11/HÛD  SÛRESİ 2

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla : 2

Kur'an'ı Allah İndirdi: 2

Kitap Niçin İndirildi?. 3

Kur'an'ın İndirilişin Diğer Gayeleri Nelerdir?. 4

İlahı Mesaja Sinesini Kapatmak: 5

Canlıların Rızkını Kim Tedarik Ediyor?. 6

Yaratılışın Amacı Nedir?. 7

Kafirler Her Şeyde Bir Tenkit Nedeni Bulurlar: 8

Nankörlük: 9

Peygamberin De Ruhu Daralır: 10

Kur'ân'ı Hz. Peygamber Uydurmadı: 11

Ahirete Karşı Dünyayı Tercih Edenlerin Durumu: 12

Kendilerine Yazık Edenler Ve Kaybedenler: 13

Cennetlikler: 16

İki Grubun Karşılaştırılması Ve Anlatılandan İbret Alınması: 17

Hz. Nuh'un Kıssasına Dönüş: 18

Kavminin Tepkisi: 19

Hz. Nuh'un Cevabı: 20

Hz. Nuh'a Tehdit Ve Onun Cevabı: 21

Peygamber Haber Uydurur Mu?. 23

Hz. Nuh'a Neler Vahyoldu?. 24

Geminin Yapılışı Ve Tufan: 25

Hz. Nuh'un Duası Kabul Edilmedi: 28

Sabrın Sonu Selamettir: 29

Hz. Hûd'un Tebliğ Ettiği İlkeler: 30

Âd Halkının Tepkisi Ve Hz. Hûd'un Cevabı: 32

Siyasi Erkin El Değiştirmesinin Dinamiği: 34

İyilerle Kötülere Neler Oldu: 35

Salih Peygamber Ve Semud Kavmi: 36

Hz. İbrahim'in Olgusu: 41

Hz. Lut'un Olgusu: 45

Hz. Şu'ayb'ın Olgusu: 49

Hz. Musa'nın Olgusu: 57

Vird Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 59

Hud Suresinde Peygamberlerin Olguları Niçin Anlatıldı?. 59

Ceza Caydırıcı Olmalıdır: 61

Cennet Ve Cehennem Ebedi Midir?. 63

Ataları Taklit: 66

İhtilaf Şüpheye Götürür: 68

Emrolunduğu Şekilde Dosdoğru Olmak: 69

İyilikler Kötülükleri Giderir: 73

Her Toplumda İyiliği Emreden Ve Kötülükten Alıkoyanlar Olmalı: 75

Bütün İnsanlar Neden Bir Tek Ümmet Değildir?. 77

Peygamberlerin Olguları Niçin Anlatılıyor?. 79

Hûd Sûresinden Çıkaracağımız Genel İlkeler: 81


11/HÛD  SÛRESİ

 

Mekke'de indirilen ve 123 âyetten teşekkül eden Hûd sûre­si "kitap" kavramı ile başlaması bakımından Bakara, A'râf ve Yûnus sûrelerinin bir devamı mahiyetindedir. Kitapla başlayan sûrelerin temel özelliklerinden biri, geçmiş peygamberlerin du­rumlarını ele alması, sosyal olgularla eğitim yapmasıdır. Geçmiş peygamberlerin durumlarını ele alması bakımından bu sûre, Ba­kara, Nisa, Mâide, A'râf ve Yûnus sûrelerine bağlı durumdadır. Bakara'dan başlayan bu anlatım Hûd sûresinde yoğunlaşmakta, derinlere inmekte ve daha detaylı bir şekil almaktadır.

Nankörlüğü ele alması bakımından Hûd sûresinin merkezi konusunu 117. âyeti teşkil etmektedir. Bir toplumun, kendisini kötüden iyiye doğru değişime tabi tutar da, birbirlerine dürüst davranmaya başlarlarsa helak olmayacaklarını bu âyet bildirmek­tedir.

Helak olan toplumların, helak olma sebeplerini verdikten sonra bu âyetin gündeme getirilmesi, bozulan toplumsal dengele­rin tekrar düzelebileceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla iyiden yana değişimin helaki önleyeceğine bu sûrede dikkat çekilmek­tedir.

Bakara sûresinden başlayan peygamberlerin olgularının an­latımı bu âyette çözüm kanunu ile noktalanmaktadır.

Hûd sûresinin başka bir özelliği de 112. âyetinde gelen e-mirle Hz. Peygamberi ihtiyarlatmış olmasıdır. Sûrenin, "O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğu gibi dos­doğru ol! Aşırı gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir" mealindeki bu âyeti Hz. Peygamber'i çok etkilemiş ve dinin en önemli, önemli olduğu kadar da zor olan konusunun istikamet üzere yaşamak olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu emri bağrında barındırması ile de Hûd sûresi Şûra sûresinin 15. âyeti­ne bağlıdır.[1]

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla :

 

Kur'an'ı Allah İndirdi:

 

1. Elif, Lâm, Râ. Bu, hikmet sahibi ve her şeyden ha­berdar olan Allah tarafından âyetleri önce sağlam kı­lınmış, sonra da detaylandırılıp açıklanmış bir kitap­tır.

a) "Elif, Lâm, Râ." Huruf-i Mukatta'a diye adlandırılan bu ke­limelerin ne olduğu konusunu Bakara sûresinin başında açıklamıştık. O açıklamadan hareket ederek diyebiliriz ki, bu harfler Hûd sûresinin dos­yasının şifreleri durumundadır. Bilgisayara bir kitabı dosyalıyorsunuz, sonra o dosyanın şifrelerine girip dosyayı önünüze getiriyorsunuz. Hûd sûresinin başındaki bu harfler de Hûd sûresinin tamamını içine alan dos­ya durumundadır. Demek ki bu harflerden teşekkül eden dosyanın açılı­mı Hûd sûresi olmaktadır.

b) "Bu bir kitaptır ki, âyetleri önce sağlam kılınmış sonra detaylandırılıp açıklanmıştır." Yûnus sûresinin birinci âyetinde Kur'ân'in "hakim" sıfatı gündeme getirilirken, aynı kelimenin burada meçhul fiil kalıbı kullanılmıştır. Hakîm, "hikmet­li, sağlam, kendisi ile hükmolunan, hükmü kesin olan" anlamına gelmek­tedir. Bu kelimenin meçhul fiil kalıbı olan uhkimet, "sağlamlaştırılmış, boşluktan uzak olan, bozulma ihtimali olmayan, muntazam, yüce hikmetleri içeren, hikmet nizamı ile düzenlenmiş" anlamına gelmektedir.

Râzî bu kavramın anlamını şu şekilde açıklamaktadır:

i. Âyetleri çok sağlam, herhangi bir bozukluk olmayacak şekilde âyetleri düzenlenmiş demektir.

ii. İhkâm, bir şeyin bozulmasına mani olmak, bozulmanın önüne geçmektir.[2].

Âyetlerinin muhkem olması, onlarda tutarsızlığın olmadığı, onlara bâtıl ve sahte fikirlerin girip karışamayacağı anlamına gelmektedir. Ay­rıca İbn Abbâs'a göre muhkem kitap, âyetlerinin, kendisinden sonra bir kitap tarafından neshedilemeyeceği, yani kaldırılamayacağı anlamına da

gelmektedir.

Âl-i İmrân 7'de Kur'ân'ın muhkem âyetleri Ümmü'l-Kitâb yani "ana yasa" olarak tanımlanmaktadır.

Fussılet kelimesi, "detaylı bir şekilde açıklanmış" anlamına gelmektedir. Tafsil de, "bir şeyi, bir konuyu, bir ibareyi parçalara böle­rek, analizini yaparak açıklamak"tır. Parçalara bölmek, analiz etmek demektir. Meselâ, bizim tefsir metodlanndan biri ve en önde geleni, â-yetlerin analizini yaptıktan sonra senteze gitmektir. sümme fussılet demek, "Kur'ân'in âyetlerinin parçalara ayrılarak yani derinle­mesine ve detaylı bir şekilde açıklanması" demektir.

c) "Hakîm ve herşeyden haberi olan (Allah) tara­fından." Âyetin bu kısmında geçen ledün kelimesi "tarafından" an­lamına gelmektedir.

Ledün kelimesi Kur'ân'da:

i. Rahmetle beraber Âl-i İmrân 8'de geçmektedir: "Rabbimiz: Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin." İşte burada ledünke rahmeten ifadesi yer almakta ve ma­nası "tarafından rahmet" demektir.

ii. Çocukla beraber geçmektedir. "Tarafından bana bir veli (oğul) ver" (Meryem 19/5). Burada geçen ledünke veliyyen, "ledunni çocuk" demektir.

iii. İlimle beraber kullanılmaktadır. "Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik" (Kehf 18/65). Burada da ledünnâ ilmen "ledünnî ilim"

olarak geçmektedir.

iv. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd l'de de Kitâbla beraber

geçmektedir. O zaman buna "ledünnî kitap" yani Allah tarafından indi­rilmiş kitap diyebiliriz. Ayrıca muhkem kılınmış, detaylandırılıp açık­lanmış fiilleri ile de birleştirilebilir. Bu durumda Kur'ân, Allah tarafın­dan sağlamlaştırılmış, sonra yine onun tarafından detaylandırılıp açık­lanmış bir kitap anlamına gelmiş olmaktadır.

v. Temiz nesille beraber kullanılmaktadır: "Orada Zekeriyya, Rabb'ine dua etti. 'Rabbim! Bana zaafından hayırlı bir nesil bağışla' dedi" (Âl-i İmrân 3/38). Ledünke riirriyyet ifadesi de burada geçmektedir.

vi. Yardımcı ile beraber geçmektedir: "Bize katından bir yardımcı yolla" (Nisa Ali5). Burada da ledünnî yardımcı terimi yer almaktadır.

vii. Mükafatla beraber geçmektedir: "Kendisinden de büyük mükafat verir" (Nisa 4/40). Ledünnî mükâfat terimi de burada geçmektedir.

Demek ki Kitap yani Kur'ân, hakim ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri muhkem kılınıp detaylandırılıp açıklanmış ve indirilmiştir. Bu kadar detaylı bir şekilde açıklanan kitapta hala müşkil âyet var demek, Kur'ân'a hakarettir. Buradan hareketle Kur'ân'ı tam anlayıp açıklayamayan beyinlerin de var olduğu anlaşılmaktadır.

Fussılet kelimesinden anlıyoruz ki, Kur'ân kendi kendini açıkla­maktadır. Çünkü onun Yüce Allah tarafından detaylandırılıp açıklanma­sı, Kur'ân'a kendi kendini açıklama özelliğini vermekle gerçekleşmek­tedir.

Diğer taraftan insanlar tabiat kanunlarını bulup açıkladıkça Kur'ân'ın manaları da genişlemektedir. O zaman Yüce Allah'ın detay-landırıp açıklaması olan fussılet eylemi devam etmektedir. Yüce Al­lah'ın, çalışan insanlara ilham ederek onlar da bilimsel bilgide mesafe aldıkça, Kur'ân daha derinlemesine anlaşılmaktadır. Böylece bu anlayışı da Yüce Allah temin etmektedir.

Kısaca şu neticeye ulaşıyoruz: Kur'ân denen ilâhî kitap, kendisine sahte fikirlerin, bâtılın sızması mümkün olmayacak kadar sağlam; hiç bilinmeyen bir nokta bırakılmayacak kadar da detaylı bir şekilde Allah tarafından açıklanmış bir kitaptır.

Fussılet kelimesinin başında gelen e sümme bağlacında hem za-mandaşlık hem de gelecek zaman ile ilgili bir anlam yakalamamız müm­kündür. Eğer gelecek zaman manası var ise, o zaman açıklama bir süreç niteliğinde devam etmektedir, denebilir.[3]

 

Kitap Niçin İndirildi?

 

2. 'Allah 'tan başkasına kesinlikle kulluk etmeyin. Şüp­hesiz ben size Allah 'tan gelen bir uyarıcı, bir müjdeci­yim. '

Bu âyetin analizinden elde edeceğimiz bazı neticeler olacaktır:

1. "Başkasına değil, yalnız Allah'a kulluk edin." Bu âyeti, birinci âyete bağlı olarak düşünür ve ele alırsak, kitabın neden indirildiğini anlamış oluruz. Kitabın indiriliş nedeni ya da Kur'ân'ın amaçlarından biri veya görevi şirkle mücâdele verip tevhîd inancını in­sanların gönlüne indirmektir. Âyetin IJİLİ; Vt ellâ ta'budû kısmı, şirki birtarafa itmekte; illellâh kısmı da tevhîd inancının temeli olmaktadır.

"Başkasına değil" buyurulurken, Allah'tan başka varlıkların tanrı olamayacağı; "yalnız Allah'a kulluk edin" emri ile de tevhîd inancının eğitimi verilmektedir. Bu öğreti Kur'ân'ın ve daha önceki kutsal kitapla­rın gerçekleştirmek için gönderildikleri esas misyonun da ifadesidir.

Hûd sûresinin devam eden âyetlerinde anlatılan geçmiş peygam­berlerin olgularının özünde hep bu şirkle mücâdelenin olduğu görülecek­tir. İnsanı nefis tanrısının veya şeytan tanrısının ya önde olan insanların tann edinilmesinin veya putların tanrı kabul edilmesinin elinden kurtar­mak Kur'ân'ın birinci görevi olmaktadır. Bu açıdan bakınca tehvid inan­cının bir çeşit insanın kurtuluşu anlamına geldiği görülecektir.

Kur'ân'ın muhkemliği, yani sağlamlığı ve derinlemesine açıklan­ması buradan başlıyor. Kur'ân şirke hiç açık kapı bırakmaması bakımın­dan muhkem, yani sağlam; tevhîd inancını net bir şekilde ortaya koy­ması ile de mufassaldır, yani açıklanmıştır.

2. "Şüphesiz ben size Allah'tan gelen bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim." Âyet şirk ve onun karşıtı olan tevhîd inancını ele aldıktan sonra, ikinci konu olarak peygamberlik müessesesini gündeme getirmektedir.

Hz. Peygambere Allah'tan gönderildiğini söyletmekle "hak" oldu­ğunu ispatlamaktadır. Diğer taraftan onun uyarıcısı ve müjdeleyici gö­revlerini belirleyerek de, dinin kendisine hiçbir şey katmadığını, dini onun koymadığını, Kur'ân'ı onun yazmadığını ifade etmektedir. Âyetin birinci bölümünün başında şirk olduğu için, uyarıcı olması öne geçmiş; tevhîd inancı sonra geldiği için de müjdeleme görevi sonra gelmiştir. Böylece Hz. Peygamberin görevlerinin sırasının, âyetin birinci bölü­mündeki sisteme göre olduğunu söyleyebiliriz.

Demek ki Hz. Peygamber, şirkin getireceği tehlikeleri anlatması bakımından uyarıcılık görevini; tevhîd inancının getireceği ödülü söyle­mesi bakımından da müjdeleyicilik görevini yapmış olmaktadır.[4]

 

Kur'an'ın İndirilişin Diğer Gayeleri Nelerdir?

 

3. Ve Rabb'inizden af dileyesiniz ve O'na tövbe edesi­niz ki, sizi belirtilmiş bir süreye kadar güzelce yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım.

4. Dönüşünüz Allah 'adır. O her şeyi yapacak güçtedir.

Önceki âyette şirkten sıyrılıp tevhîde inanmayı ve Hz. Peygambe­rin görevlerini belirledikten sonra 3-4. âyetlerde de Kur'ân'm gönderil­mesinin diğer amaçları tespit edilmektedir.

1. "Ve Rabb'mızdan af dileyesiniz ve O'na tövbe edesiniz ki, sizi belirtilmiş bir süreye kadar güzelce yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." Bu âyetin benzerini Hz. Nuh'un tebliğinde de buluyoruz. Hz. Nûh kendisinin apaçık bir uyarıcı olduğunu söyledik­ten sonra kavmine, Allah'a kulluk etmelerini, O'na karşı gelmekten sa­kınmalarını ve kendisine itaat etmelerini söylemişti (Nûh 71/2-3).

Bu söylediklerinin neticesi ne olacaktı? "Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin" (Nûh 71/4).

Çok ilginçtir yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 3 ile Nûh sûre­sinin 3 ve 4. âyetleri arasında istiğfar ile tövbe ve ecelin uzaması konu­sunda bir bağlantı kurulmaktadır. Bunu nasıl açıklarız? Allah'a kulluk, O'ndan sakınmak, peygamberlere itaat Hz. Nûh tarafından öne sürülür­ken, Hûd sûresinin bu âyetlerinde de Allah'a kulluk, af dileme ve tövbe öne sürülmektedir. Bütün bunların toplamı toplumun yıkılışını önleyip toplumsal ömrü bir süreye kadar erteletmenin dinamikleri olmaktadırlar.

Demek ki, şirkten tevhîd inancına geçişteki değişim; af dileme ve tövbe etme gibi günah ve yanlıştan iyiye geçişteki değişim, topluma Allah'ın can vermesini temin etmektedir. Gönül ve davranışlardaki değişim toplumun hayatına can katmakta ve ömrünü uzatmaktadır.

Kur'ân, yanlış yolda olanlara af dileme ve tövbe edip Allah'a yö­nelme fırsatını vermek ve bu konuda gerekli olan değişimi gerçekleştir­mek için yani, insanları, şirkin ve yanlış davranışların karanlığından  almak için Allah tarafından indirilmiştir.

Bu değişimi gerekleştirebilmek için de şu esas ileri sürülmektedir: "Allah sizi tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin."

Yüce Allah, şirkten tevhîde ilerleme noktasında davranışlardaki değişimi gerçekleştirmeyi değerlendirirken bunu gerçekleştirbilenlere güzel bir hayat yaşatmayı ödül olarak vereceğini söylemektedir. Bu ö-dül, aynı zamanda hem ilk muhatapları hem de daha sonraki nesilleri teşvik eder mahiyettedir. Belli bir vakte, yani belirlenmiş bir ecele kadar güzel bir hayattan faydalandırmak ile tevhîd inancı, istiğfar ve tövbe arasındaki ilişki madde ile mananın arasındaki ilişkiyi öğretmektedir.

Allah, her fazilet sahibine de faziletinin karşılığı verecektir. Çünkü âyette geçen el-fadl kelimesi, "erdem" anlamına gelmektedir. Demek ki, günahlarını itiraf edip af dilemek ve Allah'a yönelip tövbe etmek bir fazilettir, yani bir erdemdir. Yüce Allah her erdem sahibine erdeminin karşılığını verecektir. Hûd sûresinin 52. âyetinde af dilemek ile bereket, sosyal ve ekonomik güç arasında şöyle bir bağlantı kurulmaktadır: "Ey kavmim! Rabb'inizden af dileyin, sonra da O'na tövbe edin ki, üzerinize yağmurunu bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek yüz çevirmeyin." Aynı ifadenin bir benzeri Nûh sûresinde yer almaktadır: "Dedim ki: Rabb'inizden af dileyin. Çünkü o çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın. Size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın" (Nûh 71/10-12).

Demek ki, insanların erdemli bir hayat yaşamaları, ekonomik ba­kımdan bereketi, siyâsî gücü ve nüfus gücünü onlara getirmektedir. Yu­karıda zikredilen âyetlerin tamamı Hz. Nuh'un ifadesini hikaye etmekte­dir. Allah'ın, bunları bize anlatmasının sebebi, her çağın nesline ışık tutması, işlenen kötülüklerin ve günahların bereketi ve siyâsî gücü önle­diğini belirtmektir. Kötüden iyiye geçişteki değişimin getirişi de bereket ve siyâsî güç olmaktadır. Demek ki, erdemli yaşantının sonucu ekono­mik ve siyâsî güç olmaktadır.

Erdemli insanın erdeminin karşılığı ekonomik ve siyâsî güç ol­maktadır. Erdemli toplumlar da, insanlığa akıl verecek, erdem ihraç ede­cek kadar onurla ödüllendirileceklerdir.

2. "Eğer yüz çevirirseniz, bensizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım." Âyetin bu
kısmına kadar teşvik yer alırken, bu kısmında da caydırıcılık gündeme getirilmektedir.

Burada Yüce Allah, peygamberlik ahlâkının en ince noktasını bize anlatmaktadır ki bu nokta: "Başkasının derdi ile ilgilenmek, başkasının başına gelecek azaptan dolayı korkmak, endişe içinde olmak; başkasını düşünmek" şeklinde özetlenebilir.

Bu ahlâkî incelikten hareket ederek din görevlilerinin de, insanla­rın yanlış yaparak Allah'ın kitabından, O'na tövbe emekten yüz çevire­rek düşecekleri ve görecekleri azaptan korkmaları, o insanları düşünme­leri gerekir. Bunu görev edinmeleri onların erdemini artıracak ve giderek insanların doğru yola gelmesinde de etkili olacaklardır.

Af dilemeye ve tövbe etmeye sırtını dönmenin âhiret uzantısı ol­duğunu bu âyetten öğreniyoruz. Af dilemek ve tövbe etmenin insana getirdiği erdem ve bu erdemin karşılığı olarak alınan ödüle sırt çevirme­nin ağır cezası olacaktır.

3. "Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O, her şeye kadîrdır." Bu âyet, ikinci ve üçüncü âyetlerin sonucunu ver­mektedir. İkinci âyette Allah'tan başkasına kulluk etmemek, peygamberi uyarıcı ve müjdeleyici olarak tanımak; üçüncü âyette Allah'tan af dile­mek, O'na yönelip tövbe etmek gibi önemli değişimlere sırtını dönme­mek konuları işlenmiş ve bunun için şu iki hususun insanın beyninde ve gönlünde bulunması gereği üzerinde durulmuştur: Âhiretteki azap ve Allah'a dönüş.

Kur'ân pek çok âyetinde Allah'a dönüşün olacağını açıklarken Yûnus sûresinde ve diğer sûrelerde Allah'a kavuşmak ele alınmaktadır. Her iki ifade aynı neticeye varmaktadır. "Allah'a dönüş", âhirette imanın önemli bir boyutunu teşkil etmektedir. Mü'minin Allah'a döneceğine inanmasının en önemli dünyevi neticesi, belalara karşı sabrını kuvvet-lendirmesidir. Bu durumu Bakara 155-156. âyetlerde buluyoruz. 155. âyette Yüce Allah mü'minleri, korku, açlık, mal, can ve ürünleri noksan-laştırmakla imtihan ettiğini buyurmakta ve o âyetin sonunda sabredenle­rin müjdelenmesini emretmektedir.

Sonra 156. âyette bu sabretmenin nasıl gerçekleştirileceği sorusu cevaplandırılmaktadır: "O sabre­denler, kendilerine bir bela geldiği zaman: 'Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz' derler." Belalara karşı ezilmemek, sabretmek için insa­nın aidiyet hissini ifade ederek Allah'a ait olduğunu söylemesi ve ardın­dan Allah'a döneceğine dair olan inancını itiraf etmesi sabrı ayağa kal­dırmaktadır.

"Allah'a döneceğine" inanmak en büyük iç disiplini meydana ge­tirmektedir:"Ve Rabb'lerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yaparlar" (Mü'minûn 23/60). Rabb'lerine döneceklerine dair iman ve düşünceleri onların işlerinde doğru ve âdil olmalarını, haksızlık yapmamalarını te­min etmektedir. Bu iman, kalbi iş anında titretecek kadar etkili olmakta­dır.

Yüce Allah, Bakara 45'de inananların sabır ve namazla Allah'tan yardım dilemelerini emretmektedir. Bu yardım dilemenin, kalbi ürperen­lerin dışındakilere ağır geleceğine işaret edilmektedir.

Kimlerdir o kalbi ürperenler? sorusunu Yüce Allah Bakara 46. â-yette cevaplandırmaktadır: "On'ar

kesinlikle Rabb'lerine kavuşacaklarım ve O'na döneceklerini düşünen ve buna inanan kimselerdir." Allah'a kavuşacağına ve O'na döneceğine inananların kalpleri ürperecek ve böylece sabır ve dua ile Allah'tan yar­dım isteyeceklerdir. Çünkü onlar biliyor ve inanıyorlar ki mahşerde Al­lah'a dönüldüğünde ihtilaf edenleri, Allah onlara haber verecek, yapılan bütün işleri onlara bildirecektir (Zümer 39/7).

Bütün bu âyetleri Hûd 4'e getirirsek, Allah'a dönüşe inanmak ve bu imanı gönüle yerleştirmenin en önemli sonucu, insanın işlerinde bir iç disiplini meydana getirerek yanlış ve adaletsizlik yapmasını önlemektir. Bir gün Allah'a döneceğini ve Allah'ın da, yaptıklarını kendine haber vereceğini bilerek ve ona inanarak iş yapan insanın bilerek haksızlık, noksanlık yapması mümkün müdür? Böylece imandan davranışlara gi­den disiplin duygusu budur. Bu inancı oluşturmak, polis ve askerin işini azaltacaktır.

Bu dönüşü gerçekleştirecek olan Allah'ın her şeye gücü yetmekte­dir. Bu sonsuz güce inanan mü'min, dönüşün gerçekleşeceğine de inanır ve ona göre işlerinde kendini disipline eder.[5]

 

İlahı Mesaja Sinesini Kapatmak:

 

5., on/ar O'ndan gizlenmek için sinelerini bükerler. Yine iyi bilin ki, onlar örtülerine büründükle-ri zaman dahi (Allah onların) içlerinde gizlediklerini ve açığa vurduklarını hep bilir. Çünkü O, sinelerin ö-zünü bilendir.

Bu âyetin içeriğinden anlıyoruz ki, kâfirlerin Kur'ân'a karşı takın­dıkları bu olumsuz tepkinin bir benzerini de kavmi Hz. Nuh'a göstermiş­ti. Âyetin analizini yaparken bunlara işaret edilecektir.

1. "İyi bilin ki, onlar O'ndan giz­lenmek için sinelerini bükerler." Kimdir bu sinelerini, yani göğüslerini bükenler? Âlimlerin bir kısmı bunların "münafıklar", bir kısmı da "kâfir­ler" olduğunu ifade diyorlar. Bu sorunun cevabını Hûd sûresinin 3. âyetinde geçen "Eğer yüz çevirirseniz" ifadesi ile vermemiz mümkündür. Yüzünü çevirenler, Allah'a eş koşan, Hz. Peygamber'in peygamberliğini kabul etmeyen, Allah'tan af dilemeyen, O'na yönelip tövbe etmeyenler­dir. Bunları tek kelime ile ifade etmeye kalkarsak bunlar "kâfirlerdir" diyebiliriz.

Peki kâfirler kime karşı sinelerini büküyorlardı? "O'ndan" ifade­sinden, Allah kasdedilmiş olabilir. Ama büyük bir ihtimalle Hz. Pey­gamber ve onun getirdiği mesaj olabilir. Allah'ın mesajına karşı kendile­rini kapalı tutanlar kâfirlerdi. Sinesini bükmek, kendini ona kapalı tut­mak, gönlünün ve beyninin kapılarını ona kapamak anlamına gelmekte­dir.

Dikkat edilirse ondan gizlemeleri için sinelerini bükme eylemini insan yapmaktadır. İnsan bu konudaki eylemini kendisi gerçekleştirmek­tedir. Bükme ve gizleme eylemlerinin sahibi insan olmaktadır. Çünkü Yüce Allah insanın kalbini kendi mesajına karşı kapalı tutmaz.

Demek ki, kâfirler Allah'ın kitabına, yani mesajına karşı kapalı ve duyarsız kalmaktadırlar.

2. "Yine iyi bilin ki, onlar örtülerine büründükleri zaman dahi (Allah onla­rın) içlerinde gizlediklerini ve açığa vurduklarını hep bilir. Çünkü O, sinelerin özünü bilendir." "Örtülerine bürünmek" şeklindeki davranışı Hz. Nuh'un toplumunda da görüyoruz: "Gerçekten de, günahlarını bağış­laman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tı­kadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler ve kibirlendikçe kibirlen­diler" (Nûh 71/7).

Elbiselerini üzerine alıp bürünmeleri şeklindeki anlatım, kalpleri­nin yani sinelerinin ilâhî mesajı duymaması ve görmemesi için sarf ettik­leri çabanın mecazi anlatımıdır.

Bunun ne anlama geldiğini şu âyetlerle açıklayabiliriz"Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık

vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen istediğini yap, biz de yapmaktayız" (Fussılet 41/5). İşte sinesini bükmek ve elbisesine bürünmenin anlamı, kalbin kapalılığı, kulakların manevi sağırlığı ve araya manevi perdenin girmesidir.

"Onlar, Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler kilitli midir?" (Muhammed 47/24). Kalplerin Kur'ân'a kilitlenmesi Hûd sûresinin 5. âyetinde sinenin bükülmesi ve elbiseye bürünmek olarak ifade edilmektedir.

Bütün bunlardan netice olarak şunu anlıyoruz: Hz. Peygamber dö­nemindeki kâfirler, hem ilâhî mesaj olan Kur'ân'a hem de Hz. Peygam­bere olumsuz tepkiler gösteriyorlardı. Bu tepkinin merkezi gönülleri, yani kalpleri ve sineleri idi. Beyin ve gönüllerini gerçeklerden çeviriyor, onlara açık yol ve kapı bırakmıyorlardı. Beyinlerinde ve gönüllerindeki inkâr psikolojisi bütün idrak ve anlayış yollarını perde ile tıkatıyordu.

Ama onlar "gizlediklerini ve açığa vurduklarını sinelerin özünü bi­len Allah'ın bildiği" gerçeğinden mahrum olduklarından dolayı bunu yapıyorlardı.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah insanı içten ve dış­tan kuşatmaktadır. Bu bilgi, din eğitimcileri tarafından insanların beyni­ne kazınmalı ve iman haline dönüştürülmelidir. Aynı zamanda din eği­timcileri ve görevlilileri, her çağın insanında Kur'ân'a karşı sinelerini bükenler, gönüllerini kapatanlar, kulaklarını tıkatanlar ve kalplerine kilit turanlar, hatta bu psikolojik durumlarını eyleme dönüştürenlerin de bu­lunabileceğini hatırlarından çıkarmamalıdırlar.

Onların bu olumsuz tepki ve tavırlarına aldırış etmeden, yılmadan korku psikolojisine ve ümitsizliğe düşmeden göreve devam edilecektir. Herkesin tevhîd inancına sahip olduğu bir ortamda eğitim yapmak maha­ret değildir; kâfirlerin bulunduğu bir ortamda görev yapmak esas maha­rettir.

Burada önemli olan, Allah'ın kitabını iyi bilmek, onun mesajım ve odunu iyi kavrayıp kendi benliğine sindirmektir. Kendi sinesi, beyni ilâhî mesajdan boş olan, başkasının bükülen sinesini ve kapalı olan kal­bini açamaz.[6]

 

Canlıların Rızkını Kim Tedarik Ediyor?

 

6. Ve yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah 'a bağlı olmasın. Ayrıca O, her canlının bu­lunduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Bü­tün bunlar apaçık bir kitapta yer almış bulunmaktadır.

Bu âyet bir önceki âyetin son kısmının devamı durumundadır. Yü­ce Allah'ın insanı içeriden ve dışarıdan ilmi ile kuşatması sadece insana ait değildir; O'nun bu konudaki bilgisi bütün canlıları kapsamına almak­tadır.

1. "Ve yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a bağlı olmasın." Âyetin bu kısmındaki juîi dâbbe kelimesi, "kımıldama, debelenme" anlamına gelen ı_~ui debîb kelimesinden türemiş bir isimdir. Bu kelime ruh taşıyan her canlı için kullanılır. Kelime bütün canlıları içine almaktadır. İnsandan tutunuz bir ağacın kovuğundaki en küçük böceğe, hatta mikroba, yani virüs, parazit, bakteri, mantar, protozonlar ve sproketlere varıncaya kadar.

Bütün canlıların beslenmesi Allah'a aittir; yani ona bağlıdır. Her canlı aynı gıda ile beslenemeyeceğine göre Allah, farklı azıklarla onlara hayat vermektedir. Ne kadar canlı türü olduğunu bizim bilmemiz şu an­daki bilimin seviyesine göre mümkün değildir. Her canlı türüne farklı

beslenme rızkını veren varlık, Allah'tan başkası olamaz. Yüce Allah, bütün debelenen canlılara öylesine bir beslenme programı uyguluyor ve önlerine sofrayı kuruyor ki bu esrarengiz oluşumdan hareket eden insan aklı, Allah'a varabiliyor.

Gözle görülemeyecek kadar küçük olan virüs, parazit, bakteri, mantar gibi canlıların yaşamı için gerekli olan rızkı da Allah vermekte­dir. Bu rızkı başkasının vermesi mümkün olmadığına göre, Allah'tan başkasına da tanrılık sıfatı verilemez. Yeryüzünde debelenen bütün can­lılara rızkını bulma yeteneğini Yüce Allah vermiş, yeryüzünde büyük sofra kurmuş, her canlının yapısına uygun rızkı da onun üzerine koy­muştur. Canlılar bu sofrada kendi azıklarını bulup beslenme yetenekle­rini de Allah'tan almışlardır.

2. "O, her canlının bulunduğu yeri' ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Bütün bunlar apaçık bir kitapta yer almış bulunmaktadır." Âyetin bu kısmında geçen el-müstekarr ve el-müstevde' kavramlarının açıklaması En'âm 98'de yapılmıştır. Geniş açıklama için oraya bakılabilir. Biz bunlara burada "karar kıldığı yer" ve "emanet edildiği yer" manasını vermekle yetineceğiz.

Burada önemli olan konu ilâhî bilgi ile canlıların mekânı ve ema­net edildikleri yer arasındaki ilişkidir. İnsanın geldiği yeri düşünürsek, babanın spermi ile annenin yumurtası olduğunu görürüz. Bu sperm ve yumurta nereden geliyor? Biraz daha geriye gidersek çok esrarengiz bir yol izlendiğinin farkına varırız. Bir de virüs gibi mikrobun yaşadığı bir yer ve onun faaliyet gösterdiği bir alan vardır.

Mikropların bile yaşadığı yer ile faaliyet gösterdiği alanı bilen Al­lah'tır. O mikropların yapısını, yaşadığı ve faaliyet gösterdiği alanları bilimsel araştırmalarla keşfediyoruz ama "bu nasıl oluyor?" sorusunun cevabını ancak Allah biliyor.

Her canlının bir müstekarrı olduğu gibi her haberin de bir müstekarrı vardır. En'âm 67'de haberin müstekarrı geçmektedir. "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman (ve mekân) var-dır. Yakında bileceksiniz." Bu âyete Muhammed Esed şu manayı ver- mektedir: "Allah'tan gelen her haber belli bir süreç içinde gerçekleşir. Ve siz zaman içinde hakikati anlayacaksınız."

Eğer Muhammed Esed'in müstekarr kelimesine verdiği "gerçek­leşme süreci" anlamından hareket edersek, 'her canlının bu dünyada geçireceği hayat sürecini, yani yolunu ve sonra emanet edileceği yeri de Yüce Allah bilmektedir' diyebiliriz.

Bütün bunlar apaçık, yani açıklayıcı bir kitapta bulunmaktadır. Bu âyete göre canlıların beslendikleri rızık, onların bulundukları yerin ve emanet edildikleri yerin hepsi bir kitapta yer almaktadır. Bu kitap harfgi kitaptır? Âlimler bunun "levh-i mahfuz" olduğunu söylemektedirler. Her şey Allah'ın, kâinatı yaratıp içindeki bütün canlıların planını yaptığı ki­tapta, yani Allah'ın ilminde mevcuttur.

Buradaki "kitap" kelimesi bize projesiz bir işin yapılamayacağını öğretmektedir. Üretilecek her şeyin bir kalıbı, o kalıbı belirleyen bir pro­jesi olmalıdır yani, işler gelişigüzel değil de, bir plana göre yapılmalıdır. İşte kader denen şey bu proje olmaktadır.

Allah Te'âlâ önce kaderi belirliyor, sonra onu tatbikata koyuyor. Kainatın düzeni ve canlıların nizamı bu kitaba, kadere göre Allah tara­fından gerçekleştirilmektedir.

Şimdi Yûnus 3'e dönersek şu soruyu sorabiliriz: Canlılar ve özel­likle insanlar için gerekli olan her şeyin yazılı olduğu kitaptan kaçmak, ona sırtını dönmek mümkün olmadığı halde, onun Kur'ân denen kitabına nasıl sırt dönülebiliyor?

Allah'ın verdiği nimete sırt dönülmediği halde, emirleri ve yasala­rını ihtiva eden mesajına nasıl sırt çevrilebiliyor? Bu soruları sorarak insanların beyninde şok oluşumlar meydana getirmek din eğitimcilerinin görevidir.[7]

 

Yaratılışın Amacı Nedir?

 

7. Gökleri ve yeri altı evrede yaratan Allah'tır. Ve o-nun kudret tahtı suyun üstündeydi. Hanginizin davra­nışça daha iyi olduğunu tesbit etmek için sizi imtihan etmektedir. Eğer sen: 'Ölümden sonra diriltileceksi­niz ' desen, kâfirler hemen: 'Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir,' diye karşılık verirler.

Âyetin analizi ile çıkartacağımız önemli neticeler vardır:

1."Gökleri ve yeri altı evrede yaratan Allah'tır." "Altı evre" diye tercüme ettiğimiz kısım "altı gün" olarak geçmektedir. Altı gün, haftanın günleri şeklinde'anlasdmamalıdır. Bu anlayış

Hıristiyanların anlayışı olur ki tamamen yanlışrr Buradaki "gün" kavramı, zaman evresini ifade

etmektedir. Kainatın yiratılışındaki evreleri tesbit ederken, jeologlar 4 zamanı bulmuşlardır. Araştırmalar devam ettikçe bunun altı zaman evresi olduğunu da bulik ardır.

2."Onun kudret tahtı suyun üstündeydi." Âyette arş olarak geçen kelimeyi biz "kudret tahtı" olarak tercüme ederken

M-nammed Esed'in mealini esas aldığımızı söylemeliyiz.

Şimdi Enbiyâ sûresinin 30. âyetine gidersek, orada bütün canlıların sıçan yaratıldığı ifade edilmektedir. Demek ki canlıları yaratmada ilâhî cjiret "su"da cereyan ediyordu. Yüce Allah, H2 O denen suyu canlıların

kökeni olarak takdir etmiş, sudan canlıya geçişteki kudretini açıklamış­tır. Biz Allah'ın kudretinin suyun üstünde olmasını, canlıların kaderinin oradan başlattığı şeklinde de yorumluyoruz.

3. "Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu tesbit etmek için sizi imtihan etmektedir." Mülk sûresinin ikinci âyetin­de, Yüce Allah, ölümle hayatı, başka bir ifade ile yoklukla varlığı yarat­masının amacı olarak, kimin daha iyi davranışta olduğunu denemeyi koymakta, burada da aynı amacı göstermektedir. Yaratmanın amacı in­sandır ve insanın da en iyi davranış üretenlerini belirlemek için imtihan edilmesidir.

"En iyi ameli" yakalamak, üretmek ilâhî imtihanın sorusu olmak­tadır. Buradan anlıyoruz ki, ilâhî imtihanın amacı iyi amel değil, "en iyi amel"dir. Bu da bizi davranışta kaliteyi yakalamaya, kaliteli insanı yetiş­tirmeye götürmektedir.

Yüce Allah altı evrede kainatı yaratırken, en mükemmel olanı ger­çekleştirirken, insandan da en iyi davranışı üretmesini istemektedir. İn­san, Allah'ın yarattığı maddi çevrenin kanunlarına ne denli muhtaç ise, davranışları için emirleriyle oluşturduğu manevi çevreye de o denli muh­taç olduğunu hatırından çıkarmamalı, maddî çevreye sırtını dönemeye­ceği gibi, manevî çevreyi oluşturan ilâhî vahye de sırtını dönmemelidir.

4. "(Ey Peygamber,) eğer sen: 'Ölümden sonra diriltileceksiniz' desen, kâfirler hemen: 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir', diye kar­şılık verirler." Öldükten sonra dirilmeyi yalanlayıp onun göz boyama anlamına gelen sihir ile değerlendirilmesini açıklarken iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

a) Kâfirlerin zâlimleri ve ileri gelenleri, bu dünyada yaptıklarının öteki dünyada önlerine konmasını istemiyorlardı. Yaptıklarının bu dün­yada kalmasını istiyorlardı.

b) Bu dünyada ezilenlere böyle bir inancın, teselli ve aldatmaca­dan başka bir şey olmadığı fikrini vermektedir. 'Bu dünyada hakkını alamayanlar, öteki dünyada alacaktır' demekle, onları burada pasif hale getirmektedir. Böyle pasif hale getirmesi bakımından ona sihir demişler­dir. Tabii ki bu anlayış kâfirlerin bakış açısını temsil etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyet insanın önüne yaratılış kanun-lînnı koymakta, imtihan meselesini gündeme getirmekte, öldükten sonra aınlmeyi ve bu inanç ilkesine karşı kâfirlerin tepkisine dikkat çekmekte, lece din eğitiminin hem programını belirlemekte hem de bu konulara yaklaşımını tesbit etmektedir. İmtihansız, denemesiz insanlar hakkında değerlendirme yapılamayacağı burada

öğütlenirken, gerçek hayat şartları ıltmda insanları gözlemleyerek onlar hakkında karar vermenin ilkesi getirilmektedir.

Elbette Yüce Allah, imtihan yapmadan insanların hangisinin daha güzel amel üreteceğini bilir; ama buna kul tarafından bakmak gerekiyor. Çünkü Allah her şeyi kulu için yapıyor ve onun mutluluğunu hedef alıor.[8]

 

Kafirler Her Şeyde Bir Tenkit Nedeni Bulurlar:

 

8. Andolsun, eğer biz onlardan azabı sayılı bir süreye kadar ertelersek, elbette: 'Onun gelmesini engelleyen nedir' derler. Bilesiniz ki, kendilerine azap geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir. Vealay etmekte oldukları şey, onları çepeçevre kuşatmış olacaktır.

Âyetten şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. Kâfirler delili hemen isterler. "Andolsun eğer biz onlardan azabı sayılı bir süreye kadar ertelesek, elbette: 'onun gelmesini engelleyen nedir?' derler."

Âyetin bu kısmında "süre" veya "zaman" anlamında kullanılan ümmet kelimesi Kur'ân'da pek çok manalara gelmektedir. Buradaki anlamı "vakit, zaman, süre"dir. Bir grup insana ümmet denmesi ile za­man denmesi arasındaki ortak nokta birden fazla şeyi bir araya getirme­sidir. İnsanların bir araya gelmesi olgusu ile saniye, dakika, saat ve gün­lerin bir araya gelmesi aynı şekilde ümmet anlamına gelmektedir.

Kâfirlerin sorduğu bu soruda alay vardır. Bunu âyetin sonundaki "alay ettikleri" anlamına gelen yestehziûn kelimesinden çıkartı-yoruz.

Azabın gelmesi konusunda kâfirlerin alay vari beklentileri, onların bir çeşit ahlâkı haline gelmiştir. Geçmiş peygamberlerin kavimlerindeki kâfirler de aynı şekilde alay edercesine azabın acele gelmesini istiyorlardı. Hz. Peygamberin dönemindeki kâfirler de aynı alaycı tavır­ları takınıyorlardı.

Yanlış yolda gidenlerin sonunda azapla karşılaşacaklarına dair ilâ­hî emri alaya alanlar ve bu konuda acele edenlerin durumu çeşitli âyet­lerde ele alınmaktadır:

a) "Çabucak gelmesini istediğiniz, benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır" (En'âm 6/57).

 Hani kâfirler bir zaman da: 'Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir!' demişlerdi" (Enfâl 8/32).

c) "De ki (ey -müş­rikler): 'Ne dersiniz? Allah'ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelir- se (ne yaparsınız?).' Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyor­lar?" (Yûnus 10/50).

d) "Onlar, 'eğer doğru sözlü iseniz bu tehdit ne zaman gerçekleşe­cek?' derler. De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin bir kısmı her­halde yakında başınıza gelecektir" (Nemi 27/71-72).

e) "Senden, azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken, o ansızın kendilerine ğelivere-cektir. Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehen­nem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır" (Ankebût 29/53-54).

f) "Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: 'Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur', dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır" (Ahkâf 46/24).

Bu ve buna benzer başka âyetlerde de kâfirler, âhiret hayatına, öl­dükten sonra dirilip hesap verileceğine inanmadıklarından, azabın delil olarak hemen gelmesini istemişlerdir. Bu isteğin, bu acelenin özünde inanmamaktan ve insanı inanmamaya zorlayan kendi iradesinden kay­maklanan bir alay vardır.

Geçmişte ve Hz. Peygamber dönemindeki kâfirlerin soru şeklinde-t: bu olumsuz tavırları ve alayları, sadece o dönemde kalmış değildir; rinümüzde ve gelecekte bu şekilde davranacak insanlar çıkacaktır.

2. Alay edilen şey yakalayınca bir daha asla bırakmaz. "Bilesiniz ki, kendilerine azap geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve alay etmekte :-cılkları şey, onları çepeçevre kuşatmış olacaktır." Âyetin bu kısmında, tif.rlerin, birinci bölümünde tehir edilip alay varı sordukları azabın ire esi ile nelerin olacağı açıklanmaktadır.

a)"Azap gelince, kimse onu onlardan uzaklaştıramaz." Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Yüce Allah, azabı takdir edip emrini verince artık geri dönüş yoktur.

"Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri gelmiştir. Ve onlara geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir" (Hûd 11/76). Azap takdir edilip gerçekleşince Hz. İbrahim'in duası bile onu durduramamıştır.

Yüce Allah'ın âyette kullandığı "tehir, yani geciktirme" aslında, kâfirlerin inanç ve tutumlarında değişmenin meydana gelmesi içindir. Değişmeleri için onlara mühlet verilmektedir. Aksi takdirde azap gelince geri dönüşü olmayacaktır.

b) Yüce Allah kuluna azap eder mi? soruya cevap verebilmek için yorumunu yaptığımız âyetin son kelimesine bakmamız yeterli olacaktır. "Alay ettikleri şey, onları çepeçevre kuşatmış olaçaktır." Bunun anlamı, 'onların alayları onlara azap olarak dönmektedir' demektir.

Kulun, yani kâfirlerin alayları azaba dönüşüp kendilerini kuşat­maktadır. Bu ilkeden hareketle din eğitimcileri insanlara, azabın nereden ve nasıl geldiğini açıklarken insanın amellerinden yola çıkmaları gereki­yor. Diğer taraftan geri dönüşü olmayan ve tam anlamı ile kuşatmadan azabın gelmesinden önce gerekli olan değişimi öğütlenmelidir. Alaydan ciddiyete ve imana geçişin gerçekleşmesinden başka azabı durduracak bir güç yoktur. Yüce Allah azabı takdir edip gerçekleşmesi için emir vermeden önce, insanda bu köklü değişim gerçekleşmelidir. Azabın baş­langıcındaki değişimin faydası olmayacaktır.

"Son pişmanlık fayda vermez" tekerlemesinin gerçekleşme ihtima­li tamdır. Önemli olan, dönüşü olmayan pişmanlığı ilâhî mesajın rehber­liği ile görüp o alana ve sınıra girmemektir. Aklı ile hareket etmenin ürünü öu alacaktır.[9]

 

Nankörlük:

 

9. £ger insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da son­ra bunu ondan çekip geri alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur.

10.Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırır sak,  'elbette kötülükler benden gitti'
der. Çünkü o şımarıktır, kibirlidir.

11.Ancak sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve büyük bir mükafat

vardır.

Yüce Allah nankör insanlarla, sabredip güzel iş yapanları mukaye­e etmekte, diğer taraftan nankörlerin olaylara karşı tepkilerini, tutumla­ını ve konuştuklarını gündeme getirerek psikolojilerinin analizini yap­maktadır. Şimdi bunları teker teker ele alabiliriz:

1. "Eğer insana taramızdan bir rafımet tattırır da sonra bunu ondan geri çekip alırsak, tamen ümitsiz ve nankör olur."

a) Âyette geçen insan kelimesinin genel olup olmadığı âlimler tandan tartışılmıştır.

Bu kelimenin bütün insanları kapsamına aldığını söyleyebiliriz. Çünkü Hûd 11'de istisnalar yapılmıştır. İstisnalar kaideyi bozmayacağı­na göre, insan kelimesi umumilik taşımaktadır. Sabredip iyi işler üreten­ler, böyle nankörlük yapmazlar ve bunlar istisna insanlardır.

Ama Hûd sûresinin beşinci âyetini dikkate alarak bu kavramı an­lamlandırıp sınırını belirlersek daha net bir anlam çıkmış olacaktır. Pey­gamberden gizlemeleri için göğüslerini çeviren ve ilâhî vahyi dinleme­mek için elbiselerine bürünen kâfirler, ilâhî vahyi umursamayanlar ve ilgisiz kalanlardır. Çıkar ve statü peşinde olan ve tutarlı şahsiyete sahip olmayanlar ani yön değiştirmeleri gösteren kimliksiz insanlardır. Bunlar, bolluk içinde olduğunda iyi, darlık anında psikolojisi çözülenlerdir.

b) Bu insana rahmet, yani nimet tattırıldıktan sonra o nimet ondan çekilip alınınca hemen psikolojisi değişmektedir. Bolluktan darlığa ge­çiş, onun psikolojisinde iki önemli deprem meydana getirmektedir: Biri­si ümitsizlik, diğeri de nankörlük. Ümitsizliğini ve nankörlüğünü sözle­riyle nasıl ifade ettiğini Fecr sûresinin 16. âyetinden anlıyoruz: "Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise: 'Rabbim beni önemsemedi', der." Fecr 15'de bol nimet verdiğinde ise: "Rabbim bana ikram etti" derken rızkı daralınca, Rabb'inin onu küçük düşürdüğü hükmünü verir.

Ümitsizliğe düşmenin anlamı, kendisine daha önce verilen nimetin kaynağındaki Yüce Allah'ın, tekrar ona nimet vereceğine inanmaması ve bunu beklememesidir. Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek, Zümer sûresinin 52. âyetine ters düşmektedir. Çünkü orada Yüce Allah, ilâhî rahmetinden ümit kesilmemesi gereğini emretmektedir.

Nankörlük de nimetin kıymetini bilmemek, önceki nimete şükret­memek, sanki kendisine hiç nimet verilmemiş gibi davranmaktır.

2. "Eğer kendisine dokunan bif zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette: 'Kötülükler benden gitti' der. Çünkü o, şımarıktır, kibirlidir." Yüce Allah 9. âyette rahmetten sonra nimetin geri alınması ile oluşan ümitsizlik ve nankörlük psikolojisini anlattı. Şimdi de sıkıntıdan sonra tattırılan nimetin onda oluşturduğu psikolojik duruma dikkat çekmekte- dir. Zarardan sonra nimetin tattırılması şu psikolojik durumu meydana getirmektedir:

a) "Kötülükler benden gitti, der." Bu sözü söyleyen kişi, Yüce Allah, kötülükleri benden alıp götürdüğü diyeceği yerde, san­ki kötülükler kendiliğinden gitmiş oldu, ifadesinde bulunur. Böyle bir konuşma, ilâhî müdahaleyi, takdiri, irâdeyi görmezlikten gelme, umur­samama tavrı ifade etmektedir. Darrâ'

kelimesine, "darlık ve sıkın­tı" manasını verirsek, ne'mâ' kelimesine de "bolluk ve genişlik" manasın

verebiliriz.

b) "Kötülükler benden gitti" derken, bunun altındaki nedenin de şımarıklık ve kibir olduğunu Yüce Allah âyetin sonunda söylemektedir. Şımarıklık ve kibir onun ağzından bu ifadeyi döktürmüştür.

Nimetin alınması halinde de, sıkıntıdan sonra genişliğin tattırılma­sı durumunda da istikrarlı bir davranış sergileyemeyen bu insan nankör­dür.

Burada soracağımız soru şudur: Yüce Allah, neden bu nankör in­sanın psikolojisini bize anlatmaktadır?

Bu soruya iki açıdan cevap ver­memiz mümkündür:

a) Yüce Allah öncelikle insanı tanıtmakta ve insanın bu psikolojisi bilinerek ona yaklaşılması öğüdünü vermekte, din eğitiminde insanın bu yönünü eğitip disipline etmek gerektiğine işaret etmekte ve insandaki nankörlük psikolojisi eğitilip kontrol altına alınmadıkça, onu olgunlaş­tırmanın imkansız olduğunu vurgulamaktadır.

b) Yüce Allah bu anlatımıyla nankörlüğe uğrayanları teselli et­mektedir. Âyetlerin gizli mesajı şudur: Bakınız insanoğlu Rabb'ine nan­körce davrandığına göre, size de davranacaktır. Bunun için maneviyatı­nızı bozmayınız. Bu gizli mesaj, öncelikle ana-babalara, öğretmenlere, millete hizmet veren büyük insanlara verilmektedir.

Ana-babaların evlatlarından gördükleri nankörlüklerin âhı, arş-ı a'lâya çıkıp oradan belayı alıp gelmektedir. Toplumların erdemini bu çeşit nankörlük alıp götürmekte, sosyal hayatta büyük yaralar açmakta­dır.

3.  "Ancak sab­redip güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir af ve bir büyük mükâfat vardır." Nankör olmayan istisna adamlar da vardır. Bunların istisna olmasını temin eden nedenler şunlardır:

a) Belalara, musibetlere, sıkıntılara "sabretmek". Buradaki "sab­retmek", musibetlerin altında ezilmek değil, tam tersine onların üstesin­den gelebilecek gayretin içinde olmak, ümitsizliğe kapılmadan, nankör­lük psikolojisine düşmeden olanca terini akıtarak belaları aşmak ve Yüce Allah imtihan etmek için rızkını daralttığında 'Rabb'im beni küçümsedi' ifadesini kullanmamaktır. Kısaca sabır, belalar karşısında psikolojisini dağıtmamak, kötümserliğe kapılmamak ve daima Allah'a karşı ümit içinde olmaktır.

b)"Güzel iş yapanlar" ifadesinden bunların, ümitsizliğe kapılma­dan, sabırla iyi iş üretmeye devam edenler olduğu ve sonuçta da nankör­lükten kurtulacakları

anlaşılmaktadır. Dürüst ve erdemli davranan bu insanlar müstesnadırlar. Bu insanların istisna oluşu, beraberinde başka değerleri de getirmektedir:

i. "Onlar için bir af vardır." Sabırlı olmaları, dürüst ve erdemli davranmaları, iyi iş üretmeleri onların hatalarını örtmeye neden olmaktadır.

ii. Bir büyük ödül onların olacaktır. Demek ki, iki amel, iki ödül getirmektedir. Sabır ve iyi amel, af ve büyük ödülü getirmekte­dir.

Yüce Allah bizleri eğitirken, nankör insanların psikolojisi ile dav­ranışlarının analizini yapmakta; bunların tersi olan erdemli insanların davranışını ve psikolojik durumlarını anlatmakta, bu iki tabloda yerimizi almamız için bizi bilgilendirmekte ve tercihimizi kullanmamızı istemek­tedir. Münafıkların psikolojisi tiksindirici olmakla beraber, sabırlı, dü­rüst ve erdemli hareket edenler de cezbedici ve teşvik edici olmaktadır.

Bu bölümde nimetin kaynağında Allah'ı görmenin, sıkıntı anında şahsiyetini dağıtmadan ümitsizliğe kapılmamanın önemi anlatılarak er­demli olmanın basamakları belirlenmektedir. Ümitsizlik, nankörlük, şımarıklık ve kibrin insanın manevi yapısını ne kadar yaraladığını ve ne kadar sarstığını anlatan bu âyetler, ters manada ümidin, nimetin kıymeti­ni bilmenin, şımarmamanın ve alçak gönüllülüğün insan ahlâkına ne denli can verip onu ayakta tuttuğunu öğretmektedir.[10]

 

Peygamberin De Ruhu Daralır:

 

12. 5en (müşriklerin): 'Ona (gökten) bir hazi­ne indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi yâ!' demelerinden dolayı, sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (tebliğ etmeyi) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. İyi bil ki, sen sadece bir uyarıcı­sın. Allah ise her şeye vekildir.

Ayetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:

1. Müşriklerin sözlerinden etkilenmek. Müşrikler Hz. Peygamber :çin iki şey istemişlerdi: Birisi ona bir hazine indirilmesi; diğeri de onun-"a bir meleğin gelmesi. Bu sözler, ağırlığı ve kötü etkisi olan sözlerdir. Müşriklerin bu sözleri, aynı zamanda işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir.

Nedense, inanmayanlar her çağda her peygamberden böylesine gi­zemli şeyler istemişlerdir. Meselâ, yahûdilerin Allah'ı görmek istemeleri Bakara 2/55); kitap ehlinin de Hz. Peygamber'den gökten bir kitap in-i:nnesini istemeleri (Nisa 4/153) buna örnektir. Bu sefer de Hz. Peygambere hazinenin inmesini, beraberinde meleğin gelmesini istemişler­dir.

2. Müşriklerin bu istekleri, Hz. Peygamber'de iki etki göstermiştir.

a) Kendisine vahyolunan âyetlerin bir kısmının tebliğini durdur­mak.

Biz buna, eğitim özgürlüğünün engellenmesinin doğurduğu netice diyebiliriz. Müşriklerin tepki gösterdiği en önemli konular arasında âhiret inancı, yani öldükten sonra dirilme inancı vardı. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, bu konuları gündeme getiren âyetlerin onlara tebliği­ni durdurma durumu ile karşı karşıya kalmıştı.

Âyetin bu kısmı doğrudan Hz. Peygamberi ilgilendirmektedir. Ama bundan günümüz din âlimlerine ve görevlilerine getireceğimiz bazı ilkeler alacaktır. Din âlimi ve görevlileri, şartlara ve imkanlara göre dini tebliğ edeceklerdir. Dini müslüman bir topluma anlatmak başka; müslüman olmayanlara anlatmak daha başkadır. Müslüman olmayan grup veya toplumlar ağır olumsuz tepkilerde bulunabilir. O zaman meto­du değiştirmek gerekiyor. Biz bu konuyu En'âm 68'de derinlemesine anlattık.

O âyette, Allah'ın âyetlerine karşı ileri geri konuşulduğu bir or­tamda Hz. Peygamberin o konuşmayı durduramadığı takdirde oradan kalkıp gitmesi emredilmektedir. Bu demektir ki, Hz. Peygamber orada bulunduğu için Allah'ın âyetlerine hakaret ediliyor ise, onlar başka bir konuya geçinceye kadar oradan ayrılıp gitmesi bir metod olmaktadır.

Ama âyette kullandığı ifadeden anlıyoruz ki Yüce Allah, Hz. Pey­gamber'in o âyetlerin tebliğinden vazgeçmesini istememektedir.

b) Hz. Peygamber'in göğsünde daralmanın meydana gelmesi. Müşriklerin gösterdiği olumsuz tepki, Hz. Peygamber'in sıkıntıya düş­ mesine sebep olmuştu. Çünkü Râzî, bu âyetin tefsirinde İbn Abbâs'tan naklettiği bir habere yer vermektedir. Bu habere göre müşrikler: 'Bize bizim tanrılarımızı karalamayan, kötülemeyen bir vahy, yani kitap getir ki sana tabi olalım ve inanalım' demişlerdi.

İbn Abbâs'tan nakledilen bu haber doğru olabilir mi? Bu haberin doğruluğunu Yûnus 15. âyet ile ispat ederiz. Bize göre İbn Abbâs'ın bu haberi Yûnus 15'in tefsiri ya da nüzul sebebi olmaktadır.

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için mümkün değildir." İşte bu âyet ile Hûd 11. âyeti bir araya getirirsek, müşriklerin hangi şekilde tepki gösterildiklerini ve bu tepkilerini nasıl dillendirdiklerini görmüş oluruz.

Netice olarak diyebiliriz ki kâfirlerin bu tip konuşmaları Hz. Pey­gamber'in göğsünü daraltıyordu, yani onu derin bir sıkıntının içine iti­yordu. Kâfirlerin ağzından çıkan kelimeler Hz. Peygamber için sıkıntılı bir psikolojik ortam oluşturuyordu.

Burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Yüce Allah Hz. Pey­gamberi bu sıkıntıdan nasıl kurtardı?

3. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e görevini bildirmiş ve kendisinin koruması altında olduğunu hatırlatarak sıkıntısını gidermiştir. "Sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekil­dir."

a) "Sen ancak bir uyarıcısın" buyurmakla Yüce Allah, Hz. Pey­gamber'in görevini belirlemekte, tebliğin ve uyarının neticesini düşün­mesini istemekte, ayrıca dinin koruyuculuğuna da soyunmamasını öner­mektedir. Hz. Peygamber hazine getiren, beraberinde meleği alıp dola­şan biri değil, sadece bir uyarıcıdır. Daha önce En'âm 50'de bu açıklama yapılmıştı: "De ki: 'Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır', demiyorum. 'Ben gaybı da bilmem'. Size: 'Ben bir meleğim' de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum."

Uyarıcı olan biri, tabiat üstü olayları kendi başına gerçekleştiremez. O sadece kendine gelen vahye uyar ve onu tebliğ eder. Tebliğ edişi kimi zaman müjde, kimi zaman da uyarı şeklinde olur.

b) "Allah her Şeye vekildir." Vekîl kelimesi "savunucusu, koruyucusu ve gözeticisi" anlamına gelmektedir. Bu ifa­dede müşriklerin konuşmalarının etkisi altında kalıp, bazı âyetlerin teb­liğinden vazgeçmenin doğru olmayacağı, çünkü hem o âyetleri hem de peygamberi savunacak, koruyacak ve gözetecek olanın Yüce Allah ol­duğu açıkça vurgulanmaktadır. Yani Hz. Peygamber uyarı görevine de­vam edecektir.

Allah'ı her şeyin vekili, yani savunucusu, koruyucusu ve gözeticisi olarak görmek, her işi kolaylaştırmakta, insanı rahatlatmakta ve güven vermektedir. Yüce Allah bu sıfatı ile hem iyi amel yapanın amelini dik­kate almakta hem de onu kötü ektilerden korumaktadır. Yaptığı işlerde Allah'ı vekil olarak görmek teslimiyetin doruk noktasını teşkil etmekte­dir.

Din eğitimcisi, yapılan iş ile Allah'ın vekilliği arasında nasıl bir i-lişki kurulacağını iyice öğretmeli ve teslimiyetin de görevin ayrılmaz bir parçası olduğunu insanların ruhuna yerleştirmelidir. İşte tevekkül etmek dediğimiz ibadet budur.[11]

 

Kur'ân'ı Hz. Peygamber Uydurmadı:

 

13. Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki:'Eğer doğru iseniz Allah 'tan başka

çağırabildiklerinizi çağırın da onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.'

14. Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur. Artık siz müslüman oluyor-musunuz?

Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde müşriklerin, 'Kur'ân'ı Hz. Peygam-rer'ın uydurduğu' şeklindeki sözleri ele alınmaktadır. Yüce Allah onla-r.n bu sözlerini benzer şekilde değerlendirip cevaplandırmaktadır. Ge--elde Yüce Allah, Kur'ân'ın bir sûresini, on sûresini yazıp getirmeleri tonusunda tekliflerde bulunup meydan okumaktadır. Bu konu daha önce Bakara 23 ve Yûnus 38'de açıklanmıştı. O âyetlerde tek bir sûre yazıp îetırmeleri istenirken, bu âyette on sûre yazıp getirmeleri istenmektedir.

1. "Yoksa onu kendi uydurdu mu diyorlar?" Bu ve  âyetlerin başındaki edatıyla ilgili olarak Bağavî'nin dettiğine göre, büyük dil bilimcilerinden olan Ebu Ubeyde Ma'mer r el-Musenna, bu edatı j ve bağlacı olarak almaktadır[12].

Müşrikler, Hz. Peygamber'e ve ona gelen ilâhî mesaja karşı olumz Tavırlarını bu şekilde gündeme getirmektedirler. 'Hz. Muhammed Kur’an"in"ı uydurdu' demeleri, Kur'ân'ın Allah'tan geldiğini inkâr ettikle-t ::ade etmektedir. Özet olarak müşrikler hem Hz. Peygamber'in peyerliğini red hem de Kur'ân'ın ilâhî vahiy olduğunu inkâr etmekte-nr.er.

2. "De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi da onun gibi uydurulmuş on sûre getirin." Yüce Allah onlara, cümlelerini kullanarak meydan okumaktadır.

Eğer Kur'ân'ı bir beşer yazıyorsa onun gibi on sûre de başkaları

.elidir. Ama Allah'tan başka bütün insanlar toplansalar, onun kitabı ortaya koyamazlar, yazamazlar; hem edebî yönü hem hüüirr.dızilişindeki kimyasal örgü hem hükümlerin objektifliği hem

de insan ile Allah, insan ile insan ve insan ile kendisi arasındaki ilişkile­re getirdiği açıklamalar bakımından Kur'ân'a benzer herhangi bir kitap oluşturamazlar.

