Bu Kıssaya Neden Kıssaların En Güzeli Adı Verilmiştir:
3- Rüyanın Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir?
4- Sadık Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre
Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne Olur?
5- Sadık Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm):
7- Çocuk Yaştaki Hz. Yûsufun Rüyasının Hükmü:
9- Müslümanın Sakıncalı Gördüğü Hususlarda Kardeşini
Uyarması ve Gıybetin Sınırı:
3- Hz. Yûsuf un Kardeşleri Peygamber miydi?
4- Hz. Yûsuf un Çocukken Kuyuya Atılması:
6- Buluntu Çocuğun Sahipleri Sonradan Ortaya Çıkarsa:
9- Lukatayı Almak Mı Terketmek Mi Daha Faziletlidir:
10. Bulunan Eşya ve Hayvanlar île İlgili Hz.
Peygamber'den Gelen Rivayetler:
11- Deve ve Koyun Dışındaki Yitik Hayvanlar:
12- Yitik Hayvanlara Yapılan Harcamalar:
1- Hz. Ya'kub'a Verilen Haber:
5- Caiz Olan ve Olmayan Ödüllü Yarışlar:
6- At ve Deve Yarışlarında Binicilerin Nitelikleri:
7- Hz. Peygamberin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile
Yarışması:
3- Fıkhı Meselelerde Emareler ve Karineler:
1- Hz. Ya'kub'un Çocuklarının Söylediklerine Înanmayışı:
3- Hz. Ya'kub'un, Oğullarının Verdiği Haberlere Karşı
Tutumu:
2- Altın ve Gümüş Paralarda Aslolan Tartı mıdır? Sayı
mıdır?
3- Dinar ve Dirhemlerin Muayyen Olmaları Şart mıdır?
4- Buluntu Çocuk Hür Müdür Değil Midir?
5- Hz. Yûsuf’a Rağbet Edilmeyişin Sebebi:
6- Değerli Şeyi Az Bir Bedele Satın Almak:
1- Kapıya Doğru Koşan İki Kişi:
1- Aziz'in Karısının Duygularının Mahiyeti:
2- Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi:
3- Alâmetlere Dayanarak Hüküm Vermek:
4- Zina Îçin Hapis Tehdidi İkrah Sayılır Mı?
1- Peygamberin Zannı Ve Bilgi:
2- "Rab" Kelimesine Dair Açıklamalar:
4- Hz. Yûsuf un Fazladan Kaldığı Süre:
1- Rüyaların Yorumunu Bilenler:
2- Rüya Îlk Yorumlandığı Şekilde Mi Çıkar?
1- Hükümdarın Rüyası Ve Tedbir:
2- Kâfirin Gördüğü Rüyanın Hükmü:
1- Yeryüzünün Hazineleri Üzerindeki Görev:
2- Hz. Yusuf un Görev Alması Île İlgili Görüşler Ve
Hükümler:
3- Bir Kimsenin Ehli Olduğu Bir Göreve Talib Olması:
4- İnsanın Sahip Olduğu Nitelikleriyle Kendisini
Tanıtması:
1- Taahhüdde Bulunmak Ve Söz Vermek:
1- Hz. Ya'kub Oğullarının Ayrı Kapılardan Mısır'a
Girmeleri:
2- Nazar Değmeye Karşı Korunma:
3- Müslüman Beğendiği Bir Şey Görürse:
4- Nazarı Değen Kişiden Ne Yapması İstenir?
5- Nazarı Değmekle Meşhur Olan Kimselere Karşı Alınacak
Tedbirler:
1- "Kefil (Zaîm)" Kelimesinin Anlamı:
4- Ödül Taahhüdü Olmaksızın Yapılan İşlerin Ücretini
İstemek:
7- Kefaletin Sahih Olduğu Yerler:
İslâm Şeriatının Getirdiği Hükümler ve Önceki Şeriatların
Hükümleri:
1- İlahi Takdir Ve Hileyi Şer'iyye:
2- Zekâta Tabi Olan Mallarda Yıl Geçme Şartı (Havelân-I
Havi) İle İlgili Çeşitli Hükümler:
2- Bilgiye Dayanarak Yapılan Şahitlik:
3- Yoldan Geçerken Görülen Ve Duyulanlara Dair Şahitlik:
4- Bir Kimsenin Muhtemel Olmayan Bir Hususa Dair
Şahitliği:
1- Doğru Söylediğinden Emin Olanın Tavrı:
2- Haklı Olan Kimselerin Haklarındaki Zanlan Bertaraf
Etmeleri:
2- Namazda Sağa Sola İltifat Etmek:
3- Hz. Ya'kub'un Kederinin Sebebi:
2- Kile İle Ölçenin Ücretini Kim Öder:
3- Karşılıklı İlişkilerde İstenen Ek Hizmetlerin Ücretini
Ödeyecek Taraf:
4- Allah'ın Lütfundan Dilemek:
2- Secde Vb. Saygı İfadeleri İle Çeşitli Selamlaşmalar:
3- İşaret Vb. Şekillerle Selamlaşma, Tokalaşma,
Kucaklaşma:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı
île
(Mekke'de İnmiştir, Yüzonbir
Âyettir)
Tamamıyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ve Katâde ise, dört âyet müstesna
Mekke'de inmiştir, derler.
Rivayete göre; yahudilerin, Rasûlullah (sav)a Yûsuf kıssasına dair soru
sormaları üzerine bu sûre inmiştir. İleride bu rivayet gelecektir.
Sa'd
b. Ebi Vakkâs da der ki: Kur'ân-ı Kerîm, Rasûlullah (sav)a indirildi. O da bir
süre onlara Kur'ân'ı okudu. Bize kıssa anlatsan, demeleri üzerine yüce
Allah'ın: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız" (Yûsuf, 12/3) buyruğu
nazil oldu. Yine Hz. Peygamber bir süre Kur'ân-ı Kerîm'i onlara okuyunca, bu
sefer de: Bize bazı şeyler anlatsan demeleri üzerine, yüce Allah: "Allah
sözün en güzelini... indirmiştir"(ez-Zümer, 39/23) buyruğunu indirdi.[1]
İlim adamları derler ki: Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerin
kıssalarını zikredip aynı anlamda fakat değişik şekillerde, belagat dereceleri
de birbirinden farklı lafızlar ile tekrarlamıştır. Hz. Yûsuf kıssasını ise
başka yerde tekrarlamamaktadır. O bakımdan Kur'ân'a muhalefet eden hiçbir kimse
ne tekrarlanana karşı çıkarak ona benzer örnek koyabildiler, ne de tekrarlanmayana
benzer örnek koyabildiler. Bunlar üzerinde dikkatle düşünen kimseler (ilâhî)
buyruklardaki i'cazı çok iyi anlar.[2]
1.
Elif, lâm, râ. Bunlar apaçık
kitabın âyetleridir.
"Elif, Lâm. Râ" buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. (Bundan sonra gelen) buradaki "Bunlar apaçık
Kitabın âyetleridir" ifadesi, mübtedâ ve haber takdirindedir.
“Elif,
lâm, Râ"nın sûrenin adı olduğu da söylenmiştir. Yani, bu "Elit tam,
Kâ" adındaki sûredir.
"Banlar apaçık Kitabın âyetleridir" buyruğundaki "apaçık
Kitab"dan kasıt apaçık Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani helâii ve haramı,
hadlerini, hükümlerini, hidayet ve bereketini açıklayan Kur'ân-ı Kerîm. Bir
diğer açıklamaya göre işte bunlar Tevrat'ta size vaadolunmuş bulunan
âyetlerdir, anlamındadır.[3]
2. Muhakkak Biz, onu anlayıp
düşüttesiniz diye Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.
Yüce Allah'ın. "Muhakkak Biz, onu... Arapça bir Kur'ân olarak
indirdik" buyruğunun: Biz Arapça bir Kur'ân indirdik, anlamında;
"Kur'ân ola-rak"ın hal olmak üzere nasbedîlmiş olması,
"Arapça" buyruğunun da "Kur'ân olarak" buyruğunun sıfatı
olması mümkündür. Bununla birlikte; Ben Zeyd'e uğradım (onu) salih bir adam
olarak (gördüm)," ifadesinde olduğu gibi, hal için bir hazırlık ifadesi
(tavtie) olması; "Arapça" kelimesinin hal olması da mümkündür. Yani
bu Kur'ân-ı Kerîm, ey Araplar sizin dilinizle gayet anlaşılır ve açık seçik
bir şekilde okunmaktadır, "Dul kadın ise kendi maksadını açıkça ifade
eder"[4]
hadisindeki "ifade eder" anlamını veren kelime de "Arab"
ile aynı kökten gelmektedir.
"Anlayıp düşünesiniz diye" buyruğu, onun manalarını bilesiniz,
içindeki buyrukları da kavrayastnız diye, demektir. Bazı Araplar; "
diye" ile birlikte a benzeterek da getirirler. deki "lam" te'kid
için fazladan getirilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Ey babamız, belki sen yahut olur ki sen..."
"Anlayıp düşünesiniz diye" buyruğunun, onu iyice düşünmeniz
umulur diye, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre şüphe ve tereddüt anlamı
ne Kitab, ne de yüce Allah ile ilgilidir; onlar ile ilgilidir.
"Onu... indirdik" buyruğunun Yûsuf'un haberini indirdik,
anlamında olduğu da söylenmiştir.
en-Nehhâs
der ki: Böyle bîr açıklama buyruğun anlamına daha uygun düşmektedir. Çünkü
rivayete göre yahuditer şöyle demişler: Ona Ya'kub'un çocuklarının Şam'dan,
Mısır'a niçin gittiklerini ve Yûsufun haberinin ne olduğunu sorunuz? Bunun
üzerine yüce Allah bu buyruğu Mekke'de iken Tevrat'a uygun olarak indirdi.
Üstelik burada onların bilmedikleri fazla açıklamalar da vardır. Peygamber
(sav)'in bir kitab okumadığı ve kitab okunan bîr yerde bulunmadığı halde-
onlara bu hususları haber vermesi, İsa (a.s)ın -ileride ona dair açıklamalarda
geleceği üzere- ölüleri diriltmesi gibi bir mucize olmuştu.[5]
3. Biz sana bu Kur'ân'ı
vahyctmekle en güzel kıssayı sana anlatacağız. Halbuki sen şüphesiz bundan
önce haberdar olmayanlardandın.
Yüce Allah'ın: "Biz sana... anlatacağız" buyruğu mübtedâ ve
haberdir, "En güzel kıssayı" anlamındaki ifade de mastar anlamında
olup, ifadenin takdiri: En güzel kıssayı anlattık, şeklindedir.
Kıssa anlatmak (diye anlam verilen: el-kasas), bir şeyin izinden gitmek,
izini takib etmektir. Yüce Allah'ın: "Anası, kızkardeşine: Git onu, izle
dedi." (el-Kasas, 28/11) buyruğu, onun izini takib et, anlamındadır.
"Kâss (kıssacı, kıssa anlatan)" İse izleri takib edip onların
durumunu bildiren kimse demektir. "En güzel" sıfatı ise kıssaya
değil, kıssa anlatmaya aittir. Çünkü: Filan kişi güzel bir şekilde anlattr,
denilirken onun sözü sıralaması ve anlatma şekli güzeldir, demektir.
Bir diğer görüşe göre buradaki "el-kasas" mastar olmayıp,
isim anlamındadır. " Umudumuz Allah'tandır" denilmesi gibi. Buna
göre ifadenin anlamı; Biz, sana en güzel haberi (kıssayı) bildireceğiz, demek
olur. Bu da; "Biz sana biı Kur'ân'ı vahyetmekle" bizim vahyedişimizle
olacaktır, demektir. Buna göre burada; fiil ile birlikte mastar (vahyetmek)
anlamındadır.
"Bu Kur'ân'ı" anlamındaki buyrukta ise "Kur'ân"
kelimesi "bu"nun sıfatı yahut onun bedeli ya da atf-ı beyanı olarak
nasbedilmiştir. el-Ferrâ ise "Kur'ân’ kelimesinin esreli okunmasını da
uygun görmekte ve şöyle demektedir: Bunun esreli okunması ("bu"
anlamındaki kelime ile birlikte ( ın) tekriri (bedeli) olarak esreli okunur.
Basrâhlara göre ise bu, Man bedel olmak üzere esrelidir. Ebu İshak da bir
mübtedâ takdiri ile merfu okunacağını caiz kabul etmektedir. Yani bir kimse
vahye dair soru sormuş da ona; "O, işte bu Kur'ân'dır" diye cevap
verilmiş gibidir.
"Halbuki sen şüphesiz bundan önce haberdar olmayanlardandın."
Yani sana bu bildirdiklerimizden haberdar olmayan kimselerden idin.[6]
İlim adamları diğer kıssalar arasında neden buna "kıssaların en
güzeli" adının verildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir
görüşe göre, bu ismin veriliş sebebi Kur'ân-ı Kerîm'de bu kıssanın ihtiva
ettiği ibret ve hükümleri ihtiva eden bir başka kıssa bulunmadığından
dolayıdır. Bu da bu sûrenin sonunda yer alan; "Andolsun tyi onların
kıssalarında olgun akıl sahihleri için bir ibret vardır" (Yûsuf, 12/111)
buyruğunda açıkça ifade edilmektedir.
Bir diğer görüşe göre buna "en güzel kıssa" adının veriliş
sebebi, Hz. Yûsuf'un kardeşlerini güzel bir şekilde affedip bağışlaması,
eziyetlerine sabredip katlanması, onlarla karşılaştıktan sonra da yapmış
olduklarını hatırlatmayarak onları affetmesi, onları af edişındeki keremidir.
O kadar ki onlara: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" (Yûsuf',
12/92) demişti.
Bir diğer görüşe göre buna sebep bu sûrede peygamberlerin, salihlerin,
meleklerin, şeytanların, cinlerin, insaniarın, hayvanların, kuşlann, hükümdarların
ve yönettikleri kimselerin davranışlarının, tüccar, iîim adamları ve cahillerin,
erkeklerin, kadınlann, kadınların hile ve tuzaklarının söz konusu edilmesidir.
Yine bu sûrede tevhjd, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muaşeret, geçim
idaresi (iktisadi hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı
hususların bulunmasıdır.
Bir başka açıklamaya göre sebep, bu sûrede sevenin, sevilenin ve bunların
imledikleri yolların söz konusu edilmesidir.
Bir başka açıklamaya göre buradaki "engüzel" ifadesi "en
şaşırtıcı, en hayret verici" anlamındadır.
Kimi
Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olmasının
sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etme sidir.
Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hükümdarın
da Hz. Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekih de bağlandığı
da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine
şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlikte bulunan kişi de
böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir.[7]
4. Hani Yûsuf, babasına şöyle
demişti: "Babacığım! Rüyamda on-bir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm
ki onlar bana secde ediyorlardı;"
Yüce Allah'ın: "Hani Yûsuf... şöyle demişti" buyruğundaki;
"Hani" zarf olarak nasb mahallindedir. Sen onlara Yûsuf'un... dediği
zamanı hatırlat, demektir.
Genel olarak "Yûsuf" kelimesinin "sin" harfi ötreli
okunmuştur. Ancak Tal-ha b. Musarrif bu kelimeyi hemzeli ve "sin"
harfini esreli olarak; Yu'sif şeklinde okumuştur. Ebu Zeyd hemzeli ve
"sin" harfi üstün olarak; "Yu'sep diye bir okuyuşu da
nakletmektedir. Bu ismin munsarıf olmayışı, Arapça olmadığından dolayıdır.
Bunun Arapça olduğu da söylenmiştir. Ebu'l-Hasen el-Akta'a -hakim birisi idi-
Yûsuf hakkında soru sorulmuş, kendisi de şöyle demişti: Sözlükte "esef'
üzüntü demektir. "Esîf" ise köle demektir. Bu iki özellik de
"Yûsuf'da vardı. Bundan dolayı ona "Yûsuf" adı verilmiştir.
"Babasına... babacığım" buyruğundaki; "Babacığım"
kelimesinin "te" harfi Ebu Amr, Âsim, Nafi', Hamza ve el-Kisaî
tarafından esreli olarak okunmuştur. Basralı'tara göre bu harf te'nis alameti
olup izafet "ya"sından bedel olarak yalnızca nidada "baba"
anlamındaki sonuna getirilir. Diğer taraftan müenneslik alâmeti olan
(yuvarlak) "te" müzekker isme de bitişerek mesela;" Çokça nikâh
yapan adam ve çokça alay eden adam" denilir.
en-Nehhâs der ki: "Te" harfi esreli olarak;
"Babacığım" denilecek olursa Sîbeveyh'e göre buradaki "te"
izafet "ya"sından bedeldir. Onun bu görüşüne göre ise bu kelimede vakıf
yapılacak olursa "he" sesi ile vakıf yapılır. Onun bu görüşüne dair
bir takım delilleri vardır. Bir delil şudur: Bir kimsenin; "
Babacığım" demesi ın anlamım verir. Buna karşılık ise ancak marife
(belirli isim)de kullanılır ve; babacığım bana geldi (anlamında); denilmez;
Araplar bunu ancak özel olarak nidada kullamrlar. Yine denilmez. Çünkü buradaki
"te" zaten "ya"den bedeldir. O bakımdan her ikisi bir arada
getirilmez.
el-Ferrâ'nin iddiasına göre İse "te" harfi esreli olarak;
" Babacığım" denilecek olursa bu sadece sonda "ya"dan bedel
olduğuna delildir, başka bir şeyi göstermez. Çünkü "ya" harfinin
telaffuzu niyet olarak vardır. Ebu İshak ise bunun yanlış olduğunu iddia
etmiştir. Doğrusu da onun söylediğidir. "Ya" harfinin söylenmesi
niyet olarak nasıl var olabilir ki? Çünkü hiçbir şekilde; Babacığım (anlamında
"ya"li olarak) denilmez.
Ebu Ca'fer, el-A'rec ve Abdullah b. Âmir ise "te" harfini
üstün olarak; diye okumuşlardır. Basralılar derler ki: Bu şekilde okuyanlar
"ya" harfi ile kastederler.
Bundan sonra "ya" harfi "elife ibdal edilerek; şeklini almıştır.
Daha sonra "elif te hazfedilerek, "te" harfi üstün kalmıştır.
Bir diğer açıklamaya göre asıl esreli iken daha sonra esre yerine
fetlıa getirilmiştir. Tıpkı "ya'dan bedel "elifin getirilmesi suretiyle;
"Ey kölem gel" demek gibidir.
el-Ferrâ ise "te" harfi ötreli olarak; demeyi caiz
görmektedir.
"Rüyamda onbir yıldızı, gördüm." Bana onbir kişi geldi ve ben onbir kişi
gördüm, onbir kişiye uğradım" denileceği hususunda nalıivciler arasında
görüş ayrılığı yoktur. Onüç ve ondokuz ile aralarındaki sayılar da böyledir.[8]
Araplar böylelikle bu İki ismi tek bir isim kabul ederek, harekelerin en hafifi
ile bunlara i'rab vermişlerdir.
es-Süheylı der ki: Bu yıldızların isimleri müsned bir rivayet ile
zikredilmektedir. Bunu da el-Hâris b. Ebî Üsâme rivayet ederek şöyle demiştir:
Kitab ehlinden bir kişi olan- Büstane gelip Peygamber (sav)e Yûsuf (a.s)m
gördüğü onbir yıldıza dair soru sordu. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu:
"el-Haresan, et-Tarık, ez-Zeyyâl, Kâbis, el-Musabbih, ed-Darûh,
Zü'l-Kenefât, Zü'1-Kara', el-Felîk, Vessâb ve el-Amûdan'ı Yûsuf (as)ı kendisine
secde ederlerken gördü.[9]
O İbn Abbas ve Katâde derler ki: Yıldızlar Hz. YûsuPun kardeşleri,
güneş annesi, ay da onun babası (demek)dir.
Yine Katâde der ki: Güneşten kasıt onun teyzesidir. Çünkü annesi vefat
etmişti. Teyzesi de babasının nikâhı altında bulunuyordu.
"Gördüm
ki onlar" ifadesi ise te'kiddir. Hz Yûsuf un; "Gördüm ki onlar bana
secde ediyorlardı" ifadesinde çoğul müzekker olarak gelmiştir, el-Halîl ve
Şibeveyh'in görüşüne göre Hz. Yûsuf bu eşyaya itaat ve secde ettiklerini haber
verdiğinden -ve bunlar da akıl sahibi varlıkların fiillerinden olduğundan
dolayı bu varlıklar hakkında aklı eren varlıklar gibi haber vermiştir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Onları sana bakar
görürsün" (el-A'raf, 7/198) buyruğunu açıklarken geçmiş bulunmaktadır.
Araplar da aklı ermeyen varlıkları eğer aklı eren varlıklar seviyesinde söz
konusu edecek olurlarsa, -asıl kaidenin dışına çıkarak aklı eren varhkmış gibi
çoğul yaparlar.[10]
5. Dedi ki: "Oğulcağızım!
Rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan
insanın apaçık bir düşmanıdır."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[11]
"Sonra sana bir tuzak kurarlar" yani seni öldürmek için bir
hileye, bir yola başvururlar. Zira rüyanın te'vili gayet açıktır. Belki şeytan
onları, o takdirde sana bir suikast düzenlemeye İtebilir. Buyruktaki; "
Sana" lafzın-daki "lam" harfi le'kid içindir.
Nitekim ileride gelecek olan; "Eğer rüya yorumunu
biliyorsanız" (Yûsuf', 12/43.) buyruğundakt gibidir.[12]
Rüya şerefli bir hal, üstün bir makamdır. Peygamber (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Benden sonra müjdeci şeylerden salih kimsenin gördüğü
yahut kendisine gösterilen sadık ve salih rüyadan başka bir şey
kalmamıştır."[13]
Bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rüyası en doğru kişi,
sözü en doğru olandır.[14]
Peygamber (sav) de rüyanın nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğuna
hükmetmiştir.[15]
"Peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölüm" olduğu da rivayet
edilmiştir.[16]
İbn Abbas (r.a)ın rivayet ettiği hadiste ise "Peygamberliğin kırk
bölümünden bir bölüm" diye belirtilmiştir.[17]
İbn Ömer'in rivayet ettiği hadiste: "Kırk-dokuz bölümünden bir bölüm"[18]
Hz. Abbas yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin elli bölümünden bir
bölüm"[19] Enes
yoluyla gelen hadiste: "Yirmi-altı bölümünden bir bölüm"[20]
Ubade b. es-Samît yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin kırkdört
bölümünden bir bölüm"[21]
diye rivayet edilmiştir.
Ancak
bunlar arasında sahih olan ktrkaltı bölümünden bir bölüm olduğu şeklindeki
rivayettir. Sıhhat itibariyle bundan sonraki rivayet ise yetmiş bölümünden bir
bölüm şeklindeki rivayettir. Müslim, Salıih'inde bu iki hadisin dışındakiler
rivayet etmemiştir. Diğer hadisleri ise başka hadis âlimleri naketmişlerdir. Bu
açıklama İbn Battal'a aittir.
Ebu Abdullah el-Mazerî der ki: Hadis elılince daha çok rivayet edilen
ve daha sahih kabul edilen: "Kırkaltı bölümünden bir bölüm"
şeklindeki rivayettir.
Taberî der ki: Doğrusu şunu söylemektir: Bu hadislerin hepsi veya çoğunluğu
sahihtir ve bu hadislerin herbirisinin makul bir açıklaması vardır. Mesela Hz.
Peygamber'in; "O, peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölümdür"
şeklindeki buyruğu şu demektir: Bu salih ve sadık bütün rüyalar hakkında genel
bir ifadedir ve hangi dummda olursa olsun, rüya gören her müs-lüman hakkında
söz konusudur.
"Rüyanın
kırk veya kırkaltı bölümden bir bölüm" olduğunu belirten hadise gelince,
o bununla rüyayı gören kişinin, es-Sıddık Ebu Bekir hakkında sözü
edilen,durumda olan kişiyi kastetmektedir. Buna göre aşın soğukta bile
ab-destini iyice alan ve hoşuna gitmeyen hususlarda Allah yolunda sabreden, bir
namazı kıldıktan sonra diğerini bekleyen bir kimsenin gördüğü salih rüya, -yüce
Allah'ın izniyie- peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür.
Kimin
de bizatihi durumu bunun arasında bir yerde ise onun göreceği sadık rüya da bu
iki bölüm arasında değişir. Yani kırk bölümden birinden, altmış bölümden birisine
kadar- ki sınırlar arasında gider gelir ve yetmiş bölümden birinden daha
aşağıya düşmez, kırk bölümden bir bölüm olmaktan yukarıya da çıkmaz.
Ebu
Ömer b. Abdi'l-Berr de bu manaya işaret ederek şöyle demektedir: Rüyanın
bölümleri ile ilgili bu husustaki rivayetlerin farklılığı, bana göre birbirine
zıt ve biri diğerini reddeden bir ayrılık değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.- Çünkü salth bir rüya, gören kimsenin durumuna, doğru sözlülüğüne,
emaneti edaya, sağlam bir dine ve güzel bir yakîne sahib oluşuna göre
değişebilir. İnsanların belirttiğimiz bu niteliklerdeki farklılığına göre
onların gördükleri rüyalar da muhtelif sayılardaki bölümlerden birisi olabilir.
Rab-bine ibadette, niyetinde, yakîninde ve doğru sözlülüğünde ihlaslı ve samimi
olan bir kimsenin gördüğü rüya, dalıa doğru çıkar ve nübüvvetin bildirdiklerine
daha yakındır. Nitekim peygamberler de birbirlerinden daha faziletlidirler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, peygamberlerin kimini
kiminden üstün kılmıştzdır." (el-İsra, 17/55)
Derim
ki: Böyle bir açıklama değişik hadisleri bir arada telif edebilmektedir ve
böyle bir açıklama, onların bir bölümünü yorumlarken diğer bir bölümünü bir
kenara atmaktan daha uygundur. Bunu da Ebu Said el-Esfakusî (Sefakısî) bazı
ilim ehlinden naklederek şöyle demektedir: Hz. Peygam-ber'in:
"Peygamberliğin kırkaltı bölümünden bir bölüm" ifadesinin anlamı şudur:
Şanı yüce Allah, Muhammed (sav.)e peygamber olarak -İkrime ve Amr b. Dinar'ın,
İbn Ab bas (r.a)dan rivayetlerine göre- yirmrüç yıl vahiy indirmiştir. İşte
biz (Hz. Peygamber'in nübüvvetten önce gördüğü sadık rüya dönemi olan) altı
aylık sürenin yirmiüç yıla oranını tesbit edecek olursak, bunun kırkaltı
bölümden bir bölüm olduğunu görürüz. İşte el-Mazerî de "et-Mu'lim"
adlı eserinde buna İşaret etmiş, el-Konevî[22]
de Yunus Sûresi'nin tefsirinde yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında
da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğunu tefsiri sırasında bu görüşü
tercih etmiştir.
Ancak bu görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi Ebu Seleme'nin İbn Abbas
ve Hz. Aişe'den; vahyin yirmi yıllık süre devam ettiği, Peygamber (sav)in de
kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilip Mekke'de on yi! kaldığına dair
rivayetidir. Bu aynı zamanda Urve, eş-Şa'bî, İbn Şilıab, el-Hasen, Atâ el-Horasanî
ve Said el-Museyyeb'in -bu konuda ondan farklı rivayet de gelmiştir- kabul
ettikleri görüştür. Aynı zamanda Rabia ve Ebu Galib'in, Enes'ten rivayeti de
budur. Bu hadis sabit ise o takdirde böyle bir yorum da yanlış demektir,
2- Farklı bölümler olduğunu
belirten diğer hadislerin bir anlam ifade etmesi söz konusu olamaz.[23]
Rüyanın peygamberlikten bir bölüm olmasının sebebi rüyada uçmak, cisimlerin
değişmesi, gayb ilminden bazı şeylere muttali' olmak gibi imkansız ve beşeri
âciz bırakan hususların olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde
şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlik müjdeieyicilerinden geriye uykudaki
sadık rüyadan başka bir şey kalmadı."[24]
Özetle sadık rüya Allah'tandır ve peygamberliktendir. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır: "İyi rüya Allah'tandır, hulm (kötü rüya) da şeytandandır.
"[25]
Sadık rüyayı tasdik etmek haktır, onu güzel bir şekilde tevil etmelidir. Hatta
kimi rüyaların te'vile (yoruma) dahi ihtiyacı olmaz. Bu gibi rüyalarda
mü'minin imanını arttıracak türden yüce Allah'ın harikulade takdir ve lütufları
da vardır. Bu konuda rey ve eser ehlinden olup din ve hak ehli kimseler
arasında görüş aynlığı yoktur, rüyayı ancak inkarcılar ile Mutezile'den çok az
bir kesim reddetmektedir.[26]
Sadık rüya peygamberlikten bir bölüm olduğuna göre kâfir, yalancı ve
hakkı batıla karıştıran kimse sadık rüya görmeye nasıi ehil olabilir? Üstelik
kimi kâfirler ile öyle olmamakla birlikte dininden razı olunmayan başka kimseler,
gerçekten sadık ve doğru rüyalar görmüşlerdir. Mesela (Yûsuf Sûresi'nde sözü
edilen) ve yedi inek gören hükümdar, (Hz. Yûsuf ile birlikte) hapishanedeki
iki gencin rüyası, Danyal'ın, hükümdarlığının elinden gideceği şeklinde
yorumladığı Buhtu Nassar'ın rüyası, Peygamber (sav)in ortaya çıkışına dair
Kisrâ'nın rüyası, Rasûlullah (sav)ın halası Atike'nin kâfir iken Hz. Peygamber
hakkında gördüğü rüya. Diğer taraftan Buhârî'nin "hapistekilerin
rüyası"[27] diye
başlık açmasına dair ne söyleriz? diye sorulacak olursa, cevabımız şudur:
Kâfir, facir, fasık ve yalancıların kimi zaman rüyaları doğru çıksa
bile ofı-ların bu rüyalarının vahiy ya da nübüvvetten bir bölüm olması söz
konusu değildir. Zira gaybe dair söylediği bir sözde doğru söyleyen her kişinin
verdiği bu haberi nübüvvet olamaz. Nitekim En'âm Sûresi'nde de (6/59. âyet, 2.
başlıkta) kâhin ve benzeri diğer kimselerin bazen hak bir sözü haber verip
bunda doğru söyleyebileceğine dair açıklamalar geçmişti. Ancak bu durum son
derece nadir ve az görülen bir durumdur, İşte böylelerinin rüyası da bu
kabildendir.
el-Mühelleb derki: Buhârî'nin böyle bir başlık kullanması, müşriklerin
rüyasının da sadık (doğru çıkan) bir rüya olmasının mümkün olduğuna işaret
etmek içindir Nitekim hapishanedeki iki gencin rüyası da bu şekilde idi. Ancak
böyle bir rüyanın mü'minin rüyasının izafe edildiği gibi nübüvvete izafe
edilmesi caiz değildir. Zira doğru bir şekilde te'vil edilebilen herbir rüyanın
nübüvvetten bir bölüm kabul edilmesi doğru olamaz.[28]
Yüce Allah'a izafe olunan (Allah tarafından gösterilen) rüya, her türlü
karışıklıktan ve vehimden arınmış ve te'vili (yorumu) J,evh-i Mahfuz'dakine uygun
düşen rüya demektir. Karmakarışık haberler ihtiva eden tevili kolay kolay
mümkün olmayan rüyalara da "hulm" denilir ki, şeytana İzafe olunan rüya
budur. Bu rüyaya karmakarışık (dığs) adının veriliş sebebi, bunda birbiriyle
çelişen şeyler olduğundan dolayıdır. el-Mühelleb de bu anlamda açıklamıştır.
Rasûlullah (sav) da rüyayı bu konuda söz söylemiş herhangi bir kimsenin
açıklamasına gerek bırakmayacak şekilde kısımlara ayırmıştır. Avf b, Mâlik
(r.a), Rasûlullah (sav) şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rüya üç türlüdür.
Bunlardan birisi şeytanın Adem oğlunu kederlendirmesi için gösterdiği dehşetli
şeylerdir. Bir bölümü ise mü'minin uyanıkken üzülüp ihtimam gösterdiği ve
uykusunda gördüğü şeylerdir. Bir bölümü de nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir
bölümdür." (Hadisi Avf b. Malik'ten rivayet eden Ebu Abdullah Müslim b.
Mişkem) dedi ki: Ben: Sen bunu Rasûlullah (sav)tan mı İşittin? dedim. O da:
Evet ben bunu Rasûlullah (sav)dan işittim,
[29]dedi.[30]
"Dedi ki: Öğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma..."
âyetinde geçen "rüya" kelimesi; " Uykuda gördü" kelimesinin mastarı oiup
"sükyâ Ve büşrâ" kelimeleri gibi "fu'tâ" vezninde bir
kelimedir. Sonundaki "elif’’ te'nis için olduğundan dolayı munsanf bir
kelime değildir.
İlim adamları rüyanın gerçek mahiyeti hususunda farkh görüşlere sahiptirler.
Rüyanın herhangi bir afetin (olumsuz etkenin) söz konusu olmadığı cüzlerdeki
derin uyku vb. gibi bir idrâk olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı rüya
çoğunlukla -uyku baskınlığının az olması, dolayısıyla- gecenin sonunda görülür.
Yüce Allah rüya görene yeniden hasıl olan bir bilgi halkeder. İdrâkin sahih
olabilmesi için de o gördüğü şeyi, gördüğü şekilde onun için halkeder.
İbnu'l-Arabî der ki: Uykuda ancak uyanıkken idrâk edilmesi salıilı olan şeyler
görülür. Bundan dolayı rüyada hiçbir şekilde hem ayakta, hem oturan bir kişi
görmez. Ancak olması mümkün ve mutad olan şeyler görebilir.
Denildiğine göre yüce Allah'ın uyuyan kimsenin idrâk mahalline görülen
şeyleri sunduğu bir meleği vardır. Bu melek rüya görene hissedilebilen suretler
gösterir. Bu suretler kimi zaman varlık aleminde meydana gelen uygun misaller
olur, kimi zaman da hissedilemeyen, akıl ile idrâk olunabilen bir takım manevi
şeyler olur. Her iki durumda da rüya ya müjdeleyici veya (korkutup) uyarıcı
olur. Peygamber (sav), Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında yer
alan bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Rüyamda siyah saçları karmakarışık
bir kadının Medine'den Mehyâa (Şamlıların ihrama girme yeri olan el-Cuhre'nin
diğer adı) çıktığını gördüm ve ben bunu humma diye yorumladı m. "[31]
Yine bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben kılıcımın da ön
tarafının koptuğunu ve bazı İneklerin de boğazlandığını gördüm. Bunları Ehl-i
beytimden birisinin öldürüleceği şeklinde te'vil ettim. İnekleri ise ashabımdan
öldürülecek kimseler olarak yorumladım."[32]
"Ve ben elimi oldukça sağlam bir zırha soktuğumu gördüm, onu da Medine
diye yorumladım."[33]
"Elimde iki bilezik olduğunu gördüm. Bunları da benden sonra çıkacak iki
yalancı (peygamber) olarak yorumladım."[34]
Ve buna benzer bir takım misallerin verildiği başka rüyalar. Bunların
kimisinin manası (yorumu) öncelikte çabucak bilinir, anlaşılır. Kimisinin İse
yorumu ancak belli bir süre düşündükten sonra anlaşılır. Yûsuf (a.s) zamanında
ise bilinen kişinin rüyasında gördüğü inekleri Hz. Yûsuf "yıllar"
diye yorumlamıştı. Onbir yıldızı, güneşi ve ayı da (babası) kardeşleri ve
ebeveyni diye yorumlamıştı.[35]
Yûsuf (a.s) rüyasını gördüğünde küçük bir çocuktu. Çocuğun fiilinin hükmü
yoktur, O halde nasıl belli bir hüküm ifade eden bir rüyası olur ve hatta
babası ona: "Rüyanı kardeşlerine anlatma" der, diye sorulursa cevab
şudur: Rüya önceden de açıkladığımız gibi bir hakikati idrâk etmektir, dolayıst
ile küçük çocuğun gördüğü rüya, uyanıkken onun gerçek idrâki gibidir. Çocuk
gördüğü bir şeyi haber verirse bu sözünde doğru söylediğine göre, rüyada
gördüğü şeyi bildirmesi de böyledir, Şanı yüce Allah, Hz. Yûsuf'un rüyasını
bize bildirmiş ve aynen gördüğü gibi rüyasının da gerçekleştiğini haber
vermiştir. Bu konuda ileri sürülebilecek bir itiraz olamaz. Hz. Yûsuf'un o
sırada oniki yaşında olduğu da rivayet edilmiştir.[36]
Bu âyet-i kerîme, rüyanın şefkatli olmayan, samimi olarak kişinin
iyiliğini istemeyen ve rüyayı doğru dürüst yorumlayamayan kimselere anlatılamayacağı
hususunda asıl bir delildir. Ebu Rezîn el-Ukaylî'nin rivayetine göre Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: "Rüya peygamberliğin kırk bölümünden bir
bölümdür."[37]
"Rüya o rüyayı gören kişi, onu anlatmadığı sürece bir kuşun kanadına
asılıdır. O rüyayı anlattı mı ordan düşer. O bakımdan rüyanızı ancak aklı
başında bir kimseye yahut (sizi) sevene veya (size) karşı (samimi olana)
anlatınız." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup hakkında; Hadis hasen,
sahihtir, demiştir. Ebu Rezîn'in adı ise Lakît b. Âmir'dir.[38]
İmam Malik'e şöyle soruldu: Herkes rüyayı yorumlayabilir mi? O: Peygamberlik
ile mi oynanacak, diye cevap verdi. Yine Malik şöyle demektedir: Rüyayı ancak
rüya yorumunu iyi bilen bir kimse yorumlayabilir. Eğer o görüşüne göre hayır
bir şey bilirse onu bildirsin, hoşlanılmayan bir şey olduğu görüşüne sahib
olursa ya hayır söylesin yahut sussun. Bu sefer: Peki, rüya ona göre hoş
olmayan bir yoruma delalet ediyorsa? "Rüya onun yorumuna göre çıkar"
denildiğinden ötürü yine hayra göre mi yorumlayacak? sorusuna da: Hayır diye
cevab verdikten sonra şunları ekler: Rüya peygamberlikten bir bölümdür,
peygamberlikle oynanamaz.[39]
Bu âyet-i kerîmede müslüman bir kimsenin, müslüman bîr kardeşini,
hakkında korktuğu şeyden sakındırmasının mubah olduğuna ve bunun gıybetin
kapsamına girmediğine delil vardır. Çünkü Ya'kub (a.s), Hz. Yûsuf'u rüyasını
kardeşlerine anlatmaktan sakındırmış, ona bir kötülük yapabilecekleri
konusunda uyarmıştır.
Yine bu âyet-i kerîmede kıskançlık, hile ve tuzak şeklinde zarar vereceğinden
korkulan kimselerin huzurunda nimeti açığa vurmaktan vazgeçmenin caiz olduğuna
da delil vardır. Nitekim Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur:
"İhtiyaçlarınızın başarıya ulaşmasını sağlamak için gizliliğin yardımını
alınız. Çünkü herbir nimet sahibi kıskanılır. "[40]
Yine bu âyet-i kerîmede Hz. Ya'kub'un rüya yorumunu çok iyi bildiğine
açık bir delil vardır. Çünkü Hz. Ya'kub -bu hususta kendisi herhangi bir şeye
aldırmaksızın- Hz. Yûsuf'un kardeşlerine üstün geleceğini bilmişti. Çünkü kişi
oğlunun kendisinden daha hayırlı olmasını arzu eder, fakat kardeş aynı şeyi
kardeşi için istemez. Yine bu, Hz. Ya'kub'un oğullarının Hz. Yûsuf u
kıskandıklarını ve ona karşı içlerinde buğz beslediklerini farketmiş olduğunu
göstermektedir. O bakımdan Hz. Yûsuf’a rüyasını bu rüyanın kalplerine yer
ederek onu öldürmek İçin bir hileye başvuracaklarından korktuğu için
kardeşlerine anlatmamasını söylemişti. Hem bundan, hem de onların Hz. Yûsuf a
yaptıklarından, kardeşlerinin o sırada henüz peygamber olmadıklarının delili
vardır.
Taberî'nin, İbn Zeyd'e mektubunda ise bunların peygamber oldukları
nakledilmektedir. Ancak peygamberlerin dünyevî sebepler dolayısıyla kıskançlık,
babalarına karşı gelmeleri, mü'mini ölüme maruz bırakmak, onu öldürmek için
komplo hazırlamak gibi hususlardan uzak ve masum olduklarına dair kat'î hüküm
bu görüşü reddetmektedir. Kardeşlerinin o sırada peygamber olduklarını
söyleyenlerin görüşleri önemsenemez. Bununla birlikte aklen herhangi bir
peygamberin yanılması imkansız değildir. Şu kadar var ki böyle bir yanılma
(kabul edilirse) pek çok büyük günahı bir arada toplamaktadır. Müslümanlar ise
peygamberlerin büyük günahtan korunmuş (masum) olduklarını ıcma ile kabul
etmişlerdir. Ancak daha önceden de geçtiği gibi ve ileride de geleceği üzere
küçük günahlar konusunda farklı görüşleri vardır.[41]
Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah
(sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Peygamberlikten ancak mübeşşirât
(müjdeleyiciler) kalmış bulunuyor." Mübeşşirat nedir? diye sormaları
üzerine, Hz. Peygamber: "Salih rüyadır." diye buyurdu.[42]
Bu hadis-i şerifin zahiri, rüyanın mutlak olarak müjde olduğuna delil
ise de durum esası itibariyle böyle değildir. Çünkü sadık rüya, bazen yüce Allah
tarafından bir uyarıcı olabilir ve o rüyayı göreni hiç de sevindirmeyebilir.
Ancak yüce Allah'ın böyle bir rüyayı mü'mine göstermesi ona bir şefkat ve
rahmetinin bir tecellisidir. Böylelikle mü'min gerçekleşmeden önce başına
gelecek belaya hazırlanmış olsun. Şayet kendisi bunu anlayıp kendi kendisine
yorumlayabilirse mesele yok. Aksi takdirde bu konuda ehü olan kimseye yorumunu
sorup öğrenebilir.
İmam Şafiî de Mısır'da bulunduğu sırada Ahmed b. Hanbel'in mihnetine
delalet eden bir rüya görmüştü. Buna hazırlanması için o da gördüğü bu rüyayı
yazarak haber vermişti. Dalia önce Yûnus Sûresi'nde de yüce Allah'ın: "Onlar
için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğunda
bunun.salih (doğru çıkan) rüya olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
İşte bu ve Buhârî'nin rivayet ettiği bu hadis, çoğunlukla (salih rüyanın)
müjdeleyici olduğu anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]
Buhârî, Ebu Seleme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ben bir rüya görür
ve gördüğüm bu rüya beni hasta ederdi. Nihayet Ebu Katâde'yi şöyle derken dinledim:
Ben de bir rüya görür ye bu beni hasta ederdi. Nihayet Rasûluilah (sav)ı şöyle
buyururken dinledim: "Güzel rüya Allah'tandır. O bakımdan sizden herhangi
bir kimse sevdiği (hoşlandığı) bir rüya görürse bunu ancak sevdiği kimselere
anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse şerrinden Allah'a sığınsın ve üç
defa (sol tarafına) tükürür gibi yapsın ve hiç kimseye de o rüyasını anlatmasın.
Ona asla (o rüyada belirtilen) zarar dokunmayacaktır."[44]
İlim adamlarımız derler ki: Allah bu gibi rüyalardan kendisine
sığınmayı (istiâze) rüyanın eziyetini kaldıran sebepler arasında takdir
etmiştir. Nitekim Ebu Katâde'nin: Ben bir rüya görürdüm ve gördüğüm bu rüya
benim için dağdan daha ağır gelirdi. Bu hadisi işitince bu sefer onu hiçbir
şey saymamaya başladım, şeklindeki sözleri bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim,
Hz. Cabîr yoluyla gelen rivayetinde Rasûluilah (sav)ın şu buyruğunu da
kaydeder: "Sizden herhangi bîr kimse hoşuna gitmeyen bir rüya görecek
olursa, sol tarafına üç defa tükürsün ve üç defa da şeytandan Allah'a sığınsın
ve uyuduğu yanından öbür yanına dönsün.[45]
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste de Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyecek bir rüya görürse, kalksın ve
namaz kılsın, "[46]
İlim adamlarımız der ki: Bütün bunlar arasında tearuz (çatışma) yoktur.
Bu gibi durumda asıl emir kişinin uyuduğu yanını çevirmesi, öbür yana dönmesidir.
Namaz
ise bundan fazla bir emirdir. Buna göre rüya gören bir kimsenin bunların
hepsini yapması gerekir. Namaza kalkmak ise bunların hepsini kapsar. Çünkü
namaz kılmak bütün bu hususları kapsar. Zira bir kimse namaza kalkacak olursa,
yatmakta olduğu yanını değiştirmiş olur. Ağzına su alıp, mazmaza yaparsa
tükürmüş olur. Namaza durduğu vakit, Allah'a sığınmış, dua etmiş ve Allah'tan o
rüyanın şerrinden kendisini koruması için yalvarıp ya-karmış olur ki, bu hal
kişinin duasının kabule en yakın olduğu haldir ki, bu da gecenin seher
vaktidir.[47]
6. "Rabbİn seni böylece
beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini daha önce
ataların İbrahim ve İshak'a tamamladığı gibi sana ve Yakub oğullarına da
tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir."
"Rabbin seni böylece beğenip seçecek" buyruğundaki; "
Böylece" lafzındaki "kef" harfi nasb mahallindedir. Çünkü
hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Aynı şekilde "nimetini daha önce
atalarına... tamamladığı gibi" anlamındaki buyrukta yer alan: "
Gibi" lafzındaki "kep de böyledir. ise kâffe (önceki âmilin amelini
önleyen edat tır.
"Böylece" nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah rüya
ile sana lütufta bulunduğu gibi aynı şekilde seni beğenip seçecek ve bu rüyayı
gerçekleştirmek suretiyle sana ihsanda bulunacaktır.
Mukatil: Sana (kardeşlerinin) secde etmesiyle (seni seçecektir);
el-Hasen ise peygamberlikle seçecektir diye açıklamışlardır.
Beğenip, seçmek" seçilen kimse için üstün işleri seçmek demektir.
Bu kelimenin aslı bir şeyi tahsil ettim, ele geçirdjm anlamına gelen; den
gelmektedir. " Suyu havuzda topladım" ifadesi de buradan gelmektedir.
Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.
Bu buyruk yüce Allah tarafından Yûsuf (a.s)a bir övgüdür. Allah'ın kendisine
ihsan etmiş olduğu nimetler arasında da bir nimet olarak bunu saymaktadır.
Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler ise yeryüzünde ona imkân ve iktidar
vermesi, rüyaların yorumunu öğretmesi gibi hususlardır. Bütün bunların ise
gerçekleşen rüyanın kapsamında olduğu da ittifakla kabul edilmiştir.
Abdullah b. Şeddad b. el-Hâd der ki: Yûsuf (a.s)ın rüyasının yorumu
kırk yıl sonra gerçekleşti. Bu da rüyanın (gerçekleşmesinin) son sınırıdır. Hz.
Ya'kub "ehâdîs" ile insanların rüyada gördükleri şeyleri
kastetmiştir. Bu da onun bir mucizesîdir. Çünkü onun bu yorumunda hiçbir hata
söz konusu olmamıştı.
Hz. Yûsuf rüya yorumunu insanlar arasında en iyi bilen kişi idi. Bizim
Peygamberimiz (sav) da bu durumda idi. es-Siddîk (Ebu Bekir r.a) da insanlar
arasında en başarılı rüya tabiri yapan kimse idi. İbn Şîrîn de rüya yorumunda
oldukça ileri gitmiş, hem tabiatı itibariyle bu konuda mesafe almıştı, hem de
güzel şekilde rüya yorumunu yapabiliyordu. İlim adamlarının belirttiklerine
göre Said b. el-Müseyyeb de ona yakın idi.
Yüce Allah'ın: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek"
buyruğu, geçmiş ümmetlerin durumları, geçmişteki kitablar ve tevhidin
delillerini öğretecek diye de açıklanmıştır. Bu ise peygamberliğe işarettir ve
yüce Allah'ın: "Nimetini... sana da tamamlayacaktır" buyruğu ile
kastedilen de budur; buradaki nimet peygamberliktir. "Bu nimetin
tamamlanması "mn kardeşlerinin yanına getirilmesidir, diye açıklandığı
gibi; senin hoşa gitmeyen herşey-den kurtarılmandır, diye de açıklanmıştır.
"Nimetini
daha önce ataların İbrahim" e dost edinmek ve onu ateşten kurtarmak
suretiyle "ve İshak'a" peygamberlik vermek suretiyle "tamamladığı
gibi, sana... da tamamlayacaktır." Hz. İshak'ın nimetinin boğazlanmaktan
kurtarılması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İkrime'ye aittir. Yüce Allah:
"Ve Ya'kub oğullarına" buyruğu ile Hz. Ya'kub'un oğullarının tümüne
peygamberlik vereceğini de bildirmiştir. Bu açıklamayı da müfessirlerden bir
topluluk ifade etmişlerdir.
"Şüphesiz ki Kabbin" sana verdiği "herşeyl
bilendir," Sana bütün yaptıklarında "hüküm ve hikmet
sahibidir,"[48]
7. Andolsıın ki Yûsuf un ve
kardeşlerinin durumunda soranlar İçin nice İbretler vardır.
8. Hani onlar şöyle
demişlerdi: "Doğrusu biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde babamızın
nezdinde Yusuf ile kardeşi bizden daha sevgilidir. Babamız herhalde apaçık bir
hata İçindedir.
9. "Yûsuf u öldürün yahut
onu bir yere atıverin. Babanızın yüzü yalnız size yönelsin. Bundan sonra da
salih bir topluluk olursunuz."
"Andolsun kî Yûsuf un ve kardeşlerinin durumunda soranlar için nice
ibretler vardır" buyruğu ile onların durumlarının ne olduğunu soranları
kastetmektedir.
Mekke'ltler;
"İbretler" kelimesini tekil olarak; "Bir ibret" diye okumuşlardır.
Ebu Ubeyd ise çoğul okuyuşu tercih etmiş ve: Çünkü o pek çok hayırdır, diye
açıklamıştır.
en-Nehhâs da der ki: Burada tekil okuyuş da güzel bir okuyuştur, yani
andolsun ki Yûsuf un haberine dair soru soran kimselere verilen haberde bir
ibret vardır. Çünkü onlar Peygamber (sav)e henüz Mekke'de iken bunu sormuş ve:
Sen bize Şam (Suriye ve Filistin) topraklarında bulunup da oğlu Mısır'a
götürülen ve gözleri kör oluncaya kadar oğlu için ağlayan bir peygamberin
durumunu haber ver, demişlerdir.
O sırada Mekke'de kitab ehlinden hiçbir kimse yoktu, peygamberlerin haberlerini
bilen kişi de yoktu. Yahudiler ise Medine'den, Mekkelilere bu hususa dair soru
sormalarını telkin etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah da Yûsuf Sûresi 'ni
tek bir defada indirdi. Bu sûrede Tevrat'ta bulunan bütün haberler yer aldığı
gibi, orada bulunmayan fazla bölümleri de vardır. İşte bu da Peygamber (sav)
İçin Meryem oğlu İsa (a.s)ın ölüleri diriltmesi ayarında bir mucize idi.
"Bir öğüt" diye açıklandığı gibi, ibret diye de açıklanmıştır.
Hatta bazı mushaf larda bunun; İbret, şeklinde olduğu da rivayet edilmiştir.
Bunun "basiret (gözleri hakka açan, hakkı gösteren bir husus)" anlamına
geldiği söylendiği gibi; hayret verici bir durum diye de açıklanmıştır. Mesela;
filan kişi bilgi ve güzellikte bir âyettir, denilirken, akıllara hayret verici
bir durumdadır, denilmek istenir.
es-Sa'lebî tefsirinde der ki: Yûsuf'un kardeşleri rüyayı haber alınca
onu kıskandılar. İbn Zeyd, o sırada peygamber idiler, demiştir. Kardeşleri:
Kardeşlerinin kendisine secde etmesiyle'yetinmiyor da bir de anne babası da mı
ona secde edecekmiş? dediler ve ona düşman kesildiler. Ancak bu görüşün reddedilmiş
olduğuna önceden değinilmiş idi.
"Andolsun ki Yûsuf un ve kardeşlerinin durumunda..."
buyruğundaki kardeşlerinin adları şöyledir: En büyüklerinin adı Rûbîl idi.
Diğerleri ise Şem'ûn, Lâvî, Yehûza, Zeyâlûn ve Yeşcer'dir. Bunların annesi
Leyan kızı Leyâ'dır. Hz. Ya'kub'un dayısının kızıdır. Hz. Ya'kub'un ayrıca iki
cariyesinden dört oğlu olmuştu: Dân, Naftalî, Câd ve Âşer diye. Daha sonra
Leyâ vefat edince, Hz. Ya'kub onun kızkardeşi Râhil ile evlendi. Bundan da
Yûsuf ve Bünyamin adındaki oğulları dünyaya geldi. Böylelikle Hz. Ya'kub'un
çocukları toplam oni-ki kişi idi. es-Süheylî der ki: Ya'kub'un annesinin adı
ise Refkâ idi. Râhil, Bün-yamin'den lohusa iken vefat etmişti. Leyân b. Nâlıer
b. Âzer ise Hz. Ya'kub'un dayısıdir.
Hz. Ya'kub'un iki cariyesinin Leyâ ve Teltâ adlarında olduğu da söylenmiştir
ki bu cariyelerin birisi Râhil'e; diğeri ise kızkardeşi Leyâ'ya ait idi.
Herbirisi cariyesini Hz. Ya'kub'a bağışlamıştı. Hz. Ya'kub iki kızkardeşi bir
arada nikahlamış idi- ve bu ondan sonra hiçbir kimseye helal olmamıştır. Çünkü
yüce Allah: "Ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram
kılındı)" (en-Nisa, 4/23) diye buyurmaktadır.
İbn Zeyd'in görüşüne dair (yani kardeşlerinin Hz. Yûsuf a tuzak hazırladıkları
sırada peygamber olduklarına dair kanaati) daha önceden reddedilmiş idi, yüce
Allah'a hamdolsun.
"Hani
onlar şöyle demişlerdi. Doğrusu... Yûsuf buyruğundaki "Yûsuf kelimesi
mübtedâ olarak ref edilmiştir. Başındaki ("doğrusu" anlamını verdiğimiz)
"lâm" ise te'kid içindir. Bu da kasem için getirilen
"lâm"dır ki; Allah'a andolsun, doğrusu ... Yûsuf "ile
kardeşi" -ona atfedilmiştir- "babamızın nezdlnde bizden daha
sevgilidir" anlamındaki buyruk da onun haberidir.
Buradaki; "Daha sevgilidir" kelimesi fiil manasında
olduğundan dolayı tesnîye de yapılmaz, çoğul da yapılmaz. Onlar bu sözlerini
Hz. Yûze yönelsin, sadece sîze yönelsin demektir. "Babanızın yüzü yalnız
size yönetsin" tamamiyle size yönelsin "bundan sonra da salih bir
topluluk olurmuz." Bu günahtan sonra, bir diğer görüşe göre Yûsuf'tan
sonra tevbe eden salih bir topluluk olursunuz" yani siz böyle bir vebali
işledikten sonra tevredersiniz, Allah da sizin tevbenizi kabul eder.
Bu da katilin tevbesinin makbul olduğuna delildir. Çünkü yüce Allah
on-iann söyledikleri bu sözlerini reddetmemektedir.
"Salih bir topluluk" ile ilgili olarak şu açıklama
yapılmıştın Yani o vakit sizin babanızın nezdinde durumunuz düzelir, size
başkasını tercih etmez ve üstün tutmaz.[49]
10. İçlerinden bir sözcü dedi
ki: "Yusuf u öldürmeyin, eğer yapacaksanız onu kuyunun dibine bırakın da
yoku kafilesinden biri onu alsın."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:[50]
"İçlerinden bir sözcü dedi ki..." buyruğundaki sözcü
Yehuzâdır. Bu da Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu idi. Bu görüş İbn Abbas'a aittir.
Bunun Rûbîl olduğu da söylenmiştir ki bu da üvey annesi, teyzesinin oğludur.
"Artık... ka-tiyyen bu yerden ayrılmam" (Yûsuf, 12/80) diyen de odur.
Bu sözleri söyleyenin Şem'ûn olduğu da söylenmiştir.
"Onu kuyunun dibine bırakın" anlamındaki buyruğu Mekkeliler,
Basralı-
lar ve Kûfeliler; "Kuyunun dibine" diye (dib anlamındaki kelimeyi
tekil olarak) okumuşlardır. Medineliler ise; şeklinde çoğul olarak
okumuşlardır. Ebu Ubeyd tekil okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu onu bıraktıkları
bir tek yeri kastetmektedir. Bundan dolayı çoğul okuyuşu kabul etmemektedir.
en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Böyle bir açıklama dilde bir daraltmadır.
Bu kelimenin çoğul olarak okunuşu da iki bakımdan mümkündür: Evvela Sibeveyh;
şeklinde; (çoğul anlamında olmakla birlikte) tekil anlamı kastıyla sabah akşam
üzerinde yol alındı, anlamında kullanıldığını naklederek; bu vakitleri tekil
anlamında değerlendirmiştir. İşte bir kimsenin saklandığı herbir yere de tekil
olarak; denilir. Diğer bir sebep de şudur: Kuyunun kendisinde kaybolunacak bir
çok yerlerinin bulunması ihtimali vardır.
Bu kelimenin kökünden fiil; "Kayboldu, kaybolur, kaybolma,
kayboluş" şeklinde gelir. Nitekim şair de şöyle demektedir:
"Ey o iki kişi, iki ay durun yahut üçüncü bir ayın yarısını da ona
ekleyin. İşte ben, o kayboluşlarımın saklayıp kaybettirdiği kişiyim."
el-Herevî der kî: Kuyunun dibi (ğayâbe), havuz ya da kuyudaki suyun
aşındırdığı, mağarayı andıran hale çevirdiği yer, yahutta suyun biraz üstünde
kuyudaki bir kemer demektir ve bu durumda herhangi bir şey göze görünmez olur.
İbn Uzeyz der ki: Herhangi bir şeyi senin önünden saklayıp kaybeden herşeye
"ğayâbe" denilir. Derim ki: Kabire de bu adın verilmesi bundan dolayıdır.
Şair der ki:
"Eğer günlerden bir gün benim kabrim benim üstümü örterek
beni kaybettirecek olursa, Aşiretim ve çocuklarım hakkında benim
yaptığım uygulamayı siz de yapınız."
Cubb, duvarları örülmemiş kuyu demektir. Duvarları örülecek olursa ona
"bi'r" denilir. Şair el-A;şâ der ki:
"Eğer seksen adam boyunda bir kuyuda bulunsan dahi, Ve bir
merdivenle göğün yollarına yükseltilecek olsan bile."
Kuyuya "cubb" adının veriliş sebebi yer içinde belli bir
şekilde açılmasından dolayıdır, çoğulu; şekillerinde gelir.
Burada hem kuyunun kaybedilecek dibi, hem de kuyunun birlikte zikredilmesinin
sebebi, bu sözü söyleyenin bakanların göremeyeceği bir şekilde kuyunun karanlık
bir yerine bırakılmasını kastettiğinden dolayıdır.
Bu kuyunun Beytu'l-Makdis kuyusu olduğu söylendiği gibi, Ürdün'de olduğu
da söylenmiştir. Bu da Vehb b. Münebbih'in görüşüdür. Mukaül ise bu kuyu
Ya'kub'un evinden üç fersah uzaklıkta bir yerde idi, demektedir.[51]
"Yolcu kafilesinden biri onu alsın" anlamındaki buyruk, emrin
cevabı olarak cezmedilmiştir. Mücahid, Ebu Recâ, el-Hasen ve Katide; "Ömı
alsın" kelimesini "te" harfi ile; (, iiüiî:) diye okumuştur. Bu
da manaya hami edilerek böyle okunur, çünkü "kafilenin birisi" bir
kafile demektir. Sibeveyh: "Parmaklarından birisi düştü" tabirini
kullanılır ve şubeyiti nakleder:
"Ve yaygınlaştırdığın söz senin boğazına tıkanır, Tıpkı mızrağın
ucunun kana boyandığı gibi."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Görüyorum ki geçen yıllar aldı benden,
Tıpkı ayın son gecesinin ayı tamamen alıp götürdüğü gibi."
Görüldüğü gibi şair(ler) burada (fiilleri): "Boğazına
tıkandı" şeklinde de; "Aldı" şeklinde de kullanmamışlardır.
" Yolcu kafilesi" yolda yolculuk kastıyla yürüyen topluluk
demektir.
Bu sözü söyleyenin bu şekilde konuşması bizzat kendilerinin onu uzakça
bir yere taşıma gereğini duymamaları ve bununla da maksadın hasıl olacağını
anlatmak istediğinden dolayıdır. Çünkü onu bulacak olan yolcu kafilesi alıp
uzakça bir yere götürür. Bu da onların planlarının bir şekli idi ki, bizzat
kendileri bir yerden, bir yere gitmek ihtiyacını duymasınlar. Çünkü babalan bu
konuda kendilerine izin vermeyebilirdi ve belki de maksatlarının farkına
varabilirdi.[52]
Bu buyrukta Hz. Yûsuf un kardeşlerinin onu kuyuya atmadan önce de, attıktan
sonra da peygamber olmadıklarına delil vardır. Çünkü peygamberler bir müslümam
öldürmek için plan hazırlamazlar. Ama kardeşleri müsJüman idiler ve bir masiyet
işledikten sonra tevbe ettiler.
Bir görüşe göre de peygamber idiler. Çünkü bir peygamberin yanılması
aklen imkânsız bir şey değildir. Bu onların bir yanılması idi. Ancak bu iddiayı
peygamberlerin önceden de açıkladığımız gibi- büyük günahlardan korunmuş
(masum) oldukları hükmü reddetmektedir.
Bir diğer görüşe göre onlar o sırada peygamber değillerdi, daha sonra
Allah onlara peygamberlik vermiştir. Bu bir önceki görüşe göre daha uygun görünmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[53]
İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Hz. Yûsuf daha küçük bir çocukken kuyuya
atıldı. İbnul-Kasım da, Malik'ten böyle rivayet etmiştir. Yani o sırada Hz.
Yûsuf küçük bir çocuktu. Buna delil de yüce Allah'ın: "Yûsuf’u öldürmeyin.
Eğer yapacaksınız onu kuyunun dibine bırakın da yolcu kafilesinden biri onu
alsın" şeklindeki sözüdür. Malik der ki: Ancak küçük çocuk (lakît: buluntu
olarak) alınır. Aynı şekilde Hz. Ya'kub'un: "Kurtun onu yemesinden
korkarım" (Yûsuf, 12/13.) şeklindeki sözü de bunu göstermektedir. Çünkü
bu, küçük çocuklara has bir durumdur. Kardeşlerinin: "Yarın onu bizimle beraber
gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz" (Yûsuf, 12/12)
şeklindeki sözleri de bunu göstermektedir.[54]
İltikât: Bir şeyi yoldan almak demektir. (Buluntu çocuk anlamındaki) lakît
ile (bulunan eşya anlamındaki) lukata da buradan gelmektedir. Biz âyet-i
kerîmenin ve sünnetin bu hususta delalet ettiği hükümler ile dilbil-ginleri ile
ilim ehlinin söylediklerini söz konusu edeceğiz.
İbn'Arafe der ki: İltikat, aramak kastı olmaksızın bir şeyin bulunması
demektir. Yüce Allah'ın: "Yolcu kafilesinden biri onu alsın
(yeltekithu)" buyruğu da buradan gelmektedir. Yani ummaksızın ve beklemeksizin
onu bulsun, demektir.
Lakît hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Denildiğine
göre lakîtte aslolan hür olmaktır. Çünkü hürler kölelere göre sayıca daha
çokturlar. el-Hasen b. Ali'den rivayet edildiğine göre o lakîtin hür olduğu
hükmünü vermiş ve yüce Allah'ın: "Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç
dirheme sattılar" (Yûsuf, 12/20) buyruğunu okumuştur.
Malik'in arkadaşı Eşheb'de bu görüştedir. Ömer b. el-Hattab'ın görüşü
de budur. Hz. Ali ve bir gruptan da bu görüş böylece rivayet edilmiştir.
İbrahim en-Nehaî de der ki: Eğer bulduğu çocuğu köleleştirmeyi niyet
ederse, o köledir. Ancak Allah rızası için onu almayı niyet ederse, o kişi hürdür.
Maiik'de, "Muvatta"ındn şöyle demektedir: Sokağa atılmış
çocuk hakkında bize göre hüküm onun hür olduğudur. Böyle bir çocuğun velâsı da
bütün müslüman cemaate aittir. Onlar o kişiye mirasçı olurlar ve onun
akilesini öderler. Şafiî de bu görüştedir. Buna Hz. Peygamber'in: "Velâ
hakkı ancak âzâd eden kimseye aittir"[55]
hadisini delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber burada azad edenlerin
dışındakilerin, velâ hakkına sahib olamayacağını belirtmiştir. Malik, Şafiî ve
mezheplerinin ileri gelen ilim adamları ittifakla şunu kabul ederler: Lakît
hiçbir kimse ile velâ bağına girişemez ve velâ dolayısıyla da kimse ona mirasçı
olamaz.
Ebu Hanife, arkadaşları ve Kûfelilerin çoğunluğu da şöyle derler: Lakît
dilediği kimseyle velâ akdini yapabilir. Onunla velâ akdi yapan kimse ona mirasçı
olur ve onun yerine diyet öder. Ebu Hanife'ye göre de velâ akdinde bulunduğu
kişi onunla birlikte akile (diyet) ödemediği sürece velâsı İle dilediğine
İntikal edebilir. Eğer işlediği bir cinayetin diyetini onun yerine ödeyecek
olursa, artık hiçbir zaman velâsını alıp başkasına intikal edemez.
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe de, Ali (r.a)dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Sokağa atılmış çocuk hürdür, eğer kendisini bulan kimse ile velâ akdi yapmak
isterse yapabilir. Başkası ile velâ akdi yapmak isterse onu da yapabilir.
Buna yakın bir görüş Atâ'dan da nakledilmiştir. Bu aynı zamanda İbn
Şi-hab'ın ve Medinelilerden bir kesimin de görüşüdür ve buna göre buluntu çocuk
hürdür.
İbnu'l-Arabî der ki: Lakîtin asıl itibariyle hür kabul edilmesinin
sebebi, hürlerin sayıca kölelerden daha çok olmasından dolayıdır. O bakımdan
çoğunlukla görülene göre hüküm verilmiştir. Tıpkı çoğunlukla görülen esasına
göre onun müslüman olduğu hükmüne varılması gibi.
Şayet müslüman ve hristiyanların bulunduğu bir yerde-bulunacak olursa,
İbnu'l-Kasım der ki: Çoğunluk kimlerdense ona göre hüküm verilir, eğer üzerinde
yahudi kıyafeti bulunursa yahudîdir, hristiyan kıyafeti bulunursa hristiyandır.
Aksi takdirde o müslümandır. Ancak o kasaba ehlinin çoğunluğu eğer müslüman
değilse müstesnadır. (İbnu'l-Kasım'dan) başkaları ise şöyle demektedir: Şayet
o kasabada yalnız bir müslüman dahî bulunuyor ise o buluntu çocuğun herşeyin
üstünde olan ve hiçbir şeyin üstüne çıkamadığı İslâm hükmünü galib getirerek
müslüman olduğuna hüküm verilir. Eşheb'in sözünün muktezası da budur. Eşheb der
ki: Lakît ebediyyen müslümandır, çünkü ben durum ne olursa olsun hür olduğunu
kabul ettiğim gibi, yine durum ne olursa olsun müslüman olduğunu kabul ederim.
Fukalıa sokağa atılmış ve bununla birlikte beyyinenin köle olduğuna
delalet ettiği kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta
sözleri kabul edilmeyen Medİnelilerden bir kesim bu yolda açıklamalar
yapmışlar.[56]
Eşheb de Hz. Ömer'in; böyle bir kimse hürdür, sözü dolayısıyla bu kanaattedir.
Böyle birisinin hür olduğu hükmüne varan bir kimseye göre sokakta bulunan
çocuğun köle olduğuna dair geürilen beyyineler kabul olunmaz. İbnu'l-Kasımda
der ki: Bu hususta beyyine kabul edilir. Bu aynı zamanda Şafiî ve el-Kûfî'nin
de görüşüdür.[57]
Malik buluntu çocuk hakkında şöyle demektedir: Çocuğu bulan kişi bu
çocuğa harcamalarda bulunduktan sonra, bir adam bu çocuğun oğlu olduğuna dair
delil ortaya koyarsa, bulan kişi, -babası onu kasten atmış ise babasından
rücu' ederek harcamalarını alır. Eğer babası onu atmamış fakat çocuk kaybolmuş
ise, babanın herhangi bir yükümlülüğü yoktur ve çocuğu bulan kişi yaptığı
harcamaları tatavvu (nafile) olarak harcamış olur.
Ebu Hanife de der ki: Bulan kişi bulduğu çocuğa harcama yapacak olursa,
o tatavvuda bulunan bir kimse demektir. Hakimin ona harcama emrini vermesi
hali müstesna.
el-Evzaî de der ki: Kendisine vacib olmayan bir harcamada bulunan herkes
yaptığı harcamayı rücû' ederek (asıl yükümlüden) hakkını alır.
Şafiî de der ki: Şayet buluntu çocuğun (lakîtin) herhangi bir malı
yoksa, onun ihtiyaçlarının Beytulmalden karşılanması icab eder. Eğer
Beytulmalde bunu karşılayacak bir mal yoksa bu konuda iki görüş vardır: Bir
görüşe göre buluntu çocuğun adına borç alınır, ikinci görüşe göre herhangi bir
karşılık söz konusu olmaksızın harcamaları bütün müslümanlara paylaştırılır.[58]
Bulunan (lukata) ve kaybedilen (dâlle) eşyanın hükmüne gelince, Üim
adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. İtim ehlinden bir kesimin kanaatine
göre bulunan ve kaybedilen eşya Oukata ve dâlle) aynı anlamdadır ve her
ikisinin de hükmü birdir. Ebu Ca'fer et-Tahavî bu görüştedir. Ayrıca Ebu
Ca'fer, Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm'ın dâlle ancak hayvan hakkında söz
konusudur, lukata da hayvanın dışındaki eşya için kullanılır görüşünü de kabul
etmemekte ve bu yanlıştır, demektedir. Buna Hz. Peygamberin İfk (Hz. Âişe'ye
İftirada bulunma olayına dair) hadisinde[59]
müslümanlara söylediği: " Annenizin (Âişe -r.a-)nin gerdanlığı
kayboldu" demesini delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber
(dalle; kayboldu) bu tabirini gerdanlık hakkında kullanmaktadır.[60]
İlim adamlarının icmâ' ile kabul ettiklerine göre lukata, değersiz ve
önemsiz bir şey, yahut kalıcılığı mümkün olmayan bir şey değilse tam bir yıl
boyunca tanıtılır (İlan edilir). Yine icmâ' ile kabul ettiklerine göre
lukatanın sahibi gelecek olursa, eğer onun o malın sahibi olduğu sabit olursa,
o lukata da lukatayı bulandan daha çok hak sahibidir.
İcma ile kabul ettikleri bir başka husus da şudur: Lukatayı yiyen bir
kimse eğer sene geçtikten sonra onu yemiş ve sahibi de ona tazminat ödettirmek
isterse bu hakka sahihtir. Şayet lukatayı bulan kişi onu sadaka olarak
bağışlamış ise lukatanın asıl sahibi bulana tazminat ödettirmek ile onun ecrini
kabul etmek arasında muhayyerdir. Bunların hangisini isterse seçebileceği
icmâ' ile kabul edilmiştir. Lukatayı bulan bir kimse sene dolmadan onu sadaka
olarak da bağışlayamaz, herhangi bir tasarrufta da bulunamaz. Telef olacağından
korkulan kaybolmuş koyunu bulanın yiyebileceğini de icmâ' ile kabul
etmişlerdir.[61]
Fukaha lukatayı almanın mı, almamanın mı? daha faziletli olduğu hususunda
farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda hadis-i şerifte lukatanın ve kaybolan hayvan
(dalle) da deve olmadıkça alınmasının mubah olduğuna delil vardır. Koyun
hakkında da Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır; "O ya senindir, ya
kardeşinindir veya kurdundur."[62]
Hz. Peygamber bu buyruğuyla kaybolmuş koyunu almayı teşvik etmektedir. Hiçbir şekilde
o şey kaybolsun yahut ca sahibi onu gelip buiuncaya kadar onu bırakınız,
dememiştir. Eğer lukatanın terkedilmesi daha faziletli olsaydı, hiç şüphesiz
Rasûlullah (sav) kaybolan deve hakkındaki emri gibi mutlaka onun da
terkedilmesini emrederdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Maliki mezhebi alimlerinin görüşünün özeli, kişinin bu konuda geniş bir
hareket imkanına sahip olduğu şeklindedir. Dilerse lukatayı alır, dilerse almaz.
İsmail b. İshak'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- görüşü budur.
el-Müzenî de Şafiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben aldığı takdirde
emniyetle onu koruyacak olursa, herhangi bir kimsenin lukatayı almamasını
uygun görmüyorum. Ayrıca der ki: Lukatanın azı da çoğu da birdir.[63]
Hadis imamları Malik ve başkalarının Zeyd b. Halid el-Cuhenî'den şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Bir adam Peygamber (sav)e gelerek, ona
lu-kataya dair soru sordu. Hz. Peygamber şöyJe buyurdu: "O bulduğun malın
kabını (torbasını) ve bağını iyice belle. Sonra onu bir sene süre ile tanıt
(ilan et.) Şayet sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde ona (uygun) gördüğünü
uygula." Adam; Peki ey Allah'ın Rasûlü! Ya kaybolan koyun deyince, Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "O ya senindir, ya kardeşinindir, yahut
kurdundur." Adam: Ya kaybolan deve? diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle
buyurdu; "Sana ne ondan? Devenin beraberinde içeceği suyu, ayakkabısı
vardır. Suya gider (su içer), ağaçtan yer, Sahibi onu buluncaya kadar (ona
ilişme..)[64]
Ubeyy (b. Ka'b)ın rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Bulduğun malın sayısını, torbasını ve bağını iyice belle.
Sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde sen ondan yararlan. "[65]
Bu hadiste de sayısının bellenmesi fazlalığı vardır ki bunu da Müslim ve
başkaları rivayet etmişlerdir.
İlim adamlarının icma İle kabul ettiklerine göre lukatanın içinde bulunduğu
torba (vb. kabı) İle bağı alametlerinden ve lukata üzerindeki delillerden
birisidir. Lukata sahibi kaybettiği lukatanın bütün niteliklerini gelip
söyleyecek olursa ona teslim edilir.
Îbnu'l-Kasım der ki: Bulan onu geri teslim etmeye mecbur edilir. Şayet
bir delile bağlı olarak herhangi bir kimse o lukataya hak kazandığını gelip ortaya
koyarsa ve bu lukatanın kendisinin olduğunu ispatlayacak olursa, bu durumda
lukatayı bulan kişi hiçbir tazminat ödemez.
Gelen kişiye niteliklerini belirtmesi halinde ayrıca yemin ettirilir
mi, ettirilmez mi? Bu hususta iki görüş vardır: Birinci görüş Eşlıeb'in
görüşüdür, İkincisi de İbnu'l-Kasım'ın görüşüdür. Malik, arkadaşları, Ahmed b.
Hanbel ve diğerlerine göre ise bu konuda ayrıca bir beyyine getirme
yükümlülüğü yoktur.
Ebu Hanife ve Şafiî ise şöyle derler: Lukatanın kendisine ait olduğuna
dair delil ortaya koymadıkça, o lukaıa ona teslim edilmez. Ancak bu hadisin
nassına uygun değildir. Eğer lukatanın geri verilmesi için beyyine'(delil) getirmek
şart olsaydı, herhangi bir şekilde lukatanın kabının, torbasının, bağının ve
sayısının söz konusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü bir kimse lukataya
beyyine ile bütün hallerde hak kazanır. Peygamber (sav)in bu gibi durumları
açıklamadan susması ise caiz değildir. Çünkü susacak olursa bu, beyanın ihtiyaç
vaktinden sonrasına bırakılması demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,[66]
Hadis-i şerifte deve ve koyunlar açıkça söz konusu edilmiş ve hükümleri
beyan edilmiş olduğu halde, onların dışındaki hayvanlardan söz edilmemektedir.
(Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız inek türünün develere mi, koyunlara
mı tabi olduğu hususunda iki farklı görüşe sahiptirler. Yine imamlarımız at,
katır ve eşeklerin kaybolması halinde alınıp alınmayacağı hususunda da farklı
görüşlere sahihtirler..İbnu'l-Kasım'ın sözünün zahirinden anlaşıldığına göre
bu gibi kayıp hayvanlar alınır. Eşheb ve İbn Kinâne ise bunlar alınmaz, derler.
Ancak İbnu'l-Kasım'ın görüşü daha sahihtir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Mü'min kardeşinin yitiğini onun adına ’[67]koru.’[68]
İlim adamlan yitik hayvanlara yapılan harcamalar hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İbnu'l-Kastm'ın naklettiğine göre Malik şöyle demektedir: Eğer
hayvanları deve vb. bulan kişi, bunlara harcamada bulunacak olursa, yaptığı bu
harcamaları rücu' ile sahiplerinden almak hakkına sahiptir. Onun yaptığı bu
harcamalar, ister bu konudaki yetkili âmirin emriyle olsun, ister emri dışında
olsun farketmez. (Yine Malik) der ki: Bulan kişi yaptığı harcama dolayısıyla o
hayvanı teslim etmeyebilir ve rehinde olduğu gibi, onda kendisi daha çok hak
sahibidir. Şafiî de der ki: Yitik hayvanları bulan kişi, onlara harcamada
bulunacak olursa, bu bir tatavvu' (teberru)dur. Bu görüşü ondan er-Rabî1
nakletmiştir. el-Müzenî ise ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Hakim harcamada
bulunmasını emretmiş ise bu, bir alacak olur. Yaptığını iddia ettiği
harcamalar -eğer benzeri bir harcama makul görülüyor ise-kabul edilir (ve ona
ödenir).
Ebu Hanife de der ki: Bir kimse hakimin emri olmaksızın bulduğu mala ve
deveye harcamada bulunacak olursa, tatavvuda bulunan birisi olur. Hakimin
emriyle harcayacak olursa, o takdirde bu lukatanın sahibinden alacağı bir borç
olur, geldiğinde ondan tahsil eder. Sahibi gelecek olursa, onu teslim etmemek
hakkına sahiptir. Buluntuya harcama üç gün vb. kadar bir süredir. Sonunda
hakim bu şekilde bulunan koyunun vb. satılmasını emreder ve bunlara yapılan
harcama hakkında hükmünü verir.[69]
Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerindeki ifadelere göre; Hz. Peygamberin
lukatanın tarif edilmesinden sonra onunla ilgili olarak söylediği: "Ondan
yararlan" yahut "ona istediğini yap" veya: "O
senindir" ya da: "Onu harcayabilirsin" veya; "Sonra onu
ye" ya da: "O Allah'ın bir malıdır, onu dilediğine verir"
buyruklarında lukatanın temlik edildiğine delâlet eden bir ifade yoktur.
Sahibi geldiği takdirde lukatayı bulanın tazminat ödemeyeceğini ortaya koyan
bir husus bulunmamaktadır. Çünkü Zeyd b. Halid el-Cühenî'nin, Peygamber
(sav)den rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Eğer o lukatanın
sahibini bulmayacak olursan, artık sen onu harca ve bu senin yanında bir
emanet olsun. Günlerden birgün sahibi gelecek olursa, onu sahibine edâ
et." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Sonra onu ye,
sahibi gelirse onu sahibine edâ et." Bu hadisi de Buhâri ve Müslim
rivayet etmiştir.[70]
İlim
adamları da icmâ' ile sahibi ne zaman gelirse, lukataya daha çok hak sahibi
olduğunu İttifakla kabul etmişlerdir. Ancak Dâvûd ez-Zahirî'nin benimsediği
görüş bundan farklıdır. Ona göre lukatayı bulan kişi tarif (tanıtım süresiden
sonra lukataya malik olur. Çünkü bu konudaki buyrukların zahirleri bunu
gerektirmektedir. Ancak diğer bütün ilim adamlarına muhalefeti dolayısıyla
Davud'un görüşü muteber değildir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin: "Onu
sahibine edâ et" buyruğu da bunu gerektirmektedir.[71]
11. "Ey babamız! dediler.
Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Halbuki biz, elbette onun
iyiliğini isteyenleriz.
12. "Yarın onu bizimle
beraber gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz."
"Ey
babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?"
el-Hasen'e: Mü'min kıskanır mı? diye sorulunca, o: Ya'kub'un oğullarını nasıl
da unutuyorsun? diye cevap vermiştir. Bundan dolayı: "Baba senin için
celbedicidir, kardeş ise senden selbedici (sana gelecek olanı alıcı)dır"
denilmiştir.
