YUSUF SURESİ: 3

Giriş. 3

Yusuf Suresi İle Önceki Sure Arasındaki İlişki 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 4

Arap Dili 4

Arapların Kısımları 4

Arapça Dillerin En Üstünüdür Ve Sonra Farsça Gelir 5

Hz. Muhammed Arapların En Fasihidir 6

Kur'an'da Arapça Olmayan Kelimeler Var Mıdır?. 7

Kur'an Mahlûk Mudur?. 7

Hz.- Yakub'ün Oğlu Hz. Yusuf 9

Hz. Yusuf'un Soyu. 10

Hz. Yusuf'un Babası Yanındaki Mertebesi 10

Hz. Yusuf Efendisinin Yanında. 11

Hz. Yusuf'un Başına Gelen Felaketler 11

Hz. Yusuf Ve Azîz'in Hanımı 12

Haberin Şehirde Yayılması Ve Kadınların Bununla Dedikodu Yapmaları 13

Hz. Yusuf'un Zindanda Halkı Dinine Davet Etmesi 13

Hz. Yusuf İçin Müjde. 14

Hz. Yusuf Kral'ın Huzurunda. 15

Hz. Yusuf'un Kardeşlerinin Mısır'da Ticaret Yapmaları 15

Hz. Yusuf'un Kardeşleri Babalarının Yanında. 16

Hz. Yusuf'un Bünyamin'i Alıkoymak İçin Başvurduğu Tedbir: 16

Hz. Yusuf'un Kardeşleriyle Tanışması 17

Meal 18

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 18

İslâm'da Rüya. 19

Meal 25

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 26

Kuyuda Bîr Mucize. 26

Hz.Yusuf Kuyuya Atıldığında Kaç Yaşında İdî?. 26

Kuyudaki Vahyin Mahiyeti 26

Hz. Yusuf Kaç Paraya Satıldı?. 28

Meal 30

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 30

Burhan Ne Demektir?. 31

Bu Ayet Hakkındaki Yorumlar 32

Meal 38

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 39

Melekler Mi, İnsanlar Mı Daha Büyüktür1}. 40

Âlim, Takdir Edilsin Diye İlmini Açıklayabilir Mi?. 43

Meal 43

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 44

Mısır Kralvnın Rüyası 47

Meal 47

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 47

Meal 50

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 50

Zeliha İle Hz. Yusuf'un Evlenmesi 51

Vazife İstemek Caiz Midir?. 52

Meal 55

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 56

İslâm'da Nazar 57

Kem Gözlüler 57

Nazar Te'sir Eder Mî?. 59

Meal 62

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 63

Meal 67

Dirayet Vb Rivayet Tefsiri 68

Musibet Anında Ağlamak Caiz Mi?. 69

Meal 71

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 72

Hz. Yusuf'u Nasıl Tanıdılar?. 74

Hz. Yusuf'un Kimliğini Belirten Olay. 76

Hz. Yusuf'un Gömleği 76

Hz. Yakub'un Aile Efradı Kaç Kişi İdi?. 77

Meal 77

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 78

Hz. Yakub'un Mısır'a Hicreti 79

Hz. Yusuf'a Yapılan Secdenin Mahiyeti 80

Hz. Yaküb Mısır'a Nereden Geldi?. 81

Yusuf Sûresi Vahyidir 83

Meal 83

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 84

Kadınlar Ve Göçebelerden Peygamber Olur Mü?. 86

Hangi Durumda Peygamberlere Uyulur?. 88


YUSUF SURESİ:

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Elif, Lâm, Râ. Bunlar apaçık olan Kitab'in ayetleridir.

2- Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur an olarak indirdik.

3- (Ey Rasûlüm!)  Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıs­saların en güzelini anlatıyoruz. Gerçek şu ki sen bundan önce bil­meyenlerden idin.

4-  (Hatırlat)   o zamanı ki Yusuf,  babasına:   «Babacığım, gerçekten ben, rüya aleminde onbir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm. Onları bana secde ederlerken gördüm» demişti. [1]

 

Giriş

 

Bu surenin tamamı Mekke'de nazil olmuştur, İbn Abbas ve Katade'den gelen bir rivayete göre, başlangıçtaki üç ayet ise Mek­ke'de değil, Medine'de nazil olmuştur. Bazılanysa yedinci ayetin de Medine'de nazil olduğunu söylemişlerdir.

Ancak bu rivayetlerin hepsi, kendilerine itibar edilemeyecek derecede zayıftırlar. İtimad olunan ve İbn Abbas'tan geldiği sabit olan rivayete göre, surenin tamamı Mekkî'dir. Bu rivayeti, Nuhas, Ebu Şeyh ve İbn Merduveyh nakletmişlerdir. Ayrıca, İbn Merdu-veyh bu rivayeti, İbn Zübeyr'den de nakletmiştir. Nitekim, Ha-kinı'in, Rifaa b. Râfi'den rivayet ederek, sahih olduğunu söyle­diği hadis de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bu uzun hadiste anlatıldığına göre, Rafi, Mekke'ye varıp müslüman oldu­ğunda, Hz. Peygamber (s.a) kendisine Yusuf ile Alâk surelerini öğretmiştir.

Yusuf suresi 111 ayettir. Ed-Danî ile başkalarından da rivayet olunduğuna göre bu sayıda icma edilmiştir. Sadece Nesefî, Şam­lıların sayımına göre, ayet sayısının 111, Mekkelilerin sayımına göreyse 112 olduğunu söylemiştir. Surede geçen kelime sayısı 1600, harf sayısı ise 7166'dır.

İbn'ul-Cevzî, bu surenin nüzul sebebiyle ilgili olarak iki gö­rüşün öne sürüldüğünü söylemektedir.

Birincisi: Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilmektedir.

Rasûlüllah'a (s.a) Kur'an indiğinde; O, yanındakilere bir sü­re Kur'an okudu. Sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! keşke bize biraz daha geçmiş olayları içeren ayetler okusaydın» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Allah sözün en güzelini, birbirine benzer iki­şerli bir kitap halinde indirdi» (Zümer : 23) ayetini nazil etti. Bu­nun üzerine sahabe: «Ey Allah'ın Rasûlü! keşke bize kıssalar an-latsaydın» deyince, Allah Teâlâ «Elif, Lam, Râ» bölümünden «Biz bu Kur'an't vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz» (Yusuf: 1-3) cümlesine kadar olan bölümü indirdi.

İkincisi: Dahhak tarafından İbn Abbas'tan rivayet edilmiş­tir.

Yahudiler, Hz. Peyganıber'den (s.a) kendilerine, Hz. Yakub' un çocuklarının ve Hz. Yusuf'un durumunu haber vermesini is­tediler. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, bu sureyi indirdi.

Bazı müfessirlere göre, Yahudiler, Mekke kafirlerine Hz. Pey-gamber'den İsrailoğulları'nı Mısır'a götüren olayı sormalarını is­terler. Onlar da Hz. Peygamber'e bu olayı sorunca, Allah Teâlâ Yusuf suresini indirir. Ancak bu ve bir Önceki yorum, Beyhakı* nin ed-Delail'ün-Nübüvve adlı kitabında, el-Kelbi kanalıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadise göre uzak bir ihtimal olarak gö­rünmektedirler:

Yahudi alimlerinden biri, Hz. Peygamberin (s.a) huzuruna vardı. Hz. Peygamber tam o esnada Yusuf Suresini kuyordu. O, «Ey Muhammedi Bu Sureyi sana kim öğretti» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Bunu bana Allah öğretti» diye cevap verdi. Hay­retlere düşen o Yahudi alim, bunun üzerine, Yahudilerin yanma giderek, «Vallahi, Muhammed Tevrat'ta indirildiği şekilde Kur'an'ı okuyor» dedi. Sonrada yanma Yahudilerden birkaç kişi alarak Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna vardılar. Hz. Peygamber'i gör­düler, onun omuzlan arasındaki Peygamberlik mühürüne baktılar ve Yusuf Suresini dinlediler. Öyle bir hayrete düştüler ki hepsi de müslüman oldular.

Tefsirinde bu olayı nakleden Ahisi, bu rivayetin sıhhatinde şüphe olduğunu söylemektedir. [2]

 

Yusuf Suresi İle Önceki Sure Arasındaki İlişki

 

Yusuf suresi, bazı peygamberlerin akrabalarından çektikleri­ni sözkonusu eden ayetleri içerirken, önceki sure de (Hud), pey­gamberlerin yabancılardan çektiklerini sözkonusu eden ayetleri içermektedir. Yine bir önceki surede, «Biz ona İshak'ı ve İshak-tan sonra da Yakub'u müjdeledik)} ayetiyle, «Ey ehl-i beyt! Al­lah'ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun» ayeti yer alırken, Yu­suf suresinde de Hz. Yakub'un çocuklarıyla olan durumu ve bu­nun sonuçlarının ulaştığı nokta zikredilmektedir. Bu da, rahme­tin onların üzerinde olduğunun en güçlü delilidir,

İbn Abbas'ın Cabir b. Zeyd'den rivayet ettiğine göre, Yunus suresi indikten sonra Hud ve daha sonra da Yusuf suresi inmiş­tir. İşte bu iniş sırası da Hud ile Yusuf sureleri arasındaki ilişki­nin başka bir şeklidir. [3]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Elif, Lam, Râ. Bunlar apaçık...» Bu Ayetin Tefsiri

Mukatta harfleri (Elif, Lâm, Râ) ile ilgili olarak daha önce Bakara ve Âl-i İmran surelerinde açıklamalar yapılmıştı,

«Tilke» (Bunlar) kelimesi, Elif, Lam, Râ'ya, veya surenin ba­şından sonuna kadar olan tüm ayetlerine işaret etmektedir. Burada «Sonuna kadar olan tüm ayetler» daha zikredilmiş olmadı­ğına göre, onlara nasıl işaret edilebileceği şeklinde yöneltilebile­cek bir itiraz, o rivayetlerin zikredilmeleri beklenmekte olduğun-'dan dolayı sanki zikredilmiş gibi onlara işaret edilmiştir, veya­hut zihinde hazır oldukları için, gerçekte de hazır oldukları he­sap edilmiştir denilerek cevaplandırılabilir.

Uzağa işaret etmekte kullanılan «Tilke» lafzı ile onlara işa­ret edilmesinin nedeni şudur. Ya kendilerine işaret edilen ayet­ler gözönünde olmadıklarından dolayı uzak sayılmış ve onlara «Tilke» ile işaret edilmiştir veya mertebelerinin uzaklık ve aza­metinden dolayı bu şekilde bir uzaklık işareti kullanılmıştır. Şöy­le de olabilir: Gönderenlerden (Allah Teâlâ) gönderilene (Hz. Pey­gamber) geldiğinde uzak mesabesindeymiş gibi addolunarak uzak­lık işaretiyle kendisine işaret edilmiştir.

Bazı alimler «Tilke»nin Levh-i Mahfuz'da olana işaret ettiği­ni söylemişlerse de, bu çok uzak bir yorumdur. Bundan daha uzak olanı da «Tilke lafzıyla, Tevrat ve İncil'de olan ayetlere veya Hud suresinde zikredilmiş olan ayetlere işaret edilmektedir» şeklinde­ki yorumdur.

«Kitab» ifadesiyle kastedilen, ya Yusuf suresi ya da tüm Kur' an'dır. Ayetin sonundaki «Mübin» lafzı ya «apaçık» anlamındaki «Bane» kökünden gelmektedir ki bu takdirde ayetin mânâsı, «Bunlar, Allah katından geldiği ve mucize olduğu apaçık Kitab'ın ayetleridir» veya «Bunlar Araplar için mânâları karıştırılmaya­cak ve incelikleri örtülemeyecek şekilde apaçık olan Kitab'ın ayet­leridir» şeklinde olur ya da «açıklanmış» anlamındaki «Beyyene» fiilinden gelmektedir ki bu takdirde de ayetin anlamı; «Bunlar içinde hidayet bulunan ve Yahudilerin —İsrailoğulları niçin Mı­sır'a gitti?— şeklindeki sorularının cevabı olan bir Kitab'ın ayet­leridir» veya «Bunlar ahkâmı şeriatları, mülk ve melekutun gizlüiklerini dünya ve ahiretin esrarını ve daha nice hikmet, maarif ve kıssaları açıklayan Kitab'ın ayetleridir» şeklinde olur.

İbn Abbas ve Mücahid'den gelen rivayete göre ayetin mana­sı, «Bunlar, helâli, haramı, din hakkında insanoğlunun ihtiyaç duyduklarını açıklayan kitabın ayetleridir» şeklindedir.

Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, «Mübin» lafzının, «Kitab» lafzının sıfatı olması, en uygun olanıdır. Zahire göre bu vasıf, za­ti şeref itibarıyladır.

(2) «Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet önceki ayette geçen «Kitab» lafzına, izafî, şerefi iti­barıyla sıfat olur. «Onu» zamiri, daha önce bahsi geçen Kitab'a racidir. Eğer o «Kitab» ile Kur'an'm tamamı kastediliyorsa ki en uygunu da budur, ne âlâ. Yok eğer o «Kitab» ile Yusuf suresi kastediliyorsa, surenin «Kur'an» adıyla tesmiye edilmesinin ne­deni şudur: Kur'an kelimesi cins isim olduğundan çoğa da aza da kullanılır. Yani Kitab'ın tamamına Kur'an denilebileceği gibi, bir kısmına da Kur'an denilebilir.

«Enzelnahu»daki -hu- (onu) zamiri, Zeccac ve İbn'ul-Enbari' den gelen rivayete göre, Hz. Yusuf'un kıssasına racidir. Yani «Biz Yusuf'un kıssasını Arapça bir Kur'an olarak indirdik».

Kur'an'm Arabî olmasına gelince, bu Arab'a nisbet edildiğin-dendir. Kur'an en eski dil olan Arapça ile indiği için böyle tabir edilmiştir. [4]

 

Arap Dili

 

İbn Asakîr'in «Şam Tarihnnde İbn Abbas'tan rivayet ettiği­ne göre, Hz. Adem'in cennetteki dili Arapçaydı. Sonra Adem Süryanice konuştu. Tevbesi kabul edildikten sonra Allah Teâlâ ona yeniden Arapça'yı ihsan etti.

Abdulmelik b. Habib ise şöyle der: Adem'in cennetten getir­diği dil, Arapçaydı. Bir zaman sonra bu dil bozularak, Süryani-ceye dönüştü. Süryanice, Suriye topraklarında konuşulan bir dil- pg dir. El-Cezire'ye de Suriye denilir. Hz. Nuh ve kavmi Tufan'dan önce Suriye'de bulunuyorlardı. Süryanice şekil bakımından Arap­ça'ya benzer. Ancak Süryanice bozulmuş bir dildir. Curhum adlı ]£> bir kişi dışında, Hz. Nuh'un gemisinde bulunan herkes bu dili ko­nuşuyordu. İçlerinde sadece Curhum'un dili Arapçaydı. Gemiden indiklerinde o, İrem b. Şam'ın kızlarından birisiyle evlendi ve | böylece Arapça Ad'm atası olan Avs, Abil, Semud'un atası olan Cair ve Cüdeys (veya Ceddis) adlı çocuklarına da geçti. Ad'a Cur­hum'un adı verildi; zira Curhum onların anneleri tarafından de-.desi oluyordu. Süryani dili ise Fehşad b. Şam'ın çocuklarında kal­dı ve zürriyetinden olan Kahtan'a kadar geldi. O da Yemen'dey-di. Hz. İsmail'in torunları oraya yerleştiler ve Kahtan'm torunla- @ rı da Arap dilini onlardan öğrendiler. [5]                                                |

 

Arapların Kısımları

 

Ibn Dahiye şöyle demektedir: Araplar birçok kısma ayrılırlar. e Birincisi «Aribe» ve «Arba» tabir edilen halis ve saf Araplardır. Bunlar Ad, Semud, Emim (veya Ümeym), Abil, Tasim, Cüddeys, Amalik, Curhum ve Vebar olmak üzere İrem b. Sam b. Nuh'tan gelen dokuz kabiledir. Hz. İsmail, Arapçayı bunlardan öğrenmiş­tir. İkincisi, «Mütearribe» diye bilinen Araplardır. Cevheri, «Sı-hah»mda «Mütearribe, halis ve saf olmayan Araplardır» demekte­dir. Üçüncüsü de «Müsta'rebe» diye1 bilinen Araplardır, bunlar da halis Arap değillerdir. Hz. İsmail'in zürriyyetindendirler, ayrıca Muad b. Adnan b. Udet'ten gelmektedirler.

İbn Durayd «El-Cemhere»sinde A'ribe Araplannın Ad, Semud, Amalika, Tasim, Cüddeys, Emim (veya Ümeym) ve Casim olmak üzere yedi kabile olduğunu söylemiştir. Bu kabilelerin çoğu yok olmuşsa da, her kabileden bazı kalıntılar kalmıştır. Bunların için­de, dili Süryanice'den Arapçaya dönüşenlerin ilki Ya'rub b. Kah-tan'dır. Cevheri'nin onun Arapçayı ilk konuşan kimse olduğunu söylemesi de buna işaret etmektedir. Bazılarına göre Yarub b. Kah-tan'm Arapçayı ilk konuşan kimse olmasının delili, İbn Asakir'in «Şam Tarihinde» Enes b. Malik'ten mevkuf olarak rivayet ettiği «Diller önce Babil'de meydana geldi. İlk Arapça konuşan da Ya­rub b. Kahtan'dır» şeklindeki hadistir. Ancak Alusî, bu hadisin sahih olmadığını söylemektedir  [6]

Hz. Peygamber (s.a) Yusuf suresinin ikinci ayetini okuduk­tan sonra «Hz. İsmail'e Arapça ilham edilmiştir» diye buyurmuş­tur. (Hakim; Müstedrek, Beyhakij Şuab'ul-İman)

Şirazi, «El-Evkab» adlı eserinde Hz. Ali kanalıyla şu hadisi rivayet etmiştir: «Mübin Arapçayı ilk konuşan kimse Hz. İsmail' dır. O 14 yaşında iken Arapçayı konuşmuştur».

îbn Abbas kanalıyla gelen bir hadise göre de, saf Arapçayı ilk konuşan kimse Hz. İsmail'dir. Saf Arapça ile kastedilen de ken­disiyle Kur'an'.ın indiği Kureyş Arapçasıdır.

Böylece saf Arapçanm Allah'ın tevkifi ile Hz. İsmail'e Öğretil­miş olması düzeltilmiş olmaktadır. Çünkü Kur'an, Kureyş'in dili olan Arapça ile inmiştir. Zaten Arapça, Hz. İsmail'den öncedir. Zira Himyer ve Kahtan dili de Arapçaydı.

Muhammed b. Selam şöyle der: Bana Yunus, ona da Ebu Amr b. eî-Ala*nın haber verdiğine göre, Himyer ve Cürhüm kalın­tıları müstesna, diğer Arapların tamamı Hz. İsmail'in soyundandır. Hz. İsmail Cürümlülerle komşuluk yapmış ve onlara damat olmuştur.

îbn Kesir şöyle demektedir: Arapların bir kısmı vardır ki, İsmail'in soyundan değillerdir; Ad, Semud, Tasim, Cudeys, Ümeym, Cürhüm, Amalika ve daha bilinmeyen nice kabileler. Bun­lar Hz. İsmail'in doğumundan Önce de, onun zamanında da var­dılar. Hicaz Arapları ise, Hz. İsmail'in soyundandırlar. Bazıları­na göre, Hz. İsmail'in soyundan olanlar, Kahtan, Kahit, Mukhit ve Faliğ adlı dört kardeşti. Ancak Kahtan'nm Hz. İsmail'in so­yundan olup, olmadığında ihtilaf edilmiştir.

Yemen Arapları olan Himyerlilere gelince, İbn Makula'nm da dediği gibi yaygın olanı, onların Kahtan'a mensup olmasıdır, Kahtan'ın adı Mehzen'dir ve Hud'un oğludur. Bazıları kardeşi, bazıları da soyundan olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Kah-tan'm Hz. Hud'un kendisi olduğunu söylemişlerdir.

îbn İshak ve başkaları, Kahtan'ın Hz, İsmail'in soyundan ol­duğunu söylemişlerdir. Cumhur'a göre Kahtan Arapları, İster Ye­men, İsterse başka Araplardan olsunlar Hz. İsmail'in soyundan değillerdir. Kesinlikle Arapça, Hz. İsmail'den Önceleri de vardı. Arapça Adem'in öğrenmiş olduğu dillerden biriydi. Çünkü Adem hem Arapça hem de başka dilleri de konuşurdu. Rivayet olduğuna göre o, daha çok Süryanice konuşurdu.

Bazılarına göre Arapça dillerin ilkidir. Her dil Arapça'dan sonra tevkif veya ıstılahı olarak sabit olmuştur. Arapçanm mevcu­diyet bakımından daha önce olmasına delil olarak, Allah'ın kela­mı Kur'an'm da Arapça olmasını göstermişlerdir. Fakat bu tarz­daki delil kalbi rahatsız ettiği gibi, kalbi tatmin de etmez. [7]

 

Arapça Dillerin En Üstünüdür Ve Sonra Farsça Gelir

 

Arapça dillerin en üstünüdür. Nitekim Şeyhülislam İbn Tey-miyye, Ebu Yusuf'tan Arapça'yı bilen bir insanın gerek olmaksı­zın diğer dillerle konuşmasının mekruh olduğunu rivayet etmek­tedir.

Denildiğine göre Arapçadan sonra fazilet bakımından ikinci olan dil, Farsçadır. Nitekim Ebu Hanife'den Kur'an'm (isterse îh-las Suresi gibi Kur'an'ın sena (övgü) kısmını teşkil eden ayetler olsun) Farsça okunmasının caiz olduğu rivayet edilmiştir. Arap-çayı bilen veya bilmeyen herkes Kur'an'ı Farsça okuyabilir.

İmam'ı Azam Ebu Hanife'nin iki talebesinden de, namazda Arapçayı iyi bilen bir kimsenin bile Arapçadan başka bir dille Kur'an okuyabileceğini bildiren nakiller yapılmıştır. Ancak Fıkıh kitaplarında yapılan tesbite göre, Ebu Hanife bu fetvasından ölü­münden az önce dönmüştür.

«En-Nihaye ve'd-Diraye»de şöyle rivayet edilmiştir: İranlılar Selman-ı Farisî'ye Fatiha suresini kendilerine Farsça yazmasını söylediklerinde o, Fatiha suresini Farsça yazdı. Onlar dilleri yumuşayıncaya kadar, Selman-ı Farisî'nin yazdığını namaz­da okudular. Hz. Selman'm bu davranışı, Hz. Peygamber'e (s.a) iletildiğinde, Hz. Peygamber (s.a) «Selman yanlış yapmıştır» de­medi. Ancak sahih bir görüşe göre, Ebu Hanife bu fetvasından sonraları dönmüştür [8]

Hadisin gelişinden de anlaşıldığı gibi, Selman-ı Farisî Fatiha Suresinin anlamını değil de, özünü Farsça yazmıştır. Yani Fars harfleriyle yazıp göndermiştir. Çünkü «Dilleri yumuşayıncaya ka­dar bunu namazda okudular» ibaresinden bu anlaşılmaktadır.

Surun Bilali'nin «en-Nefhat'ul-Kudsiyye fi Ahkâmı Kıraat'ü Kur'an ve Kitabetim bri-Farsiyye» adlı eserinde özetle şöyle de­nilmektedir:

Kur'an'm Farsça yazılması haramdır. Kur'an sadece Arapça yazılabilir. Fakat her kelimenin tefsir ve tercümesini Farsça yaz­mak caizdir. Okunması haram olduğu gibi, Farsça yazılana ab-destsiz kimselerin el sürmesi de haramdır. Onu açmak suretiyle kılınan namazın sıhhati olmadığı gibi, okunan Kur'an'm sena (öv­gü) kısmıysa, Farsça okunmasının da sıhhati yoktur. Arapçayı bildiği halde Farsça okuyup geçiştiren kimsenin okuması da sa­hih değildir. Kur'an'm zikir olan kısmının Farsça okunması fa-sid değilse de, zikir olmayan kısmı, kıraat olması bakımından fa-siddir. Sadece Farsça bilen bir kimse ümmilikten çıkmaz. Böy­le bir kimsenin namazı kıraatsiz olur. Arapça okumayı bilme­yen kimsenin, İmam ve arkadaşlarının ittifakıyla kıraatsiz namaz kılması caizdir.

«Mihrac'ud-Diraye» adlı eserde ise şöyle denilmektedir: «Kas­ten Kur'an'ı Farsça okuyup, yazan kimse ya mecnun ya zındıktır. Mecnun ise tedain edilir, zındıksa öldürülün).

Ancak burada, bu görüşün denlinin ne olduğu bildirilmemiş­tir. Bu Ebubekr Muhammed b. Fadl el-Buhari'den de rivayet edil­miştir. Bununla beraber burada Farsçanın fazileti inkâr edilmiş değildir.

Bir hadiste, «Cennet ehlinin dili Arapça ve farsçadır» denil­miştir. Bu hadis de meşhurdur.

Zehebî, «Halk, kıyamet gününde Süryanice, cennete girdik­ten sonra ise Arapça konuşacaktır» diye buyurmuştur.

İbn Abbas'tan rivayet olunan bir hadiste şöyle buyurulmuş-tur: «Arapları   şu   üç şey   için seviniz.

1) Ben Arabım,

2) Kur1an'ın dili Arapçadır,

3) Cennet ehlinin dili de Arapçadır». (Taba-rani, Hakim, Beyhaki) [9]

 

Hz. Muhammed Arapların En Fasihidir

 

Ebu Şeyh ile İbn Merduveyh, bu hadisi destekler mahiyetteki bir hadisi Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir. Nitekim dillerin özelliklerini bilen bir kimse, Arapçadaki anlamların latifelerini, sırların inceliklerini başka bir dille ifade edilemeyecek derecede, başlı başına özelliklerinin olduğunu açıkça görür. Bu hususta, Arapçanm ardından Farsça gelmektedir. Eğer üstünlüğün niren­gi noktası bu ise, iki kişinin bile Arapçanm, sonra da Farsçanın diğer dillerden üstün olduğunda münazaa etmesi doğru değildir. Eğer üstünlüğün nedeni bu değilse, zahire göre o da Arapçada vardır. Çünkü Allah Kur'an'ı Arapça olarak indirmiştir. Bu. dil­den peygamberimize verilen fesehat ve belagat hiç kimseye veril­miş değildir. Nitekim İbn Asakir «Tarih»inde Hz. Ömer'den şöy­le rivayet etmektedir:

  Ey Allah'ın Rasûlü! Nasıl hepimizden daha fasih olabili­yorsunuz? Oysa siz de bizim içinde bulunduğumuz toplumdan çıktınız.

Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine şöyle buyurdu:

  Hz, İsmail'in dili yok olmuştu. İşte Cebrail bana o dili getirdi ve bana onu ezberletti. Ben de ezberledim.

Beyhaki, Yunus kanalıyla Hz. Peygamber'den şöyle rivayet et­mektedir:

Bir kimse, Hz. Peygamber'e (s.a), «Ey Allah'ın Rasûlü! Çok fasih konuşuyorsunuz. Sizden daha iyi Arapça konuşanım görme­dim» deyince, Hz. Peygamber, «Bu, benim için bir haktır. Çünkü Kur'an bana apaçık bir Arapça ile nazil olmuştur» diye cevap verdi.

Bazılarına göre, «el-Arabî» ile Hz. İsmail'in mahallesi olan «Arabe»ye nisbet yapılmıştır. Nitekim şaîr de bunu, bu şekilde kullanmıştır. Bu takdirde ayet ile kastedilen mânâ şudur: «Kur' an bu mahallede oturanların diliyle inmiştir».

İmam Şafii, Taberî, Ebu Ubeyde, Kadı Ebubekr'in de içinde bulundukları bir gruba göre, Kur'an'm Arabî olması vasfı nede­niyle, Kur'an'da sonradan Arapçalaştırılmış bir tek kelime bile bulunmamaktadır. Nitekim İmam Şafii, Kur'an'da sonradan Arap­çalaştırılmış kelimeler olduğunu söyeyen kimseleri şiddetle tenkid etmiştir.

Ebu Ubeyde, «Kur'an'da Arapçadan başka bir kelime olduğu­nu iddia eden kimse, çok korkunç bir şey söylemiş olur» demek­tedir. Nitekim, Taberî, İbn Abbas ve diğer müfessirlerin bazı la­fızların tefsirinde, «Bu Farsçadır», «Bu Habeşçedir», «Bu Nepti-cedir» şeklindeki sözleri şu anlama gelir: «Bu Öyle bir kelimedir ki diller onda ittifak etmişlerdir». Yani her dilde aynı kelime kul­lanılmıştır.

Bazılarına göre, Kur'an'ın dillerinde nazil olduğu Araplar, di­ğer dilleri konuşan kavimlerin ülkelerine yaptıkları seferler nede­niyle onlarla karışmışlar, onların dillerinden birtakım kelimeler almışlar, bazı harflerini değiştirmek suretiyle bozmuşlar, bunla­rı şiir ve konuşmalarında kullanmışlardır. Dolayısıyla bu kelime­ler, fasih Arapçanm içine girmişler ve bunlarla birlikte açıklama­lar yapılmıştır. Bu tanımlamaya göre, «Kur'an onlarla nazil ol­muştur» şeklinde bir yorum öne sürülmektedir.

Bazılarına göre de, Kur'an'daki tüm kelimeler saf Arapçadır-lar. Ancak Arapça çok geniş bir dildir. Büyük alimlere bile bazı kelimelerin kapalı kalması uzak ihtimal değildir. Nitekim, «Fatzr» ile «Fatih» kelimelerinin anlamı İbn Abbas'a kapalı kalmıştır. Bu gerçekten hareketle İmam Şafii, «er-Risale» adlı eserinde, bir di­lin tamamım ancak bir peygamberin bilebileceğini söylemiştir. [10]

 

Kur'an'da Arapça Olmayan Kelimeler Var Mıdır?

 

Bazı alimler, Kur'an'da Arapça olmayan kelimelerin de bu­lunduğunu söyleyip, bu soruya şöyle cevap vermişlerdir: «Arap­ça dışındaki dillerden alınan çok az sayıdaki kelime, Kur'an'ı Arapça olmaktan çıkarmaz. Tıpkı Farsça söylenen bir kasidede Arapça bir kelimenin, onu Farsça olmaktan çıkarmadığı gibi».

Bazıları da bu ayet ile Kur'an'm üslûp bakımından Arapça olduğunun kastedildiği söylemişler ve Nahiv alimlerinin ittifak­la «İbrahim» gibi kelimelerin sarftan memnu (gayri munsarif ol­duklarını; zira onlarda alemiyet ve acemiyet bulunduğu şeklin­deki sözlerim delil olarak getirmişlerdir. Fakat bu görüş, âlemle­rin (özel isimlerin) ihtilaf yeri olmadığı, ihtilafın sadece özel isim olmayan kelimelerde bulunduğu söylenmek suretiyle reddedilmiş­tir. Ancak bu red de, Arapça olmayan özel isimlerin Kur'an'da varlığı kabul edildiği takdirde, o dillerin cins olan kelimelerinin de Kur'an'a girmesinde herhangi bir mânâ yoktur, denilerek ka­bul edilmemiştir.

İmam Suyuti, Kur'an'da Arapça olmayan kelimelerin de bu­lunduğunu söylemiştir. Nitekim Tabiin'in büyük alimlerinden Ebu Meysere, Kur'an'da her dilden kelimenin bulunduğunu söylemiş­tir.

Bunun bir benzeri Said b. Cübeyr ve Vehb b. Münebbih'ten de rivayet edilmiştir. Onlar, bu kelimelerin Kur'an'da olmalarının hikmetini şöyle açıklamışlardır: «Kur'an geçmişin de, geleceğin de ilimlerini içeren bir Kitab'tır. Kur'an'da her şeyin lıaberi var­dır. Bu bakımdan dillerin çeşitlerine işaret eden kelimelerin de Kur'an'da bulunması gerekir. Ki Kur'an'm her şeyi ihata ediş özelliği tamamlanmış olsun». Bu nedenle Kur'an için her dilin en sevimli, en hafif ve Araplarca en çok kullanılan kelimeleri seçil­miştir. Aynca«H2. Peygamber (s.a) her ümmete gönderilen bir Peygamber olduğuna göre, uygun olanı onun kendisine gönderi­len Kitab'ında her kavmin dilinden bir şeyin bulunmasıdır» de­mişlerdir.

Ebu Abdullah Kasım b. Selam, Fakihlerin diğer dillerden ke­limelerin Kur'an'da bulunduğunu, gramercilerin ise bulunmadı­ğım söylediklerini naklettikten sonra şöyle der:

«Doğru olanı bu iki görüşü de tasdik etmektir. Şöyle ki; Fa­kihlerin dediği gibi, asılları yabancı olan bazı kelimeler Arapların diline girmiş ve Araplar onu yabancı bir kelime olmaktan çıkarıp, Arapça bir kelimeye dönüştürmüşler ve dolayısıyla artık onlar Arapça olmuşlardır. Daha sonra Kur'an nazil olduğunda da, bu kelimeler Arap diline iyice karışmışlardı. Bu bakımdan bu keli­melerin Arapça veya Yjatoancı menşeli olduğunu söyleyen her iki görüş de doğrudur». EI-Cevaliykî, İbn'ul-Cezeri ve diğerleri bu gö­rüşü desteklemişlerdir. [11]

 

Kur'an Mahlûk Mudur?

 

Cübbaî bu ayetle, Kur'an'm mahlûk olduğuna dair dört ve-cihle delil getirmiştir:

1) Bu ayette, Kur'an'm indirilmiş olduğu söylenmektedir. Oysa kadim olan bir şey indirilmez.

2) Bu ayette, Kur'an'ın Arapça olduğu belirtilmiştir. Oysa kadim olan bir şey ne Arapça, ne de Farsça olabilir.

3) Bu ayet, Allah Teâlâ'nın Arapçanın dışındaki bir dille de Kur'an'ı nazil edebileceğine delâlet eder. Bu ise Arapçanın hadis (sonradan meydana gelme) olduğunu gösterir.

4) «Bunlar apaçık olan Kitdb'm ayetleridir» ifadesi, Kitab' in ayetlerden ve kelimelerden mürekkep olduğuna delâlet eder. Her mürekkep ise, zorunlu olarak hadistir. Çünkü terkibde, ikin­ci parça, birinci parçanın varlığı anında yoktur.

Eş'ariler tüm bunlara şöyle cevap vermişlerdir.

Buradaki en yakın ihtimal, harf ve kelimelerden mürekkep olanın hadis olmasıdır. Bunda da kimsenin kuşkusu yoktur. Bi­zim «Kadimdir» dememiz başka bir şeydir. Biz ona «Nefsi kelâm» da diyoruz. O indirilmekle, Arapça olmakla, harflerden ve başka şeylerden mürekkep olmakla vasıflandinlamaz. Bu noktaya dik­kat edilmelidir. Ayetin sonunda gelen, «Umulur ki akıl edersiniz» ifadesi şu anlama gelir: «Umulur ki onun mânâlarım anlarsınız,' ondaki gariplikleri kavrarsınız ve bu hususda akıllarınızı kullana­rak, bunun insanın gücü Ötesinde bir gerçek olduğunu, Kuvvet ve Kudret sahibi olan Yaratıcı'nın katından indirilmiş olduğuna şehadet eden delilleri idrak edersiniz», İşte bu cümle, bu vasıfla Kur'an'ın indirilişinin hikmetini açıklamaktadır. Bazı müfessir-ler, «lealle» (umulur ki) lafzının burada talil (sebep) ifade eden -lam- harfinin yerine kullanıldığını söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ'nın bundaki maksadı apaçıktır. Muhataplar açısından «Le­alle» lafzını ümit için kullanmak caiz ise de, bu makama uygun değildir.

Cübbai'ye göre ayetin anlamı, «Allah onu dindeki emirlerin mânâlarım anlayanınız diye indirmiştir. Böylece Allah'ın birliğine delâlet eden delilleri ve size yüklenen sorumlulukları bilmiş olursunuz» şeklindedir. O, «Allah Teâlâ, herkesten iman etmeleri-ni ve salih amelde bulunmalarını istemiş ve bunu elde edenle et-meyeni ayırmıştır» demektedir. Ancak Cübbai'nin iddiasına, bu ayetin delâlet etmesi çok uzak bir ihtimaldir. [12]

(3) «(Ey Rasûlüm!» Biz bu Kur'an'ı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Nekussu» fiili haber vermek demektir. Çünkü fiü, kişinin izini takip etmek anlamındaki «Kassa eserahu»da.n gelmektedir. Yani burada da kıssayı anlatan, adeta sözlerini peşi sıra takip edip, zikrediyormuş gibi ifade etmiştir. İşte bu suredeki kıssa da böyledir: «Biz, bu Kur'an'ı vahyetmekle, bu surenin içeriği olan olayı en güzel haber olarak anlatıyoruz».

«Ahsene» (en güzel) lafzında gerçeğin açıklanmasıyla birlikte, ehli kitabın bu kıssaları çirkin ve bozuk bir şekilde naklettikleri­ne de işaret vardır.

«el-Kur'an» lafzı bu surenin Kur'an olduğunu arzetmek için sarfedilmiştir. Böylece bu kıssanın ilham ve vahy-i gayri metluv şeklinde gelmediği tesbit olunmuştur. Bu bakımdan sureye Kur' an olarak değil de, bir hikâye olarak bakan kimsenin ağzı kapa­tılmakta ve böyle düşünen kimselerin de İslâm'ın dışında oldu­ğuna işaret edilmektedir.

Bu kıssanın «en güzel» olması, şu noktalar nedeniyledir:

a) Yüce ve güzel olan tarzların en güzeliyle anlatılmıştır.

b) Üstün üslûbların en ciddisiyle ifade edilmiştir. Nitekim bu durum, daha öncekilerin kitablarından bu kıssayı okumuş olan kimselerce anlaşılabilir.[13]  

c) Bu kıssa, hased edenle hased edileni, malik ile memlu-ku, gören ile görüneni, âşık ile maşuku içermektedir.

d) Bu kıssada, hapis ile tahliye, bolluk ile kıtlık, günah ile af, ayrılık ile kavuşma, hastalık ve sıhhat, yerleşme ile göçme, zil­let ile izzet vardır. Bu sure, Allah Teâlâ'nm kaza ve kaderini geri çevirebilecek hiç bir gücün olmadığını, O'nun bir insan hakkın­da hayrı ve şerefi murad etmesi durumunda, buna mâni olmak için tüm insanlar biraraya gelseler bile, buna mâni olamayacak­ları gibi, güçlerinin de yetmeyeceği   gerçeğini ifade etmektedir.

e) Bu kıssada, hasedin, mahrumiyet ve eksiklik sebebi ol­duğu da ortaya konmaktadır. Sabrın ve genişliğin anahtarı olmak ile tedbirin aklın bir gereği olduğu ve onunla hayatın ıslah edil­mesi meselesi de bu kıssada zikredilmektedir. Daha kalemin açık­lamaktan aciz kaldığı nice hikmetler vardır bu kıssada...

Yine bu kıssa, önemli ve en güzel bir kıssa olduğu için, bu kıssayı müstakil bir kitap olarak kaleme alan çok kimseler çık­mıştır. Hemen hemen her dilde «Yusuf ile Zeliha» adı altında ki­taplar yazılmış, divanlar meydana getirilmiştir. Mesela Molla Ca­mi diye bilinen Mevlânâ Nureddin Abdurrahman el-Câmi, Farsça olarak «Yusuf ile Zeliha» başlığı altında bu kıssayı en dil -suz (acıklı bir anlatım) ile dile getirmiştir.

Bazı müfessirlere göre, bu kıssanın en güzel yanı, burada zik­redilenlerin çoğunun sonunda mutlu bir şekle dönüşmesidir. Ba­zıları da «Burada anlatılanlar sadece Hz. Yakup ailesinin haberleri olmayıp, geçmiş ümmetlerin haberlerini de içerdiği için, güzel­liği buradan gelmektedir» demişlerdir.

Bazı müfessirler, -ahsenu- lafzının burada ismi tafdil (en gü­zel) anlamında olmayıp, mücerred fiil (güzel) mânâsını ifade et­tiğini söylemişlerdir. Yani, «Sana kıssaların güzelini anlatacağız».

Bazılarıysa güzelliğin bu kıssada olmasından dolayı, onu nak­letmeyi isteyenlerin çok olması nedeniyle bu kıssanın diğerleri gi­bi tekrar edilmediğini söylemişlerdir.

Bazıları da, kıssanın en güzel oluşunun nedenini, bir kadının veya kadınların güzellik bakımından insanların en güzeline âşık olmalarından ileri geldiğini söyleyerek açıklamışlardır. Bu kıssa­nın tekrar edilmemiş olması da, bu yoruma uygundur. Çünkü burada göz yumma ve örtme bahsi vardır.

Hakim, «Müstedrek» adlı eserinde Yusuf suresinin kadınlara öğretilmesini yasaklayan hadisi naklederek sahih olduğunu söy­lemiştir.

Ebu İshak, «Allah Teâlâ peygamberlerin kıssalarını Kur'an' da defalarca tekrarlarken, Hz. Yusuf'un kıssasını bir kez zikret­miştir. Bununla Arapların aczine işaret etmektedir. Adeta Hz. Peygamber (s.a) onlara «Eğer bu Kur'an sizin iddia ettiğiniz gi­bi benim uydurduğum bir şey ise, diğer kıssalarda yaptığınızı Yusuf'un kıssasında da yapın» demektedir» demiştir.

Bu yorum güzeldir, ancak burada şöyle bir itiraz sözkonusu olmaktadır: Yusuf suresini bu işe tahsis etmek, izaha muhtaçtır. Çünkü misal olarak Adem'in kıssasının da bir defa zikredildiğini ve burada zikredilenin aynısına yapılan işaretin içerdiğini söyleye­biliriz.

İmam Suyuti şöyle demektedir: Yusuf kıssasının bir kez zik-redilnıesindeki hikmet, bana şöyle göründü; Bu sure, sahabenin Hz. Peygamber'den kendilerine bir kıssa anlatmasını talep etme­lerinden sonra indiği için, geniş ve tam. olarak nazil oldu ki, me­selenin her yönünü kapsaması suretiyle surenin amacı tahakkuk etsin ve kişi de onu geçerli saysın. Yani meseleyi etraflıca kavra­mak suretiyle kalbi itminan olsun.

Ancak bu açıklamayı yetersiz bulan İmam Suyuti, en kuvvetli cevabın şu olabileceğini söylemiştir: Peygamberlerin kıssaların­dan maksat, onları yalanlayanların helak olmalarını ifade etmek olduğundan kıssalar genellikle tekrar edilirler. Çünkü tekrar edil­melerine ihtiyaç duyuluyordu. Tıpkı kafirlerin Hz. Peygamber'i yalanlamalarının tekrar edilmesi gibi. Onlar Hz. Peygamber'i ya-lanladıkça, azabın diğer yalanlayıcıların başına indiği gibi. ken­dilerine geleceği haber veren kıssalar indiriliyordu. Bu yüzden birçok ayette, «Daha öncekilerin gidişatı geçti» (Enfal: 38), «On­lar görmediler mi ki, biz onlardan önce nice nesiller helak etmişiz­dir» (En'am: 6) diye buyurulmuştur. Fakat Hz. Yusuf'un kıssası ile kastedilen bu değildi.

İşte bu cevapla Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn, Hz. Musa iie Hızır ve Kurban kıssalarının tekrar edilmemelerinin nedeni de anlaşıl­mış olmaktadır.

İmam Suyuti daha sonra şöyle devam etmektedir: Eğer, Hz. Yahya'nın dünyaya gelişi, Hz. İsa'nın doğuşu ile ilgili kıssalar tekrar edilmiştir; halbuki bunlar da diğer peygam­berlerin kıssaları kabilinden değillerdir, diye sorulacak olursa, şöyle cevap veririz: Hz. Yahya'nın kıssası, Mekke'de inen ve Mek-kelilere hitap eden Meryem suresindedir. Hz. İsa'nın doğumuyla ilgili olan kıssa ise, Yahudilere ve Necranlı Hıristiyanlara hitap eder ve Âl-i İmran suresindedir. Bu nedenle delil getirmek ve lanetleşmek olayı da buna eklenmiştir.

Yine burada, «Adem. kıssası da Kur'an'da tekrar edilmiştir. Oysa bu kıssa ile kastedilen, peygamberleri yalanlayanların hela­kini ifade etmek değildir» denilerek itiraz edilebilir. Bu itiraza, «Adem'in kıssası böyle bir şeyi ifade etmiyorsa da, onda günahtan sakınma meselesinin olduğu, dolayısıyla bu, Kur'an'da tekrarla­nan kıssalara en çok benzeyen kıssa olduğundan tekrarlanmıştır» şeklinde cevap vermek mümkündür.

«Gerçek şu ki, sen bundan önce elbette bilmeyenlerden idin»; yani habersizdin, bu senin aklından bile geçmiyordu, hiç işitme-miştin.

Bu cümle, bazı müdekkiklerin söylediği gibi, bu kıssanın va­hiy olduğunun delilidir. Böyle bir yerde -vav- harfinin getirilme­mesi daha uygun düşer. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) şa­nını yüceltmek için,bu cümlede bilgisizliği gaflet ile ifade etmiş­tir. Üstelik Hz. ePygamber'in (s.a) tazimi için «Gafildin» denil-meyip, «gafillerdendin» ifadesi kullanılmıştır.

Kumlî Nizammuddin Hasan b. Muhammed, bu ayetle ilgili olarak, «Bu kıssadan veya din ile şeriattan gafil olanlardandın» demektedir.[14]

Kadı Beyzavi ise, «Bu kıssadan gafildin. Ne kalbine hutur et­miş, ne de kulağına gelmişti» dedikten sonra «Bu cümle, bu kıssa­nın vahiy olduğunu ispatlayan bir nedendir» diye ilave etmekte­dir.

Nesefi ise ayeti, «Sen, sana vahyettiğimizden önce vahyimiz hakkında bîr şey bilmeyenlerden idin» şeklinde yorumlanmakta­dır.

Hazin ise, «Bu kıssadan ve bu kıssa içindeki acaipliklerden gafildin» şeklinde ayeti yorumladıktan sonra şöyle devam edi­yor:

Sa'd b. Ebî Vakkas'tan rivayet olunduğuna göre, Kur'an Hz. Peygamber'e nazil olunca, O, bir zaman sahabüere Kur'an'i oku­du. Sahabiler, «Ey Allah'ın Rasûlü! Keşke bize bir (kıssa) anlat-saydın» deyince Allah Teâlâ, «Allah sözlerin en güzelini indirdi» (Zümer: 23) ayetini indirdi. Bu sefer sahabiler, «Keşke bize bir kıssa söyleseydin» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Sana kıs­saların en güzelini anlatıyoruz» ayetini indirdi. Sahabiler, «Ey Al­lah'ın Rasûlü! keşke bize hatırlatmalarda bulunsaydın» deyince, . Allah Teâlâ, «Acaba iman edenler için kalplerinin Allah zikri için korkacağı zaman yaklaşmadı mı?» (Hadid: 16) ayetini indirdi.

Tenvir'ul-Mikbas'da ifade, «Sen Yusuf ve kardeşlerinin habe­rinden gafildin» şeklinde tefsir edilmektedir. «Kablihi»deki -hu-zamiri «Cebrail'in sana Kur'an'ı indirmesinden önce» tarzında yo­rumlanmıştır. [15]

Kısaca; ayette geçen gaflet, isyana dalanların gafleti kabilin­den değildir. Ayrıca bu gafleti cahalet ile yorumlamak da uygun değildir. Tüm bu yorumlar ile birlikte şöyle demek mümkün­dür:

Bir hususta gariplikler varsa, o hususa vakıf olduğunda, mu­hataba «Sen bundan gafildin» denebilir. Buna binaen buradaki «Sen gafillerdendin» ifadesinin kıssanın garipliklerine işaret et­mesi ve daha önceki hükme bir tekid mesabesinde olması caizdir.

(4) (Hatırlat) o samanı ki, Yusuf babasına...»Bu Ayetin Tefsiri

Gerek bu ayette, gerekse diğer ayetlerde o zamanın hatırlatıl-masıyla kastedilen; o zamanda cereyan eden olayları hatırlatmak­tır. Bu ayet, Allah'ın va'dini yerine getirişinin başlangıcıdır.

Kıraat alimlerinden Mekkî, daha önce geçen «Gafilin» lafzının bu ayetin başındaki «72» zarfında amel ettiğini söylemiştir. Bu ayetin mânâsı şöyledir: «Sen, bu vahiy sana gelmezden (veya Ceb­rail bu vahyi sana getirmezden) önce, Yusuf'un babasına söyle­dikleri şu hususlardan gafildin».

Ibn Atiyye'nin Zeccac'dan rivayet ettiğine göre, daha önceki ayette geçen «Nekussu» (anlatıyoruz) ifadesi «İz» zarfında amel eden amil olabilir. Bu takdirde ise ayetin mânâsı şöyle olur: «Biz sana kıssaların en güzelini, Yusuf'un babasına geleceği söylediği şekilde anlatıyoruz». O vakit -İz- kelimesi geçmiş ifade etmekten çıkmış ve mutlak zaman ifade etmiş olur.

Zemahşeri'ye göre, -İz- kelimesi «Ahsen'ul-Kasas» lafzının bedelidir. «Ahsen'ul-Kasas» da Mefûlunbih'dir. Ancak Zemahşe­ri'ye, «Eğer bu zarf, mefulün bedeli olursa, o vakit Allah tarafın­dan 'zaman' anlatılmış olur ki zamanın anlatılmasının da hiç an­lamı yoktur» denilerek itiraz edilmiştir. Zemahşeri bu itirazı şöy­le cevaplandırmıştır: «Kastedilen zamanın anlatılması değil, onun lazımıdır. Yani Hz. Yusuf'un sözünün anlatılması kastedilmekte­dir. Çünkü sözün zamanım anlatmak, sözün kendisini anlatmayı gerektirir».[16]

 

Hz.- Yakub'ün Oğlu Hz. Yusuf

 

«Yusuf» kelimesi, Arapça olmayan yabancı, özel bir isimdir. Babasının kendisi için üzüntü çektiği veya babasından ayrıldığı için üzüntü duyduğu ya da ondan ayrılırken güzelliğinden dolayı üzüntü çektiği öne sürülerek, «Esef» kökünden türediği şeklin­deki iddianın bir değeri yoktur. Çünkü «Esef» kökünden gelsey­di, munsarif olurdu. Oysa «Yusuf» lâfzında özel isim olmaktan başka sarfın manîlerinden hiçbir şey yoktur. Ancak yabancı bir dilden gelmesi mümkün olabilir. «Yusuf» kelimesinde fiil vezni olduğu vehmine hiç kimsenin kapılmasına gerek yoktur. Çünkü ilk ve üçüncü harfi ötreli bir fiil Arapçada mevcut değildir. [17]

 

Hz. Yusuf'un Soyu

 

Hz. Yusuf, Hz. Yakub'un, o Hz. İshak'ın, o da Hz. İbrahim' in oğludur. Hz. Peygamber bir hadisinde, «İbrahim oğlu, İshak oğlu, Yakub oğlu Yusuf şerefli bir insan, şereflinin oğlu, şerefli­nin oğlu, şereflinin oğludur» diye buyurmuştur. (Hakim, Müsted-rekte, İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.)

Hz. Yakub'un on iki erkek çocuğu vardı. İlk oğlu Rabîn'di ve diğerleri de sırasıyla Şem'un, Lavi, Yehuza, Yesakir, Zebûlun... şeklinde gelir. Bu çocuklar Hz. Yakub'un dayısı Laban'ın kızı Lieh'den doğmuştur. Hz. Yusuf ve Bünyamin ise yine Laban'ın kızı Rahil'den doğmadır. Dan ve Neftali ise Rahil'in cariyesi Bel-ha'dan doğmuşlardır. Cad ve Eşır de Lieh'in cariyesi Zelfa (veya Zülefe)dan doğmuşlardır.[18]  

 

Hz. Yusuf'un Babası Yanındaki Mertebesi

 

Hz. Yusuf güzel yüzlü bir kimseydi. Babasının sevgisinin bü­yük kısmım celbetmişti. Bu ise, kardeşlerinin kendisine buğz ve hased duymalarına neden olmuştu. Başından geçen felâketin ne­deni de bu çekememezlikti. Bu felaket, aslında hem Hz. Yusuf için, hem Mısır için, hem de Mısır'a yakın bulunan ülkeler için büyük bir hayır ve bereketti. Hz. Yusuf'un adı, 24'ü Yusuf suresinde, biri En'am suresinde biri de Mümin suresinde olmak üze­re Kur'an'm 26 ayetinde zikredilmiştir.

Daha önce de zikredildiği gibi, Yusuf Suresinin nüzul sebebi şudur: Mekke müşrikleri bazı Yahudilerle biraraya gelerek, Hz. Peygamber'in durumunu müzakere ettiler. Yahudiler, «Ona, Ya-kub ailesinin niçin Şam'dan Mısır'a gittiğini ve Yusuf kıssasının ne olduğunu sorun, böylece onu susturursunuz» dediler. Ve bu­nun üzerine Allah Teâlâ bu sureyi indirdi.

Tevrat'a göre, Hz. Yusuf'un başından bu olay geçtiği zaman onun yaşı 17 idi. Ancak 17 yaşında olan bir insanın başından bu olayların geçmesi biraz uzak ihtimaldir.

Hz. Yusuf rüyasında 11 yıldızı, güneş ve ay'ı kendisine secde .ederken görür. Kur'an'm bu ifadesinden anlaşıldığına göre Hz. Yusuf bu rüyayı babasına, kardeşlerinin orada bulunmadığı bir zamanda açıklamıştır. Babası da kendisine «Sakın rüyanı kardeş­lerine söyleme. Onlar senin hakkında bir hile düşünebilirler. Şey­tan insana apaçık bir düşmandır» diye tavsiyede bulunur.

Tahrif edilmiş Tevrat'a göre Hz. Yusuf kardeşlerinin hazır bulunduğu bir zamanda babasına rüyasını anlatmış ve babası da «Belki ben, annen ve kardeşlerin sana secde edeceğiz» diye onu alaya alarak terslemiştir. Ancak Kur'an'm söylediği haktır.

Hz. Yakub'un çocukları, babalarının Hz. Yusuf'u kendilerin­den daha fazla sevdiğini gördüklerinden, buna öfkeleniyorlardı. Hepsi de gençlik yaşındaydı. Delikanlılık sevdası onları çılgmlaş-tırmıştı. Kalplerinde Hz. Yusuf'a karşı kötü düşünceler belirdi. Hz. Yakub onların kalplerinde gizledikleri kötülüğü hissediyor ve fakat yapacaklarından korktuğu için bunu onlara söylemiyordu. Onlar, Hz. Yusuf'u beraberlerinde çöle götürmek için izin iste­diklerinde o, «Onu götürmeniz beni üzer. Sizler farkına varmadan onu bir kurdun yiyebileceğinden korkuyorum» dedi. Fakat Allah biliyor ki Hz. Yakub, onların Hs. Yusuf'a bir kötülük yapabile-caklerinden korkuyordu. Onlar sonunda babalarına bütün gerek­çelerin yolunu kapatacak bir cevap verdiler: «Biz bir grup oldu­ğumuz halde onu bir kurt yerse o zaman biz hüsrana uğrayanlar­dan oluruz».

Tevrat burada Kur'an'a muhalefet etmiştir.

Yakub, kendiliğinden Yusuf'u kardeşlerinin yanma gönderdi-ki çölde onlarla beraber olsun, sonra da gelip onların tavırlarını kendisine anlatsın. Onlar uzaklaşmışlardı. Yusuf sırtında çizgili bir gömlek olduğu halde geldiğinde onlar; «Rüya sahibi geldi, çiz­gili gömlek giyen geldi», dediler ve sonra da ona ne yapacaklarını aralarında kararlaştırdılar. Gömleğini sırtından çıkararak, onu kuyuya atacaklar, kanını akıtmayacaklar ve babalarına da onu yır­tıcı bir hayvanın parçaladığım söyleyeceklerdi. Ancak Kur'an, on­ların Hz. Yusuf'u babasının elinden teslim aldıklarını söylemek­tedir.

Daha sonra Hz. Yusuf'un kardeşleri ağlayarak babalarının ya­nına gelirler ve, «Ey babamız! Biz yarışmaya giderken Yusuf'u eş­yalarımızın yanında bıraktık. Kurt onu yedi» dediler. Şüpheli bir kimse, daima içinden itham edildiğini söyler ve herkesi, kendisi­nin yaptığını anladığını sanar. Bunun için Hz. Yakub'un oğulları, «Biz doğru söylesek de sen bize inanmazsın» derler ve Hz. Yusuf un gömleğine sahte bir kan sürerek babalarına getirirler. Oysa Hz. Yakub'a onların durumu hiç de gizli değildi. Hz. Yakub, asrımı­zın (1987) en müdekkik uzmanları gibiydi. Gömlekte herhangi bir yırtık göremeyince onlarla alay ederek, «Bu kurt ne de merhamet-liymiş, çocuğu yemiş ama gömleği parçalamamış. Gömlekte ne bir diş ne de bir pençe izi var» dedi ve sonra onlara «Nefisleriniz size böyle bir işi güzel göstermiş. Bana düşen güzelce sabretmektir. Sizin yaptıklarınıza karşılık Allah yardımcıdır» dedi.

Hz. Yusuf'un atıldığı kuyuda az bir su vardı. Oraya bir kafi­le geldi. Sucularını kuyuya gönderdiler. Sucular kovalarını kuyu­ya sarkıttılar. Hz. Yusuf kovanın ipine yapıştı. Onlar kovayı çek­tiklerinde içinin su dolu olduğunu sanıyorlardı. Fakat bir baktı­lar ki pırıl pırıl bir genç kovanın ipine sarılmış duruyor. Bunu gören sucu sevinçle, «Ey müjde, bu bir gençtir» dedi.

Müfessirlere göre kafiledekiler, Hz. Yusuf'u efendisinden sa­tın aldıklarını iddia ettiler ve böylece Mısır'a gittiler.

Halkın çoğuna, hatta alimlere göre, Hz. Yusuf'u kuyudan çı­karanlar, kardeşleridir. Bu kervana onu satanlar da onlardır. An­cak Kur'an'm nazmı bu görüşe müsait değildir. Çünkü Kur'an'da kervandan ve onların sucularından bahsederken, o esnada Hz. Yusuf'un kardeşlerinden bahsedilmemektedir.

Bu olay Tevrat'ta şöyle anlatılmaktadır:

Hz. Yusuf'un kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra yemeğe oturdular. O esnada İsmailoğulları'ndan bir kafilenin Mısır'a ti­caret malı götürmekte olduğunu gördüler. Medyenlilerden bir ka­file de gelerek Hz. Yusuf'u kuyudan çıkardılar ve İsmailoğulları'na sattılar. Hz. Yusuf'un ağabeyi Yehuza, kardeşlerine Yusuf'u ku­yuda bırakmamalarını ve onu oradan çıkarıp satmalarını söyle­yen kimsedir. Raobin kuyuya gelip, Hz. Yusuf'u orada göremeyin­ce, elbisesini yırtıp ağlamaya başladı.

Tevrat'ın bu nakli, «Yusuf'u sattılar» şeklindeki yaygm gö­rüşle çelişmektedir. Müfessirlerin çoğu, «îsmailoğullan Yusuf'u Mısır'a götürerek sattılar» şeklinde düşünmekle hata etmektedir­ler.

RaobüYin düşüncesi, Yusuf'u öldürmek değildi. O sadece kar­deşlerine onu kuyuya atmalarını teklif etmişti ki böylece onlardan habersizce kuyuya gelerek Yusuf'u oradan çıkarıp, onu baba­sına sağ-salim götürebilsin.[19]

 

Hz. Yusuf Efendisinin Yanında

 

Hz. Yusuf, Mısır'da Emniyet Genel Müdürü olan bir şahsa sa­tıldı (Gerek Kur'an'da, gerekse diğer semavî kitaplarda o dönem­de Mısır'ın başkenti bildirilmemektedir. Ancak Abdulvehhab Nec-car, o devirde Mısır'ın başkentinin «San» olduğunu söylemekte­dir).

Hz. Yusuf Mısır'daki efendisine satıldıktan sonra, Allah onun sevgisini efendisinin kalbine atmıştı. Hanımına Yusuf'a iyi bak­masını emretti ve «İleride bize yaran dokunur veya onu evlat edi­niriz» dedi. Onun adı Potifar'dı. Hz. Yusuf onun nezdinde güveni­lir (emin) bir kişi olmuştu. Alacaklarını, vereceklerini ve tüm hiz­metçilerin idaresini Hz. Yusuf'a havale etmişti, öyleki evde efen­disinden ve onun hanımından daha çok Hz. Yusuf'un sözü geçi­yordu. Hz. Yusuf Allah Teâlâ'nın terbiyesi ve tevfiki altında bü­yüdü. Nitekim Kur'an'da da işaret ettiği gibi, Allah Teâlâ onu bü­yük bir ilme sahip kıldı. [20]

 

Hz. Yusuf'un Başına Gelen Felaketler

 

Allah Teâlâ, Hz. Yusuf'a çok büyük bir güzellik vermişti. Ama o güzelliğin yanında başına zorluklar ve belâlar da sarmıştı. Ba­şına gelecek olan belâlar, kendisine, aile efradına, Mısır halkına ve Mısır'a yakın olan ülkelere ileride verilecek olan büyük lütuf için orada gizlenmişti. Nitekim Ataullah İskenderanî, «Çoğu za­man nimetler belalarda gizlenmiştir» demişti. O belâ şuydu: Aziz'in hanımı Hz. Yusuf'a ve Hz. Yusuf'un güzelliğine hayran oldu. Bu durum onun kalbine sevgi ateşini düşürdü. Hz. Yusuf'u gördükçe bu ateş alevleniyordu. Bu artık öyle bir raddeye gelmişti ki, ora­da aşk hayaya üstün geldi. Kadın, Hz. Yusuf'a kur yapmaya başlamıştı. Hz. Yusuf ise iki sebepten ötürü ondan uzak duruyor­du. Bunlardan bir tanesi bile, ondan uzak durması için yeterli bir sebepti. Birinci sebep Allah'a iman etmiş olması ve onun emirle­rini yerine getirmesiydi. Onun bu ahlâkı, kendisinin pisliklerden temiz kalmasına yol açıyordu. Yani babasını, dedesini üzerinde gördüğü temizliğe... İkinci sebep ise, o kadının kocasının, kendi­sinin efendisi olmasıydı. Onu seven, ona iyilik eden, her türlü im­kânı kendisine bahşeden efendisi... Malında, hizmetinde onu yet­kili kılan ve sınırsız bir şekilde kendisine güvenen efendisi... Böy­le bir insana nankörlükle karşılık vermek uygun değildi. Şayet Hz. Yusuf'u kötülük yapmaktan menedecek dinî emirler olmasay­dı ve o ahlâkî temizlik kendisinde bulunmasaydı bile, yine de o efendisinin iyilikleri, onun namusunu koruması, onun yatağını kirletmemesi için yeterliydi. Hz. Yusuf, evin hanımına karşı bu şekilde davranıyordu. Ancak Aziz'in hanımı sonunda öyle bir nok­taya geldi ki kalbindeki aşk hastalığını şifaya kavuşturmak için Hz. Yusuf'a açıkça teklifte bulundu. Aniden onu kendisine çağırdı. Durumu tam anlamıyla ve dikkatlice hazırlayarak, tedbirini al­mış ve kapıları kilitlemişti. Hz. Yusuf'a «Hadi gelsene» dedi. Hz. Yusuf ise, «Senin kocan benim efendimdir. Bana iyilik yaptı. Ke­sinlikle zalimler jelaha kavuşmaz» dedi. İşte böylesine şiddetli bir durumda, tam gençliğinin başında bulunan bir genci tasavvur edin. Öyle ki güzel bir kadın, onu kendisine çağırmaktadır. Fa-kat o gencin dini, şehvetine galip gelmiş, efendisinin hakkını gö­zetmesi, onu masum kılmış ve sonra kurtulmak için kapıya doğ­ru kaçmıştır. O, kadının şehvet ve sapıklık şeytanlarından kur­tulmaya çalışırken, kadın da elbisesine yapışmış, arkasından çe­kiyordu. Öyle oldu ki sonunda elbisesi arkadan yırtıldı. Hz. Yu­suf kadının elinden kurtulup, kaçmaya başladı. İkisi de kapıya doğru koşuştular. Hz. Yusuf kapının kilidini açarak, çıkmak is­terken kadın da onunla tercihi arasına girmeye çalışıyordu, ar­zularım tatmin etmeden onu elinden kaçırmak istemiyordu. İşte o anda Hz. Yusuf, efendisini kapıda gördü. Hemen kadın, «Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası nedir? Zindana kapatılmak veya acı bir şekilde işkence edilmek değil midir?» dedi. Hz. Yusuf ise, «Hayır o benden murad almak istedi» dedi. Ancak ka­dının akrabalarından bir şahıs şöyle dedi: «Eğer onun gömleği önden yırtilmışsa, kadın doğru söylemiştir ve Yusuf yalancılardan­dır. Yok eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş­tir, Yusuf ise doğrulardandır».

Efendisi Hz. Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce kadına, «Kuşkusuz bu sizin hilenizdir. Çünkü siz kadın­ların tuzağı gerçekten büyüktür» dedi. Sonra da Hz. Yusuf'a dö­nerek, «Ey Yusuf! Sen ondan uzak dur ve bu olayı kimseye anlat­ma! Ey kadın sen de günahının affını dile. Çünkü sen günahkâr­lardan oldun» dedi.

Bu ayetlerin tefsirinde alimlerin çeşitli görüşleri vardır;

Bir gruba göre, Aziz'in hanımı, Hz. Yusuf'u arzulayarak onun kendisiyle yatmasını istedi. Hz. Yusuf ta onu arzulamıştı. Kişinin hanımına yaklaşması gibi, ona yaklaşmak isterken Cebrail geldi ve Hz. Yusuf'a «Sera Peygamber olacaksın. Böyle bir hareket Pey­gamberlere yakışmaz» dedi. Bunun üzerine Hz. Yusuf kadından uzaklaştı. İşte Hz. Yusuf'un gördüğü ilâhî burhan budur.

Bazılarına göre de, Hz. Yusuf'un bu halde iken görmüş oldu­ğu ilâhî burhan, babasının yüzünü görmüş olmasıdır. Babası par­maklarını ısırarak onu böyle bir işten menetmek için işaret edi­yordu.

Bazılarına göre ise, Hz. Yusuf bu halde iken, Allah tarafın­dan «Ey Yusuf! Sen Peygamberler divanında yazılısın. Sefihlerin amelini mi işliyorsun?» diye bir nida işitti.

Bu hususta daha nice fikirler ve bayat.düşünceler ileri sürül­mektedir. Bunları ileri süren kimseler, Allah Teâlâ'nın,  «İşte böylece biz, kötülük ve fışkı ondan uzaklaştırmak için delillerimizi gösterdik. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı» ayetinin mâ­nâsını anlamamışlardır. Allah Teâlâ'nın kendisinden kötülüğü uzaklaştırdığı bir insan, nasıl zinaya hazırlanır? Sapıklık şeytanı­na nasıl kulak verebilir? Kendisini meneden delilleri gördükten sonra böyle bir işten nasıl vazgeçmez? Elbette fasık ve facirler de bu delilleri gördükten sonra böyle bir işten vazgeçerler. O halde böyle bir insan nasıl faziletli kullardan sayılabilir?

Bu yorumlar içerisinde, gerçekten en uzak olanı, «Hz. Yusuf un zinaya yeltenmesi, Peygamber olmazdan önceydi» şeklindeki görüştür. Yani, Peygamber olmazdan önce, Peygamberlerden gü­nahın sadır olabileceği hükmünü verenlerin görüşü. Ancak bu gö­rüşü öne süren kimseler, «Allah elçiliğini ne şekilde kılacağını da­ha iyi bilir» (En'am: 124) ayetinden gafildirler. Çünkü Peygam­berlik için, ancak Allah'ın rızasına muvafık amelleri işleyen kim­seler seçilir. Allah Teâlâ, onları peygamberliğine aday olarak gös­terdiği için onları pisliklerden, insanların nefret ettiği hareketler­den korur. Acaba zinaya yaklaşan bir kimsenin, ancak zinadan menedici delilleri gördükten sonra dönmesi halinde, onun bu yap­tığından daha çirkin bir davranış var mıdır?

Bazılarına göre, Hz. Yusuf'un kadına karşı duyduğu arzu, do­ğal bir istektir. Yani insanın elinde olmayan bir arzudur.

Bazıları ise, bu arzunun, terk arzusu olduğunu söylemektedir­ler. Ancak Hz. Yusuf'tan her halükârda böyle bir arzunun sadır olabileceğini sanmıyorum.

Bazıları ise, Hz. Yusuf'un kadına vurmak arzusunda bulun­duğunu söylemişlerdir. [21]

 

Hz. Yusuf Ve Azîz'in Hanımı

 

Darb-ı Mesellerde «O beni dövdü ve ağladı», «Beni geçti ve be­ni şikâyet etti» kabilinden ifadeler vardır. İşte Aziz'in hanımı ile Hz. Yusuf'un durumu da buna benzemektedir. Kadın kocasının ve onunla beraber amcasının oğlunun geldiğini görünce, arzusuna karşılık vermeyen Hz. Yusuf'tan intikam almak üzere, kendisine itaat etmemesinin cezası olarak onu şerre düşürmek için ağladı ve şikâyet ederek kocasına yaklaştı. Sonra da ona şöyle dedi: «nenin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmak ya da acı bir işkenceye uğratılmak değil midir?»

İşte böylece o, kocasına Hz. Yusuf'un kendisine saldırdığını ve kendisinin ise ondan kaçtığını anlatmak istemektedir. Hz. Yu­suf'a gelince o, kurtuluşun sadece doğrulukta olduğunu görmüş ve Aziz'in makamına da bunun uygun olacağını düşünerek, «Ha­yır» dedi: «O beni zorladı. Bense ondan kaçtım ve sonunda benim elbiseme yapışarak, yırttı». Bunun üzerine orada bulunan kadı­nın amcasının oğlunun feraseti açıldı ve hakkı tahkik etmek, in­celemek, gerçeği meydana çıkarmak hususundaki meşhur sözünü söyledi: «Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söy­lemektedir ve Yusuf yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, Yusuf ise doğrulardandır». Çünkü kadın, kendisini savunurken, kendisine saldıran kişinin el­bisesini önden yırtabilirdi. Kendisine meyi gösteren bir kadından kaçan bir kimsenin de elbisesi ancak arkadan yırtılabilirdi. Mese­le anlaşılınca  Hz. Yusuf'un doğru, kadının ise yalan söylediği or­taya çıkmıştı.

Orada bulunan şahid (ya da Mısır azizi) kadına, «Bu sizin hilelerinizdendir. Gerçekten siz kadınların tuzağı çok büyüktür» dedi ve Hz. Yusuf'a da bu olayı gizlemesini söyledi. Ardından da kadına yanlış yolda olduğunu açıkça belirtti. [22]

 

Haberin Şehirde Yayılması Ve Kadınların Bununla Dedikodu Yapmaları

 

Aziz'in hanımı hakkındaki olayın haberi tüm şehirde yayıl­mış ve kadınlar bu olayı sakız çiğner gibi birbirlerine anlatmaya başlamışlardı. Böyle bir aşka kapılmasından dolayı Aziz'in hanı­mını kınıyorlardı. Bu dedikoduların yankısı sonunda Aziz'in hanı­mının kulağına kadar gelmişti. O da onların kendisini mazur gö­rüp, kınamamaları için bir hile düşünmeye başladı. Kendisini kı­nayan kadınların bazılarına haber göndererek, yemeğe çağırdı. Onlara oturmaları için bir yer hazırladı, Önlerine bıçakla kesilme­si gereken yiyecek çıkardı ve sonra da onların her birine bir bıçak verdi. İşte o esnada Hz. Yusuf'a kadınların yanına çıkmasını söy­ledi. Hz. Yusuf'un güzelliği kadınları dehşete düşürmüştü. Hz. Yu­suf'un güzelliği karşısında şaşırıp kalmaları nedeniyle kendilerin­den haberleri olmadı ve meyvelerin yerine bıçakla ellerini kes­meye başladılar. Öyle ki o güzelliğin karşısında seyre dalmaları yüzünden, bıçağın acısını bile hissetmediler. Kadınlar gördükleri bu güzelliği «Bu bir beşer değil, ancak kerim bir melektir» diye­rek ifade ettiler. İşte o zaman Aziz'in hanımı, onlara kalbini yakan ateşin bu olduğunu açıkça söyledi. Âşık bir kimsenin aşkını ken­disi gibi başka bir âşıka söylediği gibi, onlara derdini anlatarak şunları söyledi:

«İşte hakkında beni kınadığınız kimse budur! Ben onun nef­sinden murad almak istedim. Fakat o benden şiddetle sakındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zin­dana atılacak ve elbette zelillerden olacaktır».

İşte görüldüğü gibi, Aziz'in hanımı, o kadınları avlayıp, onla­rı tuzağına düşürene kadar kendi durumunu gizlemişti. Hepsi de aşkta kendisi gibi olunca, onlara artık dedikodularından emin ola­rak kendi durumunu açıkça anlattı. Tıpkı şairin dediği gibi; «Aşkların basma getirdiklerinden korkma! Aşkım izaha çalış; zira hepimiz senin gibi âşığız».

Gördüğünüz gibi ilk başta aşkı kendisini rezil eden kadın, da­ha sonra bu rezaletten kurtulmak ve âşık olduğu kişiden intika­mını almak için yalan uydurdu. Fakat yine de kurtuluş bulama­dı. Aslında yapması gereken artık bir kenara çekilip, bu işi bir da­ha kurcalamamak iken, onun aşkı kendisini ikinci kez yere vur­du ve «Ya Yusuf benim emrimi yerine getirir ya da onun yeri zin­dan olur, zillete düşer» dedi

Bu macera yayıldığında, gerek Aziz'in, gerekse müşavirlerinin görüşleri, kendilerini utanmaktan kurtarmak-, halkın dilini ken­disi ve hanımı hakkında söylenenler hususunda susturmak için, Hz. Yusuf'u zindana atmak şeklindeydi ki böylece halk arasında, «Madem ki Yusuf hapse girmiş, o halde suçlu odur. Aziz de onun hanımı da suçsuzdurlar ve kendilerine atılan iftiradan uzaktırlar» imajını yayabilsinler. İşte şu ayet, yukarıdaki görüşü doğrulamak­tadır.

«Sonra (Aziz ve adamları) bu delilleri gördükleri halde, yine de onu bir süre zindana atmaları kendilerine uygun geldi».

Ayet-i Kerime zımnen, kavmin Hz. Yusuf'u zindana atmak hu­susunda icrai kuvvetten yardım aldıklarına işaret etmektedir. Çün­kü Hz. Yusuf'un suçsuzluğuna delâlet eden delilleri görmeleri, an­cak bir yargılamaya göredir. Bu yargı ya resmî ya da örfîdir. Bel­ki de burada örfî hüküm kullanılmıştır. Fakat bu öyle bir yargı­lamadır ki diktatörlük bundan daha hayırlıdır. Çünkü bir dikta­tör, yaptığının zulüm olduğunu göstere göstere istediğini yapar. Böyle bir yargı sahibi ise, adalet elbisesini giymek suretiyle zul­münü icra etmektedir ki bu ise yargılamanın en kötü şekillerin-dendir. [23]

 

Hz. Yusuf'un Zindanda Halkı Dinine Davet Etmesi

 

Hz. Yusuf suçsuz olarak hapse atılır. Onunla beraber hapse giren iki genç daha vardı. Birisi kralın yanında ekmekçfbaşı, diğe­ri de sakacıbaşıydı. Bir gün sakacıbaşı Hz. Yusuf'a gelerek, rüya­sında kralın kadehine içki koyduğunu ve üzüm salkımlarından ala­rak kralın kadehine sıktığını söyledi. Ekmekçibaşı ise, rüyasında başının üzerinde bir sepet ekmek gördüğünü ve kuşlarm o ek­mekten yediklerini anlattı. Sonra ikisi de, Hz. Yusuf'tan kendile­rine rüyalarını yorumlamalarım istediler. Hz. Yusuf ise bu fırsa-, ti değerlendirerek, onlara dinini ilân etmeyi ve onları dinine da­vet etmeyi düşündü. Onlara, rüyalarını yorumlama gücünün oldu­ğunu kendilerine gelmeden önce bile, herhangi bir yemeğin tevi­lini bildiğini ve bunun da Allah'a ve Ahiret'e inanmayan kavim­lerin karşılığında, Allah'ın kendisine öğrettiğini, İbrahim, İshak ve Yakub gibi atalarının dinine tâbi olduğu için bu nimete erdi­ğini söyledi. Tüm bunların kendisine ve yakınlarına Allah'ın hal­kın üzerinde olan fazlı olduğunu söyledi. Daha sonra, ayrı ayrı Rablerin mi, yoksa Kahhar ve bir olan, halka kendisinden başka­sına ibadet etmemelerini söyleyen Allah'ın mı daha hayırlı oldu­ğunu, bu dinin en doğru din olduğunu ama insanlardan cahil olan­ların bunu idrâk edemeyeceklerini anlattı. O, onları dinine davet ettikten sonra şöyle dedi:

«Ey hapishane arkadaşlarım! Biriniz (Saki) yine efendisine (eskisi gibi) şarap sunacak, diğeri de asılacak ve 'kuşlar onun ba­şından yiyecekler. Hakkında fetva istediğiniz iş, böylece kesinleş­miştir».