Diğer taraftan bütün dünyanın bilim adamları bir araya gelse, Kur'ân'm dünya ile âhiret ilişkisini, âhiret hayatının özelliklerini, işleyi­şini ve insanlara getirdiklerini açıklamasının benzerini yazmaları imkan­sızdır. Âhiretteki ceza ve ödülü nasıl anlatacaklardır? Öldükten sonra dirilmenin, yoktan yaratmanın gerçekleşmesi konularını nasıl açıklaya­caklar? Demek ki, Kur'ân'ın ihtiva ettiği öyle konular vardır ki, beşerin orada kalem oynatması imkansızdır.

3. "Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki o, ancak Allah'ın ilmi ile indi­rilmiştir. Ve O'ndan başka tanrı yoktur. Artık siz müslüman oluyor mu­sunuz?" Cevap veremeyenler kimlerdir? sorunun cevabı Hûd 13'de 'Al­lah'tan başka çağırılacak olanlar' şeklindedir. Yani, Kur'ân'ın on sûresi­nin yazılması için kâfirlerin çağıracakları şâirler, edebiyatçılar ve bilgin­ler de bu sorunun cevabı kapsamındadır. Kâfirler onları çağırır da, onlar onların teklifine icabet etmez, yani cevap vermezlerse varılacak olan netice şudur:

Demek ki Kur'ân, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'ın il­minden indirilmiş bir kitaptır. Yüce Allah onlardan şair, edebiyatçı ve bilginlerinin davranışına göre hüküm vermelerini, akıl yürütmelerini istemektedir.

Ayrıca buna gücü yetmeyenlerin müslüman olmalarını da teklif etmektedir. Kur'ân'ın tek tanrı olan Allah'ın ilmi ile indirildiği neticesi­ne ulaşınca, bir sonraki adım teslim olmalarıdır. Teslim olmaları, hem mağlubiyetlerini kabul etmeleri hem de müslüman olmalarını ifade et­mektedir.[13]

 

Ahirete Karşı Dünyayı Tercih Edenlerin Durumu:

 

15. Kim dünya hayatını ve süsünü isterse, işlerinin karşılığını onlara orada tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.

16. İşte onlar ahirette kendileri için ateşten başka hiçbişeyleri olmayan kimselerdir. Orada yaptıkları boşa gitmiştir, yapmakta oldukları şeyler de batıldır.

Ayetin analizinden varacağımız önemli neticeler olacaktır:

1. Yüce Allah insana tercihine göre karşılık vermektedir. Yüce Allah Hud 15’de dünya hayatını ve süsünü isteyenlere istediklerini eksiksiz vereceğini, bu konuda asla haksızlığa ya da zarara uğramayacaklarını garanti altına almaktadır. Bunu anlatmakla Yüce Allah, aslında inkar psikolojisine sahip olanların, kalbi mühürlenenlerin, yani aklını çalıştırmayanların dünyayı ahirete tercih edeceklerine işaret etmektedir. 

Dünya hayatını ve süsünü isteyenler, bütün gayretini, çalışmasını onun uğrunda yapar, yüce değerleri umursamaz hale gelir ve ahireti bir tarafa atıverir. Ama Yüce Allah onların dünya hayatını ve süsü uğruna gösterdikleri gayretin karşılığını eksiksiz olarak onlara verir, isteklerini yerine getirir.

Ameller, işler niyetlere göre değerlendirileceğine göre, kişi kısa vaadeli menfaatler uğruna hayatını planlıyorsa, o niyetine ulaştırılır ve bu konuda zarar görülmesi önlenilir.

Yüce Allah Necm 40’da: "Ve çalışması da ileride görülecektir" buyururken insan ne uğruna çalışmış ise onu göreceğini ifade etmektedir. Gayreti bu dünya uğruna ise insan, bu dünyada gayretinin karşılığını görecektir.

Dünya ile ahireti tercih etmek meselesi inanala inanmayanın farkını ortaya koymaktır.

İbrahim 2-3 ve Nahl 106-107. Ayetlerine bakınca kafirlerin dünyayı ahirete tercih ettikleri o ayetlerde açıklanmaktadır.

2. Aynı zamanda insan tercihe görede kaybetmektedir.

a) Dünya hayatını ve süsünü isteyenlere istedikleri bu dünyada verileceğine göre, onların ahirette nasibi ateş olacaktır. Demek ki "inkar" hem insanın ufkunu daraltmakta hem de ahirette ateşi getirmektedir.

Bunun anlamı "inkar"ın, insanın amellerini ateşe verip yakmasıdır.

Dünyayı tercih etmek, isteğini sadece dünyaya yöneltmek, buna karşılık ahireti unutup bir tarafa atmak, sonuçta ahiret hayatını cehenneme çevirecektir.

b) Yaptıkları boşa çıkacak, yani değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Yapmakta oldukları da batıl olacak, hiçbir değer taaaşımayacaktır.

"Ameller niyetlere göredir " ilkesinden hareket edersek, niyetin yöneldiği hedefe göre onlar ya kabul görecek veya değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Amellerin boşa çıkması ve batıl olması, insanı inkardan caydıracak en önemli etki olmaktadır.

Netice olarak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah Hud suresinin 15 ve 16. âyetleri ile insanların iradelerine isteklerine ve tercihlerine rehberlik yapmaktadır. Tercihlerin, isteklerin yöneldiği obje veya hayata göre, insanların eylemleri değerlendirilip ödüllendireceği söylenirken, kaybın ve kazancın nerede olduğunun bilgisi ve bilincide ayette verilmektedir.

Din eğitimini gerçekleştirenler eğitimleri esnasında bu konuda daimi uyaanık tutmalı, dünyayı ve onun süsünü tanrılaştırmalarını önlemeli ve bu önleme faaliyetinde  şu ayetleri onlara devamlı dlarak hatırlatmalıdırlar:

i. "Her kim, dünya sevabını (nimetini) isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. "(Âl-i İmrân 3/ 145).    

ii. "Her kim, çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarım

dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve bir mü'min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür (İsra 17/18-19).

iii. "Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat âhirette onun bir nasibi olmaz" (Şûra 42/20).

Dünya ile âhireti dengelemek, âhiretin bu dünya ile kazanılacağını ?ilmek, dünyevi değerlere ve âhiret ile ilgili değerlere verilecek kıymetin bilincinde olmak için insanlara verilecek din eğitiminin başarısı bunlarla •tanıtlanmış olacaktır. İnsanlara, yaptıkları ibadetlerin, işledikleri amelle-~.n ve niyetleri ile hedefledikleri şeylerin üzerine bilinç örtüsünü örtme-en. aldıkları din eğitiminin başarısını ispat edecektir.

Dünyasız âhiret, âhiretsiz dünyanın olamayacağını insanlara öğre-:r kabullendirmek, tüm eylemlerinde bu bilinci taşımalarını sağlamak rclara sağlanan en büyük fayda olacaktır. İnsanların dünyaları uğruna ic:retlerini kaybetmemeleri için din eğitiminin vereceği çaba yücelere irecek bir çaba olacaktır.[14]

 

Kendilerine Yazık Edenler Ve Kaybedenler:

 

17. (İşte böyleleri,  şu kimseler gibi olabilir mi?): Rabb'inin  katından  bir belgesi  ve  onun  ardından
O'ndan gelen bir tanığı bulananlar ve ondan önce de önlerinde Musa'nın kitabı önder ve rahmet olarak du­ranlar, işte onlar Kur'ân'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkâr ederse, ona söz verilen yer ateştir. Senin debundan şüphen olmasın. Doğrusu, o, Rabb'inden bir gerçektir. Fakat insanların çoğu inanmaz.

18.Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim­dir? Bunlar Rabb'lerine sunulurlar ve tanıklar da.
"Rabb'lerine karşı yalan söyleyenler bunlardır" der­ler. Bilin ki, Allah'ın laneti haksızlık yapanlaradır.

19.Onlar Allah 'in yolundan akkorlar ve onun eğrili­ğini isterler. Ve işte bunlar, âhireti inkâr edenlerdir.

20.İşte bunlar, (Allah'ı) yeryüzünde aciz bırakamaz­lar. Allah'tan başka onların yakın dostları da yoktur.
Onlara azap kat kat olacaktır. Çünkü, onlar gerçekleri duymaya dayanamaz ve göremezlerdi.

21.İşte bunlar, kendilerine yazık edenlerdir. Uydurup durdukları şeyler de yanlarında kaybolmuştur.

22.Kuşkusuz âhirette de en çok kaybedenler bunlar olacaktır.

Bu âyetler birbirini tamamlar durumda olduklarından hepsini bera-:er yorumlamayı uygun buluyoruz: Yüce Allah ilk âyette iki kişiyi muese etmektedir. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı uydurduğunu iddia edip kendileri veya çağıracakları şâir, bilgin ve edebiyatçılarla onun on sûre yazamayan, dünya hayatını ve onun süsünü isteyenler, yaptıkları ve lleri boşuna gidenlerle 17. âyette açıkladığı insanı mukayese etmektedir.

1. Kur'ân'ın hak olduğunun ispatı. Yüce Allah Kur'ân'ın hak ol-:i_ğiinu şu delillerle ispat etmektedir.

a) "Rabb'inden bir delil üzerinde bulunur." Başka bir ifadeyle: "Rabb'inin katından bir belgesi bulunur." Delil veya belge olarak manalandırdığımız kelimenin aslı öJi el-beyyine'dir. Bu , kelimeye, "delil, kanıt, belge" manaları verilebilir. Süleyman Ateş bu kelimeyi, "gerçek dinin doğruluğunu gösteren aklî kanıt" olarak tanım­lamaktadır.

Burada sorulacak soru şudur: "Rabb'inden bir delil üzerinde bulu­nan" kimdir? Âlimler buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Biz bunlara girmeden, sorunun cevabını âyetlerle vermek istiyoruz:

i. "De ki: Şüphesiz ben Rabb'imden gelen bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız" (En'âm 6/57). Bu âyet­ten anlıyoruz ki "Rabb'inden bir delil üzere olan Hz. Muhammed"dir.

ii. Böyle bir delil üzerinde ancak peygamberler olabilir. Meselâ aynı şekilde Hz. Nûh da Rabb'inden bir delil üzerindeydi: "(Nûh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben, Rabb'imden apa­çık bir delil üzerinde isem" (Hûd 11/63).

iii. Şu'ayb peygamber de bu kelime ile kavmine hitap etmiştir, "(Şu'ayb) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben, Rabb'imden apaçık bir delil üzerinde isem" (Hûd 11/88).

Demek ki beyyine denen delil Allah'tan gelmekte ve özellikle peygamberlere ait olmaktadır. Genelde beyyine kitapta olur. "Yahut biz onlara bir kitap mı verdik de onlar, o kitaptaki bir delile dayanıyorlar?" (Fâtır 35/40). Demek ki beyyine, Yüce Allah'ın gönderdiği kitabın içinde bulunan bir delil olabilir. Bu noktadan bakınca Râzî ve Süleyman Ateş'in dediği, akli delil sorgulanabilir. Eğer Süley­man Ateş'in, Râzî'nin ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın "akıl ve iz'ân" dedi­ğini beyyine olarak alırsak, akıl bir belge, bir kanıt ve bir delil anlamını ifade etmiş olacaktır.

b) "Ondan gelen bir tanığı bulunanlar." Bunun anlamı "onu, ondan bir şahit izleyen"dir yani, "Kur'ân mu'cizesinin şahitliği" demektir. Âyetin bu kısmında nıinhu kelimesindeki . hu zamiri Allah'a gitmektedir. Allah'tan gelen şahit de Kur'ân olmaktadır.

c) "Önlerinde Mûsâ'nm kitabı, önder »e rahmet olarak duranlar." Tevrat'ı hiç okumamış bir insanın, o kitabın Kindeki hükümlere yakışan metinler yazması mümkün değildir. Allah Tevrat'ın iki özelliğini gündeme getirmektedir: İmâm ve rahmet. İmâm önder" anlamına gelmektedir. Bu kelime "rehber" anlamına da gelir.

Şimdi bu üç delil bize Kur'ân'in Hz. Peygamber tarafından uyduulmadığmı, tam tersine Allah tarafından geldiğini ispat etmektedir. Beyyine, şahit ve Tevrat bunun delilini teşkil etmektedir. Ayrıca bu deliller Kur'ân'm Allah katından geldiğini ispat ederken, aslında Hz. Peygamber'in de peygamberliğini ispat etmiş olmaktadır.

2. Kur'ân'a kimler inanır?

 "Onlar ona inanırlar." Bu ifadeden, o mesajı anlayanların Kur'an'a inanacağını anlıyoruz. Beyyine, şâhid ve Hz. Musa'ya gelen vahye sahip olan ve onları anlayan kişi Kur'an'a -.nanacaktır. Buradaki imanı, İslâm dinini tasdik etmek anlamına da alabiliriz. Böylece Yüce Allah delilden ve bilgiden imana intikal edileceğine işaret etmektedir. Eğer diğer görüşü esas alırsak, aklını kullanan, Kur'ân'ı inceleyen ve Tevrat'ı bilen kişinin İslâm dinini, Kur'ân'ı ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini rahatlıkla tasdik edip anlara inanması gerektiği anlaşılır.

3. İnkâr edenler ne ile karşılaşır?

 "Hangi topluluk onu inkâr ederse,

?na söz verilen yer ateştir." Âyetin bu kısmında geçen ahzâb kelimesi, "bilinçli bir şekilde örgütlenmiş, inkarcı, muhalif gruplar" anlamına .KÎmektedir. Hizb kelimesinin öz manasında, "bir inanç etrafında bilinç­li olarak örgüt olanlar" anlamı vardır. Bu inanç inkârda, ideolojide ve reîsefede olabilir. Dolayısıyla bu kelime, "keskin ve derin muhalefet >aparak, kimi zaman eyleme girişerek düşmanlığını yapan örgütlenmiş £rüplar"ı ifade etmektedir.

Bu şekilde inkâr eden gruplara Yüce Allah cehennem ateşini vaadetmekte ve onları onunla cezalandıracağını ifade etmektedir. Örgüt­lenmiş inkâr, âhirette cehennem ateşine dönüşür. Çünkü örgütlenmiş inkâr, akıl dışı, ilâhî vahy dışı işlere girişir. İnkâr, aklı da gönlü de saf dışı bırakmaktadır.

4. Hz. Muhammed de ondan şüphe etmemeli.

"Senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu, O, Rabb'inden bir gerçektir. Fakat insanların çoğu inanmaz." Örgütlenmiş kâfirlerin ağır, olumsuz tepkisi, Hz. Peygamber'i öylesine etkilemişti ki Kur'ân'ın hak kitap olup olma­dığı konusunda bir tereddüde düşmemesi için Yüce Allah, bu emri ver­miş ve bu açıklamayı yapmıştır.

Kur'ân, Allah'ın gönderdiği bir hak kitap olduğunu vurgulayarak, Hz. Peygamber'in şüphesi doğmadan onu önlemiştir. İnsanların çoğunun Kur'ân'ın Allah'tan gelen bir gerçek olduğuna inanmaması, Hz. Pey­gamber'in üzerinde olumsuz bir etki uyandırmamalıdır. Hûd 12'de bu etkiden dolayı, "bazı âyetlerin tebliğ edilmesini nerede ise durduruyor­du". İşte burada da nerdeyse şüpheye düşecek alana giriyordu. Yüce Allah, bu açıklaması ve emri ile onu bu kaypak alandan kurtarmıştır.

Şimdi âyetin genelinden şu neticeyi çıkartıyoruz: Bir şeyin hak, yani gerçek olup olmadığı, ona inananların çokluğu ile ölçülemez. Haki­katin kanıtı, ona bağlı olanların çokluğu ile değil, kaynağı ile alakalıdır. Çoğu zaman insanlar çoklukların karşısında psikolojik bakımdan dağılıp, sahip oldukları hakikatten şüphe edecek hale gelirler.

İslâm dini tıpkı diğer peygamberler gibi bir kişi ile başladı, daha sonra kitlelere ulaştı. Hakikatin etrafında toplanan insanların bilgi ve iman sağlamlığına sahip olmaları ve akıllarını eylemsel manada kullan­maları, onları güçlü hale getirecektir. Ama bunlardan yoksun, kimliksiz ve şahsiyet parçalanmasına uğrayan insanlar sahip oldukları hakikati savunamaz, onun üstünlüğünü ve değerini insanlığa anlatamaz ve ey­lemsel anlamda bunu gösteremezler.

Yüce Allah, Hûd 17'de bu hususu sormakta, müslümanları idare soen siyâsîlere ve onları eğiten eğitimcilere güçlü nesiller yetiştirmesini i'gütlemektedir.

5. "Allah'a iftira edene lanet vardır."

"Aflah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Bunlar Rabb'lerine sunulurlar ve tanıklar da: Rabb'lerine yalan söyleyenler bunlardır', derler. Bilin ki, Allah'ın laneti haksızlık yapanlaradır."

Allah'a karşı yalan uydurmanın şekilleri vardır:

a) Allah'ın helal dediğini haram; haram dediğini helal göstererek yalan uydurmak. Bu tip büyük yanlışı, hem din âlimi ve görevlileri hem de halk yapabilir. Genelde dînî konular, herkesin ağzında dolaşıp durur.
Herkes her yerde "benim mantığıma, benim görüşüme göre fetva böyle olmalıdır" der. Bu tip insanlar beyinleri ile değil, kemiği olmayan dilleri ile konuşurlar.

"Dilinize geldiği gibi, bu helaldir, şu haramdır, demeyin" (Nahl 16/116). Dini meselelerde, gelişigüzel ağızdan fırlatılan kelimelerle fetva vermenin yanlış olduğunu söyleyen Yüce Allah, bu davranışın kendisine iftira olacağım ifade etmektedir.

b) Yüce Allah'ın hak olarak gönderdiği kitabı, O'nun gönderme­diğini söyleyerek yalan uydurmak. Böyle bir açılımı getirmek Hûd sûre­sinin 13. âyetinden dolayı yapılmaktadır. "Kur'ân'1 Hz. Muhammed uy­
durdu" demek, aslında Allah'a karşı yalan uydurmaktır. Bu iddianın sa­hiplerine göre sanki Yüce Allah, Kur'ân'ı kendisinin gönderdiğini söy­lemekle, yalan söylemiş oldu.

Allah'ın gönderdiği kitaptan şüphe edip onu inkâra kalkışmak, Al­lah'a karşı yalan iftirada bulunmaktır.

İşte bu şekilde Allah'a yalan isnadında bulunan insandan daha zâ­lim kimse yoktur. Çünkü iftira Allah'a yapılıyorsa, işte bu en büyük zu­lüm olmaktadır.

Yüce Allah'ın bu anlamlı ve ağır değerlendirmesini bilen din âlimi ve görevlileri fetva vermek için ağızlarını kolayca, düşünmeden asla açamazlar, açmamalıdırlar. Kur'ân'ı bilmeyen, yani Allah'ın konular hakkında verdiği fetvayı bilmeyenler, Allah'a saygıları gereği fetva vermemelidirler. Aksi takdirde zâlim sınıfına düşeceklerdir.

Mahşerde bunlar Allah'ın huzuruna çıkarılacak, yani sunulacaklar ve şahitler o anda: "Allah'a yalan iftira eden bunlardır" diye seslenecek­ler. Allah'ın laneti bu zâlimlerin üzerine olacaktır. La'net, "uzaklaşma, yabancılaşma, sürgün etme" anlamına gelen ib'âd kelimesi ile eş an­lamlıdır (İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab). Allah'la ilgili olarak kullanılınca, yani "Allah'ın la'neti günahkâra olsun" denince "kişinin, Allah'ın rah­metinden uzak kalması, yoksun bırakılması" anlamı kastediliyor demek­tir[15].

6. Allah'ın lanet edeceği zâlimlerin diğer özellikleri

Yüce Allah, kendisine yalan iftirada bulananları zâlim olarak va­sıflandırmaktadır. Bu insanlar sadece sözle Allah'a yalan iftirada bulunmuyorlar, bıj inançlarını eyleme de dönüştürmektedirler. "Onlar Allah'ın yolun­dan alıkorlar ve onun eğriliğini isterler. İşte bunlar, âhireti inkâr edenler­dir."

Yanlış fetvaları ile Allah'a yalan iftirada bulunan ya da 'Kur'ân'ı Hz. Muhammed uydurdu' diyerek Kur'ân'ın Allah'tan geldiğini inkâr edip Allah'a yalan isnad eden zâlimler 17. âyette görüldüğü gibi örgüt­lenip inançlarını eyleme dönüşmektedirler.

a) "Allah'ın yolundan alıkorlar." Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de Allah'a giden manevi yolu tıkamak isteyen, orada yürümeye çalışanların önüne engel koymak isteyenler ve o yoldan alıkonmuş olanlar olacaktır. "Allah'a giden yol", tevhîd inancının, hakların, iyinin, doğrunun, güzelin yoludur. İnsanları bunları işlemekten alıkoymak Allah'ın lanetini getiren zulüm olduğu gibi bir bakıma, inanç ve ibadet özgürlüklerine de engel olmak anlamını ifade etmektedir.

b) O yolun eğriliğini isterler." Kâfirler, Allah'a giden ve adına Sebîlüllâh veya Sırât-ı Müstakim denen yolu eğri, dolambaçlı bir yol olarak göstermeye çalışırlar. Allah'a yalan iftirada bulunanların ikinci eylemleri de bu olmaktadır. Bir bakıma Kur'ân'ın Allah'tan geldi­ğini ispat eden delillerin yanlış, eksik ve anlamsız olduklarını söyleyerek Allah'ın yolu olan Kur'ân'ı eğri göstermek çabasını ifade etmektedir.

Hz. Peygamber döneminde bire bir, yüz yüze konuşmalarla yapı­lan engelleme ve eğri gösterme eylemleri zaman geçtikçe, zamanımızda olduğu gibi kitle haberleşme vasıtaları ile uzaktan da yapılabilmektedir. Kitap, makale, sempozyum gibi faaliyetler ve medyanın her boyutu bu konuda seferber edilmektedir. Hatta bu daha da ileri götürülerek, dinin, kabul edilen bir örgütlenme şekli, öteki dine engel olmaya çalışan bir zorbalık olarak sunulup onun eğri olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Meselâ: Kur'ân'da çelişkiler vardır, anlaşılmaz âyetler vardır; onu Hz. Muhammed yazdı gibi iddialar bu eğri göstermeye örnek teşkil etmekte­dir.

c) "Âhireti inkâr edenler." Allah'a yalan isnad e-den insanların âhiret inancı yoktur. Öyle bir inançları olsaydı bu hatayı yapmazlardı. İftira zulmünü gerçekleştirenlerin âhiret inancı yoktur, yani bu kişiler, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmemekte ve oradaki sorgu­lamaya inanmamaktadırlar. Hûd 19'un bir benzeri de A'râf 45'dir. Her iki âyetten önceki âyette "Allah'ın laneti" ve "zâlim" kelimeleri yer al­maktadır.

Yüce Allah, Hûd 17-19. âyetlerde hak olan dinlerin tarihinde yer alan ve o tarihi yapan dinamiklerden birine dikkat çekmektedir. Örgüt­lenmiş kâfirler, Allah'ın yolundan insanları alıkoymaya ve o yolu eğri göstermeye çalışmışlardır. Bunun anlamı, onlar hem Allah'a hem de Allah'ın yolunda gidenlere karşı olumsuz manada mücâdele verdiler, savaştılar, beri tarafı aciz bırakmak için uğraştılar. Örgütlü kâfirlerin bu yaptıkları devam etmekte, gelecekte de devam edecektir. Allah'ın yo­lunda yürüyenler ise bunu bilecek, onun için hem bilgi hem de birlik-beraberlik silahları ile kendilerini donatacaklar; dünyayı tanıyan, yapılan faaliyetlerin analizini yaparak yönünü belirleyen, gerektiğinde kendisi

yön verir hale gelen, ayağını yere sağlam basan nesilleri yetiştirmek zo­runda olduklarını hissedeceklerdir. Çünkü, onlarla mücâdele etmenin yollarından biri, iyiliği geliştirmek, iyilik ağacının dibine su dökmek ve onu beslemektir. İyilik, iyice beslenip güçlenince, kötülüklerle mücâdele verecektir.

7. Zâlimler Allah'ı aciz bırakabilirler mi?

"Onlar'yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakamazlar. Allah'tan başka onların yakın dostları da yoktur. On­lara azap kat kat olacaktır. Çünkü, onlar gerçekleri duymaya dayanamaz ve göremezlerdi." Bu âyetin analizi yapılınca, örgütlü kâfirlerin verdik­leri savaştan galip çıkmalarının imkansızlığı görülmüş olacaktır.

a) "Onlar, (Allah'ı) aciz bırakamazlar." Bunun anlamı aslında şöyledir: Onlar Allah'ın yolunu engellemeye, insanları ondan alıkoymaya ve o yolu eğri-büğrü göstermeye çalışırken Allah ile savaş veriyorlar.

Allah'ın yolundan gidip Allah'ın yolunu savunanlar şunu iyi bilip tereddüde, endişeye ve korkuya kapılmayıp sabretmelidirler. Allah, bu yolda gittikleri ve ondan sapmadıkları müddetçe onlarla beraberdir ve yardımını onlardan esirgemeyecek ve onları zafere ulaştıracaktır. Onun içindir ki, yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette "onlar yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakamazlar" buyurmaktadır.

Bâtıl, hakkı aciz bırakamayacağına göre, bâtılı savunanlar da hakkı savunanları aciz bırakamaz. Hak gelince batıl gider (İsrâ 17/81). Gidici olan kalıcı olanı aciz bırakamaz.

b) "Allah'tan başka onların yakın dostları da yoktur." Onlar, Allah'tan başkalarını dost görmelerine rağmen, Yüce Allah onlara kendisini dost ilan etmektedir. Bundan anlıyoruz ki, zâlim­ler dostunu, düşmanını bilememektedirler. Din eğitimi, hatta genel eği­timin en önemli görevlerinden biri insanlara dost ve düşmanlarını tanıt­maktır. Yüce Allah, kendisini aciz bırakmaya çalışanlara dost olduğunu hatırlatmaktadır. Demek ki kâfirler gerçek dostlarını bırakıp sahte dost edinmektedirler.

c) "Onlara kat kat azap olacaktır." Azabın fazla olmasının sebebi ne olabilir? Çünkü her kötülüğün, her günahın cezası denk bir ceza olma ilkesini daha önce öğrenmiştik. "Her kötülüğün ceza­sı, ona denk bir kötülüktür" (Şûra 42/40). Acaba yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette, bu ilkeye ters mi düşülmektedir?

Bu soruların cevabını verebilmek için, Hûd sûresinin 13-20. âyet­leri arasındaki âyetlere dönmek gerekiyor. 'Kur'ân'ı Hz. Muhammed uydurdu' diyenler, sonra 'dünya hayatını ve süsünü isteyenler'; 'Kur'ân'ı inkâr edenler'; 'Allah'a yalan iftira edenler'; 'Allah'ın yolun­dan alıkoyup o yolu eğri-büğrü göstermeye çalışanlar' âhirette kat kat azap göreceklerdir. Sadece inkâr etmekle kalmayıp, örgütlenerek İslâm'a saldıranlar, tepkilerini kat kat ortaya koydukları için Allah da onlara kat kat azab edecektir.

d) "Çünkü, onlar gerçekleri duymaya dayanamaz ve göremezlerdi."

Yukarıda sorduğumuz soruların cevabı, âyetin bu kısmı olabilir. Gerçeklere kulak verip dinlemeyen ve gözlerini kullanıp göremeyenler kat kat olumsuzluk yaptıklarından kat kat azap göreceklerdir.

Başka bir ifadeyle onlar işitemez ve göremez durumdaydılar. Din­lememek, görememek aslında beynini kullanamamayı ifade etmektedir. Demek ki insan, bu dünyada ve âhirette ne çekecekse beyninden çeke­cektir.

8. Zâlimler kendilerine yazık ederler.

"İŞte, bunlar kendilerine yazık edenlerdir. Uydurup Sordukları şeyler de yanlarından kaybolmuştur."

a) Bu âyette kendilerini hüsrana uğratanlar veya yazık edenlerin timler olduğuna açıklık getirilmektedir. Kısaca belirtecek olursak: Beyı kullanmayan, Allah'ın dostluğunu kaybeden, Allah'ı bu dünyada ic:z bırakacağını zanneden ve bu hayal peşinde koşan zâlimler kendilerine yazık etmişlerdir ve etmektedirler.

Bu insanlar kendi kendilerine ziyan verdiklerinden ahmak duru­mundadırlar. Yüce Allah bunları müslümanlara anlatıyor ve onları eğit­mek için bunları açıklıyor. Çünkü kâfirler bu âyetleri okumaz.

b) Kâfirlerin uydurdukları sahte fikir, tanrı ve dostları kendilerini terk edip gidecek, yalnız başında kalacak, umduklarının boş olduğunu anlayacak ve dünyada kurdukları inkâr örgütünün işe yaramadığını fark edecekler, sonuçta Allah'ın yolundan insanları alıkoymak ve o yolu eğri göstermek için oluşturdukları örgütün üyelerinden kendilerini savunmak için yanlarında kimseyi

bulamayacaklardır.

Kısaca diyebiliriz ki: Bu insanlar bu dünyada kendi psikolojik güç­lerine, beyinlerine, duyu organlarına, nefis ve gönüllerine hakim olama­maları ve sahip çıkamamaları sebebiyle kendi kendilerine yazık etmiş­lerdir. İşte Yüce Allah müslümana, kendi beyin, gönül ve nefsine yetme­sini, sahip çıkmasını öğütlemektedir.

9.  Âhirette de onlar kaybedeceklerdir. "Kuşkusuz âhirette de en çok kaybedenler bunlar olacaktır."

a) lâ cerame ifadesi iki olumsuzdan bir olumlu anlam yani, şüphesizlik anlamına gelir. Lâ edatı, "hayır" demektir ve zâlimlerin düşüncelerini, inançlarını, sahte tanrılarını reddetmektir. Cerame kelimesi de, fiili kazanmak anlamını ifade etmektedir. Bu onlara fayda vermez, bu eylemi gerçekleştirmek de onlara fayda vermez. Cerame kelimesinin, "yapmak, kazanmak" anlamına geldiğini Mâide 8. Âyetle ispat edebiliriz: "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin." '

Sîbevehy, cerame kelimesinin "hak ve doğru" anlamına geldiğini, buna göre izahını yapmakta

olduğumuz âyetin manasının: "Onların in­kârlarının hakkı, başlarına azap ve hüsran gelmesidir.[16]

şeklinde olduğunu ifade etmiştir. Bütün bu açıklamaların ardından bu ifadeye "şüphesiz, kuşkusuz"

anlamını vermek en doğrusu olacaktır.

b) Bunlar, âhirette en çok hüsrana uğrayacaklardır. Dünyada kay­bettikleri gibi, âhirette de daha büyük kayba uğrayacaklardır. Kat kat azap görmeleri daha büyük kayba uğramaları anlamına gelmektedir.

Demek ki Yüce Allah mü'mirilere kayıp ve kazancın nerede oldu­ğunu öğreterek hata yapmalarını önlemektedir. Bu Kur'ân eğitiminin bir metodunu teşkil etmektedir. İnsanları eğitirken hem olumluyu hem de olumsuzu, yani faydalı ve zararlı olanı beraberce tanıtmalı ve anlatmalı. Onun içindir ki Yüce Allah Ra'd sûresinin 17. âyetinde hak ile bâtılı beraberce yan yana anlatmaktadır. Hûd sûresinin 13-22. âyetleri arasında anlış yapanları ve onların fiillerini anlatmış; ardından 23. âyette de iyi­leri anlatmış, daha sonra 24. âyette her ikisini beraber yan yana ele al­mıştır.

İyi ile kötü; doğru ile yanlış; faydalı ile faydasız; hak ile bâtıl; gü­zel ile çirkin beraberce anlatılırsa eğitim ve öğretim etkili olacaktır. Her şey zıddı ile daha kolay  anlaşılır ve daha kolay öğretilir.[17]

 

Cennetlikler:

 

23. İnanıp da güzel işler yapan ve Rabb'lerine gönül­den boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar.

Yüce Allah bundan önce kâfirleri, zâlimleri ve İslâm'a karşı örgüt suç işleyenlerin durumunu en ince noktasına kadar ele aldı; onların nusüncelerini, niyetlerini, inançlarını, tepkilerini, uğraşı alanlarını ve seneklerini kullanıp kullanmadıklarını detaylı bir şekilde açıkladı. dı de onların zıttı olan doğru iman sahipleri ve iyi iş yapanları ele il icta ve bu iki grubun mukayesesini yapmaktadır.

a) "İman edip de güzel işler yapanlar." Yüce Allah bütün işlerin başına imanı, yani gönül eylemini koymaktadır.
İman beyin ve gönlün müşterek eylemi olmaktadır. Aklın Allah ile bağ­lantı kurmasına iman denmektedir. Gerçek imana sahip olan insan bunu davranışları ve ürettiği faydalı işler ile ortaya koyup delillendirir.

b) "Rabb'lerine gönülden boyun eğenler." 'Yerin düz ve oturaklı olması' ve 'gizli olmak' manasına gelen habete ke­limesi, burada "huşu ve tevazu içinde olmak"; ehbete, "düz ve en­gin yere girdi"

manasını ifade etmektedir. "Bir kimse birine bağlandı" derken bu kelime, ilâ harf-ı cerri ile kullanılır, ancak lâm harf-i cerri ile kullanılınca "ona boyun eğdi" anlamına gelmektedir.

Tefsirini yaptığımız bu âyette söz konusu kelime, "huşu ve tevazu ile Rabb'lerine bağlananlar" demektir. Ama ihbât kelimesini "doyuma ulaşmak" anlamına da alabiliriz. Bu durumda âyetin anlamı "iman edip iyi işler üretenler Allah'ı anmakla doyuma ulaşırlar, yalnız O'na bağla­nır, O'ndan başkasına iltifat etmezler" şeklini alır.

Hac sûresinin 34. âyetinde bu kelime, muhbit kalıbında çoğul ola­rak gelmektedir. "Sen itaatkâr ve mütevâzi olanları müjdele." Bu kelimeyi âlimler çeşitli şekilde manalandırmışlardır: İbn Abbâs, Katâde muhbit kelimesine "mütevâzi"; Kelbî "ibadetlerinde gayret gös­teren"; Mukâtil "ihlaslı"; Mücâhid "Allah'ı anmakta doyuma ulaşan"; Amr b. Evs ise "zulme uğradıklarında intikam almayan" manalarını vermişlerdir.

Bu kavram kalbin durumunu belirlemek, açıklamak için kullanıl­maktadır. Muhbit kelimesinin Hac 35'de açıklanması yapılmaktadır. Hac 34'de "muhbitleri müjdele" dedikten sonra Yüce Allah, muhbitlerin kimler olduğunu şu şekilde açıklamaktadır:

i. "Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen­ler." Bunlar, Allah anıldığında kalplerinde ciddi manada değişim mey­dana gelenlerdir.

ii. "Başlarına gelenlere sabredenler." Muhbit rsiiıîar. "sabreden, belalara karşı göğüs gerip üstesinden gelme gayreti şcş:eren"lerdir.

iii. "Namazlarını kılanlar." Bu insanlar, kalplerinin um noktasına ulaştığını ibadet ederek gösterenler ve bunu ispat eden­lerdir. Başka bir ifade ile bunlar, namaz kılarak doyuma ulaşmalarına yirdım edenlerdir.

iv. "Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Al'ah için infak edenler." Fakirlerin elinden tutan, kamu yararına olan 3lere karşılıksız yardımda bulunan, başkalarının derdi ile malından sarf tcerek ilgilenen insan muhbit insandır.

v. Bu kelime, Hac 54'de tuhbite şeklinde "kalbin huzur ve doyu­ma ulaşması" anlamında fiil kalıbında geçmektedir.

Şimdi ihbât kelimesinden türeyen muhbit kelimesinin tanımını, "Allah anıldığında kalbi titreyen, namazım kılan, belalara sabreden, Al­ır, için infâk eden ve kalbi doyum noktasına ulaşan insan" şeklinde ya­rabiliriz. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 23'e dönersek ehbetû telımesinin "Allah'a huşu içinde boyun eğen ve O'na gönülden bağla-tuz" anlamını ifade ettiğini söyleyebiliriz.

İman edip iyi işler üreten ve Allah'a gönülden bağlanan insanlara

Yüce Allah şu ödülü vermektedir: İşte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar". Hûd 13-22. ayetleri arısında cehennemlikler, ma'nen iflas edenler olarak ele alınırken, 23. cennete gidip orada ebedî kalacak olanlar diye açıklanmaktadır.

Neticede bu âyette insanların, hem cehennemi hem de cenneti bu rtr.vadaki inanç ve amelleri ile oluşturdukları bilincinin verilmekte olu anlıyoruz.[18]

 

İki Grubun Karşılaştırılması Ve Anlatılandan İbret Alınması:

 

24.  Bu iki grubun durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumu hiç eşit olur mu? Hâlâ ibret almıyor musunuz?

Yüce Allah"ın, Hûd sûresinin ilk âyetinden 23. âyetin sonuna ka­dar ele aldığı konular şunlardır: İman ve inkâr meseleleri ve buna paralel olarak tevhîd inancı, şirk; Kur'ân'ın hak kitap ve mu'cize oluşu, Allah tarafından gönderilişi, Hz. Peygamber tarafından uydurulup yazılmadığı; inanmayanların dünya ve âhiretteki durumları ile inananların ödülleri; kimlerin cehenneme ve yine kimlerin cennete gideceği. Beyin, gönül, nefis, davranışlar arasındaki ilişkiler ve bunların ahlâka yansıması âyet­lerde ince detaylarla serpildi.

İşte 24. âyette de inanan ile inanmayan; ahlâkî bakımdan iyi ile kö­tü insanların mukayesesi yapılmıştır.

İnanmayanlarla inananları Yüce Allah iki ayı grup olarak ele alıp

gören ve işitenler. Kör ve sağır benzetmesini beynini kullanmayan; gö­ren ve işiteni de beynini kullanan olarak manalandırabiliriz. Çünkü göz ve kulak gibi duyu organları beyni temsil etmektedir.

Yüce Allah göz ve kulaklarını kullanan grupla kullanmayan gru­bun eşit olup olamayacağını sormaktadır. Gözleriyle gören, gözlem ya­pan ve okuyan, kulakları ile dinleyen ve her iki duyu organı ile aldığı duyumları beyninde yoğurup bilgi ve daha sonra iman haline dönüştüren insanlarla; gözlem yapamayan ve okumayan, kulakları ile dinlemeyen ve böylece beynine üretme fırsatı tanımayan insanlar bir olabilir mi? Hûd sûresinin 23. âyetinde anlatılan bu grupların durumu ibret vecici ve düşündürücüdür. Onun içindir ki Yüce Allah âyetin sonunda ; "hâlâ ibret almıyor musunuz?" şeklinde, başka bir tercüme ile de hâlâ düşünmüyor musunuz?" buyurmakta ve sormaktadır.

Şimdi genel manada bir netice çıkarmamız mümkündür: Yüce Al­lah" in Hûd sûresinin ilk 23 âyetindeki ana hedefi insanları çeşitli konular üzerinde düşündürmek ve ibret aldırmaktır. Yüce Allah biraz önce sıra­ladığımız konuları olduğu gibi ortaya koymuş, inanan ve aklını kullanan insanlarla inanmayan ve aklını kullanmayan insanların psikolojik yapıla­rı ile davranışlarını, tutumlarını, tavırlarını, tepkilerini ince detaylarına ıcadar açıklamış ve gelecek nesillerin önüne koymuştur. Bu anlatımı ile hedefinin farkı fark edecek düşüncelerini üretip ibret almaları olduğunu ia açıkça belirtmiş, farkı fark edip hangi grupta yer alacaklarına kendile­rinin karar vermesini ön görmüştür. Kör ile görenin; sağır ile işitenin farkı ne kadar net ise; inananla inanmayanın farkı da o kadar nettir. Yeter ki insan beynini azıcık kıpırdatsın.[19]

 

Hz. Nuh'un Kıssasına Dönüş:

 

25. Andolsun, Biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. On­lara: 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım', (dedi).

26.'Allah'tan başkasına tapmayın! Ben size gelecek elem verici bir günün azabından korkuyorum.'

Daha önce A'râf 59-64. âyetler arasında ve Yûnus 71-73. âyetlerde Hz. Nuh'un başından geçen olgulara kısmen değinilmişti. Bu konu, Hûd sûresinde 25-50. âyetler arasında daha derin ve daha detaylı bir şekilde tekrar ele alınmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Hûd sûresi ile Nûh sûresinde anlatılan olgular Hz. Nûh kıssasının merkezini ve ana iskeletini oluştur­maktadır. A'râf ve Yûnus'ta anlatılanlar bir giriş mahiyetindedir.

Hûd sûresinde 25-50. âyetler arasında uzun bir yer tutması bakı­mından, kıssayı ya da Hz. Nuh'un olgularını parçalara bölerek anlatmayı uygun buluyoruz.

1. Hz. Nûh bir elcilidir.

Yukarıda verilen âyetlerin birinci bölümünde Yüce Allah Hz. Mu-hammed ve onun ümmetine daha önce de elçi, yani peygamberler gön­derdiğini söylemektedir. Resul kelimesinin Türkçe karşılığı "elçi"; Fars­ça karşılığı da "peygamber"dir.

Peygamberler tarihi için Yüce Allah'ın koyduğu temel sünnet, yani değişmeyen kanunlardan biri, elçisini, elçi göndereceği insanlar arasın­dan seçmesi veya göndermesidir. Âyette geçen erselnâ ifadesi, "elçi olarak gönderdik" anlamına gelmektedir. Elçi, ilâhî alemle beşeri alem arasındaki ilişkileri düzenlerken, Allah'tan aldığı mesajı insanlara ulaştırır, öğretir ve hayata uygular; hem ilâhî âlemi temsil eder hem de insanları temsil eder. Bu temsilde aldığı ilâhî mesajı eksiksiz ve katma­dan tebliğ edip hayata uygulamak onun aslî görevidir.

Beşerî seviyede devletler arasında kurulan elçilik müessesesinin ilk kurucusu, öğreticisi Yüce Allah'tır. Yüce Allah, elçinin, yani pey­gamberin kendi kavminden olmasına özen göstermiş ve bunu da sünnet, yani kanun olarak koymuştur. Hz. Nûh Şu'arâ 107'de kendisini şu şekil­de tanımlamaktadır: "Bilin ki ben, size gönderilmiş güve­nilir bir elçiyim." Demek ki elçilik, yani peygamberliğin en önemli va­sıflarından biri ve en önde geleni "güvenilirliktir." Güvenilmeyen bir insan peygamber olarak gönderilmez. Hz. Nûh bu sözü ile halkının ken­disine güvenebileceklerini temin etmeye çalışıyor. Allah güvendiği için elçi tayin ediyor, ama insanların da güvencesini almak istiyor.

2. Hz. Nûh açık bir uyarıcıdır.

"Onlara: 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım', dedi."

Bu ifade, hemen hemen bütün peygamberlerde, meselâ Hûd sûre­sinin ikinci âyetinde Hz. Peygamber'in ifadesi olarak yer almaktadır. Bu özellikleri itibari ile Hûd 25. âyet, Hûd ikinci âyete bağlıdır. Bir pey­gamber sadece bir topluma gelmiş olabilir. Bir bakıma milli sınırlar i-çmde bir görev yapmış olabilir. Ama özellikleri ve mesajları itibari ile evrensel boyuları vardır. Bunlardan biri de "çıplak uyarıcı" olmalarıdır.

3. Tevhîd inancı ile uyarı.

"Allah'tan başkasına tapmayın."

Hûd 2'de önce bu ifade yer alıyor, sonra peygamberin çıplak uya­ra olduğu ifadesi geliyor. Ama Hûd 25'de önce uyarıcı olduğu, sonra ia. tevhîd inancı ile ilgili esas geliyor. Öncelik ve sonralık hariç yapılan ve verilen tebliğ aynı kalmaktadır.

Âyetin bu kısmı istisna kalıbı ile gelmiştir. Önce başkasına kulluk etmemek, sonra da Allah'a kulluk etmek emri gelmektedir. Önce Al­in" tan başkası dışlanıyor, sonra da Allah'a kulluk edilmesi isteniyor. Bunun en açık ifadesi Bakara 256'da yer almaktadır:

"O halde tâğûtu inkâr edip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam bir kulpa ya­pışmıştır."

Demek ki Bakara 256'daki "kim tâğûtu inkâr süere" ifadesi, Hz. Nuh'un mesajında "kulluk etmeyin" söLinde yer almaktadır. Bakara 256'daki "Allah'a inanırsa" ırâûes: ise Hz. Nuh'un mesajında sadece

Allah'a" şeklinde yerı peygamberlerin mesajındaki uyarının konusu, Allah'tan

dışlayıp sadece Allah'a tapınmak olmuştur (Nahl 16/36). Bü-iijı peygamberlere gelen vahyin ilk görevi şirki temizleyip tek Allah cc:"! yerleştirmektir.

Hz. Nûh da aynı inanç ilkesini tebliğ etmiş ve bunu niçin yaptığını da ifade etmiştir.

4. Hz. Nûh, kavmi için korkuyor.

"Ben size gelecek elem verici bir günün azabından korkuyorum." Hz. Nûh kendisi için değil de kavmi için kork­maktadır. Burada bir ahlâk eğitimi, yani başkasını düşünme erdemi öğre­tilmektedir: "Başkasının yanlış yapmasından dolayı uğrayacağı azap adına korkmak." İşte bu, erdemin doruk noktasını teşkil etmektedir.

Bu korku, tevhîd inancını benimsemeyip şirke düşen insanların uğ­rayacağı azaba yöneliktir. Hz. Nûh "ben korkuyorum" derken, "siz de korkun" demek istemekte, şirkin azap getireceği uyarısında bulunmakta ve kendi korkusunu kavmi adına ortaya koymaktadır.

Hûd 26'daki Hz. Nuh'un uyarısını günümüzün din eğitimine geti­rip uyarlarsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Din âlimi ve görevlilerin amacı tevhîd inancını, yani tek Allah'a imanı insanlara öğretmek, duyurmak ve gönüllerine akıtmak olacaktır; başka bir ifadeyle, şirkle mücâdele ola­caktır.

Din bilginlerinin, şirkle mücâdele ve tevhîd inancının öğretimi du­rurken, insanların şekilleriyle uğraşmanın yersiz olduğunun bilincinde olmaları gerekiyor. Talî olan konuları şirkle mücâdele ve tevhîd inancını yerleştirmenin önüne geçirmek din eğitiminin etkinliğini ortadan kaldı­racaktır.

Din eğitiminde örnek almamız gereken peygamberler, hangi de­ğerle, hangi konu ile ve hangi ilke ile eğitime başlamış iseler biz âe o-nunla başlamak zorundayız. İşte Hûd 2'de Hz. Muhammed işe, şirki or­tadan kaldırıp tevhîd inancını yerleştirmekle başlamış; Hz. Nûh daha önce aynı metodu uygulamış, diğer peygamberler de aynı yolu izlemiş­lerdir. Din eğitimcileri din adına aynı yolu izleyip eğitim faaliyetini sür­dürmelidirler.[20]

 

Kavminin Tepkisi:

 

27. Kavminin inkâr eden ileri gelen seçkinleri dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görü­yoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabaka­mızdan başkasının sana uyduğunu ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalan­cılar olduğunuzu düşünüyoruz.

Bu âyet özelde Hz. Nuh'a gösterilen tepkinin nedenlerini verirken genelde de bütün peygamberlere gösterilen olumsuz tepkinin özünde bunun olduğunu ifade etmektedir. Şimdi âyetin analizini yaparak bu ne­denleri sıralayabiliriz:

1. "Kavminin inkâr eden ileri gelen seçkinleri dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz." Âyetin bu kısmında o toplumla ilgili iki özellik görüyoruz. Birisi kâfir olmaları, yani inkâr etmeleri -ki eğer onlar inkâr eteselerdi, bu olumsuz tepkiyi göstermeyeceklerdi-; diğeri de, Hz. Nuh'u endi seviyelerinde görmeleri, ama onların beklentilerinin daha farklı :;.duğunu hissetmeleridir. Sanki Hz. Nuh'un, peygamber olabilmesi için -vanüstü ya da beşerî ölçülere göre toplumun en ileri geleninin olması gerektiğini öne sürüyorlardı.

Hz. Peygamber'e müşriklerin gösterdiği tepkide de aynı anlayış

"Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirmeli, kendisi ile birlikte o da uyarıcı olmalı idi. Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalıydı. O zâlimler: 'Siz ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler. Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve hiçbir yol da bulamazlar" (Furkân 25/7-9).

Hz. Nuh'a söylenen: "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz" şeklindeki ifadenin geniş açılımının Hz. Peygamber'e de söylenmiş olduğunu anlıyoruz. İnsanlar kendi içlerinden çıkan bir pey­gamberi, kendi seviyesinde görmeleri sebebi ile ona tabî olmamış ve ona inanmamışlardır.

2. "Bizden.'basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.""

Âyetin bu kısmından. Hz. Nûh döneminde bile şu iki sosyal sınıf­laşmanın başlamış olduğunu anlıyoruz: Mele' denen seçkinler sınıfı, bir de basit görüşlü olan alt tabaka. Bu tabakalaşmanın ölçüsü, üstün görüş sahibi olmak ve basit görüş sahibi olmak idi. Kavmin eşrafı, ileri gelen­leri, seçkinleri kendilerim üstün görüyor, halk yığınlarını küçümsüyorlardı: "Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!" (Şu'arâ 26/111). Hz. Nuh'a tabî olanların mallarının az olması, sosyal statülerinin düşük, sa­natlarının değersiz olması onların alt sınıf olarak görülmesine neden ol­muştur. Bu tip insanların tabî olduğu kişiyi, toplumun ileri gelenlerinin peygamber olarak tanımaları mümkün değildi.

Ölçü olarak, üst tabakadan birinin tabî olmasını ya da olmamasını gösteriyorlardı. Sosyal statünün peygamberi kabullenmede, ona inanma­da büyük rol oynadığına şahit oluyoruz.

"Şimdi bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" ifadesiyle de, bulundukları statü gereği kibirlendiklerini anlıyoruz. Bu noktada Hz. Nuh'un toplumunda ileri gelenlerin mukayese yaparak, kendi tabakala-rındakileri halk kitlelerinden üstün görmüşler, peygamberi kabullenmede üstün olmanın da önemli bir ölçüt olduğunu iddia etmişlerdir.

3. "Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyo­ruz." Âyetin bu kısmındaki »£•!& nezunnuküm ifadesi, "sizi sanıyoruz, düşünüyoruz" anlamına gelmektedir. O dönemdeki kâfirler, Hz. Nûh ve ona inananlara beraber hitap etmektedirler.

Şimdi bu noktadan hareketle şu neticeye varıyoruz: Genelde bütün peygamberlere ilk zamanlarında inanan insanlar, toplumda ezilen, sömü­rülen, itilen, zulme uğrayan, hakları çiğnenen ve hor görülen halk kitle­leri olmuştur.

İlâhî vahy, onların haklarını koruduğu, onlara değer verdiği ve on­ların ahlarını değerlendirmeyi garanti ettiğinden halk kitleleri için vahy bir çıkış kapısı niteliğinde idi.

Onun içindir ki, toplumların ileri gelen seçkinlerinden çok köleler, yetimler ve kimsesizler, ezilenler ve zulme uğrayanlar iman edip pey­gamberlere tabî olmuşlardır. Hz. Nûh döneminde bunu fark eden seçkin­ler, durumu bir şekilde dile getirmişlerdir.

Hz. İsâ ve Hz. Muhammed dönemlerinde de böyle olmuştur. Özel­likle câhiliye döneminde Araplar kadınlara zulmettiği için Hz. Peygam­ber'e daha çok kadınlar iman etmişlerdir. Yüce Allah'ın burada anlattığı olgu, asırlarca devam etmişti, şimdi de devam ediyor ve ileride de devam edecektir. Yüce Allah, üstünlüğün sosyal statüye değil, aklını kullanıp iman etmeye bağlı olduğu ilkesini

koymaktadır: "Eğer inanmışsanız, üstün sizsiniz" Âl-İİmrân 3/139).

Bu âyetleri ile Yüce Allah sosyal statüsü düşük olanların aşağılık duygusuna kapılmalarını da önlemektedir. İnsanın Allah katındaki değe-nnin beynine, gönlüne ve davranışlarına göre belirlendiği öğretilerek, psikolojik çöküntüler önlenmektedir. Bu açıdan ilgili âyetlerde ruhsal bir eğitim yapıldığını da söyleyebiliriz.[21]

 

Hz. Nuh'un Cevabı:

 

28. (kavmine şöyle seslendi): 'Ey kavmim! Bakın, bende Rabb 'im tarafından verilen açık bir delil varsa, O, kendi tarafından bana bir rahmet vermiş ise ve siz de ona karşı körleşmiş iseniz, ben ne yapabilirim? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?

29. Ey kavmim! Allah 'in emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükafa­tım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabb'lerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.

30.Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?'

31.Ben size: "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum, gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için: "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir" di­yemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. (Onları kovduğum) taktirde ben gerçekten zâlimlerden olurum.

Hz. Nûh kavminin ileri gelenlerinin kendisine karşı gösterdiği o-lumsuz tepkiye karşı iki soru ile cevap vermektedir. Şimdi bu soruların analizini yapabiliriz.

1. Gerçeğe karşı körleşmek. "Ey kavmim! Bende Rabb'im tarafından'verilen açık bir delil varsa ve O, kendi tarafından bana bir rahmet vermiş ise ve siz de ona karşı körleşmiş iseniz, ben ne yapabilirim?"

a) Peygamberlerin en önemli özelliklerinden biri, Allah'ın onlara beyyine vermiş olmasıdır. Bey yinenin ne olduğunu Hûd 18'de açıkla­dık.

"Apaçık bir delil" anlamına gelen bu kelime, her peygamberin peygamberliğini ispat etmektedir. Önemli olan, o delilin Allah tarafından verilmiş olmasıdır. Beyyineye, "kanıt" manasını da verebiliriz.

b) Aynı zamanda her peygambere bir rahmet verilmiştir. Buradaki rahmet kavramı, "gönderilen vahyi, mesajı, kitabı" ifade etmektedir. Bunu nasıl ispat ederiz? İsrâ sûresinin 82. âyetinde Yüce Allah Kur'ân'a "'rahmet" demektedir. "Biz Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü'minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır." Demek ki Kur'ân, rahmet ve vahy olarak manalandırılabilir.

Hz. Nûh, "Allah'tan beyyine ve rahmet, yani delil ve vahy aldım da siz ona karşı körleşmiş iseniz, ben ne yapabilirim?" sorusunu sormak­tadır. Ummiyet 'aleyküm ifadesine, "size gizli kılındı", "size gizli tutuldu", "size gizli oldu" manaları verilmiştir. Aslında "ona kör kalmış, ona karşı körleşmiş iseniz" manasını vermek en doğrusu olacak­tır.

Buradaki dlii 'ummiyet kelimesi, meçhul kalıbında getirilmiştir. Körleştirilenler Hz. Nuh'un kavminin ileri gelenleridir. Onları kim kör-leştirmiştir? Âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır. "İsteksizlikleri" onları Hz. Nuh'a verilen delil ve vahye karşı körleştirmiştir. Demek ki nefis insanın gönül gözünü körleştirmektedir.

Bu açıklamadan şu neticeyi çıkartabiliriz: İnsan kendini nefsinin isteklerinin eline bırakırsa irâdesini kaybetmekte, nefsinin arzuları tara­fından tutsak edinilmekte ve böylece hakikati görebilecek gönül gözünü kaybetmektedir. İşte âyette Hz. Nûh bunu, "delile ve vahye karşı körleş-tirilmek" şeklinde ifade etmektedir.

Dikkat edilirse bu soruların ilkinde Hz. Nûh, delil ve vahyi öne çı­karmakta, kavminin onlara karşı tutumunu sorgulamaktadır. Delil ve vahyin kendisi ile olan ilişkisinin, onların ilişkisinin tam tersi olması nedeniyle bu soruyu Hz. Nûh kavmine yöneltmekte ve bir şey yapama­yacağını da onlara bildirmektedir. Çünkü o, onların körlüğünü ortadan kaldıracak ameliyatın ancak Allah tarafından yapılabileceğini biliyordu.

2. "Siz onu istemediğiniz halde, biz sizi ona zorlayacak mıyız?"

a) "Dinde zorlama yoktur" ilkesinin beslendiği âyetlerden biri de budur. Daha öcne Bakara 256'da "dinde zorlama yoktur"; Yûnus 99'da "o halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" esaslarını açıklamıştık. Her iki âyet Hz. Muhammed'e gelen vahyde yer almıştı. Ama Hûd 28'deki ifade Hz. Nuh'un sözü idi. Yüce Allah onu bize âyet olarak gönderdi.

Demek ki, dinde zorlamanın olmayacağı veya olamayacağı mese­lesi, Hz. Nuh'un döneminde de vardı.

b) Biz buna "din ve vicdan hürriyeti" ya da "inanç özgürlüğü" di­yebiliriz. Dikkat edilirse, Hz. Nûh "istemediğiniz halde" ifadesine yer vermektedir. İman konusunda, insanın isteği, irâdesi, karan temeli teşkil etmekte ve inanç özgürlüğünün esası olmaktadır. İnsan istemediği bir inanca zorlanamaz. Hiçbir peygamber bu zorlamayı yapmamıştır. İman etmiş bir insan nasıl inanma özgürlüğüne sahip ise, inanmayan da o öl­çüde inanmama özgürlüğüne sahiptir.

Kör olan gönül gözü zorlama ile, dürtme ile açılmaz ki. Gönül gö­zü, delile ve vahye karşı körelen kimseye karşı peygamberler sadece tebliğ görevini yerine getirirler, ama gözün açılması, yani hidâyete gel­meleri kendi istekleri ve ilâhî müdahale ile olacaktır.

3. "Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Be­nim mükafatım ancak Allah'a aittir." Âyetin bu kısmından çıkaracağı­mız neticeler olacaktır. Hz. Nûh cevabının üçüncü aşamasında, peygam­berlik görevini karşılıksız, Allah rızası için yaptığını ifade etmiş ve teb­liğ görevinin karşılığını Allah'tan beklediğini söylerken tüm peygamber­lere önemli bir ilke bırakmış oldu. Ondan sonra gelen peygamberler de aynı şekilde, görevlerini bir menfaat karşılığı yapmadıklarını söylemiş­lerdir.[22]

Bu âyetler, din âlimi ve görevlilerine dinin tebliği konusunda nasıl davranacaklarını açıklamakta, din alanının menfaat alanı olmadığına ikkat çekmektedir.

Demek ki Hz. Nûh karşılıksız, menfaat beklemeden yapılan bir ern faaliyetinin etkili olabileceğini düşünmüştü. Menfaat beklememek, şorevdeki samimiyeti ifade etmektedir.

4. "Ben inar. edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabb'lerine kavuşacaklardırrıır ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum."

Hz. Nuh'un bu cevabı, Hûd 27'de geçen 'aşağı tabakadan insanlar üci :âbi oluyor, senin etrafında toplanıyor; onlar senin yanında bulun­muş..:^ biz sana tabî olmayız' diyen ileri gelenlere verilmiştir. Hz. Nûh anından kovamayacağım; çünkü onların Allah'a kavuşacaklarını clç": ve ona inanıyor olduklarını ifade etmiştir. "Allah'a kavuşmaya

inanma" ilkesi ile Hûd sûresi, Yûnus sûresine bağlıdır ve bu sûrenin de­vamı mahiyetindedir.

Allah'a kavuşacağına inanan insanları atıp ileri gelenleri yanına almanın yanlış olacağını bildiren Hz. Nûh, bunu teklif edenlerin cehalet ürettiklerini, bilinçli davranmadıklarını da söylemiştir. Peygamberin yanında yer almak statü gereği değil, iman gereği olacaktır. Böylece peygamberler, toplumdaki beşeri açıdan sınıflaşmaya ve tabakalaşmaya karşı çıkmışlar ve onu yıkmışlardır.

İlahi vahy, toplumda sınıflaşmaya son vererek sosyal devrimlerin­den birini gerçekleştirmiştir. İnsanlar arasındaki fark, bilip bilmemekten, inanıp inanmamaktan; aklını kullanıp kullanmamaktan kaynaklanır. İn­san, statü bakımından aşağıda olabilir ama, gönül bakımından Allah ka­tında en yukarıda olabilir. Onun içindir ki Hz. Nûh, ileri gelenlerin key­fine, "iman edenleri atamam" dedi ve onları câhilce davranmakla suçla­dı.

Hz. Nûh çok eski dönemde yaşamasına rağmen insanlığa eskime­yen bir sosyal kanun bırakmıştır. Artık bunu öğrenen toplumların ileri gelenleri kibirlenerek, statüsü, sınıfı düşük olan insanları küçük görme­yeceklerdir.

5. "Ey kavmim! Ben on­ları kovarsam, beni Allah'tan kim korur? Düşünmüyor musunuz?" As­lında bu cevap dördüncü cevabın devamı durumundadır. Hz. Nûh, Al­lah'a kavuşacağına inanan insanları yanından kovmanın Allah'ın ceza­landıracağı bir günah olduğunu onlara hatırlatmaktadır. Birinin uğruna diğer bir insanları kovmak, Allah'ın azabına sebep olur, kimse de o kişi­yi azaptan koruyamaz.

Hz. Nûh kavminden, bu konunun üzerinde düşünmelerini istemek­te, konuya akıllarını kullanarak yaklaşmalarını ve böyle yaparlarsa ne demek istediğini anlayacaklarını söylemektedir.

6. "Ben size:'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum, 'gaybı da bilmem'. 'Ben bir meleğim' de demiyorum." Hz. Nûh bu cevabında, olmadığı

şeyleri ve demediği şeyleri sıralamaktadır. Çünkü Hûd 27'de onu yalan­cılıkla suçladılar. Hz. Nûh şu üç şeyi söyleseydi yalancı olabileceğine dikkat çekmektedir.

a) "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır." Eğer Hz. Nûh peygamberliğini ilan ederken, ilâhî vahyi tebliğ ederken böyle bir idiada bulunsaydı yalancılık yapmış olacaktı.

b) "Gaybı da bilmem." Hz. Nûh gaybı bildiğini iddia etseydi yalancı olacaktı. Peygamberler gaybı bildiklerini söylememişler­dir. Onların gerçekten peygamber olduğunu bu durum ispat etmektedir.

c) "Ben bir meleğim." Hz. Nûh bunu da söylemediğiç;n. kavminin, kendisinden tabiat üstü bir özellik beklememesine işaretetmektedir. "Eğer ben meleğim" deseydi, yalancı olacaktı.

Bir peygambere yalancı diyebilmek için bu üç şeyi veya bunlardan rırtni söylemiş olması gerekiyor.

7. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için 'Allah onlara iki. bir hayır vermeyecektir' diyemem. Onların kalplerinde olanı Allah iyi bilir. Onları kovduğum takdirde gerçekten zâlimlerden olurum."

Kendine bağlanan, tabî olan ve Allah'a kavuşacaklarını bilerek eden aşağı sınıftaki insanlara gelecekte Yüce Allah mal-mülk ve Hz. Nûh: 'Ben bunu nerden bilebilirim? Gaybı bilmiyorum ki izjere Allah'ın onlara nimet ihsan etmeyeceğini söyleyebileyim. Sizin lis açınıza göre aşağı tabakadan olan bu insanlara Yüce Allah lütufta bilir" şeklinde cevap vermiştir. Onların gönüllerinde oluşan fırtı- en iyi bilen Allah, onlara gönüllerine göre verecek ve muamelede îıaj-riicaktır. Benim bilmediğim, ama Allah'ın bildiği konularda benim  apmamı beklemeyin.

Hz   Nûh 'onları kovduğu takdirde' zâlimlerden olacağı değerlen-û:rre?:-.î yaparak, zâlimin tanımına yeni bir ilâve getirmiştir.[23]

 

Hz. Nuh'a Tehdit Ve Onun Cevabı:

 

32.Dediler ki: 'Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bi­ze karşı mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan
isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini bize getir!'

33.Nûh dedi ki: 'Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz.'

34. 'Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Çünkü O sizin Rabb'inizdir. Ve O'na döndürüleceksiniz.'