Bunun üzerine Hz. Ya'kub'u herhangi bir yolla oğlundan ayırmayı kararlaştırdılar
ve ona: "Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize
güvenmiyorsun?"
Denildiğine göre onlar kendi aralannda anlaşıp, ikinci olarak konuşanın
görüşünü benimseyerek ayrıldıklarında Hz. Ya'kub'a geri dönüp bu sözleri
söylediler, Bu buyrukta onların ona bu isteklerini Hz. YûsuPu beraberlerinde
götürmeden bir defa daha ilettiklerine ve ileride geleceği üzere Ya'kub'un da
bu isteklerini kabul etmediğine delil vardır.
Yezîd b. el-Ka'kâ ile Amr b. Ubeyd ve ez-Zührî; "Bize güvenmiyorsun"
buyruğunu (nun harflerini) idğam ile ve işmam yapmaksızın okumuşlardır. Kıyas
da bu şekilde okumayı gerektirir. Çünkü idğam yapılan harf sakin olmalıdır.
Talhâ b. Musarrif ise asla uygun olarak açıkça okunan (zahir) iki
"nun" ile şeklinde okumuştur. Yahya b. Vessâb ve Ebu Rezîn
"te" harfini es-reli olarak; şeklinde okumuşlardır -el-A'meş'ten de
rivayet edilmiştir- ki bu da Temimliferin şivesidir. Temindiler: "Sen
vurursun" (diye muzaraat harfini esreli) söylerler. Buna dair açıklama
daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Diğer kıraat alimleri İse harfin îdğamdan
önceki haline delâlet etsin diye "nun’’ları hem idğam ve hem de işmam
yaparak okumuşlardır.
"Halbuki biz elbette onun iyiliğini İsteyenleriz." Onu sana
tekrar getirinceye kadar, onu koruyacak, muhafaza edeceğiz, Mukatil der ki:
İfadede takdim ve te'hir vardır. Şöyle ki: Yûsuf'un kardeşleri babalarına:
"Yarın onu bizimle beraber gönder" âyetinde geçen sözleri söyleyince,
babalan da kendilerine: "Onu alıp gitmeniz, muhakkak ki beni tasaya
düşürür" (Yûsuf, 12/13) diye cevap vermişti. Bunun üzerine babalarına
cevab olmak üzere: "Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize
güvenmiyorsun?" buyruğundaki sözlerini söylediler.
"Yarın onu bizimle beraber" Sahraya (açık havaya)
"gönder de bol bol yesin, oynasın." Bu buyruktaki; " Yann"
lafzı zarftır. Bu kelimenin aslı Sibeveyh'e göre; şeklindedir. Bu kelime
aslına uygun olarak da kullanılmıştır. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Tan yeri ile
sabah namazı arasındaki vakte denilir. da böyledir,
"Bol bol yesin, oynasın" anlamındaki buyruğu Basralılar,
" Bol bol yiyelim, oynayalım" şeklinde "nun" harfi ile ve
"ayn" harfini de sakin olarak okumuşlardır. Mekkelilerin bilinen
okumaları şeklinde ve "ayn" esreli olarak okumaları şeklindedir.
Kûfeliler ise; " Bol bol yesin, oynasın" şeklinde
"ya" harfiyle ve "ayn" harfini sakin olarak okumuşlardır.
Medineliler ise "ya" harfi ve "ayn" esreli olarak
okumuşlardır. Birinci okuyuş (bol bol yiyelim, oynayalım anlamındaki okuyuş)
Arapların İstediği gibi yemesi halini anlatmak üzere kullandıkları;
"İnsan ve deve bol bol yedi" ifadelerinden alınmıştır.
Yiyebildiğimiz kadar yiyelim, demektir. Bolca yiyen herkese de; O denilir. Şair
der ki:
"Ey Pezâre! Haydi bol bol ye (yayıl); bu yiyişin sana afiyet
olmasın.’’
Bir başka şair (el-Hansa) da şöyle demektedir:
"(Yavrusunu kaybettiğini) unuttu mu yayılıp otlar, ama hatırladı
mı da (yavrusunu kaybetmenin şaşkmlığıyla) gider, gelir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Ölümü benden geri çevirmenden ve bana
Çokça otlayıp yayılan o yüz (deveyi) verişinden sonra nankörlük eder
miyim?"
Ma'mer, Katâde'den; Koşup, gider anlamında okuduğunu rivayet
etmektedir. en-Nehhâs der ki: O; "Biz yarış yapalım diye gittik"
(Yûsuf, 12/17) ifadesinden hareketle böyle okumuştur: Çünkü burada buyruğun
anlamı belli bir noktaya kadar koşmak için yarışalım, şeklindedir. Aynı
şekilde; "Bol bol yesin" buyruğunda "ayn" harfinin sakin
okunması da bu şekildedir. Şu kadar var ki burada yalnız Yûsuf (a.s) söz konusudur.
" Bol bol yesin" lafzında "ayn" harfinin esreli okunması
koyunların otlamaları anlamından alınmıştır. Yani o böylelikle buna ahşsın ve
erkekliğe doğru adım atsın, kimi zaman yesin, küçüklüğü dolayısıyla da kimi
zaman oynasın.
el-Kutebî der ki: şeklindeki okuyuş, birbirimizi koruyalım,
kollaya-lım, biri diğerine riayet etsin anlamında olup, "Allah seni
korusun" manasındaki ifadesinden alınmıştır. "Oynayalım" ise
oyun anlamındaki dan gelmektedir. Ebu Amr b. el-A'la'ya: Kendileri peygamber
oldukları halde nasıl "oynayalım" dediler, diye sorulunca: Henüz
daha peygamber olmamışlardı, diye cevab vermiştir.
Bir diğer açıklamaya göre oynamaktan maksat, mubah olan şekliyle neşelenmek,
rahatlamaktır. Yoksa hakkın zıttı olan ve yasak olan oyunlar değildir. Bundan
dolayı Hz. Ya'kub onların: "Oynayalım" sözlerine tepki göstermemiştir.
Hz. Peygamber'in (Cabir b. Abdullah'a): "Ne diye bakire ile evlenmedin?
Sen onunla oynaşır, o seninle oynaşırdı"[72]
buyruğu da buradan gelmektedir.
Mücahid ile Katâde ise bineğini otlatır, anlamında; diye okumuşlar ve
"binek" anlamındaki mefulü hazfedilmiş olarak değerlendirmişlerdir.
Ondan sonraki; " Ve oynar" kelimesini de yeni bir cümle olarak (istinaf)
ref ile okumuşlardır. Ve: O henüz oyun döneminde olan kimselerdendir,
demektir. "Biz onu mutlaka koruruz." Senin onun hakkında korktuğun
lıerşeye karşı onu koruruz.
Ayrıca onların binekli çıkmış olmaları da muhtemeldir, piyade
çıktıkları ihtimali de vardır. Onların Hz. Ya'kub kendilerini gördüğü sürece,
Hz. Yûsuf u omuzları üzerinde taşıdıkları, kendilerini göremeyeceği bir yere
geldiklerinde ise; ona zarar vermek üzere kendileriyle birlikte koşsun diye
bırak akları da nakledilmektedir.[73]
13- Dedi ki: "Onu alıp
gitmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür. Siz kendisinden habersizken kurdan
onu yemesinden korkarım."
14. Dediler ki: "Andolsun
ki, biz güçlü bir topluluk iken onu kurt yerse doğrusu biz zarara uğrayanlar
oluruz."
Yüce
Allah'ın: "Dedi ki: Onu alıp gitmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür'’
anlamındaki buyruk ref mahallindedir. Onu alıp gitmeleri halinde Hz. Yûsuf
yanında olmayacağından dolayı üzülüp tasalanacağını onlara haber vermektedir.
"Siz kendisinden habersizken" yani yeyip içmekle meşgul iken
"kurdun onu yemesinden korkarım." Çünkü Hz. Ya'kub rüyasında kurdun
Hz. Yûsuf a hamle yaptığını, hücum ettiğini görmüştü. O bakımdan kurdun Hz. Yûsuf
a zarar vereceğinden korkmuştu. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya göre Hz, Ya'kub kendisini bir dağın zirvesinde,
Hz. Yûsuf u da vadinin iç taraflarında imiş gibi görür. Bu halde iken on tane
kurdun etrafını sardığını, onu yemek istediklerini görür. Bu kurtlardan
birisini uzaklaştırdıktan sonra, yer yarılır ve Yûsuf üç gün süreyle orada
saklı kalır.
Buradaki on kurt, onu öldürmeyi kararlaştıran on kardeşidir, onu savunan
kişi ise büyük kardeşi Yehudâ'dır. Yerin içinde saklı kalması ise üç gün
süreyle kuyuda kalması demektir.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Ya'kub bu sözlerini onların kardeşlerine
zarar vereceklerinden korkması üzerine söylemiştir. Kurt dernekle onları kastetmiştir,
çünkü o kardeşlerinin Yûsufu öldüreceklerinden korkuyordu. Kurt diyerek onlara
karşı durumu örtbas etmek istemişti.
İbn Abbas der ki: Hz. Ya'kub onlan kurt diye adlandırmıştı.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Ya'kub kardeşlerinin Yûsuf a zarar
vereceklerinden korkmarmştı, eğer korkmuş olsaydı onlarla beraber Yûsuf u
göndermezdi. O gerçekten kurdun zararından korkmuştu. Çünkü çöllerde çoğunlukla
kurdun zarar vereceğinden korkulur.
Kurt anlamındaki; kelimesi herbir yandan rüzgarın esişini anlatmak
üzere kullanılan-, İfadesinden alınmadır. Ahmed b. Yahya da böyle demiştir.
Ayrıca der ki: " Kurt" kelimesi hemzelidir. Çünkü kurt, her bir
yandan gelir.
Verş de, Nâfi'den hemzesiz olarak; diye okuduğunu rivayet etmektedir.
Çünkü hemze sakin olup ondan önceki harf esreli olduğundan onu hafifletince
"ya" harfine dönüşmüştür.
"Dediler ki: Andolsun ki biz güçtü bir topluluk iken onu kurt
yerse" yani biz toplu olarak kurdu görüp de sonra kurdu ondan
uzaklaştırmayacak olursak "doğrusu biz zarara uğrayanlar oluruz."
Koyunlarımızı korumak hususunda da zarar ederiz. Yani kardeşimizden kurdu
uzaklaştıramayacak olursak, biz onu koyunlarımızdan hiç uzaklaştıramayız.
Buradaki "zarara uğrayanlar oluruz" ifadesinin, onun hakkını
bilmeyen cahillerden oluruz, anlamına geldiği söylendiği gibi, acze düşmüş
kimseler oluruz anlamında olduğu da söylenmiştir.[74]
15- Nihayet onu alıp
götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında... Biz de
kendisine şunu vahyettik: "Andolsun ki bu yaptıklarını, kendilerine haber
vereceksin ve onlar da farkına varamayacaklar."
Yüce Allah'ın: "Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine
bırakmayı kararlaştırdıklarıiıda" buyruğunda yer alan; " Onu...
bırakmayı" buyruğundaki Çok nasb mahallindedir ve; takdirinde olup kuyunun
dibinde onu bırakma karan üzerinde birleştiklerinde demektir.
Bu olay ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Hz. Ya'kub, Hz Yûsuf’u
kardeşleriyle beraber gönderdiğinde onlardan mutlaka onu koruyacaklarına dair
oldukça sağlam ahitler aldı ve Rûbîl'e teslim ederek; Ey Rûbîl! dedi. Bu küçük
bir çocuktur. Yavrucuğum benim buna olan şefkatimi de çok iyi biliyorsun.
Acıkırsa ona yemek yedir, susarsa ona su ver, yorutursa onu taşı. Sonra da onu
çabucak bana geri getir.
Bunun üzerine kardeşleri onu alıp omuzlarında taşımaya koyuldular. Biri
onu bıraktı mı mutlaka diğeri onu kaldırıyordu. Ya'kub (a.s) da bir mil kadar
bir süre onları uğurladıktan sonra geri döndü. Babalarının kendilerini göremeyecekleri
bir yere geldiklerinde, onu taşımakta olan kişi yere bırakıverdi. Neredeyse
kemikleri kırılıp, dökülecekti. Bir diğer kardeşine sığındı, fakat onların herbirisinin
diğerinden daha katı, daha kinli ve öfkeli davrandığını gördü. Bu sefer
Rûbîl'in yardımına sığınarak: "Sen abilerimin en büyüğüsün. Babamın benim
üzerimdeki bıraktığı halef sensin. Bütün kardeşler arasında en yakın da
sensin, bana acı, benim güçsüzlüğüm dolayısıyla bana şefkat et." Rûbîl de
ona oldukça ağır bir tokat indirerek: Benimle senin aranda hiçbir akrabalık ve
yakınlık yoktur. Haydi o, onbir yıldızı çağır da seni ellerimizden kurtarsın,
dedi.
Yûsuf böylelikle gördüğü rüyadan dolayı, kardeşlerinin kendisine kin ve
öfke duyduklarını anlayınca, ağabeyi Yehudâ'ya sığınarak şöyle dedi: "Kardeşim!
zayıflığıma, acizliğime, yaşımın küçüklüğüne sen şefkat göster de babamız
Ya'kub'un kalbine merhametin olsun. Sizler onun vasiyetini ne kadar çabuk
unuttunuz, ona verdiğiniz sözü ne kadar çabuk bozdunuz? Yehudâ'nın kalbi
yumuşayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben hayatta kaldığım sürece sana
bir kötülük ulaştıramayacaklar.dır. Arkasından: Kardeşlerim dedi, Allah'ın
haram kıldığı bir cam öldürmek en büyük günahlardandır, Haydi bu çocuğu
babasına geri görürünüz, o da bize meydana gelen bu olaylardan hiçbirisini
babasına anlatmayacağına dair söz versin. Kardeşleri ona şöyle dediler:
Allah'a andolsun ki sen böyle yapmakla babamız Ya'kub'un yanında iyi bir yer
edinmek istiyorsun. Allah'a yemin olsun, onu bırakmayacak olursan, sent de
onunla birlikte öldürürüz. Bu sefer Yehudâ şöyle dedi: Eğer başka bir yolu
kabul etmiyor İseniz, işte burada şu oldukça kurak ve ıssız bir kuyu var.
Yılanların, türlü haşeratın barınağıdır. Yûsuf’u o kuyuya atınız, eğer ona bir
zarar gelirse, zaten istediğiniz odur. Onun kanını dökmekten yana da
sorumluluktan kurtulmuş olursunuz, eğer gelen bir yolcu kafilesi vasıtasıyla
kurtulabilirse onlar da onu alıp uzak bir yere götürürler. Bu da sizin isteğinizi
gerçekleştirir.
Böylece hep birlikte bu görüş etrafında birleştiler. İşte yüce
Allah'ın: "Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı
kararlaştırdıklarında..." buyruğunda anlatılan budur. Bu buyruktaki;
"...ında"nın cevabı hazfedilmiştîr. Yani onu alıp gittiklerinde ve
kuyunun dibine onu bırakmayı kararlaştırdıklarında yaptıkları fitne gerçekten
çok büyük idi. Bu edatın cevabının, onların babalarına söyledikleri
bildirilen; "Ey babamız! Biz yarış yapalım diye gittik... dediler"
(Yûsuf, 12/17) buyruğunda olduğu da söylenmiştir.
Bir diğer görüşe göre ifadenin takdiri şöyledir: Onlar kardeşlerini
babalarının yanından alıp kuyunun derinliklerine atmayı kararlaştırdıklarında
oraya onu attılar, Basralılann görüşüne göre ifadenin takdiri böyledir.
Kûfelilerin görüşüne göre ise; bunun cevabı: "Şunu vahyettik"
anlamındaki buyruk olup bunun başına gelen "vav" fazladan gelmiştir.
Onlara göre ise "vav" hem ile hem de ile fazladan getirilebilir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Nihayet oraya geleceklerinde ve
kapıları açılacağında." (ez-Zümer, 39/73) Bu buyruk, "oraya
geleceklerinde kapıları açılır" demektir. Yüce Allah'ın:"Nihayet
emrimiz geldiğinde ve tandır kaynayınca" (Hûd, 11/40) buyruğu da emrimiz
gelip tandır kaynayınca takdirindedir. İmruu'l-Kays da söyle demektedir:
"Nihayet biz o kabilenin (yerleşik olduğu) alanını geçip de
karşımıza çıkınca."
Burada geçtiğimizde karşımıza çıktı, anlamındadır. Yüce Allah'ın;
"Nihayet ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca ve Biz ona...
seslendiğimizde" (es-Saffat, 37/103-104) buyruğu da bu kabilden olup
"teslim olup... yıkınca ona... seslendik" takdirindedir.
Yüce Allah'ım "Biz de kendisine... şunu vahyettik" buyruğunda
o sırada peygamberliğine delil vardır. el-Hasen, Mücahid, ed-Dahhâk ve Katâde
derler ki: Yüce Allah suyun içinde yüksekçe bir taş üzerinde kuyuda bulunduğu
sırada ona peygamberlik vermiştir.
el-Kelbî der ki: Yûsuf onsekiz yaşında iken kuyuya atıldı, o sırada
küçük değildi. Bununla birlikte onun küçük olduğunu söyleyenlerin kanaati kabul
edilecek olsa bile aklen küçük çocuğa nübüvvet verilmesi, ona vahyolunması uzak
bir ihtimal görülemez.
Buradaki vahyin yüce Allah'ın: "Ve Rabbin arıya vahyetti."
(el-Nahl, 16/68) buyruğunda ilham anlamındaki vahiy olduğu da söylenmiştir.
Burada sözü geçen vahyin rüya olduğu da söylenmiştir. Ancak birinci görüş ve
Cebrail'in ona vahiy getirdiği kanaati -doğrusunu en İyi bilen Allah'tır ya daha
kuvvetli görülmektedir.
Yüce Allah'ın: "Andolsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber
vereceksin" buyruğu iki şekilde açıklanabilir. Birinci açıklamaya göre
yüce Allah, kendisine şunu vahyetti: Kardeşleriyle karşılaşacak ve
yaptıklarından dolayı onları azarlayacaktır. Buna göre buradaki vahiy onun
kalbine metanet vermek, esenliğe kavuşacağına dair onu müjdelemek üzere kuyuya
atılmasından sonra gelmiştir.
İkinci açıklamaya göre ise onların kendisine yapacakları şeyler ona
vahiy ile bildirilmiştir. Bu açıklamaya göre ise buradaki vahiy, uyarılması
maksadıyla kuyuya atılmasından önce yapılmıştır.
"Ve onlar da farkına varamayacaklar." Senin Yûsuf olduğunu
anlayamayacaklar. Şöyle ki: Yüce Allah, Mısır'da işlerin dizginleri onun eline
geçince babasına ve kardeşlerine bulunduğu yeri haber vermemesini emretti. Bu:
Onlar yüce Allah'ın peygamberlik verip, ona vahyettiğinin farkına varamayacaklar,
diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı İbn Abbas ve Mücahid yapmıştır.
"Kendisine şunu vahyetttk" buyruğundaki zamirin Hz. Ya'kub'a
ait olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, Hz. Ya'kub'a kardeşlerinin Hz. Yûsuf a
yaptıklarını vahiy yoluyla bildirmişti. Ayrıca Hz. Yûsuf un durumunu kendilerine
bildireceğini de söylemişti. Onlar ise yüce Allah'ın ona indirdiği vahyin
farkında değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. YûsuPun kuyuya atılması esnasındaki kıssası ile İlgili olarak
zikredilenler arasında es-Süddî ve diğerlerinin naklettiklerine göre- şunlar
da vardır: Kardeşleri Yûsuf'u kuyuya sarkıtmaya başladıklarında, o kuyunun
kenarına tutundu. Bu sefer ellerini bağlayıp üzerinden gömleğini çıkardılar.
Ey kardeşlerim! dedi, gömleğimi bana geri veriniz. Bu kuyunun içinde hiç olmazsa
ona sanlayım, ölürsem kefenim otur, hayatta kalırsam onunla avretimi örterim.
Kardeşleri kendisine: Güneş'i, ayı ve onbir yıldızı çağır da onlar seni teselli
etsinler ve seni giydirsinler. Bu sefer: Ben hiçbir şey görmedim, diye cevap
verdi. Ancak onu kuyuya sarkıttılar, kuyunun ortasına ulaştığı sırada düşüp de
ölsün diye onu bırakıverdiler. Kuyuda su olduğundan dolayı suyun üzerine
düştü, daha sonra bir kaya parçasına ulaşıp üzerine dikildi.
Denildiğine göre düşeceği kaya parçası üzerinde parçalanması kastıyla
ipi koparan kişi Şemûn'dur. Hz. Cebrail ise o sırada arşın bacağı altında bulunuyordu.
Yüce Allah ona: Kuluma yetiş! diye vahyetti. Hz. Cebrail dedi ki: Ben de
çabucak yerimden ayrılıp indim ve atıldıktan sonra ve düşmeden önce onu
yakalayıp ve sağsalim olarak kaya parçasının üzerine onu oturttum.
Sözü geçen kuyu haşeratın barındığı bir yerdi. Hz. Yûsuf kaya
parçasının üzerinde dikilerek, ağlamaya koyuldu. Ona seslendiklerinde,
kendisine acıdıklarını sandı, onlara cevab verdi. Bu sefer üzerine taş atmak
istedilerse de Yehudâ onlara engel oldu. Yehudâ, Yûsufa yiyecek getirirdi. Hz.
Yûsuf çıplak olarak kuyunun dibine düşünce, Cebrail yanına geldi. Hz. İbrahim
de ateşe çıplak olarak atıldığı sırada, Hz. Cebrail kendisine cennet ipeğinden
bir gömlek getirmiş ve o gömleği ona giydirmiş idi. Bu gömlek Hz. İbrahim'in
yanında bulunuyordu. Daha sonra Hz. Eshak bu gömleği miras almıştı, ondan sonra
da Hz. Ya'kub. Hz. Yûsuf büyüyüp, serpilince Hz. Ya'kub da bu gömleği bir
lıamayıl şeklinde sararak onun boynuna asmıştı. Bu gömlek Hz. Yûsuf'tan
ayrılmıyordu. Kuyuya çıplak olarak atılınca, Hz. Cebrail bu gömleği çıkartıp
Hz. Yûsuf a giydirdi.
Vehb der ki: Hz. Yûsuf kaya parçasının üzerine dikildiğinde şöyle dedi:
Kardeşlerim! Her ölenin bir vasiyeti olur, benim vasiyetime kulak veriniz. Onlar:
Nedir? diye sorunca şöyle dedi: Hepiniz bir araya toplanıp da biriniz di-gerini
teselli ettiğinde benim yalnızlığımı hatırlayınız. Yemek yediğinizde, açlığımı
hatırlayınız. İçtiğinizde, benim susuzluğumu hatırlayınız, Yabancı birisini
gördüğünüzde, benim garibliğimi hatırlayınız. Genç bir delikanlıyı
gördüğünüzde, benim gençliğimi hatırlayınız. Bu sefer Hz. Cebrail ona: Ey
Yûsuf! Bunu bırak ve dua ile uğraş, çünkü duanın Allah nezdinde önemli bir yeri
vardır, dedikten sonra ona şu duayı öğretti: Ey her garibi teselli eden, her
yalnız kalmışın arkadaşı olan, her korkuya kapılmışın sığınağı, herbir sıkıntıyı
açıp gideren, her gizli söyleşmeyi bilen ve bütün şikayetlerin kendisine
ulaştığı Allah'ım! Ey her topluluğun yanında hazır bulunan, Ey Hayy ve Ey
Kayyûm! Senden başka hiçbir düşüncem ve hiçbir uğraşım olmayacak şekilde,
Sen'den umudu kalbime yerleştirmeni, bu halimden beni kurtarıp bana bir çıkış
göstermeni diliyorum. Çünkü Sen herşeye gücü yetensin.
Bunun üzerine melekler: Ey ilahımız! Biz bir ses ve bir dua işitiyoruz
ki ses küçük bir çocuk sesi, dua İse bir peygamber duası, dediler.
ed-Dahilik
da der ki: Cebrail (a.s) Yûsuf kuyuda iken yanına İndi ve ona şöyle dedi: Sana
söylediğin taktirde Allah'ın senin bu kuyudan çıkışını çabuklaştıracağı bazı
kelimeler öğreteyim mi? Hz. Yûsuf: Öğret deyince, Hz. Cebrail ona şöyle dedi:
Deki: Ey herbir masnu'un sani'i, her kalbi kırığın kalbinin onarıcısı, herbir
gizli duanın tanığı, herbir topluluğun yanında hazır bulunan, herbir sıkıntıyı
açıp gideren, herbir yabancının sahibi olan, herbir yalnızın tesellicisi olan!
Bana kurtuluş ve umut gönder, Sen'den başka hiçbir kimseden, hiçbir şey
ummayacak hale gelecek şekilde umudunu kalbime sal! Hz. Yûsuf o gece bu duayı
defalarca tekrarladı ve Allah da o gecenin sabahında onu kuyudan çıkarttırdı.[75]
16. Akşam ağlaya ağlaya
babalarına geldiler.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[76]
Yüce Allah'ın: "Akşam... babalarına geldiler" buyruğu
geceleyin babalarına geldiler, demektir. Buradaki; "Akşam" kelimesi
zarf olup hal mahallinde de kullanılabilir. Akşamleyin geliş sebebleri,
karanlıkta mazeret beyan etme güçleri daha ileri olsun diyedir. Bundan dolayı
sen gece vakti muhtaç olduğun bir şeyi isteme, çünkü haya gözlerdedir. Herhangi
bir hata dolayısıyla da gündüzün Özür dileme, çünkü özür dilerken dilin dolaşabilir.
Rivayet olunduğuna göre Ya'kub (a.s) onlann ağlayışlarını işitince, ne
oluyor size? koyunlara bir şey mi oldu? diye sormuş. Onlar, hayır deyince, peki
Yûsuf nerede? diye sormuş. Bu sefer onlann. Biz birbirimizle yarışmaya
gittiğimizde, kurt onu yedi demeleri üzerine, Hz. Ya'kub ağlayarak feryadı
basmış; peki gömleği nerede? diye sormuş... İleride buna dair açıklama -yüce
Allah'ın izniyle- gelecektir.
es-Süddî ve İbn Hibban der ki: Kardeşleri: Yûsuf u kurt yedi deyince,
Hz. Ya'kub bayılarak yere düşmüş. Üzerine su dökmüşler, hareket etmemiş,
seslenmişler cevab vermemiş. Vehb der ki: Yehudâ ellerini Hz. Ya'kub'un nefes
alıp verdiği yerlere koymuş, nefes aldığını farkedememiş, hiçbir damarı hareket
etmemiş. Yehudâ kardeşlerine bunun üzerine şöyle demiş: Din (kıyamet) günü
hesaba çekecek olandan vay halimize! Kardeşimizi kaybettik, babamızı öldürdük.
Hz. Ya'kub ancak seher vaktinin serinliğinde ayıhp kendisine geldi. Ayıldığında
başı Rûbîl'in kucağında idi. Ey Rûbîl! demiş, ben sana güvenip oğlumu teslim
etmedim mi? Bu konuda ben senden söz almadım mı? Rûbîl babacığım! Ağlamanı
kes, ben sana durumu bildireyim, demiş. Hz. Ya'kub ağlamasını kesince, kardeşi:
Babacığım! Biz yanş yapalım diye gittik, Yûsuf'u da eşyamızın yanında
bırakmıştık. Onu kurt yemiş, diye cevap vermiş.[77]
İlim
adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme bir kimsenin ağlayışının, sözünün
doğruluğuna delil teşkil etmediğine delildir. Çünkü bu gözyaşlarının suni olma
ihtimali vardır, İnsanlardan bazıları suni olarak gözyaşı akıtabilir, bazısı da
akıtamaz.
Suni gözyaşlarının rahatlıkla anlaşılacağı da söylenmiştir. Nitekim bakîmin
birisi şöyle der:
"Gözyaşları yanaklara akıp birbirine karışınca,
Kimin gerçekten ağladığı, kimin yalandan ağlaştığı açıkça ortaya çıkar."[78]
17. Dediler ki: "Ey
Babamız! Biz yarış yapalım diye gittik, Yûsuf u da eşyamızın yanında
bırakmıştık. Onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten sen bize
inanmazsın."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[79]
Yüce Allah'ın: " Yarış yapalım" fiili "müsâbaka"dan
vezninde bir kelimedir. Buradaki yarış ok atma yarışı yapalım, diye de
açıklanmıştır. Nitekim Abdullah (b. Mes'ud)ın kıraatinde; " Biz ok atışı
yarışı yapalım diye gittik" şeklindedir ki bu da zaten bir çeşit
yarıştır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.
el-Ezherî der ki: "Nidâf ok atışı yarışıdır. "Rihân" at
yansıdır, "müsabaka" kelimesi ise her iki yarışı da ifade eder.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: "Yarış yapalım (müsabaka)" ifadesi ya ok
atma yarışı ya at üzerinde yahut ta koşarak yarış yapmak demektir. Koşu
yarışından maksat İse kişinin kendisini koşmaya alıştırmasıdtr. Çünkü koşu
düşmanla savaşmanın bir aracıdır. Kurdun koyunlardan uzaklaştırılmasının da bir
yoludur.
es-Süddî ve İbn Hibban der ki: "Yarış yapalım (müsabaka
yapalım)" kelimesi hangimizin daha hızlı koşup, öne geçtiğini görelim
diye, hızlıca koşalım, anlamındadır.
İbnu'l-Arabî der ki: Müsabaka şeriatte hükmü olan bir iştir ve
harikulade bir Özelliktir, savaşa karşı da bir destektir. Hz. Peygamber de
bizzat kendisi müsabaka yaptığı gibi, atıyla da yarışmıştır. Hz. Âişe ite
koşarak yarışmış ve onu geçmiştir, Rasûlullah (sav) yaşlanınca yine Hz. Âişe
İle koşu yarışı yapmış, bu sefer de Hz. Âişe onu geçmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber
ona:
"Bu öbürüne karşılık olsun" diye buyurmuştu.[80]
Derim ki: Seleme b. el-Ekvâ' da Zû Kared'den, Medine'ye döndüklerinde
bir kişi ile müsabaka yapmış, Hz. Seleme onu geçmişti. Bunu da Müslim rivayet
[81]etmektedir.[82]
Malik, NafPden, o İbn Ömer'den rivayetine göre Rasûlullah (sav), özel
olarak zayıflatılıp eğitilmiş atlar arasında el-Hayfa'dan itibaren yanş
yapmıştır. Varışın son noktası Seniyetu'1-Veda' idi. Yine Hz. Peygamber bu
şekilde zayıflatılmamış atlar arasında da Seniye'den Zureyk oğulları mescidine
kadar müsabaka yaptırmıştır. Abdullah b. Ömer de bu yarışa katılanlardan birisi
idi.[83]
Bu hadis, bu konuda sahih olmanın yanında üç şart ihtiva etmektedir ki bunlar
olmaksızın müsabaka caiz değildir. Söz konusu şartlara gelince, yarış
yapılacak mesafenin mutlaka bilinmesi gerekir. İkinci olarak atların durumları
birbirine eşit olmalıdır. Üçüncü husus ise aynı mesafe ve aynı hedefe kadar
özel olarak eğitilip zayıflatılmış atlar ile bu şekilde eğitilmemiş atlar birbirleriyle
yarışa sokulmamalıdır. Eğitilip zayıflatılması ve üzerinde yarış yapılarak bu
sünnetin gerçekleştirilmesi gereken atlar ise, fitne zamanlarında müslümanlarla
savaşmak için değil de düşmana karşı cihad etmek için eğitilen atlardır.[84]
Ok ve develerle yanşa gelince. Müslim'in rivayetine göre Abdullah b.
Amr: Rasûlullah (sav) ile birlikte sefere çıktık. Bir yerde konakladık. Bizden
kimisi çadırını onarırken, kimisi de ok yarışı yapıyordu, diyerek hadisin geri
kalan bölümlerini zikretti.[85]
Nesafnin kaydettiği rivayete göre de Ebu Hureyre, Rasûlullah (sav)ın
şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ya ok, yahut deve, ya da at yansı
olmadıkça yarış dolayısı ile ödül almak yoktur (caiz değildir)."[86]
İbn
Ebi Zî'b'in, Nafî' b. Ebi Nafî'den, onun da Ebu Hureyre'den naklettiği hadiste
"ok "dan söz edilmiştir. Hicaz ve Irak fukahâsı da bu görüştedirler.
Buhârî de Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav)ın
el-Adbâ' diye bir dişi devesi vardı. Bu deve bir türlü geçilemiyordu. -Humeyd
dedi ki: Veya hemen hemen geçilemiyordu.- Bedevi bir Arap genç bir erkek devesi
ile Hz. Peygamber'in dişi devesini geçti, bu müslümanlara ağır geldi ve Hz.
Peygamber bunu anlayınca şöyle buyurdu; "Dünyadan herhangi bir şey yükseldi
mi mutlaka onu alçaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır. (Allah'ın bir
[87]kanunudur.)[88]
Müslümanlar ödüllü yarışın ancak at, deve ve ok yarışlarında caiz olacağını
ittifakla kabul etmişlerdir. Şafiî der ki: Bu üçü dışındaki yarışlarda ödüller
kumardır.
Kadı
Ebu'l-Bahterî ise at, deve ve ok yarışı ile ilgili hadiste "veya kanat
(kuşların yarışı)" kelimesini fazladan eklemiştir. Bu ise
Ebu'l-Bahterî'nİn . Harun Reşid'in hatırı için uydurduğu bir kelimedir. O
bakımdan ilim adamları bundan ve başka uydurmalarından dolayı, onun naklettiği
hadisleri ter-ketmişlerdir. İlim adamları hiçbir şekilde onun naklettiği hadisi
yazmazlar.
Malik'ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak at ve ok atma
yarışlarından ödül alınır, çünkü bunlar savaşanlara karşı güç kaynağıdırlar.
Yine Malik der ki: Bununla birlikte at yarışlarını, ok atışı yarışından daha
çok severiz.
Hadisin zahiri soylu atlar ile normal atlar üzerinde yarış yapmayı eşit
görmektedir. Kimi İlim adamları da at dışında her hususta ödüllü yarışı uygun
görmezler. Çünkü Arapların yarış yapma adetleri bu şekilde idi.
Atâ'dan ise herşey üzerinde ödüllü yarışın caiz olduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. Ancak onun bu sözü te'vil edilmelidir, çünkü bunun genel olarak
her husus hakkında kabul edilmesi, kumarın da caiz görülmesi sonucunu verir ki
bu da ittifakla haramdır.[89]
Önceden de belirttiğimiz gibi at ve deve üzerinde ödüllü yarış ancak
belli bir noktaya kadar ve belli mesafede yapılırsa caizdir. Ok atışı müsabakası
da bu şekildedir. Belli bir nihai hedef, beİli bir mesafe ve belli isabet şekli
tesbit edilmedikçe ödüllü yarış caiz değildir. Bu isabet türünde ya okun hedefi
delip geçmesi ya da başka bir şart koşmaksızın isabet ettirmesi şart koşulmalıdır.
Yarışlarda üç türlü ödül söz konusudur. Birisini vali (yönetici) yahut
ta onun dışında bir kimse kendiliğinden, kendi malından ödül verir ve yansı kazanana
belli bir ödül tayin eder, galib gelen de o ödülü alır. Yahut ta Ödülü
yarışanlardan birisi ortaya koyar. Öbür yarışçı kendisine galib gelirse o ödülü
alır, kendisi öbür yarışçıyı geçerse, koyduğu ödülü kendisi alır. Bununla
birlikte ödül olarak çıkardığı malı o yolda harcaması ve malını geri almaması
da güzeldir. Bu yarış çeşitlerinde (caiz olduklarında) görüş ayrılığı yoktur.
Ödüllü yarışların üçüncü türü hakkında ise görüş ayrılığı vardır. O da
şöyledir: Yarışçılardan herbirisi diğer yarışçının ortaya koyduğunun benzeri
bir ödül ortaya koyar. Bunlardan hangisi galib gelirse hem kendisinin, hem
rakibinin ortaya koyduğu ödülü alır. Bu şekildeki bir yarış aralarına kendilerini
geçeceğinden emin olamadıkları üçüncü bir kişiyi (muhallil) sokmadıkça caiz
değildir. Eğer bu üçüncü şahıs galip gelirse, her iki ödülü de tek başına alır.
Diğer iki yarışçıdan herhangi birisi galip gelirse, kendisinin de diğer
arkadaşının da koyduğu ödülü alır ve bu yarışta muhallil olan üçüncü şahsın
alacak bir şeyi olmadığı gibi, bir şey vermek yükümlülüğü de yoktur. İkinci
yarışçı, yalnızca üçüncü kişiyi geçecek olursa, iki yarışçıdan herhangi birisi
yarışı kazanmamış gibi olur.
Şafiî mezhebine mensub Ebu Ali b. Hayran der ki: Üçüncü olarak giren
muhatlilin atının ne şekilde yürüdüğünün, koştuğunun bilinmemesi gerekir. Ona
"muhatlil" adının veriliş sebebi, yanşan iki kişiye yahut ta
kendisine alınacak ödülü lıelâl kılmaya sebeb olmasıdır.
İiim adamlarının ittifaklarına göre şayet bu iki kişi arasında muhallil
bulunmayıp yarışçılardan herbirisi, eğer yarışı kazanırsa hem kendisinin koyduğu
ödülü, hem arkadaşının koyduğu ödülü alacağını şart koşarsa, bu bir kumardır ve
caiz değildir.
Ebu Davud'un, Sünen'inde Ebu Hureyre'nin Peygamber (sav)den şöyle buyurduğu
rivayeti yer almaktadır: "Her kim iki at arasına bir at katar ve kendisinin
yansı kapanacağından emin değil ise bu bir kumar değildir. Ancak kendisinin
yarışı kazanacağından emin olmakla birlikte, üçüncü atı sokarsa o bir
kumardır."[90]
Muvatta'da da Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Araya bir muhallil girdiği takdirde ödüllü at yarışında bir mahzur yoktur,
eğer
(muhallil) galib gelirse ödülü alır. Şayet kendisi yenilirse,
alacak ir şeyi olmaz.[91]
Şafiî ve İlim adamlarının cumhuru bu görüştedir, Ancak bu hususta
Ma-lik'in nakledilen görüşleri farklıdır. Bir seferinde; at yansında muhallilin
girmesine gerek yoktur ve biz bu konuda Said'in görüşünü kabul etmiyoruz
derken, daha sonra da muhallil olmaksızın bu yarış caiz olmaz demektedir.
Görüşlerinin daha kuvvetli ve güzel olanı da budur.[92]
Yanş esnasında at ve devenin sırtına ancak buluğa ermiş birisi binici
olabilir. Bununla birlikte bineklere asıl sahiplerinin binmesi daha uygundur.
Ömer b. el-Hattab (r.a)dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yarış esnasında
atlara sahiblerinden başkası binmesin.
Şafiî de der ki: Yarışta önde olmanın asgari mesafesi bineğin boynunun
tamamiyle veya bir bölümüyle önde olması yahut sağrısının tamamı veya bir
bölümü ile öne geçmesi gerekir. Ok atma yansında da öne geçiş yine ona göre
böyledir.
Bu konuda Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de Şafiî'nin görüşüne yakındır.[93]
Peygamber (sav)in, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile yarıştığı ve
Rasûlullah (sav)in, Hz. Ebu Bekir'i bir at boyu geçtiği, Hz. Ömer'in de üçüncü
geldiği rivayet edilmiştir. Yani Hz. Ebu Bekir'in atının başı Hz. Peygamber'in
atının sağrısı ile aynı hizada idi.
"Yûsuf u da eşyamızın" elbisemizin ve kumaşlarımızın
"yanında" onları korumak üzere "bırakmıştık. Onu kurt
yemiş." Çünkü onlar babalarının: Kurdun onu yemesinden korkarım,
dediğini'işitince bunu ondan öğrendiler ve bu sözün arkasına sığındılar. Çünkü
daha önce Hz. Ya'kub bundan dolayı Yûsuf için korktuğunu izhar etmiş idi.
"Biz" sözümüzde "doğru söyleyenler olsak büe"
el-Müberred ve İbn İshak'a göre doğru söylüyor isek dahi "zaten sen bize
inanmazsın." Bizim doğru söylediğimizi kabul etmezsin. Hz. Ya'kub da
onların suikastte bulunma ihtimallerinin kuvvetli olduğunun açıkça görülmesi
ve delillerin söylediklerinin aksine pek çok olması dolayısıyla -ileride
açıklanacağı üzere- onların doğru söylediklerine inanmamıştı,
"Biz
doğru söyleyenler olsak bile" buyruğunun biz her ne kadar senin nezdinde
güvenilir ve doğru söyleyen kimseler olsak bile sen yine bizi
doğrulamayacaksın. Çünkü sen bu meselede bizi itham akında tutmaktasın. Buna
sebep de Yûsuf a karşı duyduğun aşırı sevgidir. Bu anlamdaki bir açıklamayı
et-Taberî, ez-Zeccâc ve başkaları yapmışlardır.[94]
18. Bir de üstüne yalancıktan
kanlı gömleğini getirdiler. "Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış,
böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu
söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak Allah'tır."
Yüce Allah'ın: "Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini
getirdiler." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[95]
Yüce Allah'ın: "Yalancıktan kanlı" buyruğu ile ilgili olarak
Mücahid şöyle demektedir: Bu kestikleri bir keçi ya da bir oğlağın kanı idi.
Katâde: Ceylan kanı idi, demektedir. Yani onlar, üzerinde yalancıktan kan
bulunan gömleğini getirdiler. Yüce Allah burada "kan";
"Yalancıktan" diye mastar ile nitelendirmiştir. Buna göre ifade,
"gerçeği olmayan kan" anlamında; takdirinde "o şehre sor"
(Yûsuf, 12/82) buyruğu gibidir. Fail İle meful bazen mastar olarak da
kullanılabilir. Mesela; "Bu emir tarafından sikke olarak vurulmuştur"
denilir. Yine dökülmüş su anlamında-, denilir. Yere çekilmiş su anlamında;
adil kişi anlamında da; denilir.
el-Hasen ve Hz. Âişe; şeklinde "dal" harfi ile okumuşlardır
ki taze kan demektir. Bunun değişikliğe uğramış kan anlamına geldiği de
söylenmiştir ki, bu açıklamayı eş-Şa'bî yapmıştır. Bu kelime aynı zamanda küçük
yaştaki çocukların tırnaklarında görülen beyazhk anlamına da gelir. Buna göre
gömlek üzerindeki kanın iki rengin birbirinden farklı olması bakımından
tırnakta görülen beyazlığa benzetilmiş olması da mümkündür.[96]
(Malîkî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine
olsun- derler ki: Hz. Yûsuf'un kardeşleri kanı doğruluklarına alamet olarak
göstermek isteyince, yüce Allah bu alametle birlikte onunla çelişen bir başka
alameti de çıkardı. Bu da onun gömleğinde herhangi bir şekilde parçalayıcı
dişlerden gömleğinin kurtulmuş olması, yırtılmamış olmasıdır. Çünkü kurdun
Yûsuf’u, üzerinde bulunan gömleği yırtıp parçalamaksızın yemesine imkan
yoktur. Hz. Ya'kub gömleği dikkatle inceleyince, onda herhangi bir yırtık ve
herhangi bir iz bulmayınca bunu yalan söylediklerine delil gördü ve onlara: Bu
kurt ne kadar da hikmetle hareket eden birisiymiş? Yûsuf'u yiyecek ve gömleğini
parçalamayacak ha! Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
İsrail, Simâk b. Harb'dan, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Gömleğin üzerindeki kan bir keçi kanı idi.
Süfyan, Simâk'dan, o İkrime'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir:
Hz. Ya'kub gömleğe bakınca, yalan söylediniz dedi. Çünkü kurt onu yemiş
olsaydı, elbette gömleğini de parçalayacaktı.
el-Maverdînin naklettiğine göre Hz. Yûsufun gömleğinde üç tane alâmet
(mucize) vardı. Birincisi babalarına üzerinde yalancıktan kanlı olarak onu götürdüklerinde,
ikincisi gömleği arkadan yırtıldığında, üçüncüsü de gömleği babasının yüzüne
bırakılınca gözlerinin görüvermesinde.
Derim ki: Ancak bu görüş kabul edilemez. Çünkü kardeşlerinin getirdikleri
ve üzerinde yalancıktan kanlı olan gömlek, arkadan yırtılan gömlekle aynı
değildir. Müjdecinin Hz. Ya'kub'a getirdiği gömlek de başkadır.
Hz. YûsuPun arkadan yırtılan gömleği ile babasına getirildiğinde gözlerinin
görmesine sebep teşkil eden gömleğin aynı olduğu da söylenmiştir. İleride yüce
Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında açıklanacağı gibi.
Yine rivayet edildiğine göre kardeşleri, babalarına: Hayır, hırsızlar
onu öldürdü, dediler ve böylelikle sözleri birbirini tutmaz oldu. Babaları da
onları itham etti ve onlara şöyle dedi: Önce kurdun onu yediğini iddia
ediyorsunuz, eğer kurt onu yemiş olsaydı, dişleri derisine ulaşmadan önce
gömleğini parçalardı. Ben ise bu gömlekte herhangi bir yırtık görmüyorum.
Hırsızların onu öldürdüğünü iddia ediyorsunuz, hırsızlar onu öldürmüş olsaydı,
şüphesiz gömleğini de alırlardı. Çünkü hırsızlar onun elbisesinden başka neyi
istiyorlardı ki? Bunun üzerine: "Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten
sen btee inanmazsın" dediler. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından
nakledilmiştir. Yani bizler, doğruluk sıfatına sahip olsak dahi, yine sen bizi
itham edersin.[97]
Fukahâ bu âyet-i kerîmeyi delil kabul ederek, kasâme[98]
ve buna benzer hkhî bir takım meselelerde emareleri göz önünde bulundurmuşlar
ve ittifakla Hz. Ya'kub'un oğullarının yalan söylemelerine, gömleğin
sağlamlığım delil gösterdiğini kabul etmişlerdir. Buna göre bir meseleye bakan
bir kimsenin emarelere ve alâmetlere -çelişmeleri halinde- dikkat etmesi,
üzerlerinde dikkatle durması gerekmektedir. Bunlardan hangisi ağır basarsa, o
ağır basan tarafa göre hüküm verir. İşte bu, ithamın kuvveti demek olup, buna
göre hüküm verilebileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu açıklamayı İb-nu'1-Arabî
yapmıştır.
Yüce Allah'ın: "Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir
işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır" buyruğuna dair
açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:[99]
Rivayete göre Hz. Ya'kub'a çocukları: "Onu kurt yemiş"
deyince onlara: Kurt onun bir uzvunu olsun geriye bırakmadı mı? Siz de onu bana
getirseydiniz, ben de onunla bir teselli bulurdum. Geriye bana bir elbisesini
dahi bırakmadı mı? O elbisesinden, onun kokusunu koklardım. Bunun üzerine
oğullan: Evet işte kanının bulaşmış olduğu gömleği, dediler. İşte yüce
Allah'ın: "Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler"
buyruğunda anlatılan budur.
Bunun üzerine Hz. Ya'kub ağladı, çocuklarına da şöyle dedi: Bana gömleğini
gösteriniz. Ona gömleğini gösterince, onu koklayıp öptü. Daha sonra bu gömleği
evirip, çevirmeye başladı. Ancak gömlekte herhangi bir yırtık ve herhangi bir
parçalanma görmeyince şöyle dedi: Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah
adına yemin ederim ki, bugüne kadar bunun gibi hikmetli hareket eden bir kurt
görmedim. Oğlumu yeyip parçaladığı, onu gömleğinin İçinden çekip çıkardığı
halde üzerindeki gömleğini parçalamamış. Böylelikle Hz. Ya'kub durumun
dedikleri gibi olmadığını, kurdun onu yemediğini anladı. Ağlayarak ve üzüntü
içerisinde kızmış haliyle onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey çocuklarım!
Bana oğlumu gösteriniz, eğer hayatta ise onu tekrar yanıma getiririm. Eğer ölü
ise onu kefenler ve gömerim.
Denildiğine göre işte o vakit şöyle dediler: Babamızın sözlerimizin
yalan olduğunu nasıl iddia ettiğine bakmaz mısınız? Haydi gelin onu kuyudan çıkartalım
ve onu parçalayalım. Daha sonra da organlarından birisini babamıza getirelim,
o vakit söylediğimizi doğru kabul eder ve böylelikle ümidini de keser. Bunun
üzerine Yehudâ şöyle der: Allah'a yemin ederim bunu yapacak olursanız, hayatta
kaldığım sürece size düşman kesilirim ve yaptığınız bu kötülüğü babanıza haber
veririm.
Onlar da şöyle dediler: Böyle bir şeyi yapmamıza engel olduğuna göre,
haydi gelin ona bir kurt yakalayalım. Bu sefer bir kurt yakalayarak, kurdu iplerle
bağladılar. Sonra da onu Hz. Ya'kub'a getirip şöyle dediler: Ey babamız! İşte
bizim koyunlanmıza saldıran ve koyunlarımızı yakalayan kurt budur. Kardeşimizi
yakalayarak, yüreğimizi parçalayan da bu olabilir. Bunda bizim şüphemiz
yoktur, işte Yûsuf'un kanının izleri de onun üzerinde görülmektedir. Bunun
üzerine Hz. Ya'kub: Kurdu serbest bırakın, deyince onlar da kurdu serbest
bıraktılar. Kurt Hz. Ya'kub'a doğru şirin hareketlerde bulunarak ona yaklaşmaya
koyuldu. Hz. Ya'kub da ona: Yaklaş, yaklaş diyordu. Nihayet kurt yanağını Hz.
Ya'kub'un yanağına yapıştırınca, ona: Ey kurt! niçin oğlumu öldürerek,
yüreğimi yaktın ve uzun süre kesilmeyecek bir kedere beni boğdun, dedikten
sonra şöyle dua etti: Allah'ım sen bunu konuştur. Allah kurdu konuşturunca
şöyle dedi: Seni peygamber olarak seçen hakki için, ben onun etini yemedim.
Derisini parçalamadım, onun tüylerinden bir tanesini olsun koparmadım. Allah'a
yemin ederim, benim senin oğlundan haberim yoktur. Ben yabancı bir kurdum,
Mısır taraflarından kaybettiğim bir kardeşimi aramaya geldim, bitemiyorum
hayatta mıdır, ölü müdür? diye. Bu sefer senin oğullanrı beni yakalayıp
bağladılar. Şüphesiz peygamberlerin etlerini yemek bizlere ve bütün yırtıcı
hayvanlara yasak kılınmıştır. Allah'a yemin ederim, peygamberlerin evlatlarının
yırtıcı hayvanlara yalan iftirada bulundukları bir yerde ben de kalmam.
Hz. Ya'kub onu serbest bırakıp şöyle der: Allah'a yemin ederim ki siz
kendi aleyhinize bir delil getirmiş oldunuz. İşte bu dilsiz bir kurttur,
bakınız o bile kardeşini aramaya çıkmış. Siz ise kendi kardeşinizi telef
ettiniz, esasen ben kurdun sizin onun hakkında söylediğinizden uzak olduğunu,
masum olduğunu biliyordum.[100]
"Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" size böyle davranmayı güzel
göstermiş "böyle bir işe sürüklemiş." Sizin dediğinizden ve söylediğinizden
başka bir iş yapmaya kadar gitmişsiniz.
Daha sonra da Hz. Ya'kub kendisini tahammüle hazırlamak üzere:
"Artık bana düşen güzel bir sabırdır, dedi." Bu da bir sonraki
başlığın konusudur.[101]
ez-Zeccâc der ki: Bu buyruk şu demektir: Benim yapacağım ve benim yapmam
gerektiğine inandığım, güzel bir şekilde sabretmekten ibarettir. Kutrub da
şöyle açıklamıştır: Artık benim sabrım, güzel bir sabır (olmalOdır. Bunun,
güzel bir sabır bana daha çok yaraşır, anlamına geldiği de söylenmiştir. O halde
(âyet-i kerîmedeki) bu buyruk mübtedadır, haberi de hazf edilmiştir.
Rivayet olunduğuna göre Peygamber (sav)e güzel sabır hak[102]kında
soru sorulmuş o da şu cevabı vermiş: "O beraberinde hiçbir şikayetin
bulunmadığı bir sabırdır."
Yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında daha geniş açıklamalar da gelecektir.
Ebu Hatim der ki: İsa b. Ömer, Sehl b. Yûsuf'un iddia ettiğine göre bu
buyruğu şeklinde okumuş ve şöyle demiş: el-Eşheb el-Ukeylî de böyle okumuştur
ve şöyle demiştir: Enes ile Ebu Salih'in, Mushaf'larında da böyle idi.
el-Muberred der ki; Güzel bir sabır" ifadesinin ref ile okunması
nasb ile okunmasından daha uygundur, çünkü anlamı şöyledir: Rabbim ben güzel
bir sabra sahibim. Ayrıca el-Muberred der ki: Nasb ile okunması mastar olarak
kabul edilmesine göredir. Yani; "Artık şüphesiz ben güzel bir şekilde
sabredeceğim" demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Geceleyin uzunca yürümekten devem bana şikayet etti. Güzel bir
şekilde Sabret, (dedim). İşte ikimiz de belâlarla karşı karşıya
bulunuyoruz."
Güzel sabır, herhangi bir tahammülsüzlüğün ve şikayetin bulunmadığı sabırdır.
Denildiğine göre: Buyruğun anlamı şudur: Ben yüzümden kederin okunacağı, asık
bir suratla sizinle oturup kalkmayacağım. Aksine önceden sizinle nasıl
idiysem, yine öyle oturup kalkmaya devam edeceğim. Bu ifade de onun, çocuklannı
sorgulamaktan vazgeçip onları affettiğine delil olan bir taraf ta vardır.
Habib b. Ebi Sabit'ten nakledildiğine göre Hz. Ya'kub'un kaşları
gözlerinin üzerine düşmüştü ama, onlan bir bezle yukarı doğru kaldırırmış. Kendisine:
Bu da ne oluyor? denince, şu cevabı verirmiş: Aradan geçen uzun zaman ve pek
çok keder diye. Bunun üzerine yüce Allah: Beni şikayet mi ediyorsun, ey
Ya'kub? deyince, Hz. Ya'kub şu cevabı vermiş: Rabbim bir hata yaptım, ne olur
onu bana bağışla!
"Sizin şu söylediklerinize karşı" yani bana söylediğiniz bu
yalanlara katlanabilmek için 'Yardımına sığınılacak Allah'tır" îdiye
sözlerini tamamladı). "Yardımına sığınılacak Allah'tır" anlamındaki
buyruk da mübtedâ ve haberdir.[103]
İbn Ebi Rifâa der ki: Görüş belirten rey sahiplerinin peygamber olarak
Hz. Ya'kub'un zannını ele aldıklarında, kendi kanaatlerini itham etmeleri gerekir.
Çünkü oğullan kendisine: "Biz yarış yapalım diye gittik. Yusuf u da eşyamızın
yanında bırakmıştık. Ona kurt yemiş" dediklerinde o da kendilerine:
"Bayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış. Böyle bir işe sürüklemiş. Artık
bana düşen güzel bir sabırdır" demişti ve burada isabet etmişti. Daha
sonra İse kendisine: "Gerçek şu ki senin oğlun hırsızlık etti. Biz ancak
bildiğimize göre şahitlik ediyoruz. Gaybın bekçileri de değiliz"
dediklerinde o da: 'Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe
sürüklemiş" (Yûsuf, 12/81-83) demiş ve burada da isabet etmemişti.[104]
19. Bir yolcu kafilesi gelip
sucularını yolladılar. O da kovasını sarkıttı. "Aaal... müjde işte genç
bir çocuk" dedi. Onu bir ticaret malı gibi sakladılar. Allah İse ne
yaptıklarını çok İyi bilendir.
"Bîr yolcu kafilesi gelip..." Yani Şam tarafından, Mısır'a
doğru yol alıp giden bir arkadaş topluluğu geldi. Bunlar yollarını
şaşırmışlardı. Nihayet kuyuya yakın bir yerde konakladılar. Bu kuyu şehirden
uzakça kurak bir yerde idi. Çoban ve o yoldan geçip gidenler tarafından
kullanılıyordu. Suyu da tuzlu idi, suya Hz. Yûsuf atıldığında suyu tatlanmıştı.
"Sucularını yolladılar." anlamındaki buyrukta zamirlerin
müzekker gelmesi manaya göredir. Eğer denilmiş olsaydı, lafza göre zamirler
müennes getirilmiş olurdu. Nitekim;" Gelip" anlamındaki fiil de
böyledir (müennesdir).
Sucu (el-vârid) ise topluluğa su götürmek üzere, suya giden kişidir.
Mü-fessirlerin naklettiklerine göre bu sucunun adı Mâlik b. Du'r olup bu kişi
Arab-ı Âribe'den idi.
"O da kovasını sarkıttı." Yani kovasını kuyuya bıraktı,
saldı. Bu tabir kovasını doldurmak üzere salmasını anlatmak için kullanılır.
Kovasını sarkıttıktan sonra çıkardı, anlamındadır. Bu açıklamalar el-Esmaî ve
başkalarından nakledilmiştir.
"vav"lı bir fiil olup muzari ve maştan şeklinde gelir ki; çekip çıkardı
anlamındadır. Kovasını salmak demek olan; da böyledir (vav'lıdır.) Ancak
"vav"lı kullanım ağır geldiğinden onu "ya"ya döndürmüşlerdir.
Çünkü "ya" harfi "vav" harfinden daha hafiftir. Bu
açıklamayı Kûfeli-ler yapmıştır.
el-Halîl ve Sibeveyh ise şöyle derler: Bu Fiil üç harfi aşınca -muzari
fiile tabi olarak "ya"ya geri çevirildi.
" Kova"nın asgari çoğul sayısı için, çoğul şekli, diye gelir.
Bu çoğul daha da artarsa, denilir ve "vav", "ya"ya
dönüştürülür. Ancak bu şekilde çoğulun yapılması, babların da değişik olmasına
sebeb olup bu değiştirme de tekil ile çoğul arasındaki farkı ortaya çıkarmak
için yapılır. şekli de çoğuldur.
Hz. Yûsuf (sarkıtılan kovanın) ipine asıldı. Ondördündeki ay gibi güzel
bir çocuk ile karşı karşıya kaldılar. Peygamber (sav) Müslim'in, Sahih'ınde yer
alan İsra hadisinde şunlan söylemektedir: "Yûsuf ile karşılaştım. Ona güzelliğin
yansının verildiğini gördüm. "[105]
Ka'b el-Ahbar der ki: Yûsuf güzel yüzlü, siyah saçlı, iri gözlü,
mutedil yapılı, beyaz tenli, kollan ve pazuları kalın, göbeksiz, göbek çukuru
küçük idi. Gülümsediği vakit onun ön dişlerinden adeta bir nur görülürdü,
konuştuğu vakit sözlerinde dişlerinin arasından güneş parıltısı görülürdü. Hiç
kimse onun niteliğini anlatamaz. Güzelliği geceye göre gündüzün aydınlığı,
ışığı gibiydi. Hz. Adem'i yüce Allah'ın yaratıp da içine ruhunu üflediği ve
masiyet işlemeden önceki haline benzerdi.
Denildiğine göre Hz. Yûsuf bu güzelliği, babası Ya'kub'un babaannesi
Sa-re'den miras almıştı. Sare'ye güzelliğin altıda biri verilmişti. Sucu Malik
b. Du'r, Hz. Yûsuf u görünce: "Aaa! Müjde işte genç bir çocuk"
demişti. Medineli-lerle, Basrahlar bunu; "Aaa! müjde bana! İşte genç bir
çocuk* diye okumuşlardır. Ancak İbn Ebi İshak bunu; şeklinde okumuştur ki
burada "elif, "ya"ya kalbedilmiştir. Çünkü bu "ya"nın
mâ kabli (ondan önceki harf) esreli okunur. "Elifin -burada- esreli
okunuşu caiz olmadığından dolayı onun da "ya"ya kalbedilmesi bu
esreden bedel kabul edilmiştir.
Kûfeliler ise izafet olmaksızın; "Aaa! Müjde" diye okumuşlardır.
Bunun anlamı ile ilgili iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu çocuğun adıdır,
ikinci görüşe göre de anlamı şudur: Ey müjde! İşte bu, senin vaktin ve
zamanındır.
Kata de ve es-Süddî derler ki: Sucu kovasını sarkıttığında, Yûsuf
kovaya asıldı. Sucu da: Aaa! müjde, İşte genç bir çocuk! demişti. Katâde der
ki: O bu sözleriyle arkadaşlarına bir köle bulduğu müjdesini vermişti. es-Süddî
de der ki: O böylelikle adı Büşrâ olan bir adama seslenmişti. (Buna göre anlam
şöyle olur: Ey Büşra! İşte genç bir çocuk buldum.)
en-Nehhâs der ki: Katâde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı
Ke-rîm'de pek az müstesna hiçbir kimsenin adı zikredilmemiştir. Kur'ân-ı
Ke-rîm'de genellikle zamirler ile şahıslardan söz edilir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "O günde zalim ellerini ısırıp..." (el-Furkan,
25/27) Buradaki zalimden kasıt Ukbe b. Ebi Muayt'tır. Bundan sonra da:
"Eyvah banal Keşke filanı dost edinmeseydim." (el-Furkan, 25/28.)
diye buyurulmaktadır ki burada da kastedilen kişi Umeyye b. Haleftir. Bu
açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.
Müjdeleyerek seslenmenin anlamı İse hazır bulunanlara müjde vermektir.
Bu da bir kimsenin; ben müjdeliyorum; demesinden daha pekiştirici bir ifadedir.
Tıpkı bir kimsenin: Hayret! demesi gibi ki: Bu da bu gün hayret edilecek bir
gündür, bu alametlerinden hayret olunur, ey hayret! Haydi gel! anlamına gelir
ki; Sibeveyh'in görüşüne göre açıklama böyledir. es-Süheylî de böyle demiştir.
Bir diğer görüşe göre bu şuna benzer: Vay ben ne kadar sevinçliyim, demektir.
"Büşrâ" kelimesi "istibşar'dan mastardır. Bu görüş daha
sahihtir, isim olsaydı mütekellim zamirine muzaf olarak gelmezdi. Buna göre;
" Müjdeler olsun bana!" ifadesi nasb mahallinde olur. Çünkü bu,
izafet terkibine yapılan bir nidadır. Buradaki nidanın anlamı da dikkat
çekmektir, yani benim sevincime, benim neşeme dikkat ediniz.
es-Süddî'nin görüşüne göre ise; " Ey Zeyd işte bu bir çocuktur,
deme gibi ref mahallindedir. Bununla birlikte; "Ey adam" sözü ile
yüce Allah'ın: "Ey şu kullara hasret" (Yâsîn, 36/30) buyruğunda
olduğu gibi, nasb mahallinde olması da mümkündür. Ancak "büş-râ"
kelimesinin tenvinsiz gelmesi munsarıf olmadığından dolayıdır.
"Onu bir ticaret malı gibi sakladılar." buyruğundaki
"o" zamiri Yûsuf (a.s)a aittir. "Vav (....lar.r zamiri ise
kardeşlerine aittir. Onu satın alan tüccarlara ait olduğu söylendiği gibi; su
almaya giden kişiye ve arkadaşlarına ait olduğu da söylenmiştir.
"Bir ticaret malı gibi" ifadesi ise hal olarak
nasbedilmiştir.
Mücahid dedi ki: Onu gizleyen Malik b. Du'r ve arkadaşlarıdır. Onu beraberlerinde
bulunan tüccar arkadaşlarından saklamışlar ve onlara şöyle demişlerdi: Bu Şam
halkından birisinin yahut ta bu su sahiplerinin bize Mısır'a kadar götürmek
üzere verdikleri bir ticaret malıdır. Onlara bu şekilde söylemelerine sebep ise
kendileri ne ortak olmaları korkusu idi.
İbn Abbas der ki: Yûsuf kuyudan çıkartıldığında Yûsufun kardeşleri onun
bir ticaret malı olduğunu gizlice söylemişlerdi. Çünkü kardeşleri gelip: Bu
yaptığınız iş ne kadar kötü demişlerdi. Çünkü bu bizim kaçmayı huy edinmiş bir
kölemizdir. Yûsuf'a da İbranice şöyle demişlerdi: Ya bizim kölemiz olduğunu sen
de ikrar edersin ve seni bunlara satarız yahut ta seni ellerinden alır
öldürürüz. Hz. Yûsuf da: Hayır, ben sizin köleniz olduğumu ikrar edeceğim,
diyerek onlara köleleri olduğu ikrarında bulundu. Kardeşleri de Yûsuf’u onlara
sattılar.
Yine denildiğine göre; Yehudâ kendi dilleriyle kardeşleri Yûsuf’a: Sen
kardeşlerinin kölesi olduğunu itiraf et, çünkü bu şekilde davranmayacak olursan,
seni öldüreceklerinden korkarım. Belki Allah böylelikle sana bir çıkış yolu
gösterir ve ölümden kurtulursun, demişti. Hz. Yûsuf da kardeşleri kendisini
öldürürler korkusuyla gerçek durumunu gizledi.
Onu çıkaran Malik b. Du'r: Allah'a yemin ederim bunun siması köle simasına
benzemiyor, deyince kardeşleri o bizim himayemizde büyüdü, bizim ahlâkımızla
ahlâktandı, bizim edebimizi aldı, dediler. Bu sefer Malik: Sen bu işe ne dersin
ey çocuk? deyince, Yûsuf: Doğru söylüyorlar, cevabını verdi. Onların
himayesinde büyüdüm, onlann huyunu aldım. Bunun üzerine Malik şöyle dedi: Onu
bana satacak olursanız, sizden satın alırım. Bunun üzerine kardeşlerini ona
sattılar. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu dile getirmektedir:[106]
20. Onu düşük bir fiyata,
sayılı bir kaç dirheme sattılar. Bunların ona rağbetleri yoktu.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız:[107]
Allah'ın: "Onu... sattılar" buyruğu ile aynı kökten hem
"satın aldım" hem ne "sattım" anlamında olmak üzere
sözlükte; kullanılır. Şair der ki:
"Ve ben Burd'u sattım, keşke Burd'u sattıktan sonra Geceleyin
kabirlere tüneyen bir kuş olsaydım."
Burada "satmak" anlamında kullanılmıştır. Bir başka şair de
şöyle demek-
“Onu (yayını) satınca, gözlerinden yaşlar taştı, kalbinde de bu işi
Kınamaktan dolayı oldukça yakıcı bir elem olduğu halde."
"Düşük bir fiyata" eksik bir fiyata sattılar, demektir,
kelimesi bu mastar olup isim yerine kullanılmıştır. Yani onu düşük bir değere,
eksik bir pahaya sattılar.
Kardeşleri onun bedelinden faydalanmak maksadında değildi.Onların asıl
maksadı babalarının yalnızca kendilerine teveccüh edecek (sevecek) hale
gelmesini sağlamaktı.
Denildiğine göre Yehudâ uzak bir yerden Yûsuf'un kuyudan çıkarıldığını
görünce, kardeşlerine haber verdi. Onlar da, gelip geçen yolcu kafilesine onu
sattılar.
Bir diğer görüşe göre durum böyle değildir. Aksine onlar üç gün sonra
durumu öğrenmek üzere kuyuya geldiler, orada yolcu kafilesinin izlerini
görünce onları takib ettiler ve: Bu bizim kaçmış bir kölemizdir, diyerek onu
yolcu kafilesine sattılar.
Katâde der ki: "Düşük fîyat'dan kasıt zulüm ile sattılar demektir.
ed-Dehhâk, Mukatil, es-Süddî ve İbn Atâ ise "düşük flyaftan kasıt, onu
haram bir bedel karşılığında sattıklarıdır, demişlerdir.
İbnu'l-Arabî der ki: Bu tefsirlerin açıklanabilir bir tarafı yoktur.
Bununla sadece Yûsuf'a karşılık verilen fiyatın gerçek değeri olmadığına
işaret edilmektedir. Çünkü kardeşleri her ne kadar onu sattı iseler de, onlar
onun karşılığında alacakları bedelden yararlanmak maksadını gütmüyorlardı.
Onların bütün maksatları Yûsuf un uzaklaşması suretiyle babalarının yalnızca
kendilerine teveccüh etmesi suretiyle elde edecekleri faydadan ibaretti. Şayet
onu "satın alanlar" (çünkü kelime, hem satmak hem satın almak
anlamındadır) gelen kafile idiyse, onu diğer arkadaşlarından gizleyerek yalnız
kendilerinin olsun istediklerinden böyle yapmışlardı, demektir. Ya da (aynı
maksatla): Bu bizimle birlikte bir ticaret malı olarak gönderildi, demişlerdi.
Böylelikle kendilerine göre, karşılığında herhangi bir bedel ödemiş olmuyor,
bedelleri karşılığında aldıklarının bütünüyle kâr olduğunu anlatmış
oluyorlardı.
Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin: "Bununla ona karşılık alınan bedelin
onun gerçek kıymeti olmadığına işaret edilmektedir" şeklindeki ifadesi
şuna delildir: Şayet kardeşleri onun tam değerini almış olsalardı, bu da caiz
olurdu. Ancak durum böyle değildir. O halde bu, es-Süddî'nin ve diğerlerinin
söylediklerinin doğruluğuna delildir. Çünkü kardeşleri satılması caiz olmayan
bir kişi üzerinde satış akdi yaptılar. Bundan dolayı kardeşlerinin onun
bedelini yemeleri helâl olmazdı.
İkrime ve eş-Şa'bî ise az, bir pahaya sattılar, diye açıklamışlardır.
İbn Hay-yân ise bozuk ve kalp paraya sattılar, diye açıklamıştır.
İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan nakledildiğine göre YûsuPu yirmi dirhem
karşılığında sattılar. Kardeşlerinden herbirisi iki dirhem aldı, (çünkü) on kardeş
idiler. Katâde ve es-Süddî de böyle demişlerdir.
Ebu'l-Âliye ve Mukatil der ki: Yirmüki dirheme sattılar, onlar onbir
kişi idiler. Herbirisi İkişer dirhem aldı. Mücahid de böyle demiştir.
İkrime de kırk dirheme sattılar demektedir. Ancak sahabiden gelen rivayet
daha uygundur.
"Düşük" anlamındaki kelime "fiyat" anlamındaki
kelimenin sıfatıdır, "Dİrhem(ler)" ise onun bedeli ve açıklaması
(tefsiri yani temyiz)dir. "Dirhemler" şeklindeki çoğulu tekilinin,
olmasına göredir. Bu Sibeveylı'e göre çoğul isim de olabilir, ayıa şekilde
"he"nin esresinin uzatılması sonucu "ya "ya dönüşmesi de
olabilir. Buradaki med, maksur elifin meddi türünden değildir. Çünkü maksur
elifin meddi Basratılara göre şiirde olsun, başka şekilde olsun caiz değildir.
Nahivciler şu beyiti naklederler:
"Onun (devenin) on ayakları bütün öğle sıcaklarında çakıl
taşlarını (çok hızlı yürüdü|fimden dolayı) Sarrafların dirhemleri sayıp
ödedikleri gibi uzaklaştırır."
"Sayılı" anlamındaki kelime de dirhemlerin sıfatıdır. Bu da
şuna delildin Paralar onlar nezdinde ağırlık ile dçğil, sayı ile
kullanılıyordu.
Bunun, verilen bedelin azlığını anlatmak için kullanılan bir ifade
olduğu da söylenmiştir. Çünkü verilen bu dirhemler azlığından dolayı tartılacak
miktan bulamamıştı. Çünkü onlar bir ukiyeden daha aşağı miktardaki bedelleri
tartmazdı ki, bir ukiye de kırk dirhemdir.[108]
Kadı İbnu'l-Arabî der ki: İki nakitte (altın ve gümüş paralarda)
aslolan tartıdır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Altını altına
karşılık, gümüşü gümüşe karşılık ancak eşit tartılarda satınız. Kim daha fazla
verir veya daha fazlasını isterse o kimse faize düşmüş olur."[109]
Tartının faydası, ancak miktarın tesbitinde ortaya çıkar. Aynî
olmasının bir faydası yoktur, Şu kadar var ki, işlemlerin çokluğu dolayısıyla
tartı zor ve ağır geleceğinden insanların yükünü hafifletmek kastı ile bu
vakitlerde sayı itibar edilegelmiştir. Öyle ki eğer herhangi bir eksiklikleri
veya fazlalıkları söz konusu olmadan mıskal veya dirhemler sikke olarak
vurulacak olursa, sayı ile bunların biribirleriyle değiştirilmeleri (satımları)
caiz olur. Eğer bunların ağırlıkları eksilecek olursa, yine durum tartıya avdet
eder. İşte bundan dolayı -önceden de geçtiği gibi- kullanılan paraların
kırılmaları veya kenarlarının kırpılması yeryüzünde fesat çıkartmaktan
sayılmıştır.[110]
Dinar ve dirhemlerin tayin ile belirlenip belirlenmeyecekleri hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu hususta Malik'ten gelen rivayet de
farklıdır. Eşheb bunlar için tayin söz konusu olmayacağı görüşündedir.
Ma-lîk'in kuvvetli olan görüşü de budur, Ebu Hanife de böyle demiştir. Ancak
İbnu'l-Kasım bunların tayin edileceği kanaatindedir. el-Kerhî'den de bu görüş
nakledilmiştir, Şafiî de böyle demiştir.
Bu konudaki görüş ayrılığının sonucu şu şekilde ortaya çıkar: Bizler
dinar ve dirhemlerin tayin edilmeyeceği görüşünü kabul edecek olursak, birisi:
Ben sana bu dinarları, şu dirhemlere karşılık satıyorum, diyecek olursa (ve bu
arada bunlar telef olursa) dinarlar o miktarda dinar sahibinin zimmetine,
dirhemler de o miktarda dirhem sahibinin zimmetine taalluk eder. Şayet (tayin
edileceğini kabul edersek) bu dirhemler tayin edildikten sonra, telef
olurlarsa sahiplerinin zimmetine herhangi bir şey taalluk etmez ve akit batıl
olur. Tıpkı ticaret malları ve buna benzer sair aynların satışında olduğu gibi.[111]
el-Hasen b. Ali (r.a)dan buluntu çocuğun hür olduğuna hükmettiği rivayet
edilmiştir. Buna delil olarak da: "Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç
dirheme sattılar" buyruğunu okumuştur. Bu husustaki açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.[112]
"Bunların ona rağbetleri yoktu" buyruğu ile ilgili olarak
rağbet etmeyenlerin kardeşleri olduğu, yolcu kafilesinin olduğu, yolcu
kafilesinden su almak üzere kuyuya gidenlerin olduğu söylenmiştir. Durum ne
olursa olsun, Yûsuf onların nazarında değer verilmesi gereken birisi değildi.
Kardeşlerinin nazarında değerli değildi. Çünkü onların maksadı
karşılığında alınacak olan mal değil, babalarından uzaklaşmasıydi. Kafile
nezdinde değerli değildi. Çünkü kardeşleri onun kaçkın bir köle olduğunu
söylemişlerdi. Su almaya gelenlerin nezdinde rağbet edilen bir şey değildi.
Çünkü arkadaşlarının da kendilerine onda ortak olacaklarından korktular ve
karşılığında verilecek az bir bedelin yalnız kendileri tarafından verilmesinin
daha uygun olduğunu gördüler.[113]
Bu âyet-i kerîmede değerli bir şeyi az bir bedele satın almanın caiz
olduğuna ve satışın bağlayıcı olduğuna açtk bir delil vardır. Bundan dolayı Malik
şöyle demiştir: Bir kimse oldukça değerli bir inciyi bir tek dirheme satacak
olsa, sonra da kişi: Ben onun inci olduğunu bilmiyordum, onu inciye benzeyen
beyaz boncuk sanmıştım, dese bu satışı onun için bağlayıcı olur ve bu sözüne
bakılmaz.
"Bunların ona rağbetleri yoktu" buyruğunun, güzelliğine
rağbetleri yoktu, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, Hz.
Yûsuf'a her ne kadar güzelliğin yarısını vermiş idi ise de ona ikram ve lütuf
olmak üzere onu satın alanların nefislerinin onu arzulamalarını gerektirecek
sebepleri de bertaraf etmişti.
"Bunların
ona rağbetleri yoktu" buyruğunun, Allah nezdindeki yüksek makamını
bilmiyorlardı, demek olduğu da söylenmiştir.
Sibeveyh ve el-Kisaî "rağbet etmedim" anlamında; şeklinde
"he" harfinin esreli ve üstün okunuşu ile kullanıldığını
nakletmişlerdir.[114]
21. Onu satın alan Mısırlı
eşine: "Buna kıymet ver, iyi bok. Belki bize faydası dokunur, yahut onu
evlad ediniriz" dedi. İşte Biz, böylece Yusuf a o yerde İmkân hazırladık
ve ona rüya yorumunu öğrettik. Allah emrinde galibtlr, fakat İnsanların çoğu
bilmezler.
Yüce Allah'ın: "Onu satın alan Mısırlı eşine: Buna kıymet ver, iyi
bak"
buyruğu ile ilgili olarak anlatıldığına göre; buradaki "satıh
almak" değiştirmek demektir. Çünkü o bir akit değildi. Yüce Allah'ın:
"İşte onlar hidayet karşılığında, sapıklığı satın almış olanlardır"
(el-Bakara, 2/16) buyruğunda olduğu gibidir.
Bir diğer görüşe göre onlar durumun zahirine göre bunun bir satın alma
olduğunu sanmışlardı. O bakımdan bu lafız da zannın zahirine göre kullanılmıştır
ed-Dahhâk der ki: Onu satm alan kişi Mısır hükümdarı idi, lakabı da
"Azîz"di. es-Süheylî ise adı Kifir'di demektedir. İbn İshak ise şöyle
der: Adı Itfîr b. Ruveyhib'dir, onu hanımı Râ'îl için satın almıştı. Bunu da
el-Maverdî nakletmektedir. Hanımının adının Zelîha olduğa da söylenmiştir.[115]
Allah, Azİz'in kalbine Yûsuf un sevgisini yerleştirmiş, o bakımdan o da
hanımına ona iyi bakması için tavsiyede bulunmuştu. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir.
Hanımının adı ile ilgili iki görüşü es-İa'lebî ve başkaları da nakletmektedir.
İbn Abbas der ki: Onu satın alan kişi Mısır hükümdarının veziri
Kıtfîr'dir. Hükümdarın adı ise er-Reyyân b. el-Velid'dir. Adının el-Velid b.
er-Reyyân olduğu da söylenmiştir ki, Amalikalılardan bir kişi idi. Onu satın
alanın Hz. Musa dönemindeki Firavun olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hz. Musa şöyle
demişti:[116]
"Andolsun önceden Yûsuf da size apaçık belgelerle gelmiş idi.(el-Mu'min,
40/34) Bu Firavun dörtyüz yıl yaşamıştı.
Hz. Musa'nın dönemindeki Firavun'un, Hz. Yûsuf'un dönemindeki
Fira-vun'un soyundan geldiği de söylenmiştir. İleride Mü'min Sûresi'nde (40/34.
âyetin açıklamasında) geleceği gibi.
Hz. Yûsuf'u satın alan bu Aziz, hükümdarın hazinelerinin yöneticisi
idi. Hz. Yûsuf'u, Malik b. Du'r'dan yirmi dinara satın almıştı. Ayrıca ona bir
takım elbise ve iki çift ayakkabı da vermişti. Hz. Yûsuf'u yol arkadaşlarının
akrabalarından satın aldığı da söylenmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf açık artırma yolu ile satıldı ve
değeri ağırlığının bir kaç katı misk, anber, ipek, gümüş, altın, inci ve
mücevheratı bui-du ki, bunların gerçek kıymetlerini Allah'tan başka kimse
bilemez. Kıtfır bu bedel karşılığında onu Malik b. Du'r'dan satın almıştı. Bunu
da Vehb b. Münebbih söylemiştir.
Yine Vehb ve başkaları derler ki: Malik b. Du'r, Hz. Yûsuf u
kardeşlerinden satın alınca kendisiyle kardeşleri arasında şöyle bir yazılı
akit düzenledi: "Bu Malik b. Du'r'un Ya'kub oğullarından satm aldığıdır.
Onların adı filan ve filandır. Onlara ait olan bir köleyi yirmi dirheme satın
almıştır. Malik'e kölenin kaçkın olduğunu ileri sürmüşler ve bu köleyi ancak
zincirlere vurulmuş ve bağlanmış olarak götürmesini şart koşmuşlardır. O da
onlara böyle yapacağına dair Allah adına söz vermiştir."
Daha sonra Yûsuf şöyle diyerek onlardan vedalaşti: Siz beni korumadınız,
Allah sizi korusun. Siz beni yardımsız bıraktınız, Allah yardımcınız olsun.
Siz bana merhamet etmediniz, Allah size merhamet buyursun.
