâkim,el-Müstedrek, II, 341.Benzer ve kısmen diğer
rivayetler ve yerleri için bk.Suyutî, ed-Durru’ Mensûr, IV. 403-404
[11] Buhâri, Bedu'1-Halk I, Tevhîd 22; Müsned, IV, 431-432:
Yemenlilerin sorularına kadar Buhâri, Meğâzî 67, 74: Tirmizî, Menâkıb 73;
Müsned, IV, 426, 433, 136.
[12] Suyûtı ed-Durru'l-Mensûr, IV, 404.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/17-19.
[14] Müsned, 1. 189-39O.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/19-20.
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/21-22.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/22-24.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/24-25.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/25.
[20] Çokça meşhur olan ve daha önce de defalarca yer aldığı
kaynaklarımı işaret edilen bu hadîsin geçtiği bazı yerler: Buhâri, Bedu1-Vahy
1, İman 41; Müslim, İmâre 155; Ebu Dâvûd, Talâk 11; Tirmizl, Fedâu'l-Cihâd 16;
Nesâî, Tuhâre 59; îbn Mace, Zühd 26; Müsned. I, 25, 43.
[21] Müslim, İmâre 152; Tirmizl, Zühd 48.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/25-27.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/27.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/27-28.
[25] Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Müsned, III,
94'dc yer alan Ebu Said el-Hudri yoluyla gelen uzunca bir hadise işarel
etmekledir. Hadis, -kısara- Kıy:ımet gününde yüce Allah'ın görüleceğini,
Arafat'taki şefaatleri, cehennemde bulunan iman ehlinin cenneti gönneleri için
yapılacnk şefaatleri ve nihayet yüce Allah'ın cehennemde geriye kalan iman
ehlinden olanları "bir ya da iki kabza (avuç)" ile nlıp çıkartacağını
ifade etmektedir.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/28-29.
[27] Buraya kadar kaydedilen rivayetler ve diğerleri için
bk. Suyûtî, ed-Durru'l Mensur,
IV,
409 vd.
[28] Müslim, İman 240.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/29-32.
[30] Buhâri, Mezâlim 2, Tefsir 11. sûre 4; Müslim, Tevbe
52: İbn Mâce, Mukaddime 13: Müsned, II, 74, 105.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/32-34.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/34-35.
[33] Bundan sonra Kurtubî, ayeti kerimede lafzan geçmeyen
ve anlam itibariyle ona benzeyen "ece-le-me" fiilinin çeşitli
kullanımlarına dair iki satırlık bir açıklamayı el-Cevlıe-rî'detı nnklen kaydetmektedir.
Doğrudan âyetin hıfzı ile ilgisi olmadığından tercümeye gerek görmedik.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/35-37.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/37.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/37-38.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/38-39.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/39.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/39-40.
[40] Hadis olarak tesbit edemedik.
[41] Herakliyııs'un Hz. Peygamber'in İslâm'a davet eden
mektubunu almusı üzerine, oralarda bulunan Ebu Lifyan'n sorduğu pek çok sonıyu
ve Ebi! Süfyan'm verdiği cevaplan ihtiva eden bu hadis için bk. Buhâri,
Bed'u'1-Vahy 6, Cihâd 102, Tefsir 3. süre 4; Müslim, Cihad 14: Müsned, I, 262,
III, 441.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/40-41.
[43] Gerek buradaki gerekse biraz sonra gelecek olan
rivayette ve benzerlerinde sözkonu-su edilen sosyal mevki ve konulara göre
şahıslar hakkındaki değerlendirmeler; İslâm'ın, üstünlüğün biricik öiçiisü
olarak takvayı kabu! eden ilkesiyle bağdaşına maktadır. Bu gibi yargılan,
zaınan ve mekânla sınırlı bir takım değerlendirme ve itibarlar olarak düşünmek
gerekir. Bunların îslâıriî bir değerlendirme olarak algılanmalarına imkan
yoktur.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/41.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/41-42.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/43-46.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/47-49.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/49-51.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/51-58.
[50] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 132'de, el-Husayn b.
Ali'den selen bu rivayetin senedinde yer alan Cubâre b. Muğallis'in zayıf bir
râvi olduğunu: İbn Abbâs yoluyla gelen diğer rivayetin senedinde geçen Nehşel
b. Said in de "metruk" bir râvi olduğunu belirtmektedir. Cubâre için
bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-İt’idâl, I, 387; Nehşel için bk. aynı eser, V, 400.
