YUSUF SURESİ 4

Bu Kıssaya Neden Kıssaların En Güzeli Adı Verilmiştir: 5

1- Tuzak Kurmak: 6

2- Rüyaya Dair Açıklamalar: 6

3- Rüyanın Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir?. 7

4- Sadık Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne Olur?. 8

5- Sadık Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm): 8

6- Rüya ve Yorumu: 8

7- Çocuk Yaştaki Hz. Yûsufun Rüyasının Hükmü: 9

8- Rüya Kimlere Anlatılır?. 9

9- Müslümanın Sakıncalı Gördüğü Hususlarda Kardeşini Uyarması ve Gıybetin Sınırı: 9

10- Rüyanın Müjde Oluşu: 10

11- Hoşa Gitmeyen Rüyalar: 10

1- Sözcülerinin Söyledikleri: 12

2- Yolcu Kafilesi: 13

3- Hz. Yûsuf un Kardeşleri Peygamber miydi?. 13

4- Hz. Yûsuf un Çocukken Kuyuya Atılması: 13

5- Buluntu Eşya ve Çocuk: 14

6- Buluntu Çocuğun Sahipleri Sonradan Ortaya Çıkarsa: 14

7- Bulunan Eşya ve Mal: 15

8- Lukatanın Hükümleri: 15

9- Lukatayı Almak Mı Terketmek Mi Daha Faziletlidir: 15

10. Bulunan Eşya ve Hayvanlar île İlgili Hz. Peygamber'den Gelen Rivayetler: 15

11- Deve ve Koyun Dışındaki Yitik Hayvanlar: 16

12- Yitik Hayvanlara Yapılan Harcamalar: 16

13- Lukata Süresinden Sonra Sahibi Gelir ve Lukatasınm Bulan Tarafından Telef Edilmiş Olduğunu Görürse: 16

1- Hz. Ya'kub'a Verilen Haber: 20

2- Gözyaşları Neye Alâmettir?. 21

1- Yarış Yapmak: 21

2- Müsabakada Aranan Şartlar: 21

3- Ok ve Develerle Yarışlar: 22

4- Ödüllü Yarışlar: 22

5- Caiz Olan ve Olmayan Ödüllü Yarışlar: 22

6- At ve Deve Yarışlarında Binicilerin Nitelikleri: 23

7- Hz. Peygamberin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile Yarışması: 23

1- Gömlek Üzerindeki Kan: 23

2- Hz. Yûsuf un Gömlekleri: 24

3- Fıkhı Meselelerde Emareler ve Karineler: 24

1- Hz. Ya'kub'un Çocuklarının Söylediklerine Înanmayışı: 24

2- Hz. Ya'kub'un Güzel Sabrı: 25

3- Hz. Ya'kub'un, Oğullarının Verdiği Haberlere Karşı Tutumu: 26

1- Hz. Yûsuf’un Satılması: 27

2- Altın ve Gümüş Paralarda Aslolan Tartı mıdır? Sayı mıdır?. 28

3- Dinar ve Dirhemlerin Muayyen Olmaları Şart mıdır?. 29

4- Buluntu Çocuk Hür Müdür Değil Midir?. 29

5- Hz. Yûsuf’a Rağbet Edilmeyişin Sebebi: 29

6- Değerli Şeyi Az Bir Bedele Satın Almak: 29

1- Kapıya Doğru Koşan İki Kişi: 37

2- Kıyas, Örf ve Adet: 37

1- Aziz'in Karısının Duygularının Mahiyeti: 38

2- Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi: 38

3- Alâmetlere Dayanarak Hüküm Vermek: 39

1- Hz. Yûsuf a Dair Görüşler: 45

2- Hz. Yûsuf un Hapsedilmesi: 46

3- Hz. Yûsuf’a Süreli Hapis: 46

4- Zina Îçin Hapis Tehdidi İkrah Sayılır Mı?. 46

1- Kurtulacak Kişi: 50

2- Yalan Rüya Tabir Edilirse: 50

1- Peygamberin Zannı Ve Bilgi: 50

2- "Rab" Kelimesine Dair Açıklamalar: 51

3- Şeytan'ın Unutturması: 51

4- Hz. Yûsuf un Fazladan Kaldığı Süre: 52

5- Esbaba Sarılmak: 53

1- Rüyaların Yorumunu Bilenler: 54

2- Rüya Îlk Yorumlandığı Şekilde Mi Çıkar?. 55

1- Hükümdarın Rüyası Ve Tedbir: 56

2- Şer’i Maslahatlar: 56

1- Kuraklığa Karşı Tedbir: 57

2- Kâfirin Gördüğü Rüyanın Hükmü: 57

1- Yeryüzünün Hazineleri Üzerindeki Görev: 62

2- Hz. Yusuf un Görev Alması Île İlgili Görüşler Ve Hükümler: 63

3- Bir Kimsenin Ehli Olduğu Bir Göreve Talib Olması: 64

4- İnsanın Sahip Olduğu Nitelikleriyle Kendisini Tanıtması: 65

1- Taahhüdde Bulunmak Ve Söz Vermek: 69

2- Kefalet: 70

1- Hz. Ya'kub Oğullarının Ayrı Kapılardan Mısır'a Girmeleri: 70

2- Nazar Değmeye Karşı Korunma: 70

3- Müslüman Beğendiği Bir Şey Görürse: 71

4- Nazarı Değen Kişiden Ne Yapması İstenir?. 71

5- Nazarı Değmekle Meşhur Olan Kimselere Karşı Alınacak Tedbirler: 71

6- Kader Ve Nazar: 71

7- Nazara Karşı Tedbirler: 72

1- "Kefil (Zaîm)" Kelimesinin Anlamı: 73

2- Meçhul Şeye Kefalet: 74

3- Ödül Vaadi (Ci'âle): 74

4- Ödül Taahhüdü Olmaksızın Yapılan İşlerin Ücretini İstemek: 74

5- Kefaletin Hükmü: 74

6- Malî Kefalet: 75

7- Kefaletin Sahih Olduğu Yerler: 75

İslâm Şeriatının Getirdiği Hükümler ve Önceki Şeriatların Hükümleri: 76

1- İlahi Takdir Ve Hileyi Şer'iyye: 77

2- Zekâta Tabi Olan Mallarda Yıl Geçme Şartı (Havelân-I Havi) İle İlgili Çeşitli Hükümler: 77

3- Mübah Olan Hileler: 78

1- Bilgiye Dayalı Şahitlik: 82

2- Bilgiye Dayanarak Yapılan Şahitlik: 83

3- Yoldan Geçerken Görülen Ve Duyulanlara Dair Şahitlik: 83

4- Bir Kimsenin Muhtemel Olmayan Bir Hususa Dair Şahitliği: 83

1- Doğru Söylediğinden Emin Olanın Tavrı: 83

2- Haklı Olan Kimselerin Haklarındaki Zanlan Bertaraf Etmeleri: 83

1- Nefsin. Süslediği Îş: 84

2- Sabrın Gereği: 84

1- Kederden Ak Düşen Gözler: 85

2- Namazda Sağa Sola İltifat Etmek: 85

3- Hz. Ya'kub'un Kederinin Sebebi: 85

1- Adalet ve Fazilet: 88

2- Kile İle Ölçenin Ücretini Kim Öder: 89

3- Karşılıklı İlişkilerde İstenen Ek Hizmetlerin Ücretini Ödeyecek Taraf: 89

4- Allah'ın Lütfundan Dilemek: 89

1- Hz. Yûsuf’a Secde: 95

2- Secde Vb. Saygı İfadeleri İle Çeşitli Selamlaşmalar: 95

3- İşaret Vb. Şekillerle Selamlaşma, Tokalaşma, Kucaklaşma: 96


YUSUF SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı île

(Mekke'de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir)

 

Tamamıyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ve Katâde ise, dört âyet müstes­na Mekke'de inmiştir, derler.

Rivayete göre; yahudilerin, Rasûlullah (sav)a Yûsuf kıssasına dair soru sor­maları üzerine bu sûre inmiştir. İleride bu rivayet gelecektir.

Sa'd b. Ebi Vakkâs da der ki: Kur'ân-ı Kerîm, Rasûlullah (sav)a indirildi. O da bir süre onlara Kur'ân'ı okudu. Bize kıssa anlatsan, demeleri üzerine yüce Allah'ın: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız" (Yûsuf, 12/3) buyru­ğu nazil oldu. Yine Hz. Peygamber bir süre Kur'ân-ı Kerîm'i onlara okuyun­ca, bu sefer de: Bize bazı şeyler anlatsan demeleri üzerine, yüce Allah: "Al­lah sözün en güzelini... indirmiştir"(ez-Zümer, 39/23) buyruğunu indirdi.[1]

İlim adamları derler ki: Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerin kıs­salarını zikredip aynı anlamda fakat değişik şekillerde, belagat dereceleri de birbirinden farklı lafızlar ile tekrarlamıştır. Hz. Yûsuf kıssasını ise başka yerde tekrarlamamaktadır. O bakımdan Kur'ân'a muhalefet eden hiçbir kim­se ne tekrarlanana karşı çıkarak ona benzer örnek koyabildiler, ne de tek­rarlanmayana benzer örnek koyabildiler. Bunlar üzerinde dikkatle düşünen kimseler (ilâhî) buyruklardaki i'cazı çok iyi anlar.[2]

 

1. Elif, lâm, râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir.

"Elif, Lâm. Râ" buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulun­maktadır. (Bundan sonra gelen) buradaki "Bunlar apaçık Kitabın âyetleri­dir" ifadesi, mübtedâ ve haber takdirindedir.

“Elif, lâm, Râ"nın sûrenin adı olduğu da söylenmiştir. Yani, bu "Elit tam, Kâ" adındaki sûredir.

"Banlar apaçık Kitabın âyetleridir" buyruğundaki "apaçık Kitab"dan ka­sıt apaçık Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani helâii ve haramı, hadlerini, hükümlerini, hidayet ve bereketini açıklayan Kur'ân-ı Kerîm. Bir diğer açıklamaya göre iş­te bunlar Tevrat'ta size vaadolunmuş bulunan âyetlerdir, anlamındadır.[3]

 

2. Muhakkak Biz, onu anlayıp düşüttesiniz diye Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.

Yüce Allah'ın. "Muhakkak Biz, onu... Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" buyruğunun: Biz Arapça bir Kur'ân indirdik, anlamında; "Kur'ân ola-rak"ın hal olmak üzere nasbedîlmiş olması, "Arapça" buyruğunun da "Kur'ân olarak" buyruğunun sıfatı olması mümkündür. Bununla birlikte; Ben Zeyd'e uğradım (onu) salih bir adam olarak (gör­düm)," ifadesinde olduğu gibi, hal için bir hazırlık ifadesi (tavtie) olması; "Arapça" kelimesinin hal olması da mümkündür. Yani bu Kur'ân-ı Ke­rîm, ey Araplar sizin dilinizle gayet anlaşılır ve açık seçik bir şekilde okunmaktadır, "Dul kadın ise kendi maksadını açıkça ifade eder"[4] hadisindeki "ifade eder" anlamını veren kelime de "Arab" ile aynı kök­ten gelmektedir.

"Anlayıp düşünesiniz diye" buyruğu, onun manalarını bilesiniz, içinde­ki buyrukları da kavrayastnız diye, demektir. Bazı Araplar; " diye" ile birlikte a benzeterek da getirirler. deki "lam" te'kid için fazladan getirilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Ey babamız, belki sen yahut olur ki sen..."

"Anlayıp düşünesiniz diye" buyruğunun, onu iyice düşünmeniz umulur diye, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre şüphe ve tereddüt anla­mı ne Kitab, ne de yüce Allah ile ilgilidir; onlar ile ilgilidir.

"Onu... indirdik" buyruğunun Yûsuf'un haberini indirdik, anlamında olduğu da söylenmiştir.

en-Nehhâs der ki: Böyle bîr açıklama buyruğun anlamına daha uygun düş­mektedir. Çünkü rivayete göre yahuditer şöyle demişler: Ona Ya'kub'un çocuklarının Şam'dan, Mısır'a niçin gittiklerini ve Yûsufun haberinin ne ol­duğunu sorunuz? Bunun üzerine yüce Allah bu buyruğu Mekke'de iken Tev­rat'a uygun olarak indirdi. Üstelik burada onların bilmedikleri fazla açıkla­malar da vardır. Peygamber (sav)'in bir kitab okumadığı ve kitab okunan bîr yerde bulunmadığı halde- onlara bu hususları haber vermesi, İsa (a.s)ın -ile­ride ona dair açıklamalarda geleceği üzere- ölüleri diriltmesi gibi bir muci­ze olmuştu.[5]

 

3. Biz sana bu Kur'ân'ı vahyctmekle en güzel kıssayı sana anlata­cağız. Halbuki sen şüphesiz bundan önce haberdar olmayanlar­dandın.

Yüce Allah'ın: "Biz sana... anlatacağız" buyruğu mübtedâ ve haberdir, "En güzel kıssayı" anlamındaki ifade de mastar anlamında olup, ifadenin takdi­ri: En güzel kıssayı anlattık, şeklindedir.

Kıssa anlatmak (diye anlam verilen: el-kasas), bir şeyin izinden gitmek, izini takib etmektir. Yüce Allah'ın: "Anası, kızkardeşine: Git onu, izle dedi." (el-Kasas, 28/11) buyruğu, onun izini takib et, anlamındadır. "Kâss (kıssacı, kıssa anlatan)" İse izleri takib edip onların durumunu bildi­ren kimse demektir. "En güzel" sıfatı ise kıssaya değil, kıssa anlatmaya ait­tir. Çünkü: Filan kişi güzel bir şekilde anlattr, denilirken onun sözü sıralama­sı ve anlatma şekli güzeldir, demektir.

Bir diğer görüşe göre buradaki "el-kasas" mastar olmayıp, isim anlamın­dadır. " Umudumuz Allah'tandır" denilmesi gibi. Buna göre ifade­nin anlamı; Biz, sana en güzel haberi (kıssayı) bildireceğiz, demek olur. Bu da; "Biz sana biı Kur'ân'ı vahyetmekle" bizim vahyedişimizle olacaktır, demektir. Buna göre burada; fiil ile birlikte mastar (vahyetmek) anlamın­dadır.

"Bu Kur'ân'ı" anlamındaki buyrukta ise "Kur'ân" kelimesi "bu"nun sıfatı yahut onun bedeli ya da atf-ı beyanı olarak nasbedilmiştir. el-Ferrâ ise "Kur'ân’ kelimesinin esreli okunmasını da uygun görmekte ve şöyle demek­tedir: Bunun esreli okunması ("bu" anlamındaki kelime ile birlikte ( ın) tek­riri (bedeli) olarak esreli okunur. Basrâhlara göre ise bu, Man bedel ol­mak üzere esrelidir. Ebu İshak da bir mübtedâ takdiri ile merfu okunacağı­nı caiz kabul etmektedir. Yani bir kimse vahye dair soru sormuş da ona; "O, işte bu Kur'ân'dır" diye cevap verilmiş gibidir.

"Halbuki sen şüphesiz bundan önce haberdar olmayanlardandın." Yani sana bu bildirdiklerimizden haberdar olmayan kimselerden idin.[6]

 

Bu Kıssaya Neden Kıssaların En Güzeli Adı Verilmiştir:

 

İlim adamları diğer kıssalar arasında neden buna "kıssaların en güzeli" adı­nın verildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre, bu ismin veriliş sebebi Kur'ân-ı Kerîm'de bu kıssanın ihtiva ettiği ibret ve hükümleri ihtiva eden bir başka kıssa bulunmadığından dolayıdır. Bu da bu sûrenin so­nunda yer alan; "Andolsun tyi onların kıssalarında olgun akıl sahihleri için bir ibret vardır" (Yûsuf, 12/111) buyruğunda açıkça ifade edilmektedir.

Bir diğer görüşe göre buna "en güzel kıssa" adının veriliş sebebi, Hz. Yû­suf'un kardeşlerini güzel bir şekilde affedip bağışlaması, eziyetlerine sabre­dip katlanması, onlarla karşılaştıktan sonra da yapmış olduklarını hatırlatma­yarak onları affetmesi, onları af edişındeki keremidir. O kadar ki onlara: "Bu­gün başınıza bir şey kakılmayacaktır" (Yûsuf', 12/92) demişti.

Bir diğer görüşe göre buna sebep bu sûrede peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insaniarın, hayvanların, kuşlann, hükümdar­ların ve yönettikleri kimselerin davranışlarının, tüccar, iîim adamları ve ca­hillerin, erkeklerin, kadınlann, kadınların hile ve tuzaklarının söz konusu edil­mesidir. Yine bu sûrede tevhjd, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muaşeret, ge­çim idaresi (iktisadi hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususların bulunmasıdır.

Bir başka açıklamaya göre sebep, bu sûrede sevenin, sevilenin ve bun­ların imledikleri yolların söz konusu edilmesidir.

Bir başka açıklamaya göre buradaki "engüzel" ifadesi "en şaşırtıcı, en hay­ret verici" anlamındadır.

Kimi Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olma­sının sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etme sidir. Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hü­kümdarın da Hz. Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekih de bağlandığı da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlik­te bulunan kişi de böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görül­mektedir.[7]

 

4. Hani Yûsuf, babasına şöyle demişti: "Babacığım! Rüyamda on-bir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı;"

Yüce Allah'ın: "Hani Yûsuf... şöyle demişti" buyruğundaki; "Hani" zarf olarak nasb mahallindedir. Sen onlara Yûsuf'un... dediği zamanı hatır­lat, demektir.

Genel olarak "Yûsuf" kelimesinin "sin" harfi ötreli okunmuştur. Ancak Tal-ha b. Musarrif bu kelimeyi hemzeli ve "sin" harfini esreli olarak; Yu'sif şeklinde okumuştur. Ebu Zeyd hemzeli ve "sin" harfi üstün olarak; "Yu'sep diye bir okuyuşu da nakletmektedir. Bu ismin munsarıf olmayışı, Arap­ça olmadığından dolayıdır. Bunun Arapça olduğu da söylenmiştir. Ebu'l-Hasen el-Akta'a -hakim birisi idi- Yûsuf hakkında soru sorulmuş, kendisi de şöy­le demişti: Sözlükte "esef' üzüntü demektir. "Esîf" ise köle demektir. Bu iki özellik de "Yûsuf'da vardı. Bundan dolayı ona "Yûsuf" adı verilmiştir.

"Babasına... babacığım" buyruğundaki; "Babacığım" kelimesinin "te" harfi Ebu Amr, Âsim, Nafi', Hamza ve el-Kisaî tarafından esreli olarak okunmuştur. Basralı'tara göre bu harf te'nis alameti olup izafet "ya"sından be­del olarak yalnızca nidada "baba" anlamındaki sonuna getirilir. Di­ğer taraftan müenneslik alâmeti olan (yuvarlak) "te" müzekker isme de bi­tişerek mesela;" Çokça nikâh yapan adam ve çokça alay eden adam" denilir.

en-Nehhâs der ki: "Te" harfi esreli olarak; "Babacığım" denilecek olursa Sîbeveyh'e göre buradaki "te" izafet "ya"sından bedeldir. Onun bu gö­rüşüne göre ise bu kelimede vakıf yapılacak olursa "he" sesi ile vakıf yapı­lır. Onun bu görüşüne dair bir takım delilleri vardır. Bir delil şudur: Bir kim­senin; " Babacığım" demesi ın anlamım verir. Buna karşılık ise ancak marife (belirli isim)de kullanılır ve; babacığım bana geldi (anlamında); denilmez; Araplar bunu ancak özel olarak nidada kullamrlar. Yine denilmez. Çünkü buradaki "te" zaten "ya"den bedeldir. O bakımdan her ikisi bir arada getirilmez.

el-Ferrâ'nin iddiasına göre İse "te" harfi esreli olarak; " Babacığım" denilecek olursa bu sadece sonda "ya"dan bedel olduğuna delildir, başka bir şeyi göstermez. Çünkü "ya" harfinin telaffuzu niyet olarak vardır. Ebu İshak ise bunun yanlış olduğunu iddia etmiştir. Doğrusu da onun söylediğidir. "Ya" harfinin söylenmesi niyet olarak nasıl var olabilir ki? Çünkü hiçbir şekilde; Babacığım (anlamında "ya"li olarak) denilmez.

Ebu Ca'fer, el-A'rec ve Abdullah b. Âmir ise "te" harfini üstün olarak; diye okumuşlardır. Basralılar derler ki: Bu şekilde okuyanlar "ya" har­fi ile  kastederler. Bundan sonra "ya" harfi "elife ibdal edilerek; şeklini almıştır. Daha sonra "elif te hazfedilerek, "te" harfi üstün kal­mıştır.

Bir diğer açıklamaya göre asıl esreli iken daha sonra esre yerine fetlıa ge­tirilmiştir. Tıpkı "ya'dan bedel "elifin getirilmesi suretiyle; "Ey kölem gel" demek gibidir.

el-Ferrâ ise "te" harfi ötreli olarak; demeyi caiz görmektedir.

"Rüyamda onbir yıldızı, gördüm."  Bana onbir kişi geldi ve ben onbir kişi gördüm, onbir kişiye uğradım" deni­leceği hususunda nalıivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Onüç ve ondokuz ile aralarındaki sayılar da böyledir.[8] Araplar böylelikle bu İki ismi tek bir isim kabul ederek, harekelerin en hafifi ile bunlara i'rab ver­mişlerdir.

es-Süheylı der ki: Bu yıldızların isimleri müsned bir rivayet ile zikredilmek­tedir. Bunu da el-Hâris b. Ebî Üsâme rivayet ederek şöyle demiştir: Kitab eh­linden bir kişi olan- Büstane gelip Peygamber (sav)e Yûsuf (a.s)m gördüğü onbir yıldıza dair soru sordu. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "el-Haresan, et-Tarık, ez-Zeyyâl, Kâbis, el-Musabbih, ed-Darûh, Zü'l-Kenefât, Zü'1-Kara', el-Felîk, Vessâb ve el-Amûdan'ı Yûsuf (as)ı kendisine secde ederlerken gör­dü.[9]

O İbn Abbas ve Katâde derler ki: Yıldızlar Hz. YûsuPun kardeşleri, güneş annesi, ay da onun babası (demek)dir.

Yine Katâde der ki: Güneşten kasıt onun teyzesidir. Çünkü annesi vefat etmişti. Teyzesi de babasının nikâhı altında bulunuyordu.

"Gördüm ki onlar" ifadesi ise te'kiddir. Hz Yûsuf un; "Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı" ifadesinde çoğul müzekker olarak gelmiştir, el-Halîl ve Şibeveyh'in görüşüne göre Hz. Yûsuf bu eşyaya itaat ve secde et­tiklerini haber verdiğinden -ve bunlar da akıl sahibi varlıkların fiillerinden olduğundan dolayı bu varlıklar hakkında aklı eren varlıklar gibi haber ver­miştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Onları sana ba­kar görürsün" (el-A'raf, 7/198) buyruğunu açıklarken geçmiş bulunmakta­dır. Araplar da aklı ermeyen varlıkları eğer aklı eren varlıklar seviyesinde söz konusu edecek olurlarsa, -asıl kaidenin dışına çıkarak aklı eren varhkmış gi­bi çoğul yaparlar.[10]

 

5. Dedi ki: "Oğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sa­na bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düş­manıdır."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[11]

 

1- Tuzak Kurmak:

 

"Sonra sana bir tuzak kurarlar" yani seni öldürmek için bir hileye, bir yola başvururlar. Zira rüyanın te'vili gayet açıktır. Belki şeytan onları, o tak­dirde sana bir suikast düzenlemeye İtebilir. Buyruktaki; " Sana" lafzın-daki "lam" harfi le'kid içindir.

Nitekim ileride gelecek olan; "Eğer rüya yorumunu biliyorsanız" (Yûsuf', 12/43.) buyruğundakt gibidir.[12]

 

2- Rüyaya Dair Açıklamalar:

 

Rüya şerefli bir hal, üstün bir makamdır. Peygamber (sav) şöyle buyurmak­tadır: "Benden sonra müjdeci şeylerden salih kimsenin gördüğü yahut ken­disine gösterilen sadık ve salih rüyadan başka bir şey kalmamıştır."[13] Bir baş­ka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rüyası en doğru kişi, sözü en doğru olandır.[14] Peygamber (sav) de rüyanın nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğuna hükmetmiştir.[15] "Peygamberliğin yetmiş bölü­münden bir bölüm" olduğu da rivayet edilmiştir.[16]

İbn Abbas (r.a)ın rivayet ettiği hadiste ise "Peygamberliğin kırk bölümün­den bir bölüm" diye belirtilmiştir.[17] İbn Ömer'in rivayet ettiği hadiste: "Kırk-dokuz bölümünden bir bölüm"[18] Hz. Abbas yoluyla gelen hadiste: "Peygam­berliğin elli bölümünden bir bölüm"[19] Enes yoluyla gelen hadiste: "Yirmi-altı bölümünden bir bölüm"[20] Ubade b. es-Samît yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin kırkdört bölümünden bir bölüm"[21] diye rivayet edilmiştir.

Ancak bunlar arasında sahih olan ktrkaltı bölümünden bir bölüm olduğu şeklindeki rivayettir. Sıhhat itibariyle bundan sonraki rivayet ise yetmiş bö­lümünden bir bölüm şeklindeki rivayettir. Müslim, Salıih'inde bu iki hadisin dışındakiler rivayet etmemiştir. Diğer hadisleri ise başka hadis âlimleri naketmişlerdir. Bu açıklama İbn Battal'a aittir.

Ebu Abdullah el-Mazerî der ki: Hadis elılince daha çok rivayet edilen ve daha sahih kabul edilen: "Kırkaltı bölümünden bir bölüm" şeklindeki riva­yettir.

Taberî der ki: Doğrusu şunu söylemektir: Bu hadislerin hepsi veya çoğun­luğu sahihtir ve bu hadislerin herbirisinin makul bir açıklaması vardır. Me­sela Hz. Peygamber'in; "O, peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölüm­dür" şeklindeki buyruğu şu demektir: Bu salih ve sadık bütün rüyalar hak­kında genel bir ifadedir ve hangi dummda olursa olsun, rüya gören her müs-lüman hakkında söz konusudur.

"Rüyanın kırk veya kırkaltı bölümden bir bölüm" olduğunu belirten hadi­se gelince, o bununla rüyayı gören kişinin, es-Sıddık Ebu Bekir hakkında sö­zü edilen,durumda olan kişiyi kastetmektedir. Buna göre aşın soğukta bile ab-destini iyice alan ve hoşuna gitmeyen hususlarda Allah yolunda sabreden, bir namazı kıldıktan sonra diğerini bekleyen bir kimsenin gördüğü salih rüya, -yüce Allah'ın izniyie- peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür.

Kimin de bizatihi durumu bunun arasında bir yerde ise onun göreceği sa­dık rüya da bu iki bölüm arasında değişir. Yani kırk bölümden birinden, alt­mış bölümden birisine kadar- ki sınırlar arasında gider gelir ve yetmiş bölümden birinden daha aşağıya düşmez, kırk bölümden bir bölüm olmaktan yukarıya da çıkmaz.

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr de bu manaya işaret ederek şöyle demektedir: Rüyanın bölümleri ile ilgili bu husustaki rivayetlerin farklılığı, bana göre bir­birine zıt ve biri diğerini reddeden bir ayrılık değildir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.- Çünkü salth bir rüya, gören kimsenin durumuna, doğru sözlü­lüğüne, emaneti edaya, sağlam bir dine ve güzel bir yakîne sahib oluşuna gö­re değişebilir. İnsanların belirttiğimiz bu niteliklerdeki farklılığına göre onların gördükleri rüyalar da muhtelif sayılardaki bölümlerden birisi olabilir. Rab-bine ibadette, niyetinde, yakîninde ve doğru sözlülüğünde ihlaslı ve sami­mi olan bir kimsenin gördüğü rüya, dalıa doğru çıkar ve nübüvvetin bildir­diklerine daha yakındır. Nitekim peygamberler de birbirlerinden daha fazi­letlidirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, peygamberle­rin kimini kiminden üstün kılmıştzdır." (el-İsra, 17/55)

Derim ki: Böyle bir açıklama değişik hadisleri bir arada telif edebilmek­tedir ve böyle bir açıklama, onların bir bölümünü yorumlarken diğer bir bö­lümünü bir kenara atmaktan daha uygundur. Bunu da Ebu Said el-Esfakusî (Sefakısî) bazı ilim ehlinden naklederek şöyle demektedir: Hz. Peygam-ber'in: "Peygamberliğin kırkaltı bölümünden bir bölüm" ifadesinin anlamı şu­dur: Şanı yüce Allah, Muhammed (sav.)e peygamber olarak -İkrime ve Amr b. Dinar'ın, İbn Ab bas (r.a)dan rivayetlerine göre- yirmrüç yıl vahiy indirmiş­tir. İşte biz (Hz. Peygamber'in nübüvvetten önce gördüğü sadık rüya döne­mi olan) altı aylık sürenin yirmiüç yıla oranını tesbit edecek olursak, bunun kırkaltı bölümden bir bölüm olduğunu görürüz. İşte el-Mazerî de "et-Mu'lim" adlı eserinde buna İşaret etmiş, el-Konevî[22] de Yunus Sûresi'nin tefsirinde yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğunu tefsiri sırasında bu görüşü tercih etmiştir.

Ancak bu görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi Ebu Seleme'nin İbn Abbas ve Hz. Aişe'den; vahyin yirmi yıllık süre devam ettiği, Peygamber (sav)in de kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilip Mekke'de on yi! kaldığına da­ir rivayetidir. Bu aynı zamanda Urve, eş-Şa'bî, İbn Şilıab, el-Hasen, Atâ el-Horasanî ve Said el-Museyyeb'in -bu konuda ondan farklı rivayet de gelmiş­tir- kabul ettikleri görüştür. Aynı zamanda Rabia ve Ebu Galib'in, Enes'ten ri­vayeti de budur. Bu hadis sabit ise o takdirde böyle bir yorum da yanlış de­mektir,

2- Farklı bölümler olduğunu belirten diğer hadislerin bir anlam ifade et­mesi söz konusu olamaz.[23]

 

3- Rüyanın Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir?

 

Rüyanın peygamberlikten bir bölüm olmasının sebebi rüyada uçmak, ci­simlerin değişmesi, gayb ilminden bazı şeylere muttali' olmak gibi imkansız ve beşeri âciz bırakan hususların olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Peygam­ber hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlik müjdeieyicilerinden ge­riye uykudaki sadık rüyadan başka bir şey kalmadı."[24]

Özetle sadık rüya Allah'tandır ve peygamberliktendir. Nitekim Hz. Pey­gamber şöyle buyurmaktadır: "İyi rüya Allah'tandır, hulm (kötü rüya) da şey­tandandır. "[25] Sadık rüyayı tasdik etmek haktır, onu güzel bir şekilde tevil et­melidir. Hatta kimi rüyaların te'vile (yoruma) dahi ihtiyacı olmaz. Bu gibi rü­yalarda mü'minin imanını arttıracak türden yüce Allah'ın harikulade takdir ve lütufları da vardır. Bu konuda rey ve eser ehlinden olup din ve hak ehli kimseler arasında görüş aynlığı yoktur, rüyayı ancak inkarcılar ile Mutezile'den çok az bir kesim reddetmektedir.[26]

 

4- Sadık Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne Olur?

 

Sadık rüya peygamberlikten bir bölüm olduğuna göre kâfir, yalancı ve hak­kı batıla karıştıran kimse sadık rüya görmeye nasıi ehil olabilir? Üstelik ki­mi kâfirler ile öyle olmamakla birlikte dininden razı olunmayan başka kim­seler, gerçekten sadık ve doğru rüyalar görmüşlerdir. Mesela (Yûsuf Sûresi'nde sözü edilen) ve yedi inek gören hükümdar, (Hz. Yûsuf ile birlikte) hapisha­nedeki iki gencin rüyası, Danyal'ın, hükümdarlığının elinden gideceği şek­linde yorumladığı Buhtu Nassar'ın rüyası, Peygamber (sav)in ortaya çıkışı­na dair Kisrâ'nın rüyası, Rasûlullah (sav)ın halası Atike'nin kâfir iken Hz. Pey­gamber hakkında gördüğü rüya. Diğer taraftan Buhârî'nin "hapistekilerin rüyası"[27] diye başlık açmasına dair ne söyleriz? diye sorulacak olursa, cevabı­mız şudur:

Kâfir, facir, fasık ve yalancıların kimi zaman rüyaları doğru çıksa bile ofı-ların bu rüyalarının vahiy ya da nübüvvetten bir bölüm olması söz konusu değildir. Zira gaybe dair söylediği bir sözde doğru söyleyen her kişinin verdiği bu haberi nübüvvet olamaz. Nitekim En'âm Sûresi'nde de (6/59. âyet, 2. başlıkta) kâhin ve benzeri diğer kimselerin bazen hak bir sözü haber verip bunda doğru söyleyebileceğine dair açıklamalar geçmişti. Ancak bu du­rum son derece nadir ve az görülen bir durumdur, İşte böylelerinin rüyası da bu kabildendir.

el-Mühelleb derki: Buhârî'nin böyle bir başlık kullanması, müşriklerin rü­yasının da sadık (doğru çıkan) bir rüya olmasının mümkün olduğuna işaret etmek içindir Nitekim hapishanedeki iki gencin rüyası da bu şekilde idi. An­cak böyle bir rüyanın mü'minin rüyasının izafe edildiği gibi nübüvvete iza­fe edilmesi caiz değildir. Zira doğru bir şekilde te'vil edilebilen herbir rüya­nın nübüvvetten bir bölüm kabul edilmesi doğru olamaz.[28]

 

5- Sadık Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm):

 

Yüce Allah'a izafe olunan (Allah tarafından gösterilen) rüya, her türlü ka­rışıklıktan ve vehimden arınmış ve te'vili (yorumu) J,evh-i Mahfuz'dakine uy­gun düşen rüya demektir. Karmakarışık haberler ihtiva eden tevili kolay ko­lay mümkün olmayan rüyalara da "hulm" denilir ki, şeytana İzafe olunan rü­ya budur. Bu rüyaya karmakarışık (dığs) adının veriliş sebebi, bunda birbi­riyle çelişen şeyler olduğundan dolayıdır. el-Mühelleb de bu anlamda açık­lamıştır.

Rasûlullah (sav) da rüyayı bu konuda söz söylemiş herhangi bir kimse­nin açıklamasına gerek bırakmayacak şekilde kısımlara ayırmıştır. Avf b, Mâ­lik (r.a), Rasûlullah (sav) şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rüya üç tür­lüdür. Bunlardan birisi şeytanın Adem oğlunu kederlendirmesi için göster­diği dehşetli şeylerdir. Bir bölümü ise mü'minin uyanıkken üzülüp ihtimam gösterdiği ve uykusunda gördüğü şeylerdir. Bir bölümü de nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölümdür." (Hadisi Avf b. Malik'ten rivayet eden Ebu Abdullah Müslim b. Mişkem) dedi ki: Ben: Sen bunu Rasûlullah (sav)tan mı İşittin? dedim. O da: Evet ben bunu Rasûlullah (sav)dan işittim, [29]dedi.[30]

 

6- Rüya ve Yorumu:

 

"Dedi ki: Öğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma..." âyetinde geçen "rüya" kelimesi; "  Uykuda gördü" kelimesinin mastarı oiup "sükyâ Ve büşrâ" kelimeleri gibi "fu'tâ" vezninde bir kelimedir. Sonundaki "elif’’ te'nis için olduğundan dolayı munsanf bir kelime değildir.

İlim adamları rüyanın gerçek mahiyeti hususunda farkh görüşlere sahip­tirler. Rüyanın herhangi bir afetin (olumsuz etkenin) söz konusu olmadığı cüzlerdeki derin uyku vb. gibi bir idrâk olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı rüya çoğunlukla -uyku baskınlığının az olması, dolayısıyla- gecenin sonunda görülür. Yüce Allah rüya görene yeniden hasıl olan bir bilgi halkeder. İdrâ­kin sahih olabilmesi için de o gördüğü şeyi, gördüğü şekilde onun için hal­keder. İbnu'l-Arabî der ki: Uykuda ancak uyanıkken idrâk edilmesi salıilı olan şeyler görülür. Bundan dolayı rüyada hiçbir şekilde hem ayakta, hem otu­ran bir kişi görmez. Ancak olması mümkün ve mutad olan şeyler görebilir.

Denildiğine göre yüce Allah'ın uyuyan kimsenin idrâk mahalline görülen şeyleri sunduğu bir meleği vardır. Bu melek rüya görene hissedilebilen su­retler gösterir. Bu suretler kimi zaman varlık aleminde meydana gelen uygun misaller olur, kimi zaman da hissedilemeyen, akıl ile idrâk olunabilen bir ta­kım manevi şeyler olur. Her iki durumda da rüya ya müjdeleyici veya (kor­kutup) uyarıcı olur. Peygamber (sav), Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında yer alan bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Rüyamda siyah saç­ları karmakarışık bir kadının Medine'den Mehyâa (Şamlıların ihrama girme yeri olan el-Cuhre'nin diğer adı) çıktığını gördüm ve ben bunu humma di­ye yorumladı m. "[31]

Yine bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben kılıcımın da ön tarafı­nın koptuğunu ve bazı İneklerin de boğazlandığını gördüm. Bunları Ehl-i beytimden birisinin öldürüleceği şeklinde te'vil ettim. İnekleri ise ashabım­dan öldürülecek kimseler olarak yorumladım."[32] "Ve ben elimi oldukça sağ­lam bir zırha soktuğumu gördüm, onu da Medine diye yorumladım."[33] "Elimde iki bilezik olduğunu gördüm. Bunları da benden sonra çıkacak iki yalancı (peygamber) olarak yorumladım."[34]

Ve buna benzer bir takım misallerin verildiği başka rüyalar. Bunların ki­misinin manası (yorumu) öncelikte çabucak bilinir, anlaşılır. Kimisinin İse yo­rumu ancak belli bir süre düşündükten sonra anlaşılır. Yûsuf (a.s) zamanın­da ise bilinen kişinin rüyasında gördüğü inekleri Hz. Yûsuf "yıllar" diye yo­rumlamıştı. Onbir yıldızı, güneşi ve ayı da (babası) kardeşleri ve ebeveyni diye yorumlamıştı.[35]

 

7- Çocuk Yaştaki Hz. Yûsufun Rüyasının Hükmü:

 

Yûsuf (a.s) rüyasını gördüğünde küçük bir çocuktu. Çocuğun fiilinin hük­mü yoktur, O halde nasıl belli bir hüküm ifade eden bir rüyası olur ve hatta babası ona: "Rüyanı kardeşlerine anlatma" der, diye sorulursa cevab şudur: Rüya önceden de açıkladığımız gibi bir hakikati idrâk etmektir, dolayıst ile küçük çocuğun gördüğü rüya, uyanıkken onun gerçek idrâki gibidir. Ço­cuk gördüğü bir şeyi haber verirse bu sözünde doğru söylediğine göre, rü­yada gördüğü şeyi bildirmesi de böyledir, Şanı yüce Allah, Hz. Yûsuf'un rü­yasını bize bildirmiş ve aynen gördüğü gibi rüyasının da gerçekleştiğini ha­ber vermiştir. Bu konuda ileri sürülebilecek bir itiraz olamaz. Hz. Yûsuf'un o sırada oniki yaşında olduğu da rivayet edilmiştir.[36]

 

8- Rüya Kimlere Anlatılır?

 

Bu âyet-i kerîme, rüyanın şefkatli olmayan, samimi olarak kişinin iyiliği­ni istemeyen ve rüyayı doğru dürüst yorumlayamayan kimselere anlatılama­yacağı hususunda asıl bir delildir. Ebu Rezîn el-Ukaylî'nin rivayetine göre Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Rüya peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür."[37] "Rüya o rüyayı gören kişi, onu anlatmadığı sürece bir kuşun kanadına asılıdır. O rüyayı anlattı mı ordan düşer. O bakımdan rüyanızı an­cak aklı başında bir kimseye yahut (sizi) sevene veya (size) karşı (samimi ola­na) anlatınız." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup hakkında; Hadis hasen, sahihtir, demiştir. Ebu Rezîn'in adı ise Lakît b. Âmir'dir.[38]

İmam Malik'e şöyle soruldu: Herkes rüyayı yorumlayabilir mi? O: Peygam­berlik ile mi oynanacak, diye cevap verdi. Yine Malik şöyle demektedir: Rü­yayı ancak rüya yorumunu iyi bilen bir kimse yorumlayabilir. Eğer o görü­şüne göre hayır bir şey bilirse onu bildirsin, hoşlanılmayan bir şey olduğu görüşüne sahib olursa ya hayır söylesin yahut sussun. Bu sefer: Peki, rüya ona göre hoş olmayan bir yoruma delalet ediyorsa? "Rüya onun yorumuna göre çıkar" denildiğinden ötürü yine hayra göre mi yorumlayacak? sorusu­na da: Hayır diye cevab verdikten sonra şunları ekler: Rüya peygamberlik­ten bir bölümdür, peygamberlikle oynanamaz.[39]

 

9- Müslümanın Sakıncalı Gördüğü Hususlarda Kardeşini Uyarması ve Gıybetin Sınırı:

 

Bu âyet-i kerîmede müslüman bir kimsenin, müslüman bîr kardeşini, hakkında korktuğu şeyden sakındırmasının mubah olduğuna ve bunun gıy­betin kapsamına girmediğine delil vardır. Çünkü Ya'kub (a.s), Hz. Yûsuf'u rüyasını kardeşlerine anlatmaktan sakındırmış, ona bir kötülük yapabilecek­leri konusunda uyarmıştır.

Yine bu âyet-i kerîmede kıskançlık, hile ve tuzak şeklinde zarar verece­ğinden korkulan kimselerin huzurunda nimeti açığa vurmaktan vazgeçme­nin caiz olduğuna da delil vardır. Nitekim Peygamber (sav) de şöyle buyur­muştur: "İhtiyaçlarınızın başarıya ulaşmasını sağlamak için gizliliğin yardımı­nı alınız. Çünkü herbir nimet sahibi kıskanılır. "[40]

Yine bu âyet-i kerîmede Hz. Ya'kub'un rüya yorumunu çok iyi bildiğine açık bir delil vardır. Çünkü Hz. Ya'kub -bu hususta kendisi herhangi bir şe­ye aldırmaksızın- Hz. Yûsuf'un kardeşlerine üstün geleceğini bilmişti. Çün­kü kişi oğlunun kendisinden daha hayırlı olmasını arzu eder, fakat kardeş ay­nı şeyi kardeşi için istemez. Yine bu, Hz. Ya'kub'un oğullarının Hz. Yûsuf u kıskandıklarını ve ona karşı içlerinde buğz beslediklerini farketmiş olduğu­nu göstermektedir. O bakımdan Hz. Yûsuf’a rüyasını bu rüyanın kalplerine yer ederek onu öldürmek İçin bir hileye başvuracaklarından korktuğu için kardeşlerine anlatmamasını söylemişti. Hem bundan, hem de onların Hz. Yû­suf a yaptıklarından, kardeşlerinin o sırada henüz peygamber olmadıklarının delili vardır.

Taberî'nin, İbn Zeyd'e mektubunda ise bunların peygamber oldukları nakledilmektedir. Ancak peygamberlerin dünyevî sebepler dolayısıyla kıskanç­lık, babalarına karşı gelmeleri, mü'mini ölüme maruz bırakmak, onu öldür­mek için komplo hazırlamak gibi hususlardan uzak ve masum olduklarına da­ir kat'î hüküm bu görüşü reddetmektedir. Kardeşlerinin o sırada peygamber olduklarını söyleyenlerin görüşleri önemsenemez. Bununla birlikte aklen herhangi bir peygamberin yanılması imkansız değildir. Şu kadar var ki böy­le bir yanılma (kabul edilirse) pek çok büyük günahı bir arada toplamakta­dır. Müslümanlar ise peygamberlerin büyük günahtan korunmuş (masum) ol­duklarını ıcma ile kabul etmişlerdir. Ancak daha önceden de geçtiği gibi ve ileride de geleceği üzere küçük günahlar konusunda farklı görüşleri vardır.[41]

 

10- Rüyanın Müjde Oluşu:

 

Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Peygamberlikten ancak mübeşşirât (müjdeleyiciler) kalmış bulunuyor." Mübeşşirat nedir? diye sormaları üzerine, Hz. Peygamber: "Salih rüyadır." diye buyurdu.[42]

Bu hadis-i şerifin zahiri, rüyanın mutlak olarak müjde olduğuna delil ise de durum esası itibariyle böyle değildir. Çünkü sadık rüya, bazen yüce Al­lah tarafından bir uyarıcı olabilir ve o rüyayı göreni hiç de sevindirmeyebilir. Ancak yüce Allah'ın böyle bir rüyayı mü'mine göstermesi ona bir şefkat ve rahmetinin bir tecellisidir. Böylelikle mü'min gerçekleşmeden önce başı­na gelecek belaya hazırlanmış olsun. Şayet kendisi bunu anlayıp kendi ken­disine yorumlayabilirse mesele yok. Aksi takdirde bu konuda ehü olan kim­seye yorumunu sorup öğrenebilir.

İmam Şafiî de Mısır'da bulunduğu sırada Ahmed b. Hanbel'in mihnetine delalet eden bir rüya görmüştü. Buna hazırlanması için o da gördüğü bu rü­yayı yazarak haber vermişti. Dalia önce Yûnus Sûresi'nde de yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğun­da bunun.salih (doğru çıkan) rüya olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulun­maktadır. İşte bu ve Buhârî'nin rivayet ettiği bu hadis, çoğunlukla (salih rü­yanın) müjdeleyici olduğu anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]

 

11- Hoşa Gitmeyen Rüyalar:

 

Buhârî, Ebu Seleme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ben bir rüya görür ve gördüğüm bu rüya beni hasta ederdi. Nihayet Ebu Katâde'yi şöyle derken din­ledim: Ben de bir rüya görür ye bu beni hasta ederdi. Nihayet Rasûluilah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Güzel rüya Allah'tandır. O bakımdan sizden her­hangi bir kimse sevdiği (hoşlandığı) bir rüya görürse bunu ancak sevdiği kim­selere anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse şerrinden Allah'a sığınsın ve üç defa (sol tarafına) tükürür gibi yapsın ve hiç kimseye de o rüyasını an­latmasın. Ona asla (o rüyada belirtilen) zarar dokunmayacaktır."[44]

İlim adamlarımız derler ki: Allah bu gibi rüyalardan kendisine sığınmayı (istiâze) rüyanın eziyetini kaldıran sebepler arasında takdir etmiştir. Nitekim Ebu Katâde'nin: Ben bir rüya görürdüm ve gördüğüm bu rüya benim için dağ­dan daha ağır gelirdi. Bu hadisi işitince bu sefer onu hiçbir şey saymamaya başladım, şeklindeki sözleri bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim, Hz. Cabîr yoluyla gelen rivayetinde Rasûluilah (sav)ın şu buyruğunu da kaydeder: "Siz­den herhangi bîr kimse hoşuna gitmeyen bir rüya görecek olursa, sol tara­fına üç defa tükürsün ve üç defa da şeytandan Allah'a sığınsın ve uyuduğu yanından öbür yanına dönsün.[45]

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste de Peygamber (sav) şöyle buyur­maktadır: "Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyecek bir rüya görürse, kalksın ve namaz kılsın, "[46]

İlim adamlarımız der ki: Bütün bunlar arasında tearuz (çatışma) yoktur. Bu gibi durumda asıl emir kişinin uyuduğu yanını çevirmesi, öbür yana dön­mesidir.

Namaz ise bundan fazla bir emirdir. Buna göre rüya gören bir kimsenin bunların hepsini yapması gerekir. Namaza kalkmak ise bunların hepsini kapsar. Çünkü namaz kılmak bütün bu hususları kapsar. Zira bir kimse na­maza kalkacak olursa, yatmakta olduğu yanını değiştirmiş olur. Ağzına su alıp, mazmaza yaparsa tükürmüş olur. Namaza durduğu vakit, Allah'a sığınmış, dua etmiş ve Allah'tan o rüyanın şerrinden kendisini koruması için yalvarıp ya-karmış olur ki, bu hal kişinin duasının kabule en yakın olduğu haldir ki, bu da gecenin seher vaktidir.[47]

 

6. "Rabbİn seni böylece beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshak'a tamamladığı gibi sana ve Yakub oğullarına da tamamlaya­caktır. Şüphesiz ki Rabbin, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

"Rabbin seni böylece beğenip seçecek" buyruğundaki; " Böyle­ce" lafzındaki "kef" harfi nasb mahallindedir. Çünkü hazfedilmiş bir masta­rın sıfatıdır. Aynı şekilde "nimetini daha önce atalarına... tamamladığı gi­bi" anlamındaki buyrukta yer alan: " Gibi" lafzındaki "kep de böyle­dir. ise kâffe (önceki âmilin amelini önleyen edat tır.

"Böylece" nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah rüya ile sana lütufta bulunduğu gibi aynı şekilde seni beğenip seçecek ve bu rüyayı gerçek­leştirmek suretiyle sana ihsanda bulunacaktır.

Mukatil: Sana (kardeşlerinin) secde etmesiyle (seni seçecektir); el-Hasen ise peygamberlikle seçecektir diye açıklamışlardır.

Beğenip, seçmek" seçilen kimse için üstün işleri seçmek demek­tir. Bu kelimenin aslı bir şeyi tahsil ettim, ele geçirdjm anlamına gelen; den gelmektedir. " Suyu havuzda topladım" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Bu buyruk yüce Allah tarafından Yûsuf (a.s)a bir övgüdür. Allah'ın ken­disine ihsan etmiş olduğu nimetler arasında da bir nimet olarak bunu say­maktadır. Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler ise yeryüzünde ona imkân ve iktidar vermesi, rüyaların yorumunu öğretmesi gibi hususlardır. Bütün bunların ise gerçekleşen rüyanın kapsamında olduğu da ittifakla kabul edilmiştir.

Abdullah b. Şeddad b. el-Hâd der ki: Yûsuf (a.s)ın rüyasının yorumu kırk yıl sonra gerçekleşti. Bu da rüyanın (gerçekleşmesinin) son sınırıdır. Hz. Ya'kub "ehâdîs" ile insanların rüyada gördükleri şeyleri kastetmiştir. Bu da onun bir mucizesîdir. Çünkü onun bu yorumunda hiçbir hata söz konusu ol­mamıştı.

Hz. Yûsuf rüya yorumunu insanlar arasında en iyi bilen kişi idi. Bizim Pey­gamberimiz (sav) da bu durumda idi. es-Siddîk (Ebu Bekir r.a) da insanlar arasında en başarılı rüya tabiri yapan kimse idi. İbn Şîrîn de rüya yorumun­da oldukça ileri gitmiş, hem tabiatı itibariyle bu konuda mesafe almıştı, hem de güzel şekilde rüya yorumunu yapabiliyordu. İlim adamlarının belirttikle­rine göre Said b. el-Müseyyeb de ona yakın idi.

Yüce Allah'ın: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" buyruğu, geçmiş ümmetlerin durumları, geçmişteki kitablar ve tevhidin delillerini öğ­retecek diye de açıklanmıştır. Bu ise peygamberliğe işarettir ve yüce Allah'ın: "Nimetini... sana da tamamlayacaktır" buyruğu ile kastedilen de budur; buradaki nimet peygamberliktir. "Bu nimetin tamamlanması "mn kardeşleri­nin yanına getirilmesidir, diye açıklandığı gibi; senin hoşa gitmeyen herşey-den kurtarılmandır, diye de açıklanmıştır.

"Nimetini daha önce ataların İbrahim" e dost edinmek ve onu ateşten kurtarmak suretiyle "ve İshak'a" peygamberlik vermek suretiyle "tamamla­dığı gibi, sana... da tamamlayacaktır." Hz. İshak'ın nimetinin boğazlanmak­tan kurtarılması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İkrime'ye aittir. Yüce Al­lah: "Ve Ya'kub oğullarına" buyruğu ile Hz. Ya'kub'un oğullarının tümüne peygamberlik vereceğini de bildirmiştir. Bu açıklamayı da müfessirlerden bir topluluk ifade etmişlerdir.

"Şüphesiz ki Kabbin" sana verdiği "herşeyl bilendir," Sana bütün yap­tıklarında "hüküm ve hikmet sahibidir,"[48]

 

7. Andolsıın ki Yûsuf un ve kardeşlerinin durumunda soranlar İçin nice İbretler vardır.

8. Hani onlar şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz güçlü bir topluluk ol­duğumuz halde babamızın nezdinde Yusuf ile kardeşi bizden da­ha sevgilidir. Babamız herhalde apaçık bir hata İçindedir.

9. "Yûsuf u öldürün yahut onu bir yere atıverin. Babanızın yüzü yalnız size yönelsin. Bundan sonra da salih bir topluluk olur­sunuz."

"Andolsun kî Yûsuf un ve kardeşlerinin durumunda soranlar için ni­ce ibretler vardır" buyruğu ile onların durumlarının ne olduğunu soranla­rı kastetmektedir.

Mekke'ltler; "İbretler" kelimesini tekil olarak; "Bir ibret" di­ye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ise çoğul okuyuşu tercih etmiş ve: Çünkü o pek çok hayırdır, diye açıklamıştır.

en-Nehhâs da der ki: Burada tekil okuyuş da güzel bir okuyuştur, yani an­dolsun ki Yûsuf un haberine dair soru soran kimselere verilen haberde bir ibret vardır. Çünkü onlar Peygamber (sav)e henüz Mekke'de iken bunu sormuş ve: Sen bize Şam (Suriye ve Filistin) topraklarında bulunup da oğlu Mısır'a götürülen ve gözleri kör oluncaya kadar oğlu için ağlayan bir peygam­berin durumunu haber ver, demişlerdir.

O sırada Mekke'de kitab ehlinden hiçbir kimse yoktu, peygamberlerin ha­berlerini bilen kişi de yoktu. Yahudiler ise Medine'den, Mekkelilere bu hu­susa dair soru sormalarını telkin etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah da Yû­suf Sûresi 'ni tek bir defada indirdi. Bu sûrede Tevrat'ta bulunan bütün ha­berler yer aldığı gibi, orada bulunmayan fazla bölümleri de vardır. İşte bu da Peygamber (sav) İçin Meryem oğlu İsa (a.s)ın ölüleri diriltmesi ayarında bir mucize idi.

"Bir öğüt" diye açıklandığı gibi, ibret diye de açıklanmıştır. Hat­ta bazı mushaf larda bunun; İbret, şeklinde olduğu da rivayet edilmiş­tir. Bunun "basiret (gözleri hakka açan, hakkı gösteren bir husus)" anlamı­na geldiği söylendiği gibi; hayret verici bir durum diye de açıklanmıştır. Me­sela; filan kişi bilgi ve güzellikte bir âyettir, denilirken, akıllara hayret veri­ci bir durumdadır, denilmek istenir.

es-Sa'lebî tefsirinde der ki: Yûsuf'un kardeşleri rüyayı haber alınca onu kıs­kandılar. İbn Zeyd, o sırada peygamber idiler, demiştir. Kardeşleri: Kardeş­lerinin kendisine secde etmesiyle'yetinmiyor da bir de anne babası da mı ona secde edecekmiş? dediler ve ona düşman kesildiler. Ancak bu görüşün red­dedilmiş olduğuna önceden değinilmiş idi.

"Andolsun ki Yûsuf un ve kardeşlerinin durumunda..." buyruğundaki kardeşlerinin adları şöyledir: En büyüklerinin adı Rûbîl idi. Diğerleri ise Şem'ûn, Lâvî, Yehûza, Zeyâlûn ve Yeşcer'dir. Bunların annesi Leyan kızı Leyâ'dır. Hz. Ya'kub'un dayısının kızıdır. Hz. Ya'kub'un ayrıca iki cariyesinden dört oğ­lu olmuştu: Dân, Naftalî, Câd ve Âşer diye. Daha sonra Leyâ vefat edince, Hz. Ya'kub onun kızkardeşi Râhil ile evlendi. Bundan da Yûsuf ve Bünyamin adın­daki oğulları dünyaya geldi. Böylelikle Hz. Ya'kub'un çocukları toplam oni-ki kişi idi. es-Süheylî der ki: Ya'kub'un annesinin adı ise Refkâ idi. Râhil, Bün-yamin'den lohusa iken vefat etmişti. Leyân b. Nâlıer b. Âzer ise Hz. Ya'kub'un dayısıdir.

Hz. Ya'kub'un iki cariyesinin Leyâ ve Teltâ adlarında olduğu da söylen­miştir ki bu cariyelerin birisi Râhil'e; diğeri ise kızkardeşi Leyâ'ya ait idi. Herbirisi cariyesini Hz. Ya'kub'a bağışlamıştı. Hz. Ya'kub iki kızkardeşi bir ara­da nikahlamış idi- ve bu ondan sonra hiçbir kimseye helal olmamıştır. Çün­kü yüce Allah: "Ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)" (en-Nisa, 4/23) diye buyurmaktadır.

İbn Zeyd'in görüşüne dair (yani kardeşlerinin Hz. Yûsuf a tuzak hazırla­dıkları sırada peygamber olduklarına dair kanaati) daha önceden reddedil­miş idi, yüce Allah'a hamdolsun.

"Hani onlar şöyle demişlerdi. Doğrusu... Yûsuf buyruğundaki "Yûsuf kelimesi mübtedâ olarak ref edilmiştir. Başındaki ("doğrusu" anlamını ver­diğimiz) "lâm" ise te'kid içindir. Bu da kasem için getirilen "lâm"dır ki; Al­lah'a andolsun, doğrusu ... Yûsuf "ile kardeşi" -ona atfedilmiştir- "babamı­zın nezdlnde bizden daha sevgilidir" anlamındaki buyruk da onun habe­ridir.

Buradaki; "Daha sevgilidir" kelimesi fiil manasında olduğundan dolayı tesnîye de yapılmaz, çoğul da yapılmaz. Onlar bu sözlerini Hz. Yûze yönelsin, sadece sîze yönelsin demektir. "Babanızın yüzü yalnız size yö­netsin" tamamiyle size yönelsin "bundan sonra da salih bir topluluk olurmuz." Bu günahtan sonra, bir diğer görüşe göre Yûsuf'tan sonra tevbe eden salih bir topluluk olursunuz" yani siz böyle bir vebali işledikten sonra tevredersiniz, Allah da sizin tevbenizi kabul eder.

Bu da katilin tevbesinin makbul olduğuna delildir. Çünkü yüce Allah on-iann söyledikleri bu sözlerini reddetmemektedir.

"Salih bir topluluk" ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştın Yani o vakit sizin babanızın nezdinde durumunuz düzelir, size başkasını tercih etmez ve üstün tutmaz.[49]

 

10. İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Yusuf u öldürmeyin, eğer yapacak­sanız onu kuyunun dibine bırakın da yoku kafilesinden biri onu alsın."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:[50]

 

1- Sözcülerinin Söyledikleri:

 

"İçlerinden bir sözcü dedi ki..." buyruğundaki sözcü Yehuzâdır. Bu da Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu idi. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. Bunun Rûbîl olduğu da söylenmiştir ki bu da üvey annesi, teyzesinin oğludur. "Artık... ka-tiyyen bu yerden ayrılmam" (Yûsuf, 12/80) diyen de odur. Bu sözleri söy­leyenin Şem'ûn olduğu da söylenmiştir.

"Onu kuyunun dibine bırakın" anlamındaki buyruğu Mekkeliler, Basralı-

lar ve Kûfeliler; "Kuyunun dibine" diye (dib anlamındaki keli­meyi tekil olarak) okumuşlardır. Medineliler ise; şeklinde çoğul ola­rak okumuşlardır. Ebu Ubeyd tekil okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu onu bı­raktıkları bir tek yeri kastetmektedir. Bundan dolayı çoğul okuyuşu kabul et­memektedir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Böyle bir açıklama dilde bir daraltma­dır. Bu kelimenin çoğul olarak okunuşu da iki bakımdan mümkündür: Ev­vela Sibeveyh; şeklinde; (çoğul anlamında ol­makla birlikte) tekil anlamı kastıyla sabah akşam üzerinde yol alındı, anlamında kullanıldığını naklederek; bu vakitleri tekil anlamında değerlendirmiş­tir. İşte bir kimsenin saklandığı herbir yere de tekil olarak; denilir. Diğer bir sebep de şudur: Kuyunun kendisinde kaybolunacak bir çok yerleri­nin bulunması ihtimali vardır.

Bu kelimenin kökünden fiil; "Kayboldu, kaybo­lur, kaybolma, kayboluş" şeklinde gelir. Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Ey o iki kişi, iki ay durun yahut üçüncü bir ayın yarısını da ona ekleyin. İşte ben, o kayboluşlarımın saklayıp kaybettirdiği kişiyim."

el-Herevî der kî: Kuyunun dibi (ğayâbe), havuz ya da kuyudaki suyun aşın­dırdığı, mağarayı andıran hale çevirdiği yer, yahutta suyun biraz üstünde ku­yudaki bir kemer demektir ve bu durumda herhangi bir şey göze görünmez olur. İbn Uzeyz der ki: Herhangi bir şeyi senin önünden saklayıp kaybeden herşeye "ğayâbe" denilir. Derim ki: Kabire de bu adın verilmesi bundan do­layıdır. Şair der ki:

"Eğer günlerden bir gün benim kabrim benim üstümü örterek

beni kaybettirecek olursa, Aşiretim ve çocuklarım hakkında benim yaptığım uygulamayı siz de yapınız."

Cubb, duvarları örülmemiş kuyu demektir. Duvarları örülecek olursa ona "bi'r" denilir. Şair el-A;şâ der ki:

"Eğer seksen adam boyunda bir kuyuda bulunsan dahi, Ve bir merdivenle göğün yollarına yükseltilecek olsan bile."

Kuyuya "cubb" adının veriliş sebebi yer içinde belli bir şekilde açılmasın­dan dolayıdır, çoğulu; şekillerinde gelir.

Burada hem kuyunun kaybedilecek dibi, hem de kuyunun birlikte zikre­dilmesinin sebebi, bu sözü söyleyenin bakanların göremeyeceği bir şekilde kuyunun karanlık bir yerine bırakılmasını kastettiğinden dolayıdır.

Bu kuyunun Beytu'l-Makdis kuyusu olduğu söylendiği gibi, Ürdün'de ol­duğu da söylenmiştir. Bu da Vehb b. Münebbih'in görüşüdür. Mukaül ise bu kuyu Ya'kub'un evinden üç fersah uzaklıkta bir yerde idi, demektedir.[51]

 

2- Yolcu Kafilesi:

 

"Yolcu kafilesinden biri onu alsın" anlamındaki buyruk, emrin cevabı olarak cezmedilmiştir. Mücahid, Ebu Recâ, el-Hasen ve Katide; "Ömı alsın" kelimesini "te" harfi ile; (, iiüiî:) diye okumuştur. Bu da manaya hami edilerek böyle okunur, çünkü "kafilenin birisi" bir kafile demektir. Sibeveyh: "Parmaklarından birisi düştü" tabirini kullanılır ve şubeyiti nakleder:

"Ve yaygınlaştırdığın söz senin boğazına tıkanır, Tıpkı mızrağın ucunun kana boyandığı gibi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Görüyorum ki geçen yıllar aldı benden,

Tıpkı ayın son gecesinin ayı tamamen alıp götürdüğü gibi."

Görüldüğü gibi şair(ler) burada (fiilleri): "Boğazına tıkandı" şek­linde de; "Aldı" şeklinde de kullanmamışlardır.

" Yolcu kafilesi" yolda yolculuk kastıyla yürüyen topluluk demek­tir.

Bu sözü söyleyenin bu şekilde konuşması bizzat kendilerinin onu uzak­ça bir yere taşıma gereğini duymamaları ve bununla da maksadın hasıl ola­cağını anlatmak istediğinden dolayıdır. Çünkü onu bulacak olan yolcu ka­filesi alıp uzakça bir yere götürür. Bu da onların planlarının bir şekli idi ki, bizzat kendileri bir yerden, bir yere gitmek ihtiyacını duymasınlar. Çünkü ba­balan bu konuda kendilerine izin vermeyebilirdi ve belki de maksatlarının farkına varabilirdi.[52]

 

3- Hz. Yûsuf un Kardeşleri Peygamber miydi?

 

Bu buyrukta Hz. Yûsuf un kardeşlerinin onu kuyuya atmadan önce de, at­tıktan sonra da peygamber olmadıklarına delil vardır. Çünkü peygamberler bir müslümam öldürmek için plan hazırlamazlar. Ama kardeşleri müsJüman idiler ve bir masiyet işledikten sonra tevbe ettiler.

Bir görüşe göre de peygamber idiler. Çünkü bir peygamberin yanılması aklen imkânsız bir şey değildir. Bu onların bir yanılması idi. Ancak bu iddi­ayı peygamberlerin önceden de açıkladığımız gibi- büyük günahlardan ko­runmuş (masum) oldukları hükmü reddetmektedir.

Bir diğer görüşe göre onlar o sırada peygamber değillerdi, daha sonra Al­lah onlara peygamberlik vermiştir. Bu bir önceki görüşe göre daha uygun gö­rünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[53]

 

4- Hz. Yûsuf un Çocukken Kuyuya Atılması:

 

İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Hz. Yûsuf daha küçük bir çocukken ku­yuya atıldı. İbnul-Kasım da, Malik'ten böyle rivayet etmiştir. Yani o sırada Hz. Yûsuf küçük bir çocuktu. Buna delil de yüce Allah'ın: "Yûsuf’u öldürmeyin. Eğer yapacaksınız onu kuyunun dibine bırakın da yolcu kafilesinden biri onu alsın" şeklindeki sözüdür. Malik der ki: Ancak küçük çocuk (lakît: buluntu olarak) alınır. Aynı şekilde Hz. Ya'kub'un: "Kurtun onu yemesinden korkarım" (Yûsuf, 12/13.) şeklindeki sözü de bunu göstermektedir. Çünkü bu, küçük çocuklara has bir durumdur. Kardeşlerinin: "Yarın onu bizimle be­raber gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz" (Yûsuf, 12/12) şeklindeki sözleri de bunu göstermektedir.[54]

 

5- Buluntu Eşya ve Çocuk:

 

İltikât: Bir şeyi yoldan almak demektir. (Buluntu çocuk anlamındaki) la­kît ile (bulunan eşya anlamındaki) lukata da buradan gelmektedir. Biz âyet-i kerîmenin ve sünnetin bu hususta delalet ettiği hükümler ile dilbil-ginleri ile ilim ehlinin söylediklerini söz konusu edeceğiz.

İbn'Arafe der ki: İltikat, aramak kastı olmaksızın bir şeyin bulunması de­mektir. Yüce Allah'ın: "Yolcu kafilesinden biri onu alsın (yeltekithu)" buy­ruğu da buradan gelmektedir. Yani ummaksızın ve beklemeksizin onu bul­sun, demektir.

Lakît hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Denildiğine göre lakîtte aslolan hür olmaktır. Çünkü hürler kölelere göre sayıca daha çoktur­lar. el-Hasen b. Ali'den rivayet edildiğine göre o lakîtin hür olduğu hükmünü vermiş ve yüce Allah'ın: "Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sat­tılar" (Yûsuf, 12/20) buyruğunu okumuştur.

Malik'in arkadaşı Eşheb'de bu görüştedir. Ömer b. el-Hattab'ın görüşü de budur. Hz. Ali ve bir gruptan da bu görüş böylece rivayet edilmiştir.

İbrahim en-Nehaî de der ki: Eğer bulduğu çocuğu köleleştirmeyi niyet ederse, o köledir. Ancak Allah rızası için onu almayı niyet ederse, o kişi hür­dür.