Derler ki: Koyunlar kannlanndaki yavrularını bu çetin vedalaşmadan
dolayı taze bir kan şeklinde bırakıverdiler. Hz. Yûsufu altında minder ve üstünde
Örtü bulunmaksızın tahta bir eğer üzerinde taşıdılar. Zincire vurulmuş, elleri
bağlanmış vaziyette götürdüler.
Kenan hanedanının kabristanının yanından geçtiğinde annesinin mezarını
gördü. Onu korumak üzere siyahi bir bekçi koymuşlardı. Bu bekçinin gafil
kalmasından istifade ederek, Yûsuf kendisini annesinin kabri üzerine attı.
Kabir üzerinde yuvarlanmaya, kabre sarılmaya, çırpınmaya ve şöyle demeye
koyuldu: Anacığım! Başını kaldır, oğlunun zincirlere vurulmuş olduğunu,
ellerinin, ayaklarının bağlandığını gör! Beni babamdan ayırdılar. Allah'tan,
rahmetinin altında bizi bir araya getirmesini dile, çünkü O merhametlilerin en
merhametlisidir.
Bu sırada siyahi onu deve üzerinde göremeyince, aramaya kovuldu. Bir kabir
üzerinde bir beyazlığı farkedince, oraya dikkatle baktı, o beyazlığın o olduğunu
anladı. Ayağıyla toprak üzerinde bulunan Yûsuf'a tekme attı, onu toprakta
yuvarladı ve canını yakacak şekilde onu dövdü. Yûsuf ona: Yapma dedi. Allah'a
yemin ederim ben kaçmadım, kurtulmak kastıyla da bunu yapmadım. Sadece annemin
mezarının yanından geçerken ondan vedalaşmak istedim. Bundan sonra da hoşunuza
gitmeyecek hiçbir şey yapmayacağım.
Ancak siyahi bekçi ona şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki sen çok kötü
bir kölesin, bazen babanı çağırıyorsun, bazen anneni. Sen aynı şeyleri niçin
eski efendilerinin yanında yapmıyordun?
Bu sefer Yûsuf ellerini semaya kaldırarak şöyle dua etti: Allah'ım eğer
benim, Sen'in nezdinde, Sana yalvarmama yüz bırakmayacak türden bir günahım
varsa, atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un hatırı için bana mağfiret buyurmanı,
bana merhamet etmeni dilerim Sen'den.
Bunun üzerine gökte melekler feryad etti, Hz. Cebrail inip ona: Ey
Yûsuf dedi. Sesini kes, çünkü gökteki melekleri bile ağlattın. İster misin ki
yerin altını üstüne getireyim? Bu sefer Yûsuf şöyle dedi: Hayır, dur ey
Cebrail! Şüphesiz Allah Halim'dir, acele etmez. Cebrail (as) kanadım yere
vurdu, her taraf karardı. Toz yükseldi, güneş tutuldu. Kafiledekiler
birbirlerini tanımaz oldular. Kafile başkanı: Aranızdan kim büyük bir günah
işledi? dedi. Ben şu katlar zamandır yolculuk yapıyorum, hiçbir zaman başıma
buna benzer bir musibet gelmedi.
Siyahi bekçi şöyle dedi: Ben şu İbrani köleye bir tokat vurdum, o da ellerini
semaya kaldırıp anlayamadığım sözler söyledi. Bize beddua ettiğinden şüphem
yok. Kafile başkanı ona: Sen bizi helak etmekten başka bir şey istemiyorsun
galiba, haydi onu yanımıza gebe, dedi. Bekçi, Hz. Yûsuf'u kafile başkanının
yanına getirince, başkan ona: Ey delikanlı! Bu adam sana bir tokat vurdu ve
gördüğün şeyler başımıza geldi, eğer kısas uygulamak istiyorsan dilediğine
kısas uygula ve eğer affedecek olursan bizim senden beklediğimiz odur.
Hz. Yûsuf şu cevabı verdi: Allah'ın beni affedeceğini umarak ben de affediyorum.
Bunun üzerine karanlık ve tozlar açıldı, güneş göründü, yerin doğuları ve
batıları aydınlandı. Tacir kişi sabah-akşam Hz. Yûsufu ziyaret etmeye, ona
ikramda bulunmaya koyuldu ve Mısır'a vanncaya kadar bu hal böylece devam etti.
Mısır'a vardığında, Hz. Yûsuf Nil'de yıkandı. Allah üzerindeki yolculuğun
yorgunluğunu giderdi, ona güzelliğini iade etti. Gündüz şe-iıire girdiler, Hz.
Yûsuf un nuru duvarları aştı. Onu satmak üzere sundular, hükümdarın veziri
Kıtfir onu satın aldı. Onu Kıtfîr'in satın aldığı görüşünü önceden de geçtiği
üzere İbn Abbas söylemiştir. .
Bir başka görüşe göre bu hükümdar Hz. Yûsuf'a iman edip, dini üzere ona
tabi olduktan sonra ölmüştür. Öldüğünde de Hz. Yûsuf ülke hazinelerinin
idaresini elinde tutuyordu. Bu hükümdardan sonra ise Kâbus başa geçti, Kâbus
kâfir idi. Hz. Yûsuf onu İslâm'a davet ettiyse de kabul etmedi.
"Buna kıymet ver, İyi bak." Yani ona güzel yemek ver, yedir,
güzel elbiseler giydirip makamını, mevkiini üstün tut.
"Onun makam ve mevkii" (mealde: Ona kıymet ver) aslında bir
yerde ikamet etmek anlamına gelen; den
alınmadır. Buna dair açıklamalar daha önceden ÂI-i İmran Sûresi'nde (3/151.
âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Belki bize faydası dokunur. Yetişeceği vakit bazı işlerimizi o
görür. "Yahut onu evlad ediniriz." İbn Abbas der ki: Onu satın alan
kişi kısırdı, çocuğu olmazdı. İbn İshak da böyle demiştir: Kıtfîr hem
iktidarsız, hem de kısır idi. Eğer: "Onun mülkü olmakla birlikte, nasıl
"yahut onu evlad ediniriz" dedi. Çünkü hem evlad edinmek, hem
kölelik birbiriyle çelişen şeylerdir" denilecek olursa, şöyle cevab
verilin Önce onu azad eder, sonra onu evlatlık edinir. Geçmiş ümmetlerde evlad
edinmek bilinen bir husustu. İleride yüce Allah'ın izniyle Ahzab Sûresi'nde
(33/4. âyet, 5. başlıkta) açıklaması geleceği üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde
de böyle idi. Abdullah b. Mes'ud der ki: İnsanlar arasında en ileri, feraset
sahibi üç kişi vardır. Bunlardan birincisi Hz. Yûsuf taki özelliklerini
farkedecek ferasete sahib olan ve: "Belki bize faydası dokunur, yahut onu
evlat ediniriz" diyen Aziz, diğeri babasına Hz. Musa hakkında: "Onu
ücrette tut, çünkü senin ücrette tuttuklarının en iyisi, kudretli ve emin bir
kişidir" (el-Kasas, 28/26) diyen Şuayb'ın ktzı ve Hz. Ömer'i kendisinden
sonra halife adayı gösterdiğinde Ebu Bekir'dir.
İbnu'l-Arabî der ki: Bu haberi ittifakla zikretmeleri dolayısıyla müfessir-lere
hayret doğrusu! Çünkü firaset ileride Hicr Sûresi'nde (.15/75- âyet,
2.baş-hkta) geleceği üzere garib (İslâm şeriatına yabancı) bir ilimdir. Ayrıca
durum onların naklettikleri gibi de değildir. Çünkü Ebu Bekir es-Sıddîk Hz.
Ömer'i görevlerde deneyerek, uzun süre ve devamlı sohbete devam ederek, onun
ilim ve ihsanına muttali oldu ve kendisinden sonra halifeliğe aday gösterdi. Bu
ise firaset yollarından bir yol değildir. Hz, Şuayb'in kızı ise ileride Kasas
Sûresi'nde (28/26. âyetin tefsiri ve devamında) açıklanacağı üzere apaçık bir
delile sahip olmuştu. Mısır Aziz'inin durumunun ise firaset olarak değerlendirilmesi
mümkündür. Çünkü onun buna dair açık bir alameti yoktu. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
"İşte Biz, böylece Yûsuf a o yerde imkân hazırladık"
buyruğunda yer alan: "İşte böylece" buyruğundaki "keP nasb
mahallindedir. Onu kardeşlerinden ve kuyudan kurtardığımız gibi, işte böylece
ona yerde imkân da hazırladık, demektir. Yani onu satın alan hükümdarın kalbini
ona meylettirdik ve sonunda Yûsuf hükümdarın egemen olduğu ülkede emir vermek
ve yasaklamak imkân ve iktidarına sahip oldu.
"Ve ona rüya yorumunu öğrettik." Yani Biz, bunu Hz.
Ya'kub'un: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" (Yûsuf, 12/6)
buyruğunu tasdik etmek üzere böyle yaptık. Anlamın: Biz ona tarafımızdan bir
söz vahyedelim. Bu sözün yorum ve açıklamasını ve rüya yorumunu ona Öğretelim,
diye ona imkân verdik demek olduğu da söylenmiştir. İfade burada tamam
olmaktadır.
"Allah emrinde gallbtir" buyruğunda "emrinde"
anlamını veren: deki "he" zamiri yüce Allah'a racidir, yani hiçbir
şey Allah'a galib gelemez. Aksine O, irade ettiği herbir hususta bizzat galib
gelir ve ona: Ol der, o da oluverir.
Zamirin Hz. Yûsuf'a raci olduğu da söylenmiştir. Yani Allah Yûsuf'un emrinde
galib olandır. Onun, işlerini çekip çevirir, korur ve başkasına bırakmaz.
Herhangi bir hileci ve düzenbazın hile ve düzeninin onu etkilemesine imkân
vermez.
"Fakat insanların çoğu bilmezler." Allah'ın gaybından
haberdar değildirler. Buradaki "çoğu" ile herkesin kastedildiği de
söylenmiştir. Çünkü hiçbir kimse gaybi bilemez. Bunun zahiri anlamında olduğu
da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, dilediği kimseleri kısmen de olsa gaybına
muttali kılar. Anlamm şöyle olduğu da söylenmiştir: "Fakat insanların
çoğu" Allah'ın emrinde galib olduğunu "bilmezler." Bunlar ise
müşrikler ve kadere iman etmeyen kimselerdir.
Hukemâ bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demişlerdir: "Allah emrinde
galibtir." Çünkü Hz. Ya'kub rüyasını kardeşlerine anlatmamasını
emretmişti. Fakat Allah'ın emri galib gelerek o kardeşlerine rüyasını anlattı.
Daha sonra kardeşleri onu öldürmek istediler, Allah'ın emri galib geldi
ve sonunda hükümdar oldu, huzurunda secdeye kapandılar. Yine kardeşler, babalarının
teveccühünün yalnız kendilerine münhasır kalmasını istediler. Allah'ın emri
galib geldi ve sonunda babalarının kalbi onlara tahammül edemez oldu. Yetmiş
yahut seksen yıl sonra bile onu hatırlayıp durdu ve: "Ey Yûsuf un yadigârı
üzüntü ve kederim..." (Yûsuf, 12/84) dedi.
Kardeşleri bundan sonra salilı kimseler olmayı tasarladılar, yani tevbe
edeceklerini zannettiler. Allah'ın emri galib gelerek, işledikleri günahı
unuttular ve bunun üzerinde ısrar ettiler. Sonunda yetmiş yıl sonra Yûsuf un
huzurunda bu günahlarım itiraf ettiler ve babalarına: "Gerçekten biz hata
eden kimselerdik" (Yûsuf', 12/97) dediler.
Diğer taraftan ağlayarak ve getirdikleri kanlı gömlekle babalarını
kandırmak istediler. Allah'ın emri galib geldi ve babaları kanmadı. Bunun
yerine: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" (Yûsuf', 12/18) demişti.
Yûsuf un sevgisinin babalarının kalbinden çıkmasını İsteyerek, hileye
başvurdular. Allah'ın emri galib gelerek, onun kalbindeki Yûsuf un sevgi ve
Özlemi daha da arttı. Aziz'in karısı bir plan kurarak önce söze kendisi
başlayacak olursa, onu yenik düşüreceğini zannetti, ama Allah'ın emri galib
geldi ve sonunda Aziz: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen
gerçekten günahkârlardan oldun" (Yûsuf, 12/29) demişti. Sonra Hz. Yûsuf
efendisine şarab içi-recek olanın durumunu efendisine hatırlatması suretiyle
hapisten kurtulacağını tasarladı, ama Allah'ın emri galib gelerek saki
hatırlatmayı unuttu ve Hz. Yûsuf da hapiste daha bir kaç yıl kalmaya devam
etti.[117]
22. Tam ergenlik çağına
varınca, kendisine bir hüküm ve bir ilim verdik. İşte iyilik yapanları Biz
böyle mükâfatlandırırız.
Yüce Allah'ın: "Tam ergenlik çağına varınca" buyruğundaki;
"Tam ergenlik çağı" kelimesi Sibeveyh'e göre çoğuldur ve tekili;dır.
el-Ki-saî ise tekilinin; olduğunu söylemiştir. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Onunla buluşma vaktim, günün en yüksek vakti (öğle sıcağı
zamanı)dır. Sanki göğsü ve başı çivit otuyla boyanmış gibi."
Ebu Ubeyd ise bu kelimenin kendi lafzından türemiş Araplarca bilinen
bir tekilinin olmadığını iddia etmektedir. Anlamı ise, güç ve kuvvetin tamamlandığı
kemal noktasıdır. Bundan sonra eksiklik baş gösterir.
Mücahid ve Katade der ki: "el-eşudd" otuzüç yaşına tekabül
eder. Rabia, Zeyd b. Estem ve Malik b. Enes ise bu ergenlik yaşına varmak
demektir, diye açıklamışlardır. İlim adamlarının bu husustaki görüşleri daha
önceden Nisa Sûresi (4/6. âyet, 3. başlıkta) İle el-En'âm Sûresi'nde
(6/151-153- âyetler, 13- başlıkta) yeterli açıklamalarıyla geçmiş
bulunmaktadır.
"Kendisine bir hüküm ve bir İlim verdik." Biz onu yönetimin
başına getirdik, diye de açıklanmıştır. O, hükümdarın egemenlik alanı
içerisinde bizzat hüküm veriyordu. Yani Biz, ona hükmetme bilgisini verdik,
anlamındadır.
Mücahid der ki: Biz ona akıl, kavrayış ve peygamberlik verdik, demektir.
Buradaki iıükmün peygamberlik, ilmin de din olduğu da söylenmiştir. İlmin rüya
ilmi olduğu da söylenmiştir. Ona genç bir çocukken peygamberlik verildi,
diyenler aynı zamanda ergenlik çağına ulaşınca da Biz onun kavrayış ve
bilgisini arttırdık, diye de eklerler.
"İşte İyilik yapanları" yani mü'minleri "Biz böyle
mükâfatlandırırız." Yûsuf'un sabrettiği gibi, musibetlere sabredenleri...
diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.
Taberî der ki: Bu buyruğun zahiri her İyilik yapan hakkında anlaşılmakta
ise de, maksat Muhammed (sav)dir. Yüce Allah'ın buyruğu şu demektir: "Ben
Yûsuf a -bunca zorluklarla karşılaştıktan sonra, ona bunca bağış ve İhsanlar
verdiğim gibi- seni de aynı şekilde, sana düşmanlıkla yönelen kavminin
müşriklerinden kurtaracağım ve yeryüzünde sana iktidar vereceğim."[118]
23.
Evinde bulunduğu kadın
kendisinden murad almak istedi. Kapıları sımsıkı kapadı ve: "Sana
söylüyorum, haydi gel!" dedi. O İse: "Allah'a sığınının. Doğrusu o,
benim efendündir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevkî vermiştir. Gerçekten
zalimler kurtuluşa eremezler" dedi.
24. Andolsıın ki o kadın ona
meyletmişti, o da o kadına meyletmişti. Eğer Rabbİnİn burhanını görmemiş
olsaydı... Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o,
Jhlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.
"Evinde bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi." Bu
kadın Aziz'in karışıdır. Ondan kendisi üe ilişki kurmasını istemişti.
"Murad almak istemek" aslında yumuşaklıkla dilemek ve
taleb-te bulunmak demektir. de otlak aramak demektir. Bu kelimenin; "
Yavaşlık"dan geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Filan kişi yavaş ve
sakin yürür" denilmektedir. Buna göre; "Yumuşak bir şekilde istemek
ve taleb etmek" anlamındadır,
Erkek hakkında; "Erkek kadından murad almak istedi" denilir.
Kadın hakkında da; "Kadın erkekten murad almak istedi" denilir, ise
teenni demektir. " Bana mühlet verdi" denilir.
"Kapıları sımsıkı kapadı" anlamındaki buyrukta; "
Sımsıkı kapadı "kelimesi çokluk ifade eder. "Kapıyı kapadı"
anlamında; denilmez "Kapadı" kipi ise hem çok, hem az hakkında
kullanılır. Nitekim el-Ferezdak, Ebu Amr b. el-Alâ hakkında şöyle demektedir:
"Ben Amr b. Ammar'ın yanına gelinceye kadar bir çok kapıları
Kilitleyip açmaya devam edip durdum."
Denildiğine göre; kilitlediği kapılar yedi tane idi. Sonja da onu
kendisinden murad almaya çağırdı. "Ve sana söylüyorum, haydi gel!
dedi."
"Çabuk, haydi" kelimesinin maştan da yoktur, çekimi de
yapılmaz.
en-Nehhâs der kî: Bunda yedi ayn kıraat söz konusudur. Bu kıraatlerin
en üstünü, sened İtibariyle en sahih olanlan el-A'meş'in, Ebu Vâil'den yaptığı
rivayettir. Ebu Vâil dedi ki: Ben Abdullah b. Mes'ud'u; Sana söylüyorum,
çabuk yanıma gel!" diye okuduğunu dinledim. Ben ona: Bazıları bu-
nu: diye okumaktadırlar, dediysem de o: Ben ancak bana öğretildiği
gibi okurum, diye cevap verdi.
Ebu Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Kimisi bunu Abdullah b. Mes'ud'dan, o
Peygamber (sav)den diye de rivayet ederler ki bu da pek uzak bir ihtimal değildir.
Çünkü Abdullah b. Mes'ud'un: Ben ancak bana öğretildiği gibi okurum, demesi bu
okuyuşun Hz. Peygamber'e merfu bir rivayet olduğunun delilidir. Bu kıraat
"te’’ ve "he" harflerinin üstün olarak okunması şeklindedir.
İbn Abbas, Said b. Cübeyr, el-Hasen, Mücahid ve İkrime'den nakledilen
sahih kıraat de budur. Ebu Amr b. el-A'lâ, Âsim, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî de
böyle okumuşlardır. Abdullah b. Mes'ud der ki: Kur'ân'a dair kati bir iddiada
bulunmayınız. Çünkü o (telaffuzu itibariyle) sizden herhangi birisinin;
"Haydi yaklaş, haydi gel" demenize benzer. (Yani bunu farklı
telaffuzlarla kullanmanız gibidir).
tbn Ebi İshak en-Nahrî ise; diye "lıe" harfi üstün,
"te" harfi de esreli olarak okumuştur.
Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî ile'İbn Kesir; şeklinde "he" harfi
üstün, "te" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Tarafe de der ki:
"Benim kavmim o kadar uzak kimseler değildir, Aşiretten bir
çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde..."
İşte bu üç kıraatte de "he" harfi meftûhtur.
Ebu Ca'fer, Şeybe ve Nafî' ise; şeklinde "he" harfini esreli
"te"yi de üstün okumuşlardır.
Yahyâ b. Vessab da; şeklinde "he" harfini esreli,
"ya" sakin, "te" harfi de ötreli olarak okumuştur.
Ali b. Ebi Talib (r.a) ile îbn Abbas, Mücahid ve İkrime'den ise;
şeklinde "he" harfi esreli, ondan sonra sakin bir hemze ve "te”
harfini de ötreli olarak okudukları rivayet edilmiştir.
İbn Âmir ve Şamlılardan ise; şeklinde "he" harfi esreli,
sakin hemze ve "te" harfini de üstün olarak okumuşlardır.
Ebu Ca'fer der ki: "Te" harfinin üstün okunması (te harfinin
aslı itibariyle sakin olduğundan ötürü) iki sakinin yanyana gelmesinden
dolayıdır. Çünkü bu kelime de i'rab edilmemesi gereken;" Vazgeç ve
sus" kelimeleri gibidir. Üstün, hareke oiarak hafiftir, zira bu kelimede
"te"den önce "ya" harfi vardır. "Nerede ve nasü"
kelimelerinde olduğu gibi.
Te" harfini esreli okuyanlar da, asloian esre olduğundan dolayı
böyle okurlar. Çünkü sakin bir harfe hareke verilecek olursa, esre ile
harekelenir.
Ötreli okuyanların böyle okuyuşu ise, bu okuyuşta gaye ve maksat anlamı
olduğundan dolayıdır. Yani kadın; "Seni çağırıyorum" demişti. İzafet
"ya"sı hazfedildikten sonra "te" harfi ötre üzere bina
edilmiştir. Tıpkı; "Orada, ve henüz, sonra" gibi.
Medinelilerin kıraati ile İlgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe
göre üstün okunması önceden geçtiği gibi, iki sakinin yanyana gelmesinden dolayıdır.
Bir diğer görüşe göre ise bu kelime; "Hazırlandı, hazırlanır"
fiilinden gelmedir. "Geldi, gelir" fiili gibi, buna göre; in anlamı:
Senin görünüşün gerçekten güzeldir, şeklinde olur. Sana" lafzı ise, başka
bir cümle olup bu da; "Seni kastediyorum" demeye benzer.
Hemze ve "te" harfini ötre ile okuyanların kıraatine göre bu
"senin için hazırlandım" anlamında bir fiildir. Aynı şekilde;
şeklinde okuyanların kıraati de bu anlamdadır.
Ancak Ebû Amr bu kıraati kabul etmez. Ebû Ubeyde -Ma'mer b. el-Mü-Sennâ
der ki: Ebu Amr'a "he" harfini esreli, "te" harfini de
ötreli ve hemzeli olarak okuyanların kıraati hakkında sorulunca, Ebû Amr şu
cevabı verdi: Böyle bir kıraat bâtıldır. Çünkü o bunu; ":
Hazırlandım" anlamındaki fiilden getirmektedir. Git, Yemen'e ulaşıncaya
kadar boydan boya Arap-ian dolaş, bu şekilde konuşan bir kimse görebilecek
misin? Yine el-Kisaî der ki: söyleyişi Araplardan nakledilmiş değildir.
İkrime der ki: "Senin İçin hazırlandım, süslendim, allanıp pullandım"
demektir. Bu pek beğenilir bir kıraat değildir, çünkü Arapçada böyle bir kullanım
işitilmiş değildir,
en-Nehhâs der ki: Böyie bir kıraat BasraJılara göre güzeldir, çünkü;
"Adam hazırlandı, hazırlanır, hazırlanış" diye kullanılır. Buna
göre; "Hazırlandı, hazırlanır" fiili tıpkı; "Geldi, gelir"
fiili gibi. "Hazırlandım" fiili de; " Geldim" fiili
gibidir.
da "he" harfinin esreli okunuşu, "he"nin esreli
okunuşunu üstün okunuşuna tercih eden bir kesimin şivesidir. ez-Zeccâc der ki:
Bütün kıraatlerin en güzeli "he" ve "te" harflerini üstün
olarak; şeklindeki okuyuştur. Tarafer "Benim kavmim o kadar uzak kimseler
değildir, Aşiretten bîr çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde."
diyerek, "he" ve "te" harflerini üstün olarak
kullanmıştır. Şair de Ah b. Ebi Talib (r.a) hakkında şöyle demiştir:
"İrak(lıların) kardeşi, mü'minlerin emirine şunu bildir ki:
Yanımıza gelecek olursan,
Hiç şüphesiz Irak da, Iraklılar da sana tealim olmuşlardır. Haydi durma
gel, haydi durma gel."
İbn Abbas ve el-Hasen der kî: Süryanice bir kelime olup kadın bununla
yanına gelmesi için kendisini çağırmaktadır.
es-Süddî de der ki: Bu Kıptîce: Haydi gelsene! demektir. Ebu Ubeyd de
der ki: el-Kisaî şöyle derdi: Bu aslında Havranhlann kullandığı bîr tabirdir.
Daha sonra Hicazlılara geçmiştir ki, gel anlamındadır. Yine Ebu Ubeyd der ki:
Ben Havranlı bilgin bir yaşlı zata sordum, o bana bunun kendi şivelerinde
kullanılan bir kelime olduğunu söyledi. İkrime de böyle demiştir. Müca-hid ve
başkaları ise şöyle demektedirler Bu Arapça bir kelimedir ve kadın bununla onu
kendisine gelmesi için çağırmaktadır. Bu kelime herhangi bir şeye yönelmek ve
teşvik etmek için kullanılır.
el-Cevherî de der ki: Bir kimseye bağırıp onu çağırdığı vakit;
"Ona seslendi, çağırdı" denilir. Şair der ki:
"Bineğini bana ücretle kiralayanın susması beni şüpheye düşürdü,
Eğer onunla kastedilen kendisi olsaydı, şüphesiz feryat eder, bağırıp
çağırırdı."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Herbir genç delikanlı ona {o deveye) feryad ederek şarkı söyler”
Yüce Allah'ın: "O ise Allah'a sığınırım... dedi." Yani senin
beni çağırdığın işten Allah'a sığınır, O'nun beni himaye etmesini isterim.
"Sığınmak" mastardır ve; Allah'a bir sığınışla sığınırım"
anlamında olup meful hazfedilir ve hazfedilen fiil dolayısıyla mastar da
nasbedilir. Daha sonra mastar -tıpkı mastarın mePule izafe edilmesi
gibi-Allalı'ın adına izafe yapılır. Nitekim; "Amr'ın uğraytşı gibi ben de
Zeyd'e uğradım" demeye benzer.
"Doğrusu o benim efendimdir." Bununla kadının kocasını
kastetmektedir. Yani o, benim efendimdir, bana İyilikte bulundu, ben ona
ihanet edemem. Bu açıklamayı Mücahid, İbn İshak ve es-Süddî yapmıştır.
ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Şüphesiz Allah benim Rabbimdir. Lütfü
ile O beni esirgedi, o bakımdan ben O'nun haram kıldığı bir şeyi işleyemem.
"Gerçekten zalimler kurtuluşa eremezler."
Haberde nakledildiğine göre[119]
Azizin karısı Hz. Yûsuf a: Ey Yûsuf! Yüzün ne kadar güzel, demiş. O şu cevabı
vermiş: Ana rahmindeyken Rabbim bana bu sureti verdi. Kadın: Ey Yûsuf! Saçların
ne kadar güzel, demiş. O: Kabrimde benim ilk çürüyecek tarafım odur, demiş.
Kadın, ey Yûsuf! gözlerin ne kadar güzel, demiş. O: Ben onlarla Rabbime
bakacağım, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! Başını kaldır da yüzüme bir bak, demiş. O:
Âhirette kör olmaktan korkarım, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! Ben sana yaklaşırken,
sen benden uzaklaşıyor musun? demiş. Yûsuf: Bununla Rabbime yakınlaşmak
istiyorum, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! İşte yatağı senin için hazırladım. Haydi
benimle beraber yatağa gir. Hz. Yûsuf şöyle demiş: Yatak Rabbime karşı beni
gizleyemez, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! İpek sergiyi senin için yaydım, kalk da
ihtiyacımı gör, demiş. Yûsuf: O takdirde, cennetteki payımı elden kaçırmış
olurum, demiş... Bu şekilde kadın ona sözler söylemiş. O da ona cevap
yetiştirip, durmuştu. Nihayet o da kadına yaklaşmak istedi.
Kimisinin naklettiğine göre; kadınlar Hz. Yûsuf a şehvet ve arzu ite
meyledip durdular ve bu Allah ona peygamberlik verinceye kadar böyle sürdü.
Peygamberlik yerince, Allah ona peygamberlik heybetini verdi. Peygamberlik
heybeti dolayısıyla onu gören herkes güzelliğine dikkat edemez oldu.
İlim adamlan Hz. Yûsuf'un kadına "meyletmesi'nin mahiyeti
lıakkında farklı görüşlere sahiptirler. Kadının meyledişinin masiyet olduğunda
görüş ayrılığı yoktur. Hz. Yûsufun meyledişîne gelince; "Eğer Rabblnin
burhanını görmemiş olsaydı" buyruğu, Rabbinin burhanını görünce o da
meyletmedi, anlamındadır. Bunun böyle olması peygamberler hakkında ismetin
vacib oluşundan dolayıdır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o ihlâsa
erdirilmiş kul-tarımızdantlı.*
O halde ifadede takdim ve tehir vardır, yani Rabbinin burhanını görmemiş
olsaydı, ona meyledicekti.
Ebu Hatim der ki: Ebu Ubeyde'ye "Garibu't-Kufân''ı okuyordum. Yüce
Allah'ın: "Andolsım ki o kadın ona meyletmişti, o da o kadına meyletmişti"
buyruğuna gelince, Ebu Ubeyde şöyle dedi: Burada takdim ve tehir vardır. O
bununla şunu söylemek istemiş gibiydi: Andolsun kadın ona meyletti, o da
Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, şüphesiz o kadına meyledecekti.
Ahmed b. Yahya dedi ki: Yani Züleyha masiyet işlemeğe meyletti ve bunda
ısrarlı idi. Yûsuf da meyletti ama meylini gerçekleştirmedi. Böylelikle iki
meyil arasında bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu iki görüşü de el-Herevî
kitabında CGaribu'l-Kufân" adlı eserinde) nakletmektedir. Şair Cemil de
der ki:
"Büseyne'ye meyletmek geldi içimden; eğer bu gerçekleşseydi,
Kalbimdeki o aşkın susamı şlığım gidermiştim"
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Meylettim (yapmak istedim) ama yapamadım, yapar gibi oldum ah
keşke, Osman'a helallerini (hanımlarını) ağlar bırakıp gelseydim."
Bütün bunlar karar vermek söz konusu olmaksızın, nefsin içinden geçirdikleri
eğilimlerdir.
Hz. Yûsufun ona meyletmesi, onunla evlenmeyi temenni etmesi şeklinde
idi, diye de açıklanmıştır. Onun meyli, onu vurmak ve kendisinden İtip
uzaklaştırmak şeklinde olduğu, "burhan"ın ise onu vurmaktan
vazgeçmesi diye de açıklanmıştır. Çünkü onu vurmuş olsaydı, bu ona haram bir
şekilde yaklaşma kastını güttüğünü, kendisi buna karşı koyarken o kadını
dövdüğü intibahını verirdi.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf un meyletmesi de bir masiyetti. O kocanın,
hanımının önünde oturuşu gibi oturdu, el-Kuşeyrî, Ebu Nasr, İbnu'l-Enbarî,
en-Nehhâs, el-Maverdî ve başkalarının da naklettiklerine göre müfessirlerin
çoğunluğu genel olarak bu kanaatte imişler.
İbn Abbas der ki: Uçkurunu çözdü ve onun önüne sünnetçinin oturuşu gibi
oturdu. Yine ondan nakledildiğine göre, kadın sırtı üzere yattı, o da bacakları
arasında oturup elbiselerini soyundu. Said b. Cübeyr der ki: Şalvarının
uçkurunu çözdü. Mücahid der ki: Şalvarını kalçalarına kadar indirdi ve erkeğin
hanımının karşısında oturuşu gibi oturdu. İbn Abbas der ki: Yûsuf: "Bu
gıyabında ona hiyanet etmediğini bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/52) deyince,
Hz. Cebrail ona: Ve, ey Yûsuf! Sen ona meylettiğin zaman da öyle mi idi? deyince,
hemen: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" (Yûsuf,
12/53) deyivermişti.
Dediklerine göre; İşte böyle bir durumda iken vazgeçmek ilılasa
delildir ve büyük bir ecir kazanmaya sebeptir.
Derim kî: İşte şanı yüce Allah'ın ileride yüce Allah'ın izniyle Sâd
Sûresi'nde (38/45-47. âyetlerin tefsirinde) ve el-Enbiyâ'da, (21/85-86.
âyetlerin tefsirinde) yüce Allah'ın Zülkifl'i övmesinin sebebi bu olmuştur.
Buradaki: "...memiş olsaydı"nın cevabı -buna göre-
hazfedilmiş-tir. Yani eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, meyledip
içinden geçirdiğini gerçekleştirmiş olacaktı. Yüce Allah'ın: "Hayır
gerçekten kesin bir bilgi ile bilseydiniz" (et-Tekâsur, 102/5) buyruğu da
buna benzemektedir ki, bunun cevabi: Siz bu şekilde birbirinizle çokluk yarışına
girmezdiniz, şeklindedir.
İbn Atiyye der ki; Bu görüş İbn Abbas'tan ve Selef’ten bir topluluktan
rivayet edilmiştir. Derler ki; Bundaki hikmet günahkârlara örnek olmasıdır. Günahkârlar
tevbelerinin yüce Allah'ın affına bağlı olduğunu ve -kendilerinden daha hayırlı
olan kimseler hakkında- günaha yakınlaşmanın kişiyi helak etmediğini görsünler
diye.
Bütün bu açıklamalar Hz. Yûsuf un meylinin, bu kesimin rivayet ettiği
şekilde Züleyha'nın bacaklan arasına oturup elbiselerini soyunup uçkurunu çözmeye
başladığını ve buna benzer davranışlarda bulunduğunu, kadının ise önünde sırt
üstü yatmış olduğunu kabul eden kimselerin rivayetlerine göredir. Bu açıklamayı
da Taberî nakletmektedir.
Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam der ki: tbn Abbas ve ondan sonrakiler
Yûsuf’un da kadına meylettiği hususunda ihtilâf etmezler. Yüce Allah'ı ve
Ki-tabı'nm te'vilini onlar daha iyi bilirler. Peygamberler hakkında
bilmedikleri bir şeyi söylemeyecek kadar, peygamberleri ta'zim ederler.
el-Hasen de der ki: Şüphesiz yüce Allah peygamberlerin, masiyetlerini
onlarla ayıplasın diye söz konusu etmez. Ancak bunları söz konusu etmesi, siz
tevbeden ümit kesmeyesiniz diyedir.
el-Gaznevî der ki: Bununla birlikte peygamberlerin zellelerinin
(günahtan korunmuşluklarına aykırı düşmeyen yanılmalarının) hikmetleri vardır.
(Bizim gibilerin) Allah'tan korkularının artması, Allah'tan dalıa çok haya
etmesi, isledikleri amelleri beğenmekten (ve onlar dolayısıyla böbürlenmekten,
ucb-dan) uzak kalınması, Allah'tan umuttan sonra af nimetinin zevkine varılmasıdır.
Peygamberler yanılan kimselerin umutlarının da önderleri olmuşlardır.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Kimileri de şöyle demiştir: Yûsuf'un bir
meyli görüldü, fakat onun bu meyli, fiili kararlaştırmak söz konusu
olmaksızın, yaratılış itibariyle bir hareket ve bir meyil idi. Bu kabilden
davranışlardan dolayı ise kul sorumlu tutulmaz. Nitekim kişi, oruçlu iken
kalbinden soğuk su içmeyi, lezzetli yemekler yemeyi geçirmekle birlikte yeyip,
içmediği ve yeme-içmeye kesin karar vermediği sürece, içinden geçirdikleri
dolayısıyla sorumlu tutulmaz. Sözü edilen "burhan" İse onun içinden
geçirdiği bu meyil karar haline dönüşmesin diye bundan alıkonulması,
engellenmesidir.
Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bu açıklamayı yapanlardan birisi de
el-Hasen'dir. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak benim görüşüm
şudur: Hz. Yûsuf'un bu olay esnasında peygamber olduğu rivayeti sahih
değildir. Bu konuda birbirini destekleyen iki rivayet dahi yoktur. O böyle iken
de kendisine bir hikmet ve bir ilim verilmiş mü'min bir kimse idi. O bakımdan
bir şeyi işlemeksizin, onu yapma isteği şeklindeki meyle kapılması ve bu
işteki günaha rağmen bayağı düşüncelerin gelip geçmesi mümkündür. Şayet bu
olay esnasında onun peygamber olduğunu kabul edersek; bana göre ancak hatırdan
geçip giden bir düşünce şeklindeki meyletmeyi onun hakkında düşünmek caiz olur
ve bu hususta sözü geçen uçkurunu çözmesi ve buna benzer şeylerin hiçbirisi
sahih değildir. Çünkü peygamberlikle beraber ismet söz konusudur. "Senin
adın peygamberler sicilinde yazılı iken, beyinsizlerin işini nasıl
yaparsın?" diye ona söylendiği rivayet edilen söze gelince, bu daha
sonraları peygamberlerden birisi olacağının vaadedilmesi anlamındadır.
Derini ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği bu şekildeki açıklama doğrudur.
Ancak yüce Allah'ın: "Biz de kendisine... şunu vahyettik." (Yûsuf,
12/15) diye buyurmuş olması -önceden de açıkladığımız gibi- o sırada peygamber
olduğuna delil teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu bir grub ilim adamının da kabul
ettiği görüştür. Eğer o sırada peygamber idiyse, geriye sadece onun meyletmesi
hatırdan geçip giden ve kalpte hiçbir şekilde yer etmeyen meyilden ibarettir.
Şanı yüce Allah'ın bütün insanları sorumlu tutmadığı meyi (hemm) de budur. Zira
mükellefin bu gibi meyilleri terketme gücü yoktur. Hz. Yûsuf'un: "Bununla
beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" sözü ise -eğer onun söylediği
sözlerden kabul edilirse- ben kendimi bu meyil isteğinden temize çıkarmıyorum,
demek olur. Yahut ta o bu sözü tevazu ve itiraf olmak üzere söylemiştir ki,
daha önce temize çıkartıldığı husustan nefse muhalefet olsun diyedîr. Diğer
taraftan şanı yüce Allah bulûğu vaktinden itibaren Hz, Yûsufun durumu
hakkında: "Tam ergenlik çağına varınca kendisine bir hüküm ve bir İlim
verdik" diye -az önce geçtiği gibi- haber vermektedir. Yüce Allah'ın
haberi ise doğrunun tâ kendisidir, O'nun nitelemesi sahihtir, sözü haktır. Hz.
Yûsuf yüce Allah'ın kendisine öğretmiş olduğu şekilde zinanın, zinaya götüren
yolların, kişinin efendisinin, komşusunun ve yabancı kimselerin namuslarına
hainlik etmesinin haram olduğu hükmüne uygun olarak amel etmiştir. Hiçbir
şekilde Aziz'in karısına bu maksatla yaklaşmamıştır, onun murad alma isteğine
olumlu karşılık vermemiştir. Aksine ondan yüz çevirmiş, ondan kaçmıştır. Bu
özel olarak ona ihsan edilmiş bir hikmettir ve yüce Allah'ın kendisine
öğrettiğine uygun bîr amelidir.
Müslim'in, Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)dan şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Melekler der ki: Rabbim şu filan kulun -o
kulunu daha iyi görmekle birlikte- bir kötülük işlemek istiyor. Yüce Allah: Onu
gözetleyin, der. Eğer o günahı işlerse, günahı ona misliyle yazınız, eğer onu
terkederse o günahı ona bir iyilik olarak yazınız. Çünkü o Benim için o günahı
terketmiştir."[120]
Yine Hz. Peygamber yüce Rabbinden şöyle buyurduğunu haber vermektedir:
"Kulum bir günah işlemeyi içinden geçirip de işlemezse, ona bir iyilik
olarak yazılır."[121]
Kulun işlemeyi içinden geçirdiği günahı terketmesi sebebiyle ona bir
iyilik olarak yazılıyorsa, o halde böyle bir durumda günah yok demektir. Sahih
hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah ümmetime nefislerinin
içlerinden geçirdiklerini işlemedikleri yahut konuşmadıkları sürece
affetmiştir."[122]Bu
hadis de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
İbnu'l Arabî der ki: Medinetu's-Selâm'da sürt imamlardan bir imam vardı
ki, nasıl bîr imamdı! İbn Atâ diye bilinirdi. Bir gün Hz. Yûsuf ve ona dair haberler
hakkında konuşmaya başladı. Nihayet ona nisbet edilen, hoş olmayan herbir
şeyden uzak olduğunu da anlattı. Meclisinden bir başka adam -meclis her
kesimden insanlarla dolup, taşıyorken- kalkıp şöyle dedi: Şeyhimiz, efendimiz o
halde Yûsuf, meyletti ama tamamlamadı. Bu sefer kendisi; Evet, çünkü inayet
oradan başlar.
Şimdi sen alimin ve ilim öğrenenin tatlılığına bak ve avamdan birisinin
ne kadar zekice soru sorduğuna, alim kişinin de ne kadar özlü ve mükemmel cevab
verdiğine dikkat et! İşte bundan dolayıdır ki sufi ilim adamları şöyle
demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Tam ergenlik çağına varınca kendisine bir hüküm
ve bir ilim verdik" (Yûsuf, 12/22) buyruğunun ifade etliği anlam şudur;
Allah ismetine sebep olması için bunu şehvetin galib geldiği sırada, kendisine
ihsan etmişti.
Derim
ki: Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf'u övmesi ile Hz. Yûsuf'un ismeti ve günahsızlığı
sabit olduğuna göre Mus'ab b. Osman'ın şu söyledikleri sahih olamaz: Süleyman
b. Yesâr yüz güzelliği İtibariyle insanlar arasında en güzellerden idi.
Kadının birisi onu arzuladı, kendisini ona teslim etmek istedi. Süleyman onun
bu isteğini kabul etmedi ve kadına öğüt verdi. Bu sefer kadın: Eğer dediğimi
yapmazsan, seni rezil ederim, dediyse de yanından çıkıp gitti. Rüyasında Hz.
Yûsuf u otururken gördü. Sen Yûsuf musun? deyince, o da: Evet ben meyleden
Yûsuf um, sen de meyletmeyen Süleyman'sın. İşte bu velilik derecesinin,
nübüvvet derecesinden daha üstün olmasını gerektirir. Ancak böyle bir şeye
imkân yoktur. Eğer Hz. Yûsuf'un (o dönemde) peygamber olmadığını kabul edecek
olsak dahi, en azından velilik derecesinde İdi. Tıpkı Süleyman'ın korunduğu
gibi, o da korunmuş olur. Şayet o kadın Süleyman'ın üzerine kapılan kilitlemiş
olsaydı ve karşılıklı olarak aralarında uzun bir konuşma geçseydi, soru ve
cevab uzun birliktelikle birlikte sürüp, gitseydi; şüphesiz Süleyman'ın
fitneye düşeceğinden ve imtihanının büyüyeceğinden korkulurdu, Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı"
buyruğundaki (mastar anlamını ifade eden "...me" burada ref
mahallinde olup; "Rabbinin burhanını görmesi olmasaydı" demektir.
Cevab ise buyruğu dinleyenin, onu bilmesinden dolayı hazfe-dilmiştir ki,
olanlar olurdu demektir.
Burada zikredilen "burhan"ın ne olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de
belirtilmemiştir. Ali b. Ebi Talib (r.a)dan rivayete göre Züleyha evin bir
köşesinde inci ve yakutlarla süslü bir taç giydirilmiş, bir puta kalkıp bir
örtüyle üzerini kapattı.Hz. Yusuf ona ne yapıyorsun? Diye sorunca,Zeliha:Bu
ilahımın beni bu şekilde görmesinden utanırını deyince: Benim Allah'tan utanmam
daha bir yaraşır, diye cevap verdi. Bu, bu hususta yapılmış en güzel
açıklamadır. Çünkü bu şekildeki cevab ile (Zeliha'ya şirkine karşı) delil
getirilmiş olmaktadır.
Denildiğine göre Hz. Yûsuf evin tavanında: "Zinaya yaklaşmayın, o
cidden bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (el-İsra, 17/32) buyruğunu
yazılı olarak gördü.
İbn Abbas da der ki: Üzerinde: "Hiç şüphesiz üzerinizde bekçiler
vardır" (el-İnfitar, 82/10) yazılı bir el göründü.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: O yüce Allah'ın ahit ve misakını
hatırladı. Bir diğer görüşe göre ona: Ey Yûsuf! diye seslenildi. Sen peygamberler
arasında kayıtlısın, beyinsizlerin amelini mi işliyorsun!
Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub'un suretini duvar üzerinde parmaklarını
ısırmış, onu tehdit eder halde görünce durdu ve şehveti parmak uçlarından
çıktı. Bunu da Katâde, Mücahid, el-Hasen, ed-Dahhâk, Ebu Salih ve Sa-id b.
Cübeyr söylemişlerdir.
el-A'meş, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet eder: O şalvarını çözünce
Ya'kub ona göründü ve: Ey Yûsuf! deyince, Hz. Yûsuf dönüp kaçtı.
Süfyan da, Ebu Husayn'dan, o Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet
eder: Hz. Yûsuf a, Hz. Ya'kub göründü ve göğsüne bir darbe indirdi. Bunun
üzerine şehveti parmak uçlarından çıkıp gitti.
Mücahid der ki: Hz. Ya'kub'un herbir oğlunun oniki erkek çocuğu oldu.
Yûsuf un ise sadece iki oğlu oldu, bu şehveti dolayısıyla çocukları azaldı.
Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır.
Özetle; âyet-i kerîme'nin sözünü ettiği "burhan" yüce
Allah'ın, Hz. Yûsuf a gösterdiği ve bununla imanını pekiştirip, masiyetten uzak
kaldığı, Allah'ın âyetlerinden bir âyettir.
"Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık"
anlamındaki buyrukta yer alan: "Böyle"deki "kef'ın hazfedilmiş
bir mübtedanın haberi olmak üzere merfu olması mümkündür. O zaman ifadenin
takdiri şöyle olur: Burhanlar işte böyledir. Aynı zamanda hazfedilmiş bir
mastarın da sıfatı olur. Yani Biz ona burhanları işte böyle gösterdik,
demektir.
Buradaki "fenalık", şehvet "fuhuş" ise
mübaşeretdir. "Fenalık"ın, kötünün, "fuhş"un zina olduğu da
söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre fenalık kişinin arkadaşına hainlik etmesi,
fuhuş ise fuhuş işlemektir.Bir diğer açıklamaya göre "renatık"tan
kasıt Azİz diye bilinen hükümdarın cezalandırmasıdır.
İbn
Kesir, Ebu Amr ve İbn Âmir "ihlâsa erdirilmiş" anlamındaki kelimeyi
"lam" harfini esreli olarak; diye okumuştur ki bu da yüce Allah'a
ihlasla itaat eden kimseler demek olur. Diğerleri ise "lanı" harfini
üstün okumuşlardır ki, bu da Allah'ın risaleti İçin ihlâsa erdirdiği kimseier
anlamına gelir. Esasen Hz. Yûsuf bu iki niteliğe de sahip idi. Çünkü o hem
yüce Allah'a itaatte ihlâs sahibi idi. Hem de Allah'ın risaleti için ihlasa
erdirilmiş ve seçilmiş idi.[123]
25. İkisi de kapıya doğru
koştular. Kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı. Kapının
yanında da kadının efendisine rastgeldiler. Kadın dedi ki: "Zevcene kötülük
yapmak İsteyenin cezası zindana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka
ne olabilir?"
Yüce Allah'ın: "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun
gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı" buyruğuna dair açıklamalarımız:
iki baştık halinde sunacağız:[124]
Yüce Allah'ın: "İkisi de kapıya doğru koştular" buyruğu ile
ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu bir çok anlamın bir araya
geldiği Kur'ân-ı Kerîmin mucizevî ve oldukça kısa ifadelerindendir. Şöyle ki:
Hz. Yûsuf, Rab-binin burhanını görünce, kadından kaçtı. îkisi de koşuştular.
Kadın, onu kendisine geri döndürmek için, o da kadından kaçmak için koşmuş ve
kapıdan çıkmadan önce ona yetişmiş ve "kadın onun gömleğini arkasından
boylu boyunca yırttı." Üst tarafından tuttuğu gömleği boyun kısmından
yırtıldı ve gömleğin alt bölümüne kadar yırtık indi.
"Koşuşma, yarışma" bir şeyi öncelikle yakalama isteği, daha
erken ulaşma isteği demektir. " Koşu yarışı" da buradan gelmektedir.
Yırtmak, kesmek" anlamsndadır. Çoğunlukla da boylu boyunca yırtma
hakkında kullanılır.
Şair Nâbiğa der ki:
"Kılıçlar, ikişerli dokunmuş (Yemen'in) Selûkî diye bilinen
zırhlarını boylu boyunca keser. Enlice sert taşlarda da ateş böcekleri gibi
kıvılcım çıkartır."
şeklinde "ti" harfi ile
ise, enine yırtmalar hakkında kullanılır. el-MufaddaJ b. Harb der ki: Ben bir
Mushaf ta: "Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce"
diye yazılı olduğunu gördüm. Ya'kub der ki: Bu kıraatteki; "Sağlam bir
deri veya bir elbisedeki yarık ve yırtık" demektir.
" İkisi de ... koştular" lafzındaki "elif" ve ondan
sonraki "lam" sakin olduğundan dolayı "elif" lafızda
hazfedilrnişîir.
Nitekim " İki Abdullah bana geldi" şeklindeki tesniyeli söyleyişte
de böyledir. Araplardan aynı ifadeyi; şeklinde hemze-siz oiarak fakat
"elifi de isbat ile iki sakini bir arada cem ederek okuyanlar da vardır.
Çünkü ikinci "elif İdgam edilir, birincisi ise hem med, hem de lîn
harfidir. Yine Araplar arasında hem "elifi hem de hemzeyi çıkartarak; "İki
Abdullah" diyenler de vardır. Tıpkı kelime üzerinde vakıf yapılması
halinde söylendiği gibi.[125]
Âyet-i kerîme'de kıyasa ve itibara (kıyas) delil olduğu gibi, örf ve
adet gereğince amele de delil vardır. Çünkü gömleğinin ön ve arka tarafından
yırtılmış olması söz konusu edilmektedir. Bu ise yalnızca Mâlikilerin
kitablannda ele aldıkları bir husustur. Çünkü gömlek arkadan çekilecek olursa o
taraftan yırtılır, önden çekilecek olursa yine önden yırtılır, çoğunlukla
görülen budur.
"Kapının yanında da kadının efendisine rastgeldüer." Yani
kapının yanında Aziz'i gördüler. Burada "efendi" ile kocası
kastedilmiştir. Kıptî'ler kocaya: Efendi derler. kelimelerinin hepsi aynı anlamda
(onunla karşılaştı demek)dir.
Kadın kocasını görünce bir hile yolu aradı ve hemen bir tuzak hazırlayarak:
"Dedi ki: Zevcene kötülük yapmak" zina etmek "isteyenin cezası
zindana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir?" Yani
oldukça acıtacak şekilde vurulmasından başka ne olabilir?
Buyruktaki; " Cezası ne olabilir?" ifadesi mübtedâ, haberi
ise;
Zindana atılmak" lafzıdır. " Yahut... bir azab" ise;
"Zindana atrimak'ın mahalline atfedilmiştir. Çünkü bunun anlamı
hapsedilmekten başka... şeklindedir. Bununla birlikte veya ona can yakıcı bir
azab edilmesinden başka... anlamında; şeklinde gelmesi de mümkündür ki bu
açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.[126]
26. "Benden murad almak
İsteyen odur" dedi. Kadının yakınlarından bir şahid de şöyle şahitlik
etti: "Eğer gömleği önden yırtıl-diysa kadın doğru söylemiştir. Bu İse
yalancılardandır.
27. "Yok eğer gömleği
arkadan yırtıldıysa kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru
söyleyenlerdendir."
28. Kocası gömleğinin
arkasından yırtılmış olduğunu görünce: "Şüphesiz ki bu, siz kadınların
hilelerindendir. Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür" dedi.
29. "Yûsuf! Sen bundan
vazgeç. Ey kadın! Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen gerçekten
günahkârlardan oldun."
Yüce Allah'ın: "Benden murad almak isteyen odur, dedi. Kadının
yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." buyruğuna dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[127]
İlim adamları der ki: Kadın kendisini temize çıkarmak isteyince ve
Yûsufa duyduğu sevgide samimi olmadığı için -çünkü seven kişi sevdiğini tercih
eder- "Benden murad almak isteyen odur" diyerek, onun kendisine
iftirası ve yalanı karşılığında Yûsuf hakkı söyledi. Nevf eş-Şamî ve başkaları
der ki: Sanki Yûsuf önce işin İç yüzünü açıklamak istemedi, fakat kadın ona karşı
haksızlık edince kızdı ve gerçeği söyledi.[128]
"Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..."
buyruğunda-ki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince,
hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç
duymasıydı. O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun
yakınlarından bir hakim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahitlik
değildi. Bu şahidin kimliği hususunda dört farklı görüş ileri sürülmüştür.
1- Bu, beşikte konuşan bir
çocuktur. es-Süheylî der ki: Doğru olan budur. Çünkü bu hususta Peygamber
(sav)den varid olmuş bîr hadis vardır ki o hadiste Hz. Peygamber:
"Beşikte yalnızca üç kişi konuşmuştur" diyerek aralarında Hz.
YûsuPun lehine şahitlik eden kimseyi de saymaktadır.[129]
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Şahitlik eden bu kişi hakkında evde
bulunup, beşikte küçük bir çocuk idi ve kadının teyzesinin oğluydu. Said b.
Cübeyr, İbn Abbas'tan, o Peygamber (sav)den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Küçük yaşta dört kişi konuştu." Bunlar arasında da Yûsuf (a.s)ın
lehine şahitlik eden kişiyi zikretmektedir. Bu bir görüş.
2- Şahit gömleğin
yırtılmasıdır. Bunu da İbn Ebî Necîh, Mücahid'den rivayet etmektedir. Bu da
dil açısından sahih bir mecazdır. Çünkü hal dili, kal (söz söyleyen) dilden
daha beliğdir. Araplar kimi zaman söz söylemeyi cansız varlıklara da izafe
eder ve onlar hakkında taşıdıkları nitelikleri söz konusu ederek haber
verirler, Arapların dilinde ve konuşmalarında bunun örnekleri pek çoktur. Bunun
en tatlı örneklerinden birisi de birisinin şu sözüdür: Duvar, kazığa: Beni
niçin yarıyorsun-' diye sormuş. Kazık, duvara: Beni çakana sor, demiş. Ancak
yüce Allah'ın: "Kadının yakınlarından" buyruğu tanıklık edenin
gömlek olduğu görüşünü çürütmektedir.
3- Tanıklık eden bu kişi insan
da cin de olmayan Allah'ın bir yaratığıdır. Bunu da Mücahid söylemiştir. Ancak
bu iddiayı da yüce Allah'ın: "Kadının yakınlarından" kaydı
reddetmektedir.
4- Tanıklık eden bu kişi,
hikmet sahibi ve akıllı bir adamdır. Vezir işlerinde o kişiyle danışırdı ve bu
kadının akrabalarından birisi idi. O esnada da kadının kocası ile birlikte
bulunuyordu ve şöyle demişti: Ben kapının arkasında dönüp koşmayı, gürültüyü
ve gömleğin yırtılması sesini duydum. Ancak sizden hanginizin ötekinin önünde
olduğunu bilemiyorduk. Eğer gömleğin yırtılması ön taraftan ise ey kadın, sen
doğru söylüyorsun ve eğer gömlek arka tarafından ytrtılmış ise doğru söyleyen
odur. Gömleğe baktıklarında, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu gördüler. Bu
da el-Hasen, İkrime, Ka-tâde, ed-Dahhâk ve yine Mücahid ile es-Süddînin
görüşüdür.
es-Süddî der ki: Bu şahit, kadının amcasının oğlu idi. Bu görüş İbn
Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir, bu husustaki sahih görüş budur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
-İsrail'in, Simâk'tan, onun da İkrime'den naklettiğine göre- İbn
Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şahitlik eden bu kişi sakallı
birisiydi. Süf-yan da, Cabir'den, o İbn Ebi Müleyke'dcn, o İbn Abbas'tan şöyle
dediğini nakletmektedir: Şahitlik eden bu kişi hükümdarın yakın ve özel
adamlarından birisiydi. İkrime de der ki: Şahitlik eden bu kişi çocuk değildi.
O hikmet sahibi bir adamdı.
Süfyan, Mansur'dan, o Mücahid'den şahidlik eden bu kişi bir adamdı, dediğini
rivayet etmektedir.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs der ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya,
anlamı en uygun olan açıklama, şahitlik eden bu kişinin aklı eren ve hikmet
sahibi bir adam olduğudur. Hükümdar ona danışınca o da ona bu delâlet yoluna
başvurmasını söylemişti. Şayet şahitlik eden bu kişi bir çocuk olsaydı, onun
Hz. Yûsuf un lehine şehadeti ayrıca alışılmış hallerden bir delil getirmesine
ihtiyaç bırakmayacaktı, çünkü çocuğun söz söylemesi başlı başına bir belge ve
bir mucizedir ve bu adeten bilinen bir hususu delil göstermekten daha açık bir
delil olurdu. Bununla birlikte bunun böyle olması hadisteki: "Dört kişi
küçükken konuşmuşlardır"[130]
ifadesine ve bunlar arasında Yûsuf ile ilgisi olan küçüğün sayılmasına muhalif
değildir. Çünkü o takdirde anlam, bu kişi yaşlı başlı birisi değil, yaşı küçük
birisi olur. Bunda da bir başka delil vardır ki oda şudur: İbn Abbas (r.a) bu
hadisi Peygamber (sav)den rivayet etmiştir. Ancak ondan gelen rivayetler, Hz,
Yûsuf'un lehine şahitlik eden kişinin küçük bir çocuk olmadığı noktasında
birbirini desteklemektedir.
Derim ki: İbn Abbas, Ebu Hureyre, İbn Cübeyr, Hilal b. Yesaf ve
ed-Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre şahitlik eden bu kişi, beşikte küçük bir
çocuk idi. Şu kadar var ki eğer bu konuşan küçük bir çocuk olsaydı, bizatihi
onun konuşması delil teşkil ederdi ve bunun için ayrıca gömleğin yırtılması
şeklinin delil gösterilmesine gerek duyulmazdı. Küçüğün bu konuşması da
harikulade bir olay ve bir çeşit mucize olurdu. Doğrusunu en iyi bilen
Ailah'tır. Beşikte iken konuşan çocukların kimliklerine dair açıklamalar yüce
Allah'ın izniyle Burûc Sûresi'nde (85/4-7. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.[131]
Eğer bizler şahitlikte bulunan kimsenin küçük bir çocuk olduğunu kabul
edecek olursak, -daha önce zikrettiğimiz gibi- bunda emarelere göre amel edişe
delil olacak bir taraf olmaz. Şayet şahitlikte bulunan bu kişi eğer bir adam
ise, o takdirde lukata ve pek çok konuda alâmete dayanarak hüküm
verilebileceğine dair delil olabilir. Hatta Malik hırsızlar İle ilgili bir
meselede şöyle demektedir: Eğer hırsızlarla beraber bir takım eşyalar
bulunacak olur da bazı kimseler gelip o eşyaların kendilerinin olduğunu iddia
edecek olursa, bununla birlikte ellerinde delilleri de bulunmuyor ise, sultan
bu hususta hüküm vermek İçin bekler. Şayet (aynı iddiada bulunarak) onlardan
başkaları gelmezse o eşyaları onlara teslim eder.
İmam Muhammed de karı ve kocanın herbirisi ev eşyalarının kendilerinin
olduğu iddiasında bulunurlarsa şöyle der: Erkeklere ait ve onlar tarafından
kullanılan eşyalar kocanındır, kadınlara has olan eşyalar kadınındır. Kadın ve
erkek tarafından da kullanılabilen eşyalar ise erkeğe aittir.
Şureylı ile İyas b. Muaviye bu gibi anlaşmazlık konularında alâmetlere
dayanarak uygulamalarda bulunurlardı. Bunun da asıl dayanağı bu âyet-i kerîmedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Eğer gömleği önden yırtıldıysa" buyruğundaki; "
İdi" şart edatı dolayısıyla cezm mahallindedir. Ancak nahiv açısından
açıklanması gereken bir husus vardır. Çünkü şart edatları mazi olan fiili
müstakbele (müzariye) çevirir. Oysa bu fiilde bu söz konusu olmaz. el-Muberred
Muhammed b. Yezid der ki: Bu; "İdi" fiilinin gücünden gelmektedir ve
bu fiil ile bütün fiillerin gerektiğinde ifade edilebilmesinden dolayıdır.
ez-Zeccâc ise şöyle der: Buyruğun anlamı şeklinde olup eğer ...
bilinirse, demektir ve burada bilgi henüz gerçekleşmemiş İdi. "İmek
(oluş)" da böyledir. Çünkü bu da bilme anlamını verir.
"Önden yırtıldı" ile mazi fiil şeklinde ın haberi verilmektedir.
Şair Züheyr'in şu beyitinde olduğu gibi:
"O içinde gizlediği bir aırn kalbinde saklayıp, durdu. Onu ne
açıkladı, ne de öne geçti."
Yahya b. Ya'merve İbn Ebi İshak; "Önden" kelimesini
"kat"," "be" ve "lam" harflerini ötrelî
olarak okumuştur. “Arka" kelimesini de aynı şekilde okumuştur. ez-Zeccâc
der ki: Bu okuyuşuyla bu İki kelimeyi "önce ve sonra" anlamındaki
kelimeler gibi iki gaye (nihâilik bildiren kelime) olarak değerlendirmektedir.
Sanki; "Onun önünden ve onun arkasından" denilmiş gibidir. Asıl
maksadı teşkil eden muzafu'n-ileyh hazfedilince, muzaf bizatihi gaye yerine
geçmiştir. Oysa bundan önce muzafın gayesi, muzafu'n-ileyh idi. Bununla
birlikte "lam" ve "ra" harfleri -munsanf olmayana
benzetilerek-; şeklinde üstün olarak da okunabilir. Çünkü bu kelime marife olup
asıl babından uzaklaştırılmıştır. Mahbûb, Ebu Amr'dan ve; şeklinde
hafifletilmiş (be harfleri sakin olarak) ve mecrur okunduğunu rivayet etmiştir.
"Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce: Şüphesiz
ki bu, siz kadınların kilelerlndendir... dedi," Denildiğine göre bu
sözleri Aziz kadına: "Zevcene kötülük yapmak isteyenin cezası... başka ne
olabilir?" demesi üzerine söylemiştir. Bu sözleri kadına şahidin
söylediği de söylenmiştir.
"Keyd; hile": Tuzak ve hile demektir. Bunun anlamı daha önce
el-Enfal Süresi'nde (8/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür." Bu sözleri
söyleyenin hileyi "büyüktür" İle nitelendirmesi, içine düştükleri
yanlışlıklardan kurtulmak için giriştikleri fitne ve hilelerin büyüklüğünden
dolayıdır. Mukatil, Yahya b. Ebî Kesir'den rivayetle Ebu Hureyre'den şöyle
dediğini nakletmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hiç şüphesiz
kadınların hilesi, şeytanın hilesinden daha büyüktür. Çünkü yüce Allah:
"Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır" (en-Nisa, 4/76) diye buyururken,
diğer taraftan: "Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür" diye
buyurmaktadır."[132]
"Yûsuf sen bundan vazgeç" sözlerini söyleyen şahitlik eden
şahıstır. Buradaki "Yûsuf" nidadır ve "yâ Yûsuf" demektir.
Nida harfi hazfedilmiştir. "Bundan vazgeç" yani bunu kimseye söyleme
ve bunu gizle! demektir.
Daha sonra kadına yönelerek, şöyle dedi: "Ey kadınl Sen de
günahının bağışlanmasını dile" yani kocandan bu günahını affetmesini, seni
cezalandırmamasını iste. "Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun."
Buradaki;" Günahkârlar" kelimesini müzekker çoğul olarak kullanıp
şeklinde müennes çoğul kullanmayışırun sebebi, aynı zamanda hem erkek, hem de
dişilerden haber vermeyi kastettiğinden dolayıdır. O bakımdan müzekkeri tağlib
etmiştir. Mana, sen günahkâr insanlardansın yahut günahkârlar topluluğundansın,
şeklindedir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "Gerçekten o kadın kâfirler
topluluğundandı." Cen-Neml, 27/43); " Ve o kadın itaat
edenlerdendi" (,et-Tahrîm, 66/121 buyruklarını andırmaktadır.
Şöyle de denilmiştir; Hz. Yûsuf’a bundan vazgeç, kadına da bu işten bağışlanma
dite diyen kişi, onun kocası olan hükümdardır. Bu hususta da iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre kocası pek öyle kıskanç bir kimse değildi, bundan dolayı
hiçbir tepki göstermeyip hareketsiz kalmıştı. Mısır ahalisinin bir çoğunda
kıskançsızlık mevcuttur. İkinci görüşe göre ise yüce Allah ondan kıskançhğı
çekip aldı. Ayrıca hükümdarda Yûsufa karşı bir İncelik ve bir nezaket vardı.
Böylelikle Hz. Yûsuf bu badireyi atlattı ve kadını da affetti.[133]
30. Şehirde bir kısım kadınlar
dediler ki: "Azizin karısı, delikanlısından murad almak istiyormuş.
Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş. Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık
içinde görüyoruz."
31. O kadınların gizliden
gizliye kendisini fr<narf«Hgnn« işitince kendilerine haber gönderdi. Onlara
rahatça yaslanacak bir yer hazırladı. Onların herbirlne de birer bıçak verdi
ve: "Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun gerçekten
büyük bir güzelliğe sahib birisi olduğunu anladılar. Ellerini kestiler ve dediler
ki: "Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok şerefli
bir melektir."
32. Kadın dedi ki:
"Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur. Evet, andolsun ben
ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu. Şayet kendisine
emredeceğimi yapmazsa andolsun zindana atılacak ve herhalde zillete
uğrayanlardan olacaktır."
“Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki..." buyruğundaki;
"Kadınlar kelimesi "nûn" harfi ötreli olarak; şeklinde de
kullanılır. el-A'meş, sr.-Mufaddal, es-Sülemî böyle okumuşlardır. Bunun çokluk
çoğulu ise; setlinde gelir. "Kadınlar dediler..." anlamını ifade
etmek üzere; da denilir. -Âyet-i kerîme'de olduğu gibi-; da denilir. 'Tıpkı
Bedevi Araplar dedi ki: ..." demek için; ile denilebileceği gibi.
Kadınların böyle söylemesine sebep olayın Mısır halkı arasında
yayılması ve bunun sonucunda kadınların da bunu dillerine dolamaları idi. Demliğine
göre Azlz'in sakisinin, fırıncısının, seyisinin ve hapishane müdürünün
hanımlan, bir diğer görüşe göre ise onun teşrifatçısının hanımı böyle
demişlerdir ki; bu görüşler İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.
“Azizin karısı delikanlısından murad almak İstiyormuş." Delikanlı
anlamı verilen "fetâ" kelimesi Arapça'da genç erkek demektir,
Dişisine de "fetat" denilir. "Sevgisi yüreğinin zarını delip
girmiş" buyruğu, sevgisi ona ga-:b gelmiş, diye açıklandığı gibi, ona
duyduğu sevgi kalbinin içine kadar işemiş, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama
da Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir.
Amr b. Dinar, İkrime'den, İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas: Onun
sevgisi kalbinin zarının ta altına kadar geçmiş, diye açıklamıştır. el-Halen
ise der ki: Şağaf (mealde: Kalbin zarı) kalbin içi demektir. es-Süddî ve Ebu
Ubeyd ise kalbin üzerindeki örtü diye açıklamışlardır ki; bu da kalbin
üzerindeki ince deri (zaridır. Kalbin ortası demek olduğu da söylenmiştir. Bütün
bu görüşlerin anlamı birbirine yakındır, yani onun sevgisi kalbinin İçine
kadar ulaşmış ve kalbine hakim olmuş, demektir. en-Nâbiğa der ki:
"Bunun (ağlamamın) önüne öyle bir keder girip engel olmuş ki;
(Doktorların) parmakları ile arayıp bulmak istediği kalbin ortası (şağaf) gibi
içeri girmiştir."
"eş-Şuğâfın bir hastalık olduğu da söylenmiştir. el-Esmaî de
şairin recez vezninde söylediği şu mısraı nakletmektedir:
"O kendisi için bir hastalık (sebebi) olmakla birlikte; yine de
arkasından gitmektedir."
Ebu Ca'fer b. Muhammed, İbn Muhaysın ve el-Hasen ise "yüreğinin zarını
delip girmiş" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ğayn" yerine
"ayn" harfiyle okumuşlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Sevgisi kalbini
yakmış, demektir. Ayrıca yaygın okuma, birinci şekildir, der.
el-Cevherî der ki: Sevgi kalbini yaktı" demektir. Ebu Zeyd, onu
hasta etti, diye açıklamıştır. Bir şeyi sevdiğini anlatmak için de; denilir.
Sevgiden dolayı kalbi yanık kimseye de; denilir.
el-Hasen; diye okumuştur. Yani sevgi ta kalbinin içine işlemiş,
anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Dilcilerin çoğunluğuna göre bu, sevginin ona
yaptırmayacağı bir şey kalmamış, demektir. Çünkü; "Dağların en yüksek
yerleri ve tepeleri" demektir. Bir kimsenin bir şeye aşın düşkünlüğünü
anlatmak için de; denilir. Şu kadar var ki Ebu Ubeyde, İmruu'l-Kays'ın şu
beytini nakleder;
"Uyuz olmuş deveyi katranlayan kimaenin katranı uyuz devenin içine
işlediği gibi, Ben o kadının kalbini
nasta etmişken beni öldürür mü?"
(Ebu Ubeyde) der ki: Burada sevginin verdiği huzursuzluk ve hastalığı
buna (yani devenin katranlanmasına) benzetmektedir.
eş-Şa'bf den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ğayn" ile
"şeğaf" sevgi demektir. "Ayn" ile "şe'af"
delilik anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Bu kelime şeklinde "ğayn"
harfi esreli olarak da nakledilmiştir. Esasen Arapça'da; şeklinde
"ğayn" harfi üstün şeklinde başka bir kullanım bilinmemektedir. Aynı
şekilde da böyledir. Bu da; onu sevgiden hasta olmuş halde bıraktı, o hale
getirdi, anlamındadır.
Said b. Ebî Arûbe ise el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir: Şeğaf
kalbin örtüşüdür, şe'af ise kalbin iç tarafındaki kara bir noktacıktır. Sevgi
oraya varmış olsaydı, kadın hiç şüphesiz ölürdü. Yine el-Hasen der ki: Şeğafın
görünmeyen ve kalbe bitişik olan ince deri (zar) olduğu söylenmiştir ve bu,
beyaz bir deridir. İşte Yûsuf'un sevgisi kadının kalbine bu zarın kalbe yapışık
olması gibi yapışmıştı.
"Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz." Bu
davranışıyla onun böyle olduğu görüşündeyiz.
Katâde der ki: Aslında "kocasının delikanlısı" olmakla
birlikte "karısının delikanlısı" denilmesi Hz. Yûsuf un onların
yanında köle hükmünde olduğundan ve kadının ona verdiği emirleri uygulamakla
yükümlü bulunduğundan dolayıdır. Mukatil'in, Ebu Osman en-Nehdî'den, onun
Selman el-Farisî'den naklettiğine göre o şöyle demiş: Aziz'in karısı kocasından
Yûsuf'u kendisine bağışlamasını istemişti, o da ona bağışlamıştı ve: Peki onu
ne yapacaksın? diye sormuş. Karısı da: Onu evlat edineceğim demişti. Bu sefer
kocası: Haydi o senin olsun demigtf. Kadın içinde bulunan duygular ile birlikte
onu yetişinceye kadar büyüttü. Onun önünde açılıp saçılır, süslenir, onu yumuşak
edalarla davet ederdi de Allah onu korudu.
"O kadınların gizliden gizliye kendisini kınadıklarını
işitince"; onların kendisini çekiştirdiklerini vg'yfermek için çeşitli
yollara ve çarelere başvurduklarını işitince... demektir. Bir diğer açıklamaya
göre; kendisi kadınları durumdan haberdar etmiş, ancak bu sırrını kimseye
açmamalarını istemiş, onlara güvenmişti. Onlarsa kadının sırrını açıkladılar,
bundan dolayı kadınların bu davranışlarına "hile" anlamına gelen
"mekr" adı verilmektedir.
Yüce Allah'ın: "Kendilerine haber gönderdi" buyruğunda
hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani kendilerine içine düştüğü duruma onları
düşürmek kastı ile bir ziyafete çağırmak üzere haber gönderdi.
Mücahid, İbn Abbas'tan naklen dedi ki: Aziz'in karısı kocasına, ben bir
yemek hazırlayıp şu kadınları davet etmek istiyorum, demiş. Kocası da: Yapabilirsin
deyince, bir yemek hazırlamış, daha sonra da gelecek kadınlar için odalarını
süsleyip döşemiş, sonra da ziyafete katılmaları için onlara lıaber göndererek
zikrettiğim bu kadınlardan hiçbir kimse gelmemezlik etmesin demiş.
Vehb b, Münebbilı der ki: Bu kadınlar kırk kişi idiler. Onları
zorladığı için ister istemez geldiler. Umeyye b. Ebi's-Salt bunlar hakkında
şöyle der:
"Nihayet yanına zorla, istemeyerek geldiler, O da o kadınlar için
sedirler ve kebaplar hazırlamıştı."
Buradaki; Sedirler, kelimesi "yaygılar" anlamında; diye de
rivayet edilir. Vehb b. Münebbih der ki: Nihayet gelip yerlerini aldılar.
"Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı." Üzerlerinde
yaslanacakları yerler hazırladı. İbn Cübeyr der ki: Her oturulan yerde de içinde
bal, turunç ve keskin bir bıçak bulunan bir kâse vardı.
Mücahid ve Said b. Cübeyr: "Yaslanacak yer" kelimesini
hemzesiz ve "te" harfi şeddesiz olarak; diye okumuştur. Bu ise
Kıptîce'de turunç demektir. Mücahid de bunu böylece açıklamıştır.
Süiyan'ın, Mansur'dan, onun da Mücahid'den rivayetine göre Mücahid de
şöyle demiş: Şeddeli ve hemzeli okuyuş, yiyecek yemek demektir. Ancak şeddesiz
ve hemzesiz turunç (ağaç kavunu) anlamındadır. Şair de der ki:
"Biz günahı (şarab'ı) açıktan açığa büyük kaplarla içeriz,
Turuncun da aramızda iğreti alındığını (elden ele dolaştığını)
görürsün."
Ezd Şenûeliler de: el-Etrucce ile el-mütke(turunç) aynı şeylerdir,
derler. el-Cevherî der ki; Mütk (şeddesiz ve hemzesiz okuyuştan isim) sünnet
yapan kadının geriye kesmeden bıraktığı parçanın adıdır. Bu da aslında et ve
benzeri şeyleri saran ince bir kabuk demektir. ise sünnet yapılmamış kadın
demektir. el-Ferrâ da der ki: Bana Basralılardan güvenilir bir ilim adamının
naklettiğine göre şeddesiz olarak; et ve benzeri şeyler üzerindeki ince kabuk
(zar) demektir. Kimisi de bunun turunç ile aynı şey olduğunu söylemiştir ki,
bunu da el-Ahfeş nakletmektedir.
İbn Zeyd der ki: Kadın onlara turunç ve onunla beraber yenilmek üzere
bal hazırlamıştı. Şair de der ki:
“Nimet içinde yedik ve yaslandık,
Ve helal içecekleri büyük testileriyim içtik."
en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın; "Hazırladı" fiili; Hazırlanan
şeyler" lafzından alınmadır ki, bu da herhangi bir şey için hazırlayıp
araç kıldığın herbir şey demektir.
Şeddeli ve hemzeli okuyuş ile ilgili olarak yapılmış en sahih açıklama
Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbas'tan şöyle dediğine dair naklidir Bundan maksat
oturacak yer demektir.
Tefsir bilginlerinden bir topluluğun bundan maksadın, yemek olduğunu
söylemeleri; "Yaslanarak yenilecek yemek" takdirine göre mümkün
olabilir. Tıpkı yüce Allah'ın: "Kasabaya sor." (Yûsuf, 12/82) buyruğu
gibi. Bu hazfın olduğuna delil de: "Onların herbirine de birer bıçak
verdi" ifadesidir. Çünkü kadınlarla birlikte bıçakların bulunması ancak
bıçaklarla kesilecek bir şeyler yemek içindir.
Nitekim (en-Nelıhâs) "trabu'l-Kur'ûn"adlı eserinde de böyle
demiştir. "Meûni'l-Kur'ân" adlı eserinde ise şunları söyler; Ma'mer,
Katâde'den; "mealde: Yaslanacak yer-"in yiyecek, yemek diye
açıkladığını rivayet etmektedir. Bunun yemek yenildiği yahut içildiği veya
konuşulduğu esnada üzerine yaslanılan her şey anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu da dilciler tarafından bilinen bir açıklamadır. Ancak
kelimenin önceki açıklamasına dair gelen rivayetler sahihtir.
el-Kutebî'nin de naklettiğine göre; filan kişinin yanında yemek yedik,
anlamında; denilmektedir. kelimesinin aslı şeklindedir. " Tartılan şey
ve va'dolunan şey" anlamındaki kelimelerin; "Tarttım, va'dettim"
fiillerinden gelmesi gibi. "Yaslanacak yer" anlamındaki kelime ise;
"Yaslandım" fiilinden gelmektedir ve Yaslandı, yaslanır,
yaslanmak" diye kullanılır.
"Onların herbirine de birer bıçak..." anlamındaki buyrukta
iki meful vardır. el-Kisaî ve el-Ferrâ; " Bıçak" kelimesinin hem
müzekker hem de müennes kullanılacağını nakletmektedir. el-Ferrâ şu beyi ti
nakleder:
"Soğuk bir sabah vakti, sapı oldukça sağlamlaştırılmış bir bıçak
ile Devenin hörgücünde yara açtı."
el-Cevherî: Çoğunlukla bu kelime müzekker kullanılır, demektedir. Daha
sonra el-Cevherî şu beyi ti nakleder:
"Zahiren onun samimi öğüt verdiği görünür ama yalnız kaldı mı İşte
o boğaza dayanan oldukça keskin bir bıçak olur."
el-Esmaî der kî: Bu kelimenin bilinen şekli yalnızca müzekker olarak
kullanıldığıdır.
"Ves Çıt karşılarına, dedi" buyruğundaki: " Dedi"
kelimesinin "te" harfinin ötreli okunuşu iki sakinin arka arkaya
gelmesinden dolayıdır. Çünkü esreden sonra ötre varsa, ağır okunur.
"Te"nin esreli okunuşu ise asla (yani sakin harf harekelenecek
olursa esre ile harekelenir ilkesine) göredir.
Denildiğine göre kadın diğerlerine: Ben size söylemedikçe ne bir şey kesiniz,
ne bir şey yiyiniz. Daha sonra hizmetçisine: Ben sana: îl'i çağır diyecek
olursam, Yûsuf'u çağır, diye emretti. îl ise onların tapındıkları bir putun
adıdır. Hz. Yûsuf da çamurda çalışıyordu, peştemalını toplayıp bağlamış, kollarını
da kıvırmıştı. Hizmetçiye -bana rabbi çağır anlamında- bana îl'i çağır dedi. îl
İbranice rab demektir. Kadınlar hayrete düştü ve: O nasıl gelebilir, dediler.
Bu sefer hizmetçi çıkıp, Hz. Yûsuf’u çağırdı. Hz. Yûsuf yukardan aşağıya
inince ev sahibi kadın diğerlerine beraberinizdekileri kesiniz, dedi. "Kadınlar
onu görünce, onun gerçekten büyük hir güzelliğe sahip birisi olduğunu
anladılar. Ellerini kestiler." Ellerindeki bıçaklarla kemiklere ulaşıncaya
kadar, ellerini kestiler. Bu şekildeki açıklamayı Vehb b, Münebbih yapmıştır.
Said b. Cübeyr de der ki: Onu süslemeden, kadınların huzuruna çıkarmadı.
Ansızın kadınların yanına çıkınca ondan dolayı dehşete kapıldılar, yüzünün
güzelliği, süsleri ve üzerindekilerden dolayı hayrete düştüler, ellerini
kesmeye koyuldular. Halbuki onlar bunu yaparken turunçları kestiklerini
zannediyorlardı.
'Onun gerçekten büyük bir güzelliğe sahlb birisi olduğunu anladılar."
buyruğunun ne anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Cu-veybir'in,
ed-Dahhâk'tan, onun İbn Abbas'tan rivayetine göre: Onu çok büyük bir şey
gördüler ve heybete kapıldılar demektir. Yine ondan gelen rivayete göre, onu
görmenin de liseliyle meni ve mezileri aktı. Şair der ki:
"Küçük tepenin üzerinden erkek deveyi gördüler mi Böğürmeye
başlarlar ve hızlıca fışkıran menilerini akıtırlar."
İbn Sem'ân da arkadaşlarından bir gruptan naklettiğine göre şöyle demektedir:
Arkadaşları dediler ki: O kadınların aşklarından dolayı mezileri aktı. Vehb b.