Hz. Nûh daha önce açıklandığı gibi, kendisinin Allah'tan bir delil ve bir rahmet üzerinde olduğunu, kavminin onlara karşı kör davrandığı­nı, ama istemedikleri şeye karşı onları zorlamayacağını, onların aşağı gördüğü insanları, Allah'a kavuşmaya iman etmelerinden dolayı yanın­dan kovamayacağını, kovarsa zâlimlerden olacağını ve neticede kendisi­nin insanüstü biri olmadığını anlatmıştı. Bu anlatış, ileri gelenler tarafın­dan müdahale olarak kabul edilmişti. İşte onlar, tekrar Hz. Nuh'u biraz daha dozunu artırarak tehdit etmeye devam ettiler.

1. "Dediler ki: Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bize karşı mücâdelede ileri gittin." Hûd süresindeki âyetlerde Yûnus 71'de olan mücâdele şekli yoktur. Hz. Nûh, Yûnus

71 'de onları şöyle uyarmıştı: "Ey kavmim! Eğer benim aranızda durmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah'a da­yanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı ka-rarlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra hükmü bana u> gulayın ve bana mühlet de vermeyin."

Hûd sûresinin 28-31. âyetlerine bu âyeti de ilave edersek Hz. Nuh'un ciddî bir mücâdele verdiğini anlamış oluruz. Dikkat edilirse Hz. Nuh'un mücâdelesi kendi adına değil, tevhîd inancı ve kendisine inanan­lar adına idi.

2. "Eğer doğrulardan isen, kendisiyle r:zı tehdit ettiğini bize getir." Daha önce Hz. Nûh, Hûd 26. âyetin sorunda onlara şöyle demişti: "Ben size elem vericir:r günün azabından korkuyorum." İşte bu ifadenin karşılığında onlar da : azabı getirmesini istediler.

Kur'ân'in geneline bakıp, peygamber kavimlerinin olgularının iynimaz parçasının ne olduğunu anlamaya çalışırsak, bunlardan birinin izahın acele istenmesi olduğunu görürüz. Peygamberler, kavimlerinin, irüışta ısrar etmeleri takdirde azapla karşılaşacaklarını söyleyince, i-Tur.mayanlar da ispat için azab istemişlerdi. Bu geleneği, Hz. Nuh'un başlatmıştı.

3. "Dedi ki: Onu size ancak nlerse Allah getirir. Ve siz aciz bırakacak değilsiniz." Hz. Nûh burada,  eğitiminde, ilâhî irâde ile kulun irâdesinin alanını belirlemekte-nr Hz. Nuh'un toplumu, azabı onun getirmesini istedi. O da, azabı gerenin kendi gücü dahilinde olmadığı, onu ancak Allah'ın getirebile:rî: dersini vermekte, peygamberin ne yapıp ne yapamayacağına açıklık ıekte, sonuçta hangi eylemlerin Allah'a havale edileceği mesele­sinde bir örnek vererek dersini anlatmaktadır.

Hz. Nuh'un burada verdiği dersin başka bir boyutu da onların. güçlerinin o azaba karşı duramayacağını bildirmesidir. Yüce bekledikleri elem verici azabı gönderince, ondan yakalarını kurta-

ramayacaklarını, güçlerinin buna yetmeyeceğini söylerken kendilerine gelmelerini istemektedir.

Genelde âyete bakacak olursak şu neticeyi çıkartabiliriz: Hz. Nûh Allah'ın irâdesi ile kulun irâdesini; Allah'ın gücü ile kulun gücünü; pey­gamberlerin yapabileceklerini anlatarak din eğitiminin konularından birini işlemekte, din eğitiminin programına konacak önemli bir dersi gündeme getirmektedir. Âyette şâe "dilerse" kelimesine yer ve­rilirken Hz. Nûh "meşîet" yani "ilâhî dileme" meselesini insanlıkla tanış­tırmakta, böylece Allah'ın dilemesi ile kulun dilemesi arasındaki ilişki­nin ilahiyatın konularından biri olduğuna dikkat çekmekte ve "Allah dilerse bu olur" inancını, sözünü, insanın hayatına sokmakta, onun insa­nın hayatındaki yerini belirlemektedir.

4. "Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabb'inizdir. Ve ona döndürüleceksiniz."

Bu âyette ilginç bir konu işlenmektedir. Klasik müfessirler âyetteki en yuğviyeküm ifadesini Allah'ın irâdesi ile birleştirerek mayalandırınca: "Eğer Allah sizi saptırmak istiyorsa" anlamını vermek­tedirler. O zaman şu soru ile karşı karşıya kalırız: Allah kulunu saptır­mak ister mi? Bu soruya cevap verirken bazı âlimler, saptırmayı "ceza­landırmak" anlamına almışlardır. Meselâ Hasan el-Basrî bu manayı vermiştir.[24] O zaman Hz. Nûh şuna dikkat çek­mektedir: Yüce Allah size azabı indirmeyi, yani sizi cezalandırmayı is­teyince benim nasihatim size fayda vermeyecektir. Âyetin bu kısmında, biri ilâhî irâde, biri de Hz. Nuh'un ifadesi olmak üzere iki irâde geçmek­te, bunlardan ilâhî irâde tecelli edince kulun irâdesinin geçerli olamaya­cağı ilkesi öğretilmektedir. Kulun irâdesi, ilâhî irâde tecelli etmeden gö­rev yapabilir; ilâhî irâdeden sonra yapamaz.

Taberî en yuğviye kelimesine "helak etmek" anlamını vermektedir[25]. Zemahşerî de söz konusu ifadeyi en yühlikeküm, yani "sizi helak etmeyi" anlamına almıştır[26]. Çünkü Yüce Allah, kâfirlerin inkârda ısrar etmelerini, değişmelerinin mümkün olmayacağını bildiği için onları o azgınlıkları içinde bırakmayı murad etmektedir. Kulun irâdesi Allah'ın irâdesinin tecelli etmesinden önce tecelli etmiş bulunuyor. Başka bir ifadeyle kâfirler irâdelerini tevhîd inancını kabul etmemekten yana kullanınca, yani isteklerini inkârda ısrar jzerine kullanınca, Allah da onları azgınlıkları içerisinde bırakıyor veya nelak etmeyi murad ediyor. Yoksa durup-dururken Allah onların azgın­laşmasını istemez, o zaman haksızlık olur ve âhirette onların sorumlu­lukları ortadan kalkar.

Kur'ân'dan bu konuda bazı örnek âyetler getirebiliriz:

a) "Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımar­mış elebaşlarına emrederiz; onlar arada kötülük işlerler. Böylece o ülke helake lâyık hale gelir. Biz de orayı darmadağın ederiz" (İsrâ 17/16). Yüce Allah önce yoldan çıkmış olanlara iyiliği bildirmekte, onları uyar­makta; daha sonra kötülüğü işlemekte ısrar edince ve dönmeyecekleri anlaşılınca da onları helak etmektedir.

b)"Ey İbrâhım! Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara £eri dönülmeyen azap mutlaka gelecektir" (Hûd 11/76). Lût kavmi ahiksızca davranışlarından vazgeçmemekte ısrar edince ve davranışlarınia değişimin olmayacağı kesin olarak belli olunca, Yüce Allah onları-elak etmeye karar vermiş ve bu konuda emrini vermiştir.

c) "Her kim dünya rnetini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse da ondan

veririz" (Âl-i İmrân 3/145). Demek ki Allah'ın verme ey-erm. kulun istemesinden sonra gerçekleşmektedir.

d)"Onlar, Allah'ın, kalplerini temiz-mek istemediği kimselerdir" (Maide 5/41). Yüce Allah'ın, vahyini
findermedeki amacı, insanların kalplerini temizlemek olduğu halde, rcrada bazılarının kalplerini temizlemek istemediğini söylüyor. O zaman rr.lara farklı muamelede bulunuyor anlamına gelmez mi?

Ama âyetin bütününe bakarsak "onlar" dediği kimselerin bu hale neden geldikleri açıklanmaktadır. Bunlar, 'kalben inanmadıkları halde iman ettik' diyenler, 'inkâr içine koşuşanlar', 'devamlı yalan söyleyen­ler' ve 'kelimeleri yerlerinden değiştirenler'dir. İşte bunları Yüce Allah şaşkınlığa düşürmek ister (Mâide 5/41). Hz. Peygambere de Allah'ın, şaşkınlık içinde bırakmak istediği bu kimselere hiçbir şey yapamayacağı aynı âyette söylenmektedir (Mâide 5/41). Yüce Allah'ın, Hz. Peygam­bere buyurduğu bu durum, Hûd 34'de "nasihatin fayda veremeyeceği" şeklinde tespit edilmektedir.

Bütün bu âyetlerden çıkaracağımız bir netice vardır: İnsan sapıtın­ca ve sapıtmasında ısrar edip değişim ümidini yok edince, Allah onu sapıklıkta bırakmaktadır. Peygamberin öğüdünün fayda vermediği bu tip insanlar her nesilde vardır. Din eğitimcileri, bütün insanların doğru yola gelebileceği ümidinden hareketle eğitim faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Ama zaman içerisinde, kimlerin eğitimden faydalanamayacağı ortaya çıkacaktır. Eğitim faaliyetinde vericinin, yani eğiticinin önemi kadar, alıcının gönlü de büyük rol oynamaktadır. Alıcının gönlü verilene kapalı ise, hatta yaptığı yanlışlardan dolayı Allah onu cezalandırmaya karar vermiş ise o kişiye mesaj fayda vermeyecektir. Hz. Nûh "nasihatim size fayda vermez" derken buna işaret etmektedir.

Âyette üç irâde gündeme gelmektedir. İlâhî irâde, halkın irâdesi ve Hz. Nuh'un irâdesi. Bu üç irâdenin bir araya gelmesi ile çıkan netice onların nasihatten istifade edemeyecekleri ve bunu gizlemeyecekleridir. Önce halkın irâdesi inkârdan vazgeçmemekte ısrar etti. Sonra ilâhî irâde bunu tescil etti de Hz. Nuh'un öğüt verme irâdesi fayda temin etmedi.

Hûd 34. âyetin sonunda "O sizin Rabb'inizdir. Ve nihayet O'na döndürüleceksiniz" şeklindeki cümlede geçen Rabb ismi, "yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden" manalarına gelmektedir. Hz. Nûh, onlara sahiplerini tanıtmakta, O'ndan geldiklerini ve O'na döndü­rüleceklerini öğretmektedir. Bütün ümitlerin kesildiği anda bile Hz. Nûh Allah'a ve âhirete imanı tebliğ etmekle uğraşmaktadır.[27]

 

Peygamber Haber Uydurur Mu?

 

 35. Yoksa, bunu uydurdu mu diyorlar? De ki: Onu uy-durduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işle­diğiniz günahlardan uzağım.

a) Bu âyette geçen  ifterâ, yani iftira fiilini kim işledi ve iftira ettiği şey nedir? Âlimler bu konuda farklı açıklamalar yapmışlardır. İbn Abbâs'm başını çektiği bir grup âlim, bu âyetin Hz. Nuh'un kavmi ile olan konuşmasının devamı olduğunu savunmuş; Mukâtil'in başını çekti­ği âlimler de bunun Hz. Muhammed ve Hz. Nuh'un kıssası olduğunu söylemişlerdir. Bize göre ikinci grubu temsil edenler haklıdır. Âyet Hz. Peygamber ve Hz. Nuh'un kıssası ile alakalıdır. Bu âlimlerin görüşünü kabul edersek, o zaman âyetin meali şöyle olur: "Resulüm! Yoksa, Nuh'un haberini senin uydurduğunu mu söylüyorlar? De ki: Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahlar­dan uzağım."

Hz. Nuh'un kıssasının Hz. Peygamber tarafından uydurulması, Kur'ân'in uydurulması anlamına gelmektedir. Daha önce Yûnus 37'de müşrikler Kur'ân'in başkası tarafından uydurulduğunu, hatta 38. âyette Hz. Peygamber'in onu uydurduğunu söylüyorlardı.

b) Yüce Allah, Hz. Nuh'un kıssasını Hz. Peygamber'in uydurdu ğunu söyleyenlere şu cevabın verilmesini emretmektedir: "De ki: Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir." Demek ki, dinde olmayan bir fetvayı vermek ve onun dinden olduğunu söylemek günahtır. Uydurma haberle uydurma fetva aynı eylemdir ve aynı şekilde her ikisi de günahtır.

c) "Sizin işlediğiniz günahtan uzağım." Burada işlenen günah nedir? Hz. Nuh'un kıssasının haberini Yüce Allah vahyettiği halde, O'nun vahyini kabul etmemek birinci günah; o haberi peygamber uydurdu demekle Hz. Peygamber'e iftira atmak ikinci günah ve Kur'ân'daki bu haberi yalanlamak da üçüncü günah olmaktadır.

Yûnus 41'de Y. Allah Hz. Peygamber'e şöyle buyurmuştu: "Onlar seni yalanlarlarsa: 'Benim işim bana, sizin işinizde de size aittir. Siz be­nim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım' de."

Demek ki, müşriklerin işlediği günahta iftira, yalanlama ve inkâr var. Bu üç günahın bileşiminden meydana gelen bir cürüm yer almakta­dır. İşte Hz. Peygamber'e bu büyük günahtan uzak olduğunu onlara söy­lemesini Yüce Allah emretmektedir. Aslında bu tartışmanın sonu gelme­yeceği için bu şekilde ona bir son vermek öngörülmüştür. Bu da bir tar­tışma metodudur.[28]

 

Hz. Nuh'a Neler Vahyoldu?

 

36. Nuh'a: 'Senin toplumundan inanmış olanların dı­şında başka kimse inanmayacaktır. Onların yaptıkla­rına üzülme.

37. Gözlerimizin önünde, sana vahyettiğimize göre gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana başvurma! Çünkü, onlar suda boğulacaklardır' diye vahyolundu.

Âyetleri açıklamakla varacağımız neticeler olacaktır:

1. Saflar netleşti.

Senin toplumundan, inanmış olanların dışında başka kimse inanmayacaktır." Hz. Nuh'un tevhîd inancını ve ilâhî mesajı tebliğ etme konusundaki çabaları gelip bir sınıra dayandı. .Ama o bu sınırı bilmiyordu. Yüce Allah, inananların dışında kalanların nanmayacağı, beklenti ve çabaların neticesi olmayacağına dair vahyini bildirmiştir. İnananlar ile inanmayanlar arasındaki saflar netleşmiş oldu.

Artık halkta şirkten, babalar dininden tevhîd inancına geçiş gibi bir Jeğişim durmuştu. Değişimin durması, toplumun çöküşü demektir. İn­kardan imana geçiş durmuştu. Yüce Allah, "Kavminden bundan sonra hiç kimse) asla iman etmeyecek" ifadesi ile Hz. Nuh'u bilgilendirmekte ve çabasının boşa çıkacağına işaret etmektedir. Artık eğitilemeyecek insanlar belli olmuştur.

2. Kâfirin yaptığına üzülmeye değmez.

"Onların yaptıklarına üzülme" şeklinde buyururken Yüce Allah, Hz. Nuh'un Hûd 26'da kâfirlere söylediği: "Ben, size elem verici bir günün azabından korkuyorum" şeklindeki korkusunu ve üzüntüsünü gidermektedir. Çünkü kavminin ileri gelenlerinin yaptıkları şey, inançsızlıklarını dışa vurmaları ve bunu eyleme dönüştürmeleriydi. Küfründe ısrar edip onu eyleme dönüştürenlerin durumuna üzülmeye değmez. İnsan insan olana acır, ona gene üzülür ve endişe eder ama, insan olma şerefini kaybeden için bunlara değmez. Hz. Nûh onların durumuna üzüldüğü gibi, Hz. Peygamber de müşrik Arapların müslüman olmamasına derinden jzülüyordu. Bu üzülme tarzı, peygamberlik ahlâkının bir parçasını teşkil etmektedir: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şu'arâ 26/3).

Hz. Peygamber Mekke halkının iman etmemesinden duyduğu ü-züntüden dolayı kendini heder edecek, yatağa düşecek duruma gelmişti. "Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değildir" (Yûsuf 12/103); "Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin" (Kasas 28/56).

Böylece Yüce Allah, inkârını karakteri haline getiren insana beşerî manada bir şey yapmanın mümkün olmadığını bildirerek onlar için üzülmeye değmeyeceğini ifade etmektedir. Ama, hidâyete gelme ihtimali olanlar için endişe duyulması ve korku duyulması tabii olmaktadır.

Artık din eğitiminin altın kurallarından biri ortaya çıkmış durum­dadır. Din eğitimcisi, değişime kapalı olan, kendi gönlünü temizlemeyi istemeyen ve bunu her şeyi ile ortaya koyana emek sarf etmeyecektir. İşte bu kuralın bir örneğini Hz. Peygamber yaşamıştır:

"Peygamber, körün kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Onun halini sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da, o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin" (Abese 80/1-7).

Kendini müstağni gören, yani Allah'a, peygambere ve onun vah­yine ihtiyaç duymayıp kendini yeterli gören insan için sorumluluk alın­mamalı, onun yaptıklarından dolayı varacağı neticeden üzüntü duyul-mamalıdır.

"Bu yaptıklarından dolayı üzülme" emrine başka bir açıdan da ba­kabiliriz. Kâfirlerin, Hz. Nuh'a ağır ve olumsuz tepki göstermeleri Hz. Nuh'u üzüyor, o da bu üzüntüsünü onlara beddua ederek ifade ediyordu: "Nûh: 'Rabb'im!' dedi. 'Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlâksız ve nan­kör (insanlar) doğururlar" (Nûh 71/26-27).

Yüce Allah, Hz. Nuh'un bu duasını kabul etti ama bir daha o zâ­limlerden dolayı beddua etmemesini de emretti. Bir sonraki âyet, hem duasının kabulünü hem de bu uyarıyı gündeme getirmektedir.

3. Gemi teknolojisinin doğuşu.

"Gözle-r.mizin önünde, sana vahyettiğimize göre gemiyi yap ve' zulmedenler nakkında bana başvurma! Çünkü onlar suda boğulacaklardır."

Bu âyetten elde edeceğimiz neticeler olacaktır:

a) Yüce Allah, vahyi ile Hz. Nuh'a ilk gemiyi yaptırmıştır. Bu koada Allah, nasıl vahyediyor ise, yani kendisine nasıl öğretiyorsa o şe­kilde yapmasının emrini vermektedir.

Demek ki, ilk gemi teknolojisi ile insanlığı tanıştıran Hz.. Nûh ol­muştur. Nasıl ki demiri ilk Hz. Dâvûd; bakırı ise Hz. Süleyman bulmuş, insanlığa tanıştırmış ise gemi yapımı işlemini de insanlığın hayatına ilk sokan Hz. Nûh olmuştur. Ama diğer tüm sanatlarda olduğu gibi bu tek­nolojinin ya da sanatın ilk öğreticisi de Yüce Allah olmuştur.

Demek ki, teknolojinin ve bilimsel bulguların kaynağında önceleri »ihy. sonraları da ilâhî ilham vardır. Günümüzde yapılan ilk buluşların tiYnağında da ilâhî ilham vardır.

b) "Zulmedenler hakkında bana başvurma,ini  bana bir şey  söyleme"  ifadesi  gereği  artık onların  boğulma usundaki cezaları kesinleşmiştir. Nûh sûresinin 26. âyetinde Hz. Nûh scrün kâfirlerin kökünü kazıtması için duada bulunmuştu. Bu dua Allah tarafından kabul gördü. Onun için, cezada acele etmemek için Yüce Allah: "Bana bir şey söyleme" emrini vermiştir.

"Bana bir şey söyleme" ifadesini, başka bir açıdan da yorumla­mamız mümkündür: Hz. Nûh, zâlimlerden olan hanımı ve oğlu Kenan'ın c-rtulması için dua etmiş olabilir. Onların da cezalandırılmasına karar verildiğinden dolayı ona bu emir verilmiş olabilir. Dolayısıyla bu ifade ": zâlimlerin kurtulması için bana duada bulunma" manasına gelebilir.

c) "Gözlerimizin önünde gemiyi yap" denirken, bi­zar, anladığımız manada Allah'ın maddî gözünün var olduğu izlenimi eammlrnemelidir. Buradaki anlam, "bizim murakabemizde, gözetimimiz-de gemiyi yap" demektir. Yüce Allah Hz. Nuh'a hem nezaret ediyordu hem de vahyini bildiriyordu.

Bu tarz bir ifade Hz. Mûsâ için kullanılmıştır: "Ve benim gözümün önünde yetiştirilmen için sana ken­dimden sevgi verdim" (Tâhâ 20/39) âyetindeki  "gözümün önün­de" ifadesini "nezaretimde" anlamında almak gerekmektedir. "Nezare­timde" kelimesini "koruma" anlamına da alabiliriz. "Gözümün önünde yetiştirilmen" demek, "korumam dahilinde yetiştirilmek" anlamını ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın, Hz. Nûh ve ona inananları kurtarma şartlarını ger­çekleştirmeden, zâlimleri cezalandırmaya geçmediğini buradan anlıyoruz. Kıssanın bu bölümünü günümüze getirip uygulayabiliriz.

Çözülmekte, yıkılmakta ve bozulmakta olan toplumun çürüyen or­ganlarını kesmeden önce, o toplumu kurtaracak projeyi veya projeleri üretmek gerekiyor. Köklü toplumsal değişikliği gerçekleştirebilmek için, önce kurtuluşun projesini hazırlamak gerekiyor. Yüce Allah zâlimleri helak etmeden önce, kurtaracaklarının projesini Hz. Nuh'a yaptırmakta­dır.

Ama bu kurtuluş projesinin gerçek bilgi ile yapılması, gerçek bil­giye dayanması gerekiyor. Onun içindir ki Yüce Allah "vahyim uyarınca gemiyi yap" demiştir. Demek ki, Hz. Nuh'un gemisi­ni, günümüzde kurtuluşu temin edecek olan proje, teknolojik proje ma­nasına almak doğru olacaktır.

Birileri için belâ ve ceza olan tufanın suları üstünde yüzebilecek bir teknolojiyi; belalar ve problemler denizinin üstünde kalıp kurtardığı bir projeyi burada gözlemliyoruz. İşte Kur'ân'ın engin dünyası ve erişilmez ufkundan küçük birkaç ufuk turu.[29]

 

Geminin Yapılışı Ve Tufan:

 

38.Nûh gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri ya­nından her geçtikçe onunla alay ediyorlardı. O da:
'Bizimle alay ediyorsunuz ama, biz de sizin alay ettiği­niz gibi sizinle alay edeceğiz.

39.Rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kime ineceğini göreceksiniz!' dedi.

40.Sonunda buyruğumuz gelip tandır(da sular) kay­namaya başlayınca: 'Her cinsten birer çifti ve aleyhi­
ne hüküm verilmiş olanın dışında kalan ehlini ve ina­nanları gemiye bindir' dedik. Ancak, pek az kimse onunla beraber inanmıştı.

41.Nûh: 'Oraya binin, onun yürümesi ve durması Al­lah'ın adıyladır; doğrusu, Rabb'im bağışlayan ve acı­yandır' dedi.

42.Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları götürür­ken Nûh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna: 'Ey yavru­
cuğum! Bizimle beraber sen de(gemiye) bin, inkarcı­larla beraber olma' diye seslendi.

43.Oğlu: 'Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır' deyin­ce, Nûh:  'Bugün acıdıkları dışında, Allah'ın buyru­
ğundan kurtaracak yoktur' dedi. Aralarına dalga girdi ve oğlu da boğulanlara karıştı.

44. 'Ey yeryüzü! Suyunu içeri çek ve ey gök! Sen de suyunu tut' denildi. Su çekildi, iş de böylece bitirildi. Gemi ise Cûdî'ye oturdu. 'Haksızlık yapan toplum yokolsun' denildi.

Bu âyetleri bir arada açıklayarak neticeler çıkarmaya çalışacağız.

1. Her yenilik bir alay konusu olmuştur. Hz. Nûh, o devirde yaşa­yan insanları gemi teknolojisi ile tanıştırıyordu. Tabii ki gemi yapımı yeni bir olgu, yeni bir teknoloji ve insanlığın hayatında devrim açacak bir proje idi ve yeni olması nedeniyle, bilgisizlerin ve yeniye açık olma-

yanların alayı ile karşılaştı. Hz. Nûh, toplumun ileri gelenlerinden olma­sına rağmen toplumun diğer ileri gelenleri onun çalışmasını ve üretmesi­ni alaya alıyorlardı.

Bu durumu günümüze getirirsek, yeni bir fikir ileri sürenlere karşı takınılan olumsuz tavır ve alay edercesine hafife alma, aynı alayın uzan­tısını ifade etmektedir. Üretilen yeni bir düşünceye alaycı bir tavır ta­kınmak, bir meyve ağacının dibine civa döküp onu kurutmak kadar teh­likeli olduğundan o yeni bakış açısını doğmadan öldürecek ve kuruması­na neden olacaktır.

Başka bir açıdan bakarsak, Hz. Nûh kurtuluşun projesini hayata geçirmeye çalışırken, biraz sonra boğulma ile karşı karşıya gelecek olan­ların önünü nasıl görmediklerini bize öğretmektedir. Demek ki bize ön­ceden görememenin bir topluma neler getireceği öğretilmekte ve top­lumların ileri gelenleri uyarılmaktadır.

Hz. Nuh'un hayata geçirmeye çalıştığı kurtuluş projesini alaya a-.anlar, zaman sonra alaya alınacaklarının farkında değillerdi. Buradaki il ay, imansızlık ve bilgisizlikleri yle alay etmeyi ifade etmektedir.

2. Gerçek hayat şartları altında gözlem yapılacaktır. "Rezil eden izabın" kime geleceği, azap gelince gözlenip bir bakıma deneysel olarak bilinecektir. Hûd 39'da azabın iki özelliğine dikkat çekilmektedir: "Rezil edecek" ve "sürekli olan azap". Zâlimler bunu o anda görüp bilecekler, iş işten geçmiş olacaktır. Bize göre "rezil edecek azap" tufanın vopması, yani bu dünyadaki azap; "sürekli olan azap" da âhiretteki azap :îacaktır.

3. Allah'ın emri geliyor. "Sonunda buyruğumuz gelip tandır(da sular) kaynamaya başfayınca, 'her cinsten bir çifti, aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan ehlini ve inanan-arı gemiye bindir,' dedik. Ancak, pek az kimse onunla beraber inanmış-

Allah'ın buyruğunun gelmiş olması geminin Hz. Nûh tarafından bitirildiğini ifade etmektedir. İnananların kurtulacağı gemi bitince, cezalandırılması gerekenlerin işine başlanmış oldu. Yüce Allah'ın emri tufa­nın kopmaya başlaması ile ilgilidir.

Tufanın nasıl koptuğunu Yüce Allah ayrıntılı bir şekilde açıkla­maktadır.

 lij "Tandır(da sular) kaynamaya başladı". Tandır olarak ter­cüme edilen et-tennûr kelimesine âlimler farklı manalar vermişler­dir. Bu manaların veya açıklamaların bazısı aslı olmayan abartılı izah­lardır. Bunları nakletmeden biz tennûrun ne olabileceğini Kamer 12 ile cevaplandıracağız: "Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık." Demek ki tennûr, bu âyette "pınarlar" anlamına gelen 'Uyun ile ifade edilmiştir. Diğer taraftan tennûr kelimesine Kamer 11. âyetle de mana verilebilir: "Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık." Gökten boşalan su ile yerden fışkıran suyun birleşmesi Kamer 12'de geçmektedir. Bu iki suyun birleşmesine tennûr denebilir. Gökten inen su ile yerden fışkıran suyun buluşması tufanı meydana getiriyor.

Yüce Allah bu âyette, gemiye hayvanların da alındığına dair emri verdiğini söylemektedir. Hayvan türlerinden birer çift alma emri Al­lah'tan geldi. Bu emirden hareket ederek şu sorunun cevabını verebiliriz: Hz. Nuh'un tufanı mevziî mi idi, yoksa bütün dünyayı kapsıyor muydu? Her canlı, yani hayvan çiftinin alınmasından anlıyoruz ki, genel bir tu­fandı, mevziî, yani lokal değildi. Mevziî olsaydı, hayvan çiftlerini alma­ya lüzum yoktu.

Bundan şu neticeyi çıkarabiliriz: Tufan ekolojik dengeyi bozacağı için Yüce Allah canlı türlerinin korunmasını istedi. Hayvanları koruma kanunu, Allah'ın bu emri olmuştur. Çağımızda hayvanları koruma ile ilgili hukukî çalışmaların Hz. Nûh ile başladığını söyleyebiliriz. Demek ki Yüce Allah, insan için hayvansız bir dünya takdir etmedi ve yaratma­dı.

"Aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç", yani hüküm verilmiş olanlar hariç, ailesi ve iman edenleri gemiye bindirmesi ile emrolunan Hz. Nuh'a inananlar çok azdı. Kişilerin aleyhlerinde hüküm verilmiş olması, geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini ifade verilmiş olması, geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini ifade etmekte­dir.

İnananların gemiye alınması imanın insanı kurtuluşa erdirdiğinin canlı bir örneğini teşkil etmektedir. İşte Hz. Nuh'un gemisi, aslında ima­rın kurtuluşa götüren gemisi mahiyetindedir. İman edenler aslında kur-rjluşa giden gemiyi inşa ediyorlar. İşte tufan, birisi için bela olurken, ::nan edenler için de kurtuluşa giden bir olgu olmuştur.

4. Her işte besmele çekmek. "Nûh, 'oraya binin, onun yürümesi ve durması Allah'ın adiy­ledir; doğrusu Rabb'im bağışlar, merhamet eder' dedi."

Geminin akmasının/hareketinin ve durmasının Allah'ın adıyla ol­ması, her işi Allah'ın yürüttüğünü ifade etmektedir. Yüce Allah'ın affe­dici ve merhamet sahibi olduğunu söyleyerek Hz. Nûh, besmele çekme ailtürünü gemideki gruba öğretiyordu. Kur'ân âyetlerine göre Allah'ın adı ile bir işe başlamanın başlangıç ismi Hz. Nuh'tur. Böylece Hz. Nûh, :nıan edenlere Allah'ın affedici sıfatını ve O'nun merhamet sahibi oldu­ğunu da öğretiyordu.

Yüce Allah'ın iman edenlerin günahlarını affedeceğini ve onlara -nerhamet edip kurtaracağını Hz. Nûh onlara öğretmektedir. Demek ki, iman Yüce Allah'ın af sıfatı ile merhametini yeryüzüne indirmektedir. işte Nuh'un gemisi Allah'ın bağışlayıp merhamet etmesinin gemisi idi. insanlara, inkârdan imana geçtiklerinde bu sıfatlarla karşılaşacaklarına dair bir ders verilmektedir. Buna delil olarak, Furkân 68-71. âyetleri gös-:erebiliriz. Orada tövbe edip inkârdan, şirkten imana dönüp iyi amel ya­ranları Allah'ın affedeceği garantisi verilmektedir.

5. Babanın oğlunu kurtaramaması. Hûd 42'de insanlık tarihinin en olayı yer almaktadır: ... "Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları göruriirken, Nûh bir kenarda ayrı kalmış oğluna: Ey yavrucuğum! Bizimle  reraber sen de bin, inkarcılarla beraber olma dedi."

Peygamber olan bir baba, oğlunu imana davet etmesine rağmen, ğltı babasına uymayıp ona olumsuz tepki gösteriyor. Bundan çıkarıla­cak ibretler vardır:

a) İyi insandan doğan mutlaka iyi olacaktır diye genel geçer bir kanun yoktur. Demek ki, iyi insanlardan kötü çocuk doğarsa onları kı­namamak gerekiyor. "İyi insan olsaydı, ondan böyle akrep gibi

çocuk doğmazdı"   söylevinin   geçersizliğini   Hz.   Nuh'un   bu   olgusundan anlıyoruz. İyinin çocuğu kötü olabileceği gibi, kötünün çocuğu da iyi olabilir. Bunun örneği Azer'in oğlu Hz. İbrahim'dir. Müşriğin çocuğu peygamber oldu. Bu iki peygamber yani Hz. Nûh ile Hz. İbrahim, baba-çocuk; çocuk-baba arasındaki ilişkilerde ilginç kişilikleri temsil etmek­tedirler.

Bu iki örnek iyiden kötüye; kötüden iyiye geçişin olabileceğine de­lil olmaktadırlar. Bir aile reisi öylesine iyi bir iş yapar ki Allah onun neslini düzeltmeyi takdir eder ve onu düzeltir. Hz. İbrahim bunun sem­bolüdür.

b) Babanın eğitimi, çocuk üzerine her zaman aynı etkiyi yapıp iyi netice çıkaracak diye bir garanti yoktur. Peygamber baba, iman edip gemiye binmesini ve kâfirlerden olmamasını oğluna ulaştırmasına rağ­men etkili olamamıştır. Baba peygamber bile olsa, böyle durumlarda aciz ve çaresiz kalabilir.

c) Aile içinde ebeveynle çocuklar arasındaki çatışma olayının ilk örneğinin Hz. Nûh ailesinde yaşandığını görüyoruz.

Özellikle bu çatışma inanç konusunda olmaktadır. Günümüz aile­lerindeki çatışmaların pek çok alanda olduğunu görüyoruz. İnanç, fikir, ahlâk ve dünya görüşü bakımından çıkan aile çatışmaları küçümseneme­yecek boyutlara ulaşmıştır. Ama Hz. Nuh'un bu olgusu, aile için ebe-veyn-çocuk çatışmasının ne kadar eskiden başladığını göstermektedir.

d) Hz. Nuh'un, kendisine tabî olmamasına rağmen, oğluna hitap ediş tarzı çok ilginçtir. "Yavrucuğum" diyerek, en nazik kelimeyi kulla­nan Hz. Nuh'un hitap şeklini aynen Hz. Lokmân'da buluyoruz. O da "yavrucuğum" şeklinde hitap ederek oğluna öğüt veriyordu. Lokman sûresinde bu hitap tarzını bulmamız mümkündür. Oğlu isyanları oyna­masına rağmen, Hz. Nûh kibarlığı elden bırakmıyordu.

e) Âyette geçen ma'zil "bir kenarda" ifadesi "ayrılığı" i- etmektedir. Hz. Nuh'un oğlu bir kenarda ayrı kalmıştı. Bu ayrı kalış muhalefetin, babasına tabî olmamamın ve tevhîd inancını kabul etme-THier:n göstergesi idi ve bu durum, babanın oğluna söz geçiremeyeceğini jönce eden bir ayrılık olmuştu.

6. Sahte değerlere sığınılmaz. "Oğlu: Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır' deyince, Nûh: 'Bu gün acıdıkları Allah'ın buyruğundan kurtaracak yoktur', dedi. Aralarına dalga

eti: ve oğlu da boğulanlara karıştı."

a) Hz. Nuh'un oğlu dağa sığınmakla kendisinin kurtulacağını san­rı Allah'a sığınma yerine dağa sığındı. Bu sığınma sahte bir değere ve güce sığınmayı temsil etmektedir. Sahte tanrılara tapanlar da aynı işi ı irınaktadırlar. Mutlak ve evrensel değerler dururken, sahte değerlerin 3cş:ne koşmak, hayatını onların peşinde heder etmek gibi yanlışların jrrıağının nereden çıktığına burada işaret edilmektedir.

b) Babayı dinlememenin cezası böyle oldu. Bu olgu, çocuklara,eveynin eğitici, kurtarıcı uyarılarına kulak vermesinin önemini anlat babalarının bıraktığı güzel kültür mirasından ayrı düşen, onu ö-
insemeyen nesillerin insanlık arenasında nasıl boğulacağını onlara ermektedir.

Dağlar gibi sosyal, siyâsî ve ekonomik problemlerin üstünde yücnek. akıp gitmek ve orada boğulmamak için peygamberi dinlemek

gerekiyor.

c) Geminin karadan ayrıldığı anda bile Hz. Nûh oğluna "Allah'ın tMİrr.ü gelince kurtulmaya imkan yoktur" kanununu öğretiyor, böylece ««ışın tufanın arkasındaki ilâhî gücü, takdîri ve hükmü gösteriyordu. Akü oğlunun gönlüne giden bütün manevi damarlar tıkanmıştı.

d) "Hareket eden babası" ile "kenarda duran, hareket etmeyen oğlu sça dalga girdi" ifadesinden, baba-oğul arasına sahte değerler, sahte ve sahte düşüncelerin girdiği ifade edilmektedir. Gemi hareketi  etmektedir. Hareket etmeyen tembel toplumlar yeni bir şey

üretemez; değişim yaşayamaz, kendini yenileyemez ve o zaman da Hz. Nuh'un çocuğu gibi boğulur. Biz bu âyetten günümüze ve geleceğe bu ışıklan alıp getiriyoruz. Aksi takdirde Hz. Nuh'un tufan denen olgusu bir hikâye olarak kalıp gider.

Kısaca diyebiliriz ki, babası mükemmel olan çocuklar, babaları ile kendileri arasında deniz dalgası gibi şeytanı, nefsi ve yanlış düşünceleri sokmamalıdırlar. İyinin, güzelin, doğrunun ve hakkın gemisinde babaları ile beraber olmalıdırlar.

7. Haksızlık yapanların sonu.

"Ey yeryü­zü! 'Suyunu içeri çek''ve ey gök! 'Sen de suyunu tut!' denildi. Su çekil­di, iş de böylece bitirildi. Gemi ise Cûdî'ye oturdu. 'Haksızlık yapan toplum yok olsun' denildi."

Bu âyette geçen yer ile göğe verilen emir ile onların da bu emirleri yerine getirmeleri olgusu ilginçtir. Yeryüzüne ve göğe canlı ve anlayan birer varlık gibi hitap edilmiştir. Bu mümkün müdür? Evet, mümkündür. Çünkü yaratılan ve olan her şeye Yüce Allah konuşmaktadır. Yaratılış olayında, yaratılana aynı şekilde Allah konuşur. Yüce Allah'ın karşısın­da bütün varlıklar canlı gibi duyar ve anlarlar. Buna delil olarak şu âyet­leri getirebiliriz:

a) "Bir şeyi yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı 'ol' demekten ibarettir. Hemen oluşmaya başlar oluverir"
(Yâsîn 36/82).

Bu âyette Yüce Allah yaratacağı şeye "ol" diyerek hitap ediyor, o da onu anlayıp oluşmaya başlıyor oluveriyor. Yaratılan bu şey canlı da olabilir, cansız da. Bize göre insan gibi anlayan bir varlık da olabilir, bitki ve hayvan da olabilir. Tüm bu yaratıklar, verilen "ol" emrini anla­yacak durumda olmasaydı, tüm bunların olması mümkün olabilir miydi?

b) "Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin!' 

dedi.  İkisi de:   'İsteyerek geldik'  dediler" (Fussılet 41/11).

Bu âyette de, göğe ve yere 'isteyerek veya istemeyerek gelin' diye emir veriliyor, onlar da 'isteyerek geldik' diyorlar; demek ki Allah'ın verdiği emri anlamış ve gereğini yerine getirmişlerdir. Allah Teâlâ'nın sözünü, emrini duymayan ve anlamayan hiçbir varlık olamaz. O zaman Yüce Allah, bazı varlıklara söz geçiremiyor, duyuramıyor, emrini ulaştıramıyor manası çıkar.

c) "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler; sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir" (Ahzâb 33/72).

İnsanın yüklendiği emaneti Yüce Allah'ın, ondan önce göklere, yere ve dağlara sunması, onlara bir canlı, bilinçli bir varlık gibi davran­dığını göstermektedir.

Yüce Allah, ilül ja-pj "su çekildi" buyururken, çekilme işini yapan öznenin su olduğunu söylemektedir. Çekilme işini yapan su, ilâhî emri alan bir varlık gibi hareket etmiş oldu.

"İş bitirildi", yani "Allah'ın hükmü yerine geldi". Bu hüküm, Nûh toplumunun cezayı hak edenlerinin boğulması üzerine  erilmişti.

"Gemi de Cûdî'nin üzerine yerleşti." Sanki yerle­şen, geminin kendisi idi. Genelde "gemi battı" dediğimizde işi gerçek-eştirenin gemi olduğu şeklinde konuşuruz.

Suyun çekilmesi, işin bitirilmesi, yani Allah'ın hükmünün yerine re.rnesi ve geminin Cûdî dağına oturması şeklindeki eylemlerin oluşma-ri. verilen cezanın içinde olan olaylardır. Ama bunlar, cezalandırma ol-unun ardından gelmiştir. En sonunda da zâlim, yani haksızlık yapan rc'.umun yok olması için beddua edildi. Bu, bir lanetleme, yani -î." mettden kovma bedduası olmaktadır.[30]

 

Hz. Nuh'un Duası Kabul Edilmedi:

 

A^m/z Rabb'ine dua edip dedi ki: 'Ey Rabb'im! Şüp­hesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.'

Allah: 'Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, doğru olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse, hakkında
bilgin olmayan şeyi benden isteme. Doğrusu, câhiller­den olman konusunda seni uyarıyorum' dedi.

Nûh: 'Rabb 'im! Doğrusu hakkında bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni af­fetmezsen ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum', dedi.

'Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan toplulukla­ra, bizden bir esenlik ve bereket olmak üzere gemiden in' denildi. Ama bir çok topluluğun geçimini de sağla­yacağız. Sonra onlara, bizden acıklı bir azap değecek­tir.

Bu âyetlerin analizi, bizleri ilginç neticelere götürecektir:

1. Hz. Nûh oğlunu kurtarmak için dua ediyor. Yüce Allah Hûd 40. âyette, "aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında ehlini ve iman edenleri gemiye yükle" buyururken, orada geçen el-ehl kelimesi "aile" ola­rak tercüme edilmektedir. Aslında bu kelimeye, "halk" manasını vermek daha doğru olacaktır. Buradaki ehl kelimesi, "aynı inancı paylaşan ya­kınlar" anlamına gelmektedir.

a) Hz. Nûh duasının ilk bölümünde "şüphesiz oğlumda ailemdendir" ifadesini kullandı. Duanın ne zaman yapıldığı âlimler tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmaları burada anmayı doğru bulmuyoruz. Bize göre Hz. Nûh oğlunun inkarcılardan olmasını Allah'a şikâyet ediyor ve onun hidâyete erdirilip iman etmesini ve böylece boğu­lanlardan olmamasını diliyor.

b) Duasının ikinci bölümünde "Senin vaadin ise el­ bette haktır" buyurulmaktadır. Hz. Nuh'un oğlu, hakkında boğulması için karar verilenlerdendi. Bu ifadesiyle Hz. Nûh, Yüce Allah'ın verdiği kararının gerçek olduğunu da bildiğini ifade etmektedir.

c) Duasının   üçüncü   bölümünde   "Sen "ükmedenlerin en iyisisin" demiştir. Yüce Allah hâkimlik sıfatının cüz'î  kısmını  insana vermiştir.  "Hükmedenler" çoğul olduğuna göre, jernek ki başka hükmedenler de vardır. Başka hükmedenlerin olması, anlamına alınmamalıdır. Allah Te'âlâ, hükmedenlerin en iyisi, en idili ve en iyi söz geçirenidir. O'nun hüküm vermesini paylaşacak kimse

oktur. Böylece Hz. Nûh Yüce Allah'ın hâkimlik sıfatına ve gerçek olan • i/dine sığınmak istemiş ve bu

yolla oğlunu kurtarmak istemiştir.

2. Hz. Nuh'un duası Yüce Allah tarafından cevaplandırılıyor. Yüce Allah da cevabını ya da Hz. Nuh'un duasının değerlendirmesini dört ijöemede vermektedir.

a) "O, senin ailenden değildir." Bunun anlamı, aynı inancı ve aynı ameli paylaşmadığı için oğlu, ailesinden dışlanmaktadır. Demek ki, Hz. Nûh o çocuğun biyolojik babası olabilir ama, manevî bakımdan babası değildi. Biyolojik bağ, manevî bağla desteklenir ve pekiştirilirse babalık ve evlatlık pekişiyor demektir.

b) "Çünkü o, doğru olmayan bir iş yapmıştır." Onun doğru' olmayan işi, "şirk koşmasfdır.

c) "Öyleyse, hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme." Âyetin'bu kısmından şu neticeyi çıkartıyoruz: Yüce Allah'a dua ederken, O'ndan bir şey isterken, ne istendiğini bilmek ge­rekiyor. Bilgi ile dua örtüşmelidir. Yüce Allah insanları bilgisizce hare­ket etmekten sakındırmakta ve korumaktadır: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme" (İsrâ 17/36) âyeti, "bilgi olmadan hareket etmenin doğru olmadığı"na dikkat çekmektedir. İsrâ sûresinin 11. âyetinde, insanın aceleci olması sebebiyle, "hayrı istiyorum derken şerri isteyebilir" olduğuna da dikkat çekilmektedir. Demek ki, Hz. Nûh şirk koşan oğlu hakkında kurtuluş için dua edilemeyeceğini bilmiyordu, belki de onun şirk koştuğunun farkında değildi.

d) "Doğrusu, câhiller gibi davranmamanı sana öğütlerim". Yüce Allah âyetin bu kısmında, câhil kelimesine bir tanım getirmektedir. "Bilmediği bir şeyi Allah'tan istemek", genel manada "bilmediği bir şeyi istemek" cehalet anlamına gelmektedir.

Şimdi 46. âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

i. Yüce Allah belli kuralları koyarak bir şeyin olmasına hükmedin­ce o şeyin istisnası olmaz. Bu istisna kişi peygamber çocuğu bile olsa, farklı muameleye asla tabî tutulamaz. Yüce Allah, Nûh toplumunun kâ­firlerini çok aşırı gitmeleri sebebiyle boğmaya karar verdi. Hz. Nuh'un oğlunun durumu da boğulanlarla beraber olmayı gerektiriyordu. Bu ne­denle, onun istisna edilmediğini görüyoruz.

Bu durum hukuka şu ilkeyi getirmektedir: "Suçu işleyen kişinin ai­lesinin statüsü ne kadar yüksek olursa olsun cezalandırmasından vazgeçilemez, yani istisna edilemez; hukukun karşısında herkes eşit mu­amele görmelidir."

ii. Baba ile oğul arasındaki biyolojik bağ, manevî bağla pekiştiril-melidir. İnanç ve fikir yapısı ile ahlâkî davranışları mükemmel olan ba­banın yolundan giden çocuk, gerçek evlatlık statüsünü kazanıp aynı aile­den olmaktadır. Demek ki, biyolojik bağı beyin ve gönül bağı tamamla­malıdır. Bu, gerçekleşince, çocuk aileye kazandırılmış olmaktadır. Aksi takdirde böyle bir çocuk Hz. Nuh'un oğlu gibi aileden sayılmayacaktır.

iii. Peygamberler de öğüt alma ihtiyacındadır. Onun içindir ki Yü­ce Allah Hz. Nuh'a öğüt vermektedir. Bilmediği bir şeyi Allah'tan iste­mek yanlıştır. İstek ile bilgi bir araya gelmelidir. Din eğitimi mü'minlere Allah'tan isteyecekleri şey hakkında bilgi sahibi olmalarının gerekliliği­ni öğretmelidir. Bilgi ile istek bir araya gelip dua edilince, bu duayı ya­panların câhillerden ayrılmış olacaklarının bilinci verilmelidir.

iv. Bu âyette Hz. Nuh'un duasının neden kabul edilmediği açık­landı. Ama normal insanlar, çoğu zaman dualarının neden kabul edilme­diğini bilmezler. Onlar dualarında bir eksikliğin olduğunu her zaman akıllarında tutmalıdırlar.

3. Hz. Nûh af diliyor. "Nûh: 'Rabb'im! Doğrusu hakkında bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmezsen bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum', dedi." Hz. Nûh Yüce Allah'ın "câhillerden olmaması" öğüdünü alınca hatasını anladı ve -emen af diledi. Bu âyeti incelediğimizde âyeti şu kısımlara ayırabiliriz:

a) Hz. Nûh, hakkında bilgisi olmadığı bir şeyi Allah'tan istemek­leri Allah'a sığınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Hakkında bilgisi olma-i:ğı bir şeyi istemek konusunda insan hata yapabilir ve bu hatadan ken­esini koruması kendi gücünün dahilinde değildir. Derhal Allah'tan yar dilemek için Allah'a sığınmalıdır. Câhilce iş yapmaktan kurtulmak, lirj müdahaleyi gerektirir. Peygamberler bile bu ilâhî müdaheleyi isteekten istisna değildir.

b) Hz. Nûh, Hz. Âdem ile eşinin şu duasının aynısını tekrarlamak­tadır. "Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka kaybedenlerden oluruz" (A'râf 7/23).

"Eğer beni affetmezsen ve bana mer­hamet etmezsen kaybedenlerden olurum." Hz. Nûh af ve merhamet dili­yor; çünkü af ve merhamet edilmediğinde nelerin olacağının da farkın­dadır.

Hatasını anlayıp af dilemek insanı şeytandan ayıran en büyük özel­lik ve davranıştır. Hz. Nuh'un af ve merhamet dilemesini Yüce Allah bize anlatırken, özür dileme ahlâkını bize öğretmekte ve bu konuda eği­timini vermektedir. Af ve merhameti elde etmek büyük bir kazanç olur­ken, onları elde edememek de büyük bir kayıp olacaktır. Bu kayıp ma­nevî iflasın kendisidir.

4. Tövbe kabul edildi, "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir esenlik ve bereket olmak üzere gemiden in." 48. âyetin bu kısmında Yüce Allah, Hz. Nûh ve onun yolundan gidenlere barış ve güvenlik, yani selâmet verdiğini belirtiyor. Selâm kelimesi, "barış, güvenlik, iç huzuru, rahmet" manalarına gelmekte, maddî ve manevî her çeşit kötülüklerden kurtuluşu ifade etmektedir. Bu kelimenin Hz. Nûh için başka bir anlamı da, "affe­dilmiş olması ve Allah'ın ona merhamet etmesi"dir.

Diğer taraftan Yüce Allah, Hz. Nuh'un gemisinde bulunan ve daha sonra gelecek olanlara bereketli bir hayatın olacağını müjdelemektedir.

Kendisi ile beraber olan S\ ümem "ümmetler" kelimesi neyi ifade etmektedir? Buradaki ümem kelimesi, "insanlar" olabilir. Dolayısıyla âyetin bu kısmı "kendisi ile beraber olan insanlar" anlamına gelebileceği gibi, "Hz. Nuh'tan sonra gelen ama onun yolunu takip eden toplumlar" manasına da gelebilir. Bu durum Fetih sûresinin 29. âyetinde geçen "Hz. Muhammed ile beraber olan bütün nesillerin mü'minleri" ifadesine ben­zemektedir. Çünkü peygamberlerle beraber olmak sadece çağdaşı olmak, maddî anlamda onlarla beraber yaşamayı değil, aynı zamanda onun ge­tirdiği mesaja inanan ve onu hayatına tatbik eden gelecek nesilleri de kapsamına almaktadır.

Ayetin ikinci bölümünde, Hz. Nuh'un neslinden gelen zâlimlerin de geçimlerinin temin edilip dünya hayatından onların da faydalandırıla-cağına işaret edilmektedir. Yüce Allah'ın, Rahman sıfatı gereği bu dün­yada yaşamaları için zâlimleri de faydalandıracağı anlamı burada söz konusudur.

Hz. Nuh'a verilen bu mesaj, onun neslinden gelen Hz. İbrahim'e de verilmiştir. Hz. İbrahim inananlara rızk vermesi için Allah Te'âlâ'ya dua ederken, inanmayanları dışlamıştı. Bunun üzerine Yüce Allah inan­mayanları da az bir zaman faydalandıracağına dair uyarısını yapmıştır:

  "İbrahim: 'Ey Rabb'im! Burayı emîn (güvenli) bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inanan­ları çeşitli meyvelerle besle' demişti de bunun üzerine Allah: 'İnkâr ede­ni de az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim' Jedi. Ne kötü varılacak yerdir orası" (Bakara 2/126).

Hz. Nuh'a verilen bu mesajın aynısı yukarıdaki âyette görüldüğü gibi Hz. İbrahim'e de verilmiştir.[31]

 

Sabrın Sonu Selamettir:

 

49. "(Ey Muhammedi) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi so­nuç sakınanlarındır."

1. "(Ey Muhammed!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb hâberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin" ifadesinden çıkara­cağımız neticeler vardır:

a) Geçmişte olan, ama anlatımı olmayan olgular gayb, yani "bili­nemeyenler" arasına katılmaktadır. Bu açıklama ile gayb kavramına farklı bir mana kazandırılmaktadır. Biz gaybı, yani "bilinemez olan­ların daha çok gelecekle ve fizik ötesi âlemle alakalı olduğunu biliyor­duk. Ama bu âyette gaybın, geçmişle alakalı olan bir boyutunun da ol­duğunu öğreniyoruz. Geçmişte olmuş, ama anlatımı yaygınlaşmamış olan bir olgu bizim için gaybî bir nitelik taşımaktadır.

Hz. Peygamber ve onun içinde yaşadığı toplum, Hz. Nûh olgusunu bilmediği için bu olay, gaybî olgular arasında yer almıştır.

b) Hz. Peygamber'in Hz. Nuh'un başından geçen olayları bilme­mesinin din açısından ne değeri vardır? Bilinmeyen bir şeyin bir anda hiç eksiği olmadan bilinir ve anlatılır hale gelmesi, onun peygamberliği­
ni ispat etmekte ve getirdiği mesajın ilâhî vahy olduğuna delil olmakta­dır. Hz. Peygamber, Allah vahyetmeseydi Hz. Nuh'un başından geçen bu olayları nereden bilecekti?

A'râf, Yûnus, Hûd, Şu'arâ, 'Ankebût, Kamer ve Nûh sûrelerinde en ince detayına kadar anlatılan Hz. Nûh olgusunun vahy olmadan bi­linmesi imkansızdı.

2. "O halde sabret. Çünkü iyi sonuç sakınanlarındır." Hz. Nuh'un anlatılan olgusundan Hz. 

Peygamber'in çıkaracağı netice de burada açıklanmaktadır.

a) Yüce Allah sanki şunu söylemek istiyor: "Nuh'un başından ge­çenleri sana anlattım. O nasıl sabretti ise sen de sabretmelisin. Toplumu­nun ona gösterdiği olumsuz tepkiyi fark ettin, işi ne kadar derinlere gö­türdüklerini gördün ve Nuh'un nasıl kurtulduğunu da öğrendin. Sana da olumsuz tepkiler olacaktır. Ama bunun en büyük çaresi dayanmak, ;cxjm üretmek ve üstesinden gelmek anlamına gelen sabırdır."

b) Sabreden insan takvanın doruk noktasına ulaşmış demektir. Sa­bır, "ağır ve tehlikeli olaylar karşısında şahsiyet dağınıklığına uğramak­ta, ümitsizliğe kapılmaktan, karamsarlığa düşmekten kendini koruak"tır. Takva da, "şahsiyeti ayakta tutan ve onu koruyan bağışıklıkistemi" olmaktadır.

Sabırla mayalanan takvanın en büyük etkinliği, beraberinde iyi so­nucu getirmiş olmasıdır. İyi sonucu, sabreden takva sahibi insanlar yaka­layacak, elde edecek ve ona kavuşacaktır. Hz. Nuh'un olgusunun anlaımı. sabır ve takvayı oluşturmaktaki eğitici katkısını yakalamayı ön görmektedir.

c) Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, buradaki sabretme emri, bizJere ve gelecek nesillere aittir. Onun içindir ki Hz. Nûh olgusundan İs­lâm ahlâkına çekilecek önemli ilkeler vardır.

Bu kıssada özellikle sosyal statüye göre insanları değerlendirme­mek, onlara karşı kibir göstermemek, dini gelir kaynağı haline getirecek istismarda bulunmamak, başkasının iyiliğini düşünmek, başkasının kötü­lüğünden dolayı üzülmek, yaptığı hatayı anlayıp özür dilemek gibi ahlâ­kın temelini oluşturan değer ve davranışları bu kıssadan alarak ahlâkı beslemenin önemi vurgulanmaktadır.

Hukukun herkese istisnasız uygulanması gibi altın kuralı Hz. Nuh'un olgusundan anlıyoruz. Yüce Allah, peygamber çocuğunu ceza­landırmada bile istisna etmemiştir. Hukuku herkese aynı derecede uygu­lamak medenî olmanın ön şartlarından birini teşkil etmektedir. Sosyal statüsü ne olursa olsun hukuku delmemek, onu yaralamamak gibi hukuk ahlâkı, medeniyetin temel direğini oluşturmaktadır.[32]

 

Hz. Hûd'un Tebliğ Ettiği İlkeler:

 

50. 'Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Dedi ki:  'Ey Kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sırf yalan uyduranlardan olursunuz.

51. Ey   kavmim!   Buna   karşılık   sizden   bir   ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana ait­tir. Düşünmüyor musunuz?

52. Ey kavmim! Rabb'inizden af dileyin. Sonra, O'na tövbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın. Günah işleyerek Allah'tan yüz çevirmeyin.'

Yukarıdaki âyetler, Hûd peygamberin tebliğdeki esaslarını, öğreti­lerini gündeme getirmekte ve öncelikli olanlarını bize sunmaktadır.

1. '"Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik." Yemen civarında yaşayan ve Arap kabilelerinden olan 'Âd toplumunun içinden Yüce Allah Hûd peygamberi elçi olarak tayin etti. Âyette geçen ehâ "kardeş" kelimesi, tamamen neseb bağını ifade eden bir kelime­dir.

Aslında buradaki ilâhî kanun, peygamberlerin kendi toplumları i-çinden seçilmesidir. Toplumun geleneklerini, örf-âdetlerini, ahlâkını ve inanış biçimini en iyi bilen birinin peygamber tayin edilmesi, risâlet ku­rumunun en önemli öğelerindendir.

Bir önceki Hz. Nuh'un olgusunda, Hz. Nuh'un oğlu şirk koşup kö­tü amel işlediği için neseb bağına rağmen, "senin ailenden değil" dendiği halde, burada neden Hûd, onların kardeşi olarak ilan edilmektedir? Çün­kü biz daha önce, "biyolojik bağın önemi yoktur, önemli olan inanç ba­ğıdır" demiştik. Bu âyetteki kardeş kelimesi bizi bu kanaatimizde sıkın­tıya düşürmez mi?

Hz. Nuh'un oğlunun, kendisine tevhîd inancı tebliğ edildikten son­ra kabul etmemesi onu manevî bakımdan evlatlıktan düşürmüştür. Oysa­ki Hz. Hûd, burada daha tebliğine başlamadı. Onun için kardeş kelimesi burada halen geçerliliğini korumaktadır.

2. "Ey kavmim! Al­lah'a kulluk edin. Sizin ondan başka tanrınız yoktur. Yoksa sırf yalan uyduranlardan olursunuz." Bütün peygamberlerde olduğu gibi Hz. Hûd'un tebliğinin ilk adımı, tevhîd inancı olmuştur. "Allah'a kulluk et­mek", "O'na tapınmak" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki, 'Âd kavmi de sahte tanrılara tapıyordu.

Allah'tan başkasına kulluk yapılamayacağı ilkesini, inancını insan­ların beynine ve gönlüne yerleştirmeden, dinin başka bir konusuna, uy­gulamasına geçilemez. Dinin olmazsa olmazını tevhîd inancı teşkil et­mektedir. Tevhîd inancı hem dinin diğer esaslarının kolayca yerine geti­rilmesini temin edecek hem de yapılan amellerin kabul edilip değerlen­dirilmesini sağlayacaktır, yani başka bir ifade ile amellerin boşa gitmesi--.: engelleyecektir.

Allah'tan başka tanrılara tapmak, yani tek Allah'a kulluk etmemek -e anlama gelmektedir? Âyetin son kısmı bu soruyu cevaplandırıyor:  "Sırf yalan uyduranlardan olursunuz" yani, iftira edenlerden

olursunuz. Yüce Allah'ın eşi olmadığına göre, O'nun eşi olduğunu söy­leyip başka bir tanrıya tapınmak iftiradan başka bir şey değildir. Demek ki, şirk koşanlar aynı zamanda iftiracıdırlar.

Buradan şu noktaya varıyoruz: Hûd peygamber, tek Allah inancı, tapınma ve iftira kavramları ile örülü bir dînî ilkeyi öğretmektedir.

3."Eykavmim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir. Düşünmüyor musunuz?"

a) Hz. Hûd, tebliğinin ikinci basamağında yaptığı işi niçin yaptığı­nı anlatmaktadır. Peygamberlik görevini, halktan maddî bir kazanç eldeetmek için yapmadığını, tam tersine, görevinin karşılığını kendisini yara­tan Allah'tan beklediğini açıklamaktadır. Bu açıklamanın hedefi, pey­gamber olduğunun güvencesini vermek ve halkın kendisine güvenini temin etmektir.

b) "Düşünmüyor musunuz?" diyerek Hz. Hûd, kavminin kendi yaptıklarına düşünceleri ile yaklaşıp değerlendirmelerini istiyor. Düşün­cenin, yani akıl yürütmenin karışmayacağı bir değerlendirme, bir hareket ve bir hüküm sağlıklı neticeye ulaşamayacağı için, onlara düşünmeleri öğütleesmektedir.

Peygamberlik müessesesine, peygamberin yaptığı tebliğin esasla­rına akılla ve onun ürünü olan düşünce ile yaklaşılmasının temelleri tâ o zaman atılmıştır.

4. "Ey kavmim! Rabb'inizden af dileyin." "Afdilemek" manasını verdiğimiz istiğfarın geçmişe ve geleceğe yönelik işleyiş tarzı vardır. İstiğfar, kişinin geçmişte işlediği yanlışları kabullenip af dileme erdemini sağlamaktadır. Suçunu kabullenmek ve onu itiraf edip özür dilemek, şeytandan farklı olmak demektir.

Bilindiği gibi Hz. Âdem ile eşi işledikleri günah nedeniyle cennet­ten kovuldular. Aynı şekilde İblîs de kovuldu. İşledikleri günahı kabul edip af dileyen Hz. Âdem ve eşi affolurken; İblîs günahını kabul etmedi­ği için sürekli günahkâr kaldı. İşte insanı şeytandan ayıran temel farklar­dan biri budur.

5. "Sonra, O'na tövbe edin." istiğfar, "suçunu itiraf edip af dilemek" olurken, tövbe, "bir daha o günaha dönmemek üzere Allah'a söz vermek"tir yani, "kötü yolu bırakıp Allah'a yönelmek, şirki bırakıp tevhîd inancına dönmek"tir. Sonuçta tövbe, istiğfarla başlayan değişimin tamamlanması demektir. "Geriye dönüşü olmayan köklü değişimin adı"na tövbe denmektedir. Tövbe, "şirkin karanlığından tevhîd inancının nuruna, ışığına çıkış" demektir. Tövbenin de, af dilemek gibi geçmişe ve geleceğe yönelik işleyiş tarzı vardır. Tövbe, "geçmişte hataların terki veyeni bir hayatın başlangıcı, yani temellerinin atılışı"dır. Ancak "af dile­me" ile "tövbe" sadece günahlarının affı ve kötüden vazgeçip Allah'a yönelmeyi getirmemektedir. Onların başka getirilen de vardır.

6. "Size gökten bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın." İstiğfar ve tövbe, susuzluktan
kuruyup çatlayan topraklara yağmur gelmesini de sağlamaktadır. Yüce Allah, af dileyen ve tövbe edenlere yağmur göndererek bereketini artır­maktadır. Demek ki, günahlar Allah'ın bereketini engellemekte, tabiat şartlarını bile değiştirmektedir.

O dönemdeki şartlarda o toplumların suyu bulması, ekonominin canlanması, geçimin kolaylaşması demektir. Aynı uyarıyı Hz. Nûh yap­mıştı: "Dedim ki: Rabb'inizden af dileyin. Çünkü o çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Mallarınızı, rğullarınızı çoğaltsın. Size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıt-?-."'" (Nûh 71/10-12). Hz. Nuh'un açıklamasından, bereketin ve kuvvete *.uwet katmanın ne anlama geldiğini anlıyoruz.

Önce bereket, yani ekonomi, sonra da sosyal güç gelmektedir. Gü­ce, siyâsî gücü de ilave edebiliriz. Hz. Hûd'un mesajında şu formül yataktadır:

Manevi hayat, bereket, sosyal ve siyâsî güç. Her şeyin alt yapısın-ia. manevî değişim, sonra ekonomi, ondan sonra da sosyal ve siyâsî güç ilmektedir. Demek ki alt yapı insanların gönlü ve beynidir. Gönül ve reın Allah'a yönelince bereketi, sosyal ve siyâsî gücü alıp gelmektedir.

7. "Günahkarlar olarak yüz çevirmeyin." Hz. Hûd, insanlara tebliğ ettiği esaslarla verdiği mesajda yüz çevirmemelerini ö-ğütlemektedir. Yüz çevirmek de bir günahtır.