Maiik'de, "Muvatta"ındn şöyle demektedir: Sokağa atılmış çocuk hakkın­da bize göre hüküm onun hür olduğudur. Böyle bir çocuğun velâsı da bü­tün müslüman cemaate aittir. Onlar o kişiye mirasçı olurlar ve onun akilesini öderler. Şafiî de bu görüştedir. Buna Hz. Peygamber'in: "Velâ hakkı an­cak âzâd eden kimseye aittir"[55] hadisini delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber burada azad edenlerin dışındakilerin, velâ hakkına sahib olama­yacağını belirtmiştir. Malik, Şafiî ve mezheplerinin ileri gelen ilim adamları ittifakla şunu kabul ederler: Lakît hiçbir kimse ile velâ bağına girişemez ve velâ dolayısıyla da kimse ona mirasçı olamaz.

Ebu Hanife, arkadaşları ve Kûfelilerin çoğunluğu da şöyle derler: Lakît di­lediği kimseyle velâ akdini yapabilir. Onunla velâ akdi yapan kimse ona mi­rasçı olur ve onun yerine diyet öder. Ebu Hanife'ye göre de velâ akdinde bu­lunduğu kişi onunla birlikte akile (diyet) ödemediği sürece velâsı İle diledi­ğine İntikal edebilir. Eğer işlediği bir cinayetin diyetini onun yerine ödeye­cek olursa, artık hiçbir zaman velâsını alıp başkasına intikal edemez.

Ebu Bekr b. Ebi Şeybe de, Ali (r.a)dan şöyle dediğini nakletmektedir: So­kağa atılmış çocuk hürdür, eğer kendisini bulan kimse ile velâ akdi yapmak isterse yapabilir. Başkası ile velâ akdi yapmak isterse onu da yapabilir.

Buna yakın bir görüş Atâ'dan da nakledilmiştir. Bu aynı zamanda İbn Şi-hab'ın ve Medinelilerden bir kesimin de görüşüdür ve buna göre buluntu ço­cuk hürdür.

İbnu'l-Arabî der ki: Lakîtin asıl itibariyle hür kabul edilmesinin sebebi, hür­lerin sayıca kölelerden daha çok olmasından dolayıdır. O bakımdan çoğun­lukla görülene göre hüküm verilmiştir. Tıpkı çoğunlukla görülen esasına gö­re onun müslüman olduğu hükmüne varılması gibi.

Şayet müslüman ve hristiyanların bulunduğu bir yerde-bulunacak olursa, İbnu'l-Kasım der ki: Çoğunluk kimlerdense ona göre hüküm verilir, eğer üzerinde yahudi kıyafeti bulunursa yahudîdir, hristiyan kıyafeti bulunursa hristiyandır. Aksi takdirde o müslümandır. Ancak o kasaba ehlinin çoğunluğu eğer müslüman değilse müstesnadır. (İbnu'l-Kasım'dan) başkaları ise şöyle demek­tedir: Şayet o kasabada yalnız bir müslüman dahî bulunuyor ise o buluntu çocuğun herşeyin üstünde olan ve hiçbir şeyin üstüne çıkamadığı İslâm hük­münü galib getirerek müslüman olduğuna hüküm verilir. Eşheb'in sözünün muktezası da budur. Eşheb der ki: Lakît ebediyyen müslümandır, çünkü ben durum ne olursa olsun hür olduğunu kabul ettiğim gibi, yine durum ne olur­sa olsun müslüman olduğunu kabul ederim.

Fukalıa sokağa atılmış ve bununla birlikte beyyinenin köle olduğuna delalet ettiği kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bu hu­susta sözleri kabul edilmeyen Medİnelilerden bir kesim bu yolda açıklama­lar yapmışlar.[56] Eşheb de Hz. Ömer'in; böyle bir kimse hürdür, sözü dola­yısıyla bu kanaattedir. Böyle birisinin hür olduğu hükmüne varan bir kim­seye göre sokakta bulunan çocuğun köle olduğuna dair geürilen beyyineler kabul olunmaz. İbnu'l-Kasımda der ki: Bu hususta beyyine kabul edilir. Bu aynı zamanda Şafiî ve el-Kûfî'nin de görüşüdür.[57]

 

6- Buluntu Çocuğun Sahipleri Sonradan Ortaya Çıkarsa:

 

Malik buluntu çocuk hakkında şöyle demektedir: Çocuğu bulan kişi bu çocuğa harcamalarda bulunduktan sonra, bir adam bu çocuğun oğlu oldu­ğuna dair delil ortaya koyarsa, bulan kişi, -babası onu kasten atmış ise ba­basından rücu' ederek harcamalarını alır. Eğer babası onu atmamış fakat ço­cuk kaybolmuş ise, babanın herhangi bir yükümlülüğü yoktur ve çocuğu bu­lan kişi yaptığı harcamaları tatavvu (nafile) olarak harcamış olur.

Ebu Hanife de der ki: Bulan kişi bulduğu çocuğa harcama yapacak olur­sa, o tatavvuda bulunan bir kimse demektir. Hakimin ona harcama emrini ver­mesi hali müstesna.

el-Evzaî de der ki: Kendisine vacib olmayan bir harcamada bulunan her­kes yaptığı harcamayı rücû' ederek (asıl yükümlüden) hakkını alır.

Şafiî de der ki: Şayet buluntu çocuğun (lakîtin) herhangi bir malı yoksa, onun ihtiyaçlarının Beytulmalden karşılanması icab eder. Eğer Beytulmalde bunu karşılayacak bir mal yoksa bu konuda iki görüş vardır: Bir görüşe gö­re buluntu çocuğun adına borç alınır, ikinci görüşe göre herhangi bir karşı­lık söz konusu olmaksızın harcamaları bütün müslümanlara paylaştırılır.[58]

 

7- Bulunan Eşya ve Mal:

 

Bulunan (lukata) ve kaybedilen (dâlle) eşyanın hükmüne gelince, Üim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. İtim ehlinden bir kesimin ka­naatine göre bulunan ve kaybedilen eşya Oukata ve dâlle) aynı anlamdadır ve her ikisinin de hükmü birdir. Ebu Ca'fer et-Tahavî bu görüştedir. Ayrıca Ebu Ca'fer, Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm'ın dâlle ancak hayvan hakkında söz konusudur, lukata da hayvanın dışındaki eşya için kullanılır görüşünü de kabul etmemekte ve bu yanlıştır, demektedir. Buna Hz. Peygamberin İfk (Hz. Âişe'ye İftirada bulunma olayına dair) hadisinde[59] müslümanlara söylediği: " Annenizin (Âişe -r.a-)nin gerdanlığı kayboldu" demesi­ni delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (dalle; kayboldu) bu ta­birini gerdanlık hakkında kullanmaktadır.[60]

 

8- Lukatanın Hükümleri:

 

İlim adamlarının icmâ' ile kabul ettiklerine göre lukata, değersiz ve önemsiz bir şey, yahut kalıcılığı mümkün olmayan bir şey değilse tam bir yıl boyunca tanıtılır (İlan edilir). Yine icmâ' ile kabul ettiklerine göre lukatanın sahibi gelecek olursa, eğer onun o malın sahibi olduğu sabit olursa, o luka­ta da lukatayı bulandan daha çok hak sahibidir.

İcma ile kabul ettikleri bir başka husus da şudur: Lukatayı yiyen bir kimse eğer sene geçtikten sonra onu yemiş ve sahibi de ona tazminat ödet­tirmek isterse bu hakka sahihtir. Şayet lukatayı bulan kişi onu sadaka olarak bağışlamış ise lukatanın asıl sahibi bulana tazminat ödettirmek ile onun ec­rini kabul etmek arasında muhayyerdir. Bunların hangisini isterse seçebile­ceği icmâ' ile kabul edilmiştir. Lukatayı bulan bir kimse sene dolmadan onu sadaka olarak da bağışlayamaz, herhangi bir tasarrufta da bulunamaz. Telef olacağından korkulan kaybolmuş koyunu bulanın yiyebileceğini de icmâ' ile kabul etmişlerdir.[61]

 

9- Lukatayı Almak Mı Terketmek Mi Daha Faziletlidir:

 

Fukaha lukatayı almanın mı, almamanın mı? daha faziletli olduğu husu­sunda farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda hadis-i şerifte lukatanın ve kay­bolan hayvan (dalle) da deve olmadıkça alınmasının mubah olduğuna de­lil vardır. Koyun hakkında da Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır; "O ya se­nindir, ya kardeşinindir veya kurdundur."[62] Hz. Peygamber bu buyruğuyla kaybolmuş koyunu almayı teşvik etmektedir. Hiçbir şekilde o şey kaybolsun yahut ca sahibi onu gelip buiuncaya kadar onu bırakınız, dememiştir. Eğer lukatanın terkedilmesi daha faziletli olsaydı, hiç şüphesiz Rasûlullah (sav) kay­bolan deve hakkındaki emri gibi mutlaka onun da terkedilmesini emreder­di. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Maliki mezhebi alimlerinin görüşünün özeli, kişinin bu konuda geniş bir hareket imkanına sahip olduğu şeklindedir. Dilerse lukatayı alır, dilerse al­maz. İsmail b. İshak'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- görüşü budur.

el-Müzenî de Şafiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben aldığı takdir­de emniyetle onu koruyacak olursa, herhangi bir kimsenin lukatayı almama­sını uygun görmüyorum. Ayrıca der ki: Lukatanın azı da çoğu da birdir.[63]

 

10. Bulunan Eşya ve Hayvanlar île İlgili Hz. Peygamber'den Gelen Rivayetler:

 

Hadis imamları Malik ve başkalarının Zeyd b. Halid el-Cuhenî'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir adam Peygamber (sav)e gelerek, ona lu-kataya dair soru sordu. Hz. Peygamber şöyJe buyurdu: "O bulduğun malın kabını (torbasını) ve bağını iyice belle. Sonra onu bir sene süre ile tanıt (ilan et.) Şayet sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde ona (uygun) gördüğünü uy­gula." Adam; Peki ey Allah'ın Rasûlü! Ya kaybolan koyun deyince, Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "O ya senindir, ya kardeşinindir, yahut kurdundur." Adam: Ya kaybolan deve? diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu; "Sana ne ondan? Devenin beraberinde içeceği suyu, ayakkabısı vardır. Suya gider (su içer), ağaçtan yer, Sahibi onu buluncaya kadar (ona ilişme..)[64]

Ubeyy (b. Ka'b)ın rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: "Bulduğun malın sayısını, torbasını ve bağını iyice belle. Sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde sen ondan yararlan. "[65] Bu hadiste de sayısının bel­lenmesi fazlalığı vardır ki bunu da Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

İlim adamlarının icma İle kabul ettiklerine göre lukatanın içinde bulun­duğu torba (vb. kabı) İle bağı alametlerinden ve lukata üzerindeki deliller­den birisidir. Lukata sahibi kaybettiği lukatanın bütün niteliklerini gelip söyleyecek olursa ona teslim edilir.

Îbnu'l-Kasım der ki: Bulan onu geri teslim etmeye mecbur edilir. Şayet bir delile bağlı olarak herhangi bir kimse o lukataya hak kazandığını gelip or­taya koyarsa ve bu lukatanın kendisinin olduğunu ispatlayacak olursa, bu du­rumda lukatayı bulan kişi hiçbir tazminat ödemez.

Gelen kişiye niteliklerini belirtmesi halinde ayrıca yemin ettirilir mi, et­tirilmez mi? Bu hususta iki görüş vardır: Birinci görüş Eşlıeb'in görüşüdür, İkin­cisi de İbnu'l-Kasım'ın görüşüdür. Malik, arkadaşları, Ahmed b. Hanbel ve di­ğerlerine göre ise bu konuda ayrıca bir beyyine getirme yükümlülüğü yok­tur.

Ebu Hanife ve Şafiî ise şöyle derler: Lukatanın kendisine ait olduğuna da­ir delil ortaya koymadıkça, o lukaıa ona teslim edilmez. Ancak bu hadisin nassına uygun değildir. Eğer lukatanın geri verilmesi için beyyine'(delil) ge­tirmek şart olsaydı, herhangi bir şekilde lukatanın kabının, torbasının, bağı­nın ve sayısının söz konusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü bir kim­se lukataya beyyine ile bütün hallerde hak kazanır. Peygamber (sav)in bu gi­bi durumları açıklamadan susması ise caiz değildir. Çünkü susacak olursa bu, beyanın ihtiyaç vaktinden sonrasına bırakılması demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,[66]

 

11- Deve ve Koyun Dışındaki Yitik Hayvanlar:

 

Hadis-i şerifte deve ve koyunlar açıkça söz konusu edilmiş ve hükümle­ri beyan edilmiş olduğu halde, onların dışındaki hayvanlardan söz edilme­mektedir. (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız inek türünün deve­lere mi, koyunlara mı tabi olduğu hususunda iki farklı görüşe sahiptirler. Yi­ne imamlarımız at, katır ve eşeklerin kaybolması halinde alınıp alınmayaca­ğı hususunda da farklı görüşlere sahihtirler..İbnu'l-Kasım'ın sözünün zahirin­den anlaşıldığına göre bu gibi kayıp hayvanlar alınır. Eşheb ve İbn Kinâne ise bunlar alınmaz, derler. Ancak İbnu'l-Kasım'ın görüşü daha sahihtir. Çün­kü Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Mü'min kardeşinin yitiğini onun adı­na ’[67]koru.’[68]

 

12- Yitik Hayvanlara Yapılan Harcamalar:

 

İlim adamlan yitik hayvanlara yapılan harcamalar hususunda farklı görüş­lere sahiptirler. İbnu'l-Kastm'ın naklettiğine göre Malik şöyle demektedir: Eğer hayvanları deve vb. bulan kişi, bunlara harcamada bulunacak olursa, yap­tığı bu harcamaları rücu' ile sahiplerinden almak hakkına sahiptir. Onun yap­tığı bu harcamalar, ister bu konudaki yetkili âmirin emriyle olsun, ister em­ri dışında olsun farketmez. (Yine Malik) der ki: Bulan kişi yaptığı harcama dolayısıyla o hayvanı teslim etmeyebilir ve rehinde olduğu gibi, onda ken­disi daha çok hak sahibidir. Şafiî de der ki: Yitik hayvanları bulan kişi, onlara harcamada bulunacak olursa, bu bir tatavvu' (teberru)dur. Bu görüşü on­dan er-Rabî1 nakletmiştir. el-Müzenî ise ondan şöyle dediğini nakletmekte­dir: Hakim harcamada bulunmasını emretmiş ise bu, bir alacak olur. Yaptı­ğını iddia ettiği harcamalar -eğer benzeri bir harcama makul görülüyor ise-kabul edilir (ve ona ödenir).

Ebu Hanife de der ki: Bir kimse hakimin emri olmaksızın bulduğu mala ve deveye harcamada bulunacak olursa, tatavvuda bulunan birisi olur. Ha­kimin emriyle harcayacak olursa, o takdirde bu lukatanın sahibinden alaca­ğı bir borç olur, geldiğinde ondan tahsil eder. Sahibi gelecek olursa, onu teslim etmemek hakkına sahiptir. Buluntuya harcama üç gün vb. kadar bir sü­redir. Sonunda hakim bu şekilde bulunan koyunun vb. satılmasını emreder ve bunlara yapılan harcama hakkında hükmünü verir.[69]

 

13- Lukata Süresinden Sonra Sahibi Gelir ve Lukatasınm Bulan Tarafından Telef Edilmiş Olduğunu Görürse:

 

Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerindeki ifadelere göre; Hz. Peygamberin lukatanın tarif edilmesinden sonra onunla ilgili olarak söylediği: "Ondan ya­rarlan" yahut "ona istediğini yap" veya: "O senindir" ya da: "Onu harcaya­bilirsin" veya; "Sonra onu ye" ya da: "O Allah'ın bir malıdır, onu dilediğine verir" buyruklarında lukatanın temlik edildiğine delâlet eden bir ifade yok­tur. Sahibi geldiği takdirde lukatayı bulanın tazminat ödemeyeceğini ortaya koyan bir husus bulunmamaktadır. Çünkü Zeyd b. Halid el-Cühenî'nin, Peygamber (sav)den rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Eğer o luka­tanın sahibini bulmayacak olursan, artık sen onu harca ve bu senin yanın­da bir emanet olsun. Günlerden birgün sahibi gelecek olursa, onu sahibine edâ et." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Sonra onu ye, sahibi ge­lirse onu sahibine edâ et." Bu hadisi de Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.[70]

İlim adamları da icmâ' ile sahibi ne zaman gelirse, lukataya daha çok hak sahibi olduğunu İttifakla kabul etmişlerdir. Ancak Dâvûd ez-Zahirî'nin benim­sediği görüş bundan farklıdır. Ona göre lukatayı bulan kişi tarif (tanıtım süresiden sonra lukataya malik olur. Çünkü bu konudaki buyrukların zahir­leri bunu gerektirmektedir. Ancak diğer bütün ilim adamlarına muhalefeti do­layısıyla Davud'un görüşü muteber değildir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin: "Onu sahibine edâ et" buyruğu da bunu gerektirmektedir.[71]

 

11. "Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize gü­venmiyorsun? Halbuki biz, elbette onun iyiliğini isteyenleriz.

12. "Yarın onu bizimle beraber gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz."

"Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmi­yorsun?" el-Hasen'e: Mü'min kıskanır mı? diye sorulunca, o: Ya'kub'un oğullarını nasıl da unutuyorsun? diye cevap vermiştir. Bundan dolayı: "Ba­ba senin için celbedicidir, kardeş ise senden selbedici (sana gelecek olanı alıcı)dır" denilmiştir.

Bunun üzerine Hz. Ya'kub'u herhangi bir yolla oğlundan ayırmayı karar­laştırdılar ve ona: "Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkın­da bize güvenmiyorsun?"

Denildiğine göre onlar kendi aralannda anlaşıp, ikinci olarak konuşanın görüşünü benimseyerek ayrıldıklarında Hz. Ya'kub'a geri dönüp bu sözleri söylediler, Bu buyrukta onların ona bu isteklerini Hz. YûsuPu beraberlerin­de götürmeden bir defa daha ilettiklerine ve ileride geleceği üzere Ya'kub'un da bu isteklerini kabul etmediğine delil vardır.

Yezîd b. el-Ka'kâ ile Amr b. Ubeyd ve ez-Zührî; "Bize güvenmi­yorsun" buyruğunu (nun harflerini) idğam ile ve işmam yapmaksızın oku­muşlardır. Kıyas da bu şekilde okumayı gerektirir. Çünkü idğam yapılan harf sakin olmalıdır.

Talhâ b. Musarrif ise asla uygun olarak açıkça okunan (zahir) iki "nun" ile şeklinde okumuştur. Yahya b. Vessâb ve Ebu Rezîn "te" harfini es-reli olarak; şeklinde okumuşlardır -el-A'meş'ten de rivayet edilmiş­tir- ki bu da Temimliferin şivesidir. Temindiler: "Sen vurursun" (di­ye muzaraat harfini esreli) söylerler. Buna dair açıklama daha önceden geç­miş bulunmaktadır. Diğer kıraat alimleri İse harfin îdğamdan önceki haline delâlet etsin diye "nun’’ları hem idğam ve hem de işmam yaparak okumuş­lardır.

"Halbuki biz elbette onun iyiliğini İsteyenleriz." Onu sana tekrar geti­rinceye kadar, onu koruyacak, muhafaza edeceğiz, Mukatil der ki: İfadede takdim ve te'hir vardır. Şöyle ki: Yûsuf'un kardeşleri babalarına: "Yarın onu bizimle beraber gönder" âyetinde geçen sözleri söyleyince, babalan da kendilerine: "Onu alıp gitmeniz, muhakkak ki beni tasaya düşürür" (Yûsuf, 12/13) diye cevap vermişti. Bunun üzerine babalarına cevab olmak üzere: "Sa­na ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?" buyruğundaki sözlerini söylediler.

"Yarın onu bizimle beraber" Sahraya (açık havaya) "gönder de bol bol yesin, oynasın." Bu buyruktaki; " Yann" lafzı zarftır. Bu kelimenin as­lı Sibeveyh'e göre; şeklindedir. Bu kelime aslına uygun olarak da kullanılmıştır. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Tan yeri ile sabah namazı arasında­ki vakte denilir. da böyledir,

"Bol bol yesin, oynasın" anlamındaki buyruğu Basralılar, " Bol bol yiyelim, oynayalım" şeklinde "nun" harfi ile ve "ayn" harfini de sakin ola­rak okumuşlardır. Mekkelilerin bilinen okumaları şeklinde ve "ayn" esreli olarak okumaları şeklindedir.

Kûfeliler ise; " Bol bol yesin, oynasın" şeklinde "ya" harfiy­le ve "ayn" harfini sakin olarak okumuşlardır. Medineliler ise "ya" harfi ve "ayn" esreli olarak okumuşlardır. Birinci okuyuş (bol bol yiyelim, oynayalım anlamındaki okuyuş) Arapların İstediği gibi yemesi halini anlatmak üzere kul­landıkları; "İnsan ve deve bol bol yedi" ifadelerinden alın­mıştır. Yiyebildiğimiz kadar yiyelim, demektir. Bolca yiyen herkese de; O denilir. Şair der ki:

"Ey Pezâre! Haydi bol bol ye (yayıl); bu yiyişin sana afiyet olmasın.’’

Bir başka şair (el-Hansa) da şöyle demektedir:

"(Yavrusunu kaybettiğini) unuttu mu yayılıp otlar, ama hatırladı mı da (yavrusunu kaybetmenin şaşkmlığıyla) gider, gelir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ölümü benden geri çevirmenden ve bana

Çokça otlayıp yayılan o yüz (deveyi) verişinden sonra nankörlük eder miyim?"

Ma'mer, Katâde'den; Koşup, gider anlamında okuduğunu rivayet etmektedir. en-Nehhâs der ki: O; "Biz yarış yapalım diye git­tik" (Yûsuf, 12/17) ifadesinden hareketle böyle okumuştur: Çünkü burada buyruğun anlamı belli bir noktaya kadar koşmak için yarışalım, şeklindedir. Aynı şekilde; "Bol bol yesin" buyruğunda "ayn" harfinin sakin okun­ması da bu şekildedir. Şu kadar var ki burada yalnız Yûsuf (a.s) söz konu­sudur. " Bol bol yesin" lafzında "ayn" harfinin esreli okunması koyun­ların otlamaları anlamından alınmıştır. Yani o böylelikle buna ahşsın ve er­kekliğe doğru adım atsın, kimi zaman yesin, küçüklüğü dolayısıyla da kimi zaman oynasın.

el-Kutebî der ki: şeklindeki okuyuş, birbirimizi koruyalım, kollaya-lım, biri diğerine riayet etsin anlamında olup, "Allah seni korusun" manasındaki ifadesinden alınmıştır. "Oynayalım" ise oyun anlamın­daki dan gelmektedir. Ebu Amr b. el-A'la'ya: Kendileri peygamber ol­dukları halde nasıl "oynayalım" dediler, diye sorulunca: Henüz daha peygam­ber olmamışlardı, diye cevab vermiştir.

Bir diğer açıklamaya göre oynamaktan maksat, mubah olan şekliyle ne­şelenmek, rahatlamaktır. Yoksa hakkın zıttı olan ve yasak olan oyunlar de­ğildir. Bundan dolayı Hz. Ya'kub onların: "Oynayalım" sözlerine tepki gös­termemiştir. Hz. Peygamber'in (Cabir b. Abdullah'a): "Ne diye bakire ile ev­lenmedin? Sen onunla oynaşır, o seninle oynaşırdı"[72] buyruğu da buradan gelmektedir.

Mücahid ile Katâde ise bineğini otlatır, anlamında; diye okumuşlar ve "binek" anlamındaki mefulü hazfedilmiş olarak değerlendirmişlerdir. Ondan sonraki; " Ve oynar" kelimesini de yeni bir cümle olarak (is­tinaf) ref ile okumuşlardır. Ve: O henüz oyun döneminde olan kimselerden­dir, demektir. "Biz onu mutlaka koruruz." Senin onun hakkında korktuğun lıerşeye karşı onu koruruz.

Ayrıca onların binekli çıkmış olmaları da muhtemeldir, piyade çıktıkları ihtimali de vardır. Onların Hz. Ya'kub kendilerini gördüğü sürece, Hz. Yû­suf u omuzları üzerinde taşıdıkları, kendilerini göremeyeceği bir yere geldik­lerinde ise; ona zarar vermek üzere kendileriyle birlikte koşsun diye bırak akları da nakledilmektedir.[73]

 

13- Dedi ki: "Onu alıp gitmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür. Siz kendisinden habersizken kurdan onu yemesinden korka­rım."

14. Dediler ki: "Andolsun ki, biz güçlü bir topluluk iken onu kurt yerse doğrusu biz zarara uğrayanlar oluruz."

Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Onu alıp gitmeniz muhakkak ki beni tasaya dü­şürür'’ anlamındaki buyruk ref mahallindedir. Onu alıp gitmeleri halinde Hz. Yûsuf yanında olmayacağından dolayı üzülüp tasalanacağını onlara haber ver­mektedir.

"Siz kendisinden habersizken" yani yeyip içmekle meşgul iken "kurdun onu yemesinden korkarım." Çünkü Hz. Ya'kub rüyasında kurdun Hz. Yû­suf a hamle yaptığını, hücum ettiğini görmüştü. O bakımdan kurdun Hz. Yû­suf a zarar vereceğinden korkmuştu. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre Hz, Ya'kub kendisini bir dağın zirvesinde, Hz. Yûsuf u da vadinin iç taraflarında imiş gibi görür. Bu halde iken on tane kur­dun etrafını sardığını, onu yemek istediklerini görür. Bu kurtlardan birisini uzaklaştırdıktan sonra, yer yarılır ve Yûsuf üç gün süreyle orada saklı kalır.

Buradaki on kurt, onu öldürmeyi kararlaştıran on kardeşidir, onu savu­nan kişi ise büyük kardeşi Yehudâ'dır. Yerin içinde saklı kalması ise üç gün süreyle kuyuda kalması demektir.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Ya'kub bu sözlerini onların kardeşlerine za­rar vereceklerinden korkması üzerine söylemiştir. Kurt dernekle onları kas­tetmiştir, çünkü o kardeşlerinin Yûsufu öldüreceklerinden korkuyordu. Kurt diyerek onlara karşı durumu örtbas etmek istemişti.

İbn Abbas der ki: Hz. Ya'kub onlan kurt diye adlandırmıştı.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Ya'kub kardeşlerinin Yûsuf a zarar verecek­lerinden korkmarmştı, eğer korkmuş olsaydı onlarla beraber Yûsuf u gönder­mezdi. O gerçekten kurdun zararından korkmuştu. Çünkü çöllerde çoğun­lukla kurdun zarar vereceğinden korkulur.

Kurt anlamındaki; kelimesi herbir yandan rüzgarın esişini anlat­mak üzere kullanılan-, İfadesinden alınmadır. Ahmed b. Yahya da böyle demiştir. Ayrıca der ki: " Kurt" kelimesi hemzelidir. Çünkü kurt, her bir yandan gelir.

Verş de, Nâfi'den hemzesiz olarak; diye okuduğunu rivayet etmek­tedir. Çünkü hemze sakin olup ondan önceki harf esreli olduğundan onu ha­fifletince "ya" harfine dönüşmüştür.

"Dediler ki: Andolsun ki biz güçtü bir topluluk iken onu kurt yerse" ya­ni biz toplu olarak kurdu görüp de sonra kurdu ondan uzaklaştırmayacak olursak "doğrusu biz zarara uğrayanlar oluruz." Koyunlarımızı korumak hu­susunda da zarar ederiz. Yani kardeşimizden kurdu uzaklaştıramayacak olursak, biz onu koyunlarımızdan hiç uzaklaştıramayız.

Buradaki "zarara uğrayanlar oluruz" ifadesinin, onun hakkını bilmeyen cahillerden oluruz, anlamına geldiği söylendiği gibi, acze düşmüş kimseler oluruz anlamında olduğu da söylenmiştir.[74]

 

15- Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı ka­rarlaştırdıklarında... Biz de kendisine şunu vahyettik: "Andol­sun ki bu yaptıklarını, kendilerine haber vereceksin ve onlar da farkına varamayacaklar."

Yüce Allah'ın: "Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırak­mayı kararlaştırdıklarıiıda" buyruğunda yer alan; " Onu... bırak­mayı" buyruğundaki Çok nasb mahallindedir ve; takdirinde olup ku­yunun dibinde onu bırakma karan üzerinde birleştiklerinde demektir.

Bu olay ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Hz. Ya'kub, Hz Yûsuf’u kardeş­leriyle beraber gönderdiğinde onlardan mutlaka onu koruyacaklarına dair ol­dukça sağlam ahitler aldı ve Rûbîl'e teslim ederek; Ey Rûbîl! dedi. Bu küçük bir çocuktur. Yavrucuğum benim buna olan şefkatimi de çok iyi biliyorsun. Acıkırsa ona yemek yedir, susarsa ona su ver, yorutursa onu taşı. Sonra da onu çabucak bana geri getir.

Bunun üzerine kardeşleri onu alıp omuzlarında taşımaya koyuldular. Biri onu bıraktı mı mutlaka diğeri onu kaldırıyordu. Ya'kub (a.s) da bir mil ka­dar bir süre onları uğurladıktan sonra geri döndü. Babalarının kendilerini gö­remeyecekleri bir yere geldiklerinde, onu taşımakta olan kişi yere bırakıver­di. Neredeyse kemikleri kırılıp, dökülecekti. Bir diğer kardeşine sığındı, fa­kat onların herbirisinin diğerinden daha katı, daha kinli ve öfkeli davrandı­ğını gördü. Bu sefer Rûbîl'in yardımına sığınarak: "Sen abilerimin en büyü­ğüsün. Babamın benim üzerimdeki bıraktığı halef sensin. Bütün kardeşler ara­sında en yakın da sensin, bana acı, benim güçsüzlüğüm dolayısıyla bana şef­kat et." Rûbîl de ona oldukça ağır bir tokat indirerek: Benimle senin aran­da hiçbir akrabalık ve yakınlık yoktur. Haydi o, onbir yıldızı çağır da seni el­lerimizden kurtarsın, dedi.

Yûsuf böylelikle gördüğü rüyadan dolayı, kardeşlerinin kendisine kin ve öfke duyduklarını anlayınca, ağabeyi Yehudâ'ya sığınarak şöyle dedi: "Kar­deşim! zayıflığıma, acizliğime, yaşımın küçüklüğüne sen şefkat göster de ba­bamız Ya'kub'un kalbine merhametin olsun. Sizler onun vasiyetini ne kadar çabuk unuttunuz, ona verdiğiniz sözü ne kadar çabuk bozdunuz? Yehudâ'nın kalbi yumuşayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben hayatta kaldığım sürece sana bir kötülük ulaştıramayacaklar.dır. Arkasından: Kardeşlerim de­di, Allah'ın haram kıldığı bir cam öldürmek en büyük günahlardandır, Hay­di bu çocuğu babasına geri görürünüz, o da bize meydana gelen bu olaylar­dan hiçbirisini babasına anlatmayacağına dair söz versin. Kardeşleri ona şöy­le dediler: Allah'a andolsun ki sen böyle yapmakla babamız Ya'kub'un ya­nında iyi bir yer edinmek istiyorsun. Allah'a yemin olsun, onu bırakmayacak olursan, sent de onunla birlikte öldürürüz. Bu sefer Yehudâ şöyle dedi: Eğer başka bir yolu kabul etmiyor İseniz, işte burada şu oldukça kurak ve ıssız bir kuyu var. Yılanların, türlü haşeratın barınağıdır. Yûsuf’u o kuyuya atınız, eğer ona bir zarar gelirse, zaten istediğiniz odur. Onun kanını dökmekten yana da sorumluluktan kurtulmuş olursunuz, eğer gelen bir yolcu kafilesi vasıta­sıyla kurtulabilirse onlar da onu alıp uzak bir yere götürürler. Bu da sizin is­teğinizi gerçekleştirir.

Böylece hep birlikte bu görüş etrafında birleştiler. İşte yüce Allah'ın: "Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştır­dıklarında..." buyruğunda anlatılan budur. Bu buyruktaki; "...ında"nın cevabı hazfedilmiştîr. Yani onu alıp gittiklerinde ve kuyunun dibine onu bı­rakmayı kararlaştırdıklarında yaptıkları fitne gerçekten çok büyük idi. Bu eda­tın cevabının, onların babalarına söyledikleri bildirilen; "Ey babamız! Biz ya­rış yapalım diye gittik... dediler" (Yûsuf, 12/17) buyruğunda olduğu da söy­lenmiştir.

Bir diğer görüşe göre ifadenin takdiri şöyledir: Onlar kardeşlerini babalarının yanından alıp kuyunun derinliklerine atmayı kararlaştırdıklarında oraya onu attılar, Basralılann görüşüne göre ifadenin takdiri böyledir. Kûfelilerin görüşüne göre ise; bunun cevabı: "Şunu vahyettik" anlamındaki buy­ruk olup bunun başına gelen "vav" fazladan gelmiştir. Onlara göre ise "vav" hem ile hem de ile fazladan getirilebilir. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: Nihayet oraya geleceklerinde ve kapıları açılacağında." (ez-Zümer, 39/73) Bu buyruk, "oraya geleceklerin­de kapıları açılır" demektir. Yüce Allah'ın:"Nihayet emrimiz geldiğinde ve tandır kaynayınca" (Hûd, 11/40) buyruğu da emri­miz gelip tandır kaynayınca takdirindedir. İmruu'l-Kays da söyle demektedir:

"Nihayet biz o kabilenin (yerleşik olduğu) alanını geçip de karşımıza çıkınca."

Burada geçtiğimizde karşımıza çıktı, anlamındadır. Yüce Allah'ın; "Nihayet ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkın­ca ve Biz ona... seslendiğimizde" (es-Saffat, 37/103-104) buyruğu da bu ka­bilden olup "teslim olup... yıkınca ona... seslendik" takdirindedir.

Yüce Allah'ım "Biz de kendisine... şunu vahyettik" buyruğunda o sıra­da peygamberliğine delil vardır. el-Hasen, Mücahid, ed-Dahhâk ve Katâde derler ki: Yüce Allah suyun içinde yüksekçe bir taş üzerinde kuyuda bulun­duğu sırada ona peygamberlik vermiştir.

el-Kelbî der ki: Yûsuf onsekiz yaşında iken kuyuya atıldı, o sırada küçük değildi. Bununla birlikte onun küçük olduğunu söyleyenlerin kanaati kabul edilecek olsa bile aklen küçük çocuğa nübüvvet verilmesi, ona vahyolunması uzak bir ihtimal görülemez.

Buradaki vahyin yüce Allah'ın: "Ve Rabbin arıya vahyetti." (el-Nahl, 16/68) buyruğunda ilham anlamındaki vahiy olduğu da söylenmiştir. Bura­da sözü geçen vahyin rüya olduğu da söylenmiştir. Ancak birinci görüş ve Cebrail'in ona vahiy getirdiği kanaati -doğrusunu en İyi bilen Allah'tır ya da­ha kuvvetli görülmektedir.

Yüce Allah'ın: "Andolsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber verecek­sin" buyruğu iki şekilde açıklanabilir. Birinci açıklamaya göre yüce Allah, ken­disine şunu vahyetti: Kardeşleriyle karşılaşacak ve yaptıklarından dolayı onları azarlayacaktır. Buna göre buradaki vahiy onun kalbine metanet ver­mek, esenliğe kavuşacağına dair onu müjdelemek üzere kuyuya atılmasından sonra gelmiştir.

İkinci açıklamaya göre ise onların kendisine yapacakları şeyler ona vahiy ile bildirilmiştir. Bu açıklamaya göre ise buradaki vahiy, uyarılması maksa­dıyla kuyuya atılmasından önce yapılmıştır.

"Ve onlar da farkına varamayacaklar." Senin Yûsuf olduğunu anlayama­yacaklar. Şöyle ki: Yüce Allah, Mısır'da işlerin dizginleri onun eline geçince babasına ve kardeşlerine bulunduğu yeri haber vermemesini emretti. Bu: On­lar yüce Allah'ın peygamberlik verip, ona vahyettiğinin farkına varamayacak­lar, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı İbn Abbas ve Mücahid yapmıştır.

"Kendisine şunu vahyetttk" buyruğundaki zamirin Hz. Ya'kub'a ait ol­duğu da söylenmiştir. Yüce Allah, Hz. Ya'kub'a kardeşlerinin Hz. Yûsuf a yap­tıklarını vahiy yoluyla bildirmişti. Ayrıca Hz. Yûsuf un durumunu kendileri­ne bildireceğini de söylemişti. Onlar ise yüce Allah'ın ona indirdiği vahyin farkında değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hz. YûsuPun kuyuya atılması esnasındaki kıssası ile İlgili olarak zikredi­lenler arasında es-Süddî ve diğerlerinin naklettiklerine göre- şunlar da var­dır: Kardeşleri Yûsuf'u kuyuya sarkıtmaya başladıklarında, o kuyunun kena­rına tutundu. Bu sefer ellerini bağlayıp üzerinden gömleğini çıkardılar. Ey kar­deşlerim! dedi, gömleğimi bana geri veriniz. Bu kuyunun içinde hiç olmaz­sa ona sanlayım, ölürsem kefenim otur, hayatta kalırsam onunla avretimi ör­terim. Kardeşleri kendisine: Güneş'i, ayı ve onbir yıldızı çağır da onlar seni teselli etsinler ve seni giydirsinler. Bu sefer: Ben hiçbir şey görmedim, diye cevap verdi. Ancak onu kuyuya sarkıttılar, kuyunun ortasına ulaştığı sırada dü­şüp de ölsün diye onu bırakıverdiler. Kuyuda su olduğundan dolayı suyun üze­rine düştü, daha sonra bir kaya parçasına ulaşıp üzerine dikildi.

Denildiğine göre düşeceği kaya parçası üzerinde parçalanması kastıyla ipi koparan kişi Şemûn'dur. Hz. Cebrail ise o sırada arşın bacağı altında bulu­nuyordu. Yüce Allah ona: Kuluma yetiş! diye vahyetti. Hz. Cebrail dedi ki: Ben de çabucak yerimden ayrılıp indim ve atıldıktan sonra ve düşmeden ön­ce onu yakalayıp ve sağsalim olarak kaya parçasının üzerine onu oturttum.

Sözü geçen kuyu haşeratın barındığı bir yerdi. Hz. Yûsuf kaya parçasının üzerinde dikilerek, ağlamaya koyuldu. Ona seslendiklerinde, kendisine acı­dıklarını sandı, onlara cevab verdi. Bu sefer üzerine taş atmak istedilerse de Yehudâ onlara engel oldu. Yehudâ, Yûsufa yiyecek getirirdi. Hz. Yûsuf çıplak olarak kuyunun dibine düşünce, Cebrail yanına geldi. Hz. İbrahim de ateşe çıplak olarak atıldığı sırada, Hz. Cebrail kendisine cennet ipeğinden bir gömlek getirmiş ve o gömleği ona giydirmiş idi. Bu gömlek Hz. İbrahim'in yanında bulunuyordu. Daha sonra Hz. Eshak bu gömleği miras almıştı, ondan sonra da Hz. Ya'kub. Hz. Yûsuf büyüyüp, serpilince Hz. Ya'kub da bu gömleği bir lıamayıl şeklinde sararak onun boynuna asmıştı. Bu gömlek Hz. Yûsuf'tan ayrılmıyordu. Kuyuya çıplak olarak atılınca, Hz. Cebrail bu göm­leği çıkartıp Hz. Yûsuf a giydirdi.

Vehb der ki: Hz. Yûsuf kaya parçasının üzerine dikildiğinde şöyle dedi: Kardeşlerim! Her ölenin bir vasiyeti olur, benim vasiyetime kulak veriniz. On­lar: Nedir? diye sorunca şöyle dedi: Hepiniz bir araya toplanıp da biriniz di-gerini teselli ettiğinde benim yalnızlığımı hatırlayınız. Yemek yediğinizde, aç­lığımı hatırlayınız. İçtiğinizde, benim susuzluğumu hatırlayınız, Yabancı bi­risini gördüğünüzde, benim garibliğimi hatırlayınız. Genç bir delikanlıyı gördüğünüzde, benim gençliğimi hatırlayınız. Bu sefer Hz. Cebrail ona: Ey Yûsuf! Bunu bırak ve dua ile uğraş, çünkü duanın Allah nezdinde önemli bir yeri vardır, dedikten sonra ona şu duayı öğretti: Ey her garibi teselli eden, her yalnız kalmışın arkadaşı olan, her korkuya kapılmışın sığınağı, herbir sı­kıntıyı açıp gideren, her gizli söyleşmeyi bilen ve bütün şikayetlerin kendi­sine ulaştığı Allah'ım! Ey her topluluğun yanında hazır bulunan, Ey Hayy ve Ey Kayyûm! Senden başka hiçbir düşüncem ve hiçbir uğraşım olmayacak şe­kilde, Sen'den umudu kalbime yerleştirmeni, bu halimden beni kurtarıp bana bir çıkış göstermeni diliyorum. Çünkü Sen herşeye gücü yetensin.

Bunun üzerine melekler: Ey ilahımız! Biz bir ses ve bir dua işitiyoruz ki ses küçük bir çocuk sesi, dua İse bir peygamber duası, dediler.

ed-Dahilik da der ki: Cebrail (a.s) Yûsuf kuyuda iken yanına İndi ve ona şöyle dedi: Sana söylediğin taktirde Allah'ın senin bu kuyudan çıkışını ça­buklaştıracağı bazı kelimeler öğreteyim mi? Hz. Yûsuf: Öğret deyince, Hz. Cebrail ona şöyle dedi: Deki: Ey herbir masnu'un sani'i, her kalbi kırığın kal­binin onarıcısı, herbir gizli duanın tanığı, herbir topluluğun yanında hazır bu­lunan, herbir sıkıntıyı açıp gideren, herbir yabancının sahibi olan, herbir yal­nızın tesellicisi olan! Bana kurtuluş ve umut gönder, Sen'den başka hiçbir kim­seden, hiçbir şey ummayacak hale gelecek şekilde umudunu kalbime sal! Hz. Yûsuf o gece bu duayı defalarca tekrarladı ve Allah da o gecenin sabahın­da onu kuyudan çıkarttırdı.[75]

 

16. Akşam ağlaya ağlaya babalarına geldiler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[76]

 

1- Hz. Ya'kub'a Verilen Haber:

 

Yüce Allah'ın: "Akşam... babalarına geldiler" buyruğu geceleyin baba­larına geldiler, demektir. Buradaki; "Akşam" kelimesi zarf olup hal ma­hallinde de kullanılabilir. Akşamleyin geliş sebebleri, karanlıkta mazeret beyan etme güçleri daha ileri olsun diyedir. Bundan dolayı sen gece vakti muhtaç olduğun bir şeyi isteme, çünkü haya gözlerdedir. Herhangi bir ha­ta dolayısıyla da gündüzün Özür dileme, çünkü özür dilerken dilin dolaşa­bilir.

Rivayet olunduğuna göre Ya'kub (a.s) onlann ağlayışlarını işitince, ne olu­yor size? koyunlara bir şey mi oldu? diye sormuş. Onlar, hayır deyince, pe­ki Yûsuf nerede? diye sormuş. Bu sefer onlann. Biz birbirimizle yarışmaya gittiğimizde, kurt onu yedi demeleri üzerine, Hz. Ya'kub ağlayarak feryadı basmış; peki gömleği nerede? diye sormuş... İleride buna dair açıklama -yü­ce Allah'ın izniyle- gelecektir.

es-Süddî ve İbn Hibban der ki: Kardeşleri: Yûsuf u kurt yedi deyince, Hz. Ya'kub bayılarak yere düşmüş. Üzerine su dökmüşler, hareket etmemiş, seslenmişler cevab vermemiş. Vehb der ki: Yehudâ ellerini Hz. Ya'kub'un ne­fes alıp verdiği yerlere koymuş, nefes aldığını farkedememiş, hiçbir damarı hareket etmemiş. Yehudâ kardeşlerine bunun üzerine şöyle demiş: Din (kı­yamet) günü hesaba çekecek olandan vay halimize! Kardeşimizi kaybettik, babamızı öldürdük. Hz. Ya'kub ancak seher vaktinin serinliğinde ayıhp kendisine geldi. Ayıldığında başı Rûbîl'in kucağında idi. Ey Rûbîl! demiş, ben sana güvenip oğlumu teslim etmedim mi? Bu konuda ben senden söz alma­dım mı? Rûbîl babacığım! Ağlamanı kes, ben sana durumu bildireyim, demiş. Hz. Ya'kub ağlamasını kesince, kardeşi: Babacığım! Biz yanş yapalım diye git­tik, Yûsuf'u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş, diye cevap vermiş.[77]

 

2- Gözyaşları Neye Alâmettir?

 

İlim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme bir kimsenin ağlayışının, sö­zünün doğruluğuna delil teşkil etmediğine delildir. Çünkü bu gözyaşlarının suni olma ihtimali vardır, İnsanlardan bazıları suni olarak gözyaşı akıtabilir, bazısı da akıtamaz.

Suni gözyaşlarının rahatlıkla anlaşılacağı da söylenmiştir. Nitekim ba­kîmin birisi şöyle der:

"Gözyaşları yanaklara akıp birbirine karışınca,

Kimin gerçekten ağladığı, kimin yalandan ağlaştığı açıkça ortaya çıkar."[78]

 

17. Dediler ki: "Ey Babamız! Biz yarış yapalım diye gittik, Yûsuf u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten sen bize inanmazsın."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[79]

 

1- Yarış Yapmak:

 

Yüce Allah'ın: " Yarış yapalım" fiili "müsâbaka"dan veznin­de bir kelimedir. Buradaki yarış ok atma yarışı yapalım, diye de açıklanmış­tır. Nitekim Abdullah (b. Mes'ud)ın kıraatinde; " Biz ok atışı ya­rışı yapalım diye gittik" şeklindedir ki bu da zaten bir çeşit yarıştır. Bu açık­lamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

el-Ezherî der ki: "Nidâf ok atışı yarışıdır. "Rihân" at yansıdır, "müsabaka" kelimesi ise her iki yarışı da ifade eder. el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: "Yarış ya­palım (müsabaka)" ifadesi ya ok atma yarışı ya at üzerinde yahut ta koşarak yarış yapmak demektir. Koşu yarışından maksat İse kişinin kendisini koşma­ya alıştırmasıdtr. Çünkü koşu düşmanla savaşmanın bir aracıdır. Kurdun koyunlardan uzaklaştırılmasının da bir yoludur.

es-Süddî ve İbn Hibban der ki: "Yarış yapalım (müsabaka yapalım)" kelimesi hangimizin daha hızlı koşup, öne geçtiğini görelim diye, hızlıca ko­şalım, anlamındadır.

İbnu'l-Arabî der ki: Müsabaka şeriatte hükmü olan bir iştir ve harikulade bir Özelliktir, savaşa karşı da bir destektir. Hz. Peygamber de bizzat kendi­si müsabaka yaptığı gibi, atıyla da yarışmıştır. Hz. Âişe ite koşarak yarışmış ve onu geçmiştir, Rasûlullah (sav) yaşlanınca yine Hz. Âişe İle koşu yarışı yap­mış, bu sefer de Hz. Âişe onu geçmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona:

"Bu öbürüne karşılık olsun" diye buyurmuştu.[80]

Derim ki: Seleme b. el-Ekvâ' da Zû Kared'den, Medine'ye döndüklerin­de bir kişi ile müsabaka yapmış, Hz. Seleme onu geçmişti. Bunu da Müslim rivayet [81]etmektedir.[82]

 

2- Müsabakada Aranan Şartlar:

 

Malik, NafPden, o İbn Ömer'den rivayetine göre Rasûlullah (sav), özel ola­rak zayıflatılıp eğitilmiş atlar arasında el-Hayfa'dan itibaren yanş yapmıştır. Varışın son noktası Seniyetu'1-Veda' idi. Yine Hz. Peygamber bu şekilde za­yıflatılmamış atlar arasında da Seniye'den Zureyk oğulları mescidine kadar müsabaka yaptırmıştır. Abdullah b. Ömer de bu yarışa katılanlardan birisi idi.[83] Bu hadis, bu konuda sahih olmanın yanında üç şart ihtiva etmektedir ki bunlar olmaksızın müsabaka caiz değildir. Söz konusu şartlara gelince, ya­rış yapılacak mesafenin mutlaka bilinmesi gerekir. İkinci olarak atların du­rumları birbirine eşit olmalıdır. Üçüncü husus ise aynı mesafe ve aynı hede­fe kadar özel olarak eğitilip zayıflatılmış atlar ile bu şekilde eğitilmemiş at­lar birbirleriyle yarışa sokulmamalıdır. Eğitilip zayıflatılması ve üzerinde ya­rış yapılarak bu sünnetin gerçekleştirilmesi gereken atlar ise, fitne zamanlarında müslümanlarla savaşmak için değil de düşmana karşı cihad etmek için eğitilen atlardır.[84]

 

3- Ok ve Develerle Yarışlar:

 

Ok ve develerle yanşa gelince. Müslim'in rivayetine göre Abdullah b. Amr: Rasûlullah (sav) ile birlikte sefere çıktık. Bir yerde konakladık. Bizden kimi­si çadırını onarırken, kimisi de ok yarışı yapıyordu, diyerek hadisin geri ka­lan bölümlerini zikretti.[85]

Nesafnin kaydettiği rivayete göre de Ebu Hureyre, Rasûlullah (sav)ın şöy­le buyurduğunu nakletmektedir: "Ya ok, yahut deve, ya da at yansı olmadık­ça yarış dolayısı ile ödül almak yoktur (caiz değildir)."[86]

İbn Ebi Zî'b'in, Nafî' b. Ebi Nafî'den, onun da Ebu Hureyre'den nakletti­ği hadiste "ok "dan söz edilmiştir. Hicaz ve Irak fukahâsı da bu görüştedir­ler.

Buhârî de Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav)ın el-Adbâ' diye bir dişi devesi vardı. Bu deve bir türlü geçilemiyordu. -Humeyd dedi ki: Veya hemen hemen geçilemiyordu.- Bedevi bir Arap genç bir erkek devesi ile Hz. Peygamber'in dişi devesini geçti, bu müslümanlara ağır geldi ve Hz. Peygamber bunu anlayınca şöyle buyurdu; "Dünyadan herhangi bir şey yükseldi mi mutlaka onu alçaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır. (Allah'ın bir [87]kanunudur.)[88]

 

4- Ödüllü Yarışlar:

 

Müslümanlar ödüllü yarışın ancak at, deve ve ok yarışlarında caiz olaca­ğını ittifakla kabul etmişlerdir. Şafiî der ki: Bu üçü dışındaki yarışlarda ödül­ler kumardır.

Kadı Ebu'l-Bahterî ise at, deve ve ok yarışı ile ilgili hadiste "veya kanat (kuşların yarışı)" kelimesini fazladan eklemiştir. Bu ise Ebu'l-Bahterî'nİn . Harun Reşid'in hatırı için uydurduğu bir kelimedir. O bakımdan ilim adam­ları bundan ve başka uydurmalarından dolayı, onun naklettiği hadisleri ter-ketmişlerdir. İlim adamları hiçbir şekilde onun naklettiği hadisi yazmazlar.

Malik'ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak at ve ok atma yarışla­rından ödül alınır, çünkü bunlar savaşanlara karşı güç kaynağıdırlar. Yine Ma­lik der ki: Bununla birlikte at yarışlarını, ok atışı yarışından daha çok seve­riz.

Hadisin zahiri soylu atlar ile normal atlar üzerinde yarış yapmayı eşit gör­mektedir. Kimi İlim adamları da at dışında her hususta ödüllü yarışı uygun görmezler. Çünkü Arapların yarış yapma adetleri bu şekilde idi.

Atâ'dan ise herşey üzerinde ödüllü yarışın caiz olduğunu söylediği riva­yet edilmiştir. Ancak onun bu sözü te'vil edilmelidir, çünkü bunun genel ola­rak her husus hakkında kabul edilmesi, kumarın da caiz görülmesi sonucu­nu verir ki bu da ittifakla haramdır.[89]

 

5- Caiz Olan ve Olmayan Ödüllü Yarışlar:

 

Önceden de belirttiğimiz gibi at ve deve üzerinde ödüllü yarış ancak bel­li bir noktaya kadar ve belli mesafede yapılırsa caizdir. Ok atışı müsabaka­sı da bu şekildedir. Belli bir nihai hedef, beİli bir mesafe ve belli isabet şekli tesbit edilmedikçe ödüllü yarış caiz değildir. Bu isabet türünde ya okun he­defi delip geçmesi ya da başka bir şart koşmaksızın isabet ettirmesi şart koşulmalıdır.

Yarışlarda üç türlü ödül söz konusudur. Birisini vali (yönetici) yahut ta onun dışında bir kimse kendiliğinden, kendi malından ödül verir ve yansı ka­zanana belli bir ödül tayin eder, galib gelen de o ödülü alır. Yahut ta Ödülü yarışanlardan birisi ortaya koyar. Öbür yarışçı kendisine galib gelirse o ödülü alır, kendisi öbür yarışçıyı geçerse, koyduğu ödülü kendisi alır. Bunun­la birlikte ödül olarak çıkardığı malı o yolda harcaması ve malını geri alma­ması da güzeldir. Bu yarış çeşitlerinde (caiz olduklarında) görüş ayrılığı yoktur.

Ödüllü yarışların üçüncü türü hakkında ise görüş ayrılığı vardır. O da şöy­ledir: Yarışçılardan herbirisi diğer yarışçının ortaya koyduğunun benzeri bir ödül ortaya koyar. Bunlardan hangisi galib gelirse hem kendisinin, hem rakibinin ortaya koyduğu ödülü alır. Bu şekildeki bir yarış aralarına kendi­lerini geçeceğinden emin olamadıkları üçüncü bir kişiyi (muhallil) sokma­dıkça caiz değildir. Eğer bu üçüncü şahıs galip gelirse, her iki ödülü de tek başına alır. Diğer iki yarışçıdan herhangi birisi galip gelirse, kendisinin de di­ğer arkadaşının da koyduğu ödülü alır ve bu yarışta muhallil olan üçüncü şah­sın alacak bir şeyi olmadığı gibi, bir şey vermek yükümlülüğü de yoktur. İkin­ci yarışçı, yalnızca üçüncü kişiyi geçecek olursa, iki yarışçıdan herhangi bi­risi yarışı kazanmamış gibi olur.

Şafiî mezhebine mensub Ebu Ali b. Hayran der ki: Üçüncü olarak giren muhatlilin atının ne şekilde yürüdüğünün, koştuğunun bilinmemesi gerekir. Ona "muhatlil" adının veriliş sebebi, yanşan iki kişiye yahut ta kendisine alı­nacak ödülü lıelâl kılmaya sebeb olmasıdır.

İiim adamlarının ittifaklarına göre şayet bu iki kişi arasında muhallil bu­lunmayıp yarışçılardan herbirisi, eğer yarışı kazanırsa hem kendisinin koy­duğu ödülü, hem arkadaşının koyduğu ödülü alacağını şart koşarsa, bu bir kumardır ve caiz değildir.

Ebu Davud'un, Sünen'inde Ebu Hureyre'nin Peygamber (sav)den şöyle bu­yurduğu rivayeti yer almaktadır: "Her kim iki at arasına bir at katar ve ken­disinin yansı kapanacağından emin değil ise bu bir kumar değildir. Ancak ken­disinin yarışı kazanacağından emin olmakla birlikte, üçüncü atı sokarsa o bir kumardır."[90]

Muvatta'da da Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ara­ya bir muhallil girdiği takdirde ödüllü at yarışında bir mahzur yoktur, eğer

(muhallil) galib gelirse ödülü alır. Şayet kendisi yenilirse, alacak   ir şeyi ol­maz.[91]

Şafiî ve İlim adamlarının cumhuru bu görüştedir, Ancak bu hususta Ma-lik'in nakledilen görüşleri farklıdır. Bir seferinde; at yansında muhallilin girmesine gerek yoktur ve biz bu konuda Said'in görüşünü kabul etmiyoruz derken, daha sonra da muhallil olmaksızın bu yarış caiz olmaz demektedir. Görüşlerinin daha kuvvetli ve güzel olanı da budur.[92]

 

6- At ve Deve Yarışlarında Binicilerin Nitelikleri:

 

Yanş esnasında at ve devenin sırtına ancak buluğa ermiş birisi binici ola­bilir. Bununla birlikte bineklere asıl sahiplerinin binmesi daha uygundur. Ömer b. el-Hattab (r.a)dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yarış esnasın­da atlara sahiblerinden başkası binmesin.

Şafiî de der ki: Yarışta önde olmanın asgari mesafesi bineğin boynunun tamamiyle veya bir bölümüyle önde olması yahut sağrısının tamamı veya bir bölümü ile öne geçmesi gerekir. Ok atma yansında da öne geçiş yine ona gö­re böyledir.

Bu konuda Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de Şafiî'nin görüşüne ya­kındır.[93]

 

7- Hz. Peygamberin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile Yarışması:

 

Peygamber (sav)in, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile yarıştığı ve Rasûlullah (sav)in, Hz. Ebu Bekir'i bir at boyu geçtiği, Hz. Ömer'in de üçüncü geldiği rivayet edilmiştir. Yani Hz. Ebu Bekir'in atının başı Hz. Peygamber'in atının sağrısı ile aynı hizada idi.

"Yûsuf u da eşyamızın" elbisemizin ve kumaşlarımızın "yanında" onla­rı korumak üzere "bırakmıştık. Onu kurt yemiş." Çünkü onlar babalarının: Kurdun onu yemesinden korkarım, dediğini'işitince bunu ondan öğrendiler ve bu sözün arkasına sığındılar. Çünkü daha önce Hz. Ya'kub bundan do­layı Yûsuf için korktuğunu izhar etmiş idi.

"Biz" sözümüzde "doğru söyleyenler olsak büe" el-Müberred ve İbn İshak'a göre doğru söylüyor isek dahi "zaten sen bize inanmazsın." Bizim doğru söylediğimizi kabul etmezsin. Hz. Ya'kub da onların suikastte bulunma ih­timallerinin kuvvetli olduğunun açıkça görülmesi ve delillerin söyledikleri­nin aksine pek çok olması dolayısıyla -ileride açıklanacağı üzere- onların doğ­ru söylediklerine inanmamıştı,

"Biz doğru söyleyenler olsak bile" buyruğunun biz her ne kadar senin nezdinde güvenilir ve doğru söyleyen kimseler olsak bile sen yine bizi doğrulamayacaksın. Çünkü sen bu meselede bizi itham akında tutmaktasın. Buna sebep de Yûsuf a karşı duyduğun aşırı sevgidir. Bu anlamdaki bir açık­lamayı et-Taberî, ez-Zeccâc ve başkaları yapmışlardır.[94]

 

18. Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler. "Hayır, de­di. Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu söylediklerinize karşı yar­dımına sığınılacak Allah'tır."

Yüce Allah'ın: "Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[95]

 

1- Gömlek Üzerindeki Kan:

 

Yüce Allah'ın: "Yalancıktan kanlı" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Bu kestikleri bir keçi ya da bir oğlağın kanı idi. Katâde: Ceylan kanı idi, demektedir. Yani onlar, üzerinde yalancıktan kan bulunan gömleğini getirdiler. Yüce Allah burada "kan"; "Yalancıktan" diye mastar ile nitelendirmiştir. Buna göre ifade, "gerçeği olmayan kan" anlamın­da; takdirinde "o şehre sor" (Yûsuf, 12/82) buyruğu gibidir. Fa­il İle meful bazen mastar olarak da kullanılabilir. Mesela; "Bu emir tarafından sikke olarak vurulmuştur" denilir. Yine dökülmüş su anlamın­da-, denilir. Yere çekilmiş su anlamında; adil kişi anlamın­da da; denilir.

el-Hasen ve Hz. Âişe; şeklinde "dal" harfi ile okumuşlardır ki taze kan demektir. Bunun değişikliğe uğramış kan anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı eş-Şa'bî yapmıştır. Bu kelime aynı zamanda kü­çük yaştaki çocukların tırnaklarında görülen beyazhk anlamına da gelir. Buna göre gömlek üzerindeki kanın iki rengin birbirinden farklı olması ba­kımından tırnakta görülen beyazlığa benzetilmiş olması da mümkündür.[96]

 

2- Hz. Yûsuf un Gömlekleri:

 

(Malîkî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerle­rine olsun- derler ki: Hz. Yûsuf'un kardeşleri kanı doğruluklarına alamet ola­rak göstermek isteyince, yüce Allah bu alametle birlikte onunla çelişen bir başka alameti de çıkardı. Bu da onun gömleğinde herhangi bir şekilde parçalayıcı dişlerden gömleğinin kurtulmuş olması, yırtılmamış olmasıdır. Çün­kü kurdun Yûsuf’u, üzerinde bulunan gömleği yırtıp parçalamaksızın yeme­sine imkan yoktur. Hz. Ya'kub gömleği dikkatle inceleyince, onda herhan­gi bir yırtık ve herhangi bir iz bulmayınca bunu yalan söylediklerine delil gör­dü ve onlara: Bu kurt ne kadar da hikmetle hareket eden birisiymiş? Yûsuf'u yiyecek ve gömleğini parçalamayacak ha! Bu açıklamayı İbn Abbas ve baş­kaları yapmıştır.

İsrail, Simâk b. Harb'dan, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Gömleğin üzerindeki kan bir keçi kanı idi.

Süfyan, Simâk'dan, o İkrime'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nak­letmektedir: Hz. Ya'kub gömleğe bakınca, yalan söylediniz dedi. Çünkü kurt onu yemiş olsaydı, elbette gömleğini de parçalayacaktı.

el-Maverdînin naklettiğine göre Hz. Yûsufun gömleğinde üç tane alâmet (mucize) vardı. Birincisi babalarına üzerinde yalancıktan kanlı olarak onu gö­türdüklerinde, ikincisi gömleği arkadan yırtıldığında, üçüncüsü de gömleği babasının yüzüne bırakılınca gözlerinin görüvermesinde.

Derim ki: Ancak bu görüş kabul edilemez. Çünkü kardeşlerinin getirdik­leri ve üzerinde yalancıktan kanlı olan gömlek, arkadan yırtılan gömlekle ay­nı değildir. Müjdecinin Hz. Ya'kub'a getirdiği gömlek de başkadır.

Hz. YûsuPun arkadan yırtılan gömleği ile babasına getirildiğinde gözle­rinin görmesine sebep teşkil eden gömleğin aynı olduğu da söylenmiştir. İle­ride yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında açıklanacağı gibi.

Yine rivayet edildiğine göre kardeşleri, babalarına: Hayır, hırsızlar onu öl­dürdü, dediler ve böylelikle sözleri birbirini tutmaz oldu. Babaları da onları itham etti ve onlara şöyle dedi: Önce kurdun onu yediğini iddia ediyorsunuz, eğer kurt onu yemiş olsaydı, dişleri derisine ulaşmadan önce gömleğini par­çalardı. Ben ise bu gömlekte herhangi bir yırtık görmüyorum. Hırsızların onu öldürdüğünü iddia ediyorsunuz, hırsızlar onu öldürmüş olsaydı, şüphesiz gömleğini de alırlardı. Çünkü hırsızlar onun elbisesinden başka neyi istiyorlardı ki? Bunun üzerine: "Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten sen btee inan­mazsın" dediler. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Ya­ni bizler, doğruluk sıfatına sahip olsak dahi, yine sen bizi itham edersin.[97]

 

3- Fıkhı Meselelerde Emareler ve Karineler:

 

Fukahâ bu âyet-i kerîmeyi delil kabul ederek, kasâme[98] ve buna benzer hkhî bir takım meselelerde emareleri göz önünde bulundurmuşlar ve ittifak­la Hz. Ya'kub'un oğullarının yalan söylemelerine, gömleğin sağlamlığım delil gösterdiğini kabul etmişlerdir. Buna göre bir meseleye bakan bir kim­senin emarelere ve alâmetlere -çelişmeleri halinde- dikkat etmesi, üzerlerin­de dikkatle durması gerekmektedir. Bunlardan hangisi ağır basarsa, o ağır ba­san tarafa göre hüküm verir. İşte bu, ithamın kuvveti demek olup, buna gö­re hüküm verilebileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu açıklamayı İb-nu'1-Arabî yapmıştır.

Yüce Allah'ın: "Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sü­rüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır" buyruğuna dair açıklama­larımızı da üç başlık halinde sunacağız:[99]

 

1- Hz. Ya'kub'un Çocuklarının Söylediklerine Înanmayışı:

 

Rivayete göre Hz. Ya'kub'a çocukları: "Onu kurt yemiş" deyince onlara: Kurt onun bir uzvunu olsun geriye bırakmadı mı? Siz de onu bana getirsey­diniz, ben de onunla bir teselli bulurdum. Geriye bana bir elbisesini dahi bı­rakmadı mı? O elbisesinden, onun kokusunu koklardım. Bunun üzerine oğullan: Evet işte kanının bulaşmış olduğu gömleği, dediler. İşte yüce Allah'ın: "Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler" buyruğunda anla­tılan budur.

Bunun üzerine Hz. Ya'kub ağladı, çocuklarına da şöyle dedi: Bana göm­leğini gösteriniz. Ona gömleğini gösterince, onu koklayıp öptü. Daha son­ra bu gömleği evirip, çevirmeye başladı. Ancak gömlekte herhangi bir yır­tık ve herhangi bir parçalanma görmeyince şöyle dedi: Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki, bugüne kadar bunun gibi hikmetli hareket eden bir kurt görmedim. Oğlumu yeyip parçaladığı, onu gömleğinin İçinden çekip çıkardığı halde üzerindeki gömleğini parçalama­mış. Böylelikle Hz. Ya'kub durumun dedikleri gibi olmadığını, kurdun onu yemediğini anladı. Ağlayarak ve üzüntü içerisinde kızmış haliyle onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey çocuklarım! Bana oğlumu gösteriniz, eğer hayatta ise onu tekrar yanıma getiririm. Eğer ölü ise onu kefenler ve gömerim.

Denildiğine göre işte o vakit şöyle dediler: Babamızın sözlerimizin yalan olduğunu nasıl iddia ettiğine bakmaz mısınız? Haydi gelin onu kuyudan çı­kartalım ve onu parçalayalım. Daha sonra da organlarından birisini babamı­za getirelim, o vakit söylediğimizi doğru kabul eder ve böylelikle ümidini de keser. Bunun üzerine Yehudâ şöyle der: Allah'a yemin ederim bunu yapa­cak olursanız, hayatta kaldığım sürece size düşman kesilirim ve yaptığınız bu kötülüğü babanıza haber veririm.

Onlar da şöyle dediler: Böyle bir şeyi yapmamıza engel olduğuna göre, haydi gelin ona bir kurt yakalayalım. Bu sefer bir kurt yakalayarak, kurdu ip­lerle bağladılar. Sonra da onu Hz. Ya'kub'a getirip şöyle dediler: Ey babamız! İşte bizim koyunlanmıza saldıran ve koyunlarımızı yakalayan kurt budur. Kar­deşimizi yakalayarak, yüreğimizi parçalayan da bu olabilir. Bunda bizim şüp­hemiz yoktur, işte Yûsuf'un kanının izleri de onun üzerinde görülmektedir. Bunun üzerine Hz. Ya'kub: Kurdu serbest bırakın, deyince onlar da kurdu serbest bıraktılar. Kurt Hz. Ya'kub'a doğru şirin hareketlerde bulunarak ona yaklaşmaya koyuldu. Hz. Ya'kub da ona: Yaklaş, yaklaş diyordu. Nihayet kurt yanağını Hz. Ya'kub'un yanağına yapıştırınca, ona: Ey kurt! niçin oğlumu öl­dürerek, yüreğimi yaktın ve uzun süre kesilmeyecek bir kedere beni boğdun, dedikten sonra şöyle dua etti: Allah'ım sen bunu konuştur. Allah kurdu ko­nuşturunca şöyle dedi: Seni peygamber olarak seçen hakki için, ben onun etini yemedim. Derisini parçalamadım, onun tüylerinden bir tanesini olsun koparmadım. Allah'a yemin ederim, benim senin oğlundan haberim yoktur. Ben yabancı bir kurdum, Mısır taraflarından kaybettiğim bir kardeşimi ara­maya geldim, bitemiyorum hayatta mıdır, ölü müdür? diye. Bu sefer senin oğullanrı beni yakalayıp bağladılar. Şüphesiz peygamberlerin etlerini yemek bizlere ve bütün yırtıcı hayvanlara yasak kılınmıştır. Allah'a yemin ederim, peygamberlerin evlatlarının yırtıcı hayvanlara yalan iftirada bulundukları bir yerde ben de kalmam.