Münebbih de der ki: Derhal ona aşık oldular ve o mecliste hayret, dehşet ve
Yûsuf a kalbten duydukları aşklarından ötürü on tanesi Öldü. Bunun anlamının
dehşetlerinden ay hali oluverdiler, olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da
Katide, Mukatil ve es-Süddî yapmıştır. Şair de der ki:
"Biz kadınlara teiniz oldukları vakit varırız da ancak Ay hali
olduklarında, asla kadınlara yaklaşmayız."
Ancak Ebu Ubeyde ve başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle derler: Arap
dilinde bu kelime böyle bir anlamda kullanılmaz. Bununla birlikte onu oldukça
büyük bir şey gördüklerinden dolayı ay hali olmuş olmaları muhtemeldir. Çünkü
kadın kimi zaman korkusundan dolayı, karnındaki yavruyu düşürebilir yahut ay
hali olabilir.
ez-Zeccâc der ki: Arapçada; "Onu büyük gördüler" denilir ama
-ondan dolayı ay hali oldular anlamında olmak üzere-: denilmez. Çünkü büyük
görmek, hiçbir zaman ay hali olmak manasına değildir.
el- Ezherî buna cevap vererek: Ancak ay hali oldu anlamında; denilebilir.
Çünkü kadın ilk defa ay hali olduğu takdirde, küçük yaştan büyüklüğe doğru
geçiş yapmış olur. Devamla der ki: daki "he" zamir "he"si
değil de vakf (sekt, susuş) "he"si olabilir. Ancak bu görüşün aslı
yoktur, zira vakf için gelen "he" vasi halinde düşer. Bundan daha
uygun görüş, İbnu'l-Enbarî'nin şu açıklamasıdır: Buradaki "he" zamiri
fiilin mastarından bedeldir, yani, şeklinde olup ay hali oldular anfamındadır.
İbn Abbas'ın birinci görüşüne göre ise "he" zamiri Hz. Yûsuf'a aittir
ve Yûsuf u oldukça büyük birisi olarak gördüler ve onu alabildiğine ta'zim
ettiler, demektir.
"Ellerini kestiler" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid der ki:
Ellerini koparırcasına kestiler. Ellerini çizip yaraladılar, diye de
açıklanmıştır. İbn Ebi Necîh, Mücalıid'den şöyle dediğini rivayet eder:
Ellerini bıçaklarla kestiler. en-Nehhâs der ki: Mücahid bu açıklaması ile eli
kopup ayıracak şekilde bir kesmeyi kastetmemektedir. Bu bir çizme ve yaralama
anlamında bir kesmedir. Dilde ise insanın -mesela- arkadaşının elini çizecek
olursa "elini kesti" denilmesi bilinen bir husustur. İkrime, "elleri"
lafzını kollarının yenleri diye açıklamıştır ki, bu anlama gelmesi uzak bir
İhtimaldir.
Parmaklarını kestiler, diye de açıklanmıştır. Yani kalbleri Hz. Yûsuf
ile meşgul olduğundan dolayı ellerini kesip yaralamalarından dolayı hiçbir acı
duymadılar. Fiilin şekli kesmenin çok olduğuna işarettir, çokluk herbirisinin
bîr kaç yerden elini yaraladığı anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, kadınların
sayılarının çokluğu dolayısıyla kullanılmış olma ihtimali de vardır.
"Ve dediler ki: Allah'ı tenzih ederiz." Yani Allah'a
sığınırız. el-Esmaî, Na-fî'den; "Allah'ı tenzih ederiz" buyruğunu Ebu
Amr b. el-Alâ gibi; şeklinde "şın" harfinden sonra "elifi de
okuduğunu nakletmektedir. Asıl kullanım şekli de budur. Bu "elifi
hazfeden; "(A): Allah'ı" lafzındaki "elifi onun bedeli kabul
eder. Bu kelime şu dört şekilde kullanılır. şekillerinin hepsi de: Seni tenzih
ederim, anlamındadır. Yine Haşa ki Zeyd"den diye kullanılır (ve Zeyd
kelimesi cer ve nasb edilebilir).
en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben
Mu-hammed b, Yezîd'İ şöyle derken dinledim: Bu edatın isminin nasbedilmesi daha
uygundur. Çünkü bunun fiil olduğu sahih olarak kabul edilmiştir. Zira Araplar:
" Haşa Zeyd"den, derler ve ismin başından da harf (meksur lam edatı)
hazfedilmez. Şair Nabiğa da şöyle demiştir:
"Ve ben kavimlerden hiçbir kimseyi müstesna kılmıyorum,"
Kimi dilci; "Dışında müstesna, haşa" bir edattır,
"Müstesna kılıyorum" ise bir fiildir, der.ın fiil olduğuna delil
ise, ondan sonra harf-i cerrin gelmesidir. Ebu Zeyd'in naklettiğine göre bir
bedevi Arabr "Allah'ım bana ve işiten herkese mağfiret buyur. Şeytan ile
Ebu'l-Esbağ müstesna," diyerek bu lafızla sonraki kelimeyi nasb etmiştir,
el-Hasen ise "şm" harfini sakin kılarak diye okumuştur. Yine
ondan; diye okuduğu da rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud ve Ubeyy ise
"lam" harfi olmaksızın; diye okumuşlardır. Şairin şu beyiti de bu
kabildendir:
"Ebu Sevban müstesnadır, çünkü o gerçekten
Başkasını kınamaktan ve kötü söz söylemekten yana cimridir."
ez-Zeccâc der ki: Bu kelimenin aslı; " Etraf yakınlardan gelmektedir.
Yakın çevre anlamındadır. Mesela; " Filanın yakınlarında idim"
denilir. Buna göre Zeyd bundan uzaktır" o bir tarafta, Zeyd bir taraftadır
anlamına gelir. İstisnada bir şeyi sözü edilenler arasından bir kenara çıkarmak
ve bir kenarda tutmak demektir.
Ebu Ali bu kelime İstisna etmekten faildir. Yani Yûsuf böyle bir şeyden
münezzehtir ve Yûsuf kendisine atılan iftiradan uzakta ve bir kenardadır,
Yahut ta o insan olmaktan münezzehtir, insanlık bir tarafta o bir taraftadır.
Sibeveyh'e göre; istisna cümlesinde cer harfidir. el-Müberred ve Ebu Ali'min
açıklamalarına göre ise bir fiildir.
"Bu bir beşer değildir." el-Halîl ve Sibeveyh der ki:
"Değildir" edatı; "Değildir" edatı gibidir. Meselâ Zeyd
ayakta değildir"; "Bu bir beşer değildir" ile "Onların
anaları değildir" (el-Mücadele, 58/2) denilir.
Kûfeliler de derler ki: Burada "beşer" kelimesinin başına
getirilmesi gereken) "be" harfi hazfedildiğinden nasbedilmiştir.
Bunun açıklaması da Ah-med b. Yahya'nın dediğine göre şöyledir: Bir kimse;
"Zeyd gidici değildir" dediği vakit "be" harfi nasb
mahallindedir, sair cer harfleri de böyledir. İşte bu cer harfi hazfedildikten
sonra (harfin başına geldiği isim.) mahalline delalet etsin diye
nasbedilmiştir. Alımed b. Yahya der ki: el-Fer-râ'nın da görüşü budur. O da
şöyle der: edatı tek başına hiçbir amel etmez. Ancak Basralılar onların bu
durumda (Zeyd ay gibidir anlamında olmak üzere) demeleri gerektiğini söyleyerek
görüşlerinin red edileceğini belirtirler. Çünkü bu;... ay gibidir"
anlamındadır.
Ahmed b. Yahya ise şu sözleriyle onlara cevab verir: "Be"
harf-i cerri "kePten daha çok bir harf-i cer olarak kullanılabilir. Çünkü
"kef' bazen isim olabilmektedir.
en-Nelıhâs ise der ki: Ancak Basralılann görüşü sahihtir ve bu sözde bir
çelişki vardır. el-Ferrâ; -Zeyd gidici değildir, anlamında-; denilmesini uygun
kabul etmiş ve şu beyiti nakletmiştik
"Allah'a yemin olsun ki sen eğer hür olaan dahi
Esasında sen hür de olamazsın, azad edilmiş köle de olamazsın."
Ve ayrıca el-Ferrâ bunun nasb ile okunmasını açık ifadelerle kabul
etmez. Diğer taraftan; "Zeyd'in sana rağbeti yoktur" demenin de;
" Amr sana doğru gelmemektedir" demenin de caiz olduğu hususunda
nahivciler arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Bundan sonra ise
"be" harfini hazfederler ve (başına geldiği ismi) ref ederler.
Basralılar ve Kûfeliler ise ref ile; "Zeyd gidici değildir"
şeklindeki kullanımı naklederler. Yine Basrahlar bunun Temimlerİn söyleyişi
olduğunu nakleder ve şu beyiti de zikrederler:
"Sizler Teym'i mi bana eş ve denk kabul ediyorsunuz? Halbuki Teym
hiçbir zaman şerefli birisine denk olamaz."
el-Kisaî ise bunun Tihame ve Necidlilerin söyleyişi olduğunu nakletmektedir.
el-Ferrâ da refin iki bakımdan daha güçlü olduğunu iddia etmektedir. Ebu İshak
dedi ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü yüce Allah'ın Kitabı ve Ra-sûlünün
kullanımı daha güçlü ve daha uygundur.
Derim ki: Hafsa (r.anha)nın MushaFında bu buyruk;" Bu bir beşer
değildir" şeklindedir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Burada kadınlar Hz. YûsuPun suret
itibariyle insanlardan daha güzel bir surette olduğunu, hatta bir melek
suretinde olduğunu söylemek istemişlerdir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır
"Andolsun Biz inşam gerçekten en güzel bir surette
yarattık."'(et-Tîn, 95/4) Bu iki âyet-i kerîmenin bîr arada anlaşılması
şöyledir: Kadınlar "Allah'ı tenzih ederiz" ifadeleri ile Hz. Yûsuf
u, Aziz'in karısının onu itham ettiği, kendisine kötü maksatla yaklaşmak
istediğinden uzak olduğunu anlatmaktadır. Yani Yûsuf böyle bir şeyden uzaktır.
Onların " Allah İçin" sözleri Allah İçin o bundan uzaktır, demektir.
Yani Yûsuf bu işten kurtulmuştur, bu surette böyle bir şey yoktur. Bunun da
anlamı şudur: Onun masiyetlerden uzaklığı meleklere benzemektedir. Böyle bir
açıklamaya göre ise (âyetler arasında) çelişki yoktur.
Bir diğer açıklamaya göre burada maksat, Hz. Yûsufun aşırı güzelliğinden
ötürü sureti itibariyle insanlara benzemesinden tenzih edilmesidir. "Allah'ı"
ifadesi de bu manayı te'kid içindir. Buna göre buyruğun anlamı şu olur:
Kadınlar melek suretinin daha güzel olduğunu zannederek böyle bir sözü söylediler,
onlar yüce Allah'ın: "Andolsun ki insanı en güzel bir surette yarattık"
(et-Tin, 99/4) sözlerinden haberdar değillerdi. Çünkü bu bizim Kitabımızda
olan bir buyruktur.
Bazı zayıf anlayışlı kimseler şöyle zannederler: Eğer kadınların bu
sözlerinin gerçekle ilgisi olmayan bir kanaatleri olsaydı, yüce Allah'ın
onlann bu kanaatlerini reddetmesi ve bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan
etmesi gerekirdi. Ancak böyle bir'görüş batıldır. Zira yüce Allah'a böyle bir
şeyin vacib olduğunu kabul edemeyiz. Zaten yüce Allah'ın kâfirlerin küfrü ve
yalancıların yalanı ile ilgili olarak haber verdiği bütün hususları hemen
akabinde reddetmesi gerekmez. Aynı şekilde "örf ehli kimseler" çirkin
kişi hakkında "o şeytan gibidir" derken, güzel kişi hakkında da
"o melek gibidir" derler. Yani benzeri görülmemiş demektir. Çünkü
insanlar melekleri görmezler. Böyle bir ifade melek suretinin daha güzel
olduğu zannına binaen söylenir, yahut ta onun ahlâkının temizliğini,
ithamlardan da uzaklığını haber vermek kastıyla söylemiş olabilirler.
"Bu ancak çok şerefli bir melektir." Bu ancak şerefli bir
melek olabilir, başka bir şey olamaz. Şair de der ki:
"Sen bir insana mensub da değilsin fakat sen bir melekte mensub)
olabilirsin, Sema boşluğundan yağmur gibi inen."
el-Hasen'den de: -"Bu bir beşer değildir" anlamındaki
buyruğu-: şeklinde "be" ve "şın" harflerini esreli olarak
okuduğu rivayet edilmiştir ki bu: Bu satın alınan bir kul değildir, anlamındadır;
böyle birisinin satılmaması gerekir, demektir. O bu şekilde okumakla mastarı
ism-i meful yerine kullanmış olur. Yüce Allah'ın: "Deniz avı... size helal
kılındı" (el-Maide, 5/96) buyruğunda olduğu gibi ki, denizde avlanmak
anlamındadır ve bunun benzerleri de pek çoktur.
Buyruğun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Buna değer biçilemez, bunun
kıymeti hiçbir şekilde tesbit edilemez. Buna göre "satın almak"
anlamındaki kelime ile satın alınırken onun karşılığında verilen bedel
kastedilmiş olur. Mesela bir kimsenin: Bu bine alındı, şeklindeki sözünü
reddetmek isterken, bu bine alınamaz demeye benzer. Bu açıklamaya göre ise
"be" harfi haber olan mahzuf bir söze taalluk eder. "Bu satın
almakla miktarı tesbit edilebilecek bir şey değildir" demeye benzer.
Ancak büyük çoğunluğun kıraati daha uygundur. Çünkü ondan sonra "bu ancak
çok şerefli bir melektir'' buyruğu gelmektedir ki, bu da onun şanını ta'zim
gayesi ile melek türünden olduğu söylenerek üstünlüğünü mübalağa yoluyla ifade
etmek içindir. Diğer taraftan; (el-Hasen'den gelen rivayet gibi) türünden kelimeler
Mushaf ta “ya" ile yazılırlar.
Allah'ın: "Kadın dedi ki: Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız
işte budur"
buyruğu şu demektir: Aziz'in hanımı misafir kadınların Yûsuf a
kendilerini kaptırdıklarını görünce, "kendisi dolayısı ile" yani onu
sevdiğimden dolayı "beni kınadığınız işte budur" diyerek mazur
olduğunu açığa vurmak istedi.
" Şu" burada " Bu" anlamındadır. Taberî'nin tercihi
de budur. Buradaki "he" (mealde: Kendisi) zamirinin sevgiye ait
olduğu ve; Şu, işaret zamirinin de asıl anlamı üzere kullanıldığı da
söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: İşte kendisi sebebiyle beni
kınadığınız sevgi budur, yani bunun sevgisi işte o sevgidir.
"Levm (kınamak)" ise çirkin şeylerle nitelendirmek demektir.
Daha sonra gerçeği ikrar ederek şunları söyledi:
"Evet, andolsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini
korudu" yani bu işe yanaşmadı.[134]
"Korunma "ya bu ismin veriliş sebebi, masiyetin işlenmesinden
koruyup engellemesinden dolayıdır. "Kendisini korudu" ifadesinin, bu
işe karşı koydu, zorluk çıkardı, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin
de anlamı birdir.
"Şayet kendisine emredeceğimi yapmazsa, andolsun zindana atılacak"
sözleriyle de kadınların huzurunda onu tekrar kötülük işlemeye davet etti ve
haya perdesini yırtarak, dediğini yapmayacak olursa zindana atılmakla tehdit
etti, İlkin olanlar ikisi arasında ceryan etmişti; ama artık ilk durumunun
aksine, kimsenin kınamasından ve söyleyeceği sözlerden çekinmediğinden böyle
konuştu.
"Ve herhalde zillete uğrayanlardan olacaktır" buyruğundaki;
" Olacaktır" kelimesi "elif" ile yazılmıştır. Ancak te'kid
için getirilen şeddesiz "nûn" gibi okunur. Çünkü te'kid
"nûn"u hem şeddeli, hem şeddesiz gelir. Yüce Allah'ın:
"Andolsun zindana atılacak" buyruğu üzerinde vakıf "nûn"
ile yapılır. Çünkü şeddelidir. Buna karşılık; "Olacaktır" üzerinde
vakıf elif ile yapılır. Çünkü şeddesiz "nun"dan dolayı böyle yazılmıştır
ve bu bir kimsenin; "Ben bir adam gördüm, Zeyd'i ve Amr'ı gördüm"
sözündeki ı'rab "nun'u (tenvini)na benzemektedir. Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki yakalayıp, çekeriz alnından" (el-Alak, 96/15) buyruğu ve
benzerleri de buna benzemektedir ki bu gibileri üzerinde vakıf elif ile olur.
el-A'şâ'nın şu mısraında olduğu gibi:
"Şeytana asla ibadet etme, Allah'a ibadet et."
Şair burada; "Mutlaka ... ibadet et" demek istemiştir. Vakıf
yapması gerektiğinden elif ile vakıf yapmıştır.[135]
33- Dedi ki: "Kabbim ben,
zindanı bu kadınların beni kendisine davet edegeldiklerl şeye tercih ederim.
Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan, onlara meyleder, cahillerden
olurum."
34- Bunun üzerine Rabbi onun
duasını kabul etti. O kadınların tuzaklarını üzerinden sardı. Çünkü O,
hakkıyla işitendir, bilendir.
Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Rabbim ben, zindanı bu kadınların beni
davetedegeldikleri şeye tercih ederim" buyruğunda "zindanı ifadesi,
zindana girmeyi takdirinde olup muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc
ve en-Nehhâs yapmışlardır. "Tercih ederim"; zindan benim için
masiyete düşmekten daha kolay ve daha hafiftir, demektir. Yoksa zindana girmek
durum ne olursa olsun mutlaka sevilen bir şey olduğu anlamına değildir.
Nakledildiğine göre Yûsuf (a.s) "Ben zindanı.,, tercih ederim'1
deyince yüce Allah da kendisine şöyle vahyetmiş: "Ey Yûsuf! Sen, ben zindanı
tercih ederim demekle kendini zindana atmış oldun. Eğer ben afiyet ve esenliği
tercih ederim, demiş olsaydın hiç şüphesiz esenliğe kavuşturulurdun."
Ebu Hatim'in naklettiğine göre Osman b. Affan (.r.a); ": Hapse
atılmak, zindana atılmak" diye "sin" harfini üstün olarak
okumuştur. Bunun aynı zamanda İbn Ebi İslıak'ın, Abdu'r-Rahman el-A'rec'in ve
Ya'kub'un da kıraati olduğunu nakletmiştir. Bu ise; "Onu hapsetti,
hapsetmek" fiilinin mastarıdır.
"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan" yani bu
kadınlam tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan...
Kendisini gören kadınların tuzakları diye de açıklanmıştır. Çünkü kadınlar
ona Aziz'in karısına itaat etmesini emretmiş ve ona şöyle demişti: Bu kadın
mazlumdur ve sen de ona zulmettin.
Bir diğer açıklamada da şöyle denilmiştir: Aziz'İn kansı için ona
nasihatte bulunmak üzere herbirisi Hz. Yûsuf'la başbaşa kalmak istedi. Bundan
maksat ise kadına belki isteğini kabul eder diye yardımcı olmasını istemek
idi. Ancak herbirisi tek başına onunla başbaşa kalınca Hz. Yûsuf a: Ey Yûsuf!
Benim ihtiyacımı gör, ben senin için efendinden daha iyiyim, demeye koyularak,
ayn ayrı onu kendisinden murad almağa çağırıyor ve ayağını kaydırmaya gayret
ediyordu. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Rabbim, önceleri bir taneydi, şimdi bir
topluluk oldular, dedi.
Bir diğer açıklamaya göre Aziz'in karısının tuzağı Hz. Yûsuf u işlemeye
davet ettiği hayasızlık idi. O ("bunlar şeklindeki") çoğul
ifadesiyle onu kastetmiştir. Hitabında ya onu ta'zim etmek için çoğul
kullanmıştır, yahut ta açık (sarih) ifadeyi kullanmayıp üstü kapalı ifadeyi
(ta'rizi) kullanmak istediğinden böyle yapmıştır.
Keyd (tuzak) ise hileye başvurmak ve bunda çokça gayret etmek demektir.
İnsanların çokça hileye başvurmaları dolayısıyla da savaşa "keyd"
denilmiştir. Amr b. Lecâder ki:
"Sana tuzak kurmak için Biçr'in annesi göründü sana, ' Süslenip
püslenerek sana kuracağı tuzağı kursun diye."
"Onlara mcyleder(im)" buyruğu şartın cevabıdır,
"Meylederim" ifadesi meyledip özlemeyi anlatmak için kullanılan;
Meyletti, ederden gelmekte olup mastarı da; diye gelir. Şair der ki:
"Kalbim Hind'e şevk ile meyletti,
Hind gibi birisi zaten şevk ite meylettirir."
Yani, ey Rabbimî Eğer masiyetten uzak durmakta bana lütuf etmeyecek
olursan, ben de masiyete düşerim.
"Cahillerden olurum." Yani günah işleyen ve bundan dolayı
yerilmeyi ha-keden kimselerden olurum. Yahut cahillerin işini yapan kimselerden
olurum.
İşte bu, Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir kimsenin Allah'a İsyan olan
bir işten uzak duramadığının delilidir. Aynı şekilde cahilliğin çirkin olduğuna
ve cahil kimsenin yerildiğine de delildir.
"Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti." Çünkü o:
"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan" diyerek duaya
yönelmişti. Bununla Allah'ım onların tuzaklarını benden sav, demiş gibi idi.
Yüce Allah da duasını kabul etti, ona lütfetti ve zinaya düşmekten korudu.
"O kadınların tuzakları" denilmesinin sebebi şöyle
açıklanmıştır: Çünkü o kadınlar bir topluluktu ve hepsi de ondan murad almak
istemişti, Genel olarak; bütün kadınların tuzağı anlamında olduğu da
söylenmiştir. Bundan önceki âyet-i kerîmede söz konusu edildiği gibi yalnızca
Aziz'in karısının tuzağını kastettiği de söylenmiştir. Ancak umum ifade etmesi
daha uygundur.[136]
35. Sonra bütün delilleri
gördükleri halde yine de onu bir sûreye kadar zindana atmak, onlarca uygun
görüldü.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[137]
"Sonra" Mısır Aziz'i ve onun danışmanları "bütün
delilleri gördükleri halde..." Hz. Yûsuf’un suçsuzluğunu, gömleğinin
arkadan yırtılması, kadının yakınlarından şahidin şahitlik etmesi, kadınların
ellerini kesmeleri ve Hz. Yûsuf ile karşılaşmaları sırasındaki
dirençsizlikleri gibi alametleri gördükten sonra, herkesin arasında bu olayın
yaygınlık kazanmaması, buna engel olunarak gizlenmesi için onu hapsetmeyi
uygun gördüler.
Bir diğer açıklamaya göre burada sözü geçen "deliller" Hz.
Yûsuf aralarında bulunduğu sürece üzerlerine açılan bereket kapılan idi, Ancak
birinci görüş daha sahihtir. Mukatil, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan, İbn
Abbas'ın yüce Allah'ın: "Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de
onu... uygun görüldü" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
Gömleğin yırtılması bu delillerdendir, şahidin şahitliği bu delillerdendir,
kadınların ellerini kesmeleri bu delillerdendir, kadınların onun oldukça büyük
bir güzelliğe ss hip olduğunu görmeleri de bu delillerdendir.
Şöyle de denilmiştir: Kadının insanlardan aşın derecedeki utanması ve
on dan büsbütün ümidinin kesileceğinden korkması, tümden elinden gitmesi ye
rine ondan uzak kalmaya razı olmaya onu mecbur etti. Böylelikle onu gör meyecek
olursa, hastalığının şifa bulacağını zannetmişti. Şair de der ki:
"Kavuşma ümidi bulunan özlem duyan birisinin duyduğu hasret,
Hiçbir ümit taşımayan fakat özlem duyan birisîninkine benzemez.
Yahut kadın, hapsedilmekten çekinerek kendisini teslim edeceği ümidiyle
onu hapse atmak tuzağı ile karşı karşıya bırakmak istedi.[138]
"Onu... zindana atma" (anlamı verilen); kelimesi fail
mevkiindedir. Yani onu hapsetmeleri görüşü onlara uygun görüldü. Bu
Sibeveyh'in görüşüdür. el-Müberred ise bu yanlıştır, der. Çünkü fail cümle
olmaz. Ancak burada fail; "Uygun görüldü" fiilinin delalet ettiği
mastardır. Bu da; "Onlara gelen... görüş uygun görüldü" demektir.
Hapfedilmesinin sebebi ise, fiilin ona delâlet etmesidir. Nitekim şair şöyle
demektedir:
"Bir haktır, Ebu Musa'nın, baba olduğu kimseye Dağlan diken (yüce
Allah)ın muvaffakiyet vermesi."
Burada; "Bunun gerçekleşmesi bir haktır" anlamında olup
hazfedilmiştir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Daha sonra önceden bilmedikleri
bir görüşe sahip oldular. Bu ifadenin hazfediliş sebebi ise buyrukta buna
delalet eden sözlerin bulunmasıdır.
Aynı şekilde "demek" fiili de hazfedilmiştir, yani "onu
zindana atmalıdırlar, dediler" demektir. Baştaki "lam" harfi
ise gizli bir yeminin cevabıdır. Fiil müzekker bir fiildir, müennes değildir.
Çünkü müennes bir fiil olsaydı; denmesi gerekirdi. Buna da yüce Allah'ın:
"Onlarca" denilerek; şeklinde (aynı anlamdaki) müennes zamir
kullanılmaması delil teşkil etmektedir. Bu buyrukla adeta kadınlara ve onların
yardımcılarına dair haber verilmiş ve müzekker kipi tağlib yoluyla kullanılmış
gibidir. Bu açıklamayı da Ebu Ali yapmıştır.
es-Süddî dedi ki; Hz. Yûsuf'un hapse atılmasının sebebi Aziz'in
karısının Hz. Yûsuf u kendisini teşhir edip, durumunu yaygınlaştırarak küçük
düşürmesinden şikayetçi olmasıdır. Bu açıklamaya göre "onlarca"
lafzındaki zamir hükümdara aittir.[139]
"Bir süreye kadar" buyruğu "belirsiz bir süreye
kadar" demektir. Bu açıklamayı pek çok müfessir yapmıştır. İbn Abbas der
ki: Şehirde yaygınlık kazanmış olan haber kesifinceye kadar, demektir.
Said b. Cübeyr de altı aya kadar diye açıklamıştır. el-Kiyâ'nın naklettiğine
göre; o bu ifade ile üç aylık bir süreyi kastetmiş İdi. İkrime ise dokuz yıllık
bir süre, el-Kelbî beş yıl, Mukatil de yedi yıllık bir süre kastetmişti, demişlerdir.
Bakara Sûresi'nde; "Bir süre" kelimesi ve onun ile ilgili hükümlere
dair açıklamalar (el-Bakara 2/36. âyet 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Vehb der ki: Hz. Yûsuf oniki yıl hapis kaldı.
Bu buyruktaki;...e kadar" edatı, anlamındadır. Yüce Allah'ın:
" Tan yeri ağarıncaya kadar" (el-Kadr, 97/5) buyruğu gibi.
Yüce Allah zindana atılmayı Hz. Yûsuf için kadına meyletmesi dolayısıyla
bir temizlenme sebebi kılmıştı. Aziz -eğer Hz. Yûsuf un suçsuzluğunu bilmiş
ise- sanki Hz. Yûsuf'un hapse atılmasında kadına itaat etmiş gibi görünüyor.
İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf üç yerde yanıldı. Birincisi, kadına
meyledince; buna sebeb zindana atıldı. İkincisi rüya yorumunu isteyen kişiye:
"Beni efendinin yanında an" (Yûsuf, 12/42) demesi üzerine hapiste bir
kaç yıl daha kaldı. Diğeri ise kardeşlerine: "Siz gerçekten hırsızlık
yaptınız" (Yûsuf, 12/70) dedirtmesi, onlar da buna karşılık: "Eğer o
çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" (Yûsuf,
12/77) diye cevap vermişlerdi.[140]
Yûsuf (a.s) hapse atılmak tehdidi ile zina etmek İçin zorlandı, Beş yıl
hapiste kaldığı halde mevkinin büyüklüğü ve şerefinin üstünlüğü dolayısıyla
böyle bir şeye razı olmadı.
Bir kişi zina etmek üzere zindana atılmakla tehdit edilecek (ikrah)
olursa, icma ile zina caiz olmaz. Şayet dövmek ile ikrah söz konusu olursa,
ilim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Sahih kabul edilen görüş
eğer dövme aşın bir noktaya varırsa, zinanın günahı da, haddi de o kişiden
düşer.
Kimi ilim adamlarımız ise o kimseden haddin düşmeyeceğini söylemişlerdir.
Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü yüce Allah kulu hakkında iki ayn azabı bir
araya toplamaz ve iki belâdan birisini tercih etmek ile karşı karşıya bırakmaz.
Çünkü böyle bir şey dindeki en büyük zorluklardandır. Halbuki yüce Allah:
"Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) diye buyurmaktadır.
İleride bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın İzniyle Nahl Sûresi'nde
(16/106. âyet, 4.başlık ve devamında) gelecektir.
Hz.
Yûsuf bu ceza ve tehdide rağmen sabretti, kendisine kurulan bu hile ve
tuzaklardan dolayı Allah'a sığındı. Önceden de geçtiği üzere yüce Allah da
onun duasını kabul buyurdu.[141]
36. Onunla birlikte zindana İki
de delikanlı girdi. Bunlardan biri: "Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyor
gördüm" dedi. Öbürü de: "Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek
götürüyor, kuşlar da ondan yiyor gördüm" dedi. "Bize bunun yorumunu
bildir. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.''
37. Dedi ki "Size
rızıklanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu, muhakkak onun ne olduğunu size
daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir.
Gerçekten ben Allah'a İnanmayan ve kendileri âbireti inkâr eden bir kavmin
dinini terkettim;
38. "Atalarım İbrahim,
İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız,
yapabileceğimiz bir İş değildir. Bu hem bize, hem İnsanlara Allah'ın lütuf ve
kereminden-dlr. Fakat insanların çoğu şükretmezler."
Yüce Allah'ın: "Onunla birlikte zindana iki de delikanlı
girdi" buyruğundaki: "İki delikanlı" kelimesi in tesniyesi
(ikili)dir. Bu kelime (son harfi) "yalıdır. Bunun: "Genç
delikanlılar" şeklinde çoğul yapılması şaz'dır. Vehb ve başkalan derler
ki: Yûsuf (a.s) bir eşek üzerinde zincire vurulmuş halde, zindana götürüldü.
Çarşı-pazar dolaştırılarak:" Bu hanımefendisine karşı gelenin
cezasıdır" diye ilan edildi. O İse şöyle diyordu:" Şüphesiz ki bu
ateş parçalarından, katrandan yapılmış elbiselerden, kaynar su içeceğinden ve
zakkum yemeğinden daha kolaydır."
Hz. Yûsuf zindana götürüldüğünde, orada artık umutlan kesilmiş, bela ve
sıkıntıları alabildiğine artmış kimselerle karşılaştı. Onlara: Sabredin size
müjdeler olsun, ecir alırsınız demeye başladı. Onlar da: Ey delikanlı! Ne güzel
söz söylüyorsun! Gerçekten seninle birlikte olmak bizim için bereketli bir
şeydir. Sen kimsin, ey delikanlı! diye sormaya koyuldular. Hz. Yûsuf da şöyle
diyordu: Ben Allah'ın seçkin kulu Ya'kub'un oğlu Yûsuf um. Benim dedem de
Allah'a kurban edilmesi adanan İshak'tır. Onun da babası ise Allah'ın Halil'i
İbrahim'dir.
İbn Abbas der ki: Kadın kocasına bu İbrani köle beni rezil etti. Ben onu
hapse atmanı istiyorum deyince, kocası da onu hapse attı. Hz. Yûsuf, zindanda
üzüntülü olanları teselli ediyor, hastalan ziyaret ediyor, yaralılan tedavi
ediyor, gece boyunca namaz kılıyordu. Odalann duvarlan, çatılan, kapıları da
onunla birlikte ağlayıncaya kadar ağlıyordu. Hapis onun sayesinde tertemiz
oldu ve hapistekiler de onunla teselli buldular. O bakımdan herhangi birisi
zindandan çıktı mı tekrar Yûsuf ile birlikte olmak için zindana geri gelirdi.
Zindan sorumlusu da onu sevdi ve onun rahat etmesini sağladı, sonra ona şöyle
dedi: Ey Yûsuf! Ben seni öyle bir sevdim ki hiçbir şeyi senin kadar
sevemiyorum. Bu sefer Hz. Yûsuf: Senin bu sevginden Allah'a sığınırım, dedi.
Adam: Neden böyle diyorsun? deyince, bu sefer şu cevabı verdi: Babam beni sevdi,
kardeşlerim bana yapacaklarını yaptılar. Hanımefendim beni sevdi, ben gördüğün
bale geldim.
Hz. Yûsuf" hapiste iken hükümdar firmasına ve sakisine kızdı.
Şöyle kî: Hükümdar aralarında oldukça uzun bir ömür yaşadığından, ondan sıkılmaya,
usanmaya başladılar. O bakımdan hem fırıncısına hem şarapçısına zehirlemesini
telkin ettiler. Ancak fınncı bu isteği kabul etmekle birlikte, şarab sakisi
bunu kabul etmedi. Saki gidip, bu durumu hükümdara bildirdi, hükümdar her
ikisinin de zindana atılmasını emretti. Bu ikisi de Hz. Yûsuf’la teselli
buldular. İşte yüce Allah'ın: "Onunla birlikte zindana iki de delikanlı
girdi" buyruğunda anlatılan budur.
Şöyle de denilmiştir: Fırıncı yemeğe zehiri koydu, ancak yemek hazırlanınca
saki; Ey Hükümdar! Yeme, çünkü yemek zehirlidir, dedi. Fırıncı da; Ey Hükümdar!
İçme, çünkü içkide zehir var, dedi. Bunun üzerine hükümdar sakiye iç dedi,
içti ve içtiğinden zarar görmedi. Fırıncıya ise: Ye dediği halde yemedi, yemeği
bir hayvana vererek denedi, olduğu yerde hayvan ölü verdi. Her ikisini de bir
sene hapse attı, ikisi de bu süre zarfında Hz. Yûsuf ile birlikte kaldılar.
Sakinin adı Mencâ, diğerinin adı Mecles İdi. Bunu da es-Sa'lebî, Ka'b'dan
nakletmektedir.
en-Nekkaş der ki: Birisinin adı Şerhem, diğerinin de adı Serhem idi.
Taberî der ki: Rüyada şarap sıktığını gören kimsenin adı Nebû idi.
es-Süheylî der ki: Diğerinin ismini de zikretti, ancak ben onu yazıp
kaydetmedim.
Yüce Allah'ın: "İki de delikanlı" diye buyurması, bunlarm
ikisinin de köle olmalarından idi. Köle de küçük ya da büyük olsun "fetâ:
Genç, delikanlı" diye adlandırılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir.
el-Kuşeyrî der ki: "Fetâ" kelimesinin örflerinde kölenin adı
olma ihtimali de vardır. İşte bundan dolayı da yüce Allah: "Aziz'in
karısı delikanlısından (fetâsmdan) murad almak istiyor" (Yûsuf, 12/30)
diye buyurmuştur. Bununla birlikte "fetâ" kelimesinin, mülkiyet
altındaki bir köle olmasa dahi hizmetçinin adı olma ihtimali de vardır. Bu
ikisinin Hz. Yûsuf ile birlikte zindana atılmış olma ihtimali de vardır, daha
sonra da ondan önce de atılmış olabilirler. Ancak onunla birlikte, onun
bulunduğu hücreye girmişlerdi.
"Bunlardan biri: Ben rüyamda kendüni şarab" yani üzüm
"sikiyor gördüm, dedi." Hz. Yûsuf daha önce hapistekilere: Ben rüya
tabir ederim, demişti. İşte bu iki gençten birisi arkadaşına: Gei şu İbrani
köleyi deneyelim, dediler ve ona herhangi bîr rüya görmedikleri halde soru
sordular. Bu açıklamayı İbn Mes'ud yapmıştır. Ancak Taberî'nin naklettiğine
göre bu iki kişi Hz. YûsuPun bilgisi hakkında ona soru sordular. Kendisi de:
Ben rüya tabir ederim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine gördükleri rüyalarını
yorumlamasını istediler.
İbn Abbas ve Mücalıid der ki: Gördükleri rüya doğru bir rüya idi ve ona
bu rüyaları hakkında yorum yapmasını istemişlerdi. Bundan dolayı rüyanın yorumu
olduğu gibi gerçekleşti.
Sahih hadiste Ebu Hureyre'den, Peygamber (sav)in şöyle buyurduğu
nakledilmektedir: "Aranızda rüyası en doğru çıkan, sözü en doğru olan
kişidir.[142]
Bu rüyaların gerçek olmadığı, onu denemek için, ondan yorum yapmasını
istedikleri de söylenmiştir. İbn Mes'ud ve es-Süddî'nin görüşü budur.
Aralarından asılan kişi yalan söylemişti, diğeri ise doğru söylemişti,
diye de söylenmiştir. Bu görüş de Ebu Mîclez'e aittir.
Tirmizrnin, İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas, Peygamber (sav)in
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim yalan yere bir rüya gördüğünü
söyleyecek olursa, kıyamet günü iki arpa arasına düğüm atması istenecektir ve
hiçbir zaman ikisi arasına böyle bir düğüm atamayacaktır." Ebu İsa
(et-Tirmizî) dedi ki; Bu hasen bir hadistir.[143]
Ali (r.a)dan da Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Yalan yere rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyamet gününde bir arpa düğümlemekle
yükümlü tutulacaktır." Tİrmizî dedi ki: Bu hasen bir hadistir.[144]
İbn Abbas dedi ki: Bu iki kişi rüyalarını gördükleri sabahı oldukça
üzüntülü ve kederli idiler. Hz. Yûsuf onlara: Ne diye sizi üzüntülü görüyorum?
diye sorunca, onlar: Efendimiz! Biz hoşumuza gitmeyecek bir şey gördük, dediler,
Hz. Yûsuf onlara: Gördüğünüzü bana anlatın, deyince ikisi de gördükleri rüyayı
ona anlattılar ve: Bu rüyamızın yorumunu bize bildir, dediler. Bu da onların
bir rüya gördüklerinin delilidir.
“Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz." Hz. Yûsufun iyiliği
hastaları ziyareti, onları tedavi etmesi, üzüntü ve kederlileri teselli etmesi
idi. ed-Dahhâk der ki: Zindanda birisi hastalandı mı Hz. Yûsuf ona bakardı,
birisi darlığa düştü mü sıkıntısını giderirdi. Muhtaç oldu mu ona mal toplar,
onun için dilenirdi.
"İyilik edenlerden" buyruğu güzel bir şekilde bilgi edinmiş
bilginlerden, diye de açıklanmıştır. Bunu da el-Ferrâ ifade etmiştir. İbn İshak
der ki: "İyilik edenlerden" ifadesi eğer bu rüyamızı yorumlarsan,
bize iyilik edenlerden olursun, anlamındadır. Nitekim bir kimsenin: Şu işi yap,
iyilik eden birisi olursun, demek bu kabildendir. Hz. Yûsuf da onlara: Ne
gördünüz? diye sordu. Fırıncı: Beri üç ayrı tandırda ekmek pişiriyor ve bu
ekmeği üç sepete koyup bunları başımın üzerine yerleştiriyor gördüm. Sonra da
kuşlar gelip ondan yedi. Diğeri de: Ben de kendimi beyaz üzümden üç salkım
alıp onları üç kapta sıktığımı gördüm. Sonra bu üzüm sularını süzüp önceki
adetim üzere hükümdara içirdim. İşte yüce Allah'ın: "Ben rüyamda kendimi
şarab sıkıyor" üzüm sıkıyor "gördüm" buyruğu buna işarettir.
Umardılar bu tabiri böyle (üzüm sıkmak diye) kullanırlar. Bu açıklamayı da
ed-Dahhâk yapmıştır.
İbn Mes'ud bunu: "Ben kendimi üzüm sıkıyor gördüm" diye
okumuştur. el-Esmaî der ki: el-Mutemir b. Süleyman'ın bana haber verdiğine göre
o beraberinde üzüm bulunan bir bedevi görmüş, ona: Beraberinde ne var? diye
sormuş. O da: (Beraberimde) "hamr (şarab anlamında)" var, demiş.
Bir diğer açıklamaya göre "şarab sıkıyorum" ifadesi, şarab
üzümü sıkıyorum demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bu kelime; "Şarab, şarablar"
şeklinde; " Hurma ve hurmalar" gibi kullanılır.
Hz. Yûsuf onlara "dedi ki; Size rızklanmak üzere bir yiyecek
gelecek oldu mu?" yani evinizden yarın size yiyecek gelecek olursa
"muhakkak onun ne olduğunu size dana gelmezden evvel haber veririm." Böylelikle
siz de benim rüya yorumunu bildiğimi, bilmiş olacaksınız. Onlar da: Peki öyle
olsun, dediler. İkisine de: Size şunlar, şunlar gelecek, dedi ve dediği gibi
çıktı.
Bu yüce Allah'ın özel olarak Hz. Yûsuf’a verdiği gayb bilgisinden idi.
O, ayrıca bu bilgiyi yüce Allah'ın kendisine özel olarak verdiğini de beyan etmişti.
Çünkü Hz. Yûsuf Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini yani hükümdarın dinini
terketmiş idi.
Bana göre ifadenin anlamı şudur: Gerek rüyanın te'vilini bilmek, gerek
size gelecek olan yemekleri bilmek, gerekse Allah'ın dinini bilmek (Allah'ın
bana öğrettiği bilgilerdendir). O halde öncelikle siz din İle ilgili olan
şeyleri dinleyip, kabul ediniz ki hidayet bulaşınız. Bundan dolayı Hz. Yûsuf
onlan İslâm'a davet etmeden, rüyalarını yorumlamadı. Onlara şöyle dedi:
"Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır? Yoksa
bir tek olan ve kerşeyi hükmü ve iradesi altında tutan Allah mı? Sizin O'nu
bırakıp taptıklarınız..." (Yûsuf', 12/39-40) Nitekim ileride de gelecektir.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf onlardan birisinin öldürüleceğini
bilmişti. O bakımdan öldürülecek kişi müslüman olup bununla mutluluğu elde etsin
diye onları önce İslâm'a çağırdı.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf onlardan birisinin hoş olmayan sonucunu
bildiğinden dolayı, sordukları rüyalarını yorumlamak istemedi, onların
sordukları hususu bir kenara bırakarak başka bir söz açtı ve onlara şöyle
dedi: "Size" rüyada "rızıldanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu
mu" mutlaka uyanıklığınız halinde ben size onun yorumunu bildiririm. Bu
açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Bunun üzerine o iki kişi ona şöyle dediler: Bu
ariflerin ve kâhinlerin işindendir. Hz. Yûsuf onlara şöyle dedi: Ben kâhin
birisi değilim, bu Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Ben sizlere ne kâhinlik
yaparak, ne de müneccimlik yaparak bunları haber veriyorum. Bilakis benim size
verdiğim haber yüce Allah'tan gelen bir vahiy iledir.
İbn Cüreyc de der ki: Hükümdar bir kimseyi öldürmek istedi mi ona bilinen
bir yemek yapar ve o yemeği ona gönderirdi. Buna göre anlam şöyle olur: Size
uyanık olduğunuz sırada gelecek yemeği ben size bildiririm. Bu açıklamaya göre
"nzıklanmak üzere bir yiyecek" ifadesi hükümdar tarafından veya
başkası tarafından size verilen bir yemek... anlamındadır. Bununla birlikte;
Allah tarafından size nzık olarak bir yemek gelirse, anlamında olma ihtimali
de vardır.
el-Hasen
der ki: Hz. Yûsuf da, -Hz. İsa gibi- ikisine gayba dair bir haber vermişti. Bir
diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf, böylelikle bu iki kişiyi İslâm'a davet
etmişti. Onların Hz. Yûsuf doğruluğuna delil görmeleri gereken mucize olarak
da, onlara gaybı haber vermesini göstermişti. . "Atalarım İbrahim, İshak
ve Ya'kub'un dinine uydum." Çünkü bu yüce zatlar hak üzere peygamber idi.
"Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız yapabileceğimiz bir iş
değildir." Böylesi bize yakışmaz.
" Herhangi bir şey" ifadesindeki; te'kid içindir. "Bana
hiçbir kimse gelmedi" derken bu edatı kullanmaya benzer.
"Bu Allah'ın hem bize" bununla Allah'ın kendisini zinadan
korumuş olduğuna işarettir. "Hem İnsanlara" yani Allah'ın şirk
koşmaktan koruduğu mü'minlere "lütuf ve keremindendlr,"
Bir diğer açıklamaya göre "bu Allah'ın hem bize" bizi
peygamber kılması suretiyle "hem insanlara" bizi onlara peygamber
olarak göndermesi suretiyle "Allah'ın lütuf ve keremindendir"
demektir.[145]
39. "Ey zindan
arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve
herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhâr olan) Allah mı?
40. "Sizin O'nu bırakıp da
taptıklarınız, kendinizin ve bahalarınızın adlandırdığı bîr takım isimlerden
başkası değildir. Allah bunlara dair hiçbir delil İndirmemiştir. Hüküm ancak
Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru
din İşte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."
"Ey zindan arkadaşlarım" ey zindanda benimle birlikte
bulunanlar! demektir. Burada "arkadaşlık"ı söz konusu etmesi, o
ikisinin de uzun süredir zindanda bulunmalarından dolayıdır. Nitekim cennet
ashabı (arkadaşları) ve ateş ashabı tabiri de böyledir.
"Darmadağınık bîr çok rabler mi" yanı küçüklük, büyüklük ve
orta hallilikte darmadağınık yalıut ta sayılan itibariyle darmadağınık
"bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir ve tek olan ve herşeyi hükmü ve
İradesi akında tutan Allah mı?"
Denildiğine göre burada hitab, hem iki arkadaşa, hem de hapisteki diğer
mahpuslaradır. Bunların önlerinde Allah'tan başka tapındıkları putlar vardı. Bu
ise onlara karşı susturucu bir delil getirmek demekti.
Yani hiçbir zarar ve fayda veremeyen farklı ilahlar mı hayırlıdır,
yoksa "bir tek olan ve herşeyi hükmü ve İradesi altında tutan (Kahlıâr
olan)" herşeyi gücüyle kahretmiş, hakimiyeti altına almış "Allah
mı?" demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Allah mı
hayırlıdır, yoksa koştukları ortakları mı?"
(en-Nemi, 27/59) buyruğudur.
Bir diğer açıklamaya göre o, "darmadağınıklık" ile ilahın
birden çok olması halinde bu uydurma ilahların iradelerinin farklı farklı
olacağını, birinin diğerlerine üstünlük sağlayacağını ancak,- darmadağınık
olmaları halinde hiçbirisinin İlah olmayacağını açıklamıştır,
"Sizin O'nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve babalarınızın
adlandırdığı bir takım İsimlerden başkası değildir." Hz. Yûsuf putların
acizlik ve zayıflıklarını beyan ederek, sizin Allah'tan başka taptıklarınız
ancak hiçbir muhteva ve gerçek anlamlan olmayan, kendiliğinizden uydurduğunuz,
taktığınız bir takım isim sahibi varlıklardan başka değildir.
Bir açıklamaya göre Hz. Yûsuf "isimler" o isimlerin ad olduğu
şeyleri kastetmiştir. Yani siz, ancak bir takım putlara tapıyorsunuz ki
bunların ilahlık adına isimden başka sahip oldukları hiçbir şeyleri yoktur.
Çünkü bunlar cansız varlıklardır. Hz. Yûsuf'un iki kişiye hitaba başlamakla
birlikte (tesniye olarak gelmesi gerekirken) çoğul olarak
"taptıklarınız" demesi o şirkleri itibariyle bu iki arkadaşının
durumunda olan herkesi kastettiğinden dolayıdır. "Kendinizin ve
babalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası" buyruğundaki
delâlet dolayısıyla ikinci mePulü hazfetmiştir. Yani sizin kendiliğinizden ilah
diye adlandırdığınız bir takım İsimler... takdirindedir.
"Allah bunlara dair" hiçbir kitapta "hiçbir delil"
-Said b. Cübeyr buradaki "sultan" kelimesini delil diye
açıklamıştır. (Mealde de-böyledir)- "indirmemiştir. Hüküm ancak"
herşeyi yaratan "Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi
emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler."[146]
41. "Ey zindan
arkadaşlarım! Biriniz kurtularak, efendisine şarab sunacak. Diğeri ise asılacak
ve kuşlar başından yiyecektir. İşte hakkında sorduğunuz iş (böylece) olup
bitmiştir."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[147]
Yüce Allah'ın: "Biriniz kurtularak efendisine şarab sunacak"
buyruğu şu demektir: Sakiye dedi ki: Sen daha önce yaptığın İş olan hükümdara
şarab sunma ve şakiliğe üç gün sonra döndürüleceksin. Diğerine de şöyle dedi:
Sen ise üç gün içerisinde çağırılacak ve asılarak idam edileceksin, kuşlar da
başından yiyecektir. Bu sefer bu kişi Allah'a yemin ederim, ben bir şey
görmedim deyince, Hz. Yûsuf ister görmüş ol, ister görmemiş ol "hakkında
sorduğunuz iş (böylece) olup bitmiştir™ diye cevap verdi.
Dilciler "içirdi" anlamında olmak üzere; diye iki şekilde kullanıldığını
ve anlamın aynı olduğunu nakletmektedirler. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"(Yağmur) Mecdoğullanndan kavmimi de suladı, Numeyrlileri de,
Hilal'e mensub diğer kabileleri de suladı."
en-Nehhâs dedi ki: Dilbilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre;
"Ona içecek bir şey uzattı ve öbürü de içti" anlamındadır. Yahut ta ağzına
su döktü, manasınadır. Buna karşılık; ise ona içecek bir şey tayin etti,
anlamına gelir. Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve size tatlı bir su
içirdik," (el-Murselât, 77/27)[148]
İlim adamlarımız der kir Bir kimse yalan yere bir rüya gördüğünü söylese,
yorumcu da o kişiye rüyasını yorumlayacak olsa, bu yorumun hükmü rüya
gördüğünü iddia eden kişiyi bağlar mı? denilecek olsa, biz: Hayır bağlamaz,
deriz. Çünkü bu Hz. Yûsuf hakkında böyleydi, zira o bir peygamberdi. Peygamber'in
yorumu da bir hüküm demektir. Hz. Yûsuf da: Şöyle şöyle olacak demiştir,
zamanı gelince yüce Allah da onun peygamberliğinin gerçek olduğunu ortaya
koymak için haber verdiği gibi yaratmıştır.
Denilse ki: Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o Katâ'deden şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bir adam Ömer b. el-Hattab'ın yanına gelerek şöyle demiş: Ben
kendimi önce ot gibi biter, sonra kurur, sonra biter, sonra bir daha kurur
gibi gördüm. Hz. Ömer ona şu cevabı vermiş: Sen önce İman edecek, sonra kâfir
olacak, sonra bir daha iman edecek, sonra bir daha kâfir olacak ve kâfir olarak
ölecek birisisin, demiş. Bu sefer adam: Hayır bir şey görmedim deyince, Hz.
Ömer ona: Yûsuf un arkadaşı hakkında hüküm verildiği gibi senin hakkında da
hüküm verilmiş bulunuyor.
Bu soruya bizim cevabımız şudur: Bu özellik Ömer (r.a)dan sonra kimseye
verilmemiştir. Çünkü Ömer muhaddes (hakkın kendisine itham olunduğu, hakka
muvafakat eden) bir kimse idi[149]
ve o herhangi bir tahminde bulunacak ve onu sözüyle ifade edecek olursa, haber
verdiği şekilde meydana gelirdi. Onun bu kabilden gerçekleşen sözleri pek
çoktur, bunlardan birisi şudur: Yanına giren bir adama Hz. Ömer, ben senin
kâhin birisi olduğunu zannediyorum, demiş. Gerçekten de zannettiği gibi idi.
Bunu Buhârî rivayet etmiştir.[150]
Bir diğerine göre Hz. Ömer bir adama adını sormuş, o da verdiği cevabında
ateşin bütün İsimlerini zikrederek bir isim söylemiş, Hz. Ömer ona şu cevabı
vermiş: Haydi ailene yetiş, onlar yangında yandılar. Gerçekten dediği gibi
olmuş. Bunu da Muvatta' rivayet etmiştir.[151]
İleride
yüce Allah'ın izniyle el-Hicr Sûresi'nde (15/75. âyetin tefsirinde) buna dair
daha geniş açıklamalar gelecektir.[152]
42. Bu İkisinden kurtulacağını
bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin yanında an." Fakat şeytan
ona kendisini efendisinin yanında anmasını unutturdu. Bu yüzden daha nice
yıllar zindanda kaldı.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[153]
"...
Bildiği kimseye dedi ki..." buyruğunda geçen; "Zannettiği"
kelimesi burada müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre "kesin olarak
bildiği" anlamındadır. Katâde ise bunu kesin bilgi ve kanaatin zıttı olan
"zan" diye açıklamıştır ve şöyle demiştir; Hz. Yûsuf, o kimsenin kurtulacağını
zannetmişti. Çünkü rüyayı tabir eden ancak bir çeşit zanda bulunur, Rabbin ise
dilediğini yaratır. Ancak birinci görüş daha sahih ve peygamberlerin haline
daha uygundur. Onun bu iki gence rüya tabirine dair söylediklerinin vahiy
sonucu olması söz konusudur. Ancak, insanların bu konuda verecekleri hükümler
hakkında zan söz konusudur. Peygamberlere gelince, onlar ne şekilde hüküm
verirlerse versinler, hakkın kendisidir.[154]
Yüce Allah'ın: "Beni efendinin yanında an" buyruğundaki
"rabbın" kelimesi "efendin" manasınadır. Efendiye
"rab" denilmesi, Arap dilinde bilinen bir husustur. Şair el-A'şâ der
ki:
"Rabbim kerimdir, hiçbir nimetin tadım bozmaz, Kitabların
sahifelerinde bulunan ifadelerle ona dua edilirse, O da bu duaları kabul
eder."
Hz. Yûsuf'un bu ifadesi şu demektir: Sen bu gördüklerini, benim rüyayı
tabir edebildiğimi hükümdara anlat, benim suçsuz yere zindana atılmış bir
mazlum olduğumu ona haber ver.
Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında Ebu Hureyre'den şöyle
dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir
kimse: Rabbine su getir, rabbine yemek yedir, rabbinin abdestini aldır, demesin
ve sizden hiçbir kimse Rabbim demesin. Bunun yerine efendim ve mev-lam desin.
Yine sizden herhangi bir kimse benim kulum, benim cariyem demesin, bunun
yerine oğlum, kızım, yavrum desin. "[155]
Kur'ân-ı Kerîmde ise: "Beni rabbinin (efendinin) yanında an"
ve ''rabbine dön" (Yûsuf, 12/50) denildiği gibi: "Doğrusu o benim
rabbim (efendin)dir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevki vermiştir" (Yûsuf,
12/23) diye buyurulmaktadır. Burada da rabbimden kasıt benim arkadaşım demek
olup maksat da Âziz'dir.
Bir şeyin düzeltilmesi ve tamamlanması işini gerçekleştiren herkes hakkında;
"Onu terbiye etti, eder" ve;" o, onun rabbidir” tabirleri
kullanılır.
İlim adamları der ki: Hz. Peygamber'in: "Sizden herhangi bir
kimse... demesin... desin" buyruğu kullanılması daha uygun olan ismi
işaret etmek içindir, yoksa böyle bir ismi kullanmanın haram olduğu anlamında
değildir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in hadisinde de: "Ve cariye kendi
rabbini doğuracaktır"[156]
denilmektedir ki, sahibi ve efendisini doğuracaktır, anlamındadır. Bu da
Kur'ân-ı Kerîm'in bu lafzı kullanmasına uygun düşmektedir. O halde bu konuda
yasak kılınan husus, bizim bu isimleri kullanmayı adet edinerek, daha uygun ve
daha güzel olanı terketmemizdir.
Şöyle
de açıklanmıştır: Kişinin benim kulum, benim cariyem demesi iki anlamı bir
arada ifade eder. Birincisi gerçek manasıyla kulluk, bu ancak Allah'adır. Buna
göre bir kimsenin kölesine: Kulum ve cariyem demesi kendisini ta'zim etmesi
anlamına gelir ve yüce Allah'ın kendi zatına izafe ettiği şeyi kendi kendisine
izafe etmesi demektir. Bu caiz değildir. İkinci anlamı ise köleye böyle bir
ifade ile hitab etmek, bu isim dolayısıyla onu bir çeşit küçümsemek demektir.
O bunun etkisi altında kalarak itaatsizliğe yönelebilir.
İbn Şa'ban da "ez-Zâat adlı eserinde şöyle demektedir:
"Efendi benim kulum ve benim cariyem demesin. Köle de benim rabbim veya
benim kadın rabbim (rabbeti) demesin." Bu ifade de bizim sözünü ettiğimiz
şekilde yorumlanır.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Peygamber'in; "Köle rabbim demesin,
bunun yerine efendim desin" buyurması rabbın yüce Allah'ın ittifakla
kullanılmış isimlerinden olduğundan dolayıdır. Ancak "es-seyyid
(efendi)" nin yüce Allah'ın isimlerinden olup olmadığı hususunda görüş
ayrılığı vardır. Eğer biz, bu Allah'ın isimlerinden değildir, diyecek olursak,
o zaman bu iki isim arasındaki fark da ortaya çıkar. Zira herhangi bir
karışıklık ve açıklanamayacak bir durum ortada yok demektir. Şayet
"es-seyyid" in de Allah'ın isimlerinden olduğunu kabul edecek
olursak, hiç şüphesiz rab lafzı gibi meşhur ve çokça kullanılan bir isim
değildir, yine arada bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki:
Bunun Hz. Yûsuf un şeriatında kullanılmasının caiz olma ihtimali de vardır.[157]
"Takat şeytan ona kendisini, efendisinin yanında anmasını
unutturdu"buyruğunda yer alan: "Ona... unutturdu" buyruğundaki
zamir ile ilgili iki görüş vardır;
1- Bu zamir Yûsuf (a.s)a
aittir. Yani şeytan Hz. Yûsuf a yüce Allah'ı anmayı unutturdu, demektir. Şöyle
ki, Hz, Yûsuf hükümdarın sakisine -onun kurtulacağını ve tekrar hükümdarın eski
görevine döneceğini bilince- "beni efendinin yanında an" demiş ve bu
esnada Hz. Yûsuf yüce Allah'a şekvasını arzetmeyi, O'nun yardımını niyaz
etmeyi unutmuş, bunun yerine bir mahlûka sarılmaya yönelmişti. O bakımdan bir
süre daha hapiste kalmakla cezalandırılmıştı. Abdu'l-Azîz b. Umeyr el-Kindî
der ki: Hz. Cebrail, Peygamber Yûsuf (a.s)ın yanına hapse girdi. Hz. Yûsuf onu
tanıdı ve: Ey uyarıcıların kardeşi, ne diye ben seni suçlular arasında
görüyorum?
Hz. Cebrail şöyle dedi: Ey temiz kimselerin oğlu, temiz kişi! Âlemlerin
Rab-binin sana selâmı var ve diyor ki: Âdemoğullarından yardım dilerken utanmadın
mı? İzzetim hakkı için hapiste seni bir kaç yıj daha bıraktıracağım. Bu sefer
Hz. Yûsuf: Ey Cebrail, O benden razı mıdır? diye sordu. Hz. Cebrail: Evet,
dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Bu andan itibaren aldırış etmiyorum, cevabını
verdi.
Yine rivayet edildiğine göre Cebrail (a.s) yanına gelerek, bu hususta
yüce Allah'ın ona sitem ettiğini ve zindanda kalacağı süreyi uzattığını
bildirdi. Cebrail ona: Ey Yûsuf dedi, kardeşlerinin elinden öldürülmekten seni
kurtaran kimdir? O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrail: Seni kuyudan çıkaran
kimdir? diye sordu. O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrail: Peki seni hayasızlığı
işlemekten kim korudu? dedi. O: Yüce Allah, dedi. Yine: Kadınların
tuzaklarından seni koruyan kimdi? dedi. Yine: Yüce Allah'tır dedi. Peki nasıl olur
da bir mahlûka güvendin ve Rabbini terkedip O'ndan dilekte bulunmadın,
deyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Rabbim, yanılarak söylediğim bir sözdü. Ey
İbrahim'in, İs-hak'ın ve yaşlı Ya'kub'un ilahı! Bana merhamet buyurmanı
dilerim. Bunun üzerine Hz. Cebrail ona şöyle dedi: Bundan dolayı senin cezan
bir kaç yıl daha zindanda kalmaktır.
Ebu Seleme de, Ebu Hureyre (r.a)den şöyle dediğini rivayet eder:
Rasû-lullalı Csav) buyurdu ki: "Allah YûsuPa rahmet ihsan eylesin. Eğer:
"Beni efendinin yarunda an" sözü olmasaydı, hapiste birkaç yıl daha
kalmazdı."[158]
İbn Abbas da der ki: Hz. Yûsuf'un bir kaç yıl daha uzun zindanda kalmakla
cezalandırılmasının sebebi, iki arkadaşından kurtulacağını zannettiği kişiye:
"Beni efendinin yanında an" demiş olmasıydı. Eğer Yûsuf, Rabbini anmış
olsaydı, hiç şüphesiz onu kurtarırdı.
İsmail b. İbrahim de, Yunûs'tan, o el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet
eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Eğer Yûsuf'un o sözü -"Beni
efendinin yanında an" sözünü kastetmektedir- olmasaydı, hapiste kaldtğı o
uzun süreyi ayrıca kalmazdı." Yunus devamla der ki: Sonra el-Hasen ağladı
ve şöyle dedi: Biz ise başımıza bir iş geliyor ve bunu insanlara şekva
ediyoruz.
2- "Ona...
unutturdu" daki zamirin kurtulan kişiye ait olduğu da söylenmiştir. Yani
unutan kişi o idi. Bu da şu demektir: Şeytan sakiye, Hz. Yûsuf u rabbine
hatırlatmayı, yani efendisine ondan söz etmeyi unutturdu. Görüldüğü gibi
ifadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani şeytan ona, onu (Yûsuf’u sakinin)
efendisine anmayı unutturdu, demektir. Bazı ilim adamları bu görüşü tercih
ederek, şöyle demektedir: Şayet şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ın anmayı unutturmasa
idi, zindanda daha uzun bir süre kalmakla cezalandırılmayı haketmezdİ. Çünkü
(kendiliğindeni unutan kişi sorumlu tutulmaz.[159]
Birinci görüşün sahipleri de şöyle cevab vermektedirler:
"Unutmak" terketmek anlamında da kullanılabilir. O Allah'ı anmayı
terkedip şeytan da onu böyle bir şeye çağırınca cezalandırıldı,
İkinci görüşün salıibleri böyle diyenlere şöyle.cevap vermektedirler:
Yüce Allah'ın: "O ikisinden kurtulmuş olan, uzun bir süre sonra hatırladı
ve dedi ki..." (Yûsuf, 12/45) buyruğu unutan kişinin Hz. Yûsuf değil, saki
olduğunun delilidir. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Muhakkak Benim
kullarım üzerinde senin hiçbir tasarrufun olmaz" (el-Hicr, 15/42)
buyruğunu da birlikte ele alacak olursak, şunu sorarız: Burada şeytanın
peygamberler üzerinde herhangi bir tasallutu yokken, Yûsuf’un unuttuğu
iddiasını şeytana izafe etmemiz nasıl doğru olabilir?
Buna da şöyle cevab verilir: Unutma konusunda peygamberlerin yalnız bir
halde masumiyetleri söz konusudur. O da tebliğ ettikleri hususlarda Allah'tan
verdikleri haberlerdedir. Bu hususta masumdurlar. Meydana gelmesi caiz olan
hallerde unutmaları ise, mutlak olarak şeytana nisbet edilir ve böyle bir
unutma da ancak yüce Allah'ın onlar hakkında verdiği haberlerde söz konusudur.
Bizim bu konuda onlar hakkında (delile dayanmadan) bu tür iddialarda
bulunmamız ca'z değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Adem unuttu, o bakımdan zürriyeti de unuttu."[160]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ben ancak bir insanım, sizin
unuttuğunuz gibi ben de unuturum..,"[161]
Önceden de geçmiş bulunmaktadır.[162]
"Bu yüzden daha nice yıllar zindanda kaldı" buyruğunda geçen:
" (mealde:) Daha nice yıllar "in süresi, hakkında ihtilaf edilen bir
zaman parçasıdır. Ya'kub, Ebu Zeyd'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu kelime
şeklinde "be" harfi üstün okunarak da kullanılır, şeklinde
"be" harfi esreli olarak da kullanılır.
Çoğunluğun dediğine göre: " Şu kadar ve yüz" denilmez. Çünkü
bu kelime doksana kadarki sayılan ifade eder.
el-Herevî de der ki: Araplar bu kelimeyi üç ila dokuz arasındaki
sayılar için kullanırlar. ile aynı şeylerdir ve her ikisi de bir miktar sayıyı
ifade eder. Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre o şöyle demiş: Bu kelime onun
yarısı hakkında kullanılır. Bununla birden dörde kadarki sayıları kastetmektedir,
ancak bu açıklamanın hiçbir kıymeti yoktur.
Hadis-i şerifte de Rasûlullalı (say)ın, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)a
şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Bıd1 ne kadardır?" O: Üç İla
yedi arasıdır deyince, Hz. Peygamber: "Haydi git ve iddialaştığın sayıyı
daha da arttır."[163]
Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüşte olup bıd'ın yedi olduğu
kanaatin-dedirler. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.
el-Maverdî der ki: Ebu Bekr es-Siddîk (r.a)ın ve Kutrub'un da görüşü budur.
Mücahid der ki: Bu, üçten dokuza kadarki sayıları ifade eder. el-Eşmaî
de böyle demiştir.
İbn Abbas ise üçten ona kadar demiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre
üç ile beş arasıdır. el-Ferrâ der ki: Bıd' kelimesi ancak on ve yirmi ile
doksana kadarki sayılarla birlikte zikredilir, yüzden sonrasında kullanılmaz.
Hz. YûsuPun hapiste kaldığı süre ile ilgili olarak değişik görüşler
vardır:
1- Yedi yıl görüşü, tbn
Cureyc, Katâde ve Vehb b. Münebbih böyle demişlerdir. Vehb der ki: Eyyub'un
belası (hastalığı) yedi yıl devam etti, Yûsuf da yedi yıl süreyle hapiste
kaldı.
2- Oniki yıllık bir süre
kalmıştır. Bu görüş İbn Abbas'ındır.
3- Ondört yıl kalmıştır,
görüşü. Bu da ed-Dahhâk'ın görüşüdür.
Mukatil, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yûsuf
beş yıl ve bir bıd' hapiste kaldı. Bunun türediği kök İse: Bir şeyi kestim,
anlamındaki: dir. Buna göre bu, bir miktar sayı demektir. İşte yüce Allah Hz.
YûsuPu önce beş yıl geçirdikten sonra, yedi veya dokuz yıl hapiste bırakmakla
cezalandırdı. Burada geçen "bıd'" kelimesi hapiste kaldığı sürenin
tamamını değil, sadece ceza olarak kaldığı süreyi ifade eder.
Vehb b. Münebbih de der ki: Hz. Yûsuf yedi yıl hapiste kaldı. Hz. Eyyub
da yedi yıl hasta kaldı. Buht Nassar da yedi yıl mesh (sureti hayvana değiştirilmek)
ile azab edildi.
Abdullah
b. Raşid el-Basrî, Said b. Ebi Arûbe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bıd'
kelimesi beş İla oniki arasındaki sayı demektir.[164]
Bu âyet-i kerîmede tam bir yakîn ile olsa dahi esbaba sarılmanın caiz
olduğuna delil vardır. Çünkü bütün işler onların sebeblerini yaratanın elindedir.
Ama O (sebeb ve sonuçlan) bir dizi olarak takdir etmiş, biri diğerine bağlı
kılmıştır. O bakımdan bunları harekete geçirmek bir sünnettir. Sonucu Allah'a
havale etmek ve O'ndan beklemek ise yakındır. Bunun caiz oluşuna delil ise
meydana gelen unutmanın -Hz. Musa'nın, Hz. Hızır ile karşılaşmasında cereyan
ettiği gibi- şeytana nisbet edilmesidir, Bu da apaçık bir husustur. Bunun
üzerinde dikkatle düşünmek gerekir.[165]
43.
Hükümdar dedi ki:
"Rüyamda yedi semiz İneğin, yedi zayıf İnek tarafından yendiğini, bir de
yedi yeşil başakla diğerleri kuru (yedi başak) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer
rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız."
"Hükümdar dedi ki: Rüyamda yedi semiz İneğin... gördüm." Hz.
Yûsuf un kurtuluş zamanı yaklaşınca hükümdar rüyasını gördü.
Hz.
Cebrail, Hz. Yûsuf a inerek, selam verdi ve ona kurtuluş müjdesini vererek
dedi ki: Allah seni bu zindandan kurtaracaktır. Yeryüzünde sana imkân ve
iktidar verecektir, yeryüzü hükümdarları önünde zilletle eğilecek, zorbaları
sana itaat edecektir. O, kardeşlerine karşı senin adını yüceltmeyi ihsan olarak
verecektir. Bu da hükümdarın gördüğü bir rüya sebebiyle olacaktır ve rüya da
şöyle şöyledir. Bu rüyanın yorumu da şu, şudur.
Bundan sonra Hz. Yûsuf un zindanda kaldığı süre, hükümdarın o rüyayı
gördüğü vakitten fazlasına uzanmadı, sonunda çıktı. Yüce Allah rüyayı ilkin Hz.
Yûsuf a bir belâ ve şiddet, sonunda ise bir müjde ve rahmet kılmıştır. Çünkü
en büyük hükümdar olan er-Reyyân b. el-Velid rüyasında kurumuş bir ne-hir'den
yedi semiz ineğin çıktığını, arkasından ise cılız yedi ineğin daha çıktığını,
bu zayıf ve cılız ineklerin, semiz ineklerin üzerine giderek, kulaklarından
onları -boynuzlan müstesna- yediklerini, diğer taraftan yedi yeşil başağın
üzerine, yedi kuru başağın gelerek onları yemeğe başladıklarını ve geriye o
yedi yeşil başaktan hiçbir şey kalmadığı halde diğerlerinin hala kuru olarak
varlıklarını devam ettirdiklerini görmüştü. İnekler de aynı şekilde zayıf ve
cılız halleriyle kalmışlardı. Semiz inekleri yemekten dolayı hiç artmamışlardı.
Bu rüya kendisini dehşete düşürdü, herkese, aralarında bilgi sahibi, kehanet
bilgisine, yıldız bilgisine sahib olanlara, arif ve büyücülere, kavminin
eşrafına haber gönderdi:: "Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız,
şu benim rüyamı açıklayınız" diyerek onlara rüyasını anlattı. Yanında bulunanlar:
"Karmakarışık rüyalardır" bunlar, diye cevap vermişlerdi.
İbn Cüreyc dedi ki: Atâ bana dedi ki: Karmakarışık rüyalar (edğasu
ahlam) yanlış ve yalan çıkan rüyalardır. Cuveybir ise ed-Dahhâk'tan, o İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rüyanın kimisi haktır, kimisi de karmakarışıktır.
Bu sonunculanyla yalan rüyaları kastetmektedir.
el-Herevî der ki: Yüce Allah'ın "edğâsu ahlârn" buyruğu
karmakarışık rüyalar anlamındadır. Çünkü sözlükte "dığs" bakla, ot
ve bunlara benzer şeylerden bir demet demektir. Yani onlar şöyle demişlerdi:
Senin bu rüyan açık ve seçik anlaşılır bir rüya değildir. Ahlâm ise karışık
rüyalar demektir. Mücahid der ki: "Karmakarışık rüyalar" dehşet
verici (asılsız) rüyalar demektir. Ebu Ubeyde derki: "Edğas:
Karmakarışık" tabiri te'vili söz konusu olmayan rüyalardır.
Yüce Allah'ın: "Yedi semiz inek" buyruğundaki;
"Yedi" kelimesinin sonundan "he" (yuvarlak te)
hazfedilerek müzekker ile müennes birbirinden ayırtedilmek istenmiştir.
"Semiz" ise ineklerin niteliğidir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki
İfadelerde bunun "yedi" anlamındaki kelimenin sıfatı olmak üzere;
"Semiz yedi inek" şeklinde kullanılması da mümkündür.
"Yeşil" anlamındaki kelime de aynı durumdadır.
el-Ferrâ der ki: "O tabaka tabaka yedi gök..." (el-Mülk,
67/3) buyruğu da bu şekildedir. el-Bakara Sûresi'nde (2/19. âyelin tefsirinde)
"yedi" anlamındaki kelimenin türeyişi ve anlamına dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır.
Ah b, Ebi Talib (r.a) dedi ki: Bir şehire keçi ve ineğin girdikleri
görülürse, eğer bunlar semiz iseler bolluk yıllarına delalet eder. Şayet zayıf
iseler kıtlık yıllarını işaret ederler. Eğer girdikleri şehir bir deniz
kıyısındaki şehir ve yolculuk zamanı ise o görülen İnek ve keçilerin sayı ve
hallerine uygun gemiler gelecek demektir. Aksi takdirde haberde "biri
diğerine benzer"[166]
denildiği gibi ineğin yüzleri imişcesine, biri diğerinin ardından gelen
fitneler demektir. Fitnelere dair bir diğer haberde de: "O fitneler
ineklerin boynuzlarını andınr"[167]
denilmektedir. Bununla bu fitneler arasındaki benzerlikleri kastetmektedir.
Ancak bütün inekler sarı ise o takdirde bu, insanları istila eden hastalıklara
işarettir. Şayet renkleri birbirinden farklı, boynuzlan çirkin ise ve insanlar
onlardan korkuyor yahut ağızlarından ateş ve duman çıkıyor gibi görünüyor ise,
o vakit bu hücum edecek bir ordu yahut bir baskın veya onlara baskın yapacak,
topraklarına girecek düşmana işarettir. İnek hanıma, hizmetçiye, mahsule ve
yıla da delil olabilir. Çünkü hanımdan çocuk gelir ve araziden bitki ile mahsul
elde edilir. "Yedi zayıf İnek tarafından yendiğini" buyruğundaki:
"Zayıf" kelimesi dan gelmektedir. veznîndedir. Bunun şeklinde ve:
vezninde olduğu da nakledilmiştir.
Allah'ın; "Ey ileri gelenleri Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu
benim rüyamı açıklayınız" buyruğunda geçen "rüya" kelimesinin
çoğulu; diye gelir. Bu rüyanın hükmünün ne olduğunu bana bildiriniz, demektir.
"Eğer rüya yorumunu biliyorsanız" buyruğundaki; Rüya yorumlama,
kelimesi Nehri kıyıdan kıyıya geçmek, ibaresinden türetilmiştir. Çünkü; "
Nehrin kıyısına kadar ulaştım" demektir. Buna göre rüya tabircisi, rüyanın
nereye varacağını tabir edip ifade eder.
" Rüya ...nu" lafzındaki "lam" harfi tebyîn (fiilin
-burada yorumun- ne hakkında olduğunu açıklamak) içindir. Yani eğer siz tabir
edebiliyorsanız, dedikten sonra neyi tabir edeceklerini beyan etmek üzere
"rüya" diye bunu açıklamıştır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.[168]
44.
Dediler ki: "(Bunlar)
karmakarışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler
değiliz."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki haslık halinde sunacağız:[169]
Yüce Allah'ın: "Karmakarışık rüyalar" buyruğu ile ilgili
olarak el-Ferrâ der ki: Bu buyruğun; şeklinde olması da mümkündür.
(el-Ferrâ'nın bu görüşüne göre "dediler" anlamındaki fiilin mef ulü
olur.) Ancak en-Nehhâs der ki: Nasb ile gelmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü
ifade: Sen te'vil edilebilecek, yorumlanabilecek bir şey görmedin. Gördüğün
şeyler karmakarışık rüyalardan ibarettir, demektir.
" Karmakarışık ...lar" kelimesinin tekili dır. Bakliyat, ot
ve buna benzer birbirine karışık herşeye böyle denilir. Şair der ki:
"Kendisi sebebiyle görenin al dandiği bir karmakarışık rüya
gibi."
"Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler değiliz."
ez-Zeccâc der kî: Yani biz böyle karmakarışık rüyaların yorumunu bilemeyiz,
diyerek te'vili söz konusu olmayan yorumlanamayacak şeyleri bilmediklerini
söylediler. Yoksa onlar esasen yorum bilgisini bilmediklerini söylemiş
değillerdi.
Şöyle de açıklanmıştır: Onlar "bu rüyanın" yorumunu
bilemeyeceklerini söylemişlerdi,
Edğâs da bu açıklamaya göre kimisi doğru, kimisi de batıl rüyalar topluluğu
demektir. Bundan dolayı saki: "Ben size bunun yorumunu haber vereyim"
demişti. Böylelikle bu iş için gelenlerin o rüyayı yorumîayamayacak-ları
anlaşıldı. Yoksa onlar te'vili, yorumu yapılamayan şeyleri yorumlayabileceklerini
iddia etmediler.
Şöyle de açıklanmıştır: Onlar herhangi bir şekilde rüyayı yorumlamak
maksadını gütmediler. Onlar bu rüya ile zihnini meşgul etmesin diye, bunu hükümdarın
hatırından silmek istemişlerdi. Bu açıklamaya göre de onlar belli bir bilgiye
sahib bulunuyorlardı, demektir.
"Rüyalar" kelimesi çoğuludur. Bu kelime ise "ha"
harfi ötreli olarak uyuyanın gördüğü şeye isimdir. Bu kökten olmak üzere
"ha" harfi üstün olarak; denilir. Aynı şekilde; "Şunu gördüm"
diye (geçişli ya da harf-i cer ile geçişli) de kullanılır. Şair de der ki:
"Rüyamda gördüm onu, Rufeydaoğullan da onun yakınında idiler. O
rüyamda gördüğüm hayali, sakın uzaklaşmasın!"
Bu kelimenin asıl anlamı ağır başlılık ve teenni ile hareket etmektir.
Gelişigüzel hareket etmenin (tayş) zıttı olan, "hilm" de buradan
gelmektedir. Rüya görmeye bu ismin veriliş sebebi, uykunun bir teenni, sükûn
ve rahat zamanı olduğundan dolayıdır.[170]
Âyet-i kerîmede: Rüya ilk yorumlandığı şekle göre çıkar, diyenlerin görüşlerinin
doğru olmadığına delil vardır. Çünkü önce ileri gelen kişiler "bunlar
karmakarışık rüyalardır" dedikleri halde bu gerçekleşmedi. Diğer taraftan
Hz. Yûsuf bunu kıtlık ve bolluk yıllan diye yorumladı ve yorumladığı gibi
çıktı.
Yine bu buyrukta rüyanın uçan bir kuşun ayağı üzerinde olduğu yorumlandı
mı olduğu gibi gerçekleştiği şeklindeki kanaatin yanlışlığına da delil
[171]vardır.[172]
45. O İkisinden kurtulmuş olan
uzun bir süre sonra hatırladı ve dedi ki: "Ben size bunun yorumunu haber
vereyim, hemen beni gönderin."
46. Yûsuf! Ey doğru sözlü! Bize
söyler misin yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve
diğerleri kuru olan (yedi başak) ne demektir? (Söyle) ki İnsanlara döneyim de
onlar da belki bilirler."
Yüce Allah'ın: "O ikisinden kurtulmuş olan" yani hükümdarın
sakisi "uzun bir süre sonra" İbn Abbas ve diğerlerinden
nakledildiğine göre bir müddet sonra "hatırladı." "Sayılı bir
vakte kadar" (Hûd, 11/8) buyruğundaki kelime de aynı anlamda olup asıl
anlamı genel olarak bir süre demektir. İbn Deresteveylı der ki: (Âyet-i
kerîme'de geçeri) "ümmet (mealde: Uzun bir süre)" kelimesi "hin;
bir süre" anlamında sadece muzafın lıazfedilmesi ve muzafun ileyhin onun
yerine getirilmesi halinde kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya:
"Bir süre geçtikten sonra hatırladı" demiş ve buna benzer tabirleri
kullanmış gibidir. Ümmet esasında pek^çok insan topluluğu demektir.
el-Ahfeş der ki: Bu kelime lafız itibariyle tekildir, manası itibariyle
çoğuldur. Herbir hayvan cinsi de bir ümmettir. Hadis-i şerifte de Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet
olmasalardı, onların öldürülmelerini emrederdim."[173]
"Hatırladı" yani Yûsuf'un ihtiyacını hatırladı ki oda:
"Beni efendinin yanında an." (Yûsuf, 12/42) ifadesidir. en-Nehhâs
der ki: İbn Abbas, İkrime ve ed-Dahhâk'ın bilinen kıraati: Uzun bir süre sonra
hatırladı" şeklînde "ümmet" kelimesinin hemzesini üstün ve
"mim"i de şeddesiz olarak okumuştur ki; bu da önceden unutmuş iken
sonradan hatırladı, anlamına geiir. Şair de der ki:
"Unuttum, halbuki önceden unutmazdım, söylenen hiçbir sözü îşte
zaman böyledir, diri diri toprağın altına gömer akıllan."