Kısaca diyebiliriz ki, Hûd peygamber şirkten tevhîd inancına dö­nüşün ve af dilemenin toplumların ekonomik, sosyal ve siyâsî yapısında ne denli değişim meydana getireceğini anlatarak günümüze ve geleceğe değişmeyen kuralı bırakmıştır. Din eğitimi toplumlarda bu manevî alt yapıyı oluşturmayı amaç edinmeli ve bu amaç uğruna emek vermeli, ter akıtmalı, gayret sarf etmelidir.[33]

 

Âd Halkının Tepkisi Ve Hz. Hûd'un Cevabı:

 

53. Dediler ki: 'Ey Hûd! Sen bize açık bir mu 'tize ge­tirmedin, Ifız ae senin sözünle ranftıanrmzi değiliz ve biz sana iman edecek değiliz.'

54.Biz 'tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış' de­mekten başka bir söz söyleyemeyiz! (Hûd) dedi ki:
'Ben Allah 'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki bensizin ortak koştuklarınızdan uzağım.

55.O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana müh­let vermeyin.

56.Ben, benim de Rabb 'im, sizin de Rabb 'iniz olan Al­lah'a dayandım. Çünkü yeryüzünde hiçbir varlık yok­tur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüp­hesiz Rabb 'im dosdoğru yoldadır.'

Bu âyetler, 'Âd kavminin Hz. Hûd peygambere hangi sözlerle tep­ki gösterdiklerini açıklamaktadır.

1."Sen bize açık bir delil getirmedin." Onlar Hz. Hûd'a, peygamber olduğunu kanıtlayacak, ispat edecek bir delil ge­tirmediğini söyleyerek tepkilerini göstermeye başladılar. O dönemin insanları, bir şeyin ispat edilebilmesi için delilin gerekli olduğunu biliyorlardı. Hz. Nuh'tan da kendi kavmi aynı şekilde delil, yani kanıt iste­mişti.

2. "Biz de sinin sözünle tanrılarımızı bı­rakacak değiliz." Hz. Hûd'un şu sözünü kendisinin söylediğini zannedi­yorlardı: "Allah'a kulluk edin. sizin O'ndan başka tanrınız yoktur." Halraki bu söz bir ilâhî mesajdı. Onlar bu söz nedeniyle tanrılarını terk etyeceklerini Hz. Hûd'a bildirdiler ve sahte tanrılarını bırakmamaya:arar verdiklerini söyleyerek tepkilerinin ikinci basamağına çıkmış oldu-

3. Ve biz sana iman edecek de değiliz." Kavmi, r'.umsuz tepkilerinin nihâî noktasını söylemiş oldular. Böylece ne pey-pmberliğine ne de verdiği mesaja inandılar. Bize göre 'Âd kavmi, Hz.

Nuh'un kavminden sonra gelmiş olduğuna göre "tanrı", "iman" ve "de­lil" gibi kavramların onların kültürlerinde de yeri vardı ve bunları bili­yorlardı.

4. "Biz, 'tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış' demekten başka bir söz söylemeyiz." Görüldüğü gibi, on­lar, tanrılarının kötülüğüne konuşulduğunda, onlara zarar vereceğini bi­liyorlardı. Ama onlar sahte tanrıların zarar vereceğine inanmakta sapıtı­yorlardı.

Âyetteki i'terâ kelimesi, "bir kimseyi bir şey bürüyüp sardı­ğında, başına bir iş geldiğinde" kullanılan bir kelimedir .

Râzî'nin dediğine göre, âyetin anlamı, "ey Hûd, sen putlarımızı tenkit ettin, bundan dolayı onlar da seni delirttiler" şeklindedir[34].

Onlar bu şekilde konuşurken akılları şunu kesmiyordu: Allah'a şirk koşuyoruz, ona iftira etmiş oluyoruz, o zaman O da bizi çarpabilir. Kendi tanrıları Hz. Hûd'u delirtiyor da, Hz. Hûd'un tanrısı onları delirtmez mi? Böylece onların, tanrının cezalandırabileceği fikrine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır.

Onların bu olumsuz tepkisine karşı Hz. Hûd'un cevabı şöyle ol­muştur.

5. "Ben Allah'ı şahit tutuyo­rum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım." Hz.
Hûd inandığı Allah'ın şahit olabileceği bilgisini de öğretmekte; onların tanrılarına tapınmaktan uzak olduğuna hem Allah'ı hem de kendi halkını şahit tutmaktadır.

Hz. Hûd, kendisine deli diyerek hakaret edilmesine rağmen, inan­cından taviz vermeden sıkı durmakta ve "şirk konusunda taviz verilmez" ilkesini bizlere bırakmaktadır.

Tanrılardan uzak olduğunu söylerken insanlardan değil de onların eylemlerinden uzak olduğunu vurgulamaktadır. Bunun ne anlama geldiği bir sonraki âyette açıklanmaktadır.

6. "Allah'tan başka (taptıklarınızın tepsinden uzağım). Haydi'hepiniz bana tuzak kurun, sonra da bana müh-et vermeyin.

a) Bir önceki âyette "taptıklarınız" buyurulurken, burada "Al­lah'tan başka taptıklarınız" anlamının kasdedildiği bu âyette açıklan­maktadır.

Hz. Hûd, "Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağım" derken, Al­lah'a yakın olduğuna işaret etmektedir. İşte bu açıklama "şirkten temiz­lenip yerine tevhîd inancının yerleştirilmesi" anlamını vermektedir. Al-'ah'tan başka tanrıların reddi, Allah'a imanın ifadesi olmaktadır. Hûd peygamber burada halkına tevhîd inancı dersi vermektedir.

Aslında onlar Hz. Hûd'a "tanrılarımızdan biri seni çarptı" derken, onu deli durumuna koydular. O da, o sahte tanrıların kendilerini deli durumuna düşürdüğünü kibarca onlara söylemektedir.

b) "Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da bana mühlet vermeyin." Hz. Hûd kendisine karşı koyanların tümüne bu şeklide meydan okudu. Bu meydan okumada da bir ders vardır. Hz. Hûd, inandığı Allah'ın, onların entrikalarını ve tuzaklarını başlarına geçirece­ğine gönülden inanıyor, böyle bir güvencesinin olduğunu onlara hisset-:ırmek için bu şekilde meydan okuyordu.

Bu meydan okumanın bir benzeri A'râf sûresinde gerçekleşmiştir:

"(Ey kâfirler!) Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizler gibi kullardır. Doğru iseniz, onları çağırın da size cevap versinler. Onların yürüyecek-en ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var veya görecekleri göz­en mi var yahut işitecekleri kulakları mı var. De ki: Ortaklarınızı çağın. sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın" A Tâf 7/194-195).

Gerek Hz. Hûd gerekse Hz. Muhammed neye güveniyorlardı? So--_nun cevabını şu âyetle yerebiliriz: "Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlama- lan veya öldürmeleri yahut seni yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en üstünüdür" (Enfâl 8/30).

Peygamberler yeri ve zamanını iyi tesbit ederek meydan okumuş­lardır. Bu meydan okumanın kâfirlere, "bunun arkasında kim vardır?" sorusunu sordurması normaldir. Hz. Hûd daha sonraki âyette, kime da­yandığını açıklamaktadır.

7. "Ben, benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a dayandım/' Hz. Hûd burada tevekkülün ne oldu­ğunu da anlatmaktadır. Tevekkül, verilen görevi yerine getirirken karşı­laşılan engellerde işi Allah'a havale etmek, O'ndan yardım dilemek ve beklemek, bu yardımın geleceğine yürekten inanmak, yapılan ve yapıla­cak olan işin insanın kudretini aşan kısmında Allah'ı vekil edinmektir. Hz. Hûd işini yaparken kâfirlerin engeli ile karşılaştı; kendine düşeni yaptıktan sonra Allah' a dayanarak onlara meydan okudu.

Hz. Hûd, tevekkülünü onlara açıklarken başka bir ders daha ver­miştir ve bize de vermektedir. "Benim de sizin de Rabb'iniz" demesi ilginç bir anlatım ve ders verme tarzıdır. "Allah'ı onların Rabb'i" de­mekten uzak kalmıyor. Çünkü Hûd 54'de onlar: 'Bizim tanrılarımız' derken, Hz. Hûd da: "Sizin Rabb'iniz" ifadesini kullanıyor.

Hz. Hûd ayrıca Allah'ı tanımlayarak onlara anlatmaktadır. "Ben, benim de Allah'ıma, sizin de Allah'ınıza dayanıyorum" demiyor da; Allah'ı Rab sıfatı ile tanımlayarak söylüyor. "Ben, benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a dayandım" demesinin amacı Allah Te'âlâyı rablık, yani "yaratma, besleyip büyütme ve hidâyete, yani doğru yola iletme" sıfatı ile tanımlamaktır.

8. "Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphe­siz Rabb'im dosdoğru yoldadır."

a) Dâbbe kelimesi, "hareket eden, yürüyen, debelenen canlı" anlamına gelmektedir. Nâsıye kelimesi de Ezherî'nin açıklamasına

göre, "başın ön kısmında saç biten yer"dir. Orada biten saç, bittiği yerin îdi ile anılır. Halk dilinde biz buna "perçem" diyoruz.

Râzî nâsıye kelimesinin kullanılışını bize şöyle izah ediyor: Arap-lır bir insanı zelil ve boyun eğmiş olarak vasıflandırdıklarında, "şu kişi:n nâsıyesi/perçemi, şunun elindedir", derler yani bu haliyle ilgili kul­danım "bu kişinin diğerine itaat ettiğini" ifade etmektedir. Çünkü nâsıyesinden, "perçem"inden tuttuğun kimseyi kontrolün altına alırsın.

Yine Araplar bir esir alıp onu salıvermek ve başına kakarak âzâd ermek istediklerinde, onun hor ve hakir olduğuna bir işaret olsun diye perçemini keserlerdi. Böylece Araplara, bildikleri bir kavramla Kur" ân'da hitap edilmiştir. Bu anlatımdan sonra âyete tekrar bir mana • erecek olursak şöyle deriz: "Her canlı O'nun kahrı ve kudreti altındadır  O'nun kaza ve kaderine boyun eğmiştir"[35].

Bize göre Hz. Hûd bu ifadesi ile şu dersleri vermektedir:

i. Hz. Hûd, Yüce Allah'ın Rabb sıfatını anlatmaktadır. Çünkü Al­lın, yeryüzünde debelenen her canlının bütün işleri ile ilgilenmekte, on­arın rızkını vermektedir. Bu manada nâsiye, yani "perçem", her canlının fürün varlığını ifade etmektedir. "Parçayı anarak bütünü kasdetmek" oralı burada da işlemektedir.

ii. Bütün canlılar O'nun hakimiyeti altındadır; hepsinin işi ile ilgi-er.ir. hepsinin vekîli, dayanağı O'dur. Bu noktadan hareketle kâfirlere söylüyor: "Yüce Allah, sizin de perçeminizden tutuyor, bütün ge inizi temin ediyor, tüm işlerinizle ilgileniyor, siz de O'nun kudreti ve tik: mi yeti altındasınız." Bütün canlılar derken, kâfirleri de i-isoedilmektedir.

b) "Benim Rabb'im, şüphesiz doğru yoldadır." Allah'ın doğru olmasının anlamı nedir? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz:

i. Yüce Allah bütün varlıkların işleri ile ilgilenirken, onların Per nden tutarken "âdil" davrandığını ifade etmekte, varlıkların hakları­mı ihtiyaçlarına ve yaratılışlarına göre yerine getirmektedir.

ii. Yüce Allah gönderdiği vahyi ile doğru yolu tesis etmekte, "Şüphesiz bu, benim doğru yolumdur" (En'âm 6/153) buyururken kendi yolunu tesis etmek için vahy gönderdiğini ifade etmektedir. Yüce Allah koyduğu doğru yolun üstünde olduğunu ifade etmektedir.

iii. Hz. Hûd kâfirlere hem doğru yol kavramını öğretmekte hem de onların Allah'tan başka taptıkları tanrıların doğru yolda olamayacağına dikkat çekmekte, aynı zamanda doğru yolu tesis eden ve o yol üzerinde olan Allah'a tevekkül edilebileceğine de vurgu yapmaktadır. Yüce Allah doğru yolu hukuku ile kurduğu halde, sahte tanrıların böyle bir yolunun olması mümkün değildir. İşte Hz. Hûd kâfirlerle tartışırken onlara verdi­ği evrensel ders bu şekilde cereyan etmiştir.[36]

 

Siyasi Erkin El Değiştirmesinin Dinamiği:

 

57. Eğer yüz çevirirseniz, kuşkusuz 'benimle size gönde­rileni' size bildirdim. Rabb'im sizden başka bir kavmi yerinize getirir de O 'na hiçbir zarar veremezsiniz. Çün­kü benim Rabb'im her şeyi koruyandır (gözetendir).

Hz. Hûd, Hûd 50'de halka şu mesajı vermişti: "Allah'a kulluk e-din. Sizin ondan başka tanrınız yoktur"; 52. âyette de: "Rabb'inizden af dileyin, sonra da O'na tövbe edin." Bu mesaja sırtlarını dönerlerse ne olacağını da 57. âyette gündeme getirmektedir.

1. "Eğer yüz çevirirseniz, zşkusuz, 'benimle size gönderileni' size bildirdim." Hz. Hûd, burada renin peygamberlerin evrensel manada yaptıklarını yaptığını beyan smektedir. Kendisine Allah ne gönderdi ise, onu halka tebliğ etmiştir. Bcrîun anlamı, kendisinin o mesaja hiçbir şey ilave etmediğidir.

Şimdi bu evrensel ilkenin din adamları tarafından uygulanmasının r zorunluluğuna dikkat çekmek istiyoruz. Din âlimi ve görevlileri Hz. ?e>gamber'e verilen Kur'ân'1 iyi öğrenecek, halka din adına öncelikle »e özellikle onu öğreteceklerdir. Bu bir seçenek işi değil, tam tersine ryulması gereken bir ilkedir.

Genel manada Hz. Hûd, kendisinin tebliğle görevlendirildiği din-nen >"üz çevirmelerini, yani inkâr etmelerini uygun görmemektedir. "Yüz çevirmenin" anlamı, "önemsememek, değer vermemek, inkâr etmek, yalanlamak ve kabul etmemek"tir. Bütün bu eylemlerin tümüne birden "yüz çevirme" denmektedir.

Diğer taraftan Hz. Hûd, Yüce Allah'ın gönderdiğini eksiksiz du-yjrma görevini yerine getirdiğini de onlara söylemiş olmaktadır. Pey-şirnberler için en endişeli şey, görevlerini yerine getirip getirmedikleri eselesidir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Hz. Hûd'un getirip tebliğ ettiği mesa-i. sırtlarını dönerlerse, yani onu inkâr ederlerse ne olur? Âyetin devamı re soruyu cevaplandırmaktadır.

2. "Rabb'im sizden başka bir kavmi yerinize getirir de sizler Ö'na hiçbir  veremezsiniz. Çünkü benim Rabb'im her şeyi koruyup gözeten-

a) Bir toplumun çöküşüne neden olan etkenlerden biri, ilâhî mesa­ja s:rtını dönmektir. Tevhîd inancını kabul etmemek, ahlâkî değerleri siz ardı etmek, haklar sistemini dikkate almamak gibi dinin ya da ilâhî insanı mutluluğa ulaştırmak için ön gördüğü değerler sistemini ;:şr.emek bu çöküşün dinamiğini oluşturmaktadır.

i. "Yine de onu yalanladılar, biz de hem onu hem de onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları (yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Bak ki uyarılanların sonu nasıl oldu!" (Yûnus 10/73).

Bu âyet, toplumun batışının sebebi olarak Allah'ın âyetlerini ve peygamberleri yalanmak olarak belirlemektedir. Batan toplumun yerine gelenler de gerçek imana sahip olanlardır. Dikkat edilirse, Hz. Nuh'un beraberindekilerin siyâsî erki eline almaları ile Hz. Hûd'un arasında bir benzerlik vardır.

 ii. "Andolsun ki sizden önce peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdiği halde zul­mettiklerinden dolayı nice milletleri helak ettik. Zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız. Sonra da, nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halife­ler kıldık" (Yûnus 10/13-14).

"Halifeler kıldık" demek, "siyâsî erki elinize verdik, hükümranlığa sahip kıldık, devlet kurmanızı temin ettik" demektir. Siyâsî erkin el de­ğiştirmesinin sebeplerinden biri burada "zulüm" olarak gösterilmektedir. Demek ki bir toplumu yıkan etkenlerin başında zulüm gelmektedir.

iii. Mâide sûresinin 54. âyetine göre "dinden dönmek", siyâsî erkin kaybedilip başka bir topluma verilmesinin sebebi olmaktadır.

iv. Muhammed sûresinin 38. âyetinde cimrilik gösterip infak et­meyen ve bu hususta Allah'ın emrini yerine getirmeyip sırtını dönmek, siyâsî erkin başka bir topluma geçmesine sebep olmaktadır.

b) "O'na hiçbir zarar veremezsi­niz. Çünkü benim Rabb'im her şeyi gözetendir."

Ayetteki "siz O'na zarar vermezsiniz" cümlesinin so­nundaki zamir kime gidiyor? Âlimler zamirini Allah'a göndermek­tedirler. Fakat ifadeden hû zamiri sanki 'Âd kavminin yerine gelecek olan topluma gitmektedir.

Eğer zamir Allah'a giderse âyetten, "sizin yerinize başka bir top­lumu getirip siyâsî erki ona veren Allah'a hiçbir zarar veremezsinizin" anlamı çıkmış olur; yok eğer topluma giderse, "yerinize gelip siyâsî erki eline geçiren topluma hiçbir zarar veremezsiniz" manası kastedilmiş

olur.

Birincisine göre açıklama yaparsak Hz. Hûd'un, halka "din dersi", ikincisine göre yaparsak "siyaset dersi" verdiğini söyleyebiliriz. Çünkü birinci mana, Hz. Hûd'un insanların Allah'a asla zarar veremeyeceğini, çünkü Allah'ın, yaptıklarını bir hikmete göre yaptığını, yerli yerinde yaptığını, o nedenle sorgulanamayacağına dikkat çekmiş olur: "Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz. Onlar ise sorguya çekileceklerdir" (Enbiyâ 21/23).

Neden dolayı Allah Te'âlâ'ya zarar verilemeyeceğinin bir cevabı da âyetin sonunda verilmektedir. "Kuşkusuz benim Rabb'im her şeyi

koruyup gözetendir." Bir kimseye zarar verebilmen için, o kimsenin za­rarın nereden geldiğinden haberinin olmaması gerekir. Her şeyi gözeten Allah'a yaklaşıp zarar vermek mümkün değildir. Çünkü O, her şeyi ve her varlığın hareketini gözetip bilendir. Onun için Allah'ın yolundan yüz çevirdiğinden dolayı siyâsî erki elinden kaçırıp başka bir topluma kaptı­ran toplumun, bunu niçin yaptı diye Allah'a zarar vermesi imkan dahi­linde değildir.

Hz. Hûd, bu açıklama ile başka bir şeye de işaret etmektedir: Bu açıklaması ile Hz. Hûd, onların doğrudan Allah'a değil de, Allah'ın da­vasına ve o davayı savunan kimselere zarar veremeyeceğine vurgu yap­maktadır. Bu yorumu yapma imkanımız var mıdır? Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kısmını "gözetleyici" anlamına almıştık. Aslında kelime "koruyucu" manasına gelmektedir. Koruyucu anlamına alırsak Hz. Hûd, Yüce Allah'ın, her şeyi koruduğu gibi kendisini de kâfirlerin kötülüğünden, tuzağından koruyacağını söylemektedir. Gözetleyici ma­nası aynı zamanda koruyucu anlamını ifade etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyete göre din eğitimcileri, toplum­ların çöküş dinamiklerini, siyâsî erkin el değiştirmesi konularını öğret­mek ve uyarılarını yapmakla sorumludur. Siyâsî erkin el değiştirmesi ile toplumların çöküşü meselesinde ilâhî irâdenin yeri net bir şekilde öğre­tilmelidir. Bu görevini yerine getirebilmesi için din eğitimcileri, siyâsî, toplumsal ve ekonomik faaliyetlerin temel kanunlarını ve ilâhî vahyin bu konularla örtüşen ilkelerini de bilmelidir.

Toplumları idare edenleri ve halkı uyarabilmek, hatalarını söyle­yebilmek için bu bilim dallarının ilâhî vahy ile yoğrulabilme melekesini kazanması gereklidir. Din eğitimcileri ilâhî vahyi öylesine bilmelidirler ki, siyasal ve sosyal bilimlerin peşinde değil önünde gitmelidirler. Siya­sal ve sosyal bilimlerin önünde olabilmek için onlara hakim olmak gere­kiyor. Uyarıda bulunabilmek için de, ilâhî vahyi tam manası ile bilmek gereklidir.[37]

 

İyilerle Kötülere Neler Oldu:

 

58. Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik.

59.İşte Âd halkı Rabb 'lerinin âyetlerini inkâr ettiler: O 'nun peygamberlerine âsî oldular ve inatçı bir zor­ banın emrine uydular.

60.Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tabî tutuldular. Biliniz ki, 'Âd halkı Rabb'leriniinkâr ettiler. Ve yine bilin ki Hûd'un kavmi 'Âd, Al­lah'ın rahmetinden uzak olsun.

'Âd kavminin Hûd sûresinde anlatılan serüvenlerinin son âyetleri ?unlardır. Hûd peygamber ile olan ilişkileri anlatılırken, son âyetlerde :oplumun çöküşü ve bu çöküşün nedenleri ele alınmıştır. İnce bir dantel gibi örülen bu ilişkiler sistemi ve çöküşün nedenleri zamanımızın ilâhî-yat. siyaset, sosyoloji, psikoloji ve iktisat bilimlerine ışık tutacak nitelik­ledir.

Âyetlerin açıklaması yapılırken bu gerçekleri nasıl yakalayacağı­mız ortaya çıkacaktır.

1. "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan nr rahmetle kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik."

Emir kelimesi "kurtarma" ile kullanıldığında "diğerlerini cezalan-rrrma kararı" olduğunu anlıyoruz. Emir denince, "geri dönüşü olmayan takdir" anlaşılmalıdır. Yüce Allah bir toplumun çöküşüne karar verince, onu takdir edince, artık peygamberin duası da onu durduramaz. "Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü S-Ebb'inin emri gelmiştir" (Hûd 11/76). Hz. İbrahim, Lût kavminin helak ccdrnemesi için Allah'a dua ederken bu âyet geldi ve Hz. İbrahim îeLîktan geri dönüşün olamayacağı mesajını aldı. Demek ki "emrin gel­mesi" çöküşün durdurulmasının imkansızlığı anlamına gelmektedir. Za-*er Hûd 76. âyetin son cümlesi de bu anlamı desteklemektedir.

Yüce Allah'ın "emri" iki boyutlu bir görev için gelmiştir. Birisi Sz Hûd ve iman edenleri kurtarmak, diğeri de toplumun geri kalanlarını taşırmak. Âyete dikkat edilirse, önce kurtarma hareketi, sonra da helak =orc eylemi gerçekleşmiştir.

Yüce Allah Hz. Hûd ve iman edenleri ne ile kurtarmıştır? Âyette "tarafımızdan bir rahmetle kurtardık" ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade­den anlıyoruz ki, Allah'ın müdahalesi olmadan bir grup insanın veya toplumun belalardan kurtulması mümkün değildir. Âyetteki kurtuluş ilâhî rahmet olarak nitelendirilmektedir. Helak olan insanlardan "ayrı tutulmak" rahmet anlamına gelmektedir. Allah Te'âlâ'nın gelen emrinin kurtuluştan yana olan kısmı rahmettir. Onlar, Allah'tan bir rahmet olarak kurtarılmışlardır. Helak olmayıp hayatta kalmak, rahmettir.

Zaten âyetin sonu rahmet gereği kurtarmanın ne anlama geldiğini açıklamaktadır. "Ağır bir azaptan kurtarmak" onlar için bir rahmet ol­muştur. Demek ki, âyetteki rahmet kelimesi, hem kurtuluşun kendisi olmakta hem de kurtuluşun metodunu belirlemektedir. Söz konusu ifade "rahmet ile kurtardım" anlamına alınırsa metod; "bizden rahmet olarak" manasına alınırsa kurtuluşun kendisi rahmet olmaktadır.

3. "İşte 'Âd halkı Rabb'lerinin âyetlerini inkâr ettiler, O'nun peygamberlerine âsî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular."

Hûd 59. âyet bir önceki âyetin sonunda "ağır azabın" neden geldi­ğini açıklamakta, başka bir ifade ile 'Âd toplumunun çöküşündeki se­bepleri öğretmektedir.

a) "Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler." Allah'ın âyetlerini inkâr et­mek bir çeşit zulümdür. Bu anlamda adalet, "Allah'ın âyetlerine inan­mak" ve "bir şeyi yerli yerine göre yapmak"tır. İnanmamak da "bir şeyi
yerli yerinde yapmamak"tır, o âyetlere yakışan davranışta bulunmamak­tır. Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, toplumun batışını getiren etkenlerden sadece biri olmaktadır.

Âyetteki cehadû kelimesi, "bilerek inkâr etmek" demektir. Ayet kelimesi de "Allah'ın varlığına ve birliğine işaret eden, delil olan mu'cizeler, kanunlar" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla âyetin bu kıs­mı, "Allah'ın mu'cizelerini bile bile inkâr ettiler" manasına alınmalıdır.

b) "Peygamberlerine âsî oldular." Peygamber kelimesinin çoğul olmasından iki mana çıkartıyoruz. Birisi, 'Âd kavmine Hûd Peygamber'den başka peygamberler de gelmişti. Diğeri de, bir peygambere âsî olmak diğer peygamberlere de âsî olmak manasına alınmaktadır. Bun­lardan birini tercih etmek çok zor görülmektedir. Ama tercih edilmek gerekiyorsa, birinci açıklama tercihe daha yakın görülmektedir.

Çünkü bu konudaki delilimiz Ahkâf 21'dir. '"Âd kavminin kardeşini an. Zira Hûd, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkâf bölgesindeki kavmine: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' (de­mişti)". Bu âyet 'Âd kavminin yaşadığı Ahkâf bölgesine çok peygam­berlerin geldiğini göstermektedir. Bu kavim, peygamberlere inanmadık­ları gibi inançsızlıklarını da eyleme dönüştürdüler. Hz. Hûd'a tuzak kurmaya kalktılar, ona hakaret ederek tanrılarından birini onu çarpıp delirttiğini söylediler. Ona karşı isyan bayrağını açtılar ve onun tebliğ görevinin alanını daralttılar, peygamber olmadığını iddia edip yüzüne karşı söylediler.

c) "İnatçı her zorbanın emrine uydular." jili. Cebbar kelimesi, 'Âd kavminin üst tabakasında yer alan, Hz. Hûd'a karşı şiddetle muhalefet eden, çok inatçı olan kimselerin sıfatı olmaktadır. Bunlar hem inkâr edi­yor hem inkârında inatçı davranıyor hem de şiddetle muhalefet ediyor­lardı. Bunları yapmakla da kalmıyor, aşağı tabakada olan insanları etki-en altına alarak onların da aynı şekilde davranmalarını sağlıyorlardı, ».endi isyanlarını halka bulaştırıyorlardı. Bu grup, kendi kötü görüş ve davranışlarını paylaşmaları için diğerlerini zorlamaları nedeniyle bu sıfa­tı almaktadırlar. İsyan etmekten daha çok, isyan edene tabî olmak Allah "israfından daha büyük bir suç olarak görülmektedir. İsyan eden kendi irâdesini kullanıyor; ama ona tabî olanlar ise kendi irâdelerini onlara le-slim ediyorlar. Böylece halk hem isyan ediyor hem de irâdesini başka­nına teslim ediyor.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah 'Âd toplumunun çöküş se-replerini burada vermektedir. Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, peygam-rerlere âsî olmak ve inkârında inat edenlere uymak. Bu sebepleri anlata-"ik Yüce Allah günümüze ve geleceğe ışık tutmakta, toplumların manevî ;:küş nedenlerinin neler olduğunu söyleyerek onları uyarmaktadır. Bu

manevî sebepler evrensel niteliktedir. İnkâr, isyan ve irâdesini inatçı muhalefetçilere teslim etmek toplumları içeriden kemiren kurtlar olarak takdim edilmektedir. Çöküşün tek sebepli değil de çok sebepli olduğuna işaret edilmektedir.

4.  Onlaar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde la'nete tabî tutul-

dular. Biliniz ki 'Âd halkı Rabb'lerini inkâr ettiler. Bilin ki Hûd'un kavmi olan 'Âd, Allah'ın rahmetinden uzak olsun." Bu âyetin analizinde onlara nasıl azap edildiğini ve helakin diğer bir dinamiğini de buluyoruz.

a) "Dünya ve âhirette la'nete uğradılar." Bu dünyada lanete uğra­dıkları gibi, âhirette de uğrayacaklardır. Bu la'net, yani bu çöküş nasıl oldu? Sorunun cevabını Hûd sûresinde bulamıyoruz. Cevap için Kamer sûresine gitmemiz gerekiyor.

"Biz 'Âd kavminin üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondu­rucu bir rüzgar gönderdik. O rüzgar, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu" (Kamer 54/19-20). "Uğursuz gün"den kasıt, "ardı arkası kesilmeyerek 'Âd kavminin helak olmasına kadar devam eden o günler"dir. Yoksa o günlerin uğursuz olması mümkün değildir. Bu azap dünya hayatında 'Âd kavmine zilleti getirmiştir (Fussılet 41/16). 'Âd toplumunun baş şehri, o zamana kadar görülmemiş medeniyete ulaşan İrem şehri idi (Fecr 89/6-7). İşte onların bu yaptıkları İrem şehrinin me­deniyetini sona erdirdi.

b) Yüce Allah bir önceki âyette, kendi âyetlerini inkâr etmelerini helaklarına bir sebep olarak gösterirken, bu âyette Allah'ı inkâr etmele­rini sebep olarak öne sürmektedir. Böylece 'Âd kavminin çöküşünün nedenlerini dörde çıkarmış oldu. Burada 'Âd kavmi'nin Allah'ı inkâr etmesine dikkat çekilmekte ve "bilin, dikkat edin" anlamında elâ ke­ limesi kullanılmaktadır. O zaman Yüce Allah, bir toplumun Rabb'lerini inkâr etmelerinin getirdiği olumsuz neticenin üzerinde durulmasını, ince­lenmesini ve dikkat edilmesini istemektedir diyebiliriz. Sonuç helaktir, ama sebep nedir? Sebebin insanın gönlünden çıkan inkâr psikolojisinin olduğu vurgulanmaktadır.

c) Bu âyette 'Âd toplumunun Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldı­ğına da dikkat çekilmektedir. Allah'ın rahmetinden uzak bırakılmak, yok :. jp gitmek, helak olmak ve çökmektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, inkâr psikolojisi gönülde olduğu gibi rc-rmamakta, oradan çıkıp toplumun hayat damarlarını kesip koparmaktadır.[38]

 

Salih Peygamber Ve Semud Kavmi:

 

61.Semûd toplumuna da kardeşleri Salih 'i gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi topraktan yaratan ve sizi orada yaşatan O'dur. O halde ondan af dileyin; sonra da O'na tövbe edin. Çünkü Rabb'im, kullarına yakın ve duaları kabul edendir.'

62.Dediler ki: 'Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin. Şimdi babalarımızın taptıkla­rına tapmaktan bizi mi alıkoyuyorsun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe için­deyiz. '

63.Salih dedi ki: 'Ey kavmim! Eğer ben Rabb'imden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, bana ken­dinden bir rahmet vermişse, buna ne dersiniz? Bu du­rumda O'na âsî olursam beni Allah'tan kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey ya­pamazsınız.

64.Ey kavmim! İşte size mu'cize olarak Allah'ın deve­si. Onu bırakın, Allah'ın toprağında yesin. Ona kötü­lük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar.'

65.Fakat Semûd kavmi o deveyi ayaklarını keserek öl­dürdüler. Salih dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha ya­şayın. ' Bu söz, yalanlanamayan bir tehdit idi.

66.Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak azaptan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabb'in kuvvetlidir, ga­lip gelendir.

67.Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtla­rında diz üstü çöke kaldılar.

68.Orada hiç şenlik kurmamış gibi oldular. İyi bilin ki Semûd (kavmi) Rabb'lerini inkâr ettiler ve iyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler.

Salih peygamber ile Semûd kavmi arasında geçen olguyu bir bütün iıirak ele alıp analizini yapmayı uygun buluyoruz:

1. Peygamberler aynı toplumdan seçiliyor.

Daha önceki peygamberlerin seçiminde uygulanan kural, Salih gambere de uygulanmıştır. "Semûd kavmine de cîrieşleri Salih'i gönderdik" buyuralurken, toplumun kültürünü, yapısı-i[. inancını ve davranış biçimini bilen birinin peygamber olarak seçildi. işaret edilmektedir. Topluma yabancı olan birinin peygamber olarak itin madiğini görüyoruz.

Bu kuralın günümüze ve geleceğe yansıyan ve ışık tutan kısmı şua_r Bir toplumun gençlerini eğitecek olan öğretmenler, genel anlamda din eğitimi bakımından olsun, o toplumun içinden yetişmiş olma:ar. Bir milletin çocukları, yabancı öğretmenlerin eline bırakılmama-ıc: Allah Te'âlâ nasıl, peygamberi, göndereceği toplumun içinden seorsa. bir milletin gençlerini veya tüm insanlarını eğitecek öğretmenve din adamları da o toplumun insanının arasından yetiştirilip atanmalı­dır.

2. İlk mesaj tevhîd inancı üzerine veriliyor.

Hz. Salih'ten önce ve sonra gelen bütün peygamberlerin ilk işi şirkle mücâdele verip tevhîd inancının ağacını dikmek olmuştur. Hangi peygambere gönderilse gönderilsin, ilâhî mesaj tevhîd inancı ile başla­mıştır: "Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur."

Bu mesajdan anlıyoruz ki, Semûd kavmi Allah'a kulluk etmiyor ve başka tanrılara tapıyorlardı. Şirk inancı, halkın gönül çevresini kirletmiş ve bu kirlilik Levh-i Mahfuz'a, yani korunmuş levhaya kadar uzanmıştı. Bu gönül kirliliğini ortadan kaldırmak ve gönülleri şirkten temizlemek için bu mesajı Yüce Allah göndermiştir.

Bu mesajı günümüze getirirsek şöyle bir neticeye varabiliriz: Din âlimi ve görevlilerinin ilk işi, şirkle mücâdele ve onun yetiştiği gönülleri tevhîd inancı ile temizlemek ve tevhîd inancının ağacını o gönüllere dikmektir.

3. Yaratılış kanununa dikkat çekiliyor.

Salih peygamber kavmine, nasıl bir Allah'a kulluk edeceklerini a-çıklarken yaratılış kanununu gündeme getirmektedir. "Sizi topraktan yaratan ve sizi orada yaşatan O'dur."

Hz. Peygambere inen ilk âyetlerde de Yüce Allah yaratma sıfatı ile anlatılmaktadır. Hz. Salih, Allah'ın insanları topraktan yaratıp yeryü­zünde yaşatma olgusunu Yüce Allah'ın varlığına ve birliğine delil olarak sunmaktadır.

İnsanın yeryüzünde topraktan yaratılması ve orada topraktan bes­lenip hayatını sürdürmesi ilâhî kudretin sonsuzluğuna da delil olmakta­dır.

Bizim bildiğimiz topraktan sadece Hz. Âdem ile zevcesi yaratıl­mıştır. Hz. Salih'in toplumuna bunun söylemesinin de bir anlamı vardır. İnsanın yaratıldığı sperm ve yumurtadan geriye doğru gidersek toprağa»aonz. Sperm ve yumurta kandan, kan insanın yediği gıdalardan, gıdalar ia topraktan gelmektedir. Bitkisel gıdalarla hayvansal gıdaların hepsi îTçraktan gelmektedir. Hz. Âdem ve eşi doğrudan doğruya topraktan, • anı eşeysiz yaratılırken; onlardan sonra tüm insanlar dolaylı olarak top­raktan, ama eşeyli olarak yaratılmaktadır.

Yüce Allah insanoğlunu nereden yaratmış ise, onunla da besle­mektedir. İnsanın yeryüzünde hayat sürmesi, başka bir ifade ile var ol­ması Allah'ın varlığına ve birliğine en büyük delil olmaktadır.

4. Af dileyip tövbe etmek gerekiyor.

Hz. Salih, Allah'ın yaratması ve yaşatmasına rağmen insanın O'na çarşı bazı günahları işlediğine işaret etmektedir. Yaratana ve yaşatana karşı insan, özellikle Semûd kavminin halkı nankörlük ediyordu ve Al-.ah tan başka tanrılar edinip onlara tapıyorlardı.

İşte bu hatalarından dönmeleri için onlara uyanda bulunulmakta "O halde O'ndan af dileyin, sonra  O'na tövbe edin. Çünkü Rabb'im kullarına yakın ve duaları kabul sdendir." Aynı uyarıyı Hûd peygamber de yapmıştı (Hûd 11/52); diğer israftan Hz. Nûh da yapmıştı (Nûh 71/10).

Af dilemek ve tövbe etmek, şirkten tevhîd inancına geçişin deği-smini. devrimini gerçekleştirmektir. Hz. Salih, halkından bu değişimi Krçekleştirmesini istemektedir.

Bu değişimin getirişinin garantisi olarak da Allah Te'âlâ'nın kulla--r.a yakın oluşunu ve duaları kabul etmesini vermektedir. Aynı mesajı Yjce Allah Hz. Peygamber'e de vermektedir: "Kullarım sana, beni sorduğunda: 'Ben çok yakınım, Sâc-î dûa ettiklerinde dua edenin dileğine karşılık veririm' de"

(Bakaraı: s 61.)

Yalnız Allah'a kulluk etmek, O'ndan başka tanrı edinmemek, cin af dilemek ve O'na tövbe etmek gerekir. Çünkü O, duaları kabul candır. İşte Hûd 61'de Salih peygamberin Semûd kavmine verdiği me-saıiar bu açıdan evrensel nitelik taşımaktadır. Mesajda sıralanan değerler

ve istenen eylemler, her dinde yer almış, her peygambere gönderilen vahyin içeriğinde bulunmuştur.

Bu mesajı günümüze taşırsak din eğitiminin hangi değerleri öğre­teceği, nereden başlayıp hangi inanç ve eylemleri öne alıp programına koyacağına söz konusu mesajın ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. İnsanların şirk hastalığı ve tevhîd inancından uzak kalma meseleleri dururken talî konular üzerinde durmanın yanlış olacağı öğütlenmektedir. İnsanlara Allah'ın, kullarına yakın olduğunu, araya aracı koymanın şirk olacağını öğretmek; insanın doğrudan doğruya Allah'a yalvarması gerektiği, Al­lah'ın da onun yalvarışını kabul edeceği bilincini vermek gerekiyor.

5. Semûd halkının cevabı.

Salih peygamberin halka öğretmeye çalıştığı ilkelere karşı, anında olumsuz tepkinin üç boyutlu olduğunu görüyoruz:

a) "Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin." Âyetin bu kısmında geçen  mercüvven kelimesi "ümit beslenen" anlamına gelmektedir. Ümit bes­lenmesinden anlıyoruz ki, Salih peygamber peygamberliğini ilan etme­den önce, topluma lider olacak kapasitede biri idi. Halkı ona ümit bağ­lamıştı; üstün zekalı, akıllı ve yetenekli biri olması nedeniyle, kendi din­lerine, inançlarına ve yaşadıkları geleneklere yardım edeceğini umuyor­lardı.

b) "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun?" Semûd halkı babalarını, atalarını taklit ettikle­rinden tevhîd inancını ve Salih'in peygamber oluşunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Atalarının çok tanrılı inançlarına -eğer denebilirse dinlerine- aşırı bağlılıkları onların tevhîd inancına geçiş denen değişimi gerçekleştirmelerine engel oluyordu.

Bir bakıma Semûd kavmi, Hz. Salih'in, kendi atalarının çok tanrılı dinine yardım etmesini beklerken, birden karşılarına tevhîd inancını sa­vunan bir peygamber olarak çıkıverdi. Onun tek tanrılı inancı savunma­sına karşı hayret içinde kaldılar. Aynı tepkiyi Hz. Peygamber'e karşı Mekke'nin müşrikleri de gösterdiler.  "Aralarından bir uyarıcının âendilerine gelmesine şaştılar ve kâfirler: 'Bu pek yalancı bir sihirbaz! Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir' dediler" 5âd 38/4-5). İşte aynı hayreti daha önce Semûd halkı Hz. Salih'e karşı >îşamıştı.

Geçmişin yanlışını sorgulamamanın, ona tutku ile bağlanıp taklit ecnenin durumunu bize öğretmek için Yüce Allah Hz. Salih ve Semûd tavmi örneğini vermektedir.

c) "Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın'şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz." Şekk ile mürîb bu âyette reşpeşe gelmekle "kuvvetlendirme" yapılmaktadır. Şekk, "karar ver­mekle vermemek arasında kalan derin bir tereddüd"; mürîb ise "kötü bir z-Hida bulunan kimse" anlamına gelmektedir. Her iki kelime bir araya şehnce, Semûd kavminin, Hz. Salih'in davet ettiği tevhîd ve Allah'tan raşka tanrıları olmadığı inancından şüphede oldukları açığa vurulmakta-

Buradaki şüphenin sorgulayıcı bir şüphe olmayıp inkâr ve redde-ııci bir şüphe olduğunu söylemekte yarar vardır. İnsanı araştırmaya, 3oğruyu bulmaya ve sorgulamaya sevk eden şüphe herkese lazım olan re: şüphedir. Çok tanrılı dine bağlı olanlar, bu durumlarından şüphe edip lendilerini sorgulamazlarsa tevhîd inancına geçiş için gerekli olan deği-strrıi gerçekleştiremezler. Bâtıldan, yanlıştan, kötüden, faydasız olandan suphe etmek "sorgulayan metodik bir şüphe"dir.

Bunun yanında bir de, insanı inkâra götüren şüphe vardır. Semûd üYmi bu hastalığa yakalandı. Böylece Hûd 62'de Yüce Allah, Semûd ,ilkının neden inkâra saptıklarının sebebini derin şüpheye bağlamakta-

Din âlimi ve görevlilerine düşen görev, insanların şüphesini gi-oenrıektir. Şüpheyi giderecek olan en büyük araç, bilimsel bilgi ve delil­iz: Meselâ: Öldükten sonra dirilme konusunda şüphe içinde olanlara Yüce Allah Hac Sûresinin 5. âyetinde bilimsel bilgiden delil getirmekte-±:. Çocuğun anne karnında geçirdiği safhaları, doğduktan sonra geçiri-

len büyüme ve gelişme basamakları ile ölü toprağa suyun inmesi nede­niyle canlanmasını delil olarak sunmaktadır.

Din eğitimcileri şunu iyi bilmelidirler: Şüphe alanı, inkârın yeşer­diği ve boy attığı bir alandır. Şüphe tarlasına hakikatin, bilimsel bilginin ve delilin tohumlarını atıp yeşerttikten sonra tevhîd inancının ağacı boy atacaktır. O ağacın olduğu gönülde erozyon olmayacak, orada rahatlıkla mesken kurulacaktır. Semûd halkının şüpheciliğinden günümüze bunları taşıyor ve ışık alıyoruz.

Semûd kavminin Hz. Salih'e verdiği bu cevab, inkarcıların bulun­duğu yerlerde hâlâ yaşıyor, tazeliğini koruyor, etrafı kirletmesine devam ediyor. Bu cevap, Kıyamete kadar yanan bir ateş gibi, insanların gönlün­deki erdemleri yakıp kavurmakta, her nesilde bir ejderha gibi şüphe ve inkârla beslenmekte, bitmez tükenmez bir mücâdele ile insanların gönül­lerinin iman denen kanını emip semirmektedir. Semûd halkının Hz. Sa­lih'e verdiği bu cevap, din eğitiminin önünde bir ejderha gibi durmakta, onun faaliyet alanının daralmasını beklemekte, onu kafeste zincire vur­mayı becerecek din âlimlerinin hasretini çekmektedir.

6. Hz. Salih'in cevabı.

a) "Salih dedi ki: 'Ey kavmim! Eğer ben kabb'imden gelen apaçık'bir delil üzerinde isem (de mi böyle davranacaksınız?)"

Aynı ifadeyi Hz. Nûh da kendi kavmine söylemişti: "Nûh dedi ki: 'Ey kavmim! Eğer ben Rabb'im tarafından gelen açık bir delil üzerinde isem (de mi?)" (Hûd 11/28). Tefsirini yap­makta olduğumuz âyette geçen beyyine kelimesi "delil" anlamına gel­mektedir. Hz. Salih, işin bu tarafının da düşünülmesini istemiş, peygam­ber oluşunu ve onlara sunduğu mesajı Allah'tan aldığını, kendisinin uy­durmadığını ifade etmiştir.

b) "Ve O, bana kendinden bir rahmet vermişse (buna ne dersiniz?)" Buradaki Rahmet kelimesini "peygamberlik" olarak manalandırmakta yarar vardır. Nitekim Beydâvî ve Nesefî bu kelimeye "peygamberlik", Hâzin "peygamberlik ve hikmet"; İbn Abbâs da "peygamberlik ve İslâm" manasını vermişlerdir. Hâzin ve İbn Abbâs ayrıca bu anlamlara "hikmet ve İslâm"ı da ilâve etmişlerdir.

Bu "peygamberlik" manası doğru mudur? Bize göre peygamberlik manasını verenler doğru söylemişlerdir. Bu konudaki delilimiz Enbiyâ sûresinin 107. âyetidir: "Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." Buradaki rahmet kelimesinin peygemberlik anlamına geldiği kanaatinden hareketle âyetin "Âlemlere peygamber olarak gön­derdik" anlamına geldiğini düşünmekteyiz. Yüce Allah peygamberlik ve rahmeti aynileştirmektedir.

Hz. Salih de bu manayı bilerek cevabında ona yer vermiştir. Pey­gamberler, Allah'ın merhametini insanlara yaymaktadırlar ve insanlara merhamet etmek için peygamber olarak gönderilmişlerdir.

c) "Bu durumda O'na âsî olsam beni Al-"ah'tan kim korur?" Hz. Salih, cevabın birinci ve ikinci bölümlerinin sonunda "ne dersiniz?" sorusunu sorarken onların görüşünü açmaya ça­lışmış, bu bölümde kendi durumunu gündeme getirip "kim korur?" soru­sunu yöneltmiştir.

Hz. Salih bu ifadesi ile "görevini yerine getirmediği takdirde Al­lah'a isyan etmiş olacağına" dikkat çekmektedir. Ne idi o görev? Şirki temizlemek, tek tanrı inancını yaymak ve Allah'ın bu ve buna benzer konularda gönderdiği mesajını insanlara duyurmaktı. İnsanların ruhunu ınndırmak, onları, zamanında tövbe edilmemesi halinde affolması im­kansız olan şirkten kurtarmak ve başka tanrılara bağımlılıklarını kırmak peygamberlerin görevidir. Bunu yapmaz da onların şüphe, inkâr ve şirk­leri ile mücâdele vermezse görevini yerine getirmemiş olur ki bu durum ia Allah'a isyan anlamına gelecektir.

Hz. Salih, Allah'a âsî olmanın ceza olarak bir karşılığı olacağını diği için verilecek cezaya karşı kendisini kimin koruyacağını sormak­ta nâzik bir dille, onların çağrısının neticesinin isyan ve azap olacağını ve bundan korunmasının imkansızlığını onlara anlatmakta, kendi gücüan buna yetmeyeceğini de hatırlatmaktadır.

d) "O zaman siz de bana ziyan vermekten başa bir şey yapamazsınız." Hz. Salih, kavminin çok tanrılı dine çağırmaları­nın neticesinin zarar ve ziyana gideceğini, bu durumun, koruması olma­yan bir isyanla biteceğim vurgulamaktadır.

Bu ifadenin karşıt manasından da hareket edebiliriz. İnsan, netice­sinde fayda olanın peşine koşmalıdır. Zarar getirecek inanç ve davranış­lar artık terk edilmelidir. Zarar getirecek şeylerden kaçınmak imanın takva denen olgunluğa ulaştığını ifade etmektedir.

Hz. Salih fayda ile zarar kavramlarını gündeme getirerek cevabını vermektedir. Böylece Hz. Salih'in bu cevabı günümüz din-eğitimcilerine önemli ip uçları vermekte, tartışma metodu sunmaktadır. Hz. Salih* hep Allah'tan bahsetmektedir: Allah'ın delil göndermesi, Allah'ın rahmet vermesi ve Allah'a karşı korumak. Biz buna Allah ile Allah'ı savunma metodu diyebiliriz. Nasıl ki şeytan Allah ile insanları kandırmaya çalışı­yorsa (Fâtır 35/5); peygamber de Allah ile Allah'a çağırmaktadır (Hûd 11/63).

e) "Ey kavmim! İşte size mu'cize olarak Allah'ın devesi.' Onu bırakın, Allah'ın topraklarında otlasın. Ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar." Hz. Salih'in cevabı 64. âyette de de­vam etmektedir. Bu âyette geçen âyet kelimesi "mu'cize" anlamına gelmektedir. Devenin adı iıl hû nâkatullâh yani "Allah'ın devesi"dir. Hz. Salih Allah'ın devesini onlara mu'cize olarak sunmaktadır. Kelime­nin yapısından devenin dişi olduğunu anlıyoruz.

Müfessirler bu deve hakkında pek çok menkıbeler anlatmaktadır­lar. Biz burada bu menkıbelere itibar etmiyor ve anlatılmalarını da uy­gun bulmuyoruz. Bizim için devenin nereden, hangi kaynaktan yaratıldı­ğı önemli değildir. Önemli olan Yüce Allah'ın onu normal yollarla ya­ratmış olmasıdır.

"Allah'ın devesi" denmesinin sebebi ne olabilir? Sadece o deve Allah'ındır da öteki develer veya hayvanlar Allah'ın değildir diyemeyiz. Âyetin içinde "Allah'ın arzında" ifadesi de yer almaktadır. Bu ifadeler bize şunu anlatıyor: Yüce Allah, her şeyin sahibi ve hâkimidir. Her var­lık Allah'ındır, Allah'a aittir.

Devenin bir âyet, bir işaret veya bir mu'cize olması ne demektir? İlk akla gelen cevap "Hz. Salih'in peygamberliğine delil" olmasıdır. Bu cevabı doğru bulmakla beraber esas cevabın, "o devenin Semûd kavmi için bir imtihan olması" şeklinde olduğu kanaatindeyiz. "(Ey Salih)! Biz bu dişi deveyi onlar için bir imtihan olsun diye gönderiyoruz. Sen onları sadece seyret ve sabırlı ol" (Kamer 54/27). işte işaret olan devenin bir imtihan olduğunu bu âyet söyleyerek yukarı­daki soruyu cevaplandırmaktadır.

Dikkat edilirse âyette "gönderiyoruz" ifadesi yer almaktadır. Gön­derilen devenin mahiyeti hakkında çeşitli menkıbeler uydurmanın anla­mı yoktur. Var olanı göndermekte onu bir görev ile göndermek anlamı vardır. Meselâ peygamberi göndermek de aynı kelime ile ifade edilmek-:edir. Ama hiçbir zaman peygamberler hakkında menkıbevî bir yaratılış anlatılmamaktadır. Yüce Allah o deveye bir işaret ve bir imtihan olma görevi yüklenmiştir. İmtihan olmasının işaretleri nelerdir?

Bunun cevabını, âyetin devamı vermektedir. "Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülük dokundurmayın." "bırakın, istediği gibi Allah'ın topraklarında otlasın"

iadesinden  "haksız  yere  bir  hayvanın  bile  canına kıyılamayacağıesi"ni   çıkartıyoruz.   Mescid-i   Harâm'da   bir canlıya ve yeşile jokunulmaması ile Semûd kavminin de deveye dokunmamaları ve onu serbest     bırakmaları noktasında bir benzerlik bulunduğunu

Bu ıiKe, yani hayvanı serbest bırakma ve ona dokunmama emri, -iYYan haklarının temellerini atan Hz. Nuh'un olgusunun devamı mahi­yetindedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette devenin "otlaması" gün-3eme getirilirken Şems 13'de de "su içmesi"ne dikkat çekilmektedir. Yüce Allah deve ile Semûd halkı arasında su içme sırasını bile belirle­ri "Onlara, suyun, aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her biri kendi içme arasında gelsin" (Kamer 54/28). "(Salih): 'İşte mu'cize bu dişi devedir, onun "bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir', dedi" (Şu'arâ 26/155). Yüce Allah, deve ile insanları sulanma konusun­da sıraya koymakta ve belli günler tahsis etmektedir. Su, bütün canlılar için müşterek bir beslenme kaynağı olması nedeniyle, hayvanın hakkı burada korunmaktadır. Yüce Allah, değil insanların sıraya girmesini, hayvanların bile sıraya girme ahlâkını, kültürünü öğretmektedir.

Bu âyetlerden ne çıkartabiliriz? Hayvanların da hayat hakkı ve öz­gürlükleri vardır. İnsanın hayat hakkına saygı göstermenin eğitimi hay­vanın hayat hakkına saygı göstermekle başlamaktadır. En'âm 151'de Yüce Allah'ın belirttiği gibi, müslüman haksız yere bir cana kıyamaz. Bu, insan olabileceği gibi, hayvan ve yeşil de olabilir. Hz. Âdem'e ağa­cın meyvesini yasakladığı gibi, Semûd kavmine de deveyi yasaklamıştır. Bu yasaklar aynı zamanda toplumların gelişmişliğini de ifade etmekte­dir. Demek ki, Semûd kavmi döneminde hayvancılık başlamıştı.

Yüce Allah bir âyet ve bir imtihan olan deveye kötü niyetle yakla­şıp onu öldürmenin cezasının ağır olacağını buyurdu. "Ona kötülük do­kundurmayın, sonra sizi yakın bir azap yakalar" ifadesi, haksız yere bir hayvanın canına kıymanın cezasının olacağını ve böylece onun da huku­ku olduğunu gündeme getirmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 64'de "yakın azap"; Şu'arâ 156'da da "muazzam bir günün azabı yakalayıverir" ifadeleriyle yer almaktadır. Takdir edilen bu cezalarla Yüce Allah hayvan haklarını hukuka bağlamış oldu.

7. Semûd halkının kötü eylemi.

Bütün uyarılara rağmen Hz. Salih onların deveye kötü niyetle yak­laşmasını önleyemedi. Kavmi, Yüce Allah'ın o konuda koyduğu cezala­ra aldırış etmeden yapmamaları gereken şeyi yaptılar: "Fakat, Semûd kavmi o deveyi ayaklarını keserek öldürdüler." Şu'arâ 157'de "Buna rağmen onlar deveyi kestiler, ama pişman da oldular" buyurulmaktadır.

Yüce Allah Hz. Âdem ve eşine "şu ağaçtan yemeyin" buyurdu; on­lar, "yasaklar arzu doğurur" esasını yerine getirircesine o ağaçtan yedi­ler.

Semûd kavmine de "şu deveye yaklaşmayın, onu kendi haline bı­rakın" denildi ve hayvana yaklaşma kültürü kendilerine öğretilirken on­lar Allah'ın emrini çiğnediler. Âyette geçen j* 'akara kelimesi, "boğazlamadan önce bacaklarını kırmak", yani "ayaklarının eklemlerini kesip koparmak" anlamına gelmektedir. İslâm öncesinde bu korkunç adet yaygındı.

Deveyi kim kesti? Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete bakar­sak, eylemi ifade eden kelime çoğul kalıbında gelmiştir. fe akarûhâ "onu ayaklarını keserek boğazladılar" buyurulmaktadır. Ama Şems 12'de "Onların en eşkıyası (deveyi kesmek için) öne atıldı" ifadesi yer almaktadır. Onların en eşkıyası, en bedbahtı öne atılıp devenin ayaklarını kesip boğazladığı, diğerleri de rıza gösterdiğinden onlar da o fiile ortak olarak kabul edilmiş ve Hûd 65'de fiil çoğul kalı­bında gelmiştir. Kötü eylemi işleyenle ona rıza gösterenler aynı kabul edilmiş, aynı şekilde suçlu görülmüşlerdir. Yüce Allah Şems 13'de eşkı­ya kelimesine yer vermiş, hayvanın hayat hakkına tecavüz eden bu insa--ı terörist ilan etmiştir.

8. Ceza geliyor.

Daha önce, Yüce Allah bu kötü fiili işlerlerse onların şiddetli, elem erki, yakın bir azaba uğrayacaklarını bildirmişti. Bu uyarıya rağmen :clar bu kötü eylemi yaptılar.

a) Hz. Salih onlara şöyle dedi: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. Bu söz, yalanlanamayan bir idi." Âyetin bu kısmında geçen dâr kelimesi "yurt, dünya" îsına alınabilir ve bu ifadeye "yurdunuzda üç gün daha yaşayın" eyi "dünyanızda üç gün daha yaşayın" manası verilebilir. Dâr, yer" demektir. Onun için eve de dâr denmektedir.

Yüce Allah onlara neden üç gün daha müsaade verdi. Râzî'nin İbn cis";in naklettiği bir yoruma göre, bu mühlet onları iman etmeye teşvik mahiyetindedir. İbn Abbâs'ın bu yorumuna katılmamak mümkün değildir.

Üç gün sonra "yalanlanması mümkün olmayan tehdit, azap" ger­çekleşecekti. Ğayru mekzûb "yalanlanamayan" ifadesi, "erte-lenemeyen, ortadan kaldırılamayan", yani "dönüşü olmayan" demektir.

b) Yüce Allah önce Hz. Salih ile ona inananları kurtadı, sonra Semûd kavmini helak etti.

"Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak azaptan ve o günün
zilletinden kurtardık.  Şüphesiz Rabb'in kuvvetlidir, galip gelendir." Yüce Allah, burada dünya insanlığının her çağında yaşayanlara şu mesajı vermektedir: İyiler, özellikle Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler hem bu dünyada hem de âhirette kurtuluşa ermişlerdir. Bu, Yüce Allah'ın rahmetinin yani merhametinin gereği yaptığı bir uygulamadır.

Yüce Allah, azap konusundaki emrini verip suç işleyenleri bu ey­lemlerinden vazgeçirmek için bu âyetle onlara rehberlik etmektedir. İş­lenen ağır günahlara, her zaman aynı şekilde ceza uygulanamaz. Meselâ yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 66'da "o günün zilleti" ifadesi yer almaktadır. Zillet manası âyette  hızy kelimesi ile ifade edilmektedir ki bu kelime "rezillik ve rüsvaylık derecesine varan bir zillet" demektir. Bir toplumun, insanlık arenasında aşağılık duruma düşmesi, zillet içinde bulunması onun için bir azaptır. "Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır" (Mâide 5/33) ifadesi, dünyevî hukukun verdiği cezanın fert veya topluma ağır geldiği durumu ifade etmektedir.

Bu durum, yani rüsvay edici günün azabından kurtarma, Yüce Al­lah'ın kudretini ve yenilmezliğini ifade etmektedir. Yüce Allah sonsuz bir kudrete sahip ve asla mülkünde mağlup edilemezdir.

c) Yüce Allah Hyd 67 ve 68. âyetlerde bu azabın nasıl^cereyan et­tiğini anlatmaktadır.

'Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar."

Bu ses neyin sesi idi? Bu soruya cevap verebilmek için Fussılet 17'ye gitmemiz gerekiyor

"Böylece yap­makta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları

çarptı." Demek ki yıldırımın sesi onları yakalayıverdi. Yüce Allah, 'Âd kavmini dondurucu rüzgar ile Semûd kavmini de korkunç yıldırım sesi ile cezalandırmıştır.

Kamer 31'de bu azap şöyle anlatılmaktadır: "Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler." Bu kavim, insanı ota çeviren yıldırım sesi ile cezalandırılmıştır.

Yüce Allah, Hûd 67'de Semûd halkının devenin bacaklarını kesip ?oğazlamalarını "zulüm" kelimesi ile değerlendirmektedir. Onların bu saptıkları, iki türlü kötülüğü kapsıyordu: Birisi Allah'ın emrini dinletemeleri, diğeri de hayvanın hayat hakkını çiğnemeleri idi. İki kötülük ie zulüm kelimesi ile ifade edilmektedir.

Yüce Allah'ın bu cezayı niçin verdiğini araştırırsak Şu'arâ 158'de unun "bir dersolsun diye verdilğini" görmekteyiz:

"Bunun üzerine onları azap yakaladı. Doğrusu burada re yük bir ders vardır, ama çokları iman etmezler." Semûd halkının zuuTtıleri sebebiyle cezalandırılması, gelecek nesiller için de bir ders ol~uşrur. Geçmişin cezası, geleceğin dersi olmalıdır.

Semûd kavminin deveyi kesmeleri bardağı taşıran son damla ol-r.cştur. Çünkü bu cezanın tek sebebi o değildi.

d) "Orada hiç şenlik rmamış gibi oldular. İyi bilin ki Semûd (kavmi) Rabb'lerini inkâr etti-er ve iyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler (uzak kılındılar)." Yüce JC.ah Semûd kavmine verdiği cezanın bir sebebini bu âyette zikretmek-i£c:t. Diğer sebepler de aşağıda zikredeceğimiz âyetlerdedir:

i. "Körlüğü doğru yola tercih ettiler" (Fussılet 41/17).

ii. "Kötülük işlediler" (Fussılet 41/17).

iii. "Deveyi boğazladılar" (Hûd 11/65).

Demek ki Semûd kavmine verilen ceza tek sebepli değil, çok se­nen: :di. İnkâr, yanlış tercih, kötü amel, hayvan haklarına tecavüz ve

Allah'ın emrini dinlememek gibi sebepler, yıldırımın sesini getirip üzer­lerine kapatıp bürüdü (Şems 91/14).

Yüce Allah bu sebeplerden hareketle, özellikle Semûd kavminin Allah'ı yalanlamalarının bilinmesini, unutulmamasını ve onları rahme­tinden uzaklaştırdığının hatırda tutulmasını istemektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki; Hz. Salih'in başından geçen bu olgu­nun gelecek nesillere vereceği dersler vardır. Bu bölümde toplumları çürüten, geri bırakan ve helake sürükleyen nedenlerin anlatılması ile eğitimcilere, siyâsîlere ve hukukçulara önemli uyanlar yapılmakta, iyi­den yana değişimin topluma hayat vereceği öğretilmektedir (Hûd 11/61). Yanlışını anlamak, ondan vazgeçip iyiye, güzele, doğruya yönelmek erdemlerin başında gelmektedir. Geçmişi taklit etmek ve onu sorgula­mamak, yaşanan ve gelecekteki hayatı kaybetmek olacağı bu bölümde anlatılmaktadır (Hûd 11/62).

Özetle tefsirini yaptığımız bu âyetlerde can taşıyan her şeyin hayat hakkı olduğu, özellikle hayvan haklan öğretilmektedir. İnsanların yap­tıklarının bazılarını tabiat bile kabul etmemektedir. Yüce Allah onları tabiat kanunları ile cezalandırmaktadır.[39]

 

Hz. İbrahim'in Olgusu:

 

69. Andolsun ki elçilerimiz İbrahim 'e müjde getirdiler ve: 'Selâm' dediler. O da: 'Selâm' dedi ve hemen kı­zartılmış bir buzağı getirdi.

70.Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku girdi.
Dediler ki: 'Korma! (Biz melekleriz) Lût kavmine gön­derildik. '

71.O anda hanımı ayakta idi ve bu sözleri duyunca güldü. Ona da İshâk'ı, İshâk'ın ardından da Ya'kûb'u
müjdeledik.

72.Hanımı: 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi.

73.Melekler dediler ki: 'Allah'ın emrine şaşıyor mu­sun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği boldur.'

74.İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücâdeleye başladı.

75.İbrahim cidden yumuşak huylu, içli/duygusal, ken­dini Allah 'a vermiş biri idi.

76.Ey İbrahim!  'Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri gelmiştir. Ve onlara geri çevrilemeyecek bir azap kesinlikle gelecektir!'

Bilindiği gibi Hz. İbrahim'in olgusu Kur'ân'ın pek çok yerinde an­latılmaktadır. Bir yerde anlatılanı diğerleriyle irtibat kurarak açıklamayı uygun buluyoruz, ama tamamını bir yerde anlatmak imkansızdır. Hûd sûresinde Hz. Nûh, Hûd, Salih ve İbrahim bu âyetlere kadar ele alınmış ve belli oluşumları anlatılıp dikkatler çekilmiştir. Hûd sûresinde Hz. İbrahim ile ilgili bütün âyetleri bir araya getirerek analiz ve sentez yap­mayı uygun bulduk.