[51] Bu anlatılanların senet itibariyle güvenilir
olduklarını söylemeye imkân olmadığı gibi buyruğun anlaşılmasında olumlu
herhangi bir paylan da yoktur.
[52] Ancak âyet-i kerîmenin lafzından anlaşıldığı kadarıyla
boğulması gelen dalga ile olmuştur.
[53] Hâkim, el-Müstedrek, II, 342. Ancak hadis iîe ilgili
olarak et-Telhîs"den naklen:’’İsnadı karanlıktır (muzlim), (râvilerinden)
Mûsâ (b. Ya'kub.) ise pek güvenilir bir râvi değildir" denilmektedir.
[54] Süyûrî, ed-Durru'l-Mensâr, IV, 437'de belirtildiğine
göre; İbn Ebî Hatim ve Ebu'ş-Şeyh, Katâde'den şöyle dediğini nakletmektedirler:
"Yüce Allah bu ümmetin ilkleri tarafından görülünceye kadar o geminin
(kalıntılarının) Cezire topraklarında bulunan Cûdî dağı üzerinde kalmasını
sağladı. Halbuki ondan sonra nice gemi yapılmış ve yok olup gitmiştir."
[55] Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesai,
Hayl 14; Müned, III, 103, 253. Müslim'de tesbit edemedik.
[56] Müslim, Birr 69; Tirmizi, Birr 82; Dârimi, Zekât 35;
Muvatta, Sadaka 12; Müsned, II, 386.
[57] Müslim, Cennet 64; Ebû Dâvûd, Edeb 40; İbn Mace, Zühd
16, 23.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/58-68.
[59] Bu hususta burada Kur'ân'dan hareketle verilen
bilgileri istisna edecek olursak; diğer teferruatın sağla in bir dayanağının
olmadığını hatırlatalım.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/68-71.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/71.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/71-72.
[63] Bu anlamdaki hadisler için bk.: Ebû Davûd, Buyu' 77;
Nesaî, Buyu' 1; İbn Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Buyu V 6, Müsned, II, 179, VI, 31,
Al, 127, 162, 173, 193, 202, 220
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/72-74.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/74.
[66] Hadis kaynaklarında pek çok yerde geçen bu hadisin
kaydedildiği bazı yerler: Buhari, Meğâzi 53, Hudûd 23, Ahkâm 29; Müslim, Radâ'
36, 37; Ebû Dâvûd, Talâk 34; Tirmizi, Radâ' 8, Vesâyâ 5; Nesâl, Talâk 48...
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/75.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/75-76.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/76-77.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/77-78.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/78-80.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/80-81.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/81.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/81-82.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/82.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/82.
[77] Muslim, Kader 16; Tirmizî, Kader 18; Müsned, II, 169.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/82-84.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/84.
[80] Bukâri, Rikaak 18, Merdâ 19; Müslim,
Sıfâtu'l-Münafıkîn 71-73..; İbn Mâce, Zühd 20; Dârimi, Rikaak 24; Müsned, II,
235, 256..., III, 52, 327, 362, VI, 125.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/84-85.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/85-86.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/86.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/87.
[85] Burada Kureyş kelimesi ile kabile anlamını
kastettiğinden onu munsarıf olarak kullanmamıştır.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/87-88.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/88.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/89.
[89] Buhâri, Hibe 32; Müslim, Hibât 30, 32; Ebû Dâvûd,
Buyu' 85, 87; Tirmizî, Ahkâm 15, 16; Nesâî, Rukbâ 2, Umrâ 1, 2, 4; İbn Mâce,
Hibat 4; Müsned, I, 250, II, 347, 429, 468, 489, III, 297, 303..., IV. 99, V,
8, 13.
[90] Müslim, Hibât 25; Ebû Dâvâd, Buyu V 85: Nesâi, Umrâ 4;
Müsned, III, 304, 393. Yakın ifadelerle aynı anlamda: Buhârî, Hibe 32.
[91] Buhâri, Hibat 24; Müslim, Hibât 20. 22; Ebû Dâvud,
Buyu 86; Tirmizî, Ahkam 15;Nesâi,Rukba 2,Umrâ 3,Muvatta,Akdiye 43; Müsned, III,294.