Hz. Ya'kub onu serbest bırakıp şöyle der: Allah'a yemin ederim ki siz ken­di aleyhinize bir delil getirmiş oldunuz. İşte bu dilsiz bir kurttur, bakınız o bile kardeşini aramaya çıkmış. Siz ise kendi kardeşinizi telef ettiniz, esasen ben kurdun sizin onun hakkında söylediğinizden uzak olduğunu, masum olduğunu biliyordum.[100] "Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" size böyle davran­mayı güzel göstermiş "böyle bir işe sürüklemiş." Sizin dediğinizden ve söy­lediğinizden başka bir iş yapmaya kadar gitmişsiniz.

Daha sonra da Hz. Ya'kub kendisini tahammüle hazırlamak üzere: "Artık bana düşen güzel bir sabırdır, dedi." Bu da bir sonraki başlığın konusudur.[101]

 

2- Hz. Ya'kub'un Güzel Sabrı:

 

ez-Zeccâc der ki: Bu buyruk şu demektir: Benim yapacağım ve benim yap­mam gerektiğine inandığım, güzel bir şekilde sabretmekten ibarettir. Kutrub da şöyle açıklamıştır: Artık benim sabrım, güzel bir sabır (olmalOdır. Bunun, güzel bir sabır bana daha çok yaraşır, anlamına geldiği de söylenmiştir. O hal­de (âyet-i kerîmedeki) bu buyruk mübtedadır, haberi de hazf edilmiştir.

Rivayet olunduğuna göre Peygamber (sav)e güzel sabır hak[102]kında soru so­rulmuş o da şu cevabı vermiş: "O beraberinde hiçbir şikayetin bulunmadı­ğı bir sabırdır."

Yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında daha geniş açıklamalar da gele­cektir.

Ebu Hatim der ki: İsa b. Ömer, Sehl b. Yûsuf'un iddia ettiğine göre bu buy­ruğu şeklinde okumuş ve şöyle demiş: el-Eşheb el-Ukeylî de böy­le okumuştur ve şöyle demiştir: Enes ile Ebu Salih'in, Mushaf'larında da böy­le idi.

el-Muberred der ki; Güzel bir sabır" ifadesinin ref ile okun­ması nasb ile okunmasından daha uygundur, çünkü anlamı şöyledir: Rabbim ben güzel bir sabra sahibim. Ayrıca el-Muberred der ki: Nasb ile okunması mastar olarak kabul edilmesine göredir. Yani; "Artık şüp­hesiz ben güzel bir şekilde sabredeceğim" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Geceleyin uzunca yürümekten devem bana şikayet etti. Güzel bir şekilde Sabret, (dedim). İşte ikimiz de belâlarla karşı karşıya bulunuyoruz."

Güzel sabır, herhangi bir tahammülsüzlüğün ve şikayetin bulunmadığı sa­bırdır. Denildiğine göre: Buyruğun anlamı şudur: Ben yüzümden kederin oku­nacağı, asık bir suratla sizinle oturup kalkmayacağım. Aksine önceden sizin­le nasıl idiysem, yine öyle oturup kalkmaya devam edeceğim. Bu ifade de onun, çocuklannı sorgulamaktan vazgeçip onları affettiğine delil olan bir ta­raf ta vardır.

Habib b. Ebi Sabit'ten nakledildiğine göre Hz. Ya'kub'un kaşları gözleri­nin üzerine düşmüştü ama, onlan bir bezle yukarı doğru kaldırırmış. Ken­disine: Bu da ne oluyor? denince, şu cevabı verirmiş: Aradan geçen uzun za­man ve pek çok keder diye. Bunun üzerine yüce Allah: Beni şikayet mi edi­yorsun, ey Ya'kub? deyince, Hz. Ya'kub şu cevabı vermiş: Rabbim bir hata yaptım, ne olur onu bana bağışla!

"Sizin şu söylediklerinize karşı" yani bana söylediğiniz bu yalanlara kat­lanabilmek için 'Yardımına sığınılacak Allah'tır" îdiye sözlerini tamamla­dı). "Yardımına sığınılacak Allah'tır" anlamındaki buyruk da mübtedâ ve haberdir.[103]

 

3- Hz. Ya'kub'un, Oğullarının Verdiği Haberlere Karşı Tutumu:

 

İbn Ebi Rifâa der ki: Görüş belirten rey sahiplerinin peygamber olarak Hz. Ya'kub'un zannını ele aldıklarında, kendi kanaatlerini itham etmeleri gere­kir. Çünkü oğullan kendisine: "Biz yarış yapalım diye gittik. Yusuf u da eş­yamızın yanında bırakmıştık. Ona kurt yemiş" dediklerinde o da kendi­lerine: "Bayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış. Böyle bir işe sürüklemiş. Ar­tık bana düşen güzel bir sabırdır" demişti ve burada isabet etmişti. Daha sonra İse kendisine: "Gerçek şu ki senin oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bil­diğimize göre şahitlik ediyoruz. Gaybın bekçileri de değiliz" dediklerinde o da: 'Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş" (Yûsuf, 12/81-83) demiş ve burada da isabet etmemişti.[104]

 

19. Bir yolcu kafilesi gelip sucularını yolladılar. O da kovasını sar­kıttı. "Aaal... müjde işte genç bir çocuk" dedi. Onu bir ticaret ma­lı gibi sakladılar. Allah İse ne yaptıklarını çok İyi bilendir.

"Bîr yolcu kafilesi gelip..." Yani Şam tarafından, Mısır'a doğru yol alıp gi­den bir arkadaş topluluğu geldi. Bunlar yollarını şaşırmışlardı. Nihayet ku­yuya yakın bir yerde konakladılar. Bu kuyu şehirden uzakça kurak bir yer­de idi. Çoban ve o yoldan geçip gidenler tarafından kullanılıyordu. Suyu da tuzlu idi, suya Hz. Yûsuf atıldığında suyu tatlanmıştı.

"Sucularını yolladılar." anlamındaki buyrukta zamirlerin müzekker gel­mesi manaya göredir. Eğer denilmiş olsaydı, lafza göre zamir­ler müennes getirilmiş olurdu. Nitekim;" Gelip" anlamındaki fiil de böyledir (müennesdir).

Sucu (el-vârid) ise topluluğa su götürmek üzere, suya giden kişidir. Mü-fessirlerin naklettiklerine göre bu sucunun adı Mâlik b. Du'r olup bu kişi Arab-ı Âribe'den idi.

"O da kovasını sarkıttı." Yani kovasını kuyuya bıraktı, saldı. Bu tabir ko­vasını doldurmak üzere salmasını anlatmak için kullanılır. Kovasını sarkıttıktan sonra çıkardı, anlamındadır. Bu açıklamalar el-Esmaî ve başka­larından nakledilmiştir.

"vav"lı bir fiil olup muzari ve maştan  şeklinde gelir ki; çe­kip çıkardı anlamındadır. Kovasını salmak demek olan; da böyledir (vav'lıdır.) Ancak "vav"lı kullanım ağır geldiğinden onu "ya"ya döndürmüş­lerdir. Çünkü "ya" harfi "vav" harfinden daha hafiftir. Bu açıklamayı Kûfeli-ler yapmıştır.

el-Halîl ve Sibeveyh ise şöyle derler: Bu Fiil üç harfi aşınca -muzari fiile tabi olarak "ya"ya geri çevirildi.

" Kova"nın asgari çoğul sayısı için, çoğul şekli, diye gelir. Bu çoğul daha da artarsa, denilir ve "vav", "ya"ya dönüştürülür. An­cak bu şekilde çoğulun yapılması, babların da değişik olmasına sebeb olup bu değiştirme de tekil ile çoğul arasındaki farkı ortaya çıkarmak için yapı­lır. şekli de çoğuldur.

Hz. Yûsuf (sarkıtılan kovanın) ipine asıldı. Ondördündeki ay gibi güzel bir çocuk ile karşı karşıya kaldılar. Peygamber (sav) Müslim'in, Sahih'ınde yer alan İsra hadisinde şunlan söylemektedir: "Yûsuf ile karşılaştım. Ona gü­zelliğin yansının verildiğini gördüm. "[105]

Ka'b el-Ahbar der ki: Yûsuf güzel yüzlü, siyah saçlı, iri gözlü, mutedil ya­pılı, beyaz tenli, kollan ve pazuları kalın, göbeksiz, göbek çukuru küçük idi. Gülümsediği vakit onun ön dişlerinden adeta bir nur görülürdü, konuştuğu vakit sözlerinde dişlerinin arasından güneş parıltısı görülürdü. Hiç kimse onun niteliğini anlatamaz. Güzelliği geceye göre gündüzün aydınlığı, ışığı gibiy­di. Hz. Adem'i yüce Allah'ın yaratıp da içine ruhunu üflediği ve masiyet iş­lemeden önceki haline benzerdi.

Denildiğine göre Hz. Yûsuf bu güzelliği, babası Ya'kub'un babaannesi Sa-re'den miras almıştı. Sare'ye güzelliğin altıda biri verilmişti. Sucu Malik b. Du'r, Hz. Yûsuf u görünce: "Aaa! Müjde işte genç bir çocuk" demişti. Medineli-lerle, Basrahlar bunu; "Aaa! müjde bana! İşte genç bir ço­cuk* diye okumuşlardır. Ancak İbn Ebi İshak bunu; şeklin­de okumuştur ki burada "elif, "ya"ya kalbedilmiştir. Çünkü bu "ya"nın mâ kabli (ondan önceki harf) esreli okunur. "Elifin -burada- esreli okunuşu ca­iz olmadığından dolayı onun da "ya"ya kalbedilmesi bu esreden bedel ka­bul edilmiştir.

Kûfeliler ise izafet olmaksızın; "Aaa! Müjde" diye okumuşlar­dır. Bunun anlamı ile ilgili iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu çocuğun adı­dır, ikinci görüşe göre de anlamı şudur: Ey müjde! İşte bu, senin vaktin ve zamanındır.

Kata de ve es-Süddî derler ki: Sucu kovasını sarkıttığında, Yûsuf kovaya asıldı. Sucu da: Aaa! müjde, İşte genç bir çocuk! demişti. Katâde der ki: O bu sözleriyle arkadaşlarına bir köle bulduğu müjdesini vermişti. es-Süddî de der ki: O böylelikle adı Büşrâ olan bir adama seslenmişti. (Buna göre anlam şöy­le olur: Ey Büşra! İşte genç bir çocuk buldum.)

en-Nehhâs der ki: Katâde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı Ke-rîm'de pek az müstesna hiçbir kimsenin adı zikredilmemiştir. Kur'ân-ı Ke-rîm'de genellikle zamirler ile şahıslardan söz edilir. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "O günde zalim ellerini ısırıp..." (el-Furkan, 25/27) Bura­daki zalimden kasıt Ukbe b. Ebi Muayt'tır. Bundan sonra da: "Eyvah banal Keşke filanı dost edinmeseydim." (el-Furkan, 25/28.) diye buyurulmaktadır ki burada da kastedilen kişi Umeyye b. Haleftir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Müjdeleyerek seslenmenin anlamı İse hazır bulunanlara müjde vermek­tir. Bu da bir kimsenin; ben müjdeliyorum; demesinden daha pekiştirici bir ifadedir. Tıpkı bir kimsenin: Hayret! demesi gibi ki: Bu da bu gün hayret edi­lecek bir gündür, bu alametlerinden hayret olunur, ey hayret! Haydi gel! an­lamına gelir ki; Sibeveyh'in görüşüne göre açıklama böyledir. es-Süheylî de böyle demiştir. Bir diğer görüşe göre bu şuna benzer: Vay ben ne kadar se­vinçliyim, demektir.

"Büşrâ" kelimesi "istibşar'dan mastardır. Bu görüş daha sahihtir, isim olsaydı mütekellim zamirine muzaf olarak gelmezdi. Buna göre; " Müjdeler olsun bana!" ifadesi nasb mahallinde olur. Çünkü bu, izafet terki­bine yapılan bir nidadır. Buradaki nidanın anlamı da dikkat çekmektir, ya­ni benim sevincime, benim neşeme dikkat ediniz.

es-Süddî'nin görüşüne göre ise; " Ey Zeyd işte bu bir ço­cuktur, deme gibi ref mahallindedir. Bununla birlikte; "Ey adam" sözü ile yüce Allah'ın: "Ey şu kullara hasret" (Yâsîn, 36/30) buyruğunda olduğu gibi, nasb mahallinde olması da mümkündür. Ancak "büş-râ" kelimesinin tenvinsiz gelmesi munsarıf olmadığından dolayıdır.

"Onu bir ticaret malı gibi sakladılar." buyruğundaki "o" za­miri Yûsuf (a.s)a aittir. "Vav (....lar.r zamiri ise kardeşlerine aittir. Onu satın alan tüccarlara ait olduğu söylendiği gibi; su almaya giden kişiye ve arkadaş­larına ait olduğu da söylenmiştir.

"Bir ticaret malı gibi" ifadesi ise hal olarak nasbedilmiştir.

Mücahid dedi ki: Onu gizleyen Malik b. Du'r ve arkadaşlarıdır. Onu be­raberlerinde bulunan tüccar arkadaşlarından saklamışlar ve onlara şöyle demişlerdi: Bu Şam halkından birisinin yahut ta bu su sahiplerinin bize Mı­sır'a kadar götürmek üzere verdikleri bir ticaret malıdır. Onlara bu şekilde söylemelerine sebep ise kendileri ne ortak olmaları korkusu idi.

İbn Abbas der ki: Yûsuf kuyudan çıkartıldığında Yûsufun kardeşleri onun bir ticaret malı olduğunu gizlice söylemişlerdi. Çünkü kardeşleri gelip: Bu yaptığınız iş ne kadar kötü demişlerdi. Çünkü bu bizim kaçmayı huy edin­miş bir kölemizdir. Yûsuf'a da İbranice şöyle demişlerdi: Ya bizim kölemiz olduğunu sen de ikrar edersin ve seni bunlara satarız yahut ta seni ellerin­den alır öldürürüz. Hz. Yûsuf da: Hayır, ben sizin köleniz olduğumu ikrar ede­ceğim, diyerek onlara köleleri olduğu ikrarında bulundu. Kardeşleri de Yûsuf’u onlara sattılar.

Yine denildiğine göre; Yehudâ kendi dilleriyle kardeşleri Yûsuf’a: Sen kar­deşlerinin kölesi olduğunu itiraf et, çünkü bu şekilde davranmayacak olur­san, seni öldüreceklerinden korkarım. Belki Allah böylelikle sana bir çıkış yolu gösterir ve ölümden kurtulursun, demişti. Hz. Yûsuf da kardeşleri ken­disini öldürürler korkusuyla gerçek durumunu gizledi.

Onu çıkaran Malik b. Du'r: Allah'a yemin ederim bunun siması köle sima­sına benzemiyor, deyince kardeşleri o bizim himayemizde büyüdü, bizim ah­lâkımızla ahlâktandı, bizim edebimizi aldı, dediler. Bu sefer Malik: Sen bu işe ne dersin ey çocuk? deyince, Yûsuf: Doğru söylüyorlar, cevabını verdi. On­ların himayesinde büyüdüm, onlann huyunu aldım. Bunun üzerine Malik şöy­le dedi: Onu bana satacak olursanız, sizden satın alırım. Bunun üzerine kar­deşlerini ona sattılar. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu dile getirmektedir:[106]

 

20. Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar. Bunların ona rağbetleri yoktu.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız:[107]

 

1- Hz. Yûsuf’un Satılması:

 

Allah'ın: "Onu... sattılar" buyruğu ile aynı kökten hem "satın aldım" hem ne "sattım" anlamında olmak üzere sözlükte; kullanılır. Şair der ki:

"Ve ben Burd'u sattım, keşke Burd'u sattıktan sonra Geceleyin kabirlere tüneyen bir kuş olsaydım."

Burada "satmak" anlamında kullanılmıştır. Bir başka şair de şöyle demek-

“Onu (yayını) satınca, gözlerinden yaşlar taştı, kalbinde de bu işi Kınamaktan dolayı oldukça yakıcı bir elem olduğu halde."

"Düşük bir fiyata" eksik bir fiyata sattılar, demektir, kelimesi bu mastar olup isim yerine kullanılmıştır. Yani onu düşük bir değere, eksik bir pahaya sattılar.

Kardeşleri onun bedelinden faydalanmak maksadında değildi.Onların asıl maksadı babalarının yalnızca kendilerine teveccüh edecek (sevecek) hale gelmesini sağlamaktı.

Denildiğine göre Yehudâ uzak bir yerden Yûsuf'un kuyudan çıkarıldığını görünce, kardeşlerine haber verdi. Onlar da, gelip geçen yolcu kafilesine onu sattılar.

Bir diğer görüşe göre durum böyle değildir. Aksine onlar üç gün sonra du­rumu öğrenmek üzere kuyuya geldiler, orada yolcu kafilesinin izlerini görünce onları takib ettiler ve: Bu bizim kaçmış bir kölemizdir, diyerek onu yol­cu kafilesine sattılar.

Katâde der ki: "Düşük fîyat'dan kasıt zulüm ile sattılar demektir. ed-Dehhâk, Mukatil, es-Süddî ve İbn Atâ ise "düşük flyaftan kasıt, onu haram bir bedel karşılığında sattıklarıdır, demişlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu tefsirlerin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bununla sa­dece Yûsuf'a karşılık verilen fiyatın gerçek değeri olmadığına işaret edilmek­tedir. Çünkü kardeşleri her ne kadar onu sattı iseler de, onlar onun karşılığın­da alacakları bedelden yararlanmak maksadını gütmüyorlardı. Onların bütün maksatları Yûsuf un uzaklaşması suretiyle babalarının yalnızca kendilerine te­veccüh etmesi suretiyle elde edecekleri faydadan ibaretti. Şayet onu "satın alan­lar" (çünkü kelime, hem satmak hem satın almak anlamındadır) gelen kafi­le idiyse, onu diğer arkadaşlarından gizleyerek yalnız kendilerinin olsun is­tediklerinden böyle yapmışlardı, demektir. Ya da (aynı maksatla): Bu bizim­le birlikte bir ticaret malı olarak gönderildi, demişlerdi. Böylelikle kendileri­ne göre, karşılığında herhangi bir bedel ödemiş olmuyor, bedelleri karşılığın­da aldıklarının bütünüyle kâr olduğunu anlatmış oluyorlardı.

Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin: "Bununla ona karşılık alınan bedelin onun ger­çek kıymeti olmadığına işaret edilmektedir" şeklindeki ifadesi şuna delildir: Şayet kardeşleri onun tam değerini almış olsalardı, bu da caiz olurdu. Ancak durum böyle değildir. O halde bu, es-Süddî'nin ve diğerlerinin söyledikle­rinin doğruluğuna delildir. Çünkü kardeşleri satılması caiz olmayan bir kişi üzerinde satış akdi yaptılar. Bundan dolayı kardeşlerinin onun bedelini ye­meleri helâl olmazdı.

İkrime ve eş-Şa'bî ise az, bir pahaya sattılar, diye açıklamışlardır. İbn Hay-yân ise bozuk ve kalp paraya sattılar, diye açıklamıştır.

İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan nakledildiğine göre YûsuPu yirmi dirhem karşılığında sattılar. Kardeşlerinden herbirisi iki dirhem aldı, (çünkü) on kar­deş idiler. Katâde ve es-Süddî de böyle demişlerdir.

Ebu'l-Âliye ve Mukatil der ki: Yirmüki dirheme sattılar, onlar onbir kişi idi­ler. Herbirisi İkişer dirhem aldı. Mücahid de böyle demiştir.

İkrime de kırk dirheme sattılar demektedir. Ancak sahabiden gelen riva­yet daha uygundur.

"Düşük" anlamındaki kelime "fiyat" anlamındaki kelimenin sıfatıdır, "Dİrhem(ler)" ise onun bedeli ve açıklaması (tefsiri yani temyiz)dir. "Dirhemler" şeklindeki çoğulu tekilinin, olmasına göredir. Bu Sibeveylı'e göre çoğul isim de olabilir, ayıa şekilde "he"nin esresinin uza­tılması sonucu "ya "ya dönüşmesi de olabilir. Buradaki med, maksur elifin meddi türünden değildir. Çünkü maksur elifin meddi Basratılara göre şiirde olsun, başka şekilde olsun caiz değildir. Nahivciler şu beyiti naklederler:

"Onun (devenin) on ayakları bütün öğle sıcaklarında çakıl taşlarını (çok hızlı yürüdü|fimden dolayı) Sarrafların dirhemleri sayıp ödedikleri gibi uzaklaştırır."

"Sayılı" anlamındaki kelime de dirhemlerin sıfatıdır. Bu da şuna delildin Paralar onlar nezdinde ağırlık ile dçğil, sayı ile kullanılıyordu.

Bunun, verilen bedelin azlığını anlatmak için kullanılan bir ifade olduğu da söylenmiştir. Çünkü verilen bu dirhemler azlığından dolayı tartılacak miktan bulamamıştı. Çünkü onlar bir ukiyeden daha aşağı miktardaki bedel­leri tartmazdı ki, bir ukiye de kırk dirhemdir.[108]

 

2- Altın ve Gümüş Paralarda Aslolan Tartı mıdır? Sayı mıdır?

 

Kadı İbnu'l-Arabî der ki: İki nakitte (altın ve gümüş paralarda) aslolan tar­tıdır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Altını altına karşılık, gümüşü gü­müşe karşılık ancak eşit tartılarda satınız. Kim daha fazla verir veya daha faz­lasını isterse o kimse faize düşmüş olur."[109]

Tartının faydası, ancak miktarın tesbitinde ortaya çıkar. Aynî olmasının bir faydası yoktur, Şu kadar var ki, işlemlerin çokluğu dolayısıyla tartı zor ve ağır geleceğinden insanların yükünü hafifletmek kastı ile bu vakitlerde sayı iti­bar edilegelmiştir. Öyle ki eğer herhangi bir eksiklikleri veya fazlalıkları söz konusu olmadan mıskal veya dirhemler sikke olarak vurulacak olursa, sayı ile bunların biribirleriyle değiştirilmeleri (satımları) caiz olur. Eğer bunların ağırlıkları eksilecek olursa, yine durum tartıya avdet eder. İşte bundan do­layı -önceden de geçtiği gibi- kullanılan paraların kırılmaları veya kenarla­rının kırpılması yeryüzünde fesat çıkartmaktan sayılmıştır.[110]

 

3- Dinar ve Dirhemlerin Muayyen Olmaları Şart mıdır?

 

Dinar ve dirhemlerin tayin ile belirlenip belirlenmeyecekleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu hususta Malik'ten gelen rivayet de farklıdır. Eşheb bunlar için tayin söz konusu olmayacağı görüşündedir. Ma-lîk'in kuvvetli olan görüşü de budur, Ebu Hanife de böyle demiştir. Ancak İbnu'l-Kasım bunların tayin edileceği kanaatindedir. el-Kerhî'den de bu gö­rüş nakledilmiştir, Şafiî de böyle demiştir.

Bu konudaki görüş ayrılığının sonucu şu şekilde ortaya çıkar: Bizler dinar ve dirhemlerin tayin edilmeyeceği görüşünü kabul edecek olursak, birisi: Ben sana bu dinarları, şu dirhemlere karşılık satıyorum, diyecek olursa (ve bu ara­da bunlar telef olursa) dinarlar o miktarda dinar sahibinin zimmetine, dirhem­ler de o miktarda dirhem sahibinin zimmetine taalluk eder. Şayet (tayin edi­leceğini kabul edersek) bu dirhemler tayin edildikten sonra, telef olurlarsa sa­hiplerinin zimmetine herhangi bir şey taalluk etmez ve akit batıl olur. Tıpkı ticaret malları ve buna benzer sair aynların satışında olduğu gibi.[111]

 

4- Buluntu Çocuk Hür Müdür Değil Midir?

 

el-Hasen b. Ali (r.a)dan buluntu çocuğun hür olduğuna hükmettiği riva­yet edilmiştir. Buna delil olarak da: "Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dir­heme sattılar" buyruğunu okumuştur. Bu husustaki açıklamalar daha önce­den geçmiş bulunmaktadır.[112]

 

5- Hz. Yûsuf’a Rağbet Edilmeyişin Sebebi:

 

"Bunların ona rağbetleri yoktu" buyruğu ile ilgili olarak rağbet etmeyen­lerin kardeşleri olduğu, yolcu kafilesinin olduğu, yolcu kafilesinden su almak üzere kuyuya gidenlerin olduğu söylenmiştir. Durum ne olursa olsun, Yûsuf onların nazarında değer verilmesi gereken birisi değildi.

Kardeşlerinin nazarında değerli değildi. Çünkü onların maksadı karşılığın­da alınacak olan mal değil, babalarından uzaklaşmasıydi. Kafile nezdinde de­ğerli değildi. Çünkü kardeşleri onun kaçkın bir köle olduğunu söylemişler­di. Su almaya gelenlerin nezdinde rağbet edilen bir şey değildi. Çünkü arkadaşlarının da kendilerine onda ortak olacaklarından korktular ve karşılı­ğında verilecek az bir bedelin yalnız kendileri tarafından verilmesinin daha uygun olduğunu gördüler.[113]

 

6- Değerli Şeyi Az Bir Bedele Satın Almak:

 

Bu âyet-i kerîmede değerli bir şeyi az bir bedele satın almanın caiz oldu­ğuna ve satışın bağlayıcı olduğuna açtk bir delil vardır. Bundan dolayı Ma­lik şöyle demiştir: Bir kimse oldukça değerli bir inciyi bir tek dirheme sata­cak olsa, sonra da kişi: Ben onun inci olduğunu bilmiyordum, onu inciye benzeyen beyaz boncuk sanmıştım, dese bu satışı onun için bağlayıcı olur ve bu sözüne bakılmaz.

"Bunların ona rağbetleri yoktu" buyruğunun, güzelliğine rağbetleri yoktu, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, Hz. Yûsuf'a her ne kadar güzelliğin yarısını vermiş idi ise de ona ikram ve lütuf olmak üze­re onu satın alanların nefislerinin onu arzulamalarını gerektirecek sebeple­ri de bertaraf etmişti.

"Bunların ona rağbetleri yoktu" buyruğunun, Allah nezdindeki yüksek makamını bilmiyorlardı, demek olduğu da söylenmiştir.

Sibeveyh ve el-Kisaî "rağbet etmedim" anlamında; şeklin­de "he" harfinin esreli ve üstün okunuşu ile kullanıldığını nakletmişlerdir.[114]

 

21. Onu satın alan Mısırlı eşine: "Buna kıymet ver, iyi bok. Belki bi­ze faydası dokunur, yahut onu evlad ediniriz" dedi. İşte Biz, böy­lece Yusuf a o yerde İmkân hazırladık ve ona rüya yorumunu öğrettik. Allah emrinde galibtlr, fakat İnsanların çoğu bilmezler.

Yüce Allah'ın: "Onu satın alan Mısırlı eşine: Buna kıymet ver, iyi bak"

buyruğu ile ilgili olarak anlatıldığına göre; buradaki "satıh almak" değiştir­mek demektir. Çünkü o bir akit değildi. Yüce Allah'ın: "İşte onlar hidayet kar­şılığında, sapıklığı satın almış olanlardır" (el-Bakara, 2/16) buyruğunda ol­duğu gibidir.

Bir diğer görüşe göre onlar durumun zahirine göre bunun bir satın alma olduğunu sanmışlardı. O bakımdan bu lafız da zannın zahirine göre kulla­nılmıştır

ed-Dahhâk der ki: Onu satm alan kişi Mısır hükümdarı idi, lakabı da "Azîz"di. es-Süheylî ise adı Kifir'di demektedir. İbn İshak ise şöyle der: Adı Itfîr b. Ruveyhib'dir, onu hanımı Râ'îl için satın almıştı. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. Hanımının adının Zelîha olduğa da söylenmiştir.[115]

Allah, Azİz'in kalbine Yûsuf un sevgisini yerleştirmiş, o bakımdan o da ha­nımına ona iyi bakması için tavsiyede bulunmuştu. Bunu da el-Kuşeyrî nak­letmektedir. Hanımının adı ile ilgili iki görüşü es-İa'lebî ve başkaları da nak­letmektedir.

İbn Abbas der ki: Onu satın alan kişi Mısır hükümdarının veziri Kıtfîr'dir. Hükümdarın adı ise er-Reyyân b. el-Velid'dir. Adının el-Velid b. er-Reyyân olduğu da söylenmiştir ki, Amalikalılardan bir kişi idi. Onu satın alanın Hz. Musa dönemindeki Firavun olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hz. Musa şöy­le demişti:[116] "Andolsun önceden Yûsuf da size apaçık belgelerle gelmiş idi.(el-Mu'min, 40/34) Bu Firavun dörtyüz yıl yaşamıştı.

Hz. Musa'nın dönemindeki Firavun'un, Hz. Yûsuf'un dönemindeki Fira-vun'un soyundan geldiği de söylenmiştir. İleride Mü'min Sûresi'nde (40/34. âyetin açıklamasında) geleceği gibi.

Hz. Yûsuf'u satın alan bu Aziz, hükümdarın hazinelerinin yöneticisi idi. Hz. Yûsuf'u, Malik b. Du'r'dan yirmi dinara satın almıştı. Ayrıca ona bir ta­kım elbise ve iki çift ayakkabı da vermişti. Hz. Yûsuf'u yol arkadaşlarının ak­rabalarından satın aldığı da söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf açık artırma yolu ile satıldı ve değe­ri ağırlığının bir kaç katı misk, anber, ipek, gümüş, altın, inci ve mücevhe­ratı bui-du ki, bunların gerçek kıymetlerini Allah'tan başka kimse bilemez. Kıtfır bu bedel karşılığında onu Malik b. Du'r'dan satın almıştı. Bunu da Vehb b. Münebbih söylemiştir.

Yine Vehb ve başkaları derler ki: Malik b. Du'r, Hz. Yûsuf u kardeşlerin­den satın alınca kendisiyle kardeşleri arasında şöyle bir yazılı akit düzenle­di: "Bu Malik b. Du'r'un Ya'kub oğullarından satm aldığıdır. Onların adı fi­lan ve filandır. Onlara ait olan bir köleyi yirmi dirheme satın almıştır. Malik'e kölenin kaçkın olduğunu ileri sürmüşler ve bu köleyi ancak zincirlere vurul­muş ve bağlanmış olarak götürmesini şart koşmuşlardır. O da onlara böyle yapacağına dair Allah adına söz vermiştir."

Daha sonra Yûsuf şöyle diyerek onlardan vedalaşti: Siz beni korumadı­nız, Allah sizi korusun. Siz beni yardımsız bıraktınız, Allah yardımcınız ol­sun. Siz bana merhamet etmediniz, Allah size merhamet buyursun.

Derler ki: Koyunlar kannlanndaki yavrularını bu çetin vedalaşmadan dolayı taze bir kan şeklinde bırakıverdiler. Hz. Yûsufu altında minder ve üs­tünde Örtü bulunmaksızın tahta bir eğer üzerinde taşıdılar. Zincire vurulmuş, elleri bağlanmış vaziyette götürdüler.

Kenan hanedanının kabristanının yanından geçtiğinde annesinin mezarı­nı gördü. Onu korumak üzere siyahi bir bekçi koymuşlardı. Bu bekçinin ga­fil kalmasından istifade ederek, Yûsuf kendisini annesinin kabri üzerine at­tı. Kabir üzerinde yuvarlanmaya, kabre sarılmaya, çırpınmaya ve şöyle de­meye koyuldu: Anacığım! Başını kaldır, oğlunun zincirlere vurulmuş oldu­ğunu, ellerinin, ayaklarının bağlandığını gör! Beni babamdan ayırdılar. Al­lah'tan, rahmetinin altında bizi bir araya getirmesini dile, çünkü O merhamet­lilerin en merhametlisidir.

Bu sırada siyahi onu deve üzerinde göremeyince, aramaya kovuldu. Bir ka­bir üzerinde bir beyazlığı farkedince, oraya dikkatle baktı, o beyazlığın o ol­duğunu anladı. Ayağıyla toprak üzerinde bulunan Yûsuf'a tekme attı, onu top­rakta yuvarladı ve canını yakacak şekilde onu dövdü. Yûsuf ona: Yapma de­di. Allah'a yemin ederim ben kaçmadım, kurtulmak kastıyla da bunu yapma­dım. Sadece annemin mezarının yanından geçerken ondan vedalaşmak iste­dim. Bundan sonra da hoşunuza gitmeyecek hiçbir şey yapmayacağım.

Ancak siyahi bekçi ona şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki sen çok kötü bir kölesin, bazen babanı çağırıyorsun, bazen anneni. Sen aynı şeyleri niçin eski efendilerinin yanında yapmıyordun?

Bu sefer Yûsuf ellerini semaya kaldırarak şöyle dua etti: Allah'ım eğer be­nim, Sen'in nezdinde, Sana yalvarmama yüz bırakmayacak türden bir güna­hım varsa, atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un hatırı için bana mağfiret bu­yurmanı, bana merhamet etmeni dilerim Sen'den.

Bunun üzerine gökte melekler feryad etti, Hz. Cebrail inip ona: Ey Yûsuf dedi. Sesini kes, çünkü gökteki melekleri bile ağlattın. İster misin ki yerin al­tını üstüne getireyim? Bu sefer Yûsuf şöyle dedi: Hayır, dur ey Cebrail! Şüp­hesiz Allah Halim'dir, acele etmez. Cebrail (as) kanadım yere vurdu, her ta­raf karardı. Toz yükseldi, güneş tutuldu. Kafiledekiler birbirlerini tanımaz ol­dular. Kafile başkanı: Aranızdan kim büyük bir günah işledi? dedi. Ben şu ka­tlar zamandır yolculuk yapıyorum, hiçbir zaman başıma buna benzer bir mu­sibet gelmedi.

Siyahi bekçi şöyle dedi: Ben şu İbrani köleye bir tokat vurdum, o da el­lerini semaya kaldırıp anlayamadığım sözler söyledi. Bize beddua ettiğinden şüphem yok. Kafile başkanı ona: Sen bizi helak etmekten başka bir şey is­temiyorsun galiba, haydi onu yanımıza gebe, dedi. Bekçi, Hz. Yûsuf'u kafile başkanının yanına getirince, başkan ona: Ey delikanlı! Bu adam sana bir tokat vurdu ve gördüğün şeyler başımıza geldi, eğer kısas uygulamak istiyor­san dilediğine kısas uygula ve eğer affedecek olursan bizim senden bekle­diğimiz odur.

Hz. Yûsuf şu cevabı verdi: Allah'ın beni affedeceğini umarak ben de af­fediyorum. Bunun üzerine karanlık ve tozlar açıldı, güneş göründü, yerin do­ğuları ve batıları aydınlandı. Tacir kişi sabah-akşam Hz. Yûsufu ziyaret et­meye, ona ikramda bulunmaya koyuldu ve Mısır'a vanncaya kadar bu hal böy­lece devam etti. Mısır'a vardığında, Hz. Yûsuf Nil'de yıkandı. Allah üzerin­deki yolculuğun yorgunluğunu giderdi, ona güzelliğini iade etti. Gündüz şe-iıire girdiler, Hz. Yûsuf un nuru duvarları aştı. Onu satmak üzere sundular, hükümdarın veziri Kıtfir onu satın aldı. Onu Kıtfîr'in satın aldığı görüşünü ön­ceden de geçtiği üzere İbn Abbas söylemiştir. .

Bir başka görüşe göre bu hükümdar Hz. Yûsuf'a iman edip, dini üzere ona tabi olduktan sonra ölmüştür. Öldüğünde de Hz. Yûsuf ülke hazinelerinin idaresini elinde tutuyordu. Bu hükümdardan sonra ise Kâbus başa geçti, Kâ­bus kâfir idi. Hz. Yûsuf onu İslâm'a davet ettiyse de kabul etmedi.

"Buna kıymet ver, İyi bak." Yani ona güzel yemek ver, yedir, güzel elbi­seler giydirip makamını, mevkiini üstün tut.

"Onun makam ve mevkii" (mealde: Ona kıymet ver) aslında bir yer­de ikamet etmek anlamına gelen;  den alınmadır. Buna dair açık­lamalar daha önceden ÂI-i İmran Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) ve baş­ka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Belki bize faydası dokunur. Yetişeceği vakit bazı işlerimizi o görür. "Ya­hut onu evlad ediniriz." İbn Abbas der ki: Onu satın alan kişi kısırdı, çocu­ğu olmazdı. İbn İshak da böyle demiştir: Kıtfîr hem iktidarsız, hem de kısır idi. Eğer: "Onun mülkü olmakla birlikte, nasıl "yahut onu evlad ediniriz" de­di. Çünkü hem evlad edinmek, hem kölelik birbiriyle çelişen şeylerdir" de­nilecek olursa, şöyle cevab verilin Önce onu azad eder, sonra onu evlatlık edinir. Geçmiş ümmetlerde evlad edinmek bilinen bir husustu. İleride yüce Allah'ın izniyle Ahzab Sûresi'nde (33/4. âyet, 5. başlıkta) açıklaması gelece­ği üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde de böyle idi. Abdullah b. Mes'ud der ki: İnsanlar arasında en ileri, feraset sahibi üç kişi vardır. Bunlardan birincisi Hz. Yûsuf taki özelliklerini farkedecek ferasete sahib olan ve: "Belki bize fayda­sı dokunur, yahut onu evlat ediniriz" diyen Aziz, diğeri babasına Hz. Mu­sa hakkında: "Onu ücrette tut, çünkü senin ücrette tuttuklarının en iyisi, kud­retli ve emin bir kişidir" (el-Kasas, 28/26) diyen Şuayb'ın ktzı ve Hz. Ömer'i kendisinden sonra halife adayı gösterdiğinde Ebu Bekir'dir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu haberi ittifakla zikretmeleri dolayısıyla müfessir-lere hayret doğrusu! Çünkü firaset ileride Hicr Sûresi'nde (.15/75- âyet, 2.baş-hkta) geleceği üzere garib (İslâm şeriatına yabancı) bir ilimdir. Ayrıca durum onların naklettikleri gibi de değildir. Çünkü Ebu Bekir es-Sıddîk Hz. Ömer'i görevlerde deneyerek, uzun süre ve devamlı sohbete devam ederek, onun ilim ve ihsanına muttali oldu ve kendisinden sonra halifeliğe aday gösterdi. Bu ise firaset yollarından bir yol değildir. Hz, Şuayb'in kızı ise ileride Kasas Sûresi'nde (28/26. âyetin tefsiri ve devamında) açıklanacağı üzere apaçık bir delile sahip olmuştu. Mısır Aziz'inin durumunun ise firaset olarak değerlen­dirilmesi mümkündür. Çünkü onun buna dair açık bir alameti yoktu. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

"İşte Biz, böylece Yûsuf a o yerde imkân hazırladık" buyruğunda yer alan: "İşte böylece" buyruğundaki "keP nasb mahallindedir. Onu kar­deşlerinden ve kuyudan kurtardığımız gibi, işte böylece ona yerde imkân da hazırladık, demektir. Yani onu satın alan hükümdarın kalbini ona meylettir­dik ve sonunda Yûsuf hükümdarın egemen olduğu ülkede emir vermek ve yasaklamak imkân ve iktidarına sahip oldu.

"Ve ona rüya yorumunu öğrettik." Yani Biz, bunu Hz. Ya'kub'un: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" (Yûsuf, 12/6) buyruğunu tasdik etmek üzere böyle yaptık. Anlamın: Biz ona tarafımızdan bir söz vahyedelim. Bu sö­zün yorum ve açıklamasını ve rüya yorumunu ona Öğretelim, diye ona imkân verdik demek olduğu da söylenmiştir. İfade burada tamam olmaktadır.

"Allah emrinde gallbtir" buyruğunda "emrinde" anlamını veren: deki "he" zamiri yüce Allah'a racidir, yani hiçbir şey Allah'a galib gelemez. Ak­sine O, irade ettiği herbir hususta bizzat galib gelir ve ona: Ol der, o da olu­verir.

Zamirin Hz. Yûsuf'a raci olduğu da söylenmiştir. Yani Allah Yûsuf'un em­rinde galib olandır. Onun, işlerini çekip çevirir, korur ve başkasına bırakmaz. Herhangi bir hileci ve düzenbazın hile ve düzeninin onu etkilemesine imkân vermez.

"Fakat insanların çoğu bilmezler." Allah'ın gaybından haberdar değildir­ler. Buradaki "çoğu" ile herkesin kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü hiçbir kimse gaybi bilemez. Bunun zahiri anlamında olduğu da söylenmiştir. Çün­kü yüce Allah, dilediği kimseleri kısmen de olsa gaybına muttali kılar. Anlamm şöyle olduğu da söylenmiştir: "Fakat insanların çoğu" Allah'ın emrin­de galib olduğunu "bilmezler." Bunlar ise müşrikler ve kadere iman etme­yen kimselerdir.

Hukemâ bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demişlerdir: "Allah emrinde galibtir." Çünkü Hz. Ya'kub rüyasını kardeşlerine anlatmamasını emretmişti. Fa­kat Allah'ın emri galib gelerek o kardeşlerine rüyasını anlattı.

Daha sonra kardeşleri onu öldürmek istediler, Allah'ın emri galib geldi ve sonunda hükümdar oldu, huzurunda secdeye kapandılar. Yine kardeşler, ba­balarının teveccühünün yalnız kendilerine münhasır kalmasını istediler. Al­lah'ın emri galib geldi ve sonunda babalarının kalbi onlara tahammül ede­mez oldu. Yetmiş yahut seksen yıl sonra bile onu hatırlayıp durdu ve: "Ey Yûsuf un yadigârı üzüntü ve kederim..." (Yûsuf, 12/84) dedi.

Kardeşleri bundan sonra salilı kimseler olmayı tasarladılar, yani tevbe ede­ceklerini zannettiler. Allah'ın emri galib gelerek, işledikleri günahı unuttu­lar ve bunun üzerinde ısrar ettiler. Sonunda yetmiş yıl sonra Yûsuf un huzu­runda bu günahlarım itiraf ettiler ve babalarına: "Gerçekten biz hata eden kimselerdik" (Yûsuf', 12/97) dediler.

Diğer taraftan ağlayarak ve getirdikleri kanlı gömlekle babalarını kandır­mak istediler. Allah'ın emri galib geldi ve babaları kanmadı. Bunun yerine: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" (Yûsuf', 12/18) demişti. Yûsuf un sevgisi­nin babalarının kalbinden çıkmasını İsteyerek, hileye başvurdular. Allah'ın emri galib gelerek, onun kalbindeki Yûsuf un sevgi ve Özlemi daha da art­tı. Aziz'in karısı bir plan kurarak önce söze kendisi başlayacak olursa, onu yenik düşüreceğini zannetti, ama Allah'ın emri galib geldi ve sonunda Az­iz: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten günahkâr­lardan oldun" (Yûsuf, 12/29) demişti. Sonra Hz. Yûsuf efendisine şarab içi-recek olanın durumunu efendisine hatırlatması suretiyle hapisten kurtulaca­ğını tasarladı, ama Allah'ın emri galib gelerek saki hatırlatmayı unuttu ve Hz. Yûsuf da hapiste daha bir kaç yıl kalmaya devam etti.[117]

 

22. Tam ergenlik çağına varınca, kendisine bir hüküm ve bir ilim verdik. İşte iyilik yapanları Biz böyle mükâfatlandırırız.

Yüce Allah'ın: "Tam ergenlik çağına varınca" buyruğundaki; "Tam ergenlik çağı" kelimesi Sibeveyh'e göre çoğuldur ve tekili;dır. el-Ki-saî ise tekilinin; olduğunu söylemiştir. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Onunla buluşma vaktim, günün en yüksek vakti (öğle sıcağı zamanı)dır. Sanki göğsü ve başı çivit otuyla boyanmış gibi."

Ebu Ubeyd ise bu kelimenin kendi lafzından türemiş Araplarca bilinen bir tekilinin olmadığını iddia etmektedir. Anlamı ise, güç ve kuvvetin tamamlan­dığı kemal noktasıdır. Bundan sonra eksiklik baş gösterir.

Mücahid ve Katade der ki: "el-eşudd" otuzüç yaşına tekabül eder. Rabia, Zeyd b. Estem ve Malik b. Enes ise bu ergenlik yaşına varmak demektir, di­ye açıklamışlardır. İlim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden Ni­sa Sûresi (4/6. âyet, 3. başlıkta) İle el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153- âyetler, 13- başlıkta) yeterli açıklamalarıyla geçmiş bulunmaktadır.

"Kendisine bir hüküm ve bir İlim verdik." Biz onu yönetimin başına ge­tirdik, diye de açıklanmıştır. O, hükümdarın egemenlik alanı içerisinde bizzat hüküm veriyordu. Yani Biz, ona hükmetme bilgisini verdik, anlamındadır.

Mücahid der ki: Biz ona akıl, kavrayış ve peygamberlik verdik, demek­tir. Buradaki iıükmün peygamberlik, ilmin de din olduğu da söylenmiştir. İl­min rüya ilmi olduğu da söylenmiştir. Ona genç bir çocukken peygamber­lik verildi, diyenler aynı zamanda ergenlik çağına ulaşınca da Biz onun kavrayış ve bilgisini arttırdık, diye de eklerler.

"İşte İyilik yapanları" yani mü'minleri "Biz böyle mükâfatlandırırız." Yû­suf'un sabrettiği gibi, musibetlere sabredenleri... diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

Taberî der ki: Bu buyruğun zahiri her İyilik yapan hakkında anlaşılmak­ta ise de, maksat Muhammed (sav)dir. Yüce Allah'ın buyruğu şu demektir: "Ben Yûsuf a -bunca zorluklarla karşılaştıktan sonra, ona bunca bağış ve İh­sanlar verdiğim gibi- seni de aynı şekilde, sana düşmanlıkla yönelen kavmi­nin müşriklerinden kurtaracağım ve yeryüzünde sana iktidar vereceğim."[118]

 

23. Evinde bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi. Ka­pıları sımsıkı kapadı ve: "Sana söylüyorum, haydi gel!" dedi. O İse: "Allah'a sığınının. Doğrusu o, benim efendündir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevkî vermiştir. Gerçekten zalimler kurtuluşa eremezler" dedi.

24. Andolsıın ki o kadın ona meyletmişti, o da o kadına meyletmiş­ti. Eğer Rabbİnİn burhanını görmemiş olsaydı... Ondan fenalı­ğı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o, Jhlâsa erdiril­miş kullarımızdandı.

"Evinde bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi." Bu kadın Aziz'in karışıdır. Ondan kendisi üe ilişki kurmasını istemişti.

"Murad almak istemek" aslında yumuşaklıkla dilemek ve taleb-te bulunmak demektir. de otlak aramak demektir. Bu kelimenin; " Yavaşlık"dan geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Fi­lan kişi yavaş ve sakin yürür" denilmektedir. Buna göre; "Yumu­şak bir şekilde istemek ve taleb etmek" anlamındadır,

Erkek hakkında; "Erkek kadından murad almak istedi" de­nilir. Kadın hakkında da; "Kadın erkekten murad almak iste­di" denilir, ise teenni demektir. " Bana mühlet verdi" denilir.

"Kapıları sımsıkı kapadı" anlamındaki buyrukta; " Sımsıkı kapa­dı "kelimesi çokluk ifade eder. "Kapıyı kapadı" anlamında; denilmez "Kapadı" kipi ise hem çok, hem az hakkında kullanılır. Nitekim el-Ferezdak, Ebu Amr b. el-Alâ hakkında şöyle demektedir:

"Ben Amr b. Ammar'ın yanına gelinceye kadar bir çok kapıları Kilitleyip açmaya devam edip durdum."

Denildiğine göre; kilitlediği kapılar yedi tane idi. Sonja da onu kendisin­den murad almaya çağırdı. "Ve sana söylüyorum, haydi gel! dedi."

"Çabuk, haydi" kelimesinin maştan da yoktur, çekimi de yapılmaz.

en-Nehhâs der kî: Bunda yedi ayn kıraat söz konusudur. Bu kıraatlerin en üstünü, sened İtibariyle en sahih olanlan el-A'meş'in, Ebu Vâil'den yaptığı ri­vayettir. Ebu Vâil dedi ki: Ben Abdullah b. Mes'ud'u; Sana söylü­yorum, çabuk yanıma gel!" diye okuduğunu dinledim. Ben ona: Bazıları bu-

nu: diye okumaktadırlar, dediysem de o: Ben ancak bana öğretil­diği gibi okurum, diye cevap verdi.

Ebu Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Kimisi bunu Abdullah b. Mes'ud'dan, o Pey­gamber (sav)den diye de rivayet ederler ki bu da pek uzak bir ihtimal de­ğildir. Çünkü Abdullah b. Mes'ud'un: Ben ancak bana öğretildiği gibi oku­rum, demesi bu okuyuşun Hz. Peygamber'e merfu bir rivayet olduğunun de­lilidir. Bu kıraat "te’’ ve "he" harflerinin üstün olarak okunması şeklindedir.

İbn Abbas, Said b. Cübeyr, el-Hasen, Mücahid ve İkrime'den nakledilen sahih kıraat de budur. Ebu Amr b. el-A'lâ, Âsim, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî de böyle okumuşlardır. Abdullah b. Mes'ud der ki: Kur'ân'a dair kati bir iddiada bulunmayınız. Çünkü o (telaffuzu itibariyle) sizden herhangi birisi­nin; "Haydi yaklaş, haydi gel" demenize benzer. (Yani bunu farklı telaffuzlarla kullanmanız gibidir).

tbn Ebi İshak en-Nahrî ise; diye "lıe" harfi üstün, "te" harfi de esreli olarak okumuştur.

Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî ile'İbn Kesir; şeklinde "he" har­fi üstün, "te" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Tarafe de der ki:

"Benim kavmim o kadar uzak kimseler değildir, Aşiretten bir çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde..."

İşte bu üç kıraatte de "he" harfi meftûhtur.

Ebu Ca'fer, Şeybe ve Nafî' ise; şeklinde "he" harfini esreli "te"yi de üstün okumuşlardır.

Yahyâ b. Vessab da; şeklinde "he" harfini esreli, "ya" sakin, "te" harfi de ötreli olarak okumuştur.

Ali b. Ebi Talib (r.a) ile îbn Abbas, Mücahid ve İkrime'den ise; şeklinde "he" harfi esreli, ondan sonra sakin bir hemze ve "te” harfini de öt­reli olarak okudukları rivayet edilmiştir.

İbn Âmir ve Şamlılardan ise; şeklinde "he" harfi esreli, sakin hem­ze ve "te" harfini de üstün olarak okumuşlardır.

Ebu Ca'fer der ki: "Te" harfinin üstün okunması (te harfinin aslı itibariy­le sakin olduğundan ötürü) iki sakinin yanyana gelmesinden dolayıdır. Çün­kü bu kelime de i'rab edilmemesi gereken;" Vazgeç ve sus" kelimeleri gibidir. Üstün, hareke oiarak hafiftir, zira bu kelimede "te"den önce "ya" harfi vardır. "Nerede ve nasü" kelimelerinde olduğu gibi.

Te" harfini esreli okuyanlar da, asloian esre olduğundan dolayı böyle okurlar. Çünkü sakin bir harfe hareke verilecek olursa, esre ile harekelenir.

Ötreli okuyanların böyle okuyuşu ise, bu okuyuşta gaye ve maksat anla­mı olduğundan dolayıdır. Yani kadın; "Seni çağırıyorum" demiş­ti. İzafet "ya"sı hazfedildikten sonra "te" harfi ötre üzere bina edilmiştir. Tıp­kı; "Orada, ve henüz, sonra" gibi.

Medinelilerin kıraati ile İlgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe göre üstün okunması önceden geçtiği gibi, iki sakinin yanyana gelmesinden do­layıdır. Bir diğer görüşe göre ise bu kelime; "Hazırlandı, hazırla­nır" fiilinden gelmedir. "Geldi, gelir" fiili gibi, buna göre; in anlamı: Senin görünüşün gerçekten güzeldir, şeklinde olur. Sana" laf­zı ise, başka bir cümle olup bu da; "Seni kastediyorum" demeye benzer.

Hemze ve "te" harfini ötre ile okuyanların kıraatine göre bu "senin için hazırlandım" anlamında bir fiildir. Aynı şekilde; şeklinde okuyan­ların kıraati de bu anlamdadır.

Ancak Ebû Amr bu kıraati kabul etmez. Ebû Ubeyde -Ma'mer b. el-Mü-Sennâ der ki: Ebu Amr'a "he" harfini esreli, "te" harfini de ötreli ve hemzeli olarak okuyanların kıraati hakkında sorulunca, Ebû Amr şu cevabı verdi: Böyle bir kıraat bâtıldır. Çünkü o bunu; ": Hazırlandım" anlamında­ki fiilden getirmektedir. Git, Yemen'e ulaşıncaya kadar boydan boya Arap-ian dolaş, bu şekilde konuşan bir kimse görebilecek misin? Yine el-Kisaî der ki: söyleyişi Araplardan nakledilmiş değildir.

İkrime der ki: "Senin İçin hazırlandım, süslendim, allanıp pul­landım" demektir. Bu pek beğenilir bir kıraat değildir, çünkü Arapçada böy­le bir kullanım işitilmiş değildir,

en-Nehhâs der ki: Böyie bir kıraat BasraJılara göre güzeldir, çünkü; "Adam hazırlandı, hazırlanır, hazırlanış" diye kullanı­lır. Buna göre; "Hazırlandı, hazırlanır" fiili tıpkı; "Geldi, gelir" fiili gibi. "Hazırlandım" fiili de; " Geldim" fiili gibidir.

da "he" harfinin esreli okunuşu, "he"nin esreli okunuşunu üstün okunuşuna tercih eden bir kesimin şivesidir. ez-Zeccâc der ki: Bütün kıra­atlerin en güzeli "he" ve "te" harflerini üstün olarak; şeklindeki oku­yuştur. Tarafer "Benim kavmim o kadar uzak kimseler değildir, Aşiretten bîr çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde."

diyerek, "he" ve "te" harflerini üstün olarak kullanmıştır. Şair de Ah b. Ebi Talib (r.a) hakkında şöyle demiştir:

"İrak(lıların) kardeşi, mü'minlerin emirine şunu bildir ki: Yanımıza gelecek olursan,

Hiç şüphesiz Irak da, Iraklılar da sana tealim olmuşlardır. Haydi durma gel, haydi durma gel."

İbn Abbas ve el-Hasen der kî: Süryanice bir kelime olup kadın bu­nunla yanına gelmesi için kendisini çağırmaktadır.

es-Süddî de der ki: Bu Kıptîce: Haydi gelsene! demektir. Ebu Ubeyd de der ki: el-Kisaî şöyle derdi: Bu aslında Havranhlann kullandığı bîr tabirdir. Daha sonra Hicazlılara geçmiştir ki, gel anlamındadır. Yine Ebu Ubeyd der ki: Ben Havranlı bilgin bir yaşlı zata sordum, o bana bunun kendi şivelerin­de kullanılan bir kelime olduğunu söyledi. İkrime de böyle demiştir. Müca-hid ve başkaları ise şöyle demektedirler Bu Arapça bir kelimedir ve kadın bununla onu kendisine gelmesi için çağırmaktadır. Bu kelime herhangi bir şeye yönelmek ve teşvik etmek için kullanılır.

el-Cevherî de der ki: Bir kimseye bağırıp onu çağırdığı vakit; "Ona seslendi, çağırdı" denilir. Şair der ki:

"Bineğini bana ücretle kiralayanın susması beni şüpheye düşürdü,

Eğer onunla kastedilen kendisi olsaydı, şüphesiz feryat eder, bağırıp çağırırdı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Herbir genç delikanlı ona {o deveye) feryad ederek şarkı söyler”

Yüce Allah'ın: "O ise Allah'a sığınırım... dedi." Yani senin beni çağırdı­ğın işten Allah'a sığınır, O'nun beni himaye etmesini isterim.

"Sığınmak" mastardır ve; Allah'a bir sığınışla sığı­nırım" anlamında olup meful hazfedilir ve hazfedilen fiil dolayısıyla mastar da nasbedilir. Daha sonra mastar -tıpkı mastarın mePule izafe edilmesi gibi-Allalı'ın adına izafe yapılır. Nitekim; "Amr'ın uğraytşı gi­bi ben de Zeyd'e uğradım" demeye benzer.

"Doğrusu o benim efendimdir." Bununla kadının kocasını kastetmekte­dir. Yani o, benim efendimdir, bana İyilikte bulundu, ben ona ihanet edemem. Bu açıklamayı Mücahid, İbn İshak ve es-Süddî yapmıştır.

ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Şüphesiz Allah benim Rabbimdir. Lütfü ile O beni esirgedi, o bakımdan ben O'nun haram kıldığı bir şeyi işleyemem. "Gerçekten zalimler kurtuluşa eremezler."

Haberde nakledildiğine göre[119] Azizin karısı Hz. Yûsuf a: Ey Yûsuf! Yü­zün ne kadar güzel, demiş. O şu cevabı vermiş: Ana rahmindeyken Rabbim bana bu sureti verdi. Kadın: Ey Yûsuf! Saçların ne kadar güzel, demiş. O: Kab­rimde benim ilk çürüyecek tarafım odur, demiş. Kadın, ey Yûsuf! gözlerin ne kadar güzel, demiş. O: Ben onlarla Rabbime bakacağım, demiş. Kadın: Ey Yû­suf! Başını kaldır da yüzüme bir bak, demiş. O: Âhirette kör olmaktan kor­karım, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! Ben sana yaklaşırken, sen benden uzaklaşı­yor musun? demiş. Yûsuf: Bununla Rabbime yakınlaşmak istiyorum, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! İşte yatağı senin için hazırladım. Haydi benimle beraber ya­tağa gir. Hz. Yûsuf şöyle demiş: Yatak Rabbime karşı beni gizleyemez, de­miş. Kadın: Ey Yûsuf! İpek sergiyi senin için yaydım, kalk da ihtiyacımı gör, demiş. Yûsuf: O takdirde, cennetteki payımı elden kaçırmış olurum, demiş... Bu şekilde kadın ona sözler söylemiş. O da ona cevap yetiştirip, durmuştu. Nihayet o da kadına yaklaşmak istedi.

Kimisinin naklettiğine göre; kadınlar Hz. Yûsuf a şehvet ve arzu ite mey­ledip durdular ve bu Allah ona peygamberlik verinceye kadar böyle sürdü. Peygamberlik yerince, Allah ona peygamberlik heybetini verdi. Peygamberlik heybeti dolayısıyla onu gören herkes güzelliğine dikkat edemez oldu.

İlim adamlan Hz. Yûsuf'un kadına "meyletmesi'nin mahiyeti lıakkında fark­lı görüşlere sahiptirler. Kadının meyledişinin masiyet olduğunda görüş ayrı­lığı yoktur. Hz. Yûsufun meyledişîne gelince; "Eğer Rabblnin burhanını gör­memiş olsaydı" buyruğu, Rabbinin burhanını görünce o da meyletmedi, an­lamındadır. Bunun böyle olması peygamberler hakkında ismetin vacib olu­şundan dolayıdır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ondan fe­nalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kul-tarımızdantlı.*

O halde ifadede takdim ve tehir vardır, yani Rabbinin burhanını görme­miş olsaydı, ona meyledicekti.

Ebu Hatim der ki: Ebu Ubeyde'ye "Garibu't-Kufân''ı okuyordum. Yüce Allah'ın: "Andolsım ki o kadın ona meyletmişti, o da o kadına meyletmiş­ti" buyruğuna gelince, Ebu Ubeyde şöyle dedi: Burada takdim ve tehir var­dır. O bununla şunu söylemek istemiş gibiydi: Andolsun kadın ona meylet­ti, o da Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, şüphesiz o kadına meylede­cekti.

Ahmed b. Yahya dedi ki: Yani Züleyha masiyet işlemeğe meyletti ve bunda ısrarlı idi. Yûsuf da meyletti ama meylini gerçekleştirmedi. Böylelik­le iki meyil arasında bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu iki görüşü de el-Herevî kitabında CGaribu'l-Kufân" adlı eserinde) nakletmektedir. Şair Ce­mil de der ki:

"Büseyne'ye meyletmek geldi içimden; eğer bu gerçekleşseydi, Kalbimdeki o aşkın susamı şlığım gidermiştim"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Meylettim (yapmak istedim) ama yapamadım, yapar gibi oldum ah keşke, Osman'a helallerini (hanımlarını) ağlar bırakıp gelseydim."

Bütün bunlar karar vermek söz konusu olmaksızın, nefsin içinden geçir­dikleri eğilimlerdir.

Hz. Yûsufun ona meyletmesi, onunla evlenmeyi temenni etmesi şeklin­de idi, diye de açıklanmıştır. Onun meyli, onu vurmak ve kendisinden İtip uzaklaştırmak şeklinde olduğu, "burhan"ın ise onu vurmaktan vazgeçmesi diye de açıklanmıştır. Çünkü onu vurmuş olsaydı, bu ona haram bir şekilde yak­laşma kastını güttüğünü, kendisi buna karşı koyarken o kadını dövdüğü in­tibahını verirdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf un meyletmesi de bir masiyetti. O ko­canın, hanımının önünde oturuşu gibi oturdu, el-Kuşeyrî, Ebu Nasr, İbnu'l-Enbarî, en-Nehhâs, el-Maverdî ve başkalarının da naklettiklerine göre müfessirlerin çoğunluğu genel olarak bu kanaatte imişler.

İbn Abbas der ki: Uçkurunu çözdü ve onun önüne sünnetçinin oturuşu gibi oturdu. Yine ondan nakledildiğine göre, kadın sırtı üzere yattı, o da ba­cakları arasında oturup elbiselerini soyundu. Said b. Cübeyr der ki: Şalvarı­nın uçkurunu çözdü. Mücahid der ki: Şalvarını kalçalarına kadar indirdi ve erkeğin hanımının karşısında oturuşu gibi oturdu. İbn Abbas der ki: Yûsuf: "Bu gıyabında ona hiyanet etmediğini bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/52) deyin­ce, Hz. Cebrail ona: Ve, ey Yûsuf! Sen ona meylettiğin zaman da öyle mi idi? deyince, hemen: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" (Yû­suf, 12/53) deyivermişti.

Dediklerine göre; İşte böyle bir durumda iken vazgeçmek ilılasa delildir ve büyük bir ecir kazanmaya sebeptir.

Derim kî: İşte şanı yüce Allah'ın ileride yüce Allah'ın izniyle Sâd Sûresi'nde (38/45-47. âyetlerin tefsirinde) ve el-Enbiyâ'da, (21/85-86. âyetlerin tefsirin­de) yüce Allah'ın Zülkifl'i övmesinin sebebi bu olmuştur.

Buradaki: "...memiş olsaydı"nın cevabı -buna göre- hazfedilmiş-tir. Yani eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, meyledip içinden geçir­diğini gerçekleştirmiş olacaktı. Yüce Allah'ın: "Hayır gerçekten kesin bir bilgi ile bilseydiniz" (et-Tekâsur, 102/5) buyruğu da buna benzemektedir ki, bunun cevabi: Siz bu şekilde birbirinizle çokluk ya­rışına girmezdiniz, şeklindedir.

İbn Atiyye der ki; Bu görüş İbn Abbas'tan ve Selef’ten bir topluluktan ri­vayet edilmiştir. Derler ki; Bundaki hikmet günahkârlara örnek olmasıdır. Gü­nahkârlar tevbelerinin yüce Allah'ın affına bağlı olduğunu ve -kendilerinden daha hayırlı olan kimseler hakkında- günaha yakınlaşmanın kişiyi helak et­mediğini görsünler diye.

Bütün bu açıklamalar Hz. Yûsuf un meylinin, bu kesimin rivayet ettiği şe­kilde Züleyha'nın bacaklan arasına oturup elbiselerini soyunup uçkurunu çöz­meye başladığını ve buna benzer davranışlarda bulunduğunu, kadının ise önünde sırt üstü yatmış olduğunu kabul eden kimselerin rivayetlerine göredir. Bu açıklamayı da Taberî nakletmektedir.

Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam der ki: tbn Abbas ve ondan sonrakiler Yûsuf’un da kadına meylettiği hususunda ihtilâf etmezler. Yüce Allah'ı ve Ki-tabı'nm te'vilini onlar daha iyi bilirler. Peygamberler hakkında bilmedikleri bir şeyi söylemeyecek kadar, peygamberleri ta'zim ederler.

el-Hasen de der ki: Şüphesiz yüce Allah peygamberlerin, masiyetlerini on­larla ayıplasın diye söz konusu etmez. Ancak bunları söz konusu etmesi, siz tevbeden ümit kesmeyesiniz diyedir.

el-Gaznevî der ki: Bununla birlikte peygamberlerin zellelerinin (günahtan korunmuşluklarına aykırı düşmeyen yanılmalarının) hikmetleri vardır. (Bizim gibilerin) Allah'tan korkularının artması, Allah'tan dalıa çok haya etmesi, is­ledikleri amelleri beğenmekten (ve onlar dolayısıyla böbürlenmekten, ucb-dan) uzak kalınması, Allah'tan umuttan sonra af nimetinin zevkine varılma­sıdır. Peygamberler yanılan kimselerin umutlarının da önderleri olmuşlardır.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Kimileri de şöyle demiştir: Yûsuf'un bir mey­li görüldü, fakat onun bu meyli, fiili kararlaştırmak söz konusu olmaksızın, yaratılış itibariyle bir hareket ve bir meyil idi. Bu kabilden davranışlardan do­layı ise kul sorumlu tutulmaz. Nitekim kişi, oruçlu iken kalbinden soğuk su içmeyi, lezzetli yemekler yemeyi geçirmekle birlikte yeyip, içmediği ve yeme-içmeye kesin karar vermediği sürece, içinden geçirdikleri dolayısıyla so­rumlu tutulmaz. Sözü edilen "burhan" İse onun içinden geçirdiği bu meyil karar haline dönüşmesin diye bundan alıkonulması, engellenmesidir.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bu açıklamayı yapanlardan birisi de el-Hasen'dir. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak benim gö­rüşüm şudur: Hz. Yûsuf'un bu olay esnasında peygamber olduğu rivayeti sa­hih değildir. Bu konuda birbirini destekleyen iki rivayet dahi yoktur. O böyle iken de kendisine bir hikmet ve bir ilim verilmiş mü'min bir kimse idi. O bakımdan bir şeyi işlemeksizin, onu yapma isteği şeklindeki meyle kapıl­ması ve bu işteki günaha rağmen bayağı düşüncelerin gelip geçmesi müm­kündür. Şayet bu olay esnasında onun peygamber olduğunu kabul edersek; bana göre ancak hatırdan geçip giden bir düşünce şeklindeki meyletmeyi onun hakkında düşünmek caiz olur ve bu hususta sözü geçen uçkurunu çöz­mesi ve buna benzer şeylerin hiçbirisi sahih değildir. Çünkü peygamberlik­le beraber ismet söz konusudur. "Senin adın peygamberler sicilinde yazılı iken, beyinsizlerin işini nasıl yaparsın?" diye ona söylendiği rivayet edilen sö­ze gelince, bu daha sonraları peygamberlerden birisi olacağının vaadedilmesi anlamındadır.