Yüce Allah, Hz. İbrahim'in misafirperverliğinin anlatılmasını is­temektedir: "Onlara İbrahim'in misafirperverliğinden de haber ver" (Hicr 15/51). "İbrahim'in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (Zâriyât 51/24). 'Hz. İb­rahim'in misafirleri' konusuna birkaç açıdan baktığımızda Hz. İbra­him'in çok misafirperver olduğunu görürüz. Melekler, Hz. Lût'un kav­mini batırmak için gelip uğradıklarında yukarıdaki âyetlerde belirtildiği gibi ona çocuk müjdelemişlerdir.

Bu açılardan bakınca, bu meleklerin Hûd 69'da "elçiler", Hicr 51 ve Zâriyât 24'de "misafir" sıfatlarıyla anılmakta olduklarını görüyoruz. Bütün bunlar bize şunu söylüyor: Hz. İbrahim'in bu konudaki olgusunun önemi bu âyetlerde vurgulanmakta ve anlatılması istenmektedir. Âyetleri açıklarken bunun amacı ve içeriği hakkında geniş bilgi verecek ve tarihi olguları günümüze taşıyarak ışık tutmalarını temin etmeye çalışacağız.

1. Müjde ve ikram.

"Andolsun elçilerimiz İbrahim'e müjde getirdiler ve: 'Selâm' dedi­ler. O da: 'Selâm' dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi."

a) Bu âyette "elçi" diye tercüme ettiğimiz kelim rasûl olarakseçmektedir. Genel de rasûl peygamberin sıfatıdır. Âyette kullanılan bu kelime rusül şeklinde çoğul kalıbında gelmiştir. "Elçilerimiz" diye

 îsıflandırılan bu varlıkların melekler olduğunu anlıyoruz. Bunlara "elçiler" denmelidir. "Semavî" kelimesi "göksel" anlamına geldiğie göre, meleklere "göksel elçiler" de denebilir.

b) Melekler Hz. İbrahim ve hanımına müjde getirmişlerdi. Bu delenin ne olduğu 71. Âyette açıklanacaktır. Ama burada "çocuğun"rır müjde olarak Allah tarafından nitelendirildiğini söyleyebiliriz.

c) Hz. İbrahim'e selâm verdiler. Hz. İbrahim de selâmlarını aldı. Buradan anlıyoruz ki, selâm vermek Allah'ın emridir ve O'nun uygulatnğı bir görevdir.

Yüce Allah'ın bu emrini melekler de yerine getirmektedirler ve , ânırette cennete girecek olanlara da selâm vereceklerdir (Ra'd 13/24). I Dernek ki selâm vermek keyfi bir iş değildir. Allah'ın emri, melek ve \ peygamberlerin uyguladığı bir ameldir. Bu durum onu zorunlu bir ibadet .Tikine getirmektedir.

d) Hz. İbrahim'in misafirlere sunduğu sofralar meşhurdur. "Heen gidip kızartılmış bir buzağıyı getirdi". Hûd 69'da 'içlinkanız ifadesi geçtiği halde Zâriyât 26'da  'içlin seînîn yani, emiz bir buzağı" şeklinde geçmiştir. Hûd 69'daki ifade buzağının "kıürtılmış"lığını, Zâriyât 26'da da "semiz"liğini ifade etmektedir.

Hz. İbrahim misafirlerine "aç mısınız?" sorusunu sormadan, hemen pişmiş buzağıyı getirdi. Bundan çıkarılacak dersler vardır. Yüce Allah Hz. İbrahim'in misafirperverliğini anlatarak insanları bu konuda eğitmektedir. Diğer taraftan misafire açlığın sorulmayacağı ve ona derA ikram edilmesi gerektiği kültürü de verilmektedir. Bu davranış, Yüce Allah"m benimsediği peygamber ahlâkının bir parçasıdır. Ayrıca bu âyetten misafire en iyi yemeğin ikram edilmesi gereği de anlaşılmaktadır. Çünkü hem semiz hem de kızartılmış buzağı eti her halde günün şartla­rına göre oldukça ağır bir menü sayılır.

2. Misafirlerinin melek olduğunu anlayınca korktu.

a) "Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü."

Âyetin bu kısmından, meleklerin insan şekline girerek, yani bede­ne bürünerek geldiklerini anlıyoruz. Melekler bir nûr, yani ışın, yani enerji olduklarına göre, enerjinin maddeye dönüşümünü buradan çıkara­biliriz. Tam insan suretine büründüklerinden dolayı Hz. İbrahim ilk ba­kışta onların melek olduğunu anlayamadı ve onlara yemek ikram etti. Daha sonra ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce melek olduklarını anladı. eydî "eller" kelimesinden anlıyoruz ki bunların insandan farkları yoktu. Ayrıca bu âyetten, meleklerin yemek yemedikleri sonu­cunu da çıkartabiliriz. Çünkü melekler yeme-içme ihtiyacı olan varlıklar değillerdir.

Hz. İbrahim onların melek olduğunu anlayınca, onların bu davra­nışı tuhafına gitti ve içine bir korku düştü. Hz. İbrahim'in döneminde 'misafir yemek yemeyince düşmanca bir niyet beslediği' anlayışı vardı. Hz. İbrahim onların melek olduklarını anladı ama onların iyi bir iş için gelmediklerinin de farkına vardı. İşte bu durum ona korku verdi. Bu âye­tin muhtevasından hareketle biz, Allah bildirmediği sürece peygamberle­rin gaybı bilemeyeceği sonucunu da çıkartabiliriz. Bu konuda Cin sûre­sinin 26-21. âyetlerinde bilgi verilmiştir. Çünkü misafirler geldiklerinde Hz. İbrahim onları tanıyamamış, yemek yemediklerini görünce melek olduklarını anlayabilmişti. Eğer gaybı bilselerdi hem melekleri ilk gör­düğünde tanıyacak hem de onların geliş nedenlerini bilerek onlardan korkmayacaktı.

"Onun yanma girdikleri zaman: 'Selâm', dediler. İbrahim: 'Biz sizden çekiniyoruz', dedi" (Hicr 15/52); "İbrahim: 'Bunlar yabancılar', demişti" (Zâriyât 51/25). Bu âyetler, Hz. İbrahim'in psikolojisinin büründüğü şekilleri anlatıyor. Bize önce onları yabancı gördü (Zâriyât 51/25); sonra da onlardan çe-Hicr 15/52); daha sonra onlardan korktu (Hûd 11/70). Yabancı şörae. çekinme ve korkma basamaklarını kapsayan bir korku psikoloji-sanu analizi bu âyetlerde yapmaktadır. nekirahüm kelimesi "onları » adirgadı" anlamına gelmektedir. Yani onların davranışı tuhafına gitti.

Hz. İbrahim'in onlara karşı takındığı ruh halinden şu neticeleri çı-tartabiliriz: Tanıyamama, bilememe insanda korku yaratır. Hz. İbrahim rrJann melek olduğunun farkında olsaydı çekinip korkmayacaktı. Bilgi tortuyu, daha doğrusu yersiz korkuyu ortadan kaldıran bir güçtür. Gitti-fc yolu bilen, takip ettiği kişileri tanıyan, uğraştığı için nelerden geçip sonuca ulaşacağının farkında olan kişi korkar mı? Bilgi ışık olduğu için insanın önünü açıyor, yolunu gösteriyor ve objelerin farkına vardırıyor. 3u niteliğe sahip insanlar korkmazlar.

b) "Dediler ki: Korkma; biz Lût kav-rune gönderildik." Melekler, Lût kavmine gönderildiklerini bildirerek onun korkusunu, çekinmesini gidermeye çalıştılar. Lût kavmine geldik-jenni söyleyerek korkusunu Hûd 70'de gidermeye çalışırken, Hicr 53"de, ona bilgin bir çocuk müjdelediklerini söyleyerek korkusunu gide--p yerini sevince bıraktılar. Aynı müjdenin Zâriyât 28'de de geçtiğine şahit oluyoruz

3. O anra hanımı ayakta idi ve güldü: Ona da İshâk'ı, İshâk'ın ardından da Ya'kûb'u müjdeledik."

a) Bu âyette müjdenin Hz.   İbrahim'in hanımına yapıldığı söyle­nirken; Hicr 53 ve Zâriyât 28'de müjdenin Hz İbrahim'e yapıldığı belir­tmektedir. Her üç âyeti bir araya getirdiğimizde, aynı anda ikisine bir­
den müjdenin verildiği neticesini çıkartabiliriz. Bu âyette hanımına doğudan "İshâk" ismi müjdelenirken; Hicr 53 ve Zâriyât 28'de de Hz. İbrâm'e "bilgin bir çocuk" müjdelenmektedir.

b) "Hanımı ayakta idi", ifadesinden evin sahibesinin misafirlerini orşıladığını anlıyoruz. Bundan günümüz için önemli bir terbiye kurala-nm tesbitini yapabiliriz. Evin hanımı gelen misafirlerini karşılayacak,

onlara ikramını yaparken yanlarında olacaktır, işte bu kuralı Hz. ibra­him'in hanımı bize öğretmekte ve bunu Kur'ân bize nakletmektedir.

c) Demek ki, Hz. İshâk ile Ya'kûb'un ismini Yüce Allah koydu. Eğer bu böyle değilse, sadece 'ona oğul ve oğlunun oğlunu müjdelediler, sonra oğlun ismini kendileri İshâk, torununu da Ya'kûb koydular ve bu isimler Kur'ân'da yer aldı,' denebilir.

d) Hz. İbrahim'in hanımı niçin güldü? Bu âyeti bir önceki âyetle beraber ele aldığımızda hanımı, meleklerin Hz. İbrahim'in toplumuna gelmeyip Lût toplumuna geldiklerini duyunca ve onların melek olduğu­nu anlayınca sevinçten güldü.

Tevrat'ın Tekvin kitabının 12-14. âyetlerinde Sarah'ın o ihtiyarla­mış hali ile çocuk doğuracağı müjdesini alınca sevinçten güldüğü yazıl­maktadır. Tevrat'taki âyetler şöyledir: "Ve Sara: İhtiyar olduktan sonra bana sevinç olur mu? Beyim de kocamıştır, diyerek kendi kendine güldü. Ve Rab İbrahim'e dedi: Sarah, 'gerçekten doğuracak mıyım ve ben ko-cadım' diyerek niçin güldü? Rab için imkansız bir şey var mıdır?"

Demek ki hanımının gülüşü Kur'ân'da müjdelenmeden önce, Tev­rat'ta müjdeden sonra olmuştur.

4.  Allah için hiçbir şey imkansız değildir.

Daha önce belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim ve eşine İshâk ve ardın­dan Ya'kûb müjdelenince hanımı ve Hz. İbrahim hayretler içinde kaldı­lar. O zaman bu hayretlerini şekilde hem söz hem de hareketleriyle

ifade ettiler: "İbrahim'in hanımı: Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey de­di." Yorumunu yapacağımız Hûd 72. âyetin başka bir ifade şekli de Zâriyât 29'da geçmektedir "İb­rahim'in hanımı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: Ben bir kısır kocakarıyım, dedi."

Hz. İbrahim'e de aynı şekilde bilgin bir çocuk müjdelenince o da şöyle dedi: "Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz?" (Hicr 15/54). Aynı şekilde Zekeriyyâ peygamber de Yüce Allah'tan hayırlı bir esil veya evlat istemişti (Âl-i İmrân 3/38; Meryem 19/5). Bu duayı ka-nci eden Yüce Allah da ona bu çocuğu vereceğini bildirince o da şöyle jedı: "Zekeriyyâ: 'Rabb'im! Bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre tenim nasıl oğlum olabilir?' dedi" (Âl-i İmrân 3/40; Meryem 19/8).

Yaşlılık nedeniyle olmamakla beraber başka bir nedenle aynı şaş-cr.hğı Hz. Meryem de yaşadı ve şöyle dedi: "Melek: 'Ben, yalnızca sana trtemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabb'inin bir elçisiyim', dedi. Meryem: 'Bana bir insan eli değmediği halde benim nasıl çocuğum ola-r?" dedi" (Meryem 19/19-20). Hz. İbrahim, Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Meryem'e verilen cevapların benzerliği bakımından bu örnekleri Hz İbrahim'in olgusunda vermiş bulunuyoruz.

Hz. İbrahim ve eşi yukarıda ifade edildiği şekilde hayretler içinde ııl.p sözlerini söyledikten sonra şu cevabı aldılar: "Melekler dediler ki: ''Allah'ın r-.nne şaşıyor musun? Ey ev halkı (ehl-i Beyt)! Allah'ın rahmeti ve rereketle sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği riur" (Hûd 11/73); "Melekler: 'Sana şsTçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!' dediler" (Hicr 5 55 "Melekler: 'Bu böyledir, Rabb'in emiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir,' dediler" (Zâriyât 51/30).

Melekler, Zekeriyyâ peygamberin şaşkınlığına karşı da şöyle dedi-

"Allah: 'Öyledir,' üec: Rabbin: 'O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni le .iratmıştım,' buyurdu" (Meryeml9/9).

Hz. Meryem'in şaşkınlığına da^benzer cevap verildi:

"Melek:  'Öyledir,' dedi. !ürc":n de: 'Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir iş

ıiîı ?uyurdu" (Meryem 19/21). Hz. îbrâhim ve hanımı; Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Meryem meseleyi tabiat kanunlarına göre düşünmektedirler. Çocuk yapmaktan düşen eşler bir daha çocuk yapamaz; "bekar bir kız evlenmeden çocuk doğuramaz" kanunu genel geçer bir kanun olmakla beraber Allah'ın kudreti, emri ve yaratması söz konusu olunca bunun istisnaları olabileceğini düşünemedi­ler. Aldıkları cevapların özeti şudur: Bu şekilde yaratma Allah için ko­laydır, hiçbir şey Allah için imkansız değildir. Bu da Kur'ân'ın temel ilkelerinden biridir: "Allah bir şey yarat­mak istediği zaman onun yaptığı "ol" demekten ibarettir. Hemen oluve­rir" (Yâsîn 36/82). Yüce Allah için yaratmakta herhangi bir zorluğu dü­şünmek mümkün değildir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 73. âyete dönersek, melekler Hz. İbrahim'in hanımına şu soruyu yönelttiler: "Allah'ın emrine şaşırıyor musun?" Bunu bize anlatmakla Yüce Allah şu konuya ışık tutmaktadır: Allah'ın emrine şaşmak doğru değildir. İnsan irâdesinin karışmadığı bütün işleri Yüce Allah emretmektedir. Başka bir ifadeyle takdiri ve gerçekleştirilmesi Allah'a ait olan konularda Allah'ın işine şaşılmaz. Aynı şekilde dilemesi kuldan, yaratması Allah'tan olan işlere de şaşmamak gerekiyor. Dünyada esas şaşılacak şey, şeytanın ve nefsin insanları etkileyip yoldan çıkarmasıdır.

Yüce Allah'ın emrine şaşılamayacağını melekler söylerken, bu işin niçin yapıldığı bilincini de vermişlerdir: "Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir" Bu âyette Ehl-i Beyt kavramı geçmektedir. Demek ki sadece Hz. Peygamber'in ailesi Ehl-i Beyt değil, Hz. İbrahim, belki de bütün peygamberlerin ailesi bu unvanı almaktadır.

Yüce Allah'ın rahmeti ve bereketlerinin Hz. İbrahim'in aile halkı­na olması için İshâk ile Ya'kûb'un müjdelendiğini görüyoruz. Onun i-çindir ki, çocuk rahmet olarak manalandınlabilir. Rum 21'de geçen rahmet kelimesini çocuk olarak manalandıranlar bu açıdan haklıdırlar. Ama Hûd 73'deki rahmeti "merhamet" manasına da alabiliriz. Yüce Allah Hz. İbrahim ailesine merhamet ettiği için bu müjdeyi verdirmiştir.

Müjdelenen çocuk bereketiyle beraber gelecektir. Her doğan çocuk nzkı ile gelir ve onun rızkı onunla beraber takdir edilip gönderilir.

Yüce Allah övülmeye layıktır, yani övülecek işler yapar; iyiliği boldur, yani sonsuz iyilik sahibidir. Melekler Hz. İbrahim ve eşine Yüce Allah'ı sıfatları ile tanıtmakta ve O'nun İshâk ile Ya'kûb'u müjdeleme­sinin hangi sıfatlarının tecellisi olduğunu öğretmektedirler.

Biz Hûd süresindeki Hz. İbrahim'in olgusu ile hangi ışığı alaca­ğız? Çocuğun bir müjde ve ilâhî rahmet olduğunu öğrenip müjde ve rahmete sahip çıkmanın önemini öğrenmeliyiz. Müjde ve rahmet olan çocuk sokağa atılmamalı, lüzumsuz ve faydasız işlerde istismar edilme­meli, kendi kendini gerçekleştirecek bir şahsiyet olarak yetiştirilmelidir.

Diğer taraftan çocuk yapmaktan düşen kadının ve erkeğin çocuk yapması, tıp ilmine ödev olarak verilmektedir. Bunu araştırıp, bunun ilmen olup olamayacağına bakılmalıdır.

Ayrıca "Ehl-i beyt" kavramının, sadece Hz. Peygambere ait olma­dığını, diğer peygamberlerin aileleri için de kullanılabildiğini bu âyetler­den öğreniyoruz.

5. Korku gidince mücâdele başlar.

"İbrahim'den korku'gidip kendisine sevinç gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücâdeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, içli, duygusal, kendisini Allah'a vermiş biri idi."

Bu âyetlerin analizi bize çok ilginç neticeler verecektir:

1. Daha önce melekler Hz. İbrahim'e korkmamasını, kendilerinin Lût kavmi için gönderildiğini söylemişlerdi. Bu söylenti ondaki korkuyu giderdi. Korkusu gidince ona bir sevinç geldi ve bunun üzerine Lût kavmini helak etmemesi için Allah'a yalvarmaya başladı. Bu yalvarma­nın şeklini Yüce Allah mücâdele olarak nitelendirmektedir.

Hz. İbrahim'in hanımının, çocuğun müjdesinden önce gülmesinin sebebini, meleklerin Lût kavmini helak etmek için geldiklerini söyleme­lerine bağlayabiliriz. Çünkü Hz. İbrahim'in eşi, Sodom'luların işledikleri

kötü fiilden dolayı üzüntü içinde olabilirdi. Melekler onları helak etmeye geldiklerini söyleyince sevincinden gülmüş olabilir.

Hz. Lût, Hz. İbrahim'in yeğeni idi ve bu nedenle Lût toplumunun helak olmasını istemiyordu. Onlarla şu şekilde mücâdele vermeye başla­dı: "Elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: 'Biz bu memleket halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir.' İbrahim dedi ki: 'Ama orada Lût var'. Orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesna; o kalacaklar arasın­dadır" ('Ankebût 29/31-32).

Hz. İbrahim'in mücâdelesi, Hz. Lût'un da içinde bulunduğu bir toplumun helak edilmemesi konusunda idi. Melekler, onu kurtaracakla­rını söyleyince Hz. İbrahim'in mücâdelesi bitmiş oldu. Bundan çıkara­cağımız önemli neticeler şunlardır: Başkasını düşünmek, başkasının ba­şına gelecek olaydan dolayı kaygılanmak peygamber ahlâkıdır. Peygam­berin ahlâkı ile ahlâklanmanın bir yolu da budur. Başkasının derdini paylaşmak, başkasının iyiliğini istemek ve kötülüğünden dolayı üzülmek büyük erdemdir. İşte bu duyguları yaşamak, Hz. İbrahim'i örnek almak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak ve onu bu çağa taşımaktır.

2. Yüce Allah, Hz. İbrahim'in bu erdemini şu vasıfları ona vererek değerlendirmektedir:

a) halîm yani, "yumuşak huylu"dur.

"Yumuşak huylu"nun anlamı da "ince ruhluluk"tur. Râzî'nin açık­lamasına göre halîm, "başkasına yetişebilmek için acele etmeyen, yavaş hareket eden, genişten alan kimse"dir[40]. Bu ahlâkta olan insan, başkasının da aynı şekilde davranmasını ister. Hz. İbrahim Lût kavmine karşı yavaştan alıp azabın ertelenmesini istemesi ile bu sıfata lâyık görülmüştür.

Halîm kelimesi, "kendisine yapılan kötülükten dolayı intikam al­makta acele etmeyen kimse" demektir. Bu açıklamayı Zemahşerî, Nesefi ve Beydâvî yapmaktadır.

b) evvâh da "bağrı yanık, çok içli, merhamet dolu" anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim'in, Lût kavmi konusunda verdiği mücâdelenin kaynağında merhamet dolu olması vardır. Bir taraftan ince ruhlu, diğer taraftan merhamet dolu olması, onu bu mücâdeleye itmiştir. Evvâh, aynı zamanda "durmadan tövbe eden" anlamına da gelmektedir.

c) münîb, "her an Rabb'ine yönelen, gönül antenini dönüp dönüp Allah'a çeviren, bütün benliği ile Allah'a yönelen" anlamına gel­mektedir. Bu yönelişin altında iman, sevgi ve rıza vardır, ^-j c4=rj <J!
"Ben hanîf olarak, yüzümü gök­leri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden deği­
lim" (En'âm 6/79) âyetiyle Hz. İbrahim'in bu özelliği ifade edilmekte­dir.

İnce kalpli, yumuşak huylu ve merhamet dolu olması bakımından Hz. İbrahim Kur'ân'da asırlar sonra bu şekilde anılmış ve onun şahsında peygamberlerin gönül ülkesinin zenginliği tanıtılmıştır. Âyetin bu kıs­mından şunu anlıyoruz: Peygamberler, Yüce Allah'ın terbiyesinden geçmektedirler. Çünkü ilâhî vahy önce onları eğitiyor, onların ahlâkını ilâhîleştiriyor. Hz. Aişe'nin beyânına göre de "Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur"ân ahlâkı idi"[41].

İşte Hz. İbrahim'den gelen bu gönül vasıfları, Kur'ân ahlâkının .emelini oluşturmaktadır. İşte din eğitiminin amacı mümkün olduğu de insanlara Kur'ân ahlâkını, yani peygamberler ahlâkını kazandır--iktır. Bir kişi, Kur'ân ahlâkına tamamen bir peygamber gibi rünemez, ama belli bir ölçüde onu kazanabilir. İntikam almayacak tcar ince ruhlu, her an tövbe edecek kadar bağrı yanık ve merhamet bütün benliğini Allah'a döndürecek kadar Allah'ı seven biri olması if'.ikm temeli olmalıdır. Din eğitiminin, bu vasıfları gücü nisbetinde lara kazandırması en önde gelen görevleri arasında yer almalıdır.

Dünya insanlığı bu vasıfları ve bu vasıfların mayaladığı ahlâka kalmıştır. Bu hasret gün geçtikçe artmakta ve giderek insanların eri çöle dönmektedir.

6. Allah'ın emri gelince geri dönüş yoktur.

"Me­lekler: 'Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri gelmiştir ve onlara, geri çevrilmez bir azap elbette gelecektir,' dediler." Bu âyetten şunu çıkartıyoruz. Yüce Allah bir toplumu cezalandırmak konusunda hükmünü verince, o hükmün geri dönüşü, kaldırılışı yoktur, mümkün değildir. Bu durum, Lût kavminin ahlâkında değişmenin olmamasından kaynaklanmaktadır. Değişmeyen ahlâka, ceza olarak değişmeyen hüküm verilir. Geri çevrilmesi mümkün olmayan bir ceza için mücâdele vermek ve o cezanın gelmesine sebep olan insanlara acımak yersizdir. Bundan şunu çıkarıyoruz: Yargının verdiği karardan geri dönüş olmamalıdır. Aksi halde birilerine göre geri dönme, diğerlerine göre geri dönmeme olur ki, bu durum hukuku ilkelliğe çeker.[42]

 

Hz. Lut'un Olgusu:

 

77.Elçilerimiz Lût'a gelince, Lût onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da: "Bu, çetin
bir gündür" dedi.

78.Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût:  'Ey kav­mim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah 'tan korkun ve misafirle­rimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!' dedi.

79.Dediler ki: 'Senin kızlarında bir hakkımız (gözü­müz) olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediği­mizi elbette bilirsin.'

80.Lût: 'Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!' dedi.

81.(Bunun üzerine melekler) dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabb'inin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Hanımından  başka  sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap), şüphesiz ona da i-sabet edecektir. Onlara vadolunan (helak) zamanı, sa­bah vaktidir. Sabah yakın değil mi?'

82.Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağ­dırdık.

83.(O taşlar) Rabb'in katında işaretlenerek (yağdı­rılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.

Daha önce A'râf sûresinde Hz. Lût 'un olgusu anlatılmıştı. Biraz farklılıklar olmak suretiyle burada da açıklanmaktadır. Bu konuda Hûd sûresinde geçen âyetleri, bazı çıkarımlar yaparak açıklayacağız:

1.  Meleklerin Hz. Lût'a gelişi.

"Elçile­rimiz Lût'a gelince, Lût onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da: 'Bu, çetin bir gündür,' dedi."

a) Ayette geçen elçilerden kasıt melekler yani Hz. İbrahim'e gelen meleklerdir. Hz. İbrahim'e müjde, Hz. Lût'a da kavminin helak olacağı haberini getirmişlerdi. Bu iki sahne insanlık için ibret verici bir özellik taşımaktadır. Aynı melekler bir peygambere ve onun toplumuna müjde, diğer peygamber ve toplumuna da helak haberini getiriyor.

b)"Onların yüzünden üzüldü ve onlar yüzünden içi daraldı." Bu­rada şu soruyu sorabiliriz: Hz. Lût neden üzüldü ve neden göğsü daraldı? Buna iki açıdan bakarak cevap verebiliriz. Birisi şudur: Hz. Lût onların melek olduğunu Hz. İbrahim gibi bilemedi. Kendi halkının böyle yakı­şıklı insanlara kötü niyetle yaklaşacağından dolayı onlar adına üzüldü.

Diğeri de, onların melek olduğunu fark etti; Sodom halkını batıracakla­rını anladı, bundan dolayı üzüldü ve göğsü daraldı.

Birinci yorumun doğru olduğunun delili ne olabilir? Bir sonraki âyet buna delil olmaktadır. Hz. Lût da onları misafir olarak görmüş ve gerçekten Sodom halkı koşarak gelip onlara kötü niyetle yaklaşmak is­temişlerdi.

c) Yüce Allah bu âyette şu iki psikolojik durumu, yani ruh halini ele almaktadır: Üzüntü ve göğsü daralmak.

sîe bihim ifadesinde yer alan sâe fiili, "hoşlanmadı, hoşlanmaz" manasına gelmektedir: sîe bihim, "onlardan dolayı hoşlanmadı" anlamını ifade etmektedir. Yani Hz. Lût, "Sodom halkının, meleklerin başına bir belâ getireceğini düşünerek onlar adına üzüldü" demektir. Biz buna, "başkası adına duyulan üzüntü" diyebiliriz.

Diğer taraftan "meleklerin gelişi nedeniyle göğsü daraldı", başka bir ifade ile "sıkıntı duydu" ifadeleri, "bir iş yapmaya veya yapılacak işi engellemeye gücü yetememekten dolayı doğan sıkıntıyı" ifade etmekte­dir.

Demek ki Hz. Lût üzüntü ile sıkıntıyı bir arada yaşamıştır. Böylece üzüntü ile sıkıntının hem kaynak farkını hem de yapısal farkını ortaya koymuş olduk.

Kurtubî "göğsü daraldı" ifadesini: "Devenin atabildiği kadar geniş adımları ile ileriye doğru yürümekten kaçınmadır. İşte adımını atabildi­ğinden daha fazlasına zorlanacak olursa, bunu yapamaz, daralır ve buna güç yetiremeyerek boynunu ileriye doğru uzatır" şeklinde açıklamakta­dır[43].

d) "Bu çetin bir gündür, dedi."

Üzüntü ve sıkıntı durumu içindeki Hz. Lût'un, o günü değerlendi böyle olmuştur. Çaresizliğin kelimelere dönüşmesi.

Âyetin bu kısmında geçen 'asîb kelimesi, 'asabeden inektedir. "Bir şeyi tutup almak, ufkun kızarması, toplumun birinin rafında toplanıp birikmesi"assabe kalıbı "acıktırmak, helak

etmek, bir kimseyi kendi kılmak, sargı ile bağlamak, deve yürümekte gayretli olmak"; i'tesabe kalıbı, "bir şeye kanaat edip razı olmak"; in'asabe kalıbı da "bir şeyin çok sert ve şiddetli olması, dinde mutaassıp olmak" anlamlarına gelmektedir. Aynı nesebi paylaşmaya da "asabiyet" denmektedir.

Bu kelimenin âyetteki manası, "hoş olmayan şeylerin ve kötülükle­rin bir araya toplandığı gün"ü ifade etmekte ve "helaki yaklaştıran olu­şumların giderek yoğunluk kazandığı ve karşı konulmaz bir duruma gel­diği sosyal şartlar"ı anlatmakta kullanılmaktadır.

Bu ifadenin bizlere ve bizden sonraki nesillere getireceği şey ne­dir? Her çağda devleti idare eden, toplumun idarî sorumluluğunu elinde bulunduran ve daima toplumun iyiden yana gelişmesini isteyen kişileri üzen ve onlara sıkıntı veren sosyal olaylar meydana gelebilir. Siyâsî erki elinde bulunduranlar, toplumu çürüten, geri bırakan ve yıkıma götüren bu olaylar karşısında çaresiz kalabilirler. İşte Hz. Lût'un durumu da bu­na örnek teşkil etmektedir. Peygamber olmasına rağmen, çare bulamadı­ğı bu olayların önünde nasıl duramadığı bu bölümde anlatılmakta ve geleceğin tarihine ışık tutulmaktadır. Daha sonraki âyetlerde Hz. Lût'un çareyi nerede aradığı görülecektir, ama çare aradığı yerde tutunacak bir dal bile bulamayacaktır.

2. Akıl nerede?

"Lût'un kavmi, koşarak onun yapına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût: 'Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır, sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?' dedi."

a) Hz. Lût'un kavmi, yani Sodom'lular o zamana kadar insanlığın yaşamadığı homoseksüellik denen fiili işliyorlardı. Cinsel sapıklığın yoğun halde yaşandığı Sodom halkı, insan şeklindeki meleklere aynı fiili işlemek için Hz. Lût'un yanına koştular. 'Kötü işleri yapıyorlardı' denen şey "erkeğin erkeği cinsellik bakımından kullanması" idi. Bu cinsel sa­pıklık önlenemez bir seviyeye ulaşmıştı.

b) Hz. Lût onları durdurabilmek için kadınlarla bir araya gelmele­rini, birlikte olmalarını ve kadınlarla cinsel ilişkide bulunmanın daha -smız olacağını söylüyordu:. "İşte şunlar kızlarımdır.

Sizin için onlar daha temizdir" Buradaki "temizlik", ahlâki temizliktir. Doğaya uygun olan, erkeğin kadına gitmesidir, erkeğe değil.

c) "Allah'tan sakının." Hz. Lût, insanın doğasında var olan anevî bağışıklık sistemi takvayı harekete geçirme çabasına giriyor. Ahlâkı koruma yollarından birinin, takva denen ruh olgunluğunu, sakınma   duygusunu   ve   ahlâkî   bilinci   harekete   geçirmektir. Ama Sodum'luların cinsel içgüdüleri öylesine taşmış ki, onun önünde duracak rçbir öğüt kalmamıştı.

d) "Misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin." Öyle ıclaşılıyor ki Hz. Lût hâlâ onların melek olduğunun farkına varamamıştı onları insan zannediyordu. Onun içindir ki, misafir kelimesini kulla ordu. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Hz. Lût, kavmine yani Sodom'lulara mi-sîürierinin yanında ev sahibini utandıracak bir şey yapmamanın edebini öğretiyordu. Misafirlerin yanında ev sahibini utandırmamak bir ahlâk çıralıdır. Öğrenci arkadaşlarının yanında bir öğrenciyi utandırmamak da tc kuralın kapsamına girmektedir.

e) "İçinizde aklı başında bir adam yok mu?"

Âyetin son kelimesi reşîddir. Bu kelimenin manası, "aklı ba­sanda olan kimse"dir. Rüşd "selim akıl" anlamına da gelmektedir. Bu cslımeden türeyen mürşid de, "hakkı söyleyen, aklını kullanıp insanları çınlatan, doğru yolu gösteren kişi" demektir. Son çare olarak Hz. li'on işi, aklı başında bir adam aramak olmuştur.

işte Hz. Lût, ahlâkın temeli olan ve cinsel içgüdüyü disipline ede-;at gücün akıl olduğunu biliyor ve ona sahip olanı soruyor ve arıyordu.

Şimdi genel manada bu âyete bakarsak, cinsel sapıklığa, yani ho--nıcssksüel davranışa karşı Hz. Lût'un çarelerini bulabiliriz: Hz. Lût bu trauda kadınlarla ilişki kurmalarını, Allah'tan sakınmalarını, misafire

karşı edepli olmalarını ve nihayet akıllarını başlarına devşirmelerini tek­lif etmiş ve bunları çare olarak düşünmüştür.

Bir toplumda çığ gibi büyüyen ahlâksızlığa karşı dur diyebilecek aklı başında bir adam bulunmaz ise, o toplumun helaki mukadder olmuş demektir. Sel gibi akan ahlâksızlığın önünde duracak aklı başında insan­lar yetiştirmek eğitimin görevidir. Aksi takdirde akan sel tüm toplumu yok edecektir.

Yüce Allah Hz. Lût'un toplumu olan Sodom'lularm bu durumunu bize niçin anlatıyor? Günümüzde ve gelecekte bu tip cinsel sapıklıkların, bulaşıcı bir hastalık gibi toplumları sarabileceğine ve onun toplumların erdemini alıp götüreceğine, onların çöküşlerine neden olacağına dikkat çekilmektedir. Bu korkunç sosyal hastalık Sodom halkı örneği ile anlatı­larak önceden tedbir almanın zorunluluğu öğretilmektedir. Çünkü bu hastalık toplumları sarınca, önlenmesinin imkansız olacağı bir gerçektir.

Cinsel ahlâk eğitimi için bu âyet bize önemli esaslar vermekte, do­ğanın yolunu, aklın yolunu ve bilincin yolunu öğretmenin önemini öne çıkarmakta, ahlâkî değerlerin boy atıp gelişeceği ortamın akıl, doğa ka­nunu ve takva denen bilinçten oluşacağına dikkat çekmektedir. Takva denince, iman da devreye sokulmaktadır. İnsanda oluşturulacak iç disip­lini, akıl, iman ve doğa kanununun bize bir hediyesi olacaktır.

3. Cinsel sapıklıkta ısrar.

"Dediler ki: Senin kızlarından bizim bir hakkımız (gözümüz) olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin."

a) "Senin kızların" ifadesi, sadece Hz. Lût'un kızları anlamına alınmamalıdır. Kavminin, yani Sodom'lu kızların tümü burada kasdedilmektedir. Çünkü birkaç tane kızını tüm Sodom erkeklerine nasıl nikahlayabilirdi? Toplumun bütün kızlarını, kendi kızları olarak görü­yordu.

"Hakkımız yoktur" ifadesini de şu manada anlamamız mümkündür: "Kadınlara, yani kızlara cinsel arzu duymuyoruz; Onlara

meyletmiyoruz; onları istemiyor ve sevmiyoruz. Onlara bir ihtiyaç da duymuyoruz. Onlarda gözümüz de yok bizim."

b) "Bizim ne istediğimizi biliyorsun." Bu hitap, Hz. Lûtun yanındaki misafirlere tecavüz etmek için Sodom'luların, onları istediklerini Hz. Lût'a hissettirecek bir ifade tarzı olmaktadır. Halbuki Hz. Lût'un misafirleri melekti. İşte Sodom halkı kötü ahlâkını meleklere bile bulaştırmaya çalışıyorlardı.

4. Çaresizliğin getirdiği kelimeler. Onların bu konuşmalarından Hz. Lût, yanındaki misafirlere de tecavüz edeceklerini anladı ve şöyle iedi:Keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya sağlam bir kaleye sığınabilseydim!" Hz. Lût'un üleşinin dışında toplumda cinsel sapıklığa düşmeyen yoktu. Hz. Lût onlarla tek başına mücâdele veriyordu. Ama onların cinsel ahlâksızlığı onun faaliyetinin başarısını engelliyordu.

Bundan anlıyoruz ki kötü alışkanlıklarla mücâdele vermek çok zordur. Dinlere karşı direnenler genelde şu üç şeyden dolayı direnmiş­lerdir: Şirk, taklit ve kötü alışkanlık. İşte Hz. Lût onların cinsel sapıklık konusundaki alışkanlıklarının tepkisini almıştı. Utanma duygusu yok rlrnuş, haya perdesi yırtılmış, namus duygusu silinmiş edepsiz insanlara «litşi koymanın, onları disipline etmenin imkansızlığı gelecek nesillere s:e bu örnekle anlatılmaktadır. Diğer taraftan bir toplumu çökerten ne­denlerden birinin de, ahlâkî değerlerin bir tarafa itilmesi olduğu da bu i>etle öğretilmektedir.

Cinsel sapıklık toplumu sarınca peygamber bile çaresiz hale geli-:r. kuvvetinin yetersizliğini görüyor ve sağlam bir kaleye sığınmak ?::yor. Bunun anlamı, toplumdan çıkıp onların ulaşamayacağı bir yere

inektir.

5. Çare geliyor. Melekler kendilerini tanıtarak ne yapmaya geldikerni Hz. Lût söylüyorlar: "Ey Lût! 'Biz Rabb'inin elçileriyiz. Onlaf sana asla irkunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. Hanımından başka -iden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona

da isabet edecektir. Onlara vaadolunan (helak) zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"

a) Hz. Lût'un misafir zannettikleri, Allah'ın elçileri olan melekler­di. O ana kadar, Hz. Lût bunun farkında değildi. Hz. Lût'un daha fazla korkmaması için, kimliklerini ve görevlerini ona açıkladılar. Hz. Lût, kendi hayatını tehlikede gördüğü için, "sana ulaşamayacak­lar", yani "ona dokunamayacaklarını" söylediler. İşte çarenin birinci basamağını meleklerin bu desteği teşkil etmektedir.

b) "Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. Hanımından başa sizden hiçbiri geride kalmasın." Melekler, Hz. Lût'un gece vakti Sodom'u terk etmesini ondan istediler. Bizim peygamberimizin gece Mescid-i Haram'dan Mescid'i Aksa'ya yürüyüşünü ifade eden "İsrâ" kelimesini melekler de kullanmıştı. Ailesi,yani hanımı hariç ailenin geri kalanlarının onunla beraber geri dönüp bakmadan çıkmalarını söylediler. "Geri dönmemek", yolda giderken, geri dönüp bakmak anlamına geldiği gibi, şehri terk ettikten sonraki geri dönüp şehre girmemek manasına da alınabilir. Genelde âlimler, birinci manayı tercih etmekte ve ilgili ifadenin "şehri terk ettikten sonra geri dönüp bakmamak" anlamına geldiğini söylemektedirler. İbn Abbâs, bu ifadeyi "geriye kalmamak" manasına aldığı halde, Mücâhid "geriye dö­nüp bakmamak" anlamında kabul etmiştir. Bu manalardan hangisinin doğru olduğunu anlayabilmemiz için A'râf 83'e gitmemiz gerekiyor: "Biz de onu ve karısından başka aile efra­dını kurtardık, çünkü karısı geri kalanlardan idi." İşte bu âyet İbn Abbâs'in verdiği mananın doğru olduğunu ispat etmektedir.

Zaten Sodom'lular, cinsellik bakımından temiz olduklarından do­layı Hz. Lût'un ailesini memleketten çıkartacaklardı (A'râf 7/82; Nemi 27/56). Sodom'lular bu aileyi çıkarmadan Yüce Allah onları melekleri vasıtasıyla çıkartmış oldu. Yüce Allah'ın çıkarışı kurtuluş içindi ama onların çıkarışı cezalandırmak için olacaktı.

c) "Çünkü onlara gele­cek olan şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaadolunan (helak)
zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" Melekler Hz. Lût'a Sodom halkına isabet edecek olan azabın hanımına da isabet edeceğini onların sabah vakti helak olacaklarını söylemişti. Hz. Lût'un hanımı .22. istisna edilmedi. Meleklerin "sabah yakın değil mi?" sorusunu Hz. lûî'a niçin yönelttiklerini bilmiyoruz. Sanki, sabah vaktinden önce onla-~n helakini istemiş ve aralarında böyle bir konuşma geçmişti. Ya da "zaten sabah vakti de geç bir vakit sayılmaz, değil mi?" şeklinde demiş olabilirler. Yani burada soru değil, bir durum değerlendirmesinin yapıl­dığı anlaşılabilir.

6. Sodom halkı nasıl helak oldu? Hûd 82 ve 83. âyetler bunu açık­lamaktadır. "Emrimiz gelince, oranın altını üs­tüne getirdik ve üzerlerine 'Rabb'inin katında işaretlenmiş', pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. Onlar zâlimlerden uzak değildir."

a) "Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik." Yüce Allah'ın emri, bir şeyin olmasını istediği zaman "ol" demesinden ibarettir (Nahl 16/40). Burada hüküm, "takdir, karar" mana­larına gelmektedir.

Yüce Allah, onları helak etmek için emrini verince, beş tane büyük şehri olan bu memleketin altını üstüne getirdi. Sodom, Gomora, Daduma, Dauha ve Katem şehirleri yerle bir oldu. Mukâtil'e göre "Dauha" şehri kurtulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki Lût kavminin işlediği kötü fiili, yani cinsel sapıklığı yerler bile kabul etmedi.

b) "Ve üzerlerine 'Rabb'inin katında işaretlenmiş'', pişirilip istif edilmiş :aşlar yağdırdık. Onlar zâlimlerden uzak değildir." A'râf 84'de "Üzerlerine yağmur yağdırdık" denmekte, Nemi 58'de de yağmur yağdırıldı gına işaret edilmektedir. Ama yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 82'de pişirilip istif edilmiş taşlardan yağdırıldığı söylenmektedir. Böylece A'râf 84 ve Nemi 58'deki yağmurun ne çeşit bir yağmur olduğu Hûd 82'de açıklanmış olmaktadır.

Kamer 34'de "Lût'un ailes hariç, onların üzerine de öldürücü bir kasırga saldık" buyurulmaktadır. Balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlardan oluşan bir fırtına ve kasırga ile onlar helak edilmiştir.

Daha sonra Ka'be'yi yıkmak isteyen ve fillerden oluşmuş ordusu ile Ka'be'ye yürüyen Ebrehe de şu anda Müzdelife denen mevkide aynı taşlarla helak edilmiştir. "Onların üstüne grup grup kuşlar gönderdi. O kuşlar, onların üzerine pişkin tuğla­dan yapılmış taşlar atıyordu" (Fîl 105/3-4).

Fîl sûresinin 5. âyetine göre, fil ordusu yenilip çiğnenmiş ota çev­rildi. Daha önce Sodom halkı da aynı duruma getirilmiş olabilir.

Siccîl kelimesine âlimler farklı manalar vermişlerdir. Bu ke­limenin Farsça'dan Arapça'ya geçtiğini, aslının "Seng-i kil" olduğunu söyleyenler vardır. Farsça'daki Seng-i kil, Arapça'ya geçince siccîl ol­muştur. Farsçada bu kelime, kil toprak, taş anlamına geliyordu.

Başka bir görüşe göre, bu kelime "büyük kova" anlamına ifade e-den seciden türemiştir. Başkaları da bu kelimenin "sert taş" manasını ifade ettiğini söylemektedirler.

Öyle anlaşılıyor ki siccîl, taşın oluştuğu maddeyi ifade etmektedir. Allah'ın, çamurdan oluşan taşları onların başına yağdırdığını söyleyebi­liriz. Burada önemli olan şey, Sodom'lularm üzerine onları helak etmek için taş yağmurunun yağdırmış olmasıdır. İstif edilmiş ve Allah katında işaretlenmiş taşlar onların üzerine yağdırdı.

Günümüzde atılan bombalar bu taşların beşerî anlamda teknolojiye dönüşmüş hâli olmaktadır. Bu taşları grup grup kuşlar attığına göre, bu­gün de uçaklar atmaktadır.

Biz izahımızda biraz daha ileri giderek, uzay yaratıklarının, Sodom halkı ile savaşıp onları yok ettiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah uzay yara­tıklarına emir vermiş, onlar da onlara taş yağdırmıştır. İşte Fîl süresinde­ki kuşlar, bu uzay yaratıklarından olabilir. Çünkü Yüce Allah'ın uzayda da askerleri vardır. "Göklerin ve yerin orduları Al­lah'ındır" (Fetih 48/4). Bu âyete göre Yüce Allah'ın göklerde orduları vardır. İşte o orduların da savaş teknolojileri ve silahlan vardır. Silahla-

rından biri de siccîlden yapılmış, istiflenmiş ve Allah katında işaretlen­miş taşlar olabilir.

Yüce Allah helak edeceği toplumlara karşı bu göksel ve yerel or­duları Bedir savaşında (Âl-i İmrân 3/124-125); Hendek savaşında (Ahzâb 33/9) kullanmıştır. Şu gerçek unutulmamalıdır ki Yüce Allah, göksel ve yerel ordularını kullanınca, insanlar hep kaybetmiştir. Yüce Allah uzay/göksel ordularını kullanırken yerel ordularım da kullanmak­tadır. Küçük mücâdelelerde, Yüce Allah kötülere karşı iyileri kullan­makta (Bakara 2/251; Hac 22/40); iyilerin güçsüz olduğu durumlarda ve bir toplumu helak edeceğine karar verdiğinde ise gök ve yer ordularını devreye sokmaktadır.

"Onlar, zâlimlerden uzak değildir" ifadesinden kasdedilen nedir? Bundan anlaşılan şudur:

Taşlar, ahlâksızlık yapan Sodom halkına isabet etmiş, onların hiç uzağına düşmemiştir. Âyette geçen  hiye zamiri, Sodom ülkesine işa­ret etmektedir. Zâlimlerden kasıt da Mekke ve Medine kâfirleridir. Yüce Allah Sodom ülkesinin Mekke'lilerden uzak olmadığını söyleyerek, on­dan ibret almalarını istemektedir. Birinci yorumun tercihimiz olduğunu söylüyoruz.

Lût kavminin, yani Sodom halkının helak olmasının nedenleri ara­sında, uyarıcı peygamberleri yalanlamaları (Kamer 54/33); Hz. Lût'un ilâhî azapla uyarmasına kuşku ile bakmaları (Kamer 54/36); Hz. Lût'un misafirlerine kötülük yapmayı planlamaları (Kamer 54/37); daha önce hiçbir milletin yapmadığı homoseksüellik gibi hayasızlığı yapmaları " Ankebût 29/28); erkeklere yaklaşmaları, yol kesip grup seksi yapıyor olmaları ('Ankebût 29/29) ve Sodom'luların, göz göre göre yani bilerek bu cinsel sapıklığı işliyor olmaları (Nemi 27/54) sayılabilir.

İlahi vahyi, ilâhî uyarıyı ve Allah'ın gönderdiği uyarıcıları yalan-.ayıp inkâr etmeleri, cinsel sapıklık gibi ahlâkı temelinden sarsan davra­nışları yapmaları ve bundan geri dönmeyi reddedip sapıklıkta ısrar etme­leri onların helaki için yetmiştir. Yüce Allah bunları anlatırken gelecek nesillere öğüt vermekte, uyarıda bulunmakta, eğitimlerine yön vermekte e insanlığa bu konularda rehberlik etmekte; ahlâkî değerlerin çiğnenmeşinin bedelinin ağır olacağına dair uyarısını yaparken, insan olmanın onurunu korumanın da önemini vurgulamaktadır.[44]

 

Hz. Şu'ayb'ın Olgusu:

 

84. Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır içinde görüyorum ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.'

85.Ve ey kavmim! 'Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde boz­guncular olarak dolaşmayın.

86.Eğer mü'min iseniz Allah'in bıraktığı sizin için da­ha hayırlıdır. Ben üzerinize bekçi değilim.'

87.Dediler ki: 'Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmamızı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.'

88.Dedi ki: Ey kavmim! 'Eğer benim, Rabb'im tara­fından verilmiş apaçık bir delilim varsa ve O bana ta­rafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Si­ze yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yal­nız O 'na döneceğim.

89.Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir.

90.Rabb'inizden bağışlanma dileyin; sonra O'na töv­be edin. Muhakkak ki Rabb'im çok merhametlidir. Çok sever.'

91.Dediler ki:  'Ey Şu'ayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz!
Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürü­rüz. Sen bizden üstün değilsin.'

92.Dedi ki: 'Ey kavmim, size göre benim kabilem Al­lah'tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabb'im, yapmakta olduklarını­zı çepeçevre kuşatıcıdır.

93.Ey kavmim! Bulunduğunuz yerde elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek aza­bın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakın­da öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.'

94.Emrimiz gelince, Şu 'ayb 'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulme­denleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.

95.Sanki orada hiç bannmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu.

Daha önce A'râf sûresinin 85-93. âyetler arasında Hz. Şu'ayb ile Medyen halkı arasında geçen meseleleri açıklamıştık. Çok az farklarla konu bir daha açıklanmaktadır.

Şu'ayb peygamber Hz. Musa'nın kayın pederidir. Râzî'nin dediği­ne göre Meyden ülkesi, Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'in kurduğu bir ül­kedir ve kurucusunun adı ile anılmaktadır. Medyenoğulları denecek yer-ie Medyen denilmiştir. Akabe körfezinin kuzeyinde Sina yarımadasının içlerine ve Ölü Deniz'in doğusunda Moab dağına kadar uzanan ve Arap­ların Emur kolunun sakinlerinin olduğu bölge Medyen ülkesi idi (Bilgi için bkz: Esed, age., s. 289'da 67. dipnot).

Hûd sûresinin yukarıda verilen âyetlerini açıklarken Şu'ayb pey­gamberin Medyen halkı ile olan ilişkilerinden günümüze ışık tutacak ilkeleri çıkartacağız.

1. Daima tevhîd inancı.

Bütün peygamberler, toplumlarına din eğitimi yaparken daima tevhîd inancını öğretmişlerdir. Şu'ayb peygamber de aynı geleneği sür­dürmüştür. "Ey kavmim! Allah'a kul­luk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur." Burada şu soruyu sorabi­liriz: Peygamberler tebliğlerine neden tevhîd inancı ile başlamışlardır? Çünkü iman olmadan, insanlara ibadet yaptırmanın ve yasaklardan uzak

tutmanın imkansızlığı sebebiyle böyle olmuştur. Davranışları düzeltmek, ahlâkî bakımdan bilinçli bir disiplin kazanabilmek için tevhîd inancına ihtiyaç vardır ve bu inanç diğer uygulamaların temelini oluşturmaktadır.

Diğer taraftan şirkle mücâdele vermek için tevhîd inancına ihtiyaç vardır. İnancın, ahlâkın ve yararlı amellerin alt yapısını tevhîd inancı oluşturmakta ve onların kabulünü de temin etmektedir.

2. Kul hakkı yememek.

^'Ölçüyü ve tartıyı eksik yap­mayın. Zira ben sizi bolluk içinde görüyorum." Tevhîd inancından sonra ölçü ve tartının gelmesinden anlıyoruz ki, Medyen halkı ticarette çok ileri gitmiş; 'bırakınız yapsın, bırakınız kazansın' anlayışı içinde ticari muameleleri çıkmaza sokuyorlar, ölçü ve tartıyı ihlal ediyor ve kul hakkı yiyorlar, tüketici hakkını çiğniyorlardı. Ölçü ve tartıda hile yapmak onla­rın ahlâkı halini almıştı.

"Sizi hayır içinde görüyorum" derken, buradaki hayır kelimesini birkaç açıdan yorumlamamız mümkündür. Hayrı "bol nimet, ekonomik gelişmişlik" olarak manalandırabiliriz. Hayrı "sosyal hayat standardı" olarak da görebiliriz. Bu durumda âyetin meali şöyle olur: "Sizi hayat standardınız yüksek ve ekonomik bakımdan zengin olarak görüyorum, öyle ise ölçü ve tartıda eksiklik yapmayın ve böylece kul hakkı yemeyin. Sizin eksik ölçüp tartmaya ihtiyacınız yoktur."

3. Endişem var.

"Ve ben gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün 'azabından korkuyorum" Bu azabın "dünya ve âhiret azabı" olduğunu söyleyen âlimler doğru söylemişlerdir. Ellerindeki ekonomik değeri kaybedip fakirleşmeleri, genel olarak toplumun çökmesi gibi bu dünyadaki kuşatıcı azabın âhirette görülmesi de mümkündür.

Ekonomik dengeleri bozmak, kul hakkı yemek ve bunu adet haline getirmek ilâhî azabı getirecektir. Toplumu çökerten nedenlerden biri de ekonomik hayatın dengelerini bozmaktır. Lût kavminin durumu anlatı­lırken, toplumu çökerten şeyin ahlâk; Medyen halkı anlatırken de toplu­mu çökerten dinamiğin ekonomi olduğu gündeme getirilmiştir.

Ahlâkın bozulması ile ekonominin bozulması toplumu yıkan di­namikler olmaktadır. Ahlâk ile ekonomik hayat alt yapıyı oluşturmakta­dır. Ahlâk ve ekonomide olan deprem üst yapıdaki müesseseleri de yık­maktadır. Yüce Allah bu depreme A'râf 85'de dünyada "bozgunculuk" demektedir.

İşte Şu'ayb Peygamber ekonomik dengeleri bozan, eksik ölçen ve eksik tartan insanları Allah'ın, her şeyi kuşatan azapla cezalandırmasın­dan korkuyordu. O da Hz. Nûh ve Hz. Muhammed gibi başkası adına üzülüyor, endişe ediyor ve korkuyordu.

4. Ölçü ve tartıda adalet şarttır.

"Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın." Buradaki "adalet" kavramı, "dürüst ve duyarlı olmak" anlamına gelmek­tedir. Bir önceki âyette "eksik yapmayın" denirken, bu âyette "ölçü ve tartıyı adaletle yapmak" emredilmektedir. Zaten âyetin devamında adale­tin tanımı yapılmaktadır. Buna göre adalet, "insanlara eşyalarını eksik vermemek"tir. Eksiksiz ölçmek ve tartmak, ticarette adaleti gerçekleş­tirmektir.

84. âyette "ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın" buyurulurken, sade­ce ticaret anında "metre ile ölçerken, gramla tartarken eksiklik yapma­mak" anlamında almamalıyız. Bunu günümüze taşırsak, yapılan imalata kullanılan hammaddenin ölçü ve oranında noksanlık olmaması şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu haliyle âyetten "yapılan imalatın kaliteli olması" anlamını da çıkartabiliriz; yani bu ifade, "kalitede noksanlık yapmayın" demektir. Meselâ bu âyetten "bir bina yaparken demirinde, çimentosun­da, kum ve çakılında noksanlık yapmayın" şeklinde bir uyarıyı da anla­yabiliriz.

Bir sanayi malını imal ederken ölçü ve tartıyı noksan yapmamak gerekiyor.

Bir araştırma yaparken, "fikirlerde ölçüyü kaçırmamak, karşıt fi­kirlere karşı saldırıda sınırı aşmamak" manasına alınmalıdır. Böylece neden 84. âyette "ölçü ve tartıyı noksan yapmayın" emri verilmişken, 85. âyette tekrar "ölçü ve tartıyı adaletle yapın" emrinin verilişinin far­kını anlamış olduk. Ölçü ve tartıyı o günlerde sadece ticaret için düşüne­biliriz ama âyete, günümüzde hayatın her cephesi için uygulanabilir bir yorum getirmeliyiz.

Dînî uygulamalarda da ölçü çok önemlidir. İbadetlerde Allah'ın koyduğu farzların miktarını, ölçüsünü farz anlamında aşmamak gereki­yor.

Sünnet ve müstehaplara verilen önemin ölçüsünü kaçırırsak, onları farkında olmadan farzın önüne geçirmiş oluruz. Nafile ibadetler farzın önüne geçer hale gelir; farz ibadetler az görülmeye başlar. İbadetin asıl unsurlarından olmayan uygulamalar öne geçip farzları gölgede bırakır. İşte bu da bir ölçü kaçırma şeklidir.

Hıristiyanlar bu şekilde dinlerinde ibadetin ölçüsünü kaçırmışlardı: "Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri, Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar" (Hadîd 57/27). Bir ibadeti gereği gibi yerine getirmemek de ölçüde noksanlık yapmaktır. Ruhbanlığın konulması da ölçüyü kaçırmaktır. Sonuç olarak Yüce Allah'ın koymadığı bir uygulamayı Allah'ın emriymiş gibi dine koymak da ölçüsüzlüktür.

Demek ki Hz. Şu'ayb'ın Medyen halkına verdiği ölçü ve tartıyı noksan yapmamak emrini, ticaretten imalat sanayiine, düşünce hayatın­dan dini uygulamalara kadar uzatıp güncelleştirebiliriz.

85. âyetteki ölçü ve tartıyı âdil yapmanın ne anlama geldiği de âyetin devamında açıklanmaktadır. Yüce Allah ölçü ve tartıda adaleti gerçekleştirmemeyi, "tüketiciye veya o malı başka bir yerde satacak olan ara tüccara eksik vermek" anlamında değerlendirmektedir. Bunun ulaşa­cağı nihâî nokta da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır. Bu âyet, eko­nomideki dengelerin bozulmasının sonunda sosyal dengelerin bozulaca­ğına dikkat çekmektedir. Fesat, yani bozgunculuk çıkarmak, sosyal den­gelerin bozulması anlamına gelmektedir. Ekonomideki haksızlıkların sosyal hayatta bozulmalara sebep olacağını söyleyen bu âyet, önce eko-

nomiyi elinde tutanlara, sonra da siyâsîlere ve toplum mühendislerine seslenmektedir.

85. âyette geçen "ölçü ve tartıyı adaletle yapın" emrini biz hukuk alanına da çekebiliriz. Âyetin devamında yer alan "insanlara eşyalarını eksik vermeyin" ifadesindeki eşya' kelimesini "haklar" manasına alabiliriz. O zaman mana şöyle olur: "İnsanlara hak­larını eksik vermeyin" Biz iLi! eşya' kelimesini "eşya" anlamına alırsak, âyete sadece ekonomik mana yüklemiş oluruz. Ama onu "haklar" mana­sına alırsak, daha umumileştirip hukuku da devreye sokmuş oluruz.

O zaman âyetin sonundaki "yeryüzünde fesat çıkarmayın" şeklindeki emrin hukukçulara yönelik olduğunu da söyle­yebiliriz. Hukukta ölçüyü adaletsiz hale getirmek yeryüzünde fesat çı­karmaya sebep olmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah bize ve bizden sonraki ne­sillere, toplumlarda çıkan bozuşmaların önemli dinamiklerini vermekte­dir. Ekonomik hayatta ölçü ve tartıyı kaçırmak; hukukta insanların hak­larında eksiklik yapmak, yani hakları çiğnemek, dînî ve düşünce haya­tında ölçüyü kaçırmak ve ahlâkta ölçüyü çiğnemek bunlar arasında sayı­labilir. Bunun tersi manasından hareket edersek, sosyal bozuşmayı ve çürümeyi önlemek istiyorsak, bu alanlardaki ölçü ve tartıyı adaletle yeri­ne getirmemiz gerekiyor.

Demek ki, din âlimi ve görevlileri hayatın her alanında ölçü ve tar­tının adaletle yerine getirilmesini ve bunun ilâhî bir emir olduğunu işle­yecek, sosyal bunalımların ölçüsüzlükten ve adaletsizlikten kaynaklan­dığını beyin ve gönüllere kazıyacaklardır.

Ekonomi, hukuk, ahlâk ve dînî düşünce alanlarında ölçüyü kaçır­mak, o alanlarda bir boşluk meydana getirecektir. Bu boşluğu birileri mutlaka dolduracaktır. Çünkü fizik kanununa göre, boşalan bir şeyin yeri mutlaka dolar. Bu fizik kanununu yukarıdaki alanlara da uygulaya­biliriz. Adaleti gerçekleştirerek kurulması gereken ölçü ortadan kalkınca, yerini ölçüsüzlük, adaletsizlik, talan, sahtekarlık, yalancılık, organize mafya olayları alacaktır. İşte bu da 85. âyetin sonunda yer alan fesat, yani bozuşma olacaktır. Yerin üstünde ölçü kaçınca yer altının ölçüsüz­lüğü onun yerini dolduracaktır.

Bu alanlardaki ölçü ve tartıyı kaçırmak o kadar önemlidir ki, Yüce Allah vahyinde onları konu ediniyor, düzenlemesi için peygamberine emir veriyor. îşte din eğitiminin sosyal hayattaki bozuşmayı önlemedeki katkısı bu öğretileri insanlara kazandırmak şeklinde olacaktır. Ekonomik hayatta ölçü ve tartıyı kaçırmanın haram lokmayı çocuklara yedirmek olacağını, haram lokma yemenin nesillerin asaletini bozacağını öğütleye-rek haram lokma ile mücâdele verilmelidir.

Yüce Allah sosyal hayatın her alanında ölçünün yerini fizîkî alem­deki ölçü düzenine benzetmektedir:

"Göğü Allah yükseltti ve ölçüyü O koydu. Sakın ölçüyü bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın" (Rahman 55/7-9). Fizîkî â-lemdeki ölçüyü denge anlamına alabiliriz. Dolayısıyla âyetteki "fiziki âlemin dengesini bozmayın" emrini, "sosyal hayattaki dengelerini bo­zulmamasını" şeklinde de yorumlayabiliriz.

Maddî âlemdeki ölçü, yani denge ile insanlar alemindeki sosyal dengenin bir ilişkisi de vardır. İnsanlar sosyal dengeleri bozunca, onların bu hareketi tabiat şartlarının dengelerini bozmaktadır. İşte Nûh, 'Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin yaptıkları, tabiatın düzenindeki dengeyi bo­zarak başlarına o azapları getirmiştir. Meselâ: Hıristiyanlar: "Rahman çocuk edindi" (Meryem 19/88) dediklerinde ölçüyü kaçır­dılar, dinde dengeleri bozdular. Onların bu çirkin ve ölçüyü kaçıran sö­zü: "Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir" (Meryem 19/90) şeklinde tabiatın dengelerini alt-üst etmektedir.

5. İman eden ne ile yetinecek?

Yüce Allah Hûd 86'da ölçü ve tartıda noksanlık yapmamak ve eti gerçekleştirmek ile "iman ile yetinme"yi bir araya getirmektedir. Demek ki ölçü ve tartıda noksanlık ve adaletsizlik, yetinmeme denen kaynaklanmaktadır. Bunun çaresini   Yüce Allah iman diye

belirlemiştir: "Eğer rnü'min iseniz Allah'ın bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üze­rinize bir bekçi değilim."

a) "Eğer mü'min iseniz" ifadesini, "eğer Allah'a inanıyorsanız" anlamına almak gerekiyor. Çünkü Allah'a inanmak, onun bıraktığı ticarî kâra razı olmak demektir. Böylece yetinme, Allah'a imana dayandırıl­makta ve ihtiras da onunla önlenmektedir.

b) Âyette geçen bakıyyetüllâh teriminde geçen bakıyye kelimesine âlimler "kâr" anlamını vermişlerdir. Noksanlık yapmadan, adaleti gerçekleştirdikten sonra artakalan kârın mü'min için daha hayırlı olduğu söylenmektedir. Demek ki Yüce Allah'ın ticaret yapana bıraktığı bir kâr vardır.

Hasan el-Basri ibl cifi bakıyetüllâh ifadesini "Allah'a itaat" olarak manalandırmıştır. Çünkü itaatin sevabı, ebedî olarak bakî kalacaktır ve haksızlık yaparak elde edilecek kârdan daha değerli olacaktır. Katâde, bu ifadeye "Allah'ın vereceği ödül ya da Allah'ın ondan razı olması" anla­mını vermiştir. Çünkü Allah'ın, emrini tutarak ölçü ve tartıyı âdil yapıp noksanlık yapmamaya vereceği ödül veya razı olması, haksızlık yaparak elde edilecek maddî kârdan daha değerlidir. İnsan ölçü ve tartısında hak­sızlık yaparsa, halkın itimadını kaybeder ve neticede ticarî alanı daralır, nzkını kaybeder. İnsan, Allah'ın ölçü ve tartı konusundaki emrini dinleip hakkına razı olunca insanların da güvenini kazanır ve ticarî alanı genişleyip gelirini artırır[45].

Dikkat edilirse bu âyette bakıyye kelimesini sadece "ekonomik" olarak almamız onun anlamını daraltmak olacaktır. İnsan ilişkilerinde "güven kazanmak" kalıcı bir değer olmaktadır. Kul hakkı yeme­mek için dürüst ve hassas davranmak Allah katında da insanın değerini artırmaktadır. Bu değer en kalıcı olan "kârı" teşkil etmektedir.