Hz. Yusuf o durumda, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulma­yı ümit ediyor ve bu kurtuluşun da serbest kalacağını tahmin et tiği o iki kişiden birinin vesilesiyle olacağını sanıyordu. Ona, «Efendinin yanında beni an»   dedi,   fakat   şeytan ona Rabbi'nin zikrini unutturmuştu. Böylece Hz. Yusuf birkaç yıl daha hapis­hanede kaldı. Ayrıca onun yorumladığı rüya da tahakkuk etmiş oldu. [24]

 

Hz. Yusuf İçin Müjde

 

İşte o yıllardan sonra Allah Teâlâ, Hz. Yusuf'a sevinç ve fe­rahlık vermeyi diledi. Bunun sebeplerini de hazırladı. Şöyle ki, kral rüyasında yedi güzel inek gördü. Ki onlar nehirden çıkarak bir bahçede otlamaktaydılar. Sonra çirkin görünüşlü, zayıf olan yedi inek daha gördü. Onlar da nehirden çıktılar ve daha önce ne hirden çıkan yedi ineği yediler. Bu manzarayı gören kral, rüyadan uyandıktan sonra, tekrar rüyaya daldı. Yedi tane yemyeşil başak gördü. Bir başaktan çıkmışlardı. Öte yandan yedi kuru başak da­ha gördü. Doğu rüzgârları onları perişan etmişti. Onlar o yeşil başaklara yönelerek onları yuttular. Mısır kralı dehşet içinde sa­bahlamış ti.

Kral ertesi gün, sihirbazlardan ye ilim sahiplerinden herkesi çağırarak, onlardan bu rüyasını yorumlamalarını istedi. Hiç kim­seden cevap gelmemişti. Onlar, «Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz onların te'vüini bilemeyiz» dediler. İşte o anda kralın sakacı-başısı durumu kavrayıp daha önce Hz. Yusuf'un kendisine söyle­diğini hatırladı. Aklından hapiste gördüğü rüya geçti. O rüyayı tabir eden Hz. Yusuf'u hatırladı ve bunun vuku bulmuş bir olay olduğunu anladı. Krala meseleyi arzedip, kendi rüyasıyla eknıek-çibaşınin rüyasından bahsetti. Aziz'in kölesi olan İbranî bir gen­cin hapiste rüyalarını nasıl tabir ettiğini ve tabir ettiği gibi de rüyanın nasıl vuku bulduğunu anlattı. Sonra da «Beni hapishane­ye gönder. Kesin bir yorumu ondan alıp geleyim» dedi. Kral da onu hapishaneye gönderdi. Hz. Yusuf'la biraraya geldiklerinde, o sakacıbaşı şöyle dedi:

«Ey Yusuf! Ey doğru sözlü kişi! Rüya'da görülen yedi zayıf ineğin yedi semiz inek ile, yedi yeşil başak ile de yedi kuru başak hakkında bize onların yorumunu söyle. Ümid ederim ki insanlara isabetti yorumunla dönerim ve onlar da doğruyu öğrenmiş olur­lar».

Hz. Yusuf da ona bu rüyayı şu şekilde yorumladı:

«Adetiniz üzere yedi yıl ekin ekersiniz. Sonra yiyecekleriniz­den az bir miktar hariç biçtiklerinizi başağında stok edip bı­rakırsınız. Bunun ardından saklayacaklarınızdan az bir mik­tar hariç o yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. Sonra onun ardından da bir yıl gelecek ki o yılda insanlara bol yağmur verilecek ve insanlar o yıl (bol bol meyva) sıkacaklar. Yani bol bol meyva ve sebzelere kavuşacaklar. Üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi şeyleri sı­karak sularından istifade edecekler».

Rüyada bu bolluk senesine dair bir işaret yoktur. Hz. Yusuf, bunu onlara sadece ilham vasıtasıyla müjdelemiştir. Nitekim bu müjde ileride de aynı şekilde tezahür etmiştir.

Böylece sakacıbaşı, Firavun'a rüyasının yorumunu götürdü, Firavun da bununla sevindi ve bunun uygun bir yorum olup, rü­yasıyla mutabakat halinde bulunduğunu anladı. Sonra da Fira­vun Hz. Yusuf'un yanma getirilmesini emretti. Onlar Hz. Yusuf'u getirmeye gittikleri zaman Hz. Yusuf, kendi hakkındaki durum açıklığa kavuşuncaya kadar çıkmak istemediğini söyledi. Gelen aracıya, Firavun'a gidip ellerini kesen kadınların durumunu sor­masını istedi. Hz. Yusuf o kadınların isimlerini de teker teker bil­dirdi. Firavun o kadınları biraraya getirdiğinde onlardan Hz. Yu­suf'u sordu. Onlar ise «Hâşâ» dediler: «Allah için biz ondan hiçbir kötülük görmedik». Böylece onun ve Aziz'in hanımı hakkında işit­tiklerinden hiçbir şeyi inkâr etmediler. İşte bu husustaki ayetler meseleyi şöyle anlatmaktadırlar.

Kral, «Onu bana getirin» dedi. Elçi Yusuf'a geldiği zaman, Yusuf, «Efendine dön de ona ellerini kesen o kadınların mak­satlarının ne olduğunu sor. Kuşkusuz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir» dedi. Kral, «Yusuf'un nefsinden murad almak istediğimiz zaman, durumunuz neydi?» dedi. Kadın­lar, «Hâşâ, Allah için biz ondan hiçbir kötülük görmedik» de­diler. Aziz'in karısı ise dedi ki «Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Kuşkusuz ki o doğru söyleyenlerdendir». Yusuf, «Onların bu itiraflarına lüzum görmem. Benim kendisine gıyabında hainlik etmediği­mi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını onun da bilmesi içindir bu» dedi.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Hz, Yusuf kendisine mücrim­lerin alâmeti, hainlerin nişanı olduğu halde hapisten çıkmayı is­tememişti. O hapishaneden, masuniyetini ispatlamış, başı dimdik, sicili tertemiz olduğu halde çıkmak istemişti. Olayı olduğu gibi anlatıp, böyle bir suçtan beri olduğunu söyledi. Suçun kendi­sine iftira atan Aziz'in hanımından geldiğini bildirdi. Şehirde ya­yılan dedikodu, Aziz'in hanımının hizmetçisini kendisine davet et­mesi şeklindeydi. Bunun alâmeti ise ellerini kesen kadınlardı. Çünkü o kadınlar da Hz. Yusuf'u gördüklerinde ellerini kesmiş­lerdi. Aziz'in hanımı, Hz. Yusuf'u hem kendisi için, hem de kadın­lar için çağırmıştı ve onların önünde, «İşte beni kınadığınız kişi budur. Ben onu istedim, benden sakındı. Eğer ona emrettiğimi yapmazsa kesinlikle hapsedilecek ve zillete düşenlerden olacak­tır» dedi. Sonra da onu hapse atmak suretiyle tehdidini yerine getirdi. Oysa Hz. Yusuf suçsuzdu. Onların Aziz'in hanımından din­lediklerine dair şahitlik etmeleri, onun bu suçtan beri olduğunun delilidir, sözünün de doğru olması demekti. Kur'an'ın üslûbundan da anlaşılan budur.

Kral onları huzuruna getirtip, Hz. Yusuf'un nefsini istedikle­ri gündeki durumlarını kendilerinden sorduğunda, onların cevabı, «Hâşâ! Allah için biz ondan hiçbir kötülük görmedik» şeklinde olmuştu.

Onların bu sözü, mümkündür ki Hz. Yusuf'tan herhangi bir şey dinlemediklerini ve ondan bir kötülük görmediklerini ihsas etmiş olsun. Yine onların, bu sözü hileli bir yolla söylemiş olma­ları da mümkündür. Yani şahadeti inkâr etmiş olabilirler. Çünkü Hz. Yusuf onların, o gün Aziz'in hanımından dinlediklerini ve onun —emrini dinlemediği takdirde kendisini nasıl hapise at­makla tehdit ettiğini söyleyip, şahitlik etmelerini istemişti. Fakat onların bu sözleri muhtemelen, Hz. Yusuf'tan rivayet ettiklerinin bir özetidir ve bu da onun masum olduğunu ortaya koymuştur. Yani onlar, böylece şahadeti tam manâsıyla ifa ederek, onu kötü­lükten beri kılmışlardır. Onlar şahitliği tam manâsıyla yaptıkları için, Aziz'in hanımının Önündeki tüm yollar kapanmış, inkâr ede­cek bir şey bulamadığından şöyle demiştir: «Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Kuşkusuz ki o doğru söyleyenlerdendir».

Bu açık ikrar, Hz. Yusuf'un doğruluğuna, beraatine delâlet eden bu itiraf  ki Hz. Yusuf böyle bir ikrarın Aziz'in hanımı ta­rafından yapılacağını sanmıyordu artık o gün başka delillerin toplanmasına ihtiyaç bırakmamıştı. Yani artık, onun zulmen hap­sedildiğini ispatlamaya ve hakkında deliller getirilmesine gayret sarfetmeye gerek kalmamıştı. [25]

 

Hz. Yusuf Kral'ın Huzurunda

 

Kral'm nezdinde, Hz. Yusuf 'un  masumiyeti bu şekilde sabit olunca, Hz. Yusuf'un masumiyetinin delili dosdoğru ve apaçık ol­duğu halde ortaya çıkınca, Kral «Onu bana getirin. Ben onu ken­dime danışman edineyim» dedi. İşte o zaman Hz. Yusuf, kendisi için bir sakınca olmadığını anlayınca, Kral'm yanma gidip, onunla konuştu. Hz. Yusuf Kral'in hoşuna gitmişti. Onun zekâsını be­ğenmiş, rüyasını güzelce tabir etmesini takdir etmişti. Ona ken­disi için nasıl bir iş istediğini, neden hoşlanacağım sordu. Hz. Yu­suf ise «Beni ülkenin hazinelerinin üzerine memur et, ondan çı­kan hasılat ve hayırlara tayin et. Çünkü ben iyi korurum ve bili­rim» dedi.

Hz. Yusuf'un bu durumu, Tevrat'ın Tekvin Kitabı'nm 41. bö­lümünde şöyle anlatılmaktadır:

«Yusuf onlara, «Bolluk yıllarında ürünün beşte birini depo edin. Kıtlık yılları gelince, ülke kıtlıkla mücadeleye hazır ol­sun ve bu durumu idare etmeleri için ülkenin her tarafında memurlar bulundurulsun» dedi. Bunun üzerine Firavun adam­larına, «Bunun gibi kendisinde Allah'ın ruhu bulunan bir adam bulabilir miyiz?» diye sorduktan sonra, Yusuf'a döne­rek, «Madem ki Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; Sen evimin üzerinde buluna­caksın ve bütün kavmim senin emrin üzerine idare olunacak­tır. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım» dedi. Ve Fi­ravun yine Yusuf'a dedi: «Bak seni bütün Mısır diyarına ha­kim kıldım». Ve Firavun parmağından mühürünü çıkardı, onu Yusuf'un parmağına taktı. Ona ince keten bir elbise giy­dirdi, boynuna da altın bir zincir taktı. Ve onu kendisinin ikin­ci arabasına bindirdi. Onun önünde «diz çökün» diye bağırdı­lar. Onu bütün Mısır diyarına hakim kıldı, emir ve nehyi onun uhdesine verdi. İtaat edilen amir o, geçerli olan konuşma onundu. Yusuf'un adını, «Zafenat-Peneah» koydu. Ona, On şeh­rinin kâhini Poti-Fera'nın kızı Asenat'ı eş olarak verdi. Mısır Kralı'nın huzurunda durduğu zaman Yusuf otuz yaşında idi. Yusuf kralın huzurundan çıkıp bütün Mısır diyarında dolaştı, durumu teftiş etti, gereken tedbirleri aldı».[26]

 

Hz. Yusuf'un Kardeşlerinin Mısır'da Ticaret Yapmaları

 

Yedi. bolluk yılı geçti. Hz. Yusuf tüm tedbirleri almıştı. Ha­zineler edindi, depolar inşa etti. Yer mahsullerini başkalarıyla bir­likte depolara doldurdu. Bundan sonra yedi kıtlık yılı başladı. Yer küresinin etrafında kıtlık şiddetini gösterdi. Mısırlılara ge­lince onlar krala gidip, kendisinden yiyecek istediler. Kral ise onları, «Zafenat-Pereah» olan Hz. Yusuf'a gönderdi. Hz. Yusuf de­poları açıp onlara; yetecek miktarda yiyecek verdi. Filistin halkı da kıtlıktan etkilenmişti. Mısır'da yiyecek olduğunu haber aldı­lar. Hz. Yakûb çocuklarmı deve ve merkeplerle Mısır'a gönderdi ve oradan buğday getirmelerini  istedi. Kendilerine gerekli ser­mayeyi de vermişti. Onlar da Mısır'a aile efradı için buğday sa­tın almak üzere gittiler. Mısır'a vardıklarında Hz. Yusuf onları tanımış ama onlar Hz. Yusuf'u tanımamışlardı. Zaten böyle olma­sı da normaldi. Çünkü Hz. Yusuf onlardan ayrıldığı zaman küçük bir çocuktu, yüzü taptazeydi. Kardeşleriyle karşılaştığında ise, 40 yaşına merdiven dayamıştı. Ayrıca saltanat kisvesi ona azamet ve bir ihtişam vermişti. Ona bakanların gözleri kamaşıyordu. Kar­deşlerine gelince, onlar yine eski hallerindelerdi. Aynı elbiseleri giymişlerdi ve aynı dili konuşuyorlardı, görünüşleri değişmemiş­ti. Hz. Yusuf kardeşlerine satın aldıkları buğdayı verdikten son­ra, «Sizin, baba bir kardeşiniz vardı. Onu bana getirirseniz, size ikinci defa yiyecek yardımı   yaparım. Onu bana   getirmediğiniz takdirde bundan sonra size verilecek buğdayım yoktur ve bir daha da yanıma gelmeyin» dedi. Bunun nedeni şuydu: O bütün kardeş­lerini gördüğü halde aynı anneden olma kardeşi Bünyamin'i gör­memişti. Bünyamin Hz. Yusuf/tan daha küçüktü. Böylece onların ağızlarını aradı. Onlardan Bünyamin'in hayatta olduğunu öğren­di ve Bünyamin'in babasının yanında kaldığını, babasının onun ayrılmasına rıza göstermediğini anladı. Onlara gerçekten de be­dava olarak buğday vermişti ki paralarının geri verildiğini bilmek­sizin kardeşlerini geri getirsinler. Onlar, «Onu babamızdan isteyeceğiz» dediler, Hz. Yusuf da onlara ikramda bulundu, müsama­ha gösterdi ve adamlarına onların buğday karşılığı verdikleri mal­ları tekrar onlara iade etmelerini söyledi. Çünkü onlar tekrar onu kendisine getireceklerdi; Zira onlar mallan olmayan bir şeyi ka­bul etmezlerdi. Hz. Yusuf, bunu geri gelmeleri için bir av olarak hazırlamıştı. [27]

 

Hz. Yusuf'un Kardeşleri Babalarının Yanında

 

Hz. Yusuf'un kardeşleri babalarının yanına dönünce ona Mı­sır'ın Ticaret Bakanı'nin, baba bir kardeşlerini getirmedikleri tak­dirde, kendilerine buğday satmayacağını anlattılar. Hz. Yakub, onların daha önce yaptıklarını hatırladı ve Hz. Yusuf hakkındaki yarası deşilmiş oldu. Onlara, «Daha Önce kardeşiniz Yusuf hak­kında size ne kadar güvendiysem, onun hakkında da size ancak o kadar güvenirim. Bu yüzden ben onu sadece Allah'a emanet edi­yorum. Koruyucu olarak Allah en hayırlı olanıdır. O merhamet edenlerin en merhametlisidir» dedi. Hz. Yusuf kardeşleri, yükle­rini açıp, buğdayı çıkardıktan sonra, götürdükleri gümüşlerin hep­sinin olduğu gibi dokunulmaksızm durduğunu gördüler. İşte bu durum, babalarıyla konuştukları meselenin önemini artırıcı bir unsur oldu ve babalarına, «Ey babamız daha ne istiyoruz? İşte malımız da bize geri verilmiş! Bünyamin'i de bizimle beraber gön­der de böylelikle yiyecek alabilelim. Biz onu muhakkak ki koru­ruz, bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu sefer aldığımız az bir miktardır» dediler.

Anlaşılan odur ki, kıtlık çok şiddetliydi. Çünkü Hz. Yakub'u onlarla beraber —bir şart ile-— göndermeye mecbur bırakmıştı: «Onu bana getireceğinize dair Allah adına bana sağlam bir söz vermeden, onu asla sizinle göndermem. Ancak kuşatılıp engellen­meniz müstesna». Onlar da (bu şartı yerine getireceklerine dair) ona söz verince, (Yakub): «Söylediklerimize Allah vekildir» dedi Daha sonra Hz. Yakub oğullarına, Mısır'a vardıklarında şeh­re tek kapıdan değil, çeşitli kapılardan girmelerini tavsiye etti. Müfessirlere göre, Hz. Yakub bu tavsiyeyi halkın onları kıskan­maması için yapmıştır. Ancak bizim kanaatimize göre Hz. Yakub, halkın dikkatlerini çekmesinler, halk onlar hakkında konuşmasın veya Mısır'a saldıracak kimselerin öncüleri, casusları oldukları fikrine kapılmasın diye böyle bir tenbihte bulunmuştur.

Durum ne olursa olsun, Hz. Yusuf'un kardeşleri yiyecek tale­biyle Mısır'a yeniden geldiler. Babalarının yanında hiç kimse kal­mamıştı. Beraberlerinde daha önce yüklerine konulan malları da vardı.

Hz. Yusuf'un kardeşleri Mısır'a vardıklarında, Hz, Yusuf on­ları beraberlerinde Bünyamin ile birlikte görünce hizmetkârları­na, onlara ziyafet vermek için koyun kesmelerini ve öğle yeîne-ğini beraber yemek üzere hazırlık yapmalarını emretti. Onlar da Hz. Yusuf'un kardeşlerini emrolunduklan gibi, Hz. Yusuf'un evi­ne götürdüler. Onlar eve götürüldüklerini anlayınca, kendileri hakkında endişeye kapıldılar. Aralarında «Galiba çuvallarımızda görülen gümüşten dolayı bizi buraya soktular. Bize saldırıp, mer­keplerimize el koyacaklar ve bizi köle edinecekler» diye düşündü­ler. Hz. Yusuf'un hizmetkârlarından biriyle konuşarak bu hadise­yi ona açtılar ve gümüşü beraberlerinde getirdiklerini, ondan ha­berleri olmadıklarını anlattılar. Ayrıca hem onu, hem de diğer gümüşleri buğday satın almak için getirdiklerini söylediler. O hiz­metkâr dâ onları teskin ederek (Tevrat'ın rivayetine göre) daha önce Hz. Yusuf'un yanında kalan kardeşleri Şem'un'u getirdi. Sonra onları alarak   yemek için Hz. Yusuf'un evine götürdü.

Yemek vakti geldiğinde, Hz. Yusuf'a hediyeler takdim ettiler. Hz. Yusuf, Bünyamin'e bakarak, «Sizin kendisinden bana sos etti­ğiniz küçük kardeşiniz bu mudur?» diye sorduktan sonra, «Ey oğul! Allah sana nimet versin» diye dua etti. Ancak Hz. Yusuf'un gözleri dolduğu için onlarla oturacak gücü kendinde bulamadı. Tenha bir yere çekilerek, ağladı ve sonra tel -ar onların yanma döndü. Babalarının sağlığı hakkında onlardan bilgi aldı ve onlara yemek ikram etti. Kendisi ile Mısırlılar onlardan ayrı olarak ye­mek yediler; zira Mısırlılar İbranîlerle birlikte yemek yemeği ne­caset olarak kabul ederlerdi. Hz. Yusuf'un kardeşleri ile birlikte yemek yememesinin nedeni olarak, Mısırlıların kendisini tenkid etmesini istememesi söylenebilir. Kardeşlerini yaş sırasına göre oturttu. Onun yaptığı bu sıralama gerçeğe uygun olduğu için, kar­deşleri hayretler içerisinde kalmışlardı. Bünyamin'e yemeği bol bol verdiler. [28]

 

Hz. Yusuf'un Bünyamin'i Alıkoymak İçin Başvurduğu Tedbir:

 

Hz. Yusuf kardeşlerinin yüklerini hazırlamaları için hizmet­çilerine emir verdi. Çuvalları yiyecek maddeleri ile doldurdu ve herkesin getirdiği gümüşü kendi çuvalına koymalarını emretti. Bir tası da Bünyamin'in çuvalına bırakmalarını söyledi. O tas, Hz. Yusuf'un su içtiği tastı. Onlar böylece yola çıktılar ve biraz gittikten sonra, aniden Hz. Yusuf'un vekili onlara bağırarak ken­dilerine yaptıkları şeyin doğru olmadığını, iyiliğe karşı nankör­lükle karşılık verdiklerini ve Hz. Yusuf'un su maşrapasını çaldık­larını söyleyip, onları kınadı. Onlar ise, böyle bir suçtan beri ol­duklarını iddia ederek, «Kralın tası kimin yükünde bulunursa ona, Kralın kölesi olarak el konulsun» dediler.

Bunun üzerine vekil onların yüklerini aramaya başladı ve ön­ce büyüklerin yüklerini inceledi. Sonunda arama sırası Bünya­min'e gelmişti. Bünyamin'in çuvalında tası bulup, çıkardılar. Hep birlikte şehre geri döndüler. Kardeşleri Hz. Yusuf'un huzuruna, onun lütfunu isteyerek, merhamet dileyerek çıktılar. Hz. Yusuf yaptıklarından dolayı onları kınadı. Kardeşleri Hz. Yusuf'a ara­larından birini Bünyamin'in yerine alıkoyması için yalvardılar. Hz. Yusuf ise buna yanaşmayarak şöyle buyurdu: «Tas kimin yükünde bulunmuşsa o benim kölem olacaktır. Sizler ise memleketinize gidebilirsiniz».

Onlar, Hz. Yusuf'tan mermahet dilenmelerine, babalarının Bünyamin'e ne kadar bağlı olduğunu söylemelerine ve babalarının kaybolan kardeşlerinin yerine Bünyamin'le teselli bulduğunu an­latmalarına rağmen, Hz. Yusuf onu bırakmadı. Bunun üzerine hepsi, Bünyamin'e kızarak, onu kendilerini tehlikeye sokmakla suçladılar: «Eğer hırsızlık yapmışsa, onun daha önceki kardeşi de hırsızlık yapmıştı». Hz. Yusuf bu suçlamayı, sineye çekerek, on­lara bir açıklamada bulunmadı. Kendilerine sadece, «Siz şu hır­sızdan, durumca daha kötüsünüz. Allah sizin vasıflandırdıklartnı-zı daha iyi bilir» dedi.

«Daha önceki kardeşi de hırsızlık yapmıştı» demekle, onlar Hz. Yusuf'u kastetmişlerdi. Bunun nedeniyse şuydu: Hz. Yusuf'un annesi, o daha küçük bir çocukken vefat ettiği için, onu ha­lası büyütüyordu. Halası Hz. Yusuf'a çok bağlanmıştı. Hz. Yusuf biraz büyüyünce, babası onu halasından almak istemişti. Halası da onu vermemekte direndi ve ona kendi yanında bulunan Hz. îbrahim'in kemerini giydirmek istedi. O kemeri elbisesinin altına soktu, sonra da kemerin çalındığından şikâyet etti. Kemeri ara­dığında ise onu Hz. Yusuf'un elbisesinin altından çıkardı. Böy­lece Hz. Yusuf'un bu kemere karşılık yanında bir süre kalarak, kendisine hizmet etmesini istedi. Halası bu hile sayesinde Hz. Yusuf'u yanında alıkoymayı başarmış ve Hz. Yakub da onu geri almaktan vazgeçmişti. İşte kardeşleri yukarıdaki sözleriyle bu ola­ya işaret etmişlerdi.

Hz. Yusuf'un kardeşleri mübadele yoluyla Bünyamin'i almaktan ümitlerini kesince, en büyükleri olan Raobin, kardeşlerine, «Babanız geri götüreceğinize dair sizden bir söz almak şartiyle kardeşinizi size teslim etti. Bundan önce de Yusuf hakkında tef­ritiniz olmuştu. Ben Mısır topraklarını, babam gitmek için bana izin vermeden veya hâkimlerin en hayırlısı olan Allah benim du­rumum hakkında hükmetmeden terk etmeyeceğim» dedi. Sonra da onlara babalarına dönmelerini ve Bünyamin'in durumunu ona haber vermelerini söyleyerek, oğlunun kralın maşrapasını çaldı­ğı için köle olarak alıkonulduğunu bildirmelerini istedi. Ayrıca hırsızlığın, onların ve kervan halkının gözleri Önünde ortaya çı­karıldığını ve söylediklerinde doğru olduğunu babalanna iletme­lerini söyledi.

Hz. Yusuf'un kardeşleri, küçükleri olan Bünyamin ile büyük­leri Raobin dışında babalarına dönüp durumu tüm açıklığıyla an­lattılar. Ancak bu anlatılanlara Hz. Yakup inanmadı, bunu daha önce Hz. Yusuf hakkında yaptıkları gibi bir hile olarak yorumla­dı. Üzüntüsü daha da arttı. Gözleri ağardı. Daha önce kalbini ya­kan üzüntü kendisini tekrar kıskacına aldı ve; «Ey Yusuf'a olan üzüntüm, gel, tam zamanıdır» diye feryad etti. Bunun üzerine oğulları Hz. Yusuf'u andığı için onu kınamaya başladılar. Onların gözünde Yusuf'un meselesi artık kapanmıştı.

Daha sonra Hz. Yakup oğullarını yiyecek almaları ve Yusuf ile Bünyamin'in durumlarını yerinde araştırmaları için Mısır'a geri gönderdi. Onlara Allah'tan ümit kesmemelerini söyledi. Çün­kü Allah'ın rahmetinden ümit kesmek ancak kâfirlere mahsus bir durumdur. Onlar babalarının emrettiği gibi Mısır'a gittiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim bu hususu çok güzel tasvir eder: «Ey oğul­larım, gidin Yusuf'u ve kardeşini arayın ve sakın Allah'ın rahme­tinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez».[29]

 

Hz. Yusuf'un Kardeşleriyle Tanışması

 

Hz. Yusuf'un yanına döndüklerinde, kardeşleri ona; «Ey aziz, bize ve ailemize açlıktan kıtlık geldi. Biz değersiz de bir serma­yeyle geldik. Fakat sen bize tam miktarda yiyecek ver. Bize ta-sadduk eyle. (Yani kardeşlerimizi bırakmak suretiyle bize sadaka ver). Çünkü Allah sadaka verenleri  mükafatlandırır» dediler.

Onların eski kötülüklerini hatırlatmak bakımından Hz. Yu­suf onlara şöyle dedi: «Sizler cahilliğiniz yüzünden Yusuf ve kar­deşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?» Bunun üzerine onlar; «Yoksa sen gerçekten Yusuf musun?» diye sordular. Hz. Yusuf; «Evet ben Yusuf'um. Bu da kardeşim. Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah'tan korkar, sabrederse kuşkusuz Allah güzel davranan­ların mükafatım zayi etmez» diye cevap verdi.

Onlar ise suçlarını kabul ederek; «Andolsun ki gerçekten Al­lah seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz suç işleyenlerden ol­duk» dediler.

Hz. Yusuf onları teskin ve teselli etmek kabilinden, «Bugün sizi kınama yoktur. Allah sizi affetsin, kuşkusuz O, merhametli­lerin en merhametlisidir» dedi ve devamla; «Şimdi şu benim göm­leğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Gözleri görecek duruma gelince de, tüm ailenizle birlikte bana gelin» dedi.

Kervan Mısır'dan ayrılırken, durum değiştiğinden dolayı Hz. Yakub'un kalbi ışıl ısıldı. Ümitsizlik onun kalbine girmemişti. O uzun bir süreair Hz. Yusuf'a kavuşacağı anı sevinçle beklemek­teydi. Çevresinde bulunanlara; «Eğer bana bunak demezseniz, (inanın ki) ben Yusuf'un kokusunu alıyorum» dedi. Onlar da Hz. Yakub'a;   «Vallahi! Sen hâlâ eski şaşkınlığın içindesin»   dediler.

Yani onlar böyle demekle, ona Hz. Yusuf hakkındaki 6nun sağ ol­duğuna dair inancını koruduğunu* ve bu yanlış inancını sürdürdü­ğünü söylemek istemişlerdi. Bu bekleyiş uzun sürmeden, sona er­di, müjdeci Hz. Yakub'a, Hz. Yusuf ile Bünyamin'in sıhhatte ol­duklarına dair müjdeyi getirdi. Hz. Yusuf'un gömleğini Hz. Ya-kub'un yüzüne sürdü. Gözleri yeniden görmeye başladı. Kavuşma müjdesini alınca, kendisini kınayanlara; «Ben size, sisin bilmedi­ğinizi Allah tarafından biliyorum» demedim mi? dedi.

Hz. Yakub, Hz. Yusuf'un hayatta olduğu ve birbirlerine kavu­şacakları kendisine Allah tarafından bildirildiğinde bu sözü söy­lemişti. Daha sonra o ve tüm aile efradı Mısır'a doğru yola çık­mak üzere hazırlandılar. Mısır'a vardıklarında da Hz. Yusuf'un huzuruna girdiler. Hz. Yakub ile hanımı (yani Hz. Yusuf'un tey­zesi), Hz. Yusuf'un yanma girdiklerinde, on bir kardeşle birlikte onun için (Allah'a) şükür secdesi yaptılar. Hz. Yusuf babasına şöyle dedi:

«Ey babacığım! İşte benim daha önceki rüyamın yorumu buy­du. Rabbim o rüyayı hak kıldı, bana ihsanda bulundu. Beni zindandan kurtardı. Beni yeryüzünün (Mısır'ın) hazineleri üstüne memur kıldı. Emri ve nehyi, halli ve akdi v.s. benim elime verdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra Allah Teâlâ sizi çölden getirdi. Tüm bunlar bana ve si­ze Allah'ın bir lütfü ilahisidir. Kuşkusuz Rabbim Lâtiftir, di­lediğine lütfeder. Kuşkusuz Rabbim bilen ve hikmet sahibi olanın ta kendisidir».

Hz. Yusuf'un Kur'an'da geçen kıssası özet olarak böyledir. Bu özetten sonra, Kur'an'ın bu kıssa hakkındaki ayetlerinin meal­lerine ve tefsirlerine geçerek, incelikleri Allah'ın izniyle gözler önüne sermeye çalışacağız.

Allah Teâlâ'nın kullan hakkındaki ilâhi lûtfunu ortaya koyalım ve hep birlikte bu Nebiyyi   Zişanın   ve diğer   Peygamberanî îzam'ın şefaatine nail olmak için Allah'a yalvaralım.

Muhterem okuyucu, Hz. Yusuf'un kıssası Hz. Muhamnıed'e (s.a) Allah tarafından gelen vahy ile bildirilmiştir. Bunun vahiy ile olmayıp, Hz. Muhammed'in başka kitaplardan alıp veya işitip, sonra Kur'an'a eklediği ya da Hz. Muhammed'den sonra başkaları tarafından Kur'an'a sokulduğu biçimindeki itirazların tümü de kâfirce düşüncelerin ürünleridir. Bu şekilde itiraz edenler ve bu tür düşünceler öne süren kimseler, dinden çıkmış olurlar.

Allah Teâlâ bütün insanlık âlemini, din-i mübin olan İslâm'dan nasibdâr eylesin. Müslümanları da dinlerinde müstakim ve daim kılsın (Amin). [30]

 

Meal

 

5- (Yakub): «Ey oğulcağızım! Rüyam kardeşlerine anlat­ma! Yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.»

6- Böylece Rabbin seni seçecek, olayların tevilini (yorumu­nu) sana öğretecek, sana ve Âl-i Ya kul/a nimetini tamamlayacak­tır. Tıpkı daha önce ataların İbrahim ve İshak'a da nimetini ta­mamladığı gibi. Kuşkusuz ki Rabbin bilendir ve hikmet sahibidir.

7- Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için ayetler (deliller, ibretler) vardır.

8- (Zikret)  o zamanı ki, Yusuf'un  kardeşleri;   «Yusuf ve (anabir) kardeşi babamızın yanında bizden daha sevimlidirler. Oy­sa biz bir grubuz. Kuşkusuz babamız açık bir yanlışlık içindedir!» demişlerdi.

9- «Yusuf'u ya öldürün ya da bir yere atın. Böylece baba­nızın yüzü (sevgisi) yalnızca size kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz».

10- Aralarından bir sözcü; «Yusuf'u öldürmeyin. Eğer ille de böyle birşey yapacaksanız, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri de onu alıp götürsün» dedi.

11- Onlar şöyle dediler: «Ey babamız! Sana ne oluyor da Yu­suf hakkında bize güvenmiyorsun? Kuşkusuz ki, bizler ona nasihat edicileriz»,

12- «Yarın onu bizimle gönder, yesin, oynasın. Kuşkusuz ki biz onu koruruz».

13- (Yakub): «Sizin onu götürmeniz beni gerçekten üzer. Si­zin haberiniz olmadığı bir halde iken, onu bir kurdun yemesinden korkarım» dedi.

14- Onlar: «Biz bir topluluk olduğumuz halde eğer bir kurt onu yerse, kuşkusuz ki biz o zaman hüsrana uğrayanlardan oluruz» dediler. [31]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(5)  «(Yakub): Ey oğulcağızım! Rüyanı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Ya buneyye» (Ey oğulcağızim) tarzındaki tasgir ifadesi, ya Hz. Yakub'un şefkatinden ya da Hz. Yusuf'un yaşının küçük olu­şundan dolayı kullanılmıştır. Nahiv alimleri buna, «Tahbib (sev. gi) tasgiri» derler. Bu cümle mukadder bir sorunun cevabıdır, Ya­ni, sanki Hz. Yakub'un bu acaip rüyayı dinledikten sonra, -ne de­diği sorulmuş gibi, şöyle bir cevap verilmişti: «Ey oğulcağızım! Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma! Yoksa onlar seni helak etmek için büyük bir tuzak kurabilirler. Ondan kurtulman da mümkün olmaz».

Hz. Yakub bu sözü; oğlunun rüyasından, Allah'ın onu hikmet­ten büyük bir mertebeye çıkaracağını, onu Peygamber olarak se­çeceğini ve dünyada da, ahirette de onu ninıetlendireceğini bildik: ten sonra söylemiştir. Bu yüzden, kardeşlerinin Hz. Yusuf hakkın­daki kıskançlıklarından korktu. Haklarında uygun olmayan bir ko­numa girmemeleri için Hz. Yakub, bu sözü ona söylemişti. Çünkü Hz. Yakub, onların rüyanın gerçekleşmesini engellemeye güç yeti-remeyeceklerini ve mutlaka Allah Teâlâ'nm bu rüyayı ileride ger­çekleştireceğini biliyordu. Ama o, Hz. Yusuf'un buna meşakkat çekmeden nail olmasını istiyordu. [32]

 

İslâm'da Rüya

 

îmam Nevevi'nin de buyurduğu gibi, Ehli Sünnet'e göre, rü­yanın hakikati şudur:

Allah Teâlâ, uyanık olanların kalbinde dilediğini meydana ge­tirdiği gibi, uyuyan bir kimsenin kalbinde de birtakım inançlar meydana getirebilir. Çünkü ne uyku, ne de uyanıklık hali, Allah' in dilediğini meydana getirmesine mâni teşkil edemez, İşte Allah Teâlâ, o inançları ikinci safhada meydana getireceği durumlara delâlet etmesi için alâmet kılmıştır. Allah'ın hoşuna giden şeyle­rin alâmeti olan rüyaları, o şeytanın hazır bulunmadığı bir yerde halk eder, hoşuna gitmeyen şeyleri de şeytanın hazır bulunduğu halde halk eder. İlkine Rüya, ikincisine hulüm, yani şeytanın hu-lümleri denümektedir. İster iyi, isterse kötü olsun hepsi de yara­tılış bakımından Allah halkettiklerindendir. Buna binaen, «Rüya Allah'tan, Hulüm şeytandandır» denilmiştir. Yani yaratılış bakı­mından ikisi de Allah'ın mahlûkudur. Ancak ilkini Allah, şeytanın olmadığı bir yerde, ikincisini ise olduğu yerde yaratır.

Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilen sahih bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «İçinizden biri, sevdiği bir rüya görürse, (pilsin ki) o muhakkak Allah'tan gelmiştir. O kim-Se Allah'a hamdetsin ve o rüyayı diğer müslümanlara anlatsın. Bunun tersine hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, (bilsin ki) o şeytandandır. O kimse hemen Allah'tan uzaklaştırılmış, lanetlen miş şeytandan Allah'a sığınsın. Rüyasını kimseye anlatmasın. Bu takdirde o rüya insana zarar vermez».

Cabir'den gelen hadiste ise şöyle Duyurulmuştur: «İçinizden biri ,hoşuna gitmeyen bir rüya görürse ,üç defa sol tarafına tü-kürsün ve Allah'ın huzurundan kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınsın ve yan değiştirsin. Hangi tarafının üzerinde yatıyorsa, onun aksi tarafına dönsün».

Allah Teâlâ böyle yapılmasını kötülükten sağlam kalmak için sebep kılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ aynı şekilde sadakayı da be­lânın defedilmesine sebep kılmıştır. Her ne kadar bizler şpl tara­fa tükürmenin veya yer değiştirmenin bir rüyadaki etkisinin ne denli bir sevap olduğunu bilmiyorsak da, böyle yapmamız gere­kir!

Bazılarına göre, eğer rüya doğruysa, ruhları idare eden me­leklerin konuşmalarıdır. Yok eğer yalancı bir rüya ise, şeytan ile nefsin vesveseleridir.

îmam Eş'ari'nin meşhur görüşüne göre, müsebbebler de, se­beplerin oluşu anında Allah tarafından yaratılırlar. Yoksa sebep­lerle değil. (Bu meseleyle daha geniş olarak ilgilenmek isteyenler, Alusî'nin Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinin 12. cildinin 180-181 sayfala­rına başvurabilirler.)

Hz. Ayşe validemizden sahih bir senedle rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e (s.a) gelen ilk vahiy sadık rüya ile başla­mıştır, Hz, Peygamber (s.a) rüyasında ne görse o, sabahın gece­den ayrılıp gelmesi gibi ortaya çıkardı. Görünen şey ister aslî, is­terse suretinde olsun, isterse olmasın, bazen görünenin iradesiyle, bazen görenin iradesiyle, bazen ikisinin iradesiyle, bazen de ikisi­nin de iradesiyle olmadığı halde görülebilmektedir. Birincisi, her­hangi bir peygambere Cebrail'in herhangi bir surette görülmesi gibidir. İkincisi, melek veya insan ruhlarından birinin kâmil bir insanın kendi âlemine indirmesiyle görünmesi gibidir. Üçüncüsü, Hz. Peygamber'in (s.a) isteği üzerine Allah Teâlâ'nm Cebrail'i in­direrek onun görünmesi gibidir. Dördüncüsü, Zeyd'in uyku âle­minde Amr'ı kendiliğinden ve iradesiz olarak görmesi gibidir. İş­te Hz. Yusuf'un kıssası bu kısma girmektedir. Çünkü eğer kar­deşlerinin iradesiyle olsaydı, o zaman bunu bilirlerdi. Bu takdirde, «Bunu onlara anlatma» demenin bir anlamı olmazdı. Ayrıca bu­nun Hz. Yusuf'un iradesiyle olmadığına, ileride «Rabbim o rüya­yı hak kıldı» şeklinde gelecek olan cümle de delâlet eder. Nitekim bu hususu teyid eden meşhur rivayetler vardır: «Sadık rüya, pey­gamberliğin 46 cüzünden biridir».

Şöyle ki Hz. Ayşe'nin işaret ettiği gibi, Hz. Peygamber'e altı ay vahiy rüya âleminde gelmiştir. Sonra Cebrail ona uyanıklık ha­linde iken gelmiştir. Altı ay, 23 seneye nispeten 46 cüzden bir cüz­dür.

El-Huleynıî'ye göre, vahiy, Hz. Peygamber'e 46 Şekilde geli­yordu. Bazen onun kalbine üflenirdi, bazen Cebrail ona, Dıhyet'ul-Kelbî adlı sahabinin suretinde gelir, bazen çıngırak sesine benzer sesler işitirdi. Ve buna benzer daha bir çok şekilde vahiy alırdı.

îbn Hacer el-Askalanî'ye göre, sadık rüyamn peygamberliğin 46 cüzünden bir cüz olması, ancak onun doğruluğu itibanyladır; başka bir itibar ile değil. Aksi takdirde sadık rüya gören herkese peygamber demek caiz olurdu. Oysa peygamberlerden başkasına bu isim verilemez.

«Cami'ul-Usul» adlı eserde, az sayıdaki bir cemaatten sadık rüyamn peygamberliğin 45 cüzünden bir cüz olduğu bildirilmekte­dir ki bunun münasip yorumu şudur: Hz. Peygamber 63 yaşını tamamlamadan, yani 63. yılın ortasındayken vefat etmiştir. Bunun 1/45'i ise altı ay eder.

Sadık rüyanın peygamberliğin 40 cüzünden bir cüz olduğunu bildiren rivayet ise Hz. Peygamber'in (s.a) 60 yıl yaşamış olduğu­nu iddia eden görüşe göredir. Çünkü buna uygun olarak_altmışın l/40'ı altı ay ederT Bazı rivayetlerde sadık rüyanın peygamberli­ğin 70 cüz'ünden bir cüz olduğu şeklinde eserler gelmişse de, bunun yorumu bilinememektedir. Alusî'nin ifadesine göre bu hu­sus çözümlenememiştir. Ancak «yedi, yetmiş ve yedi yüz» rakam­larının Arapçada genellikle çoklukta kinaye olarak da kullanıldığı düşünülecek olursa, belki de yetmiş cüzden, maksadın birçok cüz­den bir cüzün kastedilmiş olduğu; yani peygamberliğin cüzlerinin çokluğuna işaret edildiği söylenebilir.

Ayette bildirilen Hz. Yusuf'un «Kardeşleri» ile hilelerinden ve ona bir kötülük yapmalarından korkulan baba bir, anneleri ayrı olan kardeşleridir. Bunlar 11 kişidir: Yehuza, Rubü, Şem'un, La-vi, Riyalun, Yeşcur, ve Dine, Nahir oğlu Leya'nın kızı Leya'dandir-lar. Bu hanım, Hz. Yakub'un teyzesinin kızıdır. Dan, Yeftali, Cad ve Aşir ise, Hz. Yakub'un Zülfe ve Bele adlı cariyelerinden olma-dırlar. İşte «On bir yıldız» ile bunlara işaret edilmiştir. Hz. Yusuf ile Bünyamin'e gelince, ablası Leya'dan sonra (veya onun zama­nında) Hz. Yakub tarafından nikahlanan Rahü'den doğmuşlardır. Hz. Yakub eğer Rahil'i onun ablası Leya'nın zamanında nikâhı altına almışsa, bunun nedeni, Hz. Yakub'un döneminde cari olan şeriatta iki kızkardeşin birarada nikâh altına alınmasının yasak olmayışıdır. Bu nedenle Bünyamin, «Rüyam kardeşlerine anlat-77ta» yasağının kapsamına girmemektedir. Çünkü onun özbeöz kardeşi olan Hz. Yusuf'a zarar vereceği düşünülemez ve onun hi­le yapacağından da korkulmazdı. O nasıl ki secdede onlarla bera­ber değildiyse, rüyada da onlarla beraber değildi.

Buna şöyle itiraz edilmiştir: Meşhur olana göre Hz. Yusuf'un baba bir kardeşleri 11 kişiydi ve onların içinde Dine adlı bir kim­se yoktur. Bazı kimseler ise bu itiraza şöyle cevap vermişlerdir: Hz .Yakub'un çocukları arasında Dine adlı.bir çocuğu vardır. An­cak Dine erkek değil, Hz. Yusuf'un anne bir kızkardeşiydi.

Fakat ayette geçen «İhvetun» lafzı erkekler için kullanılan «Ahun» lafzının çoğuludur. Bu kaideye rağmen, Dine nasıl kız ço­cuğu olabilir? Muhtemelen burada «îhvetun» lafzı, ana-baba bir olan kardeşlerle, baba bir olan kardeşlerin hepsini kapsamakta­dır. Bunun için Hz. Yusuf tarafından görülen yıldızların sayısını tamamlamak maksadıyla Dine'nin yerine Bünyamîn sayılmıştır. Bünyamin'e rüyanın anlatılmaması ihtiyat kabilindendir ve ihti­mal kapısını kapatmak içindir. Çünkü meşhur bir kaide vardır: Bir sır iki kişiden fazla kimse tarafından biliniyorsa eğer, o sır yayılmış demektir.

Hilenin kardeşlerine nispet edilmesine gelince ,bu, galip iti-barıyladır. Yani, Bünyamin bir, onlarsa 10 kişidir.

On bir kişinin çoğundan böyle bir hile sadır olduğu için, âde­ta hepsinden sadır olmuş gibi ifade edilmiştir. Çünkü «şeytan in­sana apaçık bir düşmandır)) cümlesi, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin şeytanın vesvesesine maruz kalabilecek nitelikte olduklarına de­lâlet eder. Bu da onların peygamber olmadıklarının en açık deli­lidir. Fakat bu hususta ihtilaf edilmiştir. Selef ve halefin çoğuna göre, onlar hiçbir surette peygamber değillerdir. Selef onların pey­gamberliğine dair hiçbir rivayet nakletmiş değildir. Tabiinden de hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Ancak Etbau't-Tabiin'den İbn Zeyd, Hz. Yakub'un oğullarının peygamber olduğunu söyle­miştir. Az sayıda bir topluluk, İbn Zeyd'in görüşüne katılmışlar­dır. Halefe gelince, müfessirler bu konuda birkaç gruba ayrılmış­lardır. Bağavî gibi bazıları İbn Zeyd'in görüşüne katılırken, Kur-tubi ve İbn Kesir gibi müfessirler ise şiddetle İbn Zeyd'in görü­şünü reddetmişlerdir. İbn'ul-Cevzi gibi bazı müfessirler her iki görüşü naklederlerken, bazıları da bu meseleye hiç değinmemişler-dir. Ancak yine de onların peygamber olmadıklarına dair imâlar­da bulunmuşlardır. Mesela bazıları «El-Esbat» lafzını «İsrailoğul-ları'ndan Peygamber olan kimseler» şeklinde yorumlayıp, onlara ineni İsrailoğullan'nın peygamberlerine inen olarak kabul eder­lerken —ki bunlar arasında Ebu Leys Semerkandî ve Vahidî zik­redilebilir-, bazıları da hiçbir şey demeksizin «El-Esbat» lafzına «Yakub'un evlatları» şeklinde mânâ vermişlerdir. İnsanlar bu yo­rumu, müfessirin onların peygamber olduklarını savunduğu şek­linde anlamıştır. Oysa «Esbat» tabirinden, Hz. Yakub'un sulbün­den olan oğullarının kastedilebileceği gibi, zürriyeti (soyu) kaste­dilmiş de olabilir.

Şeyhülislâm İbn Teymiyye, bu konuda telif ettiği bir eserin­de özet olarak şöyle demektedir:

Kur'an'ın, lügatin ve itibarın delâlet ettiği mânâya göre, Hz. Yusuf'un kardeşleri peygamber değillerdir. Ne Kur'an'da ne de Hz. Peygamber'in (s.a) hadisinde onların peygamberliklerine dair bir nass varid olmuş değildir. Hatta sahabelerden de böyle bir şey rivayet edilmemiştir. Onların peygamber olduğunu söyleyen alim­lere gelince, onlar Bakara ve Nisa süresindeki ayetlerde geçen «El-Esbat» lafzıyla Hz. Yakub'un oğullarının kastedildiğini söylemiş­lerdir. Ancak doğru olanı şudur ki, «El-Esbat» lafzıyla Hz. Yakub* un, sulbünden olan oğullan değil, aksine onun zü-rrlycd kastedil­miştir. Nitekim onlara «îsrailoğullan» denmektedir. Tıpkı diğer insanlara «Ademoğullan» denildiği gibi.

«Musa'nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet eden bir ümmet vardır» ayeti ile, «Onlan on iki sibta ve ümmetlere ayır­dık» ayeti, açıkça «EUEsbat» lafzının İsrailoğullan'ndan gelen üm­metlere delâlet ettiğini ve her sıbt'm bir ümmet olduğunu ortaya koyarlar. Alimler açıkça îsrailoğullan'ndan gelen sıbtlann îsma-iloğullan'ndan gelen kabileler gibi olduklarını söylemişlerdir. Ebu Said ed-Darir'in de dediği gibi, Sibt'ın aslı tek ağaç, sarmaşık dal­ları çok olan ağaç demektir. Binaenaleyh oğullan, soylan daha dünyaya gelmezden önce, Hz. Yakub'un on iki oğluna «Sıbt» de­menin hiçbir anlamı yoktur. Bu bakımdan ayette geçen «eLesbat» lafzını Hz. Yakub'un sulbünden olan oğullan şeklinde yorumla­mak, büyük bir yanlıştır. Ne lafız ne de mânâ böyle bir yoruma izin vermez. Böyle bir iddiada bulunan kimse açık bir şekilde ya nılmiştır.

Doğru olanı şudur ki, onlara «Esbat» denilmesi Hz. Musa'nın za­manında başlamıştır. Hz. Musa zamanından beri peygamberlik on­lardadır. Çünkü Hz. Musa'dan önce, Hz. Yusuf'un dışında onların arasında herhangi bir peygamberin var olduğu bilinmemektedir. Bunu destekleyen husus, Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'in zürriye-tinden gelen peygamberleri zikrederken «Onun zürriyetinden Da-vud ve Süleyman vardır» deyip, Hz. Yusuf ile beraberinde olanla-n zikretmesi ama kEsbaUı zikretmemesidir. Eğer Hz. Yusuf'un kardeşleri de kendisi gibi peygamber olmuş olsalardı, Hz. Yusuf gibi onlar da zikredilirlerdi. Aynca Allah Teâlâ peygamberler hakkında onların risaletten önceki birtakım iyilik ve hasenelerini söz konusu etmektedir. Nitekim bir hadiste; «İnsanların en kerimi, İbrahim oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur. Peygamber oğlu Peygamber­dir» diye buyurulmuştur. Eğer Hz. Yusuf'un kardeşleri de pey­gamber olsalardı, onlann da bu keremde Hz. Yusuf'a ortak ol­maları gerekirdi. Oysa Allah Teâlâ, onların kıssalarını zikreder­ken, onlann hata yaptıklannı itiraf ettiklerini, Hz. Yusuf'tan ve babasından af dilediklerini bildirmekte ve fakat onların peygam­berliğe uygun düşen faziletlerine değinmemektedir. Onların gü­nahlardan daha küçük günahlar işleyenler hakkında açıklamalar yapıldığı halde, onlardan açık bir tevbenin sadır olduğuna dair bir açıklama yapılmamıştır. Allah Teâlâ, gerek peygamberlikten önce, gerekse sonra babaya karşı gelmek, sıla-i rahmi kesmek, müslüman bir kimseyi köle yapıp, kâfir bir memlekete satmak, yalan söylemek gibi büyük çirkinlikler işleyen hiçbir peygamber­den bahsetmemiştir. Onların peygamber olmadıklarına dair, hiç­bir delil bulunmasa bile onların işledikleri şu büyük günahlar da­hi yeterlidir. Çünkü alimlere göre peygamberler, risaletten önce veya sonra bu tür günahlar işlemekten masumdurlar. Ayrıca bu suçlar baliğ olmayan bir kimsenin yapamayacağı işlerdendir. Bu nedenle, o suçların onlar baliğ olmadan önce işlendiği şeklindeki mazeret geçerli değildir. Üstelik siyer alimleri Hz. Yusuf'un tüm kardeşlerinin Mısır'da öldüklerini, kendisinin de Mısır'da vefat et­tiğini, ancak onun cenazesinin Şam'a (Filistin'e) nakledilmesini va­siyet ettiğini bildirmektedirler. Rivayete göre onu Hz. Musa nak-letmiştir. Fakat Kur'an'da, Mısırlılara Hz. Musa'dan önce Hz. Yu­suf'un dışında bir peygamberin geldiği zikredilmemiştir. Eğer on­lardan biri peygamber olsaydı, muhakkak o da Kur'an da zikredi-lirdi.

Kısatea, onların peygamber olduğunu iddia eden kimselerin yanlışlığı sadece onlann «eLEsbat» oldukları düşüncesinden ileri gelmektedir. Oysa onlar «Esbat» değillerdir. Esbat, büyük bir üm­mettir. Eğer Esbat'tan kastedilen Hz. Yakub olsaydı, Allah Teâlâ, «Hz. Yakub ve oğullan» tabirini kullanırdı. Çünkü bu daha anla­şılır ve daha açıktır. Ancak Allah Teâlâ peygamberliğin, onların Hz. Musa döneminde boylara ayrıldıkları zamanda yeniden mey­dana geldiğine işaret etmek için «Esbat» ifadesini kullanmıştır.

(6)  «Böylece Rabbin seni seçecek...» Bu Ayetin Tefsiri

«Yectebike» (Seni seçecek) ifadesi, Hasan Basri'ye göre «Seni peygamberlik için seçecek» anlamındadır.

Mukatü'e göreyse, «Seni secde etmek için seçecek» anlamın­dadır.

Zemahşeri'ye göreyse mânâ «Sem büyük işler için seçecek» şeklindedir.

«Tevil» kelimesi, bir şeyi zahiri anlamından çıkarmak demek­tir. Ayetin zahirine bakılırsa, «Olayların tevili» ile kastedilen rü­yaların tabiridir. Çünkü rüyalar gaybî haberlerdir. Allah Teâlâ o rüyalar vasıtasıyla uyuyan kişinin kalbinde dilediği şekilde birta­kım inançlar yaratır.

«Olayların tevili» ifadesiyle, sadık (doğru) olmaları durumun­da meleğin olayları, kâzib (yalan) olmaları durumunda da şeyta­nın veya nefsin olaylarıdır.

Rağıb el-îsfehanî, «Tevil» kelimesinin dönüş anlamındaki «Evveleaden geldiğini, bununsa bir şeyi ilmen veya fiilen o şey ile kastedilen gayeye döndürmek olduğunu söylemektedir.

Müeahid'den gelen rivayete göre «Olayların tevili» ile rüyala­rın yorumu kastedilmektedir.

Süddi ile Hasan Basri'den gelen rivayetlere göreyse, «Olayla­rın tevili» ile, işlerin sonuçları kastedilmektedir.

Zeccac, bu ifadenin peygamberlerin başından geçen olayların anlamlarım, geçmiş ünıetler ve inen kitapların mânâlarını açıkla­mak demek olduğunu söylemiştir.

Bazı müfessirlere göre, «olaylar» ile ruhanî ve bedenî- işler, on­ların «Tevili» ise, onlarla nasıl Allah'ın kudret, hikmet ve delâlet­ine hüccet getirilebileceği keyfiyetidir. Yani ayetin zahirinden bun­lar anlaşılmaktadır.  [33]

«Nimetini tamamlayacaktır»; yani dünya nimetlerine, ahiret nimetini veya peygamberlik nimetine hükümdarlık nimetini ya da olayların tevilini öğrenme nimetine sıkıntılardan kurtulma nime­tini ekleyecektir.

Olayların tevilini öğretme konusu, peygamberlik ile hüküm­darlık konusu arasına girmiştir. Çünkü bu öğretme işi peygamber­liğin gereklerindendir. Ayrıca öğretmek nimetin tamamlanmasına vesiledir. Çünkü Hz. Yusuf'un hapishanedeki iki arkadaşının rü­yalarını, sonra da kralın rüyasını tabir etmesi, büyük bir riyaset makamına ulaşmasına vesile olmuştur.

Bazıları, ayette geçen «îctibavyı idarecilik ve halkın gözünde­ki yüce mertebelerle, nimetin tamamlanmasını ise peygamberlik ile yorumlamışlardır. Bu yorum doğrudur; zira peygamberlik be­şeriyetin tüm mertebeleri arasında en seçkin ve en yüce merte­bedir.

Bazıları ise, «îctiba» (seçmek) ile, her hayrın elde edilmesine müsait feyzi vermek, «Olayların Tevili» ile rüyaların yorumunu Ebu Hureyre'den rivayet olunduğıuıa göre, bir kimse gelerek, Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle demiştir:

— Ben bir gölge gördüm, o gölgeden yağ ve bal akıyordu. İn­sanların avuç avuç ondan almaya çalıştıklarını gördüm. Kimisi çok kimisi de az alıyordu. Gökten yere inen bir ip gördüm. Sen ise ya Resûlullah! O ipe sarılarak, yükseldin. Sonra bir başkası öğretmek, «Nimetin tamamlanması» ile de, onu en mükemmel şe­kilde meşakkattan kurtarmak kastedilmiştir' demektedirler. Ya­ni Hz. Yusuf'un kurtarılmasıyla birlikte, insanların kendisine ita­at edeceği bir mertebeye getirilmesi, onun meşakkatlardan en gü­zel şekilde kurtarıldığını göstermektedir. Olayların tevilinin ona öğretilmesinde de, Hz. Yusuf'un peygamberliğine işaret vardır. Çünkü bu ancak vahiy ile mümkündür.

Fakat bu tefsir şu şekilde tenkid edilmiştir:

«el-İctiba» lafzını bu şekilde yorumlamak zahir olmadığı gibi «Olayların tevilimi öğretmenin de peygambere işaret ettiğini söy­lemek memnudur. Nitekim zikredilen deliller de bunu isnat ede­memiştir. Çünkü Hz. Yusuf'un kardeşleri de tevili biliyorlardı. Ak­si takdirde Hz. Yakub'un ona rüyanın söylenmesini yasaklaması­nın bir anlamı kalmazdı. Yine ayetin zahirinden anlaşıldığına gö­re, kardeşlerinin tevili bildiklerini söylememiz durumunda, onla rın da peygamber olmaları gerekirdi. Oysa onların peygamber ol­malarım bu ayetten anlaşıldığı kimse tarafından öne sürülmemiş­tir. Denildiğine göre, olayların teviline (rüyaların tabirine) uygun olduğu üzere ancak suretler ile mânâlar arasındaki ilişkiyi kavra-yabilen ve hayallerin nezdinde tecelli edip oluşan nefsin mertebe­lerini bilen kimseler vakıf olabilirler. Çünkü bir tek suret  (du- ' rum) hakkında verilen hükmün mertebeleri değişik kimselere gö­re farklılık gösterirler. Bu şekilde bilen kimselerin sayısı azdır. Nitekim büyük alimlerden bile, rüya tabirleri konusunda hatalar-sadır olmuştur da o ipe sarıldı ve yükseldi. Daha sonra o ipe bir başkası sarıldı yükseldi. Daha sonra o ipe biri sarıldı ve ip koptu. Fakat o ko­pan ipi bağladı ve yükseldi.

Bunun üzerine Hz. Ebubekir, «Xa Rasûlullah! Anam-babam sana feda olsun! Vallahi bana izin ver de bu rüyayı ben tabir ede­yim» dedi. Hz. Peygamber de rüyayı tabir etmesi için ona izin verdi. Hz. Ebubekir ise rüyayı şöyle tabir etti:

— Gölge İslâm'ın gölgesidir. Ondan akan yağ ve bal ise Kur' an ve onun yumuşaklılığıdır, tatlılığıdır. Çok alan Kur'an'dan al­mıştır, az alan da ondan almıştır. Gökten yere doğru sarkan ipe gelince, o üzerinde bulunduğun haktır. Sen hakka yapıştın Allah da seni yüceltti. Senden sonra ona yapışacak olan kimse de yüce­lecektir. Ondan sonra başkası da yapışacak, onunla yücelepektir. Daha sonra başka biri de yapışacak onunla yücelecektir. Daha sonra başkası yapışacak ve fakat ip kopacaktır. Ey Allah'ın Ra-sûlü! Bu rüyayı doğru mu, yanlış mı yorumladığımı söyler misin?

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Bir kısmını doğru, bir kısmını ise yanlış yorumladm» dedi.

Hz. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda ol­sun! Vallahi. Benim nerede yanlış yaptığımı söylemelisin?» deyin­ce, Hz. Peygamber «Yemin etme» diye buyurdu.

«Âl-i Yakub» ifadesi ile kastedilen, oğullarından ve diğer aile efradından meydana gelen soyudur. «Âl» lafzı ancak şanı olan kimseler hakkında kullanılır ve ancak akıllılara izafe edilir. Akıllı olmayan nesnelere izafeti ise sadece tevil yoluyladır. «Yakub» is­mine gelince o da «Yusuf» gibi Arapça bir kelimedir ve türevleri (iştikakı) yoktur.

Bazılan, «Annesinin karnından kardeşi îs'ten sonra çıktığın­dan dolayı takibetme anlamında olan Yakub adım almıştır» de-mişlerse de bu geçerli bir yorum değildir.

Nimetin Hz. Yusuf hakkında tamamlanması, anlaşılır bir va­kıadır. Nimetin kardeşleri (Yakub'un Âlî) için tamamlanmasına gelince, bu onların ^fakirlikten, dağınıklıktan çıkıp, biraraya geti­rilmesi, refaha kavuşturulması demektir.

Bazı müfessirler «Âl» kelimesini Hz. Yakub'un oğullarıyla, nimetin tamamlanmasını da onların peygamber olmalarıyla tef­sir etmişlerdir. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Allah sana ve Yakub'un diğer oğullarına peygamberlik vermekle nimetini ta­mamlayacaktır». Bu müfessirler, bu tür bir anlamdan hareketle, onların daha sonra peygamber olduklarına bunu delil olarak ge­tirmişlerdir.

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi «İrşad'ul-Akl-is-Selim» adlı tef­sirinde şöyle demektedir:

Hz. Yusuf'un kardeşlerini, ışıklarıyla yol bulunan yıldızlar şeklinde görmesi, Allah Teâlâ'nın onun kardeşlerine în'amda bu-lunmasındandir. Çünkü bu, onların hepsinin peygamber olacakla­rına delâlet eder. Böylece bilkuvve olan her şey fiiliyata dökülmüş olacaktır ki bu da o nimetin tamamlanmasıdır. Ancak daha son­ra bu ayetin onların gelecekte peygamber olacaklarına delâlet et­mesine izin vermediğini bazı ihtimallerden anladım. Bir delile ih­timal dahil oldu mu onunla istidlal etmek bâtıl olur. Onların ışık­lan ile yol bulunan yıldızlar şeklinde görülmelerine gelince, bu onların peygamber olacaklarına delâlet etmez. Fakat bu ayet on­ların gelecekte insanlara yol gösterici olacaklarına delâlet eder. Dolayısıyla bunun mutlaka peygamberlik olduğu iddia edilemez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a); «Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz» buyurmuştur. Biz de Hz. Yakub'un oğullarının tevbelerinin Allah tarafından kabul edil­mesinden sonra yol gösterici olduklarını inkâr ediyor değiliz. Çün­kü onlar o dönemde Hz. Yusuf'un en büyük ashabından idiler.

Bazılan da Ebussuud Kfendi'ye şu şekilde itiraz etmişlerdir:

Eğer onlann yıldızlar şeklinde görülmesi, kendilerinin gele­cekte peygamber olacaklanna delâlet etseydi, Hz. Yusuf'un ay şek­linde görülen annesinin peygamber olmasına daha fazla delâlet etmesi gerekirdi. Oysa Hz. Yusuf'un annesinin peygamber olduğu­nu kimse söylememiştir  [34]

Bazı müfessirler de «Âli Yakub» ile Hz. Yakub'un dini üze­rinde bulunup da ona tâbi olan kimselerin kastedildiğini söylemiş­lerdir.

Bazılan ise daha aşın giderek, bu ifadeyle Hz. Yakub'un biz­zat kendisinin kastedildiğini Öne sürmüşlerdir. Onlara göre «Âl» şahıs anlamındadır. Ancak bu, diğer yorumlara göre, daha uzak bir yorumdur.

«Tıpkı daha önce ataların İbrahim ve İshak'a da nimetini ta­mamladığı gibi» cümlesi Hz. Yusuf'un tam anlamıyla peygamber­ler halkasına dahil olduğunu göstermektedir. Çünkü dedesinin ba­bası (Hz. İbrahim) ile dedesine (Hz. İshak) «ebeveyke» (iki atan) tabiri kullanılmıştır. Bu tabir, «Çocuk babasının sırrıdır» sözünün anlamını hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ bu sözü Hz. Yusuf'un kal­bi onunla mutmain olsun diye, Hz. Yakub'a söylemiştir. Hz. İbra­him hakkında nimetin tamamlanması, onun ya peygamberliğiyle, ya Allah'ın dostu olmasıyla, ya ateşten kurtulmasıyla, ya oğlunu kesmekten kurtulmasıyla ya da bunların hepsiyle olmuştur. Hz. İshak hakkında nimetin tamamlanmasına gelince, bu da onun ya peygamber olmasıyla, ya Hz. Yakub'un onun sulbünden çıkmasıyla ya da (kesilmesi istenilenin o olduğunu bildiren rivayete göre) büyük bir koç gönderilerek kesilmekten kurtulmasıyla olmuştur.

Hz. Yakub rüyanın delâlet etmediği hususları, neden ve nasıl alarak Hz. Yusuf'a söyleyebilmiştir? Bu muhtemelen ya Hz. Ya­kub'un ferasetinin bir sonucudur —ki bir babanın çocuğu hakkın­daki tahminleri çoğunlukla doğru çıkar. Hele bu baba bir pey­gamber olursa onun tahminlerinin daha doğru çıkması gerekir— ya da Hz. Yakub bunları vahye dayanarak söylemiş olmalıdır.

Bazıları, Hz. Yusuf'un gördüğü ve babasına açtığı rüyanın bunlara delâlet edebileceğini ve Hz. Yakub'un" tüm bunları o rü­yadan çıkardığını iddia etmişlerdir.

(7) «Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Hz. Yusuf ile kardeşlerinin kıssalarında o kıssayı soran ve bilen herkes için, Allah'ın kahr ve kudretinin açık hikmetinin yüceliğine delâlet eden büyük alâmetler.vardır.

«Soranlar» ile ayetleri sorup onlardan ibret alan kimselerin kastedilmesi mümkündür. Çünkü sadece onlar ayetlere vakıf olur­lar ve onlar yararlanırlar. Onların dışındakiler ya hiç ya da tam anlamıyla yararlanamazlar. Onların dışındakiler, şu ayetin kapsa­mına girerler: «Göklerde v& yerde nice ayetler vardır ki onlar on­dan yüz çevirdikleri halde onun üzerinden geçip, gitmektedirler».

Bazı alimler, bu ayetin iktifa babından olduğunu; yani Hz. Yusuf ile kardeşlerinin kıssasını soranlar için de, sormayanlar için de büyük ayetler (alâmetler) bulunduğunu söylemektedirler.

îbn Atiyye ise «soranlar» ile insanların kastedildiğini söyle­mektedir. Yani, «Yusuf ile kardeşlerinin kıssasında insanlar için ibret vardır».

Mekkelilerin kıraatine göre «Âyat» kelimesi «Ayet» olarak okunmuştur. Ubey b. Ka'b'ın müshafmda ise «Âyet» kelimesinin yerinde «İbret» kelimesi vardır.

(8) «(Zikret) o zaman ki, Yusuf'un...» Bu Ayetin Tefsiri

«Yusuf ve kardeşi» şeklindeki ifadede «Kardeşi» ile kastedi­len Bünyamin'dir. Ona Hz. Yusuf'un kardeşi denilmesinin nedeni anne ve babalarının bir olmasıdır. Hz. Yusuf diğer kardeşleri Bün-yamin'in adını zikretmemekle, Hz. Yakub'un Bünyamin'i Hz. Yu­suf'un öz kardeşi olduğu için sevdiğine ve bu bakımdan Hz. Yu­suf için düşündükleri kötülükleri Bünyamin için düşünmedikle­rine işaret etmiş olmaktadırlar.

«Usbe» lafzı sadece cemaat anlamında değil, hizmet görebile­cek, yarar sağlayabilecek bir topluluk anlamında da kullanılmış­tır. Ferra'dan rivayet olunduğuna göre, «Usbe» en az on kişilik bir cemaati kapsar. Bunlara «Usbe» denilmesi, kendileriyle bir gücün ortaya çıkması, emirlerin onlarla bağlanması ve şiddet elde edil­mesi nedeniyledir.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «Usbe» on kişiden faz­la olan bir topluluğa, başka bir rivayete göre on ile kırk arasın­daki topluluğa denir.

Mücahid'den gelen rivayete göre, «Usbe» on'dan on beş kişi­ye kadar olan gruba denir.

Mukatil ise ffüsbe»nin on kişilik bir topluluk olduğunu söyle­miştir.

îbn Cübeyr, altı veya yedi kişiden, bazıları birden ona, bazıla­rı da birden onbeş'e kadar olan kimselerden meydana gelen toplu-hxğa,«Usbe» dendiğini söylemişlerdir.

İbn Zeyd, Zeccac ve İbn Kuteybe'den gelen bir rivayete göre «Usbe» mutlak anlamda cemaat demektir. Bu kelimenin tıpkı ne­fer f reheb kelimeleri gibi tekili yoktur.

Bazılarına göre üçten dokuza kadar olan topluluğa reheb, do­kuz sayıdan fazlasına Usbe denilebileceğini on'dan az olan bir gru­ba ise Usbe denilemiyeceğini söylemişlerdir.

«Dallâl» lafzı, görüşte yanlışlık, oğullarının her birini layık ol­dukları mertebelere koymak hususunda yanılmak anlamında kul­lanılmıştır. Elbette bu onların kendi kanaatiydi. Rivayet olundu ğuna göre, Hz. Yakub (a.s) Hz. Yusuf'ta hayr alâmetlerini daha fazla gördüğünden onu daha fazla severdi. Bunun için kardeşleri de Hz. Yusuf'u kıskanırlardı. O meşhur rüyasını gördükten sonra da Hz. Yakub'un onun hakkındaki sevgisi iyice artmıştı. Öyle ki onun yokluğuna dayanamaz, onu daima göğsüne bastırırdı. Belki de kalbi, Hz. Yusuf'tan ayrılacağını hissetmişti. Onun böyle davran­ması diğer oğullarının kıskançlıklarının artmasına sebep oldu. So-nunda Allah Teâlâ'nm onlar hakkında beyan ettiği olay vukûbui-du.

Bazı müfessirler, Hz. Yusuf ile kardeşi Bünyamin'i fazla sev­mesinin nedeninin onların küçük olmalarından ve annelerinin ve­fat etmiş bulunmasından ileri geldiğini söylemişlerdir. Nitekim küçüğü sevmek beşerin fıtratına yerleştirilmiş bir durumdur.

Rivayet olduğuna göre,   Bint'ul-Hasene'ye   hangi çocuğunun kendi katında daha sevimli olduğunu sorduklarında o, «Küçük, büyüyünceye kadar, burada olmayan gelinceye ve hasta, şifa bu­luncaya kadar en sevimlisidir» diye cevap vermiştir.

Ancak bu yoruma şu şekilde karşı çıkılmıştır: Eğer fazla sev­ginin kaynağı yaş küçüklüğü olsaydı, Bünyamin'in daha çok sevil­mesi gerekirdi. Çünkü o Hz. Yusuf'tan daha küçüktü. Çünkü riva­yetlere göre anneleri Bünyamin'i doğurduktan sonra vefat etmiş­tir. Oysa daha önce geçen bir ayet, Bünyamin'e duyulan sevginin, anne-baba bir olan kardeşi Hz. Yusuf'a duyulan sevgiden kaynak, landığına işaret ediyordu. Bu bakımdan güvenilir rivayet şudur:

Hz. Yakub, Hz. Yusuf'u daha sevmiştir; zira onda başkaların­da görmediği hayır alâmetleri görmüştür. Bu sevgi, Hz. Yusuf o rüyayı gördükten sonra daha da artmıştır. Çünkü işaretler onu teyid ediyordu. Ayrıca bir baba bir çocuğunu diğerlerinden daha çok sevmesi durumunda kınanamaz; zira birçok alimin de dediği gibi sevgi, insanoğlunun gücü dahilinde değildir. Bu bakımdan bir kimse, insanoğlunun gücünü aşan bir şeyi yapamadığı için suç­lanamaz. Çocukları bu hususun Hz. Yakub'un içtihadından ileri geldiğini ve onun bu içtihadında yanıldığını sanmışlardı. Bir müc-tehid —peygamber bile olsa— bazen yanılır, bazen de isabet eder. Ancak bu itiraz da şu cevapla halledilmektedir:

Hz. Yakub'un çocukları eğer babalarının Allah katından gön­derilmiş hak bir peygamber olduğuna iman etmişlerse, nasıl ona itiraz edebilmişlerdir? Onun yolunu nasıl yanlış olarak vasıflan-dırabilmişlerdir? Onun yoluna nasıl dil uzatmışlardır. Yok eğer onu yalanlayan kimselerse, bu da onlann kâfir olmalarını gerek­tirir. Oysa kimse onların kâfir olduklarını Öne sürmemiştir.

(9) «Yusuf'u ya Öldürün ya da bir yere...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu söz Hz. Yusuf'un kardeşleri tarafından söylenmiştir. Ya­ni onların sözlerinin devamıdır. Bu sözü onlardan bir kısmı, diğer­lerine hitaben sarfetmiştir. Çünkü hepsi de Hz. Yusuf'un öldürül­mesine veya bir yere atılmasına taraftardılar. Sadece «Yusuf'u öldürmeyin» diyen kimse bundan müstesnadır.

Bazı müfessirlere göre, bu sözü söyleyen kimse, onların dışın­da başka biriydi. Onlar bu hususta kendisiyle istişare ettiklerinde, o da bu sözü söylemiştir. Ancak bu yorum ayetin zahirine ters düştüğü gibi, bunu destekleyen bir rivayet te yoktur. Nitekim aye­tin zahirine göre bu sözü söyleyen kimse, onları iki durumdan bi­rini seçmekle karşı karşıya bırakmıştı: Ya öldürmek veya başka bir yere atmak! Bunun karşısında bazılarının Hz. Yusuf'un öldü­rülmesini, bazılarının da başka bir yere atılmasını söylemiş ol­ması mümkündür.

İbn Atiyye, bu teklifi «Onu şu anda bulunduğu yerin dışında başka bir. yer e atin» şeklinde yorumlamıştır.

Kısaca ayet şu manadadır: «Onu ya öldürün ya da garip bıra­kın; zira garip bırakmak da öldürmek gibi maksadın hasıl olma­sını sağlar. Hem bununla birlikte bir insanı Öldürmek günahından da kurtulunmuş olur». Onlar iki acı durum zikretmişlerdir. Çün­kü gariplik te üzüntüdür, hem de nasıl bir üzüntü!..

«Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz» cümlesi, tevbe etmek suretiyle işlenmiş olan bir günahtan Allah'a dönecek salih bir kavim olmayı anlatmaktadır. Nitekim bu görüş Kelbî'den ri­vayet olunmuş ve cumhur da bu görüşü benimsemiştir.

«Salih bir topluluk olmak» ile kastedilen dinî anlamdaki bir salihliktir. Yani onlarla Allah arasında olan bir salihliktir. Onlar­la babalan arasında olan bir salihliğin; yani özür dilemek suretiy­le hasıl olacak bir salihliğin kastedilmiş olması da mümkündür.

Her ne kadar yalan olmak hasebiyle, bu özür dileme dine muhalif ise de... Fakat babalarının kendilerini affetmesi bakımından uy-gundur. Burada dünyevî salihliğin kastedilmiş olması da mümkün­dür. Yani dünyanın emrinde bir salihliğin!.. Çünkü Hz. Yusuf'tan sonra babalarının yüzü tamamen kardeşlerine dönmüş olacak ve böylece dünya işleri de intizama kavuşacaktır.

(10) «Aralarından bir sözcü...»Bu Ayetin Tefsiri

«Sözcü» ile kastedilen, Suddî'nin görüşüne göre, Yehuza'dır. Çünkü Yehuza diğerlerinden daha farklı düşünüyordu. Hz. Yu­suf'a o, daha az bir kötülüğü uygun görüyordu.

Katade ile tbn İshak'a göre, bu sözü söyleyen Rubil, Müca-hid'e göre Şem'un, bazılarına göre de Dan'dır. Bu «Sözcü»nün Ye­huza olması, muhtemelen en doğru olanıdır.  

Bazı müfessirler, herhangi bir kimsenin adının zikredilmeme-sinin, kötülük yapanın kapalı geçiştirilmesi için olduğunu söyle­mişlerdir. Çünkü mertebeleri değişik de olsa hepsi de kötülükte ortaktırlar. «Madem ki Kur'an bu durumu göz önünde bulundura­rak isim vermemiş, o halde Kur'an'ın bu tutumuna uyarak her­hangi bir isim vermemek daha münasiptir» diyen kimseler yanıl­maktadırlar. Çünkü bu husus, açıklama ve tefsir isteyen bir yer­dir. Açıklama yapmak ise, tefsirde istenilen bir durum olduğun­dan, burada açıklama getirilmiştir.