Derini ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği bu şekildeki açıklama doğrudur. An­cak yüce Allah'ın: "Biz de kendisine... şunu vahyettik." (Yûsuf, 12/15) diye buyurmuş olması -önceden de açıkladığımız gibi- o sırada peygamber oldu­ğuna delil teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu bir grub ilim adamının da ka­bul ettiği görüştür. Eğer o sırada peygamber idiyse, geriye sadece onun meyletmesi hatırdan geçip giden ve kalpte hiçbir şekilde yer etmeyen meyil­den ibarettir. Şanı yüce Allah'ın bütün insanları sorumlu tutmadığı meyi (hemm) de budur. Zira mükellefin bu gibi meyilleri terketme gücü yoktur. Hz. Yûsuf'un: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" sözü ise -eğer onun söylediği sözlerden kabul edilirse- ben kendimi bu meyil isteğin­den temize çıkarmıyorum, demek olur. Yahut ta o bu sözü tevazu ve itiraf ol­mak üzere söylemiştir ki, daha önce temize çıkartıldığı husustan nefse mu­halefet olsun diyedîr. Diğer taraftan şanı yüce Allah bulûğu vaktinden itiba­ren Hz, Yûsufun durumu hakkında: "Tam ergenlik çağına varınca kendisi­ne bir hüküm ve bir İlim verdik" diye -az önce geçtiği gibi- haber vermek­tedir. Yüce Allah'ın haberi ise doğrunun tâ kendisidir, O'nun nitelemesi sa­hihtir, sözü haktır. Hz. Yûsuf yüce Allah'ın kendisine öğretmiş olduğu şekil­de zinanın, zinaya götüren yolların, kişinin efendisinin, komşusunun ve yabancı kimselerin namuslarına hainlik etmesinin haram olduğu hükmüne uygun olarak amel etmiştir. Hiçbir şekilde Aziz'in karısına bu maksatla yaklaşmamıştır, onun murad alma isteğine olumlu karşılık vermemiştir. Aksine ondan yüz çevirmiş, ondan kaçmıştır. Bu özel olarak ona ihsan edilmiş bir hikmettir ve yüce Allah'ın kendisine öğrettiğine uygun bîr amelidir.

Müslim'in, Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)dan şöyle dediği nakledilmekte­dir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Melekler der ki: Rabbim şu filan kulun -o kulunu daha iyi görmekle birlikte- bir kötülük işlemek istiyor. Yüce Allah: Onu gözetleyin, der. Eğer o günahı işlerse, günahı ona misliyle yazınız, eğer onu terkederse o günahı ona bir iyilik olarak yazınız. Çünkü o Benim için o günahı terketmiştir."[120] Yine Hz. Peygamber yüce Rabbinden şöyle buyur­duğunu haber vermektedir: "Kulum bir günah işlemeyi içinden geçirip de iş­lemezse, ona bir iyilik olarak yazılır."[121]

Kulun işlemeyi içinden geçirdiği günahı terketmesi sebebiyle ona bir iyi­lik olarak yazılıyorsa, o halde böyle bir durumda günah yok demektir. Sa­hih hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah ümmetime nefis­lerinin içlerinden geçirdiklerini işlemedikleri yahut konuşmadıkları sürece affetmiştir."[122]Bu hadis de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

İbnu'l Arabî der ki: Medinetu's-Selâm'da sürt imamlardan bir imam vardı ki, nasıl bîr imamdı! İbn Atâ diye bilinirdi. Bir gün Hz. Yûsuf ve ona dair ha­berler hakkında konuşmaya başladı. Nihayet ona nisbet edilen, hoş olmayan herbir şeyden uzak olduğunu da anlattı. Meclisinden bir başka adam -mec­lis her kesimden insanlarla dolup, taşıyorken- kalkıp şöyle dedi: Şeyhimiz, efendimiz o halde Yûsuf, meyletti ama tamamlamadı. Bu sefer kendisi; Evet, çünkü inayet oradan başlar.

Şimdi sen alimin ve ilim öğrenenin tatlılığına bak ve avamdan birisinin ne kadar zekice soru sorduğuna, alim kişinin de ne kadar özlü ve mükemmel cevab verdiğine dikkat et! İşte bundan dolayıdır ki sufi ilim adamları şöyle demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Tam ergenlik çağına varınca kendisine bir hü­küm ve bir ilim verdik" (Yûsuf, 12/22) buyruğunun ifade etliği anlam şudur; Allah ismetine sebep olması için bunu şehvetin galib geldiği sırada, kendi­sine ihsan etmişti.

Derim ki: Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf'u övmesi ile Hz. Yûsuf'un ismeti ve gü­nahsızlığı sabit olduğuna göre Mus'ab b. Osman'ın şu söyledikleri sahih ola­maz: Süleyman b. Yesâr yüz güzelliği İtibariyle insanlar arasında en güzel­lerden idi. Kadının birisi onu arzuladı, kendisini ona teslim etmek istedi. Sü­leyman onun bu isteğini kabul etmedi ve kadına öğüt verdi. Bu sefer kadın: Eğer dediğimi yapmazsan, seni rezil ederim, dediyse de yanından çıkıp git­ti. Rüyasında Hz. Yûsuf u otururken gördü. Sen Yûsuf musun? deyince, o da: Evet ben meyleden Yûsuf um, sen de meyletmeyen Süleyman'sın. İşte bu ve­lilik derecesinin, nübüvvet derecesinden daha üstün olmasını gerektirir. Ancak böyle bir şeye imkân yoktur. Eğer Hz. Yûsuf'un (o dönemde) peygam­ber olmadığını kabul edecek olsak dahi, en azından velilik derecesinde İdi. Tıpkı Süleyman'ın korunduğu gibi, o da korunmuş olur. Şayet o kadın Süleyman'ın üzerine kapılan kilitlemiş olsaydı ve karşılıklı olarak aralarında uzun bir konuşma geçseydi, soru ve cevab uzun birliktelikle birlikte sürüp, gitsey­di; şüphesiz Süleyman'ın fitneye düşeceğinden ve imtihanının büyüyeceğin­den korkulurdu, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı" buyruğundaki (mastar anlamını ifade eden "...me" burada ref mahallinde olup; "Rabbinin burhanını görmesi olmasay­dı" demektir. Cevab ise buyruğu dinleyenin, onu bilmesinden dolayı hazfe-dilmiştir ki, olanlar olurdu demektir.

Burada zikredilen "burhan"ın ne olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilmemiş­tir. Ali b. Ebi Talib (r.a)dan rivayete göre Züleyha evin bir köşesinde inci ve yakutlarla süslü bir taç giydirilmiş, bir puta kalkıp bir örtüyle üzerini kapattı.Hz. Yusuf ona ne yapıyorsun? Diye sorunca,Zeliha:Bu ilahımın beni bu şekilde görmesinden utanırını deyince: Benim Allah'tan utanmam daha bir yaraşır, diye cevap verdi. Bu, bu hususta yapılmış en güzel açıklamadır. Çün­kü bu şekildeki cevab ile (Zeliha'ya şirkine karşı) delil getirilmiş olmaktadır.

Denildiğine göre Hz. Yûsuf evin tavanında: "Zinaya yaklaşmayın, o cid­den bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (el-İsra, 17/32) buyruğunu yazılı ola­rak gördü.

İbn Abbas da der ki: Üzerinde: "Hiç şüphesiz üzerinizde bekçiler vardır" (el-İnfitar, 82/10) yazılı bir el göründü.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: O yüce Allah'ın ahit ve misakını ha­tırladı. Bir diğer görüşe göre ona: Ey Yûsuf! diye seslenildi. Sen peygamber­ler arasında kayıtlısın, beyinsizlerin amelini mi işliyorsun!

Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub'un suretini duvar üzerinde parmakları­nı ısırmış, onu tehdit eder halde görünce durdu ve şehveti parmak uçların­dan çıktı. Bunu da Katâde, Mücahid, el-Hasen, ed-Dahhâk, Ebu Salih ve Sa-id b. Cübeyr söylemişlerdir.

el-A'meş, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet eder: O şalvarını çözünce Ya'kub ona göründü ve: Ey Yûsuf! deyince, Hz. Yûsuf dönüp kaçtı.

Süfyan da, Ebu Husayn'dan, o Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Yûsuf a, Hz. Ya'kub göründü ve göğsüne bir darbe indirdi. Bunun üzerine şehveti parmak uçlarından çıkıp gitti.

Mücahid der ki: Hz. Ya'kub'un herbir oğlunun oniki erkek çocuğu oldu. Yûsuf un ise sadece iki oğlu oldu, bu şehveti dolayısıyla çocukları azaldı.

Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır.

Özetle; âyet-i kerîme'nin sözünü ettiği "burhan" yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf a gösterdiği ve bununla imanını pekiştirip, masiyetten uzak kaldığı, Allah'ın âyetlerinden bir âyettir.

"Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık" anlamındaki buy­rukta yer alan: "Böyle"deki "kef'ın hazfedilmiş bir mübtedanın habe­ri olmak üzere merfu olması mümkündür. O zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Burhanlar işte böyledir. Aynı zamanda hazfedilmiş bir mastarın da sıfatı olur. Yani Biz ona burhanları işte böyle gösterdik, demektir.

Buradaki "fenalık", şehvet "fuhuş" ise mübaşeretdir. "Fenalık"ın, kötünün, "fuhş"un zina olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre fenalık kişinin ar­kadaşına hainlik etmesi, fuhuş ise fuhuş işlemektir.Bir diğer açıklamaya gö­re "renatık"tan kasıt Azİz diye bilinen hükümdarın cezalandırmasıdır.

İbn Kesir, Ebu Amr ve İbn Âmir "ihlâsa erdirilmiş" anlamındaki kelime­yi "lam" harfini esreli olarak; diye okumuştur ki bu da yüce Allah'a ihlasla itaat eden kimseler demek olur. Diğerleri ise "lanı" harfini üstün oku­muşlardır ki, bu da Allah'ın risaleti İçin ihlâsa erdirdiği kimseier anlamına ge­lir. Esasen Hz. Yûsuf bu iki niteliğe de sahip idi. Çünkü o hem yüce Allah'a itaatte ihlâs sahibi idi. Hem de Allah'ın risaleti için ihlasa erdirilmiş ve seçil­miş idi.[123]

 

25. İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkasın­dan boylu boyunca yırttı. Kapının yanında da kadının efendi­sine rastgeldiler. Kadın dedi ki: "Zevcene kötülük yapmak İste­yenin cezası zindana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir?"

Yüce Allah'ın: "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı" buyruğuna dair açıklamalarımız: iki baş­tık halinde sunacağız:[124]

 

1- Kapıya Doğru Koşan İki Kişi:

 

Yüce Allah'ın: "İkisi de kapıya doğru koştular" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu bir çok anlamın bir araya geldiği Kur'ân-ı Kerîmin mucizevî ve oldukça kısa ifadelerindendir. Şöyle ki: Hz. Yûsuf, Rab-binin burhanını görünce, kadından kaçtı. îkisi de koşuştular. Kadın, onu ken­disine geri döndürmek için, o da kadından kaçmak için koşmuş ve kapıdan çıkmadan önce ona yetişmiş ve "kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı." Üst tarafından tuttuğu gömleği boyun kısmından yırtıldı ve gömleğin alt bölümüne kadar yırtık indi.

"Koşuşma, yarışma" bir şeyi öncelikle yakalama isteği, daha er­ken ulaşma isteği demektir. " Koşu yarışı" da buradan gelmektedir. Yırtmak, kesmek" anlamsndadır. Çoğunlukla da boylu boyunca yırt­ma hakkında kullanılır.

Şair Nâbiğa der ki:

"Kılıçlar, ikişerli dokunmuş (Yemen'in) Selûkî diye bilinen zırhlarını boylu boyunca keser. Enlice sert taşlarda da ateş böcekleri gibi kıvılcım çıkartır."

 şeklinde "ti" harfi ile ise, enine yırtmalar hakkında kullanılır. el-MufaddaJ b. Harb der ki: Ben bir Mushaf ta: "Ko­cası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce" diye yazılı olduğu­nu gördüm. Ya'kub der ki: Bu kıraatteki; "Sağlam bir deri veya bir el­bisedeki yarık ve yırtık" demektir.

" İkisi de ... koştular" lafzındaki "elif" ve ondan sonraki "lam" sa­kin olduğundan dolayı "elif" lafızda hazfedilrnişîir.

Nitekim " İki Abdullah bana geldi" şeklindeki tesniyeli söy­leyişte de böyledir. Araplardan aynı ifadeyi; şeklinde hemze-siz oiarak fakat "elifi de isbat ile iki sakini bir arada cem ederek okuyanlar da vardır. Çünkü ikinci "elif İdgam edilir, birincisi ise hem med, hem de lîn harfidir. Yine Araplar arasında hem "elifi hem de hemzeyi çıkartarak; "İki Abdullah" diyenler de vardır. Tıpkı kelime üzerinde vakıf ya­pılması halinde söylendiği gibi.[125]

 

2- Kıyas, Örf ve Adet:

 

Âyet-i kerîme'de kıyasa ve itibara (kıyas) delil olduğu gibi, örf ve adet ge­reğince amele de delil vardır. Çünkü gömleğinin ön ve arka tarafından yır­tılmış olması söz konusu edilmektedir. Bu ise yalnızca Mâlikilerin kitablannda ele aldıkları bir husustur. Çünkü gömlek arkadan çekilecek olursa o ta­raftan yırtılır, önden çekilecek olursa yine önden yırtılır, çoğunlukla görülen budur.

"Kapının yanında da kadının efendisine rastgeldüer." Yani kapının yanında Aziz'i gördüler. Burada "efendi" ile kocası kastedilmiştir. Kıptî'ler ko­caya: Efendi derler. kelimelerinin hepsi aynı an­lamda (onunla karşılaştı demek)dir.

Kadın kocasını görünce bir hile yolu aradı ve hemen bir tuzak hazırlaya­rak: "Dedi ki: Zevcene kötülük yapmak" zina etmek "isteyenin cezası zin­dana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir?" Yani ol­dukça acıtacak şekilde vurulmasından başka ne olabilir?

Buyruktaki; " Cezası ne olabilir?" ifadesi mübtedâ, haberi ise;

Zindana atılmak" lafzıdır. " Yahut... bir azab" ise; "Zindana atrimak'ın mahalline atfedilmiştir. Çünkü bunun anla­mı hapsedilmekten başka... şeklindedir. Bununla birlikte veya ona can ya­kıcı bir azab edilmesinden başka... anlamında; şeklinde gelme­si de mümkündür ki bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.[126]

 

26. "Benden murad almak İsteyen odur" dedi. Kadının yakınların­dan bir şahid de şöyle şahitlik etti: "Eğer gömleği önden yırtıl-diysa kadın doğru söylemiştir. Bu İse yalancılardandır.

27. "Yok eğer gömleği arkadan yırtıldıysa kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir."

28. Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce: "Şüphesiz ki bu, siz kadınların hilelerindendir. Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür" dedi.

29. "Yûsuf! Sen bundan vazgeç. Ey kadın! Sen de günahının bağış­lanmasını dile! Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun."

Yüce Allah'ın: "Benden murad almak isteyen odur, dedi. Kadının yakın­larından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." buyruğuna dair açıklamalarımı­zı üç başlık halinde sunacağız:[127]

 

1- Aziz'in Karısının Duygularının Mahiyeti:

 

İlim adamları der ki: Kadın kendisini temize çıkarmak isteyince ve Yûsufa duyduğu sevgide samimi olmadığı için -çünkü seven kişi sevdiğini tercih eder- "Benden murad almak isteyen odur" diyerek, onun kendisine iftira­sı ve yalanı karşılığında Yûsuf hakkı söyledi. Nevf eş-Şamî ve başkaları der ki: Sanki Yûsuf önce işin İç yüzünü açıklamak istemedi, fakat kadın ona kar­şı haksızlık edince kızdı ve gerçeği söyledi.[128]

 

2- Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi:

 

"Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." buyruğunda-ki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıy­dı. O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakın­larından bir hakim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahit­lik değildi. Bu şahidin kimliği hususunda dört farklı görüş ileri sürülmüştür.

1- Bu, beşikte konuşan bir çocuktur. es-Süheylî der ki: Doğru olan budur. Çünkü bu hususta Peygamber (sav)den varid olmuş bîr hadis vardır ki o ha­diste Hz. Peygamber: "Beşikte yalnızca üç kişi konuşmuştur" diyerek arala­rında Hz. YûsuPun lehine şahitlik eden kimseyi de saymaktadır.[129]

el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Şahitlik eden bu kişi hakkında evde bulunup, beşikte küçük bir çocuk idi ve kadının teyzesinin oğluydu. Said b. Cübeyr, İbn Abbas'tan, o Peygamber (sav)den şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "Küçük yaşta dört kişi konuştu." Bunlar arasında da Yûsuf (a.s)ın lehi­ne şahitlik eden kişiyi zikretmektedir. Bu bir görüş.

2- Şahit gömleğin yırtılmasıdır. Bunu da İbn Ebî Necîh, Mücahid'den ri­vayet etmektedir. Bu da dil açısından sahih bir mecazdır. Çünkü hal dili, kal (söz söyleyen) dilden daha beliğdir. Araplar kimi zaman söz söylemeyi can­sız varlıklara da izafe eder ve onlar hakkında taşıdıkları nitelikleri söz konu­su ederek haber verirler, Arapların dilinde ve konuşmalarında bunun örnek­leri pek çoktur. Bunun en tatlı örneklerinden birisi de birisinin şu sözüdür: Duvar, kazığa: Beni niçin yarıyorsun-' diye sormuş. Kazık, duvara: Beni ça­kana sor, demiş. Ancak yüce Allah'ın: "Kadının yakınlarından" buyruğu ta­nıklık edenin gömlek olduğu görüşünü çürütmektedir.

3- Tanıklık eden bu kişi insan da cin de olmayan Allah'ın bir yaratığıdır. Bunu da Mücahid söylemiştir. Ancak bu iddiayı da yüce Allah'ın: "Kadının yakınlarından" kaydı reddetmektedir.

4- Tanıklık eden bu kişi, hikmet sahibi ve akıllı bir adamdır. Vezir işlerin­de o kişiyle danışırdı ve bu kadının akrabalarından birisi idi. O esnada da ka­dının kocası ile birlikte bulunuyordu ve şöyle demişti: Ben kapının arkasın­da dönüp koşmayı, gürültüyü ve gömleğin yırtılması sesini duydum. Ancak sizden hanginizin ötekinin önünde olduğunu bilemiyorduk. Eğer gömleğin yırtılması ön taraftan ise ey kadın, sen doğru söylüyorsun ve eğer gömlek ar­ka tarafından ytrtılmış ise doğru söyleyen odur. Gömleğe baktıklarında, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu gördüler. Bu da el-Hasen, İkrime, Ka-tâde, ed-Dahhâk ve yine Mücahid ile es-Süddînin görüşüdür.

es-Süddî der ki: Bu şahit, kadının amcasının oğlu idi. Bu görüş İbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir, bu husustaki sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

-İsrail'in, Simâk'tan, onun da İkrime'den naklettiğine göre- İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şahitlik eden bu kişi sakallı birisiydi. Süf-yan da, Cabir'den, o İbn Ebi Müleyke'dcn, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nak­letmektedir: Şahitlik eden bu kişi hükümdarın yakın ve özel adamlarından birisiydi. İkrime de der ki: Şahitlik eden bu kişi çocuk değildi. O hikmet sa­hibi bir adamdı.

Süfyan, Mansur'dan, o Mücahid'den şahidlik eden bu kişi bir adamdı, de­diğini rivayet etmektedir.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs der ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, anlamı en uygun olan açıklama, şahitlik eden bu kişinin aklı eren ve hikmet sahi­bi bir adam olduğudur. Hükümdar ona danışınca o da ona bu delâlet yolu­na başvurmasını söylemişti. Şayet şahitlik eden bu kişi bir çocuk olsaydı, onun Hz. Yûsuf un lehine şehadeti ayrıca alışılmış hallerden bir delil getirmesine ihtiyaç bırakmayacaktı, çünkü çocuğun söz söylemesi başlı başına bir bel­ge ve bir mucizedir ve bu adeten bilinen bir hususu delil göstermekten da­ha açık bir delil olurdu. Bununla birlikte bunun böyle olması hadisteki: "Dört kişi küçükken konuşmuşlardır"[130] ifadesine ve bunlar arasında Yûsuf ile il­gisi olan küçüğün sayılmasına muhalif değildir. Çünkü o takdirde anlam, bu kişi yaşlı başlı birisi değil, yaşı küçük birisi olur. Bunda da bir başka delil var­dır ki oda şudur: İbn Abbas (r.a) bu hadisi Peygamber (sav)den rivayet et­miştir. Ancak ondan gelen rivayetler, Hz, Yûsuf'un lehine şahitlik eden ki­şinin küçük bir çocuk olmadığı noktasında birbirini desteklemektedir.

Derim ki: İbn Abbas, Ebu Hureyre, İbn Cübeyr, Hilal b. Yesaf ve ed-Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre şahitlik eden bu kişi, beşikte küçük bir ço­cuk idi. Şu kadar var ki eğer bu konuşan küçük bir çocuk olsaydı, bizatihi onun konuşması delil teşkil ederdi ve bunun için ayrıca gömleğin yırtılma­sı şeklinin delil gösterilmesine gerek duyulmazdı. Küçüğün bu konuşması da harikulade bir olay ve bir çeşit mucize olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Ailah'tır. Beşikte iken konuşan çocukların kimliklerine dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Burûc Sûresi'nde (85/4-7. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.[131]

 

3- Alâmetlere Dayanarak Hüküm Vermek:

 

Eğer bizler şahitlikte bulunan kimsenin küçük bir çocuk olduğunu kabul edecek olursak, -daha önce zikrettiğimiz gibi- bunda emarelere göre amel edişe delil olacak bir taraf olmaz. Şayet şahitlikte bulunan bu kişi eğer bir adam ise, o takdirde lukata ve pek çok konuda alâmete dayanarak hüküm verilebileceğine dair delil olabilir. Hatta Malik hırsızlar İle ilgili bir mesele­de şöyle demektedir: Eğer hırsızlarla beraber bir takım eşyalar bulunacak olur da bazı kimseler gelip o eşyaların kendilerinin olduğunu iddia edecek olur­sa, bununla birlikte ellerinde delilleri de bulunmuyor ise, sultan bu husus­ta hüküm vermek İçin bekler. Şayet (aynı iddiada bulunarak) onlardan baş­kaları gelmezse o eşyaları onlara teslim eder.

İmam Muhammed de karı ve kocanın herbirisi ev eşyalarının kendileri­nin olduğu iddiasında bulunurlarsa şöyle der: Erkeklere ait ve onlar tarafın­dan kullanılan eşyalar kocanındır, kadınlara has olan eşyalar kadınındır. Ka­dın ve erkek tarafından da kullanılabilen eşyalar ise erkeğe aittir.

Şureylı ile İyas b. Muaviye bu gibi anlaşmazlık konularında alâmetlere da­yanarak uygulamalarda bulunurlardı. Bunun da asıl dayanağı bu âyet-i ke­rîmedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Eğer gömleği önden yırtıldıysa" buyruğundaki; " İdi" şart edatı dolayısıyla cezm mahallindedir. Ancak nahiv açısından açıklanması gereken bir husus vardır. Çünkü şart edatları mazi olan fiili müstakbele (müzariye) çevirir. Oysa bu fiilde bu söz konusu olmaz. el-Muberred Muhammed b. Yezid der ki: Bu; "İdi" fiilinin gücünden gelmek­tedir ve bu fiil ile bütün fiillerin gerektiğinde ifade edilebilmesinden dola­yıdır.

ez-Zeccâc ise şöyle der: Buyruğun anlamı şeklinde olup eğer ... bilinirse, demektir ve burada bilgi henüz gerçekleşmemiş İdi. "İmek (oluş)" da böyledir. Çünkü bu da bilme anlamını verir.

"Önden yırtıldı" ile mazi fiil şeklinde ın haberi verilmek­tedir. Şair Züheyr'in şu beyitinde olduğu gibi:

"O içinde gizlediği bir aırn kalbinde saklayıp, durdu. Onu ne açıkladı, ne de öne geçti."

Yahya b. Ya'merve İbn Ebi İshak; "Önden" kelimesini "kat"," "be" ve "lam" harflerini ötrelî olarak okumuştur. “Arka" kelimesini de ay­nı şekilde okumuştur. ez-Zeccâc der ki: Bu okuyuşuyla bu İki kelimeyi "ön­ce ve sonra" anlamındaki kelimeler gibi iki gaye (nihâilik bildiren kelime) olarak değerlendirmektedir. Sanki; "Onun önünden ve onun arkasından" denilmiş gibidir. Asıl maksadı teşkil eden muzafu'n-ileyh hazfe­dilince, muzaf bizatihi gaye yerine geçmiştir. Oysa bundan önce muzafın ga­yesi, muzafu'n-ileyh idi. Bununla birlikte "lam" ve "ra" harfleri -munsanf ol­mayana benzetilerek-; şeklinde üstün olarak da okunabilir. Çünkü bu kelime marife olup asıl babından uzaklaştırılmıştır. Mahbûb, Ebu Amr'dan ve; şeklinde hafifletilmiş (be harfleri sakin olarak) ve mecrur okunduğunu rivayet etmiştir.

"Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce: Şüphesiz ki bu, siz kadınların kilelerlndendir... dedi," Denildiğine göre bu sözleri Aziz kadına: "Zevcene kötülük yapmak isteyenin cezası... başka ne olabi­lir?" demesi üzerine söylemiştir. Bu sözleri kadına şahidin söylediği de söylenmiştir.

"Keyd; hile": Tuzak ve hile demektir. Bunun anlamı daha önce el-Enfal Süresi'nde (8/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür." Bu sözleri söyleyenin hileyi "büyüktür" İle nitelendirmesi, içine düştükleri yanlışlıklardan kurtulmak için giriştikleri fitne ve hilelerin büyüklüğünden dolayıdır. Mukatil, Yahya b. Ebî Kesir'den rivayetle Ebu Hureyre'den şöyle dediğini nakletmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hiç şüphesiz kadınların hilesi, şeytanın hilesin­den daha büyüktür. Çünkü yüce Allah: "Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır" (en-Nisa, 4/76) diye buyururken, diğer taraftan: "Doğrusu siz kadınların hile­si büyüktür" diye buyurmaktadır."[132]

"Yûsuf sen bundan vazgeç" sözlerini söyleyen şahitlik eden şahıstır. Buradaki "Yûsuf" nidadır ve "yâ Yûsuf" demektir. Nida harfi hazfedilmiştir. "Bundan vazgeç" yani bunu kimseye söyleme ve bunu gizle! demektir.

Daha sonra kadına yönelerek, şöyle dedi: "Ey kadınl Sen de günahının bağışlanmasını dile" yani kocandan bu günahını affetmesini, seni cezalan­dırmamasını iste. "Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun."

Buradaki;" Günahkârlar" kelimesini müzekker çoğul olarak kul­lanıp şeklinde müennes çoğul kullanmayışırun sebebi, aynı zaman­da hem erkek, hem de dişilerden haber vermeyi kastettiğinden dolayıdır. O bakımdan müzekkeri tağlib etmiştir. Mana, sen günahkâr insanlardansın yahut günahkârlar topluluğundansın, şeklindedir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "Gerçekten o kadın kâfirler topluluğundandı." Cen-Neml, 27/43); " Ve o kadın itaat edenlerdendi" (,et-Tahrîm, 66/121 buyruklarını andırmaktadır.

Şöyle de denilmiştir; Hz. Yûsuf’a bundan vazgeç, kadına da bu işten ba­ğışlanma dite diyen kişi, onun kocası olan hükümdardır. Bu hususta da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre kocası pek öyle kıskanç bir kimse değil­di, bundan dolayı hiçbir tepki göstermeyip hareketsiz kalmıştı. Mısır aha­lisinin bir çoğunda kıskançsızlık mevcuttur. İkinci görüşe göre ise yüce Al­lah ondan kıskançhğı çekip aldı. Ayrıca hükümdarda Yûsufa karşı bir İnce­lik ve bir nezaket vardı. Böylelikle Hz. Yûsuf bu badireyi atlattı ve kadını da affetti.[133]

 

30. Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki: "Azizin karısı, delikan­lısından murad almak istiyormuş. Sevgisi yüreğinin zarını de­lip girmiş. Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görü­yoruz."

31. O kadınların gizliden gizliye kendisini fr<narf«Hgnn« işitince ken­dilerine haber gönderdi. Onlara rahatça yaslanacak bir yer ha­zırladı. Onların herbirlne de birer bıçak verdi ve: "Çık karşıla­rına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun gerçekten büyük bir gü­zelliğe sahib birisi olduğunu anladılar. Ellerini kestiler ve dedi­ler ki: "Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok şerefli bir melektir."

32. Kadın dedi ki: "Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur. Evet, andolsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o ken­disini korudu. Şayet kendisine emredeceğimi yapmazsa andol­sun zindana atılacak ve herhalde zillete uğrayanlardan olacak­tır."

“Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki..." buyruğundaki; "Kadınlar kelimesi "nûn" harfi ötreli olarak; şeklinde de kullanılır. el-A'meş, sr.-Mufaddal, es-Sülemî böyle okumuşlardır. Bunun çokluk çoğulu ise; setlinde gelir. "Kadınlar dediler..." anlamını ifade etmek üzere; da denilir. -Âyet-i kerîme'de olduğu gibi-; da denilir. 'Tıpkı Bedevi Araplar dedi ki: ..." demek için; ile denilebileceği gibi.

Kadınların böyle söylemesine sebep olayın Mısır halkı arasında yayılması ve bunun sonucunda kadınların da bunu dillerine dolamaları idi. Deml­iğine göre Azlz'in sakisinin, fırıncısının, seyisinin ve hapishane müdürünün hanımlan, bir diğer görüşe göre ise onun teşrifatçısının hanımı böyle demişlerdir ki; bu görüşler İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.

“Azizin karısı delikanlısından murad almak İstiyormuş." Delikanlı anlamı verilen "fetâ" kelimesi Arapça'da genç erkek demektir, Dişisine de "fetat" denilir. "Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş" buyruğu, sevgisi ona ga-:b gelmiş, diye açıklandığı gibi, ona duyduğu sevgi kalbinin içine kadar işemiş, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da Mücahid ve başkalarından nak­ledilmiştir.

Amr b. Dinar, İkrime'den, İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas: Onun sevgisi kalbinin zarının ta altına kadar geçmiş, diye açıklamıştır. el-Halen ise der ki: Şağaf (mealde: Kalbin zarı) kalbin içi demektir. es-Süddî ve Ebu Ubeyd ise kalbin üzerindeki örtü diye açıklamışlardır ki; bu da kalbin üzerindeki ince deri (zaridır. Kalbin ortası demek olduğu da söylenmiştir. Bü­tün bu görüşlerin anlamı birbirine yakındır, yani onun sevgisi kalbinin İçi­ne kadar ulaşmış ve kalbine hakim olmuş, demektir. en-Nâbiğa der ki:

"Bunun (ağlamamın) önüne öyle bir keder girip engel olmuş ki; (Doktorların) parmakları ile arayıp bulmak istediği kalbin ortası (şağaf) gibi içeri girmiştir."

"eş-Şuğâfın bir hastalık olduğu da söylenmiştir. el-Esmaî de şairin recez vezninde söylediği şu mısraı nakletmektedir:

"O kendisi için bir hastalık (sebebi) olmakla birlikte; yine de arkasından gitmektedir."

Ebu Ca'fer b. Muhammed, İbn Muhaysın ve el-Hasen ise "yüreğinin za­rını delip girmiş" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ğayn" yerine "ayn" harfiyle okumuşlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Sevgisi kalbini yakmış, de­mektir. Ayrıca yaygın okuma, birinci şekildir, der.

el-Cevherî der ki: Sevgi kalbini yaktı" demektir. Ebu Zeyd, onu hasta etti, diye açıklamıştır. Bir şeyi sevdiğini anlatmak için de; denilir. Sevgiden dolayı kalbi yanık kimseye de; deni­lir.

el-Hasen; diye okumuştur. Yani sevgi ta kalbinin içine işlemiş, anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Dilcilerin çoğunluğuna göre bu, sevginin ona yaptırmayacağı bir şey kalmamış, demektir. Çünkü; "Dağların en yüksek yerleri ve tepeleri" demektir. Bir kimsenin bir şeye aşın düşkün­lüğünü anlatmak için de; denilir. Şu kadar var ki Ebu Ubeyde, İmruu'l-Kays'ın şu beytini nakleder;

"Uyuz olmuş deveyi katranlayan kimaenin katranı uyuz devenin içine işlediği gibi, Ben  o kadının kalbini nasta etmişken beni öldürür mü?"

(Ebu Ubeyde) der ki: Burada sevginin verdiği huzursuzluk ve hastalığı bu­na (yani devenin katranlanmasına) benzetmektedir.

eş-Şa'bf den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ğayn" ile "şeğaf" sevgi de­mektir. "Ayn" ile "şe'af" delilik anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Bu kelime şeklinde "ğayn" harfi esreli olarak da nakledilmiştir. Esasen Arap­ça'da; şeklinde "ğayn" harfi üstün şeklinde başka bir kullanım bilin­memektedir. Aynı şekilde da böyledir. Bu da; onu sevgiden hasta ol­muş halde bıraktı, o hale getirdi, anlamındadır.

Said b. Ebî Arûbe ise el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir: Şeğaf kalbin örtüşüdür, şe'af ise kalbin iç tarafındaki kara bir noktacıktır. Sevgi ora­ya varmış olsaydı, kadın hiç şüphesiz ölürdü. Yine el-Hasen der ki: Şeğafın görünmeyen ve kalbe bitişik olan ince deri (zar) olduğu söylenmiştir ve bu, beyaz bir deridir. İşte Yûsuf'un sevgisi kadının kalbine bu zarın kalbe yapı­şık olması gibi yapışmıştı.

"Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz." Bu davra­nışıyla onun böyle olduğu görüşündeyiz.

Katâde der ki: Aslında "kocasının delikanlısı" olmakla birlikte "karısının delikanlısı" denilmesi Hz. Yûsuf un onların yanında köle hükmünde olduğun­dan ve kadının ona verdiği emirleri uygulamakla yükümlü bulunduğundan dolayıdır. Mukatil'in, Ebu Osman en-Nehdî'den, onun Selman el-Farisî'den naklettiğine göre o şöyle demiş: Aziz'in karısı kocasından Yûsuf'u kendisi­ne bağışlamasını istemişti, o da ona bağışlamıştı ve: Peki onu ne yapacak­sın? diye sormuş. Karısı da: Onu evlat edineceğim demişti. Bu sefer kocası: Haydi o senin olsun demigtf. Kadın içinde bulunan duygular ile birlikte onu yetişinceye kadar büyüttü. Onun önünde açılıp saçılır, süslenir, onu yumu­şak edalarla davet ederdi de Allah onu korudu.

"O kadınların gizliden gizliye kendisini kınadıklarını işitince"; onla­rın kendisini çekiştirdiklerini vg'yfermek için çeşitli yollara ve çarelere baş­vurduklarını işitince... demektir. Bir diğer açıklamaya göre; kendisi kadınla­rı durumdan haberdar etmiş, ancak bu sırrını kimseye açmamalarını istemiş, onlara güvenmişti. Onlarsa kadının sırrını açıkladılar, bundan dolayı kadın­ların bu davranışlarına "hile" anlamına gelen "mekr" adı verilmektedir.

Yüce Allah'ın: "Kendilerine haber gönderdi" buyruğunda hazfedilmiş ifa­deler vardır. Yani kendilerine içine düştüğü duruma onları düşürmek kastı ile bir ziyafete çağırmak üzere haber gönderdi.

Mücahid, İbn Abbas'tan naklen dedi ki: Aziz'in karısı kocasına, ben bir ye­mek hazırlayıp şu kadınları davet etmek istiyorum, demiş. Kocası da: Yapa­bilirsin deyince, bir yemek hazırlamış, daha sonra da gelecek kadınlar için odalarını süsleyip döşemiş, sonra da ziyafete katılmaları için onlara lıaber gön­dererek zikrettiğim bu kadınlardan hiçbir kimse gelmemezlik etmesin demiş.

Vehb b, Münebbilı der ki: Bu kadınlar kırk kişi idiler. Onları zorladığı için ister istemez geldiler. Umeyye b. Ebi's-Salt bunlar hakkında şöyle der:

"Nihayet yanına zorla, istemeyerek geldiler, O da o kadınlar için sedirler ve kebaplar hazırlamıştı."

Buradaki; Sedirler, kelimesi "yaygılar" anlamında; diye de rivayet edilir. Vehb b. Münebbih der ki: Nihayet gelip yerlerini aldılar.

"Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı." Üzerlerinde yaslanacak­ları yerler hazırladı. İbn Cübeyr der ki: Her oturulan yerde de içinde bal, tu­runç ve keskin bir bıçak bulunan bir kâse vardı.

Mücahid ve Said b. Cübeyr: "Yaslanacak yer" kelimesini hemzesiz ve "te" harfi şeddesiz olarak; diye okumuştur. Bu ise Kıptîce'de tu­runç demektir. Mücahid de bunu böylece açıklamıştır.

Süiyan'ın, Mansur'dan, onun da Mücahid'den rivayetine göre Mücahid de şöyle demiş: Şeddeli ve hemzeli okuyuş, yiyecek yemek demektir. Ancak şed­desiz ve hemzesiz turunç (ağaç kavunu) anlamındadır. Şair de der ki:

"Biz günahı (şarab'ı) açıktan açığa büyük kaplarla içeriz,

Turuncun da aramızda iğreti alındığını (elden ele dolaştığını) görürsün."

Ezd Şenûeliler de: el-Etrucce ile el-mütke(turunç) aynı şeylerdir, derler. el-Cevherî der ki; Mütk (şeddesiz ve hemzesiz okuyuştan isim) sünnet yapan kadının geriye kesmeden bıraktığı parçanın adıdır. Bu da aslında et ve ben­zeri şeyleri saran ince bir kabuk demektir. ise sünnet yapılmamış ka­dın demektir. el-Ferrâ da der ki: Bana Basralılardan güvenilir bir ilim adamı­nın naklettiğine göre şeddesiz olarak; et ve benzeri şeyler üzerinde­ki ince kabuk (zar) demektir. Kimisi de bunun turunç ile aynı şey olduğu­nu söylemiştir ki, bunu da el-Ahfeş nakletmektedir.

İbn Zeyd der ki: Kadın onlara turunç ve onunla beraber yenilmek üzere bal hazırlamıştı. Şair de der ki:

“Nimet içinde yedik ve yaslandık,  Ve helal içecekleri büyük testileriyim içtik."

en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın; "Hazırladı" fiili; Hazır­lanan şeyler" lafzından alınmadır ki, bu da herhangi bir şey için hazırlayıp araç kıldığın herbir şey demektir.

Şeddeli ve hemzeli okuyuş ile ilgili olarak yapılmış en sahih açıklama Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbas'tan şöyle dediğine dair naklidir Bundan maksat oturacak yer demektir.

Tefsir bilginlerinden bir topluluğun bundan maksadın, yemek olduğunu söylemeleri; "Yaslanarak yenilecek yemek" takdirine göre müm­kün olabilir. Tıpkı yüce Allah'ın: "Kasabaya sor." (Yûsuf, 12/82) buyruğu gibi. Bu hazfın olduğuna delil de: "Onların herbirine de birer bı­çak verdi" ifadesidir. Çünkü kadınlarla birlikte bıçakların bulunması ancak bıçaklarla kesilecek bir şeyler yemek içindir.

Nitekim (en-Nelıhâs) "trabu'l-Kur'ûn"adlı eserinde de böyle demiştir. "Meûni'l-Kur'ân" adlı eserinde ise şunları söyler; Ma'mer, Katâde'den; "mealde: Yaslanacak yer-"in yiyecek, yemek diye açıkladığını rivayet etmek­tedir. Bunun yemek yenildiği yahut içildiği veya konuşulduğu esnada üze­rine yaslanılan her şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da dilciler tara­fından bilinen bir açıklamadır. Ancak kelimenin önceki açıklamasına dair ge­len rivayetler sahihtir.

el-Kutebî'nin de naklettiğine göre; filan kişinin yanında yemek yedik, an­lamında; denilmektedir. kelimesinin aslı şeklinde­dir. " Tartılan şey ve va'dolunan şey" anlamındaki kelimelerin; "Tarttım, va'dettim" fiillerinden gelmesi gibi. "Yaslanacak yer" anlamındaki kelime ise; "Yaslandım" fiilinden gelmektedir ve Yaslandı, yaslanır, yaslanmak" diye kullanılır.

"Onların herbirine de birer bıçak..." anlamındaki buyrukta iki meful var­dır. el-Kisaî ve el-Ferrâ; " Bıçak" kelimesinin hem müzekker hem de müennes kullanılacağını nakletmektedir. el-Ferrâ şu beyi ti nakleder:

"Soğuk bir sabah vakti, sapı oldukça sağlamlaştırılmış bir bıçak ile Devenin hörgücünde yara açtı."

el-Cevherî: Çoğunlukla bu kelime müzekker kullanılır, demektedir. Daha sonra el-Cevherî şu beyi ti nakleder:

"Zahiren onun samimi öğüt verdiği görünür ama yalnız kaldı mı İşte o boğaza dayanan oldukça keskin bir bıçak olur."

el-Esmaî der kî: Bu kelimenin bilinen şekli yalnızca müzekker olarak kul­lanıldığıdır.

"Ves Çıt karşılarına, dedi" buyruğundaki: " Dedi" kelimesinin "te" harfinin ötreli okunuşu iki sakinin arka arkaya gelmesinden dolayıdır. Çünkü esreden sonra ötre varsa, ağır okunur. "Te"nin esreli okunuşu ise as­la (yani sakin harf harekelenecek olursa esre ile harekelenir ilkesine) göre­dir.

Denildiğine göre kadın diğerlerine: Ben size söylemedikçe ne bir şey ke­siniz, ne bir şey yiyiniz. Daha sonra hizmetçisine: Ben sana: îl'i çağır diye­cek olursam, Yûsuf'u çağır, diye emretti. îl ise onların tapındıkları bir putun adıdır. Hz. Yûsuf da çamurda çalışıyordu, peştemalını toplayıp bağlamış, kol­larını da kıvırmıştı. Hizmetçiye -bana rabbi çağır anlamında- bana îl'i çağır dedi. îl İbranice rab demektir. Kadınlar hayrete düştü ve: O nasıl gelebilir, dediler. Bu sefer hizmetçi çıkıp, Hz. Yûsuf’u çağırdı. Hz. Yûsuf yukardan aşa­ğıya inince ev sahibi kadın diğerlerine beraberinizdekileri kesiniz, dedi. "Ka­dınlar onu görünce, onun gerçekten büyük hir güzelliğe sahip birisi ol­duğunu anladılar. Ellerini kestiler." Ellerindeki bıçaklarla kemiklere ulaşın­caya kadar, ellerini kestiler. Bu şekildeki açıklamayı Vehb b, Münebbih yapmıştır. Said b. Cübeyr de der ki: Onu süslemeden, kadınların huzuruna çıkarmadı. Ansızın kadınların yanına çıkınca ondan dolayı dehşete kapıldı­lar, yüzünün güzelliği, süsleri ve üzerindekilerden dolayı hayrete düştüler, ellerini kesmeye koyuldular. Halbuki onlar bunu yaparken turunçları kestik­lerini zannediyorlardı.

'Onun gerçekten büyük bir güzelliğe sahlb birisi olduğunu an­ladılar." buyruğunun ne anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Cu-veybir'in, ed-Dahhâk'tan, onun İbn Abbas'tan rivayetine göre: Onu çok bü­yük bir şey gördüler ve heybete kapıldılar demektir. Yine ondan gelen riva­yete göre, onu görmenin de liseliyle meni ve mezileri aktı. Şair der ki:

"Küçük tepenin üzerinden erkek deveyi gördüler mi Böğürmeye başlarlar ve hızlıca fışkıran menilerini akıtırlar."

İbn Sem'ân da arkadaşlarından bir gruptan naklettiğine göre şöyle demek­tedir: Arkadaşları dediler ki: O kadınların aşklarından dolayı mezileri aktı. Vehb b. Münebbih de der ki: Derhal ona aşık oldular ve o mecliste hayret, deh­şet ve Yûsuf a kalbten duydukları aşklarından ötürü on tanesi Öldü. Bunun anlamının dehşetlerinden ay hali oluverdiler, olduğu da söylenmiştir. Bu açık­lamayı da Katide, Mukatil ve es-Süddî yapmıştır. Şair de der ki:

"Biz kadınlara teiniz oldukları vakit varırız da ancak Ay hali olduklarında, asla kadınlara yaklaşmayız."

Ancak Ebu Ubeyde ve başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle derler: Arap dilinde bu kelime böyle bir anlamda kullanılmaz. Bununla birlikte onu oldukça büyük bir şey gördüklerinden dolayı ay hali olmuş olmaları muh­temeldir. Çünkü kadın kimi zaman korkusundan dolayı, karnındaki yavru­yu düşürebilir yahut ay hali olabilir.

ez-Zeccâc der ki: Arapçada; "Onu büyük gördüler" denilir ama -ondan dolayı ay hali oldular anlamında olmak üzere-: denilmez. Çünkü büyük görmek, hiçbir zaman ay hali olmak manasına değildir.

el- Ezherî buna cevap vererek: Ancak ay hali oldu anlamında; de­nilebilir. Çünkü kadın ilk defa ay hali olduğu takdirde, küçük yaştan büyük­lüğe doğru geçiş yapmış olur. Devamla der ki: daki "he" zamir "he"si değil de vakf (sekt, susuş) "he"si olabilir. Ancak bu görüşün aslı yoktur, zi­ra vakf için gelen "he" vasi halinde düşer. Bundan daha uygun görüş, İbnu'l-Enbarî'nin şu açıklamasıdır: Buradaki "he" zamiri fiilin mastarından bedel­dir, yani, şeklinde olup ay hali oldular anfamındadır. İbn Abbas'ın birinci görüşüne göre ise "he" zamiri Hz. Yûsuf'a aittir ve Yûsuf u oldukça büyük birisi olarak gördüler ve onu alabildiğine ta'zim ettiler, demektir.

"Ellerini kestiler" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid der ki: Ellerini kopa­rırcasına kestiler. Ellerini çizip yaraladılar, diye de açıklanmıştır. İbn Ebi Necîh, Mücalıid'den şöyle dediğini rivayet eder: Ellerini bıçaklarla kestiler. en-Nehhâs der ki: Mücahid bu açıklaması ile eli kopup ayıracak şekilde bir kesmeyi kastetmemektedir. Bu bir çizme ve yaralama anlamında bir kesme­dir. Dilde ise insanın -mesela- arkadaşının elini çizecek olursa "elini kesti" denilmesi bilinen bir husustur. İkrime, "elleri" lafzını kollarının yenleri diye açıklamıştır ki, bu anlama gelmesi uzak bir İhtimaldir.

Parmaklarını kestiler, diye de açıklanmıştır. Yani kalbleri Hz. Yûsuf ile meş­gul olduğundan dolayı ellerini kesip yaralamalarından dolayı hiçbir acı duy­madılar. Fiilin şekli kesmenin çok olduğuna işarettir, çokluk herbirisinin bîr kaç yerden elini yaraladığı anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, kadınların sayılarının çokluğu dolayısıyla kullanılmış olma ihtimali de vardır.

"Ve dediler ki: Allah'ı tenzih ederiz." Yani Allah'a sığınırız. el-Esmaî, Na-fî'den; "Allah'ı tenzih ederiz" buyruğunu Ebu Amr b. el-Alâ gibi; şeklinde "şın" harfinden sonra "elifi de okuduğunu nakletmekte­dir. Asıl kullanım şekli de budur. Bu "elifi hazfeden; "(A): Allah'ı" lafzındaki "elifi onun bedeli kabul eder. Bu kelime şu dört şekilde kullanılır. şekillerinin hepsi de: Seni tenzih ederim, an­lamındadır. Yine Haşa ki Zeyd"den diye kullanılır (ve Zeyd kelimesi cer ve nasb edilebilir).

en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Mu-hammed b, Yezîd'İ şöyle derken dinledim: Bu edatın isminin nasbedilmesi daha uygundur. Çünkü bunun fiil olduğu sahih olarak kabul edilmiştir. Zi­ra Araplar: " Haşa Zeyd"den, derler ve ismin başından da harf (meksur lam edatı) hazfedilmez. Şair Nabiğa da şöyle demiştir:

"Ve ben kavimlerden hiçbir kimseyi müstesna kılmıyorum,"

Kimi dilci; "Dışında müstesna, haşa" bir edattır, "Müstes­na kılıyorum" ise bir fiildir, der.ın fiil olduğuna delil ise, ondan son­ra harf-i cerrin gelmesidir. Ebu Zeyd'in naklettiğine göre bir bedevi Arabr "Allah'ım bana ve işiten herkese mağfiret buyur. Şeytan ile Ebu'l-Esbağ müstesna," diyerek bu lafızla sonra­ki kelimeyi nasb etmiştir,

el-Hasen ise "şm" harfini sakin kılarak diye okumuştur. Yine on­dan; diye okuduğu da rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud ve Ubeyy ise "lam" harfi olmaksızın; diye okumuşlardır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ebu Sevban müstesnadır, çünkü o gerçekten

Başkasını kınamaktan ve kötü söz söylemekten yana cimridir."

ez-Zeccâc der ki: Bu kelimenin aslı; " Etraf yakınlardan gelmek­tedir. Yakın çevre anlamındadır. Mesela; " Filanın ya­kınlarında idim" denilir. Buna göre Zeyd bundan uzaktır" o bir tarafta, Zeyd bir taraftadır anlamına gelir. İstisnada bir şeyi sözü edilenler ara­sından bir kenara çıkarmak ve bir kenarda tutmak demektir.

Ebu Ali bu kelime İstisna etmekten faildir. Yani Yûsuf böyle bir şeyden münezzehtir ve Yûsuf kendisine atılan iftiradan uzakta ve bir kenar­dadır, Yahut ta o insan olmaktan münezzehtir, insanlık bir tarafta o bir taraf­tadır. Sibeveyh'e göre; istisna cümlesinde cer harfidir. el-Müberred ve Ebu Ali'min açıklamalarına göre ise bir fiildir.

"Bu bir beşer değildir." el-Halîl ve Sibeveyh der ki: "Değildir" eda­tı; "Değildir" edatı gibidir. Meselâ Zeyd ayakta değildir"; "Bu bir beşer değildir" ile "Onların anaları değildir" (el-Mücadele, 58/2) denilir.

Kûfeliler de derler ki: Burada "beşer" kelimesinin başına getirilmesi ge­reken) "be" harfi hazfedildiğinden nasbedilmiştir. Bunun açıklaması da Ah-med b. Yahya'nın dediğine göre şöyledir: Bir kimse; "Zeyd gi­dici değildir" dediği vakit "be" harfi nasb mahallindedir, sair cer harfleri de böyledir. İşte bu cer harfi hazfedildikten sonra (harfin başına geldiği isim.) mahalline delalet etsin diye nasbedilmiştir. Alımed b. Yahya der ki: el-Fer-râ'nın da görüşü budur. O da şöyle der: edatı tek başına hiçbir amel et­mez. Ancak Basralılar onların bu durumda (Zeyd ay gibidir anlamında olmak üzere) demeleri gerektiğini söyleyerek görüşlerinin red edilece­ğini belirtirler. Çünkü bu;... ay gibidir" anlamındadır.

Ahmed b. Yahya ise şu sözleriyle onlara cevab verir: "Be" harf-i cerri "kePten daha çok bir harf-i cer olarak kullanılabilir. Çünkü "kef' bazen isim olabilmektedir.

en-Nelıhâs ise der ki: Ancak Basralılann görüşü sahihtir ve bu sözde bir çelişki vardır. el-Ferrâ; -Zeyd gidici değildir, anlamında-; denil­mesini uygun kabul etmiş ve şu beyiti nakletmiştik

"Allah'a yemin olsun ki sen eğer hür olaan dahi

Esasında sen hür de olamazsın, azad edilmiş köle de olamazsın."

Ve ayrıca el-Ferrâ bunun nasb ile okunmasını açık ifadelerle kabul etmez. Diğer taraftan; "Zeyd'in sana rağbeti yoktur" demenin de; " Amr sana doğru gelmemektedir" demenin de caiz oldu­ğu hususunda nahivciler arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Bun­dan sonra ise "be" harfini hazfederler ve (başına geldiği ismi) ref ederler. Basralılar ve Kûfeliler ise ref ile; "Zeyd gidici değildir" şeklindeki kullanımı naklederler. Yine Basrahlar bunun Temimlerİn söyleyişi olduğunu nakleder ve şu beyiti de zikrederler:

"Sizler Teym'i mi bana eş ve denk kabul ediyorsunuz? Halbuki Teym hiçbir zaman şerefli birisine denk olamaz."

el-Kisaî ise bunun Tihame ve Necidlilerin söyleyişi olduğunu naklet­mektedir. el-Ferrâ da refin iki bakımdan daha güçlü olduğunu iddia etmek­tedir. Ebu İshak dedi ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü yüce Allah'ın Kitabı ve Ra-sûlünün kullanımı daha güçlü ve daha uygundur.

Derim ki: Hafsa (r.anha)nın MushaFında bu buyruk;" Bu bir beşer değildir" şeklindedir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Burada kadınlar Hz. YûsuPun suret itibariyle in­sanlardan daha güzel bir surette olduğunu, hatta bir melek suretinde olduğu­nu söylemek istemişlerdir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır "Andolsun Biz inşam gerçekten en güzel bir surette yarattık."'(et-Tîn, 95/4) Bu iki âyet-i ke­rîmenin bîr arada anlaşılması şöyledir: Kadınlar "Allah'ı tenzih ederiz" ifade­leri ile Hz. Yûsuf u, Aziz'in karısının onu itham ettiği, kendisine kötü maksat­la yaklaşmak istediğinden uzak olduğunu anlatmaktadır. Yani Yûsuf böyle bir şeyden uzaktır. Onların " Allah İçin" sözleri Allah İçin o bundan uzaktır, demektir. Yani Yûsuf bu işten kurtulmuştur, bu surette böyle bir şey yoktur. Bunun da anlamı şudur: Onun masiyetlerden uzaklığı meleklere benzemek­tedir. Böyle bir açıklamaya göre ise (âyetler arasında) çelişki yoktur.

Bir diğer açıklamaya göre burada maksat, Hz. Yûsufun aşırı güzelliğin­den ötürü sureti itibariyle insanlara benzemesinden tenzih edilmesidir. "Al­lah'ı" ifadesi de bu manayı te'kid içindir. Buna göre buyruğun anlamı şu olur: Kadınlar melek suretinin daha güzel olduğunu zannederek böyle bir sözü söy­lediler, onlar yüce Allah'ın: "Andolsun ki insanı en güzel bir surette yarat­tık" (et-Tin, 99/4) sözlerinden haberdar değillerdi. Çünkü bu bizim Kitabı­mızda olan bir buyruktur.

Bazı zayıf anlayışlı kimseler şöyle zannederler: Eğer kadınların bu sözle­rinin gerçekle ilgisi olmayan bir kanaatleri olsaydı, yüce Allah'ın onlann bu kanaatlerini reddetmesi ve bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan etmesi ge­rekirdi. Ancak böyle bir'görüş batıldır. Zira yüce Allah'a böyle bir şeyin vacib olduğunu kabul edemeyiz. Zaten yüce Allah'ın kâfirlerin küfrü ve yalan­cıların yalanı ile ilgili olarak haber verdiği bütün hususları hemen akabinde reddetmesi gerekmez. Aynı şekilde "örf ehli kimseler" çirkin kişi hakkında "o şeytan gibidir" derken, güzel kişi hakkında da "o melek gibidir" derler. Ya­ni benzeri görülmemiş demektir. Çünkü insanlar melekleri görmezler. Böy­le bir ifade melek suretinin daha güzel olduğu zannına binaen söylenir, ya­hut ta onun ahlâkının temizliğini, ithamlardan da uzaklığını haber vermek kas­tıyla söylemiş olabilirler.

"Bu ancak çok şerefli bir melektir." Bu ancak şerefli bir melek olabilir, başka bir şey olamaz. Şair de der ki:

"Sen bir insana mensub da değilsin fakat sen bir melekte mensub) olabilirsin, Sema boşluğundan yağmur gibi inen."

el-Hasen'den de: -"Bu bir beşer değildir" anlamındaki buyruğu-: şeklinde "be" ve "şın" harflerini esreli olarak okuduğu rivayet edilmiştir ki bu: Bu satın alınan bir kul değildir, anlamındadır; böyle birisi­nin satılmaması gerekir, demektir. O bu şekilde okumakla mastarı ism-i meful yerine kullanmış olur. Yüce Allah'ın: "Deniz avı... size helal kılındı" (el-Maide, 5/96) buyruğunda olduğu gibi ki, denizde av­lanmak anlamındadır ve bunun benzerleri de pek çoktur.

Buyruğun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Buna değer biçilemez, bu­nun kıymeti hiçbir şekilde tesbit edilemez. Buna göre "satın almak" anlamın­daki kelime ile satın alınırken onun karşılığında verilen bedel kastedilmiş olur. Mesela bir kimsenin: Bu bine alındı, şeklindeki sözünü reddetmek isterken, bu bine alınamaz demeye benzer. Bu açıklamaya göre ise "be" harfi haber olan mahzuf bir söze taalluk eder. "Bu satın almakla mik­tarı tesbit edilebilecek bir şey değildir" demeye benzer. Ancak büyük çoğun­luğun kıraati daha uygundur. Çünkü ondan sonra "bu ancak çok şerefli bir melektir'' buyruğu gelmektedir ki, bu da onun şanını ta'zim gayesi ile me­lek türünden olduğu söylenerek üstünlüğünü mübalağa yoluyla ifade etmek içindir. Diğer taraftan; (el-Hasen'den gelen rivayet gibi) türünden ke­limeler Mushaf ta “ya" ile yazılırlar.

Allah'ın: "Kadın dedi ki: Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur"

buyruğu şu demektir: Aziz'in hanımı misafir kadınların Yûsuf a kendilerini kap­tırdıklarını görünce, "kendisi dolayısı ile" yani onu sevdiğimden dolayı "be­ni kınadığınız işte budur" diyerek mazur olduğunu açığa vurmak istedi.

" Şu" burada " Bu" anlamındadır. Taberî'nin tercihi de budur. Buradaki "he" (mealde: Kendisi) zamirinin sevgiye ait olduğu ve; Şu, işaret zamirinin de asıl anlamı üzere kullanıldığı da söylenmiştir. Buna gö­re mana şöyle olur: İşte kendisi sebebiyle beni kınadığınız sevgi budur, ya­ni bunun sevgisi işte o sevgidir.

"Levm (kınamak)" ise çirkin şeylerle nitelendirmek demektir.

Daha sonra gerçeği ikrar ederek şunları söyledi:

"Evet, andolsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini ko­rudu" yani bu işe yanaşmadı.[134]

"Korunma "ya bu ismin veriliş sebebi, masiyetin işlenmesinden koruyup engellemesinden dolayıdır. "Kendisini korudu" ifadesinin, bu işe kar­şı koydu, zorluk çıkardı, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de an­lamı birdir.

"Şayet kendisine emredeceğimi yapmazsa, andolsun zindana atıla­cak" sözleriyle de kadınların huzurunda onu tekrar kötülük işlemeye davet etti ve haya perdesini yırtarak, dediğini yapmayacak olursa zindana atılmak­la tehdit etti, İlkin olanlar ikisi arasında ceryan etmişti; ama artık ilk duru­munun aksine, kimsenin kınamasından ve söyleyeceği sözlerden çekinme­diğinden böyle konuştu.

"Ve herhalde zillete uğrayanlardan olacaktır" buyruğundaki; " Olacaktır" kelimesi "elif" ile yazılmıştır. Ancak te'kid için getirilen şeddesiz "nûn" gibi okunur. Çünkü te'kid "nûn"u hem şeddeli, hem şeddesiz gelir. Yü­ce Allah'ın: "Andolsun zindana atılacak" buyruğu üzerinde vakıf "nûn" ile yapılır. Çünkü şeddelidir. Buna karşılık; "Olacaktır" üze­rinde vakıf elif ile yapılır. Çünkü şeddesiz "nun"dan dolayı böyle yazılmış­tır ve bu bir kimsenin; "Ben bir adam gördüm, Zeyd'i ve Amr'ı gördüm" sözündeki ı'rab "nun'u (tenvini)na benzemektedir. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki yakalayıp, çekeriz alnından" (el-Alak, 96/15) buyruğu ve benzerleri de buna benzemektedir ki bu gibileri üzerin­de vakıf elif ile olur. el-A'şâ'nın şu mısraında olduğu gibi:

"Şeytana asla ibadet etme, Allah'a ibadet et."

Şair burada; "Mutlaka ... ibadet et" demek istemiştir. Vakıf yapma­sı gerektiğinden elif ile vakıf yapmıştır.[135]

 

33- Dedi ki: "Kabbim ben, zindanı bu kadınların beni kendisine da­vet edegeldiklerl şeye tercih ederim. Eğer Sen bunların tuzak­larını benden savmazsan, onlara meyleder, cahillerden olu­rum."

34- Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti. O kadınların tu­zaklarını üzerinden sardı. Çünkü O, hakkıyla işitendir, bilendir.

Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Rabbim ben, zindanı bu kadınların beni davetedegeldikleri şeye tercih ederim" buyruğunda "zindanı ifadesi, zindana gir­meyi takdirinde olup muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve en-Nehhâs yapmışlardır. "Tercih ederim"; zindan benim için masiyete düşmek­ten daha kolay ve daha hafiftir, demektir. Yoksa zindana girmek durum ne olursa olsun mutlaka sevilen bir şey olduğu anlamına değildir.

Nakledildiğine göre Yûsuf (a.s) "Ben zindanı.,, tercih ederim'1 deyince yüce Allah da kendisine şöyle vahyetmiş: "Ey Yûsuf! Sen, ben zindanı tercih ederim demekle kendini zindana atmış oldun. Eğer ben afiyet ve esenliği ter­cih ederim, demiş olsaydın hiç şüphesiz esenliğe kavuşturulurdun."

Ebu Hatim'in naklettiğine göre Osman b. Affan (.r.a); ": Hapse atıl­mak, zindana atılmak" diye "sin" harfini üstün olarak okumuştur. Bunun ay­nı zamanda İbn Ebi İslıak'ın, Abdu'r-Rahman el-A'rec'in ve Ya'kub'un da kı­raati olduğunu nakletmiştir. Bu ise; "Onu hapsetti, hapsetmek" fiilinin mastarıdır.

"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan" yani bu kadınlam tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan...

Kendisini gören kadınların tuzakları diye de açıklanmıştır. Çünkü kadın­lar ona Aziz'in karısına itaat etmesini emretmiş ve ona şöyle demişti: Bu ka­dın mazlumdur ve sen de ona zulmettin.

Bir diğer açıklamada da şöyle denilmiştir: Aziz'İn kansı için ona nasihat­te bulunmak üzere herbirisi Hz. Yûsuf'la başbaşa kalmak istedi. Bundan mak­sat ise kadına belki isteğini kabul eder diye yardımcı olmasını istemek idi. Ancak herbirisi tek başına onunla başbaşa kalınca Hz. Yûsuf a: Ey Yûsuf! Be­nim ihtiyacımı gör, ben senin için efendinden daha iyiyim, demeye koyula­rak, ayn ayrı onu kendisinden murad almağa çağırıyor ve ayağını kaydırma­ya gayret ediyordu. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Rabbim, önceleri bir taney­di, şimdi bir topluluk oldular, dedi.

Bir diğer açıklamaya göre Aziz'in karısının tuzağı Hz. Yûsuf u işlemeye da­vet ettiği hayasızlık idi. O ("bunlar şeklindeki") çoğul ifadesiyle onu kastet­miştir. Hitabında ya onu ta'zim etmek için çoğul kullanmıştır, yahut ta açık (sarih) ifadeyi kullanmayıp üstü kapalı ifadeyi (ta'rizi) kullanmak istediğin­den böyle yapmıştır.

Keyd (tuzak) ise hileye başvurmak ve bunda çokça gayret etmek demek­tir. İnsanların çokça hileye başvurmaları dolayısıyla da savaşa "keyd" denil­miştir. Amr b. Lecâder ki:

"Sana tuzak kurmak için Biçr'in annesi göründü sana, ' Süslenip püslenerek sana kuracağı tuzağı kursun diye."

"Onlara mcyleder(im)" buyruğu şartın cevabıdır, "Meylederim" ifadesi meyledip özlemeyi anlatmak için kullanılan; Meyletti, eder­den gelmekte olup mastarı da; diye gelir. Şair der ki:

"Kalbim Hind'e şevk ile meyletti,

Hind gibi birisi zaten şevk ite meylettirir."

Yani, ey Rabbimî Eğer masiyetten uzak durmakta bana lütuf etmeyecek olursan, ben de masiyete düşerim.

"Cahillerden olurum." Yani günah işleyen ve bundan dolayı yerilmeyi ha-keden kimselerden olurum. Yahut cahillerin işini yapan kimselerden olurum.

İşte bu, Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir kimsenin Allah'a İsyan olan bir işten uzak duramadığının delilidir. Aynı şekilde cahilliğin çirkin olduğuna ve cahil kimsenin yerildiğine de delildir.

"Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti." Çünkü o: "Eğer Sen bun­ların tuzaklarını benden savmazsan" diyerek duaya yönelmişti. Bununla Allah'ım onların tuzaklarını benden sav, demiş gibi idi. Yüce Allah da duası­nı kabul etti, ona lütfetti ve zinaya düşmekten korudu.

"O kadınların tuzakları" denilmesinin sebebi şöyle açıklanmıştır: Çün­kü o kadınlar bir topluluktu ve hepsi de ondan murad almak istemişti, Ge­nel olarak; bütün kadınların tuzağı anlamında olduğu da söylenmiştir. Bun­dan önceki âyet-i kerîmede söz konusu edildiği gibi yalnızca Aziz'in karısı­nın tuzağını kastettiği de söylenmiştir. Ancak umum ifade etmesi daha uy­gundur.[136]

 

35. Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu bir sûreye kadar zindana atmak, onlarca uygun görüldü.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[137]

 

1- Hz. Yûsuf a Dair Görüşler:

 

"Sonra" Mısır Aziz'i ve onun danışmanları "bütün delilleri gördükleri hal­de..." Hz. Yûsuf’un suçsuzluğunu, gömleğinin arkadan yırtılması, kadının ya­kınlarından şahidin şahitlik etmesi, kadınların ellerini kesmeleri ve Hz. Yû­suf ile karşılaşmaları sırasındaki dirençsizlikleri gibi alametleri gördükten son­ra, herkesin arasında bu olayın yaygınlık kazanmaması, buna engel oluna­rak gizlenmesi için onu hapsetmeyi uygun gördüler.

Bir diğer açıklamaya göre burada sözü geçen "deliller" Hz. Yûsuf arala­rında bulunduğu sürece üzerlerine açılan bereket kapılan idi, Ancak birin­ci görüş daha sahihtir. Mukatil, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan, İbn Abbas'ın yüce Allah'ın: "Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu... uygun görüldü" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Gömleğin yırtıl­ması bu delillerdendir, şahidin şahitliği bu delillerdendir, kadınların ellerini kesmeleri bu delillerdendir, kadınların onun oldukça büyük bir güzelliğe ss hip olduğunu görmeleri de bu delillerdendir.

Şöyle de denilmiştir: Kadının insanlardan aşın derecedeki utanması ve on dan büsbütün ümidinin kesileceğinden korkması, tümden elinden gitmesi ye rine ondan uzak kalmaya razı olmaya onu mecbur etti. Böylelikle onu gör meyecek olursa, hastalığının şifa bulacağını zannetmişti. Şair de der ki:

"Kavuşma ümidi bulunan özlem duyan birisinin duyduğu hasret, Hiçbir ümit taşımayan fakat özlem duyan birisîninkine benzemez.