Kur'ân'da el-bâkıyyâtu's-sâlihât terimi de vardır:

i. "Servet  oğullar, dünya hayatının süsüdür, ölümsüz olan iyi işler ise Rabb'inin "ezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layık-

tır" (Kehf 18/46). Buradaki bâkiyât "ürünü kalıcı"; sâlihât ise "dürüst ve erdemli davranışlara" denmektedir.

ii. "Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler. Kalıcı ürünlere dönüşen dürüst ve erdemli davranışlar Rabb'inin katında karşı­lık olarak daha değerli ve sonuçları bakımından daha verimlidir" (Mer­yem 18/76).

Kısaca diyebiliriz ki, burada "daha değerli" ve "daha iyi"nin nere­de olduğunun öğretimi yapılmaktadır. İnananlar için, Yüce Allah'ın ka­lıcı olan ödülüne layık, dürüst ve erdemli hareketler diğerlerinden daha iyi ve değerlidir. Ekonomik açıdan bakınca burada, helâlinden elde edi­len kârın Allah katında daha değerli ve inananlar için daha faydalı ola­cağı anlatılıyor.

c) Hz. Şu'ayb'ın anlattıkları Meyden halkı ve gelecek bütün nesil­ler için bir öğüt niteliğindedir. Hz. Şu'ayb, Medyen halkını zorlayama-yacağını, çünkü onların bekçisi olmadığını onlara hatırlatmaktadır.

6. Şu'ayb peygamberin halkından aldığı tepki.

"Dedile/ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptıkları,

yahut mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın." Bu ifadede hem olumsuz tepki hem de alay vardır. Âyetin analizinden şu genellemelere varıyoruz:

a) "Babalarımızın taptıklarını terk etmemizi senin namazın mı em­rediyor?" Bundan anlıyoruz ki, Medyen halkının çok tanrılı bir dini var­dı. Bu çok tanrıya tapınmayı bir gelenek olarak babalarından almışlardı. Aşırı taklitçi olmaları sebebiyle, babalarının tanrılarına tapınmayı terk etmek istemiyorlardı. Taklit denen hastalık önceki toplumlara verdiği zararı onlara da veriyordu.

İşte Şu'ayb peygamber, Hûd 84'de "Allah'a kulluk edin! Sizin için O'ndan başka tanrı yoktur" diyerek şirkleri ile mücâdele veriyordu.

b) "Yahut mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etme­mizi sana namazın mı emrediyor?" Demek ki Medyen halkının öne çı­kan ikinci özelliği, ticaretlerinde ölçü ve tartıyı noksan yapıp âdil dav­ranmamaları idi. İnsanlara satış yaparken, haklarında noksanlık yapıyor, dürüst ve duyarlı davranmıyorlardı. Malları ve mülkleri üzerinde keyfîlasarrufta bulunuyorlardı. Genel manada ekonomik, özel manada ticaret­le keyfilik hâkimdi. Haram lokma konusuna dikkat etmiyorlardı. Hûd S4-86. âyetlerde bunu düzeltmek, haramı, kul hakkı yemeyi ve keyfîliği ortadan kaldırmak için Hz. Şu'ayb'ın verdiği mücâdeleye bu şekilde tepki gösterdiler.

Onların hastalığı birisi inanç, diğeri de ekonomik alanda olmak üzere şirk ve haram lokma yemekti. Hz. Şu'ayb'in kavminin şirk konu­sunda Allah, ekonomik meselelerde de insanlarla sorunları vardı. Şirk ile Allah hakkını, haram lokma ile de kulların hakkını çiğniyorlardı. Şirk ile tevhîd inancını; ölçü ve tartıda hile yaparak da helal lokmayı katlediyor­lardı.

c) "Sana namazın mı emrediyor?" Âyetin bu kısmındaki salât ke­limesi   ne   anlama   gelmektedir?   Âlimler   bu   kelimeyi   şu   şekilde manalandırmaktadır:

i. Buradaki salâttan kasıt, "Hz. Şu'ayb'ın dini ve imanıdır"[46]. Râzî'nin bu açıklaması doğrudur, ama buna getirdiği izaha katılmıyoruz.

Medyen halkının salâttan kasdının "din" olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü onlar, çok tanrılı tapınmanın dışında başka bir dinden habersizdi­ler. Hz. Şu'ayb'ın namaz kılmasını din olarak görüyorlardı. Onların gö­rüşüne ya da anlayışlarına göre namaz din idi ya da din, namazdan iba­retti. Din adına müşahhas yani somut bir delil olarak sadece namazı görüyorlardı, yani Hz. Şu'ayb'ın kıldığı namazı.

Râzî haklı olarak, dinin yanına imanı da koydu. Çünkü Hz. Şu'ayb onlara tevhîd imanını öneriyor ve öğütlüyordu. İşte "o imanın mı bunu sana emrediyor" diyerek alay ediyorlardı.

ii. Âyetteki salât kavramını bazıları da "namaz ve dua" olarak al­mışlardır. Yani, "kıldığın namaz veya yaptığın dualar mı babalarımızın taptığı tanrıları terk etmemizi, mallarımızda keyfî olarak tasarrufta bu­lunmamızı yasaklamayı emrediyor" diyerek alay ediyorlardı.

Bu mana doğru olabilir mi? Namaz böyle bir şeyi emredebilir mi? İlk bakışta böyle birşeyin olması imkansız ve tuhaf görünmektedir. Ama 'Ankebût 45'e bakarsak bunun olabilirliğini görmüş oluruz: "Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı kıl. Kesinlikle namaz, haya­sızlıktan, kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette ibâdetlerin en bü­yüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir."

Demek ki, namazın etkinliği vardır. Bu etkinlik daha çok ahlâkî alanda görülmektedir. "Alıkoymak" emretmekle olacağına göre, Yüce Allah namazı bir insana benzetmektedir; tıpkı bir insanı kötü bir işten alıkoyan biri gibi.

d) "Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın." Lût peygamber Hûd 78'de "akıllı" manasında reşîd kelimesini kullanmıştı. Şu'ayb pey­gamber için Meyden halkı da aynı kelimeyi kullanmaktadır. Demek ki, o zamanlarda "akıl" için rüşd; "akıllı" için de reşîd kalıbı yaygın halde idi.

Medyen halkı yumuşak huylu anlamına gelen halîm kavramını tanıyor, reşîd ile halîm kavramlarının ifade ettiği değerleri bir araya getirebiliyor ve bunların önemli meziyetler olduğunu biliyorlardı.

Aslında kavminin Hz. Şu'ayb peygambere bu şekilde hitap etmele­ri alay doludur. Ona yumuşak huylu ve akıllı demeleri, onu takdir ettik­lerinden değil, onunla alay etmelerindendi.

Aslında onlar şöyle demek istiyorlardı: Bizi atalarımızın dininden çevirmek ve mallarımızı istediğimiz şekilde kullanmaktan bizi alıkoy­mak akla sığar bir şey midir? Bu adam deli midir, nedir? Akılsızlığından ve cehaletinden dolayı bize bu teklifte bulunuyorsun.

7. Şu'ayb peygamberin onlara verdiği cevap. Onların inanç ve kul hakkı yemekten vazgeçmemeleri ve Hz. Şu"ayb'a hakaret vâri konuşmalarının ardından Hûd 88'de peygamber­lerinden şu cevabı almış oldular:

a) "Dedi ki: Ey kavmim! Eğer Rabb'im tarafından verilmiş apaçık'bir delilim varsa (da mı aynı şekilde davranacaksınız?)." Âym tfadeyi Hz. Nûh ve Hx. Salih de kullanmıştı. Buradaki beyyine kelimesini, "delil veya kanıt" olarak rnanalandırabiliriz. Peki buradaki kanıt veya delil ne olabilir? Râzî, bu­nun "ilim, hidâyet, din ve peygamberlik" olabileceğini söylemektedir[47]. Râzî'nin saydığı bu üç şey beraberce delil ola­maz. Bunlardan birini seçecek olursak tercihimizi "ilim"den yana kul­lanmamız doğru olacaktır. Çünkü Yüce Allah'ın ona verdiği "vahy" ile, meseleleri önceden görebildiği ve onları eskisinden farklı değerlendirdi­ği rahatlıkla fark edilebilirdi. Peygamberliğinden önceki dönem ve sonraki dönemini karşılaştırmak bunu anlamaya yetecektir. "Demek Allah’tan verilen kanıt, ilâhî bilgidir.

b)"Ve O, bana tarafından güzel bir rızık ermişse (buna ne dersiniz?)." Yüce Allah, rızık meselesini gündeme getirmekle onların dikkatini yine kul hakkı yemelerine, ölçü ve tartıda noksanlık   yapmalarına   çekmektedir.    "Güzel   bir   rızık",    Şu'ayb peygamberin konusu dahilinde, "helal rızık" olarak alınmalıdır. Diğer araftan Hz. Şu'ayb, rızkın kaynağında Allah'ın olduğu ilkesini de onlara tebliğ etmektedir. Helal rızkı insan çalışır, Allah verir. Ama haram ocmayı insan diğer insandan alır. Demek ki, Hz. Şu'ayb âyetin bu bölümünde helal rızık, rızkın kay-xigı gibi konuları ve kavramları onlara öğretmektedir.

c)"Size yasak ettiğim şeylerin akyaparak size aykırı davranmak istemiyorum." Şu'ayb peygamber,
î-çumin eskimeyen altın kuralını burada koymakta ve kendine tatbikrmektedir. Kendisinin halkına yasak ettikleri nelerdi? Hûd 84 ve 85'de içe alan "Allah'tan başkasına kulluk etmemek, ölçü ve tartıda noksanlık virmamak, âdil davranmak, insanların eşyalarını eksik vermemek ve e-y-izünde bozgunculuk yapmamak"tır. Hz. Şu'ayb'ın, bunları yasaklarken kendisinin onları yapmasının doğru olamayacağını söylemesi, "eğitimci, söylediklerini öncelikle ken­disi yerine getirmelidir" esasını, kuralını, ilkesini koymaktadır. "Kendi­sinin tatbik etmeyeceği şeyi başkasına teklif etmeyi" Yüce Allah yer­mektedir.

i. "Sizler kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musu­nuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Bakara 2/44). Başkasına emirler yağdırıp kendisini unutan kişiyi Yüce Allah bu âyette, aklını kullanma­makla uyarmaktadır.

ii. "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmaya­cağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır" (Saf 61/2-3).

Peygamberler halka tebliğ ettiklerini, öğrettiklerini, öğütlediklerini önce kendilerine tatbik ederler, kendi şahsiyetlerinde yaşarlar, davranış­larına yansıtırlar. Sözleri ile gönülleri, sözleri ile davranışları arasında tam bir uyumluluk yaşarlar.

Yüce Allah bunu, sadece peygamberlerinden değil, aynı zamanda mü'minlerden de beklemektedir. İşte Şu'ayb peygamber bu altın kuralı da Medyen halkına öğretmektedir. Tüm dünya ana-babaları, eğitimcileri ve siyâsîlerinin asla unutmayacakları altın kural budur.

Ana-babalar, iyi olmaları ve iyi yetiştirmeleri için çocuklarına tek­lif ettikleri kural ve değerleri öncelikle kendileri sergilemelidirler. Evin­de alkol için anne-babaların çocuklarına "siz içmeyin" demelerinin eğiti­ci bir özelliği yoktur. Öğretmenler, ellerinde sigara varken öğrencilerine sigaranın zararlarını anlatamazlar. Halka teklif ettiklerini yerine getir­meyen siyâsîlerin örnek olma özellikleri ve güvenilirlikleri yokolur.

Bize göre eğitimin ana amacı, toplumların mutluluğu yakalaması için içi-dışı, özü-sözü bir olan insanları yetiştirmektir. İki yüzlü, içi-dışı bir olmayan, sözü ile özü birbirine uymayan insanların çoğunluğunu

-eskil ettiği toplumların medenî olması ve mutluluğu yakalaması mum­cun değildir.

d) Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslâh etmek istiyorum." Âyetin bu kısmında geçen ıslâh kelimesi, "dü­zeltmek ve barış yapmak" anlamına gelmektedir. Peygamberlerin amaç-anndan biri, toplumun bozulan dengelerini düzeltmek, gruplar arası sarışı tahsis etmek ve düzeni sağlamak; insanları doğruya, güzele, iyiye . e faydalı olana çağırarak ıslahatı gerçekleştirmektir.

Âyetin bu kısmında dikkati çeken bir ifade de, peygamberin gücü-r.iin yetmesinden bahsetmesidir. Peygamberler tabiat üstü varlıklar de­ğildir. Onlar da insan olmanın kanunlarına bağlıdırlar. Onlar da yer, içer, ur, acı çeker, hastalanır ve ölürler. Onların da güçlerinin bir sınırı var-iir. Onların farkı, ilâhî vahyi alıp tebliğ etmek üzere peygamber olarak görevlendirilmeleridir.

Onun için Şu'ayb peygamber, gücünün yettiği ölçüde ıslahat yapa­cağını söyleyerek, gücünün yetmeyeceği bir alanın olduğuna da işaret etmiştir.

e) "Fakat başarmam Ancak Alllah yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na yöneliyorum." Âyetin bu kısmında Hz. Şu'ayb Medyen halkına çok ciddî bir dersiîha vermektedir:

i. Hz. Şu'ayb, amacının ıslahat olduğunu söylerken, ardından bu ı ?nudaki başarısının Allah'a bağlı olduğunu, onun yardımı ile ıslahatta rışanya ulaşabileceğini de vurgulamaktadır.

Dünyada iyilik adına yapılan bütün faaliyetlerde Allah'ın müdaha-es; olmadan başarı beklenemez. Yüce Allah iyilik adına yapılan bütün Teşebbüsleri desteklemektedir. Önemli olan Allah'ın yardımını bekleyebilince sahip olmak ve bunu istemektir. Bir peygamber, başarısını Allah'ın yardımına bağlarken, normal mü'minler de her zaman bunu iic'lannda tutmalıdırlar. Bu durum, kul ile Allah arasındaki iman akımı--.: canlı tutacak ve devamını sağlayacaktır.

ii. "Yalnız O'na dayandım" ifadesi tevhîd inancının başka bir for­mül ile ifade edilmesidir. Yalnız Allah'a kulluk eden, ondan başka tanrı tanımayan bir mü'min bunu yalnız ona dayanıp güvenmesi ile ispat eder. Yalnız Allah'a güvenip dayanma denen "tevekkül", her dinde yer almış­tır.

Bir imanda tevhîd vardır, bir de amelde. İmanda tevhîd, yalnız Al­lah'a inanmak demektir. Ameldeki tevhîd ise tevekkül ile gerçekleşir. Yapacağı işte gücünün yetebileceğini yaptıktan sonra yalnız Allah'ın yardımını beklemek, O'na dayanmak ameldeki tevhîd inancını teşkil etmektedir.

iii. "Yalnız O'na yönelirim" ifadesi ile Hz. Şu'ayb, kalbinin nereye yönelik olduğunu açıklamaktadır. Münîb, gönülle alakalı ve gönlün tav­rını belirleyen bir durumdur ve "Allah'a yönelmiş bir kalp" (Kâf 50/32) terimi ile Kur'ân'da yer almakta ve "gönlü sadece ve sadece Allah'a çevirmek, bütün benliğini Allah'a yöneltmek" demektir. Şu'ayb pey­gamberin bu tarz ifadesini Hz. İbrahim şöyle dile getirdi: ^-j "Ben hanîf olarak, bütün benli­ğimi gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim" (En'âm 6/79).

Hz. Şu'ayb bu âyette manevi yoğunluğu az olandan çok olana doğ­ru yükselen bir çizginin formülünü şu şekilde sunmaktadır: Gücünün yetersiz olduğunun fakında olmak, başarısının Allah'tan geleceğinin bilincinde olmak, Allah'a güvenip dayanmak ve bütün benliği ile Al­lah'a yönelmek.

f) "Ey kavmim! Sakın bana karşı olan düşmanlı­ğınız, Nûh kavminirTveya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden uzak değildir."

i. Hz. Şu'ayb burada sebep-sonuç ilişkisi içinde Medyen halkına bir musibetin gelmesi konusunda tarihteki olgulara dikkat çekerek bir ders vermektedir.

j£ yecrimenne ifadesinin kökü olan cerame fiili, "kesmek, vıınünü kırkmak, kazanmak, hurmayı toplamak, günah işlemek"; cerrame kalıbı, "tamamlamak, içinden çıkıp gitmek, suçla itham etmek" manalarına gelmekte, lâ cerame şeklinde kullanılınca da, "elbette, çaresiz, şüphesiz, yani yemin" manasında kullanılmaktadır.

Bu kelimenin bu âyetteki manası "bana muhalefetiniz günah işle­menize sebep olmasın" anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse peygam­bere muhalefetin, toplumun başına musibetin gelmesine sebep olacağını görmek mümkün olacaktır. Şu'ayb peygamber Medyen halkına, "bana düşmanlığınız size bir musibet getirmesin" diyerek onları uyarmakta ve onları düşündüğünü hissettirmektedir.

ii. Hz. Şu'ayb Nûh, Hûd, Salih ve Lût kavimlerinin başına gelen musibetleri örnek göstererek, onları uyarmaktadır. Nûh kavmi tufanda boğuldu; Hûd kavmi kasıp kavurucu rüzgarda helak oldu; Salih pey­gamberin kavmi depremle yok olup gitti; Lût kavmi de taş yağmuru ile battı. Şu'ayb peygamber Medyen halkını, bu toplumların başına gelen olguların onların da başına gelmemesi için uyarmaktadır.

iii. Hz. Şu'ayb, Lût kavminin kendi kavminden zaman açısından j^ak olmadığını da hatırlatmaktadır. Lût kavminin uzaklığını zaman ve mekan olarak açıklayabiliriz. Medyen kavminden önce helak olan Lût kavmi, yani Sodom'lular mekan itibariyle Medyen ülkesine yakındı. Bu yakınlığı zaman itibari ile de düşünebiliriz. Lût kavmi, Medyen kavmin­den hemen önce yaşamış bir toplumdu. Demek ki hem mekan hem de zaman itibari ile birbirlerine yakındılar.

iv. Böylece Şu'ayb peygamber Medyen halkına tarih dersi vererek ibret almalarını önermekte, geçmiş toplumların helak olmasının dinami­ğini peygambere düşmanlık beslemeleri olarak tesbit etmektedir. Pey­gambere derin muhalefetin doğurduğu düşmanlık, insanlara günah işlet­miştir.

Sanki "tarih tekerrürden ibarettir" dercesine Hz. Şu'ayb, geçmiş toplumların başına gelenlerin onların da başına gelebileceğine dikkat çekmektedir. Hz. Şu'ayb'in bu dersinden günümüze ve geleceğe kalacak olan önemli ilke şudur: Peygamberlere düşmanlık beslemek, onlara aşırı

bir şekilde muhalefet etmek, nesillerin başına beklemedikleri ama, geç­mişte olan belaların benzerini getirebilir. Zamahşerî'nin dediği gibi, on­ların helaki sizden uzak değildir[48]. Geçmişin olgularından ibret almak, tarihe can vermektir. Tarihî olgulardan ibret almak, onların eğitici yönünü ortaya çıkarmaktadır. O olgular bir öğret­men gibi bize konuşurlar, bize kendilerini anlatırlar, bizi uyarır ve öğüt verirler; bizim içimizde bir disiplin duygusu uyandırıp hayatımıza yön verirler ve vermelidirler. Tarihsel olgular arasında ilişki kurup onların sebep ve sonuçlarını geleceğin nesillerine öğretmek eğitimin, özellikle din eğitiminin ana konularından birini teşkil etmektedir.

g) "Rabb'inizden af dileyin; sonra ona tövbe edin. Muhakkak ki Rabb'im çok merhametlidir; çok sevendir." Hûd 90, Hz. Şu'ayb'ın onlara verdiği cevabın üçüncü âyetini teşkil etmektedir. Daha önce Hz. Nûh ve Hz. Hûd peygamberler de Hz. Şu'ayb'ın Medyen halkına öğütlediğini öğütlemişlerdi.

i. "Rabb'inizden af dileyin." Medyen halkının şirk koşması, ölçü ve tartıda noksanlık yapmaları, Hz. Şu'ayb'e muhalefet edip düşmanlık duymaları onların günahkar olduğunu göstermektedir. Peygamberleri Hz. Şu'ayb, bu günahlarından dolayı Allah'tan af dileme­lerini istemiştir.

ii. "Sonra O'na tövbe edin." Buradaki tövbenin, Allah'a yönelmek anlamı da vardır. Bu ifade, "Allah'a yönelin" manasına alı­nınca, "şirk yolunu bırakarak gönlünü tamamen tek olan Allah'a çevir­mek" anlamını içerdiğini söyleyebiliriz. Tövbe, insanın manevî aleminde geçirdiği en köklü (radikal) değişimdir. Hz. Şu'ayb onlardan bu köklü değişimi gerçekleştirmelerini istemiştir.

iii. "Rabb'im çok merhametlidir; çok sevendir." Hz. Şu'ayb onlara teklif ettiği af dileme ve tövbe etme gibi erdemli hareket­lerini, Allah Te'âlâ'mn merhamet ve sevme sıfatları üzerinde temellendirmektedir.

Yüce Allah kullarına karşı çok merhametli ve onları çok sevdiği için, onların af dilemelerini ve tövbelerini kabul edecek; af dilemelerine karşılık merhametini, tövbe edip O'na dönmelerine karşılık da sevgisini öne sürecektir.

Hz. Şu'ayb'ın bu cevaplarından sonuncusu, yani 90. âyetten şu ne­ticeyi çıkartıyoruz: Yüce Allah, kullarına karşı daima günahlarından bir çıkış kapısı bırakmaktadır. Günah işlemeyi bir ahlâk haline getirenler, hem kendi manevî alemlerini hem de toplumun hayatını karanlığa sok­maktadırlar. Bu karanlıktan çıkmak için Yüce Allah onlara bir fırsat ta­nımaktadır. Bu çıkışın kapısında merhamet ve sevgi yazılmaktadır. O kapılara giden yol, istiğfar ve tövbe yoludur; başka bir ifade ile suçunu itiraf etmek ve gerekli olan değişimi gerçekleştirmektir.

Hz. Şu'ayb onlara, Allah'ın affından ümitlerini kesmemelerini bu şekilde anlatmaktadır. Peygamberin bir görevi de insanlara çıkış yolu göstermek, ümitsizliğe düşmelerini önlemek ve karamsarlıklarını kal­dırmaktır.

8. Kavminin Hz. Şu'ayb'a cevabı.

Bir önceki âyette Hz. Şu'ayb, onlara bir çıkış kapısı, bir ümit ve değişim fırsatı sunarken, Medyen halkı muhalefetlerini ve hatta düşanlıklarını biraz daha ileri götürdüler ve şöyle dediler:

a) "Dediler ki: Ey Suayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden görüyoruz." Buradaki mâ nefkahü "anlamıyoruz" ifadesinde, gerçek anlayışsızlık değil, kasıtlı olarak kabul etmemenin bir ifadesi -it.i. şiddetli muhalefetin ve anlamaya çalışmanın doğurduğu bir anla­rıma vardır. Yüce Allah'ın bize naklettiği onların bu sözünde, genelde psikolojisinin bir boyutu yatmaktadır. İnsanlar benimsemedikleri re :nsanın dilinden 24 ayar altın değerinde kelimeler ve fikirler bile dö- kabul etmezler. Fikirlerin kabulünü ve değerini, konuşan insana TnesJedikleri duygu ile aynîleştirirler. Diğer taraftan kendi inanç ve ile ters gördükleri fikirleri de peşinen reddederler..

Aslında Medyen halkı, Hz. Şu'ayb'ın ne dediğini beyinleri ile ama gönülleri ile değer vermediler. Onlar, değer vermediklerini. alamamaları" şeklinde ifade ettiler; anlama, değer verme ve benimse me gibi insan psikolojisinin temel işlevlerini bir tarafa attılar ve muhale­fetlerinin temeline, onların tam tersini koydular.

Aynı durumla Hz. Peygamber de karşılaşmıştır: "Onlardan seni dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalpleri­nin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mu'cizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar" (En'âm 6/25). Hz. Pey­gamber Kur'ân okurken, onu dinliyorlardı. Fakat peygambere olan mu­halefetleri onların kalplerinin üstüne perde, kulaklarına da ağırlık oldu­ğundan, anlamaları imkansız hale geldi. Yüce Allah'ın onların gönülle­rini perdelemesi ve kulaklarına ağırlık koyması, onların Hz. Peygam­ber'e gösterdikleri muhalefetin kendilerine yansımasıdır.

Medyen halkının tepkisi sadece anlayamadıklarını ifade etmek se­viyesinde kalmadı, Hz. Şu'ayb'ın ölümüne kadar giden bir düşmanlık haline dönüştü veya dönüştürdüler. "İçimizde seni cidden zayıf görüyo­ruz." İşte en ciddî tehdit bu cümlenin altında yatmaktadır. İşi kaba kuv­vete dökmeye başladılar.

b) "Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka'taşlayarak öldürürdük. Sen bizden üstün değilsin." Âyetin bu kısmında geçen  raht kelimesi, sosyolojik bir kavram olarak "kabile büyüklüğündeki bir topluluğu" ifade etmektedir. Medyen halkının bu konuşmasından anlıyoruz ki, Hz. Şu'ayb'ın kabilesi güçlü idi, sosyal ağırlığı vardı. Onun korkusundan dolayı Şu'ayb'a öldürücü bir saldırı yapamıyorlardı. Bu korku olmasaydı onu taşlayarak öldüreceklerini de itiraf ettiler. Taşlayarak öldürmenin adı da recmdir.

"Kabilen olmasaydı" ifadesinden başka bir anlam da çıkartabiliriz: "Senin ailenin bizim katımızda çok büyük bir değeri vardır; o nedenle seni öldürmüyoruz." Bu anlama göre demek ki Hz. Şu'ayb'ın kabilesi de Medyen halkının inancını, ahlâkını ve yaşam tarzını paylaştığından, hal­kın nazarında büyük bir değere sahipti. Bu değer, Hz. Şu'ayb'ın taşlana­rak öldürülmesini engelliyordu.

"Sen bizden daha üstün değilsin" derken de Hz. Şu'ayb'ın, daha güçlü, daha şerefli olmadığını ifade etmişlerdir.

Bu âyetten şu neticeyi çıkartıyoruz: İlkel toplumlarda kabilecilik öne çıkmaktadır. Hukukun boşluğunu akraba, kabile doldurmaktadır. Gelişmişliğin en büyük ölçülerinden biri kabileciliğin ve akrabacılığın, yerini hukuka bırakmasıdır. Hukuk olmayınca insanlar kabilelerine sığı­nır ve onun korumasına girer. Gelişmiş toplumlarda kişi, hukukun ko-rumasındadır, onun güvencesindedir. Medyen halkının Hz. Şu'ayb'a karşı olan bu konuşmasından bunu çıkarıyor, zamanımıza ve geleceğe bir ışık olmasını istiyoruz.

Çıkaracağımız diğer netice de şudur: İlkel toplumlarda, farklı i-nanca karşı tahammülsüzlük ve toleranssızlık vardır.

Doğru, iyi ve gerçek olsa bile değişime karşı aşılması güç bir di­renç, bir tepki ve bir muhalefet vardır. Bu direnç giderek düşmanlığa dönüşmektedir. Bu direnci kıracak olan yegane güç eğitim-öğretimle verilecek olan bilgidir. İşte Yüce Allah vahy denen ilâhî bilgiyi bunun için göndermektedir.

Yeniliğe, değişime, güzele, iyiye ve doğru olana karşı gösterilen olumsuz tepki, direnç ve muhalefet, toplumları geri götürmekte, erdem­lerini yaralamakta ve hayat damarlarını kurutmaktadır.

9. Hz. Şu'ayb'ın Medyen halkına cevabı.

arkanıza atıp unuttunuz. Şüphe­siz ki Rabb'im yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ey kav­mim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım. Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğrenecek­siniz. Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim."

Şu'ayb peygamber onların "seni taşlayıp öldürürüz" şeklindeki tehditlerine aldırış etmeden hem ders vermeye devam ediyor hem de tehditlerine karşı meydan okumaya başlıyor.

a) Toplumsal statü Allah'ın önüne geçemez. "Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı güçlü ve değerli ki O'nu arkanıza alıp unuttunuz?" Bundan anlıyoruz ki, inkâr psikolojisi içinde olanlar toplumsal konumu, yani toplumsal statüyü her şeyin önüne geçirirler. Bu konuda o kadar ileri giderler ki, Allah bile olsa, O'nu da görmezlikten gelirler.

Biz bundan ne çıkartabiliriz1 Bu ifade, günümüzde toplumsal kay­naklı olan değerleri ilâhî değerlerin önüne geçirmememiz ge­rektiğine bir ışık olmakta, beşerî olan düşünceleri, görüşleri ve değerleri vahy seçirmenin

yanlışlığını anlatmaktadır.

 i. İnsanlardan  gizAerter  Allah'dan  g\z\eme.z\es geceleyin O"nın razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır" (Nisa 4/108).

ii. "Allah, kuluna yeterli değil midir?"(Zümer 39/36).

iii. "Ey iman edenler! Allah'ın ve Peygamber'inin önüne geçmeyin" (Hucurât 49/1).

Örnek olarak verdiğimiz bu âyetlerin ilkinde bazılarının, toplumun kontrolünü Allah'ın kontrolünün önüne geçirdiklerini, insanların huzu­runda kendilerini disipline edip kötüyü işlemezken, toplumun kontrolü­nün kalktığı yerde sanki Allah yokmuş gibi davrandıklarını, bunun neti­cesinde de, toplumu Allah'tan daha güçlü ve daha etkili görmekte olduk­ları ifade edilmektedir.

İkinci âyette, bazı insanların Allah'ı yetersiz görerek davrandıkları gündeme getirilmektedir.

Üçüncü âyette de, bazı İslâm âlimlerinin kendi fetvalarını, görüşle­rini, anlayışlarını Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünnetinin önüne geçirme ihtimalinin olduğu gündeme getirilip bu tutum yasaklanmaktadır.

İşte daha önce, Hz. Şu'ayb bunun farkına vararak kavminin, sosyal konumunu Allah'ın önüne geçirdiklerini söylemiştir. Bir bakıma onlara, değerler basamağında bir erozyon yaptıklarını, hiçbir şeyin Allah'ın ö-nüne geçemeyeceğini hatırlatıp öğretmekte, "kabilenin statüsü yani konumu mu, Allah'ın emirleri mi? Allah'ın emirlerini arkaya atıp kabilenin konumunu nasıl öne geçirirsiniz?" sorularını onlara sormakta ve beşeri­yetin büyük hatasını onlara hatırlatmaktadır.

b) "Şüphesiz ki Rabb'im yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.'' Aynı ifade Nisa 108'de de geçmektedir. Allah'ın ilminden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği, yaptıkları bütün işleri, verdikleri bütün kararlan, kuracakları tuzakları Allah'ın kuşattığı anlatılıp onlara ders verilmektedir. Kabilesinin, yapılanları bilemeyeceği, kuşatamaya-cağı ama Allah'ın her şeyi ilmi ile kuşattığı için onların tehditlerini bo­zup tersine kendilerine çevireceği onlara hatırlatılmaktadır.

Karşılıklı tehdit ve meydan okumalarının arasında Hz. Şu'ayb, ders vermeyi de elden bırakmamaktadır.

c) "Ey kavmim, bulunduğunuz yerde elinizden gelini yapın! Ben de'yapacağım!" Bu ifade tamamen bir mey­
dan okumadır. Onların tehdidine verilen karşılıktır. Bu ifadenin altında tevekkül ve bütün benliğini Allah'a çevirme gibi güçlü bir iman vardır. Bir bakıma Hûd 88'deki ifadesinin uygulanışına şahit oluyoruz. Çünkü o
âyette Hz. Şu'ayb: "Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na dönüyorum" demişti. İşte bu imanını tehlike karşısında gündeme getirerek meydan okumaktadır.

d)"Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim."

Demek ki gelecek olan azabın ayırıcı bir özelliği olacaktı. Bu ayı-rıcılığın alanı kimin yalancı olduğunu tesbit etmektir. Yalancının kim olduğunu onlara öğretecek olan beklenen azaptır. Böylece azabın, öğre­tici yönüne de dikkat çekilmektedir.

Hz. Şu'ayb onların gerekli olan köklü değişimi yapamayacaklarını anlayınca, beklentiye girmiştir. Onların da beklentiye girmelerini teklif etmiştir. Bu beklentinin içinde Allah'a tevekkül vardır. Artık çözümü Allah gerçekleştirecektir. İş peygamberin gücünü aşmış durumdadır.

Onların muhalefeti, direnci, düşmanlıkları, inkârda ve şirkteki ıs­rarları ulaşacağı yere ulaştı; şimdi oradan azabı alıp gelecek ve böylece yalancının ve doğru söyleyenin kim olduğu ortaya çıkacaktı.

îşte bu âyetler bize şunu öğretiyor: Allah'ın emirlerine karşı muha­lefet edenler, direnç gösterenler, hatta düşmanlığa varacak kadar olum­suz tepki gösterenler aslında insanlığı kirletmekteler ve bu kirliliğin te­mizlenmesi ancak ilâhî cezalandırma ile olabilmektedir. Çekilen sosyal bunalımlar, psikolojik ızdıraplar ve çözümsüzlükler azabın görüntüleri, uzantıları ve sonuçlan olmaktadır. Bununla beraber, olandan ders çıka­ramamak ise yaşanan hayatın analizini yapamamaktır.

10. Azabın gelişi.

"Emrimiz gelince, Şu'ayb'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rah­metle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtla­rında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç barınmamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu."

Medyen halkı kendisi ile barışamadığından, Allah ve O'nun pey­gamberleri ile de barışa yanaşmadı. Bütün uyanlara kulaklarını, beyinle­rini ve gönüllerini kapattılar. Bu barışa yanaşmamaları, şirkte ve ticaret­teki adaletsizlikte ısrarları başlarına bela getirdi.

a) Yüce Allah daha önceki toplumlara uyguladığını Medyen halkı­na da uygulayarak, önce Peygamber'ini ve onunla beraber iman edenleri kurtardı. Yüce Allah bu kurtarma hareketini, rahmeti, yani merhameti gereği yaptığını söylemektedir. Demek ki, iyilerin yani iman edenlerin imanı, ilâhî merhameti yeryüzüne indirip kurtarma hareketini gerçekleş­tirmektedir.

b) "Zulmedenleri korkunç bir gürültü yakaladı." Buradaki zulüm, hem şirk koşmayı hem de ticaretteki adaletsizliği ifade etmektedir. Şirk imandaki ölçüsüzlüğü; ticaretteki adaletsizlik de alış-verişteki ölçüsüzlüğü gündeme getirmektedir.

Demek ki, Medyen halkının işlediği zulüm, ilâhî alemde korkunç bir sese dönüşüp onların üzerine geldi. Yüce Allah'ın mesajına karşı ileri-geri konuşmalarında tükettikleri nefesleri korkunç bir gürültü olarak kendilerine yansıyıp döndü.

Dönen bu ses, onları yurtlarında diz üstü çökertti. Kendileri Al­lah'ın mesajına karşı çığlık atıyorlardı, peygamberini ölümle tehdit edi­yorlardı. Bu, Allah'a karşı bir çeşit savaş açmaktı. Kendi çığlıkları ve ölüm tehditleri kendilerini buldu ve bir savaş silahı olarak onları yurtla­rında dizüstü çökertti.

c) Onlara gelen bu azap, öylesine etkili oldu ki, orada yaşamamış gibi oldular. Yüce Allah, onların yaşantılarından gelecek nesillere hiçbir kalıntı bırakmadı, hayatlarından hiçbir iz bırakmadı. Böylece kendi kötü amelleri, kendi hayatlarını silip götürdü. Yüce Allah sadece canlarını almadı, aynı zamanda bütün eserlerini de yok etti.

Yüce Allah, Semûd kavmi gibi, Medyen halkını da rahmetinden uzak tuttu. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan günah işlediği zaman Rabb'inden uzaklaşır; Rabb'i de ondan uzaklaşır. Bu uzaklaşma o insan için bir azap olur, azaba dönüşür. Allah Te'âlâ, kulundan uzaklaşınca aradaki mesafeyi azap doldurmaktadır. Medyen halkı şirkte ve kötü a-mellerinde ısrar edince ve bu da toplumsal bir boyut kazanınca, Yüce Allah onları rahmetinden uzak tuttu. îşte bu uzaklıkta korkunç bir ses meydana geldi, onları yok etti.

Bizim bundan, yani Hz. Şu'ayb'ın olgusundan alacağımız ders ne olabilir? Yüce Allah bu olguyu bize bir hikaye olsun diye mi anlatıyor? Bu olgudan günümüze ve geleceğe taşıyacağımız ders şudur: Toplum­larda iyiler mutlaka kötüleri uyarmalı ve onların iyiliği için çaba sarf etmelidirler. Aksi takdirde kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu saracak ve dönüşü olmayan bir seviyeye gelecektir. Kötü ameller kay­bolmayacağına göre, toplumun hayatını kirletmeye devam edecektir. Bu manevî kirlilik, zamanla tedavisi mümkün olmayan bir hastalık halini alacaktır.

Artık bu hastalığı ölüm temizleyeceğinden, Yüce Allah o toplu­mun çöküşünü takdir edecektir. Yûnus 49'da açıklandığı gibi, o çöküşün bir saat ertelenmesi mümkün olmayacaktır.

Şirk ve ekonomik hayatın dengelerini bozmak, düzeltmeye çalı­şanları da dinlememek çöküşün dinamikleri arasında yer almaktadır. Tarihî olgulardan bu dersi alıp halka anlatacak ve öğretecek olan eğitim­cilerdir. Olgular, tarihin içinde canlı olarak yaşarlar, onlar bize her an konuşmaktadırlar. Önemli olan onların bu konuşmalarını duyacak kulak, beyin ve gönüle sahip olmaktır.[49]

 

Hz. Musa'nın Olgusu:

 

96.Andolsun, Musa'yı da âyetlerimizle ve açık bir ka­nıtla gönderdik.

97.Firavun'a ve ileri gelenlerine. Ama onlar Fira­vun 'un emrine uydular. Oysa Firavun 'un emri, doğru­
ya ve güzele ulaştırmıyordu.

98.Kıyamet günü kavmine önderlik eder. İşte (onları suya götürür) gibi ateşe götürdü. Ne kötü varış yeridir o götürüldükleri yer!

99.Hem burada hem kıyamet gününde peşlerine lanet takılmıştır. Ne kötü destektir o arkalarına takılmış ci­lan!

Daha önce Hz. Musa'nın olgusu, Bakara, Nisa, Mâide, A'râf ve Yûnus sûrelerinde çeşitle boyutları ile anlatıldığı için Hûd sûresinde çok kısa olarak ele alınmaktadır:

1. "Andolsun Musa'yı da âyetle­rimizle ve açık bir kanıtla gönderdik." Âyette geçen olî âyât "âyetleri-rniz"den kasdedilen nedir? Âlimler buna farklı yorumlar getirmişlerdi. Bu yorumlara girmeden kendi görüşümüzü vermek istiyoruz.

Eğer buradaki âyetler, kitabın âyetleri olsaydı, o zaman burada Hz. Musa'ya kitap verildiği söylenirdi. "Âyetler" den kasıt şu mu'cizeler"dir: '"Asâ, elin parlaması, tufan, çekirge, bit, kurbağa istila­ları, suların kana dönüşümü, ürünlerin noksanlaşması ve insanların ölü­mü". Bazıları "insanların ölümü" başlığı yerinde "Tur Dağı'nın onların üzerine gelmelerini" ifade etmektedirler. Kısaca Hz. Musa'nın mu'cizelerine "âyetler" dendiğini söylüyoruz.

96. âyette geçen ölkii sultân kelimesi "kanıt, delil" olarak analandırılmıştır. Bize göre -Muhammed Esed'in de desteğini alarak-tj kelime, "yetki, iktidar" anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği mu'cizeler onun peygamberliğini ispat ediyordu. Yüce Allah, ona peygamberliğinin yanısıra devlet başkanlığı, yani siyâsî erki çullanma yetkisini de verdi.

2. "Firavun'a ve ileri gelenlerine. Ama onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri. doğruya ve güzele ulaştırmıyordu."

a) Hz. Musa'nın, Firavun ve ileri gelenlerine gönderilmiş olması, :e?lığine onlardan başlaması anlamına gelmekte, yoksa sadece onlara re> gamber olarak gönderildiği anlamına gelmemektedir.

Neden Firavun ve etrafındaki ileri gelenlerden başlanmıştır? Biz bu sorunun cevabını şöyle veriyoruz: İlkel toplumlarda siyâsî erki elinde bulunduranlar halkın irâdesini de ellerinde bulunduruyorlardı. Sanki tarikatlardaki şeyh-mürit ilişkisi gibi bir ilişki söz konusu idi. Halk sade­ce devleti idare edenlerin emrini yerine getiren, bağımsız düşüncesi, irâ­desi ve teşebbüsü olmayan sürüler halinde idi. Devleti idare edenler, halkın inancına da yön veriyordu, hatta neye inanacağını dahionlar belirliyordu. Firavun kendisini halkın tanrısı olarak ilan etmiş ve halk da bunu kabul etmişti: "(Firavun), 'ben sizin yüce rabbinizim". dedi'" (Nâzi'ât 79/24).

İşte Firavun'un ve onun etrafındaki ileri gelenlerin inancı değişti­rildiği takdirde halk kitlelerinin de inancının kolaylıkla değişeceği ger­çeğinden hareket etmek için Hz. Mûsâ böyle hareket etmiştir. Firavun ve etrafındaki ileri gelenlerin inancının değişmesi ile halkın onlara tabî ol­ması büyük başarı getirecekti.

Burada değişimin yukarıdan aşağı halk kitlelerine inmesi metodu kullanılmakta, başarının o yönde elde edileceği prensibine uyulmuş ol­maktadır.

Diğer taraftan şöyle bir cevap da verebiliriz: Firavun ve etrafındaki ileri gelenler halka hukuksal, siyâsî ve ekonomik açıdan zulmediyorlar­dı. Halkı gruplara ayırarak bir grubu tutuyor, diğerlerine zulmediyorlar­dı. Halkı onların zulmünden kurtarabilmek için, Yüce Allah Hz. Mû­sâ'ya önce onlardan başlamasını emretmişti. Zulme uğrayan halk kitlele­rini kurtarmak için zulmedenleri yola getirmek gerekiyordu, |"Firavun'a gidin, çünkü o, iyiden iyiye azdı" (Tâhâ 20/43).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 97. âyetin devamı bu anlat­tıklarımızı zaten gündeme getirmektedir.

b) Halk Firavun'un emrine uymuştu. Halkın Firavun'un emrine uyması, irâdesini, düşüncesini ona teslim etmesi anlamına gelmektedir. Bu tabî olmanın yanlışı nerede idi? Âyetin sonu bu soruyu cevaplandır­maktadır: "Firavun'un emri doğruya ve güzele ulaştırmıyordu." Bunun anlamı Firavun'un emrinin aklın, yani sağ duyunun ürünü olmadığıdır.

Hûd 78'de Hz. Lût, reşîd kelimesini "akıl" manasında kullanmıştı. Hûd 97'deki reşîd kelimesini de "akıl" manasına alırsak, Firavun'un emirlerinin "aklın ürünü" olmadığını söyleyebiliriz. Aklın ürünü olma­yan emirleri verene uymanın doğru olmadığını insanlara öğretmek, bu ilkeyi onlara ulaştırmak için Hz. Mûsâ gönderilmiştir.

Yüce Allah bu olguyu bize niçin anlatmaktadır? Bu sorunun ceva­bını verince âyetlerin güncelleştirilmesi sağlanmış olacaktır. Halk kitle­leri aklın ürünü olan emirleri veren idarecilere tabî olacaktır. Aklın, yani sağ duyunun ürünü olmayan emirler halkı köleleştirecek, hür irâde, hür düşünce ve hür teşebbüsü ortadan kaldıracaktır.

Aklın ürünü olmayan emirler veren Firavun'a tabî olanları eğitmek için nasıl Hz. Mûsâ gönderilmiş ise, bunun örneği de günümüz din eği­timcilerine taşınmalıdır. Eğitimin siyasete en büyük katkısı ve yol göste­rici görevi, akla göre, akıldan kaynaklanan emirler vermelerini, kanun yapmalarını önermek ve onları yetiştirmektir.

Aklın ürünü olan emri nasıl tanıyacağız? Bir emir, halkı doğruya, güzele, iyiye ve faydalı olana götürüyorsa, o emir aklın ürünüdür. Bura­daki, yani âyet 97'deki emir kelimesini günümüzde, "hukuk adına yapı­lan kanunlar ve devlet adına, halk adına yapılan faaliyetler" olarak al­mak gerekiyor. Çünkü o devirde, Firavun'un her emri, her faaliyeti bir kanun gibi idi, ama objektif olmadığı için de hukuk niteliğini taşımıyordu. Aklın ve sağ duyunun ürünü olmayan bir emir asla hukuk niteliği taşıyamaz. Aklın ürünü adalettir, doğruluktur, güzelliktir, iyilik­tir, iyidir ve faydalı olandır. İşte bize Yüce Allah, her şeyde aklı, yani sağ duyuyu kullanmamız için Firavun örneği ile eğitim yapmaktadır.

3. "Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Varacak­ları yer ne kötü yerdir."

a) Bu âyetten çıkaracağımız ilk prensip şudur: Yüce Allah aklın ürünü olan emirler vermeyen Firavun'a uyan insanları uyarmaktadır. Bu dünyada hangi lidere uyuyorsanız öbür âlemde de ona uyacaksınız. Bu dünyada insanların önüne geçip onları kötüye, yanlışa ve Allah'a isyana götürenler, âhirette de aynı kimselerin önüne geçip onları cehenneme götürecektir.

b) Yüce Allah Firavun modeli ile gelecek nesillere öğüt vermekte­dir. Kötüye önder olup halk kitlelerini

yanlışa götürenlerin durumu âhirette de devam edecektir. "Düşüncelerinizi, irâdelerinizi ve davranış­
larınızı kime teslim ederseniz, âhirette de onun peşine takılıp gereken yere gideceksiniz/' denmektedir.

Bu dünyada insanlar bir biçimde düşünce, irâde ve akıllarını birile­rine teslim etmektedirler, bir biçimde birilerinin peşine takılıp yanlışa ve tefrikaya doğru gitmektedirler. Peşine takıldıkları şey, bir fikir akımı, tarikat, mezhep veya insan olabilir. Aklın ürünü olmayan, sağ duyunun mayası bulunmayan, ilâhî vahyin önderliği bulunmayan bu oluşumların, insanlığı bu dünyada karanlığa, öteki âlemde de cehenneme götüreceği­ne dair öğüt işte bu âyette verilmektedir.

Tefsirini yaptığımız bu âyet, günümüzün ve geleceğin insanına ak­lını kullanmasını, kendi kendine düşünmesini, kendi kendine karar ver­mesini, tanrı olmayacak insanları tanrı edinmemesini; kısaca kendi ayak­ları üstüne durarak hayatını yaşamasını öğretmekte ve bunun önemini anlatmak için Firavun modelini kullanmaktadır.

Artık çağımızın ve geleceğin insanı kimin peşine gittiğinin bilin­cinde olmalı ve işini bilerek yapmalıdır. Aklını kullanamayan insanlar, aklın ürünü olmayan emirleri, felsefeleri, sistemleri ve kuralları tanıya­mazlar, dolayısıyla sonradan pişman olacakları bir yola girerler.

c) "Varacakları yer ne kötü yerdir" buyurulurken, caydırıcı bir hava yaratılmaktadır. İnsan, sonucunun nereye gittiğine veya gideceğine iyi bakmalı ve o konuda beynini kullanmalıdır.

Bu âyette geçen el-vird kelimesi, "gelmek, hazır bulunmak"; ağaçla kullanılınca "çiçeklenmek"; "burnu uzamak"; sıtma ile kullanı­lınca "nöbet nöbet gelmek"; evrade kalıbında, "getirmek, haberi an­latmak, birini suya getirmek"; verrade kalıbında, "kadının yanağının kırmızıya boyanması";  vârede kalıbında, "beraber gelmek";

mevrid kalıbında, "su kaynağı, suya giden yol";  verîd kalıbında ise "boğazın iki yanındaki atar ve toplar damar" manalarına gelmektedir.

 

Vird Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1. Varmak.

Genelde verade kelimesi, su ile kullanılmaktadır. Bu manadan ha­reketle, verade kelimesinin herhangi bir yer için de kullanıldığına şahit oluyoruz.  "Mûsâ, Medyen suyuna varınca" (Kasas28/23) âyetinde verade kelimesi, "suya varmak" anlamında kullanılmıştır.

2. Girmek.

"Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer tanrı

olsalardı, oraya girmezlerdi" (Enbiyâ 21/98-99). Bu âyetteki vâridûn kelimesini "girmek" şeklinde

anlamlandırmak gerektiği kanaatindeyiz.

3. Susuş olmak.

Bu kelime, Meryem 86'da virden kalıbında gelmiştir: "Günahkarları da susuş olarak cehenneme sürdüğümüz

gün.

4. Uğramak, müşahede etmek, görmek.

Söz konusu kelime, Meryem 71'de bu anlamlarda yer almaktadır: "İçinizde oraya uğramayacak (orayı görmeyecek, müşahede etmeyecek) hiçbir kimse yoktur. Bu Rabb'in için kesinleşmiş bir hükümdür." Bu âyetteki vârid "uğramak" ifadesi, "her­kes cehenneme girecektir" anlamına alınmamalıdır. Günahkarların hep­sinin oraya uğrayacağı, ama günahkar olmayanların da orasını göreceği ifade edilmektedir.

5. Sucu.

Yûsuf sûresinin 19. âyetinde vârid kalıbı bu anlama gelmektedir: "Bir kervan geldi ve sucularını kuyuya

gönderdiler."

6. Gül çiçeği.

"Gök yarılıp da kızarmış yağ renginde gül gibi olduğu zaman" (Rahman 55/37). Bu âyette ilgili kelime, verde kalıbında gelmiştir.

7. Damar.

Bu kelime, boğazın iki tarafından geçen toplar ve atar damarlar için de kullanılmaktadır. "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf 50/16) âyetinde Yüce Allah bu anlamla ilgili kelimeye verîd kalıbında yer vermektedir.

8. Götürmek.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 98'de evrade kalıbı, "gö­türmek" anlamına gelmektedir.

9. Sürüklenen yer.

Aynı şekilde Hûd 98'de l el-virdü'1-mevrûd şeklinde, "sürüklenen yer" anlamını ifade etmektedir.

4. "Onlar burada da, kı­yamet gününde de lanete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır."

La'net kelimesini "Allah'ın rahmetinden uzak kalmak, uzaklaştı­rılmak" manasına aldığımızda aklın, sağ duyunun ürünü olmayan emir­ler veren ve böylece halkını kötüye götüren devlet adamları ile onlara tâbi olanların, hem bu dünyada hem de âhirette lanetlenecekleri anlaşıl­maktadır.

Rifd kelimesi, "bağış" demektir. Asıl manası, "istenilene ulaştıran ve ona ulaşmaya yardımcı olan"dır. İbn Abbâs buna, "la'netten sonra gelen la'net" manasını vermiştir[50]. Böylece, bu ke­lime ile Yüce Allah onlara verilen laneti hatırlatmaktadır.

Hûd 18'de Allah'a iftirada bulunanların âhirette la'nete uğrayacak­ları; Hûd 60'da da 'Âd kavminin la'netlendiği yani Allah'ın rahmetinden uzak kılındığı gibi Firavun ve ona tâbi olanların da dünya ve âhirette

la'netleneceklerine işaret edilmektedir.[51]

 

Hud Suresinde Peygamberlerin Olguları Niçin Anlatıldı?

 

200. İşte bu, memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; (bugüne kadar izleri) kalan da var­dır, biçilmiş ekin gibi yok olan da.

101. Onlara biz zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabb'inin emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp taptıkları tanrıları onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyan­larını artırmaktan başka bir şeye de yaramadı.

Yüce Allah'ın, peygamberlerin hayatında geçen olguları anlatma­sının amacını bu âyetlerde buluyoruz.

1. Bu kıssalar, insanlara bir ders olarak anlatılmaktadır.

Geçmişteki toplumların bir kısmının izlerine hâlâ rastlıyoruz, çün­kü fızîkî manada şehirleri devam etmektedir. Ama bazıları tamamen silinip gitmiştir. Silinip gidenler hakkında öyle bir benzetme yapılmak­tadır ki, "biçilmiş tarlalar" durumuna geldiklerine dikkat çekilmektedir.

Hâlâ yerinde duran bu kasabalarla biçilmiş tarlalar gibi silinip gi­den toplulukların ele alınmasının amacı, gelecek nesillere tarihin dina­miklerini anlatmak, öğretmek ve uyanlarda bulunmaktır.

Unutulmamalıdır ki. geçmişin olgularının tamamı anlatılmamış; anlatılan olgular da detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Olguların anla­tılmasında değinilen önemli konular, özellikle sebep-sonuç ilişkisi içinde sunulmuştur. Sebepler aslında, özellikle Allah'tan başka tanrılara tap­mak ve bunda ısrar etmek; ahlâkî dengeleri bozmak ve ahlâkî değerleri bir tarafa atıp onlarla alay etmek; ekonomik yapının dengelerini bozmak, kul hakkı yiyerek insanları sömürmek; peygamberleri yalanlamak ve ölümüne varacak şekilde onlara olumsuz tepkilerde bulunmak yer al­maktadır.

Yüce Allah bu sebepleri anlatırken, bunların doğurduğu neticeleri de detaylı bir şekilde açıkladı. Sonuçlarının bir kısmının bu dünyada cezalandırmak şeklinde, bir kısmının da âhirette azap olarak kendilerine döndüğünü görüyoruz.

2. Yüce Allah, milletlerin çöküşünün nedenlerini verdikten sonra, bunun bir zulüm olup olmadığını, zulüm ise bunu kimin yaptığını da açıklamıştır.

"Onlara biz zulmetmedik, onlar kendi­lerine zulmettiler." Bu ifadeden anlıyoruz ki insanlar bu yapılanların zulüm olduğu iddiasında, değerlendirmesinde bulunacaklardır. Tufanla, sesle ve volkanik depremle helak edilen bu toplumların zulümle bu hale geldikleri değerlendirmesini sonraki nesiller söyleyebilir. Olgularla za-mandaş olmayanlar helak edilenleri mazlum sandalyesine oturtabilir. Yüce Allah bunu bildiği için âyette, kendisinin onlara zulüm yapmadığı­nı ilan etmektedir.

Yüce Allah'ın Kur'ân'da önde gelen mesajlarından biri, kullarına zulmetmediği meselesidir. Yüce Allah'ın "zulmedici" anlamına gelen bir

sıfatı ve ismi yoktur. Zaten O, zulmetmediğini farklı konuların ardından gündeme getirmektedir:

i. Hûd sûresinde olduğu gibi, Yüce Allah, helak ettiği toplumların ardından bunu gündeme getirmektedir (Hûd 11/101; Tevbe 9/70; Ankebût 29/40).

ii. "Kim iyi bir iş ya­parsa, bu kendi leyhinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabb'in kullara zulmedici değildir" (Fussılet 41/46). Herkesin ameli kendisine aittir. Bu kuralı Yüce Allah çiğnemeyeceğinden kullarına asla zulmetmez.

iii. "Şüphe yok Allah zerre kadar zulmetmez" Nisa 4/40). Kulun yaptığı kötülüklerin cezasını adaletle verir; iyilik yaparsa karşılığını kat kat verir. Bu konuda asla haksızlık yapmaz.

iv. "Kitap ortaya kon­muştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay hâlimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırak­maksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bul­muşlardır. Senin Rabb'in hiç kimseye zulmetmez" (Kehf 18/49).

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, hiçbir şekilde ve zerre miktarı Yüce Allah kullarına zulmetmez. Allah katından bakınca zulüm kelimesine "haksızlık" manasını vermek daha doğru olacaktır.

Peki Allah kullarına zulmetmediğine göre onlara verilen ceza ne­reden gelmektedir? Ortada bir haksızlık, yani bir zulüm vardır. İşte aşa­ğıdaki âyetler bu soruyu cevaplandırırken insanların kendi kendilerine zulmettiklerine işaret etmektedir.

v. "Sana anlattıklarımızı, daha önce Yahûdî olanlara da haram kılmıştık. Biz  onlara zulmetmedik,  fakat onlar kendilerine  zulmetmiyorlardı" N'ahl 16/118).

Yüce Allah, kullarına haram lokma yedirmez, tam tersine kul ken­disi haram yer. Haram yiyen kendisine zulmetmiş, yani haksızlık etmiş oluyor. Haram yemenin sonunda gelen cezalar da haram yiyenin kendi­sine yaptıkları oluyor.

vi. Kendilerine hak geldiği halde haktan hoşlanmayanları Yüce Al­lah suçlu anlamına gelen mücrim olarak vasıflandırmaktadır. Bunlar uzun süreli olarak cehennemde kalacak ve azapları hafifletilmeyecektir (Zuhruf 43/74-75: 78). İşte mücrimlere verilen bu ceza Allah'ın zulmü değildir: "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmeden kimselerdir (Zuhruf 43/76).

vii. İnkâr edenlerin amelleri boşa gidecektir. Tıpkı kavurucu bir rüzgarın ekinleri yok etmesi gibi onların yaptıkları da yok olacaktır. Bu durum Allah'ın zulmü değildir: "Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar" (Âl-i İmrân 3/117).

viii. Geçmiş toplumlardan, peygamberlerin delillerini inkâr edenle­rin helak edilmesi Allah'ın zulmü değildir. "Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendi­lerine zulmetmekteydiler" (Rûm 30/9).

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, Allah Te'âlâ kullarına zulmetmez; ortada bir zulüm varsa, bu da kendi yaptıklarıyla başlarına gelmiş ve böylece kendi kendilerine zulmetmiş olmaktadırlar. İnsanların yaptıkları, kendilerine dönüyor. Kötü eylemler buharlaşıp ilâhî aleme çıkıyor, kendine yakışanı alıp geliyor. Bunu şu şekilde anlatabiliriz: İm­tihanda cevap vermeyen öğrenci zayıf alırsa, kabahati öğretmeninde bulamaz. Onun, çalışmayıp tembelliğinin kendisine döndüğü gerçeğini görmesi gerekiyor. Notu veren, ona haksızlık etmemiştir.

Sebep-Sonuç ilişkisine göre düşünürsek, dünyevi ceza görüp helak olan toplumların helak olmasının sebebi kendi eylemleri, düşünceleri ve inanış biçimleridir. Sebep Allah değildir. Onun içindir ki Yüce Allah, geçmiş toplumların hayat tarzlarını bize açıklamakta, hangi davranışları­nın helake sebep olduğunu bildirmekte, o dönemlerde iyi ile kötünün mücâdelesi ve bu mücâdelelerin ulaştığı neticelerin bilgisini verirken gelecek nesillere ışık tutmakta, tarihin dinamiklerinin neler olduğunu öğretmektedir.

Yüce Allah'ın bu anlatımı ve öğretimi o olgulara can vererek ha­reket etmelerini sağlamakta ve onları geleceğin nesillerine taşımaktadır. Geçmiş toplumların hak, iyi, doğru ve faydalı olan değerlerle nasıl çatış­tıklarını, onlara nasıl sırtlarını döndüklerini ve nasıl yalanladıklarını an­latarak gelecek nesillere bu konuda hata yapmamalarını öğütlemekte, tarihî olgulardan ibret almanın önemine dikkat çekerek tarih derslerinin nasıl anlatılması gerektiğine de ışık tutmakta ve tarihi öğretirken sadece sonuçları değil, sonuca giden sebeplerin de iyice anlatılmasını vurgula­maktadır.

3. Sahte tanrılar işe yaramayacak.

"Rabb'inin  emri  geldiğinde,  Allah'ı  bırakıp  da  taptıkları

tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye de yaramadı."

 femâ eğnet "fayda vermedi" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah bizlere ve bizden sonraki nesillere fayda vermeyen şeylerin tanrı olamayacağı anlayışını öğretmektedir. Tanrı olacak varlık, tüm faydaların kaynağında bulunmalıdır. Yüce Allah geçmiş toplumların başından geçen olgularla bunu anlatmaktadır.

Yüce Allah'ın o toplumlara azap etme konusundaki emri gelince, o sahte tanrıların onlara hiçbir faydası olmadı, yani azabı engelleyemedi-ier. Bundan şunu çıkarmak gerekiyor: Gerçek tanrının verdiği ceza asla engellenemeyendir. Sahtelik bundan anlaşılacaktır. Fayda temin edeme­yen, kullarının başına gelen cezayı engelleyemeyen tanrı olabilir mi?

"Tam tersine ziyanlarını artırdılar." Sahte tanrılara tapmas'alardı, onların uğruna Allah'ın vahyine ve

peygamberine karşı gelmeselerdi ziyana uğramayacaklardı. Âyetin sonunda geçen gayra tetbîb terimini İbn Abbâs, Zemahşerî, Beydâvî, Hâzin ve Nesefî gayra tahsîr şeklinde manalandırmışlardır. Her ikisinin manası da

"ziyana uğratmak"tır. Arapça'da tebbe fiili, "helak oldu. ziyana

uğradı" demektir. Bu kelimenin tebbebe kalıbı da "birisi diğerini ziyana soktu" anlamına gelmektedir[52].

Müşrikler sahte tanrılara, kendilerine faydalan dokunsun diye tap­tılar ve sahte tanrılara tapmakla da şirk koşmuş oldular. Şirk onlara bir zarar getirdi: Allah'ın azabı gelince sahte tanrıları ona manî' olamayınca da ikinci bir zarar görmüş oldular. Böylece ziyanlara ziyan eklenmiş oldu ve hem dünya hem de âhiret azabına uğramış oldular.

Demek ki, insanlar sahte tanrılara tapmakla kendilerine zulüm, ya­ni haksızlık etmiş oluyorlar. Geçmiş toplumların helaki, kendi kendileri­ne zulmetmelerinin neticesidir. Artık yaşamakta ve gelecekteki nesiller şirkin zararlarını öğrenmiş olmalı, geçmişin olguları onlara rehberlik etmeli ve onlardan yeteri kadar istifade etmiş olmalıdırlar.[53]

 

Ceza Caydırıcı Olmalıdır:

 

102. Rabb'in, haksızlık eden memleketleri yakaladı­ğında, O'nun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz onun
yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir.

İşte bunda, âhiret azabından korkanlar için elbet­te bir ibret vardır. O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün (herkesin) hazır bulun­duğu bir gündür.

Biz kıyamet gününü sadece sayılı bir müddete ka­dar bekletiriz.

Kıyamet geldiği gün Allah'ın izni olmadan hiçkimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi de
mutlu. Bedbaht olanlar ateştedirler, orada olanların bir nefes alıp vermeleri vardır ki!

Bu âyetlerin açıklanması ile varacağımız genellemeler olacaktır:

1. Allah'ın azabı kulun dünyada yaptığı zulmü takip eder ve çetin olur.

Yüce Allah'ın azabı, zulüm içinde olan memleketlerin halkına gelmektedir. Zulüm sebep, azap da neticedir.

Toplumların halkı nasıl zâlim olur? Bu soruyu şöyle cevaplandıra­biliriz: Şirk koşan halk kendi kendine zulmetmekte; tevhîd inancını çiğ­nemektedir. Allah'ın var ve bir olduğuna inanmak, Allah'ın kullan üze­rindeki hakkıdır. Allah'ın hakkını çiğneyen müşrik, zâlimdir.

Diğer taraftan kul hakkı yiyen, yani ekonomik hayatın dengelerini bozacak kadar ölçü ve tartıda haksızlık edenler de zâlimdirler. Haram lokma, toplumun asaletini ve ahlâkını bozacağından zulümdür.

Siyâsî açıdan toplumun idaresini elinde bulunduranlar halka baskı yapar, onlar hür düşüncelerini, irâdelerini ellerinden alırlarsa zulüm iş­lemiş olurlar. Halkın inancını zorla tayin edenler zâlimdirler.

Kendilerine gönderilen ilâhî mesajı göz ardı ederek ona sırtını dö­nenler, o mesajın ön gördüğü ahlâkî değerleri görmezlikten gelerek ah­lâksız yaşantıyı tercih edenler de zâlimdirler.

İşte bunları yapan memleketlerin halkını Yüce Allah şiddetli bir azap ile yakalamakta ve onları helak etmektedir. Ama bu azap ya da â-yetteki ifade ile "yakalayış" elem verici ve çetin olmaktadır. Demek ki halkın zulmü, Allah'ın yakalamasına sebep olmaktadır. Zulmün olmadı­ğı toplumu Yüce Allah helak etmez.