«Kuyunun dibi» ile kuyunun derinlikleri kastedilmektedir.

Henevî'ye göre kastedilen, kuyudaki mağaraya benzer bir bö­lümdür.

«El-Cubb», duvarı yapılmamış, alelade kazılmış bir kuyudur. Şayet kuyunun duvan yapılmış olursa, buna «Bi'r» denir.

«Eğer ille de böyle bîr şey yapacaksanız, onu kuyunun dibine atm»; yani Yusuf'u babasından ayırmakta ısrarlı (kararlı) iseniz veya benim görüşüme kulak veriyorsanız, onu öldürmeyin, kuyu­nun derinliklerine bırakın. Onu zayi olmaktan, telef olmaktan, kurtaracak bir yerdeki kuyuya bırakın. Oradan geçen ba­zı kervanlar onu alıp-götürür. Bunun üzerine kardeşleri,. Hz. Yusuf'u kuyuya attılar. Ancak böyle diyen kimse, kesinlikle şunu veya bunu yapmalarını onlara emretmedi. Onlara böyle bir görüş sunmakla onların kalbini kazanmış, görüşünü onların ho­şuna gidecek şekilde belirtmiş oldu. Ancak onların hakkındaki su-izandan da korkmuştu.

(11) «Onlar şöyle dediler: Ey babamız!..» Bu Ayetin Tefsiri

Onların Hz. Yakub'a «Ey babamız!» demeleri, neseb zincirini harekete geçirmeye matuftu. Kendileriyle Hz. Yusuf arasındaki kardeşlik bağını hatırlatmak içindi ki bu nedenle Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf'u kendilerinden vazgeçmesini temin edebilsinler. Çün­kü Hz. Yakub, onların Hz. Yusuf'u kıskandıklarım hissedince, Hz. Yusuf'u onlardan korumaya başlamıştı. Adeta onlar şöyle de­mek istiyorlardı: «Niçin Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa sen bizim babamızsın ve biz de senin çocuklarınız, O da bi­zim kardeşimiz. Biz onun hakkında hayr istiyoruz. Ona şefkat bes­liyoruz. Bunu ihlâl edecek herhangi bir niyetimiz yoktur».

(12) «Yarın onu bizimle gönder...» Bu Ayetin Tefsiri

«Yerta» fiili, meyvalarm ve diğer yiyeceklerin bolca yenmesi­ni ifade. eder. Yani; «Yarın onu bizimle gönder de bolca yesin, iç­sin».

Ragıb el-İsfehanî, «Müfredat»mö& «er-Reta'»mn hayvanların yem yemelerinde kullanıldığını ancak bol yemek kastedildiğinde insanlar için de kullanılmış olduğunu belirtmiştir.

«Oynasın»; yani yarış yapmak, ok atmak ve düşmanla savaş­mak için öğretilen diğer oyunları yapmak suretiyle oynasın. Bura­da «Oynamak» ile kastedilen çocukların oyunları .değildir. Çünkü eğer böyle bir şey kastedilseydi, Hz. Yakub onların yanıldıklarını hemen yüzlerine vururdu. Bu ifadeyi, onlar yaptıkları oyun heyeti üzerinde olduğu için kullanmışlardı. Onların amacı Hz. Yusuf'u götürmekti. Hz. Yusuf'un küçük yaşına uygun düşecek tasviri Hz. Yakub'a çizmeyi tasarladıklarından dolayı ona, «Kuşkusuz ki biz onu koruruz» demişlerdi.

(13) (Yakub): Sizin onu götürmeniz...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onun ayrılması bana zor geldiğinden ve onu görmeden edemediğimden dolayı Yusuf'u götürmeniz beni üzüyor. Sizin ha­beriniz yokken, bir kurdun onu yemesinden korkarım.

Hz. Yakub bu sözleri, bazı müfessirlere göre, rüyasında bir kurdun Hz. Yusuf'a saldırdığını gördüğü için sarf etmiştir. Bu ba­kımdan o, Hz. Yusuf'u daima kurttan sakındırırdı. Bunun nedeni belki de, peygamberlerin tam münasebetleri için melekût alemiy­le ilgili olayların tahakkuk etmesine dayanıyordu. Eğer böyle de­ğilse, rüyadaki kurt, düşman ile tevil edilir.

Bazıları, Hz. Yakub'un kurt ile oğullarından birini kastetti­ğini söylemiştir. Çünkü o rüyasının yorumunu ve rüyasının hangi kısımdan olduğunu bilmemekten münezzehtir. Rüyaların bir kıs­mı, tevile muhtaçtır, bir kısmı da değildir. Bunu ancak kâmil bir kimsenin bilebileceği söylenmiştir. Ancak bu görüş şöyle tenkid

edilmiştir:

Bu durum burada Hz. Yakub'a gizli kalmıştır. Nitekim bunun benzeri Muhiddin Arabi'nin rivayetine göre Yakub'un dedesi Hz. İbrahim'e de gizli kalmıştı. O rüyada oğlunun kesildiğini gör­müştü. Bunun bir koçun kesilmesiyle tabir edilmesi gerekirken, bu Hz. İbrahim'e gizli kalmıştı.

Alusî, Muhiddin Arabi'nin bu sözünde olanın gizli olmadığını söyleyerek, onun görüşünü tezyif etmiştir.

Bazı rivayetlerde, Hz. Yakub'un (s.a) rüyasında, kendisinin bir dağın doruğunda, Hz. Yusuf'un da bir vadide bulunduğunu, on tane kurdun hep birden Hz. Yusuf'un çevresini sardığını, onu parçalamak istediklerini ve onun da onlardan birine yöneldiğini, sonra yerin yarılıp Hz. Yusuf'un orada üç gün kayıp kaldığını görmüş olduğu bildirilmekteyse de, böyle bir rivayetin güvenilir bir senedini bulamadık. Gerçi ona itibar etmeye ihtiyacımız da yoktur. Çünkü o rüyada tekellüf vardır.

Kısaca söylemek gerekirse, Hz, Yakub'tan gelen bir göz, onun isteği olmaksızın oğullarını cevap vermeye itti. Bu tıpkı, Allah Te-âlâ'mn «Kerim olan Rabbin hakkında seni mağrur eden nedir?» üslûbu üzerine varid olmuştur. Belâ daima konuşmaya bağlıdır. Nitekim Ebu Şeyh ile diğerlerinin İbn Ömer'den rivayet ettikleri­ne göre, Hz. Peygamber; «Sakın insanlara telkinde bulunmayın ki onlar yalan söylemesinler. Çünkü Yakub'un oğullan bir kurdun insanları yiyebileceğini düşünememişlerdi. Babalan kendilerine bunu telkin edince yalan söyleyip, Yusuf'u kurt yedi dediler» diye buyurmuştur.

(14) «Onlar: Biz bir topluluk olduğumuz...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Hz. Yusuf'un kardeşleri şöyle demişlerdi: «VallahîTBiz on kişilik bir topluluk iken, bir kurt Yusuf'u yerse, bizler kesin­likle o zaman hüsrana uğrayanlardan; yani aciz ve zayıflardan olu­ruz».

Bazı müfessirlere göre, onlar Hz. Yakub'un zarar ve helak ile kendilerinin aleyhinde beddua etmesinden korkarak böyle söyle­mişlerdir.

Bazıları da ayetin mânâsının şöyle olduğunu öne sürmüşler­dir: «Eğer bizler kardeşlerimizi bile korumaya kadir değilsefc, o takdirde hayvanlarımızı nasıl koruyabiliriz? O halde biz zarar edenlerdeniz».[35]

 

Meal

 

15- Sonunda onu götürüp, kuyunun karanlıklarına atmaya topluca karar verdiklerinde biz ona, «An do İsım sen onlara bu yap­tıklarını kendileri hiç farkında olmadıkları bir sırada haber vere­ceksin» diye vahyettik.

16- Akşam vakti ağlayarak babalarına geldiler.

17- «Ey babamız! Gerçek şu kî biz gittik, yanşıyorduk. Yu­suf u eşyalarımızın yanında bıraktık. Onu kurt yemiş! Biz doğruyu söyleyenlerden olsak dahi, sen bize inanmazsın» dediler.

18- Onun  gömleğinin üzerinde yalan kan getirdiler.   (Ya-kub): «Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürükledi. Bundan son­ra bana gereken güzelce sabretmektir. Sizin bu uydurduğunuza karşı yardım istenecek olan ancak Allah'tır» dedi.

19- Bir kervan geldi. Saka  (sucu)  1 arını  (su için) kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıttı: «Müjde! işte bir oğlan» dedi. Onu ticaret için gizlediler. Oysa Allah onların ne yapacaklarını bi­liyordu.

20- Onu, (Mısır'da) çok düşük bir fiata, birkaç paraya sattı­lar. Ona karşı isteksizdiler.

21- Onu satın alan Mısırlı, hanımına: «Ona iyi bak! Belki bize bir yaran dokunur veya onu evlat ediniriz» dedi. İşte böylece biz Yusuf'u o yere yerleştirdik. Ve ona olaylann yorumunu öğret­tik. Allah emrinde galip olandır. Fakat insanlann çoğu bilmezler.

22- (Yusuf) güç ve kuvvetine kavuşunca ona hüküm ve ilim verdik. İşte biz böylece güzel davrananları mükâfatlandırırız. [36]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(15)   «Sonunda onu götürüp kuyunun karanlıklarım...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçmekte olan «Kuyu» ile ilgili olarak Kadı Beyzavî şöyle demektedir: «Bu, Beyt'ul-Makdis'in kuyusudur. Ürdün top­raklarında veya Mısır İle Medyen arasında ya da Hz. Yakub'un oturduğu yerden üç fersah uzaklıkta bulunan bir kuyu da olabi­lir».

Rivayet olunduğuna göre, onlar Hz. Yusuf'u çöle götürdükle­rinde ona eziyet etmeye ve vurmaya başladılar. Nerdeyse onu öl­düreceklerdi. O da bağırıyor, yardım istiyordu. Yehuza (müdaha­le ederek) onlara, «Siz bana Yusuf'u Öldürmeyeceğinize söz ver­miştiniz» deyince, onlar da Hz. Yusuf'u kuyuya getirerek onu ku­yunun dibine sarkıttılar. O kuyunun kenarına yapıştı. Bunun üze­rine Hz. Yusuf'un ellerini bağlayıp, gömleğini kana bulaştırmak için üstünden çıkarttılar ki bununla Hz. Yakub'u kandırabüsinler. Hz. Yusuf onlara, «Ey kardeşlerim! Gömleğimi bana geri verin, onunla Örtünürüm» deyince kardeşleri Hz. Yusuf'a «Sen, on bir yıldız ile güneş ve ayı çağır da onlar seni giydirsinler, sana arka­daşlık yapsınlar» diye cevap verdiler. Hz. Yusuf kuyunun ortası­na kadar sarkıtıldıktan sonra bırakıldı. Kuyuda su vardı ve Hz. Yusuf kuyunun içine düştü. Sonra orada, sudan yüksek bir kaya­nın üzerine çıktı ve ağladı. Bunun üzerine Cebrail ona vahy getir­di. [37]

 

Kuyuda Bîr Mucize

 

Siyer ve hadis alimlerinin bu hususta naklettikleri birçok ri­vayetler vardır. Kadı Beyzavî, bunca kîl-u kal içinde intihab ettik­lerini söylemektedir.Bunlann içerisinde bazı hususlara değinmek­te fayda vardır.

Mesela bir görüşe göre, Hz. Yakub onu kardeşleriyle birlikte çöle gönderirken, Allah Teâlâ'nm cennetten İbrahim kuluna giy­dirmiş olduğu gömleği  ki Hz. Yakub'un yanında bulunuyordu— ona verdi .Onu gümüşten yapılmış bir kaba koyarak Hz. Yusuf un boynuna taktı. İşte bir melek kuyudayken, gömleği Hz. Yusuf'a giydirdi ve kuyu aydınlandı.

Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre, Hz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra kuyunun suyu tatlüaşmıştı. Hem yemek hem de su yerine kullanılıyordu. Cebrail kuyuya Hz. Yusuf'un yanma ge­lerek ona yoldaş olur. Cebrail akşama doğru kalkınca Hz. Yusuf . ona, «Sen çıkıp gidersen ben burada korkar yalnızlığa düşerim» der. Cebrail de ona «Bir şeyden korktuğunda; «Ey dua edenlere cevap veren! Ey yardım isteyenin yardımına koşan! Ey üzüntü duyanların üzüntüsünü gideren! Benim yerimi görüyor, halimi bi­liyorsun. Sana durumumdan hiç bir şey gizli değildir» diye dua edersen, korkun (sıkıntın) kalmaz» der. Hz. Yusuf da böyle dua ettiğinde melekler çevresini sararak, kendisine kuyuda arkadaş olurlar.

Muhammed b. Müslim et-Taifî şöyle der:

Hz. Yusuf kuyuya atıldığında, «Ey gaib olmayarak hazır bu­lunan! Ey uzak olmayarak yakın bulunan! Ey mağlûp olmayarak, galip olan Allah'ım! Benim için çıkar bir yol kıl Beni içinde bu- Uluduğum sıkıntıdan kurtar!» diye dua eder. Bunun üzerine Hz. Yusuf kuyuda kalmaz. [38]

 

Hz.Yusuf Kuyuya Atıldığında Kaç Yaşında İdî?

 

Hz. Yusuf'un kuyuya atıldığı zaman kaç yaşında olduğu hu­susunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Dahhak'a göre 6, Hasan Bas-ri'ye göre 15, İbn Said'e göre 17, bazı rivayetlere göre 18 yaşın­daydı.

Bazı rivayetlere göre Hz. Yusuf kuyuda üç gün durmuştu. Kardeşleri kuyunun etrafında hayvanlarını otlatıyorlar, Yehuza da ona yiyecek getiriyordu. Nitekim, «Andolsun sen onlara bu yap­tıklarını, kendileri hiç farkında olmadıkları bir sırada haber ve­receksin» ifadesi de buna işaret etmektedir. [39]

 

Kuyudaki Vahyin Mahiyeti

 

Burada sözü edilen «Vahy»in mahiyeti hakkında alimler ihti­laf etmişlerdir. Müfessirlerin çoğuna göre Hz. Yusuf'a gerçekten vahyedilmiştir. Yani, gerçekten de Allah ona vahyetti... Cebrail'i ona gönderdi. O onunla yoldaş oldu, ona kuyudan çıkacağına da­ir müjde verdi. Gerçekte kardeşlerine bu yaptıklarını söyleyeceği­ni, onları bu yaptıklarına karşılık cezalandıracağını bildirdi. Bu müdekkik alimlerin çoğunun görüşüdür. Bu görüşün sahipleri şu noktada ihtilaf etmişlerdir: Hz. Yusuf o anda baliğ miydi, yoksa küçük bir çocuk muydu?

Bazıları, 15 yaşmda baliğ bir genç olduğunu, bazıları çocuk olup, Allah'ın aklım kemâle erdirdiğini, ona rüşdünü verdiğini, onu vahy ve peygamberliği kabul edecek hâle getirdiğini söyle­mişlerdi. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. İsa hakkında da böyle demiş­tir. Şayet Hz. Yusuf'un kuyuda nasıl peygamber olduğu; oysa ora­da peygamberliği tebliğ edecek hiç kimsenin bulunmadığı söylenerek, itiraz edilecek olursa, cevap olarak; Allah Teâlâ'nın onu vahy ile şereflendirip, peygamberlikle keremlendirmesinin, onun kalbini hoş etmek, üzüntü ve yalnızlığını gidermek gayesine matuf olduğu söylenebilir. Daha sonra da peygamberlik zamanında onu tebliğ etme emri kendisine verilmiştir.

Bazıları da buradaki vahiy'den maksadın, ilham olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, «Biz arıya vahyettik», «Biz Musa'nın an­nesine vahyettik» ayetlerinde geçen «vahy» ile ilham kastedilmiş­tir.[40]

(16-17) Akşam vakti ağlayarak babalarına.,.» Bu Ayetlerin Tefsiri

Kardeşleri, Hz. Yusuf'u kuyuya attıktan sonra, karanlıkta ol­sunlar ve yalandan özür dileme cesareti bulsunlar diye akşam vak­ti babalarına döndüler. Hz. Yakub'un evine yaklaştıklarında ise, ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar. Onların bu gürültülerini işiten Hz. Yakub korkarak, dışarı çıktı. Kendilerini o halde görün­ce; «Allah adına yemin edin, koyunlarınız hususunda başınıza bir şey mi geldi?» dedi. Onlar «Hayır Bu hususta başımıza bir şey gel­medi» diye cevap verince, bu sefer Hz. Yakub «O halde başınıza ne geldi? Yusuf nerede?» diye sordu. Onlar «Ey babamız!» dedi­ler: Biz gittik yarışıyorduk». (İbn Abbas ok attıklarını, Zeccac; ok atmada birbirleriyle yarıştıklarını, Sûddi; koşarak yarıştıklarını, Mukatil; avlandıklarım söylemektedir). «Yusuf'u o sırada elbise­lerimizin yanında bırakmıştık. Haberimiz yokken ve koştuğumuz bir sırada onu kurt yemiş! Sen biz doğru söylesek bile bize inan­mazsın»; yani biz her ne kadar doğru söylüyorsak da, sen bizi tas­dik etmiyorsun. Çünkü Yusuf'u çok sevdiğin için bizi itham edi­yorsun. Oysa yanında bizimle ilgili bir delilin de bulunmuyor.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, onlar bir kuzu kesmiş­ler ve kuzunun kanını gömleğe sürerek babalarına getirmişlerdi. Ancak gömlek yırtılrnamıştı. Hz. Yakub; «Onu nasıl kurt yemiş? Baksanıza gömleği bile yırtılmamış» diye oğullarını itham etmiş­tir.

Zayıf bir rivayete göre, oğulları Hz. Yakub'a bir kurt getire­rek «İşte Yusuf u bu kurt yedi» derler. Hz. Yakub; «Ey Kurt! Be­nim çocuğumu, ciğerparemi sen mi yedin?» diye sorar. Hz. Ya-kub'un bir mucizesi olarak Allah o kurdu konuşturur ve kurt şöy­le der: «Vallahi! Ne çocuğunu yedim ne de onu gördüm. Zaten biz kurtlara peygamber eti helâl değildir». Bunun üzerine Hz. Ya­kub, «Peki sen Kenan topraklarına nasıl geldin?» diye sorar. O da «Sıla-i rahim yapmak için geldim. Benim burada yakınlarım var­dır. İşte oğulların da beni yakalayıp sana getirdiler» der ve Hz. Yakub kurdu salıverir.

Bu zayıf bir rivayet ise de biz bunu ibret olsun diye naklettik-Çünkü sıla-i rahim, esasında sorumluluk taşıyan ve akıl sahibi in­sanlar için ortaya konmuş ilâhî bir kanundur. Ancak bizim anla­yamayacağımız bir şekilde bu hayvanlar için de geçerli olabi­lir  [41]

(18) «Onun gömleğinin üzerinde yalan kan...» Bu Âyetin Tefsiri

«Yalan kan» ile kastedilen, hakkında yalan söylenmiş kan de­mektir. Hz. Yakub gömleğin yırtılmadığını görünce, onların yalan söylediğini anlamış ve«Nefisleriniz size büyük bir işi (suçu) kolay göstermiş ve onu size süslemiştir. Siz de o işi Yusuf'un başına ge­tirmişsiniz. Nefisleriniz onu gözünüzde kolaylaştırmıştır. Artık ba­na düşen sabr-ı Cemil'dir»   demiştir.

«Sabr-t Cemil» ile kastedilen kişinin Allah'tan başka kimseye şikâyet etmeden, sabretmesidir. Ayrıca «Hecr-i Cemil» vardır. O da, kendisiyle birlikte eziyetin olmadığı sabırdır. Bir de «Saff-ı Cemil» vardır ki, ondan sonra kimseyi kınamanın olmadığı sabır­dır. Hem «Sabr-ı Cemil», hem Hecr-i Cemil, hem de Saff-ı Cemil'in tümü Hz. Yakub'ts, da, tahakkuk etmiştir  [42]

(19-20) «Bir kervan geldi...»Bu Ayetlerin Tefsin

«Seyyare» kelimesi «Sail» kelimesinin çoğuludur. Bununla kas­tedilen sefer halinde olan kimselerdir. Onlara «Seyyare» denilme­sinin nedeni, yeryüzünde gezer olmalarıdır. Bu kervan Medyen'den Mısır'a gidiyordu. Hz. Yusuf'un' içinde olduğu kuyuya yakın bir yerde konaklamışlardı. Aslında yollarını şaşırmışlar ve susuz bir arazide konaklamışlardı. Kervandakiler Malik b. Za'r el Huzaî adlı, Medyenli olan sucularını kuyuya gönderdiler. Onlara su getir­mek için, Malik kovasını kuyuya sarkıttı. Böylece üç gündür ku­yuda mahsur kalmış olan Hz. Yusuf'u oradan çıkarttı.

Savi'nin naklettiğine göre, Hz. Yusuf kuyudan çıkarken, ku yunun duvarları onun için manen ağlamışlardır.

Saka (Sucu) «Ey müjde!» diye müjdesini çağırarak, «Gel ar­tık senin zamanındır» dedi. Elbette buradaki çağırma mecazî bir anlama sahiptir. Yani, o müjdesini akıllı bir kimse yerine koya­rak çağırmıştı.

«İşte bir oğlan!» Yani büyük bir oğlan. Onun böyle demesinin nedeni, Hz. Yusuf'un güzel bir yüze, kıvırcık bir saça, elâ gözlere, azaları arasında uyuma, beyaz bir cilde, kaim kollara, kuvvetli pazulara, düzgün bacaklara bedeninin hizasında mübarek bir kar­na, küçücük mübarek bir göbeğe sahip olmasıydı. Çünkü Hz. Yu­suf güldüğü zaman mübarek dişlerinden nur fışkırır, konuştuğun­da ağzından nur çıkardı. Kısaca o, Hz. Muhammed (s.a) müstes­na tüm güzel insanlardan daha güzeldi. Hz. Yusuf'a güzelliğin ya­nsı, Hz. Muhammed'e (s.a) tamamı verilmiştir. Nitekim «Kaside-i Bürde» sahibi «Güzellikte ortaktan uzaktı» (Yani bu hususta or­tağı yoktu) demiştir. «Güzelliğin cevheri onda taksim edilmemiş­tin); yani hepsi ona verilmiştir  [43]

Sâvî, daha sonra şöyle devam etmektedir:

Şayet;«Hz. Muhammed'e güzelliğin tamamı verilmişse ma­dem, kadınlar Hz. Yusuf'un güzelliği ile fitnelendikleri gibi, niçin Hz. Muhammed'in güzelliğiyle fitnelenmemişlerdir?» diye soracak olursan, şöyle cevap veririz.

Hz. Muhammed'in güzelliği, celal ile kapatılmıştır. O tıpkı güneş gibiydi. Nasıl herhangi bir kimse güneşe bakarak onu gö­züyle incelemeye kadir değilse ve güneşe baktığı zaman bunu ya­pamıyorsa, Hz. Peygamber'in (s.a) cemali de aynıydı. Bu bakım­dan Hz. Peygamber'in şemaili şerifi ancak ashabın yaşı küçük olanlarından rivayet edilmiştir: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Abdul­lah b. Ömer ve diğerleri gibi. Fakat sahabenin büyüklerinden ri­vayet edilmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) celâli onların kalbinde yerleşmiş bulunuyordu. Bu celâl sıfatı onları, Hz. Pey-gamber'i tasvir etmekten menediyordu. Hz. Yusuf'un güzelliğine gelince o görülebiliyordu. O tıpkı ayın ondördü gibi celâl ile per-delenmemişti. Bu bakımdan düşünen kimse o güzellik hakkında da düşünebilir. Tasvir edebilen, onu tasvir edebilirdi. Ancak onun tüm güzelliklerini tasvir etmekten âciz olunmuştur.

«Ya buşra» lafzı yerine başka bir kıraatte «Yabuşrî» lafzı kul­lanılmıştır. İkisinin de anlamı «Ey müjdem! Seni çağırıyorum» şeklindedir. Aslında sucu arkadaşlarına «Müjdelenin» demek is­tiyordu.

«Onu ticaret için gizlediler» ifadesiyle kastedilen, Mücahid'e göre; Malik b. Za'r adlı sucu ile arkadaşlarının beraberindeki tüc­carlardan Hz. Yusuf'u gizlemeleridir. Onlara Hz. Yusufun bir ti­caret malı olup, zenginlere ait olduğunu ve Mısır'a götürdüklerini söylemişlerdi. Bunun nedeni diğer tüccarların «Bizi de ortak ya­pın» demelerinden korkmalarıydı.

Bazı rivayetlere göre, onun durumunu gizleyenler Hz. Yusuf' un kardeşleriydi ve onun kardeşleri olduğunu gizlemişlerdi. On­lar, «Bu bizim kölemizdir elimizden kaçtı» dediler ve gizlice Hz. Yusuf'u Ölümle tehdit ettiklerinden o da onların doğru söyledik­lerini ifade etti. Ancak ilk görüş daha doğrudur. Çünkü Hz. Yu­suf'u bir ticaret malı olarak gizleyen Malik b. Za'r ve arkadaşla­rıdır.

«Oysa Allah onların ne yapacaklarını bitiyordu»; yani Allah onların Hz. Yusuf'u öldürmeye kastettiklerini bildiğinden, onun götürülüp kuyuya atılmasını korkusuna vesile kıldı ve rüyasının tahakkuk etmesine mukaddime yaptı. Hz. Yusuf köle olarak sa­tıldıktan sonra Allah Teâlâ onu, Mısır'a hükümdar kıldı.

Rivayet olunduğuna göre, Yehuza her gün Hz. Yusuf'a yemek getirip verirdi. Bir gün geldiğinde onun kuyuda olmadığını gördü. Kardeşlerine gidip, onun kuyudan çıktığını söyledi. Bunun üze­rine onu aradılar ve onu Malik b. Za'r ve arkadaşlarının yanında buldular. Onlara, «O bizim kölemizdir ve elimizden kaçmıştır» de­diler, halini gizlemesi için de Hz. Yusuf'u tehdit ettiler. Sonra Hz. Yusuf'u o kervana sattılar. Nitekim «Onu çok düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar» ifadesi de buna işaret etmektedir.

«Şerev» fiili aslında satın almak anlamında olmasına rağmen, burada satma manasında kullanılmıştır. Çünkü «Şira» hem sat­maya hem de satın almaya delâlet edecek şekilde her iki anlamda da kullanılabilir. [44]

 

Hz. Yusuf Kaç Paraya Satıldı?

 

Ücretin çok düşük olması, ya verdikleri paranın katışık olma­sı ya da eksik olduğunun belirtilmesi içindir.

Hasan Basrî, Dahhak, Mukatil ve Süddi'ye göre, «Bahs» keli­mesi «çok düşük» değil, haram anlamına gelir. Yani onlar Hz. Yu­suf'u haram bir fiata satmışlardır. Çünkü hür bir kimseyi satmak haramdır. Onun parası da haramdır. Haram'a «düşük» denilmesi­nin nedeni, onun bereket yönünden düşük olmasıdır.

İbn Mesud ile İbn Abbas'a göre, «bahs» kelimesi, katışık, aya­rı düşük para, Katade'ye göreyse zulüm demektir. Nitekim zulüm, hakkın eksikliğidir. «Ona zulmetti)} demek, hakkını eksik verdi, anlamındadır.

İkrime ile Şa'bi ise, «bahs» kelimesinin «Az» demek olduğu­nu söylemişlerdir.

Kısaca «Bahs» kelimesi, lûgatta eksik bir şey, bir şeyin zu­lüm yoluyla eksiltilmesi veya değersiz bir şey demektir.

«Birkaç paraya sattılar» ifadesinden de anlaşıldığına göre Hz. Yusuf'un satılması karşılığında aldıkları para çok azdır. Çünkü onlar, o devirde, 40 dirhemden aşağı olanı ölçü ile değil, sayı ile alırlardı. Satın alınan şeyin değeri 40 sayısını buldu mu, «Bir ok-kiye» olurdu ve o zaman onu tartarlardı. Müfessirler Hz. Yusuf' un satış bedeli olarak verilen dirhemlerin miktarı hususunda ih­tilaf etmişlerdir.

ibn Mesud, îbn Abbas ve Katade'ye göre, bu miktar 20 dir­hemdi. On kardeş bu bedeli ikişer ikişer aralarında paylaşmış­lardı. Bir rivayete göre Hz. Yusuf'un anne-baba bir kardeşi Bün-yamin hiçbir şey almamıştır.

Mücahid'e göre miktar 22 dirhemdi. Bu rivayete binaen Bün-yamin'e de 2 dirhem düşmüş olmaktadır.

îkrime ise miktarın 40 dirhem olduğunu söylemektedir.

«Ona karşı isteksizdiler yy; yani Hz. Yusuf'un kardeşleri kaç pa­raya giderse gitsin, yeter ki uzaklaşsm diye düşünüyorlardı. Eğer «Kanu» fiilindeki zamir, Hz. Yusuf'un kardeşlerine raci ise, onla­rın Hz. Yusuf'a karşı isteksizliklerinin, hasedlerinden geldiğine de-lâlet eder. Onu kendilerinden uzaklaştırmak istiyorlardı. Asıl mak­satları para kazanmak değildi.

«Şerevhu» ve «Kanu» fiillerindeki zamirlerin bir mânâya ra­ci olması durumunda, ayet şöyle anlaşılır: Onu satın alacak olan kimseler pek istekli olmadıklarından isteksizliklerini açığa vurup, onu düşük bir fiyata almayı planlıyorlardı. Öyle ki kardeşleri «O bizim kölemizdir. Elimizden kaçmıştır» dediklerinde, satın alacak kimse, onu pek istemiyormuş gibi görünmeye çalıştı ve bu neden­le ona pek rağbet etmedi.

Siyer ve hadis alimleri şöyle demektedirler:

Malik b. Za'r ile arkadaşları Hz. Yusuf'u satın aldıktan son­ra Mısır'a gittiler. Kardeşleri de onların arkasından giderek, Hz. Yusuf'tan kaçmayacağına dair söz aldılar. Böylece Hz. Yusuf Mı­sır'a götürüldü. Malik onu satmak için ortaya çıkarınca, (îbn Ab-bas'm rivayetine göre) Kıtfir adlı bir kişi onu satın aldı. Kendisi Mısır kralının arkadaşıydı ve Mısır'ın hazinelerine bakıyordu. Ya­ni bugünkü tabir ile Maliye Bakanı idi. Ona «Aziz» diyorlardı. O dönemde Mısır ile etrafındaki ülkelere   hakim   olan   kralın adı, Amalika'dan Reyyan b. Velid b. Nezvan'dı.

Bazı müfessirlere göre, bu kral Mısır'da iman edinceye kadar yaşamış ve Hz. Yusuf'un dinine tabi olduğu halde vefat etmiştir. O öldüğünde Hz. Yusuf hayattaydı.

İbn Abbas, Kıtfir'in Hz. Yusuf'u, o Mısır'a getirildiğinde 20 dinar, bir çift ayakkabı ve iki beyaz elbise karşılığında satın al­dığını söylemektedir.

Vehb b. Münebbih ise şöyle demektedir:

Kervan Hz. Yusuf'u Mısır'a getirdiğinde, onu köle pazarına çı­kararak, satışa arzettiler. Halk onun fiyatını artırdı, öyle ki Hz. Yusuf'un fiyatı kendi ağırlığı kadar altın, kendi ağırlığı kadar gü­müş ve bir o kadar misk ile ipek verilecek dereceye ulaştı. Onun hacmi, o günkü batmanla, 400 batmandı. Kıtfir 13 veya 17 ya­şında olan Hz. Yusuf'u, o gün bu fiyatla satın aldı.

(21) «Onu satın alan Mısırlı hanımına...» Bu Âyetin Tefsiri

Yani Kıtfir, hanımı Zeliha'ya (veya RaiTe), «Yusuf'a iyi bak! Yiyeceğinde ve yatıp kalkması hususunda ona ikramda bulun. O büyüdüğünde veya kuvvetlenince onu satar, büyük bir kazanç sağ­lar} işlerimizde kuttanım ya da onu evlat ediniriz» dedi. Çünkü Kıtfir'in çocuğu yoktu.

İbn Mesud, insanların en ileri görüşlüsünün 3 kişi olduklarını söylemiştir. Birincisi, Hz. Yusuf hususunda Mısır Azizi. Çünkü o hanımına, «Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz» demişti. İkincisi, Hz. Musa   hususunda   Şuayb'm   kızı. Çünkü o babasına «Onu ücretle tut! Çünkü o ücretle tutacağın kimselerin en hayırlıyıdır. O kuvvetli ve emindir» demişti. Üçün­cüsü Hz. Ömer hususunda Hz. Ebubekir. Çünkü o, onu kendisin­den sonra halife seçmiştir.

Kadı Beyzavi'nin «Denilir ki» şeklinde naklettiğine göre, Mı­sır kralı, Hz. Musa'nın dönemindeki Firavun'dur; zira o, 400 yıl yaşamıştır. Nitekim Kur'an'da «Andolsun! Daha önce Yusuf size apaçık mucizelerle gelmişti» diye buyurulmaktadır. Fakat meş­hur olanı, Hz. Musa dönemindeki Firavun'un, Hz. Yusuf'un döne­mindeki kralın oğulları olmasıdır. Bu takdirde, söz konusu ayet çocuklara babalarının durumuyla hitap etme kabilindendir. Ri­vayet olunduğuna göre Aziz, Hz. Yûsuf'u satın aldığında o, 17 ya­şındaydı. Aziz'in evinde 13 yıl kalmıştı. Reyyan onu vezir yaptı­ğında 30 yaşma gelmiş bulunuyordu. Allah O'na 33 yaşında iken ilim ve hikmet verdi; yani peygamber kıldı. 120 yaşındayken vefat etti [45]

«İşte böylece biz Yusuf'u o yere yerleştirdik» cümlesinin an­lamı şöyledir: «Yusuf'un sevgisini Aziz'in kalbine yerleştirdiğimiz gibif (veya Yusuf'u onun evine yerleştirdiğimiz gibi) onu Mısır topraklarına yerleştirdik. Onu Mısır'ın hazinelerine bakan (maliye bakanı) yaptık. Ki böylece ona olayların yorumunu (rüyaların ta­birini ve açıklamasını) öğretelim».

Kadı Beyzavi'ye göre, «Ona olayların yorumunu Öğretelim» cümlesi mukadder bir cümle üzerine atıftır. Yani, O Mısır'da ada­letle hükmetsin, insanların işlerini idare etsin, Allah'ın Kitabı'nın mânâlarını, hükümlerini bilsin, öğrensin ve orada uygulasın diye veya gelecek olaylara dikkat çeken rüyaların tabirlerini bilip, on­lara hazırlansın, onlar gelmezden önce gerekli tedbirleri alsın di­ye onu orada yerleştirdik.

«Allah, emrinde galip olandır»; yani hiçbir şey Allah'ın em­rini geri çeyiremez. Allah'ın dilediği bir hususta O'nunla çatışa-maz.

Zamir, Hz. Yusuf'a da raci olabilir. Yani, Allah, Yusuf'un em­ri üzerinde galiptir. Onun kardeşleri kendisini öldürmek istedik­lerinde, Allah da onun gayrisini diledi ve olay Allah'ın dilediği şe­kilde meydana geldi.

«Fakat insanların çoğu bilmezler»; ki emrin tamamı Allah'ın emrindedir. Veya, çoğu, Allah'ın sanatındaki incelikleri, lütfunda-fci sırlan bilmezler.

(2) «(Yusuf) güç ve kuvvetine kavuşunca...» Bu Ayetin Tefsiri

«Eşşudde» kelimesi» «şiddetsin çoğuludur. Yani şiddetlerinin, bedeninin güç ve kuvvetinin sonuna yetiştiğinde —ki bu yaş 30 ile 40 arasıdır— ona hüküm ve ilim verdik.

Kadı Muazziddin Muhammed b. Ali'ye bunun kaç yaşı ol­duğu sorulduğunda o, «Bu 35 yaştır, tamamı ise 40 yaştır» diye cevap vermiştir.

Zeccac, bunun 17 ile 40 yaş arası olduğunu söylemiş ve bu görüş Mücahid'den de rivayet edilmiştir. Katade de bu görüşe katılmıştır.

İbn Cübeyr, İbn Abbas'tan bunun 33 veya 30 ya da 21 yaşı ol­duğu şeklinde rivayetler nakletmiştir.

îbn Kuteybe'ye göre 38, Hasan Basri'ye göreyse bu 40 yaş­tır.

Meşhur olanı şudur kif insan bu yaşa geldiğinde insanın be­deninin gelişmesi artık durur. Bedenin gelişmesi durunca da kuv­vetlerin ve ahlâkın durması da kesinleşir, bu şiddetlerin en bü­yüğünün 62 yaşı olduğunu söylemişlerdir. Kısaca anlaşıldığı gibi rivayetlerin çoğu 30 ile 40 yaş üzerinde durmaktadırlar. Yani, «Yu­suf otuz veya otuz küsur yaşlarına geldiğinde, peygamber olmaz­dan önce din hususunda onu bilgin kıldık, ona ilim ve hikmet ver­dik».

«Ona hikmet verdik»; yani ona amelle desteklenen faydalı bir ilim verdik, Çünkü amelsiz ilme itibar yoktur. İlimsiz amele de güven olmaz.

«Hikmet» ile insanlar arasında adaletli davranması da kaste­dilmiş olabilir.

«Ona ilim verdik»; yani ona rüyaların tabiri ilmini verdik. Bu hikmete dahil olmadığından Allah Teâlâ bunu ayrı zikretmiş­tir.

«İlim» ile durumu, şanı olan bir ilmin kastedilmiş olması da mümkündür. Hz. Yusuf'un tam ihtisası olan husus, rüya ilmidir. Bazı müfessirlere göre, hikmet ile peygamberlikten, ilim ile dinin esrarına vakıf olmak kastedilmiştir.

Bazıları da hikmetin, nefsi arzularından, aşırı isteklerin­den korumak onu uygun olmayan şeylerden sakındırmak, ilmin ise düşünce ile elde edilen bilgi demek olduğunu söylemiştir.

Bazılarına göre, hikmetten maksat insanlar arasında hükmet­mek, ilimden maksat da insanların maslahatlarını bilmektir. Çün­kü halk Aziz'in yanma hükmetmesi için geldiklerinde o, Hz. Yu­suf'a insanlar arasında hükmetmesini söylerdi. Zira Aziz, onun aklını ve düşüncelerinin doğruluğunu bizzat görüyordu.

İbn Abbas buradaki hikmet ile ilim ve şeriatın kastedildiğini söylemektedir.

İki kelimenin de nekra getirilmelerinin nedeni azamet ve tef­him içindir .«Ona öyle bir hikmet ve ilim verdik ki, onun hükmü­ne ancak biz vakıfız. Onun takdiri ancak bize aittir».

«îşte biz böylece güzel davrananları mükâfatlandırırız)) cüm­lesi «İhsanın» mükâfatın sebebi olduğunu göstermektedir. Ayrıca yine bu cümle, Allah Teâlâ'nın hikmet ve ilmi, Hz. Yusuf'a onun amelinde titiz davranması ve işlerini güzel yapması nedeniyle ver­diğine işaret etmektedir.

Dahhak, «el-Muhsinin» kelimesini musibet ve felâketlere kar-şı sabredenler şeklinde tefsir etmiştir. Yani, «Biz felâketlere kar­şı sabredenleri işte böyle mükâfatlandırırız».[46]

 

Meal

 

23- Yusuf'un evinde bulunduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları kapattı: «Haydi gelsene» dedi. (Yusuf): «Allah'a sığınırım! Çünkü o benim efendimdir, bana iyi baktı. Kuşkusuz ki zalimler kurtulamazlar.

24- Yemin olsun ki, kadın onu arzuladı. Eğer (Yusuf) Rab-binin burhanını görmeseydi, o da kadını arzulanıl ş ti. Biz kötülü­ğü ve fuhuşu ondan uzaklaştırmak için böyle yaptık. Çünkü o bizim halis kullanmızdandır.

25- İkisi de kapıya doğru koşuştular. Kadın Yusuf'un göm­leğini arkasından yırttı. (O sırada) ikisi kapıda kadının kocasına rastgeldiler. Kadın  (hemen): «Ailene kötülük   yapmak   isteyenin cezası hapsedilmekten veya elemli bir azaptan başka ne olabilir?» dedi.

26- (Yusuf): «O benden murad almak istedi» dedi. Kadının ailesinden bir şahid; «Eğer Onun (Yusuf'un) gömleği önden yırtıl-mışsa kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır» diye şahid-lik etti.

27- «Yok eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir, o ise doğrulardandır».

28- (Yusuf'un)  gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu gö­rünce, (kadına): «Kuşkusuz ki bu, siz (kadınların) tuzağınızdan* dır. Gerçekten sizin tuzağınız büyüktür» dedi.

29- «Yusuf! Sen bu işten vazgeç, sen de (ey Zeliha!) güna­hının bağışlanması için mağfiret dile! Zira sen kabahatlilerden­sin».

30- Şehirde bazı kadınlar: «Aziz'in hanımı, kölesinden mu­rad almak arzusuna düşmüş!    (Yusuf'un)   sevgisi   onun bağrını yakmış! Kuşkusuz ki biz onu apaçık bir sapıklık içinde görüyo­ruz» dediler. [47]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(23) «Yusuf'un evinde bulunduğu kadın...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Aziz'in karısı Hz. Yusuf'tan murad almak istedi. Onun kendisiyle birleşmesi için birtakım cilveler yaptı.

«Ravedet» fiili, râde-yerudu kalıbından gelmektedir ve her şe­yi elde etmek için gelip-gitmek demektir.

Kadı Beyzavî, «Denilir ki» ibaresiyle kapatılan kapıların yedi tane olduğunu ve bu ayette kapıların çokluğuna ve daha fazla gü­venli olduğuna işaret maksadıyla ya da mübalağa için «kapılar)} şeklinde bir ifade kullanıldığım söylemektedir.

«Heyte» kelimesi, gel, yönel, acele et ve hazırlan anlamlarına gelir. Ebu Ubeyde, meşhur nahiv alimi Kisaî'ye dayanarak, «Heyte» kelimesinin Havran halkının dilinden olup, sonradan Hicaz'a gir­diğini ve mânâsının «Gel» demek olduğunu söyler.

İkrime de bu kelimenin Havran dilinden olduğunu ve gel mâ­nâsına geldiğim söylemiştir. Mücahid ve bir başkası da, bu keli­menin Arapça olduğunu, teşvik ve bir şeye yönelmek anlamına geldiğini söylerler. Bazıları da bu kelimenin îbranice olup, aslı­nın «Heyta lec», yani «Gel» anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Bu kelimenin menşeinin Arapça olmadığı görüşünde olan kimseler, şöyle demektedirler. Araplarm bir kelimeyi kullanmada bazen aynı kelimeyi, kullanan diğer kelimelerle tevafuk içinde ol­duklarına rastlanmıştır. Mesela, Arapça «Kıstas» kelimesinde Rumca, «Tennur» kelimesinde Farsça, «Gassan» kelimesinde Türkçe, «Naşietel leyi» kelimesi de Habeşçe dilleriyle uygunluk arzetmek-tedir. Kısaca Araplar bir kelimeyi kullandıklarında, o kelimeyi pekâlâ kendi dillerine almış olmaktadırlar.

Bazı kıraat alimleri kelimeyi «Hepte» yerine «Hîte» şeklinde okumuşlardır. Bu kelime ister «yönel, gel» anlamında, isterse «acele et» veya «hazırlan» anlamında olsun, isim-fiildir. Yani fiil mânası ifade eden isimdir. Tıpkı Eyne gibi fetha (üstün) üze­rine mebnidir.

«Leke» lafzmdaki «lâm» harfi ise tebyin içindir.

«Kuşkusuz ki zalimler felah bulmazlar»; yani eğer ben bu tek­lifini kabul eder de zina yaparsam zalim olurum. Zalimler ise hiç­bir zaman iflah olmazlar.

Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı, «Zalimler hiçbir zaman mes'ud olmazlar» şeklindedir.

«Çünkü o benim efendimdir» ifadesinde geçen «İ7zne/ıw»daki «hu» zamiri şan zamiridir. Yani, «Çünkü durum şudur ki efen­dim olan (kocan Kıtfir) bana iyi baktı. Onun ailesi konusunda kendisine hainlik yapmak bunun karşılığı değildir» anlamındadır. Ya da «hu» zamiri «Maazallah» daki «Allah» lafzına racidir. Yani, «Çünkü efendim, olan Allah Teâlâ, beni yaratandır ve mertebemi güzel kılmıştır. Kıtfir'in kalbini bana karşı sevgi doldurmak su­retiyle, bana büyük bir mertebe vermiştir. Bu bakımdan ben Al­lah'a, zina etmek suretiyle isyan etmem» mânâsındadır.

«Kuşkusuz ki zalimler felah bulmazlar»; yani iyiliğe kötülük­le karşılık verenler felah bulmazlar.

(24) «Andolsun, kadın onu (Yusuf'u)...»Bu Ayetin Tefsiri

«Hemmet»; kastetmek, arzu etmek anlamındadır. Yani Zeli-ha, Hz. Yusuf'la birleşmeyi arzulamıştı. Hz. Yusuf da onunla bir­leşmeyi arzulamıştı. Çünkü «Hemmet» fiili, «Hemm» kökünden gelmektedir ve kastetmek, azmetmek anlamındadır.

Hz. Yusuf'un onunla birleşmeyi arzulaması ile kastedilen, ta­biatının ona meyletmesi, şehvetinin onunla çarpışmasıdır, yoksa kendi isteğiyle onunla birleşmeyi kastetmesi değil. Tabiatm mey­letmesi onu sorumluluk altına sokmaz. Aksine övülmeye layık olan; Allah'tan gelen büyük ecre müsait bu kast kendi tabiatında olduğu ve onun sonuna geldiği halde nefsine hakim olan kimse­dir. Meselâ «Allah'tan korkmasaydım, onu Öldürürdüm» denilir. Yani öldürmek istedim ama Allah korkusu beni engelledi.

«Eğer Rabbinin burhanını ğörmeseydi»; yani Hz. Yusuf eğer Rabbinin burhanını, çirkinlik hususunda zinamn delilini, zinanın kötülüğünü ğörmeseydi, mutlaka Zeliha ile birleşirdi. Çünkü genç­liğin heyecanı, ve şehvetin çokluğu vardı .

«Vehemme biha» (Yusuf da onu arzulamıştı) ifadesi, «Levha»

«Vehemme biha» (Yusuf da onu arzulamıştı) ifadesi, «Levla» nın cevabı değildir. Çünkü «Levla» şart edatı hükmündedir ve ce­vabı kendisinden önce gelmez. Bu bakımdan «Levla»nm cevabı hazf edilmiştir. Ancak ona işaret eder. [48]

 

Burhan Ne Demektir?

 

Katade ve müfessirlerin çoğuna göre, Hz. Yusuf o anda Hz. Yakub'u görmüş veHz. Yakub ona, «Ey Yusuf! Sen sefihlerin yaptığım mı yapmak istiyorsun? Oysa sen peygamberlerden  yazıl­mışsın» demiştir.

Hasan Basri, Said b. Cübeyr, İkrime ve Dahhak'a göre «Bur­han»; evin tavanının Hz. Yusuf için yarılması ve Hz. Yusuf'un Hz. Yakub'un kendisine baktığını ve parmaklarını ısırdığını görmesi­dir.

Said b. Cübeyr, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: «Burhan, Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'a görünmesi, eliyle onun göğsü­ne vurması ve şehvetin Hz. Yusuf'un parmaklarından çıkması-dır».

Süddi, «Burhan»m Hz. Yusuf'a söylenen şu sözler olduğunu öne sürmektedir: «Ey Yusuf! Sen onunla cima mı etmek istiyor­sun? Senin misalin —eğer onunla cima etmezsen— gökte uçan ve kimsenin kendisine güç yetiremediği bir kuşun misaline benzer. Eğer onunla cima edersen, senin misalin, o kuşun yere düşmesi­ne benzer. Artık o kuş yere düştüğünde kendisini herhangi bir şe­yin şerrinden koruyamaz. Yine senin misalin, —eğer cima etmez­sen— zaptolunamayan bir boğanın misaline benzer. Ama cima edersen, senin misalin ölmüş olan ve burun deliklerine karınca­ların dolduğu kendisini bir şeyden koruyamayan bir boğaya ben-zer».

Bazılarına göre «Burhan», Hz. Yusuf'un üzerinde «Kuşkusuz üzerinde hıfzediciler, şerefli kâtibler vardır. Tüm yaptıklarınızı bilirler» yazılı bir el görmesidir. Hz. Yusuf onu görünce, geri dö­nüp kaçtı. Geri geldiğinde, yine gördü. Onun üzerinde şöyle ya­zılıydı». «Sakın zinaya yaklaşmayın! Muhakkak ki zina bir kötü­lüktür ve, kötü bir yoldur». Hz. Yusuf yine kaçtı. Sonra döndüğün-de onu yine gördü. Üzerinde şöyle yazılıydı: «Allah'a döneceğiniz o günden korkun». Bu sefer Allah Teâlâ, Cebrail'e «Ey Cebrail!

Kulum Yusuf'a, o hatayı yapmadan yetiş» dedi. Cebrail parmağı­nı ısırır halde indi. «Ey Yusuf! Sen sefihlerin yaptığım mı yapmak istiyorsun? Oysa sen Allah katında peygamberlerden yazılmışsın» dedi.

Bazı rivayetlere göre de Cebrail, kanadıyla Hz. Yusuf'un sır­tını sıvazlamış ve onun şehveti parmaklarının arasından çıkmış­tır.

Muhammed b. Ka'b el-Kurzî şöyle demektedir:

Hz. Yusuf o halde başını evin tavanına kaldırdı ve orada şöy­le yazılı olduğunu gördü: «Sakın zinaya yaklaşmayın! Muhakkak ki zina fuhuştur ve kötü bir yoldur».

İbn Abas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Yusuf o idarecinin (Aziz Kıtfir'in) şeklini görmüştür.

Ali bin Hasan'dan gelen bir rivayete göre, evde bir put vardı. Kadın kalkıp o putu bir elbiseyle örttü. Hz. Yusuf ona bunu niçin yaptığını sorunca, kadın; «Onun beni günah üzerinde görmesin­den korkuyorum» dedi. Hz. Yusuf da ona «Sen işitmeyen ve gör-meyen, hiçbir şey bilmeyen (bir puttan) utanıyorsun da, niçin ben Rabbimden utanmayayım? Ben Rabbimden utanmaya daîıa müstehak değil miyim?» dedi ve sonra kaçtı. İşte «Eğer Yusuf Rabbi-nin burhanım görmeseydi...» ayetinden kastedilen bu olaydır.

Muhakkiklere gelince, onlar «burhan»ı birçok yönden tefsir etmişlerdir.

1) Cafer b. Muhammed es-Sadık; «Burhan» Allah'ın Hz. Yu­suf'un kalbine koymuş olduğu peygamberliktir, demektedir. Pey­gamberlik Hz. Yusuf ile Allah'ın gazabını celbeden filinin (Zina­nın) arasına girmiş ve onu bundan korumuştur.

2) Burhan, zinanın haram olması hususunda, Allah'ın kulu üzerindeki hüccetidir. Zani bir insanın üzerindeki ikabı bilmenin ilmidir.

3) Allah Teâlâ, peygamberleri zina ve çirkin ahlâktan temiz kılmış, rezil fiillerden onları uzak tutmuştur. Onları şerif, tahir ve mukaddes ahlâk üzere yaratmıştır, işte o şerefli ve temiz ahlâk, peygamberleri yapılması uygun olmayan şeyleri yapmaktan men-eder.[49]

 

Bu Ayet Hakkındaki Yorumlar

 

Bu ayet hakkında itina göstermek, onu tetkik etmek gerekir. Bunu iki şekilde yapacağız Birincisi, müfessirlerin bu ayet ile il­gili görüşlerini birer birer nakledeceğiz. İkincisi, Hz. Yusuf'un bu rezil ahlâhtan uzak olduğunu, bu günahtan beri bulunduğunu be­lirteceğiz.

1) Müfessirler bu ayette geçen «Hemm» lafzını fiile sokmak-sızın, yaklaşmak anlamında mânâlandırmışlardır. Bazılarına göre, «Hememtu bişşey» fiilinin masdandır. Yani, o şeyi istediğimde, nefsim onu yapmayı bana telkin etti. Duhul olmaksızın ona yak­laştım. Dolayısıyla Zeliha'nın Hz. Yusuf'a «Hemm» etmesi, onu istemesi, arzulaması demektir. Zeliha'nın Hz. Yusuf'u arzulaması, günah (zina) üzerinde azimli ve niyetli olduğu içindir. Nitekim Ze-mahşeri, bir şeyi arzulamanın, ona azmetmek demek olduğunu söyledikten sonra, buna delil olarak Amr b. Sabi el-Bercumi'nin bir şiirini nakletmektedir.

«Zeliha Yusuf'u arzulamıştt»; yani onunla birleşmeyi istemiş­ti. «Yusuf da onu arzulamışU»; yani o da onunla birleşmeyi iste­mişti. Eğer Yusuf Rabbinin burhanını görmeseydi, muhakkak onunla birleşirdi.

Bağavî, Hz. Yusuf'un onu arzulamasıyla ilgili olarak, İbn Ab-bas'tan şunun nakledildiğini söylemektedir: «Hz. Yusuf kemerini çözdü ve hain kimsenin oturduğu yere oturdu».

Mücahid ise şöyle demiştir: «Hz. Yusuf önünü açtı, diğer el* biselerini çıkarmaya çalışıyordu». îşte bu Said b. Cübeyr, Hasan Basri gibi birçok müfessirlerin görüşüdür. Dahhak ise, bundan daha çirkinini naklederek şöyle der: «Şeytan onların arasına gir­di. Bir eliyle Hz. Yusuf'un boynuna vurdu. Diğer eliyle de kadının boynuna. Böylece onları biraraya getirdi».

Müfessirlerden Ebu übeyde Kasım b. Selam, bu yorumu bir grubun reddettiğini söylemektedir. Bağavî ise, bu ayet hakkındaki görüşün, ümmetin ilk asrındaki alimlerinin görüşü olduğunu; zi­ra onların bizden daha alim olduklarını ve peygamberler hakkın­da ilimsiz konuşmak hususunda Allah'tan korktuklarını söylemek­tedir.

Süddi ve İbn İshak ise şöyle demektedirler:

Aziz'in hanımı Hz. Yusuf'u kendisine davet ettiğinde, onun güzelliklerini söylemeye ve kendisine gelmesi için teşvik etmeye başlar: «Ey Yusuf! Senin saçların ne kadar da güzel;». Hz. Yusuf buna karşılık; «Onlar cesedimden en önce dökülecek olanlardır» der. Zeliha; «Gözlerin çok güzel» deyince Hz. Yusuf: «Onlar kabir­de ilk bozulacak ve yanaklarıma ilk dökülecek uzuvlanmdır» di­ye cevap verir. Zeliha; «Ey Yusuf! Ne kadar da güzel bir yüzün var» deyince, Hz. Yusuf bu sefer: «O toprak içindir. Sonunda onu toprak yiyecektir» der.

Bazı müfessirler de şöyle demişlerdir:

Zeliha, Hz. Yusuf'a; «İpek yataklar serilmiştir. Haydi kalk da ihtiyacımı yerine getir!» der. Hz. Yusuf da ona şöyle cevap verir:

«Bu isteğini yerine getirdiğim, takdirde cennette olan nasibim elim­den gidecektir». Fakat Zeliha sürekli Hz. Yusuf'u teşvik ediyor, onu zevke çağırıyordu. Hz. Yusuf da genç bir delikanlıydı. Şehve­tin kamçılarını hisseden herkes gibi, o da hissediyordu. Zeliha çok güzel bir kadındı. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un kalbi ona karşı yumuşadı ve Hz. Yusuf da onu arzuladı. Sonra Allah Teâlâ, Kur' an'da zikrettiği burhan ile Yusuf kuluna yetişti ve onu kurtardı.

îşte müfessirler bu ayet ile ilgili olarak yukarıdaki yorumlan öne sürmüşlerdir. Fahruddin Razî'nin bunlardan bir kısmına vere­ceği cevaplar ileride zikredilecektir.

2) Hz. Yusuf böylesine rezil bir davranıştan münezzeh ve böyle bir hatadan masundu.

Bazı müfessirlere göre «Hemm» iki kısma ayrılır. Birincisi Aziz'in hanımında olduğu gibi, azim, kast, inanç ve rızanın bulun­duğu, sabit hemm'dir. Kur bununla muaheze olunur. İkincisi Hz. Yusuf'ta olduğu gibi, kalpte meydana gelen vesvese, seçme ve azim olmaksızın nefsin teşvikinin bulunduğu arızî hemm'dir. Kul bu­nunla onu söylemedikçe veya yapmadıkça muaheze olunmaz. Bu­nun doğruluğuna Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu Hadis-i Kud-si delâlet eder: «Kulum bir kötülüğü yapmayı düşünürse, onun aleyhinde bir kötülük yazmayın. Eğer onu yaparsa aleyhine bir tek kötülük yazın. Eğer o kulum bir iyilik yapmayı düşünürse, ona bir hasene yazın. Eğer yaparsa en az on hasene yazın».

Bu hadisin lafzı Müslim'indir. Buharî de İbn Abbas'tan aynı manayla bu hadisi şöyle nakletmektedir:

Allah Teâlâ bir kudsi hadiste şöyle buyurmaktadır: Allah ha-sene ve seyyieleri yazmış, sonra onu beyan etmiştir. «Kim bir iyi­lik yapmak ister, fakat onu yapmazsa Allah ona tam bir hasene yazar. Eğer yaparsa, ona en az on hasene yazar. Bu bazen yediyüze bazen daha fazlaya çıkar. Kim de bir kötülük yapmak ister ve onu yapmazsa, Allah o kimseye bir hasene yazar. Eğer yaparsa, onun hakkında bir seyyie yazar». (Bir rivayette ise, «onu siler ve Allah katında helak olacak olan, olur» denilmektedir).

Kadı îyaz, «eş-Şifa» adlı eserinde, fakihlerin ve muhaddisîe-rin çoğuna göre, insanların nefsin isteklerinden muaheze olunma­yacaklarını ve isteklerin fiile dökülmedikçe günah olmayacağını söylemekte ve yukarıda nakledilen hadisleri zikretmektedir. So­nuçta Kadı İyaz, Hz. Yusuf'un nefisten gelen ve elinde olmayan isteğinden dolayı günahı olmadığını söylemektedir.

Fakihlerle, muhaddîsler ve müdekkiklerin çoğuna göre, istek üzerinde nefis azim içerisindeyse, bu günahtır. Ancak nefsin ves­veselerinden ibaret ise, affedilir. İşte gerçek budur ve Allah'ın iz­niyle Hz. Yusuf'un kastı da bu kabildendir. Hz. Yusuf'un, «Ben nefsimi temize çıkarmak istemem. Elbette nefis şiddetle kötülüğü emreder» sözü, bu kastmdan dolayı nefsini temize çıkarmak iste­meyişine veya bu sözü tevazu için, nefsin muhalefetini itiraf mak­sadıyla söylemiş olduğuna delâlet eder. Ancak Hz. Yusuf nefsini tezkiye edince, tezkiyesi kabul edilmiş ve Allah onun nefsini te­mizlemiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Nitekim İbn Ebî Hatim, Ebu Ubeyde'den, Hz. Yusuf'un Zeliha'yı arzulamadığını rivayet etmek­tedir. Ayette takdim-tehir vardır. Yani, Zeliha, Hz. Yusuf'u arzu-lamıştı. Eğer Hz. Yusuf da Rabbinin burhanını görmeseydi, o da Zeliha'yı arzulayabilirdi. Allah Teâlâ diğer ayetlerde, «Kadın, Yu­suf'un nefsinden murad almak istedi ve Yusuf korundu», «İşte böy­lece Yusuf'tan kötülük ve fuhşu uzaklaştırdık» ve «Kadın kapılan kapattı ve 'haydi gelsene' dedi, Yusuf da, 'Allah'a sığınırım, O be­nim efendimdif dedi» şeklinde buyurması, buna delâlet eder.

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yusuf da ona kasdetmiş; yani onu bu işten men etmiş ve ona öğüt vermiştir.

Bazılarına göre, Hz. Yusuf da ona kastedmiş; yani ona bak­mıştır.

Bazılarına göre bu ifade, Hz. Yusuf'un bu işten imtina ettiği­ne delâlet etmektedir.

Bazıları, «Ona vurmak, onu itelemek istedi» şeklinde bir yo­rum yapmışlardır.

Bazıları, bütün bunların Hz. Yusuf'un peygamberliğinden Ön­ce olduğunu çünkü peygamberlikten sonra böyle şeylerin olamaya-cağmı söylemişlerdir.

Bazıları da, kadınların daima Zeliha'nın şehveti gibi bir şeh­vetle Hz. Yusuf'u arzuladıklarım, o peygamber olunca, üzerine peygamberliğin heybeti atıldığından, ona bakanların gözlerini, ken­di güzelliğinden alıkoyduğunu söylemişlerdir. (Kadı îyaz'm söz­leri burada son bulmaktadır.)

Bu hususta uzun uzun görüş beyan eden İmam Fahruddin Razi'nin sözlerini özetleyerek veriyoruz.

Hz. Yusuf böylesine bâtıl bir amelden ve haram kasttan be­riydi. Müfessir ve kelamcılann görüşü budur. Biz de bu görüşe katılıyor ve bu görüşü savunuyoruz.

Deliller peygamberlerin masum olduklarına delâlet eder. Ba­zı müfessirlerin daha önceki imamlardan naklettiklerine kulak asılmaz. Çünkü peygamberler kendilerinden bir zelle veya bir ha­ta sadır olursa, onu önemli görerek, onun ardından hemen piş­manlıklarım, tevbe ve istiğfarlarını ortaya koyarlar. Nitekim Hz. Adem hakkında «Ey Rabbim! Biz nefsimize zulmettik» diye bu-yurulan ayette, böyle bir durum söz konusudur. Yine Hz. Davud hakkında, «Davud Rabbinden af diledi ve rükûa eğilerek, tevbe etti» denilmiştir. Hz. Yusuf'un olayının ardından böyle bir şey zikredilmemiştir. Çünkü Hz. Yusuf'tan böyle bir şey sadır olsay­dı eğer, Hz. Yusuf mutlaka tevbe ve istiğfar ederdi. Tevbe etmiş olsaydı da, mutlak Kur'an'da diğer peygamberlerin tevbelerinin yer aldığı gibi, yer alırdı. Madem ki Allah Teâlâ onun tevbesinden bahsetmiyor, o halde bizler de anlıyoruz ki, Hz. Yusuf böyle bir suçtan beridir. Onun hakkında söylenenlerden uzaktır. Hz. Yu­suf'tan, siyercilerin, hikayecilerin kendi hakkında naklettiklerinin hiçbiri sadır olmamıştır. Ayrıca bu olayla ilgili olan kimselerin, Hz. Yusuf'a nispet edilen kötülüklerden beri olduğuna şahitlik et­meleri de bu gerçeğe delâlet eder.

Bilinmelidir ki, bu olayla ilgili olan kimseler, (yani Hz. Yu­suf, Aziz ve hanımı , ellerini kesen kadınlar ve ayrıca Hz. Yusuf' un gömleğinin yırtıldığına şahitlik eden şahıs) Hz. Yusuf'un bu olayda suçsuz olduğuna dair şahadet etmişlerdir. Bundan başka Hz. Yusuf'un kendisine nispet edilen suçtan beri olduğunu; «Ha­yır! Asil o benden nıurad almak istedi» (Yusuf: 26) ve «Ey Rab-bim! Zindan onların benden istediklerinden .daha hayırlıdır» ayet­leri de göstermektedir. Zeliha'nm kendisi ile ilgili olarak itirafda bulunması ve Hz. Yusuf'un suçsuz olduğuna dair şahitlik etmesi de bu gerçeği doğrulamaktadır:

  «Ben onun nefsinden murad almak istedim» (Yusuf: 32)

  «Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad al­mak istemiştim. Kuşkusuz ki o doğru   söyleyenlerdendir».   (Yu­suf : 51)

  «Aziz dedi ki: Kuşkusuz ki bu sizin tuzağınızdır. Çünkü sizin tuzağınız gerçekten korkunçtur. Ey Yusuf! Sen bundan uzak dur. Ey Zeliha sen de günahlarından tevbe et. Çünkü sen günahkâr­lardan oldun». (Yusuf: 28-29)

  «Kadının akrabalarından biri:   Şöyle   şahitlik etti:   Eğer onun gömleği önden yırtılmtşsa, kadın doğru söylemiştir, o ise ya­lancılardandır. Eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın ya­lan söylemiştir, o ise doğrulardandır». (Yusuf: 26-27)

  «îşte böylece (ona burhanı göstermekle) ondan kötülüğü ve fuhşu çevirdik. Kuşkusuz ki o bizim muhlis kullanmızdandır». (Yusuf: 24)

  «Mısır kralı dedi ki; Yusuf'un nefsinden murad almak is-tediğinizde durum neydi? Kadınlar: Haşa! Allah için biz ondan hiçbir kötülük görmedik! dediler» (Yusuf: 51)

Bu yorum sonucunda, «Şeytan onların arasına girdi. İkisinin boynuna sarılıp, onları biraraya getirdi» diyen kimselerin bu söz­lerinin bâtıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu çok çirkin bir söz­dür. Kimsenin bu tür yorumlar yapması doğru değildir.   .

«Hz. Yusuf hain bir kişinin oturduğu gibi, kadının ayaklarının ortasında oturdu» şeklinde İbn Abbas'tan nakledilen rivayete ge­lince, biz İbn Abbas'ı böyle söylemekten tenzih ederiz. O, bir pey-gamber hakkında böyle konuşmaktan münezzehtir, yücedir. Muh­temelen bunu kıssacılardan ve hikayecilerden bir kısmı İbn Abbas adına uydurmuş olmalıdır. Mücahid ve diğerlerinden nakledilen rivayetler de böylesine uydurulmuş rivayetlerdir. Çünkü hiçbirinin sahih bir senedi yoktur. Böylece o yorumların hepsinin bâtıl oldu­ğu ve Hz. Yusuf'un o rezaletten beri bulunduğu anlaşılmış olmak­tadır. Allah neyi murad ettiğini iyi bilir  [50]

Alusî ise bu ayet ile ilgili olarak şöyle demektedir;

Selefin görüş ve yorumlarına gelince, bizim kanaatimize göre, bunlardan hiçbiri sahih bir şekilde Seleften nakledilmiş de­ğildir. Çünkü bunlar yalan ve birbirlerini nakzeden sözlerdir. Bu tür sözler, müslümanlann içindeki bazı fasıklar hakkında bile söylendiğinde, onların şerefini yıktığına göre, masumluğu kesin olan peygamberler hakkında böyle şeyler nasıl söylenebilir? Bu rivayetlere Arap dili de izin vermez. Çünkü bu rivayetler «Levla» lafzının delilsiz olarak hazfedilmiş olduğunu gerektirir. Çünkü onlar bu rivayetlere binaen, «Eğer Yusuf Rabbinin burhanını gör-meseydi muhakkak ona kastedecekti» şeklinde bir şey takdir et­miyorlar. Oysa Arapçada, hazfedilen cevabın şart edatından önce gelen ifadenin mânâsından olması gereklidir. Çünkü böyle olmaz­sa, onun delili yoktur.

Bu çirkin kastın, Hz. Yusuf'tan sadır olduğunu iddia eden­lerden biri de Vahidî'dir.

Vahidî, «El-Basit» adlı eserinde der ki; ilimlerine güvenilir, rivayetlerine müracaat edilir müfessirler —ki onlar tevili, Kur'an' in nüzulünde hazır bulunan kimselerden almışlardır— şöyle demek­tedirler: «Hz. Yusuf da aynı şekilde kadım arzulamıştı. Kişinin karısı için oturduğu yere oturdu. Fakat Rabbinin burhanını gö­rünce ondan tüm şehveti giderildi». Görüldüğü gibi bunlar, daha önce de vurguladığımız gibi sahih olmayan rivayetlerdir.

Nitekim Ebu Hayyan, «El-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, Hz. Yusuf'tan hiçbir şekilde bu tür bir kastın sadır olmadığı­nı; zira ayetin nazmınm da buna delâlet ettiğini söylemiştir. Za­ten Hz. Yusuf'un Rabbinin burhanını görmüş olması böyle bir kastın kendisinden sadır olmadığını gerektirmektedir.

İmam Fahruddin Razî de yukarıda zikredilen yorumlara şöy­le itiraz etmiştir.

Hz. Yusuf'a nisbet edilen bu günah, günahların en çirkinidir. Böyle bir günah en fasık kimselere bile nispet edilse onlar bundan çekinirlerdi. O halde böyle bir günah nasıl kerim ve doğru olan bir şahsa nispet edilebilir? Üstelik Allah Teâiâ, Hz. Yusuf'un bu kötülük ve fuhuştan beri olduğuna şahitlik etmektedir. Böylesine bir şahadete rağmen bu kötülük ve fuhşu Hz. Yusuf'a isnad etmek nasıl caiz olabilir? Ayrıca böyle bir kötü kast, Hz. Yusuf'tan sadır olsaydı, «İşte böylece (ona burhanı göstermekle) ondan kötülü­ğü ve fuhşu çevirdik» ayetinin ne anlamı kalırdı? Şayet biz, bu ayetin günahın yokluğuna delâlet etmediğini kabul etsek bile, ayet en azından büyük bir yüceliğe delâlet eder. Bilinmektedir ki, ön­ce onun büyük bir günaha yöneldiğine işaret ettikten sonra en büyük övgülerle Hz. Yusuf'u övmesi, Allah'ın hikmetine yakışmaz. Allah'ın, «Kuşkusuz ki Yusuf bizim muhlis kullarımızdandı» cüm­lesine bakan bir kimse, onun masumluğuna dair en fasih şahade­ti görmüş olur. Nitekim İblis'in, «Senin izzetine yemin ederim ki, muhlis kulların müstesna, kullarının hepsini saptıracağıma sözünü de bununla birlikte düşündüğümüzde, İblis'in Hz. Yusuf'u hak yoldan çıkaramadığını ikrar ettiğini anlamış oluruz. Çünkü Hz. Yusuf da muhlis kullardandır. Buna da daha önce naklettiğimiz ayet delâlet eder. İşte bu noktada, Hz. Yusuf'a o kötü fiili isnad eden cahillere şöyle deriz: Eğer Allah'a tâbi olan kullardan iseniz, Allah'ın Hz. Yusuf'un masumluğu hakkındaki şahadetini kabul edin. Yok eğer şeytanın tâbilerindenseniz, şeytanın şahadetini ka­bul edin. Fakat muhtemelen bu cahiller bize şöyle diyeceklerdir: «Biz önce şeytanın talebeleriydik. Ama ondan icazetimizi aldıktan sonra, beyinsizlik ve ahmaklıkta onu bile geçtik».

Bu delillere dikkatli ve insaflı olarak bakan kimseler, kesin­likle Vahidî ve Vahidî gibi düşünen müfessirlerin ellerinde bir de­lil olmadığını görürler. Çünkü onlar sadece mücerred bir taassu­ba saplanmışlar ve birtakım müfessirlerin isimlerini saymakla yetinmişlerdir. Ayetlerin şahadetine muhalif olan iddialarında, bazı zayıf rivayetlerden öte hiçbir delil bulamazlar.

Ebussuud Efendi de «İrşad'ul-Akl'is-Selim» adlı tefsirinde yu­karıda sözü edilen çirkin görüşleri naklettikten sonra şöyle de­mektedir:

«Bütün bunlar hurafedir ve bâtıl olan şeylerdir. Kulaklar bunları dinlemekten nefret eder. Akıllı kimseler bunları reddeder, zihinler bundan kaçınır. Öyle ki, bunları çiğneyip çiğneyip ortaya atanlara veya dinleyip de tasdik edenlere yazıklar olsun, der».

Ebussuud Efendi en sonunda kısaca, Hz. Yusuf'un kastının, onu nefsinden uzaklaştırmak, onu o çirkin fiilden menetmek yö­nünde olduğunu söyler ve kadının zina maksadıyla, Hz. Yusuf'un ise onu o isteğinden döndürmek maksadıyla kasıtta bulunduğu şeklinde bir mânânın ortaya çıktığını öne sürer  [51]

Tefsir edilen 24. ayetin metnindeki «es-Sue» lafzı, ihanet et­mek, «el-Fahşa» lafzı ise zina etmek karşılığında kullanılmıştır.

«es-Sue» lafzının zinanın hazırlayıcısı olan, öpmek ve şehvet­le bakmak gibi davranışlar olması da mümkündür. Bu kelimeden genel anlamda «kötülük» mânâsı da çıkarılabilir.

(25) «İkisi de kapıya doğru koşuştular...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani her ikisi de kapıya doğru koşuşmakta, adeta yarıştılar. Hz. Yusuf kapıdan çıkmak, Zeliha ise onun çıkmasını engellemek için koşmuştu.

Bazı müfessirlere göre, «Koşuşmak» ile kastedilen, onu tut­mak için Zeliha'nm Hz. Yusuf'un arkasından hızla koşmasıdır. «Koşuşuyorlardı» şeklindeki ifade ise mübalağa içindir.

Daha önceki ayette, «el-Ebvab» şeklinde çoğul olarak kullanı­lan kapı kelimesi, burada «el-Bab» şeklinde tekil olarak kullanıl­maktadır. Bunun nedeni olarak «el-Bab» ile kastedilenin kurtuluş yeri olan dış kapı olduğu söylenilmiş ve bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir: «Onların dış kapıya doğru koşuşmaları nasıl mümkün olabilir? Oysa dış kapıdan önce iç kapılar vardı ve rivayete göre bunlar 7 tane idi». Bu itiraza cevap olarak, Ka'b'ul-Ahbar'dan nak­ledilen şu rivayet gösterilebilir; «O kapıların kilitleri Hz. Yusuf on­lara yaklaştığında dökülüp açılıyorlardı». Muhtemelen o kapıların hepsi teker teker kilitliydi ve belki de o kapılar evin çeşitli yönle-rindeydi. Bütün bunlar Hz. Yusuf ile Zeliha'nın bulunduğu .mekâ­na açılan kapılardır. Onlar o kapılardan birisine koşuştular ki böylece Hz. Yusuf çıkabilsin.

«Seyyid» kelimesi kadının kocası anlamında kullanılmıştır. Çünkü o dönemde mal sahibine, ülke başkanına da «Seyyid» de­nilmekteydi. Rivayet edildiğine göre, yine o dönemde bir kadın kocasına «Seyyidim» diye hitap ederdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, «Efendisi» demiş, fakat «ikisinin efendisi» dememiştir. Ebu Hay-yan, tefsirinde şöyle demektedir: «Seyyid» lafzının Hz. Yusuf ile Zeliha'ya raci olan zamire izafe edilmemesinin nedeni onun ger­çekte Hz. Yusuf'un efendisi olmamasıdır. Çünkü Hz. Yusuf aslın­da hür biriydi.

«Kapının yanında»; yani dışa açılan kapının yanında onu gör­düler.

Bazılarına göre onlar, Zeliha'nın amcasınm oğluyla birlikte, kocasmm içeri girdiğini görmüşlerdi. İşte o zaman Zeliha şöyle dedi:

«Ailene kötülük yapmak isteyenin cezası hapsedilmekten ve­ya elemli bir azaptan başka ne olabilir?» Buradaki «ma» edatı ya olumsuzluk bildiren nefiy ma'sıdır veya istifham edatıdır. Olum­suzluk bildiriyorsa, ifade şöyle bir anlam kazanır: «Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası ancak hapsedilmek veya elem ve­rici azaptır». Yok eğer istifham edatı ise, mânâ şöyle olur: «Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası, hapsedilmek veya elem verici azaptan başka nedir?»

En zeki bir insanın bile şaşıracağı bir durumda, Zeliha böy­lesine kurnazca davranmakla, iki amaca birden ulaşmayı hedef­lemişti. Birincisi bu işten beri olduğunu ve her ne kadar durum bunu gösteriyorsa da, böyle bir işte bir dahli olmadığını arzetti. İkincisi, Hz. Yusuf'un kendisine olan çekingenliğini ortadan kal­dırmak ve onu korkutarak kendisine uymamaktaki direncini kır­mak istedi. Nitekim daha ilerideki ayette o, «Andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmadığı takdirde zindana atılacak ve ze­lil düşenlerden olacaktır» demiştir.

İmam Fahruddin Razî, bu ayetten birçok latife ve incelikler ortaya çıkarmıştır.