Şubeyi b. Azre ed-Dubaî'den de; şeklinde elif üstün, "mim"
harfi sakin ve katıksız bir he ile okuduğu nakledilmiştir. Bu da; gibidir ve
her ikisi ayrı birer söyleyiştir, unutmak anlarmndadırlar. Unutmayı anlatmak
için de " unuttu, unutur, unutmak" denilir. İşte; " Unuttuktan
sonra hatırladı" şeklindeki kıraat te buna göredir Bunu da en-Nehhâs
nakletmiştir. ise aklı başından gitmiş adarr demektir.
el-Cevherî der ki: ez-Zührî'nin hadisinde yer alan; kelimesi ise ikrar
ve itiraf etti anlamında olup, bu pek meşhur olan (çokça kullanılan) bir kelime
değildir.
el-Eşheb el-Ukaylî de şeklinde ve "bir nimetten sonra"
anlamında olmak üzere okumuştur ki; Allah ona kurtuluş nimetini ihsan ettikten
sonra hatırladı, demektir.
Diğer taraftan şöyle-denilmiştir: Bu kurtulan delikanlı, yüce Allah,
Hz. Yûsuf un bir süre daha hapiste kalmasını hükme bağladığı için unuttu. Bir
diğer görüşe göre: Bu delikanlı unutmadı, ancak hükümdarın kendisinin ve fırıncının
hapsedilmesine sebep teşkil eden o suçlarını hatırlamasından korktu. İşte
"hatırladı" ifadesi, hatırladı ve haber verdi, anlamındadır.
en-Nehhâs derki: " Hatırladı"nın ash şeklindedir.
"Zel" harfi mahreç itibariyle "te"ye yakındır.
"zel"in "te"ye idgam edilmesi ise caiz değildir. Çünkü
"zel" harfi cehridir, "te" harfi ise mehmûstur. idgam
edilecek olursa "zel" harfinin cehrîlik sıfatı ortadan kalkar.
O;bakımdan "te" harfinin yerine cehri olan bir harf ibdâl edilmiştir,
o da "dal" harfidir. "Ti" harfinden daha evla olması ise
"ti" harfinin mutbak olmasıdyvBunun sonucunda bu kelime haline
gelmiştir. Bundan sonra da "dal” harfinin rıhvet ve lîn sıfatı dolayısı
ile "zel" harfi ona îdgam edilmiştir.
Daha sonra bu genç delikanlı: "Ben size bunun yorumunu haber vereyim"
dedi. el-Hasen -bu anlamdaki buyruğu-: "Ben size bunun yorumunu
getireyim" diye okumuş ve: O kâfir nasıl onlara yorumu haber verebilirdi
ki diye eklemiştir.
en-Nehhâs der ki: "Size haber vereyim" anlamındaki kıraat
sahihtir ve güzel bir kıraattir. Yani (gidip) soracak olucsamt,ben size haber
vereyim, anlamındadır.
"Hemen beni gönderin." Bu sözleriyle hükümdara hitab
etmiştir. Ancak çoğul ile tazim lafzını kullanmıştır, yahut ta hem hükümdara,
hem de onun meclisinde bulunanlara hitab ettiği için çoğul kullanmıştır.
"Yûsuf!" Tekil bir nidadır. Aynı şekilde "ey doğru
sözlü" yani ey çok doğru kişi, demektir. "Bize söyler misin?"
Bu da şu demektir: Onu gönderdiler, o da Hz. Yûsuf un yanına gelerek: Ey doğru
sözlü, diye hîtab edip hükümdarın rüyasına dair ona soru sordu.
"Ki insanlara döneyim de" yani hükümdara ve arkadaşlarına
döneyim de "belki" bu rüyanın yorumunu "bilirler." Yahut
"belki" senin ilim ve faziletteki üstün değerini
"bilirler" de hapisten çıkartılırsın. Onun "insanlar" lafzı
ile yalnızca hükümdarı -onu ta'zim etmek üzere- kastetmiş olması ihtimali de
vardır.[174]
47. Dedi kt "Yedi yıl
adetiniz üzere ekin. Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi
başağında bırakın."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[175]
"Dedi ki: Yedi yıl adetiniz üzere ekin. Hükümdar ona rüyasını
anlatınca, Hz. Yûsuf da ona rüyasını yorumlamaya başlayarak dedi ki: O
gördüğün yedi semiz inek ile yedi yeşil başak, bot verimli yedi yıldır. Zayıf
yedi inek ile kuru yedi başak da kurak geçecek yedi yıl demektir. "Yedi
yıl adetiniz üzere ekin" peşipeşine yedi yıl ekmeye devam edin, demektir.
Buradaki: " Adetiniz üzere" mastar olmakla birlikte mastar
anlamında değildir. "Ekin" kelimesi; "Ekin ekmekteki adetiniz
üzere yedi yıl ekmeye devam edeceksiniz" şeklindedir. Bu kelimenin hal
olduğu da söylenmiştir ki bu da; "Adetiniz üzere" demektir. Bunun
"yedi yıl"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir.
Ebu Hatim, Ya'kub'dan hemzeyi harekeli olarak; şeklinde okuduğunu
nakletmiştir ki, Hafs'ın Asım'dan rivayeti de böyledir ve bu İki kıraat, iki
ayrı söyleyiştir.
Bunun (ikinci okuyuş şeklinin) hakkında iki açıklama yapılmıştır. Ebu
Ha-tim'in görüşüne göre bu den gelmektedir. Ancak en-Nehhâs der ki:
Dilbilginleri sadece kullanışını bilirler. Diğer görüşe göre elifin hareke
alması boğaz harflerinden olduğundan dolayıdır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ
yapmıştır. Yine el-Ferrâ der ki: İlki üstün, ikincisi sakin olan bütün
harflerin eğer ikinci harfi hemze, ne, ayn, ğayn, ha veya hı ise harekelenmesi
caizdir. Bu kelimenin asıl anlamı da "adet" demektir. Şair der ki:
"Ondan önce Umel-Huveyria'ten adetin olduğu (alışageldiğin)
üzere...
Âl-i İmran Sûresi'nde de (3/11- âyetin tefsirinde) bu kelimeye dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi
başağında bırakın." Kurtlanmaması İçin ve daha uzun süre kalabilmesi için
bu tedbire başvurulduğu söylenmiştir. Mısır'da uygulama böyledir.
"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışında" kaydı, ihtiyaç
duyacağınız kadarını çıkartın, demektir. Bu ifadeler Hz, Yûsuf'un verdiği bir
emirdir. Birincisi ise (yedi yıl...) verdiği bir haberdir. Birinci cümlenin de
-haber olduğu daha zahir görülmekle birlikte- emir olma ihtimali de vardır.
Emir olduğu takdirde "ekersiniz" fiili "ekin (mealde olduğu
gibi)" anlamına gelir.[176]
Bu âyet-i kerîme dini, nefsi, akh, nesebi ve mallan korumaktan ibaret
olan şer'î maslahatlar görüşünde aslî bir dayanaktır. Bu hususlardan herhangi
birisinin elde edilmesini gerçekleştiren herbir şey bir maslahattır. Bunlardan
herhangi birisini gerçekleştirmeye engel olan herbir şey de bir mefsedettir,
bu mefsedetin önlenmesi ise maslahattır.
Şeriatlerden maksadın, insanlara dünyevî maslahatlarını göstermek olduğunda
görüş ayrılığı yoktur. Bu suretle insanlar yüce Allah'ı tanımak ve O'na ibadet
etmek imkânını elde ederler. Bu ikisi ise uhrevî mutluluğa ulaştırırlar. Yüce
Allah'ın bu hususları şer'î hükümlerde göz önünde bulundurması, O'nun bir lütfü
ve kullarına bir rahmetidir. Bu hususta O'nun Üzerinde bir görevin varlığı
veya kulların bu konuda hak sahibi olmaları söz konusu değildir. Ehl-İ sünnetin
bütün muhakkik âlimlerinin kabul ettiği görüş budur. Bu hususun geniş
açıklaması fıkıh usulü kitap arındadır.[177]
48. "Sonra bunun ardından
yedi kurak yıl gelecek. Saklayacağınız az bir miktarın dışında onlar için
önceden biriktirdiğinizi yeyip götürecekler."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[178]
"Yedi kurak yıl" yani yedi kıtlık yılı "gelecek... Onlar
İçin önceden biriktirdiğinizi'’ bu kıtlık yıllan için sakladıklarınızı
"yeyip götürecekler" buyruğu bir mecazdır. Yani o yıllarda yemeleri
uygun olan şeyleri yeyip bitirecekler, demektir. Nitekim şu beyiti söyleyen de
buna benzer bir ifade kullanmıştır:
"Gündüzün -ey al dalmış kişi- yanılmadır ve gaflettir, Gecen ise
uykudur, helak olmak senin yakanı bırakmaz."
Bilindiği gibi gündüz yanılmaz, gece de uyumaz. Gündüzün İnsan yanılır
ve geceleyin uyunur.
Zeyd b, Eşlem de babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Yûsuf
iki kişilik bir yemeği tek bir kişinin önüne bırakırdı. O da onun bir bölümünü
yerdi. Nihayet bir gün aynı miktardaki yemeği bir kişinin önüne koyduğunda o
da yemeğin tamamını yeyince, Hz. Yûsuf: İşte bu yedi kıtlık yılının ilk
günüdür, dedi.
"Saklayacağınız az bir miktarın dışında" yani tohumluk olarak
ekiminizde kullanmak üzere alıkoyacağınız az bir miktarın dışında... demektir.
Çünkü tohum olarak kullanılacak bir miktarın bırakılması ile bu temel gıda korunmuş
olur. Ebu Ubeyde ise; elde tutacağınız... diye açıklamıştır. Katâde der ki:
"Saklayacağınız" biriktireceğiniz demektir ki, anlam birdir. "
" Az bir miktarın dışında" buyruğu müstesna olarak nas bedilmiştir.
Bu buyruk, ihtiyaç zamanına kadar gıda maddelerini saklamanın (ihtikâr
yapmanın) caiz olduğuna
[179]delildir.[180]
Bu âyet-î kerîme kâfirin rüyasının doğru olabileceğine -özellikle de
bir mü'min ile alakalı ise- ve gördüğüne uygun olarak gerçekleşeceği aslî bir
dayanaktır. Hele görülen bu rüya bir peygamber için belge ve rasûl için bir mucize,
seçkin bir kul için tebliğ maksadıyla bir tasdik, yüce Allah ile kullan arasında
vasıta olan peygamberin lehine bir delil ise...[181]
49. "Sonra bunun ardından
da bir yıl gelecek ki insanlar onda yağmura kavuşturulacak ve onda
sıkacaklar."
Yüce Allah'ın: "Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek
ki..." buyruğu Hz. Yûsuf un hükümdarın rüyasında yer almayan bir hususa
dair verdiği haberlerdendir. Bu yüce Allah'ın ona verdiği gayb ilmindendi.
Katâde der ki: Yüce Allah ona faziletini ortaya koymak, ilmî mevkiini ye
bilgisini bildirmek kastı ile kendisine hakkında soru sormadıkları bir yılın
biigisini de faziadan ona vermiş idi.
"insanlar onda yağmura kavuşturulacak" buyruğundaki; "
Yağmura kavuşturulacak" fiili; " İmdada çağırmak, imdada
yetiş-mek'den, yahut; " İmdada yetişmekken gelmektedir. "Adam imdat
istedi"; " İmdat, yetişin" dedi, demektir. İsmi ise; şeklinde
kullanılır. "Filan kişi benden yardım (imdat) istedi, ben de onun
yardımına koştum" denilir. İsmi de; " Yardıma koşma" şeklinde
gelir. Makabli (önceki harf) esreli olduğu için "vav" harfi
"ya"ya dönüştürülmüştür, " Yağmur" demektir.
Yağmur yere yağdı, isabet etti" anlamındadır.
Allah ülkeye yağmur yağdırdı, yağdırır" denilir. (Meçhul olarak
da): "Yere yağmur yağdırıldı, yağdırılır" denilir. Bu şekilde yağmur
yağan yere de; denilir. Buna göre; "İnsanlara yağmur yağdırılır"
anlamındadır.
"Ve onda sıkacaklar" İbn Abbas der ki: Üzümleri sıkacaklar ve
yağları çıkartılan maddelerden yağ alacaklar. Bu açıklamayı da Buhârî
zikretmektedir.[182]
Haccâc da, İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet eder: Üzümü sıkıp şarap
yapacaklar, susamdan yağ, zeytinden zeytin yağı çıkaracaklardır. Şöyle de
açıklanmıştır: O bu sözleriyle -çokluğunu anlatmak üzere- sütlerin sağılmasını
k'astetmiştir. Buna da bitki ve mahsullerin çoğalacağı şeklindeki haberi
delildir. "Suçacaklar" ifadesinin; kurtulacaklar anlamına geldiği de
söy lenmiştir ki, bu da kurtuluş yeri anlamını veren; dan gelir. Ebu Ubeyde der
ki: Harekeli olarak; "Sığınılacak yer ve kurtulma yeri" demektir. da
bu anlamdadır. Ebu Zübeyd der ki:
"Oldukça susamış halde su verecek bir kişiyi imdada çağırıyordu,
fakat kimse yetişmedi onun imdadına. Halbuki o korkuya kapılmış olanın
kurtarıcı sığınağı idi."
Aynı şekilde; "Filana sığındım" anlamındadır. Ebu'l-Ğavs der
ki: "Sdtacaklar"ın buradaki anlamı mahsûl ve ürün elde edecekler
demektir. Bu kelime ise; üzüm sıkmak demek olan;den gelmektedir. " Malını
elinden çıkarttırdım" manasınadır.
İsa "te" harfini ötrftti, "sad" harfini de üstün
olarak; diye okumuş olup size yağmur yağdırılacak anlamındadır ve bu da yüce
Allah'ın: "Ve Biz sıkıştırıcılardan şarıl şarıl bir su indirdik."
(en-Nebe', 78/14) buyruğundan gelmektedir. Aynı şekilde diye "te"
harfi ötreli, "sad" harfi esreli okuyuşun -böyle okuyanların kıraatine
göre- anlamı da böyledir.[183]
50. Hükümdar dedi ki: "Onu
bana getirin." Bunun üzerine elçi yanına gelince, dedi ki: "Efendine
dön de o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor. Şüphe yok ki benim
Rabbim onların hilelerini çok iyi bilendir.”
51.
(Hükümdar) dedi ki:
"Yûsuf tan murad almak İstediğiniz zaman durumunuz ne idi?" Kadınlar.
"Hâşâ! Allah için biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz" dediler.
Azlz'in karısı da şöyle dedi: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben ondan murad
almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir."
"Hükümdar
dedi ki: Onu bana getirin." Yani elçi hükümdara gidip, durumu bildirdi.
Hükümdar da onu bana getirin, dedi."Bunun üzerine elçi yanına
gelince" ve ona zindandan çıkması emrini getirince "dedi ki: Efendine
dön de o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor." Bunu söyleyerek,
hükümdar nezdinde kendisine yapılan iftiradan beri olduğu açıkça anlaşılıp
suçsuz yere hapsedildiği ortaya çıkmadıkça zindandan çıkmayı kabul etmedi.
Tirmizî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah
(sav) buyurdu ki: "O şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli
(yani İbrahim'in oğlu, İshak'ın oğlu, Ya'kub'un oğlu, YûsuOdur. Eğer ben onun
kaldığı süre kadar zindanda kalsam, sonra da elçi yanıma gelse (çıkma) isteğini
kabul ederdim.”Hz. Peygamber daha sonra: "Bunun üzerine elçi yanına
gelince dedi ki: Efendine dön de, o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye
sor" buyruğunu okudu. (Devamla) şöyle buyurdu: "Allah'ın rahmeti
Lût'un da üzerine olsun, çünkü o: "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı
yahut güçlü bir yere sığınabilseydim" (Hûd, 11/80) dediğinde zaten güçlü
bir yere sığınıyordu. Ondan sonra yüce Allah ne kadar peygamber gönderdiyse,
mutlaka kavminin en zirve noktasında idi."[184]
Buhârî de, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Allah, Lût'a rahmet eylesin. O gerçekten güçlü bir yere
sığınıyordu ve eğer ben Yûsuf un zindanda kaldığı süre kadar kalacak olsaydım,
hiç şüphesiz çıkmaya davet edenin çağrısını kabul ederdim ve elbette biz İbrahim'den
daha bir hak sahibiyiz. Çünkü İbrahim'e: "İnanmadın mı yoksa? demişti de:
İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" diye cevap vermişti."
(el-Bakara, 2/260)[185]
Yine Peygamber (sav)den şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Allah kardeşim Yûsuf a rahmet İhsan etsin. O gerçekten sabırlı ve tahammülkâr
birisi idi. Şayet ben zindanda onun kaldığı süre kadar kalmış olsaydım, hiç
şüphesiz çıkmamı isteyen elçinin çağrısına uyardım ve suçsuz olduğunun bilinmesi
için böyle bir yola başvurmazdım."[186]
Bu
hadise yakın bir rivayet de Malik'in arkadaşı Abdu'r-Rahman b. el-Ka-stm
yoluyla, Buhârî'nin Tefsir bölümünde rivayet edilmiştir. İbnu'l-Kasım'ın bu
hadisten başka Divan'da bir rivayeti yoktur.[187]
Taberî'nin rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Allah, Yûsuf a
rahmet eylesin. Eğer hapiste olan ben olsaydım, sonra da bana haberci gönderil
şeydi, çabucak çıkı verirdim. Yûsuf gerçekten halîm (tahammüikâr) ve ağır başlı
bir kimse idi."[188]
Yine Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Gerçekten Yûsuf'a, onun sabrına, onun keremine hayret
ettim. Allah ona (varsa hatası) bağışlasın, çünkü (rüyadaki) inekler hakkında
kendisine soru sorulduğunda; şayet ben onun yerinde olsaydım, beni zindandan
çıkartmaları şartını koşmadıkça onlara durumu bildirmezdim. Yine elçinin ona
geldiği vakit tutumuna hayret ettim. Onun yerinde olsaydım, onlardan daha çabuk
kapıya giderdim. "[189]
İbn Atiyye der ki: Hz. Yûsuf un bu tutumu ağır başlıca ve sabırlıca bir
tutumdu. Gerçekten temiz* ve günahsız olduğunun açığa çıkmasını istiyordu.
Çünkü rivayet edildiğine göre ö, hapisten çıktıktan sonra hükümdar kendisine
bir mertebe verip af ediyor görüntüsüyle onun suçuna sesini çıkarma-yabîlirdi.
Bunun sonucunda da insanlar ebediyyen ona bu gözle bakarlar ve: İşte
efendisinin hanımından murad almak isteyen kişi buydu, diyeceklerdi. Yûsuf
(a.s) temizliğini açıkça ortaya çıkarmak, iffet ve hayır noktasındaki mevkiini
gerçek yerine oturtmak istiyordu. İşte ancak o vakit yerini bulmak, mevkiine
gelmek için çıkabilirdi. Bundan dolayı yanına gelen elçiye: 'Efendinin yaruna
dön ve ona o kadınların halinin ne olduğunu bir sor" demişti. Hz. Yûsuf'un
maksadı İse; ancak söyle ona benim günahımı iyice araştırıp tes-bit etsin ve
işimi gözden geçirsin, tetkik etsin. Haklı yere mi zindana atıldım, yoksa
zulmen mi zindana atıldım, demekti. Özellikle Aziz'in hanımım söz konusu
etmeyiş sebebi, onların yanında bulunduğu süredeki güzel geçimini ve hükümdar
Aziz'in onun üzerindeki hakkına riayet etmek istemesi.idi.
Peygamber (sav), Hz. Yûsüf’u sabır ve tahammülkârlıkla, ağırbaşlılıkla
ve hapisten çıkmakta acele etmemekle övdüğü halde; bizzat kendisi için başkasını
övdüğü halden başka bir hali nasıl uygun gördü? denilecek olursa, bunun
açıklaması şöyle olur: Peygamber (sav) kendi adına bir başka görüşü tercih
etmiştir ki; bu görüşün de kendi açısından güzel bir tarafı vardır. O diyor
ki: Ben olsaydım, çıkmakta elimi çabuk tutardım. Sonra çıkmanın akabinde
suçsuz olduğumu ortaya koymaya çalışırdım. Çünkü bu kıssalar ye bu gibi olaylar
kıyamet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuşlardır. Rasûlullah
(sav) da insanların bu işler arasında daha azimetli olan yolu seçmelerini
istedi. Çünkü böyle bir olayda daha azimeti! olanı terkeden bir kimse böyle bir
zindandan çıkma fırsatını kullanmayan bir kişi, zindanda kaldığından dolayı
zindanda kalma sonucu ile karşı karşıya kalabilir, onu zindandan çıkarmak
isteyen, bu işten vazgeçebilir. Yûsuf (a.s), Allah'tan aldığı bilgi sayesinde
böyle bir şey olmayacağından emin olsa bile, onun dışındaki diğer insanlar bu
konuda emin olamazlar. Buna göre Peygamber (sav)ın bizzat izlemeyi uygun
gördüğü yol, azimet yoludur. Hz. Yûsuf un izlediği yol ise, büyük bir sabır ve
büyük bir tahammül yoludur.
" ...O ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor."
Aralarına -açıkça ismi zikredilerek değil de işaret yoluyla- genelin kapsamına
Aziz'in kansı da girsin diye çoğul olarak kadınları söz konusu etti. Bu ise
aralannda geçirdiği günler ve edepten ötürü idi. İfadede hazfedilmiş kelimeler
de vardır. Yani sen ondan o kadınların halinin ne olduğunu bilip öğrenmesini
iste demektir.
İbn Abbas der ki: Buman üzerine hükümdar da kadınlara ve bu arada Aziz'in
de kansına -Aziz de o sırada ölmüş bulunuyordu- haber göndererek hepsini
çağırdı ve: "Yûsuf tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz" haliniz
"ne idi?" diye sordu. Çünkü onların herbirisi -önceden de geçtiği üzere-
kendisi için Yûsuf'la özel olarak konuşmuştu. Yahut o, bununla herbirisinin
(Hz. Yûsuf’a): Sen Aziz'in karısına zulmediyorsun, demesini kastetmişti. İşte
bu da Yûsufu kandırarak murad almak yoluna gitmeleri demekti.
"Haşa! Allah için" Allah'a sığınırız "biz onun hiçbir
kötülüğünü" yani zina ettiğini "bilmiyoruz, dediler. Aziz'in karısı
da şöyle dedi: Şimdi gerçek ortaya çıktı." Onların Hz. YûsuPun temiz
olduğunu ikrar ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların
kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrarda
bulundu. Bu da yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a bir lütfü idi.
"Gerçek ortaya çıktı"; yani ayan beyan, açık seçik ortaya
çıktı, demektir. Bu kelimenin aslı; dan gelmekle birlikte, ( denilmiştir.
Nitekim; " Üstüste döküldüler" kelimesinin aslen; şeklinde olma;
" Gözyaşlarını ardıardına sildi" kelimesinin aslen; olması gibi. Bu
açıklamayı ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır.
aslında bir şeyi kökünden koparmaktır. Mesela saçını dibten kesti,
demek için denilir. Ebu Kays b. el-Eslet der ki:
"Miğfer başımı kazıdı artık,
Çok hafif uyku dışında, uykunun zerresini dahi tatmıyorum.
ise; hiçbir verimi olmayan kupkuru bir yıl demektir. Şair Cerir de der
ki:
"Büsbütün verimsiz yılın ve kıtlığın önüne katıp sürüklediği
kimse, Hiçbir minnet de duymaksızın (nimeti) inkâr da etmeksizin size sığınır.
Şair sanki burada kıtlık yılı anlamına gelen; kelimesini kullanmak
isterken kafiye dolayısıyla; " Kurt" kelimesini kullanmış gibidir.
Buna göre; "Gerçek ortaya çıktı" ifadesi açıkça ortaya çıkması
ve sağlamca yerleşip, sebat bulması dolayısıyla batıldan ayrıldı, anlamına
gelir. Şair der ki:
"Benden Hidâş'a şu haberi ulaştıracak yok mu? Şüphesiz ki o, hak
ortaya açıkça çıktığında çok yalan söyleyen ve zalim birisidir."
Bu fiilin; "Hisse, pay" kelimesinden türediği de
söylenmiştir. Buna göre; Hakkın, gerçeğin payı, batılın payından ayırdedilmiş,
açıkça ortaya çıkmış bulunuyor, anlamına gelir.
Mücahid ve Katâde der ki; Bu ifadenin aslı, Arapların; kökten saçını kopardı,
anlamında kullandıkları: sözlerinden alınmıştır. Bir yerden pay alarak
kopartılan parçaya denilen "hisse" de buradan gelmektedir. Esreli
olarak ise toprak ve taş anlamındadır. Bu açıklamaları el-Cevherî nakletmiştir.
"Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir.
Bu, -Hz. Yûsuf buna dair soru sormamış olsa dahi- kadının tevbesini açığa
vurması, Hz. Yûsuf un doğruluğunu, şeref ve haysiyetini gerçekten ifade etmesi
anlamındadır. Çünkü ikrarda bulunan bir kimsenin kendi aleyhindeki ikrarı,
başkasının onun aleyhindeki şahitliğinden daha güçlüdür. Böylelikle yüce
Allah, Hz. Yûsuf un doğruluğunu ortaya koymak için hem şahitliği, hem İkrarı
bir arada toplamış bulunmaktadır. Öyle ki hiçbir kimsenin hatırına kötü bir
zan gelmesin ve en ufak bir şüpheye kapılmasın.
(kadınlar için) durumunuz ile
(kadınlar için) "murad almak istediniz" Hitab fiillerindeki
"nun"un şeddeli gelmesi, müzekker fiildeki "mim" ile
"vav"ın yerinde olduğundan
[190]dolayıdır.[191]
52. "Bu, gıyabında ona
hıyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini şüphesiz hidayete
erdirmeyeceğini, onun da bilmesi içindi."
53. "Bununla beraber ben
nefisimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şüphesiz var gücüyle kötülüğü
emredicidir. Rabbİmİn rahmet edip esirgediği müstesna. Çünkü Rabbim günahları
bağışlayandır, merhamet edendir."
"Bu
gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi." Sözlerini kimin
söylediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bu sözlerin de Aziz'in karısının
sözlerinin bir bölümü olduğu ve daha önce söylediği belirtilen: "Şimdi
gerçek ortaya çıktı" (Yûsuf, 12/50) sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir.
Yani ben doğruyu ikrar edip söylüyorum ki; gıyabında -yani ona yalan söyleyerek
ona hainlik etmediğimi, yokluğunda ondan kötü bir şekilde söz etmediğimi,
aksine doğru söyleyerek hainlikten uzaklaştığımı bilmesi İçindi.
Arkasından: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum"
dedi. Aksine ondan murad almak isteyen ben idim.
Bu açıklamaya göre Aziz'in karısı bu işi kimin yaptığını ikrar etmiş
oluyor. Bundan dolayı da daha sonra: "Çünkü Rabbim günahları bağışlayandır,
merhamet edendir" diye eklemiştir.
Bir diğer görüşe göre bu sözler Hz. Yûsuf un sözleridir. Yani Yûsuf
dedi Benim elçiyi geri çevirmemin sebebi, Aziz'in benim kendisine gıyabında
nıyanet etmediğimi bilmesi içindi. Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde ve başkaları
yapmıştır.
"Gıyabında" İse o hazır değilken, o butunmuyorken anlamındadır.
Hz. Yûsuf bu sözleri hükümdarın huzurunda söylemişti. "Bilmesi İçindi"
fiilini ise gaib olarak kullanması hükümdarı saymasından dolayı idi.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf bu sözleri elçi kendisine henüz hapiste
iken geri döndüğünde söylemişti. İbn Abbas dedi ki: Elçi, Hz. Yûsuf a durumu
haber vermek için geldi. O sırada Cebrail onunla birlikte konuşuyordu. Bunun
üzerine Hz, Yûsuf: "Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Allah'ın
hainlerin hilesini şüphesiz hidayete irdirmeyeceğini onunda bilmesi
içindi" dedi. Yani ben efendime gıyabında iken hıyanet etmedim. Bunun
üzerine Hz. Cebrail ona şöyle dedi: Ey Yûsuf! Peştemahnı çözdüğün ve erkeğin
karısının önünde oturduğu gibi oturduğun zaman dahi de mi deyince, Hz. Yûsuf
da: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" âyetinde sözü
geçenleri söyledi.
es-SÜddî der ki: Yûsuf'a, ey Yûsuf! sen şalvarının uçkurunu çözdüğün zamanda
mı, diyen Aziz'in karışıdır. Bunun üzerine de Yûsuf: "Bununla beraber ben
nefsimi temize çıkarmıyorum" dedi.
Bir diğer görüşe göre "bu, gıyabında... bilmesi içindi"
sözleri Aziz'in söz-lerindendir. Yani bu, Yûsufun benim gıyabında ona hainlik
etmediğimi ve benim onun güvenilir” bir kimse oluşunun mükâfatını vermeyi hiç
hatırımdan çıkarmadığımı bilmesi içindi. "Allah'ın hainlerin hilesini hiç
şüphesiz hidayete erdirmeyeceğini" buyruğu da, hiç şüphesiz Allah
hileleri dolayısıyla hainleri hidayete erdirmez, demektir.
Yüce Allah'ın: "Bununla beraber ben nefsimi temize
çıkarmıyorum" buyruğunun, kadının söylediği sözlerden olduğu söylenmiştir.
el-Kuşeyrî der ki: Zahir olan şudur: Yüce Allah'ın: "Bu... bilmesi
İçindi" sözleri ile "bununla beraber ben nefsimi temize
çıkarmıyorum" sözleri Hz. Yûsuf'un sözlerindendir.
Derim ki: Eğer bu sözlerin kadının sözlerinden olma ihtimali varsa, Hz,
Yûsufu, peştamalını ve şalvarını çözmekten yana temize çıkarmak için bu görüşü
kabul etmek daha uygundur. Eğer bu sözleri Hz. Yûsuf'un söylediğini kabul
edecek olursak, o takdirde bu önceden de yüce Allah'ın: "O da ona
meyletti" (Yûsuf, 12/24) buyruğu hakkında tercih edilen görüşe işaret
ettiğimiz üzere, sadece Hz. Yûsuf un hatırından geçen bir söz ofarak kabul
edilebilir.
Ebu Bekr el-Enbarî der ki: İnsanlar arasında "bu, gıyabında ona
hıyanet etmediğimi... bilmesi İçindi" buyruğundan itibaren "çünkü
Kabbim günahları bağışlayandır, merhamet edendir" buyruğuna kadar
nakledilen sözlerin, Aziz"in hanımının söylediği sözlerdendir, diyen
kimseler vardır. Çünkü bu buyruklar Aziz'in karısının söylediği: "Ben
ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir"
sözlerinden sonra gelmektedir. Hz. Yûsuf'un meylettiğini kabul etmeyenlerin
görüşü budur. İşte bu görüşte olanların kanaatlerini esas alanlar derler ki:
Yüce Allah'ın: "Aziz'in karısı da şöyle dedi" buyruğundan itibaren
"çünkü Rabbim günahları bağışla-yandır, merhamet edendir" buyruğuna
kadar birbirine bağlı sözlerdir. Bu sözler arasında gerçek anlamıyla tam bir
vakıf yapılmaz. Ancak bizler bu görüşü tercih etmiyor ve bu kanaati beni ms ey
emiyoruz.
el-Hasen der ki: Hz. Yûsuf: “Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi...
bilmesi içindi" deyince, Allah'ın peygamberi kendi nefsini temize
çıkarmaktan hoşlanmadığından, hemen akabinde "bununla beraber ben nefsimi
temize çıkarmıyorum" deyiverdi. Çünkü kişinin nefsini temize çıkarması
yerilmiş bir davranıştır. Yüce Allah da: "Artık kendinizi temize
çıkarmayın." (en-Necm,53/32) diye buyurmaktadır. Zaten biz bunu daha önce
Nisa Sûresİ'nde (4/49. âyet, 2. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.
Bunun Aziz'in söylediği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani ben Yûsuf
hakkında kötü zan beslemiş olmaktan nefsimi temize çıkarmıyorum, demektir.
"Çünkü nefis hiç şüphesiz var gücüyle kötülüğü emredicidir"
kötülüğü arzu eder.
'Rabbimin rahmet edip esirgediği müstesna" buyruğu ise istisna
olarak nasb mahallindedir. ise "Kimse" anlamındadır. Yani Rabbimin
rahmetiyle esirgeyip koruduğu kimse müstesna demektir. nın " Kimse"
anlamında kullanılması, çokça görülen bir husustur. Nitekim yüce Allah:
"Size helal olan kadınlardan... nikahlayınız" (en-Nisa, 4/3)
buyruğunda da böyledir. Bu buyruktaki istisna munkaüdır. Çünkü Allah'ın
koruması suretiyle merhamet eylediği kimseler kötülüğü emreden nefisten istisna
edilmiştir.
Haberde nakledildiğine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kendisine ikramda bulunup onu yedirdiğiniz ve giydirdiğiniz takdirde
sizi alabildiğine kötülüğe götüren, buna karşılık kendisini küçük düşürdüğünüz,
çıplak bıraktığınız, aç bıraktığınız takdirde ise sizi son derece ileri hayra
götüren bir arkadaşınız hakkında ne dersiniz?" Onlar Ey Allah'ın Rasûlü!
Bu yeryüzündeki en kötü arkadaştır, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o böğürleriniz arasında
bulunan
[192]
nefislerinizdir.”[193]
54. Hükümdar dedi ki: "Om
bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım. Onanla konuşunca da şöyle
dedi: "Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin,
eminsin."
"Hükümdar dedi kfc Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım."
Hükümdar Hz. Yûsuf a nisbet edilen günahtan uzak olduğunu kesin olarak anlayıp
bu hususta onun güvenilir bir kimse olduğunu gerçekten tesbit edince, aynı
şekilde Hz. Yûsuf un ne kadar sabırlı, ne kadar metanetli olduğunu da
kavrayınca, nezdinde Hz. Yûsuf un mevkii oldukça büyüdü, onun oldukça güzel
hasletlere sahib olduğunu kesinlikle anladı ve dedi kî: "Onu bana getirin,
onü kendime en yakınlardan kılayım." Hükümdarın daha önceden onun
durumunu kesin olarak bildiğinde: "Onu bana getirin" demekle
yetindiğine, He. Yûsuf da İkinci olarak yaptıklarını yapüktan sonra bu sefer
hükümdarın: "Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım"
dediğine dikkat etmek gerekir.
Vehb b. Münebbih'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Yûsuf çağırıldığında
kapıda durup şöyle dedi: Yarattıklarına karşı Rabbim bana yeter. O'nun
himayesi güçlüdür, O'na övgüler yücedir, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Sonra
içeri girdi, hükümdara bakınca, hükümdar tahtından İnip önünde secdeye kapandı.
Daha sonra hükümdar onu kendisiyle birlikte tahtına oturttu ve: "Sen
bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin, eminsin" dedi. Hz.
Yûsuf da ona: "Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben" o
hazineleri "İyice koruyanım' onların ne şekilde idare edileceğini çok iyi
"bilenim, dedi." (Yûsuf, 12/55)
Denildiğine göre hesabı iyice koruyan ve dilleri iyice bilenim,
demektir. Haberde nakledildiğine göre; "Allah kardeşim Yûsufa rahmet
eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin üzerine tayin et, dememiş olsaydı,
derhal onu tayin edip görevlendirecekti. Fakat bu sözü bir sene işi
geciktirdi."
Denildiğine göre onu hükümdarlığa getirmesi bir seneye kadar geciktirmesinin
sebebi, inşaattan demediğinden dolayıdır.
Bu olay (kıssa) ile ilgili şöyle denilmiştir: Hz. Yûsuf, hükümdarın
huzuruna girince şöyle dedi: Allah'ım ben, Sen'in haynn ile bunun hayrından dilerim,
Bunun da şerrinden, başkasının da şerrinden Sana sığınırım. Sonra hükümdara
Arapça selam verdi. Hükümdar: Bu dil de ne oluyor? deyince, Hz. Yûsuf: Bu
amcanı İsmail'in dilidir, dedi. Sonra ona İbranice dua etti. Bu sefer: Bu dil
ne oluyor? deyince, Hz. Yûsuf: Bu da atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un
dilidir dedi.
Hükümdar da yetmiş dili konuşurdu. Hükümdar bir dille konuştukça, Hz.
Yûsuf da o dille ona cevap verirdi. Hükümdar, Hz. Yûsuf'un bu İşine hayret
etti. O sırada Hz. Yûsuf otuz yaşında idi.
Daha sonra hükümdar onu tahtına oturtarak şöyle dedi: Gördüğüm rüyayı
bir de senden dinlemek istiyorum deyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Peki ey
hükümdar, sen siyah beyaz renkli, alınlarında beyazlık bulunan oldukça güzel
yedi inek gördün. Önün açıldı ve onların Nil'in kıyısından çıkarak, memelerinden
sütler aka aka sana göründüler. Sen onlara bakıp güzelliklerinden hayrete
düşmüş iken bu sefer Nil kuruyuverdî, suyu çekildi ve yatağının dibi göründü.
Çamurundan yedi tane oldukça zayıf, kirli, toza bulanmış, karınları içe
çekilmiş, memeleri, butları olmayan buna karşılık azı dişleri ve öğütücü dişleri
bulunan el ayaları köpeklerinkini andıran, burunları yırtıcı hayvan larınk i
ne benzeyen yedi inek daha gördün. Bu yedi inek semiz ineklere karıştı,
yırtıcı hayvanlar gibi onlara saldırdı. Semiz ineklerin etlerini yediler,
derilerini parça parça ettiler, kemiklerini ufaladrtar, beyinlerini emdiler.
Sen bu şekilde bakıp bu ineklerin zayıf olmalarına, diğerlerini mağlup etmelerine
rağmen hiçbir şekilde şişmanlamayıp onları yedikten sonra kilolarının
artmayışına hayret ediyorken, bu sefer oldukça taze, yumuşak, tane ve su ile
dolu yedi yeşil başak gördün. Onların yanı başlarında ise içlerinde hiçbir su
ve hiçbir yeşillik bulunmayan fakat onlarla aynı yerde bitmiş, yedi kuru başak
gördün. Bu kuru başakların kökleri toprak ve suyun içerisine gömülmüştü. Sen
kendi kendine: Bu da ne oluyor? Bu başaklar verimli ve yeşildir, diğerleri ise
siyah ve kurudur. Halbuki hepsi de aynı yerde bitmektedir, hepsinin de kökleri
suda bulunmaktadır, diye düşünüyorken aniden bir rüzgar esti, siyah ve kuru
başakların yapraklarını meyveli ve yeşil başakların üzerine savurdu. O yeşil
başakları ateşe vererek onları yaktı, Böylelikle o yeşil başaklar da siyah ve
tozlu oldu. Ey Hükümdar! Sen de dehşete düştün.
Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, bu rüya her ne
kadar hayret edilecek bir şey idiyse de senden bu işittiklerimden daha hayret
verici değildir, Peki ey doğru sözlü, bu rüyam hakkındaki görüşün nedir?
Hz. Yûsuf şöyle dedi: Görüşüme göre yiyecek (buğday) topla ve bu verimli
yıllar boyunca çokça ekin ek. Çünkü sen eğer bir taşa ve çorak bir yere ekecek
olsajı dahi oradan bile bitki biter. Allah onu büyütür ve bereketlendirir. Daha
sonra ekini başağı ve sapı ile birlikte saklamak üzere büyük mahzenler
yaparsın. Böylelikle sap ve başak hayvanlara yem olur, tanesi de insanlara
yiyecek olur. Diğer taraftan insanlara kendi yiyecek ve mahsullerinden beşte
birini senin mahzenlerine kaldırmalarını emret. Senin bu toplayacağın yiyecekler
Mısır halkına ve çevrelerindekilere yeterli olacaktır. İnsanlar çevrendeki
bölgelerden gelip senden azık isteyecekler. Senin yanında ise senden önce
hiçbir kimsenin toplayamadığı kadar hazinelerin toplanacak.
Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Peki benim bütün bu işlerimi kim
idare edebilecek? Eğer ben bütün Mısır halkını toplayacak olsam dahi, buna güç
yetinemezler vebu hususta onlara güven olamaz. Bu sırada Yûsuf (a.s):
"Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et" (Yûsuf, 12/55) dedi. Yani
hükmettiğin toprakların hazinelerine.
Buradaki; Hazineler" kelimesi ın çoğulu olup, "elard: ülkenin"
başındaki elif-lâm, İzafe (senin ülkenin izafesinin) yerine geçmiştir.
en-Nâbiğa'nın şu beyitinde olduğu gibi:
"Onların cömertlik olarak öyle bir özellikleri vardır ki Allah onu
Onlardan başkasına vermemiştir, rüyaları da hiç yalan çıkmaz."
"
onu kendime en yakınlardan kılayım" buyruğu emrin cevabı olduğundan dolayı
fiil cezm edilmiştir. Bu da daha önce geçen: "Bu gıyabında ona hıyanet
etmediğimi... bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/55) sözlerini Hz. Yûsuf’un
zindanda iken söylendiğinin delilidir. Bununla birlikte hükümdarın huzurunda
söylenmiş olma ihtimali de vardır. Daha sonra bir başka mecliste de hükümdar
te'kid olmak üzere: "Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan
kılayım" demiştir. Yani ben onu kendime hfas olarak görevlendireyim ve
ülkemin bütün işlerini ona havale edeyim.
Bunun üzerine gidip Hz. Yûsuf'u beraberlerinde getirdiler. Buna da yüce
Allah'ın: "Onunla konuşunca" yani hükümdar Yûsuf ile konuşarak, rüyaya
dair ona soru sorup Hz. Yûsuf da cevap verince, hükümdar "da şöyle dedi:
Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin." Yani sözü geçerli
ve İktidar sahibi bir kimsesin "eminsin" sana hainlik edileceğinden,
sana verilen sözde durulmayacağından yana korkun olmasın.[194]
55- "Dedi ki: Beni
ülkelerin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben iyice koruyanım,
bilenim."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[195]
Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin
et" buy
ruğu
ile ilgili olarak Said b. Mansur dedi ki: Ben Malik b. Enes'i şöyle derken
dinledim: Mısır yeryüzünün deposudur. Sen yüce Allah'ın: "Beni ülkelerinin
hazineleri üzerine tayin et" yani onları korumak üzere tayin et, dediğini
duymadın mı? Burada "korumak" anlamındaki muzaf hazfedilmiştir.
"Çünkü ben" başına getirildiğim görevi "iyice koruyanım" bu
görevin gerektirdiği şeyleri "bilenim." Tefsirde şöyle
denilmektedir: Ben iyi hesab bilenim ve iyi bir kâtibim. Denildiğine göre o
ilk defter tutan ve onlara yazı yazandır.
Şöyle de açıklanmıştır: Ben gıda maddelerini takdir ve tesbit etmekte
"iyice koruyanım" açlık yıllarını çok iyi "bilenim"
demektir.
Cuveybir, ed-Dahhak'tan naklen, o İbn Abbas'tan dedi ki: Rasûlullah
(sav) şöyle buyurdu: "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni
yeryüzü hazinelerinin başına getir, dememiş olsaydı, onu derhal bu işin başına
getirirdi. Fakat böyle demesi onu bir sene geciktirdi."[196]
İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf un emirliği istediği gün üzerinden tam bir
sene geçince ona taç giydirdi ve ona kendi kılıcını kuşandırdı, ona altından
bir taht hazırladı. Bu taht inci ve yakutla süslüydü. Üzerine kalın ipekten bir
elbise giydirdi. Oturduğu tahtın uzunluğu otuz zira, eni on zira idi. Üzerinde
otuz döşek, altmış tane de yastık vardı. Daha sonra ona dışarı çıkmasını emretti.
O da dışarıya başında taç olduğu halde çıktı. Kar gibi beyaz bir teni ve ayı
andıran bir yüzü vardı. Onun yüzüne bakan yüzünün berrak rengini görürdü.
Tahta oturdu ve bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise
evine hanımlarının yanına gitti ve Mısır'ın yönetim işini Hz. Yûsufa havale
etti. Kıtfîr'i görevinden alarak Yûsuf'u onun yerine tayin etti.
İbn Zeyd der ki: Mısır hükümdarı Fir'avun'un yiyeceklerin dışında pek
çok hazineleri de vardı. O bütün yetkisini Yûsufa teslim etmişti, o günlerde de
Kıtfîr öldü. Hükümdar Hz. Yûsuf u Aziz'in karısı Raîl ile evlendirdi. Onun yanına
girdiğinde: Bu senin daha önce istemiş olduğun şeyden daha hayırlı değil mi?
dedi. Hanimi: Ey doğru sözlü, beni kınama. Ben senin gördüğün gibi güzel
"bir kadın İdim, fakat benim eski kocam ise kadınlara yaklaşamıyor-du ve
sen de Allah'ın sana verdiği böyle bir güzelliğe sahip idin, o bakımdan ben
senin etkinin altına girdim. Hz. Yûsuf, Raîl'in bakire olduğunu gördü. Hz.
Yûsuf'un ondan tfraîm ve Menşa' adlarında iki oğlu oldu.
Vehb b. Münebbih de der ki: Yûsuf un Aziz'in karısı Zeliha ile evlenmesi
kardeşlerinin Mısır'a iki girişi arasındaki sürede olmuştu. Şöyle ki Zeliha'nın
kocası, Yûsuf henüz hapisteyken ölmüştü. Elindeki malı gitmiş ve Yûsuf'a ağladığından
gözlen de kör olmuştu. Zeiiha insanlardan dilenir olmuştu, onlardan kimisi o
kadına acıyor, kimisi de acımıyordu. Yûsuf ise haftada bir kavminin
büyüklerinden yaklaşık yüz kişilik bir kafile ile birlikte bineklere binerek
çıkıyorlardı.
Kadına: Onun görüneceği bir yerde bulunsan, beiki bir şeyler vererek senin
yardımına koşar.
Daha sonra ona: Hayır böyle bir şey yapma, belki bu sefer daha önce senin
ona karşı yaptığın, ondan murad almak, hapse atılması gibi hususları hatırlar.
Bu sefer sana kötüiük yapar.
Zeliha: Ben sevdiğimin huyunu sizden daha iyi bilirim, dedi. Daha sonra
kafilesiyle birlikte çıkacağı vakte kadar ona görünmedi. Kafileyle birlikte
çıktığı sırada, bulurfüuğu yerde ayağa kalkıp sesi çıkabildiği kadar şöyle dedi:
Masiyetleri sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaatleri sebebiyle de köleleri
hükümdar yapanın şanı ne yücedir!
Hz. Yûsuf: Bu ne oluyor? deyince, onu yanma getirdiler. Kadın: Ayaklarınla
sana hizmet eden, elleriyle saçlarını tarıyan kadın benim. Sen benim evimde
büyüdün, sana iyi baktım, fakat ben cehlimden ve haddi aşkınhğımdan ötürü malum
kusurları işledim. Yaptığım bu işin vebalini çektim, mahm da gitti, gücüm
sarsıldı, zilletim uzadı, gözüm kör oldu. Mısır ahalisi arasında gıbta olunan
bir kadınken şimdi onların acıdığı bir kadın oldum. İnsanlardan avuç açıp
dileniyorum, kimisi bana acıyıp merhamet ediyor, kimisi acımıyor. İşte fesad
çıkartanların cezası budur.
Yûsuf uzun uzun ağladı, sonra ona şöyle dedi: Peki eskiden kalbinde bana
karşı duyduğun sevgiden şu anda içinde bir şeyler artık hissedebiliyor musun?
Kadın şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim, yüzüne bir defa bakmak benim için
dünyadan ve ondaki her şeyden daha sevdiğim bir şeydir, ama sen bunun yerine,
bana kamçının bir ucunu elime ver. Kamçının ucunu eline verdi, kadın onu alıp
göğsünün üzerine koydu. Hz. Yûsuf kalbinin hafakanından dolayı, elinde
kamçının sallandığını gördü, ağladı. Sonra da evine gitti.
Kadına bir elçi gönderdi: Eğer dul isen seninle evlenebilirim, eğer
evli isen seni ihtiyaçtan kurtarabilirim. Kadın elçiye: Hükümdarın benimle alay
etmesinden Allah'a sığınının. O ben gençken, zenginken, malım ve gücüm
yerindeyken beni istememişti de bugün acuze, kör ve fakir bir kadınken mi beni
istiyor.
Elçi Hz. Yûsuf a kadının söylediklerini bildirdi. İkinci hafta Hz.
Yûsuf kafilesiyle birlikte çıkınca yine kadın yoluna çıktı. Bu sefer Hz. Yûsuf
ona şöyle dedi: Elçi sana bizim söylediklerimizi bildirmedi mi? Kadın: Ben de
sana bir defa yüzüne bakmamın benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha
sevimli olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Hz. Yûsuf emir verdi, kılık
kıyafeti düzeltilerek hazırlandı. Sonra da Hz. Yûsuf a zifafa getirildi. Hz.
Yûsuf kalkıp namaz kıldı, Allah'a dua etti. Zeliha da arkasında durdu. Yüce Allah'tan
ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etmesini diledi, Allah da ona
gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etti. O kadar ki ondan murad almak
istediği günden daha da güzel oldu.
Bu ise Allah'ın haramlarından uzak kalıp iffetini muhafaza etmesine karşılık
Allah'ın Hz. Yûsuf a bir lutfu idi. Hz. Yûsuf ona yaklaştığında bakire olduğunu
gördü. Ona durumu sorunca kadın şu cevabı verdi: Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam
kısırdı, kadınlara yaklaşamıyordu. Sen ise anlatılamayacak derecede bir güzelliğe
sahiptin.
Böylelikle rahat ve huztır içerisinde yaşadılar. Hergün Allah onlan
yeni bir hayırla karşı karşıya getiriyordu. Hz. Yûsufun ondan îfraîm ve Menşâ
adında iki oğlu oldu.
Nakledilen rivayetler arasında şu da vardır: Yüce Allah Hz. Yûsuf'un
kalbine hanımının kalbindeki sevgisinin kat kat fazlasını koydu ve ona şöyle
dedi: Sana ne oluyor ki ilk seferki gibi beni sevmiyorsun deyince, kadın ona şu
cevabı vermişti: Yüce Allah'ın sevgisinin tadını aldıktan sonra bu beni
herşeyden
[197]alıkoydu.[198]
Kimi ilim adamı der ki: Bu âyet-i kerîmeden, faziletli bir insanın
facir bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının mubah olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine
karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısıyla göreve getirilen bu salih
insan o işte dilediği gibi ıslahat yapabilmelidir. Şayet salih insanın işleri
facir kimsenin tercihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey
caiz olmaz.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Böyle bir iş Hz. Yûsuf a has İdi.
Bugün böyle bir şey caiz değildir. Ancak birinci görüş sözünü ettiğimiz şarta
bağlı kalmak kaydıyla daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Maverdî der ki: Şayet görev başına getiren kişi zalim ise, insanlar
onun verdiği görevi kabul etmenin caiz olup olmadığı hususunda iki ayrı görüş
ortaya atmışlardır.
Bu iki görüşten birisine göre göreve getirilen kişi görevinde hakka
göre amelde bulunursa caizdir. Çünkü Hz. Yûsuf Firavun tarafından görev başına
getirilmiştir ve çünkü Hz. Yûsuf için göz önünde bulundurulması gereken bizzat
kendisinin fiili ve uygulamasıdır. Başkasının fiili değildir.
İkinci görüşe göre ise, böyle bir görevin kabul edilmesi caiz değildir.
Çünkü onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle zalimlere yardım
edilmiş olur, onların işleri kabul edilerek o zalimler tezkiye edilmiş
olurlar.
Bu görüşü kabul edenler Hz. Yûsuf un Firavun'un tevcih ettiği görevi kabul
etmesi ile ilgili iki türlü cevap verirler:
1- Hz. Yûsuf'un dönemindeki
Firavun salih bir kişi idi. Azgın kişi Hz. Musa dönemindeki Firavun'du.
2- Hz. Yûsuf onun amel ve
işlerini değil, mülklerinin nezaretini üstlenmişti. O bakımdan bu konuda Hz.
Yûsuf'un sorumlu olması söz konusu değildir.
el-Maverdî der ki: Bu iki görüşün mutlak olarak kabul edilmesinden ziyade
daha sahih olan zalim tarafından tevcih edilen görevin üç kısma ayrılarak ele
alınmasıdır.
1- Bu işe ehil olan
kimselerin, bu işi yerine getirmeleri esnasında içtihada bağlı olmaksızın
yapabilmeleri caiz olan işler. Zekat ve sadakalar gibi görevlerin zalimlerden
alınması caizdir. Çünkü bu gibi şeylere dair hak sahipleri ile alakalı nass,
bu konuda ayrıca içtihada yer bırakmamaktadır. Bu işin erbabı olan kimselerin
bunu tek başına yapabilmelerinin caiz olması da başkalarını taklide gerek
bırakmamaktadır.
2- Tek başlarına kararlaştırıp
yapmaları caiz olmayan ve harcama yeri konusunda içtihad gereken işler. Fey'
mallan gibi. Bu malların dağıtımı ile ilgili görevin zalim bir kimseden
alınması caiz değildir. Çünkü zalim hak olmayan şekilde tasarrufta bulunur ve
hakedilmeyen hususlarda da İçtihad eda-.
3- Ehil kimselerin kabul
etmeleri caiz olan ve içtihadın da söz konusu olduğu görevler. Bir takım kazai
meseleler ve ahkâma dair hususların görevi gibi. Böyle bir durumda görev başına
getirme akdr geçersizdir. Eğer bu işlere bakmak karşılıklı olarak razı olan
iki kişi arasındaki bir hükmü uygulamak için ise yahut mecbur kalmış iki kişi
arasında bir vasıta olmak durumunda ise caiz olur. Şayet bu görev dolayısıyla
verilecek hüküm bağlayıcılık ve zorlayıcıhk ifade ediyor ise, caiz olmaz.[199]
Yine âyet-i kerîme bir kimsenin ehil olduğu bir göreve talib olmasının
caiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Denilse ki: Müslim, Abdu'r-Rahman b.
Semura'dan şöy]e dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bana şöyle buyurdu:
"Ey Abdu'r-Rahman, emirliği isteme! Çünkü eğer sen istedin diye emirlik
sana verilecek olursa, sen o işinle başbaşa bırakılırsın. Şayet o emirliği İstemeksizin
sana verilecek olursa, o göreve karşı sana yardım olunur."[200]
Ebu Burde'den dedi ki: Ebu Musa (el-Eşârî) dedi ki: Beraberimde
Eş'arîler-den iki kişi ile birlikte Peygamber ('sav)ın huzuruna vardım. Bu iki
kişiden birisi sağımda, birisi solumda idi. Her ikisi de (kendilerine) görev
verilmesini istediler. Peygamber (sav) ise misvaklanıyordu. "Ey Ebu Musa!
-veya: Ey Abdullah b. Kays-" ne dersin?" diye buyurdu. Ebu Musa dedi
ki: Ben de: Seni hak ile gönderen hakkı için yemin ederim. Bana içlerinde neyi
sakladıklarını bildirmemişlerdi ve ben onların görev isteyeceklerinin farkına
bile varmadım. Şimdi misvakının, büzülmüş dudağı altında iken onu görüyor gibiyim.
Şöyle buyurdu: "Biz bu isterimizin başına onu İsteyen kimseleri görevlendirmeyiz
-ya da asla görevlendirmeyiz...-" diyerek hadisin geri kalan bölümünü
nakletti. Bu hadisi de yine Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[201]
Buna verilecek cevab:
1- Yûsuf (a.s)ın görev
istemesinin sebebi adalet, ıslâh, fakirlere haklarının ulaştırılması işlerinde
kendisinin yerini tutacak kimsenin olmadığını bilmesi idi. O bakımdan böyle
bir işi yapmanın kendisi için farz-ı ayn olduğunu gördü. Çünkü orada ondan
başka bu işi yapacak kimse yoktu. Günümüzde de hüküm aynıdır. Eğer bir kimse
kendisinin hakimlikte veya hisbe görevinde hakkı uygulayacağını bilmekle
beraber, onun yerini tutacak uygun bir kimse olmadığını da biliyor ise böyle
bir görevi kabul etmesi onun için müteayyin (kaçınılamaz) olur. Böyle bir
görevi üstlenmesi de, istemesi de icab eder. Bununla birlikte böyle bir görevi
İsteme hakkını kendisine kazandıran niteliklerinden ilmi yetkinliğini,
yeterliliğini vb. niteliklerini de bildirmelidir. Tıpkı Yûsuf (a.s)in dediği
gibi. Ama bu işi yapabilecek başkaları var ve başkaları buna elverişli
bulunuyor, kendisi de durumu biliyor ise, evla olan görev istememesidir. Çünkü
Hz. Peygamber Abdu'r-Rahman b. Semura'ya: "Emirlik isteme" diye
buyurmuştur. Aynı şekilde afetlerinin çokluğunu ve ondan kurtulmanın zorluğunu
bilmekle birlikte bu gibi görevleri isteyip, onları almaya haris olmak, o
kimsenin o görevi kendi nefsi ve maksatları için istediğinin delilidir. Bu
durumda olan bir kimsenin ise nefsine yenik düşerek helak olması, uzak bir
ihtimal değildir. İşte Hz. Peygamber'in: "O işiyle başbaşa bırakılır"
buyruğunun anlamı budur. Böyle bir görevin afetlerini bildiği ve bu görevin
haklarını yerine getirmekte kusurlu hareket edeceğinden korktuğu için bu görevi
kabul etmeyip ondan kaçan bir kimse ise, buna rağmen böyle bir görev ile
sınanacak olursa, ondan kurtulabilmesi umulur. İşte Hz. Peygamber'in: "Bu
göreve karşı ona yardım olunur" buyruğunun anlamı budur.
2- Hz. Yûsuf ben şerefliyim,
iyi bir mevki sahibiyim dememiştir. Her ne kadar o Hz. Peygamber'in buyurduğu
gibi "kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerim olan İbrahim oğlu İshak oğlu
Ya'kub oğlu Yûsuf idiyse de yine aynı şekilde Hz. Yûsuf: Ben güzei ve iyi bir
kimseyim de demeyerek o "çünkü ben iyice koruyanını, bilenim"
demiştir ve koruyuculuk sıfatı ve ilmi dolayısıyla bu görevi istemiştir. Neseb
ve güzelliğine bağlı olarak istememiştir,
3- Hz. Yûsuf bu sözlerini
kendisini tanımayanın nezdinde söylemiştir ve kendisini tanıtmak istemr|tir.
Dolayısıyla bu tutumu yüce Allah'ın: "Artık kendinizi temize
çıkarmayınız" (en-Necm, 53/32) buyruğundan bir istisnadır (kapsamına
girmez).
4- Hz. Yûsuf böyle bir görevi
istemenin kendisi İçin farz-ı ayn olduğunu görmüştür. Çünkü orada bu göreve
layık ondan başka kimse yoktu. Daha kuvvetli görülen görüş de budur. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.[202]
Yine
âyet-i kerîme insanın kendisini sahip olduğu ilim ve fazilet nitelikleriyle
vasfetmesinin caiz olduğuna delildir. el-Maverdî der ki: Ancak bu bütün
niteliklerde genel olarak ve mutlak değildir. Bu durumun özel şartları vardır
ki, kişinin akrabalık hukukunu gözetmesi yahut zahiren bir kazanca taalluk
etmesi hallerine has bir durumdur. Bunun dışındaki hallerde ise bu yasaktır.
Çünkü bu durumda insan kendisini tezkiye etmiş, temize çıkarmış, riyakârlık
yapmış olabilir. Eğer ondan daha faziletli olan bir kimse onun özelliklerini
söyleyecek olsa, elbetteki bu o kimsenin faziletine daha yakışır. Ama Hz.
Yûsuf önceden başından geçenler ve aile efradına kavuşabilme umudu gibi sebebler
dolayısıyla zaruret gereği, kendisini bu şekilde takdim etmiş
[203]idi.[204]
56. İşte böylece o yerde Yûsuf
a iktidar verdik. O, orada dilediği yerde konaklardı. Rahmetimizi dilediğimize
veririz, iyi hareket edenlerin de ecrini boşa çıkarmayız.
57.
Âhİret mükâfatı ise iman
edip de takvaya devam edenler için elbette daha hayırlıdır.
"İşte böylece o yerde Yûsuf a iktidar verdik. O, orada dilediği
yerde konaklardı." Yani onu hükümdarın kalbine yaklaştırmak, onu hapisten
kurtarmak suretiyle, ona nimetler ihsan etmiş olduğumuz gibi aynı şekilde ona
yeryüzünde imkân da verdik. Yani onu dilediğini gerçekleştirebilme İktidarına
sahip kıldık.
el-Kiyâ et-Taberî der ki: Bu buyrukta, mubah olan bir şeye, başkasının
gıbta edeceği bir duruma, salah bulunan bir hale ve hakları elde etmeye ulaşmak
hususunda hile (yol ve çare) aramanın, caiz olduğuna delil vardır. Yüce
Allah'ın: "Eline bir demet sap al, onunla vur ve yeminini bozma!".
(Sâd, 38/44) buyruğu da bunun gibidir. Ebû Saîd el-Hudrî'nin, Hayber'deki âmil
İle Rasûlullah (sav)a ödediği hurma ve söylediği sözler ile ilgili hadis de bu
kabildendir.[205]
Derim ki: İleride de geleceği üzere bu görüş merduttur.
"Ona iktidar verdik" anlamında ve diye kullanılır. Yüce Allah
da şöyle buyurmaktadır: "Onları size vermediğimiz bir iktidarı vererek
yeryüzünde yerleştirmiş, iktidar vermiş idik." (el-En'âm, 6/6)
Taberî der ki: Büyük hükümdar olan el-Velİd b. er-Reyyân, Yûsuf u
Itfîr'in görevinin başına getirdi ve Itfir'i azletti. Mücahid der ki; Aynca bu
büyük hükümdar Hz. Yûsuf un önünde İslâm dinini kabul etti.
İbn Abbas der ki: Hükümdar onu birbuçuk sene sonra hükümdarlığa getirdi.
MukaüTin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Şayet
Yûsuf ben inşaallah iyice koruyanım, bilenim demiş olsaydı, derhal hükümdarlığa
getirilirdi."
Daha sonra Itfîr öldü. Hükümdar el-Velid de Hz. Yûsufu Itfîr'in eşi
Râil ile evlendirdi. Hz. Yûsuf onunla gerdeğe girdiğinde bakire olduğunu gördü.
Râîl'den İfraîm ve Menşâ adında iki oğlu oldu.
Bu
kadının Zeliha olduğunu söyleyenler de derler ki: Hayır, Hz. Yûsuf onunla
evlenmedi. Zeliha onu kafilesi ile birlikte görünce ağladı, sonra da: Masiyet
sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaat sebebiyle de köleleri hükümdar yapan
Allah'a bamdolsun, dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf onu da evine aldı ve onun
yanında ölünceye kadar baktığı kimseler arasında bulundu. Yûsuf (a.s) onunla
evlenmedi. Bu açıklamaları da el-Maverdî zikretmiştir. Bu açıklamalar daha önce
Vehb'den nakledilen açıklamalardan farklıdır, es-Sa'lebî de bunu zikretmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hükümdar Mısır yönetim işini Hz. Yûsuf a devredince, Hz. Yûsuf insanlara
güzel bir şekilde davrandı, onları İslâm'a davet etmeye koyuldu ve kendisine
iman edinceye kadar onlara daveti sürdürdü. Aralarında adeleti uyguladı,
erkekler kadınlar ondan memnun kaldı, onu sevdi.
Vehb, es-Süddî, İbn Abbas ve başkaları derler ki: Bundan sonra bolluk
ve verimli yıllar girdi. Hz. Yûsuf insanlara tarlaları düzeltmelerini, ıslah
etmelerini emretti, alabildiğine ekin ekmelerini söyledi. Mahsuller yetişince
verdiği emirle mahsuller toplandı, sonra da bu mahsuller için mahzenleri inşa
etti. O sene toplanan.mahsuller o kadar çoktu ki, mahzenlere sığmadı. Aynı
şekilde her yılın mahsullerini böylece topladı ve bu mahsulü bol yedi yıl
bitene kadar böylece sürüp gitti. Daha sonra ise kıtlık ve kuraklık yıllan geldi.
Hz. Cebrail inerek şöyle dedi: Ey Mısır halkı aç kalınız. Allah onlara yedi
yıl süreyle açlığı musallat etti.
Bazı hikmet ehli kimseler şöyle demiştir; Açlığın ve kıtlığın iki
alameti vardır. Birincisi nefis yemeği adeten görülenden daha fazla sever ve
önceki halinden farklı olarak daha çabuk acıkır, yeterinden fazla yiyecek
ister ve alır İkincisi ise yiyecek bulunmaz ve rahatlıkla elde edilemez olur,
son derece kıt olur. İşte bu iki alamet te Hz. Yûsuf döneminde bir araya
gelmişti. Erkekler, kadınlar, çocuklar: "Açlık, açlık" diye
bağrışarak uyandılar. Yiyiyor fakat doymuyorlardı. Hükümdarda uyandığında
"açlık, açlık" diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Yûsuf ona dua etti.
Allah da onun bu hastalığını İyileştirdi. Daha sonra Hz. Yûsuf bütün Mısır
topraklarında: Ey insanlar diye seslendi. Sizden hiç kimse hiçbir şey ekmesin.
Çünkü tohum da zayi olacak ve hiçbir şey bitmeyecektir.
Bu kıttık seneleri' anlatılamayacak kadar büyük dehşetlerle geldi.
İbn Abbas der ki: Kıtlık başladığı sırada hükümdar gece yarısında
acıkıverdi. Ey Yûsuf! Açlık, açlık diye seslendi. Hz. Yûsuf da: İşte kıtlık
zamanlan geldi, dedi. Kıthk yıllarının ilki başlayınca bolluk yıllarında
hazırlamış oldukları herşey o ilk yılda tükenip bitti. Bu sefer Mısır halkı
Hz. Yûsuf dan yi--yecek almaya başladılar. İlk yıl onlara nakit para
karşılığında yiyecek sattı. Nihayet Mısır'da Hz. Yûsuf'un eline geçmedik tek
bir dinar ve dirhem kalmadı.
İkinci yıl süs eşyaları ve mücevherat karşılığında onlara sattı.
Kimsenin elinde mücevherat ve süs eşyası namına bir şey kalmadı.
Üçüncü yıl davar ve binek karşılığında sattı. Nihayet bütün davar ve bineklerini
kendisi eline geçirdi.
Dördüncü yıl köle ve cariyelere karşılık onlara satış yaptı ve onların
hepsi nihayet eline geçti.
Beşinci yıl ev ve tarlaları karşılığında satış yaptı. Bunların hepsine
sahip oldu.
Altıncı yıl ise çocuklarına ve kadınlarına karşılık yiyecek sattı.
Hepsini köleleştirdi.
Yedinci yıl ise bizzat kendilerinin köleliği kabul etmeleri
karşılığında satış yaptı. Yedinci yılda İse Hz. Yûsuf un kölesi olmadık tek
bir hür ve köle kalmadı.
Bunun üzerine insanlar şöyle dedi: Allah'a yemin ederiz. Biz bundan daha
üstün ve daha büyük bir mülk görmedik.
Bunun üzerine Hz. Yûsuf Mısır hükümdarına şöyle dedi: Rabbimin bana
ihsan ve bağışında yaptıklarını nasıl buluyorsun? İşte şimdi bütün bunlar senindir.
Bu konuda görüşün nedir? Hükümdar ona şöyle dedi: İşi sana havale ediyorum,
sen dilediğini yap, biz sana tabiyiz. Ben sana itaatten yüz çevirecek bir
kimse değilim ve ben de ancak senin kölelerinden birisiyim, senin
hizmetkârlarından bir hizmetkârım.
Buna karşılık Yûsuf (a,s) şöyle dedi: Ben onları köleleştireyim diye,
on-lan açlıktan kurtarmadım. Ben onların başına bela olayım diye, onları beladan
korumadım. Allah'ı da şahit tutarak, seni de şahit tutarak söylüyorum ki, bütün
Mısır halkını hiçbir fert hariç olmamak üzere hepsini azad ediyorum. Mallarını,
mülklerini onlara geri veriyorum. Senin de mat mülkünü sana benim yolumdan
gitmen şartıyla geri veriyorum.
Rivayet edildiğine göre Yûsuf (a.s) da o yıllar zarfında yediği
yemeklerle karnını doyurmadı. Kendisine: Yeryüzü hazineleri elinde olduğu
halde aç mı kalıyorsun? denilince, şu cevabı verdi: Karnımı doyurursam aç
olanları unutacağımdan korkarım. Hz. Yûsuf hükümdarın alıcısına da yemeğini
günün ortasında vermesini emretti. Taki hükümdar da açlığın tadını görsün.
İşte o zamandan beri hükümdarlar yemeklerini günün ortasında yemeğe
başladılar.
Yüce Allah'ın: "Rahmetimizi dilediğimize veririz” buyruğu ise
ihsanımızla dilediğimize veririz, demektir. Rahmet ise nimet ve ihsan
demektir, "İyi hareket edenlerin de ecrini" yani mükâfatını
"boşa çıkarmayız."
İbn Abbas ve Vehb iyi hareket edenlerle, sabredenleri kastetmektedir,
demişlerdir. Çünkü Hz. Yûsuf kuyuda iken sabretti, köle iken, zindanda iken
sabretti. Kadının kendisini davet ettiği, Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı
sabretti.
el-Maverdî der ki: Hz. Yûsufa bu "iyi hareket edenler"
halinden neyin verildiği konusunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu
yüce Allah'ın onu sınamasına karşılık verdiği sevab ve mükâfattır. İkinci
görüşe göre yüce Allah ona bunu ayrıca bir lütuf ve İhsan olmak üzere
vermiştir. Bununla beraber sevab ve mükâfatı da âhirette olduğu gibi
kalmıştır.
Yüce Allah'ın: "Âhiret mükâfatı ise... daha hayırlıdır"
buyruğuna gelince, yani bizim âhirette ona vereceklerimiz ona dünyada
verdiklerimizden çok daha hayırlı ve daha fazladır. Çünkü âhiretin mükâfatı
devamlıdır, dünya mükâfatı ise kesilir. Âyetin zahiri takva sahibi her mü'min
hakkında umumi olduğu şeklindedir. Şu beyitler (bu konuda) nakledilmektedir:
"Allah'ın Rasûlü Yûsufda, senin gibi zulüm ve iftiraya uğrayarak
Hapsedilmiş birisine örnek alınacak bir taraf yok mu? O bir süre hapiste güzel
bir sabır ile kaldı; Bu güzel sabrı sonunda onu hükümdar yaptı."
Şairlerden birisi de bir arkadaşına şunları yazmıştır:
"Korku dar boğazının arkasında emniyetin geniş alanı vardır.
Kendisinden dolayı sevinilen ilk şey hüznün aon demidir. O bakımdan asla
ümidini kesme, çünkü yüce Allah Yûsuf a Zindandan kurtardıktan sonra
hazinelerinin mülkünü verdi."
Yine bir şair şunu söylemiştir:
"Gelen musibetler son haddine ulaşıp da bunlardan dolayı kalpler
Eriyecek noktaya vardı mı, Bela yerleşip teselli azaldı mı, İşte bu son noktada
kurtuluş olur."
Bu kabilden şiirler pek çoktur.[206]
58.
Yûsuf un kardeşleri gelip
onun huzuruna girdiler. O kendilerini tanıdığı halde, onlar onu tanımadılar.
Yüce Allah'ın: "Yûsuf un kardeşleri gelip..." buyruğu, Yûsuf
un kardeşleri kıtlık musibetine duçar olduklarında azık almak kastıyla Mısır'a
geldiler, demektir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in oldukça mucizevî özlü
ifadelerindendir.
İbn Abbas ve başkaları derler ki: İnsanlar kıtlık ve darlık musibetine
mübtelâ olup da Ken'ân diyarına da bu musibetler gelince Ya'kub (a.s) çocuklarını
azık alıp getirmek üzere gönderdi.
Hz. Yûsuf’un yumuşaklığı, yakınlığı, şefkat ve merhameti, adaleti ve güzel
uygulamaları dört bir yana yayıldı. Hz. Yûsuf kıtlık baş gösterince alışveriş
yapıldığında bizzat kendisi oturur ve sayılarına göre onlara yiyecek verirdi.
Herbir kişi başına bir vesk veriyordu.
"Yûsuf un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O" Yûsuf
"kendilerini tanıdığı hâlde onlar onu tanımadılar." Çünkü Yûsuf u
küçük bir çocukken terketmişlerdi. Onun köleliğinden sonra uzun bir süre
geçmişken -ki bu kırk yıldı- böyle bir saltanata ulaşabileceğini hatırlarına
getirmemişlerdi.
Bir diğer açıklamaya göre onu tammayışlan bu hükümdarın kâfir bir hükümdar
olduğuna inanmaları idi. Bir diğer görüşe göre onun ipek elbise giydiğini,
boynunda altın bir gerdanlık olduğunu, başında bir taç bulunduğunu gördüler.
Mısır Firavunu kıyafetini giymiş buldular. Hz. Yûsuf İse onları önceki elbise
ve kılıklarında gördü.
Bununla birlikte onların Hz. Yûsuf'u bir perde arkasından
gördüklerinden tanımamış olmaları ihtimali de vardır.
Bir diğer açıklamaya göre onu harikulade bir durum sebebiyle tanıyamadılar.
Bu da yüce Allah'ın Hz. Ya'kub'u imtihanlarından bir imtihanı idi.[207]
59. Yüklerini hazırlayınca dedi
ki: "Bana baba bir kardeşinizi de getirin. Görüyorsunuz kî ben ölçeği tam
veriyorum ve ben misafirperverlerin en iyîsryim.
60. "Eğer onu bana
getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır. Bana da
yaklaşmayın."
61. "Ne yapıp edip onu
babasından almaya çalışacağız. Herhalde yaparız8 dediler.
"Yüklerini hazırlayınca" buyruğunda geçen;
"Hazırladı" fiili şeklinde kullanılır kî, ben onlar için yol
hazırlıklarını elimden geldiğince yaptım, demektir. "Gelin çeyizi"
İse gelinin kocasına götürüldüğü vakit gerek duyulan şeylere denilir. Bazı
Kûfeliler ise bu kelimenin "cihaz" şeklinde "cim" harfi
esreli olarak kullanılmasını da uygun karşılamışlardır. Bu âyet-i kerîmede
cihaz (yol hazırlığı), Hz. Yûsuf un yanından aldıkları azıktır.
es-Süddî der ki: Yûsuf'un kardeşleri ile birlikte -kendileri on kişi
oldukları halde- onbir deve vardı. Hz. Yûsuf'a: Geride bıraktığımız bir
kardeşimiz de var. Devesi de bizimle birliktedir, dediler. Hz. Yûsuf onlara
niçin geride kaldığını sorunca, onlar: Babasının ona olan sevgisinden ötürü,
diyerek bu kardeşlerinin kendisinden daha büyük bir başka kardeşinin olduğunu
ve çöle çıkıp öldüğünü söylediler. Hz. Yûsuf onlara: Sözünü ettiğiniz bu
kardeşinizi görmek isterdim ki, böylece babanızın onu niçin sevdiğini ve sizin
de doğru söyleyip söylemediğinizi anlamış olurdum.
Yine rivayet edildiğine göre onlar Hz. Yûsuf'un yanında öz kardeşi
Bün-yamin'i getirinceye kadar Şemûn'u rehin bıraktılar.
İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf tercümana: Onlara de ki dedi: Sizin
diliniz, bizim dilimizden farklıdır. Kıyafetiniz de, kıyafetimizden farklıdır.
Siz casus olabilirsiniz. Onlar: Allah'a andolsun ki biz casus değiliz. Aksine
biz aynı babanın oğullarıyız, o da yaştı, oldukça doğru sözlü bir zattır. Hz.
Yûsuf onlara: Kaç kişisiniz deyince, onlar: Biz aslında aniki kardeş idik.
Kardeşlerimizden birisi çöle gitti ve orada öldü. Diğeri nerede? diye sorunca,
babamızın yanında, dediler. Bu sefer: Peki sizin doğru söylediğinizi bilen var
mı? diye sordu. Onlar da: Burada kimse bizi tanımıyor ki, dediler. Biz sana
nesebimizi söylemiş bulunuyoruz, artık senin kalbini bizden yana neyle
rahatlatabiliriz? Bunun üzerine Hz, Yûsuf: "Bana baba bir kardeşinizi d«
getirin." Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz dedi, çünkü ben bu şekilde
razı olabilirim. "Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam olarak veriyorum."
Yani onu tam ve eksiksiz olarak veriyorum, bir de kardeşiniz adına size bir
deve yükü daha fazladan veriyorum. "Eğer onu bana getirmezseniz artık
sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" sözleriyle, eğer
kardeşlerini getirmeyecek olurlarsa onlara yiyecek satmayacağını söyleyerek
tehdit etti.
"Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum" buyruğunun iki
anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi, Hz. Yûsuf onlara daha ucuz fiyata
yiyecek sattı, böylelikle tartı olarak daha fazla alabildiler. İkincisi ise
onlara (herkese yaptığı gibi) tam ölçekle ölçüp verdi.
"Ve ben misafirperverlerin en iyisiyim" buyruğu da iki anlama
gelir. Birincisine göre ben misafir ağırlayanların en iyisiyim, demektir.
Çünkü Hz. Yûsuf gerçekten onlara iyi muamele etmiş, iyi ağırlamıştı. Bu
açıklamayı Mücahid yapmıştır.
İkincisi de ihtimal dahilinde olan bir açıklamadır. Yani güvenilir
kimseler arasında misafir olduğunuz şahısların en lıayıdısıyım.
"Misafir ağırlayanlar" kelimesi, birinci açıklamaya göre
"yemek" demek olan; dan alınmadır, İkinci açıklamaya göre ise ev
anlamındaki kelimesinden alınmadır.
"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz
olmayacaktır." Bundan sonra size hiç yiyecek satmayacağım. Çünkü o bu durumda
onların hakettikleri ölçüyü eksiksiz vermiş idi. "Bana da yaklaşmayın"
yani o takdirde ben sizleri yanımda yakın kimseler gibi ağırlamayacağım. O bu
sözleriyle kendisinden uzak kalmalarını ve bir daha yanına dönmemelerini
kastetmemişti. Çünkü onları geri dönmeye teşvik etmişti.
es-Süddî der ki: Geri dönsünler diye onlardan rehin dahi istemişti. O
bakımdan Şemûn onun yanında rehin kalmıştı.
el-Kelbî der ki: Aralarından Şemûn'u seçmesinin sebebi, kendisini kuyuya
attıkları gün aralarında en güzel sözlü ve görüşü en iyi olanın o olmasından
dolayı idi.
"Bana yaklaş(may)ın" kelimesi nehy dolayısıyla cezm
mahallin-dedir. Bundan dolayı onun sonundaki "nun" ve "ya"
hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime âyet sonudur. Eğer bu fiil haber olmuş olsaydı,
"nun'un harekesinin üstün olması gerekirdi.
"Ne yapıp edip, onu babasından almaya çalışacağız." Yani
babasından onu bizimle beraber göndermesini isteyeceğiz. "Herhalde
yaparız, dediler."
Yani
onu beraberimizde getirmeyi taahhüd ediyoruz, bunun için gerekli yollara baş
vuracağız. Şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Yûsuf kardeşinin getirilmesini
istemekle babasının yeni bir üzüntüye düşmesini nasıl kabul edebildi. Böyle bir
soruya dört türlü cevap verilebilir:
1- Yüce Allah'ın Hz. Ya'kub'un
sevap ve ecri daha da büyük olsun diye onu ibtila etmek üzere böyle bir şeyi
emretmiş olması, Hz. Yûsuf un da bu hususu yüce Allah'ın emrine uymuş olması
mümkündür.
2- Bununla Hz. Yûsuf, Hz.
Ya'kub'un, kendisinin durumuna dikkatini çekmek istemiş olması da mümkündür.
3-
İki oğlunun da dönmesi ile
Ya'kub'un sevincinin iki kat artması İçin bunu yapmış olabilir.
4- Diğer kardeşlerinden önce
öbür kardeşiyle bir araya gelmek suretiyle onun daha erken sevinmesini
istemişti. Çünkü ona karşı Özel bir eğilimi vardı. Ancak birinci açıklama daha
kuvvetli görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[208]
62. Memurlarına dedi ki:
"Bedellerini yüklerinin İçine koyuverin. Belki ailelerine dönünce, bunun
farkına varırlar da yine geri dönerler."
Yüce Allah'ın: "Memurlarına dedi ki" buyruğundakh;
"memurlarına" lafzını Medineliler, Ebu Amr ve Âsim: şeklinde
okumuşlardır. Ebu Hatim, en-Nehhâs ve diğerlerinin tercih ettiği kıraat şekli
de budur. Ancak diğer Kû-feliler ise bunu; şeklinde okumuşlardır ki Ebu
Ubeyd'in tercih ettiği kıraat budur. Ebu Ubeyd der ki: Bu kelime Abdullah (b.