Yahut kadın, hapsedilmekten çekinerek kendisini teslim edeceği ümidiy­le onu hapse atmak tuzağı ile karşı karşıya bırakmak istedi.[138]

 

2- Hz. Yûsuf un Hapsedilmesi:

 

"Onu... zindana atma" (anlamı verilen); kelimesi fail mevkiinde­dir. Yani onu hapsetmeleri görüşü onlara uygun görüldü. Bu Sibeveyh'in gö­rüşüdür. el-Müberred ise bu yanlıştır, der. Çünkü fail cümle olmaz. Ancak bu­rada fail; "Uygun görüldü" fiilinin delalet ettiği mastardır. Bu da; "Onlara gelen... görüş uygun görüldü" demektir. Hapfedilmesinin sebebi ise, fiilin ona delâlet etmesidir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Bir haktır, Ebu Musa'nın, baba olduğu kimseye Dağlan diken (yüce Allah)ın muvaffakiyet vermesi."

Burada; "Bunun gerçekleşmesi bir haktır" anlamında olup hazfedilmiştir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Daha sonra önceden bilmedikle­ri bir görüşe sahip oldular. Bu ifadenin hazfediliş sebebi ise buyrukta buna delalet eden sözlerin bulunmasıdır.

Aynı şekilde "demek" fiili de hazfedilmiştir, yani "onu zindana atmalıdır­lar, dediler" demektir. Baştaki "lam" harfi ise gizli bir yeminin cevabıdır. Fi­il müzekker bir fiildir, müennes değildir. Çünkü müennes bir fiil olsaydı; denmesi gerekirdi. Buna da yüce Allah'ın: "Onlarca" denilerek; şeklinde (aynı anlamdaki) müennes zamir kullanılmaması delil teş­kil etmektedir. Bu buyrukla adeta kadınlara ve onların yardımcılarına dair ha­ber verilmiş ve müzekker kipi tağlib yoluyla kullanılmış gibidir. Bu açıkla­mayı da Ebu Ali yapmıştır.

es-Süddî dedi ki; Hz. Yûsuf'un hapse atılmasının sebebi Aziz'in karısının Hz. Yûsuf u kendisini teşhir edip, durumunu yaygınlaştırarak küçük düşür­mesinden şikayetçi olmasıdır. Bu açıklamaya göre "onlarca" lafzındaki za­mir hükümdara aittir.[139]

 

3- Hz. Yûsuf’a Süreli Hapis:

 

"Bir süreye kadar" buyruğu "belirsiz bir süreye kadar" demektir. Bu açıklamayı pek çok müfessir yapmıştır. İbn Abbas der ki: Şehirde yaygınlık kazanmış olan haber kesifinceye kadar, demektir.

Said b. Cübeyr de altı aya kadar diye açıklamıştır. el-Kiyâ'nın naklettiği­ne göre; o bu ifade ile üç aylık bir süreyi kastetmiş İdi. İkrime ise dokuz yıl­lık bir süre, el-Kelbî beş yıl, Mukatil de yedi yıllık bir süre kastetmişti, de­mişlerdir. Bakara Sûresi'nde; "Bir süre" kelimesi ve onun ile ilgili hü­kümlere dair açıklamalar (el-Bakara 2/36. âyet 6. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır.

Vehb der ki: Hz. Yûsuf oniki yıl hapis kaldı.

Bu buyruktaki;...e kadar" edatı, anlamındadır. Yüce Allah'ın: " Tan yeri ağarıncaya kadar" (el-Kadr, 97/5) buyruğu gibi.

Yüce Allah zindana atılmayı Hz. Yûsuf için kadına meyletmesi dolayısıy­la bir temizlenme sebebi kılmıştı. Aziz -eğer Hz. Yûsuf un suçsuzluğunu bil­miş ise- sanki Hz. Yûsuf'un hapse atılmasında kadına itaat etmiş gibi görü­nüyor.

İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf üç yerde yanıldı. Birincisi, kadına meyledin­ce; buna sebeb zindana atıldı. İkincisi rüya yorumunu isteyen kişiye: "Beni efendinin yanında an" (Yûsuf, 12/42) demesi üzerine hapiste bir kaç yıl da­ha kaldı. Diğeri ise kardeşlerine: "Siz gerçekten hırsızlık yaptınız" (Yûsuf, 12/70) dedirtmesi, onlar da buna karşılık: "Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" (Yûsuf, 12/77) diye cevap vermişlerdi.[140]

 

4- Zina Îçin Hapis Tehdidi İkrah Sayılır Mı?

 

Yûsuf (a.s) hapse atılmak tehdidi ile zina etmek İçin zorlandı, Beş yıl ha­piste kaldığı halde mevkinin büyüklüğü ve şerefinin üstünlüğü dolayısıyla böyle bir şeye razı olmadı.

Bir kişi zina etmek üzere zindana atılmakla tehdit edilecek (ikrah) olur­sa, icma ile zina caiz olmaz. Şayet dövmek ile ikrah söz konusu olursa, ilim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Sahih kabul edilen görüş eğer dövme aşın bir noktaya varırsa, zinanın günahı da, haddi de o kişiden düşer.

Kimi ilim adamlarımız ise o kimseden haddin düşmeyeceğini söylemişler­dir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü yüce Allah kulu hakkında iki ayn aza­bı bir araya toplamaz ve iki belâdan birisini tercih etmek ile karşı karşıya bı­rakmaz. Çünkü böyle bir şey dindeki en büyük zorluklardandır. Halbuki yü­ce Allah: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) diye buyurmaktadır. İleride bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın İzniyle Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet, 4.başlık ve devamında) gelecektir.

Hz. Yûsuf bu ceza ve tehdide rağmen sabretti, kendisine kurulan bu hi­le ve tuzaklardan dolayı Allah'a sığındı. Önceden de geçtiği üzere yüce Al­lah da onun duasını kabul buyurdu.[141]

 

36. Onunla birlikte zindana İki de delikanlı girdi. Bunlardan biri: "Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyor gördüm" dedi. Öbürü de: "Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da ondan yiyor gördüm" dedi. "Bize bunun yorumunu bildir. Çün­kü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.''

37. Dedi ki "Size rızıklanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu, muhakkak onun ne olduğunu size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Gerçekten ben Allah'a İnanmayan ve kendileri âbireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim;

38. "Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız, yapabileceğimiz bir İş değil­dir. Bu hem bize, hem İnsanlara Allah'ın lütuf ve kereminden-dlr. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

Yüce Allah'ın: "Onunla birlikte zindana iki de delikanlı girdi" buyruğundaki: "İki delikanlı" kelimesi in tesniyesi (ikili)dir. Bu kelime (son harfi) "yalıdır. Bunun: "Genç delikanlılar" şeklinde çoğul yapılması şaz'dır. Vehb ve başkalan derler ki: Yûsuf (a.s) bir eşek üzerinde zincire vu­rulmuş halde, zindana götürüldü. Çarşı-pazar dolaştırılarak:" Bu hanımefen­disine karşı gelenin cezasıdır" diye ilan edildi. O İse şöyle diyordu:" Şüphe­siz ki bu ateş parçalarından, katrandan yapılmış elbiselerden, kaynar su içe­ceğinden ve zakkum yemeğinden daha kolaydır."

Hz. Yûsuf zindana götürüldüğünde, orada artık umutlan kesilmiş, bela ve sıkıntıları alabildiğine artmış kimselerle karşılaştı. Onlara: Sabredin size müjdeler olsun, ecir alırsınız demeye başladı. Onlar da: Ey delikanlı! Ne gü­zel söz söylüyorsun! Gerçekten seninle birlikte olmak bizim için bereketli bir şeydir. Sen kimsin, ey delikanlı! diye sormaya koyuldular. Hz. Yûsuf da şöy­le diyordu: Ben Allah'ın seçkin kulu Ya'kub'un oğlu Yûsuf um. Benim dedem de Allah'a kurban edilmesi adanan İshak'tır. Onun da babası ise Allah'ın Halil'i İbrahim'dir.

İbn Abbas der ki: Kadın kocasına bu İbrani köle beni rezil etti. Ben onu hapse atmanı istiyorum deyince, kocası da onu hapse attı. Hz. Yûsuf, zindan­da üzüntülü olanları teselli ediyor, hastalan ziyaret ediyor, yaralılan tedavi ediyor, gece boyunca namaz kılıyordu. Odalann duvarlan, çatılan, kapıları da onunla birlikte ağlayıncaya kadar ağlıyordu. Hapis onun sayesinde terte­miz oldu ve hapistekiler de onunla teselli buldular. O bakımdan herhangi bi­risi zindandan çıktı mı tekrar Yûsuf ile birlikte olmak için zindana geri ge­lirdi. Zindan sorumlusu da onu sevdi ve onun rahat etmesini sağladı, sonra ona şöyle dedi: Ey Yûsuf! Ben seni öyle bir sevdim ki hiçbir şeyi senin kadar sevemiyorum. Bu sefer Hz. Yûsuf: Senin bu sevginden Allah'a sığınırım, dedi. Adam: Neden böyle diyorsun? deyince, bu sefer şu cevabı verdi: Ba­bam beni sevdi, kardeşlerim bana yapacaklarını yaptılar. Hanımefendim beni sevdi, ben gördüğün bale geldim.

Hz. Yûsuf" hapiste iken hükümdar firmasına ve sakisine kızdı. Şöyle kî: Hükümdar aralarında oldukça uzun bir ömür yaşadığından, ondan sıkılma­ya, usanmaya başladılar. O bakımdan hem fırıncısına hem şarapçısına zehir­lemesini telkin ettiler. Ancak fınncı bu isteği kabul etmekle birlikte, şarab sa­kisi bunu kabul etmedi. Saki gidip, bu durumu hükümdara bildirdi, hüküm­dar her ikisinin de zindana atılmasını emretti. Bu ikisi de Hz. Yûsuf’la tesel­li buldular. İşte yüce Allah'ın: "Onunla birlikte zindana iki de delikanlı gir­di" buyruğunda anlatılan budur.

Şöyle de denilmiştir: Fırıncı yemeğe zehiri koydu, ancak yemek hazırla­nınca saki; Ey Hükümdar! Yeme, çünkü yemek zehirlidir, dedi. Fırıncı da; Ey Hükümdar! İçme, çünkü içkide zehir var, dedi. Bunun üzerine hükümdar sa­kiye iç dedi, içti ve içtiğinden zarar görmedi. Fırıncıya ise: Ye dediği halde yemedi, yemeği bir hayvana vererek denedi, olduğu yerde hayvan ölü ver­di. Her ikisini de bir sene hapse attı, ikisi de bu süre zarfında Hz. Yûsuf ile birlikte kaldılar. Sakinin adı Mencâ, diğerinin adı Mecles İdi. Bunu da es-Sa'lebî, Ka'b'dan nakletmektedir.

en-Nekkaş der ki: Birisinin adı Şerhem, diğerinin de adı Serhem idi.

Taberî der ki: Rüyada şarap sıktığını gören kimsenin adı Nebû idi. es-Süheylî der ki: Diğerinin ismini de zikretti, ancak ben onu yazıp kaydetmedim.

Yüce Allah'ın: "İki de delikanlı" diye buyurması, bunlarm ikisinin de kö­le olmalarından idi. Köle de küçük ya da büyük olsun "fetâ: Genç, delikan­lı" diye adlandırılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir.

el-Kuşeyrî der ki: "Fetâ" kelimesinin örflerinde kölenin adı olma ihtima­li de vardır. İşte bundan dolayı da yüce Allah: "Aziz'in karısı delikanlısın­dan (fetâsmdan) murad almak istiyor" (Yûsuf, 12/30) diye buyurmuştur. Bu­nunla birlikte "fetâ" kelimesinin, mülkiyet altındaki bir köle olmasa dahi hiz­metçinin adı olma ihtimali de vardır. Bu ikisinin Hz. Yûsuf ile birlikte zinda­na atılmış olma ihtimali de vardır, daha sonra da ondan önce de atılmış ola­bilirler. Ancak onunla birlikte, onun bulunduğu hücreye girmişlerdi.

"Bunlardan biri: Ben rüyamda kendüni şarab" yani üzüm "sikiyor gördüm, dedi." Hz. Yûsuf daha önce hapistekilere: Ben rüya tabir ederim, demişti. İşte bu iki gençten birisi arkadaşına: Gei şu İbrani köleyi deneye­lim, dediler ve ona herhangi bîr rüya görmedikleri halde soru sordular. Bu açıklamayı İbn Mes'ud yapmıştır. Ancak Taberî'nin naklettiğine göre bu iki kişi Hz. YûsuPun bilgisi hakkında ona soru sordular. Kendisi de: Ben rüya tabir ederim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine gördükleri rüyalarını yo­rumlamasını istediler.

İbn Abbas ve Mücalıid der ki: Gördükleri rüya doğru bir rüya idi ve ona bu rüyaları hakkında yorum yapmasını istemişlerdi. Bundan dolayı rüyanın yorumu olduğu gibi gerçekleşti.

Sahih hadiste Ebu Hureyre'den, Peygamber (sav)in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Aranızda rüyası en doğru çıkan, sözü en doğru olan kişidir.[142]

Bu rüyaların gerçek olmadığı, onu denemek için, ondan yorum yapma­sını istedikleri de söylenmiştir. İbn Mes'ud ve es-Süddî'nin görüşü budur.

Aralarından asılan kişi yalan söylemişti, diğeri ise doğru söylemişti, diye de söylenmiştir. Bu görüş de Ebu Mîclez'e aittir.

Tirmizrnin, İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas, Peygamber (sav)in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim yalan yere bir rüya gördü­ğünü söyleyecek olursa, kıyamet günü iki arpa arasına düğüm atması iste­necektir ve hiçbir zaman ikisi arasına böyle bir düğüm atamayacaktır." Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki; Bu hasen bir hadistir.[143]

Ali (r.a)dan da Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Yalan yere rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyamet gününde bir arpa dü­ğümlemekle yükümlü tutulacaktır." Tİrmizî dedi ki: Bu hasen bir hadistir.[144]

İbn Abbas dedi ki: Bu iki kişi rüyalarını gördükleri sabahı oldukça üzün­tülü ve kederli idiler. Hz. Yûsuf onlara: Ne diye sizi üzüntülü görüyorum? di­ye sorunca, onlar: Efendimiz! Biz hoşumuza gitmeyecek bir şey gördük, de­diler, Hz. Yûsuf onlara: Gördüğünüzü bana anlatın, deyince ikisi de gördük­leri rüyayı ona anlattılar ve: Bu rüyamızın yorumunu bize bildir, dediler. Bu da onların bir rüya gördüklerinin delilidir.

“Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz." Hz. Yûsufun iyiliği has­taları ziyareti, onları tedavi etmesi, üzüntü ve kederlileri teselli etmesi idi. ed-Dahhâk der ki: Zindanda birisi hastalandı mı Hz. Yûsuf ona bakardı, birisi darlığa düştü mü sıkıntısını giderirdi. Muhtaç oldu mu ona mal toplar, onun için dilenirdi.

"İyilik edenlerden" buyruğu güzel bir şekilde bilgi edinmiş bilginlerden, diye de açıklanmıştır. Bunu da el-Ferrâ ifade etmiştir. İbn İshak der ki: "İyi­lik edenlerden" ifadesi eğer bu rüyamızı yorumlarsan, bize iyilik edenler­den olursun, anlamındadır. Nitekim bir kimsenin: Şu işi yap, iyilik eden bi­risi olursun, demek bu kabildendir. Hz. Yûsuf da onlara: Ne gördünüz? di­ye sordu. Fırıncı: Beri üç ayrı tandırda ekmek pişiriyor ve bu ekmeği üç se­pete koyup bunları başımın üzerine yerleştiriyor gördüm. Sonra da kuşlar ge­lip ondan yedi. Diğeri de: Ben de kendimi beyaz üzümden üç salkım alıp on­ları üç kapta sıktığımı gördüm. Sonra bu üzüm sularını süzüp önceki adetim üzere hükümdara içirdim. İşte yüce Allah'ın: "Ben rüyamda kendimi şarab sıkıyor" üzüm sıkıyor "gördüm" buyruğu buna işarettir. Umardılar bu tabi­ri böyle (üzüm sıkmak diye) kullanırlar. Bu açıklamayı da ed-Dahhâk yap­mıştır.

İbn Mes'ud bunu: "Ben kendimi üzüm sıkıyor gördüm" diye okumuştur. el-Esmaî der ki: el-Mutemir b. Süleyman'ın bana haber verdiğine göre o beraberinde üzüm bulunan bir bedevi görmüş, ona: Bera­berinde ne var? diye sormuş. O da: (Beraberimde) "hamr (şarab anlamında)" var, demiş.

Bir diğer açıklamaya göre "şarab sıkıyorum" ifadesi, şarab üzümü sıkıyo­rum demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bu kelime; "Şarab, şarablar" şeklinde; " Hurma ve hurmalar" gibi kullanılır.

Hz. Yûsuf onlara "dedi ki; Size rızklanmak üzere bir yiyecek gelecek ol­du mu?" yani evinizden yarın size yiyecek gelecek olursa "muhakkak onun ne olduğunu size dana gelmezden evvel haber veririm." Böylelikle siz de be­nim rüya yorumunu bildiğimi, bilmiş olacaksınız. Onlar da: Peki öyle olsun, dediler. İkisine de: Size şunlar, şunlar gelecek, dedi ve dediği gibi çıktı.

Bu yüce Allah'ın özel olarak Hz. Yûsuf’a verdiği gayb bilgisinden idi. O, ayrıca bu bilgiyi yüce Allah'ın kendisine özel olarak verdiğini de beyan et­mişti. Çünkü Hz. Yûsuf Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini yani hüküm­darın dinini terketmiş idi.

Bana göre ifadenin anlamı şudur: Gerek rüyanın te'vilini bilmek, gerek si­ze gelecek olan yemekleri bilmek, gerekse Allah'ın dinini bilmek (Allah'ın ba­na öğrettiği bilgilerdendir). O halde öncelikle siz din İle ilgili olan şeyleri din­leyip, kabul ediniz ki hidayet bulaşınız. Bundan dolayı Hz. Yûsuf onlan İs­lâm'a davet etmeden, rüyalarını yorumlamadı. Onlara şöyle dedi: "Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır? Yoksa bir tek olan ve kerşeyi hükmü ve iradesi altında tutan Allah mı? Sizin O'nu bırakıp tap­tıklarınız..." (Yûsuf', 12/39-40) Nitekim ileride de gelecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf onlardan birisinin öldürüleceğini bilmiş­ti. O bakımdan öldürülecek kişi müslüman olup bununla mutluluğu elde et­sin diye onları önce İslâm'a çağırdı.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf onlardan birisinin hoş olmayan so­nucunu bildiğinden dolayı, sordukları rüyalarını yorumlamak istemedi, on­ların sordukları hususu bir kenara bırakarak başka bir söz açtı ve onlara şöy­le dedi: "Size" rüyada "rızıldanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu" mut­laka uyanıklığınız halinde ben size onun yorumunu bildiririm. Bu açıklama­yı es-Süddî yapmıştır. Bunun üzerine o iki kişi ona şöyle dediler: Bu arifle­rin ve kâhinlerin işindendir. Hz. Yûsuf onlara şöyle dedi: Ben kâhin birisi de­ğilim, bu Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Ben sizlere ne kâhinlik yapa­rak, ne de müneccimlik yaparak bunları haber veriyorum. Bilakis benim si­ze verdiğim haber yüce Allah'tan gelen bir vahiy iledir.

İbn Cüreyc de der ki: Hükümdar bir kimseyi öldürmek istedi mi ona bi­linen bir yemek yapar ve o yemeği ona gönderirdi. Buna göre anlam şöyle olur: Size uyanık olduğunuz sırada gelecek yemeği ben size bildiririm. Bu açıklamaya göre "nzıklanmak üzere bir yiyecek" ifadesi hükümdar tarafın­dan veya başkası tarafından size verilen bir yemek... anlamındadır. Bunun­la birlikte; Allah tarafından size nzık olarak bir yemek gelirse, anlamında ol­ma ihtimali de vardır.

el-Hasen der ki: Hz. Yûsuf da, -Hz. İsa gibi- ikisine gayba dair bir haber vermişti. Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf, böylelikle bu iki kişiyi İslâm'a davet etmişti. Onların Hz. Yûsuf doğruluğuna delil görmeleri gereken mu­cize olarak da, onlara gaybı haber vermesini göstermişti. . "Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum." Çünkü bu yü­ce zatlar hak üzere peygamber idi. "Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşma­mız yapabileceğimiz bir iş değildir." Böylesi bize yakışmaz.

" Herhangi bir şey" ifadesindeki; te'kid içindir. "Bana hiçbir kimse gelmedi" derken bu edatı kullanmaya benzer.

"Bu Allah'ın hem bize" bununla Allah'ın kendisini zinadan korumuş ol­duğuna işarettir. "Hem İnsanlara" yani Allah'ın şirk koşmaktan koruduğu mü'minlere "lütuf ve keremindendlr,"

Bir diğer açıklamaya göre "bu Allah'ın hem bize" bizi peygamber kılma­sı suretiyle "hem insanlara" bizi onlara peygamber olarak göndermesi su­retiyle "Allah'ın lütuf ve keremindendir" demektir.[145]

 

39. "Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi ha­yırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhâr olan) Allah mı?

40. "Sizin O'nu bırakıp da taptıklarınız, kendinizin ve bahalarını­zın adlandırdığı bîr takım isimlerden başkası değildir. Allah bun­lara dair hiçbir delil İndirmemiştir. Hüküm ancak Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dos­doğru din İşte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

"Ey zindan arkadaşlarım" ey zindanda benimle birlikte bulunanlar! de­mektir. Burada "arkadaşlık"ı söz konusu etmesi, o ikisinin de uzun süredir zindanda bulunmalarından dolayıdır. Nitekim cennet ashabı (arkadaşları) ve ateş ashabı tabiri de böyledir.

"Darmadağınık bîr çok rabler mi" yanı küçüklük, büyüklük ve orta hallilikte darmadağınık yalıut ta sayılan itibariyle darmadağınık "bir çok rab­ler mi hayırlıdır, yoksa bir ve tek olan ve herşeyi hükmü ve İradesi akın­da tutan Allah mı?"

Denildiğine göre burada hitab, hem iki arkadaşa, hem de hapisteki diğer mahpuslaradır. Bunların önlerinde Allah'tan başka tapındıkları putlar vardı. Bu ise onlara karşı susturucu bir delil getirmek demekti.

Yani hiçbir zarar ve fayda veremeyen farklı ilahlar mı hayırlıdır, yoksa "bir tek olan ve herşeyi hükmü ve İradesi altında tutan (Kahlıâr olan)" herşeyi gücüyle kahretmiş, hakimiyeti altına almış "Allah mı?" demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Allah mı hayırlıdır, yoksa koştukları ortakları mı?"

(en-Nemi, 27/59) buyruğudur.

Bir diğer açıklamaya göre o, "darmadağınıklık" ile ilahın birden çok ol­ması halinde bu uydurma ilahların iradelerinin farklı farklı olacağını, birinin diğerlerine üstünlük sağlayacağını ancak,- darmadağınık olmaları halinde hiçbirisinin İlah olmayacağını açıklamıştır,

"Sizin O'nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve babalarınızın adlan­dırdığı bir takım İsimlerden başkası değildir." Hz. Yûsuf putların acizlik ve zayıflıklarını beyan ederek, sizin Allah'tan başka taptıklarınız ancak hiç­bir muhteva ve gerçek anlamlan olmayan, kendiliğinizden uydurduğunuz, taktığınız bir takım isim sahibi varlıklardan başka değildir.

Bir açıklamaya göre Hz. Yûsuf "isimler" o isimlerin ad olduğu şeyleri kas­tetmiştir. Yani siz, ancak bir takım putlara tapıyorsunuz ki bunların ilahlık adı­na isimden başka sahip oldukları hiçbir şeyleri yoktur. Çünkü bunlar cansız varlıklardır. Hz. Yûsuf'un iki kişiye hitaba başlamakla birlikte (tesniye ola­rak gelmesi gerekirken) çoğul olarak "taptıklarınız" demesi o şirkleri itiba­riyle bu iki arkadaşının durumunda olan herkesi kastettiğinden dolayıdır. "Kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası" buyruğundaki delâlet dolayısıyla ikinci mePulü hazfetmiştir. Yani sizin kendiliğinizden ilah diye adlandırdığınız bir takım İsimler... takdirindedir.

"Allah bunlara dair" hiçbir kitapta "hiçbir delil" -Said b. Cübeyr bura­daki "sultan" kelimesini delil diye açıklamıştır. (Mealde de-böyledir)- "indirmemiştir. Hüküm ancak" herşeyi yaratan "Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler."[146]

 

41. "Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz kurtularak, efendisine şarab sunacak. Diğeri ise asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. İşte hakkında sorduğunuz iş (böylece) olup bitmiştir."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[147]

 

1- Kurtulacak Kişi:

 

Yüce Allah'ın: "Biriniz kurtularak efendisine şarab sunacak" buyruğu şu demektir: Sakiye dedi ki: Sen daha önce yaptığın İş olan hükümdara şa­rab sunma ve şakiliğe üç gün sonra döndürüleceksin. Diğerine de şöyle de­di: Sen ise üç gün içerisinde çağırılacak ve asılarak idam edileceksin, kuş­lar da başından yiyecektir. Bu sefer bu kişi Allah'a yemin ederim, ben bir şey görmedim deyince, Hz. Yûsuf ister görmüş ol, ister görmemiş ol "hakkın­da sorduğunuz iş (böylece) olup bitmiştir™ diye cevap verdi.

Dilciler "içirdi" anlamında olmak üzere; diye iki şekilde kul­lanıldığını ve anlamın aynı olduğunu nakletmektedirler. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"(Yağmur) Mecdoğullanndan kavmimi de suladı, Numeyrlileri de, Hilal'e mensub diğer kabileleri de suladı."

en-Nehhâs dedi ki: Dilbilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe gö­re; "Ona içecek bir şey uzattı ve öbürü de içti" anlamındadır. Yahut ta ağzına su döktü, manasınadır. Buna karşılık; ise ona içecek bir şey tayin etti, anlamına gelir. Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve size tatlı bir su içirdik," (el-Murselât, 77/27)[148]

 

2- Yalan Rüya Tabir Edilirse:

 

İlim adamlarımız der kir Bir kimse yalan yere bir rüya gördüğünü söyle­se, yorumcu da o kişiye rüyasını yorumlayacak olsa, bu yorumun hükmü rü­ya gördüğünü iddia eden kişiyi bağlar mı? denilecek olsa, biz: Hayır bağla­maz, deriz. Çünkü bu Hz. Yûsuf hakkında böyleydi, zira o bir peygamber­di. Peygamber'in yorumu da bir hüküm demektir. Hz. Yûsuf da: Şöyle şöy­le olacak demiştir, zamanı gelince yüce Allah da onun peygamberliğinin ger­çek olduğunu ortaya koymak için haber verdiği gibi yaratmıştır.

Denilse ki: Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o Katâ'deden şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Bir adam Ömer b. el-Hattab'ın yanına gelerek şöyle demiş: Ben kendimi önce ot gibi biter, sonra kurur, sonra biter, sonra bir daha ku­rur gibi gördüm. Hz. Ömer ona şu cevabı vermiş: Sen önce İman edecek, son­ra kâfir olacak, sonra bir daha iman edecek, sonra bir daha kâfir olacak ve kâfir olarak ölecek birisisin, demiş. Bu sefer adam: Hayır bir şey görmedim deyince, Hz. Ömer ona: Yûsuf un arkadaşı hakkında hüküm verildiği gibi se­nin hakkında da hüküm verilmiş bulunuyor.

Bu soruya bizim cevabımız şudur: Bu özellik Ömer (r.a)dan sonra kim­seye verilmemiştir. Çünkü Ömer muhaddes (hakkın kendisine itham olun­duğu, hakka muvafakat eden) bir kimse idi[149] ve o herhangi bir tahminde bu­lunacak ve onu sözüyle ifade edecek olursa, haber verdiği şekilde meyda­na gelirdi. Onun bu kabilden gerçekleşen sözleri pek çoktur, bunlardan bi­risi şudur: Yanına giren bir adama Hz. Ömer, ben senin kâhin birisi olduğu­nu zannediyorum, demiş. Gerçekten de zannettiği gibi idi. Bunu Buhârî ri­vayet etmiştir.[150] Bir diğerine göre Hz. Ömer bir adama adını sormuş, o da verdiği cevabında ateşin bütün İsimlerini zikrederek bir isim söylemiş, Hz. Ömer ona şu cevabı vermiş: Haydi ailene yetiş, onlar yangında yandılar. Ger­çekten dediği gibi olmuş. Bunu da Muvatta' rivayet etmiştir.[151]

İleride yüce Allah'ın izniyle el-Hicr Sûresi'nde (15/75. âyetin tefsirinde) buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.[152]

 

42. Bu İkisinden kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efen­dinin yanında an." Fakat şeytan ona kendisini efendisinin ya­nında anmasını unutturdu. Bu yüzden daha nice yıllar zindan­da kaldı.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[153]

 

1- Peygamberin Zannı Ve Bilgi:

 

"... Bildiği kimseye dedi ki..." buyruğunda geçen; "Zannettiği" kelimesi burada müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre "kesin olarak bildiği" anlamındadır. Katâde ise bunu kesin bilgi ve kanaatin zıttı olan "zan" diye açıklamıştır ve şöyle demiştir; Hz. Yûsuf, o kimsenin kur­tulacağını zannetmişti. Çünkü rüyayı tabir eden ancak bir çeşit zanda bulu­nur, Rabbin ise dilediğini yaratır. Ancak birinci görüş daha sahih ve peygam­berlerin haline daha uygundur. Onun bu iki gence rüya tabirine dair söyle­diklerinin vahiy sonucu olması söz konusudur. Ancak, insanların bu konu­da verecekleri hükümler hakkında zan söz konusudur. Peygamberlere gelin­ce, onlar ne şekilde hüküm verirlerse versinler, hakkın kendisidir.[154]

 

2- "Rab" Kelimesine Dair Açıklamalar:

 

Yüce Allah'ın: "Beni efendinin yanında an" buyruğundaki "rabbın" ke­limesi "efendin" manasınadır. Efendiye "rab" denilmesi, Arap dilinde bilinen bir husustur. Şair el-A'şâ der ki:

"Rabbim kerimdir, hiçbir nimetin tadım bozmaz, Kitabların sahifelerinde bulunan ifadelerle ona dua edilirse, O da bu duaları kabul eder."

Hz. Yûsuf'un bu ifadesi şu demektir: Sen bu gördüklerini, benim rüyayı tabir edebildiğimi hükümdara anlat, benim suçsuz yere zindana atılmış bir mazlum olduğumu ona haber ver.

Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında Ebu Hureyre'den şöy­le dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse: Rabbine su getir, rabbine yemek yedir, rabbinin abdestini aldır, de­mesin ve sizden hiçbir kimse Rabbim demesin. Bunun yerine efendim ve mev-lam desin. Yine sizden herhangi bir kimse benim kulum, benim cariyem de­mesin, bunun yerine oğlum, kızım, yavrum desin. "[155]

Kur'ân-ı Kerîmde ise: "Beni rabbinin (efendinin) yanında an" ve ''rab­bine dön" (Yûsuf, 12/50) denildiği gibi: "Doğrusu o benim rabbim (efendin)dir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevki vermiştir" (Yûsuf, 12/23) diye buyurulmaktadır. Burada da rabbimden kasıt benim arkadaşım demek olup mak­sat da Âziz'dir.

Bir şeyin düzeltilmesi ve tamamlanması işini gerçekleştiren herkes hak­kında; "Onu terbiye etti, eder" ve;" o, onun rabbidir” tabirleri kullanılır.

İlim adamları der ki: Hz. Peygamber'in: "Sizden herhangi bir kimse... de­mesin... desin" buyruğu kullanılması daha uygun olan ismi işaret etmek için­dir, yoksa böyle bir ismi kullanmanın haram olduğu anlamında değildir. Di­ğer taraftan Hz. Peygamber'in hadisinde de: "Ve cariye kendi rabbini doğu­racaktır"[156] denilmektedir ki, sahibi ve efendisini doğuracaktır, anlamındadır. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in bu lafzı kullanmasına uygun düşmektedir. O halde bu konuda yasak kılınan husus, bizim bu isimleri kullanmayı adet edinerek, daha uygun ve daha güzel olanı terketmemizdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Kişinin benim kulum, benim cariyem demesi iki anlamı bir arada ifade eder. Birincisi gerçek manasıyla kulluk, bu ancak Al­lah'adır. Buna göre bir kimsenin kölesine: Kulum ve cariyem demesi kendi­sini ta'zim etmesi anlamına gelir ve yüce Allah'ın kendi zatına izafe ettiği şe­yi kendi kendisine izafe etmesi demektir. Bu caiz değildir. İkinci anlamı ise köleye böyle bir ifade ile hitab etmek, bu isim dolayısıyla onu bir çeşit kü­çümsemek demektir. O bunun etkisi altında kalarak itaatsizliğe yönelebilir.

İbn Şa'ban da "ez-Zâat adlı eserinde şöyle demektedir: "Efendi benim ku­lum ve benim cariyem demesin. Köle de benim rabbim veya benim kadın rabbim (rabbeti) demesin." Bu ifade de bizim sözünü ettiğimiz şekilde yorum­lanır.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Peygamber'in; "Köle rabbim demesin, bunun yerine efendim desin" buyurması rabbın yüce Allah'ın ittifakla kullanılmış isimlerinden olduğundan dolayıdır. Ancak "es-seyyid (efendi)" nin yüce Al­lah'ın isimlerinden olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Eğer biz, bu Allah'ın isimlerinden değildir, diyecek olursak, o zaman bu iki isim ara­sındaki fark da ortaya çıkar. Zira herhangi bir karışıklık ve açıklanamayacak bir durum ortada yok demektir. Şayet "es-seyyid" in de Allah'ın isimlerinden olduğunu kabul edecek olursak, hiç şüphesiz rab lafzı gibi meşhur ve çok­ça kullanılan bir isim değildir, yine arada bir fark olduğu ortaya çıkmakta­dır. İbnu'l-Arabî der ki: Bunun Hz. Yûsuf un şeriatında kullanılmasının caiz olma ihtimali de vardır.[157]

 

3- Şeytan'ın Unutturması:

 

"Takat şeytan ona kendisini, efendisinin yanında anmasını unutturdu"buyruğunda yer alan: "Ona... unutturdu" buyruğundaki zamir ile il­gili iki görüş vardır;

1- Bu zamir Yûsuf (a.s)a aittir. Yani şeytan Hz. Yûsuf a yüce Allah'ı anma­yı unutturdu, demektir. Şöyle ki, Hz, Yûsuf hükümdarın sakisine -onun kurtulacağını ve tekrar hükümdarın eski görevine döneceğini bilince- "be­ni efendinin yanında an" demiş ve bu esnada Hz. Yûsuf yüce Allah'a şekva­sını arzetmeyi, O'nun yardımını niyaz etmeyi unutmuş, bunun yerine bir mah­lûka sarılmaya yönelmişti. O bakımdan bir süre daha hapiste kalmakla ce­zalandırılmıştı. Abdu'l-Azîz b. Umeyr el-Kindî der ki: Hz. Cebrail, Peygam­ber Yûsuf (a.s)ın yanına hapse girdi. Hz. Yûsuf onu tanıdı ve: Ey uyarıcıla­rın kardeşi, ne diye ben seni suçlular arasında görüyorum?

Hz. Cebrail şöyle dedi: Ey temiz kimselerin oğlu, temiz kişi! Âlemlerin Rab-binin sana selâmı var ve diyor ki: Âdemoğullarından yardım dilerken utan­madın mı? İzzetim hakkı için hapiste seni bir kaç yıj daha bıraktıracağım. Bu sefer Hz. Yûsuf: Ey Cebrail, O benden razı mıdır? diye sordu. Hz. Cebrail: Evet, dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Bu andan itibaren aldırış etmiyorum, cevabını verdi.

Yine rivayet edildiğine göre Cebrail (a.s) yanına gelerek, bu hususta yü­ce Allah'ın ona sitem ettiğini ve zindanda kalacağı süreyi uzattığını bildirdi. Cebrail ona: Ey Yûsuf dedi, kardeşlerinin elinden öldürülmekten seni kur­taran kimdir? O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrail: Seni kuyudan çıkaran kimdir? diye sordu. O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrail: Peki seni hayasızlığı işlemekten kim korudu? dedi. O: Yüce Allah, dedi. Yine: Kadınların tuzaklarından seni koruyan kimdi? dedi. Yine: Yüce Allah'tır dedi. Peki nasıl olur da bir mah­lûka güvendin ve Rabbini terkedip O'ndan dilekte bulunmadın, deyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Rabbim, yanılarak söylediğim bir sözdü. Ey İbrahim'in, İs-hak'ın ve yaşlı Ya'kub'un ilahı! Bana merhamet buyurmanı dilerim. Bunun üzerine Hz. Cebrail ona şöyle dedi: Bundan dolayı senin cezan bir kaç yıl da­ha zindanda kalmaktır.

Ebu Seleme de, Ebu Hureyre (r.a)den şöyle dediğini rivayet eder: Rasû-lullalı Csav) buyurdu ki: "Allah YûsuPa rahmet ihsan eylesin. Eğer: "Beni efen­dinin yarunda an" sözü olmasaydı, hapiste birkaç yıl daha kalmazdı."[158]

İbn Abbas da der ki: Hz. Yûsuf'un bir kaç yıl daha uzun zindanda kalmak­la cezalandırılmasının sebebi, iki arkadaşından kurtulacağını zannettiği ki­şiye: "Beni efendinin yanında an" demiş olmasıydı. Eğer Yûsuf, Rabbini an­mış olsaydı, hiç şüphesiz onu kurtarırdı.

İsmail b. İbrahim de, Yunûs'tan, o el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Eğer Yûsuf'un o sözü -"Beni efendinin yanında an" sözünü kastetmektedir- olmasaydı, hapiste kaldtğı o uzun sü­reyi ayrıca kalmazdı." Yunus devamla der ki: Sonra el-Hasen ağladı ve şöy­le dedi: Biz ise başımıza bir iş geliyor ve bunu insanlara şekva ediyoruz.

2- "Ona... unutturdu" daki zamirin kurtulan kişiye ait olduğu da söylen­miştir. Yani unutan kişi o idi. Bu da şu demektir: Şeytan sakiye, Hz. Yûsuf u rabbine hatırlatmayı, yani efendisine ondan söz etmeyi unutturdu. Görüldü­ğü gibi ifadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani şeytan ona, onu (Yûsuf’u sakinin) efendisine anmayı unutturdu, demektir. Bazı ilim adamları bu gö­rüşü tercih ederek, şöyle demektedir: Şayet şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ın an­mayı unutturmasa idi, zindanda daha uzun bir süre kalmakla cezalandırılma­yı haketmezdİ. Çünkü (kendiliğindeni unutan kişi sorumlu tutulmaz.[159]

Birinci görüşün sahipleri de şöyle cevab vermektedirler: "Unutmak" terketmek anlamında da kullanılabilir. O Allah'ı anmayı terkedip şeytan da onu böyle bir şeye çağırınca cezalandırıldı,

İkinci görüşün salıibleri böyle diyenlere şöyle.cevap vermektedirler: Yü­ce Allah'ın: "O ikisinden kurtulmuş olan, uzun bir süre sonra hatırladı ve dedi ki..." (Yûsuf, 12/45) buyruğu unutan kişinin Hz. Yûsuf değil, saki oldu­ğunun delilidir. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Muhakkak Benim kullarım üze­rinde senin hiçbir tasarrufun olmaz" (el-Hicr, 15/42) buyruğunu da birlik­te ele alacak olursak, şunu sorarız: Burada şeytanın peygamberler üzerinde herhangi bir tasallutu yokken, Yûsuf’un unuttuğu iddiasını şeytana izafe et­memiz nasıl doğru olabilir?

Buna da şöyle cevab verilir: Unutma konusunda peygamberlerin yalnız bir halde masumiyetleri söz konusudur. O da tebliğ ettikleri hususlarda Al­lah'tan verdikleri haberlerdedir. Bu hususta masumdurlar. Meydana gelme­si caiz olan hallerde unutmaları ise, mutlak olarak şeytana nisbet edilir ve böy­le bir unutma da ancak yüce Allah'ın onlar hakkında verdiği haberlerde söz konusudur. Bizim bu konuda onlar hakkında (delile dayanmadan) bu tür id­dialarda bulunmamız ca'z değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmak­tadır: "Adem unuttu, o bakımdan zürriyeti de unuttu."[160] Yine Hz. Peygam­ber şöyle buyurmaktadır: "Ben ancak bir insanım, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum..,"[161] Önceden de geçmiş bulunmaktadır.[162]

 

4- Hz. Yûsuf un Fazladan Kaldığı Süre:

 

"Bu yüzden daha nice yıllar zindanda kaldı" buyruğunda geçen: " (mealde:) Daha nice yıllar "in süresi, hakkında ihtilaf edilen bir za­man parçasıdır. Ya'kub, Ebu Zeyd'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ke­lime şeklinde "be" harfi üstün okunarak da kullanılır, şeklinde "be" harfi esreli olarak da kullanılır.

Çoğunluğun dediğine göre: " Şu kadar ve yüz" denilmez. Çünkü bu kelime doksana kadarki sayılan ifade eder.

el-Herevî de der ki: Araplar bu kelimeyi üç ila dokuz arasındaki sayılar için kullanırlar. ile aynı şeylerdir ve her ikisi de bir miktar sa­yıyı ifade eder. Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre o şöyle demiş: Bu kelime onun yarısı hakkında kullanılır. Bununla birden dörde kadarki sayıları kas­tetmektedir, ancak bu açıklamanın hiçbir kıymeti yoktur.

Hadis-i şerifte de Rasûlullalı (say)ın, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: "Bıd1 ne kadardır?" O: Üç İla yedi arasıdır deyin­ce, Hz. Peygamber: "Haydi git ve iddialaştığın sayıyı daha da arttır."[163]

Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüşte olup bıd'ın yedi olduğu kanaatin-dedirler. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.

el-Maverdî der ki: Ebu Bekr es-Siddîk (r.a)ın ve Kutrub'un da görüşü bu­dur.

Mücahid der ki: Bu, üçten dokuza kadarki sayıları ifade eder. el-Eşmaî de böyle demiştir.

İbn Abbas ise üçten ona kadar demiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre üç ile beş arasıdır. el-Ferrâ der ki: Bıd' kelimesi ancak on ve yirmi ile doksana kadarki sayılarla birlikte zikredilir, yüzden sonrasında kullanılmaz.

Hz. YûsuPun hapiste kaldığı süre ile ilgili olarak değişik görüşler vardır:

1- Yedi yıl görüşü, tbn Cureyc, Katâde ve Vehb b. Münebbih böyle demiş­lerdir. Vehb der ki: Eyyub'un belası (hastalığı) yedi yıl devam etti, Yûsuf da yedi yıl süreyle hapiste kaldı.

2- Oniki yıllık bir süre kalmıştır. Bu görüş İbn Abbas'ındır.

3- Ondört yıl kalmıştır, görüşü. Bu da ed-Dahhâk'ın görüşüdür.

Mukatil, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yû­suf beş yıl ve bir bıd' hapiste kaldı. Bunun türediği kök İse: Bir şeyi kestim, anlamındaki: dir. Buna göre bu, bir miktar sayı demektir. İşte yüce Allah Hz. YûsuPu önce beş yıl geçirdikten sonra, yedi veya dokuz yıl hapiste bırakmakla cezalandırdı. Burada geçen "bıd'" kelimesi hapiste kal­dığı sürenin tamamını değil, sadece ceza olarak kaldığı süreyi ifade eder.

Vehb b. Münebbih de der ki: Hz. Yûsuf yedi yıl hapiste kaldı. Hz. Eyyub da yedi yıl hasta kaldı. Buht Nassar da yedi yıl mesh (sureti hayvana değiş­tirilmek) ile azab edildi.

Abdullah b. Raşid el-Basrî, Said b. Ebi Arûbe'den şöyle dediğini naklet­mektedir: Bıd' kelimesi beş İla oniki arasındaki sayı demektir.[164]

 

5- Esbaba Sarılmak:

 

Bu âyet-i kerîmede tam bir yakîn ile olsa dahi esbaba sarılmanın caiz ol­duğuna delil vardır. Çünkü bütün işler onların sebeblerini yaratanın elinde­dir. Ama O (sebeb ve sonuçlan) bir dizi olarak takdir etmiş, biri diğerine bağ­lı kılmıştır. O bakımdan bunları harekete geçirmek bir sünnettir. Sonucu Allah'a havale etmek ve O'ndan beklemek ise yakındır. Bunun caiz oluşuna de­lil ise meydana gelen unutmanın -Hz. Musa'nın, Hz. Hızır ile karşılaşmasın­da cereyan ettiği gibi- şeytana nisbet edilmesidir, Bu da apaçık bir husustur. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir.[165]

 

43. Hükümdar dedi ki: "Rüyamda yedi semiz İneğin, yedi zayıf İnek tarafından yendiğini, bir de yedi yeşil başakla diğerleri ku­ru (yedi başak) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız."

"Hükümdar dedi ki: Rüyamda yedi semiz İneğin... gördüm." Hz. Yû­suf un kurtuluş zamanı yaklaşınca hükümdar rüyasını gördü.

Hz. Cebrail, Hz. Yûsuf a inerek, selam verdi ve ona kurtuluş müjdesini ve­rerek dedi ki: Allah seni bu zindandan kurtaracaktır. Yeryüzünde sana im­kân ve iktidar verecektir, yeryüzü hükümdarları önünde zilletle eğilecek, zor­baları sana itaat edecektir. O, kardeşlerine karşı senin adını yüceltmeyi ihsan olarak verecektir. Bu da hükümdarın gördüğü bir rüya sebebiyle olacak­tır ve rüya da şöyle şöyledir. Bu rüyanın yorumu da şu, şudur.

Bundan sonra Hz. Yûsuf un zindanda kaldığı süre, hükümdarın o rüyayı gördüğü vakitten fazlasına uzanmadı, sonunda çıktı. Yüce Allah rüyayı ilkin Hz. Yûsuf a bir belâ ve şiddet, sonunda ise bir müjde ve rahmet kılmıştır. Çün­kü en büyük hükümdar olan er-Reyyân b. el-Velid rüyasında kurumuş bir ne-hir'den yedi semiz ineğin çıktığını, arkasından ise cılız yedi ineğin daha çık­tığını, bu zayıf ve cılız ineklerin, semiz ineklerin üzerine giderek, kulakla­rından onları -boynuzlan müstesna- yediklerini, diğer taraftan yedi yeşil ba­şağın üzerine, yedi kuru başağın gelerek onları yemeğe başladıklarını ve ge­riye o yedi yeşil başaktan hiçbir şey kalmadığı halde diğerlerinin hala kuru olarak varlıklarını devam ettirdiklerini görmüştü. İnekler de aynı şekilde za­yıf ve cılız halleriyle kalmışlardı. Semiz inekleri yemekten dolayı hiç artma­mışlardı.

Bu rüya kendisini dehşete düşürdü, herkese, aralarında bilgi sahibi, ke­hanet bilgisine, yıldız bilgisine sahib olanlara, arif ve büyücülere, kavminin eşrafına haber gönderdi:: "Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyor­sanız, şu benim rüyamı açıklayınız" diyerek onlara rüyasını anlattı. Yanın­da bulunanlar: "Karmakarışık rüyalardır" bunlar, diye cevap vermişlerdi.

İbn Cüreyc dedi ki: Atâ bana dedi ki: Karmakarışık rüyalar (edğasu ahlam) yanlış ve yalan çıkan rüyalardır. Cuveybir ise ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rüyanın kimisi haktır, kimisi de kar­makarışıktır. Bu sonunculanyla yalan rüyaları kastetmektedir.

el-Herevî der ki: Yüce Allah'ın "edğâsu ahlârn" buyruğu karmakarışık rü­yalar anlamındadır. Çünkü sözlükte "dığs" bakla, ot ve bunlara benzer şey­lerden bir demet demektir. Yani onlar şöyle demişlerdi: Senin bu rüyan açık ve seçik anlaşılır bir rüya değildir. Ahlâm ise karışık rüyalar demektir. Mücahid der ki: "Karmakarışık rüyalar" dehşet verici (asılsız) rüyalar demektir. Ebu Ubeyde derki: "Edğas: Karmakarışık" tabiri te'vili söz konusu olmayan rüyalardır.

Yüce Allah'ın: "Yedi semiz inek" buyruğundaki; "Yedi" kelimesi­nin sonundan "he" (yuvarlak te) hazfedilerek müzekker ile müennes birbi­rinden ayırtedilmek istenmiştir. "Semiz" ise ineklerin niteliğidir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki İfadelerde bunun "yedi" anlamındaki kelimenin sıfatı olmak üzere; "Semiz yedi inek" şeklinde kullanılma­sı da mümkündür. "Yeşil" anlamındaki kelime de aynı durumdadır.

el-Ferrâ der ki: "O tabaka tabaka yedi gök..." (el-Mülk, 67/3) buyruğu da bu şekildedir. el-Bakara Sûresi'nde (2/19. âyelin tefsirinde) "yedi" anlamındaki kelimenin türeyişi ve anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Ah b, Ebi Talib (r.a) dedi ki: Bir şehire keçi ve ineğin girdikleri görülür­se, eğer bunlar semiz iseler bolluk yıllarına delalet eder. Şayet zayıf iseler kıt­lık yıllarını işaret ederler. Eğer girdikleri şehir bir deniz kıyısındaki şehir ve yolculuk zamanı ise o görülen İnek ve keçilerin sayı ve hallerine uygun ge­miler gelecek demektir. Aksi takdirde haberde "biri diğerine benzer"[166] de­nildiği gibi ineğin yüzleri imişcesine, biri diğerinin ardından gelen fitneler de­mektir. Fitnelere dair bir diğer haberde de: "O fitneler ineklerin boynuzla­rını andınr"[167] denilmektedir. Bununla bu fitneler arasındaki benzerlikleri kas­tetmektedir. Ancak bütün inekler sarı ise o takdirde bu, insanları istila eden hastalıklara işarettir. Şayet renkleri birbirinden farklı, boynuzlan çirkin ise ve insanlar onlardan korkuyor yahut ağızlarından ateş ve duman çıkıyor gibi gö­rünüyor ise, o vakit bu hücum edecek bir ordu yahut bir baskın veya onla­ra baskın yapacak, topraklarına girecek düşmana işarettir. İnek hanıma, hizmetçiye, mahsule ve yıla da delil olabilir. Çünkü hanımdan çocuk gelir ve araziden bitki ile mahsul elde edilir. "Yedi zayıf İnek tarafından yendiğini" buyruğundaki: "Zayıf" kelimesi dan gelmektedir. veznîndedir. Bunun şeklinde ve: vezninde olduğu da nakledilmiştir.

Allah'ın; "Ey ileri gelenleri Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız" buyruğunda geçen "rüya" kelimesinin çoğulu; di­ye gelir. Bu rüyanın hükmünün ne olduğunu bana bildiriniz, demektir.

"Eğer rüya yorumunu biliyorsanız" buyruğundaki; Rüya yorum­lama, kelimesi Nehri kıyıdan kıyıya geçmek, ibaresinden türetil­miştir. Çünkü; " Nehrin kıyısına kadar ulaştım" demektir. Buna göre rüya tabircisi, rüyanın nereye varacağını tabir edip ifade eder.

" Rüya ...nu" lafzındaki "lam" harfi tebyîn (fiilin -burada yorumun- ne hakkında olduğunu açıklamak) içindir. Yani eğer siz tabir edebiliyorsa­nız, dedikten sonra neyi tabir edeceklerini beyan etmek üzere "rüya" diye bunu açıklamıştır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.[168]

 

44. Dediler ki: "(Bunlar) karmakarışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler değiliz."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki haslık halinde sunacağız:[169]

 

1- Rüyaların Yorumunu Bilenler:

 

Yüce Allah'ın: "Karmakarışık rüyalar" buyruğu ile ilgili olarak el-Ferrâ der ki: Bu buyruğun; şeklinde olması da mümkündür. (el-Ferrâ'nın bu görüşüne göre "dediler" anlamındaki fiilin mef ulü olur.) Ancak en-Nehhâs der ki: Nasb ile gelmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü ifade: Sen te'vil edilebilecek, yorumlanabilecek bir şey görmedin. Gördüğün şeyler karma­karışık rüyalardan ibarettir, demektir.

" Karmakarışık ...lar" kelimesinin tekili dır. Bakliyat, ot ve buna benzer birbirine karışık herşeye böyle denilir. Şair der ki:

"Kendisi sebebiyle görenin al dandiği bir karmakarışık rüya gibi."

"Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler değiliz." ez-Zeccâc der kî: Yani biz böyle karmakarışık rüyaların yorumunu bilemeyiz, diyerek te'vili söz konusu olmayan yorumlanamayacak şeyleri bilmediklerini söyle­diler. Yoksa onlar esasen yorum bilgisini bilmediklerini söylemiş değillerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar "bu rüyanın" yorumunu bilemeyeceklerini söylemişlerdi,

Edğâs da bu açıklamaya göre kimisi doğru, kimisi de batıl rüyalar toplu­luğu demektir. Bundan dolayı saki: "Ben size bunun yorumunu haber ve­reyim" demişti. Böylelikle bu iş için gelenlerin o rüyayı yorumîayamayacak-ları anlaşıldı. Yoksa onlar te'vili, yorumu yapılamayan şeyleri yorumlayabi­leceklerini iddia etmediler.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar herhangi bir şekilde rüyayı yorumlamak mak­sadını gütmediler. Onlar bu rüya ile zihnini meşgul etmesin diye, bunu hü­kümdarın hatırından silmek istemişlerdi. Bu açıklamaya göre de onlar belli bir bilgiye sahib bulunuyorlardı, demektir.

"Rüyalar" kelimesi çoğuludur. Bu kelime ise "ha" harfi ötreli olarak uyuyanın gördüğü şeye isimdir. Bu kökten olmak üzere "ha" har­fi üstün olarak; denilir. Aynı şekilde; "Şunu gör­düm" diye (geçişli ya da harf-i cer ile geçişli) de kullanılır. Şair de der ki:

"Rüyamda gördüm onu, Rufeydaoğullan da onun yakınında idiler. O rüyamda gördüğüm hayali, sakın uzaklaşmasın!"

Bu kelimenin asıl anlamı ağır başlılık ve teenni ile hareket etmektir. Ge­lişigüzel hareket etmenin (tayş) zıttı olan, "hilm" de buradan gelmektedir. Rü­ya görmeye bu ismin veriliş sebebi, uykunun bir teenni, sükûn ve rahat za­manı olduğundan dolayıdır.[170]

 

2- Rüya Îlk Yorumlandığı Şekilde Mi Çıkar?

 

Âyet-i kerîmede: Rüya ilk yorumlandığı şekle göre çıkar, diyenlerin gö­rüşlerinin doğru olmadığına delil vardır. Çünkü önce ileri gelen kişiler "bun­lar karmakarışık rüyalardır" dedikleri halde bu gerçekleşmedi. Diğer taraf­tan Hz. Yûsuf bunu kıtlık ve bolluk yıllan diye yorumladı ve yorumladığı gi­bi çıktı.

Yine bu buyrukta rüyanın uçan bir kuşun ayağı üzerinde olduğu yorum­landı mı olduğu gibi gerçekleştiği şeklindeki kanaatin yanlışlığına da delil [171]vardır.[172]

 

45. O İkisinden kurtulmuş olan uzun bir süre sonra hatırladı ve de­di ki: "Ben size bunun yorumunu haber vereyim, hemen beni gönderin."

46. Yûsuf! Ey doğru sözlü! Bize söyler misin yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri kuru olan (yedi başak) ne demektir? (Söyle) ki İnsanlara döneyim de onlar da bel­ki bilirler."

Yüce Allah'ın: "O ikisinden kurtulmuş olan" yani hükümdarın sakisi "uzun bir süre sonra" İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre bir müddet sonra "hatırladı." "Sayılı bir vakte kadar" (Hûd, 11/8) buyruğundaki kelime de aynı anlamda olup asıl anlamı genel olarak bir süre demektir. İbn Deresteveylı der ki: (Âyet-i kerîme'de geçeri) "ümmet (mealde: Uzun bir süre)" kelimesi "hin; bir süre" anlamında sadece muzafın lıazfedilmesi ve muzafun ileyhin onun yerine getirilmesi halinde kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya: "Bir süre geçtikten sonra hatırladı" demiş ve buna benzer tabirleri kullanmış gibidir. Ümmet esasında pek^çok insan topluluğu demektir.

el-Ahfeş der ki: Bu kelime lafız itibariyle tekildir, manası itibariyle çoğul­dur. Herbir hayvan cinsi de bir ümmettir. Hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasalardı, on­ların öldürülmelerini emrederdim."[173]

"Hatırladı" yani Yûsuf'un ihtiyacını hatırladı ki oda: "Beni efendinin ya­nında an." (Yûsuf, 12/42) ifadesidir. en-Nehhâs der ki: İbn Abbas, İkrime ve ed-Dahhâk'ın bilinen kıraati: Uzun bir süre sonra hatırladı" şek­lînde "ümmet" kelimesinin hemzesini üstün ve "mim"i de şeddesiz olarak oku­muştur ki; bu da önceden unutmuş iken sonradan hatırladı, anlamına geiir. Şair de der ki:

"Unuttum, halbuki önceden unutmazdım, söylenen hiçbir sözü îşte zaman böyledir, diri diri toprağın altına gömer akıllan."

Şubeyi b. Azre ed-Dubaî'den de; şeklinde elif üstün, "mim" har­fi sakin ve katıksız bir he ile okuduğu nakledilmiştir. Bu da; gibidir ve her ikisi ayrı birer söyleyiştir, unutmak anlarmndadırlar. Unutmayı anlatmak için de " unuttu, unutur, unutmak" denilir. İşte; " Unuttuktan sonra hatırladı" şeklindeki kıraat te buna göredir Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ise aklı başından gitmiş adarr demektir.

el-Cevherî der ki: ez-Zührî'nin hadisinde yer alan; kelimesi ise ik­rar ve itiraf etti anlamında olup, bu pek meşhur olan (çokça kullanılan) bir kelime değildir.

el-Eşheb el-Ukaylî de şeklinde ve "bir nimetten sonra" anlamın­da olmak üzere okumuştur ki; Allah ona kurtuluş nimetini ihsan ettikten son­ra hatırladı, demektir.

Diğer taraftan şöyle-denilmiştir: Bu kurtulan delikanlı, yüce Allah, Hz. Yû­suf un bir süre daha hapiste kalmasını hükme bağladığı için unuttu. Bir di­ğer görüşe göre: Bu delikanlı unutmadı, ancak hükümdarın kendisinin ve fı­rıncının hapsedilmesine sebep teşkil eden o suçlarını hatırlamasından kork­tu. İşte "hatırladı" ifadesi, hatırladı ve haber verdi, anlamındadır.

en-Nehhâs derki: " Hatırladı"nın ash şeklindedir. "Zel" har­fi mahreç itibariyle "te"ye yakındır. "zel"in "te"ye idgam edilmesi ise caiz de­ğildir. Çünkü "zel" harfi cehridir, "te" harfi ise mehmûstur. idgam edilecek olursa "zel" harfinin cehrîlik sıfatı ortadan kalkar. O;bakımdan "te" harfinin yerine cehri olan bir harf ibdâl edilmiştir, o da "dal" harfidir. "Ti" harfinden daha evla olması ise "ti" harfinin mutbak olmasıdyvBunun sonucunda bu ke­lime haline gelmiştir. Bundan sonra da "dal” harfinin rıhvet ve lîn sı­fatı dolayısı ile "zel" harfi ona îdgam edilmiştir.

Daha sonra bu genç delikanlı: "Ben size bunun yorumunu haber vere­yim" dedi. el-Hasen -bu anlamdaki buyruğu-: "Ben size bu­nun yorumunu getireyim" diye okumuş ve: O kâfir nasıl onlara yorumu ha­ber verebilirdi ki diye eklemiştir.

en-Nehhâs der ki: "Size haber vereyim" anlamındaki kıraat sahihtir ve gü­zel bir kıraattir. Yani (gidip) soracak olucsamt,ben size haber vereyim, an­lamındadır.

"Hemen beni gönderin." Bu sözleriyle hükümdara hitab etmiştir. Ancak çoğul ile tazim lafzını kullanmıştır, yahut ta hem hükümdara, hem de onun meclisinde bulunanlara hitab ettiği için çoğul kullanmıştır.

"Yûsuf!" Tekil bir nidadır. Aynı şekilde "ey doğru sözlü" yani ey çok doğ­ru kişi, demektir. "Bize söyler misin?" Bu da şu demektir: Onu gönderdiler, o da Hz. Yûsuf un yanına gelerek: Ey doğru sözlü, diye hîtab edip hüküm­darın rüyasına dair ona soru sordu.

"Ki insanlara döneyim de" yani hükümdara ve arkadaşlarına döneyim de "belki" bu rüyanın yorumunu "bilirler." Yahut "belki" senin ilim ve fazilet­teki üstün değerini "bilirler" de hapisten çıkartılırsın. Onun "insanlar" laf­zı ile yalnızca hükümdarı -onu ta'zim etmek üzere- kastetmiş olması ihtima­li de vardır.[174]

 

47. Dedi kt "Yedi yıl adetiniz üzere ekin. Yiyeceğiniz az bir mikta­rın dışındaki tüm biçtiklerinizi başağında bırakın."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[175]

 

1- Hükümdarın Rüyası Ve Tedbir:

 

"Dedi ki: Yedi yıl adetiniz üzere ekin. Hükümdar ona rüyasını anlatın­ca, Hz. Yûsuf da ona rüyasını yorumlamaya başlayarak dedi ki: O gördüğün yedi semiz inek ile yedi yeşil başak, bot verimli yedi yıldır. Zayıf yedi inek ile kuru yedi başak da kurak geçecek yedi yıl demektir. "Yedi yıl adetiniz üzere ekin" peşipeşine yedi yıl ekmeye devam edin, demektir.

Buradaki: " Adetiniz üzere" mastar olmakla birlikte mastar anlamın­da değildir. "Ekin" kelimesi; "Ekin ek­mekteki adetiniz üzere yedi yıl ekmeye devam edeceksiniz" şeklindedir. Bu kelimenin hal olduğu da söylenmiştir ki bu da; "Adetiniz üzere" de­mektir. Bunun "yedi yıl"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir.

Ebu Hatim, Ya'kub'dan hemzeyi harekeli olarak; şeklinde okuduğu­nu nakletmiştir ki, Hafs'ın Asım'dan rivayeti de böyledir ve bu İki kıraat, iki ayrı söyleyiştir.

Bunun (ikinci okuyuş şeklinin) hakkında iki açıklama yapılmıştır. Ebu Ha-tim'in görüşüne göre bu den gelmektedir. Ancak en-Nehhâs der ki: Dilbilginleri sadece kullanışını bilirler. Diğer görüşe göre elifin hareke alması boğaz harflerinden olduğundan dolayıdır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır. Yine el-Ferrâ der ki: İlki üstün, ikincisi sakin olan bütün harflerin eğer ikinci harfi hemze, ne, ayn, ğayn, ha veya hı ise harekelenmesi caizdir. Bu kelimenin asıl anlamı da "adet" demektir. Şair der ki:

"Ondan önce Umel-Huveyria'ten adetin olduğu (alışageldiğin) üzere...

Âl-i İmran Sûresi'nde de (3/11- âyetin tefsirinde) bu kelimeye dair açık­lamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi başağında bı­rakın." Kurtlanmaması İçin ve daha uzun süre kalabilmesi için bu tedbire baş­vurulduğu söylenmiştir. Mısır'da uygulama böyledir.

"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışında" kaydı, ihtiyaç duyacağınız kada­rını çıkartın, demektir. Bu ifadeler Hz, Yûsuf'un verdiği bir emirdir. Birinci­si ise (yedi yıl...) verdiği bir haberdir. Birinci cümlenin de -haber olduğu da­ha zahir görülmekle birlikte- emir olma ihtimali de vardır. Emir olduğu tak­dirde "ekersiniz" fiili "ekin (mealde olduğu gibi)" anlamına gelir.[176]

 

2- Şer’i Maslahatlar:

 

Bu âyet-i kerîme dini, nefsi, akh, nesebi ve mallan korumaktan ibaret olan şer'î maslahatlar görüşünde aslî bir dayanaktır. Bu hususlardan herhangi bi­risinin elde edilmesini gerçekleştiren herbir şey bir maslahattır. Bunlardan her­hangi birisini gerçekleştirmeye engel olan herbir şey de bir mefsedettir, bu mefsedetin önlenmesi ise maslahattır.

Şeriatlerden maksadın, insanlara dünyevî maslahatlarını göstermek oldu­ğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu suretle insanlar yüce Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek imkânını elde ederler. Bu ikisi ise uhrevî mutluluğa ulaştırır­lar. Yüce Allah'ın bu hususları şer'î hükümlerde göz önünde bulundurması, O'nun bir lütfü ve kullarına bir rahmetidir. Bu hususta O'nun Üzerinde bir gö­revin varlığı veya kulların bu konuda hak sahibi olmaları söz konusu değil­dir. Ehl-İ sünnetin bütün muhakkik âlimlerinin kabul ettiği görüş budur. Bu hususun geniş açıklaması fıkıh usulü kitap arındadır.[177]

 

48. "Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek. Saklayacağınız az bir miktarın dışında onlar için önceden biriktirdiğinizi yeyip götürecekler."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[178]

 

1- Kuraklığa Karşı Tedbir:

 

"Yedi kurak yıl" yani yedi kıtlık yılı "gelecek... Onlar İçin önceden bi­riktirdiğinizi'’ bu kıtlık yıllan için sakladıklarınızı "yeyip götürecekler" buy­ruğu bir mecazdır. Yani o yıllarda yemeleri uygun olan şeyleri yeyip bitire­cekler, demektir. Nitekim şu beyiti söyleyen de buna benzer bir ifade kul­lanmıştır:

"Gündüzün -ey al dalmış kişi- yanılmadır ve gaflettir, Gecen ise uykudur, helak olmak senin yakanı bırakmaz."

Bilindiği gibi gündüz yanılmaz, gece de uyumaz. Gündüzün İnsan yanı­lır ve geceleyin uyunur.

Zeyd b, Eşlem de babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Yûsuf iki kişilik bir yemeği tek bir kişinin önüne bırakırdı. O da onun bir bölümü­nü yerdi. Nihayet bir gün aynı miktardaki yemeği bir kişinin önüne koydu­ğunda o da yemeğin tamamını yeyince, Hz. Yûsuf: İşte bu yedi kıtlık yılının ilk günüdür, dedi.

"Saklayacağınız az bir miktarın dışında" yani tohumluk olarak ekiminiz­de kullanmak üzere alıkoyacağınız az bir miktarın dışında... demektir. Çün­kü tohum olarak kullanılacak bir miktarın bırakılması ile bu temel gıda ko­runmuş olur. Ebu Ubeyde ise; elde tutacağınız... diye açıklamıştır. Katâde der ki: "Saklayacağınız" biriktireceğiniz demektir ki, anlam birdir. " " Az bir miktarın dışında" buyruğu müstesna olarak nas bedilmiştir.

Bu buyruk, ihtiyaç zamanına kadar gıda maddelerini saklamanın (ihtikâr yapmanın) caiz olduğuna [179]delildir.[180]

 

2- Kâfirin Gördüğü Rüyanın Hükmü:

 

Bu âyet-î kerîme kâfirin rüyasının doğru olabileceğine -özellikle de bir mü'min ile alakalı ise- ve gördüğüne uygun olarak gerçekleşeceği aslî bir da­yanaktır. Hele görülen bu rüya bir peygamber için belge ve rasûl için bir mu­cize, seçkin bir kul için tebliğ maksadıyla bir tasdik, yüce Allah ile kullan ara­sında vasıta olan peygamberin lehine bir delil ise...[181]

 

49. "Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki insanlar onda yağmura kavuşturulacak ve onda sıkacaklar."