1) Kadının Hz. Yusuf'a olan şiddetli aşkı, onu böylesine teh­likeli bir durumda iki inceliği gözetmeye itelemiştir:

a) O Önce hapsedilmekten, sonra da elim bir azaptan bah­setmiştir. Çünkü âşık bir kimse maşukunun acı çekmesini istemez ve bunun için de çalışmaz.

b) Kadın Hz. Yusuf'a bu iki cezanın verilmesini söylemeyip, bunu güzel bir ifadeyle zikretti. Bunun nedeni sevgilisini kötülük­le zikretmekten kaçınmak istemesiydi. Ayrıca o    «Hapsedilmek»

şeklinde bir ifade kullanmıştir.Yani bir gün veya daha az bir sü­re. Oysa daimi hapis bu şekilde tabir edilmez. «Onu hapsedüenler-den kılmak gerekir» denilmeliydi. Çünkü Firavun'un Hz. Musa'yı tehdit ettiğinde böyle bir tabir kullandığım Kur'an bildirmekte­dir.

2) Kadın Hz. Yusuf'un daha gençliğinin başında olmasına, direncinin sonuna varmasına, şehvetinin son raddesine gelmesine rağmen, kendisinden kaçındığım görünce, onun temiz bir insan olmasını büyük bir ahlâk olarak değerlendirmiş ve «Yusuf bana_ kötülükle saldırdı» demekten utanmıştır. Sırf açıkça yalan söyle­mekten kaçındığı için böyle bir ifade kullanmıştır.

3) Hz. Yusuf onu dövmek ve kendisinden uzaklaştırmak is­tediği için, —bu da kötülük yapmayı istemek demek olduğundan— kadın «Senin ailene kötülük yapmak isteyenin» şeklinde bir ifade kullanmıştır.

(26-27) «(Yusuf): O benden murad almak...» Bu Ayetlerin Tefsin

Bu ifade mukadder bir sorunun cevabıdır. Yani adeta o za­man Hz. Yusuf'un ne dediği sorulmuş da Hz. Yusuf bu şekilde bir cevap vermiştir: «Kadın birleşmek için beni istedi ve fakat ben ona bir kötülük yapmayı düşünmedim». Hz. Yusuf bu sözü, ken­disini bu imtihandan temizlemek ve zararı kendisinden uzaklaş­tırmak için söylemiştir. Yoksa kadmı rezil etmek için değil. Nite. kim «O» anlamım ifade eden gaib zamirini kullanmakla iyi niyet­li davranmış ve bununla beraber ondan da kaçındığını açıkça söy­lemiştir.

Bazı müîessirler, Zeliha'nın akrabalarından olan şahidin, onun dayısının oğlu olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı rivayetlerde, bu şahidin Zeliha'nın kızkardeşinin oğlu (yeğeni) olduğu tasrih edil­miştir. Ayrıca o zaman çocuğun 3 aylık, beşikteki bir bebek oldu­ğu ve AJlah'ın izniyle Hz. Yusuf'un beratı için konuştuğu söylenil­miştir. Nitekim Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilen bir hadise göre, şu dört kişi beşikte küçük bir bebek iken konuşmuşlardır:

1) Firavun'un kızı Maşite'nin oğlu.

2) Hz. Yusuf'un şahidi.

3) Hz. Cüreyc'in arkadaşı.

4) Meryem oğlu İsa.

et-Tayyibî, bu rivayete şu şekilde itiraz etmiştir: Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri şu hadis, yukarıdaki ri­vayeti nakzetmektedir: «Beşikte üç kişi konuşmuştur. Biri Mer­yem oğlu İsa, ikincisi Cüreyc'in arkadaşı, üçüncüsü ise annesinin kendisini emzirdiği çocuktur. Güzel yüzlü bir binici oradan geçer­ken anesi, «Ey Rabbim! Oğlumu da şu süvari gibi kıl» diye dua edincet çocuk sütü bırakarak «Ya Rabbi beni onun gibi'kılma» der. İşte bu hadis, önceki hadisi nakzetmektedir.

İmam Suyuti ise, et-Tayyibî'nin bu görüşünü reddederek şöy­le demiştir:

Et-Tayyibi, hadis senetlerine muttali olamadığı için böyle de­miştir. Çünkü önceki hadis sahihtir, tmam Ahmed b. Hanbel, «Müsned»inde, İbn Hibban, «Sahih»inde ve Hakim ise, «Müsted-rek»inde bu hadisi rivayet etmişler ve Hakim bu hadisin İbn At>-bas'ınkinden daha sahih olduğunu söylemiştir. Hakim ayrıca bu hadisi Ebu Hureyre'den de rivayet etmiş ve bu hadisin Buhari ile Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu bildirmiştir. Daha ön­ce sözkonusu edilen Buhari ile Müslim hadisinde zikredilen dört çocuktan başka, annesi süt emdirirken yanından geçen bir süva­riyi görüp, oğlunun da o süvari gibi olması için Allah'a dua etme­si üzerine, «Hayır, Ya Rabbi beni onun gibi kılma» diyen çocuğu da bunlara eklemiştir. Böylece beşikte konuşanların sayısı beşe ulaşmış olur. Oysa onlar daha fazladır. Sahih-i Müslim'de, «Uhdud Ashabı» kıssasında, «Çocuk konuştu» diye bir ibare varid olmuş­tur. Beşikte konuşan çocukların sayısının on bir olduğunu söyle­yen İmam Suyutî, bir şiir irad etmektedir: «Beşikte Hz. Muham-med konuştu, Yahya konuştu, İsa konuştu, İbrahim konuştu, Meryem konuştu, Cüreyc'i terbiye eden çocuk konuştu, Yusuf un şahidi konuştu, Uhdud ashabının çocuğu konuştu, yanından süvari geçen ve o süvarinin zina ettiğini açıklayan çocuk konuş­tu. Firavun zamanında Meşite'nin çocuğu konuştu ve Halife Ha-di'nin zamanında eUMübarek konuştu».

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yusuf'un şahidi Zeliha'nın koca­sıyla birlikte bulunan amcaoğludur. O yetişkin ve sakallı bir kim­sedir. Bu, Katade'nin görüşüne ters düşmemektedir. Çünkü Kata-de'ye göre o, Zeliha'nın ailesinden hikmet sahibi bir kişidir. Mı­sır kralı onun fikrine müracaat eder, onunla istişarede bulunurdu. Zeliha'nın akrabalarından biri olması mümkündür. O evde oldu­ğu halde ne Zeliha ne de Hz. Yusuf onun farkına varmamışlardı. O, Zeliha ile Hz. Yusuf arasında olan olayları bizzat görmüş, Al­lah da onu Hz. Yusuf'un lehine olmak üzere öfkelendirdiği için, o hakkı söylemekten çekinmemiştir.

Mücahid «o şahid, Hz. Yusuf'un parçalanmış gömleğinin ken­disiydi» diyorsa da, Alusî, Mücahidin bu görüşünün bir değer ta­şımadığım söylemektedir.

Şahid'in Zeliha'nın akrabalarından olmasının hikmeti, onun bu durumunun Hz. Yusuf'un masumluğuna daha çok delâlet etmesi, ithamı daha çok ortadan kaldırması ve Zeliha'yı daha da susturması içindir. Eğer şahit, daha önce söylenildiği gibi bir ço­cuksa, Zeliha'mn yakınlarından olsun veya olmasın onun şahade­ti bir kıymet taşır. Çünkü çocuğun şahadeti kesin bir delildir.

îster Zeliha'mn akrabalarından olsun veya olmasın, bu kişi­ye «şahid» denilmesi; bu kişinin sözüyle Hz. Yusuf'un sözünün ispatlanması, Zeliha'nmkinin ise bâtıl olmasındandır.

(28) «(Yusuf'un) gömleğinin arkadan yırtılmış...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette Hz. Yusuf'un gömleğinin yırtıldığım görüp de ko­nuşan kimsenin kadının kocası olması, «Raâ» (gördü) fiilinin ka­dının kocasına raci olması durumundadır. Bazı müfessirler, «Raâ» fiilinin şahide raci olduğunu söylemişlerdir.

Buradaki görme fiili, ya gözle görmedir ya da kalbi bir gör­medir. Yani kadının kocası (veya şahid) Hz. Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce (veya anlayınca); «Bu sizin tuzağvnız-dandır» dedi. Onun bu sözü, Zeliha'nın sözünü yalanlama ve Hz. Yusuf'u da tasdik etme anlamındadır. Bunu da çok ince bir us-lûb ile ifade etmiştir. Adeta Zeliha'ya şöyle demektedir: «Onun nefsinden murad almak isteyen sensin. Yusuf ise böyle bir şey yapmayıp} kaçmaya kalkıştı. Ama sen onu yakalamak isterken, gömleğini çekip-yırttın. Bu bakımdan Yusuf, «O benden murad almak istedi» demekte haklıdır. Sen ise ona kötülük isnad etmede yalancısın».

Bazı müfessirlere göre «İnnehuaĞa'ki zamir, Hz. Yusuf ile Ze­liha arasında münakaşa konusu olan duruma racidir. Bu ise Hz. Yusuf'a isnad edilen, kötülüğün istenmesi   meselesiyle,   kadının hapis ve elem verici azap şeklindeki tedbiridir. Yani, tüm bunlar siz kadınların kurnazlığı cinsindendir.

Maverdî'ye göre, bu zamir Zeliha'nın Hz. Yusuf'tan murad al­mak isteyişine racidir. Vasfın genelleştirilmesi, yani tüm kadınla­rı kapsayacak şekilde bir ifade kullanılması, bu hilenin (kurnaz­lığın) tüm kadınlarda kökleşmiş bulunan bir huy olduğuna delâlet eder.

«Kuşkusuz siz (kadınların) tuzağı büyüktür»; yani korkunç­tur. Çünkü kadınların hilesi, erkeklerin hilesinin yapamadığını bazen yapabilir. Hele saraylarda oturan kadınlar, bu hususta bü­yük yetenek sahibidirler. Zira onların diğer kadınlara nazaran da­ha çok vakitleri olduğu gibi, onlar diğer kadınlarla daha içli-dışlı-dırlar ve bu hususta daha kurnazca hareket ederler. Kadınların hilesinin korkunçluğu ve büyüklüğünden dolayı, şeytan aldatılma­sı zor olan kimselere musallat etmek üzere onları kendisine dost edinir. Bir hadiste «Şeytan herhangi birinden ümidini kesince, ona kadınlar vasıtasıyla ulaşmaya çalışır» diye buyurulmuştur.

Bazı alimlerden rivayet olunduğuna göre şöyle buyurulmuş­tur: «Şeytandan daha. çok kadınlardan korkarım. Çünkü Allah Te-âlâ, şeytanın hilesi zayıftır derken, kadınlar için «Kuşkusuz sizin hileniz büyüktür» demektedir. Ayrıca şeytan gizlice vesvese verir­ken, kadınlar yüzyüze verir».

Bazılarına göre «Şeytanın hilesi zayıftır» ayeti, Allah'ın o hi­leye verdiği karşılığın zayıf olduğuna delâlet eder. Kadının hile­sinin büyüklüğü ise, erkeklerin hilesine nispetledir.

(29) «Yusuf! Sen bu işten vazgeç...» Bu Ayetin Tefsiri

«Bu işten» ifadesi, Hz. Yusuf ile Zeliha arasında cereyan eden olaya işaret etmektedir. Yani, «Bu olayı ört, bunu kimseye açık­lama! Çünkü senin doğruluğun ve temizliğin ortaya çıkmıştır. Ey Zeliha! Sen de senden sadır olan ve yaptığının ispatlanmış olduğu günahının affedilmesi için, (Allah'tan) af dile. Çünkü sen günah işleyenlerdensin».

Bu konuşmanın Allah tarafından mı yoksa Aziz veya o şahid tarafından mı yapıldığı hususunda ihtilaf edilmiştir.

îbn Abbas'a göre, bu konuşma hikmet sahibi olan şahid tara­fından yapılmıştır. Bu şahid Hz. Yusuf'a «Senin doğruluğun anla­şılmıştır. Ancak sen bu olayı gizle, kimseye bundan bir şey bah­setme! Ey Zeliha! Sen de günahının affedilmesi için af dile!» de­miştir.

Buradaki «af dileme», Zeliha'mn kocasının onu affetmesi, ha­tasını bağışlaması anlamındadır. Fakat bu takdirde dahi, Allah' tan af dilemenin kastedümesi mümkündür. Çünkü rivayet edildi­ğine göre, Mısırlılar putlara tapmakla birlikte, Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Onlar her kötülüğün Allah katında kötü bir karşı­lığı olduğuna da inanıyorlardı. Allah böyle bir kimseyi affetmedi­ği takdirde, o kimsenin o kötülüğü göreceğini kabul ediyorlardı. Nitekim' onların bir yaratıcının varlığını kabul ettiklerine Hz. Yu­suf'un şu sözü de delâlet eder: «Ey zindan arkadaşlarım! Birçok tanrı mı daha iyidir, yoksa kahhar ve tek olan Allah mı?»

Ayetin zahirine bakıldığında ise, konuşma Aziz tarafından ya­pılmıştır. Hasan Basri'nin dediği gibi Aziz muhtemelen yumuşak biriydi. Yumuşak biri olduğundan dolayı da, bu suçu işlemeye kalkışan hanımını affetmiştir. Rivayet edildiğine göre, Aziz'in na­mus hususundaki hassasiyeti pek azdı. Bu aslında Allah Teâlâ'nın

Hz, Yusuf hakkındaki bir fazlıdır. Çünkü onun bu husustaki has­sasiyeti çok olsaydı, Hz. Yusuf'u öldürebilirdi.

Ebu Hayyan, «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde Kıtfir'in bu­lunduğu iklim şartlarının bu tür bir duyarsızlığa yol açtığını söy­lemektedir.

(30 «Şehirde bazı kadınlar: Aziz'in hanımı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Nisve» lafzı, Ebu Hayyan'ın da dediği gibi, azlığa delâlet eden mukesser bir cemidir. Aynı lafızda tekili yoktur ama aynı mânâda tekili «İmrae» kelimesidir,

Mukatil'den gelen rivayete göre, Aziz'in fırıncısının, sucusu­nun, kapıcısının, hapishane müdürünün ve çobanının hanımları olmak üzere Zeliha'yı kınayan kadınların sayısı beştir.

Kelbî'ye göre bu kadınların sayısı dörttür ve aralarında ka­pıcının hanımı yoktur.

«Şehir» ile kastedilen Mısır'dır. Yani, Mısır'daki bazı kadın­lar; «Aziz'in hanımı hizmetçisine âşık olmuş» diye dedikodu yap­mışlardır. Şehirli olmalarının vurgulanması, daha fazla doğruyu söylerler diyedir. Çünkü çölde yaşayan kadınlar, toplum hayatın­dan uzak oldukları için, şehirde köşk ve saraylarda oturanların durumlarına pek vakıf olamadıklarından onların sözlerine pek il­tifat edilmez. Şehirli olup, dedikodu yapan kadınların dedikodu­larından gelen nefret onların sözlerinden gelmez.

Bazı müfessirlere göre, «Fi'l-Medineti» lafzı, ayetin başındaki «Kale» fiiline taalluk eder. Yani, kadınlar şehirde bulunuyorlardı ve şehirde dedikodu yaydılar.

«el-Aziz», Kıtfir'in vasfıdır. Aslında «ezici ve ezilmeyen şahıs» demektir. Bazen bu sıfat krallara da atfolunur. Muhtemelen bu dönemde Mısırlılar, aralarında devletin özel bir makamına tayin edilen idareci kimselere «el-Aziz» diyorlardı. Fakat her yerdeki idareciler için değil, sadece büyük şehirlerdeki veya Önemli mev­kilerdeki idarecilere böyle diyorlardı. Aziz ile kastedilen Mısır'ın o dönemdeki maliye bakam Kıtfir'dir. Çünkü daha önce geçtiği gibi, o dönemde Mısır'ın kralı Reyyan b. Velid idi.

Bazı müfessirlere göre, Aziz ile kastedilen Mısır kralıdır. Çün­kü Kıtfir o dönemde Mısır ve İskenderiye kralıydı.

Kadınlar, «Zeliha hizmetçisine âşık olmuş» demek yerine, «Aziz'in hanımı hizmetçisine âşık olmuş» dediler. Böyle demekle onlar, Zeliha'nm önemli şahsiyetlerden olduğunu vurgulamak is­temişlerdi. Nitekim onun önemli bir şahsiyet olması dedikodunun şehirde çok hızla yayılmasına neden olmuştu. Çünkü insanlar önemli şahsiyetlerin sapmalarını daha merakla takip ederler.

«Feta» kelimesi genç delikanlı demektir. Çoğulu, «Fetiyet» ve­ya «Fityan»ûır. Bu tabir, köleler için de, hizmetçiler için de kulla­nılır. Çünkü hizmetçilerin çoğu gençtir. Bir hadiste şöyle buyurul-muştur: «Sakın içinizden biri, kölem, cariyem demesin! Benim er­kek hizmetçim (Feta) ve benim kadın hizmetçim (Fetat) desin.

Hz. Yusuf'a, «Feta» denilmiş olmasının nedeni, onun Zeliha'ya hizmet etmesi nedeniyledir. Bazı müfessirlere göre Aziz, Hz. Yu­suf'u satın aldıktan sonra, onu Zeliha'ya hibe etmiştir. Hz. Yusuf, kadınların iddia etmelerine göre, Zeliha'nın kölesi sayılıyordu.

«Şeğafe» yarmak demektir. Yani, Hz. Yusuf'un aşkı Zeliha' nın kalbinin perdesini yarmış, parçalamıştır. Nitekim «Şeğafe»rûn mastarı olan «Şiğaf» kalp perdesi demektir. Bazı rivayetlere göre, bu kelime «Kalbin dili» diye tabir edilen ince bir perdedir. Yani, o aşk bu perdeyi yırtmış ve kalbin tâ özüne varmıştır. Bazıları da «Şiğaf»m, kalbin içindeki nokta; yani öz olduğunu söylemişler­dir. Kelime île mânâ kastedildiği takdirde, mübalâğa açıkça görül­mektedir. Hasan Basri'den rivayet edilen, «Şiğaf, kalbin bâtın kıs­mîdir» şeklindeki görüş de bu manâdadır. Ebu Aliyye'den gelen rivayete göre «şiğaf, kalbin tam ortasıdır.

îbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyh, İbn Abbas'tan şöyle rivayet et­mektedirler: «Şiğaf, öldürücü aşk, şeaf ise bundan daha hafif olan sevgi demektir».

Yine İbn Ebî ile Ebu Şeyh'in, ŞaTai'den rivayet ettiklerine gö­re, «Şiğaf» sevgi, «şeaf» ise delil demektir.

Yine onların îbn Zeyd'den rivayet ettiklerine göre, «şiğıf» ke­limesi sevgide, «şeaf» kelimesi ise, kin ve nefrette kullanılmakta-' dır.

«Esrar'uUBelağa» adlı eserin, «Sevgi'nin tertibi» bölümünde şöyle denilmektedir.

Sevginin ilk mertebesi «Heva»6ır. Onu takip eden mertebeye «Alâka» denir. «Alâka» kalbten ayrılmayan sevgi anlamındadır. Onu takip eden mertebeye de, sevginin şiddetlisi olan «Kulf» de­nir. Onun ardından «Aşk» gelir. Bu, «Hub» diye isimlendirilen miktardan fazla olan kısımdır. Daha sonra «Şeaf» gelir. Bu, kişi­nin duyduğu zevkle birlikte kalbin yanmasıdır. «Lev'a», «laee» keli­meleri de aynı anlamı ifade ederler. Daha sonra «Şiğaf» mertebe­si gelir. Bu da sevginin kalp mertebesine ulaşmasıdır. Sonra «El-Ceva» gelir. Bu ise bâtınî nevadır. Sonra da sevginin kölesi ol­mak anlamındaki «et-Teym» gelir. Onun ardından sevgisinden hasta olmuş anlamını ifade eden, «et-Tebl» gelir. Sonra da «et-Tedellul» gelir İd bu da sevgiden ötürü aklın gitmesidir. Son olarak sevgi mertebesinin en üstünü olan, «el-Heyyum» gelir. Bu, sevgiye mağlup olduğundan dolayı kişinin nereye gideceğini bil­meyerek çöllere düşmesi demektir.

«Mubin» lafzı apaçık demektir. Yani hiç kimseye gizli olma­yacak derecede Aziz'in hanımı apaçık bir sapıklık içindedir. Veya Aziz'in hanımının durumu, insanlar arasında apaçık bir sapıklık şeklinde anlaşılmaktadır. Kelimenin sonundaki tenvin, tazim ifade eder. Yani, o pek büyük bir sapıklık içindedir. [52]

 

Meal

 

31- (Zeliha) onların dedikodusunu işitince onlara haber gön­derdi. Onlara dayanacakları yastıklar hazırladı Ve her birinin eli­ne bir bıçak verdi.  (Onlar önlerindeki meyvaları soyarken), Yu­suf a «karşılarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce, (adeta) bü­yülendiler ve  (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler. Ve «Haşa! Al­lah için bu bir insan değil, bu ancak güzel bir melektin) dediler.

32- (Zeliha): «İşte hakkında beni kınadığınız (kimse)   bu­dur. Andolsun ben onun nefsinden murad almak istedim ama o bundan kaçındı. Fakat eğer o kendisine söylediklerimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve zelillerden olacaktır» dedi.

33- (Yusuf): «Rabbim! Zindan bunların benden istedikle­rinden bana daha sevimlidir. Eğer onlann hilelerini benden çe­virmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum» dedi.

34- Bunun üzerine Rabbi Yusuf'un duasını kabul etti. Ve on­ların hilesini ondan uzaklaştırdı. Kuşkusuz o, işiten ve bilendir.

35- Onlar  (Aziz ve yardımcıları)  delilleri gördükten sonra bile, (yayılan dedikoduların önünü almak için) onu bir süre zin­dana atmaları kendilerine münasip göründü.

36- Onunla  (Yusuf'la)  beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, «Ben (rüyamda) şarap sıktığımı gördüm» de­di. Diğeri de «Ben de başımın üstünde bir ekmek taşıdığımı, kuş­ların da  ondan  yediğini gördüm. Bunun yorumunu bize bildir. Çünkü biz senin güzel davrananlardan  (olduğunu)  görüyoruz» dediler.

37- (Yusuf): «Size yedirilecek bir yemek, daha size gelme­den önce, mutlaka onun mahiyetini size bildirmiş olurum. Bu ba­na, Rabbimin öğrettiklerindendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti de inkâr eden bir kavmin dinini terkettim» dedi. [53]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(31-32) «(Zeliha) onların dedikodusunu...»Bu Ayetlerin Tefsiri

«Mekr» kelimesi îbn Cerir ile îbn Ebi Hatim'in, Katade'den rivayet ettiğine göre, dedikodu ve aleyhde konuşmalar demektir. «Onların mekrini bildi»; yani dedikodularına vakıf oldu.

îbn Ebi Hatim'in, Süfyan'dan rivayet ettiğine göre, buradaki mekr, onların amelleri, yaptıkları demektir. Ve Kur'an'da geçen her «mekr» kelimesi, amel anlamındadır.

«Muttekeen» kelimesi îbn Cerir, Îbn'ul-Münzir, İbn Ebi Ha­tim ve Ebu Şeyh'ten rivayet edildiğine göre yemek sofrası de­mektir. Yani kadın onlara bir sofra hazırladı. Mısırlıların o zaman­ki adetlerine göre, sofra kurulduğunda ,her kadının eline bir bı­çak verilirdi. Herkes o bıçaklarla yemeklerini yerlerdi. Kadınlar Hz. Yusuf yanlarına çıkıp da onu gördüklerinde adeta öyle büyü­lendiler ki, gözlerini üzerinden ayıramadılar ve farkında olmadan meyvaları doğruyormuş sanarak ellerini kestiler. Yani Hz. Yusuf' un güzelliği karşısında bu kadar şaşkın bir hale düşmüşlerdi.

ibn Cübeyr ile îbn Merduveyh'in ibn Abbas'tan rivayet ettik­lerine göre, her kadının eline bir bıçak ve (turunçgiller denilen cinsten) bir meyva verildi. Ellerindeki meyvayı soyuyor zannıyla, ellerini kesmeye başladılar.

îbn Ebi Şeybe ,İbn Cüreyc İbn'ul-Münzir'in başka bir senedle Mücahid'den naklettikleri rivayete göre, «Muttekeen» kelimesi dayanılacak yastıklar demek değil, narenciyedir. İbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyhin diğer bir senedle Mücahid'den rivayet ettiklerine göre, «Muttekeen» kelimesi şeddeli okunduğunda yemek, şedde-siz okunduğunda ise narenciye demektir.

İbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyh, Seleme b. Tamam ve Ebu Abdul­lah el-Kıssâi'den, bu kelimenin Habeşçe olduğunu ve narenciye anlamında olduğunu rivayet etmişlerdir.

. îbni Cerir ve Îbn'ul-Münzir'in, Said b. Cübeyr'den rivayet- et­tiklerine göre, Zeliha onlar için içki, yemek ve dayanacakları yas­tıklar hazırlamıştı. Dahhak da bunun bir benzerini söylemiştir.

îbn Ebi Hatim'in îkrime'den rivayet ettiğine göre, «Mutteke­en» kelimesi bıçakla kesilen her türlü nesne için kullanılmıştır.

Yine îbn Ebi Hatim'in, Dureyd b. Meşacî'den rivayet ettiğine göre, Zeliha evin kâhyasına; «Yusuf'a beyaz elbise giydirip onu bu şekilde kadınların bulunduğu odaya götür» demiştir. Çünkü güzel bir insan, beyaz elbise giydiğinde daha güzelleşir.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre «Muttekeen» yemek meclisidir. Çünkü onlar yemek meclisinde gururlu olarak, zengin­lerin adeti Üzerine yaslanarak yemek yiyorlardı. İslâm'da Hz. Pey­gamber yaslanarak yemek yemekten menetmiştir. İbn Ebi Şeybe' nin Cabir'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) kişinin sağ elini kullanma imkânı olduğu halde sol eliyle yemesini yasak­lamış ve yaslanarak yemek yemekten menetmiştir.

Bazı müfessirlere göre, «Muttekeen» kelimesi bıçakla soyulan bütün nesneleri kapsamaktadır. Bazılarına göre de, kelime mim'in ötresiyle okunması halinde Kinde dilinde ya sofra, ya da içki manasına gelir.

Herbirine bıçak verilmesinin nedeni önündeki meyvayi kes­mesi için idiyse de, Zeliha'nın bundaki amacı onların Hz. Yusuf'u gördüklerinde ellerini kesip doğramalarını tesbit edebilmekti. Böy­lece onları delille susturmuş olacaktı. Bununla beraber belki de bu hilesiyle Hz. Yusuf'un da gözünü korkutmak istemiş olabilir^ Şöyle ki Hz. Yusuf çok kadını birden ellerinde bıçakla görünce kendisine saldırabileceklerini düşünerek korkar ve sürekli bu kor­kuyu içinde taşıyabilirdi. Dolayısıyla bunun için Zeliha'nın arzu­larına karşı koyamayacaktı.

Kadınlar bıçakları kullanarak, önlerindeki yemekleri yemekte oldukları bir anda, Zeliha Hz. Yusuf'a onlara görünmesini söyledi. Hz. Yusuf odaya girdiğinde, onlar Hz. Yusuf'u görür görmez ade­ta büyülendiler. Onun baş döndürücü güzelliği karşısında, dehşete kapılmışlardı. Çünkü onun diğer güzeller yanındaki güzelliği, tıpkı dolunayın diğer gecelerdeki ayın şekillerine nisbetle olan güzelliği gibiydi.

İbn Cerir'in Said b. el-Hudri'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); «Miraç gecesi Yusuf'u gördüm. Ayın ondördü gibiydi» diye buyurmuştur. Başka bir rivayette «Allah'ın Adem'i yarattığı günde Adem nasıl idiyse, Yusuf da tıpkı onun gibiydi» de­nilmiştir.

İbn Abbas'a göre, «Ekbernehu» fiili, onların Hz. Yusuf'u gör-düklerinde hayza girdiklerini ifade etmektedir. Hayza «İkbar» de­nilmesinin nedeni, baliğ olmanın ve ergenlik çağma varmanın ha-yızla bilinmesindendir. Adeta hayız, gençleri artık küçüklükten çı­karıp, büyüklük yaşına sokar. Bu bakımdan «Ekbeme» fiili, ya hayızdan kinayedir ya da mecazî anlamda kullanılmıştır. Bu yo­ruma göre fiilin sonundaki zamir, ya masdara ya da Hz. Yusuf'racidir. Yani onlar şehvetlerinin şiddetinden hayız oldular. Nite­kim Vahidi'nin iddiasına göre, kadın şiddetle şehvete tutulduğun­da hayz olur. Ancak el-Ezheri, onların o anda hayza girmelerinin nedenini şöyle açıklamaktadır: «Kadınlar korktuklarında düşük yaparlar ve dolayısıyla hayza yani nifasa, lohusa kanına girmiş olurlar».

Ayetten maksad da «Onlar dehşete kapıldılar ve hayza girdi­ler» demektir.

Bazı müfessirlere göre bu kelimenin anlamı şudur: Onlar Hz. Yusuf'un üzerinde peygamberlik mührünü, risalet simasını, Al­lah'a karşı olan huşu ve taatinin izlerini, meleklerinki gibi fazilet ve ahlâkım görünce,  meselâ o, yemeğe ve kadına iltifat etmiyor­du  onun heybeti ve korkusu kalplerine yerleşti.

«Ellerini kestiler»; yani ellerini yaraladılar. Öyle bir hâle gel­diler ki, şaşkınlıktan elleri ile meyvayı (veya bıçağın önüyle ar ka­sım) ayırdedemediler. [54]

 

Melekler Mi, İnsanlar Mı Daha Büyüktür1}

 

«Haşa! Allah için bu bir insan değil, bu ancak güzel bir me­lektir»; yani ahlâkında, iffetinde, nezahatmda güzel bir melek gibi­dir. Bu sözü, insanların fıtratına yerleştirilen bir mânâdan dolayı söylediler ki o mânâ şudur: Canlıların hiçbiri meleklerden daha güzel, şeytandan daha çirkin değildir. İşte bu noktadan hareketle, güzellikte ve çirkinlikte dorukta olan insanlar, sürekli melekle­re ve şeytana benzetilir.

Kadınların böyle demelerinin nedeni şuydu: Hz. Yusuf güzel­lik mertebelerinin en üst makamına çıkmıştı. Kadınlarca uygun olan kemâlin en üst derecesindeydi. Bu takdirlerden anlaşıldığına göre, ayet-i kerime meleklerin Ademoğlu'ndan daha üstün olduğu­na delâlet ediyor değüdir. Ebu Alî el-Cübbaî, ayetten böyle bir an­lam çıkarmışsa da, yanılmıştır. Aynı şeküde onu destekleyen Fah-ruddin Razî de aynı yanlışlığa düşmekten kurtulamamıştır. Birçok müfessire göre bu sözden o kadınların maksatları, Hz. Yusuf'u ma­ruz kaldığı iftiradan en mükemmel bir şekilde tenzih etmek, uzak­laştırmaktır. Bu yüzden, «Onu tenzih ederiz! Allah için bu bir in­san değil, bu ancak güzel bir melektir» demişlerdi. Onların Zeli-ha'yı kınadıkları hususu; «Aziz'in hanımı Ken'anlı kölesine âşık olmuş» şeklinde ifade etmişlerdi. Zeliha da onlara şöyle cevap vermiştir. «İşte o Ken'anlı köle budur ki siz onu kendinizce vasıf­landırmış ve hem onun hakkında hem de benim hakkımda diye­ceklerinizi demiştiniz. Şimdi onun nasıl bir kimse olduğunu ve hakkımdaki suçlamalarınızda haklı olup-olmadığıntzı anladınız mı?»

Hz. Yusuf bizzat orada bulunduğu halde, uzak yerleri göster­mek için kullanılan «Zalike»nin kullanılmasının nedeni, ya Hz. Yusuf'un güzellikteki mertebesinin yüceliğine işaret etmektir, ya da Hz. Yusuf bu hususta benzersiz olduğundan dolayı benzerinin bulunmasının uzak bir ihtimal oluşundandır.

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yusuf kınamanın olduğu vakitte orada değildi. Ancak bu söz sarfedüdiğinde oradaydı. Eğer bu işa­ret ilk zamana nispetle yapılmışsa, doğrudur. Yok eğer ikinci dö­nem mülahaza ediliyorsa, Hz. Yusuf yakında bulunuyordu. Uzak­lara işaret etmek için kullanılan lafzın, burada kullanılmasının ne­deni, bunun mertebesinin uzağın mertebesinin yerine konulmasın­dan ileri gelmektedir. Muhtemelen bu konuşma anında, Hz. Yusuf oradan uzaklaştırılmıştı ki dehşetleri daha da artmasın. Bu yüz­den uzak için kullanılan «Zalike» lafzı burada kullanılmıştır.

îbn Atiyye, «Zalike» lafzının, Hz. Yusuf'un sevgisine işaret olabileceğini söylemiştir.

«Andolsun ben onun nefsinden murad almak istedim» demek­le Zeliha, kendisinde gizli kalan tarafları ortaya koymuş; yani on-larm aleyhindeki delilleri ortaya koyduktan ve onların nezdinde mazur görülmesi gerektiğini tespit ettikten sonra, böylece ikrarda bulunmuştur: «Allah'a yemin ederim ki, sizlerin dediği ve duydu, ğu gibi, gerçekten de ben onun nefsinden murad almak istedim ama o bundan kaçındı. Fakat eğer benim dediğimi yapmazsa ke­sinlikle hapsedilecek ve zelil düşenlerden olacaktır». Böylece Ze­liha onların işittikleri şeyin., doğru olduğunu kendilerine itiraf edip söyledikten sonra, eski arzusundan vazgeçmediğini ve hiçbir kınamanın kendisini bu isteğinden vazgeçiremeyeceğini açıkça bil­dirmiştir.

«es - Sağirine», Sağire —yasğaru, sağaran ve sağran kökünden gelmektedir ve ezilmiş, değersiz ve zelil düşmüş kimseler anlamın­dadır. Yani Hz. Yusuf kendisinin dediğini yapmadığı takdirde, bu kimselerden olacaktır. Buradaki zillet, beden bakımından değil, değer bakımındandır. Beden (cisim) için kullanılan sağir kelime­si, sağure kökünden gelir. Muhtemelen, bu sözü o kadınların ya­nında söylemekteki amacı, Hz. Yusuf'a eski ısrarında hiçbir yu­muşama olmadığını ve kimseden kor-K-maksızın arzularının sürdü­rüldüğünü bildirmek suretiyle, Hz. Yusuf'un önündeki kapıları kapatmak, ayrıca kadınların huzurunda yalancı çıkışının öfkesini bu şekilde almaktı. Bilinmektedir ki, bir insan zilletle itham edil­diğinde,  ki o kimse izzet-i nefis sahibiyse onda bu husus büyük bir tepkiye yol açar  bu durumda Hz. Yusuf'un üzerinde şiddet ve imtihanın birçok çeşidi biraraya gelmişti:

1- Zeliha çok güzel bir kadındı.

2- Zeliha servet sahibi bir kadındı ve   servetini   davetine uyduğu takdirde Hz. Yusuf'a verebilirdi.

3- Kadınların hepsi de, Hz. Yusuf'u bu işe teşvik ediyor ve onu tehdit ediyorlardı.

4- Zeliha aynı zamanda güç ve imkân sahibi bir kadın ol­duğundan, bir kötülük yapmasından korkulabilirdi. Nitekim Hz. Yusuf'u öldürtebilirdi ve Hz. Yusuf da bundan çekiniyordu.

îşte bir insanın korunma gücü bu dehşetli şartlarda zayıflar. Bir kimsenin bunlardan birine bile güç yetirmesi çok güç iken, Hz. Yusuf'un bunların hepsine birden karşı koyabilmesi nasıl mümkün olacaktı? Bu yüzden Hz. Yusuf, Allah'a sığınarak O'na, aşağıdaki ayetlerde zikri geçecek hususlarda münacaatta bulun­du.

(33-34) «(Yusuf): Ey Rabbim! Zindan bunların...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Zindannn Hz. Yusuf'a daha sevimli gelmesinin nedeni şun­lardır: Zindamn güçlükleri ve zorluklan bir gün gelir, sona erer. Ama onlann Hz. Yusuf'u davet ettikleri zina, her ne kadar lez­zetli bir şey ise de, dünya ve ahiret rezaleti bu fiilin ardından he­men akmaya başlar.

Burada, Hz. Yusuf'u zinaya çağıran sadece Zeliha iken, niçin Hz. Yusuf'un «Onlann beni davet ettiği şeyden, zindan bana da­ha sevimlidir» demiş olduğu; yani zinaya davet işinin niçin tüm kadınlara isnad edildiği sorulabilir?

Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Onlar Hz. Yusuf'u Zeliha' nın tehdidini yerine getirebileceği ihtimaliyle korkutarak, Hz. Yu­suf'a Zeliha'nın tehdidini güzel göstermek için ellerinden geleni yapmışlardı. Nitekim rivayet edildiğine göre, o kadınlar Hz. Yu­suf'a; «Ona itaat et. ,Onun vereceği cezadan korunmak için, onun arzusunu yerine getir. O bir mazlum iken, sen bir zalimsin» del­mişlerdir. Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: «Onlann her biri gizlice öğüt verici olarak Hz. Yusuf'u yanlarına çağırdılar. Hz. Yusuf ile tek başlarına kaldıklarında ise, onu kendilerine davet ettiler».

Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin'den şöyle bir rivayet nak­ledilmiştir: «Onlann her biri Hz. Yusuf'a gizlice haber göndere­rek kendilerini ziyaret etmesini istediler». İşte bundan dolayı, davet onların tümüne birden isnad edilmiştir.

Kurtubî'nin zikrettiği bir rivayette şöyle denilmektedir: Hz. Yusuf; «Ey Rabbim! Zindan bunların benden istediklerinden ba­na daha sevimlidir» dediğinde, Allah Teâlâ; «Ey Yusuf! Sen nef­sine zulmettin. Eğer afiyetin kendine daha sevimli geleceğini söy-leseydin mutlaka sana afiyet verirdim» diye buyurmuştur. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a), sabır talebinde bulunan kimse­lere şiddetle muhalefet ederdi. Ayrıca Musa b. Cebel'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a), Allah Teâlâ'dan sabır diledi­ğini işittiği bir kimseye; «Sen bu isteğinle aslında belâ istemiş olu­yorsun! Allah'tan afiyet dilesene!» demiştir. (Tirmizi)

«Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyle-leder ve cahillerden olurum» demekle Hz. Yusuf, diğer peygam­berlerin ve salihlerin yolunu takip etmek suretiyle Allah'ın lütfu-na sığınmış oluyordu. Çünkü onlar hayırları elde etmek, kötü­lüklerden korunmak hususunda sadece Allah'a sığınırlar, nefsle-rindeki kuvvet ve kudreti adeta soyup atarlardı. Bu yüzden Hz. Yusuf o kadınların hilelerini kendisinden uzaklaştırmak için, tıp­kı yardım isteyen birisinin, «Eğer sen bana yetişmezsen, helak olurum)) demesi gibi, «Kendimi savunmaya gücüm yok» diyerek Allah'a sığınmıştır. Hz. Yusuf böyle demekle Allah'tan kendisini cebren iffet ve ismete götürmesini talep etmiş değildir.

«Cahiller» kelimesi bildikleriyle amel etmeyen kimseler demek­tir. Çünkü bilgisiyle amel etmeyen kimseye o bilgisinin bir yararı dokunmaz. Böyle bir kimse ile hiç bilmeyen kimse eşittir. Bu kelimeyle sefihlerin ve akılsızların kastedilmiş olması da mümkün­dür. Yani, «Eğer ben, onların beni davette ısrar ettikleri çirkin davranışı yaparsam cahillerden olurum.». Hikmet sahibi bir kim­se çirkin bir davranışı işlemez. Bu bakımdan akılsızlık anlamına gelen cehalet, ilimsizliğin değil, hikmetin karşıtıdır.

(35) «Onlar (Aziz ve yardımcıları) delilleri...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hum» (onlar) zamiri Aziz'e ve meseleyi halletmeye ça­lışan adamlarına racidir. Onlar bir dönem Hz. Yusuf'u, bu olayı kimseye söylememek ve gizlemekle yetinmişler ve bundan sonra kendilerini kararlarından caydıran delilleri gördüklerinde, onu bir zaman için hapsetmeye karar vermişlerdir.

«Âyat» lafzı, Hz. Yusuf'un suçsuzluğuna, tertemiz olduğuna delâlet eden deliller demektir. Bu delillerin ne olduğu hususun­da, değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre deliller gömleğin arkadan yırtılması ve kadınların Hz. Yusuf'u gördüklerinde el­lerini doğramalarıdır. Katade, İbn Cerir'in rivayetine göre, bu iki delili öne sürmüştür. İşte bu yoruma binaen çoğul sığasının tesniye(ikil) mânâsında kullanıldığı belirtilmiştir ki bu da Arap-çada çokça vuku bulan bir meseledir.

Mücahid'den bu delilleri, sadece gömleğin arkadan yırtılma­sına işaret ettiği şeklinde bir görüş rivayet edilmiştir. Mücahid'e göre, kadınların şaşkınlıktan ellerini doğramaları o anda Hz. Yu­suf'un suçsuzluğuna delâlet etmez. Belki de bu o anda Hz. Yu­suf'un tesiri altında kaldıklarından dolayıdır. Mücahid'in bu yo-runıuna göre, çoğul sigası tazim üzerine hamledilir. Yani, bu bir­kaç delilin yerine geçen bir delildir.

Bazılarına göre «el-Âyat» lafzmdaki,  «elif-lâm» cins içindir ve çoğul sigasının mânâsını iptal etmiştir. Hz. Yusuf'u görüp de ellerini doğramalarının delillerden sayılmasına gelince, bunun nedeni şudur: Aynı mecliste oturan birçok kadını şaşırtan, hem de bir bakışta şaşırtan Hz. Yusuf'un güzelliği, Zeliha'nm da bu güzellik karşısında şaşırdığına ve dolayısıyla Hz. Yusuf'a tebelleş olduğuna delâlet etmektedir. Bu istek Hz. Yusuf'tan değil, ondan gelmiştir.

Bazı müfessirlere göre, bu delillerden biri de, gelen kadınla­rın aracılarını gönderme suretiyle veya mecliste tek tek Hz. Yu­suf'a nasihat ettiklerinde Hz. Yusuf'un onlardan korunmasıdır. Çünkü Aziz ve adamları, bu durumu duyarak böyle bir olayın ol­duğunu kesinlikle kavramış, âdeta olayı gözleriyle görmüş gibi olmuşlardı. Bu ise, Hz. Yusuf'un suçsuzluğuna delâlet eder.

tbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyh'in İkrime'den rivayet ettikleri­ne göre, o îbn Abbas'a bu delillerin ne olduğunu sorduğunda, İbn Abbas şöyle cevap vermiştir: «Bu soruyu daha önce senden baş­ka bana kimse sormamıştı. Bu deliller gömleğin arkadan yırtıl­ması ve Hz. Yusuf'un bedeninde iz bırakması, bıçağın ellerini kesmesidir». İbn Abbas burada gömleğin yırtılırken onun bede­ninde iz bırakmasını da deliller arasına katmış olmaktadır. Oysa daha önceki rivayetlerde bunu saymamıştır.

«(Münasip) göründü» ifadesindeki, «göründü» anlamını ifa­de eden «Beda» fiilinin faili ya masdanna raci olan bir zamirdir ya da arkadan gelen cümlenin mazmunu, yani içeriğidir.

«Bir süre»; yani dedikoduların ardı-arkası kesilene kadar. Onlar Mısır'da yayılan bu çirkin olay unutuluncaya kadar Hz. Yusuf'u zindanda tutmak istemişlerdi. Bu Aziz'in fikriydi. Zeliha-nm fikriyse, Hz. Yusuf'u itaatsizlikten vazgeçirinceye, onu Zeli-ha'nın dediklerini yapmaya zorlayıncaya ve halkın suçlu olarak Hz. Yusuf'u bileceği zamana kadar, onun hapishanede tutulmasıy-

Bazı müfessirler, buradaki «Hin» lafzının beş veya yedi yıl anlamını ifade ettiği görüşündedirler.

Mukatil'e göre Hz. Yusuf hapishanede tam iki yıl kalmıştır.

Alûsî ise, en doğru davranışın kesin rakamlar vermemek ol­duğunu ve uzun bir süre olduğu kesinse de, orada ne kadar sene kaldığının bilinmediğini söylemektedir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre, «Hin» lafzı sınırlı olmayan, kısa veya uzun bir zaman dilimi için kullanılmaktadır.

(36) «Onunla (Yusuf'la) birlikte zindana...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf ile birlikte zindana giren iki genç Mısır'ın en bü­yük krallarından Reyyan b. Velid'in hizmetkârlanndandı. Biri aş­çısı, diğeri ise sâkisiydi. Kral onlara öfkelenmişti ve bunun nede­ni şuydu: Mısır eşrafından bir grup krala suikast teşebbüsünde bulunmuşlardı. Aşçı ile saki'ye onun yemek ve içkilerine zehir koymaları şartıyla büyük bir servet va'dinde bulunmuşlar ve on­lar da bu işi kabul etmişlerdi. Ancak daha sonra saki bu işten vaz­geçmiş ve fakat aşçı işe devam ederek rüşvetini almış ve yemeğe zehir koymuştu. Sonra kralın huzuruna geldiğinde sâkî krala, «Ey kralım! Yeme! Çünkü yemek zehirlidir!» der. Aşçı da, «Ey kralım! içme! Çünkü içki zehirlidir!» diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine kral, sakiye «Getirdiğin şarabı iç» der ve saki içer. Şarap zehirli olmadığından da kendisine bir zarar vermez. Aşçıya da ge­tirdiği yemeği yemesini söyler ama aşçı yemez. Bunun üzerine kral da o yemeğin bir hayvana yedirilmesini söyler ve yemeği yiyen hayvan ölür. Kral her ikisinin de hapsedilmesini söyler. Onlar da tesadüfen Hz. Yusuf ile birlikte hapse girerler. Ayette her iki gencin de kendi isteği ile hapse girdikleri gibi bir mânâ anlaşılı-yorsa da, onlar kralın eniri üzerine hapishaneye girmişlerdir. Fa­kat bu ifade, onların Hz. Yusuf'u gördüklerinde hapishanenin kendilerine korkutucu gelmediğine işaret eder. Çünkü onların kal-bine Hz. Yusuf'un sevgisi yerleşmiş ve her nefsin dostunun bulun­duğu yerde olmayı istediği gibi bir durum hasıl olmuştu.

Birçok kimselerin İbn İshak'tan* rivayet ettiklerine göre, on­lar Hz. Yusuf'u gördüklerinde «Ey genç! Allah'a yemin ederiz ki, seni gördüğümüzde seni sevdik» derler. Hz. Yusuf da onlara, «Size || Allah adına yemin verdiririm ki beni sevmeyin. Çünkü beni kim sevmişse vallahi onun yüzünden başım belaya girdi. Halam beni sevdi, bu sevgiden dolayı başıma belâ geldi. Babam beni sevdi, bu sevgiden dolayı başıma belâ geldi. Aziz'in hanımı beni sevdi bu sevgiden dolayı da işte gördüğünüz gibi başıma bu hapishane belası geldi. Ne olursunuz ey Allah'ın mübarek kullan! Beni sev­meyin!» der. Fakat onlar yine de onu sevmekten vazgeçmezler.

«Mea» (beraber) lafzı, üçünün de aynı saatte hapishaneye girdiklerine delâlet eder. Ancak bu lafız her yerde bunu ifade et­mez. Nitekim Belkıs, «Ben Süleyman ile beraber müslüman ol­dum» demiştir. Oysa Hz. Süleyman'ın müslüman olduğu zaman, daha Belkıs İslâm'a girmemişti. Buna şöyle cevap verebiliriz: Bel­kıs hadisesinde bu lafız (Mea) mecaz ifade eder. Fakat burada mecaz olmadığından, lafız hakikat üzerine hamledilmelidir.

Hapishaneye girdikten sonra (Beno) adlı saki, Hz. Yusuf'a rüyasında üzüm sıkıp, ondan şarap yaptığım gördüğünü söyler. Rivayet edildiğine göre o, üç dalı olan ve dallannda birçok sal­kımların bulunduğu bir üzüm asması görür. Rüyasında onları sı­kıp krala içiriyordu. Ayette geçen «Hamr» (şarap) kelimesi bu­rada üzüm mânâsına alınır. Çünkü «Şarabı şarap yapıyordu» veya «Şarabı sıkıp şarap yapıyordu» demenin bir anlamı yoktur. İfade, üzüm sıkıp şarap yaptığına delâlet eder.

Bazıları Gassanlılann dilinde, bazıları da Ezruat dilinde «hamr»m üzüm anlamına geldiğini söylemişlerdir. Ubey b. Ka"b ve İbn Mesud, kelimeyi, «Hamren» yerine «İnaben» şeklinde oku­muşlardır. Buharî tarihinde İbn Cüreyc, İbn Münzir, îbn Ebi Ha­tim, Ebu Şeyh ve İbn Merduveyh çeşitli senetlerle bunu İbn Me-sud'dan bu şekilde rivayet etmişlerdir. İbn Mesud; {(Vallahi ben bunu Rasûlullah'tan böyle aldım» diyerek yemin de etmiştir.

Kralın aşçısı da Hz. Yusuf'a; «Ben de rüyamda başımın üze­rinde ekmek taşıdığımı ve kuşların bu ekmekten yediğini gördüm» anlamında bir söz söylemiştir. Rivayet edildiğine göre o; «Kralın mutfağından çıktığımı, başımın üzerinde de içi ekmek dolu üç sepet bulunduğunu ve kuşların da üzerlerine konmuş onları ye­diklerini gördüm. Ey Yusuf ikimize de bu rüyaların tabirini, (so­nucunu) söyle» demiştir.

«Bitevilihi» kelimesindeki zamir, iki rüyaya da şamildir. Za­mir burada istiare yoluyla ism-i işaret yerinde kullanılmıştır.

«Çünkü biz senin güzel davrananlardan (olduğunu) görüyo­ruz» cümlesi onların niçin Hz. Yusuf'a rüyalarını söylediklerini ve niçin ondan bu rüyalarının açıklamasını istediklerinin sebebi­dir.

«Görüyoruz», yani inanıyoruz ki güzel davrananlardan, iyilik yapanlardansın.

«Güzel davranmak» ile kastedilen rüyaları güzelce tabir et­mek demektir. Çünkü Hz. Yusuf hapishaneye ilk girdiğinde, «Ben rüyaları güzelce tabir ederim demişti». Ya da «Senin iyilik yapan­lardan (olduğunu) görüyoruz»; yani alimlerden olduğunu görüyoruz. Nitekim Hz. Ali, «Bir kimse neyi iyi bilirse kıymeti de ona göre olur» demiştir. Onlar da Hz. Yusuf'un alim ve fâzıl bir kim­se olduğunu, konuşmalarından, insanlara hitap etmesinden anla­mışlardı.

İbn Ebi Hatim, Katade'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Yu­suf hapishaneye girdiğinde, orada ümitleri kesilmiş, belâ ve mu­sibetleri şiddetlenmiş, hüzünleri artmış bir topluluk görür ve on­lara; «Müjdelenin, sabredin. Ecir-alırsınız. Çünkü bu sıkıntıların büyük bir ecri vardır» der. Onlar da: «Ey genç! Allah sana bere­ket versin! Ne güzel yüzün var. Ahlâkın da, endamın da ne güzel! Senin komşuluğun bize bereket getirdi. Bize geldiğinden beri, bu­radan başka bir yerde olmayı istemiyoruz. Çünkü sen bize, ecrin verileceğini ve hapsin kefaret olacağını haber verdin. Sen kimsin ey genç?» derler. Hz. Yusuf «Benim adım Yusuf'tur Allah'ın saf ve seçilmiş kulu Yakub'un oğluyum. O da Allah'ın kurbanı İshak' m, o da Allah'ın dostu İbrahim'in oğludur» diye cevap verir. Bu­nun üzerine Hapishane Müdürü; «Ey genç! Eğer gücüm yetseydi, seni hapisten çıkarırdım. Fakat sana hapishanede çok iyi davra­nacağım.. İstediğin hücrede kalabilirsin» der.

Bazı ihüfessirlere göre, «Senin iyilik yapanlardan olduğunu görüyoruz» ifadesiyle kastedilen, «Senin hapishane halkına iyilik yapanlardan olduğunu görüyoruz» demektir.

Said b. Mensur ve diğer alimlerin rivayet ettiğine göre Dah-Kak'a Hz. Yusuf'un muhsinlerden olmasının ne anlama geldiği so­rulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: «Hz. Yusuf, hapishanede bir kimse hastalandığında hemen onun yardımına koşar, yeri dar olan birine, geniş yer bulmak için çalışır ihtiyacı olanın ihtiyacım gi­dermeye uğraşırdı».

(37) «(Yusuf): Size yedirilecek bir yemek...»   .

Buradaki istisna, hâllerin en güzelinden olan bir mahiyette­dir. Yani istisna-i muferreğ'dir. Yani, «İkinize herhangi halde ye-dirileceğiniz herhangi bir yemek gelmez. Ancak ikinize onun yo­rumunu, mahiyetini ve diğer durumlarını açıldıktan sonra gelir» kısaca mânâ şöyledir: «Size (şu, şu vasıfta bir yemek getirilecek­tir diye bildirdiğim) yemek gelmeden önce, ben size onun yoru­munu haber vermiş olurum».

îmam Suyuti, Hz. Yusuf'un o iki kişiye rüya tabirini bildiği­ni haber verip, şöyle söylediğini nakleder: «Rüyanızda size rızık olarak verilecek bir yiyecek daha size gelmezden önce, siz uyanık­ken ben size onun size geleceğini söylerim».

Kadı Beyzavî, «Tevil» kelimesini mahiyet ve keyfiyetin beya­nı olarak tefsir etmekte ve bunun müşkili tefsir etmeye benzedi­ğini söyleyerek, arkasından şunları eklemektedir: Peygamberle­rin ve onların varisleri olan alimlerin usulünce, Hz. Yusuf onların isteklerini yerine getirmezden önce, onlara kendilerini dosdoğru irşad ve tevhide davet isteğinde bulundu. Mucize olacak gayb ha­berlerini öne sürdü ki böylelikle onları davetinde ve tabirinde doğ­ru olduğuna ikna edebilsin.

Nesefî ise şöyle demektedir: Onlar Hz. Yusuf'tan rüyalarının tabirini istediklerinde ve Hz. Yusuf'u muhsinlerden olmakla va­sıflandırdıklarında Hz. Yusuf'un böyle söylemesi gerekti. Hz. Yu­suf bunu vesile kabul ederek kendisini alimlerin ilminin üstünde bir özellikle nitelendirdi. Bu da gaybten haber vermektir. Onların ikisine hapiste iken gelecek yemekler daha kendilerine gelmeden önce, o yemeklerin ne olduklarını kendilerine açıklayarak, şöyle dedi: «Bugün size şöyle, şöyle yemek gelecektir». Nitekim gelen yemek onun söylediği gibiydi. Bu haberi onlara tevhidi zikretmekte vesile olarak kullandı. Onlara imanı arzetmeye, güzel gösterme-ye, şirki de çirkin vasfetmeye vesile yaptı. [55]

 

Âlim, Takdir Edilsin Diye İlmini Açıklayabilir Mi?

 

Bu ayette şöyle bir incelik vardır: Alim bir kimsenin ilmi du­rumu bilinmediğinde, o ilminden yararlanılması için, kendisini vasıflandınrsa bu tezkiye kabilinden olmaz.

Hz. Yusuf onlara bu sözü söyledikten sonra onlar sanki Hz. Yusuf'a «Bu kâhinlerin ilmindedir» veya «Sen bu bilgiyi nereden aldın?» derlermiş gibi, Hz. Yusuf onlara, «Hayır! Ben kâhin de-ğilim. Bu bana Rabbimin öğrettiklerindendir; yani bu, Allah'tan gelen vahiydir, bana öğretilen bir ilimdir. Çünkü ben Allah'a inan­mayan ve ahireti de inkâr eden bir kavmin dinini terkettim» de­miştir  [56]

Bazı kimseler burada, «Hz. Yusuf daha önce o kavmin dinine girmişti ve onu terketti» demişlerse de, bu bir yanlış anlamadır. gı Çünkü peygamberler, doğduklarından itibaren peygamberlikle gö-r°* revlendirilinceye kadar, tevhid üzeredirler. Peygamberlikten ön­ce de, peygamberlik namzedi olanlar, şirke bulaşmazlar. Bu hal­de, «niçin terkettim tabiri kullanılmıştır?» diye sorulacak olursa, terketmenin bir şeye iltifat etmemek demek olduğunu söyleyerek cevap veririz. «Mutlaka ona dahildi de, sonra onu terketti» anla­mını bundan çıkarmak bir zorunluluk değildir. Bu soruya şöyle de cevap verilebilir: Aziz ve onun yanındakilerin hepsi de kâfir olduklarından ve Hz. Yusuf da aralarında bulunduğundan dolayı, «Ben Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkâr eden bir kavmin dinini terkettim» ifadesini kullanmıştır. Hz. Yusuf onlann dinim terketmiş ve onlann ibadetlerine katılmamıştır.

Nesefi'ye göre bu cümle, ya başlı başına bir cümle veya daha önceki cümlenin nedenidir. Daha önceki cümlenin nedeni olması durumunda ifadenin anlamı şöyle anlaşılır: «Rabbim bunu bana öğretti, bana vahyetti. Çünkü ben, Allah'a iman etmeyen ve ahi-reti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim,» [57]

 

Meal

 

38- Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Al­lah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız, bize yakışmaz. Bu tevhid bize ve tüm insanlara Allah'ın bir faslıdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

39- Ey zindandaki iki arkadaşım! Çeşitli ilahlar mı daha iyi' dir, yoksa Kahhar tek olan Allah mı?

40- Siz Allah'ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın adlandır­dığı isimlere tapıyorsunuz. Oysa Allah onlar hakkında herhangi bir delil Bildirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O kendisin­den başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

41- Ey zindandaki iki arkadaşım (Rüyalarınıza gelince) iki­nizden biri daha önce olduğu gibi yine efendisine şarap sunacak, diğeri de asılacak ve kuşlar onun başından yiyecekler! Hakkın­da sorduğunuz iş de böylece kesinleşmiştir.

42- O iki kişiden kurtulacağım zannettiği kimseye; «Beni efendinin yanında an» dedi. Fakat şeytan ona (Yusuf'a) Rabbi-ni anmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf birkaç yıl daha zindan­da kaldı.

43- Kral; «Ben rüyamda yedi besili inek görüyorum, bun­ları yedi zayıf inek yiyor. Bir de yedi yeşil, bir o kadar da kup­kuru başak (görüyorum). Ey önde gelen bilginler! Eğer rüya yo-rumluyorsanız, benim de bu rüyamı yorumlayın!» dedi. [58]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(38) «Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un...» Bu Ayetin Tefsiri

«Millet)} kelimesi «Din» anlamındadır. Bu ayet te Hz. Yusuf' un konuşmasının bir devamıdır. O âdeta şöyle demektedir: «Ne elde ettiysem yeniden dirilmeyi ve tüm mahlûkaUn yaratıcısını inkâr eden bir kavmin dinine tâbi olmayıp, başta da sonda da, mümin ve şerefli atalarımın dinine tâbi olmakla elde ettim!» Hz. Yusuf bu sözleri, mahkûmları ve o iki arkadaşını iman ve tevhide teşvik etmek, onları şirk ve dalâletten kurtarmak için söylemiştir. Önce kavminin dinini terkettiğini, sonra da atalarının dinine tâbi olduğunu zikretmesinin nedeni, terkin tâbi olmaktan önce gelme­sindendir.

«Bize» tabiriyle «Biz peygamberlere» denmek istenmiştir. Yani biz peygamberlere, Allah'a —ister "bir melek, isterse bir cin veya insan olsun— ortak koşmak yakışmaz. İşitemeyen ve göre­meyen putlar nasıl Allah'a ortak koşulabilir?

«Bu bize ve insanlara Allah'ın bir fazlıdır» cümlesindeki, «Bu» ifadesiyle tevhide işaret etmektedir. Yani, Allah bize peygamber­lik ve vahiy indirmekle ihsanda bulunmuş ve bizim vasıtamızla da insanlara lütfetmiş olmaktadır.

«Fakat insanların çoğu şükretmezler»; yani Allah'ı bilmezler. Ebussuud Efendi, ayete şöyle de bir mânâ verilebileceğini söyle­mektedir: «Bu tevhid biz peygamberlere Allah'ın bir fazlıdır; zira Allah bize akil ve bazı duyular vermiştir ki biz onları tevhidin de. Bilerini elde etmek için kullanıyoruz. Allah o delilleri enfüste ve afakta gizlemiştir. Bu kuvvet ve kudreti (tevhidi kavrama yete­neğini) diğer insanlara da vermiştir. Fakat insanların çoğu bu kuvvet ve kudreti (yeteneklerini) asıl vazifelerinde kullanmıyor­lar. Tevhidin afaki, enfüsi, akli ve nakli delillerini elde etmede kullanmıyorlar».

«Şükretmezler»; yani iman nimeti üzerine şükretmezler. İmam Fahreddin Razi'den hikâye edildiğine göre, sünnilerden biri Bişr b. Mu'temir'in huzuruna girip, ona Allah'a iman üzere şükredip şükretmediğini sorarak, şöyle der: «Eğer ben Allah'a iman üzere şükretmiyorum dersen, icmâa karşı çıkmış olursun. Yok eğer Al. lah'a iman üzere şükrediyorum dersen, Allah'ın fiili olmayan bir şeye karşılık O'na nasıl şükretmiş oluyorsun?». Bişr: «Biz Allah'a bize kudret, akıl ve alet verdiğinden dolayı şükrediyoruz. Allah'ın fiili olmamakla birlikte iman üzere O'na şükretmemize gelince, bu bâtıldır» diye cevap verir. Bundan sonra Bişr konuşmada zor­luk çektiği bir sırada, içeri Semame b. el-Eşresi girerek şöyle der: Biz iman üzere Allah'a şükretmiyoruz, aksine Allah bize bu husus­tan ötürü şükretmektedir. Nitekim bir ayette «İşte onlar var ya, onların sayılan meşkur kılınmıştır» diye buyurulmaktadır. Bunun üzerine Bişr,   «Konuşma zorlandığında kolaylaşmıştır» der.

Bişr b. Mu'temir'e şöyle itiraz edilmiştir:

Semame'nin iltizam ettiği fikir bâtıldır. Nitekim bu ayetin neshedilmiş olması da, bunun bâtıl olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ,.sözkonusu ayetle önce şirk koşmanın Allah'ın fazlın­dan olduğunu beyan ettikten sonra, insanların bu nimete şükretmediklerini söylemektedir. Allah Teâlâ bunu umumiyet itibariyle beyan etmiştir. Bu ise her mümine şükretmenin" vacip olduğuna delâlet eder ki bu genellemeye dahil olmaktan kaçınmış olsun. İş­te o anda hüccet güçlenir, delâlet etmesi de kemâle erer  [59]

(39) «Ey zindandaki iki arkadaşım! Çeşitli ilahlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet ile ilgili mevcut meallerin çoğu hitabı, «Ey zindan ar. kodoşlarım!» şeklinde mânâlandırmışlardır. Oysa Hz. Yusuf bu­rada kendisiyle birlikte zindana giren o iki gence hitap etmekte­dir. Yani, «Ey zindandaki iki arkadaşım!» demektedir. Hz. Yusuf' un onlara bu şekilde hitab etmesinin nedeni onları hakkı ikrara teş­vik etmekti. Sanki onlara şöyle demek istemişti: «Ey bu,zor ve dar yerde bulunan iki zindan arkadaşım! Ben size bir durumu ar-zetmek istiyorum. Siz hakkın O'nda olduğunu kabul edip, bundan sapmayın. Çünkü sıkıntı içindesiniz ve sıkıntı içinde bulunan kim­seye kaktan sapmak uygun düşmez». Hz. Yusuf burada onların ar­kadaşlıklarını kendisine değil zindana izafe etmektedir. Çünkü on­lar kâfirdiler. Hz. Yusuf hakka döndürmek ve doğru yola irşad et­mek için ikisine de iltifat etmektedir. Onların ikisinin üzerinde bu­lunduğu dînin bâtıl olduğunu soru şeklinde ortaya koymakla on­ların içlerinden bir nefret duymalarım engellemeye çalışmıştır. Çünkü uzun bir zamandan beri kendilerinin ve atalarının üzerin­de bulunduğu dinin bir çırpıda «bâtıl» olduğunun kendilerine söy­lenmesi bir nefrete pekâlâ yol açabilirdi.

«El-Vahid»; Uluhiyette birliği, «eUKahhar» ise, kendisine kim­senin galebe çalamayacağı zatı ifade eder. «El-Kahhar» lafzını bu şekilde yorumlamak, Hattabi'nin   «Kahhar,   cezasıyla   müstebid, Ölümle halkı kahreden demektir»  şeklindeki  yorumundan   daha uygundur.

(40) «Siz Allah'ı bırakıp sadece...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar, aslında Allah'ı bırakıp birtakım anlamsız, boş isimlere bağlanmışlardır. Meselâ,   Lât ve Uzza   putlarının dışındaki put. lann isimlerinin bir anlamı yoktur. Sözgelimi Ali'nin, Hasan'm canlı bir bedene, şahsa delâlet etmeleri gibi bir şeye delâlet edi­yor değillerdir. Bu bakımdan, o isimlere tapmak sadece bu lafız­lara tapmaktan ibarettir. Bu isimleri ise kâfirler ile ataları ceha­let ve dalâletle körükörüne inandıkları için vermişlerdir. Oysa Al­lah onların doğruluğuna delâlet eder herhangi bir delil indirme-miştir. Onlar bâtıl putlarına, kendiliklerinden bu isimleri verir­ler ve bu inançları için delil bulunduğunu söylerlerdi. Allah bu ayetle onların iddialarını iptal ederek, bu isimlerin ibadete müs-tehak olduklarına ne aklın ne de naklin  delâlet etmediğini açıkça beyan buyurmuştur. Yani onlara bu isimleri, kendilerinin ve da­ha önceki atalarının o putlara taktıklarını, onların da bu boş ve anlamsız isimlere tapmış olduklarını söylemektedir. Allah'a iba­det ettiklerini iddia edip, Allah'ın arşın üzerinde oturmuş büyük bir cisim olduğu hayaline kapılanlar da aynı kâfirler grubuna gir­miş olmaktadırlar. Çünkü hem akıl hem de nakil Allah Teâlâ'yı böyle olmaktan tenzih eder. Allah lafzının va'zolunduğu hakikat, onların hayallerinden farklıdır. O beşerin muhayyilesinin Ötesin­dedir. İbadete müstehak olduklarını zannettikleri putların aslın­da hayallerinde canlandırdıklanyla bir alâkası yoktur ve onlar o hayallerinde   canlandırdıklarına -tapmaktadırlar.   Oysa   gerçekte sadece anlamsız bir isme, mânâsı hariçte olmayan bir unvana tap­maktadırlar. Çünkü hariçte olan başkadır. Onların   Allah lafzını, kendisine izafe etmek istedikleri o hayal edilen şey de başka bir şeydir.

«Hüküm sadece Allah'a aittir» cümlesiyle kastedilen, onların isimlendirdikleri birtakım şeylere tapmanın (ibadetin) caiz olup-olmadığma dair hükmün ancak Allah'tan gelebileceğidir. Çünkü aslında ibadete ancak- Allah müstehaktır. Vacibi mutlak, Halik ve müdebbir olan Allah'tır, O da kendisinden başkasına ibadet edil­mesini emretmemiştir. Akıl da bu gerçeği gerektirir.

Bu cümle, kendisinden önceki cümleden neş'et eden mukad­der bir soruya cevap teşkil etmektedir. Şöyle ki: «Madem ki bu durumda hüküm Allah'a aittir. Peki o halde Allah bu hususta ne emretmiştir?» Cevap da şöyledir: «Allah kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir».

Bazı müfessirlere göre bu hazfedilmiş bir sorunun illetidir: «İbadette hüküm ancak Allah'ındır ve ibadet de Allah'tan başka­sına yapılamaz veya Allah kendisinden başkasına ibadet edilmesi için bir emir vermiş değildir». Ancak ayetin zahirinden böyle bir yorum anlaşılmamaktadır. Bu bir zorlama olmaktadır.

«İşte dosdoğru din budur»; yani ibadeti sadece Allah'a tah­sis etmek dosdoğru dindir. Aklî ve nakli deliller de buna delâlet eder.

«Fakat insanların çoğu bunu bilmezler»; yani insanların çoğu bunun dosdoğru din olduğunu bilmezler. Çünkü cahillerdir ve de­lillerden yararlanamazlar. Bu yüzden de kendiliklerinden isimlen­dirdikleri birtakım boş ve anlamsız şeylere taparlar. Aklın gerek­lerinden ve naklin insanı sevkettiği gerçeklerden yüzçevirirler. Bu­nun nedeni ise daha önce bilinenlere sarılmak, hislere bağlanmak­tan ileri gelmektedir. Bu insanların yapılarına yerleşmiş bir hu­sustur, îşte teşbih, tescim, tabiat olaylarını güneş, ay ve yıldızlara nispet etmek ve buna benzer sapmaların temelinde, bu zaaf var­dır.

Hz. Yusuf, hakkı ispat edip, onlara hakkı tebliğ ettikten ve geniş ilmini gözler önüne serdikten sonra onların rüyalarını tabir etmeye başladı. Bu konu öncekinden başka bir konu olduğundan dolayı, yine aynı şekilde, «Ey zindandaki iki arkadaşım» diye söze başlamaktadır.                                                                                  .

(41) «Ey zindandaki iki arkadaşım!..» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf burada, «Ey saki» diye hitap etmeyip, «İkinizden biri» diye hitap etmiştir. Bunun nedeniyse arkadaşlığının samimi­yetine riayet etmektir. «İkinizden biri» derken o «bir» ile kaste­dilenin, ona delâlet ettiğine güvenerek, böyle konuşmuştur.

«Rabbine şarap sunacak»; yani efendisine şarap sunacak. Bu­rada «Rab» efendi, kral anlamında kullanılmıştır.

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Yusuf sâki'ye şöyle der: «Rü­yanda görmüş olduğun salkım ve onun güzelliği, kral ve onun ya­nında senin iyi haline delâlet eder. «Üç Dal»a gelince, üç gün ha- p pishanede yatacak, sonra hapishaneden çıkarak, eski görevine ia­de olunacaksın. Diğerine (aşçıya) gelince, o asılacak ve kuşlar başından yiyecekler, yani beynini kemirecekler».

Başka bir rivayete göre Hz. Yusuf aşçıya şöyle demiştir: «Görmüş olduğun üç sepet delâlet eder ki, üç gün geçecek, sonra da çıkarılıp asılacaksın».                                                                   

tşte hâliniz böyle olacak, ikinizin rüyası, birinizin kurtulaca­ğına, diğerinin ise asılacağına delâlet eder.                                      

Onların Hz. Yusuf'tan bu konuda fetva istemeleri, rüyalarının yorumunu istemeleri anlamındadır.

Hakim el-Nisaburi'nin İbn Mesud'dan rivayet edip, sahih olduğunu söylediği bir rivayete göre, Hz. Yusuf'un hapishanedeki iki arkadaşı aslında rüya görmemişler, sadece rüya görmüş gibi, onun ilmini denemek istemişlerdi. Hz. Yusuf kendilerinin rüyalarını ta­bir ettiğinde, ona «Biz şaka yaptık. Aslında bir şey görmemiştik» dediler. Bunun üzerine Hz. Yusuf; «Denilen denildi ve emre bağ­landı» diye cevap verdi. Bazıları «Emir» (iş) ile onların itham edil­dikleri suçun sonucunun hükme bağlanması demek olduğunu söy­lemişlerdir.

(42)  «O iki kişiden kurtulacağını zannettiği...» Bu Ayetin Tefsiri

Rivayet olduğuna göre Hz. Yusuf çıkacağı üçüncü günde saki. yi kapıya kadar geçirirken, o Hz. Yusuf'a, bir isteği olup olmadığı­nı sorar ve o da isteğinin sadece kendisini kralın yanında anıp, kendisinde gördüğü özellikleri kralın yanında söylemesi olduğu­nu ifade eder. Fakat şeytan vesvesesiyle onun kalbine birtakım meşguliyetler atarak, kralın yanında Hz. Yusuf'u anmayı kendisi­ne unutturur.

Cümlenin başındaki «Fe» harfi sebebiyet bildirir. Çünkü bu­na, Hz. Yusuf'un Allah'tan başkasından yardım istemesi neden olmuştur. Şeytan ona Rabbini anmayı; yani kralın yanında Hz. Yusuf'u hatırlatmayı unutturmuştur. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bu isteğinden dolayı (veya unutulmak nedeniyle) hapishanede bir­kaç yıl daha kalmıştır.

«Bid'a» kelimesi üçten-dokuza tüm sayıları içerir. Bu görüş Katade'ye aittir.

Mücahide göre bu kelime üçten-yediye kadardır. Ebu Ubeyde ye göreyse birden ona kadardır. Ferra'nın  görüşüne bakılacak olursa, bu kelime yüzlerle binlerle değil sadece onlarla kullanılır. Mesela on küsur gibi.

«Bid'a» kelimesi, «Kesilmek» anlamındaki «el-Bidy» kökünden gelir. Birçok tefsire göre burada kastedilen yedi yıldır. O sözü söyledikten sonra, yedi yılın ardından, iki yıl daha kalmıştır.

Bazıları bu sözün Hz. Yusuf'un yedi yıl hapiste kalmasına ne­den olduğunu söylemişlerdir. Daha önce de beş yıl kaldığına göre, toplam hapishanede kaldığı süre on iki yıldır. Nitekim şu hadiste buna delâlet eder. «Allah kardeşim Yusuf'a rahmet eylesin. Eğer «efendinin yanında beni an» demeseydi, bu sözden sonra (beş sene­den sonra) yedi sene daha hapiste kalmazdı». Bu yoruma şöyle iti­raz edilmiştir.

Hadis bu lafızlarla sabit olmamıştır. Birçok rivayette sabit olan şudur: «O hapiste kaldığı kadar kalmazdı...» Bu ibare ise da­ha önce iddia edilenin delili olmaz.

İbn Hatim, Tavus ve Dahhak'tan, eUBid'a'mn on dört yıl ile

tefsir edildiği rivayet olunmuştur. Fakat bu rivayet, ayetle ilgili diğer belli başlı rivayetlere ters düşmektedir. En doğrusu, burada belirli bir sayıyı kesin olarak ortaya koymamaktır.                           .^

Hz. Yusuf'un o sözünden dolayı hapishanede kaldığı ile ilgili rivayetler birbirini desteklemektedir. Mesela, daha önce zikredi­len rivayet gibi, Enes'ten nakledilen şu rivayet te buna delâlet eder.

Allah Teâlâ, vahiy göndererek Hz. Yusuf'a kardeşleri kendi­sini öldürmek istediklerinde onu kimin kurtardığını sorunca, Hz. Yusuf: «Ey Rabbim! Sen kurtardın!» der. Allah, kuyuya atıldığın­da onu kimin kurtardığını sorunca, Hz. Yusuf, yine: «Ey Rabbim! Sen kurtardın» der. Allah Teâlâ, tüm azmiyle, Aziz'in hanımının kendisine saldırdığında, onu kadının elinden kimin kurtardığını sorar. Hz. Yusuf bu sefer de: «Ey Rabbim! Sen kurtardın!» der. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «O halde ey Yusuf, sana ne oluyor ki, beni unuttun da bir inşam hatırladın?» diye sorar. Hz. Yusuf: «Ey Rabbim! Bu bir sözdür sadece dilim onu söyleyiverdi.» deyince Al­lah; «İzzetim hakkı için seni hapishanede birkaç yıl daha bıraka­cağım» der.

Bundan başka rivayetler varsa da, zararsız yerlerde sıkıntı­lardan kurtulmak için, insanlardan yardım beklemenin ne mahsu­ru olacağı sorusu, işi müşkil bir hâle sokmaktadır. Nitekim «İyi­lik ve takva üzerinde yardımlasınız» diye buyurulmaktadır. O hal-de Hz. Yusuf bu isteğinden dolayı niçin kınanmaktadır. Cevap ola­rak şöyle denilebilir. Bu kişilere göre değişen bir meseledir. Pey­gamberlerin makamına uygun olanı onu terketmektir. Azimetlere sarılmaktır.

Ebu Hayyan şöyle demektedir:

«Hz. Yusuf sakiye o sözü kralın hidayetine, Allah'a iman et­mesine vesile olması için söylemiştir. Tıpkı iki arkadaşına hakkı izah etmekte, onların iman etmelerine vesile olması gibi. Bu ise üzüntüsünün giderilmesinden, hapishaneden kurtulmasından do. layı, Allah'tan başkasından yardım kabul etmek kabilinden de­ğildir».

Fakat Ebu Hayyan'm bu yorumu ayetin zahiri ile çelişmek­tedir. Ayrıca bu yorum, birçok rivayetin reddini ve bu konudaki rivayetlerin birçoğunun zayıf olmasını gerektirir. Oysa Hz. Yusuf un makamına uygun olanı, Allah'tan başkasından yardım isteme­mesidir.