Mes'ud)un Mushaf'ında da böyledir.
es-Sa'lebî der ki: Bunların İkisi de güzel iki ayrı söyleyiştir, tıpkı
(çocuk anlamındaki) sabi kelimesinin çoğulunun; şekillerinde gelmesi gibi.
en-Nehhâs der ki: kıraati büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir. Çünkü
büyük çoğunluğun kıraatinde elif de yoktur, "nûn" da yoktur. Üzerinde
büyük bir ittifakın hasıl olduğu böyle bir kıraat, bu munkatı' senede dayanarak
bırakılamaz. Aynı şekilde bu kelimenin; şeklinde çoğulunun yapılması,
şeklindeki çoğuldan daha uygun görünmektedir. Çünkü Araplara göre; asgari sayı
için kullanılır. Paraların tekrar yüklerin arasına az kimseler tarafından
konulabilmesi de daha uygun görünmektedir. Zaten bu memurlar da onların
yüklerini düzelten kimselerdi. İşte bundan dolayı onların paralarını yükleri
arasına koyma imkânını bulabildiler.
Bu memurların hür kimseler olup ona yardımcılar olmaları da mümkündür.
ise, onların (mealde olduğu gibi) aldıkları yiyeceklerin bedelleri de
olabilir.
Bu bedellerin dirhem ve dinar türünden olduğu söylenmiştir.
İbn Abbas der ki: Onların eşyalarından kasıt ayakkabılar, deriler ve
yolcunun eşyaları idi ki bunlara "ralıl: yük" denilir. İbnu'l-Enbarî
der ki: Kaba "rahP denildiği gibi, içinde kalman çadır ve benzerlerine de
"ralıl" denilebilir.
"Belki bunun farkına varırlar." Çünkü eşyaları yolda
esenlikle yerlerine ulaşmayabilir. Şöyle de denilmiştir; Hz. Yûsuf'un böyle
bir yola başvurması, bedellerini bulmaları halinde geri döneceklerini
bilmesidir. Çünkü onlar bedelsiz yiyecek kabul etmezlerdi.
Yine şöyle denilmiştir: Bu bedeller ile tekrar yiyecek satın almak için
geri dönsünler diye böyle yaptı.
Bir diğer açıklamaya göre Yûsuf (a.s) babasından ve kardeşlerinden
yiyeceklerin bedellerini almayı kendisi için çirkin görmüştü. Yine denildiğine
göre; bu yolla onun faziletini görsünler ve tekrar ona dönmeyi arzulasınlar
diye böyle yaptı.[209]
63.
Babalarına döndüklerinde
dediler ki; "Ey babamız! Artık bize ölçek ile azık verilmeyecek. Artık
kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım. Biz herhalde onu
koruyacağız."
64. Dedi ki: "Daha önceden
kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem, bunun hakkında da ancak o kadar
size güvenebilirim değil mi? Allah en hayırlı koruyucudur, O merhametlilerin en
nıerhajnetlisidir."
65. Zahire yüklerini açtıkları
zaman bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. "Ey Babamız!
dediler. Daha ne istiyoruz? İşte bu götürdüğümüz bedellerimiz de bize iade
edilmiş. Ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz. Bir deve yükü daha zahire
de alırız. Bu az bir ölçektir."
"Babalarına
döndüklerinde dediler ki: Ey Babamız! Artık bize ölçek İle azık
verilmeyecek," Çünkü Hz.Yûsuf kendilerine: "Eğer onu bana getirmezseniz,
artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60) demişti.
Babalarına başlarından geçen olayları, Hz. Yûsuf un kendilerine ikramlarını,
Şemûn'un da söyledikleri sözlerin doğruluğunu biiinceye kadar onun yanında
rehine kaldığını bildirdiler.
"Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek
alalım." Yani bu sırada; "Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder
de ölçek alalım" dediler.
"Ölçek alalım" kelimesi aslında; şeklinde olup cezm dola-yısı
ile "lam" harfinin ötresi hazfedildi, "elif" de iki sakin
arka arkaya geldiğinden dolayı hazfedildi.
Haremeyn halkı ile Ebu Amr ve Âsım'ın kıraati; Ölçek alalım" şeklinde
"nun" iledir. Diğer Kûfeliler ise; " Ölçek alsın" diye
okumuşlardır.
Birinci okuyuş Ebu Ubeyd'in tercihidir. Çünkü bu okuyuşa göre onların
hepsi ölçek ile alanlar asasına girerler. Ayrıca Ebu Ubeyd, eğer "ya"
ile olursa yalnız kardeş için olduğunu iddia etmiştir.
en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü bu
ifade iki cihetten birisiyle İlgilidir. Ya mana: Kardeşimizi de gönder, o da
bizimle birlikte Ölçek alsın, şeklindedir ve bu takdirde hepsi için ölçekle alma
söz konusu olur. Yahut da ifadede takdim ve te'hir söz konusu olmaksızın,
hepsine delil bulunur. Çünkü Hz. Yûsuf onlara: "Eğer onu bana getirmezseniz,
artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60.) demişti.
"Biz herhalde onu" ona bir kötülük gelmesine karşı
"koruyacağız."
"Dedi ki: Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi
isem, bunun hakkında da ancak o kadar size güvenebilirim değil mi?" Yani
siz Yûsuf u korumak hususunda gevşek ve kusurlu davrandınız. Nasıl olur da bu
kardeşini size güvenerek teslim edebilirim.
"Allah koruması en hayırlı olandır" şeklinde
"koruma" anlamındaki kelime temyiz olarak nasbedilmiştir ve bu
şekildeki kıraat Medinelilerin, Ebû Amr ve Âsım'ın kıraatidir. Diğer Kûfeliler
ise; " Koruyucu" kelimesini hal olarak okumuşlardır. ez-Zeccâc der
ki: Bu da temyizdir.
Bu buyrukta Hz. Ya'kub'un diğer oğlunu onlarla beraber göndermesi isteklerini
olumlu karşıladığına delil vardır. Âyetin anlamı da şöyle olur: Allah'ın onu
koruması, sizin onu korumanızdan daha hayırlıdır.
Ka'b el-Ahbâr der ki: Hz. Ya'kub: "Allah en hayırlı
koruyucudur" deyince, Yüce Allah da şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim
hakkı İçin, Bana tevekkül ettiğine göre, Ben senin iki oğlunu da sana geri
göndereceğim.
"Zahire yüklerini açtıkları zaman" diye başlayan buyrukta
içinden çıkılamayacak, anlamı müşkil bir ifade bulunmamaktadır. " Daha ne
istiyoruz?" ifadesindeki" Ne" edatı nasb mahallinde soru
edatıdır. Yani artık bunun ötesinde neyi istiyoruz? demektir. O bize tam
Ölçekle verdi, bir de bedellerimizi geri çevirdi. Bu sözleriyle babalarının
gönlünü hoş etmek istemişlerdi. Bu edatın nâfiye olduğu da söylenmiştir. Yani
biz senden ne para istiyoruz, ne de eşya. Bunun yerine bize geri çevirilen
bedellerimiz bize yeterlidir.
Alkame'den; "Bize iade edilmiş" anlamındaki buyruğunda
"ra" harfini (ötreli değil de.) esreli okuduğu rivayet edilmiştir.
Çünkü bu kelimenin asli; şeklindedir. "Dal" harfleri birbirine idgam
edilince, "dal"ın harekesi "ra" harfine nakledildi.
Yüce Allah'ın:" Ailemize erzak getiririz" yani onlara yiyecek
getiririz, demektir. Şair der ki:
"Ben seni erzat getirmek üzere gönderdim, bir yıl orada kaldın
Senin imdadına koşacağın kimselere getireceğin imdat ne zaman
gelecek?"
es-Sülemî ise "nun" harfini ötreli okumuştur. Yani erzak
konusunda biz onlara yardımcı oluruz, demek olur.
"Bir deve yükü daha zahire de alırız." Yanı Bünyamin adına da
bir deve yükü daha alırız, "bu az bir Ölçektir."[210]
66. Dedi ki: "Etrafınız
kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan sağlam bir
taahhüd vermediğiniz sürece, onu sizinle beraber asla göndermem." Artık
ona kesin teminatlarını verince, o da: "Allah söylediklerimize vekildir”
dedi.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[211]
Yüce Allah'ın:"Onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan
sağlam bir taahhüd" yani kendisine güvenilecek bir söz "vermediğiniz
sürece onu sizinle beraber asla göndermem" buyruğu hakkında es-Süddî der
ki: Mutlaka kardeşlerini kendisine geri getireceklerine ve onu hiçbir şekilde
teslim etmeyeceklerine dair Allah adına yemin ettiler. "Onu bana kesin
olarak getireceğinize..." buyruğundaki "lam" yemin lamıdır.
"Etrafinız kuşatılmadıkça" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid
şöyle demektedir: Helak olmadığınız yahut ölmediğiniz sürece... demektir.
Katâde ise der ki: Bu hususta yapabilecek bir şeyiniz kalmadıkça... demektir.
ez-Zeccâc da der ki: Bu ibare (müstesna olarak) nasb mahallindedir. "Artık
ona kesin teminatlarını verince, o da: Allah söylediklerimize vekildir,
dedi." Yani bu yeminimizi gözetleyici ve koruyucudur. Bir diğer açıklamaya
göre ahdi koruyandır, tedbir ve adalet ile” işleri çekip çevirendir, demektir.[212]
Bu âyet-i kerîme aynî olarak kefil olmanın ve, kişinin bizzat kendisini
teminat olarak vermek suretiyle kefaletin caiz olduğu hususunda aslî bir
da-yanakttr. Ancak bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik
bütün arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu der ki; Böyle bir kefalet eğer
kefil olunan miktar bir mal İse caizdir, Şafiî ise malî konularda kişinin şeref
ve haysiyeti dolayısıyla kefil olduğunu ileri sürmesini, zayıf bir şekil olarak
kabul etmiştir. Onun Malik'in görüşü gibi bir başka görüşü daha vardır.
Osman el-Bettî ise der ki: Kısas ya da yaralama halinde bir kimseyi
getireceğine dair kefil olmakla birlikte, o kişiyi getiremez ise diyeti ve
yaralamanın diyetini kendisi ödemekle yükümlü olur. O da bu ödediği diyeti
cinayeti işleyen suçlunun malından almak hakkını elde eder. Zira kefile kısas
uygulanması söz konusu değildir. İşte böylelikle kişinin kendi şeref ve haysiyetini
ortaya koyarak, kefil olmasıyla ilgi üç ayrı görüş ortaya çıkmaktadır. Doğru
olan ise Malik'in bu konudaki ayrım gözeten mütalaasıdır. Bu ve kefaletin malî
konularda olmakla birlikte, had veya tazir hususlarında söz konusu olamayacağı
şeklindedir. -Nitekim ileride açıklaması gelecektir.[213]
67. Dedi ki "Ey oğullarım!
Hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber
Allah'tan size gelecek hiçbir şeyi sizden geri çeviremem. Hüküm ancak
Allah'ındır. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na
güvenip dayanmalıdır."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[214]
Hz. Ya'kub'un oğullan, Mısır'a gitmeyi kararlaştırıp o da nazar
değeceğinden korktuğundan, onlara Mısır'a tek bir kapıdan girmemelerini
emretti. Mısır'ın o sırada dört kapısı vardı. Onbir kişinin tek bir adamın
çocukları olduklarından dolayı onlara nazar değeceğinden korktu. Oğullan İse
yakışıklı, mükemmel ve güçlü, kuvvetli kişilerdi. Bu açıklamaları İbn Abbas,
ed-Dahhâk, Katâde ve başkaları yapmıştır.[215]
Âyetin anlamı bu ise; o takdirde âyet-i kerîmede nazara karşı korunmaya
delil var demektir. Nazar ise haktır. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz göz kişiyi kabre, deveyi de tencereye sokar."[216]
Hz. Peygamber de Allah'a sığınmaya dair dualarından birisinde şöyle buyurmaktadır:
"Herbir şeytandan, öldürücü, zehirli herbir haşereden ve insanı çıldırtan
herbir gözden Allah'ın tam kelimeleriyle (Allah'a) sığınırım."[217]
Bu hadiste de buna delil olacak bir taraf vardır.
Malik, Muhammed b. Ebi Umame b, Sehl b. Huneyf'den naklettiğine göre
Muhammed babasını şöyle derken dinlemiştir: Babam Sehl b. Huneyf (Medine'deki)
el-Harrâr suyu ile yıkandı. Üzerindeki bir cübbeyi çıkartmıştı. Âmir b. Rabta
da ona bakıyordu. Sehl beyaz tenli ve teni güzel birisi idi. Âmir b. Rabia ona
dedi ki: Ben bugün gibisini görmedim, bakire bir kızın teni dahi böyle değil.
Selıl'i olduğu yerde şiddetli bir karın ağrısı tuttu. Rasûlullah (sav)a
gidilerek Sehl'in karnının ağrıdığı ve kıvrandığı haber verildi. O seninle
beraber gelemeyecek ey Allah'ın Rasûlü; denildi. Rasûlullah (sav) onun yanına
vardı. Selıl, Âmir'in söylediklerini ona haber verince, Rasûlullah (sav.) şöyle
buyurdu: "Sizden bir kimse ne diye kardeşini öldürmeye kalkışıyor? Niçin
bârekallah demedin? Şüphesiz nazar haktır. Haydi bunun için kalk abdest
al." Âmir kalktı, abdest aldı. Sehl de Rasûlullah (sav) ile birlikte
hiçbir rahatsızlığı olmadan yola koyuldu. Bir diğer rivayette ise Hz. Peygamberin
ona: "yıkan" buyurduğu kaydedilmektedir. Bunun üzerine Âmir onun İçin
yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini, ayaklarının etrafını ve peşte-malının
altını büyükçe bir leğene yıkadı, sonra da bu su Sehl'in üzerine döküldü.
Sonra Sehl, Rasûlullah (sav) ile birlikte hiçbir rahatsızlığı olmaksızın yola
koyuldu.[218]
Günün birinde Sa'd b. Ebi Vakkas bineğine bindi. Bir kadın ona bakarak
şöyle dedi: Sizin bu emiriniz, kendisi de biliyor ki, böğürleri birbirine yakındır.
Evine dönmekle birlikte yere düştü. Kadının söyledikleri kendisine ulaşınca
ona haber gönderdi ve kadın onun için bir kabta yıkandı.[219]
İşte
bu iki hadiste de nazar değmenin hak olduğu ve Peygamber (sav)in dediği gibi
kişiyi öldürebileceği de ifade edilmektedir. Ümmetin ilim adamlarının kabul
ettiği görüş de budur, ehl-i sünnet'in mezhebi de budur. Bazı bid'at ehli
kesimler nazar değmeyi kabul etmemekle birlikte, sünnet ve bu ümmetin ilim
adamlarının icmaı onlara karşı bir delildir. Ayrıca vakıada görülenler de
onlara karşı bir delil teşkil etmektedir. Nazar değmesi ile kabre giden pek çok
kimse vardır ve yine oldukça güçlü pek çok deve de nazar sonucunda tencereye
girmiştir. Ancak bu, yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Allah'ın meşîeti ile olur.
"Allah'ın izni olmadıkça, onunla hiçbir kimseye zarar verebilecek
değillerdi." (el-Bakara, 2/102)
el-Esmaî der ki: Nazarı değen bir adam gördüm. Süt veren bir inekten
kendisine söz edildi. Bir defada verdiği süt miktan onu hayrete düşürünce: Bu
dediğiniz inek hangisidir-diye sordu. Başka bir ineği göstererek, filan inektir
dediler. Hem gösterdikleri inek, hem de gözünden saklamak istedikleri inek
birlikte ölüverdiler. el-Esmaî der ki: Yine ben bu adamı şöyle derken dinledim:
Ben hoşuma giden bir şey gördüm mü, gözümden bir hararetin çıktığını da
hissederim.[220]
Herbir müslümanın beğendiği bir şey gördü mü "bârekallah"
diye tebrikte bulunması vacibtir. Çünkü bu şekilde bereketlenmesi için dua
edecek olursa, mutlaka o sakınılan husus da bertaraf edilmiş olur. Nitekim Hz.
Peygamber de Âmir'e: "Ne diye bârekallah demedin?" diye buyurmuştur.
İşte bu da nazarı değen kişi, bârekallah dediği takdirde, nazarının zarar
vermeyeceği ve o şeyi etkilemeyeceğinin delilidir. Ancak bârekallalı
denilmeyecek olursa, işte o vakit nazar zarar verebilir. Tebrik ise kişinin;
"Tebarakallahu ahsenu'1-halikîn Allahumme bârik fîhi: Yaratıcıların en
güzeli olan Allah'ın şanı ne mübarektir, Allah'ım sen bunu bereketli kıl!"
demesiyle olur.[221]
Bir kimsenin nazarı başkasına değecek olur, o da: Bârekallah demeyecek
olursa, bu kimseye yıkanması emredilir. Kabul etmezse, bu işi yapmaya mecbur
tutulur. Çünkü özellikle bu konudaki emir vücub içindir. Zira nazar değen
kimsenin ölümünden korkulur. Hiçbir kimsenin ise kardeşine faydalı olan şeyi
yapmaktan uzak durmak hakkı olmadığı gibi, kendisinin de ona zarar verme hakkı
yoktur. Bilhassa eğer, o kimse sebebiyle söz konusu olmuşsa ve bu cinayeti ona
karşı işleyen kendisi ise bu böyledir.[222]
Nazar değmesiyle tanınan kimselerin, zararlarının önlenmesi için diğer insanların yanına girmelerine engel olunur. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: İmam (İslâm devletinin halifesi) ona evinde kalma emrini verir. Eğer bu kişi fakir bir kimse ise hayatim sürdürecek kadar ona bir şeyler verir ve böylelikle insanlara verebileceği zararın önü alınır.
Böyle bir kimsenin sürgüne gönderileceği de söylenmiştir. Ancak sözünü
ettiğimiz İmam Malik'in rivayet ettiği hadis bu görüşleri reddetmektedir. Çünkü
Hz. Peygamber Âmir'in ne hapsedilmesini emretti, ne de sürgüne gönderilmesini.
Hatta bazen salüı bir insanın bile nazarı değebiltr ve böyle olması, onun
tenkid edilmesine ve bundan dolayı fâsıklıkla nitelendirilmesine sebeb teşkil
edemez. Böyle bir kimse hakkında; o hapsedilir ve evinde kalması emrolunur,
diyen kimselerin görüşü ihtiyat içindir ve bir zararın önlenmesi kastına
bağlıdır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[223]
Malik, Humeyd b. Kays el-Mekkî'den şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (sav)ın huzuruna Cafer b. Ebi Talib'in iki çocuğu getirildi. Onları
büyüten dadılarına: "Ne diye ben bunların zayıf olduklarını
görüyorum?" diye sordu. Dadıları: Ey Allah'ın Rasûlü! Nazardan çok çabuk
etkileniyorlar. Bizim bunlara nazara karşı okumamızı engelleyen tek husus, bu
konuda senin neyi uygun göreceğini bilemeyişimizdir, dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Bunlar için okuyunuz. Çünkü herhangi bir
şey eğer kaderi geride bırakacak olsaydı, nazar onu geri bırakır,
geçerdi."[224]
Bu hadis munkatı' bir hadis olmakla birlikte Has'amlı Esma bint
Umeys'in bunu Peygamber (say)dendeğişik rivayet yollarından sabit, muttasıl ve
sahih rivayetlerle naklettiği bilinmektedir. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre
kimi rukyelerle (okumalarla) belâ bertaraf edilebilir ve göz aynı şekilde
insanı etkileyebilir, onu zayıf ve nahif düşürebilir. Ancak bu da yüce Allah'ın
kaza ve kaderi ile olur.
Denildiğine göre nazar küçük çocukları, büyüklere göre daha çabuk etkiler.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[225]
Rasûlullah (sav), Ebu Umâme yoluyla rivayet edilen hadise göre nazarı
değen kimseye, nazar ettiği kimse için yıkanmasını emretmişti. Burada ise nazara
karşı okumayı emretmektedir. İlim adamlarımız der ki: Eğer kimin nazarının
değdiği bilinmiyor ise nazara karşı rukye yapılır. (Şer'an meşru görülen
dualar okunur.) Şayet kimin nazarının değdiği biliniyor ise, nazan değen
kimseye Ebu Umame hadisine uyularak abdest alması emrolunur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
"Bununla beraber” sizin için korkup, çekindiğim şeylerden
"Allah'tan size gelecek hiçbir şeyi geri çeviremem.” Yani kadere karşı
tedbirin bir faydası olmaz.
"Hüküm"
yani emir ve hüküm verme yetkisi, kaza "ancak Allah'ındır. Ben yalnız O'na
güvenip dayandım." O'na tevekkül ettim, O'na bağlandım. "Tevekkül
edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır."[226]
68. Babalarının kendilerine
emrettiği şekilde girdiler. Fakat bu Al-lahtan onlara gelecek hiçbir şeyi
önleyemezdi. Sadece Ya'kub'un İçindeki bir dileği olup o da bunu açığa çıkardı.
Şüphesiz ki o, kendisine öğrettiğimiz için bir İlim sahibi idi. Fakat
insanların çoğu bilmezler.
69. Yûsuf un huzuruna
girdiklerinde o kardeşini yanına aldı: "Ben senin kardeşinim, onların
yapmış olduklarına artık üzülme" dedi.
70. Onların yüklerini hazırlatıldığında
su kabını kardeşinin yükü araşma koy(dur)du. Sonra bir münadi: "Ey kafile!
Siz gerçekten hırsızlık yaptınız!" diye bağırdı.
"Babalarının kendilerine emrettiği şekilde" değişik
kapılardan "girdiler. Fakat bu Allah'tan" eğer başlarına hoşlanılmayacak
bir şeyi getirmeyi rau-rad edecek olsaydı "onlara gelecek hiçbir şeyi
Önleyemezdi."
"Sadece ... bir dileği" bu birincisinden yapılmayan (müstesna
minh'i farklı, munkatı') bir istisnadır.
"Ya'kub'un İçindeki bir dileği" yani kalbinden geçen bir
düşüncesi "olup" bu da, onların dağılarak girmelerini vasiyet
etmesinden ibaretti, "o da bunu açığa çıkardı." Mücahid der ki:
"Ya'kub'un içindeki dilek" nazar değer korkusu idi. Buna dair
açıklamalar da az önce geçmiş bulunmaktadır. Bir diğer açıklamaya göre; hükümdar
onların sayılarını ve güçlerini görmesin diye bu tavsiyeyi yaptı. Çünkü
kıskanarak veya onlardan çekinerek onları alıp yakalayabilirdi. Bu açıklamayı
müteahlıir âlimlerden birisi yapmış, en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek şöyle
demiştir: Burada nazarın zaten herhangi bir manası yoktur.
Bu âyet-i kerîme şuna delildir: Müslüman bir kimsenin kardeşini hakkında korktuğu şeylerden sakındırması ve ona kurtuluş ve esenlik yolunu göstermesi gerekir. Çünkü din demek, nasihat demektir, müslüman da müslü-manın kardeşidir.
"Şüphesiz o" yani Ya'kub "kendisine öğrettiğimiz
İçin" dini ile ilgili hususlarda "bir ilim sahibi idi. Fakat
insanların çoğu bilmezler." Yani Ya'kub'un dini ile ilgili bildiği
hususları bilmezler.
Buradaki "bir İlim sahibi idi" amel sahibi idi, diye de
açıklanmıştır. Çünkü ilim amele götüren sebeplerin ilkidir. İşte amel kendisine
sebep olan şey ile adlandırılmış olmaktadır.
"Yûsuf un huzuruna girdiklerinde o kardeşini yanına aldı."
Katâde der ki: Onu kendisine yakınlaştirdı ve kendisiyle beraber kaldı. Bîr
diğer açıklamaya göre; her iki kişinin bir evde konaklamalarını emretti.
Geriye öz kardeşi yalnız kalınca yanına aldı ve yalnız kalmasından korktum,
istemedim, dedi. Kardeşlerinden gizlicede ona: "Ren senin kardeşinim.
Onların yapmış olduklarına artık üzülme" kederlenme "dedi."
"Onların yüklerini hazırlandığında su kabını kardeşinin yükü arasına
koy(dur)du." Bünyamin Hz. Yûsuf'u tanıyıp: Beni onlara geri teslim etme
deyince, o da şöyle dedi: Ya'kub (a.s)ın benden dolayı ne kadar kederlendiğini
biliyorsun. Bu sefer onun gamı, kederi daha da artar. Ancak Bünyamin onlarla
birlikte çıkıp gitmek istemeyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Seni yanımda
alıkoymam, senin İçin hoş olmayacak bir şeyi sana nisbet etmedikçe mümkün
olmayacaktır. Bünyamin: Aldırmam deyince, su kabını gizlice Bünyamin'in yükünün
arasına yerleştirdi.
Hz. Yûsuf bunu ya hiçbir kimsenin kendisine muttali olmayacağı bir şekilde
bizzat koydu, yahut da çok yakınlarından birisine böyle bir işi yapmasını
emretti.
Tecbjfe; bîr işin serbest bırakılması ve bitirilmesi demektir. ise
yaralının işini bitirdi, yani öldürdü tabiri de buradan gelmektedir.
Bu âyet-i kerîmede geçen "sikâye; su kabı" ile (72. âyet-i
kerîmede gelecek olan) aynı şeylerdir. Bu, orta tarafında kulpu bulunan ve iki
yönlü bir kaptır. Hükümdar bunun bir tarafından içerdi. Yiyecekler (buğday)
ise öbür tarafı ile ölçülürdü. Bu açıklamayı en-Nekkaş, İbn Abbas'tan nakletmektedir.
Esasen kendisi ile içilen herbir kaba; denilir. en-Nekkaş şu mısraı nakleder:
"Biz açıktan açığa büyük kaplarla şar ab içeriz."
Bu su kabının neden yapıldığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şu'be,
Ebu Bişr'den, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
eder: Hükümdarın su kabı gümüşten olup mekkûk (denilen büyükçe su kabın)a
benzer idi. Gümüşten olan bu kap, mücevherat kakmalı idi. Bu, başın üzerinde
konurdu. Hz. Abbas'ın da cahiliye döneminde böyle bir kabı vardı. Narî b.
el-Ezrak da ona Suvâ'ın ne olduğunu sorunca, o suvâ', kap demektir dedi.
el-A'şâ'da bu hususta şöyle demektedir:
"Onun başında beyaz unu var ve içilecek kaplan
Ve tencereleri, bir de aşçısı var ve büyükçe kaplar ile gümüşten
masaları."
İkrime der ki: YûsuPun bu su kabı gümüşten idi. Ancak Abdurrahman b.
Zeyd, altındı der. Onlara verdiği yiyeceklerini de onlara gösterdiği aşın iltifatı
açığa vurmak kastıyla o kapla ölçmüştü. Yine denildiğine göre su kabıyla
ölçülmesinin sebebi, yiyeceğin (buğday'ın) az bulunması idi.
"Sâ'B kelimesi hem müzekker, hem müennes gelir. Onu müennes olarak
kabul eden kimse, çoğul olarak; yapar. "Evler" kelimesi gibi.
Onu müzekker kabul edenler ise; şeklinde çoğul yapar.
"Elbiseler" kelimesi gibi.
Mücahid ve Ebu Salih derler ki: Sâ' denilen şey Himyerlilerin şivesinde
"tır-cihâle (fincan, bardak)" denilen şeydir.
Bu kelime değişik şekillerde okunmaktadır. Genel olarak kıraat;
seklindedir. Gayn ile ise, Yahya b. Ya'mer'in kıraatidir. (Yahya bu kıraatini
açıklayarak) der ki: Bu kap gümüşten işlenmiş bir kap idi. (Ondan dolayı
kUyumcu işlemeciliği kökünden gelen kelimeyi kullanmıştır).
Ebu Recâ'; diye okumuştur. Ötreli bir "sad" sakin
"vav" ve "ayn" ile; şeklindeki okuyuş ise Ubeyy'in
kıraatidir. Said b. Cubeyr de şeklinde "sâd" ile "elir arasında
"ya" harfi ile okumuştur. "Sad" ile "ayn"
arasında "elif ile; şeklindeki kıraat ise Ebu Hureyre'nin kıraatidir.
"Sonra bir münadî: Ey kafile! Siz gerçekten hırsızlık yaptınız
diye bağırdı." Yani bir münadi bu şekilde seslendi ve durumu bildirdi.
"Bağırdı" vezni çokluk içindir. Münâdî adeta "ey
kafile" ifadesini bir kaç defa yüksek sesle tekrarlamış gibidir.
"Kafile" ise üzerinde yiyecek yükletilmiş bulunan deve, eşek
ve katır kafilesine denilir.
Mücahid der ki: Onların kafilelerinde eşekten başka hayvan yoktu. Ebu
Ubeyde der ki: Bu kelime üzerlerinde yük de konulan ve binilen develere denilir.
Buyruk; ey bu kafile sahipleri! anlamındadır. Yüce Allah'ın: "O
şehre sor" (Yûsuf, 12/82) buyruğuna ve "ey Allah'ın at(lı)ları
bininiz" yani ey Allah'ın atlarının süvarileri bininiz demeye benzer ki,
buna dair açıklamalar ileride gelecektir.
Burada iki itiraz söz konusudur:
1- Denilse ki: Bünyamin
isteyerek nasıl Hz, Yûsuf un yanında kalmaya razı oldu? Halbuki bu babasına
bir itaatsizlikti. Çünkü babasının kederinin artacağını biliyordu ve Yûsuf bu
konuda nasıl Bünyamin'e muvafakat etti? Diğer taraftan:
2- Suçsuz oldukları halde Hz.
Yûsuf kardeşlerinin hırsız olduğunu nasıl söyledi. İkinci itiraz da budur.
Birinci itirazın cevabı: Keder zaten Hz. Ya'kub'u dört bir yandan
kuşatmış bulunuyordu. Öyle ki Bünyamin'i yitirmesi bile artık büsbütün ona etki
etmezdi. Nitekim o Bünyamin'i de yitirdiğini gördüğünde bile: "Vah Yûsuf
a keder ve üzüntüm!" (Yûsuf, 12/84) demiş, Bünyamin'i ağzına almamıştı.
Diğer taraftan Hz. Yûsuf un, Bünyamin'in yanında kalmasına vahye bağlı olarak
muvafakat göstermiş de olabilir. O takdirde hiçbir itiraz söz konusu olmaz.
Hz. YûsuPun kardeşlerinin hırsızlık ettiğini söylemesine gelince, buna
verilecek cevap da şudur: O kardeşleri zaten Hz. Yûsuf u babalarından çalıp kuyuya
atmışlar, sonra da satmışlardı. İşte bu davranıştan dolayısıyla bu ismi almaya
layıktılar. O bakımdan onlara hırsız demek doğru bir niteleme îdi. Bir diğer
cevab: O bu ifadeleriyle: Ey kafile sahipleri, sizin haliniz hırsızlann haline
benzedi, yani başkasına ait bir şey, hükümdarın rızası ve bilgisi olmaksızın
sizin yanınızda bulunuyor demektir.
Bir diğer cevab da şöyledir: Bu kardeşiyle birlikte bir arada olmak
için ve kardeşini onlardan ayırıp yanında bırakabilmek için başvurduğu bir çare
idi. Bu da, Bünyamin'in hükümdarın su kabının kendi eşyaları arasına konulduğunu
bilmemesi ve Hz. Yûsuf un da bunu bizzat ona haber vermemesi esasına binaen
böyle kabul edilebilir.
Şöyle de açıklanmıştır: İfade soru sormak anlamındadır. Yani siz
hırsızlık mı yaptınız? Nitekim yüce Allah'ın: "Ve bu... bir
nimettir." (eş-Şuarâ, 26/23) buyruğu da böyledir. Yani senin, benim başıma
nimet diye kaktığın şey bu mudur? demektir.
Bu açıklamalardan maksat, Yûsuf (a.s)a herhangi bir şekilde yalan
nisbet etmemektir.[227]
71.
Onlara dönerek: "Ne
kaybettiniz (ne arıyorsunuz?)” dediler.
72.
Dediler ki: "Hükümdarın
su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yükü var. Ben buna kefilim."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[228]
"Onu getirene bir deve yükü var. Ben de buna kefilim"
anlamındaki buyrukta geçen; lafzı, burada müfessirlerin çoğunun görüşüne göre
deve demektir. Eşek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bazı Arapların şivesi de
böyledir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış ve tercih etmiştir.
Mücahid der ki: Zaîm (kefil) "ey kafile" diye seslenen
münadinin kendisidir. Zaîm kelimesi kefil demektir. Hamîl, damîn ve kabîl aynı
şeylerdir. Zaîm, aynı zamanda reis, başkan anlamına da gelir. Şair
(İmruu'1-Kays) der ki:
"Ben öyle bir başkanım ki eğer (Bizans Kayseri tarafından) hükümdarlığa
getirilmiş olarak şiddetli ve hızlıca dönecek olursam, Bu dönüşümden dolayı bir
tarafta uluyarak aralanın gelişini haber
veren bir uyarıcı gibiyim."
Leylâ el-Ahyeliyye de kardeşi için söylediği mersiyesinde şöyle demektedir:
"Üzerindeki gömleği yırtılmış görürsün,
Düşmanla karşılaşma gününde ve utancından onu hasta sanırsın.
Nihayet sancağı kaldırdığında onu
Sancak altında, ordu başında kumandan görürsün."[229]
Eğer: De,ve yükünün ne olduğu bilinmediği (meçhul olduğu) ve meçhulün
kefaleti sahih olmadığı halde, bir deve yükü vermeye nasıl kefil olmuştur?
denilecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Onlar tarafından deve yükü muayyendi
ve belirli idi, vesk gibi. O bakımdan böyle bir şeye kefil olmak, sahih
olmuştur. Şu kadar var ki, su kabını çalan kimseye verilecek bir mal bedeli
idi. Ancak hırsıza böyle bir şeyin verilmesi helal olmazdı. Onların
şeri-atlerinde böyle bir şeyin sahih olma ihtimali de vardır. Yahut da bu
yükleri araştıran ve su kabını ariyan kimseye karşılıksız verilen bir mal ve
ci'âle (armağan) da olabilir.[230]
Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede iki hususa delil
vardır: Birincisi ci'âle'nin caiz oluşudur. Ci'âle zaruret dolayısıyla caiz
görülmüştür. Ci'âle'de başka hususlarda caiz olmayacak şekilde cehalet (ödülün
mahiyetine dair bilgisizlik) caizdir. Bir kimse: Kim bunu yaparsa ona şu
vardır diyecek olursa, bu sahihtir.
Ci'âle'de iki taraftan birisi malumdur, diğer taraf ise zaruret
dolayısıyla meçhuldür, bilinmemektedir -ve bu yönüyle icareden farklıdır.-
Çünkü icarede her iki taraftan da karşılıklı ivazlar (bedellerim miktarı tesbit
edilir. Ci'âle, taraflardan birisi için feshin caiz olduğu akidlerdendir. Şu
kadar var ki kendisine ci'âle vaadolunan kimsenin işe başladıktan sonra da,
başlamadan da feshetmesi -hakkından vazgeçmeye razı olduğu takdirde- caizdir.
Ancak câil (ödül vaadinde bulunan) kendisine ödül vaadolunan (mec'ûlun leh) işe
başladığı takdirde bu akdi feshetmek hakkına sahip değildir. Ci'âle akdinde diğer
akitlerde olduğu gibi iki akit tarafının da hazır bulunmaları şart değildir.
Çünkü bu buyrukta "onu getirene bir deve yükü var" diye
buyurulmuştur.
Şafiî de bütün bu hususlarda aynı görüştedir.[231]
Bir kimse: Benim kaçmış kölemi getirene bir dinar vaadediyorum, diyecek
olsa, kölesini getiren kimeseye vaadettiği bu miktarı ödemesi gerekir. Şayet
böyle bir taahlıüd olmaksızın kölesini getirecek olur ise, ücret talebi şartı
ile onu getirirse, bu ücreti ödemesi gerekir. Çünkü Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kim kaçmış bir köleyi getirirse, ona kırk dirhem vardır (verilecektir).
"[232]
Ayrıca Hz. Peygamber bu konuda bir taahhüt akdi gereğince köleyi getiren ile
öyle bir akit olmaksızın getiren arasında bir fark gözetmemiştir.
İbn Huveyzimendad der ki: Bundan dolayı mezhebimize mensub itim
adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, birisine kendisinin yapması gereken ve
maslahatından olan işleri yapacak olursa, ve eğer bu gibi işleri ücretle yapan
kimselerden ise kendisi için bu işleri yaptığı kimsenin ona ücretini vermesi
gerekir. Bu ücret miktarı da ecr-i misildir. Derim ki: Bütün bu hususlarda
bizim görüşümüz Şafiî'nin görüşünden farklıdır.[233]
Âyet-i kerîmedeki ikinci delil bir kimsenin üzerine kefalet almasının
caiz olduğuna dairdir. Çünkü burada kefil olduğunu belirten münadi Yûsuf
(a.s)dan başka birisidir.
İlim adamlarımız derler ki; Bir kimse ben bunu yükleniyorum, yahut ben
buna kefilim veya ben buna dair teminat veriyorum, yahut bu hususta ben sana
karşı kefilim, zaîmim; bu konuda benim teminatım var veya ben bunu kabul
ediyorum diyecek olsa, yahut senin bende alacağın olsun, üzerimde benden
alacağın olsun, diyecek olsa bütün bu ifadeler bağlayıcı, yerine getirilmesi
gereken kefaletlerdir.
Fukahâ bir kimsenin canına kefil olursa (canlı olarak getirilmesi
taahhüd edilse) buna bağlı olarak malî tazminat ödenmesi gerekir mi gerekmez mi
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Kûfeli ilim adamları derler ki: Bir kimse, bir başkasını canlı olarak
getirmeyi tekeffül etse, eğer bu kişi ölecek olursa, o getirilmesi İstenen
kişinin üzerindeki hakkı kefil kişi ödemekle yükümlü değildir. Şafiî'den
meşhur olarak nakledilen iki görüşünden birisi budur.
Malik, el-Leys ve el-Evzaî derler ki: Bir kimse, birisini canlı olarak
getirmeyi tekeffül etse ve o kişi üzerinde de mal borcu bulunuyor ise, o
kişiyi getiremeyecek olursa, malı tazmin eder ve o aranan kişiden rücu1 ile
ödediğini alır. Şayet kişinin kendisini taahhüd edip de: Ben malı taahhüd
etmiyorum diyecek olursa, herhangi bir malî sorumluluğu olmaz,
Malî tazminat ödemekle yükümlü olduğunu kabul edenlerin delili şudur:
Kefil, kefil olduğu kimsenin kan (kısas gibi bir) sebebiyle aranmadığını bilmektedir.
Onun aranmasının sebebi ancak mali bir yükümlülüktür. Dolayısıyla bu sebepten
ötürü o kimseye kefil olsa ve onu getirmeyecek olursa, bu durumda kefil olduğu
kişiyi alacaklısının elinden kaçırmış, uzaklaştırmış gibi olur. İşte bundan
dolayı o malı ödemekle yükümlüdür.
Tahavî ise Kûfeİiler lehine delil getirerek şöyle demektedir: Kendisine
kefil olunanın öTümü sebebiyle (kefil olanın) mal tazminatı ödemesinin bir anlamı
yoktur. Çünkü o kişiyi canlı olarak getirmeyi tekeffül etmiştir, malını tekeffül
etmemiştir. O bakımdan tekeffül etmediği şeyi ödemek zorunda bırakılması
İmkânsız bir şeydir.[234]
Bir kimse, bir diğerinin belli bir mala kefil olması halinde itim adamlannın hak taleb eden kimsenin bu malını, bu ikisinden dilediği herhangi birisinden alıp alamayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. es-Sevrî, Kûfeliler, el-Evzaî, Şafiî, Ahmed ve İshak derler ki: Hakkını tamamıyla alıncaya kadar dilediği kimseden alır.
Malik'in de önceleri görüşü bu olmakla birlikte daha sonra bu görüşünden
vazgeçerek şöyle demiştir: Borçlu kişi iflas etmedikçe yahut kayıplara
karışmadıkça alacaklı kefilden bir şey alamaz. Çünkü asıl borçludan başlamak
daha uygundur. Ancak borçlu ödeyemeyecek durumda ise o takdirde kefilden alır.
Çünkü böyle bir durumda ondan alacağını alamamakta mazurdur. Bu güzel bir
görüştür.
Kıyasa göre İse alacaklı kişi bu ikisinden dilediği herhangi birisinden
hakkını isteyebilir. İbn Ebi Leylâ der ki: Kişi bir diğerinin adına bir miktar
malı taahhüd etse (kefil olsa), bu alacak kefile geçer ve asıl borçlu ibra
olur. Ancak, lehine kefil olunan kişinin ikisinden dilediği şahıstan hakkını
alabilme hakkına sahiptir, diye şart koşması hali müstesnadır. İbn Ebi Leylâ bu
görüşüne şu delili göstermektedir: Ölen şahıs Ebu Katâde'nin kefaleti ile
borçtan ibra olmuştur.[235]
Ebu Sevr'in görüşü de buna yakındır.[236]
Kefalet ancak zimmette taalluk eden, sabit, karar kılmış ve vekâletin
sahih olduğu haklarda olur. Buna göre kitabet akdinde kefalet sahih olamaz.
Çünkü kitabet borcu sabit ve karar kılmış bir borç değildir. Zira köle eğer kitabet
borcunu ödemekten acze düşecek olursa, bu hak karar kılan bir hak olmaktan
çıkar ve kitabet akdî de münfesih otur.
Kimsenin, kimsenin yerine ifa edemediği -had gibi- haklara gelince, bunlarda
da kefalet olmaz. Ancak durumu gözden geçirilip tesbit edilinceye kadar
aleyhinde had İddiası bulunan kişi hapiste tutulur.
Ebu Yûsuf ve Muhammed istisna teşkil ederek had ve kısaslarda kefaleti
caiz kabul eder ve şöyle derler: Kendisine iftira edilen yahutta kısas iddiasında
bulunan kişi: Benim beyyinem hazır bulunuyor, diyecek olsa üç gün süreyle ona
kefil olur. (Yani beyyinesini getirinceye kadar aleyhinde İddiada bulunduğu
şahıs üç gün süreyle alıkonulur). Tahavî onların görüşlerine Hamza b. Amr,
Ömer, İbn Mes'ud, Cerir b. Abdullah ve el-Eş'as'in Ashab-ı kiram'ın huzurunda
nefs ile kefaleti kabul ederek hüküm vermelerini'delil gösterir.[237]
73.
"Allah'a andolsun kî
-sizin de bildiğiniz gibi- biz bu yere fesad çıkarmak için gelmedik. Hırsız
kimseler de değiliz" dediler.
74. "Eğer yalancılar
İseniz cezası nedir?" dediler.
75. "Bunun cezası yükünde
bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır. Biz zalimleri böylece
cezalandırırız" dediler
Yüce Allah'ın: Allah'a andolsun ki -sizin de bildiğiniz gibi- biz bu yere
fesad çıkarmak için gelmedik" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiğine
göre; onlar hiçbir kimseye haksızlık etmezler, kimsenin ekininde otlatmazlardı.
Hatta develerinin ağızlarına kimsenin ekinine zarar vermesin diye torbalar
geçirdikleri dahi nakledilmektedir. Daha sonra yüce Allah: "Hırsız
kimseler de değiliz" dediklerini bize nakletmektedir. Yine rivayet
edildiğine göre onlar yüklerinde bulduktan bedelleri geri getirmişlerdi. Yani
bulduğu şeyi geri getiren bir kimse nasıl hırsız olabilir?
"Eğer yalancılar iseniz cezası nedir? dediler" buyruğunun
anlamı şudur: Sizin yalan söylediğiniz ortaya çıkarsa bu işi yapanın cezası
nedir? Yûsuf un kardeşleri şu cevabı verdiler: "Bunun cezası yükünde
bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır." Yani o kişi köl
el eştirilir demektir.
"Bunun cezası" buyruğu mübtedâdır. "Yükünde bulunan
kimse" de onun haberidir. İfadenin takdiri de şöyledir: Bunun cezası
(kayıp eşyanın) yükleri arasında bulunduğu kişinin köleleştirilmesidir. O halde
bu ifade köleleştirmeden kinayedir.
Cümlede te'kid manası da vardır. Nitekim: Hırsızlık yapanın cezası
elinin kesilmesidir; işte onun cezası budur, demeye benzer.
"Biz zalimleri böylece cezalandırırız." Yani hırsızlık
yaptıkları vakit zalimlere uygulamamız budur, onlar köleleştirilirler.
Bu hüküm Hz. Ya'kub'un dininin hükmü idi. Onların bu söyledikleri
sözler ise kendisinden yana güven içerisinde olan, şüphe etmeyen bir kimsenin
sözleridir. Çünkü onlar yükleri arasında eşyanın bulunacağı kimsenin
köleleştirilmesini kabul etmişlerdi.
Mısırlılara göre ise hırsızın hükmü, aldığının iki katını tazminat
olarak Ödemesi şeklinde idi. Bunu da el-Hasen, es-Süddî ve başkaları
söylemişlerdir.[238]
Daha önce Maide Sûresi'nde (5/38. âyetin tefsirinde) hırsızlıkta el
kesme cezasının bundan önceki şeriatlerdeki hükümleri neshedici olduğuna dair
açıklamalar yahut Hz. Ya'kub'un şeriafındaki hırsızın köleleştirilmesi hükmünü
neshettiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[239]
76.
Bunun üzerine kardeşinin
yükünden önce onların yüklerinfi aratmaya) başladı. Sonra kabı kardeşinin yükü
arasından çıkardı. İşte biz Yûsuf un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yoksa,
o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi. Allah'ın dilemesi
müstesna. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibi üstünde
daha iyi bir bilen vardır.
"Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerinni aratmaya)
başladı" buyruğunda söz edildiği şekilde; Hz. Yûsuf kalplerine gelebilecek
zafl ve şüpheyi bertaraf etmek için diğer kardeşlerinin yükünü aratmakla işe
başladı,
"Yük" kelimesinin "vav" harfi ötreli de okunur,
esreli de okunur. Bunlar İki söyleyiştir. Bu kelime, İçinde eşyanın-korunduğu
ve eşyayı himaye eden kaplar hakkında kullanılır.
"Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı." Bünyamin'in
yükü ara sından hükümdarın su kabını çıkardı, demektir.
" Kabı... çıkardı'daki zamir müennes zamirdir ve bu su kabını
müennes kabul edenlere göre böyle kullanılmıştır. Bununla birlikte; " Onu
getirene..." İfadesinde ise su kabına ait zamir, müzekker kullanılmıştur,
Hz. Yûsuf'un kardeşleri bu durumu görünce başlarını Önlerine eğdiler ve
her tüdü zannı beslediler. Bünyamin'e dönerek: Yazıklar olsun sana ey Bünyamİn
hiç bugün gibisini görmedik, Senin anan Râhîl iki hırsız kardeş doğurmuş,
dediler. Kardeşleri kendilerine şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ederim, ben
bu su kabını çalmadım. Onu eşyamın arasına kimin koyduğunu da bilmiyorum.
Yine rivayet edildiğine göre ona: Ey Bünyamin çaldın mı? dediler. O, Allah'a
yemin ederim ki hayır deyince, bu sefer; Peki su kabını senin eşyan arasına
kim koydu, diye sordular. Bu sefer o: Sizin eşyanız arasına aldığınız yiyeceklerin
bedelini kim koyduysa o, dedi.
Yine denildiğine göre; kabı araştırmaya koyulan kişi her bir kişinin
eşyasını araştırmayı bitirdikten sonra yaptığı bu işten dolayı yüce Allah'a
tevbe ederek istiğfar ediyordu.
Katâde ve diğerlerinin ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre; bu
şekilde istiğfar eden kişi Hz. Yûsuf idi. Çünkü o, su kabının nerede olduğunu
bildiği halde yüklerini araştırıyordu. Nihayet onların yüklerini araştırmayı bitirdi
ve Bünyamin'in yüküne sıra gelince şöyle dedi: Ben bu gencin böyle bir işi
yaptığını, herhangi bir şey aldığım zannetmiyorum. Bu sefer kardeşleri ona:
Allah'a yemin ederiz ki, onun yüklerini de araştırmadan buradan
ayrılmayacağız. Böylesi senin gönlünü de hoş eder, bizim gönlümüzü de. Bunun
üzerine Bünyamin'İn yükünü araştırıp arasından su kabını çıkardı.
Hz. Yûsuf tarafından yapılan bu araştırma, kabın çalındığını yüksek sesle
ilan eden kişinin kendi görüşüne istinaden hırsızlık yaptıklarını söylemiş
olmasını gerektirmektedir. Denildiğine göre: Bütün bunlar yüce Allah'ın bir
emri gereği İdi. Nitekim şanı yüce Allah'ın: "İşte Biz Yûsuf un lehine böyle
bir takdirde bulunduk" buyruğu da bunu pekiştirmektedir. Yüce Allah'ın:
"İşte biz Yûsuf'un lehine böyle bir takdirde bulunduk"
buyruğuna îlair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[240]
Bu buyruktaki; " Takdirde bulunduk" ibaresi böyle yaptık,
demek olup bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. el-Kutebî der ki: Biz
böyle düzenledik, İbnu'l-Enbarî de: Biz böyle diledik diye açıklamıştır. Şair
de der ki:
"O da istedi, ben de istedim ve bu isteklerin en hayırlısıdır: O
gençlik dönemlerinden geçmiş alanlar, ah bir geri gelse."
Bu buyruktan, eğer şeriate muhalif değil ve herhangi bir aslı da
çiğnemiyor ise birtakım hilelerle (meşru çare ve yollarla) maksatlara
ulaşmanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Ebu Hanife usule muhalif olsa ve
helâl sınırlarını çiğnese dahi, hileleri caiz gördüğünden bu hususa muhalefet
[241]etmektedir.[242]
İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre kişi eğer zekâttan
kaçma niyetini taşımıyor ise, sene dolmadan önce malında satış ve hibe gibi
yollarla tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Yine icma ile kabul ettiklerine
göre; eğer yıl bitip de zekât toplayıcısının gelme vakti yaklaşmış ise, artık
ne hile yollarına başvurması helâl olur, ne de malını eksiltmesi. Bir arada
bulunan mallarını ayırması da helâl değildir, ayrı olanları bir araya getirip
toplaması da helâl değildir.
Malilf der ki: Şayet senenin dolmasından bir ay ve buna yakın bir zaman
önce zekâttan kaçmak niyetiyle malından herhangi bir bölümü elinden çıkaracak
olursa sene dolduğunda zekât ödeme mükellefiyeti vardır. Bu da Hz. Peygamber'in
hadis-i şerifteki: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla."[243]
buyruğundan alınmış bir hükümdür.
Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Eğer sene dolmasından bir gün önce dahi
zekâttan kaçmak niyetiyle zekâta tabi mallarını birbirinden ayıracak olur ise
bunun kendisine zararı olmaz. Çünkü sene tamam olmadıkça zekât mükellefiyeti
olmaz ve Hz. Peygamber'in: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla..."
buyruğunun ifade ettiği anlam böyle birisine ancak o vakit yöneltilmiş olur.
İbnu'l-Arabî der kî: Ben Ebu Bekir, Muhammed b. el-Velid el-Fihrî'yi ve
başkalarını şöyle derken dinlemişimdir: Hocamız baş kadı Ebu Abdullah Muhammed
b. Ali ed-Dâmeğânî onbinlerce dinarlık mal sahibi kişi idi. Bu hocamız sene
sonu yaklaştı mı çocuklarını çağınr ve onlara: Ben yaşlandım, gücüm takatim
kalmadı, bu mala da ihtiyacım yok, o sizindir der, sonra da bu malı evinden
çıkartırdı. Hammallar gelir onu sırtlarında çocuklarının evine taşıyıp
götürürlerdi. Bir sonraki yılın sonu yaklaştı mı ve herhangi bir iş için
çocuklarını çağırdığında bu sefer çocukları: Sabamız biz hayatta kalacağını
ümit ediyoruz. Mala gelince, sen hayatta olduğun sürece bizim mala ne gibi bir
isteğimiz olabilir ki? Sen de, malın da zaten bizimsin. Haydi bu mah yanına al,
derler ve yine hammallar o raalı alır, getirir, Önüne koyardı. O da mah eski
yerine geri götürürdü. Bu şekilde mülkiyeti değiştirmek ile Ebu Ha-nife'nin
görüşüne göre toplu olan bir malı birbirinden ayırmayı, sonra da ay-n olan bir
malı bir araya getirip, toplamayı kastediyordu. Şüphesiz ki bu çok büyük bir
İştir. Buhârî -Allah ondan razı olsun- Comî'inde belli bir maksat gözerek
"Kitabu'l-Hiyel" adlı bir bölüm açmıştır.[244]
Derim ki: Yine Buhârî aynı bölümde "zekât ve zekât düşer
korkusuyla bir arada bulunan malın dağıtılamayacağı ve dağınık olan malların da
bir araya toplanamayacağına dair bir bab"[245]
diye bir başlık açmış ve bu başlığın altında da Enes b. Malikin rivayet ettiği
Hz, Ebu Bekir'in ona zekât farizasını yazdığına dair hadisi de kaydetmiştir.[246]
Yine bu başlık altında Talha b. Ubeydullah'ın rivayet ettiği hadisi
zikretmektedir ki bu hadise göre "bedevi bir Arap, Rasûlullah (sav)ın
huzuruna saçı, sakalı birbirine karışmış halde geldi" diye başlayan
hadisini kaydetmektedir. Bu hadisin sonlarında ise "eğer doğru söylemişse
kurtuluşa erer" veya "doğru söylemişse cennete girecektir" dediğini
zikretmektedir.[247]
(Buhârî devamla) kimisi de şöyle demiştir: Yüzyirmi devede, dört yaşına basmış
iki dişi deve zekât düşer. Şayet kasti olarak bu develeri tüketir yahut hibe
eder veya zekâttan kaçmak kastı ile bu hususta bir hile yoluna saparsa, ona
herhangi bir şey düşmez. (Buhârî) daha sonra da Ebu Hureyre'nin şu hadisini
nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin
hazinesi, kıyamet gününde başı tüysüz, gözleri üzerinde iki kara nokta bulunan
bir ejderha haline gelir ve o ben senin hazinenim... der."[248]
el-Mühelleb
der ki: Buhârrnin bu bab ile: Bir kimsenin zekâtı düşürmek için başvurduğu
bütün hileli yolların o kimse aleyhine bir vebal olduğunu sana öğretmek
istemektedir. Çünkü Peygamber (sav) zekât düşer korkusuyla koyunların bir
araya toplanmasını veya dağıtılmasını yasaklamasından bu husus anlaşılmaktadır.
Yine Hz. Peygamberin: "Doğru söylediyse kurtulur" buyruğundan da
herhangi bir kimse, herhangi bir hileli yola başvurmak suretiyle Allah'ın
farzlarından bir şeyi nakzetmek isterse, asla kurtuluşa eremez ve böyle
yapmakla da Allah'a karşı mazereti bulunamaz. Fukahânın mal sahibi olan
kimsenin sene dolmasına yakın malında tasarrufta bulunmasını caiz görmeleri,
bu tasarrufu ile zekâttan kaçma kastını gütmemesi şartına bağlıdır. Ancak
bununla zekâttan kaçmayı niyet eden kimseden günah hiçbir şekilde düşmez ve
Allah onun hesabını en iyi bilendir. Böyle bir kimse de ramazan hilalinin
görülmesinden bir gün önce ramazan orucundan kaçarak ihtiyacı bulunmayan bir
yolculuğa çıkan ve bununla da Allah'ın mü'minlere farz kılmış olduğu bir
ibadetten yüz çeviren kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse hakkında da
tehdit söz konusudur. Nitekim kıyamet gününde herhangi bîr yolla zekât vermeyen
bir kimsenin develer tarafından çiğnenip ona (zehirinin şiddetinden) başı
tüysüz bir ejderha halinde müşahhaslaştırılacağı bilinen bir husustur. Bu da
zekâttan kaçmanın helâl olmadığının ve âhirette bundan sorumlu tutulacağının
[249]delilidir.[250]
İbnu'l-Arabî der ki: Şafiî ilim adamlarından kimisi şöyle der: Yüce
Allah'ın: "İşte Biz Yûsuf un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yoksa
o... kardeşini alıkoyabilecek değildi"[251]
buyruğunda mubaha ulaşmak ve hakları ele geçirebilmek için hilenin ne şekilde
yapılabileceğine bir delil vardır. Ancak bu, büyükjbir yanılmadır. Çünkü yüce
Allah'ın: "İşte böylece o yerde Yûsuf a iktidar verdik" (56. âyet)
buyruğu hakkında şöyle denilmektedir: Biz YûsuPa Aziz'in karısına karşı
kendisine hakim olma güç ve iktidarını verdiğimiz gibi, yine Aziz'in yerine
yeryüzüne sahib olma iktidarını vermiştik. Yahut da onun verdiği bu örnek,
söylemek istediği şeye benzememektedir. eş-Şef avî der ki: Yüce Allah'ın:
"Eline bir demet sap al. Onunla vur ve yeminini bozma" (Sâd, 38/44)
buyruğu da buna benzemektedir. Ancak bu bir hile değildir. Bu ancak yeminin
lafızlara yahut maksatlara göre yorumlanması demektir, Yine eş-ŞePavî der ki:
Ebu Said el-Hudrî'nin, Hayber âmili ile ilgili olarak rivayet ettiği hadis de
bu kabildendir. Hayber'e zekât toplamak üzere giden kişi Peygamber (sav)e
cenîb diye bilinen kaliteli bir hurma getirmişti...[252]
Şafiî ilim adamlarının açıklamasına göre bu hadis-i şerifin maksadı şudur; Hz.
Peygamber o kimseye çeşitli türlerde bir araya toplanmış hurma çeşitlerini
satıp bunların yerine de satın aldığı cenib veya başka türden hurmayı almasını
istemiştir. Maliki'ler ise derler ki: Bu hadisin anlamı, o türden başka tür
hurma almasıdır. Böylelikle cenib türü hurma çeşitli türlerdeki bayağı hurma
karşılığında alınmış, ayrıca alınan paralar (dirhemler) da faiz olmasın diye
bu yola başvurmasını emretmiştir. Nitekim İbn Abbas da şöyle demiştir: Bir şeye
karşılık, bir şey; fazladan alınan dirhemler ise faiz olur.
Yüce Allah'ın:”Hükümdarın dinine göre" buyruğundaki
"din" kelimesi İbn 'Abbas'tan nakledildiğine göre onun egemenlik
hükümlerine göre demektir. İbn İsa'ya göre ise adetlerine göre demektir, yani o
delil otraaksızın da zulmederdi. Mücahid, hükümdarın hükmüne göre diye
açıklamıştır ki, hükümdarın hükmünde olmayan şey ise hırsızlık yapanların
kökleştirilmesi hükmüdür.
"Allah'ın dilemesi müstesna." Yani ancak yüce Allah su kabı
gerekçe olsun ve bu uygulamada ona mazeret olsun diye, Bünyamin'in yükü
arasına koymasını dilemesi suretiyle olmuştur.
Katâde der ki: Hükümdarın hükmü (kanunu) hırsızlık yapanın dövülmesi
ve iki kat tazminatının ödenmesi şeklindeydi. Ancak yüce Allah -Önceden de
geçtiği üzere- onlar tarafından İsrailoğulları arasındaki hükmün söylenmesini
murSd etmişti.
"Biz dilediğimizi derecelerle" ilim ve iman ile "yükseltiriz."
Bu buyruk; şeklinde de okunmuştur ki; dilediğimizin derecelerini yükseltiriz,
yani dilediğimiz kimseleri pek çok derecelere kadar yükseltiriz, anlamındadır.
el-En'âm Sûresi'nde (6/83. âyetin tefsirinde) de bu anlamdaki buyruk geçmiş
bulunmaktadır.
"Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır."
İsrail'in, Simak'tan onun îkrime'den, onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn
Abbas şöyle demiştir: Bu ötekinden daha âlim, diğeri de berikinden daha
âlimdir. Allah ise bütün âlimlerin üstündedir.
Süfyan'ın,
Abdu'I-A'lâ'dan onun Said b. Cübeyr'den rivayetine göre Said b. Cübeyr şöyle
demiştir İbn Abbas -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ın yanında bulunuyor idik.
Bir hadis nakletti, bir adam bundan hayrete düştü ve: Sub-hanallah dedi, Herbir
bilenin (âlim'in) üstünde daha iyi bir bilen vardır. İbn Abbas ona şöyle dedi:
Ne kadar kötü söyledin. el-Alîm olan Allah'tır ve O herbir âlimin de
üstündedir.[253]
77. "Eğer o çalmış
bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" dediler. O vakit
Yûsuf bunu içinde gizleyip bunu onlara açıklamadı ve dedi ki: "Sizin
durumunuz daha da kötüdür. Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en İyi
bilendir."
78. Dediler ki: "Ey Azizi
Onun çok ihtiyar bir babası vardır. Bunun için onun yerine birimizi alıkoy. Biz
seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz."
79.
Dedi kü "Eşyamızı
yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymamızdan Allah'a sığınırız. O
takdirde biz elbette zalimleriz demektir."
Yüce Allah'ın: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvelbîr kardeşi
de çalmıştı, dediler" buyruğunun anlamı şudur: Yani bu da diğer kardeşine
uymuştur, eğer bize uymuş olsaydı hırsızlık yapmazdı. Bunu söylemekle
kardeşlerinin fiilinden uzak olduklarını ifade etmek istediler. Çünkü onunla
anaları bir değildi. O eğer çalmış ise, bu herhalde çalan öbür abisine
çekmiştir, çünkü neseblerde ortaklık ahlâkî benzerliklere sebeptir.
İlim adamları Hz. Yûsuf a nisbet ettikleri hırsızlığın ne olduğu
hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Mücahid ve başkalarından rivayet
edildiğine göre-, Hz. İshak'ın kızı olan Hz. Yûsufun halası yaşça Hz.
Ya'kub'dan büyüktü. Daha yaşlı olmasından ötürü Hz. tshak'ın kemeri ona
geçmişti, çünkü yaş büyüklüğüne göre mirasçı oluyorlardı. Bu ise şeriatımızda
hükmü nesli olunmuş şeylerdendir. Yine onların şeriatına göre hırsızlık yapan
köleleştirilirdi. Hz. Yûsufun halası ise (annesinin vefatından sonra) onu alıp
büyütmüş ve onu aşırı derecede sevmişti. Hz. Yûsuf büyüyüp gelişince Hz.
Ya'kub halasına; Bana Yûsuf u teslim et, gözümün önünden bir an dahi kaybolmasına
tahammül edemiyorum, dediyse de halası da ondan ayrılmak istemedi. Kardeşi
Ya'kub'ar Yanımda bir kaç gün daha onu bırak, onu göreyim. Hz. Ya'kub yanından
çı-ktp gidince, Hz. İshak'ın kemerini alıp onu Hz, Yûsuf a elbiselerinin
altından bağladı. Sonra da: Ben İshak'ın kemerini kaybettim, onu kimin
aldığına, kimin ele geçirdiğine bir bakınız dedi. Bu kemer araştırıldı, sonra
da: Evde bulunanların üzerini açın, dedi. Herkesin üzeri açılınca, kemerin Hz.
Yûsuf ile birlikte olduğu görüldü; bu sefer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, o
artık benim kölemdir. Ben ona dilediğimi yapacağım. Daha sonra Hz. Ya'kub ona
geldi, ona durumu bildirince, Hz. Ya'kub da şöyle dedi: Sen bilirsin, eğer böyle
bir şey yaptıysa o senin kölen olarak sana teslim edilecektir. Halası, vefat
edinceye kadar Hz. Yûsuf u yanında tuttu. İşte kardeşleri: "Eğer o çalmış
bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" sözleri ile bu
hususa işaret ederek ayıpladılar. İşte Hz. Yûsuf da buradan su kabını
-halasının yaptığı şekilde- kardeşinin yükü arasına koymayı öğrenmişti.
Said b. Cübeyr der ki: Hayır, halası ona anne tarafından dedesine ait
bir putu çalmasını emretmişti. O da sözü geçen o putu çalıp, kırmış ve yola atmıştı.
Onların bu tutumları bir münkeri değiştirmek idi. Kardeşleri ise onu hırsızlık
yapmakla nitelediler ve bu işten dolayı onu ayıpladılar. Katâde de böyle
demiştir.
ez-Zeccâc'm, kitabında nakledildiğine göre çaldığı bu put altından idi.
Atiyye el-Avfî der kir Hz. Yûsuf kardeşleriyle birlikte yemekte bulunduğu
bir sırada bir parça et gördü ve onu sakladı. Bundan dolayı onu ayıpladılar.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf sofradaki yemeklerden yoksullara vermek
üzere bir şeyler alırdı. Bunu da İbn İsa nakletmektedir. Bir diğer açıklamaya
göre kardeşleri Hz. Yûsuf a nisbet ettikleri şeyde yalan söylemişlerdi. Bu
açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.
"O vakit Yûsuf bunu içinde gizleyip onlara açıklamadı." Yani
Hz. Yûsuf onların: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi
de çalmıştı" sözlerini içinde gizledi. Bu açıklamayı da İbn Şecere ve İbn
İsa yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf: "Sizin durumunuz daha da kötüdür"
sözünü içinden gizli söyledi. Sonra da yüksek sesle "Allah sizin söylemekte
olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" dedi.
Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yani sizler Yûsuf'a nisbet etmiş
olduğunuz hırsızlıktan daha kötü bir durumdasınız. Yüce Allah'ın: "Allah
sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" buyruğu ise Allah
sizin bu söylediğinizin yalan olduğunu en iyi bilendir. Zaten o iş, Allah rızası
için yapılmıştı.
Denildiğine göre Hz. Yûsuf'un kardeşleri o sırada henüz peygamber olmamışlardı.
"Dediler kî: Ey Azizi Onun çok ihtiyar bir babası var. Bunun için
onun yerine birimizi alıkoy." Onlar Hz. Yûsuf a "Aziz" lakabı
ile hitab ettiler. Çünkü o sırada önceki Aziz -Kıtfîr azledilmiş yahut ölmüş
olduğundan- onun yerine geçmiş İdi.
"Onun çok İhtiyar bit babası var" sözleri ise kadr-u kıymeti
çok büyük anlamındadır. Yaşça çok büyük olduğunu kastetmemişlerdir. Çünkü
ihtiyar bir kimsenin yaşlı olduğu zaten bilinen bir husustur.
"Bunun için onun yerine birimizi alıkoy." Onun yerine birimiz
köle olsun, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade mecazdır. Çünkü onlar
hür olan bir kimsenin, uygulama gereği köleleştirilmesine hüküm verilmiş birisinin
yerine köleleştirilmesinin sahih olmayacağını biliyorlardı. Onların bu sözleri,
yaptığı işten hoşlanmadığın bir kimseye -seni öldürmesini istemediğin halde bu
işten vazgeçmesi hususunda mübalağa ifadesi kullanmak üzere-: Beni öldür de şu
şu işi yapma, demeye benzer.
Bununla birlikte onların: "Onun yerine birimizi alıkoy"
sözlerinin hakikat anlamında söylenmiş olma ihtimali de vardır. Eğer peygamber
idiyseler, hür bir kimsenin köleleştirilmesi kanaatini izhar etmiş olmaları
uzak bir ihtimaldir. O halde geriye ancak kefalet yolu İle böyle bir talebte
bulunmaları İhtimalinden başkası kalmıyor, Yani senin köleleştirmen gereken
kişi, sana gelinceye kadar, birimizi yanında alıkoy. Bununla da Bünyamin'in
babasının yanına ulaşması, Hz. Ya'kub'un da durumu açıkça görmesi ve bilmesini
kastetmişlerdi. (Ondan sonra gelip Hz. Yûsuf'a köleliğe başlayacaktı).
Ancak
Hz. Yûsuf böyle bir şeyi kabul etmedi. Zira hadlerde ve benzeri suçlarda
yalnızca kendisine kefil olunanın huzura getirilmesi anlamında karşılıklı rıza
ile kefalet caiz otur. Bu kişiyi eline geçirmek isteyen eğer böyle bir kefaleti
kabul etmezse, bağlayıcı bir tarafı olmaz. Bu gibi hallerde ise kefil olan
kimsenin kefil olunana uygulanması gereken cezayı yüklenmesi ise ic-ma ile caiz
değildir.
el-Vadıha'da şöyle denilmektedir: Kişinin zatına kefil olmak -nefs ile
kefalet müstesna- bütün hadlerde caizdir. Fukahanm cumhuru da cana kefaletin
cevazını kabul etmektedir. Ancak bu konuda Şafiî'den gelen rivayet farklıdır.
Bir defasında bunu zayıf kabul ederken, bir diğer sefer bunu caiz görmüştür.
"Biz seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz" buyruğundaki
sözleri ite Hz. Yûsuf u onunla bütün muamelelerinde gördükleri iyiliği ve
ihsanını vasfermiş istemeleri muhtemel olduğu gibi, bu sözleriyle: Görüşümüze
göre, eğer bunu bizden esirgemeyecek olursan, bize lütfetmiş ve iyilikte bulunacaksın.
Bu son açıklama İbn İshak'ın açıklamasıdır.
"Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymamızdan
Allah'a sığınırız" buyruğunda yer alan; "Allah'a sığınırız"
İfadesi mastardır. " Alıkoymamız" ise nasb mahallinde olup;
Alıkoymamızdan" anlamındadır.
"Bulduğumuz kimseden başkası" ifadesi de; "Almamız"
fiili ile nasb mahallindedir. Yani biz suçsuz bir kimseyi, suç işlemiş bir
kimseye karşılık alıkoymaktan ve böylelikle yaptığımız akde muhalefet etmekten
Allah'a sığınırız. "O takdirde biz" başkasını almamız halinde
"elbette zalimleriz demektir."[254]
80. Artık ondan ümldlerini
kesince, fısıldanarak bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki:
"Babanızın sizden Allah adına teminat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf
hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz? Artık ya babam İzin verinceye
yahut benim İçin Allah hükmedinceye kadar katiyyen bu yerden ayrılmam. O,
hükmedicileriû en hayırlısıdır."
Allah'ın: "Artık ondan ümldlerini kesince" buyruğundaki;
" Ümidlerini kestiler" ifadesi, ile aynı anlamdadır. Nitekim ile
"Hayret etti" anlamında; in: Alay etti, eğlendi anlamına gelmeleri
gibi.
"Fısıldanarak bir kenara çekildiler." Bir kenara çekilip
kendi aralarında fısıldaştılar, demektir.
"Fısıldanarak" kelimesi İse; " Kenara çekildiler"
ifadesin-deki zamirden haldir. Bu kelime (hal olan kelime) tekil olmakta
birlikte, -âyette de olduğu gibi- çoğul için de kullanılır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi "Onunla özel olarak konuşmak üzere onu yaklaştırdık"
(Meryem, 19/52) buyruğunda olduğu gibi, tekil için de kullanılır. Çoğulu ise;
"Özel olarak kendi aralarında fısıldaşarak konuşanlar," anlamındadır.
Şair de şöyle demektedir:
"Ben öyle bir kimaeyirû ki, diğerleri başbaşa fısıldaştıklarında,
Ve yine onlar kuyuya sarkıtılan ip gibi sallanıp durduklarında, îşte orada sen
bana tavsiyede bulun, fakat benim hakkımda kimseye tavsiyede bulunma!"
İbn Kesir buradaki "ümitlerini kestiler..." anlamındaki
buyruğu şeklinde; 87. âyetteki "Ümidkesmeyin" buyruğunu şeklinde;
yine aynı âyetteki "çünkü... ümid kesmez" anlamındaki buyruğu;
şeklinde; (er-Ra'd, 13/31) "Şu gerçeği bitmediler mi ki" anlamındaki
buyruğu da; şeklinde kalbetmek suretiyle hemzesiz ve "elif iie okumuştur.
Bu okuyuşa göre hemze öne alınmış, "ye" harfi sonraya bırakılmıştır.
Daha sonra ise hemze "elife kalbedilmiştir. Çünkü elif de öncesi f'etlıa
olan sakin bir eliftir.
Ancak aslolan cemaatin okuyuş şeklidir. Çünkü bu kelimenin mastarı ancak
"ya" harfinin başa alınması suretiyle; "Ümid kesmek"
şeklinde gelmiştir. kelimesi ise "ümid kesti" anlamındaki; mastarı
değildir. Aksine bu: Ona verdim anlamındaki; nun mastarıdır ki bu kelimenin
mastarı; " Vermek" şekillerinde gelir.
Bazıları da şöyle demiştir: ile aynı kelimenin iki ayn söyleyişidir.
Buna göre; onlar kardeşlerinin kendilerine geri verileceğinden ümitlerini
kestiklerinde kendi aralarında başka hiçbir kimse de bulunmaksızın danıştılar
ve karşı karşıya kaldıkları bu durum ile İlgili olarak birbirleriyle fısıltı
halinde konuştular, "Fısıldaşan" kelimesi ise; ism-i faili anlamında
"faîl" veznindedir.
"Büyükleri dedi ki" Katide'nin dediğine göre; bu Rûbîl idi,
yaşça en büyükleriydi. Mücahid ise, bu kişi Şem'ûn idî, görüş itibariyle en
ileri derecede olanları oydu. el-Kelbî ise bu kişi Yelıudâ idi, o aralarında
en akıllı kişi idi, demektedir. Muhammed b. Ka'b ile İbn İshak İse; o Lavı idi
ve Lavî(İs-railoğullanndan gelen) peygamberlerin babasıdır.
"Babanızın sizden Allah adına" oğlunu koruyup onu kendisine
geri götürmenize dair "teminat almış" Allah adına söz almış
"olduğunu dana evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez
misiniz?" Yani siz babanızın sizden Allah adına bir söz almış olduğunu
bilmiyor musunuz? Yûsuf hakkındaki kusurunuzu da bilmektesiniz. Bu açıklamayı
en-Nehhâs ve başkaları nakletmektedir. Daha evvel, Önceden" buyruğundaki;
"...den, dan" edatı; " Bilme...nize" taalluk etmektedir. ın
fazladan gelmiş olması mümkündür. O takdirde; " Daha evvel, önceden"
buyruğu ile; " Yûsuf hakkında" ibarelerindeki iki zarf
da;"İşlediğiniz kusur" fiiline taalluk etmektedir. Bununla birlikte;
mastar buna karşılık; Daha evvel" ibaresinin de hazfedilmiş bir fiile
mü-teallak olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Yûsuf hakkındaki
kusurunuz ise önceden olmuş bir işti. Buna göre bu edat ile fiil, müb-tedâ
olarak ref mahallinde (yeni bir cümle başı) olur. Haberi ise; "Daha
evvel" ifadesinin kendisine taalluk ettiği (ye olmuş anlamı verilen)
hazfedilmiş fiildir.
"Artık, ya babam" dönüşüm İçin "izin verinceye"
çünkü ben ondan utanıyorum "yahut benim için Allah" kardeşim ile
birlikte gidişim hususunda "hükmedinceye" ve böylelikle onunla
beraber babamın yanına gidinceye kadar "katiyyen bu yerden ayrılmam."
Burada kalmaya devam edeceğim ve burada ikametimi sürdüreceğim.
" Ayrıldı, ayrılmak" ifadesi zail olmak, göçmek demektir.
Bunun başına nefy edatı gelecek olursa müsbet (olumlu anlam) ifade eder.
Buyruğun anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Ya Allah benim lehime kılıç
kullanıcağıma dair hüküm verir, ben de savaşarak kardeşimi alırım yahut bu
konuda acze düşerek mazereti olan birisi suretiyle geri dönerim. Çünkü Hz.
Ya'kub: "Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getireceğinize
dair Allah'tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece..." (Yûsuf, 12/66)
demişti. Savaşıp acze düşen bir kimsenin ise etrafı kuşatılmış demektir.
İbn Abbas der ki; Yehudâ gazablandığı ve kılıcı aldığı vakit, yüzbin
kişi onu geri çeviremezdi. Göğsündeki kılları çuvaldız gibi dikilir,
elbisesinden dışarı fırlardı.
Haberde nakledildiğine göre[255]
Yehudâ -aralarında en ileri derecede kızan ve öfkelenen birisi idi-
kardeşlerine şöyle demişti; Ya hükümdar ve be-raberindekilere siz karşı
koyarsınız, ben de bütün Mısır halkına karşı koyarım. Yahut da siz Mısır
halkına karşı koyarsınız, ben de hükümdara ve Mısır halkına karşı koyarım.
Kardeşleri şu cevabı verdiler: Sen hükümdara ve onunla birlikte olanlara karşı
koy, biz de Mısır halkına karşı koyarız. Bunun üzerine kardeşlerinden birisini
gönderdi. Mısır'ın çarşılarını saydılar, dokuz çarşı bulunduğunu gördüler.
Onlardan herbirisi bir çarşıyı üstlendi. Daha sonra Yehudâ, Yûsuf (a.s)in
yanına girip şöyle dedi: Ey Hükümdar! Şayet kardeşimizi bizimle beraber
bırakmayacak olursan, öyle bir feryat ederim ki, senin bu şehrinde karnındaki
bebeği düşürmedik hiçbir gebe kadın kalmayacaktır.
Bu, kızmaları esnasında onların bir özelliği idi. Hz. Yûsuf onu
kızdırdı ve hoşuna gitmeyecek bir söz söyledi. Yehudâ kızdı ve gittikçe
kızgınlığı arttı. Tüyleri kabardı, diken diken oldu. Ya'kuboğullannın herbirîsi
böyle oluyordu. Kızıp, köpürdü mü tüyleri diken diken olur, cesedi şişer,
sırtındaki kıllar elbisenin altından görülür. Hatta herbir kıldan bir damla
kan damlardı. Ayağını yere vuracak oldu mu yer sarsılır ve binalar yıkılırdı.
Feryat edip bağıracak olursa, kadın olsun, hayvan olsun, uçan kuş olsun
mutlaka karnında ne varsa onu ya hilkati tam veya eksik olarak bırakıverirdi.
Kan dökmedikçe yahut Ya'kub neslinden bir el onu yakalamadıkça gazabı
dinmezdi. Hz. Yûsuf kardeşi Yehudâ'nın gazabının son noktasına vardığını
görünce, küçük bir çocuğuna Kıptice konuşarak elini görmeyeceği bir yerden
Yahudâ'nın omuzları arasına koymasını emretti. Bu çocuk Hz. YûsuPun dediğini
yapınca, gazabı dindi, elindeki kılıcı bıraktı. Kardeşlerinden kimseyi görür
ihtimaliyle sağına soluna baktı fakat kimseyi göremedi. Çabucak kardeşlerinin
yanına çıkarak dedi ki: Sizden kimse benimle beraber bulundu mu? Onlar: Hayır
deyince, peki Şem'ûn nereye gitti? diye sordu. Dağa gitti dediler, o da
arkasından çıkıp onunla karşılaştığında büyükçe bir kaya yüklenmiş olduğunu
gördü. Bunu ne yapacaksın? diye sordu. O da payıma düşen çarşıya gideceğim ve
o çarşıda kim varsa bu kaya parçasıyla kafasını yaracağım. Bu sefer Yehudâ ona:
Dön kayayı geri götür yahut denize at dedi, hiçbir iş yapma. İbrahim'i dostu
edinen hakkı için yemin ederim, Ya'kub neslinden bir el bana dokundu, dedi.
Sonra da Hz. Yûsuf'un huzuruna girdi. Hz. Yûsuf da aralarında en güçlü
ve yakalayışı en çetin olanları idi. Şöyle dedi: Ey İbraniler! Sizler, sizden
daha çetin ve güçlü kimse olmadığını mı zannediyorsunuz? Sonra da büyükçe bir
değirmen taşına ayağıyla bir tekme vurdu ve bu değirmen taşı duvarın arkasından
yuvarianıverdi. Sonra da tek eliyle Yehudâ'yı yakalayıp onu yanı üzere yıktı ve
dedi ki: Haydi demirciler gelsin, bunların ellerini ayaklarını keseceğim,
boyunlarını vuracağım, dedi. Daha sonra Hz. Yûsuf tahtına çıktı ve minderi
üzerinde oturdu. Su kabının getirilmesini emretti, kabı getirilip önüne
konuldu. Daha sonra ona bir vuruş vurdu, bu su kabından bir ses çıktı.