Yüce Allah'ın: "Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki..." buyruğu Hz. Yûsuf un hükümdarın rüyasında yer almayan bir hususa dair verdiği ha­berlerdendir. Bu yüce Allah'ın ona verdiği gayb ilmindendi. Katâde der ki: Yüce Allah ona faziletini ortaya koymak, ilmî mevkiini ye bilgisini bildirmek kastı ile kendisine hakkında soru sormadıkları bir yılın biigisini de faziadan ona vermiş idi.

"insanlar onda yağmura kavuşturulacak" buyruğundaki; " Yağ­mura kavuşturulacak" fiili; " İmdada çağırmak, imdada yetiş-mek'den, yahut; " İmdada yetişmekken gelmektedir. "Adam imdat istedi"; " İmdat, yetişin" dedi, demektir. İsmi ise; şeklinde kullanılır. "Filan kişi benden yardım (imdat) istedi, ben de onun yardımına koştum" denilir. İsmi de; " Yardıma koşma" şeklinde gelir. Makabli (önceki harf) esreli ol­duğu için "vav" harfi "ya"ya dönüştürülmüştür, " Yağmur" demektir.

Yağmur yere yağdı, isabet etti" anlamındadır.

Allah ülkeye yağmur yağdırdı, yağdırır" denilir. (Meçhul olarak da): "Yere yağmur yağdırıldı, yağdırılır" denilir. Bu şekilde yağmur yağan yere de; denilir. Buna göre; "İnsanlara yağmur yağdırılır" anlamındadır.

"Ve onda sıkacaklar" İbn Abbas der ki: Üzümleri sıkacaklar ve yağları çı­kartılan maddelerden yağ alacaklar. Bu açıklamayı da Buhârî zikretmektedir.[182] Haccâc da, İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet eder: Üzümü sıkıp şa­rap yapacaklar, susamdan yağ, zeytinden zeytin yağı çıkaracaklardır. Şöyle de açıklanmıştır: O bu sözleriyle -çokluğunu anlatmak üzere- sütlerin sağıl­masını k'astetmiştir. Buna da bitki ve mahsullerin çoğalacağı şeklindeki ha­beri delildir. "Suçacaklar" ifadesinin; kurtulacaklar anlamına geldiği de söy lenmiştir ki, bu da kurtuluş yeri anlamını veren; dan gelir. Ebu Ubeyde der ki: Harekeli olarak; "Sığınılacak yer ve kurtulma yeri" demektir. da bu anlamdadır. Ebu Zübeyd der ki:

"Oldukça susamış halde su verecek bir kişiyi imdada çağırıyordu, fakat kimse yetişmedi onun imdadına. Halbuki o korkuya kapılmış olanın kurtarıcı sığınağı idi."

Aynı şekilde; "Filana sığındım" anlamındadır. Ebu'l-Ğavs der ki: "Sdtacaklar"ın buradaki anlamı mahsûl ve ürün elde edecek­ler demektir. Bu kelime ise; üzüm sıkmak demek olan;den gel­mektedir. " Malını elinden çıkarttırdım" manasınadır.

İsa "te" harfini ötrftti, "sad" harfini de üstün olarak; diye okumuş olup size yağmur yağdırılacak anlamındadır ve bu da yüce Allah'ın: "Ve Biz sıkıştırıcılardan şarıl şarıl bir su indir­dik." (en-Nebe', 78/14) buyruğundan gelmektedir. Aynı şekilde diye "te" harfi ötreli, "sad" harfi esreli okuyuşun -böyle okuyanların kıraati­ne göre- anlamı da böyledir.[183]

 

50. Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin." Bunun üzerine elçi ya­nına gelince, dedi ki: "Efendine dön de o ellerini kesen kadın­ların hali ne idi? diye sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların hilelerini çok iyi bilendir.”

51. (Hükümdar) dedi ki: "Yûsuf tan murad almak İstediğiniz zaman durumunuz ne idi?" Kadınlar. "Hâşâ! Allah için biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz" dediler. Azlz'in karısı da şöyle dedi: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir."

"Hükümdar dedi ki: Onu bana getirin." Yani elçi hükümdara gidip, du­rumu bildirdi. Hükümdar da onu bana getirin, dedi."Bunun üzerine elçi ya­nına gelince" ve ona zindandan çıkması emrini getirince "dedi ki: Efendi­ne dön de o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor." Bunu söyle­yerek, hükümdar nezdinde kendisine yapılan iftiradan beri olduğu açıkça an­laşılıp suçsuz yere hapsedildiği ortaya çıkmadıkça zindandan çıkmayı kabul etmedi.

Tirmizî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (sav) buyurdu ki: "O şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli (yani İb­rahim'in oğlu, İshak'ın oğlu, Ya'kub'un oğlu, YûsuOdur. Eğer ben onun kaldığı süre kadar zindanda kalsam, sonra da elçi yanıma gelse (çıkma) is­teğini kabul ederdim.”Hz. Peygamber daha sonra: "Bunun üzerine elçi ya­nına gelince dedi ki: Efendine dön de, o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor" buyruğunu okudu. (Devamla) şöyle buyurdu: "Allah'ın rahme­ti Lût'un da üzerine olsun, çünkü o: "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı yahut güçlü bir yere sığınabilseydim" (Hûd, 11/80) dediğinde zaten güçlü bir yere sığınıyordu. Ondan sonra yüce Allah ne kadar peygamber gönder­diyse, mutlaka kavminin en zirve noktasında idi."[184]

Buhârî de, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah, Lût'a rahmet eylesin. O gerçekten güçlü bir yere sığını­yordu ve eğer ben Yûsuf un zindanda kaldığı süre kadar kalacak olsaydım, hiç şüphesiz çıkmaya davet edenin çağrısını kabul ederdim ve elbette biz İb­rahim'den daha bir hak sahibiyiz. Çünkü İbrahim'e: "İnanmadın mı yoksa? demişti de: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" diye cevap ver­mişti." (el-Bakara, 2/260)[185]

Yine Peygamber (sav)den şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah kardeşim Yûsuf a rahmet İhsan etsin. O gerçekten sabırlı ve tahammülkâr bi­risi idi. Şayet ben zindanda onun kaldığı süre kadar kalmış olsaydım, hiç şüp­hesiz çıkmamı isteyen elçinin çağrısına uyardım ve suçsuz olduğunun bilin­mesi için böyle bir yola başvurmazdım."[186]

Bu hadise yakın bir rivayet de Malik'in arkadaşı Abdu'r-Rahman b. el-Ka-stm yoluyla, Buhârî'nin Tefsir bölümünde rivayet edilmiştir. İbnu'l-Kasım'ın bu hadisten başka Divan'da bir rivayeti yoktur.[187]

Taberî'nin rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Allah, Yûsuf a rahmet eylesin. Eğer hapiste olan ben olsaydım, sonra da bana haberci gönderil şey­di, çabucak çıkı verirdim. Yûsuf gerçekten halîm (tahammüikâr) ve ağır baş­lı bir kimse idi."[188]

 Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Yûsuf'a, onun sabrına, onun keremine hayret ettim. Allah ona (varsa hatası) bağışlasın, çün­kü (rüyadaki) inekler hakkında kendisine soru sorulduğunda; şayet ben onun yerinde olsaydım, beni zindandan çıkartmaları şartını koşmadıkça onlara du­rumu bildirmezdim. Yine elçinin ona geldiği vakit tutumuna hayret ettim. Onun yerinde olsaydım, onlardan daha çabuk kapıya giderdim. "[189]

İbn Atiyye der ki: Hz. Yûsuf un bu tutumu ağır başlıca ve sabırlıca bir tu­tumdu. Gerçekten temiz* ve günahsız olduğunun açığa çıkmasını istiyordu. Çünkü rivayet edildiğine göre ö, hapisten çıktıktan sonra hükümdar kendi­sine bir mertebe verip af ediyor görüntüsüyle onun suçuna sesini çıkarma-yabîlirdi. Bunun sonucunda da insanlar ebediyyen ona bu gözle bakarlar ve: İşte efendisinin hanımından murad almak isteyen kişi buydu, diyeceklerdi. Yûsuf (a.s) temizliğini açıkça ortaya çıkarmak, iffet ve hayır noktasındaki mev­kiini gerçek yerine oturtmak istiyordu. İşte ancak o vakit yerini bulmak, mev­kiine gelmek için çıkabilirdi. Bundan dolayı yanına gelen elçiye: 'Efendinin yaruna dön ve ona o kadınların halinin ne olduğunu bir sor" demişti. Hz. Yûsuf'un maksadı İse; ancak söyle ona benim günahımı iyice araştırıp tes-bit etsin ve işimi gözden geçirsin, tetkik etsin. Haklı yere mi zindana atıldım, yoksa zulmen mi zindana atıldım, demekti. Özellikle Aziz'in hanımım söz ko­nusu etmeyiş sebebi, onların yanında bulunduğu süredeki güzel geçimini ve hükümdar Aziz'in onun üzerindeki hakkına riayet etmek istemesi.idi.

Peygamber (sav), Hz. Yûsüf’u sabır ve tahammülkârlıkla, ağırbaşlılıkla ve hapisten çıkmakta acele etmemekle övdüğü halde; bizzat kendisi için baş­kasını övdüğü halden başka bir hali nasıl uygun gördü? denilecek olursa, bu­nun açıklaması şöyle olur: Peygamber (sav) kendi adına bir başka görüşü ter­cih etmiştir ki; bu görüşün de kendi açısından güzel bir tarafı vardır. O di­yor ki: Ben olsaydım, çıkmakta elimi çabuk tutardım. Sonra çıkmanın aka­binde suçsuz olduğumu ortaya koymaya çalışırdım. Çünkü bu kıssalar ye bu gibi olaylar kıyamet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuş­lardır. Rasûlullah (sav) da insanların bu işler arasında daha azimetli olan yo­lu seçmelerini istedi. Çünkü böyle bir olayda daha azimeti! olanı terkeden bir kimse böyle bir zindandan çıkma fırsatını kullanmayan bir kişi, zindan­da kaldığından dolayı zindanda kalma sonucu ile karşı karşıya kalabilir, onu zindandan çıkarmak isteyen, bu işten vazgeçebilir. Yûsuf (a.s), Allah'tan al­dığı bilgi sayesinde böyle bir şey olmayacağından emin olsa bile, onun dı­şındaki diğer insanlar bu konuda emin olamazlar. Buna göre Peygamber (sav)ın bizzat izlemeyi uygun gördüğü yol, azimet yoludur. Hz. Yûsuf un iz­lediği yol ise, büyük bir sabır ve büyük bir tahammül yoludur.

" ...O ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor." Aralarına -açıkça is­mi zikredilerek değil de işaret yoluyla- genelin kapsamına Aziz'in kansı da gir­sin diye çoğul olarak kadınları söz konusu etti. Bu ise aralannda geçirdiği gün­ler ve edepten ötürü idi. İfadede hazfedilmiş kelimeler de vardır. Yani sen on­dan o kadınların halinin ne olduğunu bilip öğrenmesini iste demektir.

İbn Abbas der ki: Buman üzerine hükümdar da kadınlara ve bu arada Az­iz'in de kansına -Aziz de o sırada ölmüş bulunuyordu- haber göndererek hep­sini çağırdı ve: "Yûsuf tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz" ha­liniz "ne idi?" diye sordu. Çünkü onların herbirisi -önceden de geçtiği üze­re- kendisi için Yûsuf'la özel olarak konuşmuştu. Yahut o, bununla herbirisinin (Hz. Yûsuf’a): Sen Aziz'in karısına zulmediyorsun, demesini kastetmiş­ti. İşte bu da Yûsufu kandırarak murad almak yoluna gitmeleri demekti.

"Haşa! Allah için" Allah'a sığınırız "biz onun hiçbir kötülüğünü" yani zi­na ettiğini "bilmiyoruz, dediler. Aziz'in karısı da şöyle dedi: Şimdi gerçek ortaya çıktı." Onların Hz. YûsuPun temiz olduğunu ikrar ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğin­den korkunca, o da aynı şekilde ikrarda bulundu. Bu da yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a bir lütfü idi.

"Gerçek ortaya çıktı"; yani ayan beyan, açık seçik ortaya çıktı, demektir. Bu kelimenin aslı; dan gelmekle birlikte, ( denilmiştir. Nitekim; " Üstüste döküldüler" kelimesinin aslen; şeklinde olma; " Gözyaşlarını ardıardına sildi" kelimesinin aslen; olması gibi. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır.

aslında bir şeyi kökünden koparmaktır. Mesela saçını dibten kes­ti, demek için denilir. Ebu Kays b. el-Eslet der ki:

"Miğfer başımı kazıdı artık,

Çok hafif uyku dışında, uykunun zerresini dahi tatmıyorum.

ise; hiçbir verimi olmayan kupkuru bir yıl demektir. Şair Cerir de der ki:

"Büsbütün verimsiz yılın ve kıtlığın önüne katıp sürüklediği kimse, Hiçbir minnet de duymaksızın (nimeti) inkâr da etmeksizin size sığınır.

Şair sanki burada kıtlık yılı anlamına gelen; kelimesini kullanmak isterken kafiye dolayısıyla; " Kurt" kelimesini kullanmış gibidir.

Buna göre; "Gerçek ortaya çıktı" ifadesi açıkça ortaya çık­ması ve sağlamca yerleşip, sebat bulması dolayısıyla batıldan ayrıldı, anla­mına gelir. Şair der ki:

"Benden Hidâş'a şu haberi ulaştıracak yok mu? Şüphesiz ki o, hak ortaya açıkça çıktığında çok yalan söyleyen ve zalim birisidir."

Bu fiilin; "Hisse, pay" kelimesinden türediği de söylenmiştir. Bu­na göre; Hakkın, gerçeğin payı, batılın payından ayırdedilmiş, açıkça orta­ya çıkmış bulunuyor, anlamına gelir.

Mücahid ve Katâde der ki; Bu ifadenin aslı, Arapların; kökten saçını ko­pardı, anlamında kullandıkları: sözlerinden alınmıştır. Bir yerden pay alarak kopartılan parçaya denilen "hisse" de buradan gelmektedir. Esreli olarak ise toprak ve taş anlamındadır. Bu açıklamaları el-Cevherî nakletmiştir.

"Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerden­dir. Bu, -Hz. Yûsuf buna dair soru sormamış olsa dahi- kadının tevbesini açığa vurması, Hz. Yûsuf un doğruluğunu, şeref ve haysiyetini gerçekten ifa­de etmesi anlamındadır. Çünkü ikrarda bulunan bir kimsenin kendi aleyhin­deki ikrarı, başkasının onun aleyhindeki şahitliğinden daha güçlüdür. Böy­lelikle yüce Allah, Hz. Yûsuf un doğruluğunu ortaya koymak için hem şahit­liği, hem İkrarı bir arada toplamış bulunmaktadır. Öyle ki hiçbir kimsenin ha­tırına kötü bir zan gelmesin ve en ufak bir şüpheye kapılmasın.

 (kadınlar için) durumunuz ile (kadınlar için) "murad almak istediniz" Hitab fiillerindeki "nun"un şeddeli gelmesi, müzekker fiil­deki "mim" ile "vav"ın yerinde olduğundan [190]dolayıdır.[191]

 

52. "Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hi­lesini şüphesiz hidayete erdirmeyeceğini, onun da bilmesi için­di."

53. "Bununla beraber ben nefisimi temize çıkarmıyorum. Çünkü ne­fis şüphesiz var gücüyle kötülüğü emredicidir. Rabbİmİn rahmet edip esirgediği müstesna. Çünkü Rabbim günahları bağışla­yandır, merhamet edendir."

"Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi." Sözlerini ki­min söylediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bu sözlerin de Aziz'in karısı­nın sözlerinin bir bölümü olduğu ve daha önce söylediği belirtilen: "Şimdi gerçek ortaya çıktı" (Yûsuf, 12/50) sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Ya­ni ben doğruyu ikrar edip söylüyorum ki; gıyabında -yani ona yalan söyle­yerek ona hainlik etmediğimi, yokluğunda ondan kötü bir şekilde söz etme­diğimi, aksine doğru söyleyerek hainlikten uzaklaştığımı bilmesi İçindi.

Arkasından: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" de­di. Aksine ondan murad almak isteyen ben idim.

Bu açıklamaya göre Aziz'in karısı bu işi kimin yaptığını ikrar etmiş olu­yor. Bundan dolayı da daha sonra: "Çünkü Rabbim günahları bağışlayan­dır, merhamet edendir" diye eklemiştir.

Bir diğer görüşe göre bu sözler Hz. Yûsuf un sözleridir. Yani Yûsuf dedi Benim elçiyi geri çevirmemin sebebi, Aziz'in benim kendisine gıyabında nıyanet etmediğimi bilmesi içindi. Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde ve baş­kaları yapmıştır.

"Gıyabında" İse o hazır değilken, o butunmuyorken anlamında­dır. Hz. Yûsuf bu sözleri hükümdarın huzurunda söylemişti. "Bilmesi İçin­di" fiilini ise gaib olarak kullanması hükümdarı saymasından dolayı idi.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf bu sözleri elçi kendisine henüz hapis­te iken geri döndüğünde söylemişti. İbn Abbas dedi ki: Elçi, Hz. Yûsuf a du­rumu haber vermek için geldi. O sırada Cebrail onunla birlikte konuşuyordu. Bunun üzerine Hz, Yûsuf: "Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Al­lah'ın hainlerin hilesini şüphesiz hidayete irdirmeyeceğini onunda bil­mesi içindi" dedi. Yani ben efendime gıyabında iken hıyanet etmedim. Bunun üzerine Hz. Cebrail ona şöyle dedi: Ey Yûsuf! Peştemahnı çözdüğün ve erkeğin karısının önünde oturduğu gibi oturduğun zaman dahi de mi de­yince, Hz. Yûsuf da: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" âyetinde sözü geçenleri söyledi.

es-SÜddî der ki: Yûsuf'a, ey Yûsuf! sen şalvarının uçkurunu çözdüğün za­manda mı, diyen Aziz'in karışıdır. Bunun üzerine de Yûsuf: "Bununla bera­ber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" dedi.

Bir diğer görüşe göre "bu, gıyabında... bilmesi içindi" sözleri Aziz'in söz-lerindendir. Yani bu, Yûsufun benim gıyabında ona hainlik etmediğimi ve benim onun güvenilir” bir kimse oluşunun mükâfatını vermeyi hiç hatırımdan çıkarmadığımı bilmesi içindi. "Allah'ın hainlerin hilesini hiç şüphesiz hi­dayete erdirmeyeceğini" buyruğu da, hiç şüphesiz Allah hileleri dolayısıy­la hainleri hidayete erdirmez, demektir.

Yüce Allah'ın: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" buyruğunun, kadının söylediği sözlerden olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî der ki: Zahir olan şudur: Yüce Allah'ın: "Bu... bilmesi İçindi" sözleri ile "bunun­la beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" sözleri Hz. Yûsuf'un sözlerindendir.

Derim ki: Eğer bu sözlerin kadının sözlerinden olma ihtimali varsa, Hz, Yûsufu, peştamalını ve şalvarını çözmekten yana temize çıkarmak için bu görüşü kabul etmek daha uygundur. Eğer bu sözleri Hz. Yûsuf'un söyledi­ğini kabul edecek olursak, o takdirde bu önceden de yüce Allah'ın: "O da ona meyletti" (Yûsuf, 12/24) buyruğu hakkında tercih edilen görüşe işaret ettiğimiz üzere, sadece Hz. Yûsuf un hatırından geçen bir söz ofarak kabul edilebilir.

Ebu Bekr el-Enbarî der ki: İnsanlar arasında "bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi İçindi" buyruğundan itibaren "çünkü Kabbim günah­ları bağışlayandır, merhamet edendir" buyruğuna kadar nakledilen sözle­rin, Aziz"in hanımının söylediği sözlerdendir, diyen kimseler vardır. Çünkü bu buyruklar Aziz'in karısının söylediği: "Ben ondan murad almak istemiş­tim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir" sözlerinden sonra gelmektedir. Hz. Yûsuf'un meylettiğini kabul etmeyenlerin görüşü budur. İşte bu görüş­te olanların kanaatlerini esas alanlar derler ki: Yüce Allah'ın: "Aziz'in karı­sı da şöyle dedi" buyruğundan itibaren "çünkü Rabbim günahları bağışla-yandır, merhamet edendir" buyruğuna kadar birbirine bağlı sözlerdir. Bu sözler arasında gerçek anlamıyla tam bir vakıf yapılmaz. Ancak bizler bu gö­rüşü tercih etmiyor ve bu kanaati beni ms ey emiyoruz.

el-Hasen der ki: Hz. Yûsuf: “Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bil­mesi içindi" deyince, Allah'ın peygamberi kendi nefsini temize çıkarmaktan hoşlanmadığından, hemen akabinde "bununla beraber ben nefsimi temi­ze çıkarmıyorum" deyiverdi. Çünkü kişinin nefsini temize çıkarması yeril­miş bir davranıştır. Yüce Allah da: "Artık kendinizi temize çıkarmayın." (en-Necm,53/32) diye buyurmaktadır. Zaten biz bunu daha önce Nisa Sûresİ'nde (4/49. âyet, 2. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.

Bunun Aziz'in söylediği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani ben Yû­suf hakkında kötü zan beslemiş olmaktan nefsimi temize çıkarmıyorum, de­mektir.

"Çünkü nefis hiç şüphesiz var gücüyle kötülüğü emredicidir" kötülü­ğü arzu eder.

'Rabbimin rahmet edip esirgediği müstesna" buyruğu ise istisna olarak nasb mahallindedir. ise "Kimse" anlamındadır. Ya­ni Rabbimin rahmetiyle esirgeyip koruduğu kimse müstesna demektir. nın " Kimse" anlamında kullanılması, çokça görülen bir husustur. Nite­kim yüce Allah: "Size helal olan kadınlardan... nikahlayınız" (en-Nisa, 4/3) buyruğunda da böyledir. Bu buyruktaki istisna munkaüdır. Çünkü Allah'ın koruması suretiyle merhamet eylediği kimseler kötülüğü emreden nefisten istisna edilmiştir.

Haberde nakledildiğine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ken­disine ikramda bulunup onu yedirdiğiniz ve giydirdiğiniz takdirde sizi ala­bildiğine kötülüğe götüren, buna karşılık kendisini küçük düşürdüğünüz, çıp­lak bıraktığınız, aç bıraktığınız takdirde ise sizi son derece ileri hayra götü­ren bir arkadaşınız hakkında ne dersiniz?" Onlar Ey Allah'ın Rasûlü! Bu yer­yüzündeki en kötü arkadaştır, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nef­sim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o böğürleriniz arasında bulunan [192] nefislerinizdir.”[193]

54. Hükümdar dedi ki: "Om bana getirin, onu kendime en yakın­lardan kılayım. Onanla konuşunca da şöyle dedi: "Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin, eminsin."

"Hükümdar dedi kfc Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kı­layım." Hükümdar Hz. Yûsuf a nisbet edilen günahtan uzak olduğunu ke­sin olarak anlayıp bu hususta onun güvenilir bir kimse olduğunu gerçekten tesbit edince, aynı şekilde Hz. Yûsuf un ne kadar sabırlı, ne kadar metanet­li olduğunu da kavrayınca, nezdinde Hz. Yûsuf un mevkii oldukça büyüdü, onun oldukça güzel hasletlere sahib olduğunu kesinlikle anladı ve dedi kî: "Onu bana getirin, onü kendime en yakınlardan kılayım." Hükümdarın da­ha önceden onun durumunu kesin olarak bildiğinde: "Onu bana getirin" de­mekle yetindiğine, He. Yûsuf da İkinci olarak yaptıklarını yapüktan sonra bu sefer hükümdarın: "Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kıla­yım" dediğine dikkat etmek gerekir.

Vehb b. Münebbih'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Yûsuf ça­ğırıldığında kapıda durup şöyle dedi: Yarattıklarına karşı Rabbim bana ye­ter. O'nun himayesi güçlüdür, O'na övgüler yücedir, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Sonra içeri girdi, hükümdara bakınca, hükümdar tahtından İnip önünde secdeye kapandı. Daha sonra hükümdar onu kendisiyle birlikte tah­tına oturttu ve: "Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin, eminsin" dedi. Hz. Yûsuf da ona: "Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben" o hazineleri "İyice koruyanım' onların ne şekilde idare edilece­ğini çok iyi "bilenim, dedi." (Yûsuf, 12/55)

Denildiğine göre hesabı iyice koruyan ve dilleri iyice bilenim, demektir. Haberde nakledildiğine göre; "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin üzerine tayin et, dememiş olsaydı, derhal onu ta­yin edip görevlendirecekti. Fakat bu sözü bir sene işi geciktirdi."

Denildiğine göre onu hükümdarlığa getirmesi bir seneye kadar geciktir­mesinin sebebi, inşaattan demediğinden dolayıdır.

Bu olay (kıssa) ile ilgili şöyle denilmiştir: Hz. Yûsuf, hükümdarın huzu­runa girince şöyle dedi: Allah'ım ben, Sen'in haynn ile bunun hayrından di­lerim, Bunun da şerrinden, başkasının da şerrinden Sana sığınırım. Sonra hü­kümdara Arapça selam verdi. Hükümdar: Bu dil de ne oluyor? deyince, Hz. Yûsuf: Bu amcanı İsmail'in dilidir, dedi. Sonra ona İbranice dua etti. Bu se­fer: Bu dil ne oluyor? deyince, Hz. Yûsuf: Bu da atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dilidir dedi.

Hükümdar da yetmiş dili konuşurdu. Hükümdar bir dille konuştukça, Hz.

Yûsuf da o dille ona cevap verirdi. Hükümdar, Hz. Yûsuf'un bu İşine hay­ret etti. O sırada Hz. Yûsuf otuz yaşında idi.

Daha sonra hükümdar onu tahtına oturtarak şöyle dedi: Gördüğüm rüya­yı bir de senden dinlemek istiyorum deyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Peki ey hükümdar, sen siyah beyaz renkli, alınlarında beyazlık bulunan oldukça gü­zel yedi inek gördün. Önün açıldı ve onların Nil'in kıyısından çıkarak, me­melerinden sütler aka aka sana göründüler. Sen onlara bakıp güzelliklerin­den hayrete düşmüş iken bu sefer Nil kuruyuverdî, suyu çekildi ve yatağı­nın dibi göründü. Çamurundan yedi tane oldukça zayıf, kirli, toza bulanmış, karınları içe çekilmiş, memeleri, butları olmayan buna karşılık azı dişleri ve öğütücü dişleri bulunan el ayaları köpeklerinkini andıran, burunları yırtıcı hay­van larınk i ne benzeyen yedi inek daha gördün. Bu yedi inek semiz inekle­re karıştı, yırtıcı hayvanlar gibi onlara saldırdı. Semiz ineklerin etlerini yedi­ler, derilerini parça parça ettiler, kemiklerini ufaladrtar, beyinlerini emdiler. Sen bu şekilde bakıp bu ineklerin zayıf olmalarına, diğerlerini mağlup etme­lerine rağmen hiçbir şekilde şişmanlamayıp onları yedikten sonra kilolarının artmayışına hayret ediyorken, bu sefer oldukça taze, yumuşak, tane ve su ile dolu yedi yeşil başak gördün. Onların yanı başlarında ise içlerinde hiçbir su ve hiçbir yeşillik bulunmayan fakat onlarla aynı yerde bitmiş, yedi kuru ba­şak gördün. Bu kuru başakların kökleri toprak ve suyun içerisine gömülmüş­tü. Sen kendi kendine: Bu da ne oluyor? Bu başaklar verimli ve yeşildir, di­ğerleri ise siyah ve kurudur. Halbuki hepsi de aynı yerde bitmektedir, hep­sinin de kökleri suda bulunmaktadır, diye düşünüyorken aniden bir rüzgar esti, siyah ve kuru başakların yapraklarını meyveli ve yeşil başakların üze­rine savurdu. O yeşil başakları ateşe vererek onları yaktı, Böylelikle o yeşil başaklar da siyah ve tozlu oldu. Ey Hükümdar! Sen de dehşete düştün.

Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, bu rüya her ne kadar hayret edilecek bir şey idiyse de senden bu işittiklerimden daha hay­ret verici değildir, Peki ey doğru sözlü, bu rüyam hakkındaki görüşün nedir?

Hz. Yûsuf şöyle dedi: Görüşüme göre yiyecek (buğday) topla ve bu verim­li yıllar boyunca çokça ekin ek. Çünkü sen eğer bir taşa ve çorak bir yere eke­cek olsajı dahi oradan bile bitki biter. Allah onu büyütür ve bereketlendirir. Daha sonra ekini başağı ve sapı ile birlikte saklamak üzere büyük mahzen­ler yaparsın. Böylelikle sap ve başak hayvanlara yem olur, tanesi de insanla­ra yiyecek olur. Diğer taraftan insanlara kendi yiyecek ve mahsullerinden beş­te birini senin mahzenlerine kaldırmalarını emret. Senin bu toplayacağın yi­yecekler Mısır halkına ve çevrelerindekilere yeterli olacaktır. İnsanlar çevren­deki bölgelerden gelip senden azık isteyecekler. Senin yanında ise senden ön­ce hiçbir kimsenin toplayamadığı kadar hazinelerin toplanacak.

Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Peki benim bütün bu işlerimi kim idare edebilecek? Eğer ben bütün Mısır halkını toplayacak olsam dahi, bu­na güç yetinemezler vebu hususta onlara güven olamaz. Bu sırada Yûsuf (a.s): "Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et" (Yûsuf, 12/55) dedi. Yani hükmet­tiğin toprakların hazinelerine.

Buradaki; Hazineler" kelimesi ın çoğulu olup, "elard: ül­kenin" başındaki elif-lâm, İzafe (senin ülkenin izafesinin) yerine geçmiştir. en-Nâbiğa'nın şu beyitinde olduğu gibi:

"Onların cömertlik olarak öyle bir özellikleri vardır ki Allah onu Onlardan başkasına vermemiştir, rüyaları da hiç yalan çıkmaz."

" onu kendime en yakınlardan kılayım" buyruğu emrin cevabı olduğundan dolayı fiil cezm edilmiştir. Bu da daha önce geçen: "Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/55) sözleri­ni Hz. Yûsuf’un zindanda iken söylendiğinin delilidir. Bununla birlikte hü­kümdarın huzurunda söylenmiş olma ihtimali de vardır. Daha sonra bir başka mecliste de hükümdar te'kid olmak üzere: "Onu bana getirin, onu ken­dime en yakınlardan kılayım" demiştir. Yani ben onu kendime hfas olarak görevlendireyim ve ülkemin bütün işlerini ona havale edeyim.

Bunun üzerine gidip Hz. Yûsuf'u beraberlerinde getirdiler. Buna da yü­ce Allah'ın: "Onunla konuşunca" yani hükümdar Yûsuf ile konuşarak, rü­yaya dair ona soru sorup Hz. Yûsuf da cevap verince, hükümdar "da şöyle dedi: Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin." Yani sözü geçerli ve İktidar sahibi bir kimsesin "eminsin" sana hainlik edileceğin­den, sana verilen sözde durulmayacağından yana korkun olmasın.[194]

 

55- "Dedi ki: Beni ülkelerin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben iyice koruyanım, bilenim."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[195]

 

1- Yeryüzünün Hazineleri Üzerindeki Görev:

 

Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin et" buy

ruğu ile ilgili olarak Said b. Mansur dedi ki: Ben Malik b. Enes'i şöyle der­ken dinledim: Mısır yeryüzünün deposudur. Sen yüce Allah'ın: "Beni ülke­lerinin hazineleri üzerine tayin et" yani onları korumak üzere tayin et, de­diğini duymadın mı? Burada "korumak" anlamındaki muzaf hazfedilmiştir. "Çünkü ben" başına getirildiğim görevi "iyice koruyanım" bu görevin ge­rektirdiği şeyleri "bilenim." Tefsirde şöyle denilmektedir: Ben iyi hesab bi­lenim ve iyi bir kâtibim. Denildiğine göre o ilk defter tutan ve onlara yazı ya­zandır.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben gıda maddelerini takdir ve tesbit etmekte "iyi­ce koruyanım" açlık yıllarını çok iyi "bilenim" demektir.

Cuveybir, ed-Dahhak'tan naklen, o İbn Abbas'tan dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin başına getir, dememiş olsaydı, onu derhal bu işin ba­şına getirirdi. Fakat böyle demesi onu bir sene geciktirdi."[196]

İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf un emirliği istediği gün üzerinden tam bir se­ne geçince ona taç giydirdi ve ona kendi kılıcını kuşandırdı, ona altından bir taht hazırladı. Bu taht inci ve yakutla süslüydü. Üzerine kalın ipekten bir el­bise giydirdi. Oturduğu tahtın uzunluğu otuz zira, eni on zira idi. Üzerinde otuz döşek, altmış tane de yastık vardı. Daha sonra ona dışarı çıkmasını em­retti. O da dışarıya başında taç olduğu halde çıktı. Kar gibi beyaz bir teni ve ayı andıran bir yüzü vardı. Onun yüzüne bakan yüzünün berrak rengini gö­rürdü. Tahta oturdu ve bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise evine hanımlarının yanına gitti ve Mısır'ın yönetim işini Hz. Yûsufa havale etti. Kıtfîr'i görevinden alarak Yûsuf'u onun yerine tayin etti.

İbn Zeyd der ki: Mısır hükümdarı Fir'avun'un yiyeceklerin dışında pek çok hazineleri de vardı. O bütün yetkisini Yûsufa teslim etmişti, o günlerde de Kıtfîr öldü. Hükümdar Hz. Yûsuf u Aziz'in karısı Raîl ile evlendirdi. Onun ya­nına girdiğinde: Bu senin daha önce istemiş olduğun şeyden daha hayırlı de­ğil mi? dedi. Hanimi: Ey doğru sözlü, beni kınama. Ben senin gördüğün gi­bi güzel "bir kadın İdim, fakat benim eski kocam ise kadınlara yaklaşamıyor-du ve sen de Allah'ın sana verdiği böyle bir güzelliğe sahip idin, o bakım­dan ben senin etkinin altına girdim. Hz. Yûsuf, Raîl'in bakire olduğunu gördü. Hz. Yûsuf'un ondan tfraîm ve Menşa' adlarında iki oğlu oldu.

Vehb b. Münebbih de der ki: Yûsuf un Aziz'in karısı Zeliha ile evlenme­si kardeşlerinin Mısır'a iki girişi arasındaki sürede olmuştu. Şöyle ki Zeliha'nın kocası, Yûsuf henüz hapisteyken ölmüştü. Elindeki malı gitmiş ve Yûsuf'a ağ­ladığından gözlen de kör olmuştu. Zeiiha insanlardan dilenir olmuştu, on­lardan kimisi o kadına acıyor, kimisi de acımıyordu. Yûsuf ise haftada bir kav­minin büyüklerinden yaklaşık yüz kişilik bir kafile ile birlikte bineklere bi­nerek çıkıyorlardı.

Kadına: Onun görüneceği bir yerde bulunsan, beiki bir şeyler vererek se­nin yardımına koşar.

Daha sonra ona: Hayır böyle bir şey yapma, belki bu sefer daha önce se­nin ona karşı yaptığın, ondan murad almak, hapse atılması gibi hususları ha­tırlar. Bu sefer sana kötüiük yapar.

Zeliha: Ben sevdiğimin huyunu sizden daha iyi bilirim, dedi. Daha son­ra kafilesiyle birlikte çıkacağı vakte kadar ona görünmedi. Kafileyle birlik­te çıktığı sırada, bulurfüuğu yerde ayağa kalkıp sesi çıkabildiği kadar şöyle dedi: Masiyetleri sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaatleri sebebiyle de köleleri hükümdar yapanın şanı ne yücedir!

Hz. Yûsuf: Bu ne oluyor? deyince, onu yanma getirdiler. Kadın: Ayakla­rınla sana hizmet eden, elleriyle saçlarını tarıyan kadın benim. Sen benim evimde büyüdün, sana iyi baktım, fakat ben cehlimden ve haddi aşkınhğımdan ötürü malum kusurları işledim. Yaptığım bu işin vebalini çektim, mahm da gitti, gücüm sarsıldı, zilletim uzadı, gözüm kör oldu. Mısır ahalisi arasın­da gıbta olunan bir kadınken şimdi onların acıdığı bir kadın oldum. İnsan­lardan avuç açıp dileniyorum, kimisi bana acıyıp merhamet ediyor, kimisi acı­mıyor. İşte fesad çıkartanların cezası budur.

Yûsuf uzun uzun ağladı, sonra ona şöyle dedi: Peki eskiden kalbinde ba­na karşı duyduğun sevgiden şu anda içinde bir şeyler artık hissedebiliyor mu­sun? Kadın şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim, yüzüne bir defa bakmak benim için dünyadan ve ondaki her şeyden daha sevdiğim bir şeydir, ama sen bunun yerine, bana kamçının bir ucunu elime ver. Kamçının ucunu eline ver­di, kadın onu alıp göğsünün üzerine koydu. Hz. Yûsuf kalbinin hafakanın­dan dolayı, elinde kamçının sallandığını gördü, ağladı. Sonra da evine gitti.

Kadına bir elçi gönderdi: Eğer dul isen seninle evlenebilirim, eğer evli isen seni ihtiyaçtan kurtarabilirim. Kadın elçiye: Hükümdarın benimle alay etme­sinden Allah'a sığınının. O ben gençken, zenginken, malım ve gücüm yerindeyken beni istememişti de bugün acuze, kör ve fakir bir kadınken mi be­ni istiyor.

Elçi Hz. Yûsuf a kadının söylediklerini bildirdi. İkinci hafta Hz. Yûsuf ka­filesiyle birlikte çıkınca yine kadın yoluna çıktı. Bu sefer Hz. Yûsuf ona şöy­le dedi: Elçi sana bizim söylediklerimizi bildirmedi mi? Kadın: Ben de sana bir defa yüzüne bakmamın benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden da­ha sevimli olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Hz. Yûsuf emir verdi, kı­lık kıyafeti düzeltilerek hazırlandı. Sonra da Hz. Yûsuf a zifafa getirildi. Hz. Yûsuf kalkıp namaz kıldı, Allah'a dua etti. Zeliha da arkasında durdu. Yüce Allah'tan ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etmesini diledi, Allah da ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etti. O kadar ki ondan murad almak istediği günden daha da güzel oldu.

Bu ise Allah'ın haramlarından uzak kalıp iffetini muhafaza etmesine kar­şılık Allah'ın Hz. Yûsuf a bir lutfu idi. Hz. Yûsuf ona yaklaştığında bakire ol­duğunu gördü. Ona durumu sorunca kadın şu cevabı verdi: Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam kısırdı, kadınlara yaklaşamıyordu. Sen ise anlatılamaya­cak derecede bir güzelliğe sahiptin.

Böylelikle rahat ve huztır içerisinde yaşadılar. Hergün Allah onlan yeni bir hayırla karşı karşıya getiriyordu. Hz. Yûsufun ondan îfraîm ve Menşâ adın­da iki oğlu oldu.

Nakledilen rivayetler arasında şu da vardır: Yüce Allah Hz. Yûsuf'un kalbine hanımının kalbindeki sevgisinin kat kat fazlasını koydu ve ona şöy­le dedi: Sana ne oluyor ki ilk seferki gibi beni sevmiyorsun deyince, kadın ona şu cevabı vermişti: Yüce Allah'ın sevgisinin tadını aldıktan sonra bu be­ni herşeyden [197]alıkoydu.[198]

 

2- Hz. Yusuf un Görev Alması Île İlgili Görüşler Ve Hükümler:

 

Kimi ilim adamı der ki: Bu âyet-i kerîmeden, faziletli bir insanın facir bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının mubah olduğu anlaşılmakta­dır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmaya­cağının bilinmesi şarttır. Dolayısıyla göreve getirilen bu salih insan o işte di­lediği gibi ıslahat yapabilmelidir. Şayet salih insanın işleri facir kimsenin ter­cihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey caiz olmaz.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Böyle bir iş Hz. Yûsuf a has İdi. Bu­gün böyle bir şey caiz değildir. Ancak birinci görüş sözünü ettiğimiz şarta bağ­lı kalmak kaydıyla daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Maverdî der ki: Şayet görev başına getiren kişi zalim ise, insanlar onun verdiği görevi kabul etmenin caiz olup olmadığı hususunda iki ayrı gö­rüş ortaya atmışlardır.

Bu iki görüşten birisine göre göreve getirilen kişi görevinde hakka göre amelde bulunursa caizdir. Çünkü Hz. Yûsuf Firavun tarafından görev başı­na getirilmiştir ve çünkü Hz. Yûsuf için göz önünde bulundurulması gere­ken bizzat kendisinin fiili ve uygulamasıdır. Başkasının fiili değildir.

İkinci görüşe göre ise, böyle bir görevin kabul edilmesi caiz değildir. Çün­kü onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle zalimlere yardım edil­miş olur, onların işleri kabul edilerek o zalimler tezkiye edilmiş olurlar.

Bu görüşü kabul edenler Hz. Yûsuf un Firavun'un tevcih ettiği görevi ka­bul etmesi ile ilgili iki türlü cevap verirler:

1- Hz. Yûsuf'un dönemindeki Firavun salih bir kişi idi. Azgın kişi Hz. Mu­sa dönemindeki Firavun'du.

2- Hz. Yûsuf onun amel ve işlerini değil, mülklerinin nezaretini üstlenmiş­ti. O bakımdan bu konuda Hz. Yûsuf'un sorumlu olması söz konusu değil­dir.

el-Maverdî der ki: Bu iki görüşün mutlak olarak kabul edilmesinden zi­yade daha sahih olan zalim tarafından tevcih edilen görevin üç kısma ayrı­larak ele alınmasıdır.

1- Bu işe ehil olan kimselerin, bu işi yerine getirmeleri esnasında içtiha­da bağlı olmaksızın yapabilmeleri caiz olan işler. Zekat ve sadakalar gibi gö­revlerin zalimlerden alınması caizdir. Çünkü bu gibi şeylere dair hak sahip­leri ile alakalı nass, bu konuda ayrıca içtihada yer bırakmamaktadır. Bu işin erbabı olan kimselerin bunu tek başına yapabilmelerinin caiz olması da baş­kalarını taklide gerek bırakmamaktadır.

2- Tek başlarına kararlaştırıp yapmaları caiz olmayan ve harcama yeri ko­nusunda içtihad gereken işler. Fey' mallan gibi. Bu malların dağıtımı ile ilgi­li görevin zalim bir kimseden alınması caiz değildir. Çünkü zalim hak olma­yan şekilde tasarrufta bulunur ve hakedilmeyen hususlarda da İçtihad eda-.

3- Ehil kimselerin kabul etmeleri caiz olan ve içtihadın da söz konusu ol­duğu görevler. Bir takım kazai meseleler ve ahkâma dair hususların görevi gibi. Böyle bir durumda görev başına getirme akdr geçersizdir. Eğer bu iş­lere bakmak karşılıklı olarak razı olan iki kişi arasındaki bir hükmü uygula­mak için ise yahut mecbur kalmış iki kişi arasında bir vasıta olmak durumun­da ise caiz olur. Şayet bu görev dolayısıyla verilecek hüküm bağlayıcılık ve zorlayıcıhk ifade ediyor ise, caiz olmaz.[199]

 

3- Bir Kimsenin Ehli Olduğu Bir Göreve Talib Olması:

 

Yine âyet-i kerîme bir kimsenin ehil olduğu bir göreve talib olmasının ca­iz olduğuna delil teşkil etmektedir. Denilse ki: Müslim, Abdu'r-Rahman b. Semura'dan şöy]e dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bana şöyle bu­yurdu: "Ey Abdu'r-Rahman, emirliği isteme! Çünkü eğer sen istedin diye emir­lik sana verilecek olursa, sen o işinle başbaşa bırakılırsın. Şayet o emirliği İs­temeksizin sana verilecek olursa, o göreve karşı sana yardım olunur."[200]

Ebu Burde'den dedi ki: Ebu Musa (el-Eşârî) dedi ki: Beraberimde Eş'arîler-den iki kişi ile birlikte Peygamber ('sav)ın huzuruna vardım. Bu iki kişiden birisi sağımda, birisi solumda idi. Her ikisi de (kendilerine) görev verilme­sini istediler. Peygamber (sav) ise misvaklanıyordu. "Ey Ebu Musa! -veya: Ey Abdullah b. Kays-" ne dersin?" diye buyurdu. Ebu Musa dedi ki: Ben de: Se­ni hak ile gönderen hakkı için yemin ederim. Bana içlerinde neyi sakladık­larını bildirmemişlerdi ve ben onların görev isteyeceklerinin farkına bile var­madım. Şimdi misvakının, büzülmüş dudağı altında iken onu görüyor gibi­yim. Şöyle buyurdu: "Biz bu isterimizin başına onu İsteyen kimseleri görev­lendirmeyiz -ya da asla görevlendirmeyiz...-" diyerek hadisin geri kalan bö­lümünü nakletti. Bu hadisi de yine Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[201]

Buna verilecek cevab:

1- Yûsuf (a.s)ın görev istemesinin sebebi adalet, ıslâh, fakirlere hakları­nın ulaştırılması işlerinde kendisinin yerini tutacak kimsenin olmadığını bil­mesi idi. O bakımdan böyle bir işi yapmanın kendisi için farz-ı ayn olduğu­nu gördü. Çünkü orada ondan başka bu işi yapacak kimse yoktu. Günümüz­de de hüküm aynıdır. Eğer bir kimse kendisinin hakimlikte veya hisbe gö­revinde hakkı uygulayacağını bilmekle beraber, onun yerini tutacak uygun bir kimse olmadığını da biliyor ise böyle bir görevi kabul etmesi onun için müteayyin (kaçınılamaz) olur. Böyle bir görevi üstlenmesi de, istemesi de icab eder. Bununla birlikte böyle bir görevi İsteme hakkını kendisine kazandıran niteliklerinden ilmi yetkinliğini, yeterliliğini vb. niteliklerini de bildirmelidir. Tıpkı Yûsuf (a.s)in dediği gibi. Ama bu işi yapabilecek başkaları var ve baş­kaları buna elverişli bulunuyor, kendisi de durumu biliyor ise, evla olan gö­rev istememesidir. Çünkü Hz. Peygamber Abdu'r-Rahman b. Semura'ya: "Emirlik isteme" diye buyurmuştur. Aynı şekilde afetlerinin çokluğunu ve on­dan kurtulmanın zorluğunu bilmekle birlikte bu gibi görevleri isteyip, onla­rı almaya haris olmak, o kimsenin o görevi kendi nefsi ve maksatları için is­tediğinin delilidir. Bu durumda olan bir kimsenin ise nefsine yenik düşerek helak olması, uzak bir ihtimal değildir. İşte Hz. Peygamber'in: "O işiyle başbaşa bırakılır" buyruğunun anlamı budur. Böyle bir görevin afetlerini bildiği ve bu görevin haklarını yerine getirmekte kusurlu hareket edeceğinden korktuğu için bu görevi kabul etmeyip ondan kaçan bir kimse ise, buna rağ­men böyle bir görev ile sınanacak olursa, ondan kurtulabilmesi umulur. İş­te Hz. Peygamber'in: "Bu göreve karşı ona yardım olunur" buyruğunun an­lamı budur.

2- Hz. Yûsuf ben şerefliyim, iyi bir mevki sahibiyim dememiştir. Her ne kadar o Hz. Peygamber'in buyurduğu gibi "kerim oğlu kerim oğlu kerim oğ­lu kerim olan İbrahim oğlu İshak oğlu Ya'kub oğlu Yûsuf idiyse de yine ay­nı şekilde Hz. Yûsuf: Ben güzei ve iyi bir kimseyim de demeyerek o "çün­kü ben iyice koruyanını, bilenim" demiştir ve koruyuculuk sıfatı ve ilmi do­layısıyla bu görevi istemiştir. Neseb ve güzelliğine bağlı olarak istememiştir,

3- Hz. Yûsuf bu sözlerini kendisini tanımayanın nezdinde söylemiştir ve kendisini tanıtmak istemr|tir. Dolayısıyla bu tutumu yüce Allah'ın: "Artık ken­dinizi temize çıkarmayınız" (en-Necm, 53/32) buyruğundan bir istisnadır (kapsamına girmez).

4- Hz. Yûsuf böyle bir görevi istemenin kendisi İçin farz-ı ayn olduğunu görmüştür. Çünkü orada bu göreve layık ondan başka kimse yoktu. Daha kuv­vetli görülen görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[202]

 

4- İnsanın Sahip Olduğu Nitelikleriyle Kendisini Tanıtması:

 

Yine âyet-i kerîme insanın kendisini sahip olduğu ilim ve fazilet nitelik­leriyle vasfetmesinin caiz olduğuna delildir. el-Maverdî der ki: Ancak bu bü­tün niteliklerde genel olarak ve mutlak değildir. Bu durumun özel şartları var­dır ki, kişinin akrabalık hukukunu gözetmesi yahut zahiren bir kazanca ta­alluk etmesi hallerine has bir durumdur. Bunun dışındaki hallerde ise bu ya­saktır. Çünkü bu durumda insan kendisini tezkiye etmiş, temize çıkarmış, ri­yakârlık yapmış olabilir. Eğer ondan daha faziletli olan bir kimse onun özelliklerini söyleyecek olsa, elbetteki bu o kimsenin faziletine daha yakı­şır. Ama Hz. Yûsuf önceden başından geçenler ve aile efradına kavuşabilme umudu gibi sebebler dolayısıyla zaruret gereği, kendisini bu şekilde takdim etmiş [203]idi.[204]

 

56. İşte böylece o yerde Yûsuf a iktidar verdik. O, orada dilediği yer­de konaklardı. Rahmetimizi dilediğimize veririz, iyi hareket edenlerin de ecrini boşa çıkarmayız.

57. Âhİret mükâfatı ise iman edip de takvaya devam edenler için el­bette daha hayırlıdır.

"İşte böylece o yerde Yûsuf a iktidar verdik. O, orada dilediği yerde ko­naklardı." Yani onu hükümdarın kalbine yaklaştırmak, onu hapisten kurtar­mak suretiyle, ona nimetler ihsan etmiş olduğumuz gibi aynı şekilde ona yer­yüzünde imkân da verdik. Yani onu dilediğini gerçekleştirebilme İktidarına sahip kıldık.

el-Kiyâ et-Taberî der ki: Bu buyrukta, mubah olan bir şeye, başkasının gıbta edeceği bir duruma, salah bulunan bir hale ve hakları elde etmeye ulaş­mak hususunda hile (yol ve çare) aramanın, caiz olduğuna delil vardır. Yü­ce Allah'ın: "Eline bir demet sap al, onunla vur ve yeminini bozma!". (Sâd, 38/44) buyruğu da bunun gibidir. Ebû Saîd el-Hudrî'nin, Hayber'deki âmil İle Rasûlullah (sav)a ödediği hurma ve söylediği sözler ile ilgili hadis de bu kabildendir.[205]

Derim ki: İleride de geleceği üzere bu görüş merduttur.

"Ona iktidar verdik" anlamında ve diye kullanılır. Yüce Al­lah da şöyle buyurmaktadır: "Onları size vermediğimiz bir iktidarı vererek yeryüzünde yerleştirmiş, iktidar vermiş idik." (el-En'âm, 6/6)

Taberî der ki: Büyük hükümdar olan el-Velİd b. er-Reyyân, Yûsuf u Itfîr'in görevinin başına getirdi ve Itfir'i azletti. Mücahid der ki; Aynca bu büyük hü­kümdar Hz. Yûsuf un önünde İslâm dinini kabul etti.

İbn Abbas der ki: Hükümdar onu birbuçuk sene sonra hükümdarlığa ge­tirdi.

MukaüTin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Şayet Yû­suf ben inşaallah iyice koruyanım, bilenim demiş olsaydı, derhal hükümdar­lığa getirilirdi."

Daha sonra Itfîr öldü. Hükümdar el-Velid de Hz. Yûsufu Itfîr'in eşi Râil ile evlendirdi. Hz. Yûsuf onunla gerdeğe girdiğinde bakire olduğunu gördü. Râîl'den İfraîm ve Menşâ adında iki oğlu oldu.

Bu kadının Zeliha olduğunu söyleyenler de derler ki: Hayır, Hz. Yûsuf onunla evlenmedi. Zeliha onu kafilesi ile birlikte görünce ağladı, sonra da: Masiyet sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaat sebebiyle de köleleri hü­kümdar yapan Allah'a bamdolsun, dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf onu da evi­ne aldı ve onun yanında ölünceye kadar baktığı kimseler arasında bulundu. Yûsuf (a.s) onunla evlenmedi. Bu açıklamaları da el-Maverdî zikretmiştir. Bu açıklamalar daha önce Vehb'den nakledilen açıklamalardan farklıdır, es-Sa'lebî de bunu zikretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hükümdar Mısır yönetim işini Hz. Yûsuf a devredince, Hz. Yûsuf insan­lara güzel bir şekilde davrandı, onları İslâm'a davet etmeye koyuldu ve kendisine iman edinceye kadar onlara daveti sürdürdü. Aralarında adeleti uy­guladı, erkekler kadınlar ondan memnun kaldı, onu sevdi.

Vehb, es-Süddî, İbn Abbas ve başkaları derler ki: Bundan sonra bolluk ve verimli yıllar girdi. Hz. Yûsuf insanlara tarlaları düzeltmelerini, ıslah etme­lerini emretti, alabildiğine ekin ekmelerini söyledi. Mahsuller yetişince ver­diği emirle mahsuller toplandı, sonra da bu mahsuller için mahzenleri inşa etti. O sene toplanan.mahsuller o kadar çoktu ki, mahzenlere sığmadı. Ay­nı şekilde her yılın mahsullerini böylece topladı ve bu mahsulü bol yedi yıl bitene kadar böylece sürüp gitti. Daha sonra ise kıtlık ve kuraklık yıllan gel­di. Hz. Cebrail inerek şöyle dedi: Ey Mısır halkı aç kalınız. Allah onlara ye­di yıl süreyle açlığı musallat etti.

Bazı hikmet ehli kimseler şöyle demiştir; Açlığın ve kıtlığın iki alameti var­dır. Birincisi nefis yemeği adeten görülenden daha fazla sever ve önceki ha­linden farklı olarak daha çabuk acıkır, yeterinden fazla yiyecek ister ve alır İkincisi ise yiyecek bulunmaz ve rahatlıkla elde edilemez olur, son derece kıt olur. İşte bu iki alamet te Hz. Yûsuf döneminde bir araya gelmişti. Erkek­ler, kadınlar, çocuklar: "Açlık, açlık" diye bağrışarak uyandılar. Yiyiyor fakat doymuyorlardı. Hükümdarda uyandığında "açlık, açlık" diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Yûsuf ona dua etti. Allah da onun bu hastalığını İyileştirdi. Da­ha sonra Hz. Yûsuf bütün Mısır topraklarında: Ey insanlar diye seslendi. Siz­den hiç kimse hiçbir şey ekmesin. Çünkü tohum da zayi olacak ve hiçbir şey bitmeyecektir.

Bu kıttık seneleri' anlatılamayacak kadar büyük dehşetlerle geldi.

İbn Abbas der ki: Kıtlık başladığı sırada hükümdar gece yarısında acıkıverdi. Ey Yûsuf! Açlık, açlık diye seslendi. Hz. Yûsuf da: İşte kıtlık zaman­lan geldi, dedi. Kıthk yıllarının ilki başlayınca bolluk yıllarında hazırlamış ol­dukları herşey o ilk yılda tükenip bitti. Bu sefer Mısır halkı Hz. Yûsuf dan yi--yecek almaya başladılar. İlk yıl onlara nakit para karşılığında yiyecek sattı. Nihayet Mısır'da Hz. Yûsuf'un eline geçmedik tek bir dinar ve dirhem kal­madı.

İkinci yıl süs eşyaları ve mücevherat karşılığında onlara sattı. Kimsenin elin­de mücevherat ve süs eşyası namına bir şey kalmadı.

Üçüncü yıl davar ve binek karşılığında sattı. Nihayet bütün davar ve bi­neklerini kendisi eline geçirdi.

Dördüncü yıl köle ve cariyelere karşılık onlara satış yaptı ve onların hepsi nihayet eline geçti.

Beşinci yıl ev ve tarlaları karşılığında satış yaptı. Bunların hepsine sahip oldu.

Altıncı yıl ise çocuklarına ve kadınlarına karşılık yiyecek sattı. Hepsini kö­leleştirdi.

Yedinci yıl ise bizzat kendilerinin köleliği kabul etmeleri karşılığında sa­tış yaptı. Yedinci yılda İse Hz. Yûsuf un kölesi olmadık tek bir hür ve köle kalmadı.

Bunun üzerine insanlar şöyle dedi: Allah'a yemin ederiz. Biz bundan da­ha üstün ve daha büyük bir mülk görmedik.

Bunun üzerine Hz. Yûsuf Mısır hükümdarına şöyle dedi: Rabbimin bana ihsan ve bağışında yaptıklarını nasıl buluyorsun? İşte şimdi bütün bunlar se­nindir. Bu konuda görüşün nedir? Hükümdar ona şöyle dedi: İşi sana hava­le ediyorum, sen dilediğini yap, biz sana tabiyiz. Ben sana itaatten yüz çe­virecek bir kimse değilim ve ben de ancak senin kölelerinden birisiyim, se­nin hizmetkârlarından bir hizmetkârım.

Buna karşılık Yûsuf (a,s) şöyle dedi: Ben onları köleleştireyim diye, on-lan açlıktan kurtarmadım. Ben onların başına bela olayım diye, onları bela­dan korumadım. Allah'ı da şahit tutarak, seni de şahit tutarak söylüyorum ki, bütün Mısır halkını hiçbir fert hariç olmamak üzere hepsini azad ediyorum. Mallarını, mülklerini onlara geri veriyorum. Senin de mat mülkünü sana be­nim yolumdan gitmen şartıyla geri veriyorum.

Rivayet edildiğine göre Yûsuf (a.s) da o yıllar zarfında yediği yemekler­le karnını doyurmadı. Kendisine: Yeryüzü hazineleri elinde olduğu halde aç mı kalıyorsun? denilince, şu cevabı verdi: Karnımı doyurursam aç olanları unu­tacağımdan korkarım. Hz. Yûsuf hükümdarın alıcısına da yemeğini günün or­tasında vermesini emretti. Taki hükümdar da açlığın tadını görsün. İşte o za­mandan beri hükümdarlar yemeklerini günün ortasında yemeğe başladılar.

Yüce Allah'ın: "Rahmetimizi dilediğimize veririz” buyruğu ise ihsanımız­la dilediğimize veririz, demektir. Rahmet ise nimet ve ihsan demektir, "İyi ha­reket edenlerin de ecrini" yani mükâfatını "boşa çıkarmayız."

İbn Abbas ve Vehb iyi hareket edenlerle, sabredenleri kastetmektedir, de­mişlerdir. Çünkü Hz. Yûsuf kuyuda iken sabretti, köle iken, zindanda iken sabretti. Kadının kendisini davet ettiği, Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı sab­retti.

el-Maverdî der ki: Hz. Yûsufa bu "iyi hareket edenler" halinden neyin ve­rildiği konusunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu yüce Allah'ın onu sınamasına karşılık verdiği sevab ve mükâfattır. İkinci görüşe göre yüce Al­lah ona bunu ayrıca bir lütuf ve İhsan olmak üzere vermiştir. Bununla bera­ber sevab ve mükâfatı da âhirette olduğu gibi kalmıştır.

Yüce Allah'ın: "Âhiret mükâfatı ise... daha hayırlıdır" buyruğuna gelin­ce, yani bizim âhirette ona vereceklerimiz ona dünyada verdiklerimizden çok daha hayırlı ve daha fazladır. Çünkü âhiretin mükâfatı devamlıdır, dünya mü­kâfatı ise kesilir. Âyetin zahiri takva sahibi her mü'min hakkında umumi ol­duğu şeklindedir. Şu beyitler (bu konuda) nakledilmektedir:

"Allah'ın Rasûlü Yûsufda, senin gibi zulüm ve iftiraya uğrayarak Hapsedilmiş birisine örnek alınacak bir taraf yok mu? O bir süre hapiste güzel bir sabır ile kaldı; Bu güzel sabrı sonunda onu hükümdar yaptı."

Şairlerden birisi de bir arkadaşına şunları yazmıştır:

"Korku dar boğazının arkasında emniyetin geniş alanı vardır. Kendisinden dolayı sevinilen ilk şey hüznün aon demidir. O bakımdan asla ümidini kesme, çünkü yüce Allah Yûsuf a Zindandan kurtardıktan sonra hazinelerinin mülkünü verdi."

Yine bir şair şunu söylemiştir:

"Gelen musibetler son haddine ulaşıp da bunlardan dolayı kalpler Eriyecek noktaya vardı mı, Bela yerleşip teselli azaldı mı, İşte bu son noktada kurtuluş olur."

Bu kabilden şiirler pek çoktur.[206]

 

58. Yûsuf un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O kendileri­ni tanıdığı halde, onlar onu tanımadılar.

Yüce Allah'ın: "Yûsuf un kardeşleri gelip..." buyruğu, Yûsuf un kardeş­leri kıtlık musibetine duçar olduklarında azık almak kastıyla Mısır'a geldiler, demektir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in oldukça mucizevî özlü ifadelerindendir.

İbn Abbas ve başkaları derler ki: İnsanlar kıtlık ve darlık musibetine mübtelâ olup da Ken'ân diyarına da bu musibetler gelince Ya'kub (a.s) ço­cuklarını azık alıp getirmek üzere gönderdi.

Hz. Yûsuf’un yumuşaklığı, yakınlığı, şefkat ve merhameti, adaleti ve gü­zel uygulamaları dört bir yana yayıldı. Hz. Yûsuf kıtlık baş gösterince alış­veriş yapıldığında bizzat kendisi oturur ve sayılarına göre onlara yiyecek ve­rirdi. Herbir kişi başına bir vesk veriyordu.

"Yûsuf un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O" Yûsuf "kendile­rini tanıdığı hâlde onlar onu tanımadılar." Çünkü Yûsuf u küçük bir çocuk­ken terketmişlerdi. Onun köleliğinden sonra uzun bir süre geçmişken -ki bu kırk yıldı- böyle bir saltanata ulaşabileceğini hatırlarına getirmemişlerdi.

Bir diğer açıklamaya göre onu tammayışlan bu hükümdarın kâfir bir hü­kümdar olduğuna inanmaları idi. Bir diğer görüşe göre onun ipek elbise giy­diğini, boynunda altın bir gerdanlık olduğunu, başında bir taç bulunduğu­nu gördüler. Mısır Firavunu kıyafetini giymiş buldular. Hz. Yûsuf İse onları önceki elbise ve kılıklarında gördü.

Bununla birlikte onların Hz. Yûsuf'u bir perde arkasından gördüklerinden tanımamış olmaları ihtimali de vardır.

Bir diğer açıklamaya göre onu harikulade bir durum sebebiyle tanıyama­dılar. Bu da yüce Allah'ın Hz. Ya'kub'u imtihanlarından bir imtihanı idi.[207]

 

59. Yüklerini hazırlayınca dedi ki: "Bana baba bir kardeşinizi de ge­tirin. Görüyorsunuz kî ben ölçeği tam veriyorum ve ben misa­firperverlerin en iyîsryim.

60. "Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçe­ğiniz olmayacaktır. Bana da yaklaşmayın."

61. "Ne yapıp edip onu babasından almaya çalışacağız. Herhalde ya­parız8 dediler.

"Yüklerini hazırlayınca" buyruğunda geçen; "Hazırladı" fiili şeklinde kullanılır kî, ben onlar için yol hazırlıklarını elim­den geldiğince yaptım, demektir. "Gelin çeyizi" İse gelinin ko­casına götürüldüğü vakit gerek duyulan şeylere denilir. Bazı Kûfeliler ise bu kelimenin "cihaz" şeklinde "cim" harfi esreli olarak kullanılmasını da uygun karşılamışlardır. Bu âyet-i kerîmede cihaz (yol hazırlığı), Hz. Yûsuf un yanın­dan aldıkları azıktır.

es-Süddî der ki: Yûsuf'un kardeşleri ile birlikte -kendileri on kişi oldukları halde- onbir deve vardı. Hz. Yûsuf'a: Geride bıraktığımız bir kardeşimiz de var. Devesi de bizimle birliktedir, dediler. Hz. Yûsuf onlara niçin geride kaldığını sorunca, onlar: Babasının ona olan sevgisinden ötürü, diyerek bu kardeşlerinin kendisinden daha büyük bir başka kardeşinin olduğunu ve çö­le çıkıp öldüğünü söylediler. Hz. Yûsuf onlara: Sözünü ettiğiniz bu kardeşi­nizi görmek isterdim ki, böylece babanızın onu niçin sevdiğini ve sizin de doğru söyleyip söylemediğinizi anlamış olurdum.

Yine rivayet edildiğine göre onlar Hz. Yûsuf'un yanında öz kardeşi Bün-yamin'i getirinceye kadar Şemûn'u rehin bıraktılar.

İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf tercümana: Onlara de ki dedi: Sizin diliniz, bizim dilimizden farklıdır. Kıyafetiniz de, kıyafetimizden farklıdır. Siz casus olabilirsiniz. Onlar: Allah'a andolsun ki biz casus değiliz. Aksine biz aynı ba­banın oğullarıyız, o da yaştı, oldukça doğru sözlü bir zattır. Hz. Yûsuf onla­ra: Kaç kişisiniz deyince, onlar: Biz aslında aniki kardeş idik. Kardeşlerimiz­den birisi çöle gitti ve orada öldü. Diğeri nerede? diye sorunca, babamızın yanında, dediler. Bu sefer: Peki sizin doğru söylediğinizi bilen var mı? diye sordu. Onlar da: Burada kimse bizi tanımıyor ki, dediler. Biz sana nesebimi­zi söylemiş bulunuyoruz, artık senin kalbini bizden yana neyle rahatlatabi­liriz? Bunun üzerine Hz, Yûsuf: "Bana baba bir kardeşinizi d« getirin." Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz dedi, çünkü ben bu şekilde razı olabilirim. "Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam olarak veriyorum." Yani onu tam ve ek­siksiz olarak veriyorum, bir de kardeşiniz adına size bir deve yükü daha faz­ladan veriyorum. "Eğer onu bana getirmezseniz artık sizin yanımda hiç­bir ölçeğiniz olmayacaktır" sözleriyle, eğer kardeşlerini getirmeyecek olur­larsa onlara yiyecek satmayacağını söyleyerek tehdit etti.

"Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum" buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi, Hz. Yûsuf onlara daha ucuz fiyata yiyecek sat­tı, böylelikle tartı olarak daha fazla alabildiler. İkincisi ise onlara (herkese yap­tığı gibi) tam ölçekle ölçüp verdi.

"Ve ben misafirperverlerin en iyisiyim" buyruğu da iki anlama gelir. Bi­rincisine göre ben misafir ağırlayanların en iyisiyim, demektir. Çünkü Hz. Yû­suf gerçekten onlara iyi muamele etmiş, iyi ağırlamıştı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

İkincisi de ihtimal dahilinde olan bir açıklamadır. Yani güvenilir kimse­ler arasında misafir olduğunuz şahısların en lıayıdısıyım.

"Misafir ağırlayanlar" kelimesi, birinci açıklamaya göre "yemek" demek olan; dan alınmadır, İkinci açıklamaya göre ise ev anlamında­ki  kelimesinden alınmadır.

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz ol­mayacaktır." Bundan sonra size hiç yiyecek satmayacağım. Çünkü o bu du­rumda onların hakettikleri ölçüyü eksiksiz vermiş idi. "Bana da yaklaşma­yın" yani o takdirde ben sizleri yanımda yakın kimseler gibi ağırlamayaca­ğım. O bu sözleriyle kendisinden uzak kalmalarını ve bir daha yanına dön­memelerini kastetmemişti. Çünkü onları geri dönmeye teşvik etmişti.

es-Süddî der ki: Geri dönsünler diye onlardan rehin dahi istemişti. O ba­kımdan Şemûn onun yanında rehin kalmıştı.

el-Kelbî der ki: Aralarından Şemûn'u seçmesinin sebebi, kendisini kuyu­ya attıkları gün aralarında en güzel sözlü ve görüşü en iyi olanın o olmasın­dan dolayı idi.