«Ensahu» (ona unutturdu) ifadesindeki «ona» zamiri ile «Rab-bihi» kelimesindeki zamirin ikisi de bazı mtifessirlere göre, Hz. Yusuf'a racidir.   Fakat şeytanın Hz. Yusuf'a Allah'ı anmayı unutturması, onu herhangi bir hususta dalâlete düşürdüğü anlamına gelmez. Aksine bu sadece evla olanı terketmektir. Sebepleri orta­dan kaldıranın makamına uymamaktadır. Ancak zamirlerin hapis­haneden kurtulan sakiye raci olduğu şeklindeki yorum, daha uy­gundur. Çünkü hem sebebiyet bildiren «fe» harfinin anlamı, hem de «Bir saman sonra hatırladı» şeklinde daha sonra gelen ifade, bu yoruma daha uygun düşmektedir.

(43) «Kral; Ben rüyamda yedi besili...» Bu Ayetin Tefsiri

Kral ile kastedilen Reyyan b. Velid'dir. Bu tabir bir kâfire «Melik» (Kral) denilebileceğine delâlet eder.

Bazılarına göre, bir kâfire ne Melik, ne de Emir denilmez. Çünkü Peygamber (s.a) Bizans İmparatoru Herakliyus'a büyük anlamındaki «Azim-i Rum» diye hitab etmiş, «Melik-i Rum» veya «Emir-i Rum» unvanlarını kullanmamıştır. Çünkü «Melik» ve «Emir» unvanları, dinleyen kimselere onun hak üzere olduğu şek­linde bir düşünceyi ihsas edebilir. [60]

 

Mısır Kralvnın Rüyası

 

Hz. Yusuf'un sevinme vakti yaklaşınca, Allah onu zindandan çıkarmayı diledi ve bunun üzerine Mısır Kralı acaib bir rüya gör­dü. Kral dehşetle irkildiği rüyasında, yedi besili ineğin denizden çıktığını ve arkalarından çıkan yedi zayıf inek tarafından yendik-lerini, geride bir şey bırakmaksızın hepsini yuttuklarını, fakat bun­dan dolayı onlarda bir şişme farkedilmediğini görmüştü. Ayrıca kral yine, taneleri olmuş yedi yeşil başağı, yanlarındaki kurumuş yedi başağın sardıklarını ve onların üzerine kapatarak, onların ye­şillerinden hiçbir şey bırakmadıklarını görmüştü. Bunun üzerine dehşetle uyanan kral; sihirbaz, kâhin ve rüya tabircilerini çağırarak onlara rüyasını anlattı ve şöyle dedi: «Ey sihirbazlar, kâhinler ve tabirciler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, rüyamı da bana yorumlayın». Yani rüya yorumundan anlıyorsanız, bu sahada bil-gi sahibiyseniz, benim rüyamı da yorumlayın!

Rüya tabiri, uyku halindeyken görülen şekillerden, afakî, enfüsi  ve gerçek hayattaki durumlara, onun mütekabiline onu nakletmek (uyarlamak) demektir. «Tâbir» kelimesi «Geçmek» anlamına ge­len «Ubur» kökünden gelmektedir. «Tevil» kelimesi ise, mânânın aslına îrca olunarak, yorumlanması demektir. Kral; «Eğer tabir ilmini iyi biliyorsanız, onun tefsirini iyice kavramışsanız benim rü­yamı da tabir edin» demek istemiştir. Buna tabir denilmesinin ne­deni, rüyayı yorumladığı, zahiri batma bağladığı içindir. Ki rüya-«I nın bâtından mânâsı çıkarılabüsin. Tabir, tevilden daha özel bir gj anlam taşır. Yani tevil, hem rüyanın zahirinden bâtınına dalmak, İl hem de diğer yorumları yapmak iken, tabir sadece bu anlamda­dır. [61]

 

Meal

 

44- (Bilginler); «Bunlar karmaşık rüyalardır. Biz karmaşık rüyaların yorumunu bilenler değiliz» dediler.

45- (Zindandaki)  iki kişiden kurtulmuş olan   (saki)   uzun bir zaman sonra (Yusuf'u) hatırlayarak, (krala): «Ben size onun yorumunu haber veririm, (yeter ki) siz beni hemen hapishaneye gönderin!» dedi.

46- (Saki zindana gelip): «Ey Yusuf! Ey hep doğru söyle­yen!» dedi.  «(Kralın gördüğü)  şu rüyanın bize yorumunu yap: Yedi zayıf inek, yedi besili ineği yiyor ve yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru olan başaklar (ise ne anlama gelir?). Ümid ede­rim ki, insanlara  (senin doğru yorumunla) dönerim de onlar da böylece (doğru yorumu) öğrenmiş olurlar».

47- (Yusuf): «Adetiniz üzere yedi yıl (ekin) ekersiniz sonra da yiyeceklerinizden az bir miktarın dışında biçtiklerinizi başa­ğında bırakın» dedi.

48- «Sonra bunun ardından   saklayacaklarınızdan   az bir miktar dışında, o yıllar için önceden biriktirdiklerinizi yeyip bi­tirecek yedi zorluk (kıtlık yılı) gelecektir».

49- «Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda insanlar bol bol yağmura kavuşacaklar ve böylece o yıl sıkıp   sa­ğacaklar».

50- Kral: «Onu bana getirin» dedi. Bunun üzerine elçi Yu­suf'un yanına geldiğinde,  (Yusuf); «Efendine dön de ona elleri­ni kesen kadınların amacı neymiş sor. Kuşkusuz Rabbim onla­rın hilesini en iyi bilendir» dedi.

51- (Kral o kadınlara): «Yusuf'un nefsinden mıırad almak istediğinizde durumunuz neydi?» diye sorunca, kadınlar, «Haşa! Allah için biz  ondan  hiçbir kötülük görmedik» dediler. Aziz'in karısı da:  «Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden mu-rad  almak istemiştim. Kuşkusuz ki o doğru söyleyenlerdendir» dedi.

52- (Yusuf):   «(Onların  itirazlarına lüzum görmemin  ne­deni) benim kendisine gıyabında hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını onun da bilmesi için­dir» dedi. [62]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(44)  «(Bilginler): Bunlar karmaşık,..» Bu Ayetin Tefsiri

Sihirbazlar, kâhinler ve tabirciler: «Senin bu rüyan karmaşık rüyalardandır. Bizler ise kanşık ve şeytanî rüyaları bilemeyiz» de­diler.

«Edgas» karışık, birbirine girmiş odun yükü, «Ahlam» ise hulm'un. çoğulu olup, insanların uykudayken gördüğü rüya demek­tir.

Allah Teâlâ, bu rüyayı Hz. Yusuf'un kurtuluşuna şöyle vesile kılmıştır: Kral bu rüyayı gördüğünde ruhî depresyonlar geçirme­ye, acı çekmeye başlar. Çünkü rüyasında eksik ve zayıf olanın, kuvvetli ve kâmil olana, onu kahredinceye kadar galebe çaldığını görmüştü. Bu bakımdan tevilini şiddetle arzuladığı bu rüyayı ta­bir etmeleri için sihirbazları, kâhinleri ve tabircileri biraraya top­lar. Onlara rüyasını anlatır ve sonra da kendisine bu rüyanın ne demeye geldiğini; yani yorumunu bildirmelerini onlardan ister. Allah Teâlâ ise kudretiyle kâhinleri ve tabircileri bu hususta aciz bırakarak Hz. Yusuf'un hapishaneden kurtuluşuna sebep olsun diye onların cevap vermelerine engel olur. Nitekim «Marifetna-7ne»nin yazarı olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi şöyle de­miştir:

«Hak tecelli eyleyince her işi asan eder, Halk eder esbabını, bir lahzada ihsan eder».

Kâhinler burada, tevili olmayan bir şeyin bilgisini nefyede-rek, «Biz onun tevilini bilmiyoruz» demişlerdir.

Kurtubi, «Edgas» kelimesinin rüyalarda görülen, bazıları bâ­tıl, bazılarının ise doğru olan parça parça rüyalar olduğunu söy­lemiştir.

Sâkî oradaki bilginler topluluğunun bu rüyayı tabir etmek­ten aciz kaldıklarım görünce, Hz. Yusuf'u hatırlayıp, o sözü söy­lemiştir. Bazıları, oradaki kâhinler topluluğunun bu rüyayı tef­sir etmek istemediklerinden dolayı, bunu hükümdarın göğsünden silip, aklını bununla meşgul etmemesi için uğraştıklarım öne sür­müşlerdir.

Bu ayette, «Rüya ilk nasıl tabir edilirse, öyle çıkar» sözünün bâtıl olduğuna dair delil vardır. Çünkü kâhinler ve tabirciler, rü­yanın karmaşık rüyalardan olduğunu söylemişler ama vakıa Öyle olmamış, Hz. Yusuf bunu kıtlık ve bolluk yılları ile yorumlamış ve nitekim de bu tabir aynen çıkmıştır. Yine bu ayet, «Rüya bir kuşun ayağının üzerindedir, tabir olunduğunda düşer» sözünün de bâtıl olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu ayet, rüya tabirini iyice bilmeyen kimselerin, rüya tabir etmeye kalkışmamasının da­ha uygun olacağına işaret etmektedir.

(45) «(Zindandaki) iki kişiden kurtulmuş olan.,,» Bu Ayetin Tefsiri

İki kişiden kurtulmuş olan, kralın sâkisidir. Ayette geçen «Üm­met» kelimesi ise îbn Abbas ve bazı müfessirlere göre «uzun sü­re» anlamında kullanılmıştır. Nitekim Kur'an'da da «Sayılı bir ümmete (zamana, süreye) kadar» şeklinde bir ifade vardır.

«Ben size onun yorumunu haber veririm» ifadesinde geçen «sise» şeklindeki çoğul hitapla, ya sadece kral, ya da kral ile ya­nındaki kâhin, sihirbaz ve tabircüer kastedilmektedir. Krala ço­ğul sigasiyle hitap edilmesi tazim nedeniyledir. Yani. saki kralın önünde diz çökerek, «Hapishanede alim ve rüyaları tabir eden bir kişi vardır. Beni onun yanına gönderirseniz, size rüyanızın tabiri­ni getiririm» der. Kral da onu hapishaneye gönderir. İbn Abbas'a göre, hapishane şehir içinde değil, şehir dışında bir yerdeydi.

(46) «(Saki zindana gelip): «Ey Yusuf! Ey hep doğru...» Bu Ayetin Tefsiri

Sâkî'nin «Çok doğru söyleyen» anlamında Hz. Yusuf'a «Sıd~ dik» tabirini kullanmasının nedeni, hapishanede birlikte bulun­dukları zaman zarfında, Hz. Yusuf'tan hiç yalan duymamış olma­sıdır. Bazı müfessirlere göre bunun nedeni, Hz. Yusuf'un daha ön­ce onun rüyasını tabir edip, tabirinin doğru çıkmasıdır.

(47) «(Yusuf): Adetiniz üzere yedi yıl...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf, kralın rüyasını tâbir etmek sadedinde şunları söy­ledi: O yedi besili inek üe yeşil başaklar gelecekteki bolluk yılları­na işarettir. O yedi zayıf inek ile kuru başaklar da yedi yıl sürecek kıtlık yıllarına delâlet eder. Siz daima adetiniz üzere ekin ekersi­niz, (Yani bu adetinizi tüm kuvvet ve kudretinizi sarf ederek sür­dürün, ekininizi ekin). Biçtiğiniz her şeyi başağında bırakın ki ha­şaratlar yemesin. Çünkü başakta kalmaları uzun süre korunma­larını sağlar. Sadece ihtiyacınız kadarını başaklardan çıkarıp yi­yin. Bu on dört yıl sonunda öyle bir yıl gelecek ki, Allah o yılda bol yağmurlar yağdırmak, bol nzıklar vermek suretiyle insanlara yardım edecektir. İnsanlar o yılda, üzümleri sıkıp şarap yapacak, zeytinlerden zeytinyağı alacak, susamlardan yağ çıkaracaklardır. Kısaca o yılda hayr ve nimetler insanlar için bol bol olacaktır. Ekinler ve ağaçlar bol bol mahsul vereceklerdir.

Bazılarına göre, «Sıkarlar» ile kastedilen, onların üzüntü ve sıkıntılardan kurtulup kıtlığı geride bırakmalarıdır.

Muhtemelen Hz. Yusuf bunu vahye dayanarak söylemiş olma­lıdır. Ya da kıtlığın sonu bolluk olduğundan; yani sünnetullaha göre Allah Önce kullarına darlık, sonra da bolluk verdiğinden böy­le demiş olmalıdır.

Bu ayet; mal, soy, akıl, can ve dinin korunması demek olan şer'i maslahatlar hususunda bir temel kaideyi vazetmektedir. Bu durumlardan herhangi birini tahsil etmeyi içeren her şey masla­hattır. Bunlardan birini elden düşürüp, ziyan eden şey ise mefse-dettir. Mefsedeti defetmek ise müstehabdır. Şeriatların maksadı­nın insanları dünyevî maslahatlarına iletmek ve dolayısıyla onlar için Allah'ın marifetine ermek ve ibadette bulunmak imkânlarını sağlamak olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Bu iki şey de insanı uhrevî saadete götürür. Bunu gözetmek Allah'tan gelen bir fazî ve rahmettir. Yoksa vacip değildir. Allah'ın bunu yapma mecburi­yeti de yoktur. İşte ehli sünnetin mezhebi budur. Daha geniş izah-lar ise Usul-Ü Fıkh ilminde yapılmıştır  [63]

(48-49) «Sonra bunun ardından...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, «Bu yedi kıtlık yılının ardından bolluk yılı gelecektir».

Hz. Yusuf bu hükmü. Allah tarafından kendisine verilen gayb il­minden alarak vermiştir. Yoksa kralın rüyasında böyle bir hükme mesned olacak bir ifade yoktur. Katade, «Onların sormadığı bir yılın bilgisinindabiri eklendi ve böylece Hz. Yusuf, fazilet, ilim ve marifetteki yüce makamını ihsas etti» demiştir.

«Sıkıp sağacaklar» ifadesi İbn Abbas'a göre, üzüm ve bitki yağlarını sıkacakları anlamına gelmektedir. (Buhari)

İbn Cüreyc'e göre, şarap olmak üzere üzümü, yağ olmak üze­re susam tanelerini, zeytin yağı olmak üzere de zeytinleri sıkacak­lar.

Bazı müfessirlere göre, hayvan memelerinden sağacaklardır. Çünkü süt çoğalacaktır. Nitekim ekinin çoğalması da buna delâlet eder.

Bazıları da bu ifadeyle onların kurtulacaklarına işaret edildi­ğini; zira ayette geçen «ya'sirûne» fiüinin el-Usra kökünden gelip kurtuluş anlamında olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Yusuf onlara, sonunda bol meyva ve sebzelere kavuşacak­larım, hurma zeytin gibi ürünleri sıkarak sularından ve yağların­dan yararlanacaklarını müjdelemiştir. Bu bolluk yıllarına dair, kralın rüyasında bir işaret yoktur. Ancak Hz. Yusuf bunu vahye veya ilhama dayanarak söylemiş ve kendilerine müjde vermiştir. İlerde de müjdelediği şekilde olaylar tahakkuk etmiştir.

(50-51) «Kral; Onu bana getirin...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Saki, kralın yanına gelip, Hz. Yusuf'un bu rüya ile ilgili fet­va ve tabirini nakledince, kral bu yorumu çok benimsemiş, bu rüyayı yorumlayan kimsenin yorumunun tahakkuk edeceğini an­lamıştı. Bunun üzerine «Onu bana getirin de bu rüyayı böyle yo­rumlayan kimse kimmiş, bir göreyim» dedi. Saki Hz. Yusuf'a kra­lın davetini iletince, Hz. Yusuf ona, ellerini kesen o kadınların ne zoru olduğunu, gidip krala sormasını söyledi. Yani Hz. Yusuf, kralın nezdinde kendisine nispet edilen suçtan uzak ve beri oldu­ğunu tesbit ettirdikten ve kralın kendisinin suçsuz yere hapse atıl­dığım Öğrendikten sonra, ancak hapishaneden çıkacağım söylemek istemişti.

Tirmizi, Ebu Hureyre'den Hz. Peygamberin (s.a) şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir:

«Bilin ki, Yusuf kerim oğlu kerim, Yakub'un oğlu, İshak'ın oğlu, İbrahim'in oğlu olan bir peygamberdir. Eğer ben Yusuf'un kaldığı kadar hapiste kalsaydvm, ondan sonra da kralın elçisi ba­na gelseydi, hemen elçinin davetine icabet eder ve hapisten çıkar­dım» diye buyurduktan sonra Hz. Peygamber (s.a) sözkonusu aye-ti okudu. Bu hadiste Hz. Yusuf'un sabrının kuvveti, fazileti ve sebatının yüceliği vurgulanmaktadır.

Bu hadis, Taberi'nin rivayetinde şu şekildedir; «Allah Yusuf tan razı olsun! Eğer ben onun yerinde olsaydım ve hapisten çıka­cağım haberi bana gelseydi, hemen oradan çıkardım. Durum o kiy Yusuf kesinlikle halim ve sabır sahibidir».

Yine aynı şekilde bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir: «Ben Yusuf'un sabır ve keremine şaşıyorum. Allah onu affeylesin! Ona ineklerin hadisesi sorulduğunda, eğer ben onun yerinde olsaydım, beni hapisaneden çıkarmaları şartını ileri sürmeden, onlara bunun yorumunu söylemezdim. Yine ona şaşıyorum ki elçi ona geldiğin­de eğer ben onun yerinde olsaydım, kapıya elçiden Önce koşar­dım».

İbn Atiyye'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Yusuf çıkıp, kraldan yüksek bir makam elde edeceğinden ve kendisine nispet edilen günahın durumu gizli kalıp, halkın daima kendisine günahkâr gö­züyle bakacağından ve «İşte efendisinin hanımından murad almak isteyen kişi budur» diyeceklerinden korkmuştu. Bu nedenle, Hz. Yusuf suçsuzluğunun ortaya çıkmasını, iffet ve hayr hususunda­ki durumunu göstermek istedi. Bu bakımdan büyük bir makama sahip oldu. Dolayısıyla bu yüzden elçiye, ellerini kesen o kadınla­rın ne zoru olduğunu gidip krala sormasını söylemişti. Yani Hz. Yusuf'un amacı kralın inceleyip, kendisinin günahım araştırması, hapishaneye haklı mı, haksız mı konduğu hakkında bilgi edinme-siydi.

Hz. Yusuf «O kadınların» şeklinde bir ifade kullanarak, Aziz' in hanımı Zeliha'nm ismini açıkça vermekten kaçınmış, ona karşı edep dışına çıkmamak ve saygısızlık yapmamak için böyle konuş­muştur.

İbn Abbas şöyle demektedir:

Kral adamlarını göndererek o kadınları ve Aziz'in hanımını huzuruna getirtti. Aziz ise vefat etmişti. Onlara; «Yusuf'un nefsin­den murad almak için onu çağırdığınızda durumunuz neydi? Suç­lu siz miydiniz, yoksa o mu?» diye sordu. KraTın böyle sorma­sının nedeni (daha önce geçtiği gibi) onların her birisinin kendisi için Hz. Yusuf ile konuşmasıdır. Kral onlara Hz. Yusuf'a niçin «Sen Aziz'in hanımına zulmettin» dediklerini de sormuş olabilir Bu sorudan sonra onlar «Haşa! Allah için ondan bir kötülük (zi­na) görmedik» dediler. Aziz'in hanımı onların Hz. Yusuf'un suç­suz olduğunu ikrar ettiklerim görünce, kendi aleyhinde şahitlik yapacaklarından korkarak, suçunu ikrar etti. Bu, Allah'ın Hz. Yu­suf'a vermiş olduğu bir lütuftur.

«Haşhaşa» fiili, «Yaptığı ortaya çıktı, anlaşıldı» anlamına ge­lir. Bu fiilin masdarı olan «el-Hass», bir şeyi kökünden kazımak demektir. Başını ustura ile traş eden kimse için, «Hasse şa'rahu» (Saçlarını kökünden kazıdı) denir. Bazılarına göre, bu fiil, «el-Hisse» masdanndan gelir. Yani, Hakkın hissesi, bâtılın hissesin­den ayrıldı.

(52)   «(Yusuf): Benim kendisine gıyabında...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu konuşmanın Hz. Yusuf'a mı, Aziz'in hanımına mı ait ol­duğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Konuşma Aziz'in hanımına ait olduğu takdirde mânâ şöyle anlaşılır: «İşte şimdi hak ortaya çık­tı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Kuşkusuz o doğ­ru söyleyenlerdendir. (Devamla): Ben doğruyu ikrar etmekle ona gıyabında hainlik yapmadığımı, ona iftira etmek suretiyle, o yok-ken, onu kötülükle yadetmediğimi bilsin. Ben doğruyu söylemekle artık hain olmaktan kurtuldum. Ben nefsimi temize çıkarmıyo­rum. Ondan murad almak isteyen bendim».

Görüldüğü gibi bu konuşma Zeliha'ya ait ise onun Allah'ın varlığını ikrar ettiğine de delâlet eder. Bunun için «Rabbim affe­dici ve merhamet sahibidir» demiştir.

Bazı müfessirlere (Hasan Basri, Katade ve diğerlerine) görey­se bu konuşma, Hz. Yusuf'a aittir. Yani Hz. Yusuf; «Elçiyi tekrar krala göndermekteki maksadın, gıyabında ona ihanet etmediğini bilmesidir» demiştir.

«Bilgaybi» ifadesi, «onun gıyabında» anlamına gelir. Hz. Yu­suf kralın huzurunda olmasına rağmen onu tazim maksadıyla «Bilmesi için» anlammda «Liyağleme» ifadesini kullanmıştır.

Bazıları Hz. Yusuf'un bunu, elçi ikinci kez hapishaneye geldi­ği zaman söylediğini öne sürmüşlerdir.

İbn Abbas şöyle der: Elçi haberi Hz. Yusuf'a getirdiğinde, Cebrail onunla konuşuyordu. Hz. Yusuf; «Ben gıyabında efendime hıyanet etmedim» deyince, Cebrail «Ey Yusuf! İşarım çözdüğünde de mi ihanet etmedin? Aziz'in hanımının baldırları arasına oturdu­ğunda da mı ihanet etmedin?» der ve Hz. Yusuf bunun üzerine; «Ben nefsimi temize çıkarmam» diye cevap verir. Es-Süddi'ye gö­re bu sözleri Hz. Yusuf'a Cebrail değil, Aziz'in hanımı söylemiş­tir. Ancak bu tür rivayetler, daha önce de belirttiğimiz, gibi zayıf rivayetlerdir. Hz. Yusuf'un böyle yapıp yapmadığı kesinlikle bi­linmemektedir.

«Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz»; yani yüce Al­lah hainlerin hilesini geçerli kılmaz. Aksine iptal eder. Hilenin ba­şarıya ulaştınlmaması onun geçerliliğinden kinayedir. Yani Allah hainlere hilelerinden ötürü hidayet etmez.

«Hidayet etmez» fiili hainlerin üzerine vaki olduğu halde, hi­lenin üzerine vaki kılınmıştır. Bu mecazi bir kullanımdır ve mü­balağa ifade eder. Çünkü Allah, sebebi (hileyi) başarıya ulaştırma­dıktan sonra, müsebbibi hiç ulaştırmaz. Bu ifade Aziz'in hanımı hakkında ilahî bir kınamadır. Çünkü o, emanete hıyanet etmiştir. Tüm bu yorumlarla beraber, Hz. Yusuf'un emanetini tekid ediyor olması da mümkündür. Yani, «Eğer ben hain olsaydım, Allah be­nim hilemi başarıya ulaştırmazdı. Beni hapishaneden kurtarmaz-di».[64]

 

Meal

 

53- «Ben  nefsimi temize çıkarmam!   Rabbimin   koruması müstesna,  muhakkak nefis aşın  şekilde   kötülüğü .emredicidir. Kuşkusuz ki Rabbim çok bağışlayan ve esirgeyendir».

54- Kral: «Onu bana getirin de onu kendime bağlı kılayım» dedi. Onunla konuştuğunda ise «Sen bu gün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibi ve güvenilir bir kimsesin» dedi.

55- (Yusuf da ona): «Beni arzın (Mısır'ın) hazinelerine ta­yin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve (bunu) çok iyi bi­lirim» dedi.

56- İşte böylece biz, Yusuf'a arzda  (Mısır'da)   güç  ve im­kân verdik. Öyle ki orada dilediği yerde konaklayabilirdi. Biz di­lediğimize rahmetimizi veririz ve iyilik yapanların mükâfatım da zayi etmeyiz.

57- Kesinlikle ahiret sevabı, iman edip sakınanlar için da­ha hayırlıdır.

58- Yusuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler, onlar kendisini tanımadıkları halde, o (Yusuf) onları hemen tanıdı.

59- (Yusuf)   onların erzaklarını hazırlatınca;   «Sizin   baba bir kardeşinizi de bana getirin. Gördüğünüz gibi ben ölçeği tam dolduruyorum ve misafirperverlerin de en hayırlısıyım» dedi.

60- «Eğer onu   (kardeşinizi)   bana getirmezseniz, artık be­nim ne/dimde  sizlere   (verilecek)  ölçek yoktur ve bana da yak­laşmayın».

61- (Yusuf'un kardeşleri): «Onu babasından istemeye gay­ret sarfedeceğiz. Kuşkusuz ki bizler  (bunu)   yapacağız» dediler.

62- (Yusuf)  yardımcılarına;  «Sermayelerini yüklerinin içi­ne koyun. Umulur ki ailelerinin yanlarına döndüklerinde bunun farkına varırlar da,  geri dönerler» dedi.

63- (Yusuf'un kardeşleri)   babalarına   döndüklerinde;    «Ey babamız!   Ölçek   bizden   nıenedildi.   Kardeşimizi  bizimle   beraber gönder de   (Onun sayesinde)   ölçüp alalım. Bizler   onu   mutlaka koruruz» dediler. [65]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(53)   «Ben nefsimi temize çıkarmam...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu sözün Hz. Yusuf'a mı, Aziz'in hanımı Zeliha'ya mı ait ol­duğu hususunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Maverdi, tef­sirinde, bu sözün Aziz'in hanımına ait olduğunu söyler. Şeyhülis­lam İbn Teymiyye de Maverdi'yi desteklemektedir. Hatta bu hu­susta yazılmış bir kitabı dahi vardır. Meşhur müfessir İbn Kesir (tbn Teymiyye'nin talebesidir), bu görüşün daha meşhur olduğu­nu, ifadenin siyakına ve sözün anlamına daha uygun düştüğünü belirterek, o da aynı görüşü tasdik etmiştir. Ancak İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim'in rivayetlerine göre bu söz Hz. Yusuf'a aittir.

İbn Cerir, îkrime kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet et­mektedir: Kral kadınları biraraya toplayıp onlara sorunca kadın­lar. «Hâşâ! Allah için biz ondan bir kötülük görmedik» dediler. Aziz'in hanımı da «İşte şimdi hak ortaya çıktı» deyince, Hz. Yu­suf: «Bu benim kendisine gıyabında hainlik etmediğimi ve Allah* in, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını onun da bilmesi içindir» deyip kendisini temize çıkarınca, Cebrail, «Acaba onun seni, senin de onu arzuladığınız günde de böyle miydi?» diye sor­du. Bunun üzerine Hz. Yusuf «Ben nefsimi temize çıkarmam. Rab­bimin koruması müstesna, muhakkak nefis, aşın şekilde kötülü­ğü emredicidir» dedi. Mücahid, Said b. Cübeyr, İkrime, İbn Ebi Huzeyl, Dahhak, Hasan Basri, Katade ve Süddi bu görüştedirler.

Fakat ilk görüş daha kuvvetli ve daha zahirdir. Çünkü ifadenin siyakının tamamı, Aziz'in hanımının, kralın huzurundaki sözüne dahildir. Hz. Yusuf onların yanında değildi. Hz. Yusuf'u hüküm­dar daha sonra yanına getirtmişti  [66]

Eğer bu cümle Hz. Yusuf'un sözüyse, bunu hedm-i nefis için söylemiş olmalıdır. Yani «Ben nefsi kötülükten tenzih etmiş olmu­yorum. Çünkü kötülük nefsin isteklerindendir». Hz. Yusuf bu sö­zü, nefsini tezkiye etme haline aldanmaktan kaçarak söylemiştir. Tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a); «Ben ademoğullannın efendisiyim. Bu fahr değildir» sözüne benzer. Yani "ben bunu övünmek için söylemiş değilim. Veya ben bâtıl söz söylemem demesi gibi. Bu Allah'ın nimetini söylemekten ibarettir. Allah'ın sırlarını ortaya koymaktır. Yani, Nefis sırf nefis olmak itibariyle inşam kötülük yapmaktan uzaklaştırmaz. Ben bu fazileti kendime irade etmiyo­rum. Bu sadece Allah'ın yardımıyla olmuştur».

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yusuf bu sözüyle kadına saldir-mamasmın kendindeki tabii bir meylin olmayışından ileri gelme­diğini söylemek istemiştir. Elbette kendisinde tabii bir meyil var­dı. Fakat Allah korkusundan bu meylini frenliyordu.

«Emmare» kelimesi mübalağa sigasındandır. Yani, çok emre­dici, aşırı şekilde emredici demektir. «Sui» keilmesi ise, «Bütün kötülükler» anlamında kullanılmıştır. Yani nefis şehvete çok mey­leder. Onu elde etmede tüm kuvvet ve vasıtaları kullanır.

Birçok tefsirde, «Bu benim gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir}) sözünü Hz. Yusuf söylediğinde, Cebrail: «Kadına kastettiğinde de mi?» diye sorunca. «Ben nefsimi temize çıkar­mam» sözünü Hz. Yusuf'un söylediği bildirilmiştir. Bunu Hakim, «Tarih»in de rivayet etmektedir. İbn Merduveyh buna yakın bir lafızla merfu olarak aynı hadisi Enes'ten rivayet etmiştir. Aynı olay îbn Abbas'tan, Hakim b. Cabir'den ve Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir. Eğer bu rivayet sahih ise, burada geçen«ftemm» (kastetmek) beşerî şehvetten sadır olan arzu, meyi anlamında­dır. Yoksa azim ve kast mânâsında değildir.

Bazılarına göre böyle bir kast bile Hz. Yusuf'tan pekâlâ sadır olabilir. Çünkü, bu, büyük günahlardan değil, küçük günahlardan­dır. Küçük günahlar ise henüz peygamber olmamış kimseler için mümkündür.

Zemahşerî, bu ve buna benzer rivayetlerin, bâtıl peşinde ko­şan kimselerin uydurmaları olduğunu, Allah'a ve Rasûlü'ne yap­mış oldukları iftiralardan bulunduğunu söylemekte ve İbn'ul-Mün-zir de onu desteklemektedir.

(54) «Kral: Onu bana getirin dedi...»Bu Ayetin Tefsiri

Kral bu sözü, kendi nezdinde Hz. Yusuf'un masumiyeti ispat­lanınca söylemiştir. Onu en yakınlarından kılacağını bu sözüne ekledi. Hz. Yusuf, kralla konuştuğunda (veya kral Hz. Yusuf'la konuştuğunda), Hz. Yusuf'un güzel cevabmı ve bir krala layık ola­cak şekilde karşılıklı konuşabileceğini görünce; «Bugün sen bizim nezdimizde yüce bir mertebeye sahipsin ve her hususta güvenilir bir kimsesin (veya her hususta, her şeyden eminsin ve hiçbir kö­tülük sana dokunmayacaktır)» dedi.

Rivayet olunduğuna göre, kralın elçisi Hz. Yusuf'un yanma gelerek; «Şimdi artık müracaat sırası sizindir, hemen kralın da­vetine icabet et. O pis elbiselerini üzerinden çıkar. Yıkan ve güzel elbiseler giy» deyince, Hz. Yusuf onun dediklerini yaptı. Sonra da hapisten çıkmak üzereyken, hapishanedekiler için şöyle dua etti:

«Ey Rabbim! İyilerin kalplerini onlara meylettir! Onlar için haber­leri gizli bırakma. Çünkü onlar her memlekette haberleri en gü­zel bilenlerdendir». Hapishaneden çıktıktan sonra da, kapıya şu duayı yazdı:

«Bunlar belâların konaklarıdır. Birilerin kabirleridir. Düş­manları sevdiren yerdir.   Doğrular için de imtihan kapılarıdır».

Hz. Yusuf kralın kapısına vardığında da şunları söyledi: «Rab­bim dünyamda da halktan korumakta da bana kafidir. Senin komşun aziz olur. Senin hamdın büyüktür. Senden başka mabud yoktur».

Hz. Yusuf kralın yanma girdiğinde, «Ey Rabbim! Senin hay­rınla bu kralın hayrını istiyorum. Onun ve diğerlerinin şerrinden sana sığınıyorum» dedikten sonra, krala Arapça selam verdi. Kral, bu selamın hangi dilden olduğunu sorunca ona; «Bu benim amcam ismail'in dilindendir» dedi. Sonra krala İbranice dua etti. Kral bunun hangi dilden olduğunu sorunca, «Bu benim atalarımın dilidir» dedi. Kral yetmiş lisan biliyordu. Hz. Yusuf'a bu dillerle hitap etti. Hz. Yusuf da ona aynı şekilde o dillerle cevap verdi. Kral onun bu durumundan şaşkınlığa düştü ve «Ey doğru söyle­yen! Ben rüyamı senden dinlemek istiyorum» dedi. Hz. Yusuf da krala, rüyasını aynen bir harfini bile değiştirmeden aktardı. Bu­nun üzeıine kral, «Rüyamı yorumlamandan ziyade, onu bilmen da­ha hoşuma gitti» dedi. Hz. Yusuf'u taht üzerine oturttu. Bütün her şeyi onun emrine verdi. [67]

 

Zeliha İle Hz. Yusuf'un Evlenmesi

 

İbn Cerir, İbn İshak'tan şöyle nakletmektedir: Tarihçilere gö­re, Hz. Yusuf'un hapishaneden çıktığı günlerde Aziz (Kıtfir) öl­müştü. Kral onun karısını, (Zeliha'yı veya Raıle'yi) Hz. Yusuf'la evlendirdi. Çünkü o dönemde iddet beklemek   yoktu. Hz. Yusuf, Aziz'in hanımıyla gerdeğe girdiğinde ona; «İşte bu daha önce iste­diğinden daha hayırlı değil mi?» diye sordu. O da: «Ey doğru söy­leyen! Sakın beni kınama. Gördüğün gibi ben güzel bir kadınım, dünyam ve mülküm vardı. Kocam kadınlarla yalamaz haldeydi. Sen de Allah'ın sana verdiği tüm güzelliklerle bana görününce, nefsim beni gördüğüme zorladı» dedi.

Bazı müfessirlerin iddiasına göre, Hz. Yusuf onu bakire bul­muş, onunla zifafa girmiş ve ondan Efraim ile Mişa adlı iki oğlu olmuştur.

Hakim Tirmizi, Nevadır'ul-Usûl» adlı eserinde şöyle rivayet etmektedir:

Aziz'in hanımının bir ihtiyacı başgösterdi. Ona; «Eğer sen Yakut'un oğlu Yusuf'un yanına gidip, İhtiyacım ondan istersen, o sana bunu verir» dediler. O da bunun üzerine etrafıyla istişare et­ti. Etrafı kendisine «Sakın Yusuf'un yanına gitme! Sana bir kö­tülük yapacağından korkanz» dediler. O; «Hayır Allah'tan korkan bir kimseden, ben korkmam» diyerek Hz. Yusuf'un huzuruna gir­diğinde, onu hükümdarlık kisvesi içinde buldu. Sonra, «Köleleri taatiyle hükümdar eyleyen Allah'a hamdolsun!» dedi ve bir de kendisine bakarak, «Hükümdarları masiyetlerinden dolayı, köle kılan Allah'a hamdolsun!» dedi. Hz. Yusuf onun tüm ihtiyaçlarını giderdi ve sonra evlendi. Onu bakire bulmuştu.

Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: «Zeliha yolda Hz. Yusuf'un önüne çıkarak, bu sözleri söyledi. Hz. Yusuf da onu ta­nıdı ve onunla evlendi. Onu bakire bulmuştu. Çünkü ilk kocasının  cinsî iktidarı yoktu».

Kıssalara göre, Zeliha yeniden gençlik günlerine dönmüştü. Bu da Allah'ın Hz. Yusuf'a bir lütfuydu.

Tüm bu kıssaların aslı astarı yoktur. Hz. Yusuf'la Zeliha'nın evlendiklerini bildiren rivayetler de, muhaddislerce güvenilir ola­rak kabul edilmemiştir. Hakim Tirmizi'nin rivayetinden anlaşıl­dığına göre, bu olay Hz. Yusuf'un idareci tayin edilmesinden sonra olmuştur  [68]

 

Vazife İstemek Caiz Midir?

 

(55) «(Yusuf da ona): Beni arsın (Mısır'ın)...»Bu Ayetin Tefsiri

«el-Arz», Mısır toprakları anlamında kullanılmıştır, tüm dün­ya anlamında değil.

Bazılarına göre ifade, «Senin tasarrufun altında olan arzın...» şeklindedir.

Bazı müfessirler ise, bu sözle bütün yeryüzünün, «arzın hazi­neleri» ile de yetişen yiyecek maddelerinin kastedildiğini söylemiş­lerdir.

Hz. Yusuf; «Ben onları, onlara layık olmayanlardan korur ve onlarda nasıl tasarruf edileceğini bilirim» demiştir. Bu ifade kişi­nin, durumu bilinmediği yerde, kendisini övmesinin, adaleti ikame etme, ahkâmı icra etme hususlarında güçlü olduğunda böyle bir vazifeye talip olmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Yine bu ayette, bir müslümanın zalim ve kâfir bir idareciden de görev alabileceği gösterilmektedir. Bu ayetten anlaşılan üçüncü husus şudur: Eğer bir kimse bir göreve geldiğinde, vaciplerin, farzla­rın zayi olmayacağına, gelmediğinde ise zayi olacağına inanıyor­sa, o göreve gelmek veya görev talebinde bulunmak, böyle bir teşebbüse girişmek, onun için farz olur. Aksi takdirde ise günahkâr olur. Ancak bu ayetten anlaşılanlara, zahirde ters düşen bir ha­dis, Buhari ve Müslim'de yer almıştır. Hadisi Abdurrahman b. Se-murre Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle rivayet etmektedir: «Ey Ab­durrahman! Sakın emirlik isteme! (yani göreve talip olma). Sen istersin ve sana verilirse sen kendile başbaşa kalırsın (yani koru­yucun olmaz). Eğer sen istemeden sana verilirse, sen ona galip gelirsin. Allah onun üzerinde sana yardım eder».

Cevap olarak bu hadisin, ayetin konu edildiği hususta olma­yıp, başka bir hususta varid olduğu söylenmiştir.

Mücahid'den gelen bir rivayete göre, Mısır kralı, Hz. Yusuf un vesilesiyle müslüman olmuştur. Hz. Yusuf da bugünkü tabirle ondan maliye bakanlığını istemiştir. Çünkü o dönemde saltanat işlerinin en önemlisi bu görevdi. Nitekim, yedi yıl bolluktan son­ra gelecek olan yedi kıtlık yılında malı depolamak ve bu seneler­de dağıtımını yapmak işlerinin üstesinden ancak bir kişi gelebi­lirdi, o da Hz. Yusuf'tu.

Sa'lebî, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygam­ber (s.a) dedi ki: «Allah kardeşim Yusuf'a rahmet eylesin! Eğer, beni yeryüzünün hazinelerine tayin et demeseydi kral yine onu bu vazifeye getirecekti. Fakat bu makamı kendi istediği için, bu va­zifeye bir yıl sonra gelebildi».

Sa'lebi İbn Abbas'tan ve başkalarından şöyle rivayet etmek­tedir:

Kral, Hz. Yusuf'un başına taç koydu, ona kendi mührünü verdi, kılıcını boynuna astı. Altından yapılmış inci ve yakut süslü 10x30 büyüklüğünde bir tahtın üzerine oturttu. Bu tahta kıymetli halılar döşetti. İpek bir örtü ile üzerini örtürttü. Hz. Yusuf: «Ben bu tahta oturunca, onunla senin mülkünü takviye edeceğim. Bana vermiş olduğun mühre gelince, onunla senin işlerini yönetece­ğim. Bana verdiğin taç ise, o, benim ve atalarımın giysilerinden değildir» dedi. Kral; «Ben onu senin başına, seni yüceltmek ve senin faziletini ikrar etmek için koydum» deyince Hz. Yusuf tah­tın üstüne oturdu. Diğer idarecilerin hepsi ona yaklaştırıldı. Bü­tün işler kendisine tevdi edildi. O da Mısır'da adaleti ikame etti. Erkek-kadm herkes onu sevdi. Kıtlık yıllarının ilkinde yiyecekleri dirhem ve dinar karşılığında (yani o günkü para birimleriyle) ver­di. Sonunda Mısırlıların elinde para kalmadı. İkinci yıl, ziynet ve mücevherat karşılığında verdi. Üçüncü yıl hayvanlar karşılığında, dördüncü yıl köle ve cariyeler karşılığında, beşinci yıl arazileri karşılığında, altıncı yıl çocukları karşılığında, yedinci yıl ise ken­dilerini köle edinmek karşılığında onlara yiyecek maddeleri verdi. Bu, o dönemdeki şeriatta caizdi (yani hür bir insan köle edilebi­lirdi). Onlar Hz. Yusuf'a; «Bugün senin gibi büyük ve senden da­ha yüce bir idareci yoktur» dediler. Hz, Yusuf da krala; «Allah'ın bana vermiş olduğu nimetler hakkındaki görüşün nedir?» diye so­runca, kral; «Görüş senin görüşündür. Hepimiz bu hususta sana tâbiyiz» diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Yusuf; «Ben Allah'ı ve seni şahid kılıyorum ki tüm Mısırlıları azad ediyorum ve mal­larını kendilerine iade ediyorum» dedi.

(56) «İşte böylece biz, Yusuf'a...» Bu Ayetin Tefsiri

«Arz» ile kastedilen, yine Mısır topraklarıdır. Mısır'ın o günkü yüz ölçümünün 40 x 40 fersah olduğuna dair rivayetler vardır. Ya­ni Allah Teâlâ; «Ona verdiğimiz büyük mülk gibi, onu 40 x 40 fer­sahlık Mısır topraklarına hakim kıldık» demek istemiştir. Hz. Yu­suf o arazinin istediği şehrine yerleşebilirdi. Çünkü onların hep­si kendi tasarrufu altındaydı. Dilediği yerde, dilediği kadar yerle­şir ve yararlanabilirdi.                                                ,

«İyilik yapanların mükâfatını zayi etmeyiz»; yani iman ve takva üzerinde sebat etmeye sahip olan kimselerin mükâfatım ve­ririz.

(57) «Kesinlikle ahiret sevabı...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onların ahiretteki mükâfatlan, dünyadaki mükâfatların­dan daha hayırlıdır.

«Biz iyilik yapanların mükâfatını zayi etmeyiz» cümlesinden, ihsanın semerelerinin sadece dünyada verilen mükâfattan ibaret sanılabileceği nedeniyle, bu vehmi (zannı) gidermek maksadıyla, bu cümle getirilmiştir. Yani, dünyada verilen mükâfatla birlikte, ahirette de ecir verilir ve ahirette verilen ecir ondan daha hayırlı ve daha üstündür. Bu cümleden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, iman edip, takva üzerinde hayatlarım idame ettiren kullarına di­lediğini nasip eder. Burada muhtemelen, «dilediğimiz kimse» mâ­nâsında olan «Men neşau»daki «men» daha genel bir anlam ifade etmektedir. Yani kastedilen sadece iman edip, takva üzerinde ha­yatlarım idame ettiren kimselerden daha genel bir mânâdır. Bu takdirde rahmet ile, hiçbir şeyin, hiçbir amelin karşılığı olmayan nimetler kastedilmiş olur. Ecir'den de karşılığı olan nimetler kas­tedilmiş olmaktadır. Allah Teâlâ adeta şöyle demektedir: «Nerede ve nasıl bir konumda olurlarsa olsunlar, kullarımızdan dilediğimiz kimselere lütfeder, onlara mülk ile, zenginlikle ve daha başka ni­metlerle, bir şey karşılığında olmaksızın in'amda bulunuruz. Ha­yatlarını takva üzere idame ettiren mümin kullarımıza da, iman ve takvalarının karşılığını veririz. Dünyada imanlarının ve takva­larının karşılığını verdiğimiz gibi, ahirette de onlara in'amda bu­lunuruz. Fakat bu daimi ve büyük nimet kendileri için, dünya­da verdiğimizden daha hayırlıdır. Çünkü ahiretteki mükâfatlan sürekli ve daha büyüktür».

«Rahmet»in karşılığı olmayan nimetlerle, «Ecir»va. de karşı­lığı olan nimetlerle yorumlanmasına Süfyan b. Uyeyne'den rivayet edilen şu görüş ile karşı çıkılmaktadır: «Mümin dünyada da ahi-rette de kasenelerinin karşılığında sevap elde eder. Fadr kimseye ise dünyada iken hasenelerinin karşılığı acilen verilirse de, ahiret-te onun bir nasibi yoktur». Süfyan b. Uyeyne bunları söyledikten sonra mezkûr ayeti okumuştur. Ayette aaha önce sözü edilen ni­metlerden, kâfirlere verilen kısmın, kâfirlerin dünyadaki bir iyili­ğinin karşılığı olduğu açıkça belirtilmektedir. Nitekim «Rahmeti­mizi dilediğimiz kulumuza veririz» cümlesi buna delâlet eder.

Süfyan b. Uyeyne'nin bu görüşüne şu şekilde bir cevap veril­miştir: Muhtemelen Süfyan ayetteki eUMuhsinin lafzını sılai ra­him yapmış, mazluma yardım, yoksulun doyurulması gibi kâfirle­ri de içerecek bir mânâya hamletmiş olmalıdır. Bu takdirde ayetin sadece zikredilene tahsis edilmesi doğru olmaz. Görüldüğü gibi, Süfyan'dan nakledilen bu görüş ayetin daha Önceki yorumunu açık­ça müşkil bir duruma sokmaktadır. Çünkü ayet bu görüşe göre kâfirlerin durumunu söz konusu etmemektedir. Bu bakımdan bu rivayetten sonra ayeti okumanın bir anlamı kalmamaktadır.

İbn Abbas, «el-Muhsinin» lafzını, «Sabredenler» tarzında yo­rumlamıştır. Eğer bu rivayet sahih ise, o bu yorumu makama da­ha uygun gördüğünden dolayı tercih etmiş olmalıdır. Kısaca han­gi yorum tercih edilirse edilsin, ayet-i kerime Allah Teâlâ'nın ahi-rette Hz. Yusuf'a vereceği nimetlerin, ona dünyada verilen nimet­lerden üstün olduğuna işaret etmektedir.

(58) «Yusuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetten anlaşıldığına göre kıtlık sadece Mısır'a münhasır kalmamıştır. Kıtlık Filistin ve Şam'a kadar uzanmış olmalıdır. Çünkü Hz. Yusuf'un kardeşleri Şam diyarında oturuyorlardı. Şam­lıların ve Mısırlıların başına musallat olan kıtlık olayından, doğal olarak Hz. Yakub'un ailesi de etkilenmiştir. Bunun üzerine Hz. Yakub, Bünyamin'in dışındaki oğullarını huzuruna çağırarak on­lara :«Ey oğullarım! Mısır'da salih bir yönetici olduğunu ve yiye­cek maddeleri sattığını işittim. Onun yanına gidip, kendisinden ih­tiyacımız olan yiyecek maddelerini satın alın!» dedi. Hz. Yakub' un bu sözü üzerine oğulları yola çıkarak Mısır'a vardılar. Hüküm verdiği divanda oturmakta iken Hz. Yusuf'un huzuruna girdiler. Hz. Yusuf onların kardeşleri olduğunu hemen tanımıştı. Çünkü çok zeki bir zattı ve üstelik kardeşlerinin kendisinden ayrıldıkları günkü durumlarıyla şimdiki durumları arasmda pek önemli bir değişiklik olmamıştı Zaten Hz. Yusuf onlardan ayrıldığında, hep­si ergenlik dönemlerini aşmış bulunuyorlardı. Elbise ve görünüş­leri her iki dönemde de aynıydı. Ayrıca Hz. Yusuf sürekli onları düşünürdü. Bu da onları tanımasına vesile olmuştu. Hele kıtlık zamanında onların hâlini düşünür, kendi kendine murakabelere dalardı. Rüyasının tevilinden   bildiği için, onların   geleceği   vakti gözlüyordu zaten. Nitekim rivayet olunduğuna göre,  kardeşleri Hz. Yusuf'un huzuruna girmek istedikleri zaman, Hz. Yakub'un oğullan olduklarını söylediler. Hz. Yusuf da böylece onları tanı­mış oldu ve kendilerine oturmalarını söyledi. İşte bu noktadan hareketle Hasan Basri, onların kendilerini tanıtmadan önce, Hz. Yusuf'un da onları tanımadığını söylemiştir. Ancak el-İntisaf'da, ayette geçen «Fearafehum»   (Onları  hemen  tanıdı) ibaresindeki «Fe»    harfinin    Hasan    Basri'nin    bu    yorumunu    reddettiği; Zira «Fe» harfinin «hemen tanıdı» anlamına geldiği bildirilmekte­dir. Yani Hz. Yusuf hiç tereddütsüz düşünmeksizin onları hemen tanımıştır. Onlar ise uzun bir zamandır görmemesi nedeniyle Hz. Yusuf'u unutmuşlardı. Ayrıca Hz. Yusuf kayıplara karıştığı za­man daha küçük bir çocuktu. Durumu ve giyimi değişmişti. Üste­lik onlar Hz. Yusuf'un hayatta olduğuna da inanmıyorlardı. Bazılarına göre onların Hz. Yusuf'u tanımamalarının nedeni, Hz. Yusuf'un, kardeşlerini diğer ihtiyaç sahipleri gibi uzağında durdurmuş olmasıdır.

Bazı müfessirlere göre de, Hz. Yusuf'un onları tanıyıp, onların Hz. Yusuf'u tanımamalarının nedeni, sadece Allah'ın onların kal­binde irfanı yaratmamasından ileri gelmiştir. Bunun nedeni, Hz. Yusuf'a; «Sen gelecekte onların durumlarını kendilerinin farkın­da olmadıkları bir sırada haber vereceksin» şeklinde yapılan va* din yerine getirilmesi içindir. İşte bu Hz. Yusuf'un mucizesidir.

Ragıp el-İsfehanî, ayette geçen «Arafe» fiilinin marifet ve irfan köklerinden titrediğini söylemektedir. Bir şeyin bilinmesi (mari­fet ve irfanı) onu düşünmek, izlerine dikkatle bakmakla hasıl olur. Demek oluyor ki, marifet ilimden daha özel bir anlamdadır. Marifetin karşıtı ise inkârdır. İlimse cehaletin karşıtıdır. Arafe' nin aslı, «Onun kokusunu aldım» anlamında kullanılan, «Araftu»dan gelir. Onların Hz. Yusuf'u tanımamaları, huzurda ve gayblarında daimi bir durum olduğundan, Allah Teâlâ, «Ve hum lehu munkirun» şeklinde isim cümlesi kullanmıştır. Ancak Hz. Yusuf'un tanıması böyle bir keyfiyet taşımadığından dolayı onun için fiil cümlesi kullanılmıştır.

(59) (Yusuf) onların erzaklarını hazırlatınca...» Bu Ayetin Tefsiri

«Cihaz» kelimesi yolcuların muhtaç olduğu azık ve diğer, araç-gereçlerdir. Gelin'in cihazı, kendisiyle birlikte kocasına tak­dim edildiği maldır. Ölünün cihazı ise, onun gömülmesi için ge­reken alet-edavattır.

Hz. Yusuf, kardeşlerinden her birine, bir deve yükü yiyecek satmıştı. Çünkü adaletsizlik olmasın diye her gelene bir deve yükü veriyordu. Hz. Yusuf onlar; «Bize mutadın dışında bir deve yükü daha ver, çünkü babamızın yanında bir kardeşimiz daha var­dır» deyince kendilerine bir deve yükü daha fazla vermiş ve fa­kat kardeşlerini de bir dahaki sefere getirmelerini şart koşmuş­tur. Adeta onların doğru söyleyip söylemediklerini denemek için böyle davranmıştır.

Bazı müfessirlere göre, kardeşleri Hz. Yusuf'un huzuruna gel­diklerinde İbranice konuşmuşlar ve Hz. Yusuf onlara, kendilerini tanımadığını söyleyince «Biz Şamlıyız. Göçebeyiz. Bazımıza kıtlık isabet etmiş olduğundan, sana bize yiyecek ve/men için geldik» demişlerdir. Hz. Yusuf: «Belki de sizler, ülkemin zayıf noktalarını tesbit edebilmek için gelmiş olan casuslarsınız» deyince de «Al­lah'a sığınırız! Hepimiz kardeşiz ve bir babanın oğullarıyız. Ba­bamız yaşlı ve dürüst bir insandır. Peygamberlerden bir peygam­ber olup. adı da Yakub'tur» dediler. Bunun üzerine Hz. Yusuf, onlara kaç kardeş olduklarım sordu. Onlar on iki kardeş olduk­larını ve bir kardeşlerinin öldüğünü söylediler. Hz. Yusuf burada kaç kişi bulunduklarını sorunca «on kişiyiz» diye cevap verdiler. Hz. Yusuf; «O halde on birinci kardeşiniz nerede?» diye sordu, onlar «O kardeşimiz babamızın yanında bulunuyor. Ölen kardeşi­miz nedeniyle babamız onunla teselli oluyor» dediler. Hz. Yusuf, bu takdirde kendilerinin casus olmadıklarına' dair şahidlik edecek birinin olup olmadığını, sözlerinin doğru olduğunu nasıl isbat ede­bileceklerini sorunca onlar: «Biz, bizi kimsenin tanımadığı ve do­layısıyla şahitlik edemeyeceği bir ülkedeyiz» diye cevap verdiler. Hz. Yusuf, «O halde içinizden biri yanımda rehin kalsın. Diğerleri de babasının yanında bulunan kardeşinizi getirsinler. O da baba­nızdan bir mektupla gelsin ki ben de sizi tasdik edeyim» dedi. Bunun üzerine onlar da aralarında kur'a çektiler. Kur'a Şemun'a isabet etti. (Bazı rivayetlere göre Şemun'u Hz. Yusuf seçti. Çün­kü o Hz. Yusuf hakkında kardeşleri arasında daha iyi düşünüyor­du. Bazı tefsirlerde ise, Hz. Yusuf hakkında iyi düşünen kardeşin-Yehuza olduğu belirtilmiştir). Onlar Yehuza'yı Hz. Yusuf'un yanında bıraktılar. îşte burada ayette geçen sözün nedeni anlaşıl­maktadır.

Ancak bu rivayete (ve görüşe) burada şöyle itiraz edilmiştir. Hz. Yusuf'un onların yüklerini hazırlattığında, kendilerine «Kar­deşinizi bana getirin» diyerek teşvikte bulunması ve kendisinin misavirperverlerin en hayırlısı olduğunu söylemesi bu rivayetle çelişmektedir. Ayrıca Şem'un (veya Yehuza) Hz. Yusuf'un yanın­da (rehin olarak) kalmış olsaydı, bu her sözün unutulmasına ve­sile olabilecek keyfiyette bir felâket olurdu.

Bazılarına göre de, bu rivayet zayıftır. Çünkü Yusuf kardeşle­rini casuslukla itham etmiştir. Fakat Hz. Yusuf'un bu şekilde' ko­nuşmasının vahye dayanması durumunda, itiraz geçerliliğini yiti­rir. Îbn'ul-Munir bu itirazın sahih olmayacağım; zira Hz. Yusuf'un kardeşlerinin casus olduklarını düşünmesi halinde aralarından bi­rinin yanında kalmasını istemeyeceğini söylemiştir. Oysa Kur'an' m nazmı buna muhaliftir.

İbn Cerir, tbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir:

Kardeşleri Hz. Yusuf'un yanına girdiklerinde o kardeşlerini hemen tanıdı. Onlar ise Yusuf'u tanımamışlardı. Hz. Yusuf su iç­tiği tası istedi, getirdiler. Elini o tasın üzerine koydu. Tasa vur. duğu zaman ondan ses çıkıyordu. Bunun üzerine «Bu tas bana, Yusuf adlı baba-bir kardeşinizin babasının onu çok sevdiğini, si­zin onu götürüp kuyuya attığınızı, sonra da «Kurt yedi» deyip gömleğini yalancı bir kana bütayıp, babanıza götürdüğünüzü haber veriyor» dedi. (Ravi, onların Hz. Yusuf'un bu sözlerinden sonra birbirlerine bakmaya başlayıp, tasın bunu nasıl bilebildiği husu­sunda şaşırdıklarını söylemiştir).

Ancak bu rivayet de, daha önceki rivayetle çelişmektedir. Bu hususta birbirleriyle çelişen başka rivayetler de vardır. Bu bakım­dan en doğrusu Allah'ın bildirdikleriyle yetinmemizdir.

Hz. Yusuf onlara, «Gördüğünüz gibi ben ölçeği tam dolduru-yorum ve misafirperverlerin de en hayırlısıyım» demişti ve ger­çekten de durum onun söylediği gibiydi.

(60) «Eğer onu (kardeşinizi) bana getirmezseniz...aBu Ayetin Tefsiri

Bu cümle onların Bünyamin'i getirmemelerinin kendileri için bir tehdit oluşturacağım göstermektedir. Yani bırakın ölçeğin ta.*n tutulmasını, onu getirmezseniz hiçbir şey alamazsınız.

«Bana da yaklaşmayın»; yani ülkeme gelmek suretiyle bana yaklaşmayın. Size misafirperverce davranılmayacaktır.

Bu ifade onların ikinci bir kez yiyecek almak üzere, Mısır'a gelmek niyetinde olduklarını göstermektedir. Hz. Yusuf onların bu niyetlerini biliyordu. Görünüşe bakılırsa Hz. Yusuf'un onlara karşı takındığı tavır, vahye dayanıyordu. Çünkü böyle olmasaydı, yapması gereken, hemen babalarına haber göndererek onu Mı­sır'a davet etmekti. Fakat Allah Teâlâ, Hz. Yakub'un bu meşak­katle ecrini kemale erdirmeyi dilemişti. Allah kullan üzerinde di­lediğini yapandır!

(61) «(Yusuf'un kardeşleri): Onu babasından...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, babasını kandırmaya, ikna etmeye, yavaş yavaş kalbim" kazanmaya çalışacak ve bu hususta tüm gayretimizi sarfedeceğiz.

Onların bu sözü Bünyamin'i Hz. Yakub'dan istemenin ve onu elinden almanın çok zor olduğuna delâlet eder.

«Kuşkusuz ki bizler (bunu) yapacağız»; yani buna gücümüz yeter. Biz bu hususta yorulmayız. Hepimiz de bunu yapmak için çalışacak ve gevşeklik göstermeyeceğiz.

(62) «(Yusuf) yardımcılarına: Sermayelerini...» Bu Ayetin Tefsiri

Katade'ye göre, Hz. Yusuf ölçeği idare eden genç adamlarına bu emri vermiştir. Veya Hz. Yusuf hizmetinde bulunan yardımcı­larına böyle demiştir.

Ayette geçen, «Fityan» kelimesi, «Feta»nm çoğuludur. Rivayet olunduğuna göre Hz. Yusuf, her yük için bir kişiyi görevlendirdi. O kişi yiyecek satın almak hususunda Kenanilerin vermiş olduk­ları malı tekrar o yüklerin içine koyacaktı. Bu mallar pabuç ve deri maddelerinden ibaretti.

«Bidaet» kelimesi, birçok parça mal anlamındadır. Bunlar ti­caret için kullanılır. Burada kastedilen aldıkları yiyeceklerin kar­şılığı olan parçalardır. «Rihal» ise «Rahl»m çoğulu olup, bineğin sırtındaki süvarinin ve diğerlerinin emtiaları demektir.

Rağıp el-İsfehanî'ye göre, «Rahl» binmek için devenin üze­rine vurulan eğer demektir.

Hz. Yusuf'un böyle davranmasının nedeni, onlara iyilik yap­mak ve babalarının yanından ikinci kez gelmek için kendilerine yetecek sermaye bulamama endişesinden uzak olmalarıydı. Tüm bunları ikinci gelişlerinde, Bünyamin'i de getirmeleri için yapı­yordu.

Bazı müfessirler; sermayelerinin yüklerine yerleştirilmesinin, onların tekrar gelmelerine şu şekilde sebep teşkil edebileceğini söylemişlerdir: Onların dinleri, o sermayeyi yeniden, Mısır'a geri götürmelerini gerektiriyordu. Belki bu sermayeler kasten değil de yanlışlıkla onların yüklerine konulmuş olabilirdi. Dolayısıyla sermayeler Mısır kralının malı olduğundan kendilerinden istene­cekti. Ya da belki sermayeler kendilerini denemek için yüklerinin arasına konulmuş olabilirdi ki bu takdirde de bunları Mısır'a geri götürmek zorundalardı.

(63) «(Yusuf'un kardeşleri) babalarına döndüklerinde...»Bu Ayetin Tefsiri

«Munia minna'l-Keyl» (Ölçek bizden nıenedildi); yani bugün­den sonra eğer Bünyamin'i götürmezsek, hükümdarın dediğine göre bize ölçek (yani yiyecek) verilmeyecektir. Çünkü hükümdar bize onu getirmediğimiz takdirde onun yanında bize verilecek yi­yeceğin bulunmadığını söylemişti.

Bu ayette, ikinci kez yiyecek almak üzere geleceklerinin, on­larla Hz. Yusuf arasında bilinen bir husus olduğuna delil vardır.

Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, onlar babalarının yanma geldiklerinde, onu zayıf bir selamla selamlarlar. Hz. Yakub; «Ey oğullarım! Niçin bana zayıf bir şekilde selam veriyorsunuz? Hem niye Şem'un un sesini işitmiyorum» der. Onlar da; «Ey babamız! Biz yetki bakımından insanların en güçlüsü olan bir hükümdarın yanından geliyoruz! Öyle ki, ilim, hikmet, takva, ağırbaşlılık ve vakar bakımından benzeri görülmemiş bir insanın yanından!.. Vallahi, eğer senin bir benzerin bulunacak olsaydı, kesinlikle bu kimse o olurdu. Fakat biz imtihan (belâ) için yaratılmış bir aile­nin fertleriyiz. O bizi imtihan etti ve bizimle beraber bir mektup­la Bünyamin'i göndermedikçe ve Bünyamin ona senin üzüntünün sebebini, seni üzen şeyleri anlatmadıkça, niçin bu kadar erken yaşlandığının sebeplerini izah etmedikçe bizi tasdik etmeyeceğini ve bize hiç yiyecek vermeyeceğini söyledi. Bu yüzden Bünyamin'i bizimle gönder, biz de yiyecek alalım. Kesinlikle bizler Bünya­min'i sana getirene kadar koruyacağız» derler.[69]

 

Meal

 

64- (Yakub):  «Daha önce kardeşi  (Yusuf)  hakkında size güvendiğim gibi onun hakkında da size güvenirmiyim hiç? Ko­ruyucu olarak Allah, en hayırlı olandır. O merhamet edenlerin en merhametlisiclir» dedi.

65- Yüklerini açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verilmiş olduğunu gördüler:  «Ey babamız!   Daha ne istiyoruz? İşte sermayemiz de bize geri verilmiş! Bununla yine ailemize yi­yecek getiririz. Kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla .      alırız. Çünkü bu getirdiğimiz Ölçek azdır» dediler.

66- (Yakub):   «Etrafınızın   kuşatılması  ve  çaresiz kalma­nız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına ba­na bir söz vermedikçe, onu sizinle hiçbir zaman göndermem» dedi.  (Oğullan)  kendisine,   (istediği) teminatı verdiklerinde «Söy-lediklerimizs Allah şahittir» dedi.

67- Ve «Ey oğullarım!  (Mısır'a) hepiniz bir kapıdan girme­yin, ayrı ayn kapılardan girin! Fakat ben  (buna rağmen)  Al­lah'tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden uzaklaştı ram a m. Çünkü hü­küm ancak Allah'ındır. Bunun için ben yalnız O'na tevekkül et­tim. Tevekkül edenler de, O'na tevekkül etsinler» dedi.

68- Babalarının kendilerine emrettiği yerden (şehre) girdi­ler. Fakat bu  (tedbir), Allah'tan gelecek hiçbir   şeyi   onlardan uzaklaştıramazdı. Sadece Yakub, nefsindeki bir isteği açığa vur­muş oldu. Kuşkusuz ki o ilim sahibiydi. Çünkü ona biz Öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

69- Yusuf'un    huzuruna    girdiklerinde,     (Yusuf)    kardeşi (Bünyaminji yanına aldı  (bağnna bastı) ve «Ben senin karde­şinim. Onların yaptıklarına üzülme» dedi. [70]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(64)   «(Yakub) : Daha önce kardeşi (Yusuf) hakkında...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki soru biçimi, istifam-ı inkâriyye'dir. Yani «Daha ön­ce Yusuf hakkında size güvendiğim gibi mi güveneyim?» Böyle demekle Hz. Yakub, onlara güvenmediğini söylemek istemiştir.

«Ne size ne de sizin onu korumanıza güvenirim. Ben duru­mumu Allah'a emanet ediyorum. O koruma bakımından herkes­ten daha hayırlıdır, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Uma­rım ki onu korumak suretiyle bana da merhamet edecek, yüreği­mi hem onunla hem de Yusuf'la dağlamayacaktır»

Bu sözü, Hz. Yakub'un Bünyamin'i onlarla birlikte gönder­meye meyli olduğunu göstermektedir. Çünkü onun gitmesinde bir hayır, maslahat olduğuna inanmıştır. Ayrıca bu ayet, Hz. Ya­kub'un Allah'a tevekkül ettiğini ve Allah'a tevekkül etmenin in­sanlara neler kazandırdığına da işaret etmektedir. Nitekim riva­yet olunduğuna göre Allah Teâlâ; «İzzet ve celalime yemin olsun ki bana tevekkülünden dolayı, sana hem Yusuf'u hem de Bünya­min'i geri göndereceğim» demiştir.

«Hafizen» kelimesi terkib bakımından temyiz düşer. Yani Al­lah hıfz bakımından, merhametlilerin en merhametlisi, hayırlıla­rın en hayırlısıdır.

(65) «Yüklerini açtıklarında sermayelerinin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Yüklerini» şeklinde çevirdiğimiz «Meta'hum» ibaresini Ra-ğıb el-İsfehani, «Herhangi bir yönden kendisinden istifade edilen şey» olarak ifade etmektedir. Ancak ayette kastedilen şey yiyecek­leridir. Yani yiyeceklerini açtıklarında, sermayelerinin kendileri­ne geri verilmiş olduğunu gördüler.

Bazı müfessirlere göre, «Meta» kelimesiyle kastedilen, çuval­ları, kablarıdır. Ancak bu yorum ile önceki yorum birbirlerini ta­mamlamaktadırlar. Çünkü yiyecekler çuvallardaydı. Yani onlar, yiyeceklerin doldurulduğu çuvalları açtıklarında, sermayelerinin kendilerine geri verilmiş olduğunu gördüler.

«Ey babamız! Daha ne istiyoruz?» yani hükümdarın bize yap­mış olduğu ihsandan, onun emrini yerine getirmeyi gerektiren cömertliğinden sonra artık ne yapabilir, ne isteyebiliriz? İhtiyaç anlarında kendisine başvurmamızı tavsiye ettikten sonra, artık söyleyebilecek bir şey kalmıyor! İşte sermayemiz de bize geri verilmiş! Biz bu sefer de gidersek, ailemize yeniden yiyecek geti­ririz, kardeşimizi de —sana söz verdiğimiz gibi— her türlü kötü­lükten koruruz. Hem de onun vasıtasiyle bir deve yükü daha faz­la yiyecek getiririz.

 Müfessirler, «Keyl» lafzını «yük» ile yorumlamaktadırlar.  «Bair» ise erkek deve demektir. Yani dişi develer için kullanılan «Naka» kelimesinin karşıtıdır. Mücahid bu kelimenin (Bair) mer­kep demek olduğunu söylemiştir. Nitekim bazı Araplar bu kelime­yi merkep karşılığında da kullanırlar. Ancak bu görüş, şazzdır. Çünkü «Bu ölçek azdır» ifadesindeki, ism-i işaret (zalike) ya daha önce getirdiklerine racidir ki bu takdirde mânâ; {(Bizim getirdiği­miz bize yetmez. Bir kez daha getirmemiz gerekiyor. Bunun kadar ve fazlasını alırsak, ancak bize yetebilir. Fazla almamız da ancak kardeşimizi de yanımızda götürmekle mümkün olabilin) şeklinde anlaşılır. Ya da mânâ şöyledir: «Kardeşimiz bizimle geldiği tak-dirde, verilecek yük azdır. Bu krala pek de zor değildir». Bu iki takdirde de bu söz Hz. Yakub'un oğullarına ait olmaktadır. Bazı müfessirler bu sözün Hz. Yakub'a da ait olabileceğini söylemiş­lerdir. Bu takdirde işaret Bünyamin'in gittiği zaman alacakla­rı yükle ilgili olmaktadır. Yani «Bünyamin sizinle geldiği takdirde bile, alacağı yük az olacaktır. Dolayısıyla böyle az bir şey için in­san evladını tehlikeye atmaz».

(66) «(Yakub): Etrafınızın kuşatılması ve...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz Yakub böyle demekle onların Allah adına yemin etmeleri­ni istemişti. Allah adına verilen bir sözü ancak kabul edebilirdi. Çünkü bu yeminle, ahidler daha da kuvvet kazanır. Allah ona böy­le bir yemini almasına izin vermiştir. Yani; «Siz Allah adına ye­min etmedikçe, (Allah adına yemin ederiz, onu sana getireceğiz) demedikçe onu sizinle birlikte göndermem».

Mecma'ul-Beyan1 da İbn Abbas'tan şöyle nakledilmektedir: «Hz. Yakub oğullarına, onlar Hz. Muhammenin peygamberlerin sonuncusu olduğuna ve onun adına yemin etmedikçe, Bünyamin'i kendileriyle birlikte göndermeyeceğini söyledi». Ayetin zahirine bakıldığında, Mecma'ul-Beyan'ın naklettiği bu rivayetin sahih ol­madığı anlaşılmaktadır.

El-İmadî, Hz. Yakub'un onlardan, Muhammed'in Rabbi olan Allah adına yemin etmelerini istediğini söylemiştir.

«Etrafınızın kuşatılması ve çaresiz kalmanız hariç»; yani, an­cak mağlup olursanız veya Bünyamin'i getirme gücünüz kalmazsa ya da hepiniz öldürülürseniz o zaman sorumlu değilsiniz! (Bu iki rivayet te Mücahid'den gelmiştir).

(67) «Ve Ey oğullarım! (Mısır'a) hepiniz bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yakub tüm oğullarını göndermeye karar verdiği zaman, onlara nasihat kabilinden, Mısır'a bir kapıdan girmemelerini söy­lemiştir. Bunun nedeni onbir kardeş olduklarını görenlerin naza­rının kendilerine değeceği endişesinden ileri geliyordu. Çünkü oğullarının hepsi de güzel uzun boylu delikanlılardı. Üstelik hü­kümdar tarafından kimseye gösterilmeyen yakınlık ve ikram on­lara gösterilmişti. Bu husus Mısırlılar arasında yayılmıştı ve her­kes tarafından biliniyordu. Dolayısıyla bu nasihat, topluca şehre girdikleri takdirde, bakışların hedefleri olabilecekleri endişesini ortaya kovuyordu. İlk gidişlerinde, pek tanınmadıklarından, diğer yolculardan herhangi birinin durumunda olduklarından Hz. Ya­kub kendilerine böyle bir nasihatta bulunmak gereğini hissetme­mişti. Fakat ikinci gidişlerinde durum değişmişti artık.

Hz. Yakub, onların içlerinde tek tesellisi Bünyamin'in ol­ması nedeniyle kendilerine nazar değebileceğinden de korkmuş olabilir. Çünkü ilk gidişlerinde aralarında Bünyamin yoktu. Ay­rıca ilk defasında, oğullarının sözlerini dinlemeyip, Hz, Yusuf'a kötülük yaptıkları için, onları önemsememesi de ihtimal dahilin­dedir. Hz. Yakub'un onların casus olarak anlaşılmamalan veya değişik kapılardan girdikleri takdirde Hz. Yusuf hakkında bir haber duyabilecekleri ihtimalini hesaba kattığı için, böyle nasihat ettiğini bildiren yorumlar makbul değildir. [71]

 

İslâm'da Nazar

 

İslâm'da nazarın mevcudiyeti hak olarak telakki edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «el-Aynu hakkun» (Nazar haktır) diye buyurmuştur ve bu hadis sahihtir. Daha da sahih olan başka bir hadiste, «Eğer bir şey kaderi geçebilseydi, muhakkak nazar ge­çerdi» diye buyurmuştur. Yine bir hadiste «Nazar haktır. Kuş-Jmsuz^ki nazar kişiyi kabre, deveyi çömleğe sokar» denilmiştir. Yi­ne Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i şu sözlerle nazardan saklıyordu: «Allah'ım! Onları kelimelerinle her şeytanın, her hammenin ve her leimin nazarından koru!» Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i efsun ederken bu kelimeler hak­kında; «Atanız İbrahim de, bu kelimelerle İsmail ve İshak'ı ko­rur, efsun ederdi» demiştir.

Şevkani, «Feth'ul-Kadir» adlı tefsirinde şöyle demektedir:

Hz. Yakub'un oğulları Mısır'a gitmek üzere hazırlandıkların­da, Hz. Yakub onlara nazar değeceğinden korkmuştu. Çünkü ya­kışıklıydılar, güzel giyinmişlerdi ve bir babanın on bir oğluydu-lar. Bu yüzden Hz. Yakup onlara topluca bir kapıdan girmelerini yasakladı. Zira böyle topluca girmeleri, nazara sebep olabilirdi. Onlara değişik kapılardan girmelerini söyledi. «Bir kapıdan gir­meyin» demekle yetinmeyip «Değişik (ayrı ayrı) kapılardan gi­rin» dedi. Çünkü onlar iki kapıdan girmekle, bir kapıdan girme­yin emrini yerine getirmiş olurlardı. Oysa iki kapıdan girmeleri de, bir kapıdan girmeleri gibi nazar değme ihtimalini taşıyordu. Bu yüzden onlara değişik kapılardan girmelerini ikinci kez ihtar etmiştir.

Mutezile'den Ebu Haşim ve el-Belhî gibi bazı kimseler «Na-zar»ı (Göz tesirini) kabul etmişlerdir. Onlar, «göz sahibi bir şeyi gördüğünde ve bu şey onun hoşuna gitiğinde, onun için teklifin­deki maslahat, uygunluk nedeniyle Allah o şeyi bozacaktır ki, o mükelefin kalbi ona bağlanmasın» demişlerdir. Fakat onların bu sözleri pek şaşırtıcı değildir. Çünkü Kur'an ve sünnetin delilleri­ne mücerret aklî delillerle karşı çıkmak onların âdetidir. Acaba gözün Allah'ın izniyle tesir etmesine ne engel olabilir? Oysa pek çok sahih hadis, nazarın hak olduğuna ve Hz. Peygamber (s.a) döneminde pek çok kişiye nazar değdiğine delâlet etmektedir. Hatta Hz. Peygamber (s.a) bile kendisine nazar değen kimseler arasındadır?

Kısaca bu Mutezile'ye mensup kimselerin görüşlerine, birçok delille karşı çıkılmış ve görüşlerine önem verilen bu topluluğun delilleri selef ve halef tarafından çürütülmüştür. [72]

 

Kem Gözlüler

 

«Nazarı dokunur» diye şöhret bulmuş bir kimse hakkında alimler ihtilaf etmişlerdir. Bir gruba göre, böyle kimselerin zara­rının defedilmesi için evlerinden çıkmaları engellenerek veya hap­sedilerek halkın arasına katılmaları önlenmelidir. Bir görüşe gö­re sürgün edilmelidir. Öldürülmeleri gerektiğini öne süren kim­seler pek aşırı gitmiş olmaktadırlar. Böyle kimseler öldürüle­mez. Ancak bunu kasten yaparsa ve bu işten vazgeçmezse, (na­zarla) ölüme sebebiyet verdiğinden, katil hükmünü almış olur  [73]

Nisaburî ise tefsirinde şöyle demektedir:

Müfessirlerin çoğu, Hz. Yakub'un oğullarına nazar değmesin diye onları Mısır'a bir kapıdan girmekten nehyettiğini söylemiş­lerdir. Burada iki mesele vardır. Birincisi nazarın (yani gözün te­sirinin) hak olması meselesidir ki ümmetin çoğu bu hususta itti­fak etmişlerdir.

Ubade b. Samit şöyle demektedir: Hz. Peygamber'in huzuru-na günün ilk saatlerinde girdiğimde, onun çok hasta olduğunu, günün son saatlerinde kendisini ziyaret ettiğimde ise, sağlıklı olduğunu gördüm. Bana şöyle dedi: «Cebrail yanıma gelerek, beni efsuriladı ve dedi ki: «Seni Allah'ın ismiyle efsunluyorum. Sana eziyet veren her şeyin şerrinden, her gözden ve her hasedden Al­lah sana şifa verir». Bunun üzerine benden hastalık gitti ve ben sağlığıma kavuştum».