[92]
Müslim, Hibât 23; Ebû Dâvûd, Buyu' 86: Müsned, III, 294.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/89-91.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/91-92.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/92-93.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/93.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/94.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/94.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/95.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/95.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/95-96.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/96.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/96-97.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/97.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/97.
[106]
Görüleceği üzere yapılacak açıklamalar yalnızca 69. âyetin bu bölümü ile ilgili
olmayıp 70 ve 71, âyet-i kerimelere dair açıklamaları da kapsamaktadır.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/97-99.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/99-100.
[109] Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 4.
[110] Buhari, Edeb 31, 85, Rikaa 23; Müslim, Lukata 14, 15;
Ebû Dûvûd, Et'ime 5; Tirmizi, Birr 43, İbn Mâce, Edeb 5; Dûrimi, Et'ime 11;
Muvatta', Sıfatu'n-Nebiyy 22; Müsned, III, 37, 64, 76, VI, 385, 386
[111] Buhâri, Edeb 31. 85, Rikaa 23; Müslim, İman 74, 77,
Lukata 14; Ebû Dâvüd, Et'ime 5; Tirmizi, Birr 43, Sıfatu'l-Kıyâme 50; Dârimî,
Et’ime 11; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 22; Müsned, II, 174, 267, 269.., III, 76,
IV, 31, V, 412, VI, 69, 384, 385.
[112] Ebû Dâvûd, Eti’me 5; İbn Mâce, Edeb 5; Müsned, IV,
130, 132, 133.
[113] Buhâri, İcare 16, Tıb, 39; Ebû Dâvûd, Buyû 37, Tıb 19; Tirmizî, Tıb 20; Müsned, III.
2,10.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/100-101.
[115] Tire arasındaki bu ifadelerin konu ile herhangi bir
ilgisi olmadığı açıktır. Nitekim Arapça yayına hazırlayanın da işaret ettiği
gibi, bu ifadeler yalnızca bir nüshada yer almaktadır.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/101-102.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/102.
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/102-103.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/103.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/103.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/104.
[122] Müsned, V, 435
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/104-106.
[124] Buhârî, Nikâh 71, 77, 78, Eşribe 7, Eymân 21; Müslim,
Eşribe 86; İbn Mâce, Nikâh 24; Müsned, III, 498.
[125] Buhârî, Nikâh 77.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/106.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/106-107.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/107.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/107.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/108.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/108.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/108-109.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/109.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/109-110.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/110.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/110.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/110-111.
[138] Yakın manadaki iki hadis için bk.: Ebû Dâvûd, Edeb
131; Tirmizî, İsti’zan 2; Dârımî, İsti'zân 12: Müsned, IV, 439-440
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/111.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/112-113.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/113-114.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/114-116.
[143] Buharî, Cihâd 164, Meğâzî 17; Müsned, I, 288, 463, IV,
293.
[144] İmâd: Nahiv ilminde "fasl zamiri'diye de
bilinir.İkisi de marife olarak gelen mübtedâ ile haberi birbirinden ayırmak
maksadıyla araya getirilen munfasıl ref zamirine denilir. (R. eş-Şertinî,
Mebâdiu'l-Arabiyye, IV, 206 207; A, Gani ed-Dahr, Mu'cemu'l-Kavâidi'l-Arabiyye,
s. 294-295.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/116-120.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/120.
[147] Buhari, Enbiyâ 11, 19, Tefsir 12. sûre 5; Müslim, İman
238; Tirmizi, Tefsir 12. sûre 1; Müsned, II, 322, 326, 346, 384, 389, 416.
[148]
Tirmizî, Tefsir 12. sûre 1.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/121-122.
[150]
Bir kavmi helak etmekle görevli meleklerin, helak edilecekle edilmeyecek olanı
birbirinden ayırd edebilecek bir durunda olacaktan tabiîdir. Dolayısıyla böyle
bir tanıtmaya ayrıca gerek yoktur.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/122-125.
[152] Bu ve bundan sonraki rivayete mana
itibariyle yakın bir rivayet, Hatib el-Bağdâdi ile İbn Asâkir'e atfen,
Kenzu'l-Ummâl, XIV, 226 no: 38500de geçmekte; ancak ravilerinden ikisinin
metruk raviler olduğu belirtilmektedir. (Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısı, IX, 87.
not 8).
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/126-130.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/130-132.