"Bana yaklaş(may)ın" kelimesi nehy dolayısıyla cezm mahallin-dedir. Bundan dolayı onun sonundaki "nun" ve "ya" hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime âyet sonudur. Eğer bu fiil haber olmuş olsaydı, "nun'un hareke­sinin üstün olması gerekirdi.

"Ne yapıp edip, onu babasından almaya çalışacağız." Yani babasından onu bizimle beraber göndermesini isteyeceğiz. "Herhalde yaparız, dediler."

Yani onu beraberimizde getirmeyi taahhüd ediyoruz, bunun için gerekli yol­lara baş vuracağız. Şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Yûsuf kardeşinin getirilme­sini istemekle babasının yeni bir üzüntüye düşmesini nasıl kabul edebildi. Böyle bir soruya dört türlü cevap verilebilir:

1- Yüce Allah'ın Hz. Ya'kub'un sevap ve ecri daha da büyük olsun diye onu ibtila etmek üzere böyle bir şeyi emretmiş olması, Hz. Yûsuf un da bu hususu yüce Allah'ın emrine uymuş olması mümkündür.

2- Bununla Hz. Yûsuf, Hz. Ya'kub'un, kendisinin durumuna dikkatini çek­mek istemiş olması da mümkündür.

3- İki oğlunun da dönmesi ile Ya'kub'un sevincinin iki kat artması İçin bu­nu yapmış olabilir.

4- Diğer kardeşlerinden önce öbür kardeşiyle bir araya gelmek suretiyle onun daha erken sevinmesini istemişti. Çünkü ona karşı Özel bir eğilimi var­dı. Ancak birinci açıklama daha kuvvetli görülmektedir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.[208]

 

62. Memurlarına dedi ki: "Bedellerini yüklerinin İçine koyuverin. Belki ailelerine dönünce, bunun farkına varırlar da yine geri dö­nerler."

Yüce Allah'ın: "Memurlarına dedi ki" buyruğundakh; "memurlarına" laf­zını Medineliler, Ebu Amr ve Âsim: şeklinde okumuşlardır. Ebu Hatim, en-Nehhâs ve diğerlerinin tercih ettiği kıraat şekli de budur. Ancak diğer Kû-feliler ise bunu; şeklinde okumuşlardır ki Ebu Ubeyd'in tercih etti­ği kıraat budur. Ebu Ubeyd der ki: Bu kelime Abdullah (b. Mes'ud)un Mus­haf'ında da böyledir.

es-Sa'lebî der ki: Bunların İkisi de güzel iki ayrı söyleyiştir, tıpkı (çocuk anlamındaki) sabi kelimesinin çoğulunun; şekillerinde gelme­si gibi.

en-Nehhâs der ki: kıraati büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir. Çünkü büyük çoğunluğun kıraatinde elif de yoktur, "nûn" da yoktur. Üze­rinde büyük bir ittifakın hasıl olduğu böyle bir kıraat, bu munkatı' senede dayanarak bırakılamaz. Aynı şekilde bu kelimenin; şeklinde çoğulunun yapılması, şeklindeki çoğuldan daha uygun görünmektedir. Çünkü Araplara göre; asgari sayı için kullanılır. Paraların tekrar yüklerin ara­sına az kimseler tarafından konulabilmesi de daha uygun görünmektedir. Za­ten bu memurlar da onların yüklerini düzelten kimselerdi. İşte bundan do­layı onların paralarını yükleri arasına koyma imkânını bulabildiler.

Bu memurların hür kimseler olup ona yardımcılar olmaları da mümkün­dür. ise, onların (mealde olduğu gibi) aldıkları yiyeceklerin bedel­leri de olabilir.

Bu bedellerin dirhem ve dinar türünden olduğu söylenmiştir.

İbn Abbas der ki: Onların eşyalarından kasıt ayakkabılar, deriler ve yol­cunun eşyaları idi ki bunlara "ralıl: yük" denilir. İbnu'l-Enbarî der ki: Kaba "rahP denildiği gibi, içinde kalman çadır ve benzerlerine de "ralıl" denile­bilir.

"Belki bunun farkına varırlar." Çünkü eşyaları yolda esenlikle yerle­rine ulaşmayabilir. Şöyle de denilmiştir; Hz. Yûsuf'un böyle bir yola başvur­ması, bedellerini bulmaları halinde geri döneceklerini bilmesidir. Çünkü onlar bedelsiz yiyecek kabul etmezlerdi.

Yine şöyle denilmiştir: Bu bedeller ile tekrar yiyecek satın almak için ge­ri dönsünler diye böyle yaptı.

Bir diğer açıklamaya göre Yûsuf (a.s) babasından ve kardeşlerinden yiyeceklerin bedellerini almayı kendisi için çirkin görmüştü. Yine denildiğine göre; bu yolla onun faziletini görsünler ve tekrar ona dönmeyi arzulasınlar diye böyle yaptı.[209]

 

63. Babalarına döndüklerinde dediler ki; "Ey babamız! Artık bize öl­çek ile azık verilmeyecek. Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım. Biz herhalde onu koruyacağız."

64. Dedi ki: "Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güven­di isem, bunun hakkında da ancak o kadar size güvenebilirim değil mi? Allah en hayırlı koruyucudur, O merhametlilerin en nıerhajnetlisidir."

65. Zahire yüklerini açtıkları zaman bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. "Ey Babamız! dediler. Daha ne istiyoruz? İş­te bu götürdüğümüz bedellerimiz de bize iade edilmiş. Ailemi­ze erzak getiririz, kardeşimizi koruruz. Bir deve yükü daha za­hire de alırız. Bu az bir ölçektir."

"Babalarına döndüklerinde dediler ki: Ey Babamız! Artık bize ölçek İle azık verilmeyecek," Çünkü Hz.Yûsuf kendilerine: "Eğer onu bana getirmez­seniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60) de­mişti. Babalarına başlarından geçen olayları, Hz. Yûsuf un kendilerine ikram­larını, Şemûn'un da söyledikleri sözlerin doğruluğunu biiinceye kadar onun yanında rehine kaldığını bildirdiler.

"Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım." Yani bu sırada; "Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım" de­diler.

"Ölçek alalım" kelimesi aslında; şeklinde olup cezm dola-yısı ile "lam" harfinin ötresi hazfedildi, "elif" de iki sakin arka arkaya geldi­ğinden dolayı hazfedildi.

Haremeyn halkı ile Ebu Amr ve Âsım'ın kıraati; Ölçek alalım" şek­linde "nun" iledir. Diğer Kûfeliler ise; " Ölçek alsın" diye okumuşlar­dır.

Birinci okuyuş Ebu Ubeyd'in tercihidir. Çünkü bu okuyuşa göre onların hepsi ölçek ile alanlar asasına girerler. Ayrıca Ebu Ubeyd, eğer "ya" ile olursa yalnız kardeş için olduğunu iddia etmiştir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü bu ifade iki cihetten birisiyle İlgilidir. Ya mana: Kardeşimizi de gönder, o da bizimle birlikte Ölçek alsın, şeklindedir ve bu takdirde hepsi için ölçekle al­ma söz konusu olur. Yahut da ifadede takdim ve te'hir söz konusu olmak­sızın, hepsine delil bulunur. Çünkü Hz. Yûsuf onlara: "Eğer onu bana getir­mezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60.) de­mişti.

"Biz herhalde onu" ona bir kötülük gelmesine karşı "koruyacağız."

"Dedi ki: Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem, bunun hakkında da ancak o kadar size güvenebilirim değil mi?" Yani siz Yûsuf u korumak hususunda gevşek ve kusurlu davrandınız. Nasıl olur da bu kardeşini size güvenerek teslim edebilirim.

"Allah koruması en hayırlı olandır" şeklinde "koruma" an­lamındaki kelime temyiz olarak nasbedilmiştir ve bu şekildeki kıraat Medinelilerin, Ebû Amr ve Âsım'ın kıraatidir. Diğer Kûfeliler ise; " Koruyucu" kelimesini hal olarak okumuşlardır. ez-Zeccâc der ki: Bu da temyizdir.

Bu buyrukta Hz. Ya'kub'un diğer oğlunu onlarla beraber göndermesi is­teklerini olumlu karşıladığına delil vardır. Âyetin anlamı da şöyle olur: Allah'ın onu koruması, sizin onu korumanızdan daha hayırlıdır.

Ka'b el-Ahbâr der ki: Hz. Ya'kub: "Allah en hayırlı koruyucudur" deyin­ce, Yüce Allah da şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı İçin, Bana tevek­kül ettiğine göre, Ben senin iki oğlunu da sana geri göndereceğim.

"Zahire yüklerini açtıkları zaman" diye başlayan buyrukta içinden çıkı­lamayacak, anlamı müşkil bir ifade bulunmamaktadır. " Daha ne is­tiyoruz?" ifadesindeki" Ne" edatı nasb mahallinde soru edatıdır. Yani ar­tık bunun ötesinde neyi istiyoruz? demektir. O bize tam Ölçekle verdi, bir de bedellerimizi geri çevirdi. Bu sözleriyle babalarının gönlünü hoş etmek is­temişlerdi. Bu edatın nâfiye olduğu da söylenmiştir. Yani biz senden ne pa­ra istiyoruz, ne de eşya. Bunun yerine bize geri çevirilen bedellerimiz bize yeterlidir.

Alkame'den; "Bize iade edilmiş" anlamındaki buyruğunda "ra" harfini (ötreli değil de.) esreli okuduğu rivayet edilmiştir. Çünkü bu kelime­nin asli; şeklindedir. "Dal" harfleri birbirine idgam edilince, "dal"ın harekesi "ra" harfine nakledildi.

Yüce Allah'ın:" Ailemize erzak getiririz" yani onlara yiyecek getiririz, demektir. Şair der ki:

"Ben seni erzat getirmek üzere gönderdim, bir yıl orada kaldın

Senin imdadına koşacağın kimselere getireceğin imdat ne zaman gelecek?"

es-Sülemî ise "nun" harfini ötreli okumuştur. Yani erzak konusunda biz onlara yardımcı oluruz, demek olur.

"Bir deve yükü daha zahire de alırız." Yanı Bünyamin adına da bir de­ve yükü daha alırız, "bu az bir Ölçektir."[210]

 

66. Dedi ki: "Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getire­ceğinize dair Allah'tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece, onu sizinle beraber asla göndermem." Artık ona kesin teminat­larını verince, o da: "Allah söylediklerimize vekildir” dedi.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[211]

 

1- Taahhüdde Bulunmak Ve Söz Vermek:

 

Yüce Allah'ın:"Onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan sağlam bir taahhüd" yani kendisine güvenilecek bir söz "vermediğiniz sü­rece onu sizinle beraber asla göndermem" buyruğu hakkında es-Süddî der ki: Mutlaka kardeşlerini kendisine geri getireceklerine ve onu hiçbir şekil­de teslim etmeyeceklerine dair Allah adına yemin ettiler. "Onu ba­na kesin olarak getireceğinize..." buyruğundaki "lam" yemin lamıdır.

"Etrafinız kuşatılmadıkça" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid şöyle demek­tedir: Helak olmadığınız yahut ölmediğiniz sürece... demektir. Katâde ise der ki: Bu hususta yapabilecek bir şeyiniz kalmadıkça... demektir. ez-Zeccâc da der ki: Bu ibare (müstesna olarak) nasb mahallindedir. "Artık ona kesin te­minatlarını verince, o da: Allah söylediklerimize vekildir, dedi." Yani bu yeminimizi gözetleyici ve koruyucudur. Bir diğer açıklamaya göre ahdi ko­ruyandır, tedbir ve adalet ile” işleri çekip çevirendir, demektir.[212]

 

2- Kefalet:

 

Bu âyet-i kerîme aynî olarak kefil olmanın ve, kişinin bizzat kendisini te­minat olarak vermek suretiyle kefaletin caiz olduğu hususunda aslî bir da-yanakttr. Ancak bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik bü­tün arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu der ki; Böyle bir kefalet eğer kefil olunan miktar bir mal İse caizdir, Şafiî ise malî konularda kişinin şeref ve haysiyeti dolayısıyla kefil olduğunu ileri sürmesini, zayıf bir şekil olarak kabul etmiştir. Onun Malik'in görüşü gibi bir başka görüşü daha vardır.

Osman el-Bettî ise der ki: Kısas ya da yaralama halinde bir kimseyi geti­receğine dair kefil olmakla birlikte, o kişiyi getiremez ise diyeti ve yaralama­nın diyetini kendisi ödemekle yükümlü olur. O da bu ödediği diyeti cinaye­ti işleyen suçlunun malından almak hakkını elde eder. Zira kefile kısas uygulanması söz konusu değildir. İşte böylelikle kişinin kendi şeref ve haysi­yetini ortaya koyarak, kefil olmasıyla ilgi üç ayrı görüş ortaya çıkmaktadır. Doğru olan ise Malik'in bu konudaki ayrım gözeten mütalaasıdır. Bu ve ke­faletin malî konularda olmakla birlikte, had veya tazir hususlarında söz ko­nusu olamayacağı şeklindedir. -Nitekim ileride açıklaması gelecektir.[213]

 

67. Dedi ki "Ey oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ay­rı kapılardan girin. Bununla beraber Allah'tan size gelecek hiç­bir şeyi sizden geri çeviremem. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[214]

 

1- Hz. Ya'kub Oğullarının Ayrı Kapılardan Mısır'a Girmeleri:

 

Hz. Ya'kub'un oğullan, Mısır'a gitmeyi kararlaştırıp o da nazar değeceğin­den korktuğundan, onlara Mısır'a tek bir kapıdan girmemelerini emretti. Mı­sır'ın o sırada dört kapısı vardı. Onbir kişinin tek bir adamın çocukları olduk­larından dolayı onlara nazar değeceğinden korktu. Oğullan İse yakışıklı, mü­kemmel ve güçlü, kuvvetli kişilerdi. Bu açıklamaları İbn Abbas, ed-Dahhâk, Katâde ve başkaları yapmıştır.[215]

 

2- Nazar Değmeye Karşı Korunma:

 

Âyetin anlamı bu ise; o takdirde âyet-i kerîmede nazara karşı korunma­ya delil var demektir. Nazar ise haktır. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuş­tur: "Şüphesiz göz kişiyi kabre, deveyi de tencereye sokar."[216]

Hz. Peygamber de Allah'a sığınmaya dair dualarından birisinde şöyle bu­yurmaktadır: "Herbir şeytandan, öldürücü, zehirli herbir haşereden ve insa­nı çıldırtan herbir gözden Allah'ın tam kelimeleriyle (Allah'a) sığınırım."[217] Bu hadiste de buna delil olacak bir taraf vardır.

Malik, Muhammed b. Ebi Umame b, Sehl b. Huneyf'den naklettiğine gö­re Muhammed babasını şöyle derken dinlemiştir: Babam Sehl b. Huneyf (Me­dine'deki) el-Harrâr suyu ile yıkandı. Üzerindeki bir cübbeyi çıkartmıştı. Âmir b. Rabta da ona bakıyordu. Sehl beyaz tenli ve teni güzel birisi idi. Âmir b. Rabia ona dedi ki: Ben bugün gibisini görmedim, bakire bir kızın teni da­hi böyle değil. Selıl'i olduğu yerde şiddetli bir karın ağrısı tuttu. Rasûlullah (sav)a gidilerek Sehl'in karnının ağrıdığı ve kıvrandığı haber verildi. O seninle beraber gelemeyecek ey Allah'ın Rasûlü; denildi. Rasûlullah (sav) onun yanına vardı. Selıl, Âmir'in söylediklerini ona haber verince, Rasûlullah (sav.) şöyle buyurdu: "Sizden bir kimse ne diye kardeşini öldürmeye kalkı­şıyor? Niçin bârekallah demedin? Şüphesiz nazar haktır. Haydi bunun için kalk abdest al." Âmir kalktı, abdest aldı. Sehl de Rasûlullah (sav) ile birlik­te hiçbir rahatsızlığı olmadan yola koyuldu. Bir diğer rivayette ise Hz. Pey­gamberin ona: "yıkan" buyurduğu kaydedilmektedir. Bunun üzerine Âmir onun İçin yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini, ayaklarının etrafını ve peşte-malının altını büyükçe bir leğene yıkadı, sonra da bu su Sehl'in üzerine dö­küldü. Sonra Sehl, Rasûlullah (sav) ile birlikte hiçbir rahatsızlığı olmaksızın yola koyuldu.[218]

Günün birinde Sa'd b. Ebi Vakkas bineğine bindi. Bir kadın ona bakarak şöyle dedi: Sizin bu emiriniz, kendisi de biliyor ki, böğürleri birbirine yakın­dır. Evine dönmekle birlikte yere düştü. Kadının söyledikleri kendisine ula­şınca ona haber gönderdi ve kadın onun için bir kabta yıkandı.[219]

İşte bu iki hadiste de nazar değmenin hak olduğu ve Peygamber (sav)in dediği gibi kişiyi öldürebileceği de ifade edilmektedir. Ümmetin ilim adam­larının kabul ettiği görüş de budur, ehl-i sünnet'in mezhebi de budur. Bazı bid'at ehli kesimler nazar değmeyi kabul etmemekle birlikte, sünnet ve bu ümmetin ilim adamlarının icmaı onlara karşı bir delildir. Ayrıca vakıada gö­rülenler de onlara karşı bir delil teşkil etmektedir. Nazar değmesi ile kabre giden pek çok kimse vardır ve yine oldukça güçlü pek çok deve de nazar sonucunda tencereye girmiştir. Ancak bu, yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Al­lah'ın meşîeti ile olur. "Allah'ın izni olmadıkça, onunla hiçbir kimseye za­rar verebilecek değillerdi." (el-Bakara, 2/102)

el-Esmaî der ki: Nazarı değen bir adam gördüm. Süt veren bir inekten ken­disine söz edildi. Bir defada verdiği süt miktan onu hayrete düşürünce: Bu dediğiniz inek hangisidir-diye sordu. Başka bir ineği göstererek, filan inek­tir dediler. Hem gösterdikleri inek, hem de gözünden saklamak istedikleri in­ek birlikte ölüverdiler. el-Esmaî der ki: Yine ben bu adamı şöyle derken din­ledim: Ben hoşuma giden bir şey gördüm mü, gözümden bir hararetin çık­tığını da hissederim.[220]

 

3- Müslüman Beğendiği Bir Şey Görürse:

 

Herbir müslümanın beğendiği bir şey gördü mü "bârekallah" diye tebrik­te bulunması vacibtir. Çünkü bu şekilde bereketlenmesi için dua edecek olur­sa, mutlaka o sakınılan husus da bertaraf edilmiş olur. Nitekim Hz. Peygam­ber de Âmir'e: "Ne diye bârekallah demedin?" diye buyurmuştur. İşte bu da nazarı değen kişi, bârekallah dediği takdirde, nazarının zarar vermeyeceği ve o şeyi etkilemeyeceğinin delilidir. Ancak bârekallalı denilmeyecek olur­sa, işte o vakit nazar zarar verebilir. Tebrik ise kişinin; "Tebarakallahu ahsenu'1-halikîn Allahumme bârik fîhi: Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne mübarektir, Allah'ım sen bunu bereketli kıl!" demesiyle olur.[221]

 

4- Nazarı Değen Kişiden Ne Yapması İstenir?

 

Bir kimsenin nazarı başkasına değecek olur, o da: Bârekallah demeyecek olursa, bu kimseye yıkanması emredilir. Kabul etmezse, bu işi yapmaya mec­bur tutulur. Çünkü özellikle bu konudaki emir vücub içindir. Zira nazar de­ğen kimsenin ölümünden korkulur. Hiçbir kimsenin ise kardeşine faydalı olan şeyi yapmaktan uzak durmak hakkı olmadığı gibi, kendisinin de ona zarar verme hakkı yoktur. Bilhassa eğer, o kimse sebebiyle söz konusu olmuşsa ve bu cinayeti ona karşı işleyen kendisi ise bu böyledir.[222]

 

5- Nazarı Değmekle Meşhur Olan Kimselere Karşı Alınacak Tedbirler:

 

Nazar değmesiyle tanınan kimselerin, zararlarının önlenmesi için diğer in­sanların yanına girmelerine engel olunur. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: İmam (İslâm devletinin halifesi) ona evinde kalma emrini verir. Eğer bu ki­şi fakir bir kimse ise hayatim sürdürecek kadar ona bir şeyler verir ve böy­lelikle insanlara verebileceği zararın önü alınır.

Böyle bir kimsenin sürgüne gönderileceği de söylenmiştir. Ancak sözü­nü ettiğimiz İmam Malik'in rivayet ettiği hadis bu görüşleri reddetmektedir. Çünkü Hz. Peygamber Âmir'in ne hapsedilmesini emretti, ne de sürgüne gön­derilmesini. Hatta bazen salüı bir insanın bile nazarı değebiltr ve böyle olması, onun tenkid edilmesine ve bundan dolayı fâsıklıkla nitelendirilmesi­ne sebeb teşkil edemez. Böyle bir kimse hakkında; o hapsedilir ve evinde kalması emrolunur, diyen kimselerin görüşü ihtiyat içindir ve bir zararın ön­lenmesi kastına bağlıdır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[223]

 

6- Kader Ve Nazar:

 

Malik, Humeyd b. Kays el-Mekkî'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)ın huzuruna Cafer b. Ebi Talib'in iki çocuğu getirildi. Onları büyü­ten dadılarına: "Ne diye ben bunların zayıf olduklarını görüyorum?" diye sor­du. Dadıları: Ey Allah'ın Rasûlü! Nazardan çok çabuk etkileniyorlar. Bizim bunlara nazara karşı okumamızı engelleyen tek husus, bu konuda senin ne­yi uygun göreceğini bilemeyişimizdir, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Bunlar için okuyunuz. Çünkü herhangi bir şey eğer kaderi geride bırakacak olsaydı, nazar onu geri bırakır, geçerdi."[224]

Bu hadis munkatı' bir hadis olmakla birlikte Has'amlı Esma bint Umeys'in bunu Peygamber (say)dendeğişik rivayet yollarından sabit, muttasıl ve sa­hih rivayetlerle naklettiği bilinmektedir. Yine bu hadisten anlaşıldığına gö­re kimi rukyelerle (okumalarla) belâ bertaraf edilebilir ve göz aynı şekilde insanı etkileyebilir, onu zayıf ve nahif düşürebilir. Ancak bu da yüce Allah'ın kaza ve kaderi ile olur.

Denildiğine göre nazar küçük çocukları, büyüklere göre daha çabuk et­kiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[225]

 

7- Nazara Karşı Tedbirler:

 

Rasûlullah (sav), Ebu Umâme yoluyla rivayet edilen hadise göre nazarı de­ğen kimseye, nazar ettiği kimse için yıkanmasını emretmişti. Burada ise na­zara karşı okumayı emretmektedir. İlim adamlarımız der ki: Eğer kimin na­zarının değdiği bilinmiyor ise nazara karşı rukye yapılır. (Şer'an meşru gö­rülen dualar okunur.) Şayet kimin nazarının değdiği biliniyor ise, nazan de­ğen kimseye Ebu Umame hadisine uyularak abdest alması emrolunur. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Bununla beraber” sizin için korkup, çekindiğim şeylerden "Allah'tan si­ze gelecek hiçbir şeyi geri çeviremem.” Yani kadere karşı tedbirin bir fay­dası olmaz.

"Hüküm" yani emir ve hüküm verme yetkisi, kaza "ancak Allah'ındır. Ben yalnız O'na güvenip dayandım." O'na tevekkül ettim, O'na bağlandım. "Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır."[226]

 

68. Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler. Fakat bu Al-lahtan onlara gelecek hiçbir şeyi önleyemezdi. Sadece Ya'kub'un İçindeki bir dileği olup o da bunu açığa çıkardı. Şüphesiz ki o, kendisine öğrettiğimiz için bir İlim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler.

69. Yûsuf un huzuruna girdiklerinde o kardeşini yanına aldı: "Ben senin kardeşinim, onların yapmış olduklarına artık üzülme" de­di.

70. Onların yüklerini hazırlatıldığında su kabını kardeşinin yükü araşma koy(dur)du. Sonra bir münadi: "Ey kafile! Siz gerçekten hırsızlık yaptınız!" diye bağırdı.

"Babalarının kendilerine emrettiği şekilde" değişik kapılardan "girdi­ler. Fakat bu Allah'tan" eğer başlarına hoşlanılmayacak bir şeyi getirmeyi rau-rad edecek olsaydı "onlara gelecek hiçbir şeyi Önleyemezdi."

"Sadece ... bir dileği" bu birincisinden yapılmayan (müstesna minh'i farklı, munkatı') bir istisnadır.

"Ya'kub'un İçindeki bir dileği" yani kalbinden geçen bir düşüncesi "olup" bu da, onların dağılarak girmelerini vasiyet etmesinden ibaretti, "o da bunu açığa çıkardı." Mücahid der ki: "Ya'kub'un içindeki dilek" nazar de­ğer korkusu idi. Buna dair açıklamalar da az önce geçmiş bulunmaktadır. Bir diğer açıklamaya göre; hükümdar onların sayılarını ve güçlerini görmesin di­ye bu tavsiyeyi yaptı. Çünkü kıskanarak veya onlardan çekinerek onları alıp yakalayabilirdi. Bu açıklamayı müteahlıir âlimlerden birisi yapmış, en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Burada nazarın zaten herhan­gi bir manası yoktur.

Bu âyet-i kerîme şuna delildir: Müslüman bir kimsenin kardeşini hakkın­da korktuğu şeylerden sakındırması ve ona kurtuluş ve esenlik yolunu gös­termesi gerekir. Çünkü din demek, nasihat demektir, müslüman da müslü-manın kardeşidir.

"Şüphesiz o" yani Ya'kub "kendisine öğrettiğimiz İçin" dini ile ilgili hu­suslarda "bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani Ya'kub'un dini ile ilgili bildiği hususları bilmezler.

Buradaki "bir İlim sahibi idi" amel sahibi idi, diye de açıklanmıştır. Çünkü ilim amele götüren sebeplerin ilkidir. İşte amel kendisine sebep olan şey ile adlandırılmış olmaktadır.

"Yûsuf un huzuruna girdiklerinde o kardeşini yanına aldı." Katâde der ki: Onu kendisine yakınlaştirdı ve kendisiyle beraber kaldı. Bîr diğer açık­lamaya göre; her iki kişinin bir evde konaklamalarını emretti. Geriye öz kar­deşi yalnız kalınca yanına aldı ve yalnız kalmasından korktum, istemedim, dedi. Kardeşlerinden gizlicede ona: "Ren senin kardeşinim. Onların yap­mış olduklarına artık üzülme" kederlenme "dedi."

"Onların yüklerini hazırlandığında su kabını kardeşinin yükü arası­na koy(dur)du." Bünyamin Hz. Yûsuf'u tanıyıp: Beni onlara geri teslim et­me deyince, o da şöyle dedi: Ya'kub (a.s)ın benden dolayı ne kadar keder­lendiğini biliyorsun. Bu sefer onun gamı, kederi daha da artar. Ancak Bün­yamin onlarla birlikte çıkıp gitmek istemeyince, Hz. Yûsuf şöyle dedi: Seni yanımda alıkoymam, senin İçin hoş olmayacak bir şeyi sana nisbet etmedik­çe mümkün olmayacaktır. Bünyamin: Aldırmam deyince, su kabını gizlice Bünyamin'in yükünün arasına yerleştirdi.

Hz. Yûsuf bunu ya hiçbir kimsenin kendisine muttali olmayacağı bir şe­kilde bizzat koydu, yahut da çok yakınlarından birisine böyle bir işi yapma­sını emretti.

Tecbjfe; bîr işin serbest bırakılması ve bitirilmesi demektir. ise yaralının işini bitirdi, yani öldürdü tabiri de buradan gelmektedir.

Bu âyet-i kerîmede geçen "sikâye; su kabı" ile (72. âyet-i kerîmede gele­cek olan) aynı şeylerdir. Bu, orta tarafında kulpu bulunan ve iki yön­lü bir kaptır. Hükümdar bunun bir tarafından içerdi. Yiyecekler (buğday) ise öbür tarafı ile ölçülürdü. Bu açıklamayı en-Nekkaş, İbn Abbas'tan nakletmek­tedir. Esasen kendisi ile içilen herbir kaba; denilir. en-Nekkaş şu mıs­raı nakleder:

"Biz açıktan açığa büyük kaplarla şar ab içeriz."

Bu su kabının neden yapıldığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şu'be, Ebu Bişr'den, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Hükümdarın su kabı gümüşten olup mekkûk (denilen büyükçe su kabın)a benzer idi. Gümüşten olan bu kap, mücevherat kakmalı idi. Bu, başın üze­rinde konurdu. Hz. Abbas'ın da cahiliye döneminde böyle bir kabı vardı. Narî b. el-Ezrak da ona Suvâ'ın ne olduğunu sorunca, o suvâ', kap demektir de­di. el-A'şâ'da bu hususta şöyle demektedir:

"Onun başında beyaz unu var ve içilecek kaplan

Ve tencereleri, bir de aşçısı var ve büyükçe kaplar ile gümüşten masaları."

İkrime der ki: YûsuPun bu su kabı gümüşten idi. Ancak Abdurrahman b. Zeyd, altındı der. Onlara verdiği yiyeceklerini de onlara gösterdiği aşın ilti­fatı açığa vurmak kastıyla o kapla ölçmüştü. Yine denildiğine göre su kabıy­la ölçülmesinin sebebi, yiyeceğin (buğday'ın) az bulunması idi.

"Sâ'B kelimesi hem müzekker, hem müennes gelir. Onu müennes olarak kabul eden kimse, çoğul olarak; yapar. "Evler" kelimesi gibi.

Onu müzekker kabul edenler ise; şeklinde çoğul yapar. "Elbiseler" kelimesi gibi.

Mücahid ve Ebu Salih derler ki: Sâ' denilen şey Himyerlilerin şivesinde "tır-cihâle (fincan, bardak)" denilen şeydir.

Bu kelime değişik şekillerde okunmaktadır. Genel olarak kıraat; seklindedir. Gayn ile ise, Yahya b. Ya'mer'in kıraatidir. (Yahya bu kı­raatini açıklayarak) der ki: Bu kap gümüşten işlenmiş bir kap idi. (Ondan do­layı kUyumcu işlemeciliği kökünden gelen kelimeyi kullanmıştır).

Ebu Recâ'; diye okumuştur. Ötreli bir "sad" sakin "vav" ve "ayn" ile; şeklindeki okuyuş ise Ubeyy'in kıraatidir. Said b. Cubeyr de şeklinde "sâd" ile "elir arasında "ya" harfi ile okumuştur. "Sad" ile "ayn" arasında "elif ile; şeklindeki kıraat ise Ebu Hureyre'nin kıraatidir.

"Sonra bir münadî: Ey kafile! Siz gerçekten hırsızlık yaptınız diye bağırdı." Yani bir münadi bu şekilde seslendi ve durumu bildirdi.

"Bağırdı" vezni çokluk içindir. Münâdî adeta "ey kafile" ifadesini bir kaç defa yüksek sesle tekrarlamış gibidir.

"Kafile" ise üzerinde yiyecek yükletilmiş bulunan deve, eşek ve katır kafilesine denilir.

Mücahid der ki: Onların kafilelerinde eşekten başka hayvan yoktu. Ebu Ubeyde der ki: Bu kelime üzerlerinde yük de konulan ve binilen develere denilir.

Buyruk; ey bu kafile sahipleri! anlamındadır. Yüce Allah'ın: "O şehre sor" (Yûsuf, 12/82) buyruğuna ve "ey Allah'ın at(lı)ları bininiz" yani ey Al­lah'ın atlarının süvarileri bininiz demeye benzer ki, buna dair açıklamalar ile­ride gelecektir.

Burada iki itiraz söz konusudur:

1- Denilse ki: Bünyamin isteyerek nasıl Hz, Yûsuf un yanında kalmaya ra­zı oldu? Halbuki bu babasına bir itaatsizlikti. Çünkü babasının kederinin ar­tacağını biliyordu ve Yûsuf bu konuda nasıl Bünyamin'e muvafakat etti? Di­ğer taraftan:

2- Suçsuz oldukları halde Hz. Yûsuf kardeşlerinin hırsız olduğunu nasıl söyledi. İkinci itiraz da budur.

Birinci itirazın cevabı: Keder zaten Hz. Ya'kub'u dört bir yandan kuşatmış bulunuyordu. Öyle ki Bünyamin'i yitirmesi bile artık büsbütün ona etki et­mezdi. Nitekim o Bünyamin'i de yitirdiğini gördüğünde bile: "Vah Yûsuf a keder ve üzüntüm!" (Yûsuf, 12/84) demiş, Bünyamin'i ağzına almamıştı. Diğer taraftan Hz. Yûsuf un, Bünyamin'in yanında kalmasına vahye bağlı ola­rak muvafakat göstermiş de olabilir. O takdirde hiçbir itiraz söz konusu ol­maz.

Hz. YûsuPun kardeşlerinin hırsızlık ettiğini söylemesine gelince, buna ve­rilecek cevap da şudur: O kardeşleri zaten Hz. Yûsuf u babalarından çalıp ku­yuya atmışlar, sonra da satmışlardı. İşte bu davranıştan dolayısıyla bu ismi almaya layıktılar. O bakımdan onlara hırsız demek doğru bir niteleme îdi. Bir diğer cevab: O bu ifadeleriyle: Ey kafile sahipleri, sizin haliniz hırsızlann ha­line benzedi, yani başkasına ait bir şey, hükümdarın rızası ve bilgisi olmak­sızın sizin yanınızda bulunuyor demektir.

Bir diğer cevab da şöyledir: Bu kardeşiyle birlikte bir arada olmak için ve kardeşini onlardan ayırıp yanında bırakabilmek için başvurduğu bir çare idi. Bu da, Bünyamin'in hükümdarın su kabının kendi eşyaları arasına konuldu­ğunu bilmemesi ve Hz. Yûsuf un da bunu bizzat ona haber vermemesi esa­sına binaen böyle kabul edilebilir.

Şöyle de açıklanmıştır: İfade soru sormak anlamındadır. Yani siz hırsızlık mı yaptınız? Nitekim yüce Allah'ın: "Ve bu... bir nimettir." (eş-Şuarâ, 26/23) buyruğu da böyledir. Yani senin, benim başıma nimet diye kaktığın şey bu mudur? demektir.

Bu açıklamalardan maksat, Yûsuf (a.s)a herhangi bir şekilde yalan nisbet etmemektir.[227]

 

71. Onlara dönerek: "Ne kaybettiniz (ne arıyorsunuz?)” dediler.

72. Dediler ki: "Hükümdarın su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yükü var. Ben buna kefilim."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[228]

 

1- "Kefil (Zaîm)" Kelimesinin Anlamı:

 

"Onu getirene bir deve yükü var. Ben de buna kefilim" anlamındaki buy­rukta geçen; lafzı, burada müfessirlerin çoğunun görüşüne göre de­ve demektir. Eşek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bazı Arapların şivesi de böyledir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış ve tercih etmiştir.

Mücahid der ki: Zaîm (kefil) "ey kafile" diye seslenen münadinin kendi­sidir. Zaîm kelimesi kefil demektir. Hamîl, damîn ve kabîl aynı şeylerdir. Za­îm, aynı zamanda reis, başkan anlamına da gelir. Şair (İmruu'1-Kays) der ki:

"Ben öyle bir başkanım ki eğer (Bizans Kayseri tarafından) hükümdarlığa getirilmiş olarak şiddetli ve hızlıca dönecek olursam, Bu dönüşümden dolayı bir tarafta uluyarak aralanın gelişini haber

veren bir uyarıcı gibiyim."

Leylâ el-Ahyeliyye de kardeşi için söylediği mersiyesinde şöyle demek­tedir:

"Üzerindeki gömleği yırtılmış görürsün,

Düşmanla karşılaşma gününde ve utancından onu hasta sanırsın.

Nihayet sancağı kaldırdığında onu

Sancak altında, ordu başında kumandan görürsün."[229]

 

2- Meçhul Şeye Kefalet:

 

Eğer: De,ve yükünün ne olduğu bilinmediği (meçhul olduğu) ve meçhu­lün kefaleti sahih olmadığı halde, bir deve yükü vermeye nasıl kefil olmuş­tur? denilecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Onlar tarafından deve yükü mu­ayyendi ve belirli idi, vesk gibi. O bakımdan böyle bir şeye kefil olmak, sa­hih olmuştur. Şu kadar var ki, su kabını çalan kimseye verilecek bir mal be­deli idi. Ancak hırsıza böyle bir şeyin verilmesi helal olmazdı. Onların şeri-atlerinde böyle bir şeyin sahih olma ihtimali de vardır. Yahut da bu yükleri araştıran ve su kabını ariyan kimseye karşılıksız verilen bir mal ve ci'âle (ar­mağan) da olabilir.[230]

 

3- Ödül Vaadi (Ci'âle):

 

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede iki hususa delil var­dır: Birincisi ci'âle'nin caiz oluşudur. Ci'âle zaruret dolayısıyla caiz görülmüş­tür. Ci'âle'de başka hususlarda caiz olmayacak şekilde cehalet (ödülün ma­hiyetine dair bilgisizlik) caizdir. Bir kimse: Kim bunu yaparsa ona şu vardır diyecek olursa, bu sahihtir.

Ci'âle'de iki taraftan birisi malumdur, diğer taraf ise zaruret dolayısıyla meç­huldür, bilinmemektedir -ve bu yönüyle icareden farklıdır.- Çünkü icarede her iki taraftan da karşılıklı ivazlar (bedellerim miktarı tesbit edilir. Ci'âle, taraf­lardan birisi için feshin caiz olduğu akidlerdendir. Şu kadar var ki kendisine ci'âle vaadolunan kimsenin işe başladıktan sonra da, başlamadan da feshet­mesi -hakkından vazgeçmeye razı olduğu takdirde- caizdir. Ancak câil (ödül vaadinde bulunan) kendisine ödül vaadolunan (mec'ûlun leh) işe başladığı takdirde bu akdi feshetmek hakkına sahip değildir. Ci'âle akdinde diğer akitlerde olduğu gibi iki akit tarafının da hazır bulunmaları şart değildir. Çün­kü bu buyrukta "onu getirene bir deve yükü var" diye buyurulmuştur.

Şafiî de bütün bu hususlarda aynı görüştedir.[231]

 

4- Ödül Taahhüdü Olmaksızın Yapılan İşlerin Ücretini İstemek:

 

Bir kimse: Benim kaçmış kölemi getirene bir dinar vaadediyorum, diye­cek olsa, kölesini getiren kimeseye vaadettiği bu miktarı ödemesi gerekir. Şa­yet böyle bir taahlıüd olmaksızın kölesini getirecek olur ise, ücret talebi şar­tı ile onu getirirse, bu ücreti ödemesi gerekir. Çünkü Peygamber (sav) şöy­le buyurmuştur: "Kim kaçmış bir köleyi getirirse, ona kırk dirhem vardır (ve­rilecektir). "[232] Ayrıca Hz. Peygamber bu konuda bir taahhüt akdi gereğince köleyi getiren ile öyle bir akit olmaksızın getiren arasında bir fark gözetme­miştir.

İbn Huveyzimendad der ki: Bundan dolayı mezhebimize mensub itim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, birisine kendisinin yapması gereken ve maslahatından olan işleri yapacak olursa, ve eğer bu gibi işleri ücretle ya­pan kimselerden ise kendisi için bu işleri yaptığı kimsenin ona ücretini vermesi gerekir. Bu ücret miktarı da ecr-i misildir. Derim ki: Bütün bu hu­suslarda bizim görüşümüz Şafiî'nin görüşünden farklıdır.[233]

 

5- Kefaletin Hükmü:

 

Âyet-i kerîmedeki ikinci delil bir kimsenin üzerine kefalet almasının ca­iz olduğuna dairdir. Çünkü burada kefil olduğunu belirten münadi Yûsuf (a.s)dan başka birisidir.

İlim adamlarımız derler ki; Bir kimse ben bunu yükleniyorum, yahut ben buna kefilim veya ben buna dair teminat veriyorum, yahut bu hususta ben sana karşı kefilim, zaîmim; bu konuda benim teminatım var veya ben bu­nu kabul ediyorum diyecek olsa, yahut senin bende alacağın olsun, üzerim­de benden alacağın olsun, diyecek olsa bütün bu ifadeler bağlayıcı, yerine getirilmesi gereken kefaletlerdir.

Fukahâ bir kimsenin canına kefil olursa (canlı olarak getirilmesi taahhüd edilse) buna bağlı olarak malî tazminat ödenmesi gerekir mi gerekmez mi hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler.

Kûfeli ilim adamları derler ki: Bir kimse, bir başkasını canlı olarak getir­meyi tekeffül etse, eğer bu kişi ölecek olursa, o getirilmesi İstenen kişinin üze­rindeki hakkı kefil kişi ödemekle yükümlü değildir. Şafiî'den meşhur olarak nakledilen iki görüşünden birisi budur.

Malik, el-Leys ve el-Evzaî derler ki: Bir kimse, birisini canlı olarak getir­meyi tekeffül etse ve o kişi üzerinde de mal borcu bulunuyor ise, o kişiyi getiremeyecek olursa, malı tazmin eder ve o aranan kişiden rücu1 ile ödediği­ni alır. Şayet kişinin kendisini taahhüd edip de: Ben malı taahhüd etmiyorum diyecek olursa, herhangi bir malî sorumluluğu olmaz,

Malî tazminat ödemekle yükümlü olduğunu kabul edenlerin delili şudur: Kefil, kefil olduğu kimsenin kan (kısas gibi bir) sebebiyle aranmadığını bil­mektedir. Onun aranmasının sebebi ancak mali bir yükümlülüktür. Dolayı­sıyla bu sebepten ötürü o kimseye kefil olsa ve onu getirmeyecek olursa, bu durumda kefil olduğu kişiyi alacaklısının elinden kaçırmış, uzaklaştırmış gi­bi olur. İşte bundan dolayı o malı ödemekle yükümlüdür.

Tahavî ise Kûfeİiler lehine delil getirerek şöyle demektedir: Kendisine ke­fil olunanın öTümü sebebiyle (kefil olanın) mal tazminatı ödemesinin bir an­lamı yoktur. Çünkü o kişiyi canlı olarak getirmeyi tekeffül etmiştir, malını te­keffül etmemiştir. O bakımdan tekeffül etmediği şeyi ödemek zorunda bıra­kılması İmkânsız bir şeydir.[234]

 

6- Malî Kefalet:

 

Bir kimse, bir diğerinin belli bir mala kefil olması halinde itim adamlannın hak taleb eden kimsenin bu malını, bu ikisinden dilediği herhangi birisinden alıp alamayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. es-Sevrî, Kûfeliler, el-Evzaî, Şafiî, Ahmed ve İshak derler ki: Hakkını tamamıyla alıncaya kadar dilediği kimseden alır.

Malik'in de önceleri görüşü bu olmakla birlikte daha sonra bu görüşün­den vazgeçerek şöyle demiştir: Borçlu kişi iflas etmedikçe yahut kayıplara karışmadıkça alacaklı kefilden bir şey alamaz. Çünkü asıl borçludan başla­mak daha uygundur. Ancak borçlu ödeyemeyecek durumda ise o takdirde kefilden alır. Çünkü böyle bir durumda ondan alacağını alamamakta mazur­dur. Bu güzel bir görüştür.

Kıyasa göre İse alacaklı kişi bu ikisinden dilediği herhangi birisinden hak­kını isteyebilir. İbn Ebi Leylâ der ki: Kişi bir diğerinin adına bir miktar malı taahhüd etse (kefil olsa), bu alacak kefile geçer ve asıl borçlu ibra olur. An­cak, lehine kefil olunan kişinin ikisinden dilediği şahıstan hakkını alabilme hakkına sahiptir, diye şart koşması hali müstesnadır. İbn Ebi Leylâ bu görü­şüne şu delili göstermektedir: Ölen şahıs Ebu Katâde'nin kefaleti ile borçtan ibra olmuştur.[235] Ebu Sevr'in görüşü de buna yakındır.[236]

 

7- Kefaletin Sahih Olduğu Yerler:

 

Kefalet ancak zimmette taalluk eden, sabit, karar kılmış ve vekâletin sa­hih olduğu haklarda olur. Buna göre kitabet akdinde kefalet sahih olamaz. Çünkü kitabet borcu sabit ve karar kılmış bir borç değildir. Zira köle eğer ki­tabet borcunu ödemekten acze düşecek olursa, bu hak karar kılan bir hak olmaktan çıkar ve kitabet akdî de münfesih otur.

Kimsenin, kimsenin yerine ifa edemediği -had gibi- haklara gelince, bun­larda da kefalet olmaz. Ancak durumu gözden geçirilip tesbit edilinceye ka­dar aleyhinde had İddiası bulunan kişi hapiste tutulur.

Ebu Yûsuf ve Muhammed istisna teşkil ederek had ve kısaslarda kefale­ti caiz kabul eder ve şöyle derler: Kendisine iftira edilen yahutta kısas iddi­asında bulunan kişi: Benim beyyinem hazır bulunuyor, diyecek olsa üç gün süreyle ona kefil olur. (Yani beyyinesini getirinceye kadar aleyhinde İddiada bulunduğu şahıs üç gün süreyle alıkonulur). Tahavî onların görüşlerine Hamza b. Amr, Ömer, İbn Mes'ud, Cerir b. Abdullah ve el-Eş'as'in Ashab-ı kiram'ın huzurunda nefs ile kefaleti kabul ederek hüküm vermelerini'delil gös­terir.[237]

 

73. "Allah'a andolsun kî -sizin de bildiğiniz gibi- biz bu yere fesad çıkarmak için gelmedik. Hırsız kimseler de değiliz" dediler.

74. "Eğer yalancılar İseniz cezası nedir?" dediler.

75. "Bunun cezası yükünde bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır. Biz zalimleri böylece cezalandırırız" dediler

Yüce Allah'ın: Allah'a andolsun ki -sizin de bildiğiniz gibi- biz bu ye­re fesad çıkarmak için gelmedik" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiği­ne göre; onlar hiçbir kimseye haksızlık etmezler, kimsenin ekininde otlatmazlardı. Hatta develerinin ağızlarına kimsenin ekinine zarar vermesin diye torbalar geçirdikleri dahi nakledilmektedir. Daha sonra yüce Allah: "Hırsız kimseler de değiliz" dediklerini bize nakletmektedir. Yine rivayet edildiğine göre onlar yüklerinde bulduktan bedelleri geri getirmişlerdi. Yani buldu­ğu şeyi geri getiren bir kimse nasıl hırsız olabilir?

"Eğer yalancılar iseniz cezası nedir? dediler" buyruğunun anlamı şudur: Sizin yalan söylediğiniz ortaya çıkarsa bu işi yapanın cezası nedir? Yûsuf un kardeşleri şu cevabı verdiler: "Bunun cezası yükünde bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır." Yani o kişi köl el eştirilir demektir.

"Bunun cezası" buyruğu mübtedâdır. "Yükünde bulunan kimse" de onun haberidir. İfadenin takdiri de şöyledir: Bunun ce­zası (kayıp eşyanın) yükleri arasında bulunduğu kişinin köleleştirilmesidir. O halde bu ifade köleleştirmeden kinayedir.

Cümlede te'kid manası da vardır. Nitekim: Hırsızlık yapanın cezası elinin kesilmesidir; işte onun cezası budur, demeye benzer.

"Biz zalimleri böylece cezalandırırız." Yani hırsızlık yaptıkları vakit za­limlere uygulamamız budur, onlar köleleştirilirler.

Bu hüküm Hz. Ya'kub'un dininin hükmü idi. Onların bu söyledikleri sözler ise kendisinden yana güven içerisinde olan, şüphe etmeyen bir kim­senin sözleridir. Çünkü onlar yükleri arasında eşyanın bulunacağı kimsenin köleleştirilmesini kabul etmişlerdi.

Mısırlılara göre ise hırsızın hükmü, aldığının iki katını tazminat olarak Öde­mesi şeklinde idi. Bunu da el-Hasen, es-Süddî ve başkaları söylemişlerdir.[238]

 

İslâm Şeriatının Getirdiği Hükümler ve Önceki Şeriatların Hükümleri:

 

Daha önce Maide Sûresi'nde (5/38. âyetin tefsirinde) hırsızlıkta el kesme cezasının bundan önceki şeriatlerdeki hükümleri neshedici olduğuna dair açıklamalar yahut Hz. Ya'kub'un şeriafındaki hırsızın köleleştirilmesi hükmü­nü neshettiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.[239]

 

76. Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerinfi aratmaya) başladı. Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkar­dı. İşte biz Yûsuf un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yok­sa, o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi. Allah'ın dilemesi müstesna. Biz dilediğimizi derecelerle yüksel­tiriz. Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır.

"Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerinni aratma­ya) başladı" buyruğunda söz edildiği şekilde; Hz. Yûsuf kalplerine gelebi­lecek zafl ve şüpheyi bertaraf etmek için diğer kardeşlerinin yükünü aratmak­la işe başladı,

"Yük" kelimesinin "vav" harfi ötreli de okunur, esreli de okunur. Bunlar İki söyleyiştir. Bu kelime, İçinde eşyanın-korunduğu ve eşyayı hima­ye eden kaplar hakkında kullanılır.

"Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı." Bünyamin'in yükü ara sından hükümdarın su kabını çıkardı, demektir.

" Kabı... çıkardı'daki zamir müennes zamirdir ve bu su kabı­nı müennes kabul edenlere göre böyle kullanılmıştır. Bununla birlikte; " Onu getirene..." İfadesinde ise su kabına ait zamir, müzekker kullanılmıştur,

Hz. Yûsuf'un kardeşleri bu durumu görünce başlarını Önlerine eğdiler ve her tüdü zannı beslediler. Bünyamin'e dönerek: Yazıklar olsun sana ey Bünyamİn hiç bugün gibisini görmedik, Senin anan Râhîl iki hırsız kardeş do­ğurmuş, dediler. Kardeşleri kendilerine şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ede­rim, ben bu su kabını çalmadım. Onu eşyamın arasına kimin koyduğunu da bilmiyorum.

Yine rivayet edildiğine göre ona: Ey Bünyamin çaldın mı? dediler. O, Al­lah'a yemin ederim ki hayır deyince, bu sefer; Peki su kabını senin eşyan ara­sına kim koydu, diye sordular. Bu sefer o: Sizin eşyanız arasına aldığınız yi­yeceklerin bedelini kim koyduysa o, dedi.

Yine denildiğine göre; kabı araştırmaya koyulan kişi her bir kişinin eşya­sını araştırmayı bitirdikten sonra yaptığı bu işten dolayı yüce Allah'a tevbe ederek istiğfar ediyordu.

Katâde ve diğerlerinin ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre; bu şe­kilde istiğfar eden kişi Hz. Yûsuf idi. Çünkü o, su kabının nerede olduğunu bildiği halde yüklerini araştırıyordu. Nihayet onların yüklerini araştırmayı bi­tirdi ve Bünyamin'in yüküne sıra gelince şöyle dedi: Ben bu gencin böyle bir işi yaptığını, herhangi bir şey aldığım zannetmiyorum. Bu sefer kardeşleri ona:

Allah'a yemin ederiz ki, onun yüklerini de araştırmadan buradan ayrılmaya­cağız. Böylesi senin gönlünü de hoş eder, bizim gönlümüzü de. Bunun üzerine Bünyamin'İn yükünü araştırıp arasından su kabını çıkardı.

Hz. Yûsuf tarafından yapılan bu araştırma, kabın çalındığını yüksek ses­le ilan eden kişinin kendi görüşüne istinaden hırsızlık yaptıklarını söylemiş olmasını gerektirmektedir. Denildiğine göre: Bütün bunlar yüce Allah'ın bir emri gereği İdi. Nitekim şanı yüce Allah'ın: "İşte Biz Yûsuf un lehine böy­le bir takdirde bulunduk" buyruğu da bunu pekiştirmektedir. Yüce Allah'ın: "İşte biz Yûsuf'un lehine böyle bir takdirde bulunduk"

buyruğuna îlair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[240]

 

1- İlahi Takdir Ve Hileyi Şer'iyye:

 

Bu buyruktaki; " Takdirde bulunduk" ibaresi böyle yaptık, demek olup bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. el-Kutebî der ki: Biz böyle dü­zenledik, İbnu'l-Enbarî de: Biz böyle diledik diye açıklamıştır. Şair de der ki:

"O da istedi, ben de istedim ve bu isteklerin en hayırlısıdır: O gençlik dönemlerinden geçmiş alanlar, ah bir geri gelse."

Bu buyruktan, eğer şeriate muhalif değil ve herhangi bir aslı da çiğnemi­yor ise birtakım hilelerle (meşru çare ve yollarla) maksatlara ulaşmanın ca­iz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Ebu Hanife usule muhalif olsa ve helâl sı­nırlarını çiğnese dahi, hileleri caiz gördüğünden bu hususa muhalefet [241]etmektedir.[242]

 

2- Zekâta Tabi Olan Mallarda Yıl Geçme Şartı (Havelân-I Havi) İle İlgili Çeşitli Hükümler:

 

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre kişi eğer zekâttan kaçma niyetini taşımıyor ise, sene dolmadan önce malında satış ve hibe gibi yollar­la tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Yine icma ile kabul ettiklerine göre; eğer yıl bitip de zekât toplayıcısının gelme vakti yaklaşmış ise, artık ne hi­le yollarına başvurması helâl olur, ne de malını eksiltmesi. Bir arada bulu­nan mallarını ayırması da helâl değildir, ayrı olanları bir araya getirip topla­ması da helâl değildir.

Malilf der ki: Şayet senenin dolmasından bir ay ve buna yakın bir zaman önce zekâttan kaçmak niyetiyle malından herhangi bir bölümü elinden çı­karacak olursa sene dolduğunda zekât ödeme mükellefiyeti vardır. Bu da Hz. Peygamber'in hadis-i şerifteki: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla."[243] buy­ruğundan alınmış bir hükümdür.

Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Eğer sene dolmasından bir gün önce da­hi zekâttan kaçmak niyetiyle zekâta tabi mallarını birbirinden ayıracak olur ise bunun kendisine zararı olmaz. Çünkü sene tamam olmadıkça zekât mü­kellefiyeti olmaz ve Hz. Peygamber'in: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla..." buyruğunun ifade ettiği anlam böyle birisine ancak o vakit yöneltilmiş olur.

İbnu'l-Arabî der kî: Ben Ebu Bekir, Muhammed b. el-Velid el-Fihrî'yi ve başkalarını şöyle derken dinlemişimdir: Hocamız baş kadı Ebu Abdullah Mu­hammed b. Ali ed-Dâmeğânî onbinlerce dinarlık mal sahibi kişi idi. Bu ho­camız sene sonu yaklaştı mı çocuklarını çağınr ve onlara: Ben yaşlandım, gü­cüm takatim kalmadı, bu mala da ihtiyacım yok, o sizindir der, sonra da bu malı evinden çıkartırdı. Hammallar gelir onu sırtlarında çocuklarının evine taşıyıp götürürlerdi. Bir sonraki yılın sonu yaklaştı mı ve herhangi bir iş için çocuklarını çağırdığında bu sefer çocukları: Sabamız biz hayatta kalacağını ümit ediyoruz. Mala gelince, sen hayatta olduğun sürece bizim mala ne gi­bi bir isteğimiz olabilir ki? Sen de, malın da zaten bizimsin. Haydi bu mah yanına al, derler ve yine hammallar o raalı alır, getirir, Önüne koyardı. O da mah eski yerine geri götürürdü. Bu şekilde mülkiyeti değiştirmek ile Ebu Ha-nife'nin görüşüne göre toplu olan bir malı birbirinden ayırmayı, sonra da ay-n olan bir malı bir araya getirip, toplamayı kastediyordu. Şüphesiz ki bu çok büyük bir İştir. Buhârî -Allah ondan razı olsun- Comî'inde belli bir maksat gözerek "Kitabu'l-Hiyel" adlı bir bölüm açmıştır.[244]

Derim ki: Yine Buhârî aynı bölümde "zekât ve zekât düşer korkusuyla bir arada bulunan malın dağıtılamayacağı ve dağınık olan malların da bir araya toplanamayacağına dair bir bab"[245] diye bir başlık açmış ve bu başlığın altın­da da Enes b. Malikin rivayet ettiği Hz, Ebu Bekir'in ona zekât farizasını yaz­dığına dair hadisi de kaydetmiştir.[246]

Yine bu başlık altında Talha b. Ubeydullah'ın rivayet ettiği hadisi zikret­mektedir ki bu hadise göre "bedevi bir Arap, Rasûlullah (sav)ın huzuruna sa­çı, sakalı birbirine karışmış halde geldi" diye başlayan hadisini kaydetmek­tedir. Bu hadisin sonlarında ise "eğer doğru söylemişse kurtuluşa erer" ve­ya "doğru söylemişse cennete girecektir" dediğini zikretmektedir.[247] (Buhâ­rî devamla) kimisi de şöyle demiştir: Yüzyirmi devede, dört yaşına basmış iki dişi deve zekât düşer. Şayet kasti olarak bu develeri tüketir yahut hibe eder veya zekâttan kaçmak kastı ile bu hususta bir hile yoluna saparsa, ona herhangi bir şey düşmez. (Buhârî) daha sonra da Ebu Hureyre'nin şu hadi­sini nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin hazinesi, kıyamet gününde başı tüysüz, gözleri üzerinde iki kara nokta bu­lunan bir ejderha haline gelir ve o ben senin hazinenim... der."[248]

el-Mühelleb der ki: Buhârrnin bu bab ile: Bir kimsenin zekâtı düşürmek için başvurduğu bütün hileli yolların o kimse aleyhine bir vebal olduğunu sana öğretmek istemektedir. Çünkü Peygamber (sav) zekât düşer korkusuy­la koyunların bir araya toplanmasını veya dağıtılmasını yasaklamasından bu husus anlaşılmaktadır. Yine Hz. Peygamberin: "Doğru söylediyse kurtulur" buyruğundan da herhangi bir kimse, herhangi bir hileli yola başvurmak su­retiyle Allah'ın farzlarından bir şeyi nakzetmek isterse, asla kurtuluşa eremez ve böyle yapmakla da Allah'a karşı mazereti bulunamaz. Fukahânın mal sa­hibi olan kimsenin sene dolmasına yakın malında tasarrufta bulunmasını ca­iz görmeleri, bu tasarrufu ile zekâttan kaçma kastını gütmemesi şartına bağ­lıdır. Ancak bununla zekâttan kaçmayı niyet eden kimseden günah hiçbir şe­kilde düşmez ve Allah onun hesabını en iyi bilendir. Böyle bir kimse de ra­mazan hilalinin görülmesinden bir gün önce ramazan orucundan kaçarak ih­tiyacı bulunmayan bir yolculuğa çıkan ve bununla da Allah'ın mü'minlere farz kılmış olduğu bir ibadetten yüz çeviren kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse hakkında da tehdit söz konusudur. Nitekim kıyamet gününde herhangi bîr yolla zekât vermeyen bir kimsenin develer tarafından çiğne­nip ona (zehirinin şiddetinden) başı tüysüz bir ejderha halinde müşahhaslaştırılacağı bilinen bir husustur. Bu da zekâttan kaçmanın helâl olmadığının ve âhirette bundan sorumlu tutulacağının [249]delilidir.[250]

 

3- Mübah Olan Hileler:

 

İbnu'l-Arabî der ki: Şafiî ilim adamlarından kimisi şöyle der: Yüce Allah'ın: "İşte Biz Yûsuf un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yoksa o... karde­şini alıkoyabilecek değildi"[251] buyruğunda mubaha ulaşmak ve hakları ele geçirebilmek için hilenin ne şekilde yapılabileceğine bir delil vardır. Ancak bu, büyükjbir yanılmadır. Çünkü yüce Allah'ın: "İşte böylece o yerde Yûsuf a iktidar verdik" (56. âyet) buyruğu hakkında şöyle denilmektedir: Biz YûsuPa Aziz'in karısına karşı kendisine hakim olma güç ve iktidarını verdiğimiz gi­bi, yine Aziz'in yerine yeryüzüne sahib olma iktidarını vermiştik. Yahut da onun verdiği bu örnek, söylemek istediği şeye benzememektedir. eş-Şef avî der ki: Yüce Allah'ın: "Eline bir demet sap al. Onunla vur ve yeminini boz­ma" (Sâd, 38/44) buyruğu da buna benzemektedir. Ancak bu bir hile değil­dir. Bu ancak yeminin lafızlara yahut maksatlara göre yorumlanması demek­tir, Yine eş-ŞePavî der ki: Ebu Said el-Hudrî'nin, Hayber âmili ile ilgili ola­rak rivayet ettiği hadis de bu kabildendir. Hayber'e zekât toplamak üzere gi­den kişi Peygamber (sav)e cenîb diye bilinen kaliteli bir hurma getirmişti...[252] Şafiî ilim adamlarının açıklamasına göre bu hadis-i şerifin maksadı şudur; Hz. Peygamber o kimseye çeşitli türlerde bir araya toplanmış hurma çeşitlerini satıp bunların yerine de satın aldığı cenib veya başka türden hurmayı alma­sını istemiştir. Maliki'ler ise derler ki: Bu hadisin anlamı, o türden başka tür hurma almasıdır. Böylelikle cenib türü hurma çeşitli türlerdeki bayağı hur­ma karşılığında alınmış, ayrıca alınan paralar (dirhemler) da faiz olmasın di­ye bu yola başvurmasını emretmiştir. Nitekim İbn Abbas da şöyle demiştir: Bir şeye karşılık, bir şey; fazladan alınan dirhemler ise faiz olur.

Yüce Allah'ın:”Hükümdarın dinine göre" buyruğundaki "din" kelime­si İbn 'Abbas'tan nakledildiğine göre onun egemenlik hükümlerine göre demektir. İbn İsa'ya göre ise adetlerine göre demektir, yani o delil otraaksızın da zulmederdi. Mücahid, hükümdarın hükmüne göre diye açıklamıştır ki, hükümdarın hükmünde olmayan şey ise hırsızlık yapanların kökleştirilme­si hükmüdür.

"Allah'ın dilemesi müstesna." Yani ancak yüce Allah su kabı gerekçe ol­sun ve bu uygulamada ona mazeret olsun diye, Bünyamin'in yükü arasına koymasını dilemesi suretiyle olmuştur.

Katâde der ki: Hükümdarın hükmü (kanunu) hırsızlık yapanın dövülme­si ve iki kat tazminatının ödenmesi şeklindeydi. Ancak yüce Allah -Önceden de geçtiği üzere- onlar tarafından İsrailoğulları arasındaki hükmün söylen­mesini murSd etmişti.

"Biz dilediğimizi derecelerle" ilim ve iman ile "yükseltiriz." Bu buyruk; şeklinde de okunmuştur ki; dilediğimizin derecelerini yükseltiriz, yani dilediğimiz kimseleri pek çok derecelere kadar yükseltiriz, anlamındadır. el-En'âm Sûresi'nde (6/83. âyetin tefsirinde) de bu anlamda­ki buyruk geçmiş bulunmaktadır.

"Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır." İsrail'in, Simak'tan onun îkrime'den, onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas şöyle de­miştir: Bu ötekinden daha âlim, diğeri de berikinden daha âlimdir. Allah ise bütün âlimlerin üstündedir.

Süfyan'ın, Abdu'I-A'lâ'dan onun Said b. Cübeyr'den rivayetine göre Said b. Cübeyr şöyle demiştir İbn Abbas -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ın yanın­da bulunuyor idik. Bir hadis nakletti, bir adam bundan hayrete düştü ve: Sub-hanallah dedi, Herbir bilenin (âlim'in) üstünde daha iyi bir bilen vardır. İbn Abbas ona şöyle dedi: Ne kadar kötü söyledin. el-Alîm olan Allah'tır ve O her­bir âlimin de üstündedir.[253]

 

77. "Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çal­mıştı" dediler. O vakit Yûsuf bunu içinde gizleyip bunu onlara açıklamadı ve dedi ki: "Sizin durumunuz daha da kötüdür. Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en İyi bilendir."

78. Dediler ki: "Ey Azizi Onun çok ihtiyar bir babası vardır. Bunun için onun yerine birimizi alıkoy. Biz seni gerçekten iyilik eden­lerden görüyoruz."

79. Dedi kü "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alı­koymamızdan Allah'a sığınırız. O takdirde biz elbette zalimleriz demektir."

Yüce Allah'ın: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvelbîr karde­şi de çalmıştı, dediler" buyruğunun anlamı şudur: Yani bu da diğer karde­şine uymuştur, eğer bize uymuş olsaydı hırsızlık yapmazdı. Bunu söylemek­le kardeşlerinin fiilinden uzak olduklarını ifade etmek istediler. Çünkü onunla anaları bir değildi. O eğer çalmış ise, bu herhalde çalan öbür abisi­ne çekmiştir, çünkü neseblerde ortaklık ahlâkî benzerliklere sebeptir.

İlim adamları Hz. Yûsuf a nisbet ettikleri hırsızlığın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Mücahid ve başkalarından rivayet edildiğine gö­re-, Hz. İshak'ın kızı olan Hz. Yûsufun halası yaşça Hz. Ya'kub'dan büyüktü. Daha yaşlı olmasından ötürü Hz. tshak'ın kemeri ona geçmişti, çünkü yaş bü­yüklüğüne göre mirasçı oluyorlardı. Bu ise şeriatımızda hükmü nesli olunmuş şeylerdendir. Yine onların şeriatına göre hırsızlık yapan köleleştirilirdi. Hz. Yû­sufun halası ise (annesinin vefatından sonra) onu alıp büyütmüş ve onu aşı­rı derecede sevmişti. Hz. Yûsuf büyüyüp gelişince Hz. Ya'kub halasına; Ba­na Yûsuf u teslim et, gözümün önünden bir an dahi kaybolmasına tahammül edemiyorum, dediyse de halası da ondan ayrılmak istemedi. Kardeşi Ya'kub'ar Yanımda bir kaç gün daha onu bırak, onu göreyim. Hz. Ya'kub yanından çı-ktp gidince, Hz. İshak'ın kemerini alıp onu Hz, Yûsuf a elbiselerinin altından bağladı. Sonra da: Ben İshak'ın kemerini kaybettim, onu kimin aldığına, ki­min ele geçirdiğine bir bakınız dedi. Bu kemer araştırıldı, sonra da: Evde bu­lunanların üzerini açın, dedi. Herkesin üzeri açılınca, kemerin Hz. Yûsuf ile birlikte olduğu görüldü; bu sefer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, o artık be­nim kölemdir. Ben ona dilediğimi yapacağım. Daha sonra Hz. Ya'kub ona gel­di, ona durumu bildirince, Hz. Ya'kub da şöyle dedi: Sen bilirsin, eğer böy­le bir şey yaptıysa o senin kölen olarak sana teslim edilecektir. Halası, vefat edinceye kadar Hz. Yûsuf u yanında tuttu. İşte kardeşleri: "Eğer o çalmış bu­lunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" sözleri ile bu hususa işa­ret ederek ayıpladılar. İşte Hz. Yûsuf da buradan su kabını -halasının yaptı­ğı şekilde- kardeşinin yükü arasına koymayı öğrenmişti.

Said b. Cübeyr der ki: Hayır, halası ona anne tarafından dedesine ait bir putu çalmasını emretmişti. O da sözü geçen o putu çalıp, kırmış ve yola at­mıştı. Onların bu tutumları bir münkeri değiştirmek idi. Kardeşleri ise onu hırsızlık yapmakla nitelediler ve bu işten dolayı onu ayıpladılar. Katâde de böyle demiştir.

ez-Zeccâc'm, kitabında nakledildiğine göre çaldığı bu put altından idi.