Kardeşlerine dönerek şöyle dedi: Bu kabın ne dediğini biliyor musunuz? Onlar:
Hayır dediler. Dedi ki: Bu kap şöyle diyor: Bu kimselerin babalarının kalbinde
ne kadar gam, keder ve sıkıntı varsa hepsine bunlar sebeb olmuştur. Sonra su
kabına bir daha vurdu ve dedi ki: Bunun bana haber verdiğine göre bunlar küçük
bir kardeşlerini almışlardı, onu kıskandılar, babalarından uzaklaştılar, sonra
da onu telef ettiler. Kardeşleri: Ey Aziz! Allah senin kusurlarını setretsin,
sen bizim kusurlarımızı setret. Allah sana lütfetsin, sen de bize lütfet. Su
kabına üçüncü bir defa daha vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Bunlar küçük
kardeşlerini kuyuya attılar, sonra onu köleler gibi değersiz bir fiyata sattılar,
babalarına da kurdun onu yediğini söylediler. Dördüncü bir defa daha kaba vurdu
ve dedi ki: Bana haber verdiğine göre sizler seksen sene öncesinden bir günah
işlemişsiniz ve hala o günalıınızdan ötürü Allah'tan mağfiret dilememişsiniz,
tevbe de etmemişsiniz. Beşinci bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Kab şöyle
diyor: Öldüğünü zannettikleri kardeşleri zamanın sonu gelmeden mutlaka geri
dönecek ve insanlara yaptıklarını haber verecektir. Altıncı bir defa daha kaba
vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Şayet sizler gerçekten peygamber olsaydınız,
yahut peygamberlerin evlatları olsaydınız yalan söylemezdiniz, babanıza
itaatsizlik etmez, kötü davranmazdınız. An-dolsun sizleri bütün alemlere ibret
olacak şekilde cezalandıracağım. Bana demircileri çağırın, bunların el ve
ayaklarını keseceğim.
Bu sefer yalvarıp, yakarmaya, ağlaşmaya kovuldular. Tevbe ettiklerini
İzhar ederek şöyle dediler: Gerçekten hayatta ise Yûsuf kardeşimizi
bulabilsek, onun elinin altında itaatkâr bir hizmetkâr oluruz. Ayağıyla bizi çiğneyecek
toprağı oluruz.
Yûsuf kardeşlerinin bu durumunu görünce ağladı ve onlara: Haydi yanımdan
çıkıp gidiniz, babanıza İhsan olmak üzere sizi serbest bırakıyorum, o olmasaydı
gerçekten sizi ibretli bîr şekilde cezalandıracaktım, dedi.[256]
81. Siz babanıza dönün ve deyin
ki: "Ey Babamız! Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize
göre şahidlik ediyoruz, gaybın bekçileri de değiliz."
Yüce Allah'ın: "Siz babanıza dönün" sözlerini: "Katiyyen
bu yerden ayrılmam" diyen kişi söylemişti. "Ve deyin ki: Ey Babamız!
Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti."
İbn Abbas, ed-Dahhâk ve Ebu Rezîn;" Gerçek şu ki oğlun hırsızlık
etti" buyruğunu; "Gerçek şu ki oğlun hırsızlık yaptı diye itham
edildi" diye okumuşlardır.
en-Nehhâs der ki: Bana Muhammed b. Ahmed b. Ömer anlattı, dedi ki: Bize
İbn Şâzân anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b. Ebî Sureye el-Bağdadî anlattı,
dedi'ki: Ben el-Kisaî'yi: "Ey babamız! Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti,
diye itham edildi" şeklinde "sin" harfini ötreli ve şeddeli,
"ra"yi da esreli olarak meçhul bir fiil şeklinde okudu. Yani
hırsızlığa nisbet edildi ve hırsızlık yaptığı İthamı altında tutuldu. Nitekim
bir kimseyi hainlik, fasıkhk veya tacirlik gibi hasletlere nisbet ettiğini
anlatmak isteyen bir kimsenin; demesi de bunun gibidir.
ez-Zeccâc der ki: "Hırsızlık etti diye itham edildi"
ifadesinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi onun hırsızlık yaptığı
bilindi şeklinde, diğeri ise hırsızlık yapmakla itham edildi şeklinde.
el-Cevherî der ki: şeklinde “ra" harfinin esreli okunması, çalınan şeye
addır. (Mazisinde üstün, muzâriinde esreli olan) ra harfinin mastarında esreli
olarak, "Çalmak" şeklinde gelir.
Yüce Allah'ın: "Biz ancak bildiğimize göre şahitlik ediyoruz"
buyruğu ile ilgili olarak açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[257]
Yüce Allah'ın (söylediklerini bildirdiği): "Biz ancak bildiğimize
göre şahitlik ediyoruz" buyruğu ile şunu anlatmak istemişlerdir: Biz hep
bildiğimiz şeye şahitlik ettik. Şimdi ise zahire göre şahitlik ediyoruz, gaybı
bilmiyoruz. Sanki onlar Bünyamin'in: Sizin yükleriniz arasına bedellerinizi
gizlice kim koydu ise, bu su kabını da benim eşyam arasına o koymuştur, sözü
dolayısıyla kendilerini itham altında hissetmişlerdi. Bu anlamdaki açıklama îbn
îshak tarafından yapılmıştır. Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Biz Yûsuf un
nez-dinde hırsızlık yapanın köleleştirüeceğine dair şahitliğimizi ancak senin
dinine dair bildiğimize göre yaptık. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır.
"Gaybın bekçileri de değiliz." Yani biz onu senden aldığımız
sırada hırsızlık yapacağını bilmiyorduk, bilseydik almazdık.
Mücahİd ve Katâde der ki: Biz senin oğlunun köleleştirileceğini ve
işimizin bu noktaya geleceğini bilmiyorduk. Biz gücümüz yettiğince kardeşimizi
koruyacağımızı söylemiştik.
İbn Abbas der ki: Onlar bu sözleriyle; kendileri uykuda İken kardeşlerinin
geceleyin hırsızlık yaptığını kastetmişlerdi. Çünkü gayb Himyerlilerin lehçesinde
gece demektir. Yine ondan nakledildiğine göre biz gece, gündüz, giderken ve
gelirken neter yaptığını bilmiyorduk. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim gözümüzün
önünde olduğu sürece tatsız hiçbir şey olmadı, fakat önümüzden kaybolup
gittikten sonra durumları bize gizli kaldı.
Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Çalınan mal onun eşyası arasından çıkarılmıştı.
Hatta bizim gözümüz önünde, biz ona bakar dururken, eşyası arasından biz
çıkardık, ancak gaybı bilmiyoruz, belki de onlar kendisi hiç çalmamış olduğu
halde çaldı diye itham etmiş olabilirler.[258]
Bu âyet-i kerîme hangi yolla bilinirse bilinsin, şahitlik yapmanın caiz
olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü şahitlik aklen ve şer'an bilgi ile alakalıdır.
Bilgisi olmayanların şahitliği dinlenmez ve ancak konuyu bilenlerden
şahitlikleri dinlenir. Bütün şahitliklerde aslolan budur, bundan dolayı (mezhebimiz
mensubu) ilim adamlarımız şöyle demişlerdin Amanın şahitliği caizdir,
kulakları duyanın şahitliği caizdir, dilsizin şahitliği işaretiyle ne demek
istediği anlaşıldığı takdirde caizdir. Aynı şekilde yazıya dair şahitlik de -o
yazının kendisine ait olduğundan veya filana ait olduğundan kesinlikle emin
olması şartıyla- sahih bir şahitliktir.
Buna göre herhangi bir şeye dair kendisinde bir bilgi husule gelen herkesin
ona dair şahitlikte bulunması caizdir, isterse aleyhinde şahitlik yapılacak
kişi (o işe dair) onu şahit tutmamış olsun. Nitekim yüce Altah da şöyle
buyurmaktadır: "Bilerek hak ile şahitlik edenler müstesna,'' (ez-Zuhruf,
43/86) Rasûlullalı (sav) da şöyle buyurmaktadır: "Size şahitlerin en
hayırlılarını haber vereyim mi? Şahitlerin en hayırlıları kendisinden
istenmeden önce şahitliğini yerine getiren kimsedir."[259]
Bu hadis-i şerif daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 41. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.[260]
Geçiş halindeki şahitliğe dair İmam Malik'in görüşleri farklı
gelmiştir. Geçiş halindeki şahitlik bir kimsenin: Ben filanın yanından
geçerken, onun şöyle dediğini duydum, diye yapılan şahitliktir.
Konuyla ilgili iki görüşünden birisine göre böyle bir kimse eğer
söylenen sözü tamamtyle kavramış ise şahitlik edebilir. Bir diğer görüşüne göre
şahitler; kendisini bu hususta şahit tutmadıkça şahitlik etmez.
Sahih olan ise konuyu iyice kavraması halinde şahitlik edebileceğidir.
İlim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir, doğrusu da budur. Çünkü bu şekilde
istenen hasıl olmuş ve muayyen olarak konu ile ilgili bilgiyi elde etmiş
bulunmaktadır. Doİayısı ile lehine şahitlik yapılan kimseye durumu bildirmesi
halinde şahitlerin en hayırlısı olur, gizlemesi halinde de şahitlerin en kötüsü
olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[261]
Bir adam hiçbir şekilde olaya şahit tutulması ihtimali bulunmayan bir
şeye tanık olduğunu iddia edecek olursa, o şahitliği reddolunur. Çünkü o batıl
bir iddiada bulunmuştur ve görünen durum da açıktan açığa onun yalancı
olduğunu ortaya koymaktadır.[262]
82. "İçinde bulunduğumuz
şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru
söyleyenleriz."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[263]
"İçinde bulunduğumuz şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de
sor" sözleri ile Hz. Ya'kub'un huzurunda şahit oldukları hususun gerçek
mahiyetini dile getirmek İstemişler ve babalarının da kendilerini itham
etmemesi için haklarındaki zannı ortadan kaldırmak istemişlerdir. Onların:
"Şehire de sor" demeleri, o şehir halkına sor demektir. Burada muzaf
hazfedilmiştir. Şehir ite de Mısır'ı kastetmektedirler. Bir görüşe göre onlar
konakladıkları ve oradan yiyecek aldıkları, Mısır kasabalarından bir kasabayı
kastetmişlerdir.
Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Kasaba her ne kadar cansız ise de
"şehre sor" demeleri, sen Allah'ın peygamberisin. Allah da sana cansızları
dahi konuşturur, demektir. Bu açıklamaya göre ise ayrıca muzaf takdirine gerek
yoktur. Sîbeveyh der ki: Bir kimsenin Hind'in kölesini kastederek "Hind
ite konuş" demesi caiz değildir, çünkü böyle bir ifadenin anlamı
kestirilemez. "Kafile" ile ilgili açıklamalar da kasaba i!e ilgili
açıklamaların aynısıdır.
"Biz" bu sözlerimizle "gerçekten doğru
söyleyenleriz."[264]
Bu âyet-i kerîmedeki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: Haklı olan ve
gerçek durumundan farklı bir şekilde hakkında zan besleneceğini yahutta vehme
kapılanlar bulunacağını bilen bir kimsenin, bu gibi ithamları ve kendisi ile
ilgili her türlü şüpheyi ortadan kaldırması, gerçek durumunu açıklaması
gerekir. Tâ ki herhangi bir kimsenin aleyhte söyleyecek bir sözü kalmasın.
Nitekim Peygamberimiz Muhammed (sav), Hz. Safiyye ile bidikte mescidden çıkıp
onu eve götürmek isterken yanından geçen iki kişiye: "Yavaş olun, yanımdaki
Huyey kızı Safiyye'den başkası değildir" diyerek bunu yapmıştır. Onu
görenler: Subhanallah demiş ve bu durum ağırlarına gitmişti. Peygamber (sav) da
şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz şeytan insanın içinde kanın ulaştığı yerlere
ulaşır. Ben de sizin kalplerinize herhangi bir şeyi bırakıvereceğinden
korktum." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet
[265]etmişlerdir.”[266]
83. Dedi ki: "Hayır,
nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel
bir sabırdır. Allah'ın hep birlikte onları bana kavuşturacağını ümit ederim.
Her şeyi bilen, yegâne hüküm sahibi olan şüphesiz ki O'dur,"
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[267]
"Dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe
sürüklemiş." Oğlum çalmadığı halde çaldığını söylemeyi süslü göstermiş.
Şüphesiz ki bu Allah'ın murad ettiği bir iş dolayısıyla böyle oluyor.
"Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır." Benim yapmam gereken
iş güzel bir şekilde sabretmektir. Yahut sûrenin baş taraflarında geçtiği
üzere, güzel bîr şekilde sabretmek benim için daha uygundur, demektir.[268]
Nefsinde, evladında yahut malında hoşlanmadığı musibet ile karşı karşıya
kalan herbir müslümanın, bu hoş olmayan olayı güzel bir sabırla karşılaması
görevidir. Bu işi onun başına getirene rıza ve teslimiyet göstermelidir. Bu işi
başına getiren ise herşeyi bilen ve hikmeti sonsuz olandır. Müslüman bu gibi
durumlarda Allah'ın peygamberi Hz. Ya'kub ile diğer peygamberlere -Allah'ın
salat ve selamı hepsine olsun- uymalıdır.
Said b. Ebu Arûbe, Katâde'den, o el-Hasen'den naklen dedi ki: Kulun yuttuğu
iki tür yudum vardır ki, Allah için bunlardan daha sevimlileri yoktur. Bu
yudumların birisi kulun güzel bir sabır ve güzel bir metanet ile yudumladığı
musibet yudumudur. Diğeri ise kulun tahammülkârlık ve af ile yudumladığı öfke
yudumudur.
İbn Cüreyc de, Mücahid'den naklen yüce Allah'ın: "Güzel bir
sabır"
buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediğini nakletmektedir: Ben bundan
dolayı hiçbir kimseye şekva etmeyeceğim (demektir).
Mu katil b. Süleyman, Ata b. Ebi Rebah'dan, o Ebu Hureyre'den rivayet
ettiğine göre Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İçini açıp (musibetini) yayan
kimse sabretmiş olmaz."[269]
Bakara Sûresi'nde de (2/Î55. âyetin tefsirinde) sabrın iik sadme
esnasında gösterilmesi gerektiğine dair açıklamalar ile ne kadar eski olursa
olsun, musibetini hatırladığında istircâ yapan (innâ lillah... diyen)in
mükâfatına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Cuveybir, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbas'tan naklen dedi ki: Hz. Ya'kub'a,
Hz. Yûsuf dolayısıyla yüz şehit ecri verilmiştir. İşte bu ümmetten olup da karşılaştığı
musibetinin mükâfatını Allah'tan bekleyen kimseye de Ya'kub (a.s)ın ecri gibi
ecir verilecektir. "Allah'ın hep birlikte onları bana kavuşturacağım ümid
ederim." Çünkü Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un ölmediği kanaatinde idi. Ona göre
sadece Yûsuf'tan haber alamıyordu.
Çünkü Yûsuf kendisi adına hiçbir şey yapamayacak bir köle olarak götürülmüştü.
Sonra onu hükümdar satın almıştı. Hükümdarın evinde kalıyor ve kimselere görü
nem iyordu. Daha sonra zindana atıldı, yeryüzünde iktidara sahip olunca
babasının durumundan haberdar olması için hile (çare)lere başvurdu. Herhangi
bir haberci göndermedi. Çünkü kardeşlerinin bunu öğrenip elçinin babasına
ulaşmasını engellemeye kalkışmalarını istememişti. Hz. Ya'kub:
"onları" demesi ise üç kişi olmalarından dolayıdır. Hz. Yûsuf onun öz
kardeşi ve kardeşi dolayısıyla geriye kalarak gelmeyen diğeri. Bu ise:
"Katiyyen bu yerden ayrılmam" diyen kişi idi.
"Herşeyi" ve bu arada halimi de çok iyi "bilen"
verdiği hükümlerde "yegane hüküm sahibi" ve hikmeti sonsuz
"olan şüphesiz ki O'dur."[270]
84. Onlardan yüz çevirip:
"Ya esefâ alâ Yûsuf" dedi ve kederinden gözlerine ak düştü. Artık o
hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[271]
"Onlardan
yüz çevirip..." Çünkü Rünyamİn'in de haberini alınca artık Hz. Ya'kub'un
kederi doruk noktasına ulaştı ve bütün gücünü kaybetti. Yüce Al-iah, Yûsuf
dolayısıyla uğradığı musibetini adeta yeniledi. O bakımdan: "Yâ esefâ alâ
Yûsuf" dedi. Oğlu Bünyamin'i unuttu ve onu hatırlamaz oldu.
Bu şekildeki açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Said b. Cübeyr der
ki: Ya'kub (a.s) bizim Kitabımızda yer alan istircâ (innâ lillah...)ı
bilmiyordu, eğer bu istircâyı bilseydi, hiçbir şekilde "yâ esefâ alâ Yûsuf
demezdi.
Katâde ve el-Hasen derler ki: Bu ey benim kederim.., demektir. Mücahid
ve ed-Dehlıâk ise: Ey benim son haddine varan tahammülüm anlamındadır,
demişlerdir. Şair Küseyyir der ki:
"Kalb nasıl yüz çevirdi ve nefis teselli edilince
Nasıl teselli buldu diye, her ikisine de esef (yazıklar) olsun."
Esef; elde edilemeyen ve geçen dolayısıyla aşın hüzün ve keder demektir.
Başına getirilen nida "ya" da: Gel ey esef, çünkü artık bu senin
geleceğin vakittir, anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu tabirin aslı "yâ
esefi: Ey benim kederim" şeklindedir. Fetha hafif olduğundan dolayı
sondaki "ya" elife ibdâl edilmiştir.
"Ve kederinden gözlerine ak düştü." Denildiğine göre altı yıl
süreyle gözleriyle görmedi, kör olmuştu. Bunu Mukatil söylemiştir. Yine denildiğine
göre göze ak düştüğünde az da olsa bir görme olur. Hz. Ya'kub'un halini en iyi
bilen ise Allah'tır. Gözlerine ağlamaktan dolayı ak düşmüştü, fakat ağlamasının
sebebi kederiydi. Bundan dolayı yüce Allah: "Kederinden" diye buyurmaktadır.
Yine denildiğine göre Hz, Ya'kub namaz kılarken, Hz. Yûsuf önünde enine
doğru yatıyordu. Uykusunda hafif horladı, Hz. Ya'kub ona doğru baktı. İkinci
bir defa daha horladı, yine Hz. Ya'kub ona baktı. Sonra üçüncü bir defa
horladı, yine Hz. Ya'kub hem ondan, hem horlamasından dolayı sevinç ile ona
baktı. Yüce Allah meleklerine şunu vahyetti: "Şu benim seçkin kuluma ve
ha-lil'İmin oğluna (torununa) bakınız. Bana münacatta iken benden başkasına İltifat
edip bakıyor. İzzetim ve celalim hakkı için onlarla yönelip baktığı o iki
gözbebeğini ondan alacağım. Kendisini dönüp baktığı kişiden onu seksen yıl
süreyle ayıracağım. Tâ ki amel edenler Benim huzurumda ayağa kalkanların, Benim
gözetimim altında olduğunu bilmeleri gerektiğini bilsinler."[272]
Bu olayda namazda (sağa sola bakarak) iltifat etmenin, namazı iptal etmese
dahi bundan dolayı cezanın söz konusu olacağına ve namazın eksik kalacağına
delil vardır.
Buharı, Âişe (r.anha)dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)a
namazda (sağa sola dönerek) iltifata dair soru sordum da şöyle buyurdu:
"Bu şeytanın kulun namazından gizlice çaldığı bir şeydir. "[273]
İleride Mü'minun Sûresi'nin baş taraflarında bu hususa dair ilim adamlarının
görüşleri -yüce Allah'ın İzniyle- kapsamlı bir şekilde gelecektir.[274]
en-Nehhâs der ki: Bir grup kimse Hz. Ya'kub'un -Allah ona ve peygamberimize
salât ve selâm eylesin- aşın kederinin sebebinin ne olduğuna dair soru
sordular. Bu konuda ilim adamlarının üç türlü cevabı vardır. Bu cevaplardan
birisi şöyledir: Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un hayatta olduğunu öğrenince dinine
zarar geleceğinden korktu. İşte bundan dolayı oldukça kederlendi.
Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub'un kederlenmesi oğlunu, kardeşlerine
küçük yaşına rağmen teslim etmiş olmasıdır. Buna sonradan pişman olduğundan
üzülmüştür.
Üçüncü bir açıklamaya göre -ki bu, bu cevapların en açık ve kuvvetli
olanıdır- keder yasaklanmış bir şey değildir. Yasaklanmış olan yaygara basmak,
elbiseleri yırtmak ve uygun olmayan sözler söylemektir. Peygamber (sav) da:
"Göz yaşanr, kalb kederlenir ama Rabbi gazablandıran bir şey de söylemeyiz."[275]
diye buyurmuştur. Yüce Allah da: "Attık o hüznünü açıklamayıp içiö-de
saklıyordu" buyruğu ile bunu açıklamaktadır. Yani Hz. Ya'kub gam ve kederle
dolup taşmakla beraber, bunu içinde tutuyor, kimseye açmıyordu. Nitekim kederin
saklanıp, gizlenmesi anlamında; ifadesi de buradan gelmektedir. Buna göre; ise
keder yolu kendisine karşı tıkanmış kimse demektir. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Hani o gamla dolu dolu dua etmişi ." (el-Kalem,
68/48) İçi kederle dolup taşmıştı, demektir, Bu kelimenin, kederini yutan,
gizleyen anlamına gelmesi de mümkündür. Bu da kederini örten ve kimseye açmayan
kimse demektir. İbn Abbas'dan: Kederini içinde saklayan ve üzüntülü bir kimse,
diye açıkladığı nakledilmektedir. Şair de der ki:
"Eğer Şâs'ın musibeti dolayısıyla kederimi içime atıyor idiysem
de, Artık bugün ben dilimin bağını çözmüş bulunuyorum."
İbn Cüreyc, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir:
Hz. Ya'kub'un kederden gözleri görmez olmuştu. "Artık o hüznünü
açıklamayıp içinde saklıyordu."
İbn Abbas, o kederli idi diye açıklamıştır. Mukatil b. Süleyman ise
Atâ'dan, o İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Artık o hüznünü açıklamayıp
içinde saklıyordu" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: O
aşırı derecedeki hüzün ve kederini gizliyor, açmıyordu. Demek istiyor ki: Hz.
Yûsuf un hayatta olduğunu bilmekle birlikte, nerede olduğunu bilmiyordu. İşte
bundan dolayı oldukça kederli idi.
el-Cevherî der ki: (İbn Abbas'ın açıklamada kullandığı): kelimesi,
gizlenip saklanan keder demektir. İşte bu kelime ile aynı kökten olmak üzere;
"Adam kederini gizleyip sakladı" denilir. İsm-i faili de; diye gelir.
en-Nelıhâs der ki: "Filan kişi oldukça kederlidir ve kederinden
şikayet etmemektedir" demektir. Şair de der ki:
"Kavmimi (savaşa) teşvik ettim ve ben düşmanla savaşmayı bir şeref
saydım, Onlar ise ölüm korkusundan dolayı kederlerini içlerinde
saklamışlardı."[276]
85. Dedilerki: "Hâlâ Yûsuf
u anıp duruyorsun. Allah'a andolsun ki
sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin. Yahut ölüp gidenlerden
olacaksın."
86. Dedi ki: "Ben keder ve
üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz
şeyleri biliyorum."
"Dediler ki: Halâ Yûsuf u anıp, duruyorsun." Yani çocukları
kendisine:
Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun, "Allah'a andolsun ki..."
dediler.
el-Kİsaî der ki: "Bunu hâlâ yapıyorum, yaparım" demektir
el-Ferrâ, ın takdiri olarak var oiduğunu yani "Durmaksızın..." şeklinde
olduğunu iddia eder ve şu beyiti nakleder:
"(Ona) dedim ki: Allah adına yemin olsun, burada oturup duracağım,
İsterse senin önünde başımı ve eklemlerimi koparsmlar."
Yani buradan ayrılmayacağım... demektir. en-Nehhâs der ki: Bu söylediği
güzel ve doğrudur.
el-Halil ve Sibeveyh ise; nın yemin halinde takdir edileceğini iddia etmişlerdir.
Çünkü yemin halinde açıklanması zor bir taraf olmaz. Eğer böyle bir takdir
vacib olsaydı, bu "lâ" yerine "len" olmalı İdi.
Hz. Ya'kub'un oğullarının babalarına bunu söylemelerinin sebebi ise kesin
olarak babalarının bu üzüntülü halini devam ettireceğini bilmelerinden
dolayıdır. Mesela; "O bu işi yapmaya devam edip duruyor" denilir ve
bunlar iki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekil de ancak red ve inkâr ile birlikte
kullanılırlar. Şair der ki:
"(Atlar) toz çıkarmaya devam edip durdu, öyle ki onların
çıkardıkları tozlar Oldukça rüzgarlı bir günde yukarı doğru yükselen bir suru
andırıyordu."
İbn Abbas da; devam edip duruyorsun diye açıklamışım "Sonunda ya
kederinden hastalanıp, eriyeceksin" telef olup gideceksin. İbn Abbas ve
Mücahid der ki: Hastalığından dolayı ölüme yakın bir hale geleceksin demektir.
Şair de der ki:
"Kederim yayıldı, hasta etti beni
Çok eskiden beri de hastalığımı arttırmıştı.
İşte bugünden önce sevgi de böyledir,
Bu da helake götüren sebepler arasındadır."
Katâde bu kelimeyi yaşlanıp çökeceksin diye açıklarken, ed-Dahhâk
çürüyüp gideceksin, Muhamrned b. İshak aklın başından gidecek diye açıklamışlardır.
el-Ferrâ der ki: Bedenî ve aklî dengesini kaybetmiş kimseye denilir,
da aynı anlamdadır.
İbn Zeyd der ki: Bu tabir erzeli ömüre (yaşlılığın en perişan
haline)dön-dürülmüş kişi hakkında kullanılır.
er-Rabî' b. Enes de bu, derisi kemiğine yapışmış (bir deri bir kemik
kalmış) kişi demektir. el-Müerric ise
kederinden erimiş kimse, el-Ahteş yok olup gitmiş kimse, İbnu'l-Enbârî helak
olup gitmiş kimse diye açıklamışlardır. Bunların hepsinin anlamı birbirine
yakındır.
Bu kelimenin asıl anlamı kederden, aşktan yahut yaşlılıktan bedenî ya
da aklî dengesini kaybetmiş kimse demektir. Bu açıklamalar Ebu Ubeyde ve başkalarından
nakledilmiştir. el-Arcî der ki:
"Ben bir sevginin istilasına uğramış birisiyim, bu sevgi benim
aklî ve
bedenî dengemi bozmuştur, Nihayet çürüyüp gittim ve sonunda hastalık
beni alabildiğine inceltti."
en-Nehhâs derki: Bir kimsenin hastalıktan adeta çürüme halini anlatmak
için; şeklindeki fiil kullanılır. İsm-i faili ise; şeklinde gelir. Şu kadar var
ki, ikinci sekilin tesniyesi ve çoğulu yapılmaz. Tıpkı; "Layıktır,
yaraşır" kelimelerinin de tesniye ve çoğullarının gelmeyişi gibi.
es-Sa'lebî der ki: Araplar arasında müzekker olarak İsm-i faili; şeklinde,
müennes ism-i failini de; şeklinde söyleyenler de vardır. O bakımdan bu lafız
sıfat olarak kullanılacak olursa, hem tesniyesi, hem çoğulu, hem de müennesi
kullanılabilir. Ayrıca; "Hastalanıp eridi, erir, hastalanıp eriyiş"
diye de kullanılır. İsm-i faili de; şeklinde gelir. İsm-i mef'ul olarak; şekli
de kullanılır ve şöyle bir beyit nakledilir:
"Tam bir gün boyunca atlılar takib etti onu,
Onu yakalaaaydılar şayet, hiç şüphesiz helak oluvermişti."
İmruuJ-Kays da der ki:
"Develer sahibi kişinin ölmek noktasında hastalandığını görüyorum,
O diyardaki genç ve hasta bir devenin bitip tükenmesi gibi."
en-Nehhâs der ki: Dilbilginleri kederin hasta düşürdüğü kimse hakkında;
"Keder onu hasta etti" diye kullanıldığını ve; ın da; ahmak bir adam
anlamına geldiğini nakletmişlerdir.
Enes bu kelimeyi "ha" harfi ötreli, "ra" harfini de
sakin olarak okumuştur. "Çöven çubuğu gibi" demektir. el-Hasen de
"lıa" ve "ra" harflerini ötreli oku'muştur.
el-Cevherî der ki: " Çöven (otu)" demektir.
"Yahut ölüp gidenlerden olacaksın." Bu, hepsinin söyledikleri
bir sözdür. Bu sözden maksatları ise, bu işin sebebi kendileri olsalar dahi,
Hz. Ya'kub'a şefkatleri dolayısıyla ağlayıp kederlenmesini engellemektir.
"Dedi ki: Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarını."
Sözlükte; "Açmak" kelimesi aslında insanın saklamaya hazır
olmadığı başına gelen helak edici şeyler demektir. Bu kelime; " Onu saçıp
dağıttı" ifadesinden gelmektedir. Mecazi olarak musibete de; denilmiştir.
Şair Zu'r-Rimme der ki:
"Devemi Meyye'nin (harabesi kalmış) evinin yambaşında durdurdum,
Orada sürekli ağladım ve konuştum onunla,
Yağmur yağsın diye dua ettim orasına, öyle ki anıp durduğum musibetten
Dolayı, benimle konuşacaktı neredeyse taşları ve oyun alanları."
İbn Abbas der ki: Bu kelime keder ve üzüntüm, demektir. el-Hasen, ihtiyacım
diye açıklamıştır. Bunun, hüznün en ileri derecesi anlamına geldiği de
söylenmiştir. Gerçek mahiyeti ise sözünü ettiğimiz şekildedir.
"Ve üzüntümü" lafzı da bir öncekine atfedilmiştir. Aynı
anlamda olmakla birlikte onu başka bir lafızla tekrarlamıştır.
"Ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz
şeyleri biliyorum" Yani ben Yûsuf un rüyasının doğru çıkacak bir rüya
olduğunu, benim onun önünde secde edeceğimi biliyorum. İbn Abbas bu açıklamayı
yapmıştır. Katâde: Ben yüce Allah'ın bana ettiği İhsanlarından hakkında hüsn-ü
zan beslemeyi gerektirecek şeyler biliyorum, diye açıklamıştır.
Denildiğine göre Hz. Ya'kub ölüm meleğine Yûsuf un ruhunu kabzettin mi
diye sormuş, o: Hayır diye cevap verince, onun ümitvar olmasını daha bir
pekiştirmişti.
es-Süddî der ki: Ben Yûsuf un hayatta olduğunu biliyorum, demektir. Çünkü
oğullan kendisine bu hükümdarın davranışını, adaletini, ahlâkını ve sözlerini
bildirince Hz. Ya'kub, bu kimsenin oğlu olduğunu hissetti, o bakımdan
üniitlendi ve muhtemeldir ki bu Yûsuf tur dedi.
Yine şöyle dedi: Yeryüzünde doğru sözlü (siddîk) ancak peygamber bir
kimse olabilir.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Ya'kub, ben darda kalanların dualarının
kabul edildiğine dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, demek istemişti.[277]
87. "Oğullarım! Gidin,
Yûsuf u ve kardeşini arayın, araştırın. Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin.
Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez."
"Oğullanml Gidin, Yûsuf u ve kardeşini arayın, araştırın."
İşte bu ifade Hz. Ya'kub'un, Hz. YûsuPun hayatta olduğundan kesinlikle emin
olduğunun delilidir, Hz. Ya'kub bunu ya rüya ile ya -kıssanın baş tararlarında
geçtiği gibi- yüce Allah'ın kurdu konuşturmasıyla ya ölüm meleğinin Hz.
Ya'kub'a henüz YûsuPun ruhunu kabzetmediğini bildirmesi ile bilmişti. Daha
kuvvetli görülen görüş de budur.
Tehaşsüs,
aramak, araştırmak, bir şeyi duyu organlarıyla aramak demektir. O bakımdan bu
kelime "his"den; "tefa'ül" veznindedir. Yani şu sizden
kardeşinizi getirmenizi isteyen ve onu alıkoymakta size karşı bir hileye
başvuran adamın yanına gidin, ona ve izlediği yola dair soru sorun.
Rivayete göre ölüm meleği Hz. Ya'kub'a: Sen onu bu taraftan araştır diyerek,
Mısır cihetini işaret etmiştir. Denildiğine göre de Hz. Ya'kub yiyecek
maddelerinin bedelinin geri ödenmesi ve Hz. YûsuPun kardeşinin alıkonulması
ile keramet izharı yollarıyla, Hz. YûsuPun farkına varmıştır. Bundan dolayı
Hz. Ya'kub çocuklarını başka tarafa değil de yalnızca Mısır tarafına
göndermişti.
"Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin." Yani Allah'ın
kurtarışından yana ümitsiz olmayın. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Şunu
söylemek istiyor: Mü'min Allah'tan kurtuluşu ümid eder, kâfir ise sıkıntılı
halde iken ümitsizliğe düşer. Katâde,ve ed-Dalıhâk derki:
"Ravhullah", Rahmetullah (Allah'ın rahmeti) demektir.
"Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez" buyruğu Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin büyük günahlardan
olduğuna delildir.
İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi'nde
(39/53. âyetin tefsirinde) gelecektir.[278]
88. Bunun üzerine huzuruna
geldiklerinde dediler kî: "Ey Aziz! Bizi de, ailemizi de darlık sardı. Fek
değerli olmayan bir bedel ile geldik. Bize yine tam Ölçek ver ve ayrıca bize
tasadduk da et. Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır."
Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine huzuruna girdiklerinde dediler ki;
Ey Aziz" Ey sağlam, korunmuş, kendisine zarar veremeyeceğimiz kişi
"bizi de, ailemizi de darlık sardı." Bu onların üçüncü defa Mısır'a
dönüşleri idi, İfadede hazfedilmiş sözler de vardır. Yani nihayet Mısır'a çıkıp
gittiler, Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde "taizide, ailemizi de
darlık" yani açlık ve ihtiyaç "sardı" isabet etti, dediler.
Bu
buyrukta, darlık yani açlık esnasında şikayetin caiz olduğuna delil vardır.
Hatta bir kimse fakirlik ve benzeri şeylerden ötürü kendisine darlık ve sıkıntı
geleceğinden korkacak olursa, faydalı olacağını umduğu kimselere halini
açıklaması vacibtlr. Nitekim kendisini tedavi elmesi için, doktora duyduğu
rahatsızlıklardan şikayet etmesinin vacib olması gibi. Böyle bir durum tevekküle
aykırı değildir. Ancak bu gibi hallerde şikayetin bir çeşit kızgınlık ve
gazablanmak suretiyle olmaması şartı vardır. Musibetlerde sabır ve metanet
göstermek ise daha güzeldir.
Dilenmeytp atıflik göstermek daha faziletlidir. Şikayet halinde en
güzel söz, Mevla'dan belânın sona ermesini dilemektir. Bu da Hz. Ya'kub'un:
"Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin
bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum" (Yûsuf, 12/86) demesi ile olur. Yani
ben O'nun güzel muamelesini, üstün lütfunu ve kullarına bağışlarını bilirim.
Şekva dinlemek makamında olmayanlara şekvada bulunmak ise -içini açmak
ve teselli kastıyla olması hali müstesna- beyinsizliğin ta kendisidir. Nitekim
İbn Dureyd şöyle demektedir:
"Sanma ey dehr! Boyun eğeceğimi beni bıçaklar gibi Kesip doğrayan
bir musibete;
Sen öyle bir kimseyle oturup kalktın ki eğer felekler üzerine yıkılacak
olsa, Göğün dört bir yanından; şikayet etmez. Fakat ağzın etrafında balgamdan
dolayı biriken köpükleri, Kafasını sallayarak bir kenara bırakan, göğsünden
rahatsız bir kimsenin üflemesi gibi gelir, o belalar ona."
Yüce Allah'ın: "Pek değerli olmayan bir bedel ile geldik"
buyruğundaki Bedel" kelimesi bir şeyin satın alınması kastı ile verilen
bir parça mal demektir. Mesela; "Bir şeyi ticaret mah ve bedeli
kıldım" demektir. Darb-ı meselde de; " (Hurma bolluğu ile meşlıur)
Hecer'e hurma götürüp ticaret yapmak isteyen gibi" denilmekledir.
"Pek değerli olmayan" kelimesi "bedel" kelimesinin
sıfatıdır. Mastarı olan; ise iterek, sürmek ve sürüklemek anlamındadır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda da aynı kökten gelen fiil kullanılmaktadır: "Görmez
misin ki Allah bulutları sürüyor..." (en-Nur, 24/43)
Buradaki anlamı, bu zorla itilen, sürülen bir bedeldir ve bunu herkes
kabul etmez. Sa'leb der ki: Buradaki "pek değerli olmayan bedel"den
kasıt tam olmayan, eksik bedel demektedir, Burada bu bedelin tayini hususunda
farklı görüşler vardır. Bu bedelin kurutulmuş et, hurma, kavrulmuş un ve yağ
karı şı mı bir yemek olduğu da söylenmiştir. Bunu el-Vakidî, Ali b. Ebi Talib
(r.a)dan nakletmektedir.
Yine denildiğine göre onların götürdükleri bedel eskimiş çuvallar,
heybeler ve iplerdi. Bu açıklama da İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Yine denildiğine göre Arapların eşyası yün ve sade yağdır. Bu açıklama
Abdullah b. el-Hâris'e aittir.
Bir diğer görüşe göre götürdükleri bedel çitlenbik ile bitim diye
bilinen Şam bölgesinde yetişen, yenen ve sabun yapmak için yağı çıkartılan bir
çeşit taneli yiyecekti. Bu açıklamayı da es-Salih yapmıştır. Bunları yiyecek
alımında geçerli kabul edilmeyen fakat insanlar arasında tedavülde kullanılan
dirhemlere satmışlar ve: Sen bu dirhemleri bizden yiyecek alımında da kullanılabilen
kaliteli dirhemler gibi hesab et, demişlerdi.
Bir diğer açıklamaya göre götürdükleri bedel kalitesiz dirhemlerden ibaretti.
Bunu da İbn Abbas söylemiştir. Yine denildiğine göre bu paralar üzerinde Hz.
Yûsuf un sureti yoktu. Çünkü Mısır dirhemleri üzerinde Hz. Yûsuf un sureti
vardı.
ed-Dahhâk der ki: Götürdükleri bedel ayakkabı ve deri idi. Yine ondan
nakledildiğine göre elenmiş ve kavrulmuş un idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Bize yine tam ölçek ver ve ayrıca bize tasadduk da et"
buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[279]
Yüce Allah'ın: "Bize yine tam ölçek ver" ifadesi ile şunu
kastetmişlerdi: Sağlam ve kaliteli dirhemlere karşılık verdiğin gibi ver ve
bizim dirhemlerimizden dolayı bize eksik verme. Müfessirlerin çoğunluğunun
görüşü budur.
İbn Cüreyc der ki: "Bize yine tam ölçek ver" sözleriyle daha
önce kardeşleri için Ölçmüş olduğu miktarı vermesini kastetmişlerdi. "Ve
ayrıca bize tasadduk da et." Yani kaliteli dirhemlerle, kalitesizler
arasındaki farkı da sen bize lütfet. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr, es-Süddî ve
el-Hasen yapmışlardır. Çünkü mutlak manasıyla sadaka peygamberlere haramdır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştin Hakkımızdan daha fazlasını bize
tasadduk et, demektir. Bu açıklamayı da Süfyan b. Uyeyne yapmıştır. Müca-hid
der ki: Sadaka ancak Peygamberimiz Muhammed (sav)a haram kılınmıştır. İbn
Cüreyc der ki: Yani kardeşimizi bize geri vermek suretiyle "bize tasadduk
da et" demektir. İbn Şecere der ki: "Bize tasadduk da et" yani
bizi affet, bize müsamaha ile muamele et, demektir. Bu açıklamaya şairin şu beytini
de delil göstermektedir:
"Bize tasadduk et (müsamaha göster) ey Affâıı'ın oğlu ve ecrini
Allah'tan bekle, Başımıza da günler boyunca el-Eş'arî'yi emir tayin et."
"Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır." Âlıiretteki
mükâfatı kastetmektedir. Denildiğine göre bu, sözlü ta'rizler arasında yer
alır. Çünkü onların kanaatlerine göre Hz. Yûsuf kendi dinleri üzere değildi.
Bundan dolayı onlar: Bu sadakan sebebiyle şüphesiz Allah seni
mükâfatlandıracaktır demeyip kendisine böyle bir maksatla söz söyledikleri
izlenimini verecek bir ifade kullandılar ve bu ifadeleri, yorumlanmak suretiyle
doğru bir anlama gelebilirdi. Bu açıklamayı en-Nakkâş yapmıştır. Hadis-i
şerifte de: "Şüphesiz ki ta'riz (üstü kapalı) ifadelerde yalandan bir
kurtuluş yolu
[280]vardır.”[281]
Malik ve onun dışındaki ilim adamları (bu buyruğu), kile ile ölçenin ücretini
satıcının vermesi gerektiğine delil göstermişlerdir. İbnu'l-Kasım ve İbn Nât
derler ki: Malik dedi ki: Kardeşleri Hz. Yûsuf'a: "Bize yine tam ölçek
ver" dediler. Kiie ile ölçen bizzat Yûsuf'un kendisi idi. Tartı ile
tartan, sayan ve diğerlerinin durumu da böyledir. Çünkü bir kimse
yiyeceklerinden sayısı belli bir miktar satacak olur ise o miktar üzerinde akit
vacib olur ve kendisinin de o miktarı açıkça ortaya çıkartıp müşterinin hakkını
kendi hakkından ayırması gerekir. Şayet bir yığın yahut ta hakkının alınabileceği
bir mal şeklinde muayyen bir bölümünü satacak olup da alıcıyı o malla serbest
olarak başbaşa bırakırsa, satılan mal üzerinde cereyan eden işlemleri yapmak
satın alana aittir. Kile ile ölçmek yahut tartmak suretiyle hakkın alınabileceği
şeylerde durum böyle değildir. Çünkü satıcının bedeli hakedebil-mesi ancak
sattığının tamamen ödenmesi halinde söz konusudur. Tam olarak teslim söz
konusu olmadan satılan maldan bir şey telef" olursa, bu satıcıdan gider.[282]
Nakit ödemenin kalitesinin tesbit ücretini ödemek de satıcıya aittir.
Çünkü dirhemlerini ödeyen satın alıct, bu dirhemler sağlamdır, der. Kalitesiz
olduklarını iddia eden sensin, o halde kendi işini kendin gör. Aynı şekilde bunun
faydası satana ait olduğundan dolayı ücreti de onun ödemesi gerekir.
Kendisine kısas uygulanması gereken kimsenin de bu gibi bir sorumluluğu
yoktur. Zira böyle bir kimsenin (mesela) kendi elini kesmesi icab etmez. Ancak
böyle bir şeyi kendi iradesiyle yapması hali müstesnadır. Çünkü ona farz olan
sadece elinin kesilmesini kabul etmesidir. Şayet kısas uygulanmasını isteyen
kişi ondan bu işi (kendi elini kesmesini) isteyecek ve bu hususta onunla
anlaşacak olursa, kesme ücretini kısas uygulanmasını isteyen kişinin Ödemesi
gerekir.
Şafiî de kendisinden nakledilen meşhur görüşünde: Bu tıpkı satıcıda olduğu
gibi kendisine kısas uygulanacak olan kişi tarafından ödenmelidir.[283]
Kişinin duası esnasında: Allaiı'ım bana tasadduk eyle, diye dua etmesi
mekruhtur. Çünkü sadaka, sevap elde etmek isteyen kimse tarafından verilir. Şanı
yüce Allah ise bütün nimetler ile mükâfat vermek suretiyle lutufta bulunandır.
O'ndan başka bir Rab yoktur.
el-Hasen bir adamın: Allah'ım bana tasadduk eyle dediğini İşitince, şöyle
demiş: Be hey adam, şüphesiz Allah tasadduk etmez. Ancak mükâfat almayı uman
kimse tasaddukta bulunur. Sen yüce Allah'ın: "Çünkü Allah sadaka
verenleri mükâfatlandırır" buyruğunu hiç duymadın mı? Bunun yerine: Allah'ım
bana ver ve bana bol bol lütfedip, bağışla! diye dua et.[284]
89. Dedi ki: "Siz cahiller
iken Yûsuf a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
90. "Aaa! Sen, evet sen
Yûsuf sun öyle mi?" dediler. O dedi ki; "Ben Yûsuf um, bu da
kardeşimdir. Allah bize lütfetti, çünkü kim korkar ve sabrederse herhalde
Allah İyilik edenlerin mükâfatlarını boşa çıkarmaz."
91. Dediler kiî "Allah'a
yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz hata
işlemiştik."
92. Dedi ki: "Bugün başınıza
bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağfiret buyursun. O merhamet edenlerin en
merhametlisidir.
93. "Şu gömleğimi götürün
de onu babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır. Bütün ailenizi de
alıp bana getirin."
"Dedi ki: Siz cahiller iken Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı
biliyor musunuz?" Bu hatırlatma ve azar anlamında bir sorudur. Kastedilen
ise yüce Allah'ın: "Andolsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber
vereceksin."
(Yûsuf, 12/15) âyetinde sözü edilen husustur.
"Siz cahiller İken" ifadesi de onların Hz. Yûsuf'u aldıkları
sırada henüz peygamber olmamış ve yaşlarının küçük olduğuna delildir. Zira
ancak bu nitelikte olan bir kimse "cahillikle" nitelendirilir.
Bu buyruk aynca o anda, onların hallerinin düzelmiş olduğuna delildir.
Yani siz bu işi yaşça küçük ve cahil iken yapmış idiniz. Bu anlamdaki açıklamayı
İbn Abbas ve el-Hasen yapmıştır. Buna göre onların söyledikleri nakledilen:
"Doğrusu biz hata işlemiştik" şeklindeki ifadeleri yaşlan ilerlemiş
olduğu halde, utançlarından ve babalarından korkularından dolayı ona yaptıklarını
haber vermedikleri anlamındadır. Bunun, sonucun nereye varacağını bilmeyenler
anlamına geldiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Aaal Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler. Hz. Yûsuf'un
huzuruna girib de: "Bizi de, ailemizi de darlık sardı" (Yûsuf,
12/88) deyip ona itaat gösterip, alçak gönüllülüklerini arzedince, onlara
karşı yumuşadı, kalbine rikkat geldi ve kendisini onlara lamtarak: "Yûsuf
a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. Bunun üzerine
onlar da uyanıp: "Aaaî Sen, evet sen YûsuTsun öyle mi? dediler."
Bu açıklamayı tbn İshak yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf
gülümseyince, onu Yûsuf'a benzettiler ve bu konuda ona soru sordular.
İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf kendilerine: "Yûsufa ve kardeşine
neler yaptığınızı biliyor musunuz?" âyetinde geçen sözleri söyleyince,
daha sonra da Yûsuf gülümseyince -Yûsuf (a.s) gülümsedi mi dişleri ipe dizili
inci gibi görünürdü- onu YûsuPa benzettiler ve soru île durumu anlamak
maksadıyla: "Aaa! Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler.
Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre kardeşlen tacını başından
çıkar-tıncaya kadar onu tanıyamadılar. Alnının üst tarafında ona dair bir
alamet vardı. Hz. Ya'kub'un da onun gibi bir alameti vardı ve bu bir beni
andırıyordu. Uz. Yûsuf kendilerine: "Yûsuf a ve kardeşine neler
yaptığınızı biliyor musunuz?" dediğinde, başındaki tacı kaldırdı ve onu
tanıyarak: "Aaal Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler.
Yine İbn Abbas[285]
der ki: Hz. Ya'kub ona oğlunu geri vermesi için bir mekltp yazdı. Mektup'ta
şöyle deniyordu: Allah'ın haiili, İbrahim'in oğlu, Allah'ın kurbanlıkla fidye
verip, boğazlanmaktan kurtardığı (zebîlıullah) ishak'ın oğlu, Allah'ın seçkin
kulu Ya'kub'dan, Mısır Aziz'ine! İmdi bizler belâ ve mihnetlere duçar bir aile
halkıyız. Allah dedemi Nemrut ve ateşiyle imtihan etti, daha sonra babam
İshak'ı da Allah için boğazlanmakla imtihan etti. Beni de çocuklarım arasında
en çok sevdiğim oğlum ile imtihan etti. Sonunda ağlamaktan gözlerim görmez
oldu. Ben hiçbir zaman çalmadım, benden çalan bir çocuk da dünyaya gelmedi.
Vesselam."
Hz. Yûsuf bu mektubu okuyunca, eklemleri yerinden oynadı, titredi.
Derisinin tüyleri diken diken oldu ve gözlerinden boşanırcasına yaş akıttı.
Tahammülü ve sabrı kalmadı ve bilinmeyen sırrı açıkladı.
İbn Kesir; "Sen...sin öyle mi?" buyruğunu haber anlamında;
"Muhakkak ki sen... sun" diye okumuştur. Bu kıraatin bu haüyle de
yüce Allah'ın: "Nimet diye başıma bunu mu kakıyorsun?" (eş-Şuarâ,
26/22) buyruğu gibi istifham olması da mümkündür,
"O da dedi ki: Ben Yûsuf'um." Evet, ben o zulme uğrayan,
öldürülmek istenen Yûsuf'um. O; ben, oyum demeyerek olayın büyük bir olay
olduğuna işaret etmek istemişti.
"Allah bize" kurtulmak ve hükümdarlık ihsan etmekle
"lutfetü, çünkü kim korkar ve sabrederse" kim Allah'tan korkar,
musibetlere ve masiyeilere karşı sabredip, direnirse "herhalde Allah
iyilik edenlerin" yani Allah'ın verdiği belâ ve imtihanlarda sabrederek,
O'na itaati devam ettirenlerin "mükâfatlarını zayi etmez."
İbn Kesir; "Çünkü kim korkar., .sa" buyruğunu; şeklinde ye
harf-i meddi ile birlikte okumuştur. Bu şekildeki kıraat, "Kim"
edatının "Kim ki" anlamında ism-i mevsul kabul edilmek suretiyle caizdir.
Bu durumda da ism-i mevsulün sılası arasına girer ve bu durumda "ya"
harfi de harf-i med olarak telaffuz edilir, başka türlüsü de olmaz. Buna bağlı
olarak; Sabrederse" ref ile okunur. Ayrıca; "Sabrederse"
lafzını cezm ile okuyup; "Korkar" lafzı da mahallen meczum kabul
edilmek suretiyle okunması da mümkündür. Buna karşılık, da şart edatı olur,
"ya" harfi de harf-i med olarak okunur. Cezm alameti ise aslında
"ya" harfinin üzerinde bulunan ötrenin hazfedilmesi kabul edilir.
Şairin şu be-yitinde olduğu gibi:
"Sonra Dımeşk'a girdiğin vakit geslen[286]
Ey Yezid b. Halid b. Yezid diye."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Haberler Ziyadoğullarmın süt veren sağmal develerinin başlarına
Neler geldiğini göstermekte iken, o sana gelmedi[287]
mi?
Cemaatin bu buyruğu okuma şeklinin sebebi ise gayet açıktır.
"Çünkü..." deki zamir, söylenen sözlere işarettir. Ondan sonraki cümle
ise haberdir.
"Dediler
ki: Allah'a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır"
buyruğunda ki: "Seni üstün kılmıştır" ifadesinde aslolan iki hemzeli
oluşudur, ikincisi hafifletilerek harf-i med olmuştur. Tahkik ile okunması caiz
değildir. Bu kelimenin ism-i faili; "Üstün tutan, tercih eden"
şeklinde maştan da; diye gelir. " saçtım, saçmak" ism-i faili de
Saçıcı" şeklinde kullanılır. Aynı şekilde bu da; vezninde iken bilahare
i'lâl yapılmıştır. Aslı ise şeklinde[288]
olup "ya"nın harekesi "se"ye nakledildikten sonra,
"ya" elife kalb olunca, iki sakin bir araya geldiğinden iki sakinin
yanyana gelmesi dolayısı ile bu elif hazfedildi. (Ve böylelikle âyetteki şekil
ortaya çıktı).
" Sözü naklettim" demektir. Bunun da ism-i faili-, şeklinde
gelir.
Buradaki sözlerinin anlamı da şöyledir: Andolsun ki Allah seni bizlere
üstün kılmış. İlim, hilm (affedicilik, cahammülkârlık), hüküm, akıl ve hükümdarlık
vererek seni seçmiştir.
"Doğrusu biz hata işlemiştik." Yani günah işlemiş kimselerden
idik. Bir kimse günah işlediği takdirde; Hata (günah) işledi, işler" denilir.
Bu ifadenin muhtevası içerisinde affedilme isteği de vardır.
İbn
Abbas'a şöyle soruldu: Kardeşleri nasıl: "Doğrusu biz hata
işlemiştik" dediler. Halbuki onlar bu işi kasti olarak işlemişlerdi. Şu
cevabı verdi: Her ne kadar onlar bu işi kastı olarak işledi iseler de, hakka
İsabeti kaçırdıktan sonra ancak bu kasta yöneldiler. İşte bir günah işleyen
herkes aynı şekilde üzerinde bulunduğu hak yolu aşarak işler ve sonunda ya
şüpheye veya masiyete düşer.
"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktir." Yani Hz. Yûsuf -ki
halîm ve bu konuda kendisine muvaffakiyet ihsan olunmuş bir kimseydi- dedi ki:
"Bugün başınıza bir şey kakılmayacak lir." Burada ifade bitmektedir.
"Bugün" şu anda anlamındadır.
"Başa kakmak" ise ayıplamak ve azarlamak anlamındadır. Yani
bugün artık sizin ayıplanmanız, azarlanmanız, kınanmanız söz konusu değildir.
Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkaları yapmıştır.
Hz, Peygamber'in: "Sizden herhangi birinizin cariyesi zina edecek
olursa, ona had olan celdeleri vursun ve bundan dolayı onu azarlayıp
ayıplamasın"[289]
buyruğu da buradan gelmektedir. Şair Bişr de der ki:
"Onları başa kakmayan bir kimsenin affedişi gibi affettim, Ve
ebedi bir günün cezasına havale ettim."
el-Esmaî der ki; "Onun yaptığı işi çirkin bulduğumu söyledim"
anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu ifade, benimle sizin aranızdaki muhterem
bağın kardeşlik hakkının bozulması söz konusu olmayacaktır. Benden yana
göreceğiniz affetmek ve bağışlamak olacaktır, anlamındadır. asıl anlamı
itibariyle ifsad etmek, bozmak demektir. Bu anlamıyla Hicazlıtarın
şivesindendir.
İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Easûlullah (sav) Mekke'nin
fethedildt-ği günü (Ka'be'nin) kapısının iki kenarını yakalayıp insanlar da Bey
t'e sığınmış bulundukları sırada şöyle dedi: "Vaadini doğru çıkartan,
kulunu muzaffer kılan ve tek başına bütün ordulan yenik düşüren Allah'a
hamdolsun." Daha sonra şöyle sordu: "Ey Kureyşliler topluluğu, şimdi
(size) ne (yapacağımı) zannedersiniz?" Onlar, hayır dediler. (Çünkü sen)
kerim bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlusun. Şu anda da istediğini yapma
kudretine sahipsin. Hz.Peygamber de şöyle buyurdu: "Ben de bugün size
kardeşim YûsuPun dediği gibi: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır"
diyorum."[290]
Ömer (r.a) dedi ki: Rasûlullah (sav)ın bu sözlerinden dolayı utancımdan her
tarafımdan ter boşandı. Çünkü ben onlara Mekke'ye girdiğimiz günü şöyle
demiştim: Bugün sizden intikam alacağız ve yapacaklarımızı yaparız.
Rasûlullaiı (sav) o sözlerini söyleyince, ben de o söylediklerimden utandım.
"Allah size mağfiret buyursun," Fiil müstakbel (muzari) olup
dua manasını taşımaktadır. Yüce Allah'tan günahlarını örtüp, kendilerine
merhamet buyurmasını diledi.
el-Ahfeş, mealde; başınıza- üzerinde vakıf yapılmasını caiz görmüştür,[291]
Birinci şekil İSe kullanılan şekildir. Çünkü; Başınıza," lafzı üzerinde
vakıf yapıp "Bugün Allah size mağfiret buyursun" şeklinde bir ibtidâ
(okumaya başlamak) mağfiretin bugün gerçekleşmesi konusunda kat'î bir dua
olur. Böyle bir şey ise ancak vahye binaen söylenebilir. Bunun böyle olduğu
açıktır.
Atâ el-Horasanî der ki: Gençlerden ihtiyaçların karşılanmasını taleb
etmek, yaşlılardan taleb etmekten daha kolaydır. Nitekim Hz. Yûsuf: "Bugün
başınıza bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağfiret buyursun" dediği
halde Hz. Ya'kub da: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret
dileyeceğim" (Yûsuf, 12/98) demişti. Yüce Allah'ın: "Şu gömleğimi
götürün..." buyruğundaki "şu", "gömlek" kelimesinin
sıfatıdır.
"(Gömlek" kelimesi müzekkerdir, şairin şu beyitine gelince:
"Hevazinliler çağırıyor, gömlek (zırh) ise bol ve geniştir. Kemer
üzerinde iliklerle bağlanıyor."
ifade;
takdirinde olup; gömlek ise; "bol ve geniş bir zırhtır," demektir.[292]
Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır.
İbn es-Süddî babasından, o Mücahid'den şöyle demektedir: Hz. Yûsuf onlara
şöyle dedi: "Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün, hemen
görmeye başlayacaktır." (Mücahid) dedi ki: Hz. Yûsuf kendi gömleğinin Hz.
Ya'kub a görmesini geri çevirmeyeceğini bilecek kadar Allah'ı bilen birisi
idi. Ancak bu gömlek yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e ateşe atıldığında cennet
ipeğinden giydirdiği bir gömlek idi. Hz. İbrahim bunu Hz. İshak'a vermişti. Hz.
İshak, Hz. Ya'kub'a vermişti. Hz. Ya'kub da bu gömleği gümüş bîr muhafaza
içerisine yerleştirmiş ve bunu Hz. Yûsuf un boynuna asmış idi. Çünkü Hz. Yûsufa
nazar değeceğinden korkuyordu. Hz. Cebrail de ona şunu bildirmişti: Gömleğini
(babana) gönder. Çünkü onda cennetin kokusu vardır. Cennet kokusu ise bir
hastaya veya bir belâya uğrayana değdi mi mutlaka afiyet bulur.
el-Hasen der ki: Eğer yüce Allah Hz. Yûsuf'a bunu bildirmemiş olsaydı,
Hz. Yûsuf babasının tekrar görmeye başlayacağını bilemezdi. Hz. Yûsuf'un
gömleğini götüren kişi Yehudâ idi. Yûsufa: Üzerinde yalancıktan kan bulunan
gömleğini babana götüren ve onu üzen ben idim. Şimdi de onu sevindirmek ve
tekrar görsün diye bu gömleğini de ona ben götüreyim, diyerek gömleği atıp
gitti. Bunu da es-Süddî nakletmektedir.
"Bütün ailenizi de alıp bana getirin." Mısır'ı yuri edinmek
üzere gelin. Mesıûk dedi ki: O sırada erkek-kadın olmak üzere doksanüç kişi
idiler.
Şöyle de denilmiştir: Hz. Yûsuf'un gönderdiği gömlek, arkasından yırtılan
gömleğidir. Böylelikle zinadan yana korunmuş olduğunu Hz. Ya'kub'un bilmesini
İstemişti. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Enes (r.a) yoluyla gelen merfu
bir hadiste Peygamber (sav)dan de rivayet edilmiştir. Bunu el-Ku-şeyrî
nakletmiştir. Doğrusunu en iyi biten Allah'tır.[293]
94. Kaille ayrılınca babaları
dedi ki: "Bana bunak demeyecekseniz,
İnanın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum." 95- "Allah'a yemin
ederiz ki sen hâlâ eski yanlışlığmdasın" dediler.
96. Müjdeci gelince, gömleğini
yüzüne sürmesiyle birlikte derhal görmeye başladı ve dedi ki: "Ben sîze
sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'tan muhakkak biliyorum dememiş
miydim?"
97. Dediler ki: "Ey
Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler
olduk."
98.
Dedi ki: "Sizin İçin
ileride Rabbİmden mağfiret dileyeceğim. O gerçekten mağfiret buyurandır,
Rahîm'dir."
99. Onlar Yûsuf un huzuruna
girdiklerinde, o babasını ve annesini bağrına bastı, kucakladı ve:
"Allah'ın iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin" dedi.[294]
94- " Kafile
ayrılınca" Şam'a gitmek üzere Mısır'dan çıkıp yola koyulunca demektir. Bu
anlamda olmak üzere; "Ayrıldı, ayrılmak" denildiği gibi; "Onu
ayırdım, ayırmak" diye de kullanılır. O halde bu fiil hem lâzım
(geçişsiz), hem müteaddî (geçişli)dir.
"Babaları" yani babaları huzurunda bulunan akrabaları
arasından Mısır'a gitmemiş bulunan torunlarına: "dedi ki: Bana bunak
demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum." Bu sözleri
söylediğinde oğullarının bir kısmı Mısır'a çıkıp gitmiş, kendisi de çevresinde
bulunanlara: "Bana bunak demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf un kokusunu
alıyorum" demiş olma ihtimali de vardır.
İbn Abbas der ki: Esen bir rüzgar Hz. Yûsuf'un gömleğinin kokusunu ona
taşıyıp götürdü. Aralarında sekiz günlük bir uzaklık vardı. el-Hasen İse on
günlük bir uzaklık demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre, bir aylık uzaklık
demiştir. Malik b. Enes (r.a) der ki: Süleyman (a.s) gözünü açıp kırpmadan
önce yanına Belkıs'm tahtını ulaştıran kimse, Hz. YûsuPun gömleğinin kokusunu
ulaştıran odur.
Mücahid'de der ki: Esen bir rüzgar gömleği evirip çevirdi, dünyada cennet
rayihaları saçıldı ve Hz. Ya'kub'a ulaştırıldı. Böylelikle o cennet kokusunu
aldı, o dünya da cennet kokusunun ancak bu gömlekte bulunan koku olduğunu
biliyordu. İşte bunun üzerine: "İnanın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum"
yani kokluyorum, demişti. O halde buradaki kokuyu hissetmek ve almak, koku alma
duyusuyla hissetmekten ibarettir.
"Bana bunak demeyecekseniz" ifadesini İbn Abbas ve Mücahid:
Bana akılsız, beyinsiz demeyecekseniz, diye açıklamışlardır. Nâbiğa'nın şu
beyiti de bu kabildendir:
"(Onun) Süleyman müstesna benzeri yoktur. Hani o mutlak melik ona:
İnsanlar arasında dikil ve onları görüş!erindeki hatalardan alıkoy,
demişti."
Burada da "görüşteki hatadan" kelimesi akılsızlıktan,
beyinsizlikten alıkoy, anlamındadır. Said b. Cübeyr ve ed-Dehhâk ise: Eğer beni
yalanlamayacak-sanız, diye açıklamışlardır. Çünkü; " Yalan" demektir.
" Yalan söyledi" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu türdendir:
"Soylu ve şerefli kimsenin övünmesinde hiç eğrilik olur mu? Yahut
çok doğru söz söyleyen kimsenin sözünde hiç yalan olur mu?”
Bu buyruk, beni takbih etmeyecekseniz... diye de açıklanmıştır ki, bu
açıklamayı Ebu Amr yapmıştır. Çünkü; Takbih etmek, demektir. Şair de der ki:
"Arkadaşlarım, vazgeçin beni kınayıp takbih, etmekten. Benim
geçmişte yaptıklarım reddolunacak şeyler değildir."
İbnu'l-A'râbî der ki: "Bana bunak dcmeyecekseniz" ifadesi
eğer görüşümün zayıf olduğunu ileri sürmeyecekseniz, demektir. İbn îshak da
böyle açıklamıştır. Çünkü; Yaşlılıktan dolayı görüşün zayıflaması,
anlamındadır. Dördüncü bir görüşe göre; eğer benim şaşkın olduğumu
söylemeyecekseniz demektir. Bu açıklamayı da Ebu Ubeyd yapmıştır.
el-Ahfeş der ki: Eğer beni kınamayacaksanız, demektir. Çünkü; "
Kınamak ve bir kimsenin görüşünün zayıf olduğunu ifade etmek" anlamındadır.
el-Hasen, Katâde ve yine Mücahid der ki: Eğer benim çok yaşlandığımı (bundan
dolayı da hezeyan ettiğimi) söylemeyecekseniz demektir.
Hepsinin de anlamı birbirine yakındır ve bütün bu açıklamalann ortak
noktası, acizliğini ve zayıf görüşlülüğünü ifade etmektir. Nitekim bir kimse
diğerinin âciz olduğunu ifade ettiği vakit; " Onun aciz olduğunu söyledi"
fiili kullanılır. Şairin dediği gibi:
"Kınamakla ve acizliğimi söylemekle beni helak etti."
Hatalı konuşmayı ifade etmek için de kullandır. Çünkü; "Söz ve görüşte
hata edip, yanılmak" demektir. Nâbiğa'nın şu sözlerinde olduğu gibi:
"... Sen onları hata etmekten alıkoy,"
Yani akılda bozukluktan onları alıkoy. İşte buradan hareketle
"kınamak" da akli bakımdan fesad olduğunu söylemek demektir,
denilmiştir. Şair de der ki:
"Ey beni kmayan kişiler, bırakın kınamayı ve vazgeçin bu işten.
Benim aşkım uzayıp gitti. Siz de beni kınamayı uzatıp gidiyorsunuz."
Geçen uzun zaman, bir kimsenin halini bozup ifsad edecek olursa;
denilir. İbn Mukbil'in şu beyiti de bu anlamdadır:
"Bırak zaman istediğini yapsın, çünkü o
İnsanların halini bozmakla yükümlü tutulursa, o da bozar, ifsad
eder."[295]
95- "Allah'a yemin ederiz
ki sen hâlâ eski yanlışkğındasın, dediler." Yani sen'yine hak yoldan
uzakta gitmeye devam ediyorsun. İbn Abbas ve İbn Zeyd dediler ki: YûsuPu sevmek
şeklindeki geçmişten beri sürdüregeldiğin yanlışlığın içerisindesin, onu
unutamıyorsun.
Said b. Cübeyr de: Eski deliliğin devam ediyor, diye açıklamıştır.
el-Hasen der ki: Böyle bir ifade anne babaya karşı iyi davranmamak kabilinden
bir davranıştır. Katâde ve Süfyan: Elbetteki sen eski sevgini devam
ettirmektesin, diye açıklamışlardır.
Şöyle
de açıklanmıştır: Onların bu şekilde konuşmalarına sebep kendi kanaatlerine
göre Hz. Yûsuf un ölmüş olmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre ona bu sözleri
söyleyen kimseler çocuklarından yanında kalan kimselerdi, onlar durumu
bilmiyorlardı.
Yine denildiğine göre bu sözleri Hz. Ya'kub'a onunla birlikte bulunan
aile halkı ve yakın akrabaları söylemiştir. Bunu söyleyen kimselerin o sırada
küçük yaşta bulunan oğullarının oğullan oldukları da söylenmiştir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.[296]
96- "Müjdeci gelince
gömleğini yüzüne" yani gözlerine "sürmesiyle birlikte derhal görmeye
başladı."
"
Geldi" lafzındaki: fazladan gelmiştir.
Müjdeyi getirenin Şem'ûn olduğu söylendiği gibi, Yehudâ olduğu da
söylenmiştir. O: Nasıl ki senin gömleğini kana bulanmış haliyle babama götürdü
isem, bugün de bu gömleğini ben götüreceğim, demişti. Bu açıklamayı İbn Abbas
yapmıştır.
es-Süddî'den nakledildiğine göre o kardeşlerine şöyle demişti: Siz de
biliyorsunuz ki musibetin gömleğini ona ben götürmüştüm, şimdi bırakın da
sevinç gömleğini de ona ben götüreyim.
Yahya b. Yemân, Süfyan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Müjdeci Hz.
Ya'kub'a geldiğinde ona şöyle sormuştu: Yûsuf'u hangi din üzere bıraktın? O:
İslâm üzere demişti, Bunun üzerine Hz. Ya'kub, işte şimdi nimet tamam oldu,
dedi.
el-Hasen de der ki: Müjdeci Hz. Ya'kub'un yanına geldiğinde Hz. Ya'kub
yanında müjdeciye verecek bir şey bulamamıştı. Bu sefer Allah'a yemin ederim,
yanımızda verecek bir şey bulamıyorum. Yedi gündür de hiç ekmek pi-şirmedim,
fakat Allah sana ölüm sekeratını kolaylaştıran, diye dua etti.
Derim ki: Böyle bir dua verilebilecek en büyük mükâfatlardan, bağış ve
ihsanların en değerlilerindendir.
Bu ayet-i kerîme müjdeler esnasında bağış ve bol ihsanlarda bulunmanın
caiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu hususta Ka'b b. Mâlik'in uzunca hadisi
de delil teşkil etmektedir ki; o hadiste şöyle denilmektedir: "... Bana
müjde vermek üzere yüksek sesle bağırdığını işittiğim kişi yanıma gelince, üzerimdeki
elbiselerimi çıkardım ve bu müjdelemesine karşılık olmak üzere ona müjdelik
olarak verdim," diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmiştir ki bu
hadis bütünü ile Tcbuk gazvesinden geriye kalan üç kişinin kıssası (et-Tevbe,
9/118. âyetin tefsirinde) anlatılırken tamamiylc geçmiş bulunmaktadır. Hz.
Ka'b'ın kendisine müjde veren kimseye elbiselerini çıkarıp giydirmesi -başka
elbisesi olmamasına rağmen- böyle bir durumda kişinin kendisine müjdelenen
şeyin gerçekleştiğini umuyor ise, bu gibi mükâfatlan vermenin caiz olduğuna
delildir, Ayrıca bu, keder ve üzüntünün zevalinden sonra sevinç izhar etmenin
caiz olduğuna da delildir.
Küçük çocukların Kur'ân-t Kerîm'i güze) bir şekilde öğrenmeleri üzerine
verilen mükâfatlar ve bu gibi törenlerde yemek ziyafetleri de bu kabildendir.
Nitekim Hz. Ömer de Bakara Sûresi'ni hıfzettikten sonra bir kaç deve kesmişti.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ve
dedi ki: Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'tan muhakkak biliyorum,
dememiş miydim?" Hz. Ya'kub böylelikle onlara: "Ben keder ve üzüntümü
ancak Allah'a açarım. Ben Allak nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri
biliyorum" (Yûsuf, 12/86) sözlerini hatırlattı.[297]
97-
"Dediler ki: Ey
Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler
olduk" anlamındaki buyrukta hazfedilmiş ifadeler vardır ki; takdiri
şöyledir: Oğulları Mısır'dan geri döndüklerinde: Ey babamız dediler... İşte bu
Hz. Ya'kub'a: "Allah'a yemin ederiz ki sen hâla eski
yanuşlığındasın" diyen kimselerin ya torunları, yahut akraba ve ailesinden
başkalarının olduğuna ve oğullarının bu sözleri ona söylemediğine delildir.
Çünkü oğullan, yanında hazır bulunmuyorlardı. Eğer böyle söylemiş olsalardı, bu
babalarına karşı hukuka riayet etmemekte ileri derecede bir davranış olurdu.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Ya'kub'tan kendileri için mağfiret dilemesini istemelerine sebep ancak
onun hakkını helâl etmesi İle altından kalkabilecekleri bir günah yüklenmelerine
sebep teşkil eden kederlerin acısını ona tattırmış olmalarıdır.
Derim ki: Bu hüküm, bir müslümana canında, malında veya başka bir hususta
-ona zulüm ve haksızlık ederek- eziyet veren herkes hakkında da sabittir.
Böyle bir kimsenin o müslümandan helâllik dilemesi, ona yaptığı zulmü ve bu
zulmün miktarını bildirmesi gerekir. Acaba kayıtsız ve şartsız (mutlak)
helâllik dilemenin faydası var mıdır, yok mudur? Bunda görüş ayrılığı vardır,
doğrusu fayda vermeyeceğidir. Çünkü eğer o kimseye değeri ve hatırı sayılır bir
haksızlıkta bulunduğunu haber verecek olursa, belki de mazlum böyle bir hakkı
gönül hoşluğu ile helâl etmeyebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Buhârî'nin, Sahih'inde ve başkasında Ebu Hureyre (r.a)dan şöyle dediği
kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kimin kardeşine ırzında
(şeref ve haysiyetinde) yahut herhangi bir hususta yaptığı bir haksızlığı
varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden önce o haksızlıktan
dolayı ondan helâllik dilesin. (Çünkü helâllik dilemese) eğer salih bir ameli
varsa, yaptığı haksızlığı kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yoksa
bu sefer (haksızlık yaptığı) arkadaşının günahlarından alınır ona yükletilir."[298]
el-Mühelleb
dedi ki: Hz. Peygamber'in: "Ondan yaptığı haksızlık kadarı alınır"
buyruğu; yapılan haksızlığın miktarının bilinmesi ve açık seçik bir şekilde
ona işaret edilmesi (ye bu haliyle helâllik dilenmesi)ni gerektirmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[299]
98- "Sîzin için ileride
Rabbimden mağfiret dileyeceğim." İbn Abbas der ki: Bu sözleriyle duasını
seher vaktine ertelernişti.
el-Müsennâ b. es-Sabbah, Tavus'dan dedi ki: Cuma günü seher vaktine erteledi.
O gün aşuraya denk gelmişti. Tirmizî'nin kitabında yer alan ezber (unutmaya
karşı) duası ile ilgili İbn Abbas'tan gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasûlullah (sav)ın huzurunda bulunduğumuz bir sırada Ali b. Ebi Talib (r.a)
çtkageldi ve dedi ki: Anam-babam sana feda olsun. Bu Kur'ân-ı Kerîm göğsümden
sıyrılıp gidiyor, ona yetecek gücü kendimde bulamıyorum. Rasûlullah (sav) ona:
"Sana kendileriyle Allah'ın sana fayda vereceği ve sen de bunları
başkalarına öğretecek olursan, onlara fayda sağlayacak ve böylelikle
öğrendiğine kalbinde sebat verecek sözler öğreteyim mi?" deyince, Hz. Ali:
Evet, ey Allah'ın Rasûlü bana bunları öğret deyince, Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Cuma gecesi oldu mu, eğer gecenin son üçte birinde kalkabilirsen
-şüphesiz ki o tanık olunan bir andır ve o anda dua makbuldür, Kardeşin Ya'kub
da oğullarına: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim."
demişti. Yani cuma gecesi gelinceye kadar demek istemişti."[300]
deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
Eyyub b. Ebi Temime es-Sahıiyanî, Said b. Cübeyr'den naklen dedi ki:
"Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" yani aydınlık
geceler diye bilinen (kamerî ayın) onüç, ondört ve onbeşinci gecelerinde
mağfiret dileyeceğim, çünkü bu gecelerde yapılan dua kabul olunur. Âmir
eş-Şa'bî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizin için ileride Rabbimden
mağfiret dileyeceğim." Yani ben önce Yûsuf'a soracağım, eğer o sizi
affedecek olursa, ben de sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, demektir.
Süneyd b. Davud dedi ki: Bize Huşeym anlattı, dedi ki: Bize
Abdu'r-rah-man b.'İshak anlattı, o Muharib b. Disar'dan, o amcasından naklen
dedi ki: Seher vakti mescide gelir, İbn Mes'ud'un evinin yanından geçerdim.
Onun şöyle dediğini işitirdim: Allah'ım, Sen bana emrettin, ben de itaat ettim.
Sen beni çağırdın, ben de çağrına uyarak geldim. İşte bu bir seher vaktidir, bana
mağfiret buyur. İbn Mes'ud ile karşılaştım ve ona şöyle dedim: Seher vaktinde
söylediğini işittiğim bir takım sözler var. Şöyle cevap verdi: Gerçek §u ki
Ya'kub:"Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" sözleriyle
onlar için mağfiret dilemeyi seher vaktine ertelemişti.[301]
99- "Onlar Yûsuf un
huzuruna" yani orada kendisine ait olan bir saraya "girdiklerinde o,
babasını ve annesini bağrına bastı." Denildiğine göre Hz. Yûsuf müjdeci
ile birlikte ikİyüz deve ve gerekli yol hazırlığını da göndermişti. Hz.
Ya'kub'dan da yanına aile halkıyla ve bütün çoiuk-çocuğuyla gelmesini
istemişti. Huzuruna girdiklerinde ana-babasını bağrına basü, yani babasını ve
teyzesini bağrına bastı. Çünkü annesi kardeşi Bünyamİn'i doğururken vefat
etmişti.
Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah rüyasını tahkik için annesine hayat verip
diriltti ve ona secde etti. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Bakara Sûresi'nde
daha önce yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e de anne ve babasını dirilttiği ve ikisinin
de ona iman ettiklerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Allah'ın
iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin." İbn Cüreyc dedi ki: Yani
ben inşaallah Rabbimden sizin için mağfiret dileyeceğini, demektir, İbn Cüreyc
dedi ki: Bu da Kur'ân-ı Kerîm'İn takdim ve te'hirlerinden birisidir. en-Nehlıâs
der ki: İbn Cüreyc bu görüşü ile onların Mısır'a girdiklerini (ve ondan sonra
Hz, Ya'kub'un onlara mağfiret dilediğini) anlatmak istemektedir. Peki nasıl
olur da "Allah'ın İradesi ile (inşaallah) Mısır'a... girin." demiş
olabilir?
Şöyle açıklanmıştır: Hz. Ya'kub"Allah'ın iradesi ile (ınşaallah)
sözünü hem teberrüken söylemiştir, hem de kat'î bir istek olarak ifade
etmiştir. "Emin olarak" ise kıtlık çekmekten yana yahut Firavun'dan
yana emin olarak... demektir. Çünkü onlar Mısır'a ancak Firavun'un izin
vermesine (vizesine) bağlı olarak oraya girebiliyorlardı.[302]
100. Babasını ve annesini tahtın
üzerine çıkartıp oturttu. Hepsi onun için secde ettiler. O zaman dedi ki:
"Babacığım! İşte bu, önceleri gördüğüm rüyanın tahakkukudur. Rabbim onu
doğru çıkardı, bana da iyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı ve
şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken sizi çölden getirdi Şüphesiz Rabbim
dilediği şeyi lutfediddir. O hakkıyla bilendir, tam hikmet sahibi
olandır."
"Babasını
ve annesini tahtın özerine çıkartıp, oturttu." Katâde dedi ki: Burada
"Arş (taht)" kelimesi ile divanını kastetmektedir. Bunun anlamlarına
dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Kimi zaman "arş"
kelimesi ile hükümdarlık, kimi zaman da hükümdarın kendisi kast edilebilir.
Nâbi-ğa ez-Zübyânî'nin şu mısraı da bu kabildendir:
"Niee tahtlar (hükümdarlar) güç ve güvenlik sonrası yok olup
gittiler." (Arş'a dair açıklamalar.) önceden (el-A'raf, 7/54) geçmiş
bulunmaktadır.
"Hepsi onun için secde ettiler" buyruğuna dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[303]
Yüce Allah'ın: "Hepsi onun İçin secde ettiler" buyruğundaki
"o" anlamındaki °he" zamiri denildiğine göre yüce Allah'a
aittir. Yani onlar yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandılar. H2. Yûsuf
da rüyasının tahakkuku için kıble gibi idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivayet
edilmiştir.
en-Nekkâş der ki: Bu bir hatadır, zamir Hz. Yûsuf'a racidir. Çünkü yüce
Allah sûrenin baş taraflarında: "Gördüm ki onlar bana secde
ediyorlardı." (Yûsuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Onların selamlaşmaları
ise daha aşağı konumda olanın, daha üst konumda olana, küçüğün de büyüğe secde
etmesi şeklinde idi. Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf un teyzesi ve kardeşleri, Hz.
Yûsuf'a secde ettiler. Bunun üzerine Hz. Yûsuf ürpererek: "İşte bu,
önceleri gördüğüm rüyanın tahakkukudur" demişti. Hz. Yûsuf'un rüyası ile
tahakkuku arasında yirmiiki yıl süre geçmişti.
Selman el-Farisî ile Abdullah b. Şeddâd, kırk yıl geçtiğini
söylemişlerdir. Abdullah b. Şeddâd dedi ki: Rüyanın tahakkukunun en fazla
gecikeceği süre bu kadardır, Katâde ise otuzbeş sene demiştir, es-Süddî, Said
b. Cübeyr ve İkrîme ise otuzaltı sene geçtiğini söylemişlerdir. el-Hasen, Cisr
b. Ferkad ve Fudayl b. İyad ise seksen yit demişlerdir.
Vehb b. Münebbih ise şöyle demektedir: Yûsuf kuyuya onyedi yaşında iken
atıldı. Babası seksen yıl süreyle onu görmedi, babası ile karşılaştıktan sonra
da yirmiüç yıl daha yaşadı ve yüzyirmi yaşında iken vefat etti. Tevrat'ta ise
yiizyirmialtı yaşında vefat ettiği belirtilmektedir.
Hz. Yûsufun Aziz'in karısından İfraîm ve Menşâ' ile Eyyub'un hanımı Rahmet
doğmuştur. Hz. Yûsuf île Hz. Musa arasında ise dörtyüz yıllık bir süre vardır.
Denildiğine göre Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un yanında yirmi yıl kaldı.
Daiıa sonra vefat etti. Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub, Hz. Yûsufun yanında
onsekiz yıl kalmıştır. Kimi hadis bilgini kırk küsur yıl kaldığını
söylemişlerdir.