2. Tarihsel olguların etkinliği, öğreticiliği insanın psikolojisine gö­redir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 103'de şu ilâhî ifade yer al­maktadır: "İşte bunda, âhiret azabından

korkanlar için elbette bir âyet vardır." Âhiret azabından korkan adam, tarihsel olgulardan, yani Kur'ân'da anlatılan tarihî olgulardan ibret, yani ders alırlar. Âhiret azabından korkmak tamamen psikolojik, yani imânî bir durumdur. Âhiret azabından korkmayan, yani öyle bir azabın oldu­ğuna, olacağına inanmayan insanlara bu olgular etki etmez, onlara bir ders vermez, denmektedir.

Gönlünde âhiret azabına karşı korku olan, âhirete inanıyor demek­tir. İşte bu gönül tarihsel olgulardan ibret alabilmektedir.

3. Âhiret/mahşer nasıl bir yerdir?

Yüce Allah 103. âyette âhiret azabının korkusundan bahsedince, ardından böyle bir sorunun sorulacağını bildiğinden, âhiret hayatının özelliklerine değinmektedir.

a) "O gün, bütün insanların bir araya toplan­dığı bir gündür." Bu dünyada farklı zamanlarda, farklı çağlarda ve farklı mekanlarda yaşayan insanların tümü orada bir araya gelecektir. Demek ki, âhiret günü, toplantı günüdür.

i. "De ki: Hem öncekiler hem sonrakiler, belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır!" (Vâki'a 56/49-50).

ii. "Elbette onların hepsi (kıyamet gününde) karşımıza hazır bulunacaklardır" (Yâsîn 36/32).

iii. "Nihayet sûra üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rabb'lerine giderler. Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman'in vadettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! der­ler. Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar" (Yâsîn 36/51-53).

iv. Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir" (Bakara 2/148).

v. "Herkesin "Ne mesih ne de Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar. O'na kulluktan geri durup büyüklenen kim­selerin hepsini Allah yakında huzuruna toplayacaktır" (Nisa 4/172).

vi. "O gün, onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah'a ortak koşanlara: "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz" (En'âm

vii. "Allah onların hepsini bir araya topladığı gün: 'Ey cinler topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştı­nız'der" (En'âm 6/128).

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki âhirette mahşer gerçekleşecek, yani bütün insanlar ve cinler bir araya gelecektir. Buradan dolayı Yüce Allah âhiret gününe toplantı günü demekte, bu toplantı gününe inanıp ondan korkanların peygamberlerin başından geçen tarihsel olgulardan bir ibret, bir uyarı ve bir ders alacağını buyurmaktadır.

b) "O gün bütün varlıkların hazır bulunduğu bir gündür." Bütün yaratıkların hazır olmasının anlamı, bütün amellerin ortaya konacağı gün olmasıdır. meşhûd "şahitlenmiş" anlamına gelmektedir. Soruşturma, değerlendirme herkesin huzurunda olacaktır. O gün herkes bu sorgulama olayına şahitlik edeceğinden o güne yevmün meşhûd yani, "şahitlenmiş gün" adı verilmektedir.

Âhiretin bu özelliklerini din eğitimi, "niçin?" sorusunu cevaplandı­rarak halka, hatta insanlığa anlatmalıdır. Yüce Allah âhiret ismi verilen toplantı ve şahitlenmiş günü niçin koymuştur? Dünyada insanların öyle­sine gizli eylemleri ve niyetleri vardır ki, dünyevî ya da beşerî hukuk onları yakalayıp cezalandıramamaktadır. Bu durumda mazlum olanların hakkını kim alacaktır1 Âhiret hayatında Yüce Allah onların hakkını ala­cak ve zulmedenlere bu dünyada görmedikleri cezayı orada verecektir.

Diğer taraftan âhiret hayatının olacağına iman, ahlâkın en önemli direğini, hatta alt yapısını teşkil edecektir ve etmelidir. Demek ki hakla­rın alınması, günahların değerlendirilmesi ve ahlâkî disiplin için âhiret adında bir hayat konmuştur.

c) "Biz kıyamet gününü sadece sayılı bir zamana kadar bekletiriz." Yorumunu yapmakta olduğumuz 104. âyet kıyamet gününün başka bir özelliğini gündeme getirmektedir. İnsanın belli bir ömrü olduğu gibi, kainatın da belli bir ömrü vardır. Onun ölü­müne "kıyametin kopması" diyoruz. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Kıyametin kopması nasıl olacaktır? Kur'ân'da bu soruyu cevap­landıran çok âyet vardır. Bunların tümünü burada sıralamamız imkan­sızdır. Ancak birkaç âyeti burada cevap olarak zikredebiliriz.

i. "Sûra üfürülünce, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde kim varsa hepsi ölecektir" (Zümer 39/68). Bu âyetten anlıyoruz ki, kıyametin kopması sûra üflemekle başlayacaktır.

ii. "Kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şey­dir" (Hac 22/1). Bu âyete göre, sûra üfürüldükten sonra büyük bir dep­remle kâinatın düzeni ve kanunları bozulacaktır.

iii. "Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği, insanlar bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün" (İbrahim 14/48).

Bu âyete göre, kıyametin koptuğu gün, gökler ve yerin ölümü, de­ğişim şeklinde olacaktır. Gökler başka gökler, yer de başka bir yer haline dönüşecektir. Onun için bu âyette X4 tebdîl/tübeddel "dönüşüm" kelimesi geçmektedir. Demek ki, var olan bu kâinattan başka bir kâinat doğmuş olacaktır.

Şimdi bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 104'e gö-türürsek, kainatın belirlenen kopma, yani ölüm günü ya da değişim gü­nü, sûra üfürülüp büyük zelzele ile başlayacak ve değişimle son bulacak­tır. İbrahim 48'deki değişimin Allah katında belirlenen ve tehiri müm­kün olmayan bir anı, günü vardır. Demek ki kâinatın a'dûd yani "sayılı günleri, ömrü" vardır. Kâinatın ömrü, insanların ömründen uzun olması nedeni ile, ona inanmaları çok zor olmaktadır. Bazı insan­lar, kâinatı sonsuz olarak görmekte ve böylece sapık bir inanca sahip olmaktadırlar.

d) "O geldiği gün, Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi de mutlu." Âhiretin başka bir özelliğini de, yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 105 belirlemektedir. Âhirette Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Bundan anlıyoruz ki, bazı insanlara orada ko­nuşma izni verilecek ve onlar da konuşacaklardır.

"Ruh ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmân'ın izin verdiklerinden başkaları konuşa­mazlar" (Nebe' 78/38). Âhirette konuşan ruhlar, melekler, cinler ve in­sanlar olacaktır. Konuşma iznini Allah verecek ve kimin konuşacağını O belirleyecektir. Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: Âhirette nelere ve kimlere konuşma izni verilecek, kimlere verilmeyecektir?

Kur'ân'da konuşma izninin kimlere verileceği konusunda âyet bu­lunmamaktadır; nelere verileceği konusunda da az âyet vardır. Fakat kimlere konuşma yasağı konacağı konusunda pekçok âyet vardır.

Kimlere konuşma yasağı konacağından hareketle âhirette kimle­re/nelere konuşma imkânının verileceğini de çıkartabiliriz:

i. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri konuşur, ayakları da şahit­lik eder" (Yâsîn 36/65). Demek ki Yüce Allah âhirette, insanların organ­larına konuşma izni verecektir. Buna benzer âyetler de Fussilet 20-22. âyetleridir. Âhirette kulaklar, gözler, deriler şahitlik edecektir. Bu âyet­lerde konuşma değil de şahitlik etme fiili yer almaktadır. Zaten şahitlik yapmak, bir çeşit konuşmak demektir.

ii. "Bu, kâfirlerin konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler" (Mürselât 77/35-36).

iii. "Müşrik arkadaşı der ki: Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi. O esnada Allah buyurur: Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarı göndermiştim" (Kâf 50/27-28).

Cin ve insanlardan cehennemlik olan nesiller cehennemde bulu­şunca orada sonraki nesiller, öncekilerin azabının iki kat olması için yal­varacaktır. Öncekiler de onlara konuşup karşılık verecektir. (A'râf 7/38-39).

Aynı tartışma şekli başka bir boyutuyla Ahzâb 67-68. âyetlerde yer almaktadır. Başka bir konuşma şekli de Allah'ın huzurunda cereyan ede­cektir (Sebe' 34/31-33).

Kâfir ve müşriklerin konuşmaları anlık olacaktır. Kısa konuşmala­rının ardından onlara konuşma yasaklanacaktır. Bu noktadan hareket edersek, müşrik ve kâfirlerin dışındaki mü'minlere konuşma izni verile­cek demektir. Mü'minlerin içinden de peygamberlere ve manevî olgun­lukta zirveye ulaşanlara izin verileceğini söyleyebiliriz.

Kısaca şunu söyleyebiliriz: Âhiret gününün özelliklerinden biri de konuşma yasağının konmasıdır. Tıpkı izin verilenlerin şefaat etmesi gibi izin verilenler de konuşacaklardır. Bize göre şefaat için izin verilenlere konuşma izni de verilecektir.

Genel manada insanlar orada iki kısma ayrılacaktır. Bedbaht olan­lar ve mutlu olanlar. Oradaki bedbahtlığı ve mutluluğu bu dünyada yapı-

lan ameller belirleyecektir. Bu dünyadaki iman ve amellerimiz, o dünya­da bedbahtlığa veya mutluluğa dönüşecektir. Bu dünyadaki iman ve a-meller oradaki mutluluğu veya bedbahtlığı getireceği gibi konuşma izni­ni de alacaktır. Herkes iman ve ameli kadar konuşacaktır. Kişinin kendi­si değil, iman ve ameli izin alacak veya onlara izin verilecektir.

4. Kimler bedbaht, kimler mutlu olacaktır?

a) Yüce Allah 105. âyette geçen bedbaht kimselerin nasıl muamele göreceklerini 106. âyette açıklamaktadır, "Bedbaht olanlar ateştedirler, orada onların bir nefes alıp vermeleri vardır ki" Demek ki, 105. âyette geçen bedbaht kimseler cehennemde olanlar ve cehennem ateşinde olduklarından bedbaht olarak nitelendirilmektedirler. Bu dünyadaki inanç ve ameller cehenneme dönüşünce, söz konusu durum doğal olarak insanda bir bedbahtlık meydana getirecektir.

Bu üzüntü veya bedbahtlık nasıl bir şeydir? Buna cevabı Yüce Al­lah, âyetin devamında vermektedir. Bu bedbaht insanların üzüntüsü, ne­fes alıp vermelerine yansıyacaktır. Zefir denen şiddetli bir nefes ve­recek ve yine şehîk denen uzun bir nefes alacaktır. Âlimler zefiri göğüsten gelen bir homurtu olarak nitelendirmişlerdir. Bu kelimenin kök kalıbı zeferadır. "Soluğu uzunca çekip dışarı vermek, bir şeyi yüklenip götürmek, kuyudan su çekmek, ateşin alevinin görülmesi, bitkinin bitmesi" manasına gelen bu kelimenin zefir kalıbı, "eşek anırırken sesinin başlangıcına"; şehîk da "anırmasının sonuna" denmektedir. Zefire "inilti", şehîka da "soluma" diyebiliriz. "Bir şeyi klenip götürmek" manasından hareket edersek, bu kelimelerin "yük taşıyan insanın nefes alıp vermesini" ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Mülk sûresinin 7. âyetinde şehîk kelimesi "cehennemin çıkardığı uğultu" manasına gelmektedir. Zefir kelimesi de Enbiyâ 100'de "inim mim inlemek" anlamana gelmektedir. Zefir Furkân 12'de "cehennemin uğultusu" olarak manalandırılmaktadır. Bu kelimeler, âhirette insanların bedbahtlığını, yani üzüntülerinin tezahürü olan nefes alıp vermelerini :fade etmektedir.

Demek ki, âhirette bedbaht olacak olanlar, bu dünyada inkâr eden, şirk koşan, böylece amelleri boşa çıkan ve orada cehennemlik olanlardır.[54]

 

Cennet Ve Cehennem Ebedi Midir?

 

İ07. Rabb 'inin dilediği hariç, onlar gökler ve yer dur­dukça o ateşte ebedi kalacaklardır. Çünkü Rabb'in, is­tediğini hakkı ile yapandır.

108. Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabb 'inin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedî kalacaklardır. Bu, bitmez-tükenmez bir lütuftur.

Bu âyetin tefsirinde müfessirler, cennet ve cehennemin ebedî olup olmadığı konusunu tartışmışlardır. Bazı müfessirler cennet ve cehenne­min ebedî olmadığını söylerken, diğerleri de ebedî olduğunu iddia etmiş­lerdir. Biz bu âlimlerin iddialarına delil getirmedikleri âyetleri de delil getirerek açıklayacak ve böylece bir neticeye varmaya çalışacağız.

1. Cehennem ve cennet ebedîdir.

Âlimlerin çoğu bu görüşü savunmaktadır. Fakat bunlar Hûd 107'de geçen "Gökler ve yer durdukça" ifadesini yorumlarken zorluk çektiklerinden şu açıklamayı yapmaktadırlar: Arap-

lar "devamlılığı" ifade ederken "gökler ve yer durdukça"; "gece ile gün­düz birbirini izledikçe" ve "dağ yerinde durdukça" tabirlerini kullanmak­tadırlar. Arapların örfüne göre, ebedîlik yani süreklilik bu şekilde ifade edilmektedir. Bu ifadeler mecaz anlamda ebedîlik manasına gelmektedir[55]. Buradaki fikirleri Süleyman Ateş, bu âyetlerin tefsirinde özetlemektedir.[56]

Bu fikri savunanlara, yani cennet ve cehennemin ebedî olduğunu iddia edenlere katkı olarak şu âyetleri delil olarak getirebiliriz: "Allah kendine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için affeder. Allah'a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiştir" (Nisa 4/48). Demek ki "şirk" denen en büyük günah, asla affedilmeye­ceğine göre, onun azabı da çok uzun süreli olacaktır.

"Şu muhakkak ki Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî olarak kalacaklar; ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır" (Ahzâb 33/64-65).

Bu âyetin dışında, cehennemin geçtiği tüm âyetlerde ebedîlik hep hâlidîn kelimesi ile ifade edilirken, sadece iki âyette  hâlidîn kelimesine ebedâ kelimesi de ilave edilmiştir. Her iki kelime de ebedîliği ifade etmekte, sadece ijuî ebedâ kelimesi, pekiştirici bir görevi yerine getirmektedir. Ama ebedâ kelimesi, Kur'ân'da daha çok cennetle ilgili olarak geçmekte; Nisa 163 ve Ahzab 65'de ise cehennemle ilgili olarak kullanılmıştır.

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: hâlidîne fîhâ ebedâ "orada ebedî olarak kalacaklardır" ifadesi sonsuzluğu ifade ediyor mu? Eğer ifade etmiyorsa, bu ifadeyi "orada uzun süreli olarak kalacak­lardır" şeklinde

manalandırmamız mümkün müdür?

Demek ki "şirk" günahının affedilemezliği ve "onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" ifadesini sonsuz manasına

da alınca, cehennemin ve cennetin sonsuz olduğu görüşü haklılık kazanmaktadır. Fakat, bu gö- rüşü savunanların

başka âyetlerle karşılaştıklarında zorluklan olacağını da bilmeleri gerekiyor.

2. Cennet ve cehennem ebedî değildir.

Bu görüşü savunanlar da delil olarak yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Hûd 107 ve 108"de geçen "Rabb'inin

dilediği hariç" ifadesini getirmektedirler. Eğer cehennemlikler ile cennetlikler ebedî olarak orada kalsalardı, bu

istisna olmamalı idi.

Biz onlann bu deliline, âyetteki "Gökler ve yer durdukça" ya da "devam ettikçe" ifadesini de ilave ediyoruz.

Şimdi bu­rada şu soruyu sormak zorundayız: Âhirette "gökler ve yer" olacak mı­dır? Biz bu soruya ibrahim sûresinin 48. âyetini cevap olarak getiriyo­ruz: "Yer başka bir yere; gökler de başka göklere dönüştürüldüğü o gün".

Bu âyetten anlıyoruz ki. kıyamet koparken yaşadığımız kâinat son bulup yer küre gökler yok olurken, başka bir yer küre ve başka gökler oluşacaktır Âyetteki tebdîl kelimesine göre, bir değişim gerçekleşecek­tir. Bu kâma olurken, âhiret kurulacak, burası ona dönüşecektir. İşte cennet ve cehennem o yer küre ve o göklerin altında kurulacaktır. İşte Hûd 10" ve 105"de geçen gökler ve yer, âhiretteki yer ve gökler anlamı­na gelmektedir.

Âhiretteki "gökler ve yer devam ettiği müddetçe" ifadesinden şu anlam çıkmıyor mu": Âhiretteki cennet ve cehennemin içinde kurulduğu gökler ve er belli bir zaman devam edecek, ama devam etmeyeceği zaman da olacaktır. "Rabb"inin dilediği hariç" ve "gökler ve yer devam ettiği müddetçe" ifadelerinden cennet ve cehennemin ebedî olmadığı çıkmaz mı?

Taberi ve Râzî'nin bize naklettiğine göre, "Gökler ve yer devam ettiği müddetçe" ifadesi eğer gerçekten ebedîliği ifade ediyorsa, buradaki cennet ve cenehnemin sonsuz olmadığı konu­sundaki delillerimiz yetersiz kalacaktır. O zaman cennet ve cehennemin sonsuz olamadığına dair başka deliller getirmemiz gerekiyor.

a) "Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün; 'Ey cinler topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız,' der. Onların insanlardan olan dostları ise: Ey Rabb'imiz! Birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin so­nuna ulaştık,' derler. Allah buyurur ki: Allah'ın dilediği hariç, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabb'in hikmet sahibidir, bilen­dir" (En'âm 6/128).

Dikkat edilirse bu âyette cehennemlikler "Bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" diyeceklerdir. Buradaki "bize verdiğin süre" neyi ifade etmektedir? Çekilen azabın süresini ifade etmiyor mu? Demek ki, Yüce Allah'ın, onlara azap adına verdiği bir süre var, onlar da o süreyi doldurduklarını ifade etmektedir.

Âlimler buradaki ecel kelimesini, "ölüm zamanı, kendi haline bı­rakma zamanı, hesap vakti" olarak yorumlamışlardır. Biz buna, çekilen azabın sona ermesi diyemez miyiz?

b) "O ilktir, sondur; zahirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir" (Hadîd 57/3).

Yüce Allah'ın "ilk" oluşu gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır. Kâinat ve onun içindeki varlıklar yaratılmadan önce Allah vardı. Allah varken hiçbir şey yoktu.

Fakat Allah'ın "son" oluşunu nasıl açıklayacağız? Eğer cennet ve cehennem sonsuz olursa, Allah'ın son oluşu gerçekleşmemiş olacaktır. O zaman sonsuz olan bir varlık olmaması gerekiyor. Demek ki, cennet ve cehennem Allah'ın dilediği nispette süreli olacak ama sonu gelecek ve nihayet Allah tek olarak kalacaktır. Ondan sonra Yüce Allah yaratmaya devam etmiş olabilir. Bundan ötesi bizim için gayb, yani bilinmeyen olarak kalmaktadır. Aksi takdirde Allah Te'âlâ'nın "son" oluşunu açık­lamamız imkansız kalacaktır.

c) "Azgınlar orada çağlar boyu kalırlar" (Nebe" 78/23). "Çağlar boyu kalmak", bir sonun oluşunu ifade etmiyor mu? ahkâb kavramı, "sonu olan bir süre"yi ifade etmektedir.

d) "Kötülüğün cezası, onun benzeri kötülüktür" (Şûra 42/40). Kur'ân'da Yüce Allah günaha denk bir ceza uygularken; iyi amele kat kat ödül vereceğini genel prensip olarak koymaktadır. Çünkü günaha gerekli olan miktardan fazla ceza vermek zulüm olacak­tır.

Bu prensipten hareket edince şunu söyleyebiliriz: İnsanın bu dün­yada işlediği günah, ne kadar süreli olursa olsun ölümü ile sınırlıdır. Sınırlı bir günaha sonsuz bir azap vermek doğru olur mu? Çünkü azap günaha denk olmalıdır.

e) "Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin karşılığı ceza verin" (Nahl 16/126). Yüce Allah cezanın suça
denk olmasını insanlara söylerken, kendisi günaha sonsuz ceza verir mi?

f) "Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız nzık verilecektir" (Mü'min 40/40). Kötülüğe denk ceza olunca, cehennemin sonsuz olması fikrini savunmak doğru olur mu?

g) "Kim bir iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de bir kötülük getirirse sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar" (En'âm 6/160). İyiliğe fazla ödül varken, günaha ise denk bir ceza verilmektedir. En uzun günah insanın ömrü ile sınırlı olduğu halde, ona sonsuz bir ceza vermenin haksızlık olmayacağını kim söylebilir? Zaten âyetin sonunda, günaha denk bir ceza verilmesi konu­sunun ele alındığını ve bu hususta onlara zulüm yapılmayacağının garan­ti altına alındığını görüyoruz.

h) "Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler" (Kasas 28/84). Bu âyette de, iyiliğe fazla verileceği, ama işlenen kötülüğe denk bir cezanın uygulanacağı gündeme getirilmekte­dir.

i.) "Kötülük geti­ren kimseler ise yüzükoyun cehenneme atılırlar. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz" (Nemi 27/90). Yüce Allah, mahşerde cehen­nem ehline, sadece yaptıklarının karşılığını görmekte olduklarını söyle­yeceğine göre, sonlu günaha sonlu ceza olmalıdır. Bu da cehennemin sonsuz değil, sonlu olacağını göstermez mi?

j) "Durağınız ateştir. Allah'ın dilemesi hariç, orada ebedî kalacaksınız" (En'âm 6/128). Buradaki ebedîlik teri­mini sonsuz olarak manalandırmak mümkün değildir. Diğer taraftan o-rada süreli kalmanın belirleyicisi de Allah'ın dilemesi olmaktadır.

Bu konuda sahabenin ileri gelen âlimleri şöyle demişlerdir:

i. Ebu Hureyre: Cehennem için "bir gün gelir ki içinde hiç kimse kalmaz" demiş ve Hûd sûresinin 106-107. âyetlerini okumuştur.

ii. Nehaî de ateş halkı için: "Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır; meğer Rabbin, çıkmalarını dilemiş olsun" âyetinden daha ümit verici bir âyet yoktur," demiştir.

iii. Abdullah İbn Mes'ûd: "Cehennem için öyle bir zaman gelir ki kapıları serbest bırakılır; içinde çağlar boyu kalmış olanlar çıkarlar; artık hiç kimse orada kalmaz"[57] ifadesini kullanmıştır.

Diğer taraftan şu ilkeden hareket ederek konuya bir açılım daha getirebiliriz: "Sonradan yaratılan yani hadis olan şeyler ebedî olamazlar" yani sonsuz olamazlar.

Allah ezelde ortak kabul etmediği gibi ebedde de ortak kabul etmez. Bizim anlayışımıza göre Allah'la beraber taaddüd-i kudema (ezelde ve ebedde ortak sonsuzlar) olamaz, yani başlangıcı ve sonu olma­makta Allah'ın ortağı yoktur.

Allah, azap edeceğini söylediği ayetlerde şu genel ilkeyi koymuş­tur: Allah dilediğini bağışlar, dilediğine ise azap eder. Şüphesiz ki Al­lah'ın bağışlamayı taahhüt ettiği kişileri bağışlaması vadinin gereğidir. onları bağışlar. Ancak azap için bu vaîdin mutlaka yerine getirilmesine gerek yoktur. Çünkü "İçlerinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine ise azap eder" (Bakara 2/284) ayeti, her işin mutlaka hesabının görüleceğini, ancak her muhasebenin ille de azapla sonuçlanmasının gerekmediğini ifade etmek­tedir. Yücelik, affetme, cömertlik, herhalde sonsuz azapta değil de onun da bir gün bitirilebileceğinde aranmalıdır.

Eğer hulûd kelimesi sonsuzluk anlamına geliyorsa o zaman çok önemli başka bir sorunla daha karşılaşıyoruz: Mesela Nisa suresinin 13 ve 14. ayetlerinde Allah'ın miras konusundaki sınırlarına itaat edenlerin cennetteki kalışları hulûd ile ifade edilmiş; ardından bu sınırları ihlal edenlerin -ki bunların arasında Müslümanların bulunması zorunludur, çünkü bu hükümler öncelikle Müslümanları ilgilendirmektedir- de ce­hennemde kalış süreleri hulûd ile ifade edilmektedir. Bu durumda gü­nahkar Müslümanların da cehennemde ebedî kalacakları ifade edilmiş olur. Benzer bir durum Nisa suresinin 93. ayetinde söz konusudur. Bir müminin bir diğer mümini öldürmesi durumunda ahirette göreceği ce­zayla ilgili konuda da böyle bir suçu işleyenin cehennemdeki kalış süre­sinin hulûd içerdiği belirtilmektedir. Aynı ebedi cehennem tehdidi gü­nahkar mümini içermektedir.

Cennetliklerin cennetten çıkarılmayacağını ifade eden "Orada on­lara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve onlar oradan çıkarılmayacaklardır" (Hicr 15/48) âyeti de cennetliklerin hiç kimse tarafından oradan çıkartı-lamayacağını, kimsenin buna gücünün yetmeyeceğini anlatmaktadır.

Ayrıca Kasas suresinin son ayetinde Yüce Allah, kendisinden baş­ka her şeyin helak olacağını açıkça söylemektedir: "O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır" ifadesi gereği Yüce Allah kendisinin dı­şında sonsuzluğu hiç kimseyle paylaşmayacağını açıklamış olmaktadır.

Yine Yüce Allah, her şeyin fânî olduğunu "Yalnız Rabb'inin celal ve ikram sahibi yüzü (zatı) bakî kalacaktır" (Rahman 55/27) ayeti gere­ği, bekâlık sıfatının da sadece O'na ait olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Bütün bunlara ilaveten "Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz" (Ba­kara 2/156) âyetiyle "Allah'a nasıl nankörlük edersiniz ki siz yoktunuz, sizi varetti; sonra sizi öldürecek, tekrar diriltecek; sonra O'na döndürüle­ceksiniz" (Bakara 2/28) âyetindeki rucû'un da Allah'a olacağını, yukarı-

ia zikrettiğimiz duraklar geçildikten sonra yani işin en sonunda Allah'a dönüleceğini bildirdiğini düşünmekteyiz.

3. Cennet, Cehennem'den daha uzun süreli midir?

Bu sorunun cevabını öncelikle Hûd 107-108. âyetlerine göre verir­sek, karşımıza şöyle bir görüntü çıkar: "Rabb'inin dilediği hariç. Çünkü Rabb'in. istediğini hakkı ile yapandır." Cehennemle ilgili olan 107. âyette hem ilâhî dileme hem de isteme yer almaktadır.

Dileme ile isteme, cehennemliklerin cehennemde sonsuza dek kalmayacaklarını ifade etmektedir. Yüce Allah, cehennemde kalmayı göklerin ve yerin devamına bağlarken, kendi dilemesini de devreye sokmuş ve ne isterse yapacağına da dikkat çekmiştir.

Ama 108. âyette kendi dilemesinden sonra bitmek tükenmek bil­meyen lütuftan bahsetmektedir. Bundan anlıyoruz ki, her iki âyetin so­nuna bakınca, cehennemin kısalması, cennetin ise uzaması yönünde bir anlatış biçimi vardır. "Bu bir lütuftur ki, tükenip kesilmesi yoktur" buyurulurken, cennetin daha süreli olduğuna da işaret edilmek­tedir. Arapça'da  cezze fiili, "bir şeyi kesip parçalamak" anlamına gelmektedir, gayra meczûz denince, "kesintiye uğramayan" demek olur. "Kesilip tükenmeyen, yasak edilmeyen" (Vâki'a 56/33) buyururken Yüce Allah, cennetin daha uzun süreli oldu­ğuna işaret etmiş ve böylece Hûd 108'deki gayra meczûzun ne anlama geldiğini de söylemiştir.

Bedbaht olanlar cehennemde gökler ve yer devam ettiği müddetçe, Allah'ın dilediği kadar kalacaklardır. Hadîd sûresinin 3. âyetine göre Yüce Allah'ın âhir "son" olduğu sıfatı gerçekleşecektir. Her şey yok olacak, tek O kalacaktır. Bunun anlamı cennet ve cehennemin sonsuz olmaması, ama sonlu olmasıdır. O zaman Kur'ân'da cennet ve cehen­nem için geçen hulûd ve ebed kelimelerine "uzun süreli" manasını ver­mek ama "sonsuz" manasını vermemek gerekiyor.

İnsanlar bu dünyada sonlu günah işlerler. Sonlu günaha sonsuz a-zap vermek Yüce Allah'ın merhametine ters düşmektedir. Aynı şekilde, sonlu iyi amellere de sonsuz cennet olacağı ilkesi uygun düşmemektedir. "Azapta denklik" aranırken; "ödülde fazlalık vardır" esasından hareketle cennetin cehenneme nazaran daha uzun süreli olabileceğini söyleyebili­riz. Kur'ân'm dünya hukukuna kazandırdığı en önemli ilkelerden biri suça denk bir ceza vermektir. Bunu koyan Yüce Allah, kendisi o ilkeyi ihlal etmez. Bu ilkeyi koyan Yüce Allah, sonlu günaha sonsuz azap verir mi?

Âlimlerin bu konudaki tartışmaları yersizdir. Günümüz din eğitimi bu konuyu Allah'ın  âhir yani "son" oluşu sıfatı ile bağlantı kurarak öğrencilere ve halka anlatmalı, şahsî fikirlerden ziyade, Kur! ân'in bütü­nünü ele alarak konuyu değerlendirmelidirler. Sonlu günah ile sonlu iyiliğe sonsuz ceza ve sonsuz ödül verilip verilemeyeceğine duygu ale­minde değil de, Kur'ân âyetleri aleminde cevap aranmalıdır. Konunun ciddiyetini kavrayarak, insanları aldatmak terk edilmelidir. Dini konular abartı kaldırmaz. Yüce Allah onları nasıl ve ne kadar açıklamış ise o nisbette anlaşılıp, öğrenilip tebliğ edilmeli ve öğretilmelidir. Onun için­dir ki son söz olarak şunu söylüyoruz: Allah'ın sonsuzluk sıfatı başka hiçbir şeye verilemez.[58]

 

Ataları Taklit:

 

109. Artık onların taptıkları putlardan dolayı herhangi bir şüpheye düşme. Onlar daha önceden babaları taptığı gibi putlara tapıyorlar. Biz, onların nasiplerini ke­sinlikle eksiksiz ödeyeceğiz.

Bu âyeti üç kısma ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:

1. "Artık onların taptıkları putlardan dolayı herhangi bir şüpheye düşme." Bu emir birinci derecede Hz. Peygamber'e verilmiştir. Hz. Peygamber'in onların puta tapması konusunda şüphe etme ihtimali olmasaydı bu emir ona verilmezdi, ama ille de şüphe etmiş olduğu da söylenemez. Bize göre bu emir şüphe etmeden önce, şüpheyi engellemek için verilmiştir. Hz. Peygamber şaşkınlık içinde olmuştur ama, şüphe içinde olmamıştır.  "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (Duhâ 93/7).

Hz. Peygamber'i dikkate alarak buradaki şüphe etmeme konusun­daki emirden şunu çıkartıyoruz:

Yüce Allah, Hz. Peygamber'i eğitirken şüphe edip etmeyeceği ko­nularını da ona öğretmektedir. Putperestlerin taptıkları putlar konusunda şüphe etmek nedir, ne değildir? Bu sorunun cevabı, gelecek nesiller için önemli neticeler verecek ve onlara ışık tutacaktır.

Buradaki şüphe, "onların taptıkları putların onlara fayda sağlaya­cağı konusunda şüphe etmek", "putların onlara fayda sağlayacağı fikrini benimsemek" anlamına gelmektedir. Tersini düşünürsek, bu cümle "fay­da sağlamayacağından şüphe etme" yani "kesinlikle faydası olmayacak" manasına da gelir.

Bu durum bize şunu anlatıyor: Putperestliğin çok yaygın olması, insanların, çok tanrıcılığı aşırı derecede savunmaları, insana etki ederek kişinin "acaba doğru mu yapıyorlar?" anlayışına kapılmasına sebep ola­bilir. Bu şekilde bir anlayışa kapılma insanı şüpheye düşürüp o tapınma­ya meylettirebilir. Onun için Yüce Allah, işi baştan durdurmaktadır: "De ki: Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi" (En'âm 6/56; Mü'min 40/66).

Hz. Peygamber onların putlarına taptıktan sonra bu yasak emrini almadı; tapmadan önce adı. Onların putlarının onlara fayda sağlamadığı konusunda şüphe etmek, yani faydalı olacağı fikrine kapılmak onlara

tapınmaya götürür. Bu tehlike nedeniyle her ikisinden de Hz. Peygamber yasaklanmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 109. âyeti sadece Hz. Pey­gamber'e tahsis etmek doğru olmayacaktır. O âyet evrenseldir ve bütün nesillere ve dünya insanlığına hitap etmektedir. Âyetteki "onların tap­makta oldukları şeyler" ifadesindeki hâülâi zamirini, sadece putlara değil, felsefelere, insanlara, doktrinlere' de yayabiliriz. İnsan neye tanrı­lık özelliği veriyorsa, o onun putu oluyor.

Zamanımızda put kavramı çok geniş bir alana yayılmıştır. İnsanlar çok çeşitli tanrılar edinmektedirler. Eğer insanlar herhangi bir felsefî sistem konusunda savaşıyorsa, o onun tanrısı durumuna gelmiş demektir. İnsan kendi nefsi uğruna savaşıyorsa nefsini tanrı edinmiş demektir. Bir insan bir insana ancak Allah için küsebilir, araya başkasını sokamaz ve sokmamalıdır.

Yüce Allah bütün nesillere, insanların ürettikleri felsefelere tapı-nanların yanlış yaptıklarından şüphe etmemek gerektiğini öğretmekte ve onlara bu emri vermektedir.

Demek ki, şüpheyi doğru yerde kullanmak gerekiyor. Bu da eği­timle alınacak bir ahlâktır, anlayıştır ve hayat biçimidir. Hangi şeyden şüphe edilecek, hangisinden şüphe edilmeyeceğini bilmek iyi bir eğitim almışlığın ifadesidir.

2. "Onlar daha önceden babaları taptığı gibi putlara tapıyorlar.'" Yüce Allah Hz. Peygamber'e ve dolayı­sıyla bütün insanlığa, puta tapıcılığın taklidî bir davranış olduğunu bil­dirmektedir. Babaları putlara taptığından dolayı onlar da putlara tapıyor­lar. Bunun anlamı şudur: Bu insanlar babalarının yaptıklarının doğru olup olmadığını sorgulamıyorlan olduğu gibi kabullenip tatbik ediyorlar.

Geleceğin nesillerine de şu mesaj veriliyor: Yaşadığınız hayatı geçmişe teslim etmeyin. İnançlarınızın yanlış olabileceğini düşünerek sorgulayın.

Babalarınız böyle tapındı, böyle yaptı demekle doğru yolda oldu­ğunuzu ispatlayamazsınız. Geçmişin mirasını sorgulayarak evet demek

ve onu kabullenip hayata geçirmek, gelecek nesillerin temel ilkesi olma­lıdır.

"Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uya­rız" (Bakara 2/170);

"Babalarımızı üzerinde buldu­ğumuz, bize yeter" (Mâide 5/104); "Babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" (Zuhruf 43/23) demek mazeret teşkil etmeyecektir. Geçmişin yanlışlığı geleceğin nesillerini aynı hatayı tekrara yönlendirmemeli, hayatlarını karartmamalıdır.

Böylece Yüce Allah onların neden puta taptıklarını açıklamakta ve bunun sebebini taklide bağlamaktadır. Atalarından aldıkları sahte değer­ler üzerinde hayat kuranların yanlış yaptıklarından şüphe etmemek gere­kiyor. Taklit edenlerin, akla ve sağ duyuya dayalı hareket etmedikleri gerçeğini görmek gerekiyor.

Günümüzün nesilleri öylesine taklit ediyorlar ki, babalarının taşı­dıkları kini biraz daha artırarak taşıyorlar; irâdelerini onlara teslim etmiş gibi görünüyorlar.

3. "Biz onların nasiplerini kesinlikle eksiksiz ödeyeceğiz." Buradaki nasîb kelimesi; "azaptan paylarına dü­şen" demektir. Şirk koşmanın gerekli kıldığı ceza onlara verilecektir. Cezada noksanlık olmayacaktır. Âyetin bu kısmına burada yerverilmesinin sebebi ne olabilir?

Genelde günah işleyen insanlar bu dünyada daha rahat bir hayat sürdükleri düşüncesini uyandırırlar. Cezalarının ertelenmesi, diğer insan­ları kuşkuya sevk eder. İşte Yüce Allah onların azabını eksiksiz verece­ğini söyleyerek bu kuşkuyu gidermektedir.

Aynı zamanda bu âyet, cezanın ya da azabın ne eksik ne de fazla olacağına ışık tutmaktadır. Başka âyetlerde günaha denk bir azap vere­ceği söylenirken fazla ceza verilmeyeceği, bu âyette de cezada noksanlık > apılmayacağı vurgulanmaktadır.

a) Ayrıca âyetin bu kısmındaki nasîb kelimesini "ekonomik ni­met" manasına da alabiliriz. Bunun delilini Hz. İbrahim'in duasına Yüce Allah'ın verdiği cevapta buluyoruz:

"İbrahim demişti ki: 'Ey Rabb'im! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim" (Bakara 2/126). Hz. İbrahim inananlar için rızık isterken, Yüce Allah kâfirlere de dünya hayatında rızık vereceğini söylemiştir. Yorumunu yaptığımız â-yetle beraber söylersek Yüce Allah, "onların geçimliliğini de noksansız yapacağı"nı buyurmuş olmaktadır. b) Buradaki nasîb kelimesini, "eğitim" anlamına da alabiliriz. Do­layısıyla âyete "babalarını taklit edip şirk koşanlara eksiksiz eğitim ya­pacağız" anlamını da verebiliriz. Onları o hayattan çevirmek, yanlışta olduklarını bildirmek için gerekli mesajı göndererek onları eğiteceğiz demektir. Eğitilmelerinde eksik olmayacaktır.

Nasîb kelimesini "eğitim" manasına aldığımızda şöyle bir genel­lemeye de varabiliriz: Eğitimsizlik insanları taklide sürüklemekte, kendi­si fikir üretemeyen nesiller geçmişi taklit ederek hayatlarını sürdürmek­tedirler. Bilgi üretememenin doğurduğu boşluğu taklit doldurmaktadır. Eğitimin amacı kendisi düşünen, kendisi bilgi üreten ve kendi kendine ayaklarının üstünde durabilen nesiller yetiştirmektir. Nesillere aklını kullanmayı, sağ duyuyu takip etmeyi ve bilgi üretimini öğretmek taklidi ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir.

Yüce Allah peygamber göndererek, mesajlarını bildirerek bunu noksansız yapmaktadır. Aynı yolu genel ve din

eğitimcileri izlemelidir­ler. Dini doğru öğretmek, insanlara doğru düşünme sanatını kazındırmak insanların

nasibidir, hakkıdır. Bir toplumda ne kadar taklitçilik varsa o kadar eğitimsizlik ve kişilik erozyonu var demektir.[59]

 

İhtilaf Şüpheye Götürür:

 

110.Biz Musa'ya Kitab'ı vermiştik de onda ihtilafa düştüler. Eğer Rabb'inin önceden verilmiş bir sözü
olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz onlar Kur'ân hakkında derin bir şüphe içindedirler.

111.Elbette Rabb'in, onların her birinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir. Çünkü O, on­
ların yapmakta olduklarından haberdardır.

Yüce Allah ayrılığa düşmeyi ve şüpheye kapılmayı Hz. Musa'ya verdiği kitap örneği ile bize anlatmaktadır.

1. "Biz Musa'ya Kitab'ı vermiştik de onda ihtilafa düştüler." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız genelle­meler olacaktır.

a) Hz. Peygamber zamanındaki Mekke müşriklerinin, babalarını taklit ederek şirke sapmaları ve neticede Hz. Peygamber'in peygamber­liğini ve getirdiği ilâhî mesajı inkâr edip kabul etmemeleri tarihte İsrailoğulları tarafından farklı bir şekilde yaşanmıştır. Burada, Hz. Mu-hammed'e Mekke halkının gösterdiği olumsuz tepkiyi geçmişin olgusu ile anlatmak ve bunun yaşandığını söyleyerek moralini düzeltmek hedef­lenmektedir.

b) Eğer Hz. Musa'ya kitap gönderilmeseydi, îsrailoğulları hurafe­leri ve yanlışları içerisinde manevi hastalıklarının farkında olmadan ya­şayacaklardı. Onlara manevi hastalıklarını hatırlatıp doğruyu gösteren
bir kitap gelince rahatsız oldular ve o kitap konusunda ayrılığa düştüler.Bunun bir anlamı da şudur: Yüce Allah'ın gönderdiği kitap, etkinliğini göstermeye başlamıştı. Çünkü olmayan bir şey hakkında ihtilafa, yani
ayrılığa düşülmez, olan bir şey hakkında ihtilafa düşülür.

c) Burada şu soruyu sorabiliriz: İhtilaf etmelerinin sebebi ne  idi? Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 110. âyet buna cevap vermemek­tedir. Sorunun cevabını Bakara 213'de buluyoruz:  

"(Allah), insanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra arala­rındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa (ihtilafa) düştüler."

İşte bu âyet ihtilafın sebebini kıskançlık olarak tesbit etmektedir. Bu kıskançlık, aynı kitaba mensup, aynı toplumun içindeki halkın veya din adamlarının ihtilafı olabileceği gibi, aynı halka gönderilen peygam­berlerin kitapları üzerindeki ihtilaf da olabilir. Meselâ; Tevrat'a inanan­larla İncîl'e inananların arasındaki ihtilaf buna bir örnek teşkil edebilir. Ama yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 110'daki ihtilaf aynı kitap üzerinde cereyan etmektedir.

d) Günümüzde dînî konularda din adamlarının ihtilafı da onun bir benzerini teşkil etmektedir. Eğer bizden sonra bir kitap gelseydi, duru­mumuz, yani ihtilafımız o kitapta anlatılacaktı. Kur'ân'ın konuları hak­kında ihtilafa düşüp birbirileri arasında, kapanması mümkün olmayan ayrılıklara düşmek de aynı yanlışların bir uzantısıdır.

Beşerî düşüncede ihtilafın olması doğaldır ama, Kur'ân üzerinde ihtilaf etmenin günah olduğu gerçeğini bilmek, inanmak ve bu bilincine varmak gerekiyor.

Kur'ân'ı bir bütün olarak bilmeyen, âyetleri arasında bağlantılar kurup sentez yapamayan, hangi âyetin konuyu koyduğunu, hangisinin ona çözüm getirdiğini bilemeyen, Kur'ân konusunda yarı-buçuk bilgiye

sahip olan insanların ihtilaf yaratması ahlâkları haline gelecektir. Kur'ân konusunda kulak dolgusu bilgilerle konuşup yazanlar hâlâ mezhepçiliği körüklemekte, ayrılığı derinleştirmekte ve ihtilafı kaldırmak için gelen Kur'ân'm etrafında yeni ihtilaflar doğurmaktadırlar. "Biz bu Kitab'ı sana sırf hakkında ihtilaflara düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik" (Nahl 16/64).

İşte Hûd 110'da Hz. Musa'ya verilen kitap üzerindeki ihtilafları kaldırmak için, Kur'ân gelmiştir (Nemi 27/76). İhtilafları kaldırmak için gelen Kur'ân'm etrafında yeni ihtilaflar oluşturmanın vebalini kimse üstlenip ödeyip üstlenmeyecek ve bu ihtilaflar İslâm âleminin erdemini alıp götürmesine neden olacaktır.

2. "Eğer Rabb'inin önceden ve­rilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi." Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Allah'ın verilmiş olan sözü nedir? Âyette bu soru­nun cevabını bulamıyoruz. Bu soruya Yûnus 93'de cevap verilmektedir: "Şüphesiz ki Rabb'in, kıyamet günü onların aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükme­decektir."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 110'da geçen "Allah'ın ke­limesi" ifadesi, "Allah'ın hükmü, sözü" anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın sözü de, Yûnus 93'deki, ihtilaf edenlerin hakkında âhirette hükmedileceği ve bunların cezasının da âhirete ertelenmiş olmasıdır. Ceza âhirete ertelenmemiş olsaydı Yüce Allah onları bu dünyada ceza­landıracaktı: "Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (fikir ve inanç) ile sevinip böbürlenmekteydi-ler. Şimdi sen onları bir zamana kadar gaflet ve sapıklıkları ile baş başa bırak" (Mü'minûn 23/53-54).

Yukarıda sorduğumuz sorunun bir cevabı da bu âyette yer almak­ladır. "Onları gaflet ve sapıklıkları içinde bir zamana kadar bırak." Onla­rı gafletleri içinde bırakmak da Allah'ın bir hükmü, bir kelimesi ve bir sözü olmaktadır.

"Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar için yapacağın hiçbir şey yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir" (En'âm 6/159). Sorduğumuz sorunun bir cevabı da bu â-yette yer almaktadır. İhtilafa düştükleri meseleleri Yüce Allah daha son­ra onlara bildirecektir. Bir önceki âyete göre bu da âhirette gerçekleşe­cektir.

 "Aralarında hüküm verilirdi" ifadesinin anlamı, "onları bu dünyada helak ederdi" demektir. Kendi kitapları, yani Allah'ın onlara gönderdiği kitap üzerinde ihtilafa, ayrılığa ve tefrikaya düşmelerinin ne kadar ağır bir günah olduğu bundan anlaşılmaktadır.

3. "Şüphesiz onlar Kur'ân hakkında derin bir şüphe içindedirler." Âyetin bu kısmında geçen il. minhü ifadesindeki zamirin Kur'ân olduğu söylenmektedirler.

Kur'ân olduğunu kabul edersek, Kur'ân'dan kimlerin şüphe ettiği sorusunu sormamız yerinde olacaktır. Bu soruya verilecek iki cevap var­dır: Birisi Hz. Peygamber zamanında yaşayan Yahûdilerdir. İkincisi de, Mekke müşrikleridir. Süleyman Ateş'in dediği gibi, şüphe edenler Ya-hûdilerse âyet Medine'de; müşrikler ise Mekke'de inmiştir[60]. Râzî, Beydâvî, Nesefî ve Hâzin de zamirin Kur'ân'a gittiğini söylemektedirler.

Diğer taraftan İL minhü ifadesindeki zamirin Hz. Musa'ya gönde­rilmiş olan kitaba gittiğini de söyleyebiliriz. Demek ki, İsrailoğulları Hz. Mûsâ'nm kitabı konusunda önce ihtilafa düştüler, sonra da onun üzerin­de derin şüpheye kapıldılar.

Üçüncü bir açılım da şu olabilir: Hz. Mûsâ'nm kitabı konusunda ihtilafa düşenler, Hz. Musa'nın peygamberliğine de derin bir şüphe ile baktılar. O zaman İL minhüdeki zamir, Hz. Musa'ya gitmiş olur. Bu açılım doğru gözükmekle beraber, bu yorumun uzak ve zorlama bir yo­rum olduğunu söylemekte de yarar vardır.

Şüphe insanın nefsinden gelen, gönül alanının yönelişini etkileyen, aklın faaliyetini durduran bir niteliğe sahiptir. İhtilaf şüpheye götüreceği gibi, şüphe de ihtilafa götürebilir.

4. "Elbette Rabb'in, onların her birinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir. Çünkü Rabb'in, onların yapmakta olduklarından haberdardır." Yüce Allah'ın vereceği ceza veya mükafatın belirleyicisi insanların amelleri­dir. İnsanların amelleri cezanın miktarını, zamanını ve şiddetini belirle­diği gibi, ödülün de cinsini, miktarını ve süresini tesbit etmektedir.

Peki eğitim açısından amellerin düzelilmesini temin edecek olan metodlar nelerdir? Hûd 111'de bunlardan birini buluyoruz. jJi- ö£lz Cc iîl "'Allah onların yaptıklarından haberdardır." İnsana, Allah Te'âlâ'nın her şeyden haberdar olduğu inancını, bilincini ve anlayışını kazandırmak, onun, amellerini kontrol etmekte ve ahlâkî davranışını temin etmekte hayli mesafe almasını sağlayacaktır.

İşte Kur'ân eğitimi bu bilinci, inancı ve anlayışı insana kazandıra­rak bir iç disiplini oluşturmaktadır. Bu kazanımlar da irâdenin kuvvet­lenmesini temin etmektedir.

Diğer taraftan âyetin son kısmı ile ilk kısmı arasında bir bağlantı kurarak da bir çıkarım yapılabilir. Yüce Allah onların yaptıklarından haberdar olduğu için, yaptıklarının karşılığını eksiksiz ödeyecektir. Ne­dir onların yaptıkları? 110. âyette geçen ihtilaf ve şüphe etmeleridir. İhti­laf daha çok toplumsal bir eylem olurken, şüphe ise daha çok psikolojik bir eylem olmaktadır.

Bu âyet, Hz. Musa'nın toplumu olan İsrailoğulları ile Hz. Mu-hammed'in yaşadığı Mekke halkının eylemlerini gündeme getirmekte­dir. İsrailoğulları Hz. Musa'ya Yüce Allah'ın verdiği kitabın etrafında ihtilaf ederken, Mekke halkı da Kur'ân etrafında şüphe ediyorlardı.[61]

 

Emrolunduğu Şekilde Dosdoğru Olmak:

 

O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin. Çünkü
O, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş doku­nur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra
yardım da göremezsiniz.

Bu âyetler İslâm dininin ve dolayısıyla Kur'ân'in temellerindeki ana kuralları koymaktadır.

1. "Seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" Âyetin bu kısmında üzerinde durulması gereken konu liiilî "Dosdoğru ol" emridir. Bu emrin başında, bizim "o halde" şeklinde tercüme ettiğimiz fe harfi yer almaktadır. Bu harfin burada bulunuşu, söz konusu emrin, yukarıdan gelen emirlerin devamı olan bir emir olduğunu ifade etmektedir.

a) Bu açıdan bakınca, 112. âyetin, 109. âyetin devamı durumunda olduğunu görebiliriz. 109. âyette "şüphen olmasın" ; "şüphe etme" emri verilirken, 112. âyette "dosdoğru ol" emri verilmektedir. Bu iki âyet ara­sındaki ilişkiden bakarak "dosdoğru ol" emrinin yorumunu yapmamız gerekiyor. 109. âyetin emri olumsuz, yani yasaklayan bir emirdir. "Şüp­he etme"; ama 112. âyetteki emir olumlu bir emirdir; "dosdoğru ol". Bu

iki emir arasındaki bağlantıyı şu şekilde kurabiliriz: Şüphe içinde olan insan dosdoğru, yani istikamette olamaz. Yüce Allah istikameti, yani dosdoğru olmayı gönülde, yani beyinde başlatmaktadır. Şüphe ortadan kalkınca insan istikametini, doğru yolunu bulacaktır. Ama bu buluş in­sanın beyin ve gönül istikametidir. Âyetin bu emrini birinci derecede bu anlamda yorumlamak gerekiyor. Bu yorumumuzu âyetin önceki ve son­raki âyetlerle olan bağlantısına göre yaptığımız unutulmamalıdır. Mese­lâ, bir sonraki âyette "meyletmeyin" emri gelmektedir. Meylet­memek emri de psikolojik, yani içsel bir oluşum için verilmektedir.

b) İstikamette olmanın, yani dosdoğru olmanın bir de davranış, yani ahlâkî boyutu vardır. Ahlâkî bakımdan

dosdoğru olmak, beyin ve gönül bakımından dosdoğru olmaya dayanmaktadır. Ahlâkî doğruluk,
beyin ve gönüldeki doğruluğun dışa, yani davranışlara yansımasıdır.

Beyin ve gönüldeki doğruluk, yani istikamet ile ahlâkî alandaki doğruluk Allah tarafından emrolunmaktadır.

Kişinin gücü bu istikameti bulmakta yetersiz kalacağından "emrolunduğu gibi" denmekte­dir. Demek ki,

dosdoğru olmak bir eğitim işidir. Yüce Allah'ın emirleri, bu eğitim faaliyetini ifade etmektedir.

c) Buradaki "istikamet", 109. âyete göre "şüphe etmemek"; 113. âyete göre de "zâlimlere meyletmemektir."

İstikamet için bu yeterli midir? İstikamet ruhen ve ahlaken doğru yolda olmaktır. O zaman doğru yol nedir? sorusunu sorarak açıklamamı­zı yapmamız ve Kur'ân'da "doğru yolun" ne olduğuna bakmamız gere­kiyor. Fâtihâ sûresinin 6. âyetinde geçen "bizi doğru yola ilet" ifadesin-deki "doğru yol" aynı sûresinin 7. âyetinde şöyle açıklanmaktadır: Bu yol, "Yüce Allah'ın nimetlendirdiği mükemmel insanların, gazaba uğ­ramayanların ve sapmış olmayanların yolu" anlamına gelmektedir. Doğru yol" En'âm 151-153. âyetlerde "haklar" olarak takdim edilmek­tedir: Allah'a şirk koşmamak, ana-babaya iyilik yapmak, fakirlik korku­su ile çocuğunu öldürmemek, gizli ve aşikar ahlâksızlıklardan kaçınmak, haksız yere hiçbir cana kıymamak, yetimin malma yaklaşmamak, ölçü ve tartıda noksanlık yapmamak, doğru söz söylemek, Allah'ın ahdini yerine getirmek bu yolu meydana getirmektedir. Yine bu âyetlerin son

cümlelerine bakarsak doğru yolun, aklın, düşüncenin ve takvanın yolu olduğunu görürüz.

Başka bir açıdan ele alınca, şöyle diyebiliriz: Doğru yol: "Allah hakkı, ana-baba hakkı, çocuk hakkı, toplumun hakkı, hayat hakkı, yetim hakkı, tüketici hakkı (kul hakkı), adalet ve ahde vefa denen hakların o-luşturduğu bir yoldur." "Dosdoğru olmak" aklın, düşüncenin ve takvanın gereklerini yerine getirmek, ahlâkın bu temel esaslarını hayata geçirmek­tir.

Hûd 112. âyetin devamında "dosdoğru olmanın" ne anlama geldiği açıklanmakta; "aşırı gitmemek" ve "yaptıklarını Allah'ın gördüğünü bilerek davranmak" şeklinde ifade edilmektedir.

 "Seninle beraber tövbe edenlerle birlikte." Bundan anlıyoruz ki, "dosdoğru olmak" toplumsal bir harekettir. Tek

başına dosdoğru olmak hem zordur hem de bunun, toplumsal etkinliği yani eği­ticiliği yoktur. Dosdoğru olan

peygamber, bu doğru oluşunu başkalarına aktaracak ve onlarla beraber doğru olacaktır. Ferdî manadaki

doğruluğun sosyal manada da yaşanabilmesi gerekiyor.

"Tövbe edenler" den kasıt, şirkten tevhîd inancına dönen, yani putperestliği bırakarak Allah'a yönelenler, yanlışı

bırakıp, erdemli haya­ta dönenlerdir. Demek ki, "istikamette olmak" gibi ruhî ve ahlâkî hayatın en önde gelen

erdemlerinden biri, imandan sonra istenen bir davranış biçimi olmaktadır. İstikamet, yani dosdoğru olmak ruhî

hayat ile ahlâkî yapıyı ayakta tutan temel direktir. Bu direk, bütün değerler sistemini doğru yola koymakta, o

sistemi çökmez hale getirmektedir.

2. "Aşırı gitmeyin. Çünkü O sizin yaptık­larınızı çok iyi görendir." Yüce Allah, istikamette olma konusunda ver­

diği emirden sonra, aşırı gitmeyi, yani saldırganlığı yasaklamaktadır. Yani O, önce dosdoğru olma erdemini

hayata kazandırıyor, sonra aşırı gitmeyi yasaklıyor. Bu açıdan bakınca önce yapılması gereken farzlar, sonra

yasaklar gelmekte, bu noktada eğitime önemli bir metod kazan­dırmaktadır. Din eğitimcileri öncelikle insanlara

olumlu manada değerle­ri kazandıracak, yapmaları gereken şeyleri öğretecek, sonra da yapma­maları gerekenleri

öğreteceklerdir. Biz buna farzlardan haramlara; yapîlması gerekenlerden yapılmaması gerekenlere; olumludan olumsuza doğru uzanan eğitim metodu diyebiliriz.

tağâ kelimesinin lügat anlamı şudur: "Haddi aşmak, azmak, su taşmak, çoğalmak, deniz coşmak, mizaç bakımından kanın gâlib gelme­si, böğürmek, birini zâlim ya da âsi yapmak, isyana zorlamak". Bu keli­meden türeyen tâğût da, "şeytan, sihirbaz, put, puthane, Allah'tan başka :apınılan her şey" anlamına gelmektedir.

Tâğıye kalıbı da, "cabbâr, inad, kibirli ve ahmak kişi" anlamına gelmektedir. "Zulümde haddi aşmak, aşırıya kaçmak" anlamına gelen tuğyan da bu kelimeden türemiştir. Selin yükselip çok su getirmesi de tağâ kalıbı ile ifade edilmektedir.

 

Tağy Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Azmak.

Bu anlamı ile daha çok, "devleti idare edenin halkına, siyasetin sı­nırlarını aşarak zulmetmesi, kendisini onlara tanrı olarak kabul ettirme-si"dir. "Firavun'a git. Çünkü o, iyice azdı" (Tâhâ 20/24). Buradaki tağâ, "azmak, saldırganlık iç güdüsünün harekete geçmesi" anlamına gelmektedir. 'Alak, 6'da "Gerçek şu ki insan azar" âyetindeki leyetğâ ifadesi, "insanın doğuştan getirdiği saldırganlık içgüdüsü"nü ifade etmektedir.

Demek ki "azmak" denen "saldırganlık iç güdüsü" her insanda vardır. Bu duygunun terbiye edilmesi ile insan onu, vatanını, milletini, namusunu ve bunun gibi yüce değerlerini korumakta kullanır.

Bu kelimenin, ferdî manası bu olduğu gibi, toplumsal manada da azma"yı ifade etmektedir, "Daha önce de çok zâlim veya pek azgın olan Nûh kavmini de helak etmişti" (Necm 53/52). Bir toplumu helake sürükleyen sebeplerden, yani dinamiklerden biri olan tuğyan, "azgınlık" demektir, başka bir ifade ile, "Allah'ın koy­duğu sınırları küstahça çiğneyip aşmak"tır.

Azgın manasına gelen tâğûn kelimesi de bu kelimeden türemiş ve sosyal nitelik kazanmıştır."Hayır, onlar azgınca bir küstahlığa kapılmış bir topluluktur" (Zâriyât 51/53).

Aklın bulunmadığı davranışın sıfatı tâğûn'dur. "Onlann akılları mı bunu emreder, yoksa onlar azgın bir top­luluk mudur?" (Tûr 52/32). Aklın emretmediği bir davranış, bir tavır azgınlıktır. Demek ki azgınlıkta akıl devre dışı kalıyor ve akıl dışı bir davranış ortaya çıkıyor.

İnsan, Allah dilerse, Allah izin verirse ve Allah takdir ederse bir işi yapabilir, başarıya ulaşabilir. Onun için inşâallâh demek zorundadır. Demezse azgınlık yapmış olur: "Yazık bize dediler, biz azgınlarız" (Kalem 68/31).

Din ve peygamberlerle alay etmek (Sâffât 37/12); öğüte kulak vermemek (Sâffât 37/13); mu'cize ile alay etmek (Sâffât 37/14); öldük­ten sonra dirilmeyi inkâr etmek (Sâffât 37/16); başkasının etkisi altında kalıp yoldan çıkmak ya da yoldan çıkacak şekilde bir psikolojiye sahip olmak (Sâffât 37/29-32) gibi özellikler azgınlık olarak nitelendirilmek­tedir, "Hayır, siz kendiniz azgın bir toplum idiniz" (Sâffât 37/30). Azgınlık tuğyan olarak da Kur'ân'da yer almaktadır (Mâide 5/64; İsrâ 17/60). Mâide 64'de bu kelime, "Allah'ın indirdiğine karşı takınılan olumsuz tavır" anlamını ifade etmekte, Şems 11'de ise "insan­ları peygamberleri yalanlamaya sevk eden, ona sebep olan psikoloji"nin adı olmaktadır.

2) Sınırı aşmak, başka yöne çevrilmek.

"Göz kaymadı ve sınırı aşmadı" (Necm 53/17). Bu

âyetteki tağâ kelimesi, "gözün sınırı aşmaması, başka yöne kaymaması, çevrilmemesi" anlamına gelmektedir.

3) Hak ve adaletin sınırlarım aşmak.

"Onlar ki ülkelerinde hak ve adaletin sınırlarını aşarak azgınlık ettiler" (Fecr 89/11) âyetindeki tağav kelimesi, "hak ve adaletin sınırlarını aşmak" demektir.

4) Ölçüyü aşmak.

"Size nzık olarak verdiklerimizden temiz olanlardan yiyiniz, bu hususta ölçüyü aşmayınız" (Tâhâ 20/81); "Sakın ölçüyü (dengeyi) bozmayın" (Rahman 55/8). Bu iki âyetteki lâ tatğav ifadesi, "ölçüyü aşmamak" anlamına gelmektedir. Haram lokma yiyenler, bunu azgınlıkları sebebi ile yapmaktadırlar. Kul hakkını gözetmeden helal rızkı harama çevirecek nitelikte ölçüyü kaçı­ranlar azgınlık yapmaktadırlar.

5) Suyun bentleri aşıp patlaması.

"Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide biz taşıdık" (Hakka 69/11). Yüce Allah Hz. Nuh tufanı diye anılan olguyu anlatırken tağâ kelimesine yer vermektedir. Tufanda suyun taşması ne ise, insanın azgınlaşıp Allah Te'âlâ'nın koyduğu sınırları çiğneyip aşma­sı da odur. Birisi maddî alanda, diğeri de manevî alanda gerçekleşmek­tedir. Her iki alandaki oluşum da tağâ kelimesi ile ifade etmektedir.

6 Sarsıntı.

Hakka 5'de bu kelimenin tâğıye kalıbı da yer almaktadır, ip: lîü ^pÜoJL 1j£iiü "Semud'a gelince: Onlar pek zorlu bir sarsıntı ile helak e-dildiler."

7) Allah'tan başka tanrılar.

Kur'ân'in pek çok âyetinde bu kelimenin tâğût kalıbı geçmektedir. Bu kelime, insanların Allah'tan başka tanrılık sıfatı verip taptıkları bütün putlar, felsefeler ve kendi nefislerinin genel adıdır, "O halde kim tâğûtu (Allah'tan başka tanrıları) inkâr edip Allah'a inanırsa sağlam bir kulpa yapışmış demektir" (Bakara 2/256).

Şimdi bütün bu manalardan sonra yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 112'ye dönersek şunu görürüz: Yüce Allah "aşırı gitmeyin" derken, bizim de bu âyete "azmayın, küstahça davranmayın, taşkınlık apmayın, hak ve adaletin sınırlarını aşmayın, ölçüyü kaçırmayın, eko­nomik dengeleri bozmayın, Yüce Allah'ın koyduğu sınırları aşmayın", yani "O'nun koyduğu haramı helal; helali haram yapmayın. O'nun size verdiği nimetlere nankörlük etmeyin" anlamını vermemiz gerekiyor. Bu konuda istenenin tersini yapan insanlar hem tâğûtlaşıyorlar hem de tâğûta tapmış oluyorlar.

Âyetin birinci emri olan, "emrolunduğun gibi dosdoğru ol" emri yerine getirilince, âyetteki ikinci istek olan "aşırı gitmek" de kendiliğin­den ortadan kalkacaktır.

Bu noktada sorulacak soru şudur: İnsanı istikamette tutacak ve aşı­rılıktan koruyacak güç nedir? 112. âyetin devamı bu soruya cevap ver­mektedir: "Çünkü O, yaptıklarınızı çok iyi görendir." Bir mü'minin, davranışlarını Allah'ın gördüğünü bilir ve inanırsa aşırı git­mesi ve istikametten ayrılması mümkün değildir. Allah'ın gözetiminde ve murakabesinde olduğunun bilincindeki insanın Allah'ın koyduğu sınırları aşması imkansızdır. Yüce Allah'ın insanların tüm yaptıklarını görmesine inanmak, istikamet için en büyük eğitici rol oynayacaktır. Bu iman ve bu bilinç kendimizi eğitecek güçte bir iç disiplini oluşturacaktır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'ân bir istikamet ve aşırılık­ları önleyen bir din koymaktadır. İslam dini istikamet dinidir; aşırılıkları önleyen bir dindir. Din eğitimcileri Hz. Peygamber'e verilen "dosdoğru olma" emrinin ne anlama geldiğini iyice anlatıp insanların beynine ve gönlüne yerleştirmeli, mü'min insanın aşırı olamayacağını sürekli olarak gönüllere kazımalıdır.