Yine rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Ümmii Se-leme'nin odasına girdiğinde onun yanında bir çocuk görür. Çocuk hastaydı. Odadakiler; «Ey Allah'ın Rasûlü! Ona nazar değmiş!» de­yince Hz. Peygamber (s.a); «O halde niçin ona, nazara karşı ef­sun yapmıyorsunuz?» diye buyurdu.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Nazar hak­tır. Eğer bir şey kaderi geçecek olsaydı, muhakkak onu nazar ge­çerdi» diye buyurmuştur.

Hz. Aişe; «Hz. Peygamber (s.a) nazar sahibine abdest alma­sını emrederdi o da abdest alırdı, onun abdest suyuyla kendisine nazar değen kimse yıkanırdı» demiştir.

İkinci mesele ise, bunun hakikatinin mahiyeti hususudur. Cahız şöyle demiştir: «Gözden bazı parçalar (ışınlar) uzayarak, güzel sayılan şahsa yetişir, tıpkı yılanın ısırmasının ve zehirinin bedene geçmesi gibi ona etki eder ve ona geçer».

Cübbaî ve diğerleri Cahız'a itiraz ederek, eğer böyle olsaydı, güzel olmayıp, çirkin sayılan kimselere de nazarın etki etmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Buna cevaben şöyle denilmiştir:

— Eğer güzel sayılan, göz sahibinin (nazar edenin) dostuysa —ki güzel sayıldığı zaman— nazar eden kimse dostluğunun yok olacağmdan o anda dehşetli bir korkuya kapılır. Yok eğer düş­manı ise yine böyle bir şeyin meydana gelmesinden dolayı aynı şekilde dehşetli bir korku duyar. Her iki durumda da ruh ısınır,

kalp içine katlanır. O nazar eden kimsenin ruhunda etkileyici bir keyfiyet meydana gelir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) nazar sahibine abdest almasını ve o su ile kendine nazar eden kimsenin yıkanmasını emretmiştir.

Hükema'ya göre nazar sahibinin, bu görülen keyfiyet sebebiy­le, etkisinin olması şart değildir. Bu etki bazen sadece nefsanî ve­ya vehmî olabilir. Nitekim ağacın üzerinde yürüyen kimse için ..     olduğu gibi. Ya da tasavvurî olabilir. Bazen nefisler için, hayret j|     verici özellikleri vardır ki, nefis onlarla cisimlerin (bedenlerin) dışında da tasarruf edebilir. Bunların bir kısmı mucize, bir kısmı sihir, bir kısmı da nazardır  [74]

Kadı Beyzavî ise şöyle demektedir: Nefis için birçok etkiler vardır, nazar da bunlardan biridir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) efsun ederken; «Ey Allah'ım! Tam kelimelerinle her şeyta­nın, her hammenin ve her leim gözün şerrinden sana sığınıyorum» şeklinde söylediği bu sözler de buna delâlet eder.

Hazin ise, «Lübab'ut-tevil» adlı tefsirinde «Nazar haktır» de­dikten sonra, Ebu Hureyre'den rivayet olunan, «Nazar haktır» (Buharı, Müslim) hadisi ile, İbn Abbas'tan rivayet olunan; «Na-ğ| zar haktır. Eğer bir şey kaderi geçecek olsaydı, onu nazar geçer­di. Sizden yıkanmanız (abdest almanız) istendiğinde, yıkanın (ki kendine nazar değen o su ile yıkansın!)» (Müslim) hadisini nakletmektedir.

Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, nazar sahibine abdest almasını emrederdi. O da abdest alırdı. Sonra kendisine nazar değen kimse, o su ile yıkanırdı. (Ebu Davud)

İmam Nevevî, el-Mazeri'nin   şöyle   dediğini   nakletmektedir: «Alimlerin cumhuru bu hadisin zahirine sarılarak, nazarın hak olduğunu söylemişlerdir. Bidatçilerden bir grup ise bunu inkâr etmişlerdir. Akıllarının bozuk olduğuna şu delil delâlet etmektedir: Nefsindekine muhalif olan bir mânâ herhangi bir kalbe hakikati götürmez, hiçbir delili bozmaz. O akılların caiz ve mümkün gördük-lerindendir. Şeriat bir şeyin vuku'unu haber verdiğinde, ona öy~ lece inanmak gerekir. Onu inkâr etmek, Yalanlamak caiz değiU dir». [75]

AIûsî ise şöyle demektedir:

Bazıları bu hususta uzun uzun konuşmuşlardır. Burada o söylenenleri tekrarlamaya gerek yoktur. Bir şeyin bir başka şeye tesiri, ya nefsanî ya cismanî (maddi)dir. Bunların her biri ya nefsanî de ya da cismanî de tesir eder. Bu takdirde ortaya dört sınıf çıkmaktadır. Onların altına, vahiy ve mucizeler, kerametler, ilhamlar, rüyalar, sihirler ve nazarların çeşitleri girmektedir.

Birincisi; yani nefsanînin nefsanîde etki yapması, tıpkı yüce mebdelerin insanî nefislerde ilimler ve marifetler dökmek sure­tiyle etki yapması gibidir. Buraya iki sınıf girmektedir: Birincisi hakikî ilme bağlı olandır. Şöyle ki; hazır olan bir nefse öğretmek ve öğrenmek vasıtası olmaksızın ilmin kemâlini dökmek. Bu tak­dirde o nefis eşyanın hakikatlarımn marifetlerini kapsar. Yani bu, beşerin gücünün elverdiği şekilde olur. Tıpkı Hz. Peygamber'e geçmişin ve geleceğin ilminin verilmesi gibi. Oysa Hz. Peygamber daha Önce ne bir kitap okumuştu ne de sağ eliyle yazı yazmıştı. İkincisi kuvvetli hayale bağlı olandır. Şöyle ki; bu duruma hazır olan kimseye, geçmiş emirleri tahayyül etmede, gelecekteki olay­lara muttali olmada, kuvvet veren şeyi vermek gibi. Rüyalar, il­hamlar bu sınıfa girerler. Bu sınıfa sihrin bir çeşidi de girer ki o şudur: Beşerî ve kuvvetli nefisler, etkisi zayıf, hayal veren kuv­vetler bakımından gelişmemiş diğer beşerî nefislere hayal ve ve-him kuvvetleri verir. Tıpkı delilerin, çocukların ve aklî kuvvetle­ri gelişmemiş halkın nefisleri gibi. Bunlar aslında nıevcud olma­yan bir şeyi mevcutmuş gibi kabul ederler. Eşyayı da üzerinde bulundukları durumun tam tersi tahayyül ederler. Bu zayıf ne­fisler, delilerin, çocukların ve aklî kuvvetleri gelişmemiş insanların nefisleri gibidir. Bunlar gerçekte olmayan bir şeyi varmış gibi ve­ya olan bir şeyi de sahip olduğu özelliğin dışında tasavvur eder­ler. Sihrin bu kısmında hisse, hayale dehşet veren birtakım fiil­ler ve beliren hareketlerden yardım istenilir. îşte konuşurken saç­malamak, karışık konuşmalar yapmak, bu kabildendir.

İkinci sınıfa; yani nefsanînin cismanîde etki yapmasına ge­lince bu, insanî nefislerin bedenlerde yapmış olduğu etkidir. On-\ lan gıdalandırır geliştirir, kaldırır, oturtur ve daha birçok şey­ler yapar. Sihrin bir sınıfı bu kabildendir. Bu, nefsi harekete geçiren kuvvete bağlı olan bir sınıftır. Yani gücü öyle bir radde­ye gelmiştir ki, kendi bedeninde tasarruf sahibi olduğu gibi, âlem­de de tasarruf imkânına sahip olur. Mesela bir kavmin esen bir rüzgârla, veya bir fırtına, bir şimşek, bir zelzele ya da bir tufan­la yok olması gibi. Burada çoğu zaman Allah'a yalvarmak, yüce mebdelere sığınarak yardım istenilir. Mesela halk için yağmur is­ter yağmur yağar, onların aleyhinde beddua eder, helak olur­lar. Onların lehinde dua eder kurtulurlar. Bu sınıfa sihrin bir çe­şidi de girmektedir. Tıpkı kendilerinde vehmî kudretin geliştiği bazı pis nefislerin riyazat çekmek, mücahede etmek gibi sebep­lerden birisiyle   dilediği bir kimseye,   tam bir irade    doğru bir

azimle yöneldiği takdirde musallat olması gibi ki hastalık veya be­denin zayıf düşmesi gibi istediği meydana gelir. Hatta bazen bu­nunla, hastalanması istenen kimse ölebilir bile..

üçüncü sınıf; cisînaninin cismanide etki yapmasıdır. Tıpkı ilaçların zehirlerin bedende etki yapması gibi. Buraya tılsımların çeşitleri de girer. Çünkü tılsımlar mıknatısın demiri çekmesi, keh­ribarın küçük kâğıt parçalarını alması gibi bazılarında olan özelliklercien dolayı, diğer doğal bileşimlerde etki yapmasıyla meyda­na gelirler. Bu hususta bazen kevn ve fesad âleminde etki yapan ulvi cürümlerin uygunlarının kale yapmasıyla yardım elde edi­lir. Mesela özel zamanlarda, belli yerler üzerinde bazı yönlere ve bazı yıldızların tam hizasına birçok hayvanların eziyetini de­fetmek için konulan şekillerin suretlerinde bu görülmektedir.

Dördüncü sınıf; cismaninin nefsinde etki yapmasıdır. Tıpkı güzel veya çirkin şekillerin insanî nefislerde çekme veya nefret etme bakımından etki yapması gibi. Türküler, şarkılar, rakslar, saz ve cazların bazı nefislerde etki meydana getirmesi bu kabil­dendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a); «Kuşkusuz sihri açıklama­nın bir kısmı da sihirdir» sözüyle buna işaret etmiştir.[76]

 

Nazar Te'sir Eder Mî?

 

Tüm bunlar bilindikten sonra, bilmiş ol ki alimler nazarın değmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Mesela Ebu Ali el-Cübbai nazarı şiddetle inkâr etmiş ve fakat bu inkârında değil delil, bir şüphe bile ileri sürememiştir .Cübbai dışında Ehli Sünnet ve Mu-tezile'den alimler nazarı ispat etmişlerdir. Ancak bunun keyfiye­tinde ihtilaf vardır. Cahız; «Nazar sahibinin gözünden bazı par­çalar (ışınlar) güzel sayılan, (yani kendisine nazar edilen) şahsa ulaşır, zehirin bedene tesir etmesi gibi ona tesir eder» demiştir. Tesir Cahız'a göre, cismaninin cismanide tesir etmesi kabilinden-dir. Kadı Beyzavi, Cahiz'ın bu sözünü «eğer durum böyle olur. sa, bakanın gözünden çıkan parçaların güzel sayılan şahısta etki yaptığı gibi çirkin sayılan şahısta da yapması gerekmektedir» di­yerek reddetmektedir. Fahruddin Razi de Beyzavî'nin bu itirazını zayıf kabul etmiştir.

Bunun sebebi şu olsa gerek: Bir kimse bir şeyi görür ve onun devam etmesini ister, —mesela bir çocuğun görmesi gibi— veya onun devam etmesini istemez -mesela düşmanını görmesi gib Eğer birinci kısımdan ise, gördüğü güzelliğin kaybolmasından dehşetli bir korkuya kapılır. Bu da ruhun kalp içinde inhisar et­mesini gerektirir. O zaman kalp ve ruh cidden ısınmış olurlar. Gören ruhta kuvvetli ve' ısınmış bir keyfiyet meydana gelir. Eğer ikinci kısımdan ise, o güzellik kendisinde büyük bir hüzün mey­dana getirir. Bu da (diğeri gibi) ruhun inhisarını ve ısınmış kuv­vetin keyfiyetine yol açar. Her iki durumda da, gözden çıkan şua­lar ısınmış olur ve etki yapar. Ama bir şeyi güzel görmediği za­man böyle olmaz. İşte ikisinin arasındaki fark budur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bunun için nazar eden kimseye abdest al­masını, kendisine nazar değen kimseye o abdest suyundan yıkan­masını söylemiştir.

Nazar sahibi bazen kendi oğluna da etki yapar. Bu benim biz­zat müşahade ettiğim olaylardandır. Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a); «Nazar haktır! Şeytan ve insanoğlunun hasedi onu zarara çevirmiştir» diye buyurmaktadır. (Bu hadisi Müsned'inde İmam Ahmed nakletmiş ve Mecma'uz-Zevaid'de el-Heysemî hadisin ravilerinin sahih hadis ravilerin-den olduğunu söylemiştir). Ancak bu hadisin zahiri önceki hük­mün hilafını iktiza eder. Hz. Peygamberin abdest almasını emret­tiğini bildiren sözüne gelince, bunun keyfiyeti şöyledir: Nazar sa­hibi yüzünü, kollanın, dirseklerini, dizlerini, ayaklarının etrafını, izarınm iç kısmım yani bedenine dokunan kısmını, (bazılarının iddiasına göre) kalçalarını, (yine bazılarının iddiasına göre) ar­kasını yıkayacaktır. O su kendisine nazar değen kimsenin başına dökülecektir. Çünkü Hz. Peygamber «Sizden yıkanmanız istendi­ğinde yıkanın» diye buyurmuştur. Bu hitap nazar sahiplerinedir. Yani ey nazar sahipleri: Sizden (adet olan) yıkanmak istenildiği zaman, yıkanın! Bundan çekinmeyin ve o suyu verin! Bazılarına göre buradaki emir nedb ifade eder. Yani mendubdur, farz de­ğil.

Maverdi'ye göre, hitap çoğul olduğundan buradaki emr, vü-cubiyet içindir ve nazar sahibine yıkanması vaciptir. Sonra o su kendisine nazar değene verilir. Çünkü emrin zahiri bunu iktiza eder. Bu da denenmiştir. Ayrıca bununla kendisine nazar isabet eden kimsenin sağlığa kavuştuğu da görülmüştür. Burada tıpkı muztar bir kimseyi yedirerek ölümden kurtarmak gibi bir durum söz konusudur. Dolayısıyla da vaciptir. Yine aynı şekilde Maverdî, bunun taabbudî bir emir olduğunu söylemiştir. Ancak Maverdî' nin bu yorumu îmam'dan sadır olan; «Buradaki hikmet ısınanı serinletmektir» şeklindeki yoruma ters düşmektedir. İmam bunu İbn'ul-Kayyım'm sözünden almaktadır. Çünkü İbn Kayyım, «Ta'librinde şöyle demektedir: «Nasıl yılan ısırması durumunda, yılanın etinden biraz ilaç alınıyorsa (panzehir), bu durumun ila­cı da nazar sahibinin eserinden alınır. O gözün eseri bir ateş par­çası gibidir, bedene isabet etmiştir. Yıkanmada onu söndürmek söz konusudur». Bu söz zayıf olmasına rağmen, İmam'ın sözün­den maksadı daha güzel ifade etmektedir. İmam'ın Cahız'ı des­teklemek maksadıyla ileri sürdüğü noktalar da, ihtirazdan hali değildir. Çünkü bazı nazar sahipleri, kendilerinin dikkatini çeken şey, fersahlarca uzakta olsa bile, ona nazar edebilirler. «Onun gö­zünden bazı şualar çıktı gitti ve onu buldu» demek de kabul edi­lecek bir keyfiyet arzetmez. Hukema, ehli sünnetten bazı kimse­lerin de farkına varmış oldukları görüşü şu şekilde belirtmekte­dirler: Nazar nefsaninin cismani ile etkilenmesidir, etki eden şe­yin gözle görülen mahiyette olması şart değildir. Yani, ısı, rutubet ve kuruma gibi görülen mahiyette etki etmesi şart değildir. Bel­ki etki bazen mutlak şekilde nefsani olabilir. Nitekim yere atılmış bir tahta parçası üzerinde insan o yerdeyken kolaylıkla yürüye­bilir. Eğer aynı tahta parçası iki yüksek duvar araşma konulmuş olsa, kimse onun üzerinde yürüyemez. Bunun nedeni, düşmek korkusunun düşmeye yol açabileceğidir. Ayrıca bir kimse filan kimsenin kendisine zarar verebileceğini düşünürse, onun kalbin­de bir öfke, bedeninde bir sıcaklık meydana gelir. Anlaşılan bu­nun başlangıç noktasının nefsi tasavvur olduğudur. Hattâ bede­nî hareketlerin başlangıç noktalan da mutlak nefsî tasavvurlar­dır. Nefsî tasavvurun kendi bedenini bozduğu ne zaman sabit olursa, bazı nefislerin, tesirlerinin diğer bedenlere aktığı bir nokta-, da.olduğu uzak bir ihtimal değildir. Ayrıca nefislerin cevherleri farklıdır. Bazı nefislerin herhangi bir canlının bedenini bozmak hususunda etkilemeleri hiç de menedilecek bir keyfiyet değildir. Ama şu şartla ki, ya o canlıyı görecek ya da o canlı onu şekillen­direcektir. Nitekim bu tarzdaki bir etki nakledilmiş ve bu etki­lerden de hayrete düşülmüştür. Madem ki böyle bir etkinin mev-cuci olması sabittir ve tecrübe de bunun mevcudiyetine şahitlik etmektedir, o halde hiç lafı dolaştırmadan, bunun böyle olduğu­na hükmetmek gerekmektedir. Yine bunun oluşu, çoğu kez göz aracılığıyla bir şeye bakılması durumunda olduğundan, bu etki göze nispet edilmektedir. Aksi takdirde etkiyi yapan, gerçekte nefistir. Etkiyi nefse nispet etmek, yanmayı ateşe, kanmayı suya nispet etmek gibidir. Oysa gerçekte tüm tesirlerin faili Allah Te-âlâ'dır. Bu hususta icma edilmiştir. Fakat akli tevakkuf olmaksı­zın, tesirleri esbabla yaratmak üzere sünnetullah cereyan etmiş­tir. Veya sebeplerin bulunduğu zamanda böyle olmuştur. Fakat sebepler hiçbir şekilde (Eş'ari'den gelen görüşe göre) müdahale etmezler. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in (s.a) «Nazar Haktır» hadisinin anlamı, göz vasıtasıyla nefsin isabet alıp etkilenmesi Al­lah tarafından hükmedilmiş ve olmuş bir durumdur. Onun tahak-kukunda bir şüphe yoktur. Bu ateş, su ve ilâç gibi maddelerin tesi­rinin görüldüğü eserlerdendir. Her şeyin rücu ettiği noktanın Al­lah'ın dilemesi olduğu bilinir. Allah'ın dilediği olur, dilemediği ise olmaz. Allah'ın nazar meselesinde etki yaratmasının hikmeti biz insanlarca meçhul bir durumdur. Daha önce de geçtiği gibi Ebu Haşim ve Ebu Kasım el-Belhî iddia etmektedirler ki, bu mesele teklifin maslahatına dönüşür. Onlar şöyle demişlerdir: ((Nazarın olmasına bir mâni yoktur. Göz bir şeyi gördüğünde ve onu güzel­lik bakımından kabul ettiğinde, nazar sahibi için maslahat onu bozmalıdır ki, mükellefin kalbi ona bağlanmasın. Sonra kişinin o durumda Rabbini anması ve beğenmekten rücu edip, Rabbine o şeyin bekâsını dilemesi halinde, maslahatın bozulması uzak bir ihtimal değildir. Allah da onu baki kılar, fani etmez» v İşte görüldüğü gibi Ebu Haşim ile Ebu Kasım'm görüşleri çok zayıftır. Onla­rın «Allah'ın zikri fayda verir, Allah'a sığınmak haktır» şeklinde­ki sözlerine gelince, onlar şöyle demişlerdir: Dualar, efsunlar gö­zün zararını defeden sebeplerin kendisinden gelir. Dualardan ba­zıları vardır ki, nazar sahibinin bakışını kendisine bile çevirmeye sebep olabilir. Nitekim İbn Asakir'in rivayet ettiğine göre, Said es-Sahi adlı birine devesini filan nazar sahibinden koruması söy­lenince o, o kimsenin devesine bir zarar vermeyeceğini söyler. An­cak nazar sahibi deveye nazar eder, deve yere düşüp titremeye başlar. Devenin sahibine devesinin, düştüğü ve titrediği söylenin­ce o devenin yanma gidip, şöyle der: «O bir durdurucunun dur-durmasıdır, ateş saçanın bir korudur. Bu kötü nazarı yapanın na­zarını kendisine veya onun nezdinde insanların en sevgilisine çe­virdim. Nazar yapanın, ciğerinin ve iki böbreğinin üzerine atılmış bir ok vardır. Onun malında bu durum layıktır». Sonra da şu ayet­leri okur: «İşte gözünü (semaya) çevir de bak! Sonra gözünü iki kez daha çevir de bak! O göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir» (Mülk: 3-4). Bunun üzerine nazar yapa­nın göz bebekleri dışarıya fırladı ve deve de iyileşti.

Efsun etmenin meşru olması, faydalı olmasına delâlet eder. Yani madem ki meşrudur, o halde faydalıdır da. Nitekim bu husu­sa delâlet, eden rivayetler vardır. Bu rivayetlerin bazılarında ef­sunun bir gözden veya sıtmadan olduğu bildirilmektedir. Yani ef­sunun en yararlısı göz ve sıtma efsunudur. Aksi olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bazı ashabına, başka hastalıklardan da efsun yapmıştır. Nazarının dokunduğunu bilen bir kimse, hiçbir şeye beğenir gözle bakmamalı, baktığı bir şey hoşuna giderse de he­men Allah'ı anmalıdır. Çünkü tecrübe edenlerden birçok kimse, nazar sahibinin bunu yapması halinde, nazarının etki yapmayaca­ğını söylemişlerdir.

el-Ecverî'den gelen rivayete göre, nazar sahibinin veya kendi­sine nazar değen  kimsenin;   «Yarabbi! Ona bereket ihsan et, ona zarar verme! Allah ne dilerse o olur. Kuvvet Allah'ındır» demesi menduptur. İbn Hacer el-Heytemî, «Tuhfet'ul-Muhtac» adlı ese­rinde, nazar sahibinin abdest alıp kendisine nazar değen kimsenin de o abdest suyuyla yıkanmasının nazarın tedavi formüllerinden biri olduğunu söylemiştir. Aynca kendisine nazar değen kimse şöyle dua etmelidir: «Allah ne dilerse o olur. Kuvvet Allah'ındır. Nefsimi daima kâim ve daima ölümsüz olan Allah'ın korumasına bıraktım. Bin defa lahavle velâ kuvvete illâ billâh ondan kötülüğü defettim». Kadı'nın nezdinde âdet olan, kendi nefsini sağlam, ah­valini normal gören bir kimse için bu duayı söylemektir.

Müslim şerhinde, alimlerden şöyle nakledilmektedir:

idarecilere düşen görev, nazarının eşyaya dokunduğu bilinen kimseleri halka karışmaktan menetmektir. Eğer o kimse fakir ise, ona beytulmaldan maaş bağlamaktır. Çünkü onun zararı, Hz. Ömer'in halka karışmasını yasakladığı cüzzamlı kişinin zararın­dan daha çoktur.

Hanefilerin bazıları idarecilerin böyle yapmasının mendup ol­duğunu söyleyerek nazarı eşyaya dokunan kimsenin boynunda ke­faret olmadığı görüşünü öne sürmüşlerdir.

Ayrıca nazarın, âdet olarak helak edici sayılamıyacağı söyle­nilmiştir. Bununla etkinin hâsıl olması, nazarla değil, nazar anın­dadır. Yani esas etkiyi Allah yapar. Hattâ zahire bakmakla olur. Bu ise sihirbazın hilafınadır. Çünkü alimler açıkça sihirbazın sih­rin yüzde elli öldürdüğünü ikrar etmesi halinde Öldürüleceğini söylemişlerdir. Malikilerden bazıları sihirbaz ile nazar sahibi ara­sında fark olmadığını söylemişler, öldürülmesi gerekiyorsa her ikisinin de Öldürülmelerinin caiz olduğuna dair fetva vermişlerdir.

Fahruddin Razî'den nakledildiğine göre, şerefli bir nefse sa­hip olan bir kimse, Allah'tan başka kimseyi tazim etmediği için,onun nazan olmaz. Nitekim Ahmed b* Hanbel'in «Mwsned»inde naklettiği bir hadiste bu görüşü desteklemektedir. Fakat bu görü­şe, Kadı îyaz'ın naklettiği şu hadisle itiraz edilmiştir:

Peygamberlerden biri kavminin çok olduğunu gördü ve bunun üzerine kavminden yüz bin kişi öldü. Yüz bin kişinin ölümünü Al­lah Teâlâ'ya şikâyet eden o peygamber şu cevabı aldı: «Sen onları çok gördün ve onlara nazarın değdi. Onları çok gördüğünde niçin onları korumadın (Efsun yapmadın)?». O Peygamber nasıl koru­yabileceğini sorunca Allah Teâlâ ona şöyle demesi gerektiğini söy­ledi. «Allah'ın dilediği olur, kuvvet ancak Allah'ındır. Sizleri ebe-diyyen ölmez, diri ve kâim olan Allah ile korudum. Bin defa La havle ve la kuvvete illa billah ile sizlerden kötülüğü uzaklaştır-dım».

Bazıları, İmam Razî'nin söylediğinin çoğunlukla doğru oldu­ğunu, fakat muhakkak olmadığını söylemişlerdir. Belki de bunun tevilini yapmak gerekir. Şayet söz konusu edilen bu rivayet sahih ise, şöyle tevil edilir: O Peygamber onları çok olarak görünce, Al­lah'ı anmaktan bir an gafil kalmış ve ona bu gafletin cezası ve­rilmiş ki, Allah'a sorsun ve bunun sonucunu bilsin. Bu tıpkı göz­le dokunmak gibidir, hakikaten göz dokunması değildir. En doğ­rusunu Allah bilir  [77]

«Fakat ben Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaşiıra-mam» cümlesi, tedbirin önemini tamamen ortadan kaldırıcı bir cümle değildir. Yani, Hz. Yakub bu cümleyle tamamen tedbiri ih­mal etmelerini söylemek istiyor değildir. Nitekim başka bir ayette; «Sakının, tedbirinizi alın» ve yine «Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın» demek istemiştir. Hz. Yakub bu sözüyle şunu kastet­mektedir: «Size vasiyyet ettiğim şeyin muhakkak fayda vereceği kanaatine varmayın! Bu bir tedbirdir, sebeplere tevessüldür. Fakat ancak, Allah'ın izniyle tesir eder». Ayrıca tedbirin kaderi kal­dıramayacağını ders olarak çocuklarına vermektedir. Belki de tedbir Allah'tan gelen bir yardımdır, Allah'ın kahrından onun lüt-funa kaçmaktır.

Ayetin sonundaki; «Ve aleyhi felyetevekkeli'Umütevekkilun» cümlesindeki «vav» ile «fe» için müfessirler şunu söylemektedirler: «Cümleyi cümle üzerine atfetmek hususunda «vav» ile «fe» harfle­ri biraraya getirilmiştir. Böylelikle «vav» harfi atıf, «fe» harfi de sebebiyet bildirmektedir.

Çünkü Hz. Yakub bir Peygamber olduğundan, onun yaptıkları kendisine tâbi olan kimselerin de yapmasına sebep oluyordu».

Bazı müfessirler, söz konusu iki harfin biraraya getirilmesi­nin nedenini tekid olarak göstermişlerdir. Çünkü zaid harfler sa­dece tekîd için kullanılabilirler. Bu ayetin yorumu nasıl yapılırsa yapılsın, Hz. Yakub'un çocukları herkesten daha önce bu emrin kapsamına girmektedirler. Hz. Yakub'un bu üslûbunda, (biraz düşünmekle anlaşılacağı gibi) onlara doğru yolu göstermek ve tevekküle irşad etmek şeklinde muazam bir güzellik ve intizam vardır.

(68) «Babalarının kendilerine emrettiği yerden...» Bu Ayetin Tefsin

Hz .Yakub'un oğullarına ayrı ayrı kapılardan şehre girmele­rini söylemesi «Babalarının kendilerine emrettiği» ifadesinin işa­ret ettiği mânâdır.

- Rivayet olunduğuna göre, o dönemde şehrin surlarında dört kapı vardı ve onlar da bu dört kapıdan ayrj ayrı girmişlerdi. On-iann bu şekilde., şehre girmeleri, Allah tarafından hükmedilen bir felâketten onları elbette ki kurtaramazdı. Fakat bu Hz. Yakub'a göre yapılması gereken bir husustu ve o da bunu açığa vurdu. Bu tedbiri almalarını oğullarına tavsiye etti. Bunu yaparken tedbirin kaderi bozacağı şeklinde bir düşünceye de sahip değildi. Hz. Yakub'un nefsinde mevcut olan ihtiyaçtan maksat çocuklarına karşı şefkat göstermesi ve toplu halde şehre girdikleri takdirde onlara nazar değer korkusuydu.

Ragıp el-İsfehanî ayetteki «Hacet» kelimesinin bir şeye sevgi ile birlikte muhtaç olmak demek olduğunu söylemektedir. «Hacet» kelimesinin çoğulu «Hacat» veya «Havaic»tir.

Burada Hz. Yakub'un isminin bildirilmesi, onun çocuklarına karşı olan şefkat ve merhametinin ortaya konulmak istenme-sindendir. Çünkü Hz. Yakub üzüntülü ve ince kalpli olmakla ta­nınmıştır.

«.İnsanların çoğu bilmezler»; yani kaderin sırrını bilmezler ve «Hazer (tedbir) kaderden inşam müstağni kılar» diye de iddia ederler. Bazı müfessirlere göre, insanların, bilmemeleri ile kaste­dilenin, tedbir alınmasının vacip olduğunu bilmemeleridir. Yani tedbir kaderi hiçbir an bile geri bıraktıramazken, hiçbir etkisi yokken tedbir almak vacibtir. Çünkü insanların çoğu bunu bil­mezler. Fakat bu yoruma, sebeplerden hedefin geri kalma maka­mının izahı ters düşmektedir.

Bazı müfesirler de bu ifadeye şöyle mânâ vermişlerdir: «Müş­rikler Yakub'un bu ilim seviyesinde olduğunu ve Allah'ın dostları­nı dünya ve ahirette kendilerine yararlı olan ilimlere nasıl irşad ettiğini bilmezler». Ancak bu yoruma da, bu mânânın sebebinde bulunduğumuza hiçbir yarar sağlamadığı söylenerek itiraz edil­miştir. Kısaca burada bilinmeyen şey, kaderin sırrıdır. Bazı mü-dilenin, tedbir alınmasının vacip olduğunu bilmemeleridir. Yani vacip kılınmasının sebebinin emirlerin çoğunun muallak olarak hükme bağlanması olduğunu söylemişlerdir. Onun elde edilmesi, sebepleri tertib etmek, mânileri de defetmek şeklinde kulun ihti­yarî fiillerine bağlanmıştır. Kötülükten korunmak da ihtiyarî bir fiile bağlı olabilir. İşte bu tedbirdir.

Bu ayetten hareketle bazı sufîler, tedbiri tamamen terketmiş-ler ve onlarm yolundan gidenler de böylelikle Ehli Sünnet ve'l-Ce-maat'ten ayrılmışlardır. Oysa gerçekler Ehli Sünnet'ten yanadır-lar. Onlardan ayrılanlar —kısa bir süre için muvaffak görünse­ler de aslında yanılmaktadırlar. İnşaallah bu yanılgı, içtihada da­yalı ve ilmî cehdin sonunda düşülen bir yanılgıdır.

(69) «Yusuf'un huzuruna girdiklerinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Müfessirler derler ki: «Kardeşleri Hz. Yusuf'un huzuruna gir­diklerinde; «Ey hükümdar! İşte bu getirdiğimiz bizden istediğin kardeşimizdir. Onu sana getirdik» dediler. Onlara cevaben Hz. Yusuf da; «Bunu yapmakla isabet ettiniz inşaallah benim de size iyi davranacağımı göreceksiniz!» dedi. Bu esnada, kardeşleri Hz. Yusuf'a babaları Hz. Yakub'un bir mesajını ilettiler. Hz. Yakub oğullan kendisine veda ederken, onlara şöyle demişti: «Mısır hü­kümdarına selamımı iletin! Ona deyin ki; babamız senin için dua ediyor, rahmet talebinde bulunuyor. Bize yapmış olduğun iyilik­ten dolayı da size teşekkür ediyor».

Ebu Mansur el-Mahmani ise şöyle demektedir:

Hz. Yakub bu mesajı şifahen değil bir mektup şeklinde gön­dermiştir. Hz. Yusuf mektubu aldığı zaman ağladı ve sonra on­lara ikramda bulundu. Onları çok güzel bir evde ağırladı. Her iki­sine bir sofra kurdurdu. Bünyamin ise yalnız kaldı ve ağladı. <&Eğer» dedi; «Kardeşim Yusuf sağ olsaydı benimle birlikte otururdu». Bunun üzerine Hz. Yusuf; «Kardeşiniz tek başına mı kal­dı?» diye sorunca, onlar da cevaben; «Onun kardeşi vardı ama öldü» dediler. Hz.Yusuf da, «O halde ben de onu yanımda otur­turum» dedi. Onu kendi sofrasına oturttu, birlikte yemek yediler. Geceleyin de aynı şekilde iki kişinin bir yatakta yatacağını söy­lediğinden Bünyamin yine yalnız kaldı. Fakat Hz. Yusuf Bünya-min'in kendisiyle birlikte aynı yatakta yatacağını söyledi. Bünya-min ile Yusuf aynı yatakta yattılar. Hz. Yusuf onu göğsüne bastı­rıyor, onu kokluyordu. Öyle ki bu sabaha kadar sürdü. Hz. Yusuf Bünyamin'e kaç çocuğu olduğunu sorunca, Bünyamin on oğlu ol­duğunu ve hepsinin isimlerini ölen kardeşi Yusuf'un isminden al­dığını söyledi. Hz. Yusuf, Bünyamin'e ölen kardeşi yerine kendisi­ni kardeşliğe kabul edip edemeyeceğini sordu. Bünyamin «Ey hü­kümdar! Kim senin gibi bir kardeşe sahip olabilir?» dedi. Ardın­dan «Fakat sen Yakup ile Rail'den doğma değilsin» diye ekledi. Bunun üzerine Hz. Yusuf ağlayarak Bünyamin'in boynuna sarıl­dı ve kendisini tanıttı: «Ben senin kardeşin Yusuf'um! Sakın on­ların bize yaptıklarına üzülme; zira Allah bize ihsan etti ve bizi hayr üzerinde biraraya getirdi. Benim sana söylediklerimi de on­lara bildirme!»

İbn Abbas, İbn İshak ve bazı müfessirlerden gelen rivayetle­re göre. Hz. Yusuf Bünyamin ile tanıştıktan sonra ona; «Şu andan sonra çekeceğin sıkıntılar seni üzmesin. Çünkü ben seni kardeş­lerinden alıkoymak için bunları yapacağım!» dedi.

îbn Atiyye bu yorum üzerine, onların yaptıklarıyla kastedile­nin Hz. Yusuf'un hizmetkârlarının yaptığı şeyler olduğunu söyle­miştir. Yani onların tası çuvalına koyarak, bu yolla onu geri al­malarından korkmamasını ihtar etmiştir.

Alusi, İbn Atiyye'nin bu yorumunu şiddetli bir şekilde tenkid etmiştir.

Vehb'ten şöyle rivayet edilmiştir:

Hz. Yusuf Bünyamin'e; «O ölen kardeşinin yerine sevgide ben sana kardeş olurum» dedi ve fakat durumu ona açıklamadı. Dedi ki: «Onlardan gördüğün hased ve eziyetten de artık üzülme. Çünkü sen güvenilirsin)}.

 Rivayet olduğuna göre, Bünyamin Hz. Yusuf'a kendisinden ayrılmayacağını söyleyince Hz. Yusuf; «Babamın üzüntüsünü bi­liyorsun. Bu bakımdan eğer seni alıkoyarsam daha da üzülür. Bu­nu yapamam» dedi ve ardından; «Ancak sana güzel olmayan bir fiili nispet ederek bunu yapabilirim» diye ekledi. Bünyamin ona hangi fiili kendisine nispet ederse etsin buna aldırmayacağını söy­leyince Hz. Yusuf: «Ben senin yüküne su içtiğim tası koyacağım, sonra da senin çaldığım ileri sürerek, bunu münadüerle ilan ede­ceğim. Ki böylelikle seni onlara bıraktıktan sonra alabileyim» de­di. Bünyamin de bu teklif karşısında ,ona dilediğini yapmasını söy­ledi. [78]

 

Meal

 

70- (Yusuf) onlann yükünü hazırlattığında, su tasını kar­deşi (Bünyamin)in yüküne koydu, (Kafilenin hareketinden) son­ra bir münadi: «Ey kervan(cılar)! Muhakkak siz hırsızsınız!» di­ye seslendi.

71- (Kervancılar)  onlara dönerek;  «Neyi yitirdiniz?» dedi­ler.

72- «Kralın su tasım yitirdik. Onu getiren kimseye bir de­ve yükü (bahşiş) var. Ben buna kefilim» dediler.

73- Allah'a yemin ederiz ki bizim buraya (Mısır'a) fesad çıkarmak için gelmediğimizi de biliyorsunuz. Biz hırsız da deği­liz» dediler.

74-  (Kralın adamları): «Peki sizler yalancı çıkarsanız onun

cezası nedir?» dediler.

75- «Onun cezası,   (kaybolan tas)  yükünde bulunan kim­seye verilir. (Kendisine el konulması) onun (işlediği suçun) karsiliğidir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.

76- Bunun üzerine  (Yusuf)  kardeşinin yükünden önce on­ların yüklerini aramaya başladı. Sonra su tasını kardeşinin yü­künden çıkardı. İşte Yusuf'a böyle bir tedbir öğretmiştik. Yok­sa Kralın dinine  (kanunlarına)  göre kardeşini alıkoyması  (bir Peygamber) e yakışmazdı. Ancak Allah'ın dilemesi müstesna. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üs­tünde daha iyi bilen biri vardır.

77- (Yusuf un kardeşleri): «Eğer o çaldıysa, daha Önce kar- deşi de çalmıştı» dediler. Yusuf bunu içinde sakladı, onlara aç­madı.   (Kendi  kendine):   «Sîz daha kötü  bir konumdasınız. Al­lah sizin anlatmakta olduğunuzu çok iyi biliyor» dedi.

78- (Yusuf'un  kardeşleri):   f<Ey  Aziz!   Gerçekte  onun   çok yaşlı bir babası vardır (onunla teselli oluyor). Onun yerine biri­mizi alıkoy! Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz» dediler. [79]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(70)   «(Yusuf) anların yükünü hazırlattığında...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sikaye» kelimesi «Su tası» demektir. Yani hükümdarın su maşrapası karşılığında kullanılmıştır. Bu tas ile aynı zamanda yi­yecek maddeleri ölçülür ve halka verilirdi. Çünkü sıkıntılı yıllar içinde bulunuyorlardı.

İkrime'den gelen bir rivayete göre, bu tas gümüşten yapılmış ve mücevherlerle süslenmişti. İbn Abas'tan ise bu tasın sadece gü­müşten yapılmış olduğu rivayet edilmektedir. Hasan Basıl ve İbn Zeyd'den gelen rivayete göre bu tasın altından yapıldığı» bazılarına göre de sırma ile kaplı olduğu söylenilmektedir.

Ayetin zahirine bakıldığında tası Bünyamin'in yüküne koya­nın Hz. Yusuf olduğu anlaşılmaktadır. Ancak onun bir hükümdar olduğu nazar-ı dikkate alınırsa, bu işi onun yapmadığı ve belki de bir adamına emrettiği daha makûldür. Bünyamin ise yüküne konulan su tasından haberdar olabilir de, olmayabilir de. Bu hu­susta iki ihtimal vardır. «Müezzin» ile kastedilen bir münadi; ya­ni sesini herkese duyuracak şekilde bağıran biridir. Nitekim Al-lâme Zemahşeri de «Keşşaf» adlı tefsirinde bu tabiri «Münadî» olarak ifade etmiştir.

«el-İyr» sırtlarında yük olan deve kervanı demektir. Deve kervanına böyle ad verilmiştir; zira bu yükleri develer taşırlardı. Bu kelime çoğuldur ve tekili yoktur. «Ey kervan!» diye yapılan hitap «Ey kervancılar!» anlamındadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a); «Ey at! Bin» (Yani «Ey at sahipleri! Binin») demiştir. Bazı mü-fessirlere göre, «el-İyr», merkeplerden meydana gelen kafile de­mektir. Daha sonra bu tabir daha genişletilmiştir. İster atlardan, ister develerden veya merkep ya da katırlardan meydana gelen her kafileye bu tabir kullanılmıştır. Ancak müfessirlerin çoğu bu ayetteki el-İyr tabirini bu mânaya hamletmişlerdir.

«Muhakkak siz hırsızsınız», cümlesi Hz. Yusuf'un emrine bi­naen kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s) bu tabirle muhteme­len kendisini babasından almış olmalarına işaret ediyordu. Yani onu tıpkı hırsızlar gibi hainlik yaparak almışlardı. Bünyamin ise bu olayda olmadığı halde, tağlib yoluyla bu ifadenin kapsamı da­hiline girmiş olmaktadır. Bu ifadeyle su tasının çalınmış olması da kastedilmiş olabilir. Burada yalanın zararı yoktur; Zira yalan­da bir maslahat bulunması durumunda, buna izin verilmiştir. Yi­ne burada lâfzın, istifham ifade etmiş olması da mümkündür. Yani «Ey kervancılar! Sizler hırsız mısınız? Sis mi çaldınız?» Ebu Hayyan kendi tefsirinde şöyle demektedir: İnsana ilk bakışta gö­rünen mânâ, bu hileyle masum kimselere hırsızlık isnad edip, Hz. Yakub'u yeniden üzüntüye garketmenin Allah'tan gelen bir vahiy yoluyla ancak mümkün olabileceğidir. Çünkü Allah bunda sala­hın olduğunu biliyordu. Nitekim böyle bir vahyin varlığına; «Biz böylece Yusuf'a hileyi öğrettik» ifadesi de delâlet" eder.

(71) «(Kervancılar) onlara dönerek...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada münadilere «Neyi yitirdiniz?» diye soran kervancılar ile kastedilen Hz. Yusuf'un kardeşleridir. Nitekim bazı rivayet­lere göre, Hz. Yusuf her tarafa bir münadî göndererek bağırtmışti. Hz. Yusuf'un kardeşleri «Neyiniz çalındı?» diye sormayıp; «Ne­yi yitirdiniz?» demişlerdir. Böyle demekle masum olduklarını ih­sas etmek istemişlerdi. Ayrıca onlara aynı zamanda iyi niyetle da­ima riayetkar olmanın yolunu göstermiş oluyorlardı.

(72) «Kralın su tasını yitirdik. Onu getiren...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar «Kralın su tasını yitirdik» demişler, «Onu siz çaldınız» veya «Kralın su tası çalındı» dememişlerdir. İyi niyeti gözetmek maksadıyla böyle konuşmayı tercih etmişlerdir. Hz. Yusuf'un kardeşleri de ilk başta «Bizi haksız yere suçluyorsunuz» şeklinde bir karşılık vermek yerine, «Neyi yitirdiniz?» diye sordular ve onlar kralın su tasını yitirdiklerini söyleyince, kendilerinin yer­yüzünde fesad çıkarmak için gelmediklerini onların da bildiğini ve hırsız olmadıklarını söylediler. Bunu davanın ikmali ve delillerin toplanması için söylemişlerdi. Bu ayette davanın nasıl yürütüle­ceği, delillerin nasıl toplanacağı ve nasıl bir hükme varılacağı hu­susunda kaide ve kurallar vardır. Ayet metninde geçeri suva ke­limesi aslında ölçek demektir. Buradaysa su tası anlamında kullanılmıştır. «Hami» ise yiyecek yükü demektir. Tek başına bağlı müstakil bir yüke himl, başka bir yüke bağlı olana ise, Hami denir. Rağıb el - İsfehanî, «Müfredabnnda bu kelimenin anne kar­nındaki çocuk, buluttaki su, ağaçlardaki meyva gibi batında ağır­lık yapan yükler demek olduğunu söylemiştir. Hıml ise ona göre zahirde ayrı olarak sırta vurulan yük demektir.

«Zeiym» kelimesi «kefil» anlamındadır. Bu söz Hz. Yusuf ta­rafından görevlendirilen ve bu teminatın yetkisi kendisine veri­len kimse (münadi) söylemiştir. Bu ayetten anlaşıldığına göre kefaletin şartlara bağlanması caizdir. Çünkü münadi burada bir deve yükünün verilmesini, kralın su kabının getirilmesine bağla­mıştır. Bizden önceki ümmetlerin şeriatlarmdaki kurallar, kitabımız tarafından reddedilmedikçe, bizim için de geçerlidir. İmam bu hususta şöyle demektedir: «Bu ayet, kefaletin Hz. Yusuf döne­mindeki şeriatlarda da sahih olduğuna delâlet eder. Hz. Peygam­ber de «Kefil mes'uldur» hadisiyle buna hükmetmiştir. Burada meçhul bir şeyin kefaleti söz konusu değildir. Çünkü bir deve yü­kü o zaman malûm idi».

(73) «Allah'a yemin ederiz ki, bizim buraya...»Bu Ayetin Tefsiri

«Tallahi» lafzının başındaki «Ta» harfi, nahiv alimlerinin ço­ğuna göre, «vav» harfinin bedelidir. Yani lafzın asü, «Vallahi»6ir. «Vav» harfi yerine «ta» harfi bedel olarak girmiş ve «Tallahi» olmuştur. Nitekim «Turas» lafzmdaki «ta» harfi de «Vav» harfi­ne bedel olmuştur. Kelimenin aslı ise «Vuras»tır. Aynı şekilde «Tevrat» kelimesinin aslı da «Vevrat»tır. Basra ulemasına göre «Vav» harfi, «ta» harfi yerine geçmiştir. Bazıları da «Ta» harfinin bedeli olduğunu söylemişlerdir. Süheyli, bunun başlı başına ye­min (kasem) harfi olduğunu söylerken, Zeccac da «ta» harfinin ancak Allah lafzının üzerine dahil olacağım söylemiştir. Fakat «Kabe» lafzına izafe edilen «Rab» kelimesinin üzerine de «ta» harfinin dahil olması Zeccac'ın bu yorumunu zayıflatmaktadır. Hangi mânâ tercih edilirse edilsin, bu cümleden Hz. Yusuf'un kar­deşlerinin hayrete düştükleri mânâsı anlaşılmaktadır. Yani kendi­liğinden görülen güzel hale ve emniyet telkin eden görüşlerine rağmen nasıl olup da böyle bir iftiraya uğradıkları konusunda hayrete düştüler. Çünkü rivayet edüdiğine göre, Mısır'da halk ekinleri yemesinler diye develerin ağızlarını bağlamaktaydılar. İffet, salah ve ibadette devamlılık hususlarında şöhret bulmuş­lardı. (Burada Alusî, «Keşke onlar daha önce Hz. Yusuf'u yeme­sinler diye kurtların ağzını bağlamış olsalardı» diye bir not düş­müştür).

Yeryüzüne (Mısır'a) fesad için gelmediklerini söylemekle hırsızlık yapmak için gelmediklerini vurgulamış oluyorlardı. Çün­kü hırsızlık yeryüzünde fesadın en büyüklerindendir. Şöyle de­mek istemiş de olabilirler: «Biz yeryüzünde küçük bir fesad dahi çıkarmak için gelmemişken, bizi nasıl hırsızlıkla itham edebilir­siniz?»

«Biz hırsız da değiliz»; yani biz hiçbir zaman hırsızlıkla va­sıflandırılmış değiliz. Bizim bir süreden beri gözlerinizin önün­de olmamız bile hırsızlık yapmadığımıza delâlet eder.

(74-75) «(Kralın adamları): Peki sizler yalancılardan iseniz...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf'un adamları böyle bir soru sormakla, onları kıskıv­rak bağlamak, dilleriyle onları mahkûm etmek istemişlerdi. Yani bu hırsızlığın sizin şeriatmızdaki cezası nedir? Eğer yalancıysanız tabii siz masum olduğunuzu iddia ediyorsunuz ama zahir de si­zin hırsız olduğunuzu gösteriyor. Eğer gerçekten yalancilardansa-mz, böyle bir hırsızlığın cezası sizin şeriatınızda nedir? Hz. Yu­suf'un kardeşleri : «Su kabı kimin yükünde bulunuyorsa, ona el koyulur, köle edinilir» dediler. Yani hırsızlığın cezası, hırsızın köle edinilmesidir. «Ona el koymak onun cezasıdır» cümlesi da-ha önceki cümlenin tekididir. Müftü kendisinden fetva isteyenlere «Sizin fetvanızı dinledim, sorunuzu anladım. O cevabî işte size veriyorum. O cevabı ciddi olarak anlamanız için hazır olun» de­miş olmaktadır.

«Biz zalimleri böylece cezalandırırız»; yani hırsızlık yapmak suretiyle zalim olanları köle edinerek, bir yıl mal sahibinin yanın­da çalıştırarak  cezalandırırız.

İfadenin zahirinden anlaşıldığına göre, bu cümle Hz. Yusuf un kardeşlerine aittir. Onlar tamamen masum olduklarını, kendilerine isnad edilen suçtan habersiz olduklarım isbat edip, hırsız­lığın ne kadar kötü bir suç olduğunu belirtmek için bu cümleyi kullanmışlardır. Bazı müfessirler bu cümlenin Hz. Yusuf'un sözü olduğunu söylemişlerdir. Yani Hz. Yusuf, «Biz de sizin söylediğiniz şekilde hırsızlara ceza veriyoruz» demiştir. Gerçekten de Hz. Ya-kub'un şeriatına göre hırsız yakalandığında, çaldığı malın karşı­lığı olarak mal sahibine bir yıl köle olarak hizmet ettirilirdi. Mı­sır'da yürürlükte olan kanunlara göreyse, hırsıza sopa cezası ve­rilir ve çaldığı malın iki misli kendisinden tazminat olarak alı­nırdı. Onlara babalarının şeriatına göre ceza vermek istediğinden dolayı onlara bu sözü söylemiştir.

(76) «Bunun üzerine (Yusuf) kardeşinin yükünden önce...» Bu Ayetin Tefsiri

Yükleri aramaya başlayan kimse müfessirlere göre, münadi-dir. Çünkü daha Önce onun bahsi geçmişti. Bazıları ise bunu Hz. Yusuf'un yaptığını söylemektedirler.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Yusuf'un kardeşleri söyleyecek­lerini söyledikten sonra, Hz. Yusuf'un adamları kendilerine mal­larının muhakkak aranması gerektiğini söylerler. Hz. Yusuf'un kardeşleri buna razı olmazlar. Çünkü bir konaklık yol katetmişler ve Mısır'ın merkezinden dışarı çıkmışlardı. Bunun üzerine Hz. Yusuf gelip bizzat on kardeşinin yüklerinden başlayarak, tası ara­maya koyuldu. Ancak Hz. Yusuf'a arama fiilinin isnadı, zahire göre mecazîdir. Arayanlar gerçekte Hz. Yusuf'un bizzatihi kendi­si değil, emriyle arama yapan adamlarıdır, Bünyamin'in yükün­den önce, diğer kardeşlerin yüklerinin aranması, töhmeti ortadan kaldırmak gayesine matuftur.

Rivayet edildiğine göre, Bünyamin'in yüküne sıra geldiğinde, Hz. Yusuf; «Ben onun bir şey çalmış olacağını sanmam» diyerek onun yükünün aranmaması jestinde bulundu. Hz. Yakub'un diğer oğulları; «Onun yüküne bakmaksızın vallahi, bu aramadan vaz­geçemezsiniz. Çünkü bu sizin de bizim için de daha iyidir» deyin-ce, Bünyamin'in yükü arandı ve su tası onun yükleri arasından çı­karıldı.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Çünkü su tasına bazen müzekker bazen de müennes zamir raci olmaktadır. Müzekker zamirin raci olması Suva lafzının müzekker olmasın­dan, müennes zamirin raci olması ise Sıkaye lafzının müennes ol­masından ileri gelmiştir. Bazılarına göre, su tasma raci olan mü­ennes zamiri, ayetten anlaşılan hırsızlık kelimesine racidir. Me­tinde geçen «Via» kelimesi içinde eşya saklanan kab demektir. Burada yük ve kablann hepsi kastedilmiştir. Yani onların yan­larındaki yükler ve diğer kapların hepsi arandıktan sonra, tas Bünyamin'in kabından çıkarıldı.

«îşte Yusuf'a böyle bir tedbir öğretmiştik» cümlesindeki ism-i işaret (işte), Hz. Yusuf'un kardeşlerinin sözü edilen fetvayı ver­meye ve onların diliyle bu fetvayı kendilerinden almaya irşad et­mekten meydana gelen tedbire racidir. Yani Yusuf'un yararına biz böyle bir tedbir kıldık.

«Keyd» (Tedbir) kelimesi mecazen bu mânâya gelmektedir. Aslında «keyd» kelimesi gerçeğin tam tersini başkasına ihsas et­mektir. Böyle bir şey ise, Allah için muhaldir, söz konusu edile­mez. Bazıları, bu cümlenin temsil üzerine hamledileceğim söyle­mişlerdir. Bazıları da fiilde iki isnadın bulunduğunu, birinin mâ­nâ bakımından Hz. Yusuf'a, diğerinin de sarahaten Allah'a raci olduğunu, birinci isnadın hakikati, diğerininse mecazı ifade etti­ğini öne sürmüşlerdir. Yani ifade şöyle anlaşılmaktadır: «Böyle olmadığı halde, Yusuf'un tedbirini böyle meydana getirdik».

«Kidna» lafzının bazı tefsirlerde «İrade ettik» anlamına gel­diği belirtilmiştir.

«Dini'l-Melik» (Kralın dini) ifadesi, İbn Abbas'a göre, «Kra­lın saltanatı», Katade'ye göre «Kralın hükmü» demektir. Sanki burada Hz. Yusuf'un niçin böyle yaptığı soruluyormuşcasına, ce­vaben «Çünkü hükümdarın saltanatına, kanunlarına göre Yusuf Bünyamin'i alıkoyamazdı» denilmektedir. Veya niçin kardeşlerin­den böyle bir fetva sorulduğu Öğrenilmek isteniyormuş gibi, bu­na «Çünkü Yusuf hırsız olan kardeşini hükümdarın kanunlarına göre alıkoyamazdı» diye cevap vermiştir.

«Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır» cüm­lesiyle ilgili olarak Sa'lebî, tefsirinde şu yorumları getirmekte­dir:

İlimde beşerin derecele'ri vardır. Her alim mutlaka ondan daha bilgin bir alimin olmasını gerektirir. Ondan daha bilgin olan-sa ya bir başka insandır ya da Allah Teâlâ'dır. Bu yorum Hasan Basri, Katade ve İbn Abbas'a aittir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, burada «alim» lafzı ancak Allah'a ıtlak olunabilir. Çünkü Allah her ilim sahibinin üs­tündedir.

İbn Ataullah, «et-Tenvir» adlı eserinde şöyle demektedir: «Bil ki, Kur'an'da ilim kelimeleri her yerde ve hadiste sürekli yararlı ilim anlamındadır. Beraberinde Allah korkusu bulunan ve her ta­raftan bu korku ile sarılan ilimdir».

Şeyh Ebu Kasım el-Lecaî der ki: Kulda üç haslet tamamlan­dığında ve kulda o üç haslette doğru olduğu zaman ilim onun kal­binden, dilinin üzerine akar. O hasletler şunlardır: Zühd, İhlas ve Takva. Bu ayette bahsedilen ilmi elde etmek ancak kalbi hastalık­lardan kurtarmak için gerekli tedavinin uygulanması halinde mümkün olur. Kibir, hased, riyakârlık, Öfke, gösteriş, başkasının övülmesini istemek, mertebe-şeref taslamak, mertebesini kişinin üstün görmesi, tamahkârlık, haris olmak, kalp katılığı, dalkavuk­luk, kindar olmak, düşmanlık gibi hastalıklar kalbi ifsad ederler. Bu saydığımız ve daha sayamadığımız hastalıkların hepsi bir nok­tada, yani dünya sevgisinde birleşirler. Her şer ve çirkinlik dün­ya sevgisinden, neş'et eder. Bu hastalıklar izale edildiğinde, doğ­ruluk, ihlas, tevazu, hilim, takva, kanaat, zühd, sabır, rıza göster­mek, ünsiyet, muhabbet, şevk, tevekkül, korku, üzüntü, emeli kı­saltmak .niyeti amelle karıştırmak meydana gelir, ilim fışkırır, cehalet yok olur, kalp ilâhî nurla pırıl pırıl ışıldar, iman parıldar, marifet tamamen açığa çıkar, yakin artar, ilham kuvvet bulur, feraset başgösterir, sır tasfiye olur, esrar tecelli olur, faydalar meydana gelir.

(Aynı zat sözlerine şöyle devam etmektedir):

Aşağıdan yukarıya (sülfiyetten, ulviyete) doğru terakki et­mekte kula ancak dünya sevgisi mâni olabilir. Dünya sevgisinden ötürü terakki zorlaşır. Çünkü dünya, sevgisi insanı karanlık bir âleme çeker. Nefislerin tabiatı da buna meyyaldir. Eğer Allah'a gidenlerin izlerini takip etmek istersen, dünyadan olan yükünü hafiflet, dünyaya geçici bir gözle bak. Dünyadan zevk aldığında kendini, murdardan yemeğe mecbur olan kimsenin yerine koy. Vesselam!

Kadı Beyzavî bu ayetin tefsirinde, şöyle demektedir:

Yusuf'un derecesini yükselttiğimiz gibi, ilimle dilediğimizi yükseltiriz. Her ilim sahibinin üzerinde, ondan daha yüce derece­lere sahip olanlar vardır. Bazıları Allah'ın zatıyla ilim sahibi ol­ması durumunda, onun üstünde daha alim birinin bulunması ge­rektiğini öne sürmüşlerdir. Cevap olarak şöyle deriz: Burada mah-lûkat içinde ilim sahibi olan kimsenin üzerinde bir alim olduğu kastedilmektedir. Allah burada mahîûkattan bahsetmektedir. Ay-rica el-Alim lafzı sadece Allah için kullanılır. O'nun beliğ bir ilmi olduğu mânâsındadır. Bu cümle ile «Bütün alimlerin üstünde bir alim vardır» sözümüz arasında bir fark yoktur.

Nesefî ise şöyle demektedir: Biz Yusuf'un derecesini yükselt­tiğimiz gibi dilediğimizi ilimde yüceltiriz. Her ilim sahibinin üstün, de bir alim vardır. Yani ilimde derece yönünden ondan daha yü­ce olan biri vardır. Veya bütün alimler üstünde biri vardır ki on­lar ilimde onun altındadırlar.   İşte o alim Allah Teâlâ'dır.

Hazin ise; «Hz. Yusuf'un yaptıkları Allah'ın dilemesiyle, ted­biriyle oldu. Çünkü hepsi Yusuf'un kalbine kardeşlerinin kalbine atılan ilâhî ilhamlardır» demektedir. Böylece Hz. Yusuf'un istedi­ği şekilde bu olay vuku bulmuş oldu. Biz dilediğimiz kimseyi de­recelerde yükseltiriz. Tıpkı Yusuf'un derecesini kardeşlerinin üze­rine yükselttiğimiz gibi. Bu ifade şerefli ilmin, makamların en şe­reflisi, derecelerin en üstünü olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Yusuf'u ilimle öğmüştür. Ayrıca ilimle hidayet ve se­vap, bütün işlerde doğru olmak ilhamıyla derece yönünden onu kardeşlerinden üstün kıldığını bildirmiştir.

«Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır» ayeti­nin tefsirinde İbn Abbas, «Ta ki ilim Allah'a varıncaya kadar, Al­lah da her alimin üstündedir. Çünkü ilmiyle talimden müstağni­dir Allah Teâlâ. Bu ayet, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin de alim olduğuna ama Hz. Yusuf'un onlardan daha alim olduğuna delâ­let etmektedir» demiştir.

Îbn'ul-Enbari ise şöyle demektedir: «Alim kimse nefsini dai­ma eksiklikle itham etmelidir. Rabbinin nimetlerinden dolayı da­ima tevazu içinde olmalıdır. Başkasını mağlûp etmek için nefsini tamahkâr kümamalıdır. Çünkü hiçbir alim yoktur ki ondan daha alim olmasın».

(77) «(Yusuf'un kardeşleri): Ey Aziz! Gerçekte...» Bu Ayetin Tefsiri

Müfessirler bu ayette «Bünyamin'in kardeşi» ile Hz. Yusuf1 un ve onun halasının yarımdayken başından geçen olayın kaste­dildiğini söylemişlerdir. Nitekim İbn İshak, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'den şöyle rivayet etmişlerdir:

Hz. Yusuf'un basma gelen ilk belâ şöyledir; Halası onu bü­yütüyordu. Halası Hz. İshak'ın en büyük çocuğuydu. Hz. İshak'ın kemeri de onun yanındaydı. Hz. İshak'ın çocukları kemeri sırasıy­la miras olarak devralırlardı. Kemer en yaşlı olanın yanında duru­yordu. Halası Hz. Yusuf'u çok severdi. Hz. Yusuf büyümüştü ar­tık. Oğlunun sevgisi kalbine düşmüş olan Hz. Yakup, ablasına gi­dip, Hz. Yusuf'u kendisine vermesini; zira onsuz yapamadığını söyleyince ablası; «Onu sana teslim etmem. Onu birkaç gün daha yanımda bırak da, ona bakayım. Umulur ki böylece kalbim te­selli bulur» dedi. Hz. Yakup ayrıldıktan sonra, ablası Hz. İshak'ın kemerini getirerek, Hz. Yusuf'un elbiselerinin altında beline bağ­ladı. Sonra da orada bulunanlara, «Ben kemeri kaybettim. Bakın bakalım onu kim almış!» dedi. Kemer için gerekli aramalar ya­pıldı. Sonra Hz. Yusuf'un ev halkının da aranmasını söyledi. Ev halkı da aranınca kemerin Hz. Yusuf'ta olduğu görüldü. Halası; «Yemin ederim ki o bana teslim edilecektir. Onun hakkında artık dilediğimi yaparım» dedi. Hz. Yakup ablasının yanma geldiğinde, ablası kendisine bu haberi iletti. Hz. Yakup ablasma; «Eğer ger­çekten Yusuf bunu yapmışsa, işte o senin yanında, onu alıkoy» dedi. Böylece halası ölene kadar, Hz. Yusuf halasının yanında kal­dı. İşte Bünyamin'in kardeşinin, (yani Hz. Yusuf'un) hırsızlık yaptığını söylemekle diğer kardeşleri bu olaya işaret etmişler­dir.

îbn   Merduveyh,   İbn Abbas   kanalıyla   Hz.   Peygamber'den şöyle bir hadis rivayet etmektedir: «Hz. Yusuf annesinin babası olan dedesinin altın ve gümüşten yapılmış bir putunu çalarak, onu kırdı ve yola attı. Kardeşleri de onu bu olayla çok ayıpladı-Var».

Zeyd b. Eslem'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Yusuf küçük bir çocukken annesiyle beraber dayısının evindeydi. Çocuklarla beraber oynuyordu. Onların bir kilisesine girdi, altından yapılmış bir heykel buldu, onu aldı. İşte ayetteki ifadeyle bu kastedilmek­tedir.

Mücahid der ki; Dilencinin biri, günün birinde gelerek dinlen­mek istedi. Yusuf bir altınla yumurta alıp o dilenciye verdi. On. larm kastettiği hırsızlık işte budur.

Süfyan b. Uyeyne, bununla Hz. Yusuf'un bir tavuk alarak di­lenciye vermiş olmasını kastettiklerini söylemiştir.

Vehb'e göre, Hz. Yusuf fakirlere vermek üzere sofradan ye^ mek alıp saklıyordu. Kardeşleri işte bunu kastetmişlerdi. Bu hu­susta daha birçok şeyler anlatılmıştır.

İbn'ul-Münir, bu rivayetlerde sözkonusu edilen olayların ba­yat olduğunu, bunları peygamberlik hanesine, hatta herhangi bi­rine bile nispet etmenin doğru olmadığını, bu tür hadislerin ter-kedilmeleri gerektiğini söylemektedir ki Mekki de onun görüşünü desteklemektedir.

Bazı müfessirler de ayete şöyle bir mânâ vermişlerdir. «Eğer Bünyamin hırsızlık yapmışsa, Ademoğulları'ndan da çalanlar ol­muştur». Bazıları kabule şayan yorumun bu olduğunu söylemiş­lerdir.

Alusî ise, İbn'ul-Munir ile Mekkî'nin yorumunu tenkid ede­rek, bu yorumların bazılarının peygamberlik hanesine nispet edil­mesinin bir zararı olmadığını söylemiştir.

Sa'lebî, onların bu sözleriyle Hz. Yusuf'un gıybetini yapmayı kastetmediklerini, sadece cereyan eden bir olayı haber verdik­lerini, ki böylece içlerinde bulunan öfkeyi atabildiklerini söylemiş­tir.

«Yusuf bunu içinde sakladı» cümlesinde geçen «Bunu» zamiri kardeşlerinin kendisine hırsızlığı nispet etmelerinden meydana gelen bir iç ürpertisini anlatmaktadır.

«Siz daha kötü bir konumdasınız. Allah sizin anlatmakta ol­duğunuzu biliyor» cümlesi hakkında iki yorum vardır. Cumhura göre Hz. Yusuf bunu kendi kendine, içinden söylemiştir. Bazı mü-fessirlere göreyse, Hz. Yusuf onların sözlerinin burukluğunu kal­binde gizledikten sonra, onlara yönelerek bu şekilde hitap etmiş­tir. Gayesi onları. kınamak ve yalanlamaktı. Bu yorumu takviye etmek için, onların kendilerini bırakıp babalarını şeîaatçi kılma­ları delil olarak gösterilmiştir. Ancak burada durup bir düşünme­lidir: Eğer Hz. Yusuf onlara bu sözü açıktan söylemiş olsaydı, kardeşleri artık onun Yusuf olduğunu anlayacaklar ve olay da orada sonuçlanacaktı. Oysa olay burada sonuçlanmamaktadır. Onlar bu takdirde Bünyamin'in ihtiyar bir babası bulunduğunu, onsuz yapamadığını, tesellisinin sadece o olduğunu söylemezlerdi.

«Siz daha kötü bir konumdasınız» cümlesiyle, hırsızlıkta on­ların daha kötü bir durumda oldukları kastedilmiştir. Çünkü ba­ba bir kardeşlerini çalmışlar, sonra da masum bir insana iftira atmaya başlamışlardır. Ayetin sonundaki «A'lemu» lafzı ism-i taf-dil değildir, mübalağa için kullanılmıştır. Yani, «Sizin ilminiz var­dır ama Allah sizin vasıflandırdığınızı sizden daha iyi bilir» an­lamına gelmez. Çünkü onların bu hususta hiçbir ilimleri yoktur.

Ebu Hayyan, bu kelimenin ism-i tafdil olduğunu söylemekte­dir. Yani; «Allah vasıflandırdıklarının sizden daha iyi bilir. Çün* kü AMah her şeyin hakikatini bilendir. Bu hırsızlığı nasıl bilmesin ki?» Ebu Hayyan'a, onlarda hiçbir ilmin bulunmaması nedeniyle, Allah'ın ism-i tafdil kullanmadığı; çünkü ism-i tafdilin ortaklık ifade ettiği söylenerek itiraz edilmiştir. Onlar, «O çaldıysa daha önce kardeşi de çalmıştı» demekle kesinlik ifade eden bir siga kullanmışlardır.

(78) «(Yusuf'un kardeşleri): Ey Aziz! Gerçekte...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şeyh» yaşlı demektir. Yani onun çok yaşlı bir babası var­dır. Bu kelime bazen ilimde önde olan kimseler için de kullanılır. Günümüzdeyse (1987), hiçbir ilmi olmasa da bir tarikat başında olan herkes için kullanılmaktadır. Bu bir ıstılahtır ve ıstılahlarda mücadele olmaz.

Yani, yaşlı babası ölen kardeşinin üzüntüsünü ancak ona bak­mak suretiyle gidermektedir. Ayette, Hz. Yusuf'a «Aziz» olarak hitap edilmiştir. Çünkü «Azizlik» makamı Hz. Yusuf'taydı. Bu tak­dirde daha önceki Aziz ya azledilmiş ya da Ölmüş olmalıdır.

«Onun yerine birimizi alıkoy!» cümlesi ya mecazen söylenil­miştir ya da hakiki anlamında kullanılmıştır. Yani, birimizi alı­koy ki Bünyamin gidip babasına durumu anlatsın ve babası da meseleye böylelikle vakıf olsun! Sonra da Bünyamin gelince, alı­konulan kardeş geri gitsin.

Celaleyn sarihi Sâvî şöyle demektedir:

Bu sözün maksadı şudur: Hz. Yusuf su tasım Bünyamin'in yükünden çıkarınca Hz. Yakub'un oğlu Rubil buna öfkelendi. Hz. Yakub'un çocukları o öfkelendiğinde ona karşı koyamazlardı. O bağırdığında, narasını işiten hamile kadın çocuğunu düşürürdü. Bununla birlikte kardeşlerinden biri onu sıvazlarsa öfkesi yatı­şırdı. O, kardeşleri arasında en kuvvetlisi ve en serti idi (Bazıları­na göre bu özelliklere sahip olan Rubil değil, Şem'un'du).

Şem'un kardeşlerine, Mısır'daki çarşıların kaç tane olduğunu sordu ve onlar da on tane olduğunu söylediler. Bunun üzerine o, «Siz çarşılara, ben hükümdara veya siz hükümdara, ben çarşılara yeteriz» dedi. Sonra da Hz. Yusuf'un huzuruna gidip; «Ey kral! Ya bize kardeşimizi verirsin ya da öyle bir bağırırım ki, Mısır'da çocuğunu düşürmeyen hamile bir kadın kalmaza dedi. Rubil'in tüyleri diken diken olmuş, elbisesinden dışarı çıkmıştı. Hz. Yusuf yanındaki küçük oğluna; «Git o adamın sırtını sıvazla veya elin­den tut» dedi. Çocuk gidip Rubil'in sırtını sıvazlayınca, öfkesi ya­tıştı ve kardeşlerine sırtını hangisinin sıvazladığını sordu. Hiç kimse sıvazlamadığına söyleyince, «Kesinlikle bu, babamız Yakub' un tohumundan bir tohumdur» dedi. İkinci bir kez öfkelenince Hz. Yusuf kalkıp, mübarek ayağıyla ona bir çelme takıp, elinden tuttu. Yere yıkılan Rubil'e Hz. Yusuf; «Siz İbraniler kendinizden daha kuvvetli birinin olmadığını iddia ediyorsunuz» dedi. Onlar Hz. Yusuf'un bu yaptığını görünce kurtuluşu ona yumuşak dav­ranmada buldular. Ona şöyle hitap ettiler: «Seni iyilik edenler­den görüyoruz»; yani, fiillerinde bize karşı ihsan edenlerden gö­rüyoruz.

Böyle demekle onlar, bize yüklerin tamamını verdin, güzel ziyafetler çektin ve bize başka iyilikler de yaptın demek iste­mişlerdi  [80]

 

Meal

 

79- (Yusuf):  «Eşyamızı yanında bulunduğumuzun dışında birisini alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Aksi takdirde- bizler mu­hakkak zalimlerden oluruz» dedi.

80- Ondan ümitlerini kesince gizli görüşmek üzere ayrılıp (bir kenara) çekildiler. Büyükleri dedi ki: «Babanızın sizden Al­lah namına söz aldığını daha önce de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz?» Ben, babam bana izin verinceye ve­ya benim için Allah bir hüküm verinceye kadar bu yerden ke­sinlikle ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en hayırlısıdır».

81- «Sizler de dönün ve deyin ki: «Ey babamız! Senin oğlun gerçekten hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizden başkasına şahitlik et­miş değiliz. Biz gaybı bilenler değiliz».

82- «İstersen içinde bulunduğumuz şehire (halkına) ve bir­likte geldiğimiz  kafileye  sor.  Kuşkusuz ki biz doğru  söyleyen­lerdeniz».

83- (Şehre dönüp durumu  babalanna   anlatınca Yakub): «Hayır!» dedi: «Nefisleriniz sizi yanıltıp böyle bir işe sürüklemiş. Bundan sonra bana düşen güzel bir sabırdır. Umulur ki Allah hepsini bana getirir. Çünkü o bilen, hüküm ve hikmet sahibi ola­nın ta kendisidir».

84- Ve onlardan yüz çevirip dedi ki: «Ey Yusuf üzerinde­ki üzüntüm!   (Gel  artık senin zamanındır)»  ve   (sonra)   üzün­tüden iki gözü ağardı. O üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu.

85- «Yemin olsun ki, sen hâlâ Yusuf'u hatırlayıp durmak­tasın. Sonunda ya üzüntüden hasta ya da helak olacaksın» de­diler.

86- (Yakub): «Ben gam ve kederimi sadece Allah'a arzedi-yorum ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum» dedi.[81]

 

Dirayet Vb Rivayet Tefsiri

 

(79) «(Yusuf) : Eşyamızı yanında bulduğumuzun...» Bu Ayetin Tefsiri

«Maazallah» (Allah'a sığınırım) şeklinde ayetin başında gelen bu lafız, mukadder bir fiilin mef'ulüdür. Yani eşyamızı yanında bulduğumuz kimsenin dışında bir başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız.

Dikkat edileceği üzere Hz. Yusuf «Eşyamızı galan kimsenin dışında başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız» demek yerine «Eşyamızı yanında bulduğumuz», ifadesini kullanmıştır. Bunun nedeni, yalan söylemiş olmaktan korunmaktır. Çünkü o, kardeşi­nin hırsız olmadığını biliyordu. Yani Hz. Yusuf kardeşlerine, «Si­zin verdiğiniz fetvaya göre, bir başkasını onun yerine alıkoymak zulümdür. Şayet biz de sizlerden birisini onun yerine alıkoyarsak sizin görüşünüze göre zulmedenlerden olmuş oluruz» veya «Allah, eşyamızı yanında bulduğumuz kişiyi alıkoymamıza izin vermiş­ken, ben onun yerine bir başkasını alıkoyarsam eğer, zalim olu­rum» demek istemişti.

Bu konuda, Hz. Yusuf'un babasının bu konuda ne denli mü­teessir olacağını bilmesine rağmen, böyle bir şeyi nasıl yapabile­ceği, bunun babaya karşı gelmek, sıla-i rahmi kesmek ve şefkat­sizlik demek olup olmayacağı, yüce mertebesine ve peygamberli­ğine rağmen Hz. Yusuf'un bunu nasıl caiz görebildiği, işlemedik­leri bir suçu, geçici de olsa kardeşlerine nasıl isnad edebildiği ve onlara verdiği onca eziyetin, peygamberlik makamına nasıl uy­gun düşebildiği şeklinde itirazlar yapılabilir. Alimler bu itirazla­ra, cevap olarak şunları söylemişlerdir:

Hz. Yusuf, bu işlerin tümünü Allah'ın emirleri doğrultusun. da yapmıştır. Allah Tealâ, Hz. Yakub'un üzüntüsünün çoğalması­nı ve böylelikle musibetlere karşı dayanıklılığının artmasını, dola­yısıyla da önceki atalarının mertebesine ulaşmasını dilediği için bu emirleri vermiştir. Allah Teâlâ'nın nice esrarı vardır ki mah-lûkatından hiç kimse bunları bilmez. O mahlûkatı üzerinde dile­diği şekilde tasarruf eder. Mesafenin azlığına rağmen, bu süre bo­yunca Hz. Yusuf'un durumunu gizleyen O'dur; zira O'nun, onlar hakkında ilâhi tedbirleri vardı.

(80-81) «Ondan ümitleri kesince, gizli...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Kardeşleri Hz. Yusuf'un, isteklerine müsbet cevap vermesin­den umudu kesince, bir köşeye çekilip, gizlice aralannda görüş­meye ve istişareye başlamışlardı.

«Büyükleri» şeklinde ayette sözkonusu edilen kimsenin, kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. îbn Abbas'a göre, bu kimse Yehuza'dır. Çünkü o aklen ve ilmen hepsinden daha büyük sayı­lıyordu,

Mücahid'e göre bu kimse, Şem'undur. Çünkü Şem'un aklen ve ilmen daha üstün olduğu için kardeşlerinin başıydı.

Katade, Süddi ve Dahhak'a göreyse, bu kimse aklen ve ilmen en üstünleri olduğu gibi, yaşça da büyükleri olan Rubü'dİ. Ru-bil, Hz. Yusuf hakkında hepsinden güzel davranan kimseydi. Onu ölümden, öldürülmekten kurtaran da oydu.

Büyüklerinin, «Ayrılmak istemediği yer» Mısır topraklarıydı. O «Ben Mısır topraklarından, baltamdan bir ayrılma izni gelme-dikçe veyahut Allah Tealâ kardeşimin verilmesine hüküm verme­dikçe ayrılmam» veya «Kardeşimi onların elinden kurtarmadıkça ya da onlarla kardeşimi kurtarmak için savaşmadıkça buradan ayrılmam» dedi.

«O hükmedenlerin en hayırhsıdır»; Yani Allah'ın hükmü an­cak hak iledir. Çünkü o adalet ve insafla hükmeder. Böyle demek­le kardeşler arasında aklen ve ilmen en büyükleri olan kimse, «Babamın nezdinde özrümün geçerli olması hususunda Allah'a iltica ediyorum, ona sığınıyorum» demek istemişti.