[155] Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği ümmetin mübtelâ
olacağı bir takım hususlar ile bunlara karşılık görecekleri cezaları bildiren
hadisin bir bölümü şöyledir: ...eksik ölçüp tarttıkları taktirde mutlaka
kıtlık, geçim zorluğu ve sultanın (yöneticilerin) onlara zulmü musibeti ile
karşı karşıya bırakılırlar."İbn Mâce, Fiten 22
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/132-133.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/133.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/133-134.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/134-136.
[160] Ebû Dâvûd, Buyu' 48; İbn Mace, Ticârât 52; Müsned,
III, 419.
[161] 'Gerektirici bir sebeb" ayarının kalitesinde
şüphe edilmesi gibi... bir sebeb; diye açıklanmıştır.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/136-137.
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/137.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/137-138.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/138-139.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/139-140.
[167] Hâkim, el-Müstedrek, II, 568.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/140.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/140-141.
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/141-142.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/142-143.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/143.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/143.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/144.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/144.
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/144.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/144-145.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/145.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/145-147.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/147-148.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/148.
[182] Buhârî, Tefsir 11. sûre 5; Müslim, Birr 61; Tirmizî,
Tefsir 11. sûre 2; İbn Mâce, Fiten 22.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/148-149.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/149-150.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/150.
[186] Tirmizî, Tefsir 11. sûre 3;ayrıca A'raf Sûresi'nde
belirtilen yerde hadisin gösterilen kaynaklaklarında benzeri başka rivayetler
de vardır.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/150-152.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/152-153.
[189] Müsned, III, 144.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/153-159.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/158-159.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/159.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/160.
[194]
el-Ferrâ'nın kendisi de: "Bu benim hoşlanmadığım bir şekildir" demektedir.
(Meâni'l-Kur'an, II, 30.)
[195] Burada delil şairin mısra sonlarındaki "be’’
harflerini şeddeli kullanmasıdır.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/160-164.
[197] Müslim, İman 62, Müsned, III, 413, IV, 385; ayrıca bk.
İbn Mâce, Fiten 12; Dârimî, Rikaak 4.
[198] Dârimî, Mukaddime 19. Ayrıca 22'de Kadı Şureyh'in;
23're Abdullah b. Mes'ûd'un sözü olarak.
[199] Tirmizİ, Tefsir 56. sûre
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/165-166.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/166.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/166.
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/166-167.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/167.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/167.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/167-168.
[207] Ebû Dâvûd, Tatavvu' 22; Müsned, V, 388.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/168.
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/168-169.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/169-170.
[211] Müslim, Tahâre 14, 16; Tirmizî, Salât 46; İbn Mâce,
İkametu's-Salât 79; Müsned, II, 359, 414. 484. Burada gösterilen yerlerin kimisinde
rivâyet; "büyük günahlar işlenmedikçe...", kimisinde de: "büyük
günahlardan uzak kalındığı sürece..." anlamındadır.
[212] Tirmizî, Tefsir 11. sûre 4. Gerek bu hadis, gerekse
aynı manayı dile getiren bundan sonraki diğer rivayetler için bk. Buhâri, Mevâkîtu's-Salat
4, Tefsir 11. sûre 6; Müslim, Tevbe 39, 42; Ebû Dâvud, Hudûd 31; Tirmizî,
Tefsir 11. sûre 5-7; İbn Mâce, Zühd 30; Müsned, I, 386, 406, 430, 445, 452; V,
244.
[213]
Tirmizî, Tefsir 11. sûre 4.
[214] Tirmizî, Tefsir 11. sûre 7’de; "garib"
yerine "sahili.'
[215] Tirmizî, Tefsir 11. sûre 7.
[216] Müsned, III, 391.
[217] Müsned, V, 244 yakın anlamıyla.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/170-172.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/172.
[220] Buhârî, Ezan 18, Edeb 27, Ahbâru'l-Âhâd 1; Dârimi,
Salât 42; Müsned, V, 53.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/172-173.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/173-174.
[223]
Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5 sûre 17; İbn Mâce, Fiten 20;
Müsned, I, 2, 5, 7, 9.
[224] Buhârî, Tefsir 50. sûre 1, Tevhid 25; Müslim, Cennet
34, 35; Müsned, II, 276, 314, 507. III, 13, 78.
[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/175-178.
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/178-179.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/179-180.