3. "Zulmedenlere meyletmeyin,  sonra size ateş dokunur." Âyetin bu kısmında geçen ^j rakene kelime­sinin diğer bir kalıbı da rükündür ve "bir şeye samimi olarak yönelmek; ondan duyduğu tatmin dolayısı ile ona sevgi ile meyletmek"tir. "Menzil" ile kullanılınca "yerleşmek", ilâ harf-i cerri ile kullanılınca "dayanmak, itimat etmek, olgun olmak; erkene kalıbı "firar etmek"; rukûn ise, "bir şeyin çok kuvvetli olan yani köşesi; büyük iş, mal-mülk gibi kuvvet ve­ren şey, direk, destek, bir şeyin aslını oluşturan ana parçalar, unsurlar" manasına gelmektedir.

 

Rukûn kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

1) Meyletmek.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 113 ve İsrâ 74'de bu kelime, "meyletmek" yani, "bir etki altında kalıp bir

şeye sevgi ile yönelmek" demektir. Bu etki kötü de olabilir, iyi de. Ama her iki âyette de kötü et­kinin insanda

meydana getirdiği psikolojik, yani içsel ve manevî oluşum ifade edilmektedir.

"Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerede ise, sana

vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkar

kılmasaydık gerçekten onlara az da olsa meyledecek­tin" (İsrâ 17/73-74). Müşrikler, Hz. Peygamber'e etki edip, ilahi vahyden koparıp yanlış fikirlerle Allah'a iftirada bulunduracaklardı. Hz. Peygamber'in güçlü imanı olmasaydı, buna meyledecekti. İşte bu meyli ifade etmek için 74. âyette rukûn kelimesi kullanılmaktadır. Hûd 113 ile İsrâ 74 "kötüye meyl"i ele almaktadır.

2) Dayanak, direk, kale.

Kur'ân, bu kelimeyi bu anlamda ilk defa Hz Lût'un kullandığını söylemektedir. Hz. Lût, ahlaksız, cinsel sapıklığın içinde yüzen halkını zorlamış ve onları yola getirememesi nedeniyle şöyle demiştir:

"Keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim! dedi" (Hûd 11/80).

Âyette "kale" diye tercüme ettiğimiz rukn kelimesi sosyolojik manada "dayanak" anlamına gelmektedir.

3) Güç, ordu.

"Firavun, ordusu ile birlikte yüz çevirmişti" (Zâriyât, 39). Bu âyette de ilgili kelime, rukn kalıbı ile geçmekte ve "güç" manasına gelmektedir.

Bütün bu manaların meyletmek ve yönelmek ile yakından alakası vardır. İnsan güçlü etkinin geldiği yöne doğru meyleder, yönelir; güçlü olana meyleder ve her zaman güçlü bir dayanak arar. İşte Yüce Allah insanın bu psikolojisini, yani bu içsel durumunu bildiği için zâlimlere meyletmemelerini emretmektedir. Zâlimlere meyletmek 112. âyette em­redilen istikametten insanı çıkaracaktır. Zâlime meyletmek aynı zaman­da aşırı gitmek olacaktır.

Burada şu soruyu sormamız mümkündür: Zâlime nasıl meyledile-bilir? Râzî kendinden önceki âlimlerin görüşünü naklederek bu soruyu cevaplandırmaktadır: Zulüm, zâlimlerin zulmüne rıza göstermek, onların bu işini iyi görmek, başkalarına iyi göstermek ve bu işlerde onlara katıl­maktır.[62]

Bize göre Râzî'nin naklettiği bu görüş yeterli değildir. Buradaki zulüm kelimesinin bir önceki âyette geçen "aşırı gitmek" kavramı ile alakası vardır. Siyasette, ahlakta, ekonomik hayatta sınırları aşan, denge­leri bozan ve ölçüyü kaçıranların zâlim olacağına inanıyoruz. Yüce Al­lah'ın koyduğu kuralların sınırlarını çiğneyip aşan insanlar zulmetmek­tedirler. Şirk koşmak da zulümdür. Müşrikler de zulüm işlemektedirler. O zaman âyet; "müşriklere meyletmeyin" şeklinde manalandırılabilir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Zulmedenlere meyletmenin cezası nedir? Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 113. âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır: "Sonra size ateş dokunur." Ateşten kasdedilen "cehennem" olabileceği gibi, "bu dünyadaki belaların oluş­turduğu ateş" de olabilir.

Âyetin bu kısmından çıkartacağımız genelleme şudur: Yanlışa meyletmek ateşin doğmasına sebep olmaktadır. Zâlimlere meyleden mü'min, dünya ve âhiretteki ateşin kibritini yakmaktadır. İnsanın gön­lündeki "meylin" zâlime doğru olması, o gönülde ateşin yanmasına se­bep olacaktır. Zâlime meyledenler, gönüllerinde ateş taşıyorlar. Meylet­mek sebep, ateşin dokunması da sonuç olmaktadır.

Dikkat edilirse, ateş cümlenin öznesi durumundadır. Ateş canlı bir varlık gibi hareket edip insana dokunmaktadır. Yüce Allah kendisinin insana ateşi dokunduracağını söylemiyor, ateşin kendisinin dokunacağını söylüyor. Ateş dokununca yakıp kül eder, odunu yakıp kül ederken odu­nun tabiatını değiştirmektedir. İnsana dokunan ateş insanın tüm erdemle­rini yakıp kül edeceği için, insanın insan olma yönünü değiştirecektir.

4. "Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz." İnsanlar başkalarına niçin meylederler? Âyetin bu kısmı soruyu "dost edinmek ve yardım görmek" şeklinde cevaplandırmaktadır.

"Dost edinmek" insanın temel uğraşılarından biridir. Karşılık bek­lemeyen, gönülden bağlı olan dosta her zaman ihtiyaç vardır. Yüce Allah bu ihtiyacın zâlimlerle giderilmesini istemiyor. Bu ihtiyacın kendisi ile doldurulmasını istiyor ve "sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur" ilkesi­ni koyuyor. Mü'min gerçek dostun kim olup olmadığını bilmelidir. Yüce Allah bu âyette bunu öğretmekte ve eğitimini yapmaktadır. Dost ihtiya­cını gidermek istiyorsanız ve bu sebeple zâlimlere meylediyorsanız, Al­lah'tan başkasının size dost olmayacağını bilin ve ona göre hareket edin.

Diğer taraftan mü'min niçin zâlime meyleder? Ondan yardım bek­lediği için. Zâlimden yardım beklemek, Allah'ın yardımını kaybetmek­tir. Onun için Yüce Allah "sonra O'ndan da yardım göremezsiniz", ifa­desine âyette

yer vermektedir. Zâlime meyletmek, hem Allah'ın dostlu­ğuna hem de yardımına engel olmaktadır.

Kısaca Yüce Allah bu âyette zâlime meyletmenin üç netice doğur­duğuna dikkat çekmektedir: Ateşin dokunması;

Allah'ın dostluğunu kaybettirmesi ve yardımına engel olması.

Genel manada bu âyete bakınca, Yüce Allah bir duygu eğitimi yapmaktadır. Çünkü meyletmek, sevginin

yönelişidir ya da sebep olduğu bir yöneliştir, bir tavırdır. Bu duygu eğitimi ile sevginin yöneleceği obje yani

varlık belirlenmektedir. Sevginin objede yanılması, zâlime meylet­meye neden olmaktadır. Meylin arkasından

kimin gerçek dost olup ol­madığı da anlatılmakta, dost ihtiyacının nasıl karşılanacağına açıklık getirilmektedir.[63]

 

İyilikler Kötülükleri Giderir:

 

114.Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, Allah 'ı ananlara bir öğüttür.

115. Sabırlı ol, çünkü Allah güzel iş yapanların mükâ­fatını zayi' etmez.

Âyetin içeriğinde birbirine sıkı bir şekilde bağlı ama farklı olan konular yer almaktadır.

1. "Gündüzün iki tarafında ve ge­ceye yakın saatlerde namaz kıl."

a) 114. âyetin bu kısmı ile ilgili açıklamamızı yapabilmemiz için 112. âyete dönmemiz gerekiyor. Yüce Allah o âyette: "O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin." Görüldüğü gibi burada "istikamette olmak" ve "aşırı gitmemek" üzerinde iki emir verilmekte­dir. İlki olumlu, ikincisi de yasaklayan olumsuz bir emirdir. 112. âyetin yorumunu yaparken, bunların nasıl yerine getirileceğini anlatmıştık.

Yüce Allah 114. âyette istikameti ve aşırı gitmemeyi nasıl temin edeceğimize dair sorumuza bir cevap daha vermektedir: O da namaz kılmaktır. Böylece namaz ibadetinin ahlâkî etkinliğine işaret edilmekte, insanı istikamette tutmasının ve aşırılıklardan uzaklaştırmasının öğretimi yapılmaktadır. Her ibadetin insan hayatında davranış, yani ahlâk bakı­mından büyük etkinliği ve eğitici yönü vardır. Şu âyetler namaz konu­sunda bunu dile getirmektedir:

i. "Sonra kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı kıl. Kesinlikle namaz, hayasız­lıktan ve kötülükten alıkoyar" ('Ankebût 29/45). Hayasızlık, yani yüz kızartıcı davranışlar, kötülük kavramı ve kötülüklerden alıkoyması ile, namazın ne denli ahlâkî etkinliğe sahip olduğu gösterilmektedir.

ii."Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, nefisle­rinin arzularına uydular. Bu yüzden gayya kuyusuna atılacaklardır" (Meryem 19/59).

Namazı bırakınca kötü arzularının peşine düştüler. Demek ki, na­maz insanın kötü arzularının peşine düşmesini engellemektedir. İşte bu etkinliğe sahip olan namaz, insanı bütün yönleri ile istikamette tutacağı ve aşırılıktan da uzaklaştıracağı için 112. âyetten hemen sonra emredil-mektedir. O zaman bu noktadan hareket edersek, namazın başlı başına bir eğitici olduğunu söyleyebiliriz.

b) "Gündüzün iki taraiV'ndan neyin kasdedildiği konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu tartışmaların burada anılmasını, yazılmasını uygun bulmuyoruz. Gündüzün iki tarafından kasıt sabah namazı ile akşam namazıdır.

Sabah namazının bir adı "fecr"; diğeri de "Kur'ân"dır. Öğlen na­mazı "zuhr"; ikindi '"asr" aynı zamanda "kable ğurûbihâ"; akşam "mağrib"; yatsı da '"işâ"dır.

Şimdi bu isimlerden "gündüzün iki tarafı" denince fecr, yani sabah namazı ile mağrib yani akşam namazının kastedildiği anlaşılmaktadır. Âyette geçen " zülefen minelleyl de "geceye yakın" anlamına gelmektedir. Bu da yatsı namazıdır.

Müzdelife kelimesi züleften türemiştir. Arafat'a yakın olan yere Müzdelife denmektedir. Aynı zamanda Arafat'tan Mekke'ye ya da Ka'be'ye daha yakın olması sebebiyle o yere Müzdelife denmektedir.

Kelimenin kök fiili olan  zelefe, "yaklaştırmak, takdim etmek, ilerlemek"; kavimle beraber kullanılınca, "kavmi toplamak"; zellefe kalıbı, "sözüne söz katarak artırmak"; zelf kalıbı, "çimenlik, otlak yer"; iüj zülfeh kalıbı da "büyük kâse, rütbe, gecenin evvelinden bir kısım"; zülfâ ise "yakınlık, derece" manalarına gelmektedir. Bu ke­lime Kur'ân'da çeşitli konular için kullanılmaktadır:

i. Maddeten yaklaştırmak.

"Ötekilerini de oraya yaklaştırdık" (Şu'arâ 26/64). Buradaki ezlefnâ fiili, Firavun'un ordusunun, Hz. Musa'nın önünde açı­lan denize yaklaştırılması anlamına gelmekte ve tamamen maddî bir ma­na taşımaktadır.

ii. Manen yaklaştırmak.

"O gün cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır" (Şu'arâ 26/90);  "Cennet de takva sahiplerine yak­laştırılır. Onlardan uzakta olmayacaktır" (Kâf 50/31); Cen­net yaklaştırıldığında" (Tekvîr 81/13). Buradaki yaklaşmak, tamamen âhirette cennet ile ilgili bir fiil olmaktadır. Sanki cennet hareket ettirilip muttakî insanların ayağına getirilecektir. Bu da madde ötesi bir olguyu anlatmakta ve olacak olanı haber vermek için kullanılmaktadır.

"Sizi huzuru­muza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlatlarınız. İman edip iyi amelde bulununlar müstesna" (Sebe' 34/37). Burada yaklaştırılacak yer, Allah'ın huzurudur. Yaklaştıracak olan da iman ve amellerdir. Bu yakla­şımın manevi olduğu görülmektedir. Buradaki zülfâ da "yakınlık" anla­mına gelmektedir.

iii. Yakın.

"Ama azabı yakından gördükleri zaman" (Mülk 67/27). Bu âyette zülfe kalıbında gelen bu kelime "yakından" anlamını ifade etmekte, burada da ahiretteki görüşün yakınlığı için kullanılmakta, aynı şekilde madde ötesi bir olguyu haber vermektedir.

iv. Yüksek makam.

 "Sonra bu tutumundan dolayı onu bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı" (Sâd 38/25). Bu âyette de ilgili kelime, zülfâ kalıbında gelmekte ve "yüksek makam, Allah katında kulun iyi amelleri ile edin­diği manevî makam" manasını ifade etmektedir.

v. Müşriklerin, Allah'tan başka taptıkları sahte tanrılara neden tap­tıklarını anlatırken bu kelimeye yer verdiklerini Yüce Allah Zümer 3'de açıklamaktadır: ''Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz."

Görüldüğü gibi bu kelime çeşitli alanlarda "yaklaşmak" için kulla­nılmıştır. Maddî yaklaşım için kullanıldığı gibi, manevî yaklaşım için de kullanılmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 114'de maddî anlamda zaman için kullanılmıştır.

"Namaz kıl" emri, Hz. Peygamber'in şahsında bütün mü'minlere verilmiş bir emirdir. Sadece Hz. Peygamber döneminde ya­şayan mü'minlere değil, her çağın mü'minlerini kapsamına almaktadır.

2. "İyilikler kötülükleri giderir." Ayetin bu kısmı şu sorumuzu cevaplandırmaktadır: "Namaz kıl" emrinden sonra bu açıklama neden yapılmıştır? Âyetin bu kısmındaki "iyilik"ten kasıt na­maz kılmak olabilir.

'Ankebût 45'de namazın yüz kızartıcı davranışlardan ve kötülük­lerden alıkoyacağı gündeme getirilmişti. 'Ankebût 45'i alıp Hûd 114'ün bu kısmına getirebiliriz. O zaman "namaz kötülükleri giderecek bir nite­liğe sahiptir" diyebiliriz.

Bu açıklamamızın dışında âyete bir açıklama daha getirebiliriz. Yüce Allah, âyetin bu kısmı ile evrensel bir kural koymaktadır. İnsanlar kötülükle mücadele veremezler. Kötülükle ancak iyilik mücadele verebi­lir. Onun için, insanlar iyiliği destekler, onu hayata geçirir ve canlı tutar­larsa onun vasıtası ile kötülükle mücadele vermiş olurlar. Günümüzün sosyal bilimcilerinin vardığı nihâî netice budur. Demek ki, sosyal bilim­ciler Kur'ân'a gelmiş bulunuyorlar.

Hasenat kelimesine "güzellikler" manasım verirsek, âyete "güzel­likler çirkinlikleri giderir", manasını verebiliriz. Hasenat kelimesinin. yani iyiliklerin kapsamına hangi ameller girmektedir?

a) İman.

Gerçek iman inkârı ve şirki giderdiği için, iyiliklerin ve güzellikle­rin başında o gelmektedir. İnkârın kirini gönülden gideren gerçek tevhîd inancı, gönülde güzellikler oluşturmaktadır.

b)Tövbe ve istiğfar.

Günahlarına tövbe eden, yani onlardan vazgeçip af dileyen kişi de günahl arının Allah tarafından giderilmesine sebep olmaktadır.

Affetmek ve iyilikle düşmana mukabele etmek düşmanlığı gide­rerek yerine dostluğu gidermektedir.

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunun
kimse, sanki candan bir dost olur" (Fussılet 41/34). Zekat ve infak, fakirlerin zenginlere karşı olan kıskançlıklarını, hasretlerini giderdiği için hasenat kavramının kapsamına girmektedir.

Aklını kullanmak.

Yüce Allah Yûnus 100'de aklını kullanmayanların üzerine pislik atıyor ve onları murdar kılıyor. O zaman aklı kullanmak bu pisliği, bu kiri ve bu kötülüğü gidermektedir. Aklı kullanmak, bir bakıma düşün­mektir. Düşünmemek bir kötülüktür, insanın kendine ve topluma olan kötülüğüdür. Düşünüldüğü zaman bu kötülük giderilmektedir.

f) Bilgi üretmek.

Dünyanın en büyük kötülüklerinden biri, cehalettir. Bilgi, cehaleti giderdiği için başta gelen iyiliklerden biri olmaktadır. Bilgi ışıktır; ceha­let de karanlıktır. Işık karanlığı giderir.

g) Sabretmek.

Problemlerin çözümü, belalara göğüs germe anlamına gelen sa­bır, çözümsüzlükleri giderdiği için iyiliklerin başında yer almaktadır. Çözümsüzlük, belalar ve dengesizlikler kötülüklerdir. Sabır onların çö­zümü anlamına gelmektedir. Meselâ, düşmanlıkları, kini ve nefreti dost-

luğa ve sevgiye döndürecek metodlardan biri sabrederek buna karşı iyi­likle mukabele etmektir.

Kötülüğe iyilikle mukabele edip düşmanlığı dostluğa çevirecek ve buna ulaşacak olanın kimler olduğunu Fussılet 35 cevaplandırmaktadır. "Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur." Hûd 115. âyet de sabrı gündeme getirmektedir.

h) Haramlardan sakınıp farzları yerine getirmek, âhiretteki korku ve endişeyi giderecektir. Zaten Râzî'nin naklettiğine göre âyette geçen hasenat kelimesini İbn Abbas bu şekilde tanımlamıştır [64].

i) Hak.

Hak bâtılı gidericidir: "De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılıp gitmeye mahkûmdur" (İsrâ 17/81). Belki de kötülüklerin başında bâtıl gelmektedir. Bâtılı gide­recek olan haktır. Hasenatın başında da "hak" gelmektedir. İnsanlar düşen hakkı ayağa kaldırıp onu ayakta tutmak, ona yardım etmek, onu hayata geçirmekle yükümlüdürler.

3. "Bu öğüt almak isteyenler bir hatırlatmadır." Âyetin sonundaki ez-zâkirîn kelimesine "düşünenler" manasını vermemiz mümkündür. O zaman mana: "Bu, düşünenlere bir öğüttür" şeklinde olabilir.

Ayetin bu kısmında geçen zâlike "bu" zamirinden maksat ne olabilir? Bu soruya cevap verebilmek için 112. ve 113. âyetlere dönme­miz gerekiyor. "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" ; "aşırı gitmeyin"; "zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur."; "sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra Allah'tan yardım göremezsiniz."; "iyilik­ler kötülükleri giderir." "Bu, mesajları düşünen mü'minlere öğüt olmak­tadır."

Zâkirîn kelimesine, "Allah'ı daima hatırında tutanlar" manasını da verebiliriz. Bu manalardan hareket edersek, Yüce Allah öğüdün kim­lere etkili olacağını açıklamaktadır. Birinci manaya göre, "öğüt almak isteyenlere" buyururken, öğüt almaya hazır olan ve alaka gösterenleri

kasdetmektedir. İkinci manaya göre, "düşünmeyi ahlâk edinen, aklını kullanmasını bilen"e etki edecektir. Üçüncü manaya göre "Allah'ı daima hatırında tutan Allah'ın öğüdünü dinleyip tutacaktır" şeklinde anlamlan­dırılır.

Bahsedilen bu emirler düşünen insanlar için öğüt olmaktadır. Yüce Allah'ın bu emirlerine ilk önce "düşünce" ile yaklaşmak gerekiyor. Daha sonra da 115. âyette emredildiği gibi "sabırla".

4. "Sabırlı ol, çünkü Allah güzel iş yapanların mükafatını zayi' etmez." Hangi konularda sabretmek gereki­yor? Yine 112. ve 113. âyetlere dönmemiz gerekiyor. Emrölunduğu gibi dosdoğru olmak bir sabır işidir. Aşırılığa kaçmadan istikamette olmak, ortay yolu takip etmek çok zor olduğu için sabır olmadan başarılamaz. Zulmedenlere meyletmemek, Allah'tan başkasını dost edinmemek de sabredilmekle başarılabilecek bir konudur.

Bunu yapanlara Yüce Allah 115. âyette muhsin sıfatını vermekte­dir. Muhsin kişi, "iyilikleri, güzellikleri üreten kişi" demektir. Başka bir ifade ile "Allah'ın, kendisini gördüğü; kendisinin de Allah'ı görür gibi davranması gerektiği bilincindeki mü'min"dir. Bunun anlamı da, "Al­lah'ı her an yanında hissederek davranan"dır. Bu âyetin izahı, Hûd 112-115. âyetlere göre yapılacaksa şöyle diyebiliriz:

İstikamette olmak, aşırılığa kaçmamak, yaptıklarını Allah'ın gö­zetlediğine inanmak, zâlimlere meyletmemek, Allah'tan başkasını dost edinmemek, namazını kılmak, iyilikler üreterek kötülükleri gidermek, düşünerek öğüt almak ve sabretmek. Bu amelleri üreten mü'min muhsin sıfatına layıktır ve Allah Te'âlâ onun muhsin olduğunu söylemektedir. Muhsin olmanın bir getirişi nedir? Hûd 115'e göre, onların mükâfatı zâyî olmayacaktır; Allah onları sever (Âl-i İmrân 3/134); cennette kalır­lar (Mâide 5/85); Allah'ın rahmeti onlara yakındır (A'râf 7/56); Allah onları müjdeliyor (Hac 22/37); Allah onlarla beraberdir ('Ankebût 29/69); dilediklerini Allah katında bulacaklardır (Zümer 39/34); Allah onlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır (Ahzâb 33/29). Yaptığı işi mü­kemmel yapan muhsin kişi bunları elde etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki

düşünmek ile sabretmek muhsin olmanın hem şartlarından biri hem de metodlan arasında yer almaktadır.

Din eğitimi buradaki iyi ve güzel davranışlara verilen muhsin sıfa­tını iyice anlatarak, mü'minlerin gönlüne yerleştirmelidir ki teşvik edici olsun.[65]

 

Her Toplumda İyiliği Emreden Ve Kötülükten Alıkoyanlar Olmalı:

 

116. Fakat ne yazık ki, sizden önceki kuşaklar arasın­dan yeryüzünde bozgunculuktan alıkoyacak akıl ve iz 'ân sahibi erdemli insanlar çıkmadı. Fakat onlardan az bir kısmını kurtardık. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.

117. Halkı, ıslah edici olduğu halde Rabb'in zulümle

memleketleri helak etmez­in âyetlerin analizinden çıkartacağımız toplumsal ilkeler olacaktır. Aynı zamanda toplumların çöküş dinamikleri ile ayakta kalmalarının dinamiklerini de görmüş olacağız.

1. Toplumları eğitecek, onları kötüden ve toplumsal bakımdan bozgunculuktan alıkoyacak aklını kullanan bilgili insanlar grubu olmalı­dır. Toplumların ayakta kalmalarını sağlayacak olan bu insanlardır. Boz­gunculuktan alıkoyanı kalmayan toplumların yıkılışı mukadderdir.

Âyette geçen ilke de bunu göstermektedir. "Fakat ne yazık ki, sizden önceki kuşaklar arasından yeryüzünde bozgunculuktan alıkoyacak akıl ve iz'ân sahibi erdemli kişiler çıkmadı." Âyetin bu kısmında yer alan bakıyye terimi, "erdemli ve hayır sahipleri" anlamına gelmektedir. Er­dem ve cömertliğe bakıyye denmektedir. Biz buna akıl ve.iz'ân sahibi erdemli kişiler diyebiliriz.

Toplumlardaki bozgunculuğu önleyecek olanların erdem sahibi olmaları gerekiyor. Toplumların siyâsî erkini elinde bulunduranlar er­dem sahibi olmazlarsa toplumu iyiye götüremez ve bozgunculuktan alı­koyamazlar. Geçmiş nesiller yani o dönemlerdeki toplumların çöküş nedeni bu erdemli kişileri aralarından çıkaramamalarıdır.

Bozgunculuktan alıkoyacak erdemli insanlar grubunun olması ih­tiyarî bir konu değil, tam tersine zorunludur. "Sizden, hayra çağıran, iyiliği

emredip kötülüğü yasaklayan bir grup bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân 3/104). Bu âyete göre, insanları bozgunculuktan alıkoyacak, onlara iyiyi ve güzeli öğretip hayra çağıracak olanların ye­tişmesi zorunludur ve Allah'ın emridir.

İyiyi emredip kötülükten sakındırmak Kur'ân'ın farzları arasında yer almaktadır. İki kişi arasında başlayan bu eğitim metodu, giderek dev­letle halk arasında, sivil kuruluşlarla devlet ve halk arasında, hatta mil­letlerarası ilişkilere kadar giden bir çizgide yer almalıdır. Artık dünya insanlığı arasından, bozgunculuk yapıp tefrika çıkaranlara dur diyecek, onları istikamete getirecek, iyiliği onlara öğretecek bir toplum veya grup olmalıdır. Ama bu toplum veya grup akıl ve iz'ân sahibi erdemli kişiler­den oluşmalıdır.

Geçmişin nesilleri içlerinden topluma yön verecek, bozgunculuk­tan alıkoyacak, selîm akla çağıracak, akim yolunu gösterecek, erdemli

olmanın eğitimini verecek insanların yetişmemesinin, o toplumların çö­küş sebebi olduğunu Yüce Allah bu âyette gündeme getirmektedir. Böy­lece âyet, hem siyâsî hem sosyal hem de ahlâkî olanın dinamiğine dikkat çekmektedir. Yüce Allah, geçmişin olguları ile yaşayanlara ve geleceğin nesillerine ışık tutmakta ve toplumları ayakta tutan temel ilkeyi öğret­mektedir.

Bize göre Yüce Allah'ın bu ilkesi tıp kanunlarına benzemektedir. Hastalığa müdahale edecek olan uzman doktor olması gerekiyor. Hasta, tıp tahsili almamış, uzman olmayan kişilere teslim edilemez. Aynı şekil­de bozuşmaya yüz tutan hastaya ve topluma müdahale edip tedavi ede­cek olanların akıl, iz'ân ve erdem sahibi olmaları gerekiyor. Toplum kötülerin tedavisine bırakılamaz. Doktor olmayana bırakılan hasta ölüme terk edildiği gibi, kötülere bırakılan toplum da helake bırakılmış demek­tir. Hûd 114'de belirtildiği gibi iyilikler kötülükleri giderdiği gibi, boz­gunculuğu giderecek olanlar da erdemli kişilerdir. Çürüyen topluma neş­teri vuracak olanlar erdemli kişilerdir.

"Fakat onlardan az bir kısmını kurtardık." Yüce Allah, geçmiş nesillerden çok azının kurtulmaya layık olduğunu

söylemektedir. Buna örnek olarak Hûd suresinde geçen peygamberlerin toplumlarından kurtulanların az

olduğunu görüyoruz. Nûh toplumu, Lût toplumu, 'Âd toplumu buna örnek gösterilebilir.

2. Geçmiş toplumların çöküşlerinin dinamiklerinin ikincisi de 116. âyetin devamında verilmektedir:

"Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten suç­lu idiler." Âyetin bu kısmında yer alan 

terife kelimesi; "refah ve bolluk içinde yaşamak, bitkinin suyunun çok olması, azgınlık ve sapık­lıkta ısrar etmek,

refah ve nimetin çokluğunun insanı azdırması"; gıda ile kullanılınca "gıdasını güzelleştirmek"; isim kalıbında,

"nimet, güzel, hoş" manalarına gelir. Mütref kalıbı da "kolay, kendine göre haya­tın tadını çıkaran, ahlâkî değer

ve endişeye hayatında hiç yer vermeyen"; mutarraf kalıbı da "müreffeh hayatın küstahlaştırdığı,

sorumsuzlaştırdığı, haz ve keyfinin peşinde koşmanın tamamen yozlaştırdığı zorba halini alan kimse" demektir. İlgili kelime, Kur'ân'da

halini alan kimse" demektir. İlgili kelime, Kur'ân'da bu manalarda muh­telif âyetlerde geçmektedir.

Geçmiş toplumların çöküşüne neden olan insanlar üç fiil işliyorlardı: Birisi zulmediyor olmaları, diğeri kendilerine verilen refahın peşine bütün ahlâkî endişelerden uzak sorumsuzca tavır takınmaları, kendilerini yozlaştıran hazların peşine gitmeleridir. "Suçlu olmaları" da onların üçüncü özellikleri idi. Zulüm, yozlaşmışlık, şımarıklık, ahlaksız­lık ve suçluluk toplumlarda halkın çoğunluğunun içine düştüğü bir hayat tarzı haline gelmişti.

Geçmiş nesillerin kurdukları toplumlarda genel manada iki grup insanın durumu, o toplumların çöküşünü, yani helakini hazırlamıştır. Biz buna o toplumların çöküşlerinin nedenleri diyebiliriz.

a) Zulmeden, yozlaşıp şımaran, ahlâkî değerleri bir tarafa atan, so­ rumsuz insanların çoğalması. Bunların âdi nazlardan başka takip ettikleri bir şey de yoktur. Bunlar aynı zamanda suçludur.

b) Bu insanlara, yani bozgunculara dur diyecek aklı başında er­demli insanların yetişmemesi.

Demek ki, topluma iyiyi emreden, kötüden sakındıracak bir grup insanın yetişmesi ve bunların, bozgunculuk yapan zâlim ve nazlarının peşine düşen sorumsuz ve suçlu insanlara dur demeleri gerekiyor. Yara­lanmış bir organ nasıl kendi kendini iyileştiriyorsa, toplumlar da kendi sosyal yaralarını, kendi yetiştirdikleri insanlarla tedavi edip iyileştirme­lidir.

Toplumun bilgili, erdemli ve aydın kesiminin, zâlim ve şımarık kesimine iyiyi emredip kötüden sakındırması toplumun bağışıklık siste­mini teşkil etmektedir. Bedene giren mikroba karşı, bedenin bağışıklık sistemi karşı koyar. Toplumun yapısına gören zulüm, yozlaşmışlık ve bozgunculuğa karşı bu erdemli kişiler derhal bir bağışıklık sistemi gibi karşı koymalıdır. Bu karşı koyma olmazsa, mikrobun, vücudu hasta et­mesi gibi, toplum da hastalanacaktır. Eğer vücuda giren mikrop öldürücü ise, vücut ölümcül hastalığa yakalanmış demektir. İşte zulüm, bozguncu­luk, yozlaşmışlık bir toplum için öldürücü mikroptur. Vücut, yani top-

lum bunlara erdemli kişileri ile karşı koyamıyorsa ölümcül hastalığa yakalanmış demektir.

Toplumların helak olması ya da yıkılmasının başta gelen sebeple­rinden biri, kötülere dur diyecek iyilerinin olmaması ya da yetişmemesi-dir; başka bir ifade ile kendi kendilerini kontrol edecek mekanizmayı kuramamalarıdır.

3. "Halkı, ıslah edici ol­duğu halde Rabb'in, zulümle memleketleri helak etmez." Yüce Allah şunu söylüyor: Bir toplumun halkı ıslahata girişmiş ise, yani aklı başında erdemli kişiler toplumu düzeltiyor, bozguncu gruplar arasında barışı te­sis ediyorsa o toplumu helak etmek zulüm, yani haksızlık olur. Çünkü o toplumun bağışıklık sistemi çalışıyor, kendi kendini tedavi edebiliyor.

Yüce Allah, halkı ıslah eden, yani kendini düzelten toplumu helak etmediğini Yunus 98'de de gündeme getirmişti: "Yunus'un toplumu müstesna, herhangi bir ülke halkı, keşke iman etse de bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un toplumu iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre faydalandırdık."

Bazı âlimler Hûd 117'deki bi zulmin kelimesini, "zulüm et­mesine rağmen" bir toplumu Allah'ın helak etmeyeceği şeklinde manalandırmışlardır. Bu yorumu kabul etmiyoruz. Buradaki zulüm top­lumla değil, Allah ile alakalıdır. Bu âyeti, "Yüce Allah, halkı ıslah edici olan bir toplumu haksız yere helak etmez" şeklinde yorumlamak gereki­yor.

Hûd 116 ve 117. âyetlerden şu neticeyi çıkartıyoruz: Toplumlar, kendi içlerinden kendilerini kötülüklerden alıkoyacak, ıslah edecek, tef­rika yapan grupların arasında barışı tesis edecek bir grup erdemli insan­ları yetiştirmelidir.

Düzelme çabasında olan toplumlar helak edilmeyecektir. Zevklerin peşinde koşan zâlim insanlar, bir toplumu helake sürüklemektedir. Onla­rı durdurmak, toplumun hayatı için çok önemli bir etkendir.

Yüce Allah'ın bir toplumu kötüden yana veya iyiden yana değişti­rirken temel olarak, o toplumun halkının değişimini esas almaktadır. Kendini değiştirmeyen halkı, Yüce Allah da değiştirmez.

"Bir toplum ken­dilerinde bulunan (güzel ahlâk)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimetleri değiştirmez" (Enfâl 8/53).

"Bir millet kendi şahsiyetini değiş­tirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11).

İkinci âyeti hem iyiye doğru değişim için hem de kötüye doğru o-lan değişim için ele alabiliriz. Ama her iki âyetin ortak noktası ya da eksen konusu, önce insanın değişimi, sonra da Allah'ın değiştirmesinin gelmesidir. Yüce Allah Hûd 117'de geçen û^ilü muslihûn kelimesi ile iyiden yana olan değişimi gündeme getirmektedir. Bu değişimin motodunu da 116. âyette geçen bakıyye denen akıl sahibi erdemli kişiler uygulayacaklardır. Böylece Yüce Allah 116. ve 117. â-yetlerde siyâsî ve sosyal hayatın üzerinde oturduğu temel değerleri, di­namikleri vermekte ve eğitimin önemini de vurgulamaktadır. Yüce Al­lah, siyâsî ve sosyal hayatı ayakta tutacak ve onlara can verecek olanla­rın eğitimciler olduğuna dikkat çekmekte ve değişimi onların başlataca­ğına işaret etmektedir.[66]

 

Bütün İnsanlar Neden Bir Tek Ümmet Değildir?

 

Rabb'in dileseydi bütün insanları tek bir millet yapardı: Fakat onlar ihtilaf etmeye devam ediyorlar.

Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten   (Rabb'in)   onları   bunun   için  yarattı.   Yani,
Rabb'inin: 'Andolsun ki cehennemi tümü ile insanlar ve cinlerle dolduracağım' sözü yerini buldu. Âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli genellemeler olacak­tır.

1. İnsanların tek bir millet olmayıp farklı milletlere ayrılmasının sebebi nedir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için bazı âyetlere gitmemiz gere­kiyor. Hûd suresinde geçen Hz. Peygamber'den önceki peygamberlerin olgusuna bakarak bir cevap verebiliriz. Tarihte bazı toplumlar tamamen helak olmuştur. Eğer bütün insanlık tek bir millet olsaydı, o milleti Yüce Allah helak etmeyi takdir etseydi, insanlık tamamen yok olurdu. Aynı anda peygamber olan Hz. İbrahim ile Hz. Lût'un olguları dikkate alınır­sa, Hz. Lût'un toplumu helak oldu, diğer peygamber ve toplumu hayatını devam ettirdi.

Soruya verilecek ikinci cevap Hucurât suresinin 13. âyetidir:

"Ey in­sanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle kay-naşasmız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Elbette Allah katında en değerli olanınız, en çok takva sahibi olanlarınızdır."

Yüce Allah, bu âyette li te'ârefû "taşınacaksınız, kaynaşa­caksınız diye" buyurmakla farklı topluluklar, yani farklı milletler halinde yaratmasının sebebini açıklamaktadır. Bu durumu fizik kanunu ile izah edebiliriz: Tabiatta (-) elektron ile (+) elektron birbirini çekerler. Elekt­rik de bu farklı elektronların çekimi ile oluşmaktadır. Milletlerin farklı olması da, aralarında bu çekiciliğin olmasıdır. Farklılar sevgi ve kay­naşma getirmelidir, düşmanlığı değil.

Yukarıdaki soruya verilecek üçüncü cevap, daha ileriye, gelişme­ye, iyiye ve medeni olmaya açık olan yarışmada farklı milletlerden ol­mak gerekiyor. Medeni olmakta yarışma, farklı milletlerden olmayı ge­rekli kılmaktadır. Yüce Allah fertler arasında bu yarışmayı açtığı gibi, milletler arasında da açmıştır.

Aklını kullanıp bilgiyi üreten ve onu hayata geçiren toplumlar dünyayı idare eden toplumlar olacaktır. Diğer toplumlar onlara saygı duyacaktır. Saygın toplum olmanın yolu medeniyet alanındaki yarışmayı kazanmaktan geçmektedir.

İnsanların zihinsel yapılarının farklı gelişmesi, farklı milletlerin doğmasına doğru yol almıştır. Zihinsel farklılaşmaların sonucu sosyal farklılaşmalara dönüşmüştür. Bunu Bakara 213. âyet gündeme getirmek­tedir: "İnsan­lar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak pey­gamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri husus­larda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler."

2. Tek ümmet iken, daha sonra aralarındaki birliği bozarak parça parça oldular. Her parça, yani hizip kendi benimsediği anlayışın dar ka­lıpları içinde bir araya geldi ve böylece ayrı toplum olmanın tohumları atılmış oldu.

Bu ayrılıkların zararlı olmaması için Yüce Allah onlara müdahale edip her topluma ait bir yol tayin edip o düzende akmasını temin edecek rehberliğini yaptı.

İşte insanların "ihtilafa devam etmeleri" onların tek bir millet hali­ne gelmelerini engellemiş ve engellemektedir. Hûd 118'de şu iki esası görüyoruz: Allah'ın dilemesi ve insanların ihtilafa devam etmeleri. "Yü­ce Allah'ın dilemesi" bize O'nun, insanlığı tek bir millet olmaya zorlamadiğini, insanların iradelerine dokunmadığını, onları irade ve fiillerin­de özgür bıraktığını ifade etmektedir. Aksi takdirde, Allah öyle dilemiş ve de yapmamış anlamına gelecektir ki bu da Allah için doğru değildir.

İhtilafa devam etme işi kulun iradesine bağılıdır. Bu ihtilaf olduğu müddetçe tek bir millet olma şansı ortadan kalkmaya devam edecektir. Çünkü ihtilaf belli değerler etrafında toplanmayı ifade ettiği kadar, belli değerler etrafında toplanmamayı da ifade etmekte, gelişmiş zihinlerin varlığına işaret ettiği gibi, gelişmemiş zihinlere de işaret etmektedir.

3. İhtilafın, sosyal hayata sıçrayıp yapay bir bölünme meydana ge­tirmesi çok tehlikelidir. Çünkü zamanla tefrikanın yani bölünmelerin önüne gecikmeyebilir. Onun içindir ki Yüce Allah En'âm 159'da "Sen onlara hiçbir şey yapamazsın" buyurarak tefrika çıkaranların zamanla eğitilemez hale geleceklerini buyurmaktadır. Ayrıca Yüce Allah Mü'minûn 53 ve 54. âyetlerde tefrikanın, derin ihtilafların gaflet ve sapıklık olduğunu söylemekte, bu insanlar, eğitilemeyeceği için bu halleri içinde bırakılmalarını buyurmaktadır.

İhtilafa devam etmeyenlerin Allah'ın merhametinp layık oldukla­rına 119. âyet işaret etmektedir. "Rabb'inin merhamet ettiği kimseler müstesna, onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler." Âyetlerin bu kısımlarından şunu çıkartıyoruz: İhtilaf Allah'ın merhametini engelliyor. Birlik beraberliğin olduğu yerde Al­lah'ın merhameti vardır. Birlik beraberlik Allah'ın merhametini çağırır ve o merhametin etkili olduğunu gösterir.

"Zaten Allah onları bunun için yarattı." Yüce Allah'ın merhametine, yani lütuf ve ihsanına ulaşmaları için Yüce Allah insanları yaratmıştır; bir bakıma o merhameti uğruna, onu elde etmeleri için ya­ratmıştır.

Allah insanları ihtilaf etsinler diye değil, ittifak ederek merhameti­ne layık olsunlar diye yaratmıştır. Âyette geçen  zâlike zamiri "rahmet yani merhamef'e gitmektedir. Yüce Allah, Zâriyât 56'da insan­ları ve cinleri kendisine kulluk etsinler, yani kendisini tanısınlar diye yarattığını söylerken, Hûd 119'da rahmetini elde etsinler diye yarattığını açıklamaktadır. Böylece insanlar ile cinlerin yaratılışlarının müşterek

amaçları Allah'ı bilmek, yani O'na kulluk etmek olurken, sadece insan­ların yaratılışının başka bir amacı da Allah'ın merhametine, yani lütuf ve ihsanına erişmek olarak belirlenmiştir.

4. "Rabb'inin: 'Andolsun ki cehennemi tümü ile insanlar ve cinlerle dolduracağım' sözü yerini buldu." Yüce Allah cehennemi insanlar ve cinlerle doldura­cağına önceden karar vermiş ise insanın iyiden yana çabası ve değişimi­nin hiçbir anlamı kalmıyor demektir. Bu durumun böyle olmadığını gös­terebilmek için A'râf suresinin 18. âyetine gitmemiz gerekiyor: "Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Demek ki, Yüce Al­lah'ın sözü insanların şeytana uyması halinde onları cehenneme doldura­cağı şeklinde olmuştu. Yoksa insanlar ve cinler kötü hareketleri yapma­dan böyle bir söz gerçekleşmemektedir ve gerçekleşmeyecektir.

Aynı konu Secde 13'de de geçmektedir: "Biz dilesek, elbette herkese hidâ­yetini verirdik. Fakat 'cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmı ile dolduracağım' diye benden kesin bir söz çıkmıştır."

Bu âyet şuna dikkat çekmektedir: Yüce Allah insana inanç ve ah­lâkî bakımdan serbest irade verdiği için tercihlerine karışmıyor. İyi ile kötüyü, hak ile bâtılı, inkâr ile imanı kendi tercihlerine bırakarak insan­ları sorumlu tutuyor. İşte bu tercihlerini inkâr ve kötüden yana kullanan­ları cehenneme atacağına dair sözünü baştan vermişti. Çünkü Yüce Al­lah, yaratırken hiç kimseyi cehennem için yaratmamıştı. Âyette geçen rahmet, yani merhametin gereği de budur.

Hûd 119 ile Secde 13. âyetlerini, A'râf 18 ile bir araya getirmeden açıklamak mümkün değildir. Çünkü "Allah'ın, önceden insanları ve cin­leri cehennem için yaratması", onların çabalarının işe yaramayacağı fik­rini ortaya çıkarmış olacaktır. A'râf 18. âyeti devreye sokunca, şeytanın peşine takılanları cehenneme atacağını söyleyerek kulunun seçeneğini esas alarak bu sözü verdiğini anlamış olacağız. Burada insanların ve cin­lerin tercihleri ve amelleri sebep, cehennem de sonuç olmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hûd 118 ve 119. âyetlere döner­sek şu genellemeye varabiliriz: Yüce Allah insanı "merhametini elde etsin, ona ulaşsın" diye yaratmıştır.

Yüce Allah'ın, merhametine ulaşmanın yolu da derin ayrılıklara düşmeden birlik beraberlik içinde olmaktır. Bu birlik beraberliği terk edip derin ihtilaflara düşerek dünyayı kin, düşmanlık ve savaşla kana bulayanları Yüce Allah cehenneme dolduracaktır.

Bu âyetlerde Yüce Allah, yaratılışın amacı, merhamet, ihtilaf, birlik-beraberlik ve cehennem kavramları ile önemli bir ders vermektedir. İnsanın yaratılış gayesinden uzaklaşarak, Allah'ın merhametini kaybe­dince tuttuğu yol onu cehenneme götürmektedir.

Bu âyetleri Hûd suresinde anlatılan peygamberlerin olguları açı­sından ele alırsak, toplumların genellikle ileri gelenlerinin peygamberleri inkâr etmekle onlarla derin ihtilafa düştüklerini, bu ihtilafın onları bu dünyada helak edeceğini, öteki dünyada da cehenneme götüreceğini an­lamaktayız. Derin ihtilafa dalarak tefrikaya düşenler, önlerinin cehen­nem olduğunu bilsinler. Bu bilinç onları bu durumundan caydırmalıdır.[67]

 

Peygamberlerin Olguları Niçin Anlatılıyor?

 

İ20. Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini tes­kin edeceğimiz her haberi anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, mü'minlere de bir öğüt ve bir uyan gelmiştir.

121.İman etmeyenlere de ki: 'Elinizden geleni bulun­duğunuz yerde yapın! Biz de yapmaktayız.'

122.'Bekleyin! Biz de beklemekteyiz.'

123.Göklerin ve yerin gaybı yalnız Allah 'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na
dayan. Rabb'in yaptıklarınızdan gafil değildir.

Hûd suresinin son âyetlerinde Yüce Allah önemli konuları ele al­makta ve tüm Hûd suresinin vahyedilmesinin amacını belirlemektedir.

1. "Peygamberlerin ha­berlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi anlatıyoruz." Âyetin bu kısmında geçen nekussu "anlatıyoruz" kelimesi, "öğretiyoruz" anlamını ifade ediyor. enbâ' kelimesi de "haberler" demektir ve peygamberler kelimesiyle bir araya gelince "peygamberlerin haberleri" anlamına gelmektedir. Bu manaya başka bir mana verecek olursak "peygamberlerin olguları" diyebiliriz. "Peygamberlerin haberleri" tarihi mana olurken "peygamberlerin olguları" daha çok sosyolojik bir anlam olmaktadır.

Yüce Allah bütün peygamberlerin haberlerini ya da olgularını Hz. Peygambere anlattı mı? Bu^soruya cevap verebilmek için Nisa 164'e gitmemiz gerekiyor: "Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını

ise sana anlatmadık. Ve Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu." Bu âyet, bize Yüce Allah'ın bütün peygamberlerin olgularını ya da olguların ta­mamını Hz. Peygambere anlatmadığını ifade etmektedir. Bize ve gelece­ğin nesilleri için bir mesaj, bir ışık olabilecek olanlarını anlatmıştır.

Peki geçmişteki peygamberlerin olgularını anlatmakta Hz. Pey­gamber'e yönelik amaç nedir? Yorumunu

yapmakta olduğumuz Hûd 120 bunu belirtmektedir: "Senin kalbini teskin etmemiz için" nüsebbitü

"kuvvetlendirelim" anlamına geldiği gibi, "teskin ede­lim, tatmin edelim" manalarına da gelmektedir.

Hz. Peygamber, döneminin müşriklerinden gördüğü aşırı olumsuz tepkiden dolayı çok üzülüyordu. Bu üzüntüsünün bir kısmı, onların i-nanmamalarından dolayı onların adına üzülmek, diğeri de kendisi adına üzülmektir.

Kendi adına olan üzüntüsünü giderip kalbini kuvvetlendirmek, tatmin ve teskin etmek için diğer peygamberlerin başından geçen olgular ona anlatılmaktadır, insanın başından geçen olayların ona getirdiği üzün­tü; başkalarının başından da böyle olayların geçtiğini öğrenirse hafifle­miş olur. Kendi başından geçenlerin daha önceki peygamberlerin başın­dan geçtiğini bilmek, gönlündeki sıkıntıyı dağıtıp hafifletecektir.

"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor­lar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti" (En'âm 6/33-34).

Geçmiş peygamberlerin olgularını anlatmaktaki amaç, Hz. Pey­gamber'e moral vermek, sıkıntısını gidermek, kalbini kuvvetlendirip görevi konusunda kötümserliğe düşmemesini temin etmektir.

Bundan şu neticeye varıyoruz: Tarihsel olguların, yöneticiler için önemli psikolojik destekleri olmalıdır. Onların kalbini tatmin edici, o tarihsel olguların analizinden kendi görevleri için destek olan neticeler

çıkarmalıdırlar. Bu şekilde Yüce Allah tarih öğretiminin öne çıkan ama­cını belirlemiş, ilâhî eğitimde tarih öğretiminin önemi ve yeri tesbit edi­lerek, bu dersin hangi doğrultuda ve hangi amaçla öğretileceğine işaret etmiştir. Genel ve din eğitiminde peygamberler tarihinin niçin okutulma­sı gerektiğine cevabı da bu âyetten çıkartabiliriz.

2. "Bunda sana gerçeğin gelmiştir." Kut'âu'm genelinde, özelde de Hûd sûresinde anlatılan geçmiş peygamberlerin olgularının başka amaçlan şunlardır:

a) "Bunda sana gerçeğin bilgisi geldi" ifadesinden anlıyoruz ki hak, hareket eden bir canlı niteliğindedir. Gelme işini gerçekleştiren hak olmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in, peygamberlerin tarihsel olgularını başkalarından değil, Allah'ın vahyinden öğrenmesi ön görülmüştür. Al­lah'ın öğrettiği bilgi de "hak", yani gerçektir; şüpheden, masal olmaktan arınmıştır.

"Biz onların başından geçenleri sana gerçek olarak'anlatıyoruz" (Kehf 18/13).

 "Allah hakkı anlatır ve O, doğru hüküm ve­renlerin en hayırlısıdır" (En'âm 6/57).

Demek ki, Allah Te'âlâ'nın anlattığı hak, yani gerçektir. Yüce Al­lah gerçeğin bilgisini Hz. Peygamber'e öğretmektedir.

"Şüphesiz bu (anlatılanlar) gerçek haberlerdir" (Âl-i İmrân 3/62). Bu haberler, Hz. İsa konusunda Kur'ân'in anlattıkla­rıdır.

Demek ki, Yüce Allah'ın, geçmiş peygamberlerin olgularını an­latmaktaki ikinci amacının birinci bölümünde belirlediği hedef, Hz. Pey­gamberin gerçek, doğru ve hak olan bilgiye sahip olmasıdır. Böylece Yüce Allah tarihî olguların doğru anlatılmasını insanlığa önermektedir. Tarih öğretimine yanlış, sahte, hurafe ve masal girmemeli ve karışma­malıdır.

b) "Mü'minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir" ifadesinden de inanan halka yönelik olan amaç ortaya

çıkmaktadır.

Hz. Peygamber'e yönelik, kalbini kuvvetlendirmek ve doğru bilgi öğretmek gibi iki amaç tesbit edilirken, inanan halk için de öğüt ve uyarı gibi iki amaç belirlenmektedir. Tarihsel olgular, inanan insanlara öğüt ve uyarı niteliği taşımaktadırlar.

Geçmişte halkın peygamberlere gösterdikleri olumsuz tepkinin ne­lere mal olduğunu, hangi neticeleri doğurduğunu bilmek, kendini disip­line etmekte yararlı olacaktır. Diğer taraftan bu olguların anlatımındaki uyarı amacının da caydırıcılık olduğunu görmeliyiz. Öğüt ve uyarı ama­cının sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan mü'minlere değil, kı­yamete kadar gelecek olan bütün nesillerin inanırlarına yönelik olduğu anlaşılmaktadır.

Tarihî olgular, bir canlı gibi hareket etmekte, insanın beyninden gönlüne doğru akmaktadırlar. Önemli olan onların dilini anlayacak kadar onlara yaklaşmak ve sevdalanmaktır.

3. "İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni bulunduğunuz yerde yapın! Biz de yapmaktayız." Yüce Allah Hz. Peygamber'in kalbini sağlamlaştırıp sakinleştirdikten, ona geçmişin gerçek bilgisini verdikten ve mü'minlere gerekli olan öğüt ve uyarıyı yaptıktan sonra Şu'ayb Peygamberin, toplumuna söylediği sözü aynen Hz. Peygambere müşrikler için söyletmektedir: "Ey kavmim f Eli­nizden geleni olduğunuz yerde yapın! Ben de yapacağım! Kendinizi re­zil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz!" (Hûd 11/93).

"De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni durumunuza göre yapın! Ben de yapacağım! Dünyanın sonunun kimin lehine olduğunu bileceksi­niz. Gerçek şu ki, zâlimler iflah olmaz" (En'âm 6/135).

"De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni durumunuza göre yapın, doğrusu ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azap kime gelecek, kime sürekli azap inecek, yakında bileceksiniz" (Zümer 39/39-40).

Bu âyetlerin birincisini Hz. Şu'ayb kavmine söylediği halde son ikisini Hz. Peygamber'e Yüce Allah Mekke halkına yönelik olarak söy-letmiştir.

Burada bir tehdit özelliğini seziyoruz. Müşriklerin derin olumsuz muhalefetine karşılık tedbir almak gerekiyordu. Geçmiş peygamberlerin kendilerine tepki gösterenlerin durumunun ne olduğu, iyilerin Allah tara­fından desteklendiği öğretildikten sonra, cesaretle onların saldırısına karşı konacağı uyarısı yapılmaktadır.

Hakikati savunan peygamber ve onun inanırları, her zaman köşe-bucak kaçmayacağı, saklanmayacağı, her zaman korku içinde yaşamaya­cağı zaman gelip geçiyordu. İşte o anda bu âyetle Yüce Allah Hz. Pey­gamber'e onlara meydan okumasını emretti. Tarihin dokusunu oluşturan olguların arasında inançlar arasında çatışmanın ve böyle meydan oku­manın olduğunu da böylece Kur'ân'dan öğreniyoruz. Tarihin dinamikle­rinden birini de bu oluşturmuştur. Dinler ezilen halk kitlelerinin hakları­na kavuşabilmeleri için onlara kin dolu bir mücadele değil de barış dolu, güzellikler dolu bir mücadele, din adına dinamiği teşkil ediyordu. Yüce Allah bu alanı da insana bırakmıyor, çünkü insan kin ve düşmanlıkla hareket ederken tüm güzellikleri katledebilir.

4. "Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz." Müşrikler mağlubiyeti, Allah'ın azabını beklerken; Hz. Peygamber ve inanırları Allah'ın yardımı ve onun getireceği zaferi bekleyeceklerdi. Bunun tam tersi de olabilir, Hz. Peygamber onlara helaklerini bekleme­lerini, kendisinin de onlara gelecek azabı bekleyeceğini söylemiş olabi­lir.

Beklenti, istikbalin, zaferin kimlere ait olacağı konusunda idi. Bu­radaki ifadeden şunu anlıyoruz: Doğrunun, iyinin, güzelin ve hakkın peşinde olan insanların önüne çıkanlar olursa, onlarla mücadele edip bu yollarından caydırmak için çalışanlar olursa söylenecek söz ve uygula­nacak metod burada öğretilmektedir. İnanmayanların sıkıştırmasından çıkış yolu bulunamaz ise ilâhî yardımın beklentisi başlamalıdır.

Beklenti, sabrın bir parçasını ve olmazsa olmazını teşkil etmekte­dir. Sabır, problemlerin çözümünü teşkil ederken, onun da alt yapısını beklenti oluşturmaktadır.

5. "Göklerin ve yerin gaybı yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabb'in yap­tıklarınızdan gâfıl değildir."

Göklerin ve yerin sırlarına dair gerçek bilgi Allah'a aittir. Âyetin bu kısmı, ne ile alakalıdır? Allah, insanların yapıp ettiklerinden haberdar olduğunu bildirmek için bu ifade ile âyete başlamaktadır.

Bir taraftan inanmayanlara, insanların bilemeyeceği bir alan oldu­ğunu ve buna gayb alemi dendiği öğretilmekte, diğer taraftan da tüm yapılanlardan Allah'ın haberdar olduğuna dikkat çekilmektedir.

a) "Her iş ona döndürülür." Bunu buyururken Yüce Allah, yapılan eylemlerin kaybolmadığını, Allah'a dönüp değerlendirmeye tâbi tutula­cağını öğretmekte, amellerin sakımı kanununun olduğuna işaret etmek­tedir. Hakikati savunanlara karşı kurulan tuzaklar, konulan engeller ve yapılan baskılar kaybolup gitmiyor. Gitti ve bitti diye zannettiğimiz bü­tün işler Allah'a döndürülmekte ve değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır.

b) "Öyle ise O'na kulluk et." İnsanın kulluk edeceği, yani tapacağı varlık, göklerin ve yerin sırlarını bilmeli ve bütün işleri bilip değerlendi­recek özellikte olmalıdır. Böylece âyetin bu kısmında kulluk etme konu­sunda da bir ders verilmektedir.

c) "Ve O'na dayan." Saldıran, inanmayan insanlara karşı bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah'a dayanmak gerekiyor. Allah'a güvenip dayanma hakkını, O'na kulluk ettikten sonra elde edeceğimizi de öğre­niyoruz. Fâtihâ suresinin 5. âyetinde de öyle değil midir? "Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz." Önce kulluk sonra yardım dileme olacaktır. Hûd suresinin 123. âyeti de aynı metodu koymaktadır. Önce kulluk sonra da güvenip dayanmak.

d) "Rabb'in yaptıklarınızdan gafil değildir." "Allah gafil değildir" demek, Allah'ın, her şeyi bildiği anlamına gelmektedir. Mü'min insan, yaptığı her şeyi Yüce Allah'ın gördüğünü (Hûd 11/111); yaptığı her iş­ten Allah'ın haberdar olduğunu (Hûd 11/110); yapılanları Allah'ın, çe­peçevre kuşattığını (Hûd 11/92) bilir, bunlara inanır ve ona göre hareket edip kendisini ahlaken disipline eder. Kendi içinde bir ahlâkî bilinç ve disiplin oluşturur.[68]

 

Hûd Sûresinden Çıkaracağımız Genel İlkeler:

 

1. Hûd sûresi kitapla başlayıp bazı genel prensiplerden bahsetmek­te (Âyet: 1-24); aynı zamanda sonunda da genel ilkelere gönderme yap­maktadır (Âyet:  103-123). Bu arada Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût,
Şu'ayb ve Mûsâ peygamberlerin tarihteki olgularını ele alıp çeşitli me­sajlar vermektedir (âyet: 25-100).

2. Hûd sûresinin peygamberlerin olgularını anlatırken öne çıkan mesajlarından biri şirkle mücadele ve onun yerine tevhîd inancını koy­maktır. Yüce Allah, tevhîd inancının ağacını dikebilmek için sıfatlarını gündeme getirip açıklamakta, yalnız Allah'a kulluk etmenin temini için bütün peygamberlerin nasıl çalıştığını anlatmaktadır (âyet: 4, 26, 50, 61, 84, 123).

3. Yüce Allah, bütün canlıların rızkını veren Allah'tır diyerek in­san düşüncesini, dikkatini tüm canlılar için kurulan sofraya çekmektedir (âyet: 6).

4. Allah, nankörlüğün psikolojisini anlatarak böyle davrananların davranışlarının analizini yapmaktadır (âyet: 9-10).

5. Kur'ân'ı Hz. Peygamber'in uydurduğunu söyleyenlere, Yüce Allah, Kur'ân'in on sûresinin benzerini getirmeleri konusunda meydan okumaktadır (âyet: 13-14).

6. Yüce Allah'a iftirada bulunanların mahşerde lanetleneceği gün­deme getirilmektedir (âyet: 18-22).

7. Bütün peygamberlere halkın ileri gelenlerinin karşı koyduğuna dikkat çekilerek, o dönem toplumlarında sınıflaşmanın başladığına işaret edilerek günümüze önemli mesajlar verilmektedir (âyet: 27-30; 91-92; 96-97).

8. Yüce Allah, Hz. Nuh'a bir gemi yapmasını vahyetmiş ve sonra inananları onunla kurtarmıştı (âyet: 37-45).

9. Hz. Nuh bile kendi oğlunu kurtarıp iman etmesini temin edeme­di (âyet: 42-46).

10. Her peygamberin tebliğindeki konular, hükümler ve verilen mesajlar hep o günün toplumunun yozlaştığı alanla alakalı olmuştur. Mu'cize istemişlerse Yüce Allah mu'cize göndermiştir. Meselâ Salih peygamberin devesi; Lût peygamberin toplumunun cinsel ahlaksızlığına karşı alınacak tedbirleri; Şu'ayb peygamberin toplumunun ölçü ve tartı­da noksanlık yapmayı ahlâk edinmelerini önlemek için hükümler gönde­rilmiştir (âyet: 64-66; 77-83: 85-87).

11. İnsanlara Allah zulmetmez, kendi kendilerine zulmederler (âyet: 101).

12. Cehennemlikler cehennemde, cennetlikler de cennette uzun sü­reli kalacaklar ama sonsuza dek

kalmayacaklardır (âyet: 106-108).

13.Yüce Allah Hz. Peygamber7e ve bütün mü'minlere dosdoğru olmalarını, aşırı gitmemelerini, zâlimlere meyletmemelerini, Allah'tan başkasını dost edinmemelerini emretmiştir (âyet: 112-113).

14. İyiliğin kötülükleri ortadan kaldıracağını ilke olarak koyan Yü­ce Allah, insanlara iyiliği hayata geçirip onu kuvvetlendirdikleri takdirde kötülükle mücadele verebileceklerini önermektedir (âyet: 114).

15. Her toplumda aklı başında erdemli kişilerin bulunması ve onla­rın toplumları düzeltmeleri için çaba sarf etmeleri, kendini düzelten top­lumların helak olmayacağı öğütlenmektedir. İhtilafların toplumları yıkı­
ma götürdüğü de vurgulanmaktadır (âyet: 116-118).

16. İnsanlar ilâhî merhameti elde etmek ve ona ulaşmak için yara­tılmışlardır (âyet: 119).

17. Geçmiş peygamberlerin olgularının Hz. Peygamber'in kalbini kuvvetlendirmek, ona gerçek bilgiyi vermek; mü'minlere de öğüt ve uyarı sunmak için anlatıldığına dikkat çekilmektedir (âyet: 120).

18. Allah'a kulluk, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun her şeyi bildiğine inanmak Hûd suresinin verdiği mesajlar arasında yer almakta­dır (âyet: 123).[69]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/111-112.

[2] Râzî, age, XII, s. 496.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/113-116.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/117-118.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/118-123.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/123-126.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/126-128.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/129-131.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/131-134.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/135-139.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/139-142.

[12] Bağavî, Me'âJimu't-Tenzîl'den naklen Muhammed Esed, age, 402, 61. dip not.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/142-144.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/145-147.

[15] Muhammed Reşid Rıza, age, II, 50.

[16] Râzî, age, XII, s. 539.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/148-159.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/159-161.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/162-163.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/163-166.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/167-169.

[22] Şu'arâ 26/127, 145, 164, 180; Şûra 42/23.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/170-175.

[24] Râzî, age, XIII, s. 11-12.

[25] Câmi'u'l-Beyân 'an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Bulak 1328, XII, 20.

[26] Zemahşerî, age, n, s. 267.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/176-180.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/181-182.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/182-186.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/187-195.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/196-201.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/201-203.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/204-208.

[34] Râzî, age, XIII, s. 50.

[35] Râzî, age, XIII, s. 50-51.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/208-214.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/214-218.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/218-223.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/223-238.

[40] Râzî, age, XIII. s. 77.

[41] Müslim, Mûsâfirîn, 139; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/238-250.

[43] Kurtubî, age, IX, 115.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/250-262.

[45] Bkz., Râzî, age, XIII, s. 96.

[46] Râzî, age, XIII, s. 98.

[47] Râzî, age, XIII, s. 100.

[48] Zemahşerî, age, II, 288.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/262-288.

[50] Râzî, age, XIII, 114.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/288-295.

[52] bkz. Râzî, age, XIII, 117.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/295-300.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/300-308.

[55] Râzî, age, XIII, 126.

[56] Hulûd ve ebed kelimelerinin sonsuzluk anla­mına gelmediği anlamı için bkz: Fîrûzâbâdî, Kâmûs, hld mad; ibn Manzûr, Lisânu'1-Arab, hld mad; Rağib, Müfredat, hld mad.

[57] Taberî, age., XII, 118.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/308-316.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/316-320.

[60] Ateş, age, IV, 340.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/321-325.

[62] Râzî, age, XIII, 137.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/326-335.

[64] Râzî, age, XIII, 140.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/336-343.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/343-348.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/348-353.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/353-360.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/361-363.