Kesinlikle Mısır'da kalmaya karar veren büyükleri, diğer kar­deşlerine, «Sizler de dönüp gidin ve ona «Ey babamız! Oğlun hır­sızlık yaptı» deyin», şeklinde sözlerine devam etti. Onun böyle söyleyerek, Bünyamin'e hırsızlık nisbet etmesinin nedeni su tasının onun yükleri arasında çıkmasından ileri gelmektedir. Çünkü hep­si buna şahid olmuşlardı. Onların zann-ı galibine göre Bünyamin o tası çalmıştı. Bu bakımdan zahire göre hırsızlığı ona nisbet et­mişlerdir. Fakat gerçekte böyle bir şey yoktur. Onların Bünya-min'in hırsız olduğuna kesinlikle kanaat getirmemeleri, «Biz bil­diğimizden başkasına şahitlik etmiş değiliz» şeklindeki cümleden de anlaşılmaktadır. Yani biz bu sözü, su tasının onun kabından çıkarıldığım gördüğümüz için söylüyoruz.

Onlar bu sözleriyle, bazı müfessirlere göre, «Biz hayatımız boyunca ancak bildiğimiz konularda şahitlik yaptık» demek is­temişlerdir. Bu ise şahitlik değil, sadece bir haber vermedir.

«Biz Gaybı Bilenler Değiliz» ifadesi Katade ve Mücahid'in yo­rumuna göre «Biz senin oğlunun hırsızlık yapacağını ve durumun böyle olacağını bilmiyorduk. Eğer bunu bilseydik oğlunu berabe­rimizde götürmezdik. Sana «Onu koruruz» derken, onu korumasına imkân olan yerlerde koruyacağımızı   söylemek   istemiştik» anlamındadır.

îbn Abbas'a göre ifadenin anlamı, «Biz onun gecesini, gündü­zünü, gelişini, gidişini koruyanlar değiliz» şeklindedir.

Bazıları ise ifadenin anlamının şöyle olduğunu söylemişler­dir: «Gerçek durum bizce bilinmemektedir. Çünkü gaybı Allah' tan başkası bilemez. Belki de hükümdarın su tasım başkası onun yüküne koymuştur. Bizler bunu bilemeyiz».

Bu ayeti kerime, gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceğini ortaya koyan ayetlerden bir tanesidir. Allah Teâlâ gaybı hangi peygambere bildirmişse, o peygamber ancak o zaman bunu bile­bilir. Bu takdirde gayb olan o mesele, gayb olmaktan çıkıp, ma­lûm olur.

(82) «İstersen içinde bulunduğumuz şehire...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şehire sormak» muhal olduğu için bu ifade ile kastedilen o şehrin halkına sormaktır. Mecaz bakımından muzaf hazfedilmiş-tir. Nitekim bu tür mecazi ifadeler Arap dilinde oldukça meşhur­dur.

«Şehir» ile kastedilen Mısır'dır. İbn Abbas, «Bu şehir ile Mu sır'm köylerinden biri kastedilmektedir. Hırsızlık ve onun araş­tırılması bu köyde olmuştur» demektedir.

Şehir halkına meselenin sorulması ile kastedilen, hadiseyi gö­ren şehir halkına, onları gönderip sordurmasıdır. Ayrıca, «Birlik­te geldiğimiz kafileye sor» ifadesiyle kervan sahiplerine ve Hz. Yakub'un oğullarıyla birlikte Mısır'dan gelen komşulardan, ker­vancılardan bir topluluğa sorması istenmektedir.

«Kuşkusuz ki biz doğru söyleyenlerdeniz»; yani söyledikleri­mizde doğruyuz.

Mısır'da kalan büyükleri, kardeşlerine, babalarına gidip, böy­le söylemelerini emretmişti ki babalarının katındaki itham böy­lelikle ortadan kalksın. Çünkü onlar Hz. Yusuf'un hadisesinden dolayı, zaten babaları tarafından töhmet altında bulunuyorlardı. Bundan kurtulmak için mübalağalı bir şekilde meseleyi açıklama­ları gerektiğinden, onlar da olanları olduğu gibi Hz. Yakub'a an­latmışlardı.

(83) «Hayır, dedi: Nefisleriniz sizi...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onlar şehre dönüp büyük kardeşlerinin sözlerini baba­larına aktarınca, Hz. Yakub onlara, «Nefisleriniz sizi yanıltıp, bu işi size güzel göstermiştir. Bu iş dünya menfaati için, kardeşinizi beraberinizde Mısır'a götürmenizdir. Sonuçta yaptığınız bu iş, baş noktaya dönmüştür» dedi.

«Sevvelet» fiili, «Süslü gösterdi, kolay gösterdi, hayal ettirdi» anlamındadır. Yani Bünyamin gerçekte hırsızlık yapmamıştır. An­cak nefsiniz size onun hırsızlık yaptığını vehmettirmiştir.

«Bundan sonra bana düşen güzel bir sabırdır»; yani bana dü­şen güzelce sabretmektir veya «Güzel bir sabır her şeyden daha güzeldir».

«Umulur ki Allah, hepsini bana getirir»; yani Allah, bana Yu­suf'u Bünyamin'i ve Mısır'da kalan en büyük kardeşinizi hep bir­likte getirir.

Hz. Yakub, böyle bir sözü niçin söylemiştir? Onun böyle bir söz sarfetmesinin nedeni, kendisinin üzüntüsü uzayınca, başında­ki belâ uzayınca mihneti katmerleşince, Allah Teâlâ'mn bunun ar­dından bir genişlik, bir çıkış yolu getireceğini anlamış olmasıdır. Yani onun bu sözü Allah hakkındaki hüsnü zannından ileri gel­mişti. Çünkü, belânın şiddetlenmesi, büyümesi durumunda geniş­liğin hızla gelmesi genel bir kuraldır.

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yakub ta başından beri kendisi ve çocukları için cereyan eden olayları biliyordu. Bu Hz. Yusuf'un rüyasıydı. Nitekim Hz. Yakup, «Ey oğlum! Rüyam sakın kardeş­lerine söyleme ki sana bir hile düşünmesinler» demişti. Daha son­ra durum son noktaya vardığında o şöyle dedi: «Allah benim hali­mi ve onların halini, benim üzüntümü ve onlar için sıkıldığımı bilir. O neyi tedbir eder, neye hükmederse onda hikmet sahibi­dir».

(84) «Ve onlardan yüz çevirip...» Bu Ayetin Tefsiri

Çocukları kendisine Bünyamin'in haberim verdiklerinde Hz. Yakup onlardan yüz çevirerek, onların bulunduğu yerden çıktı. Üzüntüsü son noktaya varmış, kederi büyümüştü. Gücünün son sınırına gelmişti. Hz. Yusuf hakkındaki üzüntüsü yeniden dep­reştiği için, o anda onlardan yüz çevirerek; «Ey Yusuf üzerindeki üzüntüm! Gel, artık senin zamanındır» dedi. Onun buradaki üzün­tüsü, manevi bir emirdir. Onu çağırması mecazendir. Ayetin met­ninde geçen «Esef» kelimesi, üzüntü, şiddetli hüzün demektir. Bu olay sırasında Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf hakkındaki üzüntüsünü tekrardan yenilemesinin nedeni, eski bir üzüntüye, ikinci bir üzün­tünün eklenmesi durumunda kalbin daha fazla incinmesi, heyeca­nının daha da artmasıdır.

Kadı Beyzavi'ye göre, Hz. Yakub iki kardeş için değil, sadece Hz. Yusuf için hüznünü çağırmıştır. Oysa o anda iki kardeşin (ya­ni Bünyamin ile büyük kardeşin) başına gelen felâket söz konu­suydu. Fakat onun böyle söylemesinin nedeni, Hz. Yusuf'un başı­na gelenlerin musibetin temelini teşkil etmesiydi. Taptazeydi ve Hz. Yakub'un tüm benliğini sarmıştı. Ayrıca Hz. Yakub, bu iki. kardeşin (Bünyamin ile büyük kardeşin) hayatta olduklarını ke-sinlikle bilirken, Hz. Yusuf'un hayatta olduğunu henüz bilmiyor­du. Bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: «İnnalillahi ve innailey-hi raciun» (Biz Allah içiniz ve Allah'a dönücüleriz) sözü musibet­ler anında sadece ümmet-i Muhammed'e verilmiştir. Görmüyor-musunuz ki Hz. Yakub musibet anında bu sözü söylememiş, «Ey Yusuf üzerindeki üzüntüm! Gel, artık senin zamanındır» demiş­tir.

«Ve (sonra) üzüntüden iki gözü ağardın; yani çok ağladığın­dan dolayı, gözyaşları Hz. Yakub'un gözlerinin siyahlığını tama­men silmişlerdi.

Bazılarına göre bu ifade, «İki gözünün de görmesi azaldı, za­yıfladı», bazılarına göre «İki gözü de kör oldu» anlamındadır. [82]

 

Musibet Anında Ağlamak Caiz Mi?

 

Bu ayet, musibet anında ağlamanın ve üzüntü duymanın caiz olduğuna delildir. Çünkü bu tür şeyler insanoğlunun gücü dahi­linde değildir. Şiddetli anlarda kendisine hâkim olan kimseler çok azdır. Hz. Peygamber de (s.a) oğlu İbrahim için ağlamış ve «Gözler yaşarır kalp hüzünlenir. Biz Rabbimizin razı olacağından başkasını söylemeyiz. Vallahi ey İbrahim! Bizler senin için mah­zun ve üzüntülüyüz» demiştir.

Bazı cahiller, Hz. Yakub'un «Ey Yusuf üzerindeki üzüntüm! (Gel artık senin zamanındır)» şeklindeki sözüne itirazla, bu söz­de şikâyet ve rahatsızlığın bulunduğunu, böyle bir şikâyetin ise Hz. Yakub'un makamına uygun olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu cahillerin itirazı yerinde değildir. Çünkü Hz. Yakub Allah'tan şikâyet etmiyor, bilâkis şikâyetini Allah'a arzediyordu. Nitekim «Ey Yusuf üzerindeki üzüntüm!» demek «Ya Rdbbi! Yusuf üzerin­deki üzüntümü merhametle karşıla, ona merhamet et» demektir.

Mukatil'e göre, Hz. Yakub'un gözleri altı yıl hiçbir şeyi gör­mez duruma gelmişti. Ayetin sonunda gelen «Kezim»- kelimesi, hüzün dolu olan ve hüznünü belli etmeyen kimse demektir.

Katade'ye göre, Hz. Yakub hüznünü içinde saklıyor ve hayır­dan başkasını söylemiyordu.

Hasan Basri ise şöyle demektedir: «Hz. Yusuf'un Hz. Yakub' un evinden ayrılmasıyla ona kavuşması arasında SO yıllık bir sü­re vardı. Bu süre içerisinde Hz. Yakub'un iki gözü de kurudu. Oy­sa o devirde ondan daha üstünü yoktu».

Sabit el-Bünnanî, Vehb b. Münebbih ve Süddi şöyle demekte­dirler: Hapisteyken Cebrail, Hz. Yusuf'un yanına gelerek, «Ey dost! Beni tanıyor musun?» dedi. Hz. Yusuf, «Ben tertemiz bir yüz görüyorum» deyince, Cebrail; «Ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim, Ben Ruh'uUEmin'im» dedi. Bunun üzerine Hz. Yusuf:

  «Günahkârların bulundukları yere seni sokan nedir? Oysa sen temizlerin temizi, Allah'a en yakın olanların başısın. Âlemle­rin Rabbinin eminisin» dedi.

Cebrail:

  «Ey Yusuf! Bilmiyor musun ki Allah arzı peygamberlerin temizliği ile temizler.   Yine bilmiyor musun ki,   peygamberlerin girmiş olduğu yerler, yerlerin en temizidir. Muhakkak ki Allah senin vasıtanla, hapishaneyi ve çevresindekileri tertemiz yapmıştır! Ey temizlerin temizi! Ey muhlis ve salihlerin oğlu!» dedi.

Hz. Yusuf:

  «Bana sıddiklann ismi nasıl verilebilir? Sen beni temizler, muhlisler ve salihlerden sayıyorsun. Oysa ben, günahkârların gir­diği yere girdim» dedi.

Cebrail:

  «Senin kalbin fitneye düşmedi. Sen Rabbine karşı masiyet olan bir işte, o kadına itaat etmedin. Bu yüzden Allah Teâlâ, se­ni sıddık olarak isimlendirdi. Muhlislerden saydı, seni salih ata­larının araşma kattı» dedi.

Hz. Yusuf:

  «Ey Ruh'ul-Emin! Babam Yakub'dan bir haber var mı?» diye sorunca Cebrail:

  «Evet, onun gözleri kör oldu. Allah senin için onu üzüntü ile belâlandırmıştır. Onun kalbi üzüntü dolu ve bunu belli etmi­yor. Allah ona güzel bir sabır vermiştir» dedi.

Hz. Yusuf:

  «Onun üzüntüsü ne kadar?» diye sorunca Cebrail:

  «İlk çocuğu ölen yetmiş kişinin üzüntüsü kadar» dedi. Hz. Yusuf:

  «Onun mükâfatı ne Kadar?» diye sordu.

Cebrail:

  «Onun mükâfatı, yüz şehidin mükâfatı kadardır» diye ce­vap verdi.

Hz. Yusuf:

  «Acaba ona kavuşacağıma kanaat getiriyor musun?» diye sordu.

Cebrail:

  «Evet» deyince Hz. Yusuf rahatlayarak:

  «Eğer onu görürsem, çekmiş olduğum acılar hiç de aldın, lacak derecede değillerdir» dedi.

(85) «Yemin olsun ki sen hâlâ Yusuf'a...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, sen sürekli Yusuf'u hatırlıyor, onu aklından çıkarmıyor ve onun sevgisi konusunda hiç gevşeklik  göstermiyorsun.

«Tefteu» fiili «Matefteu anlamındadır. Yani durmadan, sü­rekli Yusuf'u anıyorsun.

«Haradan» kelimesi ise, İbn Abbas'a göre «Zayıf», Mücahid'e göre, «Hastalıklı», îbn İshak'a göre, «Bedene ve akla halel getiren hastalık» bazılarına göre de, «Üzüntüden erimek» demektir.

«Haradan» kelimesinin asıl anlamı, bedende ve akılda üzüntü ve sıkıntıdan gelen bozukluk demektir. Bu takdirde ayetin mânâ­sı, «Bedenin zayıf, aklın karışık oluncaya kadar durmadan Yusuf'u anıyorsun» şeklinde olur. Yani, böyle anmaktan dolayı meydana gelen şiddetli üzüntü ve sıkıntı seni öyle bir hâle getirir ki, ken­dinden bir yarar göremezsin. Helak oluncaya ve ölünceye değin onu anar, durursun.

Hz. Yakub'un oğullarının gerçeğini bilmedikleri bir şey hak­kında nasıl yemin edebildikleri sorulacak olursa, cevap olarak onların yeminlerini zahir ve en galip olana, yani bu kaideye bina­en yapmışlardır deriz. Onlar; «Biz bunu zanmmıza göre söylüyo­ruz» demek istemişlerdir. Onların bu sözlerini dinleyip, bu kaba davranışlarını gördüğü zaman Hz. Yakub bir sonraki ayette geçen sözleri söylemiştir.

(86) «(Yakub): Ben gam ve kederimi sadece...»Bu Ayetin Tefsin

«Bes» kelimesi dağıtmak demektir. Nefsin besi ise, nefsin kapsadığı üzüntü ve şerri dağıtmak demektir.

îbn Kuteybe'ye göre, «Bes» şiddetli hüzün demektir. Çünkü insan hüznünü saklar, derdini gizlerse, bu üzüntü sıkıntıya dönü­şür. Onu-başkasma söylediği anda da bu bes (Yaymak) olur. Bu bakımdan «bes» hüznün en şiddetlisidir. Bu takdirde ayetin anla­mı şöyle olur: «Ben şiddetli hüznümü de, küçük, az olan hüznümü de Allah'a arzediyorum, size değil».

İbn'ul-Cevzi'nin naklettiğine göre, el-Hakim Ebu Abdullah «Sa/ıift»inde Enes b. Malik'ten, o da Hz. Peygamber'den (s.a) şöy­le rivayet eder:

Hz. Yakub'un bir kardeşliği, kendisine bir gün «Ey Yakub! Senin gözünü ağartan ve belini kamburlaştıran hadise nedir?» di­ye sorar. Hz. Yakub cevap olarak, «Gözüm Yusuf için ağladığımdan ağardı, Bünyamin için duyduğum hüzünse, belimi kambur-laştırdı» der. Bu esnada Cebrail gelerek Hz. Yakub'a «Ey Yakub! Allah sana selam ediyor ve «Ey Yakub! Benden başkasına üzün­tünü şikâyet etmekten utanmaz mtsın?» diyor» der. Bunun üzeri­ne Hz. Yakub, «Ben üzüntümü ve hüznümü ancak Allah'a arzede-rim» deyince Cebrail de «Allah senin arzettiğini en güzel bilen­dir» diye cevap verir.

Bazı müfessirler şöyle der:

Hz. Yakub'un yanına bir komşusu girer ve «Ey Yakub! Ne­den seni zayıflıktan yıkılır bir halde görüyorum? Niçin bu kadar erimişsin? Oysa ataların İbrahim ile İshak'ın yaşlarına bile he­nüz varmış değilsin» der. Hz. Yakub, «Beni, bana Allah tarafından bir belâ olarak verilen Yusuf'un üzüntüsü yıktı ve beni bu hale getirdi» diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona, «Ey Ya­kub! Beni mahlûkuma mı şikâyet ediyorsun?» diye vahyedince Hz. Yakub, «Ya Rabbi! Bu işlediğim hatayı benim için affeyle» di­ye af diler. Allah Teâlâ da, «Onu, senin için affeyledim» der. İşte bu olaydan sonra Hz. Yakub kendisine böyle bir soru yöneltildiği zaman, «Üzüntümü ancak Allah'a arzederim» demeye başlamış­tır.

Bazı kimseler ise şöyle rivayet ediyorlar:

Allah Teâlâ, Hz. Yakub'a, «İzzet ve Celâlim hakkı için üzün­tünü beni çağırmadıkça gidermem» deyince, Hz. Yakub, «Ben üzüntümü ve hüznümü ancak Allah'a arzederim» demiştir. Sonra da, «Ey Rabbim! Yaşlı bir ihtiyara acıntaz mısın? Gözümü aldın sırtımı kamburlaştırdın. Bana iki çiçeğimi geri ver. Onları ölmez­den önce koklayayım, sonra dilediğini yap» diye ekler. Bunun üze­rine Cebrail gelerek Hz. Yakub'a «Ey Yakub! Allah'ın sana selamı vardır. Sana der ki «Müjdeleri izzetim hakkı için, eğer iki oğlun ölü de olsalardı, onları diriltip, sana gönderirdim. Niçin sana bu zahmeti verdiğimi biliyor musun? Çünkü siz bir koyun kesmişti­niz ve fakat kapınıza gelen oruçlu bir fakire, ondan bir şey yedir-mediniz. Oysa benim katımda kullarımın en sevgilisi peygamber­ler, sonra da (sabreden) fakirlerdir. Şimdi sen bir yemek yap ve fakirleri davet et» der. Bunun üzerine Hz. Yakub bir sofra hazır­layıp, «Kim oruçluysa bu gece Yakub ailesinin yanında orucunu bozsun» diye çevreye haber saldı. Bu olaydan sonra Hz. Yakub ne zaman bir sofra hazırlasa, bir münadi aracılığıyla, «Kim öğle ye­meği yemek istiyorsa, Yakub'un ailesinin yanına gelsin» diyerek halkı çağırıyordu. İftar zamanlarında da, «İftar etmek isteyen Yakub ailesinin yanma gelsin» diyerek fakirleri çağırıyordu. Böy­lece hem sabah hem de akşam kahvaltısını fakirlerle birlikte yapı­yordu.

Bu rivayetlerin bir kısmı zayıf görünseler de, burada kıssa­dan hisse almak kabilinden zikredilmişlerdir.

Hz. Yakub'un «Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum» şeklindeki sözünde geçen, onlarm «bilemeyecekleri şeyler», Bey-zavî'ye göre Hz. Yusuf'un hayatta olduğu hususudur.

Bazılarına göre, Hz. Yakub rüyasında Azrail'i görmüş ve ken­disine Hz. Yusuf'un canını alıp almadığım sormuştur. Azrail de onun diri olduğunu söylemiştir.

Bazıları da Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf'un meşhur rüyasından, kardeşlerinin kendisine secde etmedikçe ölmeyeceğini anladığını ve bu yüzden «Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri ben biliyorum» dedi­ğini öne sürmüşlerdir. Yani «Allah rahmet ve ihsanıyla, sizin hiç bilemeyeceğiniz bir yerden size sevinç getirecektir». İşte bu ayet Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'un hayatta olduğunu ve onun kendisine dönüp geleceğini bildiğini göstermektedir.

Süddi ise şöyle demektedir: Hz, Yakub'un oğullan Mısır'daki ilk seferden dönerek, Mısır hükümdarının kemâlini, sözlerinin ve fullerinin olgunluğunu Yakub'a naklettiklerinde, o hükümdarın Hz. Yusuf olduğunu anlamış ve hissetmiştir. [83]

 

Meal

 

87- «Ey oğullarım! Gidin Yusuf'u ve kardeşini arayın. Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki kâfir olan ka­vimden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez».

88- (Kardeşleri)   Yusuf'un yanına girdiklerinde şöyle dedi­ler: «Ey Aziz! Bizi ve ailemizi kıtlık bastırdı. Biz de değersiz bir sermaye ile geldik. Fakat (yine de) sen, bize yetecek miktarda yiyecek ver. Bize biraz da tasadduk et. Çünkü Allah sadaka ve­renleri  mükafatlandırır».

89- (Yusuf):  «Sizler cahil kimselerken, Yusuf'a ve karde­şine neler yaptığınızı biliyor muydunuz?» dedi,

90- (Yusuf'un kardeşleri):   «Yoksa,  sen   gerçekten  Yusuf musun?» deyince, o da: «Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Muhakkak ki, kim   (Allah'tan)   korkar ve sabrederse,  kuşkusuz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi  etmez» dedi.

91- (Yusuf'un kardeşleri): «Allah'a yemin olsun ki, gerçek­ten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçek şu ki, biz hataya düşmüş kimseleriz» dediler.

92- (Yusuf):   «Bugün sizi kınama yoktur. Allah sizi affe­decektir. Çünkü Allah merhametlilerin en merhametlisidir» dedi.

93- «Banim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sü­rün. Gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle beraber bana gelin».

94- Kervan (Mısır'dan) ayrılınca, babaları (yanındakilere): «Eğer bana bunak demezseniz,  (inanın ki)   ben Yusuf'un koku­sunu alıyorum».

95(Bunun üzerine onlar da): «Yemin olsun ki!  Sen hâlâ geçmişteki şaşkınlığın içindesin» dediler. [84]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(87) «Ey oğullanın! Gidin, Yusuf'u...» Bu Ayetin Tefsiri

«Tehassesu» fiili duyularla hayrı talep etmektir. Tecessüs ile aynı anlamdadır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Yakub; oğullarına gidip Hz. Yusuf ile Bünyamin'den haber getirmelerini emredince, Hz. Yusuf'a yazılmış bir mektubu onlara verdi. Çünkü Bünyamin, Hz. Yusuf'un yanında tutuklu bulunuyordu. Bu mektubun metni şu şekildedir:

«Halilullah İbrahim'in torunu, Zebilullah İshak'ın Oğlu, Allah* m İsraili (kulu) Yakub'tan Mısır Hükümdarına!

Ey Hükümdar! Bilmiş ol ki, biz imtihanlara bağlanmış bir evin aile fertleriyiz. Dedem İbrahim! Elleri ve ayaklan bağlanmış olarak ateşe atıldığında, Allah'ın emrine sabretmiştir. Amcam İs­mail gurbet ellerde kalmakla imtihan olundu. Buna küçükten ma­ruz kalmış ve Allah'ın emrine sabretmişti. Babam İshak ise, kur­ban olunmakla imtihan edildi. Bıçak onun ensesine dayanmıştı. Allah Teâlâ sonunda onun yerine kurban edilmek üzere bir koç göndermiştir.[85] Bana gelince, benim bir oğlum vardı ve onu tüm çocuklarımdan daha fazla severdim. Kardeşleri onu çöle gön­derdiler ve sonra onun kana bulanmış gömleğini getirdiler. Bana onu bir kurdun yediğini söylediler. Bunun üzerine ben, ağla­ya ağlaya iki gözümden de oldum. Benim, Yusuf'un annesinden olan bir oğlum daha vardı. İddia olunduğuna göre hırsızlık yap­mış ve sen de onu hapsetmişsin. Oysa biz hırsızlık yapmamış ve hırsızlan da korumamış bir aileyiz. Onu bana gönderirsen eğer, ne âlâ! Aksi takdirde senin aleyhinde öyle bir beddua ederim ki, yedi nesline kadar tesir eder».

Hz. Yusuf, babasından gelen bu mektubu okuyunca şiddetli bir şekilde ağlamış ve sabrı azalmıştır. Bu yüzden kardeşlerine kim­liğini açıklamıştır.

«Ravh» kelimesi masdardır ve «Rahmet» anlamına gelir. Keli­menin asıl mânâsı, kalbin, üzüntüden sonra rahatlığa kavuşması­dır. Yani «Allah'tan gelecek bir genişlikten (refahtan) ümidinizi kesmeyin».

Kâfirler Allah'ı ve onun vasıflarını bilmedikleri için Allah'ın rahmetinden ümitsiz olurlar. Oysa bilen bir kimse hiçbir zaman ümitsiz olmaz.

îbn Abbas, «Mümin kimse, Allah karşısında hayr üzeredir. Çünkü musibetlerde Allah'tan ümit bekler, genişliklerde de Al­lah'a hamdeder» demiştir.

Ehl-i Sünnet'ten bazı kimseler, bu ayetin Allah'ın rahmetin­den ümit kesmenin küfür olduğuna delâlet ettiğini söylemişler, dir.

Ancak Şihabüddin el-Haffarcî, Kadı Beyzavi'nin tefsirine yaz­dığı haşiyede, ayette böyle bir manâya delâlet olmadığını söyle­miş ve Allah'tan ümit kesmenin küfür olduğu hususunun başka delillerden, çıkarılabileceğini belirtmiştir. Nitekim tüm fakihlere göre, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, büyük günahlardandır.

Bu bakımdan ayet, ümit kesmenin kâfirlerin özelliklerinden oldu­ğunu ifade etmektedir. Yoksa ümit kesen herkes kâfir değildir. Ümitsizliğin ancak küfrü gerektiren üç meselede olduğunu bildi­ren hükme gelince bu, memnudur. Çünkü bir kimse Allah'ın kud­retine, ilminin kapsamına ve kereminin genişliğine inanmakla bir­likte pekâlâ Allah'ın rahmetinden ümidini kesebilir. Bu, sadece onun günahının büyük oluşundandır. Yani, böyle bir kimse Allah' in rahmetine bunca günahla lâyık olmadığını düşünebilir. Yoksa onun kalbinde küfrü gerektiren o üç inançtan hiçbirisinin zerresi bile yoktur.

, Bazılarına göre ümitsizlik, bazen iman ile birarada olabilir. Ümitsizliğin ancak sözü edilen o üç inançtan birisi nedeniyle mey­dana gelebileceği şeklindeki hüküm pek açık değildir. Nitekim, ümitsizliğin büyük günah olduğunda bir şüphe yoktur. Hatta onun «Büyük günahların en büyüğü» olduğuna dair İbn Mesud'dan bir rivayet de gelmiştir.

îbn Nuceym bazı risalelerinde, ümitsizliğin büyük günah ol­duğunu söyleyenlerle, küfür olduğunu söyleyenler arasındaki fiili, lafzi ihtilafa dönüştürdüğüne değinmiş ve şöyle demiştir: «Fakih-ler Allah'ın mekrinden emin olmanın ve AllahHn rahmetinden ümit kesmenin büyük günahlardan olduğunu söylüyorlar. Fakat akaid kitaplarında Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin küfür ol­duğu yazılıdır. Bu bakımdan bu iki görüşün arasının bulunması gerekmektedir».

Buna cevap olarak şöyle deriz:

Ümitsizlikten maksat, tüm günahları kapsayan rahmetin ge­nişliğini inkâr etmektir. Mekr'in olmadığı inancına gelince, bu Al­lah'ın mekrinden emin olmak kabilindendir. Fakihlerin ümitsizlik ile kastettikleri, kişinin Allah'ın affının o günahlardan uzak bu­lunduğunu sanmasıdır. Emin olmak ise, üzerinde bulunan ümidin galip gelmesinden oluşan bir eminliktir. İş öyle bir raddeye gelir ki eminlik hududuna girilmiş olur.

îbn Nuceym, bunları söyledikten sonra, sünnete en uygun olanın fakihlerin görüşü, olduğunu belirtmektedir. Çünkü Dare-kutnî'nin îbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettiği bir hadiste, emin olmanın en büyük günahlardan sayıldığı ve Allah Teâlâ'nm onu şirk koşmaya atfettiği bildirilmiştir.

(88) (Kardeşleri) Yusuf'un yanına...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar, babalarının emri üzerine Mısır'dan geri geldikten son­ra, yeniden Hz. Yusuf'un huzuruna dönerek onunla konuşmuşlar­dır. Yahudiler, Bünyamin'in alıkonulmasından ve Hz. Yakub' un oğullarının babalarına dönmesinden sonra yeniden üçüncü kez Mısır'a gittiklerini inkâr etmektedirler. Onların iddialarına göre, Hz. Yakub'un oğulları ilk kez yiyecek almak üzere Mısır'a gel­diklerinde casus olarak suçlanmışlardır. Onlar da özür beyan ede­rek, bir peygamber evladı olduklarını, babalarının adının Yakub olduğunu ve on iki kardeş iken birinin öldüğünü, o Ölenin anne bir kardeşinin ise babasının yanında kaldığını, babalarının onun­la teselli bulduğunu söylemişlerdir. Hz. Yusuf ise, «Gidin onu bana getirin ki böylece sizin doğru söyleyip söylemediğinizi bile­yim» diyerek, Şemun'u yanında alıkoyar. Onlar Bünyamin'i geti­rip, bilinen «hırsızlık» olayı meydana geldikten sonra, ne kötü du­ruma düştüklerini söyleyince, Hz. Yusuf kendine hakim olamayıp, onlara kim olduğunu açıklar ve gidip babalarına haber vermele­rini, sonra da onu da yanlarına alıp gelmelerini söyler.

İşte Tevrat'ta anlatılan hikâye kısaca bu şekildedir. Ama bi­linmelidir ki Hak'tan sonra ne varsa hepsi de bâtıldır. Kur'an bize böyle bildirmediğine göre, onun dışındakilerin hepsi dalâlet­tir.

Kardeşlerinin Hz. Yusuf'a «Ey Aziz!» diye hitap etmelerinin nedeni tazimdir. Onların Hz. Yusuf'un adını bilip bilmedikleri hu­susuna hiçbir müfessir temas etmemiştir.

«Ed-Durru» kelimesi, açlıktan zayıf düşmek anlamındadır. «Ehl» ise, hanım ve çoluk-çocuğu kapsayan aile efradım ifade eder. «Bidaet» kelimesi, sermaye karşılığında kullanılmıştır. Yiyecek karşılığında Hz. Yusuf'a verilen para ve diğer mallara işaret et­mektedir. «Muzcat» kelimesi de, az ve değersiz şey, önem veril­meyip de sağa sola atılan mal anlamındadır. Bazı mümessirlere göre, onların malları, göçebe eşyalarından, yani yağ ve yünden iba­retti. Ebu Salih ve Zeyd b. Eslem'den gelen bir rivayete göreyse, onların malları «Senevber ve yeşil nane» idi. Bazılarına göre, «Ka­vuk ve peynir» bazılarına göre, «Kurutulmuş et», bazılarına göre de «Karışık değersiz dirhemler» idi. Bu son görüş, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Hasan Basri'den rivayet edildiğine göre, «Muzcat», «Azlık» anlamındadır.

Kelbi'ye göre «Muzcat» kelimesi, Farsçadan, bazılarına göre «Mısır-Kiptî» dilinden gelmedir. Ancak İbn'ul-Enbarî bu iki görüş hakkında, «İştikakı bilinen ve tasfiri malum olan bir lafzı, Arap-çadan başka bir dile nisbet etmek uygun değildir» demektedir.

«Değersiz bir sermaye ile geldik. Fakat (yine de) sen bize ye­tecek miktarda yiyecek ver»; yani sermayemizin azlığından veya değersiz olmasından ötürü, bizim erzakımızı azaltma, onu bize tam olarak ver.

Bu cümle ölçme ve tartmanın, malı satana ait olduğunu gös­termektedir.

«Bize biraz da tasadduk et»; yani erzakımızı tam vermek, öl­çüyü eksiksiz yapmak suretiyle veya bize müsamahalı davranarak ve bu değersiz olan sermayemizi kabul ederek, bize yardım et.

Dahhak ve îbn Cüreyc'e göre, onlar bu sözleriyle, «Kardeşi­miz Bünyamin'i babamıza geri vermek suretiyle bize sadaka ver» demek istemişlerdir. Bu yorum, onların durumuna uygun düş­mektedir. Adeta onlar, «Kardeşimizi bize vermek suretiyle lütuf-ta bulun» demek istemişlerdir. Çünkü kardeşi iade etmek, ger­çekte sadaka vermek demek değildir. Arapça'da sadaka, lütfet­mek anlamında da kullanılır ve tasadduk, tefaddul demektir. Me­selâ, «Allah Teâlâ filan kimseye, falan şeyle tasadduk etti» ifade­si «Allah o kimseye lütfetti» anlamına gelir.

Hasan Basri, Allah; «Ya Rabbi! Bana sadaka ver» diyen kim­seye sadaka vermez. Sadakayı ancak sevaba muhtaç olan kimseler verir. Bu bakımdan sen öyle değil, «Ey Allah'ım! Bana ver» veya «Ey Allah'ım! Bana fazlından ver» ya da «Ey Allahım! Bana mer­hamet et» şeklinde dua et demiştir. Ancak onun bu görüşü, Hz. Peygamber'in (s.a); «Bu bir sadakadır ve Allah onu size tasad­duk etmiştir'.' Allah'ın sadakasını kabul edin» hadisiyle reddedil­miştir.

Bazılarına göre, eğer sadaka ile para yoluyla verilenden faz­lası kastediliyorsa buradaki «sadaka»yı mecazi mânâda ele almak gerekir. Çünkü sadakanın haram oluşu sadece Hz. Peygamber'e (s.a) ait değildir. Gerçekten de Süfyan b. Uyeyne'nin dediği gibi, sadaka almanın haramlığı sadece Hz. Peygamber için değil, tüm peygamberler için söz konusudur. Nitekim bazı müfessirler de bu görüştedir. Dolayısıyla sadaka isteyen Hz. Yakub'un oğullan ya peygamberler sınıfına girerler  ki bü ihtimalin .zayıf olduğunu daha önce belirtmiştik  ya da peygamberin ehlindendirler.

Bu iddiaya şu şekilde cevap verilmiştir:

Biz burada, sadakanın her peygambere veya ehline haram ol­duğunu kabul etmekle, her sadakanın alınmasının mutlak haram olduğunu söylemiş olmuyoruz. Aksine peygamberlere ve onların ehline haram olan, farz olan sadakadır. Yani zekâttır. Buradaki sadaka ise, zekât kapsamına girmez.

Allame müfessir Zemahşeri'nin de belirttiği gibi, ayetin zahi­rinden anlaşıldığına göre, Hz. Yakub'un oğullan Hz. Yusuf'a fa­kirliklerini arzetmişler ve kendilerine sadaka vermesini istemiş­lerdir. Şayet burada ayet, zahiri üzerine hamledilmişse, bu mu­kaddime ile, «Kuşkusuz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır» cümlesi arasında mutabakat sağlanamaz. En - Nakkaş'a göre, «Kuşkusuz Allah verdiğin sadakadan dolayı seni mükâfatlandıra-caktır» şeklindeki bir ifade yerine «Kuşkusuz Allah sadaka veren­leri mükâfatlandırır» denilmesinin nedeni, onların yalandan ka­çınmalarıydı. Çünkü onların inançlarına göre, Aziz kâfirdi ve on­lar onun Hz. Yusuf olduğunu bilmiyorlardı. Bu yorumun benzeri Dahhak'tan da rivayet edilmiştir.

(89) «(Yusuf): Sizler cahil kimselerken...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf'un onlara yönelttiği bu soru, tariz ettikleri şeylere verilmiş bir cevaptır. Yani, Hz. Yusuf onlara adeta, «Yaptığınız işin çirkinliğini bilmediğiniz bir dönemde yaptıklarınızın ne çirkin olduğunu şimdi anladınız mı?» demek istemiştir.

Bu ayette, Hz. Yusuf onların mazeretlerini ortaya koymakta, yani bu mazereti istemelerini kendilerine telkin etmektedir. Tıp­kı, «Kerim, olan Rabbinden seni mahrum eden nedir?» ayetindeki telkin gibi. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, Hz. Yusuf onlara kendilerinden intikam almak için böyle bir cevap vermiş değildir. Onun böyle bir cevap vermesinin nedeni, kardeşlerin  bu tür kö­tülüklerden uzaklaştırmaya yöneliktir. Hz. Yusuf, onların aczini görünce kendilerine nasihat etmek istemiştir. Ayrıca o, bu konuş­mayı kapalı olarak yapmakla, onları cahillikleri nedeniyle kına­mış ve kendileri gibi bir peygamber evladında cehaletin olmama­sının uygunluğuna dikkatlerini çekmiştir. Muhtemelen Hz. Yusuf vahy ya da ilham yoluyla, babalarının onlara yapmış olduğu tav­siyeye vakıf olmalıdır. Onları, babalarının hayırlı bir haber alma­ları için gönderdiğini de bilmiştir. Bu bakımdan onların bu tav­siyeyi unutarak, yeni isteklerde bulunduklarını görünce şefkate geldi; zira o Allah'ın kalp bakımından en hassas kullarından bi­riydi. Olay hakkındaki takdirin, kaderin seyri de son noktaya gel­diği için Hz. Yusuf kendisini onlara tanıtmıştır. .

îbn îshak, Hz, Yusuf'un onların yalvarmaları karşısında şef­kate geldiğini ve kendisim tanıtmak suretiyle onlara merhamet ettiğini hatta dayanamayarak ağladığını söylemektedir.

Hz. Yusuf, onların yaptıkları ile kendilerinin hem ona hem de Bünyamin'e verdikleri eziyet ve cefayı, kötü davranışlarını kaste­diyordu. Onlara babalan Hz. Yakub'a verdikleri eziyetten haber vermemiş, yani onlara bu hususu sormamıştır. Bu, Hz. Yakub'u kendisi ve Bünyamin ile birlikte zikretmenin, onun şanına gölge düşüreceği endişesinden ileri gelmişti.

Sa'lebi ile onun yorumuna katılanlar, burada onlann konuş­malarından sonra Hz. Yusuf'un öfkelendiğini ve onların öldürül­mesini emrettiğini, bunun üzerine de kardeşlerinin ağlayıp sızla­dıklarını, Hz. Yusuf'un da şefkate gelip, yukandaki sözlerini sar-fettiğini anlatmaktadırlar. Ancak bu tür yorumlar sahih değiller­dir.

(90) «(Yusuf'un kardeşleri): Yoksa sen gerçekten...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf'un kardeşleri şaşırdıkları ve olayı çok ga­rip karşıladıkları için bu şekilde konuşmuşlardır. Yani onlar Aziz' in Hz. Yusuf veya başka bir deyişle Hz. Yusuf'un Aziz olmasına çok şaşırmışlardı. [86]

 

Hz. Yusuf'u Nasıl Tanıdılar?

 

Müfessirler, kardeşlerinin Hz. Yusuf'u nasıl tanıyabildikleri hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bazılarına göre, onlar Hz, Yusuf'u özelliklerinden tanımışlar­dır. Çünkü Hz. Yusuf onları kendisine çok yaklaştırmıştı. Da­ha önceyse bu şekilde bir yakınlık olmamıştı.

Bazılarına göre, Hz. Yusuf onlarla perde arkasından konuşu­yordu. Ancak kendisini tanıtmak istediğinde perdeyi kaldırınca, onlar da Hz. Yusuf'u tanıdılar.

Bazıları ise, onların Hz. Yusuf'u tebessüm edince Ön dişlerin­den tanıdıklarını; zira ön dişlerinin inci gibi intizamlı olduğunu, tebessüm edince etrafına ışık saçtığını söylemişlerdir.

Bazıları da, Hz. Yusuf'un başından tacını kaldırdığını, Hz. Yakub ve Hz. İshak da olduğu gibi onun başında da bir alamet olduğundan, onu görünce kardeşlerinin kendisini tanıdıklarını söylemektedirler.

Yukarıda zikredilen bu sebeplere, Hz. Yusuf'un konuşması da eklenebilir. Çünkü bu konuşma, ancak bâtıldan hakka dönüş yapan müslüman bir kimseden sadır olabilirdi. Mısır'ın ileri gelen-lerinden ise böyle bir konuşma yapması beklenemezdi.

Bazı müfessirlere göre kardeşleri Hz. Yusuf'a onu tanıdıkları için bu şekilde hitap etmiş değillerdir. Aksine onlar önün Hz. Yu­suf olabileceği şüphesiyle böyle konuşmuşlar, o «Ben Yusuf'um» deyince de kanaatleri kesinlik kazanmıştır.

«Kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, kuşkusuz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez» cümlesinde geçen ittika, tüm durumlarda sakınarak davranmak veya kendini Allah'ın öf. ke ve gazabını gerektiren şeylerden alıkoymak demektir. Sabır ise, belâlar karşısında, meşakkatlere aldırmamak veya taatlerin zor­luklarına katlanmak veya nefsin lezzetli gördüğü günahlardan ka­çınmak demektir. İhsan da, takva ve sabır özelliklerine sahip ol­mak manasınadır.

«Kuşkusuz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez» cümlesi, önceki cümlenin sebebini belirtmektedir.

Ebu Hayyan, ecrin zayi olmamasının sadece takva ve taat sı­fatlarına mahsus olmadığını söylemektedir.

Mücahid'e göre, takva ile kastedilen günahı terketmek husu­sundaki sakınmadır. Sabır ise, hapishanede gösterilen metanet­tir.

Nehaî'ye göreyse, takva ile kastedilen zinadan kaçınmak, sa­bırdan kastedilen de bekârlığa karşı gösterilen metanettir.

Bazı müfessirler, takvanın tüm günahlardan sakınmak, sab­rın ise insanların eziyetine dayanmak demek olduğunu söylemiş­lerdir.

Zemahşerî, «Keşşaf» adlı tefsirinde ayetten maksadın, Allah' tan korkan, günahları işlememek suretiyle metanet gösteren ve taatlar karşısında gelen belâlara aldırmayan kimsenin ecrini, Al­lah'ın zayi etmemesinin olduğunu söylemiştir. Ancak «El-Fevaid» müellifi Zemahşerî'ye şu şekilde itiraz etmiştir: «Burada tak­va, hakiki mânâda kullanılabilirken onu mecazi mânâya hamlet­mek caiz değildir». Bu takdirde en uygun yorum şu şekildedir: «Allah'ın emrettiklerini terketmekten, yasakladığım işlemekten kim sakınırsa ve şiddetli anlarda sabrederse, o kimse muhsinler-dendir ve Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez».

Sabrın takvadan sonra zikredilmesi, «amm»d&n (genelden) sonra «has»ı (özeli) zikretmek kabilindendir. Çünkü «Sabır» da, «Takvannın kapsamına girmektedir. Muhtemelen takvadan sonra sabır, takva üzerindeki sebatın iradesi için zikredilmiştir. Yani Al­lah Teâlâ adeta, «Kim sakınır ve takva üzerinde sabit kalırsa Al­lah onun ecrini zayi etmez» demek istemiştir,

(91) «{Yusuf'un kardeşleri): Allah'a yemin olsun ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani «Allah takva ve sabır sayesinde seni bizden üstün kıldı» ya da «Hükümdarlık vermek suretiyle veya sabır ve ilimle seni bizden üstün kıldı». Bu yorumların hepsi de İbn Abbas'tan riva­yet edilmiştir.

Süleyman ed-Dimeşkî'nin yorumuna göre ifadenin anlamı, «Hilm ve affetmek hususunda Allah Teâlâ seni bizden üstün kıl­dı» şeklindedir.

Bazılarına göreyse mânâ, «Allah, güzel ahlak, güzel şekil, ilim, hilim, ihsan, hükümdarlık, saltanat ve eziyetlerimize karşı sab­retmek suretiyle seni bizden üstün kıldı» şeklindedir.

«Gerçek şu ki, biz hataya düşmüş kimseleriz»; yani bizler bile kasten günah işlemiştik. Bu.yüzden Allah seni Aziz, bizi zelil kıl­dı.

Onlarm bu sözlerinde, Hz. Yusuf'un ihsanına başeğdiklerine ve Hz. Yusuf hakkında kendilerinden sadır olan günahı ikrar ve itiraftan sonra da tevbe ettiklerine işaret vardır.

(92) «(Yusuf): Bugün sizi kınama yoktur...» Bu Ayetin Tefsiri:

«Tasrib» kelimesi serzenişte bulunmak, kınamak demektir. Tasrib'in esas lügat anlamı, işkembe üzerinde bulunan ince taba­kadır. Kınamak anlamında istiare olarak kullanılmıştır. Yani na­sıl o ince tabaka yırtıldıktan sonra pislikler ortaya çıkarsa, kı­namak da o tarzda ayıpları ortaya çıkarır. Bu bakımdan hakikat ile mecazî mânâlar arasındaki birleştirici nokta, kemâlden sonra eksikliğin başgöstermesi ve kemâl ile güzelliğin ayakta bulunması­nı sağlayan dayanakların ortadan kaldırılmasıdır.

«Bugün sîzi kınama yoktur» cümlesinden, «Bugünden sonra kınanacaksınız» anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü ilk karşılaşma­da kınanma olmadıktan ve bu ateşli dönemde böyle bir şey or­taya çıkmadıktan sonra, elbette diğer zamanlarda da böyle bir şey söz konusu olmayacaktır.

El-Murteza, «eUYevm» lafzının burada zaman anlamında kul­lanıldığını ve adetâ mânânın, «Bugünden sonra kınanmayacaksı­nız» şeklinde olduğunu söylemiştir.

Zemahşerî'nin «el-Yevm» lafzının «Tasrib» lafzına bağlı oldu­ğunu söylemesine karşın, Ebu Hayyan; «Tasrib mastar olduğu için ve onunla mamulü arasına cer harfi ile mecrur girdiğinden dolayı, böyle bir bağlantı caiz değildir)  diyerek Zemahşeri'ye itiraz etmiştir.

El-Murteza «ed-Durer» adlı eserinde el-Yevm'in daha sonra gelen «Yeğfiru» fiiline bağlı olduğu şeklindeki görüş için, zayıf­tır demektedir. Çünkü ona göre dua anlamında olan bir fiilin ken­disinden önceki bir mamulü neshedemez ve böyle bir görüş yay­gınlık kazanmamıştır.

Îbn'ul-Munir'e göre, «el-Yevm» kelimesinin «Yeğfiru» fiiline bağlı olması durumunda, kardeşleri Hz. Yusuf'un haberiyle kesin­likle affolunacaklarını kestirmiş olmaları gerekirdi. Oysa onların böylesine kesin bir kanaate sahip olmadıkları, «Ey babamız! Gü­nahlarımızın affı için dua et» şeklindeki sözlerinden anlaşılmak­tadır.

Ancak İbn'ul-Mûnir'e şöyle cevap verilmiştir: Günahın kapatılması, örtülmesi anlamına gelen mağfiret kıya­met gününde vuku bulacaktır. Ondan önce ise, mağfiretin vukû-bulacağı haber verilmiştir. Bu bakımdan bir şeyin olacağını ke­sinlikle bilmek onu istemeye engel teşkil etmez. Çünkü memnu olan, vuku bulan bir şeyin yeniden istenmesidir. Bununla bera­ber belki de onlar babalarına bu sözü hedm-i nefs için söylemiş olabilirler. Çünkü peygamberlerin af dilemeleri genellikle mute­berdir.

Bazıları da şöyle cevap vermişlerdir:

Babalarından affını istedikleri şeyler onunla ilgili olan suçlardır. Çünkü Hz. Yakub ile ilgili olan suçların affedilece­ği onlar tarafından bilinmemektedir. Ayrıca onları bu konuşma­ları esnasında Hz, Yusuf'un peygamber olduğunu bilmemeleri de mümkündür. Onu da kendileri gibi sıradan bir insan sanmış ola­bilirler. Çünkü Hz. Yusuf'la  tanışmalarından sonra, böyle bir bilgiye sahip olacak kadar uzun bir zaman geçmiş değildi. Nitekim bu kısa konuşma da böyle bir hususa delâlet etmez.

Birçok  müfessire göre, «Allah sizi affedecektir» cümlesi dua (Allah sizi affetsin) anlamındadır. Bu takdirde Hz. Yusuf onlar için hüküm vermiş olmuyor, dua etmiş oluyordu.

Bir grup müfessir de, bu ifadenin dua mânâsında olmayıp, haber vermek demek olduğunu söylemişlerdir. Ancak Allah'ın on­ları affedeceği hususu gaybî bir mesele iken, Hz. Yusuf böylesine gaybe taalluk eden bir hususu nasıl olur da kesin bir uslûb ile ifade edebilir?

Bazılarına göre ise, Hz. Yusuf onların kendisiyle ilgili suçla­rını affedince, kardeşleri de hatalı olduklarını itiraf etmişlerdir. Böylece Allah Teâlâ'nın da kendisiyle ilgili olan suçları affedeceği kesinlik kazanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kullarının tevbeleri-ni kabul edeceğine dair va'di vardır.

Bazıları da onların Allah tarafından affedilecekleri haberinin Hz. Yusuf'a vahiy kanalıyla bildirdiğini iddia etmişlerdir.

Taberi ile İbn İshak'a göre, kıraat alimlerinin çoğu «el-Yevm» lafzı üzerinde vakf (durma) yaptıkları için, onların bu şekil oku­yuşları «el-Yevm)> lafzının «yeğfiru» fiiline bağlı olmadığına delâ­let eder. Onlar, «elYevm»den sonra gelen cümlenin dua cümlesi olduğu görüşündedirler. Nitekim bu görüşün doğru olduğu anla­şılmaktadır.

«Çünkü Allah merhametlilerin en merhametlisidir» cümlesin­den anlaşıldığına göre, Allah'ın dışında merhamet eden kimselerin merhameti de, O'nun merhametine bağlıdır. Allah'tan başkasının merhameti ya bir yarar elde etmek ya bir zararı gidermek ya vic-danlardaki ruhi acıyı dindirmek içindir. Allah Teâlâ; hem küçük hem de başkalarınca affedilmeyen büyük günahları affettiği ve tevbe edenin tevbesini fazlıyla, lütfuyla kabul ettiği için merha­metlilerin en merhametlisidir.

Bu cümle ya duanın kabul edileceğine güvenmek ve izahını yapmak ya da mağfiretin kesinliğini belirtmek için getirilmiştir. Çünkü Hz. Yusuf onları affettikten sonra, elbette Allah onları af­fetmek hususunda daha hak sahibidir. [87]

 

Hz. Yusuf'un Kimliğini Belirten Olay

 

Kardeşleri, cömertliği nedeniyle Hz. Yusuf'a «Sen bizi sabah-akşam yemeğe davet ediyorsun. Oysa bizler daha önce sana karşı olan tutumumuzdan dolayı utanıyoruz. Niçin böyle yapıyorsun?» şeklinde bir haber gönderince Hz. Yusuf onlara şöyle cevap ver­di: «Ben her ne kadar hükümdar olmuş isem de, Mısırlılar bana ilk gözle bakarlar. Onlar, «Yirmi dirheme satılan bir köleyi, arzu ettiği yere vardıran Allah her türlü ortaktan yücedir» derler. Şu anda ben sizlerle müşerref olmuş bulunuyorum. Mısırlıların gö­zünde önemli bir insanım. Halk sizlerin benim kardeşlerim oldu­ğunuzu ve benim İbrahim'in torunu bulunduğumu bilmektedir».

Ayetlerin zahirinden anlaşıldığına göre, kardeşlerinin gelişin­den sonra, Hz. Yusuf hakkında insanlarda, daha önceden mevcut olmayan bir bilgi meydana gelmiştir. Çünkü daha önce geçen ba­zı ayetler ile haberlerin delâletine göre, Hz. Yusuf kimin oğlu ol­duğunu ve kimlerden bulunduğunu Mısırlılara söylememişti.

Said b. Mensur, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in İbn Abbas'tan naklettiklerine göre, Mısır kralı bir gün Hz. Yu­suf'a «Her yerde benimle birlikte olmanı istiyorum. Ancak aile efradım arasında olmanı arzu etmiyorum ve ayrıca seninle bir­likte yemek yemek bana ağır geliyor» der ve bunun üzerine Hz.Yusuf Öfkelenerek, «Ben Allah'ın Halili İbrahim'in, Allah'ın Zebihi Ishaicın ve Allah'ın Peygamberi Yakuö'un oğlu olduğuma göre, asıl seninle yemek yemek bana ağır gelmeliydi» şeklinde muka­belede bulunur. Ancak bu durum yaygınlık kazanmaz ve halkın bundan haberi olmaz.

Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta şöyle denilmek­tedir:

«Hz. Yusuf, kardeşlerinin çok fazla utandıklarını görünce, on­ları kendisine yaklaştırarak dedi ki:

— «Sakın beni satmanız ve buraya göndermeniz size zor gel­mesin. Çünkü Allah, ileride gelecek kıtlığı ve o kıtlık nedeniyle başınıza gelecekleri biliyordu. O, benim aracılığımla başınıza ge­len belayı defetmek ve buraya gelişimin yeryüzünde kalıp, zürri-yetinizin yayılmasına vesile olması için beni buraya getirmeyi di­ledi. İşte kıtlık yıllarından ikisi geçmiş, geriye beş yıl kalmıştır. Bana gelince Allah beni öyle bir makama getirmiştir ki, Mısır kralının danışmanı ve dayandığı kimse oldum. Aile efradının ba­şı da benim. Tüm Mısır halkı üzerinde söz sahibiyim. Sakın yap­tıklarınız sizleri sıkıntıya düşürmesin».[88]

 

Hz. Yusuf'un Gömleği

 

(93) «Benim şu gömleğimi götürün de...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yusuf'un babasının yüzüne sürülmek üzere gönderdiği gömlek ile ilgili olarak mufessirler arasmda ihtilaf vardır. En zahir olan yoruma göre, bu o anda Hz. Yusuf'un sırtında bulunan gömlektir.

İbn Abbas ve diğer müfessirlere göre, o, ateşe atıldığı zaman Hz. İbrahim'in sırtında bulunan gömlekti ve cennet gömleklerin-dendi. Bu gömlek dedelerinden babası vasıtasıyla Hz. Yakub'a .in­tikal ettiğinde o, bu gömleği gümüş bir kaba yerleştirerek Hz. Yu­suf'un boynuna taktı. Bu gömlek dünyadaki yara ve berelerin hangisine sürülürse, onu Allah'ın izniyle iyileştirirdi.

Bazı müfessirler ise bunun arkadan yırtılan yani, Aziz'in evin­de Aziz'in hanımının Hz. Yusuf'u kovalarken arkadan yırttığı gömlek olduğunu ve Hz. Yusuf'un onu babasına, zinadan beri ol­duğunu ispatlamak için gönderdiğini söylemektedirler. Ancak bu­nun çok uzak bir yorum olduğu, biraz düşünenler için ortada­dır.

«Onu babamın yüzüne sürün de babamın gözleri açılsın (veya babam gözleri görür olarak gelir). Bütün aileniz beraber olarak bana gelin»; yani kadınlarınızı, çocuklarınızı ve ehlin kapsamına giren her şeyinizi bana getirin.

Hz. Yusuf gömleğin babasının yüzüne sürülmesinden sonra onun gözlerinin göreceğini nasıl bilebilmişti? İmam'a göre Hz. Yusuf, babasının gözüne gelen ağarmanın (Körlüğün) çok ağla­maktan ve kalp sıkıntısından ileri geldiğini büdiği için, gömleğin yüzüne sürülmesi halinde, babasının kalbinin ferahlayacağını, bü­yük bir genişliğe kavuşacağını, bunun da ruhunu kuvvetlendirip, zafiyeti kaldıracağını, dolayısıyla gözün güçlenerek, söz konusu hastalığın kaybolacağını anlamıştı. Bu aklen bilinebilecek bir hu­sustur. Çünkü tabii kanunlar bunun doğruluğuna delâlet etmek­tedirler. [89]

 

Hz. Yakub'un Aile Efradı Kaç Kişi İdi?

 

El-Kelbî'ye göre Hz. Yakub'un aile efrada 70 kişiye yakındı. İbn Ebî Hatim'in Enes'ten rivayet ettiğine göre onlar 72 kişiydiler ve tümü de Hz. Yakub'un öz evlat ve torunlarıydı. Bazılarına göre Hz. Yakub'un aile efradının sayısı «Seksen», bazılarına gö­re «Doksan» bazılarının da îbn Mesud'dan rivayet ettiklerine gö­re «Doksan üç» bazılarına göre de «Doksan atodır. Bu 96 kişi­lik kafileden Mısır'da bir milyona yakın insan doğup; dünyaya geldi. Bu kimseler, Hz. Musa ile Mısır'dan çıktıkları zaman 600 bin 570 küsur kişiydiler. Bu rakam sadece erkekler ile bulûğ ça­ğındaki gençlerin sayısını ifade etmektedir. Kadınlar ile ihtiyarla­rın sayısı ise 1 milyon 200 bin kadardı. Bu rakamlar anlaşılacağı üzere birtakım rivayetlere ve eserlere dayanılarak verilmektedir. En doğrusunu Allah bilir[90]  

(94) «Kervan (Mısır'dan) ayrılınca, babaları...y Bu Ayetin Tefsiri

Yani «Kafile Mısır'dan Hz. Yakub'un memleketine gitmek üzere yola çıktığında...» Hz. Yakub'un oturduğu yer Beyt'ul-Mak-dis'e yakındı. Alusî, Hz. Yakub'un Cezire'de oturduğunu bildiren görüşe güvenilemeyeceğini söylemektedir.

Babalan (Hz. Yakub) çevresinde bulunanlara şöyle dedi: «Eğer bana bunak demezseniz (İnanın ki) ben Yusuf'un kokusunu alıyorum». Allah Teâlâ sekiz günlük bir mesafeden Hz. Yusuf'un kokusunu, babasına ulaştırmıştı.

Hasan Basri ile Taberi'ye göre bu koku seksen fersahtan, Ha­san Basri'den gelen bir başka rivayete göreyse otuz günlük, yine Hasan Basri'den gelen bir diğer rivayete göre on günlük bir me­safeden geliyordu. Bu rivayetlerin çelişkili olmaları, kuvvetli ol­madıklarının delilidir.

Ebu Eyyub el-Herevî'den rivayet edildiğine göre rüzgâr Al­lah Teâlâ'dan Hz. Yusuf'un kokusunu Hz. Yakub'un burnuna ka­dar götürmek emri almıştı.

MÜcahid'den gelen rivayete göre, gözler Hz. Yakub'un göm­leğine değdikçe, dünyaya cennet kokuları yayılmış ve bu Hz. Ya-kub'a kadar ulaşmıştır. Hz. Yakub cennet kokusunu farkedince, bu kokunun yayılmasının nedeninin o gömlekten ileri geldiğini anlayarak, malûm sözleri sarfetmiştir.

Ayette «Bunak» diye çevirdiğimiz «Tufenni duni» «Fenede» den türemiştir ve fesada gitmek anlamında kullanılmaktadır. İhti­yarlık ve yaşlılık sebebiyle görüş ve aklın azalması anlamına da gelir. Aslmda «Fened» taş demektir. Mesela ihtiyarlayan bir insan, zihninin zayıflaması nedeniyle âdeta «Taş kesilivermiş»tir.

«Levla» lafzının cevabı hazfedilmiştir. Yani mânâ «Eğer ba­na bunak diyecek olmasaydınız, muhakkak beni doğrulardınız (veya muhakkak Yusuf'un yeri yakındır diyecektim)» şeklinde­dir.

Bu ayette Hz. Yakub'un hitap ettiği kimseler hakkında onun Mısır'a giden oğuUannın dışında evde kalan çocuklan olduklan denilmesinin yamsıra bazılan da onlann, Hz. Yakub'un oğullan ile huzurunda bulunan diğer yakın akrabalan olduklarını söyle­mişlerdir.

(95) «(Bunun üzerine onlar da): Yemin olsun ki! Sen...»Bu Ayetin Tefsiri

«Şaşkınlık» şeklinde çevirdiğimiz «Dalâl» lafzı Taberi'nin Mü-cahid'den rivayet ettiğine göre  «Sevgi»   anlamındadır. Yani, «Ye-

min olsun ki! Sen hâlâ geçmişteki sevgini (Yusuf'un sevgisini) sürdürüyorsun».

Mukatil'e göre «Dalâl» lafzı «Zorluk» anlamında kullanılmış tır. Yani «Yemin olsun ki! Sen hâlâ geçmişteki zorluğun içinde hâlâ kıvranıp duruyorsun».

Bazılarına göre de, «Helak» anlamındadır. Yani, «Yemin ol­sun ki sen hâlâ geçmişteki helakin içindesin».

îbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den bu kelimenin «Delirmek» anlamına geldiği şeklinde bir rivayette bulunmuşsa da, böyle bir yorumun uygun düşmediği açıkça ortadadır. Çünkü Hz. Yakub bir peygamber olduğu için onun hakkında böyle bir şey mümkün değildir. Dolayısıyla bu şekildeki bir söz ağır düşer. Nitekim Ka-tade «Onlar galiz bir kelime kullanmışlardır ve bu kelime Hz. Yakub'un makamına uygun değildir» demekle, belki de buna işa­ret etmiştir. [91]

 

Meal

 

96- Müjdeci gelince, onu  (gömleği Yakub'un)  yüzüne sür­dü. Hemen o görecek duruma geldi ve işte o zaman «Ben size, Allah tarafından  sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim,  demedim mi?» dedi.

97 - (Yakub'un oğulları):  «Ey babamız!  Bizim için   (Allah* tan)   gün ah lan m izm  affını dile.   Çünkü  biz  hata  edenlerdeniz» dediler.

98- (Yakub): «Sizin için   Rabbimden af dileyeceğim. Mu­hakkak ki Babbim çok bağışlayan ve çok esirgeyendir» dedi.

99- (Onlar Mısır'a varıp)   Yusuf'un yanına geldikleri   za­man, Yusuf anne ve babasını kucakladı ve: «Emin olarak Allah' in dilemesiyle Mısır'a girin» dedi.

100- Anne ve babasını tahtının üstüne çıkarıp, oturttu ve hepsi  onun için  secdeye  kapandılar.   (Yusuf):  «Ey babacığım! İşte bu daha Önce  (gördüğüm)  rüyamın tevilidir. Rabbim onu gerçek kıldı. Şeytan benimle   kardeşlerimin   arasını   bozduktan sonra beni zindandan çıkarıp, sizi de çölden getirmekle Rabbim bana   ihsanda   bulunmuş  oldu.   Kuşkusuz ki Rabbim dilediğine lütfeder. Çünkü O (her şeyi) bilendir ve hikmet sahicidir» dedi.

101- «Ey Rabbim!  Sen mülkten bana payımı verdin ve ba­na rüya (âleminde görülen olay) lamı yorumunu da ÖğTettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, ahirette de sen benim ve-limsin. Beni m üs Hini an olarak öldür ve beni sahillerin arasına

kat!»

102- (Ey Muhammed!) Bu sana vahyettiğimiz gayb haberle-rindendir.  Onlar hile  yaparak  işlerine  karar verdikleri  zaman sen onların yanında değildin.

103- Fakat sen çok arzulasan bile, yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir. [92]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(96)    «Müjdeci gelince, onu...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada sözü edilen «Müjdeci»rnn kimliği hususunda müfes-sirler farklı görüşler öne sürmüşlerdir.

Mücahid'e göre bu müjdeci, Yehuza'dır. Rivayet olunduğuna göre Yehuza kardeşlerine, «Bildiğiniz gibi, üzüntü ve sıkınü ve­ren gömleği babama ben götürmüştüm. Bu bakımdan ferahlık ve müjde veren gömleği de babama götürmek için bana izin verin» demiş ve onlar da izin vermişlerdir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, sözü edilen bu müjde­ci, Malik b. Za'r adlı bir kişidir.

Müjdeci gömleği ya Hz. Yakub'un yüzüne sürmüş ya da Hz. Yakub onu alarak bizzat kendisi yüzüne sürmüştür. Bu iki yorum da caizdir. Ferkad'a nisbet edilen bir rivayete göre, müjdecinin gömleği Hz. Yakub'a vermesi ve onun bizzat kendisinin gömleği yüzüne sürmüş olması, edebe daha uygundur. Hz. Yakub gömleği alıp, önce koklamış, daha sonra gözünün üzerine koymuştur. Al­lah Teâiâ da ona gözünü geri vermiştir.

Zahire göre,    «Yüz» ile «Yüzün tamamı»   kastedilmektedir

Zaten âdet olduğu üzere, kişi bereketli olduğuna inandığı bir şeyi gördüğü zaman yüzünün tamamına sürer.

Bazılarına göre, «Yüz» ile kastedilen iki gözdür. Çünkü acı çe­ken onlardı.

Ne şekilde yorumlarsa yorumlasın, Hz. Yakub'un gömleği sürmek suretiyle gözlerine kavuşması bir mucize, bir harikulade olaydır.

Bazı kimseler, gömleğin, Hz. Yakub'un gözlerine sürülmesi sonucunda nasıl gözlerinin görmeye başladığını sormaktadırlar. Çünkü o canlandı kalbi kuvvet buldu. Harareti normale döndü, dirildi ve onun nuru dimağa kadar ulaştı. Dimağ da nuru gözle­re gönderdi.

Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Yakup, müjdeciye Hz. Yusuf'un nasıl olduğunu sorar. Müjdeci de Hz. Yusuf'un Mı­sır'ın hükümdarı olduğunu söyleyince, Hz. Yakub, «Ben hüküm­darlığı neyleyim? Sen onu, o hangi din üzereyken terkettin?» diye sorar. Müjdeci Hz. Yusuf'u o islâm üzereyken terkettiğini söyle­yince de, Hz. Yakub «İşte nimet, şimdi tamamlandı» der.

Ebu Şeyh'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre, müjdeci Hz. Yakub'un yanma geldiğinde, o müjdeciye, «Yanımızda bir şey yokf yedi günden beridir ekmek pişirmedik. Sana ikram edecek durumda olmadığımızdan dolayı Allah ölüm sekeratını sana ko-laylaştırsm» diye dua eder.

Başka bir rivayette ise, Hz. Yakub müjdeciye, «Bugün- sana ne ikram edeceğimi bilmiyorum» der ve ona «Allah Ölüm sekeratınt sana kolaylaştırsın» diye dua eder.

«Ben size Allah tarafından sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliım demedim mi?»; yani ben size Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin demedim mi? Sizin bilmediğinizi Allah tarafından bil­diğimi, vahiy aldığımı söylemedim mi?

(97) «(Yakub'un oğulları): Ey babamız! Bizim...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Yakub'un oğullarının babalarına, «Ey babamız» diye hi­tap etmeleri onun şefkatini tahrik etmek maksadına matuftur. «Biz hata edenleriz» şeklindeki sözleri ise günahlarının itirafı­dır. Günahını itiraf edeni affetmek ve onun için af talebinde bu­lunmak gerekir. Hz. Yakub'un oğulları babalarının kendilerini affedeceğine inandıkları için, «Bizim için günahlarımızın affını dile» demişlerdir.

(98) «(Yakub): Sizin için Rabbimden...» Bu Ayetin Tefsiri

İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Yakub onlar için dileyeceği istiğfarı seher vaktine ertelemiştir. Çünkü seher vaktindeki dualar kabul olunur.

Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Yakub onlar için dileyeceği af talebini cuma gecesine ertelemistir. (Bu husus, Tirmizi tarafından nakledilen ve «Hasen» olduğu bildirilen uzun bir hadiste zikredilmiştir).

Bazıları Hz. Yakub'un onlat için dileyeceği af talebini gece kalkacağı saate kadar ertelediğini söylemişlerdir.

îbn Cübeyr ise, Hz. Yakub'un af talebini ayın parlak olduğu 14-15-16. gecelere ertelediğini; zira o gecelerde duaların kabul ol­duğunu söylemiştir.

ŞaTn ise, «Hz. Yakub af talebini Hz. Yusuf'a danışana kadar erteledi. Zira Hz. Yusuf onları af ederse onlar için af talebinde bulunacaktı» demiştir.

Bazıları da, Hz. Yakub'un, tevbe ettiklerinde oğullarının sa­mimi olup olmadıklarım anlamak için af talebini geciktirdiğini söylemişlerdir.

Ancak bazı müfessirler, bu rivayetlerin zayıf olduğunu; Zira «Sevfe»nin geciktirme hususunda «Simden daha beliğ olduğunu, eğer bu rivayetler sahih olsalardı, «Sevfe» yerine «Sinsin kullanıl­ması gerektiğini söylemişlerdir. Fakat bu itiraz yerinde değildir. Çünkü bu görüş sadece Basraİı alimler tarafından Öne sürülmüş­tür. Diğer alimler nezdinde anlam bakımından «Sin» ile «Sevfe» eşittirler.

Bazıları Hz. Yakub'un bu sözüyle daima onlar için af tale­binde bulunacağını söylemişlerdir ki bu görüş de «Sin» ile «Sevfe» nin gelecek zamanda sürekliliğe delâlet etmelerinden ileri gelmek­tedir. Nitekim bazı rivayetlerde, Hz. Yakub'un oğulları için uzun bir zaman af talebinde bulunduğu bildirilmiştir.

Taberi, Enes b, MaUk'ten şöyle rivayet etmektedir:

Allah Teâlâ, Hz. Yakub'un oğullarını biraraya getirdiğinde ve onun gözlerini açtığında, çocuklarını bir kenara çekip; «Siz yap­tıklarınızı biliyorsunuz. İhtiyar babanızın ve Yusuf'un sizden çek­tiklerinden de haberiniz vardım dedi. Orûar«Evet» diye bildikleri­ni söyleyince «Yusuf ile Yakub'un affetmeleri sizler için aldatıcı­dır. Acaba Rabbiniz size nasıl muamele edecektir» diye sordu. Bu~ nun üzerine Hz. Yakub'un oğullan ihtiyar babalarına gitmeyi kararlaştırdılar. Hz. Yakub'un huzuruna giderek önünde diz çöktü­ler. Hz. Yusuf, Hz. Yakub'un yanında oturuyordu. «Ey babamız! Benzeri için sana müracaat etmediğimiz bir durumla ilgili olarak huzurundayız. Baştmıza benzeri bir olay geldi» dediler ve Hz. Ya-kub'u merhamete getirinceye kadar konuşmalarını sürdürdüler. Çünkü peygamberler insanlar için çok merhametlidirler. Hz. Ya-kub: «Ey oğullarım derdiniz ne? Ne istiyorsunuz?» deyince oğul­lan, «Senden bize, bizden de kardeşimiz Yusuf'a kadar uzanan olayları biliyorsun» dediler. Hz. Yakub ile Hz. Yusuf bildiklerini söylediler. Onlar «ikiniz de bizi affettiniz mi?» diye sorunca, Hz. Yakub ile Hz. Yusuf, «Evet, affettik» diye cevap verdiler. Onlar da «Allah Teâlâ bizi affetmedikçe, ikinizin affı yeterli değildir» de­diler. Hz. Yakub bu sefer onlara isteklerinin ne olduğunu sordu. Onlar «Bizim isteğimiz, bizim için Allah'a yalvarmandır. Eğer Allah katından affedildiğimize dair sana vahiy gelirse gözlerimiz aydınlanır, nefislerimiz itminana kavuşur. Aksi takdirde gözleri­miz, dünyada aydınlanamaz» dediler. (Ravi şöyle diyor): Bunun üzerine Hz. Yakub kalkarak, kıbleye yöneldi. Hz. Yusuf da arka-sindaydı, diğer kardeşleri de onun arkasında, başlarını eğmişler, boyunlarım bükmüşlerdi. Hz. Yakub dua ediyor, Hz. Yusuf da «Amin» diyordu. Bu şekilde 20 sene ettikleri duadan bir sonuç alamadılar. 21. seneye girdiklerinde Cebrail gelerek Hz. Yakub'a, «Allah sana müjde vermem için beni gönderdi. Senin oğullarınla ilgili dualarını kabul, onların günahlarım da affetti. Allah Teâlâ, senden sonra peygamberlik üzerinde onlarla antlaşma yaptı» de­di. Bazı alimler «eğer bu hadis doğruysa, bu onların peygamberlik­lerinin delilidir ve kendilerinden sâdır olan günahlar da peygam­berlik devresi gelmezden önceki dönemlere aittir» demişlerdir. Fakat gerçek şu ki, bu hadis sahih değildir. Onların peygamber olup olmadıkları meselesine gelince bu daha önce anlatılmıştır.

Ebu Şeyh'in İbn Aişe'den rj.vayet ettiğine göre, Hz. Yakub'un oğullarının tevbesi ancak 20 yıl sonra kabul edilmiştir. Babaları­nın huzurunda iken tevbeleri kabul edilmemiştir. Cebrail ne zaman gelip, onlara şü duayı Öğretti, işte o zaman duaları kabul olundu: «Ey müminlerin ümidi, bizim umudumuzu kesme. Ey müminlerin kurtarıcısı, bizi kurtar. Ey müminlerin yardımcısı, bize yardım et. Ey tevbe edenlerin mahbubu, bizim duamızı kabul et». Hz. Yakub ise bu duayı seher vaktine erteledi. Seher vaktin­de böylece dua etti ve sonra onların da tevbeleri kabul edildi. [93]

 

Hz. Yakub'un Mısır'a Hicreti

 

(99-100) «(Onlar Mısır'a varıp) Yusuf'un...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Hz. Yusuf, Kenan'da bulunan babasına yol azıklarını ve 200 deveyi,  beraberindekileri ve yakınlarım alarak Mısır'a göç et-mesi için— gönderdi.

Tevrat'ta, Hz. Yusuf'un her kardeşine bir hediye verdiği, Bünyamin'e ise, 300 dirhem tutarında beş hediye verdiği, babası­na da çeşitli hediyelerle yüklü 10 merkep ve buğday ile çeşitli yi­yecek maddeleriyle yüklü 10 merkep daha olmak üzere 20 mer­kep gönderdiği kayıtlıdır.

Bu hususta bazı rivayetler vardır:

Hz. Yusuf ile Mısır kralı 4000 asker ve Mısır'ın ileri gelenle­riyle çıkarak Hz. Yakub'u karşıladılar. Hz. Yakub, oğlu Yehu-za'ya dayanmış olarak yürüyordu. Atlılara ve kendisini karşıla­maya gelen halka bakarak, Yehuza'ya «Bu Mısır'ın krah mıdır?» diye sordu. Yehuza ise «Hayır, bu oğlun Yusuf'tur.. Sen geldiğin için bu debdebeyle seni karşılamaya çıktı» diye cevap verdi. Bir-araya geldiklerinde Hz. Yusuf Önce babasına selam vermek iste­di, ama babasının Allah katında kendisinden üstün olduğunu bil­diği için, bundan vazgeçti. Hz. Yakub, oğlunun boynuna sarılıp, onu Öptükten sonra, «Ey benden hüzünleri giderici, selam sana» dedi.

Yine bazı rivayetlerde şöyle anlatılmıştır:

Hz. Yusuf babasına, «Ey babacığım, gözlerin görmez olunca­ya kadar benim için ağladın. Bilmiyor muydun ki kıyamet günü bizi biraraya getirecektir?» deyince, Hz. Yakub, «Bunu biliyor­dum, fakat senin dininin gideceğinden korkuyordum. Eğer dinsiz olsaydın, bu seninle benim aramda ebedî bir perde olurdu» diye cevap verdi,

Hz. Yusuf'un «Ebeveyn»i (anne ve babası) ifadesiyle kastedi­len, babası Hz. Yakub ile o zamanda babasının nikâhı altında bu­lunan teyzesi Leya'dır. (Bazıları teyzesinin adının «Rahil» olduğu­nu söylemektedirler). Teyze, anne yerine de geçer; çünkü şefkat­lidir. Nitekim, amcanın da baba yerine geçtiği gibi, Kur'an'da «amcasnın «baba» yerinde kullanılmış olduğu ayetlerden birisi de şudur: «Babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına...»

Ez. Zehravi'nin rivayet ettiğine göre, bazı kimseler, «ebeveyn» ile Hz. Yakub ile Hz. Yusuf'un annesinin kastedildiğini söylemiş­lerdir.

Hasan Basri ile îbn îshak'a göre, Hz. Yusuf'un annesi, o za­man hayattaydı. Durum böyle olduğu takdirde, ayeti tevil etmeye gerek kalmaz. Ancak meşhur bir yoruma göre, annesi Bünyamin'i doğurduktan sonra, henüz lohusa iken vefat etmiştir.