Hz. Ya'kub ile Hz. Yûsuf bir araya gelinceye kadar otuzüç yıl
birbirlerinden ayrı kalmışlardı. İbn îshak ise onsekiz yıl diye ifade
etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[304]
Said b. Cübeyr, Kalâde'den, o el-Hasen'den naklen, yüce Allah'ın:
"Hepsi onun İçin secde ettiler" buyruğu hakkında dedi ki: Bu bir
secde değildi, onlar arasında bir gelenekti. Başlarıyla işarette bulunurlardı,
onlann selamlaşmaları böyleydi.
es-Sevrî, ed-Dahhâk ve başkaları derler ki: Bu bizce bilinen ve ahşa
geldiğimiz secde gibi bir secde İdi. Onların selamlaşmaları bu idi. Bir diğer
görüşe göre bu rükû' gibi bir eğilme idi. Yere kapanmak şeklinde secde değildi.
İşte onlann selamlan öne doğru biraz ve normal eğilmek şeklinde idi. Yüce
Allah bizim şeriatımızda bütün bunları neshetti ve sözle selam vermeyi,
eğilmeye bedel kıldı.
Tefsir alimleri ise ne şekilde olursa olsun bu secdenin ibadet değil,
bir ta-hiyye (selamlaşma) secdesi olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Katâde
der ki: Hükümdarlara verilen selam onlarca böyle idi. Yüce Allah bu ümmete
ise; "es-selamu aleyküm" şeklindeki cennet ehlinin selamlaşmalarını
ihsan etmiştir.
Derim ki: Bu şekilde bizim şeriatımızda neshedilen öne az veya çok
eğilme artık Mısır diyarında ve Arap olmayanlarda bir adet halini almıştır. Birbirlerine
ayağa kalkmaları da böyledir. O kadar ki herhangi bir kimse kendisi için ayağa
kalkılmayacak olursa, içinde kendisine hiç ehemmiyet verilmiyor ve hiçbir
kadri yokmuş gibi bir duygu dahi uyanabilir. Aynı şekilde birbirleriyle
karşılaştıklarında da biri diğerinin önüne eğilir. Bu artık sürüp giden bir
adet, yerleşmiş ve miras olarak devralınan bîr gelenek haline gelmiştir. Özellikle
de emir ve başkanların karşılaşmaları halinde bu böyledir. Bunlar bu şekilde
davranmakla peygamberi sünnetten yan çizmiş ve sünneti seniyyeden yüz çevirmiş
oluyorlar.
Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü!
dedik, karşılaştığımız vakit birimiz ötekimizin önüne eğilsin mi? Hz. Peygamber:
"Hayır" diye buyurdu. Bu sefer: Birbirimizin boynuna sarılalım mı? diye
sorduk yine: "Hayır" diye buyurdu. Bu sefer birbirimizle
musafahalaşalım mı? dedik. Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bu
hadisi Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr); "et-Temhid" adlı eserinde rivayet
etmiştir.[305]
Rasûluüah (sav) -Sa'd b. Muâz'ı kastederek-: "Elendiniz ve
hayırlınız için ayağa kalkınız" diye buyurmuştur.[306]
(Buna ne dersiniz?) denilirse cevabımız şu olur: Bu belli bir durumun
gerektirmesi dolayısıyla Sa'd'a has bir durumdur.
Ayrıca şöyle de açıklanmıştır: Onların ayağa kalkmaları Hz. Sa'd'ı
eşekten indirmek için idi. Diğer taraftan eğer kişinin nefsinde olumsuz etki
bırakmayacak olursa, yaşça büyük bir adama kalkmak caizdir. Şayet nefsine etki
edecek, bundan dolayı kendisini beğenecek ve ayrıca nefsinin bundan pay sahibi
olduğunu görecek olursa, bu konuda (onun için ayağa kalkmak suretiyle) bu
olumsuz duygularına destek vermek caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur; "Her kim insanların önünde ayağa kalkmaları kendisini memnun
ediyor ise cehennemdeki yerine hazırlansın."[307]
Ashab-ı
Kiram'dan -Allah hepsinden razı olsun- nakledildiğine göre Ra-sûlulîalı (sav)ın
zatından daha çok kendileri için değerli hiçbir kimse yoktu. Bununla birlikte
Hz. Peygamber'in bu işten hoşlanmadığını bildiklerinden dolayı onu
gördüklerinde onun için ayağa
[308]kalkmazlardı.[309]
Parmakla işaret hakkındaki kanaatin nedir? diye sorana şöyle cevap verilir:
Bu eğer işaretleştiğin kişi senden uzak ise caizdir. Çünkü selamlaşma halinde
yapılacak budur. Eğer sana doğru yaklaşıyor ise işaretle selam caiz olmaz.
Yakın da olsa uzak da olsa olmayacağı da söylenmiştir. Çünkü Rasûlullah (sav)ın
şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bizden başkasına benzemeye çalışan
bizden değildir."[310]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yahudilerle, hristiyanlann selam
verdikleri şekilde selamlaşmayın. Çünkü ya-hudilerin selamlaşması el ayalarının
içi iledir, hristiyanlann selamlaşmaları da işaret iledir."[311]
Selam verdiği takdirde de eğilmez, selamla birlikte elini öpmez. Çünkü
tevazu anlamında eğilmek ancak Allah'ın huzurunda olur. El öpmek ise müs-lüman
olmayan kavimlerin\uygulamalarındandsr. Onların kendi büyüklerini tazim kastı
ile icad ettikleri fiillerinde ise onlara uyulmaz. Peygamber (sav) da şöyle
buyurmaktadır: "Acemlerin Kisra'lannın başı ucunda ayakta dikildikleri
gibi, siz de benim başı ucumda ayakta dikilmeyin."[312]
İşte bu da ona benzemektedir.
Bununla birlikte musafaha (tokalaşmamda mahzur yoktur. Çünkü Peygamber
(sav) Habeşistan'dan geldiği sırada Cafer b. Ebi Talib ile musafahalaşmış.
Musafahalaşmayı emredip, teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Musafahalaşın
bu kalplerdeki kini giderir. "[313]
Galib et-Temmar, eş-Şa'bî'den rivayet ettiğine göre Peygamber (sav)İn
ashabı birbirleriyle karşılaştıklarında musafaha yaparlardı. Yolculuktan
geldiklerinde ise birbirlerinin boyunlarına sarılırlardı.
İmam Malik musafahalaşmayı mekruh görmüştür denilecek olursa, deriz ki:
İbn Vehb, Malik'ten hem musafahalaşmayı, hem de boyuna sarılmayı (mu-ânaka)
mekruh gördüğünü rivayet etmektedir. Mezhebimiz mensublanndan Suhnûn ve
başkaları da bu kanaattedir. Ancak Malik'ten bundan farklı olarak musafahanın caiz
olduğuna dair rivayet de gelmiştir. Muvatta'da bulunan ifadelerin mana olarak
delalet ettiği de budur. Aynı şekilde seleften olsun, haleften olsun ilim
adamlarından önemli bir topluluk musafahayı caiz görmüşlerdir.
İbnu'l-Arabî der ki: Malik'in musafahayı mekruh görmesinin sebebi, dinde
umumi bir emir olmadığını ve selamlaşma gibi nakledilmiş bir adet olmadığını
tabul etmesindendir. Eğer selam kabilinden olsaydı (nakil ile gelmesi
açısından) selam ile aynı seviyede olması gerekirdi.
Derim ki: Musafahaya dair ve onu teşvik eden, adet haline getirip onu
korumayı teşvike delalet eden hadis-i şerif de gelmiştir. Bu hadisi el-Berâ b.
Âzib rivayet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Rasûlullah (sav) ile karşılaştım, elimi
tuttu. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben musafahanın Acemlere ait bir şey olduğunu
zannediyordum. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "Musafahalaşmak onlardan çok
bizlere yakışır. İki müslüman karşılaşır da aralarında bir sevgi (nişanesi) ve
nasihat olmak üzere biri diğerinin elini tutarsa, mutlaka ikisinin de arasına
günahları bırakılır, "[314]
"Bana da İyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı." Bu
konuda lütufkârlığı elden bırakmayarak, "kuyudan" demedi. Böylelikle
kardeşlerine onları: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır"
sözleriyle affettikten sonra yaptıklarını hatırlatmak istemedi. Derim ki: İşte
sufi şeyhlerin kabul ettikleri asıl da budur: Safa vaktinde cefanın anılması
cefadır. Bu, Kitabın da doğruluğuna delil olduğu sahih bir sözdür.
Şöyle de denilmiştir: Çünkü Hz. Yûsuf'un hapse girişi kendi tercihiyle
olmuştu ve: "Rabbim, ben zindanı bu kadınların beni kendisine davet
edegel-diklen şeye tercih ederim" (Yûsuf, 12/33) demişti. Halbuki kuyuya
atılması yüce Allah'ın kendisi için özei bir iradesi ile olmuştu.
Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf hapiste hırsızlarla, isyankârlarla
beraberdi. Kuyuda ise yüce Allah'la beraberdi. Aynı şekilde hapisten
kurtulmasın-daki ilahi lütuf daha büyüktü. Çünkü o hapse kendisinin de
meylettiği bir iş sebebiyle girmişti. Yine hapse kendi tercihi ile girdiği
bilinmektedir. Zira: "Rabbim ben zindanı... tercih ederim" demişti. O
bakımdan zindandaki sıkıntı daha çoktu. Yine o zindanda: "Beni efendinin
yanında an" (Yûsuf, 12/42) demişti ve bundan dolayı orada (zindanda daha
uzun süre kalarak) cezalandırılmış idi.
"Şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken, sizi çölden getirdi."
Rivayet edildiğine göre Hz. Ya'kub un kaldığı yer Ken'ân diyarı idi. Orada da
davarları vardı ve çölde yaşıyorlardı. Yine denildiğine göre Hz. Ya'kub bir
çöle taşınmış ve orada yerleşmiş idi. Çünkü yüce Allah hiçbir zaman çöl
ahalisinden bir peygamber göndermiş değildir. Bir diğer açıklamaya göre Hz.
Ya'kub "Bedâ" denilen bir yere çıkmıştı. Burası da belli bir yerin
adıdır.[315]
Şair Cemil de şu beyitinde burayı kastetmektedir:
"Şağb denilen yerden Bedâ'ya kadar olan. yerleri bana sevdiren
sensin Benim vatanım ise bu ikisi dışında kalan bir yerdir."
Hz. Ya'kub'un burada dağın altında bir mescidi de vardır. Nitekim bir
topluluk "Bedâ" denilen bu yere gittiklerinde; " Bedâ'ya
gittiler" denilir. Tıpkı "el-öavr" denilen yere gittiklerinde;
demeleri gibi. Yani: O sizi Bedâ denilen yerden getirdi. Bunu el-Kuşeyrî
zikretmiş, el-Maverdî de bunu ed-Dahhâk yoluyla İbn Abbas'tan nakletmiştir.
"Şeytan kardeşlerimle aramı" tbn Abbas'ın açıklamasına göre
kıskançlık sokmak suretiyle "bozmuşken..." bir diğer açıklamaya
göre; şeytan benimle kardeşlerimin arasındaki ilişkileri bozmuşken; demektir.
Böylelikle Hz. Yûsuf lutufkâr bir ifade ile onların işledikleri suçu şeytana
havale etmiştir.
"Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lutfedicidîr." Yani kullarına
lutufkârdır. el-Hattabî der ki: Latif kullarına iyi davranan ve bilmedikleri
yerlerden onlara lütuf ile muamelede bulunan, ummadıkları bir yerden onların
maslahatına olan şeylere sebebler yaratan demektir. Yüce Allah'ın: "Allah
kullarına luttıfkârdır, dilediğine nzık uerir"(eş-Şura, 42/19) buyruğu
gibi. Bir diğer açıklamaya göre Latif işlerin inceliklerini çok iyi bilendir.
Burada maksat ise çokça ikramda bulunan ve rıfk ile muamele eden demektir.
Katâde der ki; Yüce Allah, Hz. Yûsuf'u kuyudan çıkartmakla, çölden aile
halkının gelmesini sağlamakla, kalbinden şeytanın duygularını söküp çıkartmakla
lütfetmiştir.
Rivayet edildiğine göre; Hz. Ya'kub yakınları ve çocukları ile birlikte
Mısır'a yaklaşıp da bunun haberi de Hz. Yûsuf a ulaştığında er-Reyyân adındaki-
Fi-ravun'dan babası Ya'kub'u karşılaması için izin vermesini istedi ve gelmekte
olduğunu söyledi. Firavun da ona izin verdi. Ayrıca arkadaşlarından yakın olan
adamlarına da onunla birlikte binip gitmelerini emretti. Bunun üzerine H?.. Yûsuf
beraberinde dörtbin emir ile birlikte, hükümdar da bulunduğu halde, Mısır'ın
dışına çıktılar. Herbir emir ile birlikte ise ancak Allah'ın bilebildiği kadar
kimseler vardı. Mısır ahalisi de onlarla birlikte bineklerine binip Hz.
Ya'kub'u karşılamaya çıktılar Hz. Ya'kub da Yehudâ'nın eline dayanarak yürüyor
idi. Hz. Ya'kub atlara, insanlara ve askerlere bakıp dedi ki: Ey Yehudâ! Bu
Mısır Firavunu mudur? Yehudâ: Hayır, bu senin oğlun Yûsuf tur dedi.
Onların biri diğerine yaklaşınca, Hz. Yûsuf önce babasına selam vermek
istedi ise de bu hususta ona engel olundu. Çünkü Hz. Ya'kub oğlundan daha
faziletli ve buna daha layıktı. O bakımdan Hz. Ya'kub selama başlayarak: Selam
sana ey kederleri gideren, deyip ağladı. Beraberinde Hz. Yûsuf da ağladı. Hz.
Ya'kub sevincinden ağlamıştı. Hz. Yûsuf ise babasının kederini gördüğü için
ağlamıştı.
İbn Abbas der ki: Ağlamak dört türlüdür: Korkudan ağlamak, tahammülsüzlükten
ağlamak, sevinçten ağlamak ve riyakârlıktan dolayı ağlamak.
Daha sonra Hz. Ya'kub: Bunca üzüntü ve kederden sonra gözümü aydınlatan
Allah'a hamdolsun, diyerek Mısır'a aile halkından sekseniki kişi ile birlikte
girdi. Mısır'dan çıktıklarında ise aJtıyüzbin küsur kişi idiler. Hz. Musa ile
birlikte de böylelikle denizi geçtiler. Bunu da İkrîme, İbn Abbas'tan rivayet
etmiştir.
İbn Mes'ud'dan nakledildiğine göre Mısır'a erkek, kadın doksanüç kişi
girdiler. Hz. Musa ile birlikte altıyüzyetmişbin kişi çıktılar..
er-Rabî' b. Haysem der ki: Mısır'a yetmişikibin kişi olarak girdiler.
Musa ile birlikte altıyüzbin kişi olarak çıktılar.
Vehb b, Münebbih der ki: Hz. Ya'kub ve çocukları Mısır'a girdiklerinde
erkek, kadın, küçük, büyük doksan kişi idiler. Mısır'dan Musa ile birlikte
Fi-ravun'dan kaçarak çıktıklarında ise, altıyüzbeşbiny etmiş küsur savaşçı adam
olarak çıktılar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve kötüriimler bu sayıya dahil
değildir. Savaşçıların dışındaki çocukların sayısı birmilyonikiyüzbin kişi idi.
Tarihçiler de derler ki: Hz. Ya'kub Mısır'da en gıbta edilecek bir halde
ve nimet içerisinde yirmidört yıl kaldı. Mısır'da vefat etti. Oğlu Yûsuf a da
cesedini babası İshak'ın yanında Şam topraklarında defnetmek üzere götürmesini
vasiyet etti, Yûsuf da bunu yaptı. Sonra da Mısır'a geri döndü.
Said b. Cübeyr der ki: Ya'kub (a.s) sacdan (tik ağacından) bir tabut
içinde Beytu'l-Makdis'e nakledildi. Bu da İso'nun vefatı gününe tesadüf etmişti.
Her ikisi aynı kabirde defnedildiler. İşte yahudilerden bu uygulamada bulunanlar
buna dayanarak ölülerini Beytu'l-Makdis'e taşırlar. Hz. Ya'kub ile İso ikiz
idiler. Aynı mezarda defnedildiler. Her ikisi de yüzkırkyedi yaşında vefat
etti.[316]
101. "Rabbim! Sen bana mülk
verdin ve bana sözlerin tevilinden öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen
dünyada da âhirette de benim velimsln. Benim canımı müslüman olarak al ve beni
salilüere kat!"
Yüce Allah'ın: "Rabbiml Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin
tevilinden öğrettin" buyruğu ile ilgili oiarak Katâde der ki: Yûsuf (a.s)
dışında peygamber olsun, olmasın hiçbir kimse ölümü temenni etmiş değildir. Hz.
Yûsufun üzerindeki nimetler kemal derecesine ulaşıp da dağınıklıkları bir araya
getirilip toplanınca aziz ve celil Rabbi ile kavuşmaya özlem duydu.
Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf ölümü temenni etmiş değildir. Sadece
müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmiştir, yani ecelim geldiği vakit
müslüman olarak canımı al, demek istemiştir. Cumhur'un kabul ettiği görüş de
budur.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Ancak üç türlü kimse ölümü temenni
eder: Ölümden sonrasını bilmeyen bir kimse, yüce Allah'ın hakkındaki takdirlerinden
kaçmak isteyen bir kimse yahut yüce Allah'a kavuşmayı seven ve bu kavuşmayı
özleyen kimse.
Sahih hadiste Enes (r.a)dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse başına inen bir musibetten
dolayı asla ölüıü temenni etmesin. Eğer mutlaka Ölümü temenni edecekse, o
vakit: "Allah'ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, eğer
ölüm benim için daha hayırlı ise o takdirde de canımı al!" desin."
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[317]
Yine Müslim'de, Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse ölüm kendisine gelmeden önce
ölümü temenni etmesin ve gelsin diye dua etmesin. Çünkü sizden herhangi bir
kişi öldü mü ameli artık kesilir, mü'min olan kimsenin ömrü ise hayırdan başka
bir şeyini arttırmaz."[318]
Bu husus böylece sabit olduğuna göre, Hz. Yûsuf ölümü ve dünyadan gitmeyi
temenni etti ve amelinin de kesilmesini istedi, nasıl denilebilir? Böyle bir
şey söylemek uzak bir ihtimaldir. Ancak; böyle bir temennide bulunmak onun
şeriatında caiz idi, denilebilir
Bununla birlikte fitnelerin ortaya çıkıp galib ve baskın gelmeleri
esnasında dinin kaybedilmesi korkusu dolayısıyla "et-Tezkire" adlı
kitabımızda da açıkladığımız gibi- ölümün temenni edilmesi caizdir.
Hz.
Yûsuf un duası olarak nakledilen "bana mülk verdin" anlamındaki
buyrukta-, teb'îz (yani mülkten bir parçayı ifade etmek içindir. Aynı şekilde
"ve bana sözlerin te'vilinden öğrettin" buyruğundaki; da teb'îz
içindir. Çünkü Mısır'ın mülkü bütün mülkü ifade etmiyordu, Sözlerin ve rüyaların
te'vili ve yorumlanması bilgisi de bütün bilgileri ifade etmiyordu. Burada bu
edatın cins için kullanıldığı da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: " halde
pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun. " (el-Hac, 22/30)
buyruğunda olduğu gibi. Bunun te'kid için getirildiği de söylenmiştir Rabbim
Sen bana mülk de verdin, sözlerin te'vilini de öğrettin, demek olur.
"Ey gökleri ve yeri yaratan" buyruğu nidanın sıfatı olarak
(yaratan anlamındaki fâtır kelimesi) nasb ile gelmiştir ki, burada mü-nâdâ
"Rabbim" kelimesidir ve bu da muzaf bir nidadır. İfadenin takdiri ise
"Ey Rabbim" şeklindedir.
"Ey gökleri..." buyruğunun ikinci bir nida olması da
mümkündür.
"el-Fâtır" yaratan demektir. Şanı yüce Allah bütün
varlıkların fâtır'ı (yaratanı)dır. Yani önceden belirlenmiş bir örnek ve bir
başka varlıktan yaratması, söz konusu olmaksızın kayıtsız ve şartsız olarak
bütün varlıkları yaratan, başlatan, meydana getiren ve icad eden demektir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:
"Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur." (2/117. âyet, 1. başlıkta)
buyruğunda yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca "el-Kitabu'l Esna fi
Şerhi Esmai'llaki'l-Hüsnâ" adlı eserimizde daha da geniş açıklamalarda
bulunduk.
"Dünyada da, âhirettc de benim velimsin." Yani dünyada olsun,
âhiret-te olsun benim yardımcım ve benim işlerimin gerçek sahibi Sen'sin.
"Benim canımı müslüman olarak al ve beni sahlere kat." Bununla üç
atası Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz, Ya'kub'u kastetmektedir.
Şanı yüce Allah, Mısır'da onun canını tertemiz ve pak olarak aldı.
Nü'de mermerden bir sanduka içerisinde defnedildi. Çünkü Hz. Yûsuf vefat
ettiğinde herkes -ondan bereket umduklarından dolayı- kendi mahallesinde defnedilmesini
istemişti. Bu maksatla bir araya gelip toplandılar, hatta birbirleriyle
çarpışmak bile istediler. Bu sefer Mısır'da suyun ayrılma yerinde Nil'de defnetme
görüşüne sahip oldular. Böylelikle su onun üzerinden geçecek sonra da bütün
Mısır'a dağılmış olacaktı. Bu durumda da hepsi birbirine eşit olacaklardı. Bu
görüşü benimseyip uyguladılar. Hz. Musa, İsrailoğulları ile birlikte
çıktığında, onu da Nil'den çıkartarak tabutunu dörtyüz yıl sonra
Beytu'l-Makdis'e nakletti. Orada, "ve beni salihlere kat" duası dolayısıyla
ataları ile birlikte onu da defnettiler.
Hz. Yûsuf vefat ettiğinde yüzyedi yaşında İdi.,
el-Hasen'den nakledildiğine göre; Hz. Yûsuf yedi yaşında iken kuyuya
atıldı. Köleliği, hapiste kaldığı süre ve hükümdarlığı da seksen yıl sürdü.
Daha sonra akrabaları ile bir araya geldi ve bundan sonra da yirmiüç yıl daha
yaşadı. Çocukları îfrâim, Menşâ ve İbn Lehiâ'nın görüşüne göre- Hz. Ey-yub'un
hanımı olan Rahmet adında çocukları vardı.
ez-Zührî der ki: Hz. Yûsuf'un oğlu Efrâim'in Nün adında bir oğlu olmuştu.
Nûn'un da Yûşa adında bir oğlu olmuştu. İşte Nün oğlu Yûşa budur ve Hz, Musa
ile birlikteki delikanlı ve onun işlerini gören kişi oydu. Şanı yüce Allah
Yûşa'a, Musa (a.s) döneminde peygamberlik vermişti. Hz. Musa'dan sonra da
peygamber idi. Eriha'yı fetheden ve orada bulunan zorbaları öldüren odur. Daha
önce Maide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere güneşin batışı,
isteği üzere durdurulmuş idi. Hz. Yûsuf'un oğlu Menşa'nın Musa adında bir oğlu
olmuştu ki, bu da İmran oğlu Musa'dan önce idi.
Ancak Tevrat'a inananlar, bir şeyler öğrenmek üzere alim kişinin arkasına
düşen ve sonunda yetişen kişinin bu Musa olduğunu iddia ederler. Sözü geçen
alim kişi ise gemiyi delen, çocuğu öldüren ve duvarı inşa eden kişidir.
Menşa'nın oğlu Musa da onunla beraber idi ve bu beraberlikleri nihayet belli
bir yere kadar devam etti. İbn Abbas ise bunu kabul etmezdi. Gerçek ise İbn
Abbas'ın dediğidir, Kur'ân-ı Kerîm'de olan da budur. Diğer taraftan Hz. Yûsuf
ile İmran oğlu Hz. Musa arasında bir çok ümmetler ve nesiller geçmiştir. Hz.
Şuayb da onlar arasında geçen peygamberlerden birisidir. Allah'ın salat ve
selamı hepsine olsun.[319]
102. İşte bu sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendlr. Yoksa onlar hile yaparak işlerini kararlaştırdıkları
zaman sen yanlarında değildin.
103. Sen ne kadar hırs göstersen
de İnsanların çoğu iman etmezler.
104. Halbuki sen buna karşı
onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O, âlemlere ancak bir öğüttür.
"İşte bu sana vahyettiğimiz gayb haber terbidendir"
buyruğundaki "işte bu gayb haberlerindendir" anlamındaki bölüm,
rnübtedâ ve haber "sana vahyettiğimiz" anlamındaki bölüm de İkinci
haberdir.
ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte; " İşte bu"nun; anlamında
buna karşılık, ise onun haberi de olabilir. Gayb haberlerinden olan bu hususları
Biz sana vahyediyoruz, demek olur. Bununla da şu kastedilmektedir: Ey
Muhammedi Yûsuf'un durumuna dair sana anlattıklarımız gaybın haberlerindendir.
"Sana vahyettiğimiz" bunu sana vahyetmek suretiyle sana
"bunları" öğretiyoruz, demektir.
"Yoksa onlar" Hz. Yûsuf u kuyuya atmak hususunda "hile
yaparak" bu maksatla da "islerini kararlaştırdıkları zaman sen
yanlarında" Yûsufun kardeşleriyle birlikte "değildin."
Buradaki "hile yaparak" ifadesinin, Hz. Ya'kub'un yanına kana
bulanmış gömlek ile geldiklerinde... anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sen
bu hallerin hiçbirisine tanık olmamıştın. Ancak bunları sana Allah bildirdi.
"Sen ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu iman
etmezler." Hz.
Peygamber Araplar kendisine bu kıssaya dair soru sorup o da bunu kendilerine
bildirdiğinde iman edeceklerini sanmıştı. Ancak iman etmediler. İşte bu âyet-i
kerîme Peygamber (sav)e teselli olmak üzere İndi. Yani sen hidayet bulmasını
dilediğin kimseyi hidayete ulaşttramazsın.
"Hırs gösterdi, gösterir" şeklinde kullanılan fiil; "
Vurdu, vurur" gibi kullanılır (aynı babtandır). Pek kuvvetli olmayan bir
söyleyişe göre de; şeklinde; gibi de kullanılır. Hırs ise herhangi bir şeyi
ihtiyarı île (şiddetle) taleb etmek, istemek demektir.
"Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret de
istemiyorsun" buyruğundaki; sıladır. Yani sen onlardan herhangi bir mükâfat
istememektesin.
"O" yani Kur'ân-ı Kerîm ve vahiy "âlemlere ancak bir
öğüttür." Bir öğüt ve hatırlatmadır, başka bir şey değildir.[320]
105. Göklerde ve yerde nice
âyetler vardır ki onlar, bunlardan yüz Çevirerek üzerlerinden geçer, giderler.
106. Onların çoğu şirk
koşmaksızın Allah'a iman etmezler.
107. Onlar Allah'ın azabından
bir kaplayıcının kendilerine gelip çatmasından veya onlar farkında olmadan
kıyametin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini emin mi gördüler?
108. De ki: "İşte bu benim
yohundur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum; Ben de, bana uyanlar
da, Allah'ı tenzih ederiz. Ben müşriklerden değilim."[321]
105- "Göklerde ve yerde
nice âyetler vardır ki" buyruğundaki; "Nice" kelimesiyle ilgili
olarak el-Halil ve Sibeveyh şu açıklamayı yapmışlardır: Bu başına benzetme
edatı olan "kef'ın da getirildiği ve onunla birlikte mebni bir edat haline
gelmiş dir. Bu durumda ifadede; "Nice" anlamı ortaya çıkmaktadır,
ÂI-i İmran Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) buna dair yeterli açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. "Gökler ve yer"deki âyetlere dair açıklamalar
da el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Buradaki "âyetler"!!! geçmiş ümmetlerin ilâhî cezalarının
etkileri anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bunlar, bu kalan izler ve
eserler üzerinde gereği gibi düşünüp ibret almaktan yana gaflet
içerisindedirler.
İkrime ile Amr b. Fâid; "Yer" kelimesini mübtedâ olarak merfu
okumuş, haberini de, "Üzerinden geçerler" diye kabul etmiştir.[322]
es-Süddî ise bir fiil takdiri ile; şeklinde nasb ile okumuştur.[323]
Bu iki kıraate göre de vakıf; " Gökler" kelimesi üzerinde yapılır.
İbn Mes'ud ise; “Üzerinden yürür geçerler" diye okumuştur.[324]
106- "Onların çoğu şirk
koşmaksızın Allah'a İman etmezler." Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın
kendilerinin ve bütün herşeyin yaratıcısı olduğunu kabul eden ve bununla
birlikte putlara ibadet eden bir topluluk hakkında inmiştir. Bu açıklamayı
el-Hasen, Mücahid, Âmir, eş-Şa'bî ve müfessirlerin bir çoğu yapmıştır. İkrime
de der ki: Bununla kastedilen yüce Allah'ın: "Andol-sun ki sen onlara
kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: Allah diyeceklerdir."
(ez-Zuhruf, 43/87) buyruğunda sözü edilenlerdir. Böyle demekle birlikte diğer
taraftan yüce Allah'ı asıl sıfatlarından başkaları ile nitelendirir ve O'na
ortaklar koşarlar.
Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre bunlar hem şirk koşan yanlan, hem
de iman eden yanları bulunan kitap ehli kimselerdir, Bir taraftan Allah'a iman
etmekle birlikte Muhammed (sav)ı da inkâr etmişlerdir, bunların imanları sahih
olamaz. Bunu İbnu'l-Enbarî nakletmektedir.
İbn Abbas da der ki: Bu âyet-i kerîme Arap müşriklerinin şu şekildeki
tel-biyeleri hakkında nazil olmuştur; Buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur, ancak
kendisi de senin olan kendisine de, malik olduğu şeylere de malik olduğun bir
tek ortağın vardır, diye telbiye getiriyorlardı.
Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre bununla kastedilenler
hristiyan-lardır. Ondan nakledilen bir başka rivayete göre bunlar müşebbihedir.
İcrha-lî olarak iman etmekle birlikte, tafsili olarak şirk koşmuşlardır.
Ayet-i
kerîmenin münafıklar hakkında indiği de söylenmiştir. Buna göre anlam göyle
olur: "Onların çoğu” kalbiyle kâfir olup "şirk koşmaksızın" diliyle
"Allah'a iman etmezler." Bu açıklamayı da el-Maverdî yine el-Hasen'den
nakletmiştîr.
Ata der ki: Bu, dua ile ilgilidir. Çünkü kâfirler bolluk ve rahatlık
zamanlarında Rabblerini unuturlar. Onlara belâ ve musibet gelip çattığında ise
yalnız O'na ihlasla dua ederler. Bunu açıklayan: "Her taraftan da
şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre
kuşatıldıklarını sandıkları bir sırada..." (Yunus, 10/22); "İnsana
Ur sıkıntı gelip çattığında yanı üzereyken... Bize dua eder." (Yunus,
10/12) buyruklarında sözü edilen hallerdir. Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle
buyurulmaktadır: "... Eğer ona kötülük isabet ederse, bu sefer de uzun
uzadıya dua eder." (Fussilet, 41/51)
Bir diğer açıklamaya göre âyet-i kerîmenin anlamı şöyledir: Onlar yüce
Allah'a bu helak edici musibetten kendilerini kurtarması için dua ederler.
On-lan kurtardığı vakit onlardan herhangi birisi: Filan kişi olmasaydı, biz kurtulamazdık.
Köpek olmasaydı, hırsız evimize girerdi ve buna benzer sözler söyleyerek
Allah'ın nimetini filan kişiye nisbet ederler. Allah'ın koruyup himaye
etmesini de köpeğe nisbet ederler.
Derim ki; Müslümanların avamından pek çoğu bu duruma da, bundan önce
söz edilen duruma da düşmektedir. Lâ havle ve !â kuvvete İllâ billahi'l-aliyyi'1-azîm.
Yine
denildiğine göre bu âyet-i kerîme ed-Duhan (Duman) kıssası hakkında inmiştir.
Şöyle ki Mekkelileri kıtlık yıllarında duman sarınca: "Rabbimiz! Bizden bu
azabı kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz" (ed-Duhan, 44/12) demişlerdi. İşte
onların i manian da budur. Şirk koşmaları ise azabın kaldırılmasından sonra
küfre geri dönmeleridir. Bunu açıklayan da yüce Allah'ın: "Biz o azabı az
bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz"
(ed-Duhan, 44/15) buyruğudur. Geri dönmek ise ancak bir şeye başladıktan sonra
mümkün olur. Buna göre yüce Allah'ın: "Şirk koşnıak-sızın" buyruğu
onlar şirke geri dönmeksizin... takdirinde olur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[325]
107- "Onlar Allah'ın
azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çatmasından..." İbn Abbas
der ki: "Kaplayıcı"dan kasıt örtüp bürüyen demektir. Mücahid de
onları kuşatacak, bürüyecek bir azab demektir, der. "O günde azab onları
hem üstlerinden, hem ayakları altında bürüyecek..." (el-An-kebut, 29/55)
buyruğunda da benzeri bir durumdan söz edilmektedir. Katâ-de ise başlarına
gelecek bir musibet diye açıklamıştır. ed-Dalıhâk da yıldırımlar ve kapılan
çalan azaplarla şiddetli musibetler demektir, der.
"Veya onlar farkında obuadan kıyametin ansızın başlarına kopuverme-siııden
kendilerini emin mi gördüler?"
"Ansızın" kelimesi hal olarak nasbedilmistir. Aslında bu
kelime mastardır. el-Müberred der ki: Araplardan nekreden sonra İıal olarak
bir kelimenin gelip kullanıldığı nakledilmiş bir şeydir. Onların; "Bir iş
ansızın meydana geldi" şeklindeki sözleridir. en-Nehhâs der ki: Bu kelime
umulmadık bir yerden gelen musibet demektir.
"Onlar farkında olmadan" anlamındaki ifade de te'kid içindir.
"Ansızın"
buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Kıyametin koptuğunu
belirtecek olan sayha, (çığlık) onlar çarşı pazarlarında ve yerlerinde
bulundukları bir sırada kopacaktır. Nitekim ileride de gelecek olan yüce
Allah'ın: "Onlar birbirleri ile çekişirlerken kendilerini alacak bir tek
çığlıktan başkasını gözlemiyorlar" (Yâsîn, 36/49) buyruğunda olduğu gibi.[326]
108- "De ki: İşte bu benim
yolumdur" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Yani de ki ey Muharnmed, bu benim
yolum, sünnetim ve yöntemimdir. Bu açıklamayı tbn Zeyd yapmıştır. er-Rabî' der
kî: Bu benim davetimdir. Mukatİl di-nimdir, diye açıklamıştır. Anlam aynîdir.
Yani benim üzerinde bulunduğum ve kendisine davet ettiğim yol cennete götürür.
"Bir basiret üzere" kesin kanaat ve hak üzere demektir. Filan kişi
bu işi basiretle bilir (mustabsir) tabiri de buradan gelmektedir.
"Bende" te'kid içindir. "Bana uyanlar da" önceki zamire
atfedil mistir.
"Allah'ı tenzih ederim." Yani ey Muhammed, "ve Allah'ı
tenzih ederim" de, demektir. "Ben" Allah'tan başka O'na eşler
koşan "müşriklerden değilim."[327]
109.
Senden önce gönderdiklerimiz
de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi.
Kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç
de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Âhiret yurdu sakınanlar için elbette daha
hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?
110. Nihayet o peygamberler
ümitlerini kesip de (kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını
sandıkları bir şuada onlara yardımımız gelmiş de, dilediğimiz kurtuluşa
erdirilmişti. Ama kâfirler güruhundan azabımız asla geri çevirilemez.
“Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli
ilerden başkaları değildi" buyruğu; "Ona bir melek indirilmeli değil
miydi?" (el-En'âm, 6/8) diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Yani biz
senden önce -aralarında kadın, cin ya da melek bulunmayan- erkeklere risalet
ve peygamberlik vermişizdir. İşte bu, Peygamber (sav)den hadis olarak gelen şu
rivayeti(n hadis oluşunu) reddetmektedir: "Kadınlar arasında dört peygamber
vardır. Havva, Âsiye, Musa'nın annesi ve Meryem" buna dair kısmen
açıklamalar önceden Al-i îmran Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Şehirlilerden" lafzı, şehir halkından demektir. Bedevilerin
çoğunlukla sert ve katı olduklarından dolayı yüce Allah çölde yaşayanlardan
peygamber göndermemiştir. Diğer taraftan şehir ahalisi daha makul, daha
talıammülkâr, daha faziletli ve daha bilgilidirler.
el-Hasen der ki: Yüce Allah ne çölde yaşayan bedevilerden, ne kadınlardan,
ne de cinlerden hiçbir peygamber göndermiş değildir.
Katâde der ki: "Şehirli erkeklerden" ifadesi büyük şehir
ahalisinden, anlamındadır. Çünkü onlar daha bilgili ve daha tahammülkârdırlar.
İlim adamları derler ki: Rasûl'ün şartlarından birisi de erkek, İnsan
evladı ve şehirde yaşayan birisi olmasıdır. "İnsan evladı"
demelerinden kasıt ise yüce Allah'ın: "İnsanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı" (el-Cin, 72/6) buyruğuna istinaden
aksi iddia edilmesin dİyedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
" ... Nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç de yeryüzünde
gezip dolaşmadılar mı?" Peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin azab ile yıkıldıkları
yerleri görüp ibret almadılar mı?
"Âhiret yurdu... daha hayırlıdır" anlamındaki buyruk, mübtedâ
ye haberdir. el-Ferrâ İse buradaki "yurt"un âhiret ile aynı şey olduğunu
ve lafız farklı olduğundan dolayı bir şeyin bizzat kendisine izafe edildiğini
iddia etmiştir. "Perşembe günü" ve; "Dün" tabirlerinde
olduğu gibi. Şair de der ki:
"Şayet Abslılar diyarı senin aleyhine olmak üzere kıtlıkla karşı
karşıya kalırsa, Sen de zilleti kesin bir tanıyış ile tanırsın.”
Buradaki "kesin tanıyış" anlamındaki ifade; gibidir. el-Kisaî
ise Arapların; " Birinci namaz" ifadelerini el-Ahfeş ise; "Cami'
mescid" tabirlerini delil göstermiştir.
en-Nehlıâs der ki: Bir şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır.
Çünkü bir şey ancak onun vasıtası ile bilinen bir şey olsun diye başkasına
izafe edilebilir. O bakımdan daha güzel olan; "İlk namaz"
denilraesidir. Bununla birlikte; diyenin bu ifadesi;"Farz ilk namazın
vaktinde" anlamındadır. Buna "ilk" niteliğinin verilmesi ise namazın
farz kılındığı esnada ilk kılınan namaz o olduğundan dolayıdır. Ancak birinci
görüş daha kuvvetli görünmektedir. Bundan dolayı o namaza aynı zamanda
"zuhr" (öğlen) namazı da denilmiştir. Buyruktaki ifadenin takdiri şöyledir:
"Âhiret halinin yurdu elbette daha hayırlıdır," Bas-rahlann görüşü
budur. Bu yurttan kasıt cennettir. Yani orası takva sahipleri için daha
hayırlıdır. Bununla birlikte bu buyruk; şeklinde tarifli (belirtili) de
okunmuştur.
Nafî, Âsim, Ya'kub ve başkaları ise; "Siz hâlâ akıllanmayacak
mısınız?" şeklinde muhatab kipi olarak "te" ile okumuşlardır.
Diğerleri ise (akıllanmayacaklar mı anlamında) "ya" ile okumuşlardır.
"Nihayet o peygamberler... ümitlerini kesip de..."
buyruğundaki; "ümit kesti" kelimesinin kıraati ve anlamı ile ilgili
açıklamalar daha önceden (12/80. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"(Kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları
bir sırada" buyruğunda yer aldığı bu âyet-i kerîmede peygamberlerin
tenzihi ve onlara yakışmayan şeylerden masumiyetleri söz konusudur. Bu oldukça
büyük ve son derece önemli bir husustur. İnsanın ayağı kaymasın ve bunun sonucunda
cehennemin ortasına düşmesin diye bu konu üzerinde durmak gerekmektedir.
Buyruğun anlamı şöyledir: Ey Muhammed! Biz senden önce ancak erkek bir takım
kimseleri peygamber olarak göndermiştik. Sonra da onların ümmetlerini "o
peygamberler... ümitlerini kesinceye kadar" yani kavimlerinin iman
edeceklerinden yana ümitlerini kesinceye ve "Kendilerinin yalanlandıklarını
kesinlikle bilinceye kadar" (şeklinde zel harfi şeddeli olarak) yani
kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına kesin olarak ina-nıncaya kadar, o
peygamberlerin ümmetlerini azap ile cezalandırmadık.
Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Peygamberler kavimlerinden
kendilerine iman etmiş kimselerin kendilerini yalanladıklarını sandılar. Peygamberler
kendi kavimlerinin değil de kendilerine iman eden kimselerin, kendilerini
yalanladıklarını sandılar. Bu da kendilerine uyanların kalplerine şüphe gireceğinden
korktular, demektir. Buna göre; " Sandılar" ifadesi bu açıklamaya
göre asıl anlamında kullanılmış demektir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Ebu
Abdu'r-Rahman es-Sülemî, Ebu Ca'fer b. el-Ka'kâ, el-Hasen, Ka-tâde, Ebu Recâ
el-Utaridî, Âsim, Hamza, el-Kisaî, Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve Halef şeddesiz
olarak; diye okumuşlardır. Yani peygamberlerin kavimleri, peygamberlerin
kendi]erine haber verdikleri azab konusunda yalan söylediklerini, doğru
söylemediklerini sandılar.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ümmetler peygamberlerin
va-adolunduklarj ilahi yardım konusunda yalan söylediklerini zannettiler. İbn
Abbas'tan gelen bir rivayette de; peygamberler, Allah'ın kendilerine
va-adettiğini gerçekleştirmeyeceğini sandılar, diye açıklamıştır. Bu rivayetin
sahih olmadığı da söylenmiştir. Çünkü peygamberler hakkında böyle bir şey
düşünülemez. Esasen böyle bir zanna sahip olan kimsenin ilâhî yardıma hakkı da
olmaz. Diğer taraftan nasıi olur da; "onlara yardımımız gelmiş de..."
denilebilir?
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Eğer bu rivayet sahih olarak sabit ise; maksadın
peygamberlerin içlerinden bunu gerçekten inanmaları söz konusu olmaksızın
geçiverdiği ihtimali uzak değildir, Hadis-i şerifte de şöyle dediği kaydedilmiştir:
"Yüce Allah ümmetime içinden geçirdiklerini dil ile onu söylemedikçe
yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamıştır."[328]
Şöyle de denilebilir: Bunu zannedecek noktaya geldiler. Bu da: Eve yaklaştın,
anlamında eve ulaştın demeye benzer.
es-Sa'lebî ve en-Nehhâs, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir:
Bunlar da insandılar, belâ ve musibetlerin uzayıp gitmesinden dolayı zaafa düştüler,
unuttular ve kendilerine verilen sözün gerçekleştirilmeyeceğîni sandılar. Daha
sonra da yüce Allah'ın: "Hatta peygamber kendisine iman edenlerle
birlikte Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? derlerdi." (el-Bakara, 2/214)
buyruğunu okudu.
Tirmizî el-Hakîm der ki: Bize göre açıklaması şöyledir: Peygamberler Allah'ın
yardım vaadinden sonra korkuyorlardı. Bu, Allah'ın vaadinin gerçekleşmeyeceğinden
ötürü değildi. Aksine nefislerin, bu şartı ve Allah'ın kendilerine vermiş
olduğu sözü bozacak türden bir vebal işlemiş olacakları kanaatinden ötürüydü.
O bakımdan aradan geçen süre kendilerine göre uzun gelmeye başladığında bu
yönüyle ümitsizliğe kapıldılar ve bir takım zanla-ra düştüler. el-Mehdevî de,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamberler insanların karşı
karşıya kalabilecekleri şekliyle kendilerine verilen sözün yerine
getirilmeyeceğini zannettiler. Buna da Hz, İbrahim'in: "Rabbim ölüleri
nasıl dirilttiğini bana göster?" (el-Bakara, 2/260) âyetini delil
göstermiştir.[329]
Birinci kıraat (yalanlandılar anlamındaki "zel" harfinin
şeddeli okunuşu) daha uygundur. Mücâhid ve Humeyd ise "kef" harfi
üstün, "zel" harfi şedde-siz olarak; şeklinde ve şu anlamda
okumuşlardır: Peygamberlerin kavimleri -aziz ve celil olan Allah'ın azabı
lütfedip te'hir ettiğini gördüklerinde- peygamberlerin yalan söylediklerini
zannettiler.
Anlam şöyle de olabilir: Peygamberler kavimlerinin küfre sapmak suretiyle
Allah'a yalan söylediklerini kesinlikle görünce; işte o zaman peygamberlere
bizim yardımımız geldi.
Buhârî'deki rivayete göre Urve, Hz. Âişe'ye yüce Allah'ın:
"Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip de..." âyeti ile ilgli
olarak burada; " Onlara yalan söylendi" şeklinde mi;
"Yalanlandılar" şeklinde mi? (okunacak) dedim. Âişe (r.anha):
Yalanlandılar, (şeklinde okumalısın)" diye cevap verdi. Bu sefer ben
şöyle sordum: Buna göre kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına kesin kanaat
getirdiler. Buna İse "sanmak" denilmez. O şöyle dedi: Hayır, yemin
ederim ki onlar buna kesin olarak İnanmışlardı. Bu sefer ben ona:
"Kendilerine yaian söylendiğini sandıklan..." diyecek oldum, o:
Allah'a sığınırız dedi. Hiçbir zaman peygamberler Rabbleri hakkında böyle bir
zanda bulunmamışlardır. Bu sefer: Peki bu âyet ne oluyor? deyince, şu cevabı
verdi: Orada kastedilenler, Rabblerine iman eden ve peygamberleri tasdik eden,
peygamberlere tabi olanlardır. Bunların karşılaştıkları belâ ve musibetler
onlara uzun geldi, onlara gelen yardım da gecikti. Nihayet peygamberler
kavimlerinden kendilerini yalanlayan kimselerden de ümit kestiler ve ayrıca
peygamberler kendilerine tabi oianların, kendilerini yalanladıklarını
sandıklan bir sırada bizim yardımsınız onlara geldi.[330]
Yüce Allah'ın: "Onlara yardımımız gelmiş" buyruğu ile ilgili
olarak iki görüş vardır. Birincisine göre peygamberlere Allah'ın yardımı geldi,
şeklindedir ve bu açıklamayı Mücalıid yapmıştır. İkincisine göre ise;
peygamber-lerin kavimlerine Allah'ın azabı geldi, anlamındadır. Bu açıklamayı
da İbn Ab-bas yapmıştır.
"
O vakit dilediğimizi kurtarırız" (şeklindeki okuyuş), Peygamberler ve
onlarla birlikte iman edenleri kurtarırız, diye açıklanmıştır. Bu
buyruğu'Âsım'ın; "Dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti" şeklinde tek
bir "nun" ve "ya" harfi üstün olarak okuduğu rivayet
edilmiştir. "Kimse" anlamındaki edat da ref mahallinde, fiili de
meçhul bir fiil olarak okuduğu rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyd bu kıraati tercih
etmiştir. Çünkü Hz. Osman'ın Mushaf'ında böyledir. Sair beidelerin Mushaf'ları
da tek "nun" iledir. Ancak îbn Muhaysın mazi bir fiil olarak;
"Kurtulmuştu" diye okumuştur. Kimseler" ise fail olduğundan
dolayı ref mahallindedir. Diğerlerin kıraat]erine göre ise meful olarak nasb
mahallindedir.
"Ama kâfirler” şirk koşan kâfirler "güruhundan azabımız asla
geri çevir ilemez."
Andolsun ki onların kıssalarında olgun akü sahipleri için bir ibret
vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları
doğrulayıcı, gerekli herşeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de
hidayet ve rahmettir.
"Andolsun ki onların kıssalarında" yani Yûsuf, kardeşleri ve
boasının kıssasında yahut geçmiş ümmetlerin kıssalarında "bir ibret"
düşünülecek öğüt alınıp hatırlanacak bir husus "vardır." Muhammed b.
İshak, ez-Zührî'den, o Muhammed b. İbrahim b. el-Haris et-Teymî'den naklen der
ki: Hz. Ya'kub yüzkırkyedi yıl yaşadı. Kardeşi îso da onunia birÜkte aynı günde
vefat etti ve ikisi de aynı kabir konuldu. İşte yüce Allah'ın: "Andolsun
ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir İbret vardır"
buyruğundan itibaren sonuna kadarki bölümde kastedilen budur.
"O uydurulan bir söz değildir." Yani Kur'ân-ı Kerîm uydurulan
bir söz değildir, yaiıut bu kıssa uydurulan bir söz değildir. "Fakat
kendisinden önce olanları doğrulayıcı" yani kendisinden önce indirilmiş
bulunan Tevrat, İncil ve yüce Allah'ın sair kitaplarını doğrulayıcıdır. Bu
şeküdeki yorum, burada "söz"den kastın Kur'ân-ı Kerîm olduğunu
söyleyenlerin yorumudur.
"Gerekli herşeyin açıklayıcısı" kulların gerek duyacakları helâl,
haram, şeriatler ve ahkâm açıklayıcısı, "iman edecek bir topluluk İçin de
hidayet ve rahmettir."[331]
[1] Hâkim, el-Müstedrek, II, 345.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/183.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/183-184.
[4] İbn Mâce, Nikâh 11; Müsned, IV, 192
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/184-185.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/185-186.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/186-187.
[8] Bu sayıların her bir cüzünün fetha üzere mebnî
olduklarına dikkat çekiyor.
[9] Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 498-499.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/187-189.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/189.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/189.
[13] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, IV, 184-185.
[14] Müslim, Ru'yâ 6: Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizt, Ru'yâ
10; Dârimi, Ru'ya 7; Müsned, II, 269, 507.
[15] Buhârî, Ta'bir 4; Müslim, Ru'yâ 6-8; Ebû Dâvûd, Edeb
88; Tirmizi, Ru'yü 10; Dârimî, Ru'ya 2: Müsned, II 269, 507.
[16] Müslim, Rüya 9: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII.
172-173.
[17] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 174, Ebû Hureyre'den
ve "Zayıf olduğu' kaydıyla
[18] Kenzu'l-Umınûl, no: 41413. (Kurtubî, Daru'l-Hadis
baskısı, IX, 127'den naklen)
[19] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 380
[20] Kaynağını tesbit edemedik.
[21] 'Kırk" ve "kırkaltı bölümünden bir bölüm
olarak: el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, VII, 174.
[22] Arapça baskıyı yayına hazırlayanın belirttiğine göre,
nüshalardan birisinde "elvi" şeklindedir. Bunun doğru olma ihtimali
daha yüksektir.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/189-191.
[24] "Peygamberlikten geriye müjdeleyecilerden
(el-mübeşşirât) başkası kalmadı" anlamında: Buhârî, Ta'bir 5; Müslim,
Salât 207-208: Nesâî, Tatbik 62; İbn Mâce, Rüya 1; Muvatta, Ru'yâ 3; Dârimi,
Salât 77; Müsned, I, 219, 111, 267, V, 454, VI, 129, 381.
[25] Buhâri, Ta'bir 3, 4, 10, 14, Bed'u'1-Halk 11, Tib 39;
Müslim, Ru'yâ 1, 2; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'ya 4;
Müsned, V, 296, 300, 305, 310
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/192.
[27] Buhâri, Ta 'bir 9.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/192-193.
[29] İbn Mâce, Rıı'yâ 3. Yakın manada: Buharı, Tn'bir 26;
Müslim, Rıı'ya 6; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 1; İbn Mâce Ru'yâ 9;
Dârimî, Ru'yâ 7.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/193.
[31] Tabir 41-13: Tirmizi, Ru'yâ 10; İbn Mâce, Ru'yâ 10;
Dârimi, Ru'ya 13; Müsned, II. 107, 17,137 de: Medine'deki veba (sıtma)nın Cuhfe
ye kaydırılacağı şeklinde yorumladım" anlamında. Müslim'de tesbit edemedik.
[32] Buhari, Tabir 44; Meğfızî 26; Müslim, Ruyâ 20; İbn
Mâce, Ru'yâ 10; Dârimî, Ru'yâ 13. Ancak yorumda; 'ehl-i leylimden öldürülecek
kimse" sözkonusu edilmemekledir.
[33] Dârimi, Ru'yâ 13; Müsned, 1, 271.
[34] Buhârî, Ta'bir 38, 40, Meğazi, 70. 71: Tirmızî, Ru’ya
10: Müsned, II, 319, 338, 344, III, 86.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/193-194.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/194-195.
[37] Tirmizi, Ru'yâ 6; Müsned, IV 10.
[38] Tirmizi, Rüya 6; Müsned, IV, 10.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/195.
[40] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTII, 195; senedindeki
râvilerden tenkide uğramış alanların ve senedinde inkıta' (kopukluk) bulunduğu
kaydıyla.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/195-196.
[42] Daha önce 3. başlıkta geren ilk hadise dair verilen
kaynaklar
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/196-197.
[44] Buhârî, Ta'bir 4, 14, 46; Müslim, Ruyâ 2, 4; Ebû Dâvûd
Edeb 88; Tirmizi, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'yâ 4; Dârimî, Ru'yâ 5; Müsned, V, 296,
303, 305, 309, 310.
[45] Müslim, Ru'yâ 5; Ebû Dâvûd, Edeb 88; İbn Mâce, Ru'yâ
4; Müsned, III, 350.
[46] Buhârî, Tabir 26; Müslim, Ru'yâ 6; Ebû Dâvud, Edeb 88;
Tirmizl, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 395, 507.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/197-198.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/198-199.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/200-203.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/103.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/203-205.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/205.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/206.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/206.
[55] Daha önce de geçen ve kaynakları gösterilen bu hadisin,
bazı kaynaklarda geçtiği yerlerin bir kısmı: Buhâri, Salat 70, Şurut 3, 10,
Feraiz 19, 20... Mukâteb 5...; Müslim, Itk 5, 6, 8...; Ebû Dûvûd, Feraiz 12;
Tirmizi, Ferâiz 20... Ayrıca bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres ti
Elfazi't-Hadisi'n-Nebevi, IV, 122, satır 11-20.
[56] Bu cümlenin aslını teşkil eden Arapça ibare pek açık
değildir. Medineli kesimin kimler oldukları, görüşlerinin ne olduğu ve bu
görüşlerinin neden kabul edilmediği gibi hususlar kapalı kalmaktadır.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/206-208.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/208.
[59]
İfk Hadisi ve yer aldığı kaynaklar için bk. Dr. Beşşâr Evvâ"d Ma'rüf ve
arkadaşları, el-Müsnedu'l-Câmi', Beyrut 1413/1993, XX, 364-372.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/209.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/209.
[62] Buharî. İlm 28, Şirb ve Musakât 12, Lukata 2-4, 9, 11;
Müslim, Lukafcı 1, 2, 5; Ebû Dâvud, Lukata 1 (7. hadis); Tirmizt, Ahkâm 35; îbn
Mûce, Lukata 1; Muvatta, Akdiye 46;Müsned, II, 180, 186, 203, IV, 115-117.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/209-210.
[64] Bir önceki başlıkta gösterilen yerler
[65]
Bir önceki başlıkta gösterilen yerler
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/210-211.
[67] Hadis olarak tesbit edemedik.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/211.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/211-212.
[70] Buhârî, Lukata 2, 3, 11, Edeb 75; Müslim, Lukata 2, 5,
9; Ebû Dâvûd, Lukata 1 (4. hadis); Müsned, IV, 117.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/212.
[72] Buhâri, Nikâh 10, 121, 122, Nafakat 12; Müslim, Rada'
54-58; Ebû Dâvüd, Nikah 3; Dârimî, Nikâh 32; Müsned, III, 294, 302, 308, 314...
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/213-215.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/215-217.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/217-221.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/221-222.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/222.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/222-223.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/223.
[80] Ebü Dâvûd, Cihâd 61; Müsned, VI,'39, 264'te,
belirtildiğine göre yarışta ilk seferinde öne geçen Hz, Âişe, ikincisinde öne
geçen Hz. Peygamberdir, tbn Mace, Nikah 50; Müsned, VI, 129, 182, 261 ve
280'de ise; sadece yarıştıklarından ve Hz. Âişe'nin öne geçtiğinden söz
edilmektedir.
[81] Müslim, Cihâd 132; Müsned, IV, 51-54
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/223-224.
[83] Buhârî, Salât 41, Cihâd 56, 57, 58; Müslim, İmare 95;
Ebû Davûd, Cihâd 60; Nesâi, Hayl 12, 13; Dârimî, Cihâd 36; Muvatta, Cihâd 45;
Müsned, II, 5, 55-56
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/224.
[85] Müslim, İmâre 46; Nesâi, Bey'at 25; İbn Mâce, Fiten 9;
Müsned, II, 161, 191.
[86] Ebû Dâvûd, Cihâd 60; Tirmizî, Cihâd 22; Nesâi, Hayl
14; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II, 256, 358, 474.
[87] Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesâî,
Hayl 14; Müsned, 111, 103, 253.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/224-225.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/225.
[90] Ebû Dâvûd, Cihad 62; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II,
505.
[91] Muvatta, Cihad 46.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/225-227.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/227.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/227-228.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/228.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/228-229.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/229-230.
[98] Kasâme, mahiyeti ve buna dair fıkhî hükümler,
el-Bakara, 2/73. âyetin tefsiri ile el-Mâ-ide, 5/106-108. âyetlerin 12. başlık
ve devamında geçmiş idi.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/230
[100] Yeri geldikçe hatırlatacağımız gibi; Kur'ân tefsirinde
esas itibar sahih olan rivayetler ile, nastora dayalı olan ilmî
istinbâtlaradır. Sağlam bir dayanağı olmayan rivayetlerin ilmî bir değeri
olmadığı gibi, Kur'ân'ın anlaşılmasında olumlu bir katkılarının olacağı da söylenemez.
Buradaki bu tür açıklamalar buna örnektir.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/230-232.
[102] İbn Kesir, Tefsir, IV, 303'te mürsel olduğu
belirtilmektedir. Suyûti, ed-Durru'l-Mensür, IV, 514'te el-Hasen'in sözü olarak
zikredilmektedir.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/232-233.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/233.
[105]
Müslim, İman 259; Müsned, III, 148,
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/233-236.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/237.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/237-239.
[109] Kimi lafzan, kimi mana ile olmak üzere: Müslim,
Müsâkaat 77, 80, 82-84, 91, 101; Ebû Dâvûd, Buyu 12; Tirmizî, Buyu 23; Nesâî,
Buyu 43, 44, 46; Dârimî, Buyu 41; Müsned, II, 2Ö2, III, 9, 93, V, 200, 271,
314, 320, VI, 22.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/239.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/239-240.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/240.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/240.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/240-241.
[115] Sahili bir senet ile Hz. peygamber'e ya da en azından
ashabdan birisine ulaştırılamayan bu tür bilgileri heın ihtiyatla karşılamak
gerektiğini, hem de bunların İlâhî Kelam'ın anlaşılmasında pek katkılarının
olmadığını hatırda tutmamız gerekmektedir.
[116]
Bu sözleri söyleyenin Hz. Musa olduğu görüşü bulunmakla beraber (bk. Kurtubî,
el-Mü'ınin 40/34. âyetin tefsiri), önceki âyetlerde aktarılan Mü'min şahsın
verdiği öğütlerdin son bölümleri olduğu görüşü de kuvvetlidir.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/241-246.
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/246-247.
[119]
Bu ve akabinde gelecek bu tür rivayet ve açıklamalardan sonra bir takım
değerlendirmeler de gelecektir. Özellikle İbn Aliyye'nin değerlendirmeleri, bu
hususta en sağlıklı yaklaşana bir örnektir. Merhum Kurtubî de en çok tasvip
eniği görüşün o olduğunu açıkça ifade edecektir.
[120] Buhâri, Tevhid 35; Müslim, İman 205; Tirmizi, Tefsir
6. sure 10.
[121] Buhâri, Rikaak 31; Müslim, İman 207; Müsned, I, 227,
II, 234, 411, 498.
[122]
Buhari, Itk 6, Talâk 11, Eymân 15; Müslim, Eymân 201, 202; Ebû Davûd, Talak 15;
Tirmizi Talâk 8;Nesai, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 14, 16; Müsned, II, 425, 474,
481, 491.
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/247-259.
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/259.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/259-260.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/260-261.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/261.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/261-262.
[129] Müsned, I, 309-31 Odaki rivayette "beşikte
konuşmuş dört kişi'den biri olarak "Yûsuf’un şahidi" de
sayılmaktadır. -Biraz sonra merhum müfessirîmiz de bunların sayılarının dört
olduğunu belirten rivayete işaret edecektir.- Ancak; Buhâri, Enbiyâ 48; Müslim,
Birr 7, 8; Müsned, 11, 307-308, VI, 17-18de ise 'üç kisi'den söz edilmekte;
-Yûsuf un şahidi söz konusu edilmemektedir:
[130]
Bir önceki nota bakınız.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/262-264.
[132] Âlûsî, Ruhu'l-Meâni, XII, 224'te; "îlim
adamlarından birisi'nin sözü olarak aktarmaktadır.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/264-266.
[134]
Tercümemize esas aldığımız Arapça baskıya hazırlayanın belirttiğine göre, yazma
nüshaların ikisinde burada 511 anlamdaki ibareler de yer almakladır:
"Şunu bil ki, o kadın, ona karşı beslediği aşırı sevgisi dolayısıyla
çağırdığı kadınlar huzurunda mazeretini açıkladığında, işin gerçek yüzünü de
ortaya koyarak, “Ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu"
dedi.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/266-279.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/279-281.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/281.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/281-282.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/282-283.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/283.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/283-284.
[142] Müslim, Ru'yâ 6; Ebu Davûd. Edeb 88, Tirmizi, Ru'yâ I,
10; İbn Mâce. Ru’yâ 9; Dârimî, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 507.
[143] Buhârî, Ta'bir 45; Tirmizi, Ru'yâ 8; İbn Mâce, Ru'yâ
8; Müsned, I, 216, 246, 359
[144]
Ebû Dûvûd, Edeb 88; Tirmizi, Ru'ya 8; Dârimî, Ru'yâ 8; Müsned, I, 76, 90, 91,
101. 129, 131, II, 504
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/284-289.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/290-291.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/291.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/292.
[149] Buhûrî, Enbiya 54, Menâkibu Ashâbi'n-Nebiyy 6; Müslim,
Fedâilu's-Sahâbe 23; Tirmizi, Menâkıb 17; Müsned, II, 339, VI, 55.
[150] Buhâri’de,tespit edemedik.
[151] Muvatta'da tespit edemedik. Ancak İbn Abdi'I-Berr,
(Muvatta'ı şerhettiği) el-İstizkâr, XIV, 271'de bunu zikretmektedir.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/292-293.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/293.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/293-294.
[155] Buhâri, Itk 17; Müslim, Elfaz 15; Müsned, II, 316
[156]
Buhârî, İman 37, Itk 8, Tefsir 31. sûre 2; Müslim, İman 1, 5, 6, 7; Ebû Dâvûd,
Sünne 16; Tirmizî, İman 4; Nesâi, İman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 25;
Müsned, II, 365, 426, IV, 129, 130, 164
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/294-295.
[158] Bu anlamıyla tespit edemedik. Ancak daha önce bazı
bölümleri el-Bakara, 2/260 ile Hûd 11/80'de geçmiş bir hadisin bir bölümü
olarak: "... Ve Allah Yûsuf’a da rahmet buyursun. Onun kaldığı kadar
hapiste kalmış olsaydım ve ondan sonra davetçi gelip beni çağırsaydı, hemen
çıkardım..." anlamında: Buhârî, Enbiyâ 11, 19, Tefsir 12. sûre 5; Müslim,
İman 238; Tirmizi, Tefsir 12. sûre 1; Müsned, II, 322, 326, 346, 384, 389, 4l6.
Bu anlamdaki rivayetler için bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 541.
[159]
Arapça ifade bu anlamda olmakla beraber; uygun şeklin şu olması gerekir:
"Yûsuf a Alkıh'ı unutturan şeytan olmuş olsaydı, Yûsuf un cezalandırımayı
hak etmemesi gerekirdi. Çünkü unutan kişi sorumlu tutulmaz."
[160] Tirmizi, Tefsir 7. sûre 3; İbn Sa'd, Tabakat, I, 28.
[161] Buhârî, Salat 31; Müslim, Mesâcid 90, 92-94; Ebû
Dâvûd, Salât 189, 190; Nesâî, Sehv 25, 26; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 129, 133;
Müsned, I, 379, 420, 424, 438, 448, 455.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/295-297.
[163] Aynı manada olmak üzere: Tirmîzi, Tefsir 30. sûre 1-4;
Müsned, I, 276, 304.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/298-299.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/299.
[166] Müsned, V, 391.
[167] Müsned, IV, 109, V, 33, 35
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/299-301.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/301-302.
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/302-303.
[171] Bununla merhum Kurtubî, bu manada varid olmuş
hadislerin mutlak olmadıklarına, işaret ettiği şekilde âyetlerin ışığında ele
alınmaları ve öylece anlaşılmaları gerektiğine işaret etmektedir.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/303.
[173]
Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Sayd 16, 17; Nesâî, Sayd 10; İbn Mâce, Sayd 2;
Dârimi, Sayd 3; Müsned, IV, 85, V, 54, 57.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/303-305.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/306.
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/306-307.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/307.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/307.
[179] Ancak, pahalılaşma sim istemek ve beklemek kastı
olmamalıdır. Burada âyet-i kerimede sözü edilen tedbir, maslahatın gereği olan
idari bir tedbirdir. İnsanların faydasınadır. Pahalılaşması kastıyla yapılan
ihtikâr (karaborsa, stokçuluk) ise; bilinen hadis-i şeriflerle yasaklanmıştır.
Bk. Müslim, Musakaat 129, 130; Ebû Dâvûd, Buyu 47; Tirmizî. Buyu 40; İbn Mace,
Ticârât 6; Dârimi, Buyu 12; Muvatta, Bııyû 56; Müsned, 1, 21, II, 33, 351, III,
453, 454, VI, 400.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/308.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/308.
[182] M. Fuâd Abdutbâkî, Mu'cemu Ğaribi'l-Kur'ân Mustakrecen
min Sahihi'l-Buhâr'i, İstanbul 1985, s. 137
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/309-310.
[184] Tirmizi, Tefsir 12. sûre 1; ayrıca Müsned, II, 388 ve
533 kısmen.
[185]
Buhari, Tefsir 12. sûre 5
[186] Benzer rivayetler: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 548.
[187] "Divan'dan kastı muhtemelen Sahih-i Buhâri’dir.
Çünkü İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VIII, 217'de, az önce geçen Buhârînin
rivayetlerini serti ederken şunları söylemektedir: 'Meşhur fakih, İmam
Malik'in ilminden Müdevve'nin râvileri... Abdurrahman b. el-Kasım'ın Buhâride
buradan başka bir yerde rivayeti yoktur."
[188] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XII, 235.
[189]
Taberi, a.g.e., XII, 235-236.
[190] Çoğul için gelen "mira'den sonra gelen çoğul
"vav"ı muhatab raüzekkerde hazfedilir ve "mim" sakin
okunur. Kurtubî buna işaret etmektedir
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/310-314.
[192] Kaynağını tesbil edemedik.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/315-317.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/317-320.
[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/320.
[196]
Hadis olarak tesbit edemedik
[197] Nakledilen bu rivayetlerin sağlam bir dayanakları
olmadığı gibi; ilâhi buyrukların anlaşılmalarında olumlu her hangi bir
katkıları da yoktur.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/321-323.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/323-324.
[200] Buhâri, Eymân 1, Keffârât 10, Ahkâm 5, 6; Müslim,
İmâre 13, Eymân 19; Ebû Davûd, Harâc ve İmâre 2; Nesâi, Âdâbu'l-Kuctât 5;
Dûrimî, Nüzfır 9\ Müsned, V, 62-63
[201]
Buhârî, İcâre 1, İstitâbetu'l-Murteddîn 2; Müslim, İmâre 15; Ebû Davud, Hudûd
1; Müsned IV, 409.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/324-326.
[203] Buradaki açıklamalara ek olarak İbnu'l-Arâbi’nin
sözkonusu ettiği bir husus daha vardır: "Yûsuf (as), mü'min ve peygamber
olduğu halde, kâfirin vereceği bir görevi almayı nasıl caiz görmüştür?"
sorusuna kısaca şu cevabı vermektedir: "Onun sözlerinin anlamı, görev
istemek değildi: O göreve kentlisi geçmek için, istediği o makamı boşaltmasını
istemişti..." İbnu'l-Arabî, bu görüşünün doğruluğuna da bir sonraki âyet
olan 56, âyet-î kerimesini delil göstermektedir. (İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân,
III, 1092.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/326.
[205] Buhârî, Buyu' 89, Vekâlet 3, Meğazî 39, İ'tisam 20;
Müslim, Müsâkat 94, 95; Dârimî, Buyu 40; Muvatta, Büyü 20, 21; Müsned, III,
45'te şıs anlamdaki bir hadis kaydedilmektedir; Hz. Peygamber'in Hayber'deki
haracı toplayıp getirmek üzere atadığı amil, oldukça kaliteli hurmalar
getirince; Hz. Peygamber; "Hayber'in tüm hurması böyle mi?" diye
sorar. Âmil; hayır, bundan bir ölçek almak üzere, topladığımız adi türden iki
ölçek veriyoruz, der Peygamber (sav) bunun faiz olduğunu belirterek, bu
uygulamaya reddeder.
Merhum Kurtubî buna işaret ediyor olmalıdır.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/327-331.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/331-332.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/332-334.
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/334-336.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/336-338.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/338.
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/338-339.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/339.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/339-340.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/340.
[216] Bu lafız ve mana ile tespit edemedik. Ancak Müsned, V,
l46'da şu anlamda bir hadis yer almaktadır: "Ebû Zer'den, dedi ki:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: Şüphesiz ki, nazar kişiyi, tırmanmış olduğu
yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış gibi -Allah'ın izni ile- yere yıkar."
(Ayrıca bk. el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, V, 106; el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Münir
Şerhu'l-Câmii'n-Sağir, I. 427).
[217] Buhârî, Enbiya 10; Ebû Dâvud, Sünne 20; Tirmizî, Tıb
18; İbn Mâce, Tıb 36; Müsned, I, 236, 270.
[218] Buhâri, Tıb 36; Müslim, Seldin 41; İbn Mace, Tıfa 32;
Muvatia, Ayn 1, 2; Müsned, III, 486-487.
[219] İbnu'1-Esîr, en-Nikâye, V, 265'te: "Bir kadın
Sa'd'ı -Küfe emiri iken- (belden) yukarısını soyunmuş olarak görünce; sizin şu
eınirinizin böğürleri birbirine yakındır, dedi" anlamında.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/340-341.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/342.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/242.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/342.
[224] Muvatta, Ayn 3; -daha kısa ve aynı anlamda olmak
üzere: Tirmizî, Tıb 17; İbn Mâce, Tıb 33; Müsned, VI, 438.
[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/343.
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/343.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/344-348.
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/348.
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/348-349.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/349.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/349.
[232] Amr b. Dinar'dan dedi ki: Peygamber (sav) şöyle dedi:
'Kaçan kölenin (âbikin, bulunup getirilmesine karşılık) ödülü kırk
dirhemdir." (İbn Mevdûd, el-lhtiyâr, IV, 46). Ayrıca bk. ez-Zeylaî,
Nasbu'r-Râye, III, 470-471.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/350.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/350-351.
[235] Câbir b. Abdullah'tan rivayete göre, namazı kılınmak
üzere olan bir cenazenin, Hz. Peygamber: "Borcu var mı?" diye
sormuş. Vardsr, cevabım alınca; "arkadaşınızın namazını kılın!" diye
buyurmuş. Ebu Katâde, borcunu ben üzerime alıyorum, deyince, namazını kılmış.
(Müsned, III, 296; Buhârî, Havâlât 3 -Seleme b. el-Ekvâ'dan-; Tirmizi, Cenâiz
69 -Ebû Katâdç'nin oğlu Abdullah'tan-.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/351.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/352.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/352-353.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/353.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/354-355.
[241] "... Hanefilerin hileleri kabul ettikleri görüşü
yaygınlık kazanmıştnr. Çünkü Ebû Yusuf bu hususta bîr kitap telif etmiştir.
Ancak gerek ondan, gerek Hanefî mezhebine mensup ilim adamlarının bîr çoğundan
meşhur olarak geten görüş ancak "hakkı elde etınek kaşdını gütmek"
kaydı ile yapılabileceği şeklindedir... Hilenin (Hanefüere göre) caiz olmasının
ilkesi şudur: Eğer haramdan kaçış ve günahtnn uzak kalmak için yapılırsa güzeldir.
Şayet bir ınüslüraanın hakkını iptal için yapılırsa güzel olamaz. Hatta günah
ve haksızlıktır." (İbn Hacer, Fetku'l-Bârî, XII, 342)
"el-Muhit'te
"Hileler ve Meşruiyeti" diye bir bölüm dahi vardır... Hile, mekruh
şeylerden kaçıktır. Haramdan kaçmak ve günahlara düşmekten uzak kalmak için
lülelere başvurmakta bir sakınca yoktur. Hatta bu, menduptur. Bir müslümanın
hakkını ortadan kaldırmak için hileye başvurmak ise günah ve haksızlıktır.
Nesefı, "el-Kâfi'de diyor ki: Muhaınmed b. el-Hasen'den şöyle dediği
nakledilmiştir: Hakkı ortadan kaldırmaya götüren hilelerle Allah'ın
hükümlerinden kaçmak, müminlerin ahlâkından değildir " (Aynî,
Umdetu'l-Kari, XXIV, 108-109)
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/355.
[243]
Buhâri, Zekât 34, Hiyel 3; Ebû Dâvûd, Zekât 5 (hadis no: 1580) Tirmizt, Zekât
4, Nesâi, Zekât 5, 10; İbn Mdce, Zekât 11,13; Dârimî, Zekât 8; Muvatta, Zekât
23; Müsned, I, 12, II. 15.
[244] Buhârînin 90 no'lu bölümünü teşkil etmektedir.
[245] Buhârî, Hiyel 3- bâb.
[246] Buhârî, Hiyel 3. Ayrıca; az önce geçen ve "...
zekât mükellefiyeti korkusuyla..." ibaresi için gösterilen kaynaklara
bakınız.
[247] Buhâri, Hiyel 3.
[248] Aynı yer
[249] Gerek el-Mühelleb'în bu sözleri, gerekse bu husustaki
başka görüşler ile bunlara dair gerekçeler için bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî,
XII, 347 vd.
[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/356-358.
[251] İbnu'l-Arâbî, Ahkâmu'l-Kur’an, III, 1100'de buradaki
76. âyet-i kerime yerine, biraz sonra da geleceği üzere 56. âyet-i kerimeyi
zikretmekledir.
[252] 56-57. âyetlerin tefsirinin baş taraflarında da bu
hadise işaret edilmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir.
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/358-359.
[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/359-362.
[255] Bu haberin sağlıklı ve güvenilir bîr kaynağa dayalı
olmadığı, merhum Kurtubî'nin bu ifadesinden de anlaşılmaktadır.
[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/363-367.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/367-368.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/368.
[259] Müslim, Akdiye 19; Ebü Dâvüd, Akdiye 13: Tirmizî,
Şehâdat 1; İbn Mâce, Ahkâm 18; Afuvaifa, Akdiye 3, Mûsned, IV, 115, 116, V,
193.
[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/368-369.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/369.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/369.
[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/370.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/370.
[265] Buhârî, İ'tikaf;11 8, 11, 12, Fardu'l-Humus 4:
Bed'u'l-Halk 11, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23, 24; Ebû Dâvûd, Savm 79, Edeb 81:
İbn Mâce, Siyam 65; Müsned, III. 156. 285, VI. 337.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/370-371.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/371.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/371.
[269] Beyhakî, Şuabu'l-İman, VII, 214, 215.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/371-372.
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/372-373.
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/373-374.
[273] Buhari, Ezan 93, Ded'u'1-Halk 11; Ebû Dâvûd, Salât
161; Tirmizî, Cumua 59; Nesâi,
Sehv 10; Müsned, VI, 106
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/374.
[275] Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fedâil 62-, İbn Mâce,
Cenaiz 53; Müsned, III, 194.
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/374-375.
[277] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/376-379.
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/380.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/381-383.
[280] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, X, 336
[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/383-384.
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/384.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/384.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/385.
[285] Suyüti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 579da biraz daha uzunca
kaydettiği bu mektubu, Vehb b. Münebbib'ten diye kaydetmektedir. Böyle olması
daha uygundur. Çünkü Hz. Ya'kub'un, boğazlanması emredilenin Hz, İshak
olmadığını bilmemesi de mümkün değildir; İbn Abbas'ın böyle bir mektubun
yazılmış olduğunu bildirmesi de mümkün değildir. Mektup rivayeti itibariyle
sağlam olmadığı gibi; muhtevası da Isrâiliyât'tan olduğunu göstermektedir.
[286] Bu anlaındnki fiil emir olduğu için sonundaki
"ye" luırfinin hazfedilınesi gerekiyordu.
[287] Burada fiilin başındaki ceznı edatı dolayısıyln
"ya" harfinin Imfedihnesi gerekirken, harf
med olarak okunması muzni'i' aslındaki
ötrenin hazfedîldiğini kabul etmek, cezın alameti olarak değerlendirilmektedir.
[288]
Ancak, -Arapça baskıyı hazırlayanın da dikkat çektiği gibi- burada aslının
ikinci harfi
"ya" değil "vav”dir.
[289] Buhâri, Hudûd 36, Buyu 66, 110; Müslim, Hudud 30-32;
Ebû Dâvûd, Hudud 32; Müsned, II, 249. 494.
[290] İbn Hibbân es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/1987, s.
337.
[291] Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: Başımıza bir
şey kakılmayacaktır. Bugün Allah size mağfiret buyursun" şeklinde olur.
[292] Yani burdaki bol ve geniş sıftı müennes bir kelime
olup gömleğin değil, semai müennes ve mahzuf olan zırh anlamındaki kelimenin
sıfatıdır.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/385-391.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/391-392.
[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/392-394.
[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/394-395.
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/395-396.
[298] Buhârî, Mezâlim 10, Rikaak 48; Müsned, II, 506.
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/396-397.
[300] Tirmizi, Deavât 114.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/397-398.
[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/398.
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/398-399.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/399-400.
[305] Tirmizl, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15: Müsned, III.
198.
[306] Buhâri, Cihâd 168, Menâkıbul-Ensar 12; Müslim, Cihâd
64; Müsned, III, 71.
[307]
Ebû Davûd, Edeb 151: Tirmizi, Edeb 13; Müsned, IV, 91. 93. 100
[308] Tirmizi, Edeb 13.
[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/400-401.
[310] Ebû Dâvûd, Libas 4; Tirmizi, İsti'zân 7; Müsned, II,
50, 92.
[311] Tirmizî, İsti'zân 7
[312] Aynı anlamda olmak üzere: Ebü Dâvûd, Edeb 151; İbn
Mace, Dua 2; Müsned, III, 395,
V, 253; ayrıca bk. Müslim, Salât 84.
[313] Muvatta, Husnu'l-Huluk 16.
[314]
Aradaki soru-cevap olmaksızın, tokalaşmanın günahların bağışlanacağını ifade
eden ye el-Berâ b. Âzib (ra.) yoluyla gelen hadisler için bk. Ebû Dâvud, Edeb
141; Tirmizi, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15; Müsned, IV, 289, 293, 303
[315]
Bu açıklamaya göre âyetteki "el-Bedvi" kelimesi çöl anlamında olmaz,
sizi Bedâ'dan getirdi, demek olur.
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/401-405.
[317] Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30; Müslim, Zikr 10, Ebû
Dâvud, Cenâiz 9; Nesâî, Cenâiz 1;
İbn Mâce, Zühd 31; Müsned, III, 101, 104, 171, 195,
208, 247, 281.
[318]
Müslim, Zikr 13; Müsned, II, 350; yakın ifadelerle aynı anlamda: Nesûl, Cenüiz
1; Dârimi, Rikaak 45; Müsned, II, 263, 309, 316, 514
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/405-408.
[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/408-409.
[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/410.
[322] Buna göre anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler
vardır. Yerin (âyetleri) üzerinden ise yüz çevirerek geçerler.
[323] Buna göre de anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler
vardır. Yeri de (yarattı.) Onun üzerinde yüz çevirerek geeçer,giderler.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/410-411.
[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/411-412.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/412-413.
[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/413.
[328] Buhârî, Eyman 15, Talâk 11; Müslim, İman 201, 202; Ebû
Dâvud, Talâk 15; Tirmizî, Talâk 8; İbn Mâce, Talâk 14; Müsned, II, 255, 393,
425. 474, 481, 491.
[329] Bk. Buhari, Tefsir 2. süre 38.
[330] Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12. sûre 6, Ayrıca bk.
Tefsir 2. sûre, 38.
[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
9/413-418.