Hasan Basri ile İbn İshak'ın görüşü, Allah Teâlâ'nın Hz. Yu­suf'un rüyasının gerçekleşmesi için onun annesini dirilttiğini bil­diren bir rivayete dayanmaktadır. Fakat zahire göre böyle bir şey sabit olmamıştır. Eğer olsaydı, mutlaka o büyük bir mucize oldu­ğundan dolayı şöhret bulurdu.

«Mısır'a girin» cümlesi, Hz. Yusuf'un önce şehir dışında ka­rargâh kurduğuna ve kardeşlerinin burada onun huzuruna çık­tığına, anne-babasını orada tahtına çıkardığına delâlet etmekte­dir. Hz. Yusuf ikinci kez kendilerine Mısır'a girmeleri hususunda iltifatta bulunmuştur. Yani giriş iki kez olmuştu. Biri şehrin dı­şında, diğeri de şehre giriş şeklindeydi.

Bazı müfessirlere göre, onlar aslında Hz. Yusuf'un huzuruna Mısır'da çıkmışlardır. Dolayısıyla «Mısır'a girin» ifadesiyle kaste­dilen «Mısır'da yerleşin, orada oturun» şeklinde bir mânâdır.

«Emin olarak»; yani kıtlık ve diğer sıkıntılardan emin olarak Mısır'a girin.

«Allah'ın dilemesiyle» ifadesi istisnadır ve emniyete dahildir. Yani «Eğer Allah dilemesiyle emin olarak Mısır'a girin» anlamın­dadır ve girme emrine dahil değildir. «Eğer Allah dilerse girin» anlamına gelmez. Çünkü istisna «Emme değil, «Va'd»e girmekte­dir. [94]

 

Hz. Yusuf'a Yapılan Secdenin Mahiyeti

 

«Anne ve babasını tahtın üstüne çıkarıp, oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar» ifadesi ile ilgili olarak, Hz. Yusuf'a secde edenlerin kim oldukları ve secdenin mahiyeti hususunda değişik görüşler vardır.

En zahir olanına göre, Hz. Yusuf'a secde edenler, annesi, ba­bası ve tüm kardeşleridir. Bir başka görüşe göre, Hz. Yusuf'a sec­de edenler sadece kardeşleridir. Ancak Hz. Yusuf'un gördüğü rüya bu ikinci görüşü çürütmektedir. Çünkü o rüyada kendisine, ebe­veyni ile kardeşlerinin secde edecekleri bildirilmişti. Zahire göre, secde normal bir şekilde, alınlar yere konularak yapılmıştır. Bu şekilde secde etmek, o dönemde Hz. Yakub'un şeriatinde caizdi. Bugün ayağa kalkmak, tokalaşmak, el öpmek ve bir insanı tazim ve tevkir etmek gibi âdetlerde olduğu gibi, secde de selâmlama ve el öpme yerine geçiyordu.

Katade, o dönemde bu secdenin hükümdarlara verilen selam mahiyetinde olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ cennet ehlinin ta-hiyyesi olan selâmı sadece Ümmet-i Muhammecl'e vermiştir.

Bazıları o secdenin baş ile işaret etmek şeklinde olduğunu söylerken başka kimseler de alın yere değmeksizin yapılan ve rü-kûa benzeyen bir secde olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre burada Secde ile kastedilen tevazudur.

«Harru» fiili geçmek anlamındaki «hurur» kökünden gelmek­tedir. Nitekim başka bir ayette bu kökten gelen bir fiil, geçiş an­lamında kullanılmıştır: «Onlar o kimselerdir ki Rablerinin ayet­leri kendilerine hatırlatıldığında, sağır ve kör bir halde o ayet. lerin üzerinden geçmezler».

Bu fiil hakkında her ne kadar böyle bir yorum öne sürülmüş-se de, «Hurur» kelimesinin sükût, düşüş anlamında kullanılması daha yaygındır.

îbn Abbas'a nispet edilen bir yoruma göre, onlar Hz. Yusuf' un hatırı için Allah'a secde etmişlerdir. Bunu Allah Teâlâ'nm ken­dilerine vermiş olduğu nimetlerin bir şükrü olarak yapmışlardır.

tmam, secdenin Allah için yapıldığını ve Hz. Yusuf'a yönelik olmadığını söylemenin ne güzel olduğuna değinmiştir.

«Anne ve babasını tahtının üstüne çıkarıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar» cümlesi de onların tahta çıktıktan sonra secde ettiklerini göstermektedir. Şayet onlar Hz. Yusuf'a secde etmiş olsalardı, tahta çıkıp, oturmadan önce bunu yaparlar­dı. Çünkü tevazu bunu gerektirir. Ancak Allah'a yapılan şükür sec­desi ise tahta çıktıktan sonra da icra edilebilir.

İmam, tüm bunları söyledikten sonra, «Bence böyle olduğu kesin bir gerçektir. Çünkü Hz. Yusuf'un aklına ve dinine; yaşlı­lık, ilim, din ve peygamberlik hakkında sahip olduğu babasının kendisine secde etmesine isin vermesi ters düşer» demiştir.

Ancak bu yoruma şu şekilde karşılık verilebilir:

Allah Teâlâ, bir hikmetten Ötürü, kimsenin bilmediği sır ve sebeplerle, Hz. Yakub'a secde etmesini emredebilir. Hz. Yusuf da bu emri bildiği için susmak ve emre teslim olmaktan başka bir şey yapamamış olabilir. Nitekim Hz. Yusuf'un «Ey babacığım!» demesi buna işaret etmektedir. Adeta Hz. Yusuf şöyle demek is­temiştir: «Ey babacığım! İlim, din ve peygamberlikte bu kadar yüce bir makama sahip olan senin gibi bir insana, kendi oğluna secde etmesi yakışık almaz. Ne var ki bu bir emirdir ve Allah ta­rafından gelmiştir. Yine bir sorumluluktur ve Allah seni onun­la mükellef tutmuştur». Allah Teâlâ'nm Hz. Yakub'u mükellef tut­masının nedeni, peygamberlerin rüyalarının hak oluşundan ileri gelmektedir. Nitekim Hz. İbrahim'in rüyada oğlunu kestiğini gör­mesi, onun uyanıkken onu kesmesinin vacip olmasına neden ol­muştur. Bu bakımdan îbn Abbas'tan şu şekilde rivayet edilmiştir: «Hz. Yusuf, ebeveyninin ve kardeşlerinin kendisine secde ettikle­rini görünce, bu durum onu korkuttu, öyle ki tüyleri diken diken oldu».

Belki de bununla Allah Teâlâ'nm Yakub kulunu sıkıştırması sona ermiştir. Adeta kendisine, «Sen sürekli Yusuf'a kavuşmayı istiyordun ve onun ayrılığı sebebiyle mahzundun. Onu bulduğun zaman kendisine secde et» denilmiştir. Muhtemelen Hz. Yakub, diğer oğullarının kendisine uyarak secde etmeleri için yaşlılığına rağmen böyle davranmıştır. Çünkü onlar secde etmekten kaçına­bilirler ve bu da eski kinin yeniden uyanmasına sebep olabilirdi. Tüm bu ihtimaller arasında en güzeli, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir hikmetten dolayı Allah Teâlâ'nın Hz. Yakub'a, oğlu Hz. Yusuf'a secde etmesini emretmiş olmasıdır. Nitekim ayetlerin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre, bu secde hem Hz. Ya-kub'tan, hem hanımından hem de tüm çocuklarından sadır olmuş­tur. Bu secde «İbadet secdesi» değil, bir tahiyyedir. [95]

 

Hz. Yaküb Mısır'a Nereden Geldi?

 

«Sizi çölden getirdi» ifadesinde geçen «Bediv» (çöl) kelimesi, aslında dümdüz arazi demektir. Zira oradaki her şeyi insanlar açıkça görebilirler. Bunları örtecek bir bitki Örtüsü bile yoktur.

Hz. Yakup ve oğullarının evleri Filistin çölünde, Şam civarın­daydı. Deve ve koyunları vasıtasıyla geçinirlerdi. Nitekim Zemah-şeri; onların göçebe olup çadırlarda yaşadıklarını, hayvanlarının olduğunu, su ve meraları takip ederek, dolaştıklarını bildirmek­tedir. Bazılarına göre de Hz. Yakub, peygamber olduktan sonra çöle çıkmıştır. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir peygamberi çölden gön­dermemiştir.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Yakub oturduğu yerden çıkarak, çöle gitmiş, orada yaşamış ve Hz. Yusuf'a çölden varmıştır. Onun, çölün kenarındaki bir dağm eteklerinde mescidi de bulunuyordu.

İbn'ul-Enbari, «El.bediv»in belli bir yerin adı olduğunu söy­lemektedir. Nitekim şair Cemil de, «Şa'b ile Bediv arasında» şek­linde bir mısra kullanmıştır ki bu; «O isimlerdeki iki yer arasında» anlamındadır.

«Nezeğa» fiili «ifsad etti», «mahmuzladî» anlamına gelir. Cüb-baî, el-Kâbî ve el-Kadı, bu ayette cebrin bâtıl olduğuna delil getir­mişlerdir. Ancak Alusî bu ayetten bu konuda delil çıkarmanın (istidlalin) yerinde olmadığını söylemiştir.

«Dilediğine lütfeder»; yani işlerin gizli tarafını bilir,.onları düzenler ve zorlukları kolaylaştırır. Allah bir hususta dilediği za­man, kendisine mâni olarak hiçbir şey yoktur. O şeyin sebepleri­ni kolaylaştırır.

Bu ayetin yorumunda, Hz. Yusuf'un babasına kendisinin hayat­ta olduğunu bildirip, niçin onu sıkıntıdan kurtarmadığı, yoksa bu­na engel teşkil edecek bir durumun varlığının söz konusu olup ol­madığı biçimindeki sorular şu şekilde cevaplandırılmıştır.

Hz. Yusuf bir gün Hz. Yakub'u hazinelerinin bulunduğu yere götürerek, kendisine hazineleri gösterir. Hz. Yakub: «Ey oğlum!» der: KSen amma da katı yüreklisin. Madem yanında bu kadar kâ­ğıt vardı da, sekiz günlük mesafede bulunan bana niçin bir mek­tup yazmadın». Hz. Yusuf, Cebrail'in kendisine yazmamasını em­rettiğini söyleyince, Hz. Yakub ondan niçin böyle bir emir verdi­ğini Cebrail'e sormasını ister. Hz. Yusuf, «Sen ona daha yakın­sın, kendin sor» der. Cebrail de Allah Teâlâ'nm bunu kendisine, «Onu kurdun yemesinden korkuyorum» sözü nedeniyle emrettiği­ni söyler. Allah Teâlâ, «Yakub niçin benden korkmadı da, kurttan korktuğunu söyledi?» diye buyurmuş ve bu nedenle ona mektup yazılmamıştır.

Şayet bu rivayet sahih ise, Hz. Yusuf'un hayatta olduğunu babasına haber vermemesi hususunda açık bir mazereti bildirmek­tedir. Birçok ravi açıkça Hz. Yusuf'a, Allah'ın kaderi son nokta­ya ulaşıncaya kadar babasına hayatta olduğunu haber vermemesi­nin vahyolunduğunu söylemiştir. Ancak burada insanın kalbine te­reddüt sokan bir mesele vardır:

Hz. Yakub peygamberlerin baba ve dede bakımından en fazi­letli olanlanndandır. Yeryüzünün her tarafında da tanınmakta­dır. Bu vasıflara sahip bir kimsenin en aziz çocuğunun başına böylesine dehşet verici bir olayın gelmesi, elbette gizli kalmaz. Bu olay, o peygamberi tanıyan her bölgede şüyu bulur. Üstelik ara­dan onca zaman da geçmişse. Hz. Yakub destanlara konu olacak belâlara maruz kalmıştı. Hz. Yusuf da ondan pek uzak bir yerde gizli bir mahalde oturuyor değildi. Şöhret sahibi olduğu gibi, seç­kin kimselerin de, halkın da başvurduğu bir merc! idi. İnsanları gizli-açık Allah'a davet ediyordu. Sevinçli ve üzüntülü oldukları zamanlarda insanlara Allah'ı hatırlatıyordu. Bütün bunlar düşü­nüldüğünde, akla gelen Hz. Yusuf'un durumunun nasıl gizli kal­dığı ve onun haberinin nasıl olup da Hz. Yakub'a ulaşamadığı meselesidir.

Böyle bir soruya, «Bu olay harikulade mucize olaylar kabilin-dendir» denilerek cevap verilmiştir.

Hz. Yusuf'un rüya gördüğü zamanla, rüyanın yorumunun vu­ku bulduğu zaman arasında bazı rivayetlere göre 18 yıl, İmam Ahmed'in oğlu Abdullah'ın «Zevaidu'z-Zühd» adlı eserinde Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre 80 yıl, Taberi'nin İbn Cünerc'ten rivayet ettiğine göre 97, Huzeyfe'den gelen bir rivayete göre 70 yıl, İbn Ebi Hatinı'in Katade'den rivayet ettiğine göre 35 yıl, bir grubun Selman-ı Fârisi'den rivayet ettiğine göre 40 yıl —ki bu ço­ğunluğun görüşüdür— geçmiştir. İbn Şeddad, bir rüyanın tevilinin 40 yılda vuku bulacağını söylemiştir. Ancak en doğrusunu Allah bilir.

(101) «Ey Rabbim! Sen mülkten bana...» Bu Ayetin Tefsiri:

Ayette söz konusu edilen «Mülk» ile kastedilen, Mısır ve Mı­sır'ın dışındaki arazilerdir.

Bazıları mülk kelimesi ile Mısır'ın kastedildiğini ve Hz. Yu­suf'a da Mısır'ın bir kısmının verildiğini söyleyerek ayeti tevil et­mişlerdir. Allah Teâlâ, ona «Olayların yorumu»mxn da sadece bir kısmını vermiştir. Olayların yorumu ile ya Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf'a rüyaların tabirini öğretmesi kastedilmektedir —ki zahiri de budur— ya da ilâhî kitapların sırlarını, müşkillerini, peygam­berlerin tatbikatlarının (Sünnetlerinin) inceliklerini anlamayı öğ­retmesi kastedilmektedir. Bu iki yoruma bakılacak olursa, her ha­lükârda Hz. Yusuf'a tüm olayların yorumunun verilmediği anlaşı­lır.

Hz. Yusuf, bu ayette önce mülkün verildiğini, sonra da olayların yorumunun kendisine öğretildiğini söylemektedir. Çünkü Hz. Yusuf burada Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri say­mak konumunda bulunmaktadır. Dolayısıyla mülk nimet bakımın­dan, olayların yorumunu bilmekten daha köklüdür.

«Dünyada da, ahirette de sen benim velimsin»; yani işlerimi idare edensin, onlara kefil olansın ve benim yardımcımsın.

Burada «Veli» kelimesinin «Muli» kökünden gelmiş olması da mümkündür. Bu takdirde ayetin anlamı, «Dünyada da ahirette de sen benim yardvmcvmsın» şeklinde olur.

«Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlerin arasına kat» cümlesinin yorumunda îbn Abbas'tan gelen bir rivayette «Salih-ler» ile Hz. Yusuf'un atalarının (Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub) kastedildiği bildirilmektedir.

Başka bir yorumda ifade; «Beni rütbe ve keramet bakımından salih olan tüm müslümanların arustna kat» şeklinde mânâlan-dırılmaktadir. Ancak bu yorum şu şekilde tenkid edilmiştir: Hz. Yusuf, peygamberlerin büyüklerindendir. Salih olmak ise müslü­manların ilk vasfı (derecesi)dir. Bu takdirde Hz. Yusuf, daha ilk basamakta bulunan kimselerin arasına dahil olmayı nasıl isteye­bilir? Buna cevap olarak, Hz. Yusuf'un nefsini hedmettiği ve onun yolunun peygamberlerin af talebinde bulunma yolu olduğu söyle­nilmiştir. Yani masum ve kesinlikle, affedilmiş olan peygamberler buna rağmen tekrar nefislerini hedmetmek için af talebinde bulu­nabilirler.

«Salihler» ile Hz. Yusuf'un atalarının kastedilmesi durumun­da itiraz ve cevap söz konusu değildir. Müfessirler Hz. Yusuf'un bu cümle ile ölüm temennisinde bulunup bulunmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

İmam Fahruddin Razi bu hususta şunları söylemektedir: Akıl­lı bir kimsenin aklı kemâle erdiği zaman, ölümü temenni etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir. Çünkü aklı kemal noktasına eri­şen bir insan noksanlığını anlamış demektir. Böyle bir kimse, olanca gücüyle onu gidermeye çalışır ve bilir ki mutlak kemâl sa­dece Allah Teâlâ için söz konusudur. Dolayısıyla bunalıma düşer. İşte böyle bir bunalımı ancak ölüm giderebilir. O da bundan do­layı ölümü temenni edebilir. Çok alim olan bir kimse, ölümü Al­lah'a kavuşmak isteğinden dolayı temenni ederse şayet, böyle bir istekte bir beis yoktur. Nitekim Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, «Allah'a kavuşmak isteyen kimseye, Allah da kavuşmak is­ter». (Buhari, Müslim)

Anlaşılacağı üzere, başa bir belâ geldiği için Ölümü temenni etmek memnudur. Nitekim bir rivayette, «İçinizden biri başına bir sarar geldiği için, sakın ölümü temenni etmesin» diye bildiril­miştir.

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yusuf ölümü temenni etmiş de­ğildir. Böyle demekle o sadece Allah'ın nimetlerini saymış, ken­disine verilen nimet ve faziletleri dile getirmiş, sonra da o nimet­lerin ahiret hayatında da devam etmesi için Allah'a yalvarmıştır ki eceli yaklaştığında Allah Teâlâ onun canını müslüman olarak alsın ve kendisini salihler arasına katsın.

Kısaca belirtmek gerekirse, Hz. Yusuf ölümü değil, İslâm üzere ölmeyi istemiştir. Bu iki yoruma da, peygamberlerin müs­lüman olarak ölecekleri zaten bilinen bir şey olmasına rağmen, Hz. Yusuf'un niçin böyle bir temennide bulunduğu sorularak, iti­raz edilemez. Çünkü peygamberler her ne kadar iman ve İslâm üzerine ölürlerse de, bunun Allah'ın irade ve meşiyetiyle olduğu­nu ve kendisini Allah'ın kaza ve kaderine teslim ettiğini açıkla­mak maksadıyla Hz. Yusuf, böyle söylemiştir. Önceki yorumu tercih edenler Hz. Yusuf'un bu duadan bir hafta sonra öldüğünü öne sürmüşlerdir. İkinci yorumu tercih eden Hasan Basri ise, bu sözünden sonra Hz. Yusuf'un uzun yıllar yaşadığını söylemiştir.

Tarihçilerin beyanına göre Hz. Yakub (a.s.), Hz. Yusuf'a ka­vuştuktan 24 yıl sonra vefat etmiş ve Şam'da babası Hz. İshak'ın mezarının yanında defnedilmesini vasiyyet etmiştir. Hz. Yusuf ise onu oraya götürüp, defnettikten 23 yıl sonra vefat etmiştir.

Bazılarına göre Hz. Yusuf daha fazla yaşamış, sonra da ebe­dî hayata göç etme temennisinde bulunmuştur. Allah Teâlâ da onun tertemiz ve pak olarak canını almıştır. Mısırlılar onun ne­reye defnedileceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Öyle ki neredey­se aralarında savaş çıkacaktı. En sonunda mermerden yapılmış bir tabuta konularak Nil nehrine 'bırakılmasını karara bağladılar ve öyle bir yer seçtiler ki su daima onun üzerinden geçer ve Mı­sır topraklarına yayılırdı. Hz. Musa kendi döneminde, onu Filis­tin'de bulunan atalarının yanına götürüp, orada defnetmeyi iste­di. Böylece 400 yıl sonra cesedi Filistin'e götürmüş oldu. Ancak mermer ağır olduğu için tabut tahtadan yapıldı. Hz. Yusuf'un ve­fat ettiği zaman 107 yaşında olduğu söylenilmiştir. Aziz'in hanı­mından, Efraim ve Mişa adlı iki oğlu ve Rahmet isimli bir kızı olmuştur. Efraim, Hz. Yuşa'nin dedesidir Rahmet adlı kızı ise Hz. Eyyub'un hanımıdır. Mısır Hz. Yusuf'un vefatından sonra Amali-kalılarm elinden çıkarak Firavunların hâkimiyetine geçmiştir. İs-railoğulları Hz. Musa dönemine kadar atalarının dini üzerinde kal­dılar ve firavunların zulmü altında da ezildiler. [96]

 

Yusuf Sûresi Vahyidir

 

(102) «(Ey Muhammedi) Bu sana vahyettiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ burada, Hz. Yusuf kıssasının gaybî haberlerden olduğunu ve vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e gönderildiğini bildir­mektedir. Yani bu kıssa, sıradan kimselerden alınmış bir kıssa de­ğil aksine vahiy mahsulüdür. Daha önce de bildirildiği gibi, Yusuf

Sûresi'nin Kur'an'dan olmadığım iddia eden bir kimsenin, onun vahiy olmadığını söylemekle İslâm'dan çıkmış olduğuna bu ayet delâlet eder.

«Onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen on­ların yanında değildin» cümlesi de Yusuf Sûresi'nin gaybî haberler­den olduğunun delilidir. Ayetin mânâsı şu şekildedir: «Bu haber-ler gaybtır. Onu ancak vahiy yoluyla bilebilirsiniz; zira Yusuf'un kardeşleri hile yaparak, onun 'başına bir belâ getirmek istedik­lerinde ve onu kuyuya bırakma karan aldıklarında sen onların ya­nında değildin. Senin peygamber olmadığım iddia edip, seni ya­lanlayan kâfirler, senin bu kıssayı kendisinden alabileceğin bir kimseyle karşılaşmadığım iyi bilmektedirler».

(103) «Fakat sen çok istesen bile...» Bu Ayetin Tefsiri:

Îbn'ul-Enbarî bu ayet ile ilgili olmak üzere şunları söylemek­tedir:

Mekkeli müşrikler ile Yahudilerin Hz. Peygamber'e Hz. Yu­suf'un kıssasını sormaları üzerine açık bir şekilde ve olayın tüm yönlerini kapsayıcı olarak bu sure inmiştir. Hz. Peygamber, bu surenin, onların iman etmelerine bir vesile olabileceğini umuyor­du. Ancak Allah Teâlâ, «Sen çok arzulasan bile, yine de insanla­rın çoğu iman edecek değillerdir» diye onu uyarmıştır.

Bazı müfessirlere göre, onlar «Eğer bize Yusuf'un hikâyesi­ni, başından geçenleri çok açık bir biçimde anlatırsan sana iman ederiz» demişlerdi. Ancak iman etmemelerinden dolayı, Allah Te­âlâ bu ayeti indirdi.

Bazı müfessirler bu ayetin münafıklar hakkında nazil oldu­ğunu söylerken, bazıları Hıristiyanlar hakkında, bazıları müşrik­ler hakkında, bazıları da ehli kitab hakkında nazil olduğunu söy­lemişlerdir. [97]

 

Meal

 

104- Oysa sen buna karşılık onlardan herhangi bir ücret is­temiyorsun. O (Kur'an) âlemler için ancak bir hatırlatmadır.              

105- Göklerde ve yerde nice ayet (ler)  vardır ki onlar göz­lerini çevirdikleri halde onların yanından geçerler.

106- Onlann çoğu Allah'a ancak ortak koşarak iman ederler.

107- Onlar, Allah'ın azabından (herkesi) kapsayacak bir mu­sibetin gelmesinden veya farkında olmadıkları halde kıyametin ansızın kopmasından emin midirler?

108- (Ey Muhammed) de kî: «İşte bu benim yolumdur. (siz­leri) Allah'a bir basiret üzere çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar da... Allah'ı (ortaklardan) tenzih ederim ve ben ortak koşanlar­dan değilim.»                                                                                                        

109- Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını  (Peygamber olarak)  göndermedik. Yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, onlardan öncekilerinin sonunun nasıl  olduğuna bir baksınlar.  Sakınanlar için ahiret yurdu el­bette daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanamıyor musunuz?             

110- Ta ki Peygamberler ümitlerini yitirip, kendilerinin ger­çekten yalanlandıklarını zannettiler,  işte o vakit  onlara yardı­mımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Ancak  (bilinme­lidir ki) suçlu bir kavimden azabımız asla geri çevrilmez.

111- Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. (Bu Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendin­den öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin  (çeşitli biçimlerde)   açık­laması ve iman edecek bir kavim için de hidayet ve rahmettir. [98]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(104)   «Oysa sen buna karşılık...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette «Buna» şeklinde geçen zamir, Hz. Yusuf ile kardeşle­ri arasında geçen olayların haberine racidir. Yani, «Sen buna (bu haberlere) karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun». Söz konusu zamir Kur'an'a da raci olabilir. Yani, «Sen bu (Kur' an'a) karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun». Sen onu tebliğ etmene karşılık t bir ücret talebinde bulunuyor değilsin. ~^ğer sen onların İddia ettiği gibi bir hikayeci, kıssacı olsaydın, anlattığın kıssalar karşılığında onlardan ücret isterdin. Senden böyle talep sadır olmadığına göre, biraz düşünen bir insanın se­nin peygamber olduğuna, Allah tarafından görevlendirildiğine inanması ve bunun alâmetlerini göstermesi gerekir.

«O (Kutan) alemler için ancak bir hatırlatmadır»; yani Al­lah tarafından bir öğüttür.

Bu ayet, Hz. Muhammed'in tüm insanlığa, sorumlu olan tüm insan ve cinlere peygamber olarak gönderildiğini ortaya koymak­tadır. İkinci cümle, önceki hükmün bir nedenidir. Yani, sen niçin Kur'an karşılığında bir ücret istemiyorsun? Çünkü Kur'an Allah' tan tüm âlemler için bir öğüt, bir hatırlatmadır. Dolayısıyla her­kes için olan bir öğüt, bazı kimselerden ücret alınmasına ters dü­şer. Zira bu öğüt sadece o kimselere mahsus değildir.

Bazı müfessirlere göre ayetten kastedilen şudur: «Bu Kur'an sadece Allah'tan bana gelen bir öğüttür. Ben onu tebliğe emro-lundum. Bu bakımdan onu tebliğ etmek bana farz olmuştur. Farz olan bu vazifeyi ifa etmek karşılığında nasıl olur da sizlerden üc­ret isteyebilirim?»

Ancak bu yorum ayetin zahirine ters düşmektedir. Fakat doğ­ru olduğu takdirde bu ayet, vacipleri yerine getirmek karşılığında ücret almanın haram olduğuna delâlet eder.

(105) «Göklerde ve yerde nice..,» Bu Ayetin Tefsiri

İmam Suyutî, «Keeyyin» lafzının teşbih kef'i ile tenvinli istif­ham harfi olan eyyin'6.en meydana geldiği için nun ile onun üze­rinde vakfın caiz görüldüğünü ve Kur'an'da onun nun ile yazıl­masının sebebinin bu olduğunu söylemektedir.

Bazı müfessirlere göre de, «Keeyyin» lafzmdaki kef harfi za-iddir. İbn Asfir kef harfinin zaid olduğuna dair delili,. bununla teşbih manasının irade edilmemesi olarak göstermektedir.

Bazıları da «Keeyyin»in basit bir isim olduğunu yani «Kef» ile «Eyyin»in ayrı olmadıklarını öne sürmüşlerdir. Dolayısıyla «Keeyyin» lafzı, tıpkı Zeid, kad kelimeleri gibi basittir, mürekkeb değildir. Nitekim Ebu Hayyan da «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde bu görüşü desteklemektedir. Ayrıca bunun, Arap dilinde çok kul­lanılması da basit isim olduğunun delilidir. Bu lafzın istifham ifa­de ettiğine nadir olarak rastlanır. Hatta cumhura göre, bu lafız hiç istifham ifade etmez.

«Ayet(ler)» ile kastedilen göklerde ve yerde bulunan felekî varlıklar, yıldızlar, değişen durumlar, dağlar, denizler ve kâinattaki harikuladeliklerdir. İnsanlar bunları her gün gördükleri hal­de, bunlardan yüz çevirerek geçip gidiyorlar, hiç düşünmüyor ve ibret almıyorlar.

Mezkur ayet-L kerime Hz. Peygamber için bir teselli olduğu kadar, muhataplar açısından da bir kınanmadır. Ayrıca bu ayet düşüncenin, insan gerçeğinin temelini teşkil ettiğine de işaret et­mektedir. Yine kâinata ibret gözüyle bakmanın, insanın temel vasfı olduğu da ortaya konmaktadır. Düşüncenin önemini beyan eden bu ayet zımnen insanları düşünmeye çağırmaktadır. Burada geçen «Ayet» lafzı delil .burhan, hüccet gibi anlamlara gelmek­tedir. Yani, «Ey Muhammedi. Senin getirdiğinin doğruluğuna de­lâlet eden nice ayetler vardır. Dilediğin kadar hüccet getirebilir­sin». «Ayet» kelimesinin ıstılahi anlamı —daha önce geçtiği gibi—, Kur'an'ın ister kısa isterse uzun olsun bir kısmı demektir. Allah' in varlığına, birliğine, ilmine, kuvvet ve kudretine, hikmetinin ke­mâline delâlet eden, afakta ve enfüste, göklerde ve yerde nice delil ve hüccetler vardır ki bunlar insanoğlunun dikkatine sunulmuş­tur. İnsanoğlunun ilmî, fikrî ve maddî hayatı bu olaylarla her za­man karşı karşıyadır. Ancak buna rağmen çoğu insan bunca var­lığı yaratan zat'ı düşünmeden ve bunlardan ibret almadan önle­rinden geçip gitmektedir. Oysa insanoğlu bu olaylar üzerinde dü­şünce, bunlardaki incelikleri görse, elbette bunlara hakim olan ilâhî kanunları bulup, keşfedecektir. Dolayısıyla hem dünyada te­rakki edecek, hem de ahirette mutlu olacaktır.

(106) «Onların çoğu Allah'a ancak...» Bu Ayetin Tefsiri

«Onların çoğu» ile kastedilen, İbn Abbas, Mücahit, İklime, Şa*bi ve Katade'ye göre, Mekkelilerdir. Onlar hem iman ediyorlar, hem de şirk koşuyorlardı. Telbiye getirirken, «Lebbeyk, Allahüm-me Lebbeyk, Lebbeyk lâ şerike lek illa şerike hüve lek. Temlikuhu vema melek» (Senin hizmetine koşuyorum, ey Allahım, senin hiz­metine koşuyorum, senin hizmetine koşuyorum. Senin sadece bir ortağın vardır. O da, onun malik olduğu mülk de senindir.) der­lerdi. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, herhangi bir kimsenin «Lebbeyk, lâ şerike lek» dediğini işittiği zaman, «yeterli, yeterli» buyururdu. Yani, «Senin sadece bir ortağın vardır. O da, onun malik olduğu mülk de senindir» ifadesini söyleyerek şirke girme, demek isterdi.

Bazı müfessirlere göre, burada sözü edilen kişiler Mekke müş­rikleridir. Onlar, kıtlık yıllarında iman etmişler, ama kıtlık orta­dan kalktıktan sonra şirke dönmüşlerdir.

İbn Zeyd, İkrime, Katade ve Mücahid, burada sözü edilen kimselerin Arap olduklarını, Allah'ın yaratıcı, rızk verici, öldürü­cü olduğuna inanmakla birlikte putlara tapmak suretiyle Allah'a şirk koştuklarını söylemişlerdir.

Bazıları da onlann şirk koşmalanyla kastedilen, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylemeleridir demişlerdir.

İbn Abbas'a göre, burada bahis konusu edilen kimseler ehli kitaptır. Onlar Allah'ın varlığını inkâr etmemelerine rağmen ya Hz. İsa'yı ya Hz. Meryem'i ya da Hz. Üzeyr'i O'na ortak koşuyor­lardı. Onlar Hz. Peygamber'e karşı çıkmak suretiyle de Allah'a or­tak koşmuşlardı.

Bazıları ise ehli kitabın alimlerini ve rahiplerini Rabler edin-. mek suretiyle Allah'a ortak koştuklarını söylemişlerdir.

Ata'dan rivayet edildiğine göre burada, şiddet, sıkıntı anında duada ihlasla Allah'ı çağıran ve kurtulduktan sonra Allah'a ortak koşan tüm kâfizler kastedilmektedir.

Bazı müfessirler ise, burada Nur ile Zulmet'in iki yaratıcı ol­duğunu söyleyen Seneviyye grubunun kastedildiğini iddia etmiş­lerdir.

Bazıları da, burada münafıkların kastedildiğini; zira onların açıkta iman, gizlide küfür içinde olduklarını söylemişlerdir. (Bu yorum el-Belhî'ye nisbet edilmiştir).

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, burada mücmelen mü­min, fakat mufassalan kafir olan Müşebbihe mezhebi kastedilmiş­tir.

Hasan Basri'den nakledilen bir görüşe göre, ayette sözü edi­len kimseler amelleriyle riyakârlık yapanlardır. Çünkü riya gizli bir şirktir.

Bazı müfessirler de bu kimselerin sebeplere bakıp, sebeplere güvenen kimseler olduklarını söylemişlerdir.

Bazıları da burada masiyyet suretiyle halka tâbi olan kimse­lerin kastedildiğini söylemişlerdir.

Bazıları ise daha genel bir yorum yaparak, Allah'ı ikrar ve ya­ratıcılığını tasdik eden ve bununla birlikte şirk olan herhangi bir günahı işleyen herkesin bu ayetin kapsamına girdiğini söylemiş­lerdir.

Kabirlere tapan, ölüler için adak ve nezirler kurban eden ki­şiler de Allah'ın durumlarını herkesten daha iyi bildiği kimseler­den yarar ve zarar geleceğine inanan şahıslar da —ki onlar günü­müzde yeryüzündeki haşerattan daha çokturlar— bu ayetin kap­samına girerler.

(107) «Onlar, Allah'ın azabından...»

Kerramiyye mezhebi bu ayete dayanarak, îmanın dille olan mücerret ikrardan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Ancak onların bu görüşü tenkid edilmiştir  [99]

Arap yarımadası insanları, Kur'an'ın indiği dönemde Allah inancına sahiptiler. Ancak çeşitli şekillerde Allah'a ortak koşuyor­lardı. Mekkeliler, «Melekler Allah'ın kızlarıdır» derlerken, bazıla­rı Allah'a yaklaşmak için putlara taptıklarını söylerlerdi. Hıristi­yanlar «İsa Allah'ın oğludur» diyorlardı. Bu şekilde insanların çöğu Allah'a ortak koşuyorlardı. Ayette de özet olarak işte buna işaret edilmektedir.

Bu Ayetin Tefsin

«Gaşiye» kelimesi onları kapsayacak olan bir ceza, bir ukubet demektir. Burada istifham mânâsını ifade etmekle birlikte, tehdit de ifade etmektedir. Ukubet ile kastedilen ise hem uhrevî hem de dünyevî şeyleri kapsayan bir cezadır.

Ebu Hayyan «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, buradaki ukubetin dünyevî ukubet olduğunu söylemektedir.

(108) «(Ey Muhammedi) De ki: işte bu...»Bu Ayetin Tefsiri

 «İşte bu benim yolumdur» cümlesindeki «Bu» zamiri imana olan çağrıya işaret etmektedir. Yani, «İman'a ve Tevhid'e çağır­mak benim yolumdur. İnsanları Allah'ın marifetine çağırıyor, Al tah'ı kemâl ve celâl sıfatlarıyla bilmeye davet ediyorum».

Bazı müfessirlere göre «Sebili» kelimesindeki «ye» harfine hâl düşer. Yani mânâ, «İnsanları Allah'a davet ettiğim halde, bu benim yolumdur».

«Alâ basiretin» ifadesi ya «Ed'u» fiiline bağlamr. O zaman da «ene» zamiri, «Ed'u» fülindeki zamirin tekidi olur ve «Vemen'it-tebeanî» ifadesi «£d'w»daki zamir üzerine atfolunur. Yani, «Ben ve bana tabi olanlar açık bir hüccete sahip olduğumuz halde in­sanları Allah'a davet ediyoruz» anlamındadır. Ya da «Ene» zamiri mübteda, «Alâ basiretin» ise onun haberidir. Bu takdirde mânâ, «Ben ve bana tâbi olanlar apaçık hüccet üzerindeyiz» şeklinde olur.

Hz. Peygamber'e (s.a) tâbi olan kimseler ile ona iman edip, onun getirdiği Kur'an'ı tasdik edenler kastedilmektedir. Çünkü onlar da peygamberler gibi insanları Allah'ın yoluna davet eder­ler.

Hazin, «Basiret»m yakın marifet; yani hak ile bâtılı ayırdede-cek bilgi olduğunu söylemektedir.

Ibn Abbas ise, «Hz. Muhammed (s.a) ile ashabı en güzel yol, en üstün hidayet üzerindeydiler. Onlar ilmin madeni, imanın ha­zinesi ve Allah'ın askerleriydi» demektedir.

İbn Mes'ut ise şöyle demektedir: Sünnete tabi olmak isteyen kimseler Hz. Peygamber'in (s.a) vefat eden ümmetinin, ashabının sünnetine tabi olsunlar. Onlar Hz. Muhammed'in (s.a) arkadaşları, ümmetin en hayırlısı ve kalpler bakımından en doğru olanlarıydı. Onlar ilmen en derin, tekellüf yönünden en hafif kimselerdi. Yine onlar öyle bir topluluk idiler ki Allah onları peygamberinin arka­daşlığına layık gördü. Dinini insanlara üetmede onları örnek gös­terdi. Onlar ahlâklarıyla -ve yollarıyla Allah'ın Rasûluna benzemiş-lerdi. İşte onlar dosdoğru yol üzerinde olan kimselerdi.

«Sübhanallah» mukadder bir fiilin rhef'ulüdür. Yani, «Ey Mu­hammedi Allah'ı her ortaktan, tüm ayıplardan, eksikliklerden, şirk, çelişki ve benzerlerinden tenzih ettiğini, O'nu celâline uygun olmayan her şeyden uzak tuttuğunu söyle! Ve yine müşriklerden olmadığını, hiç bir zaman şirke bulaşmadığım bildir.»'

' Bu ifade Hz. Peygamber'in (s.a) nübüvvetinden önce de şirke bulaşmadığını, müşriklerden olmadığını ortaya koymaktadır. Ay­rıca Hz. Peygamber'in izinden gidenlerin özelliklerine de değin­mektedir. Onlar apaçık ve çelişkisiz bir hüccet üzerinde olanlar, Hz. Peygamber'e tabî olanlardır. Böyle bir hüccetten uzaklaşanlar ise, gerçek mânâda Hz. Peygamber'e tabî olmayanlardır. [100]

 

Kadınlar Ve Göçebelerden Peygamber Olur Mü?

 

(109) «Senden önce de şehirler halkından...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet getirdiği birçok ayetler yanmda, peygamberlerin sa­dece erkekler arasından seçildiklerini ve onların meskûn bölgeler­de yaşayan insanların arasından geldikleri gerçeğini ortaya koy­maktadır. Yani kadınlardan ve göçebelerden gelen peygamber yok­tur.

İbn Abbas'tan gelen yoruma göre, bu ayet kadınların peygam­berliğinin sözkonusu olmadığını göstermektedir.

Bazıları bu ayetin el-Munzir'in kızı olan ve peygamberlik iddi­asında bulunan Seccah hakkında indiğini söylemişlerse de, bu gö­rüş doğru değildir. «Bu gaybî haberlerdendir» şeklindeki izah ise bir karineye dayanmamaktadır. Burada işaret edilmesi gereken nokta; Hz. Peygamberdin vefatından sonra peygamberlik iddiasın­da bulunan Seccah'm, tekrar iman etmiş ve istikametini düzeltmiş olmasıdır.

Peygamberlerin şehir halkı içerisinden, yani meskûn bölgeler arasından seçilmiş olmalarının nedeni, bunların daha bilgili ve göçebelere nazaran daha halim kimseler olmalarıdır. Bu bakımdan göçebelere «Cefa ehli», yani «zorluk çıkaranlar» denmiştir. Nite­kim fitne dönemleri dışında bedevî hayatı yaşamak mekruhtur. Bir hadiste «Bedeviler kabadırlar» diye buyurulmuştur.

Katade, Allah Teâlâ'nın gönderdiği peygamberlerin tümünün meskûn bölgelerin halkından olduklarım söylemiştir.

Hasan Basri'den gelen bir nakle göre, bedevilerden olduğu gi­bi kadınlardan ve cinlerden de peygamber gelmemiştir. Fakat Eş' arilere göre Hz. Musa'nın annesi, Firavundun hanımı, Hz. Meryem, Hz. Sâre ve Hz. Belkıs peygamberlerdendi. Yani Eş'arüere göre kadınlardan beş peygamber gelmiştir.

«Hâlâ aklînizi kullanmıyor musunuz?» cümlesi «Ahiret yur­dunun daha hayırlı olduğunu bilebilmeniz için akıllarınızı kulla­nın, böylece ittika suretiyle bu mertebeyi elde edin» demektir. Bu ayet, «Allah peygamber olarak melekleri gönderseydi ya!» diyen kâfirlere cevap olarak inmiştir.

(110) «Ta ki peygamberler ümitlerini...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hatta» lafzı, siyaktan da anlaşıldığına göre, mukadderin ga­yesi içindir. Bazılarına göre buradaki takdir şu şekildedir: «O kâ­firlerin içinde bulunduğu genişlik seni aldatmasın. Çünkü onlar­dan Önceki kâfirlere de mühlet verilmiştir. Ta ki peygamberler onlara karşılık dünyada yardım göreceklerinden veya onların iman etmesinden, —Küfre daldıkları için— ümitlerini kestiler».

Ebu'l-Ferec b. Cevzî, ayetin takdirinin şöyle olduğunu söyle­miştir:

«Senden önce ancak bazı erkekleri peygamber olarak gönder­dik. Onlar kavimlerini Allah'ın birliğine davet ettiler. Ve yalanlan­dılar. Ancak buna karşın sabrettiler. Onların, kavimlerini imana davet dönemleri uzun sürdü. Kavimlerin de onları yalanlamaları devam etti. Ta ki peygamberler ümitlerini yitirip, kendilerinin ger­çekten yalanlandıklarını zannettiler, işte O vakit onlara yardımı­mız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı».

Kurtubî ise ayetin takdirinin şöyle olduğunu söylemiştir: «Senden önce ancak bazı erkekleri peygamber olarak gönderdik ve sonra onların ümmetlerine ceza tatbik etmedik, ta ki peygam­berler ümitlerini yitirip...»

Zemahşeri ise «Keşşaf» adlı tefsirinde ayetin takdirinin şöyle olduğunu söylemiştir: «Senden önce ancak bazı kimseleri peygam­ber olarak gönderdik, onlara gelmesi gereken ilâhî yardım gecikti. Ta ki peygamberler ümitlerini yitirip...»

Bunların içinde ilk yorum, hepsinden daha güzeldir. îstlf'cl babından gelen «îstey'ese» fiili mücerred mânâ, yani «Yeise» mâ­nâsını ifade etmektedir.

Hz. Ali, Ubey b. Ka% îbn Mesud, İbn Abbas, Mücahid, Tal-ha, A'meş ve Küfe alimlerinin kıraatine göre ayette geçen «Kuzi-bu» fiili şeüdesiz ve binası meçhuldür. Bu takdirde ayet nasıl yo-rumlanmalıdır? İşte bu hususta ihtilaf edilmiştir.

Bazılarına göre, üç zamir de peygamberlere racidir ve tevveh-hüm ifade eder. Burada ne aslî ne de mecaz kastedilmiş değildir.

«Kuzibu» fiilinin mukadder faili ya peygamberlerin kendileri ya da ümitleridir. Çünkü ümit konusunda doğruluk veya yalan, va­sıf olabilirler. Yani peygamberler nefisleri kendilerine ((Siz yardım göreceksiniz» dediklerinde yalan söylediğini sanmışlardır. Ya da ümitleri kendilerini yanıltarak, yalan söylemiştir. Ayetin mânâsı şöyledir: «Kâfirlerden gelen düşmanlık ve yalanlama süresi Allah' tan gelen yardımın beklenmesi uzadıkça uzadı. Öyle ki peygam­berler ümitlerini yitirip dünyada kendisine yardım edilmeyeceğini' sandılar. İşte o an da bizim yardımımız ansızın onlara geliverdi».

Bazı kimseler, zamirlerin tamamının peygamberlere raci ol­duğunu, «Zannetme» fiilinin ise.gerçek anlamda kullanıldığını ve «Kuzibu» fülinin mukadder failinin ise, Allah Teâlâ'nin kendilerin­den haber verdiği kimseler olduklarını söylemişlerdir. Ayni yoru­mu Tabaranî ve başka nıüfessirler, Abdullah b. Ebi Müleyke'den de rivayet etmişlerdir. Bu alim, İbn Abbas'm «Kuzibu» fiilini şed-desiz ve meçhul olarak okuduğunu, sonra da «Peygamberler be­şer olduklarından dolayı, bu hükümlerinde gerçeğe aykırı şeyler söylediklerini sandılar» dediğini nakletmektedir. Bunun ardından, İbn Abbas'm yorumunu tekid için «Öyle ki peygamberler ve onun. la beraber iman edenler, «Allah'ın yardımı ne zaman?» dediler» ayetini okuduğunu söylemektedir. Bu, aynı zamanda Buhari tara­fından «Sahih»te de rivayet edilmiştir. Ancak bu, çözülmesi zor, müşkil bir meseledir. Çünkü burada peygamberlerin şanına yakış­mayan bir şey kendilerine nispet edilmektedir. Hatta ümmetin sa-lihlerinin sanma dahi yakışmayan bir özelliğin nispeti söz konusu­dur. Nitekim Hz. Aişe'den bir hadis nakledilmektedir. Buhari, Ne-seî ve bazı muhaddislerin Hz. Aişe'nin yeğeni Urve b. Zubeyr ka­nalıyla rivayet ettiklerine göre, Urve, teyzesi Hz. Aişe'den bu aye­tin anlamını ve burada fiilin «kuzibu» mu, yoksa «kuzzibu» mu okunacağını sormuştur, Hz. Aişe «kuzzibu» şeklinde okunacağını söyleyince, Urve, «Vallahi peygamberler, kavimlerinin kendilerini yalanladıklarını kesin bir şekilde biliyorlardı. O halde, «Peygam­berler böyle zannetti» sözünün anlamı nedir?» diye sorar. Hz. Aişe, «Evet, hayatıma yemin ederim ki, onlar kesinlikle kavimlerinin kendilerini yalanladığını biliyorlardı» der. Urve, «O halde fiil -ku­zibu- şeklindedir» deyince, Hz. Aişe, «Allaha sığınırız! Peygamber­ler Rableri hakkında böyle bir zanna kapılmazlar» der. Bunun üzerine Urve, ayetin nasıl yorumlanması gerektiğini sorunca, Hz. Aişe şöyle cevap verir: «Böyle bir zanna kapılanlar Rablerine iman edenler ve peygamberleri tasdik eden, peygamberlerin takipçileri­dir. Onların üzerindeki belâ uzadıkça uzayınca ve Allah'ın yardı­mı kendilerine ulaşmada gecikince peygamberler kendilerini ya­lanlayan kavimlerinin iman edeceklerinden ümitsizliğe düştüler. Ve takipçilerinin kendilerini yalanladıklarını sandılar. İşte o va­kit Allah'ın yardımı geldi».

Bazıları, İbn Abbas'm «Zan» ile insanın kalbine hutur eden vesveseye benzer konuşmaları kastetmesinin mümkün olabilece­ğini söylemişlerdir.

îbn Teymiyye, tüm zamirlerin peygamberlere raci olduğunu söyledikten sonra, İbn Abbas'tan nakledilen görüşü tercih ederek, buradaki ayetin Hacc Suresi'nin 52. ayetinin tarzında olduğunu öne sürmüştür: «Senden önce hiçbir nebi ve rasûl göndermedik ki o bir şeyi arzu ettiği zaman şeytan onun arzusuna, mutlaka onu dünya ile meşgul edecek bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın attığım hemen iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hikmet sahibidir».

Bu bakımdan kalbe, dile ve amele atılanların hepsi aynı tür­dendir. Allah ise şeytanın attığını siler, iptal eder.

Bunları söyledikten sonra İbn Teymiyye, şöyle devam etmek­tedir.

Alimlerden bir grup iddia etmişse de, Kur'an ve sünnette va-rid olan «Zan»   ile hiçbir zaman kuvvetli itikad kastedilmemiştir.

Zayıf itikada da zaten vehm denilemez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «Zandan kaçının, çünkü zan, konuşmanın en yalanıdır» diye buyurmuştur. Allah Teâlâ ise, «Kesinlikle zan, hakkın yanında hiç­bir şey ifade etmez» demiştir. Bu bakımdan zayıf inanç zan ve ay­nı zamanda vehmdir. Bu bazen günah da olabilir. İman bazen za­yıf düşer ve fakat kökten silinmez. Bazen affedilen nefsin konuş­ması da olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Muhakkak ki Allah ümmetim için konuşmadıkça veya kendisiyle amel etmedikçe nef­sin konuşmasını atfetmiştir. (Yani ondan vazgeçmiştir. Ondan ötürü muazehe etmez)» diye buyurmuştur.

Bazen sarih imanın vesvesesi de olur. Nitekim sahih bir ha­diste bildirildiğine göre sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! Herhangi birimiz nefsinde Öyle bir şey buluyor ki, kömür olacak kadar yan­sa veya gökten yere düşüp parçalama bile, o şeyi konuşmaktansa, bu kendisine daha sevimli gelir» dediler. Hz. Peygamber (s.a) «Siz bunları gerçekten nefislerinizde buluyor musunuz?» diye sor­du. Sahabe, «Evet! Ya Rasûlullah buluyoruz» diye cevap verince, Hz. Peygamber «İşte bu sarih imandır» diye buyurdu.

Bu hadisin bir benzeri, Hz. Peygamberden sahih bir senetle rivayet edilen şu hadistir: «Şüphe etmek, İbrahim'den daha çok bize düşer. Çünkü Rabbi ona, «İnanmıyor musun ya İbrahim?» diye sorduğunda O, «İman ettirrt, ama kalbim mutmain olsun is­tiyorum ya Rabbi» demiştir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, ölülerin diriltilmesi hususun­da iman ile itminan arasındaki tefavuta «şüphe» demektedir. Bu

Yine bir hadiste Duyurulduğuna göre sahabe,    «Ey Allah'ın Rasûlü! Herhangi birimiz nefsinde basen öyle şeyler buluyor ki,      S bunu konuşmaya dahi cesaretli olmuyor» derler. Hz. Peygamber (s.a), «Şeytanın hilesini vesveseye çeviren Allah'a hamdolsun» di-ye buyurur.

bakımdan şöyle denir: Dünyada bir şahıs, kendisine yapılan yar­dım va'dinin yerine getirileceğine inanmakla birlikte kalbi daima ızdirap içinde olabilir ve itminan bulamayabilir. Dolayısıyla itmi­nanın olmaması, kendisinde yalan söylediğine dair bir zannın meydana gelmesine sebebiyet verir. Bu yüzden şüphe ile yalan söylediğini sanmak, aynı türden fiillerdir. Her ne kadar'bunlar içinde günah olanlar varsa da, bunlar vacip olan imanda herhangi bir zarar getirmezler. Sünnetin esaslarından anlaşıldığına göre, peygamberler, fiillerinde olduğu gibi, günah üzerinde bulunmak­tan da masum ve mahfuzdurlar. Böyle bir hususun aktarılması, müminlere ibret olması nedeniyledir. Çünkü müminler bundan daha fazlasına müptela olabilirler. Dolayısıyla bunlara müptela olduklarından ümitlerini kesmesinler ve kendilerinden daha hayırlı olan peygamberlerin bile bu tür belâlara maruz kaldıkla­rını, akibetlerinin sonunda hayr olduğunu bilsinler ki, böylece şüphe sahibi kimse, yakîne kavuşur, günahkâr olan tevbe eder, mümin olanın imam kuvvet bulur ve bununla da peygamberler hakkındaki kötü zanlar sağlam inanca dönüşür. İşte Allah Teâlâ bu yüzden onların kıssalarında ibret olduğunu söylemiştir. Şayet peygamberler mutlak anlamda masumsa ve kendilerinden bir kö­tülük sadır olmazsa, bu takdirde mümin bir kimse kendisinin ay­nı durumda olmadığını söyleyebilir. Çünkü peygamberlerden her­hangi bir günahın sadır olduğuna dair hiçbir şey zikredilmemiştir. Üstelik bir peygambere iman eden kimse, ona tâbi olmaktan ümit­sizliğe düşebilir. Peygamberlerin mutlak ismet sıfatına sahip ol­duğuna binaen, bu günah mutabaatı ifsad eder. Ancak peygamber­den de bir hata sadır olduğu ve tevbe ile o hatanın affedildiği bili­niyorsa, bu takdirde sözkonusu mutabaat durumu sıhhatli kalır. Nitekim ilk günahı işleyip, cürümda bulunan ve tevbe edip, piş­man olan kimse, insanoğlunun babası Adem'dir. Babasına benze­yen kimse de zulmetmiş sayılmaz. [101]

 

Hangi Durumda Peygamberlere Uyulur?

 

Peygamberlere yasaklanan ama buna rağmen onlardan sadır olan, sonra da tevbe ederek vazgeçtikleri davranışlar hususunda onlara uymak gerekmez. Çünkü onlara Allah tarafından izin ve­rilen, yasaklanmayan hususlarda kendilerinden sadır olup ta tev-beyi gerektirmeyen noktalarda, peygamberlere uyulması emredil­miştir. Söylenen ise, onların fiillerinden neshedilenin dışında baş­ka bir şey değildir. Yani peygamberlere emredilip, kendilerine mubah kılınmış ve sonradan da neshedilmiş hususlarda, onlara uymak zorunluluğu ortadan kalkmaktadır. Peygamberlere emre­dilmeyen ve fakat buna rağmen onlardan sadır olan ve kendileri­nin tevbe edip, vazgeçtikleri meselelerde, onlara uymamak en doğru ve en uygun yoldur. (İbn Teymiyye'nin sözleri burada sona. ermiştir).

Alusi bu hususta şöyle demektedir: Onun bu sözü, üzerinde bırakmaksızın peygamberlerden büyük günahların sadır olması­nın mümkün olmasını gerektirir ki bu hüküm büyük bir cehalet­tir. Sağlam bir kalbin sahibi böyle bir hükme yanaşmaz. Ayrıca onun sözlerinde uzaklık vardır. Keşke o, ayetteki zamirlerin pey­gamberlere raci olduğunu söylemekle iktifa etmiş olsaydı ve di­ğerleri gibi zannın burada vehm anlamında olduğunu söylesey­di. Çünkü böyle demek zararsız bir hükümdür.

İbn Abbas'in sözlerinin, «O, zandan vesvese yoluyla gelen nef­sin konuşmasını kastetmektedir» şeklinde tevil edilmesinde bir beis yoktur. Ya da onun sözlerinin, «İbn Abbas, gecikmedeki mü­balağayı, sürenin uzunluğunu istiare yoluyla kastetmiştir. Gecik­medeki mübalağayı yalan zanna benzetmiştir. Çünkü ikisi de mat­lubun terettübünün yokluğunu gerektirir ki bu takdirde birisi için kullanılan, diğeri için de kullanılır» şeklinde yorumlanması müm­kündür.

Bazılarına göre, ayette geçen zamirlerin üçü de, ümmetlere racidir. Çünkü peygamberlerden söz etmek ümmetlerin varlığını gerektirir. Nitekim ümmetler şu ayette bahis konusu edilmiştir: «Yeryüzünde hiç gezmediler mi ki onlardan öncekilerin nasıl ol­duğunu görsünler. Sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha ha­yırlıdır. Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?»

Bu yoruma göre zamir, peygamberleri yalanlayanlara ve daha önce bahsi geçenlere raci olur. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur: «Kendilerine peygamber gönderilen kimseler, peygamberle­rin nübüvvet iddiası ve va'dettikleri azap hususunda yalan söyle­diklerini zannetmişlerdir». Bu yorum da İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Nitekim Ebu Ubeyde, Said b. Mensur, Neseî ve Taberi,

U birçok yoldan îbn Abbas'tan onun «Kuzibu» fiilini şeddesiz oku­yarak şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Ta ki peygamberler ümit-lerini yitirip, kavimleri peygamberlerin getirdikleri hükümlerde kendilerine yalan söylediklerini zannettiler.   İşte o vakit   onlara yardımımız geldi». Bu yorum Said b. Cübeyr'den de rivayet edil­miştir.

îbn Cerir ve Ebu Şeyh, Rebi b. Külsüm'den, o babasından, o  da babasından, o da Müslim b. Yesar'dan rivayet etmektedir: Müslim, Said bin Cübeyr'e «Ey Eba Abdullah! Beni ta derinlerden sarsan bir rivayet var» diyerek bu ayeti okur ve «Peygamberlerin yalanladıklarını veya yalan söylediklerini zannetmeleri de ölüm-| dür. Acaba bunun yorumu nedir?» diye sorar. Said b. Cübeyr, rl «Bunun yorumu, peygamberler kavimlerinin kendilerine iman et­melerinden ümitsiz oldular ve kavimleri de peygamberlerin ken­dilerine yalan söylediklerini zannettiler. İşte o vakit, onlara yar­dımımız geldi, şeklindedir» diye cevap verir. Bunun üzerine Müs­lim, Said b. Cübeyr'in boynuna sarılarak, «Sen benden bu sıkıntıyı giderdin, Allah da senin sıkıntını gidersin» dedi.

Başka bir rivayete göre, Said b. Cübeyr ile Müslim arasında geçen bu konuşma, Dahhak ile Müslim arasında olmuştur. Dah-hak, Müslim'e «Şayet bu konu ile ilgili olarak Yemen'e kadar git-şeydin, yine az bir şey yapmış olurdun» demiştir.

Bazılarına göre «Zannettiler» fiilindeki zamir ümmetlere, «Şüphesiz onlar» ve «Yalanladıklarını» ifadelerindeki zamirler ise peygamberlere racidir. Yani, «Ümmetler, peygamberlerin va'det-tikleri yardım hususunda muhalefet ettiklerini ve durumun onlar hakkında karıştığını zannetmişlerdir».

Yedi kıraat alimi dışında, Hasan Basri, Katade Muhammed b. Ka'b, Ebu Reca, İbn Müleyke, A'rec ve meşhur bir rivayete gö­re Hz. Aişe fiili, «Kuzzibu» şeklinde şeddeli ve meçhul olarak oku­muşlardır. Bu kıraate göre tüm zamirler peygamberlere racidir. Yani; «Peygamberler ümmetlerinin belâ ve meşakkatin uzunluğu nedeniyle kendilerinin getirdiklerini yalanladıklarını zannettiler. İşte o vakit o peygamberlere yardımımız geldi». Bu yorum Hz. Ai-şe'ye aittir ve bunu kendisinden Buhari rivayet etmiştir. Burada zan ya asıl anlamında ya yakîn, ya da mecaz karşılığındadır.

İbn Abbas, Mücahid ve Dahhak'tan gelen rivayete göre, onlar fiili «Kezebu» şeklinde şeddesiz ve malum olarak okumuşlardır. Bu takdirde «Zannettiler» fiilindeki zamir ümmetlere, diğer iki za­mir de peygamberlere racidir. Yani; «Ümmetler, peygamberlerin va'dlerinde yalan söylediklerini zannetmişlerdir». «Zannettiler» fi­ilindeki zamirin peygamberlere, diğer iki zamirin de ümmetlere raci olması mümkündür. Yani; «Peygamberler, ümmetlerinin ken­dilerine iman edeceklerine dair verdikleri va'dde yalan söyledikle­rini zannetmişlerdir». Burada zahirden anlaşıldığına göre, zan ya­kîn anlamında kullanılmıştır.

Ebu'1-Beka, fiili «Kezzebu» şeklinde şeddeli ve malûm olarak okumuştur. Bu kıraat şöyle yorumlanmıştır:   «Peygamberler  ümmetlerinin bu va'dlerinde kendilerine şiddetle yalan söylediklerini zannettiler».

Bazıları ümitsizliğin peygamberlere nispet edilmesinin müş-kil bir mesele olduğunu söylemişlerdir. Çünkü zahire göre pey­gamberler, Allah tarafından kendilerine va'dedilen ve insanlara mutlaka olacağını söyledikleri noktada ümitsizliğe düşmüşlerdir. Bunun ise peygamberlere nispet edilmesi uygun değildir.

Cevap olarak, kastedilenin bu olmadığı söylenilmiştir. Kaste­dilen onların kavimlerinin imanından ümitsiz olmalarıdır.

Ancak bu cevaba, «Yalanlandıklarını zannettiler» cümlesinin daha Önceki cümle üzerine atfedilmesinin bu mânâyı uzaklaştırdı­ğı söylenerek itiraz edilmiştir.

îbn Teymiyye'nin bu hususta zikredilen incelemesinden başka şöyle bir tetkiki daha vardır:

Ümitsizlik ve yalanlandıklarını zannetmeleri, va'dedilene icti-haden eklenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onların ümitsizliğinden mut­lak şekilde bahsetmiştir. Ayette ümitsizliğin va'dolunan, kendi­sinden haber verilen o şeye bağlı olduğuna dair herhangi bir yo­rum yoktur. Hâl böyleyken, Allah Teâlâ'nm peygamberlerine mut­lak bir yardım va'dettiğine —ki Allah Teâlâ'nm tüm haberlerinde böyledir— zamanını, mekânını ve vasfını tayin etmediği bilinmek­tedir. Çoğu kez insanlar, va'dedilenlerle ilgili olarak, Allah'ın Ki-tabı'nın delâlet etmediği halde, bazı sebeplere bakarak birtakım sıfatlara inanmaktadırlar. Nitekim sahabenin arasından bir grup, Hudeybiye Antlaşmasından önce, Hz. Peygamber'in (s.a)' kendile­rine «Mescid-i Haram'a girecek ve Kabe'yi tavaf edeceksiniz» sö­zünden bu olayın Hudeybiye yılında meydana geleceğine inanmışlardı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), Umre'ye niyet ederek çıkmış ve aynı yıl Mekke'ye girerek, tavaf ve say yapmayı ümit et-misti. Aynı yıl müşrikler engelledikleri için sahabe, Mekke'ye gir­mekten ümidi kesmiş ve bu nedenle bazılarının kalbinde bir şey­ler kalmıştı. Hatta Hz. Ömer ilham alan kimselerden olmasına rağmen Hz. Peygamber'e (s.a); «Ey Allah'ın Rasûlil! Bize Bey?e gireceğimizi ve tavaf yapacağımızı haber vermemiş miydin?» diye sorar. Hz. Peygamber (s.a); «Evet! Fakat ben size bu yıl gireceği­nizi söyledim mi?» der. Hz. Ömer, «Hayır» deyince, Hz. Peygam­ber; «O halde siz oraya gireceksiniz ve tavaf yapacaksınız» diye cevap verir.

Hz. Peygamber Hz. Ömer'e söylediğini, Hz. Ebu Bekir'e de söylemişti. Böylelikle Hz. Peygamber kendisinden sadır olan söz­lerin mutlak olup, herhangi bir zamana bağlı olmadığını açıkla­mış olmaktadır. Hz. Peygamberin o yıl Mekke'ye doğru yola çı­kıp, Mekke'yi hedef olarak göstermesi, onun Mekke'ye girileceği va'dinin kayıtlanıp, tahsis edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Peygamber (s.a) Mekke'ye girileceği zannım taşıdığından dolayı muhtemelen böyle bir yolculuk yapmış olmalıdır, fakat burada herhangi bir mahzur da yoktur. Çünkü, kastettikleri her şeyin mutlaka olacağı peygamberliğin şartlarından değildir. Belki her is­tediklerinin olması, Allah'ın nimetlerinin tamamındandır. Allah onu kastedilen hedeften alır, daha faydalı bir hedefe yöneltir. Hudey-biye yılı ile ilgili meseledeki durum da böyledir. Peygamberin za­manına muhalif bir durumun tahakkuk etmes* zarar vermez. Ni­tekim Hz. Peygamber hurmaların aşılanması hususunda şöyle bu­yurmuştur: «Ben sadece bir zanda bulundum sakın beni zan ile muaheze etmeyin. Fakat ben sizlere Allah'tan bir haber verirsem onu kesinlik yapın. Çünkü ben Allah adına yalan uydurmam» (Müslim).

Hz. Peygamberin, «Zu'l-Yedeyn» hadisindeki sözü de böyle­dir; «Ben namazı kısaltmadım, unutmadım da». Ancak daha son­ra unuttuğu anlaşılmıştır.

Yine, hakkında «Eğer bir fasık size bir haber getirirse araştı­rın» ayeti nazil olan Velid b. Akabe olayında ve haklarında «Kuş­kusuz ki biz sana kitabı hak ile indirdik  ki sen Allah'ın gösterdi-ğiyle insanlar arasında hükmedesin  Sakın hainlerin savunucusu olma!» ayetinin nazil olduğu Beni Ubeyrek hadisesinde Hz. Pey­gamberin zannettiği hususa rağmen, Allah'ın onu başka bir vecih üzerine açıkladığı hususunda yeterli deliller vardır.

Hz. Peygamber (s.a), bir peygamber olduğu halde durum bu iken diğer peygamberler hakkındaki durum nasıldır acaba?

Bu hususu kuvvet yönünden artıran bir gerçek de şudur: Mu-haddislerin ve fakihlerin cumhuru, «Ahkâm-ı Şer'iyye'de peygam­berlerin içtihad etmesi caizdir» demiştir ve bu hususta peygam­berlerin yanılmaları da mümkündür. Fakat onlar bu hataları üze­rinde bırakılmazlar, Allah Teâlâ onların hatalarını düzeltir. Kuş­kusuz ki bu, Ahkâm-ı Şerlyye'den olmayan bir husus hakkındaki zanla ilgili yanılmadan da hafiftir. Bu mesele anlaşıldıktan sonra, pekâlâ şöyle denilebilir: Sözkonusu peygamberler kavimlerinin azaba uğrayacaklarını haber aldılar. Fakat onlar için bir vakit ta­yin edilmemişti. (Yani azabın ne zaman geleceği bildirilmemişti). Onlar içtihad ederek, bunu bildirdiler. Tıpkı Hz. Peygamber ve ashabının Mekke'ye girmek için Hudeybiye yılını tayin etmeleri gibi. Ancak süre uzayınca, peygamberler ümitsizliğe düşüp, nefis­lerinin yalan söylediğini, içtihadlannda yanıldıklarını zannettiler

Burada Allah'ın va'dinin yalanlanması hakkmda bir zan söz konusu değildir. Böyle bir şeye gerek de yoktur. Bu bakımdan herhangi bir mahzur da yoktur. Bilindiği gibi, peygamberlerin yü­celiğine en uygunu ve haramı istemelerinden en uzak olanı, bu zannı onlardan başkasına nispet etmektir. En doğrusunu Allah bilir.

Zahirden anlaşıldığına göre, «İşte o vakit onlara yardımımız geldi» zamiri tüm kıraat ve görüşler nezdinde peygamberlere ra-cidir. Yani, «İşte o vakit peygamberlere yardımımız geldi».

Bazılarına göre zamir, peygamberler ile müminlere racidir. Yani «İşte o vakit peygamberlere ve müminlere yardımımız gel­di».

«Dilediğimiz kimseler kurtarıldı»; yani peygamberler ve on­lara iman eden kimseler kurtarıldı. Allah Teâlâ doğrudan, «Biz peygamberleri ve onlara iman edenleri kurtarırız» dememiş, sa­dece kurtarılmayı hak edenlerin onlar olduğuna ve bu hususta or­taklarının bulunmadığına işaret edilmiştir.

Bu ayetin son cümlesinde geçen «Be'suna» lafzı azap anlamın­dadır. Yani mücrim bir kavmin başına azabımız indiğinde ona ma­ni olacak hiçbir güç yoktur.

(111) «Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, peygamberlerin ve ümmetlerinin kıssalarında akıl sa­hipleri için ibret vardır. Bazı müfessirler ifadeyi, «Yusuf, babası ve kardeşleri ile ilgili olan kıssada akıl sahipleri için ibret vardır» şeklinde yorumlamışlardır.

«Kasas» kelimesi mef'ul mânâsında masdardır. Zemahşeri ilk yoruma uygun olarak Ahmed b. Cübeyr el-Antakî'nin Kisaî'den ve Abdulvaris'in Ebi Amr'dan rivayet ettiği şekilde «kıssa»nın çoğulu olan «Kısasihim» tarzında okumayı tercih etmiştir. Ancak bu kı­raat, «Yusuf, babası ve kardeşleri ile ilgili olan kıssa, birçok kıssa ve haberleri içermektedir» şeklindeki başka bir yorumla reddedilmistir. Bununla birlikte çoğulun bazen tekil olarak kullanıldığı da vakidir. îbn Atiyye ise üçüncü yorumu öne sürmüştür.

«Uli'l-Elbab» lafzındaki «Uli» sahip, «Elbab» ise («lüb»ün ço­ğuludur) akıllar demektir. Yani, akıl, ülfiyet ve histen meydana gelen evhamlardan uzak bulunan akıllar anlamındadır. Çünkü «Lüb»ün asıl anlamı halis, katıksız demektir. Sonradan gelişen akıllar için bu tabir kullanılmıştır. Yani lüb, halis akıldır ama her akıl lüb değildir.

Birçok kimseye göre, lüb halis olsun olmasın mutlak akıla denir. Akla lüb denilmişse de, aslmda lüb, öz demektir. Çünkü o insanın kuvvelerinin en halisidir. Lüb tabiri Kur'an'da daima «El­bab» şeklinde çoğul olarak gelmiştir.

«İbret» lafzı ise, Ragıb el îsfehanî'nin de ifade ettiği gibi öy­le bir hâldir ki, onunla insan görülenin bilgisinden, görülmeye­nin mevcudiyetine ulaşır. Nitekim Ebu Hayyan, «İbret öyle bir haldir ki, insan onunla ilme ulaşır» demiştir.

«Uydurulacak bir söz değildir». Bu cümlede geçen «Kane» fii-lindeki zamir Kur'an'a racidir. Çünkü Önceki konu açıkça Kur'an'a işaret etmektedir. Yani «bu Kur'an uydurulacak bir söz değildir».

Ebu Hayyan, bu zamirin Kur'an'a olmayıp, «Kasas»a raci ol­duğunu söyleyerek, görüşünü delillerle takviye etmeye çalışmıştır.

Bazıları ise zamirin Kur'an'a raci olmasının daha evla oldu­ğunu; zira ister kasas, isterse kısas şeklinde okunsun bu zamirin Kur'an'a raci olmasının mümkün olduğunu söylemişlerdir. Fakat kelime kısas okunduğu takdirde zamir ona raci olamaz. Çünkü o müennestir. Dolayısıyla zamirin de müennes olması gerekir.

Bazıları da kâne'deki zamirin kasas'a. raci olduğunu öne sürmüşlerdir. Şayet «Kısas» şeklinde okunursa, yine de onun zımnin, da kasas vardır. Dolayısıyla zamir yine kasas'a raci olmuş olur.

Bazılarına göre, zamirin müzekkerliği haber olması itibariy­ledir. Çünkü haber «Hadisen» lafzından gelmektedir

«Kendinden öncekilerin doğrulayıcısı»; yani Kur'an kendinden önce gelmiş olan semavi kitapların doğrulayıcısıdır.

«Her şeyin açıklaması»; yani din hususunda insanoğlunun ge­rek duyduğu her şeyi açıklar. Çünkü hiçbir dini emir yoktur ki Kur'an'a doğrudan veya dolaylı olarak dayanmış olmasın.

Bazı kimseler «Küllü» lafzını tahsis etmeksizin istiğrak üze­rine hamletmişlerdir. Kur'an'da din ve dünya işlerinin tümünün ve Allah'ın dilediği her şeyin açıklaması mevcuttur. Fakat alim­lerin aralarındaki farklılıklar nedeniyle açıklamanın da mertebe­leri farklıdır. Bu, kalp sahibi olup uyanık bulunduğu halde kulak veren kimseler nezdinde uzak bir yorum değildir.

Bazılarına göre ayetin mânâsı şu şekildedir: «Yusuf, babası ve kardeşleri için vâki olan ve önemsenmesi gereken her şeyin açıklaması vardır». Bu ise, ifâne'deki zamirin Kasas kelimesine raci olması durumunda böyledir.

«îman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir» denilme­sinin nedeni sadece müminlerin Kur'an'dan istifade edebilmeleri içindir. Bu durumun ibret verici olması şundan ileri gelmektedir: Hz. Yusuf'u kuyuya atıldıktan sonra çıkarmaya, Mısır'a götürme­ye, orada hapisten kurtarmaya, Mısır'a hükümdar kılmaya, sonra aradan uzun bir süre geçmesine rağmen onu ve kardeşlerini, ba­basıyla birlikte biraraya getirmeye kadir olan Allah, Hz. Muham-med'i de aziz kılabilir, onun getirmiş olduğu dini de tüm dinlere galip getirebilir.

Gaybî ihbar yerine geçen bu kıssa Hz. Muhammed için bir mucizedir. Allah Teâlâ, Yusuf Suresi'nin başında «Biz sana kıssala­rın en güzelini anlatacağız» diye buyurmuştur, surenin sonunda da «Onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır» demiştir. Bu iki ifade de bu kıssanın, kıssaların en güzeli olduğuna ve ib­ret almak isteyen herkes için onda ibret bulunduğuna delâlet et­mektedir.

Böylece Yusuf Suresi'nin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bize bu imkânı veren Rabbimize binlerce hamdü senalar ederiz. Dünya ve ahirette kurtuluşumuzun rehberi olan Hz. Muhammed'e, âline ve tüm peygamberlere, hassaten Hz. Yusuf ile Hz. Yakub'a bin­lerce salât ve selam olsun! [102]

YUSUF SURESİ'NİN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/195.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/196-198.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/198.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/198-200.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/200-201.

[6] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 12, sh:  172.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/201-203.

[8] AIusi, Ruh'ul-Meanî, cilt:  12, sh:  173

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/204-206.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/206-208.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/208-209.

[12] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:  12, sh:  174-175

[13] Bu hususta Kur'an'daki Yusuf süresiyle mukayese için bkz. Tevrat, Tekvin Kitabı, Bab; 37-50.

[14] Kumli Nizamuddin Hasan b. Muhammed, Garaib'ul Kur'an ve Re-gaib'ul Furkan, cilt: 11, sh. 81

[15] Beydavi, Hazin, Nesefi ve îbn Abbas, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 376

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/209-217.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/217-218.

[18] Abdulvehhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya,  sh:   120

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/218.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/218-222.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/222.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/222-225.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/226.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/227-228.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/229-230.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/230-233.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/233-234.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/235-236.

[28] Abdiİlvehhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh: 134

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/236-238.

 

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/238-240.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/241-243.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/245.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/246.

[33] Alusi, Ruhul-Meanî, cilt:   12,  sh:   185-186

[34] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 187-188

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/246-269.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/271.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/272.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/273-274.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/274.

[40] Kadı Beyzavi, Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 385-386

[41] Sâvi, Celaleyn Haşiyesi, cilt: 2, sh: 327

[42] SavI, Celaleyn Haşiyesi, Cilt, sh: 237

[43] Sâvî, Celaleyn Haşiyesi, cilt: 2, sh: 238

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/274-280.

[45] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 391

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/280-286.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/288.

[48] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 394-395

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/289-291.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/291-294.

[50] Hazin, Mecraa'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 394-395.

[51] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:   12, sh:  216.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/294-315.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/317

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/318-321.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/321-333.

[56] Nesefi, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 407

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/333-334.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/336.

[59] Alusi, Rub'ul-Meanl, cilt: 12, sh: 243

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/337-346.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/346-347.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/349.

[63] Kurtubi, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 9, sh; 203

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/350-358.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/360.

[66] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt:  3, sh:  22.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/361-364.

[68] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 13, sh: 5.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/364-366.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/366-377.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/379.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/380-383.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/383-385.

[73] Şevkanî, Feth'ul-Kadir, cilt: 3, sh; 38.

[74] Garaib'ul-Kur'an ve Resaib'ul-Furkan, cilt:  13, sh: 24-25

[75] Hazin, Lübab'ut-Tevil, (Mecma'ut-Tefâsir), cilt: 3, sh: 431.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/385-390.

[77] AIusi,  Ruh'ul-Meanî,  cilt:   13,  sh:   17-19   ve  bkz.  Garaib'ul  Kur'an, cilt: 13, sh: 26-27

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/390-401.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/403.

[80] Savi, Celaleyn Haşiyesi, cilt: 2, sh: 254.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/404-418.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/420.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/421-427.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/427-433.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/435.

[85] Ehli sünnete göre, kurban edilmek istenen oğul, Hz. İsmail'dir

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/436-444.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/444-450.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/450-451.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/451-452.

[90] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 13, sh; 50-55

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/452-455.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/457.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/458-463.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/463-465.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/465-468.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/468-474.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/474-475.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/477.

[99] Alusî, Ruh'ul-Meanî, ciU: 13, sh: 66-67

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/478-485.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/485-491.

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/492-501.