Atiyye el-Avfî der kir Hz. Yûsuf kardeşleriyle birlikte yemekte bulundu­ğu bir sırada bir parça et gördü ve onu sakladı. Bundan dolayı onu ayıpla­dılar.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf sofradaki yemeklerden yoksullara ver­mek üzere bir şeyler alırdı. Bunu da İbn İsa nakletmektedir. Bir diğer açık­lamaya göre kardeşleri Hz. Yûsuf a nisbet ettikleri şeyde yalan söylemişler­di. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

"O vakit Yûsuf bunu içinde gizleyip onlara açıklamadı." Yani Hz. Yû­suf onların: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çal­mıştı" sözlerini içinde gizledi. Bu açıklamayı da İbn Şecere ve İbn İsa yap­mıştır.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf: "Sizin durumunuz daha da kötü­dür" sözünü içinden gizli söyledi. Sonra da yüksek sesle "Allah sizin söy­lemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" dedi.

Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yani sizler Yûsuf'a nisbet etmiş oldu­ğunuz hırsızlıktan daha kötü bir durumdasınız. Yüce Allah'ın: "Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" buyruğu ise Allah si­zin bu söylediğinizin yalan olduğunu en iyi bilendir. Zaten o iş, Allah rıza­sı için yapılmıştı.

Denildiğine göre Hz. Yûsuf'un kardeşleri o sırada henüz peygamber ol­mamışlardı.

"Dediler kî: Ey Azizi Onun çok ihtiyar bir babası var. Bunun için onun yerine birimizi alıkoy." Onlar Hz. Yûsuf a "Aziz" lakabı ile hitab ettiler. Çün­kü o sırada önceki Aziz -Kıtfîr azledilmiş yahut ölmüş olduğundan- onun ye­rine geçmiş İdi.

"Onun çok İhtiyar bit babası var" sözleri ise kadr-u kıymeti çok büyük anlamındadır. Yaşça çok büyük olduğunu kastetmemişlerdir. Çünkü ihtiyar bir kimsenin yaşlı olduğu zaten bilinen bir husustur.

"Bunun için onun yerine birimizi alıkoy." Onun yerine birimiz köle ol­sun, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade mecazdır. Çünkü onlar hür olan bir kimsenin, uygulama gereği köleleştirilmesine hüküm verilmiş biri­sinin yerine köleleştirilmesinin sahih olmayacağını biliyorlardı. Onların bu sözleri, yaptığı işten hoşlanmadığın bir kimseye -seni öldürmesini istemedi­ğin halde bu işten vazgeçmesi hususunda mübalağa ifadesi kullanmak üze­re-: Beni öldür de şu şu işi yapma, demeye benzer.

Bununla birlikte onların: "Onun yerine birimizi alıkoy" sözlerinin haki­kat anlamında söylenmiş olma ihtimali de vardır. Eğer peygamber idiyseler, hür bir kimsenin köleleştirilmesi kanaatini izhar etmiş olmaları uzak bir ih­timaldir. O halde geriye ancak kefalet yolu İle böyle bir talebte bulunmala­rı İhtimalinden başkası kalmıyor, Yani senin köleleştirmen gereken kişi, sa­na gelinceye kadar, birimizi yanında alıkoy. Bununla da Bünyamin'in baba­sının yanına ulaşması, Hz. Ya'kub'un da durumu açıkça görmesi ve bilme­sini kastetmişlerdi. (Ondan sonra gelip Hz. Yûsuf'a köleliğe başlayacaktı).

Ancak Hz. Yûsuf böyle bir şeyi kabul etmedi. Zira hadlerde ve benzeri suç­larda yalnızca kendisine kefil olunanın huzura getirilmesi anlamında karşı­lıklı rıza ile kefalet caiz otur. Bu kişiyi eline geçirmek isteyen eğer böyle bir kefaleti kabul etmezse, bağlayıcı bir tarafı olmaz. Bu gibi hallerde ise kefil olan kimsenin kefil olunana uygulanması gereken cezayı yüklenmesi ise ic-ma ile caiz değildir.

el-Vadıha'da şöyle denilmektedir: Kişinin zatına kefil olmak -nefs ile ke­falet müstesna- bütün hadlerde caizdir. Fukahanm cumhuru da cana kefale­tin cevazını kabul etmektedir. Ancak bu konuda Şafiî'den gelen rivayet farklıdır. Bir defasında bunu zayıf kabul ederken, bir diğer sefer bunu caiz görmüştür.

"Biz seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz" buyruğundaki sözle­ri ite Hz. Yûsuf u onunla bütün muamelelerinde gördükleri iyiliği ve ihsanı­nı vasfermiş istemeleri muhtemel olduğu gibi, bu sözleriyle: Görüşümüze gö­re, eğer bunu bizden esirgemeyecek olursan, bize lütfetmiş ve iyilikte bulu­nacaksın. Bu son açıklama İbn İshak'ın açıklamasıdır.

"Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoyma­mızdan Allah'a sığınırız" buyruğunda yer alan; "Allah'a sığınırız"

İfadesi mastardır. " Alıkoymamız" ise nasb mahallinde olup; Alıkoymamızdan" anlamındadır.

"Bulduğumuz kimseden başkası" ifadesi de; "Alma­mız" fiili ile nasb mahallindedir. Yani biz suçsuz bir kimseyi, suç işlemiş bir kimseye karşılık alıkoymaktan ve böylelikle yaptığımız akde muhalefet etmekten Allah'a sığınırız. "O takdirde biz" başkasını almamız halinde "elbet­te zalimleriz demektir."[254]

 

80. Artık ondan ümldlerini kesince, fısıldanarak bir kenara çekil­diler. Büyükleri dedi ki: "Babanızın sizden Allah adına teminat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz ku­suru bilmez misiniz? Artık ya babam İzin verinceye yahut benim İçin Allah hükmedinceye kadar katiyyen bu yerden ayrılmam. O, hükmedicileriû en hayırlısıdır."

Allah'ın: "Artık ondan ümldlerini kesince" buyruğundaki; " Ümidlerini kestiler" ifadesi, ile aynı anlamdadır. Nitekim ile "Hayret etti" anlamında; in: Alay etti, eğlendi anlamına gelmeleri gibi.

"Fısıldanarak bir kenara çekildiler." Bir kenara çekilip kendi aralarında fısıldaştılar, demektir.

"Fısıldanarak" kelimesi İse; " Kenara çekildiler" ifadesin-deki zamirden haldir. Bu kelime (hal olan kelime) tekil olmakta birlikte, -âyet­te de olduğu gibi- çoğul için de kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ol­duğu gibi "Onunla özel olarak konuşmak üzere onu yaklaştır­dık" (Meryem, 19/52) buyruğunda olduğu gibi, tekil için de kullanılır. Çoğu­lu ise; "Özel olarak kendi aralarında fısıldaşarak konuşanlar," anla­mındadır. Şair de şöyle demektedir:

"Ben öyle bir kimaeyirû ki, diğerleri başbaşa fısıldaştıklarında, Ve yine onlar kuyuya sarkıtılan ip gibi sallanıp durduklarında, îşte orada sen bana tavsiyede bulun, fakat benim hakkımda kimseye tavsiyede bulunma!"

İbn Kesir buradaki "ümitlerini kestiler..." anlamındaki buyruğu şeklinde; 87. âyetteki "Ümidkesmeyin" buyruğunu şek­linde; yine aynı âyetteki "çünkü... ümid kesmez" anlamındaki buyruğu; şeklinde; (er-Ra'd, 13/31) "Şu gerçeği bitmediler mi ki" anlamın­daki buyruğu da; şeklinde kalbetmek suretiyle hemzesiz ve "elif iie okumuştur. Bu okuyuşa göre hemze öne alınmış, "ye" harfi sonraya bı­rakılmıştır. Daha sonra ise hemze "elife kalbedilmiştir. Çünkü elif de önce­si f'etlıa olan sakin bir eliftir.

Ancak aslolan cemaatin okuyuş şeklidir. Çünkü bu kelimenin mastarı an­cak "ya" harfinin başa alınması suretiyle; "Ümid kesmek" şeklinde gel­miştir. kelimesi ise "ümid kesti" anlamındaki; mastarı değil­dir. Aksine bu: Ona verdim anlamındaki; nun mastarıdır ki bu kelime­nin mastarı; " Vermek" şekillerinde gelir.

Bazıları da şöyle demiştir: ile aynı kelimenin iki ayn söyle­yişidir. Buna göre; onlar kardeşlerinin kendilerine geri verileceğinden ümit­lerini kestiklerinde kendi aralarında başka hiçbir kimse de bulunmaksızın da­nıştılar ve karşı karşıya kaldıkları bu durum ile İlgili olarak birbirleriyle fısıl­tı halinde konuştular, "Fısıldaşan" kelimesi ise; ism-i faili an­lamında "faîl" veznindedir.

"Büyükleri dedi ki" Katide'nin dediğine göre; bu Rûbîl idi, yaşça en bü­yükleriydi. Mücahid ise, bu kişi Şem'ûn idî, görüş itibariyle en ileri derece­de olanları oydu. el-Kelbî ise bu kişi Yelıudâ idi, o aralarında en akıllı kişi idi, demektedir. Muhammed b. Ka'b ile İbn İshak İse; o Lavı idi ve Lavî(İs-railoğullanndan gelen) peygamberlerin babasıdır.

"Babanızın sizden Allah adına" oğlunu koruyup onu kendisine geri gö­türmenize dair "teminat almış" Allah adına söz almış "olduğunu dana ev­vel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz?" Yani siz baba­nızın sizden Allah adına bir söz almış olduğunu bilmiyor musunuz? Yûsuf hak­kındaki kusurunuzu da bilmektesiniz. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve başkala­rı nakletmektedir. Daha evvel, Önceden" buyruğundaki; "...den, dan" edatı; " Bilme...nize" taalluk etmektedir. ın fazla­dan gelmiş olması mümkündür. O takdirde; " Daha evvel, önceden" buyruğu ile; " Yûsuf hakkında" ibarelerindeki iki zarf da;"İşlediğiniz kusur" fiiline taalluk etmektedir. Bununla birlikte; mastar buna karşılık; Daha evvel" ibaresinin de hazfedilmiş bir fiile mü-teallak olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Yûsuf hakkın­daki kusurunuz ise önceden olmuş bir işti. Buna göre bu edat ile fiil, müb-tedâ olarak ref mahallinde (yeni bir cümle başı) olur. Haberi ise; "Daha evvel" ifadesinin kendisine taalluk ettiği (ye olmuş anlamı verilen) hazfedilmiş fiildir.

"Artık, ya babam" dönüşüm İçin "izin verinceye" çünkü ben ondan utanıyorum "yahut benim için Allah" kardeşim ile birlikte gidişim hususun­da "hükmedinceye" ve böylelikle onunla beraber babamın yanına gidince­ye kadar "katiyyen bu yerden ayrılmam." Burada kalmaya devam edece­ğim ve burada ikametimi sürdüreceğim.

" Ayrıldı, ayrılmak" ifadesi zail olmak, göçmek demektir. Bunun başına nefy edatı gelecek olursa müsbet (olumlu anlam) ifade eder.

Buyruğun anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Ya Allah benim lehime kı­lıç kullanıcağıma dair hüküm verir, ben de savaşarak kardeşimi alırım yahut bu konuda acze düşerek mazereti olan birisi suretiyle geri dönerim. Çünkü Hz. Ya'kub: "Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getireceğini­ze dair Allah'tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece..." (Yûsuf, 12/66) demişti. Savaşıp acze düşen bir kimsenin ise etrafı kuşatılmış demektir.

İbn Abbas der ki; Yehudâ gazablandığı ve kılıcı aldığı vakit, yüzbin kişi onu geri çeviremezdi. Göğsündeki kılları çuvaldız gibi dikilir, elbisesinden dışarı fırlardı.

Haberde nakledildiğine göre[255] Yehudâ -aralarında en ileri derecede kı­zan ve öfkelenen birisi idi- kardeşlerine şöyle demişti; Ya hükümdar ve be-raberindekilere siz karşı koyarsınız, ben de bütün Mısır halkına karşı koyarım. Yahut da siz Mısır halkına karşı koyarsınız, ben de hükümdara ve Mı­sır halkına karşı koyarım. Kardeşleri şu cevabı verdiler: Sen hükümdara ve onunla birlikte olanlara karşı koy, biz de Mısır halkına karşı koyarız. Bunun üzerine kardeşlerinden birisini gönderdi. Mısır'ın çarşılarını saydılar, dokuz çarşı bulunduğunu gördüler. Onlardan herbirisi bir çarşıyı üstlendi. Daha son­ra Yehudâ, Yûsuf (a.s)in yanına girip şöyle dedi: Ey Hükümdar! Şayet kar­deşimizi bizimle beraber bırakmayacak olursan, öyle bir feryat ederim ki, se­nin bu şehrinde karnındaki bebeği düşürmedik hiçbir gebe kadın kalmaya­caktır.

Bu, kızmaları esnasında onların bir özelliği idi. Hz. Yûsuf onu kızdırdı ve hoşuna gitmeyecek bir söz söyledi. Yehudâ kızdı ve gittikçe kızgınlığı arttı. Tüyleri kabardı, diken diken oldu. Ya'kuboğullannın herbirîsi böyle oluyor­du. Kızıp, köpürdü mü tüyleri diken diken olur, cesedi şişer, sırtındaki kıl­lar elbisenin altından görülür. Hatta herbir kıldan bir damla kan damlardı. Aya­ğını yere vuracak oldu mu yer sarsılır ve binalar yıkılırdı. Feryat edip bağı­racak olursa, kadın olsun, hayvan olsun, uçan kuş olsun mutlaka karnında ne varsa onu ya hilkati tam veya eksik olarak bırakıverirdi. Kan dökmedik­çe yahut Ya'kub neslinden bir el onu yakalamadıkça gazabı dinmezdi. Hz. Yûsuf kardeşi Yehudâ'nın gazabının son noktasına vardığını görünce, küçük bir çocuğuna Kıptice konuşarak elini görmeyeceği bir yerden Yahudâ'nın omuzları arasına koymasını emretti. Bu çocuk Hz. YûsuPun dediğini yapın­ca, gazabı dindi, elindeki kılıcı bıraktı. Kardeşlerinden kimseyi görür ihtima­liyle sağına soluna baktı fakat kimseyi göremedi. Çabucak kardeşlerinin yanına çıkarak dedi ki: Sizden kimse benimle beraber bulundu mu? Onlar: Hayır deyince, peki Şem'ûn nereye gitti? diye sordu. Dağa gitti dediler, o da arkasından çıkıp onunla karşılaştığında büyükçe bir kaya yüklenmiş olduğu­nu gördü. Bunu ne yapacaksın? diye sordu. O da payıma düşen çarşıya gi­deceğim ve o çarşıda kim varsa bu kaya parçasıyla kafasını yaracağım. Bu sefer Yehudâ ona: Dön kayayı geri götür yahut denize at dedi, hiçbir iş yap­ma. İbrahim'i dostu edinen hakkı için yemin ederim, Ya'kub neslinden bir el bana dokundu, dedi.

Sonra da Hz. Yûsuf'un huzuruna girdi. Hz. Yûsuf da aralarında en güçlü ve yakalayışı en çetin olanları idi. Şöyle dedi: Ey İbraniler! Sizler, sizden da­ha çetin ve güçlü kimse olmadığını mı zannediyorsunuz? Sonra da büyükçe bir değirmen taşına ayağıyla bir tekme vurdu ve bu değirmen taşı duvarın arkasından yuvarianıverdi. Sonra da tek eliyle Yehudâ'yı yakalayıp onu yanı üzere yıktı ve dedi ki: Haydi demirciler gelsin, bunların ellerini ayaklarını ke­seceğim, boyunlarını vuracağım, dedi. Daha sonra Hz. Yûsuf tahtına çıktı ve minderi üzerinde oturdu. Su kabının getirilmesini emretti, kabı getirilip önüne konuldu. Daha sonra ona bir vuruş vurdu, bu su kabından bir ses çık­tı. Kardeşlerine dönerek şöyle dedi: Bu kabın ne dediğini biliyor musunuz? Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kap şöyle diyor: Bu kimselerin babalarının kalbinde ne kadar gam, keder ve sıkıntı varsa hepsine bunlar sebeb olmuş­tur. Sonra su kabına bir daha vurdu ve dedi ki: Bunun bana haber verdiği­ne göre bunlar küçük bir kardeşlerini almışlardı, onu kıskandılar, babaların­dan uzaklaştılar, sonra da onu telef ettiler. Kardeşleri: Ey Aziz! Allah senin kusurlarını setretsin, sen bizim kusurlarımızı setret. Allah sana lütfetsin, sen de bize lütfet. Su kabına üçüncü bir defa daha vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Bunlar küçük kardeşlerini kuyuya attılar, sonra onu köleler gibi değersiz bir fiyata sattılar, babalarına da kurdun onu yediğini söylediler. Dördüncü bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Bana haber verdiğine göre sizler seksen sene öncesinden bir günah işlemişsiniz ve hala o günalıınızdan ötürü Allah'tan mağfiret dilememişsiniz, tevbe de etmemişsiniz. Beşinci bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Kab şöyle diyor: Öldüğünü zannettikleri kardeşleri zama­nın sonu gelmeden mutlaka geri dönecek ve insanlara yaptıklarını haber verecektir. Altıncı bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Şayet siz­ler gerçekten peygamber olsaydınız, yahut peygamberlerin evlatları olsaydı­nız yalan söylemezdiniz, babanıza itaatsizlik etmez, kötü davranmazdınız. An-dolsun sizleri bütün alemlere ibret olacak şekilde cezalandıracağım. Bana de­mircileri çağırın, bunların el ve ayaklarını keseceğim.

Bu sefer yalvarıp, yakarmaya, ağlaşmaya kovuldular. Tevbe ettiklerini İz­har ederek şöyle dediler: Gerçekten hayatta ise Yûsuf kardeşimizi bulabilsek, onun elinin altında itaatkâr bir hizmetkâr oluruz. Ayağıyla bizi çiğneye­cek toprağı oluruz.

Yûsuf kardeşlerinin bu durumunu görünce ağladı ve onlara: Haydi yanım­dan çıkıp gidiniz, babanıza İhsan olmak üzere sizi serbest bırakıyorum, o ol­masaydı gerçekten sizi ibretli bîr şekilde cezalandıracaktım, dedi.[256]

 

81. Siz babanıza dönün ve deyin ki: "Ey Babamız! Gerçek şu ki oğ­lun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize göre şahidlik ediyoruz, gaybın bekçileri de değiliz."

Yüce Allah'ın: "Siz babanıza dönün" sözlerini: "Katiyyen bu yerden ay­rılmam" diyen kişi söylemişti. "Ve deyin ki: Ey Babamız! Gerçek şu ki oğ­lun hırsızlık etti."

İbn Abbas, ed-Dahhâk ve Ebu Rezîn;" Gerçek şu ki oğlun hır­sızlık etti" buyruğunu; "Gerçek şu ki oğlun hırsızlık yaptı di­ye itham edildi" diye okumuşlardır.

en-Nehhâs der ki: Bana Muhammed b. Ahmed b. Ömer anlattı, dedi ki: Bize İbn Şâzân anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b. Ebî Sureye el-Bağdadî anlat­tı, dedi'ki: Ben el-Kisaî'yi: "Ey babamız! Gerçek şu ki oğ­lun hırsızlık etti, diye itham edildi" şeklinde "sin" harfini ötreli ve şeddeli, "ra"yi da esreli olarak meçhul bir fiil şeklinde okudu. Yani hırsızlığa nisbet edildi ve hırsızlık yaptığı İthamı altında tutuldu. Nitekim bir kimseyi hainlik, fasıkhk veya tacirlik gibi hasletlere nisbet ettiğini anlatmak isteyen bir kim­senin; demesi de bunun gibidir.

ez-Zeccâc der ki: "Hırsızlık etti diye itham edildi" ifadesinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi onun hırsızlık yaptığı bilindi şeklinde, diğeri ise hırsızlık yapmakla itham edildi şeklinde. el-Cevherî der ki: şeklinde “ra" harfinin esreli okunması, çalınan şeye addır. (Mazisinde üstün, muzâriinde esreli olan) ra harfinin mastarında esreli ola­rak, "Çalmak" şeklinde gelir.

Yüce Allah'ın: "Biz ancak bildiğimize göre şahitlik ediyoruz" buyruğu ile ilgili olarak açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[257]

 

1- Bilgiye Dayalı Şahitlik:

 

Yüce Allah'ın (söylediklerini bildirdiği): "Biz ancak bildiğimize göre şa­hitlik ediyoruz" buyruğu ile şunu anlatmak istemişlerdir: Biz hep bildiğimiz şeye şahitlik ettik. Şimdi ise zahire göre şahitlik ediyoruz, gaybı bilmiyoruz. Sanki onlar Bünyamin'in: Sizin yükleriniz arasına bedellerinizi gizlice kim koy­du ise, bu su kabını da benim eşyam arasına o koymuştur, sözü dolayısıyla kendilerini itham altında hissetmişlerdi. Bu anlamdaki açıklama îbn îshak ta­rafından yapılmıştır. Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Biz Yûsuf un nez-dinde hırsızlık yapanın köleleştirüeceğine dair şahitliğimizi ancak senin di­nine dair bildiğimize göre yaptık. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır.

"Gaybın bekçileri de değiliz." Yani biz onu senden aldığımız sırada hır­sızlık yapacağını bilmiyorduk, bilseydik almazdık.

Mücahİd ve Katâde der ki: Biz senin oğlunun köleleştirileceğini ve işimi­zin bu noktaya geleceğini bilmiyorduk. Biz gücümüz yettiğince kardeşimi­zi koruyacağımızı söylemiştik.

İbn Abbas der ki: Onlar bu sözleriyle; kendileri uykuda İken kardeşleri­nin geceleyin hırsızlık yaptığını kastetmişlerdi. Çünkü gayb Himyerlilerin leh­çesinde gece demektir. Yine ondan nakledildiğine göre biz gece, gündüz, gi­derken ve gelirken neter yaptığını bilmiyorduk. Şöyle de açıklanmıştır: Bi­zim gözümüzün önünde olduğu sürece tatsız hiçbir şey olmadı, fakat önü­müzden kaybolup gittikten sonra durumları bize gizli kaldı.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Çalınan mal onun eşyası arasından çı­karılmıştı. Hatta bizim gözümüz önünde, biz ona bakar dururken, eşyası ara­sından biz çıkardık, ancak gaybı bilmiyoruz, belki de onlar kendisi hiç çal­mamış olduğu halde çaldı diye itham etmiş olabilirler.[258]

 

2- Bilgiye Dayanarak Yapılan Şahitlik:

 

Bu âyet-i kerîme hangi yolla bilinirse bilinsin, şahitlik yapmanın caiz ol­duğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü şahitlik aklen ve şer'an bilgi ile ala­kalıdır. Bilgisi olmayanların şahitliği dinlenmez ve ancak konuyu bilenlerden şahitlikleri dinlenir. Bütün şahitliklerde aslolan budur, bundan dolayı (mez­hebimiz mensubu) ilim adamlarımız şöyle demişlerdin Amanın şahitliği ca­izdir, kulakları duyanın şahitliği caizdir, dilsizin şahitliği işaretiyle ne demek istediği anlaşıldığı takdirde caizdir. Aynı şekilde yazıya dair şahitlik de -o ya­zının kendisine ait olduğundan veya filana ait olduğundan kesinlikle emin olması şartıyla- sahih bir şahitliktir.

Buna göre herhangi bir şeye dair kendisinde bir bilgi husule gelen her­kesin ona dair şahitlikte bulunması caizdir, isterse aleyhinde şahitlik yapıla­cak kişi (o işe dair) onu şahit tutmamış olsun. Nitekim yüce Altah da şöyle buyurmaktadır: "Bilerek hak ile şahitlik edenler müstesna,'' (ez-Zuhruf, 43/86) Rasûlullalı (sav) da şöyle buyurmaktadır: "Size şahitlerin en hayırlı­larını haber vereyim mi? Şahitlerin en hayırlıları kendisinden istenmeden ön­ce şahitliğini yerine getiren kimsedir."[259] Bu hadis-i şerif daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 41. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[260]

 

3- Yoldan Geçerken Görülen Ve Duyulanlara Dair Şahitlik:

 

Geçiş halindeki şahitliğe dair İmam Malik'in görüşleri farklı gelmiştir. Ge­çiş halindeki şahitlik bir kimsenin: Ben filanın yanından geçerken, onun şöy­le dediğini duydum, diye yapılan şahitliktir.

Konuyla ilgili iki görüşünden birisine göre böyle bir kimse eğer söylenen sözü tamamtyle kavramış ise şahitlik edebilir. Bir diğer görüşüne göre şahit­ler; kendisini bu hususta şahit tutmadıkça şahitlik etmez.

Sahih olan ise konuyu iyice kavraması halinde şahitlik edebileceğidir. İlim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir, doğrusu da budur. Çünkü bu şe­kilde istenen hasıl olmuş ve muayyen olarak konu ile ilgili bilgiyi elde etmiş bulunmaktadır. Doİayısı ile lehine şahitlik yapılan kimseye durumu bildirme­si halinde şahitlerin en hayırlısı olur, gizlemesi halinde de şahitlerin en kötüsü olur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[261]

 

4- Bir Kimsenin Muhtemel Olmayan Bir Hususa Dair Şahitliği:

 

Bir adam hiçbir şekilde olaya şahit tutulması ihtimali bulunmayan bir şe­ye tanık olduğunu iddia edecek olursa, o şahitliği reddolunur. Çünkü o ba­tıl bir iddiada bulunmuştur ve görünen durum da açıktan açığa onun yalan­cı olduğunu ortaya koymaktadır.[262]

 

82. "İçinde bulunduğumuz şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söyleyenleriz."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[263]

 

1- Doğru Söylediğinden Emin Olanın Tavrı:

 

"İçinde bulunduğumuz şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de sor" sözleri ile Hz. Ya'kub'un huzurunda şahit oldukları hususun gerçek mahiye­tini dile getirmek İstemişler ve babalarının da kendilerini itham etmemesi için haklarındaki zannı ortadan kaldırmak istemişlerdir. Onların: "Şehire de sor" demeleri, o şehir halkına sor demektir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Şehir ite de Mısır'ı kastetmektedirler. Bir görüşe göre onlar konakladıkları ve oradan yiyecek aldıkları, Mısır kasabalarından bir kasabayı kastetmişlerdir.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Kasaba her ne kadar cansız ise de "şeh­re sor" demeleri, sen Allah'ın peygamberisin. Allah da sana cansızları dahi konuşturur, demektir. Bu açıklamaya göre ise ayrıca muzaf takdirine gerek yoktur. Sîbeveyh der ki: Bir kimsenin Hind'in kölesini kastederek "Hind ite konuş" demesi caiz değildir, çünkü böyle bir ifadenin anlamı kestirilemez. "Kafile" ile ilgili açıklamalar da kasaba i!e ilgili açıklamaların aynısıdır.

"Biz" bu sözlerimizle "gerçekten doğru söyleyenleriz."[264]

 

2- Haklı Olan Kimselerin Haklarındaki Zanlan Bertaraf Etmeleri:

 

Bu âyet-i kerîmedeki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: Haklı olan ve ger­çek durumundan farklı bir şekilde hakkında zan besleneceğini yahutta veh­me kapılanlar bulunacağını bilen bir kimsenin, bu gibi ithamları ve kendisi ile ilgili her türlü şüpheyi ortadan kaldırması, gerçek durumunu açıklaması gerekir. Tâ ki herhangi bir kimsenin aleyhte söyleyecek bir sözü kalmasın. Nitekim Peygamberimiz Muhammed (sav), Hz. Safiyye ile bidikte mescidden çıkıp onu eve götürmek isterken yanından geçen iki kişiye: "Yavaş olun, ya­nımdaki Huyey kızı Safiyye'den başkası değildir" diyerek bunu yapmıştır. Onu görenler: Subhanallah demiş ve bu durum ağırlarına gitmişti. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz şeytan insanın içinde kanın ulaştığı yerle­re ulaşır. Ben de sizin kalplerinize herhangi bir şeyi bırakıvereceğinden korktum." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet [265]etmişlerdir.”[266]

 

83. Dedi ki: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Allah'ın hep birlikte onla­rı bana kavuşturacağını ümit ederim. Her şeyi bilen, yegâne hü­küm sahibi olan şüphesiz ki O'dur,"

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[267]

 

1- Nefsin. Süslediği Îş:

 

"Dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş." Oğ­lum çalmadığı halde çaldığını söylemeyi süslü göstermiş. Şüphesiz ki bu Al­lah'ın murad ettiği bir iş dolayısıyla böyle oluyor.

"Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır." Benim yapmam gereken iş gü­zel bir şekilde sabretmektir. Yahut sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, gü­zel bîr şekilde sabretmek benim için daha uygundur, demektir.[268]

 

2- Sabrın Gereği:

 

Nefsinde, evladında yahut malında hoşlanmadığı musibet ile karşı karşı­ya kalan herbir müslümanın, bu hoş olmayan olayı güzel bir sabırla karşı­laması görevidir. Bu işi onun başına getirene rıza ve teslimiyet göstermelidir. Bu işi başına getiren ise herşeyi bilen ve hikmeti sonsuz olandır. Müs­lüman bu gibi durumlarda Allah'ın peygamberi Hz. Ya'kub ile diğer peygam­berlere -Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun- uymalıdır.

Said b. Ebu Arûbe, Katâde'den, o el-Hasen'den naklen dedi ki: Kulun yut­tuğu iki tür yudum vardır ki, Allah için bunlardan daha sevimlileri yoktur. Bu yudumların birisi kulun güzel bir sabır ve güzel bir metanet ile yudumladı­ğı musibet yudumudur. Diğeri ise kulun tahammülkârlık ve af ile yudumla­dığı öfke yudumudur.

İbn Cüreyc de, Mücahid'den naklen yüce Allah'ın: "Güzel bir sabır"

buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediğini nakletmektedir: Ben bundan dolayı hiçbir kimseye şekva etmeyeceğim (demektir).

Mu katil b. Süleyman, Ata b. Ebi Rebah'dan, o Ebu Hureyre'den rivayet et­tiğine göre Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İçini açıp (musibetini) yayan kim­se sabretmiş olmaz."[269]

Bakara Sûresi'nde de (2/Î55. âyetin tefsirinde) sabrın iik sadme esnasın­da gösterilmesi gerektiğine dair açıklamalar ile ne kadar eski olursa olsun, musibetini hatırladığında istircâ yapan (innâ lillah... diyen)in mükâfatına da­ir açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Cuveybir, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbas'tan naklen dedi ki: Hz. Ya'kub'a, Hz. Yûsuf dolayısıyla yüz şehit ecri verilmiştir. İşte bu ümmetten olup da kar­şılaştığı musibetinin mükâfatını Allah'tan bekleyen kimseye de Ya'kub (a.s)ın ecri gibi ecir verilecektir. "Allah'ın hep birlikte onları bana kavuşturaca­ğım ümid ederim." Çünkü Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un ölmediği kanaatinde idi. Ona göre sadece Yûsuf'tan haber alamıyordu.

Çünkü Yûsuf kendisi adına hiçbir şey yapamayacak bir köle olarak götü­rülmüştü. Sonra onu hükümdar satın almıştı. Hükümdarın evinde kalıyor ve kimselere görü nem iyordu. Daha sonra zindana atıldı, yeryüzünde iktidara sa­hip olunca babasının durumundan haberdar olması için hile (çare)lere baş­vurdu. Herhangi bir haberci göndermedi. Çünkü kardeşlerinin bunu öğrenip elçinin babasına ulaşmasını engellemeye kalkışmalarını istememişti. Hz. Ya'kub: "onları" demesi ise üç kişi olmalarından dolayıdır. Hz. Yûsuf onun öz kardeşi ve kardeşi dolayısıyla geriye kalarak gelmeyen diğeri. Bu ise: "Katiyyen bu yerden ayrılmam" diyen kişi idi.

"Herşeyi" ve bu arada halimi de çok iyi "bilen" verdiği hükümlerde "ye­gane hüküm sahibi" ve hikmeti sonsuz "olan şüphesiz ki O'dur."[270]

 

84. Onlardan yüz çevirip: "Ya esefâ alâ Yûsuf" dedi ve kederinden gözlerine ak düştü. Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklı­yordu.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[271]

 

1- Kederden Ak Düşen Gözler:

 

"Onlardan yüz çevirip..." Çünkü Rünyamİn'in de haberini alınca artık Hz. Ya'kub'un kederi doruk noktasına ulaştı ve bütün gücünü kaybetti. Yüce Al-iah, Yûsuf dolayısıyla uğradığı musibetini adeta yeniledi. O bakımdan: "Yâ esefâ alâ Yûsuf" dedi. Oğlu Bünyamin'i unuttu ve onu hatırlamaz oldu.

Bu şekildeki açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Said b. Cübeyr der ki: Ya'kub (a.s) bizim Kitabımızda yer alan istircâ (innâ lillah...)ı bilmiyordu, eğer bu istircâyı bilseydi, hiçbir şekilde "yâ esefâ alâ Yûsuf demezdi.

Katâde ve el-Hasen derler ki: Bu ey benim kederim.., demektir. Mücahid ve ed-Dehlıâk ise: Ey benim son haddine varan tahammülüm anlamındadır, demişlerdir. Şair Küseyyir der ki:

"Kalb nasıl yüz çevirdi ve nefis teselli edilince

Nasıl teselli buldu diye, her ikisine de esef (yazıklar) olsun."

Esef; elde edilemeyen ve geçen dolayısıyla aşın hüzün ve keder demek­tir. Başına getirilen nida "ya" da: Gel ey esef, çünkü artık bu senin gelece­ğin vakittir, anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu tabirin aslı "yâ esefi: Ey be­nim kederim" şeklindedir. Fetha hafif olduğundan dolayı sondaki "ya" elife ibdâl edilmiştir.

"Ve kederinden gözlerine ak düştü." Denildiğine göre altı yıl süreyle göz­leriyle görmedi, kör olmuştu. Bunu Mukatil söylemiştir. Yine denildiğine gö­re göze ak düştüğünde az da olsa bir görme olur. Hz. Ya'kub'un halini en iyi bilen ise Allah'tır. Gözlerine ağlamaktan dolayı ak düşmüştü, fakat ağlama­sının sebebi kederiydi. Bundan dolayı yüce Allah: "Kederinden" diye buyur­maktadır.

Yine denildiğine göre Hz, Ya'kub namaz kılarken, Hz. Yûsuf önünde eni­ne doğru yatıyordu. Uykusunda hafif horladı, Hz. Ya'kub ona doğru baktı. İkin­ci bir defa daha horladı, yine Hz. Ya'kub ona baktı. Sonra üçüncü bir defa horladı, yine Hz. Ya'kub hem ondan, hem horlamasından dolayı sevinç ile ona baktı. Yüce Allah meleklerine şunu vahyetti: "Şu benim seçkin kuluma ve ha-lil'İmin oğluna (torununa) bakınız. Bana münacatta iken benden başkasına İl­tifat edip bakıyor. İzzetim ve celalim hakkı için onlarla yönelip baktığı o iki gözbebeğini ondan alacağım. Kendisini dönüp baktığı kişiden onu seksen yıl süreyle ayıracağım. Tâ ki amel edenler Benim huzurumda ayağa kalkanların, Benim gözetimim altında olduğunu bilmeleri gerektiğini bilsinler."[272]

 

2- Namazda Sağa Sola İltifat Etmek:

 

Bu olayda namazda (sağa sola bakarak) iltifat etmenin, namazı iptal et­mese dahi bundan dolayı cezanın söz konusu olacağına ve namazın eksik ka­lacağına delil vardır.

Buharı, Âişe (r.anha)dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)a na­mazda (sağa sola dönerek) iltifata dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Bu şeytanın kulun namazından gizlice çaldığı bir şeydir. "[273]

İleride Mü'minun Sûresi'nin baş taraflarında bu hususa dair ilim adamla­rının görüşleri -yüce Allah'ın İzniyle- kapsamlı bir şekilde gelecektir.[274]

 

3- Hz. Ya'kub'un Kederinin Sebebi:

 

en-Nehhâs der ki: Bir grup kimse Hz. Ya'kub'un -Allah ona ve peygambe­rimize salât ve selâm eylesin- aşın kederinin sebebinin ne olduğuna dair so­ru sordular. Bu konuda ilim adamlarının üç türlü cevabı vardır. Bu cevaplar­dan birisi şöyledir: Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un hayatta olduğunu öğrenince di­nine zarar geleceğinden korktu. İşte bundan dolayı oldukça kederlendi.

Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub'un kederlenmesi oğlunu, kardeşlerine küçük yaşına rağmen teslim etmiş olmasıdır. Buna sonradan pişman olduğun­dan üzülmüştür.

Üçüncü bir açıklamaya göre -ki bu, bu cevapların en açık ve kuvvetli ola­nıdır- keder yasaklanmış bir şey değildir. Yasaklanmış olan yaygara basmak, elbiseleri yırtmak ve uygun olmayan sözler söylemektir. Peygamber (sav) da: "Göz yaşanr, kalb kederlenir ama Rabbi gazablandıran bir şey de söyleme­yiz."[275] diye buyurmuştur. Yüce Allah da: "Attık o hüznünü açıklamayıp içiö-de saklıyordu" buyruğu ile bunu açıklamaktadır. Yani Hz. Ya'kub gam ve ke­derle dolup taşmakla beraber, bunu içinde tutuyor, kimseye açmıyordu. Nitekim kederin saklanıp, gizlenmesi anlamında; ifadesi de buradan gelmektedir. Buna göre; ise keder yolu kendisine karşı tıkanmış kim­se demektir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ha­ni o gamla dolu dolu dua etmişi ." (el-Kalem, 68/48) İçi kederle dolup taş­mıştı, demektir, Bu kelimenin, kederini yutan, gizleyen anlamına gelmesi de mümkündür. Bu da kederini örten ve kimseye açmayan kimse demektir. İbn Abbas'dan: Kederini içinde saklayan ve üzüntülü bir kimse, diye açıkladığı nakledilmektedir. Şair de der ki:

"Eğer Şâs'ın musibeti dolayısıyla kederimi içime atıyor idiysem de, Artık bugün ben dilimin bağını çözmüş bulunuyorum."

İbn Cüreyc, Mücahid'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Ya'kub'un kederden gözleri görmez olmuştu. "Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu."

İbn Abbas, o kederli idi diye açıklamıştır. Mukatil b. Süleyman ise Atâ'dan, o İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Artık o hüznünü açıklamayıp içinde sak­lıyordu" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: O aşırı derece­deki hüzün ve kederini gizliyor, açmıyordu. Demek istiyor ki: Hz. Yûsuf un hayatta olduğunu bilmekle birlikte, nerede olduğunu bilmiyordu. İşte bun­dan dolayı oldukça kederli idi.

el-Cevherî der ki: (İbn Abbas'ın açıklamada kullandığı): kelime­si, gizlenip saklanan keder demektir. İşte bu kelime ile aynı kökten olmak üzere; "Adam kederini gizleyip sakladı" denilir. İsm-i faili de; diye gelir.

en-Nelıhâs der ki: "Filan kişi oldukça kederlidir ve kede­rinden şikayet etmemektedir" demektir. Şair de der ki:

"Kavmimi (savaşa) teşvik ettim ve ben düşmanla savaşmayı bir şeref saydım, Onlar ise ölüm korkusundan dolayı kederlerini içlerinde saklamışlardı."[276]

 

85. Dedilerki: "Hâlâ Yûsuf u anıp duruyorsun. Allah'a andolsun ki  sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin. Yahut ölüp gi­denlerden olacaksın."

86. Dedi ki: "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Al­lah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum."

"Dediler ki: Halâ Yûsuf u anıp, duruyorsun." Yani çocukları kendisine:

Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun, "Allah'a andolsun ki..." dediler.

el-Kİsaî der ki: "Bunu hâlâ yapıyorum, yaparım" demektir el-Ferrâ, ın takdiri olarak var oiduğunu yani "Durmaksızın..." şek­linde olduğunu iddia eder ve şu beyiti nakleder:

"(Ona) dedim ki: Allah adına yemin olsun, burada oturup duracağım, İsterse senin önünde başımı ve eklemlerimi koparsmlar."

Yani buradan ayrılmayacağım... demektir. en-Nehhâs der ki: Bu söylediği güzel ve doğrudur.

el-Halil ve Sibeveyh ise; nın yemin halinde takdir edileceğini iddia et­mişlerdir. Çünkü yemin halinde açıklanması zor bir taraf olmaz. Eğer böyle bir takdir vacib olsaydı, bu "lâ" yerine "len" olmalı İdi.

Hz. Ya'kub'un oğullarının babalarına bunu söylemelerinin sebebi ise ke­sin olarak babalarının bu üzüntülü halini devam ettireceğini bilmelerinden dolayıdır. Mesela; "O bu işi yapmaya devam edip duruyor" de­nilir ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekil de ancak red ve inkâr ile bir­likte kullanılırlar. Şair der ki:

"(Atlar) toz çıkarmaya devam edip durdu, öyle ki onların çıkardıkları tozlar Oldukça rüzgarlı bir günde yukarı doğru yükselen bir suru andırıyordu."

İbn Abbas da; devam edip duruyorsun diye açıklamışım "Sonunda ya kederinden hastalanıp, eriyeceksin" telef olup gidecek­sin. İbn Abbas ve Mücahid der ki: Hastalığından dolayı ölüme yakın bir ha­le geleceksin demektir. Şair de der ki:

"Kederim yayıldı, hasta etti beni

Çok eskiden beri de hastalığımı arttırmıştı.

İşte bugünden önce sevgi de böyledir,

Bu da helake götüren sebepler arasındadır."

Katâde bu kelimeyi yaşlanıp çökeceksin diye açıklarken, ed-Dahhâk çürüyüp gideceksin, Muhamrned b. İshak aklın başından gidecek diye açıkla­mışlardır.

el-Ferrâ der ki: Bedenî ve aklî dengesini kaybetmiş kimseye de­nilir, da aynı anlamdadır.

İbn Zeyd der ki: Bu tabir erzeli ömüre (yaşlılığın en perişan haline)dön-dürülmüş kişi hakkında kullanılır.

er-Rabî' b. Enes de bu, derisi kemiğine yapışmış (bir deri bir kemik kal­mış)  kişi demektir. el-Müerric ise kederinden erimiş kimse, el-Ahteş yok olup gitmiş kimse, İbnu'l-Enbârî helak olup gitmiş kimse diye açıklamışlardır. Bun­ların hepsinin anlamı birbirine yakındır.

Bu kelimenin asıl anlamı kederden, aşktan yahut yaşlılıktan bedenî ya da aklî dengesini kaybetmiş kimse demektir. Bu açıklamalar Ebu Ubeyde ve baş­kalarından nakledilmiştir. el-Arcî der ki:

"Ben bir sevginin istilasına uğramış birisiyim, bu sevgi benim aklî ve

bedenî dengemi bozmuştur, Nihayet çürüyüp gittim ve sonunda hastalık beni alabildiğine inceltti."

en-Nehhâs derki: Bir kimsenin hastalıktan adeta çürüme halini anlatmak için; şeklindeki fiil kullanılır. İsm-i faili ise; şeklinde gelir. Şu kadar var ki, ikinci sekilin tesniyesi ve ço­ğulu yapılmaz. Tıpkı; "Layıktır, yaraşır" kelimelerinin de tesniye ve çoğullarının gelmeyişi gibi.

es-Sa'lebî der ki: Araplar arasında müzekker olarak İsm-i faili; şek­linde, müennes ism-i failini de; şeklinde söyleyenler de vardır. O ba­kımdan bu lafız sıfat olarak kullanılacak olursa, hem tesniyesi, hem çoğulu, hem de müennesi kullanılabilir. Ayrıca; "Hastalanıp eri­di, erir, hastalanıp eriyiş" diye de kullanılır. İsm-i faili de; şek­linde gelir. İsm-i mef'ul olarak; şekli de kullanılır ve şöyle bir be­yit nakledilir:

"Tam bir gün boyunca atlılar takib etti onu,

Onu yakalaaaydılar şayet, hiç şüphesiz helak oluvermişti."

İmruuJ-Kays da der ki:

"Develer sahibi kişinin ölmek noktasında hastalandığını görüyorum, O diyardaki genç ve hasta bir devenin bitip tükenmesi gibi."

en-Nehhâs der ki: Dilbilginleri kederin hasta düşürdüğü kimse hakkında; "Keder onu hasta etti" diye kullanıldığını ve; ın da; ahmak bir adam anlamına geldiğini nakletmişlerdir.

Enes bu kelimeyi "ha" harfi ötreli, "ra" harfini de sakin olarak okumuş­tur. "Çöven çubuğu gibi" demektir. el-Hasen de "lıa" ve "ra" harflerini ötreli oku'muştur.

el-Cevherî der ki: " Çöven (otu)" demektir.

"Yahut ölüp gidenlerden olacaksın." Bu, hepsinin söyledikleri bir söz­dür. Bu sözden maksatları ise, bu işin sebebi kendileri olsalar dahi, Hz. Ya'kub'a şefkatleri dolayısıyla ağlayıp kederlenmesini engellemektir.

"Dedi ki: Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarını."

Sözlükte; "Açmak" kelimesi aslında insanın saklamaya hazır olma­dığı başına gelen helak edici şeyler demektir. Bu kelime; " Onu saçıp dağıttı" ifadesinden gelmektedir. Mecazi olarak musibete de; denilmiş­tir. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Devemi Meyye'nin (harabesi kalmış) evinin yambaşında durdurdum, Orada sürekli ağladım ve konuştum onunla,

Yağmur yağsın diye dua ettim orasına, öyle ki anıp durduğum musibetten Dolayı, benimle konuşacaktı neredeyse taşları ve oyun alanları."

İbn Abbas der ki: Bu kelime keder ve üzüntüm, demektir. el-Hasen, ih­tiyacım diye açıklamıştır. Bunun, hüznün en ileri derecesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Gerçek mahiyeti ise sözünü ettiğimiz şekildedir.

"Ve üzüntümü" lafzı da bir öncekine atfedilmiştir. Aynı anlamda olmak­la birlikte onu başka bir lafızla tekrarlamıştır.

"Ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilme­yeceğiniz şeyleri biliyorum" Yani ben Yûsuf un rüyasının doğru çıkacak bir rüya olduğunu, benim onun önünde secde edeceğimi biliyorum. İbn Abbas bu açıklamayı yapmıştır. Katâde: Ben yüce Allah'ın bana ettiği İhsanlarından hakkında hüsn-ü zan beslemeyi gerektirecek şeyler biliyorum, diye açıkla­mıştır.

Denildiğine göre Hz. Ya'kub ölüm meleğine Yûsuf un ruhunu kabzettin mi diye sormuş, o: Hayır diye cevap verince, onun ümitvar olmasını daha bir pekiştirmişti.

es-Süddî der ki: Ben Yûsuf un hayatta olduğunu biliyorum, demektir. Çün­kü oğullan kendisine bu hükümdarın davranışını, adaletini, ahlâkını ve söz­lerini bildirince Hz. Ya'kub, bu kimsenin oğlu olduğunu hissetti, o bakım­dan üniitlendi ve muhtemeldir ki bu Yûsuf tur dedi.

Yine şöyle dedi: Yeryüzünde doğru sözlü (siddîk) ancak peygamber bir kimse olabilir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Ya'kub, ben darda kalanların dualarının kabul edildiğine dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, demek istemişti.[277]

 

87. "Oğullarım! Gidin, Yûsuf u ve kardeşini arayın, araştırın. Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğun­dan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez."

"Oğullanml Gidin, Yûsuf u ve kardeşini arayın, araştırın." İşte bu ifa­de Hz. Ya'kub'un, Hz. YûsuPun hayatta olduğundan kesinlikle emin oldu­ğunun delilidir, Hz. Ya'kub bunu ya rüya ile ya -kıssanın baş tararlarında geç­tiği gibi- yüce Allah'ın kurdu konuşturmasıyla ya ölüm meleğinin Hz. Ya'kub'a henüz YûsuPun ruhunu kabzetmediğini bildirmesi ile bilmişti. Da­ha kuvvetli görülen görüş de budur.

Tehaşsüs, aramak, araştırmak, bir şeyi duyu organlarıyla aramak demektir. O bakımdan bu kelime "his"den; "tefa'ül" veznindedir. Yani şu siz­den kardeşinizi getirmenizi isteyen ve onu alıkoymakta size karşı bir hileye başvuran adamın yanına gidin, ona ve izlediği yola dair soru sorun.

Rivayete göre ölüm meleği Hz. Ya'kub'a: Sen onu bu taraftan araştır di­yerek, Mısır cihetini işaret etmiştir. Denildiğine göre de Hz. Ya'kub yiyecek maddelerinin bedelinin geri ödenmesi ve Hz. YûsuPun kardeşinin alıkonul­ması ile keramet izharı yollarıyla, Hz. YûsuPun farkına varmıştır. Bundan do­layı Hz. Ya'kub çocuklarını başka tarafa değil de yalnızca Mısır tarafına göndermişti.

"Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin." Yani Allah'ın kurtarışından yana ümitsiz olmayın. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Şunu söylemek is­tiyor: Mü'min Allah'tan kurtuluşu ümid eder, kâfir ise sıkıntılı halde iken ümit­sizliğe düşer. Katâde,ve ed-Dalıhâk derki: "Ravhullah", Rahmetullah (Allah'ın rahmeti) demektir.

"Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" buyruğu Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin büyük günahlardan olduğuna delildir.

İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi'nde (39/53. âyetin tefsirinde) gelecektir.[278]

 

88. Bunun üzerine huzuruna geldiklerinde dediler kî: "Ey Aziz! Bi­zi de, ailemizi de darlık sardı. Fek değerli olmayan bir bedel ile geldik. Bize yine tam Ölçek ver ve ayrıca bize tasadduk da et. Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır."

Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine huzuruna girdiklerinde dediler ki; Ey Aziz" Ey sağlam, korunmuş, kendisine zarar veremeyeceğimiz kişi "bizi de, ailemizi de darlık sardı." Bu onların üçüncü defa Mısır'a dönüşleri idi, İfadede hazfedilmiş sözler de vardır. Yani nihayet Mısır'a çıkıp gittiler, Yû­suf'un huzuruna girdiklerinde "taizide, ailemizi de darlık" yani açlık ve ih­tiyaç "sardı" isabet etti, dediler.

Bu buyrukta, darlık yani açlık esnasında şikayetin caiz olduğuna delil var­dır. Hatta bir kimse fakirlik ve benzeri şeylerden ötürü kendisine darlık ve sıkıntı geleceğinden korkacak olursa, faydalı olacağını umduğu kimselere ha­lini açıklaması vacibtlr. Nitekim kendisini tedavi elmesi için, doktora duydu­ğu rahatsızlıklardan şikayet etmesinin vacib olması gibi. Böyle bir durum te­vekküle aykırı değildir. Ancak bu gibi hallerde şikayetin bir çeşit kızgınlık ve gazablanmak suretiyle olmaması şartı vardır. Musibetlerde sabır ve meta­net göstermek ise daha güzeldir.

Dilenmeytp atıflik göstermek daha faziletlidir. Şikayet halinde en güzel söz, Mevla'dan belânın sona ermesini dilemektir. Bu da Hz. Ya'kub'un: "Ben ke­der ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilme­yeceğiniz şeyleri biliyorum" (Yûsuf, 12/86) demesi ile olur. Yani ben O'nun güzel muamelesini, üstün lütfunu ve kullarına bağışlarını bilirim.

Şekva dinlemek makamında olmayanlara şekvada bulunmak ise -içini aç­mak ve teselli kastıyla olması hali müstesna- beyinsizliğin ta kendisidir. Ni­tekim İbn Dureyd şöyle demektedir:

"Sanma ey dehr! Boyun eğeceğimi beni bıçaklar gibi Kesip doğrayan bir musibete;

Sen öyle bir kimseyle oturup kalktın ki eğer felekler üzerine yıkılacak olsa, Göğün dört bir yanından; şikayet etmez. Fakat ağzın etrafında balgamdan dolayı biriken köpükleri, Kafasını sallayarak bir kenara bırakan, göğsünden rahatsız bir kimsenin üflemesi gibi gelir, o belalar ona."

Yüce Allah'ın: "Pek değerli olmayan bir bedel ile geldik" buyruğundaki Bedel" kelimesi bir şeyin satın alınması kastı ile verilen bir par­ça mal demektir. Mesela; "Bir şeyi ticaret mah ve be­deli kıldım" demektir. Darb-ı meselde de; " (Hurma bol­luğu ile meşlıur) Hecer'e hurma götürüp ticaret yapmak isteyen gibi" denil­mekledir.

"Pek değerli olmayan" kelimesi "bedel" kelimesinin sıfatıdır. Mastarı olan; ise iterek, sürmek ve sürüklemek anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı kökten gelen fiil kullanılmaktadır: "Görmez misin ki Allah bulutları sürüyor..." (en-Nur, 24/43)

Buradaki anlamı, bu zorla itilen, sürülen bir bedeldir ve bunu herkes ka­bul etmez. Sa'leb der ki: Buradaki "pek değerli olmayan bedel"den kasıt tam olmayan, eksik bedel demektedir, Burada bu bedelin tayini hususunda fark­lı görüşler vardır. Bu bedelin kurutulmuş et, hurma, kavrulmuş un ve yağ ka­rı şı mı bir yemek olduğu da söylenmiştir. Bunu el-Vakidî, Ali b. Ebi Talib (r.a)dan nakletmektedir.

Yine denildiğine göre onların götürdükleri bedel eskimiş çuvallar, heybe­ler ve iplerdi. Bu açıklama da İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Yine denildiğine göre Arapların eşyası yün ve sade yağdır. Bu açıklama Abdullah b. el-Hâris'e aittir.

Bir diğer görüşe göre götürdükleri bedel çitlenbik ile bitim diye bilinen Şam bölgesinde yetişen, yenen ve sabun yapmak için yağı çıkartılan bir çe­şit taneli yiyecekti. Bu açıklamayı da es-Salih yapmıştır. Bunları yiyecek alı­mında geçerli kabul edilmeyen fakat insanlar arasında tedavülde kullanılan dirhemlere satmışlar ve: Sen bu dirhemleri bizden yiyecek alımında da kul­lanılabilen kaliteli dirhemler gibi hesab et, demişlerdi.

Bir diğer açıklamaya göre götürdükleri bedel kalitesiz dirhemlerden iba­retti. Bunu da İbn Abbas söylemiştir. Yine denildiğine göre bu paralar üze­rinde Hz. Yûsuf un sureti yoktu. Çünkü Mısır dirhemleri üzerinde Hz. Yûsuf un sureti vardı.

ed-Dahhâk der ki: Götürdükleri bedel ayakkabı ve deri idi. Yine ondan nakledildiğine göre elenmiş ve kavrulmuş un idi. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır.

"Bize yine tam ölçek ver ve ayrıca bize tasadduk da et" buyruğuna da­ir açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[279]

 

1- Adalet ve Fazilet:

 

Yüce Allah'ın: "Bize yine tam ölçek ver" ifadesi ile şunu kastetmişlerdi: Sağlam ve kaliteli dirhemlere karşılık verdiğin gibi ver ve bizim dirhemleri­mizden dolayı bize eksik verme. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşü budur.

İbn Cüreyc der ki: "Bize yine tam ölçek ver" sözleriyle daha önce kar­deşleri için Ölçmüş olduğu miktarı vermesini kastetmişlerdi. "Ve ayrıca bi­ze tasadduk da et." Yani kaliteli dirhemlerle, kalitesizler arasındaki farkı da sen bize lütfet. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr, es-Süddî ve el-Hasen yapmış­lardır. Çünkü mutlak manasıyla sadaka peygamberlere haramdır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştin Hakkımızdan daha fazlasını bize tasadduk et, demektir. Bu açıklamayı da Süfyan b. Uyeyne yapmıştır. Müca-hid der ki: Sadaka ancak Peygamberimiz Muhammed (sav)a haram kılınmış­tır. İbn Cüreyc der ki: Yani kardeşimizi bize geri vermek suretiyle "bize ta­sadduk da et" demektir. İbn Şecere der ki: "Bize tasadduk da et" yani bizi affet, bize müsamaha ile muamele et, demektir. Bu açıklamaya şairin şu bey­tini de delil göstermektedir:

"Bize tasadduk et (müsamaha göster) ey Affâıı'ın oğlu ve ecrini Allah'tan bekle, Başımıza da günler boyunca el-Eş'arî'yi emir tayin et."

"Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır." Âlıiretteki mükâfatı kas­tetmektedir. Denildiğine göre bu, sözlü ta'rizler arasında yer alır. Çünkü on­ların kanaatlerine göre Hz. Yûsuf kendi dinleri üzere değildi. Bundan dola­yı onlar: Bu sadakan sebebiyle şüphesiz Allah seni mükâfatlandıracaktır demeyip kendisine böyle bir maksatla söz söyledikleri izlenimini verecek bir ifade kullandılar ve bu ifadeleri, yorumlanmak suretiyle doğru bir anlama gelebilirdi. Bu açıklamayı en-Nakkâş yapmıştır. Hadis-i şerifte de: "Şüphesiz ki ta'riz (üstü kapalı) ifadelerde yalandan bir kurtuluş yolu [280]vardır.”[281]

 

2- Kile İle Ölçenin Ücretini Kim Öder:

 

Malik ve onun dışındaki ilim adamları (bu buyruğu), kile ile ölçenin üc­retini satıcının vermesi gerektiğine delil göstermişlerdir. İbnu'l-Kasım ve İbn Nât derler ki: Malik dedi ki: Kardeşleri Hz. Yûsuf'a: "Bize yine tam ölçek ver" dediler. Kiie ile ölçen bizzat Yûsuf'un kendisi idi. Tartı ile tartan, sa­yan ve diğerlerinin durumu da böyledir. Çünkü bir kimse yiyeceklerinden sayısı belli bir miktar satacak olur ise o miktar üzerinde akit vacib olur ve kendisinin de o miktarı açıkça ortaya çıkartıp müşterinin hakkını kendi hak­kından ayırması gerekir. Şayet bir yığın yahut ta hakkının alınabileceği bir mal şeklinde muayyen bir bölümünü satacak olup da alıcıyı o malla serbest olarak başbaşa bırakırsa, satılan mal üzerinde cereyan eden işlemleri yap­mak satın alana aittir. Kile ile ölçmek yahut tartmak suretiyle hakkın alına­bileceği şeylerde durum böyle değildir. Çünkü satıcının bedeli hakedebil-mesi ancak sattığının tamamen ödenmesi halinde söz konusudur. Tam ola­rak teslim söz konusu olmadan satılan maldan bir şey telef" olursa, bu satı­cıdan gider.[282]

 

3- Karşılıklı İlişkilerde İstenen Ek Hizmetlerin Ücretini Ödeyecek Taraf:

 

Nakit ödemenin kalitesinin tesbit ücretini ödemek de satıcıya aittir. Çün­kü dirhemlerini ödeyen satın alıct, bu dirhemler sağlamdır, der. Kalitesiz ol­duklarını iddia eden sensin, o halde kendi işini kendin gör. Aynı şekilde bu­nun faydası satana ait olduğundan dolayı ücreti de onun ödemesi gerekir.

Kendisine kısas uygulanması gereken kimsenin de bu gibi bir sorumlu­luğu yoktur. Zira böyle bir kimsenin (mesela) kendi elini kesmesi icab etmez. Ancak böyle bir şeyi kendi iradesiyle yapması hali müstesnadır. Çünkü ona farz olan sadece elinin kesilmesini kabul etmesidir. Şayet kısas uygulanma­sını isteyen kişi ondan bu işi (kendi elini kesmesini) isteyecek ve bu husus­ta onunla anlaşacak olursa, kesme ücretini kısas uygulanmasını isteyen ki­şinin Ödemesi gerekir.

Şafiî de kendisinden nakledilen meşhur görüşünde: Bu tıpkı satıcıda ol­duğu gibi kendisine kısas uygulanacak olan kişi tarafından ödenmelidir.[283]

 

4- Allah'ın Lütfundan Dilemek:

 

Kişinin duası esnasında: Allaiı'ım bana tasadduk eyle, diye dua etmesi mek­ruhtur. Çünkü sadaka, sevap elde etmek isteyen kimse tarafından verilir. Şa­nı yüce Allah ise bütün nimetler ile mükâfat vermek suretiyle lutufta bulu­nandır. O'ndan başka bir Rab yoktur.

el-Hasen bir adamın: Allah'ım bana tasadduk eyle dediğini İşitince, şöy­le demiş: Be hey adam, şüphesiz Allah tasadduk etmez. Ancak mükâfat al­mayı uman kimse tasaddukta bulunur. Sen yüce Allah'ın: "Çünkü Allah sa­daka verenleri mükâfatlandırır" buyruğunu hiç duymadın mı? Bunun ye­rine: Allah'ım bana ver ve bana bol bol lütfedip, bağışla! diye dua et.[284]

 

89. Dedi ki: "Siz cahiller iken Yûsuf a ve kardeşine neler yaptığını­zı biliyor musunuz?"

90. "Aaa! Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler. O dedi ki; "Ben Yûsuf um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütfetti, çünkü kim kor­kar ve sabrederse herhalde Allah İyilik edenlerin mükâfatları­nı boşa çıkarmaz."

91. Dediler kiî "Allah'a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz hata işlemiştik."

92. Dedi ki: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağ­firet buyursun. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.

93. "Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır. Bütün ailenizi de alıp bana getirin."

"Dedi ki: Siz cahiller iken Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı bili­yor musunuz?" Bu hatırlatma ve azar anlamında bir sorudur. Kastedilen ise yüce Allah'ın: "Andolsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber vereceksin."

(Yûsuf, 12/15) âyetinde sözü edilen husustur.

"Siz cahiller İken" ifadesi de onların Hz. Yûsuf'u aldıkları sırada henüz peygamber olmamış ve yaşlarının küçük olduğuna delildir. Zira ancak bu ni­telikte olan bir kimse "cahillikle" nitelendirilir.

Bu buyruk aynca o anda, onların hallerinin düzelmiş olduğuna delildir. Ya­ni siz bu işi yaşça küçük ve cahil iken yapmış idiniz. Bu anlamdaki açıklama­yı İbn Abbas ve el-Hasen yapmıştır. Buna göre onların söyledikleri nakledi­len: "Doğrusu biz hata işlemiştik" şeklindeki ifadeleri yaşlan ilerlemiş oldu­ğu halde, utançlarından ve babalarından korkularından dolayı ona yaptıkla­rını haber vermedikleri anlamındadır. Bunun, sonucun nereye varacağını bilmeyenler anlamına geldiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Aaal Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler. Hz. Yûsuf'un huzuru­na girib de: "Bizi de, ailemizi de darlık sardı" (Yûsuf, 12/88) deyip ona ita­at gösterip, alçak gönüllülüklerini arzedince, onlara karşı yumuşadı, kalbi­ne rikkat geldi ve kendisini onlara lamtarak: "Yûsuf a ve kardeşine neler yap­tığınızı biliyor musunuz?" dedi. Bunun üzerine onlar da uyanıp: "Aaaî Sen, evet sen YûsuTsun öyle mi? dediler."

Bu açıklamayı tbn İshak yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf gülümseyince, onu Yûsuf'a benzettiler ve bu konuda ona soru sordular.

İbn Abbas der ki: Hz. Yûsuf kendilerine: "Yûsufa ve kardeşine neler yap­tığınızı biliyor musunuz?" âyetinde geçen sözleri söyleyince, daha sonra da Yûsuf gülümseyince -Yûsuf (a.s) gülümsedi mi dişleri ipe dizili inci gibi gö­rünürdü- onu YûsuPa benzettiler ve soru île durumu anlamak maksadıyla: "Aaa! Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler.

Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre kardeşlen tacını başından çıkar-tıncaya kadar onu tanıyamadılar. Alnının üst tarafında ona dair bir alamet var­dı. Hz. Ya'kub'un da onun gibi bir alameti vardı ve bu bir beni andırıyordu. Uz. Yûsuf kendilerine: "Yûsuf a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dediğinde, başındaki tacı kaldırdı ve onu tanıyarak: "Aaal Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler.

Yine İbn Abbas[285] der ki: Hz. Ya'kub ona oğlunu geri vermesi için bir mekltp yazdı. Mektup'ta şöyle deniyordu: Allah'ın haiili, İbrahim'in oğlu, Allah'ın kurbanlıkla fidye verip, boğazlanmaktan kurtardığı (zebîlıullah) ishak'ın oğlu, Allah'ın seçkin kulu Ya'kub'dan, Mısır Aziz'ine! İmdi bizler belâ ve mihnetlere duçar bir aile halkıyız. Allah dedemi Nemrut ve ateşiyle imtihan et­ti, daha sonra babam İshak'ı da Allah için boğazlanmakla imtihan etti. Beni de çocuklarım arasında en çok sevdiğim oğlum ile imtihan etti. Sonunda ağ­lamaktan gözlerim görmez oldu. Ben hiçbir zaman çalmadım, benden çalan bir çocuk da dünyaya gelmedi. Vesselam."

Hz. Yûsuf bu mektubu okuyunca, eklemleri yerinden oynadı, titredi. Derisinin tüyleri diken diken oldu ve gözlerinden boşanırcasına yaş akıttı. Tahammülü ve sabrı kalmadı ve bilinmeyen sırrı açıkladı.

İbn Kesir; "Sen...sin öyle mi?" buyruğunu haber anlamında; "Muhakkak ki sen... sun" diye okumuştur. Bu kıraatin bu haüyle de yüce Allah'ın: "Nimet diye başıma bunu mu kakıyorsun?" (eş-Şuarâ, 26/22) buyruğu gibi istifham olması da mümkündür,

"O da dedi ki: Ben Yûsuf'um." Evet, ben o zulme uğrayan, öldürülmek istenen Yûsuf'um. O; ben, oyum demeyerek olayın büyük bir olay olduğu­na işaret etmek istemişti.

"Allah bize" kurtulmak ve hükümdarlık ihsan etmekle "lutfetü, çünkü kim korkar ve sabrederse" kim Allah'tan korkar, musibetlere ve masiyeilere kar­şı sabredip, direnirse "herhalde Allah iyilik edenlerin" yani Allah'ın verdi­ği belâ ve imtihanlarda sabrederek, O'na itaati devam ettirenlerin "mükâfat­larını zayi etmez."

İbn Kesir; "Çünkü kim korkar., .sa" buyruğunu; şeklinde ye harf-i meddi ile birlikte okumuştur. Bu şekildeki kıraat, "Kim" edatının "Kim ki" anlamında ism-i mevsul kabul edilmek suretiyle ca­izdir. Bu durumda da ism-i mevsulün sılası arasına girer ve bu durum­da "ya" harfi de harf-i med olarak telaffuz edilir, başka türlüsü de olmaz. Bu­na bağlı olarak; Sabrederse" ref ile okunur. Ayrıca; "Sabre­derse" lafzını cezm ile okuyup; "Korkar" lafzı da mahallen meczum kabul edilmek suretiyle okunması da mümkündür. Buna karşılık, da şart edatı olur, "ya" harfi de harf-i med olarak okunur. Cezm alameti ise aslında "ya" harfinin üzerinde bulunan ötrenin hazfedilmesi kabul edilir. Şairin şu be-yitinde olduğu gibi:

"Sonra Dımeşk'a girdiğin vakit geslen[286] Ey Yezid b. Halid b. Yezid diye."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Haberler Ziyadoğullarmın süt veren sağmal develerinin başlarına Neler geldiğini göstermekte iken, o sana gelmedi[287] mi?

Cemaatin bu buyruğu okuma şeklinin sebebi ise gayet açıktır. "Çünkü..." deki zamir, söylenen sözlere işarettir. Ondan sonraki cüm­le ise haberdir.

"Dediler ki: Allah'a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır" buyruğunda ki: "Seni üstün kılmıştır" ifadesinde aslolan iki hemzeli oluşudur, ikincisi hafifletilerek harf-i med olmuştur. Tahkik ile okunması caiz değildir. Bu kelimenin ism-i faili; "Üstün tutan, tercih eden" şeklinde maştan da; diye gelir. " saç­tım, saçmak" ism-i faili de Saçıcı" şeklinde kullanılır. Aynı şekilde bu da; vezninde iken bilahare i'lâl yapılmıştır. Aslı ise şeklinde[288] olup "ya"nın harekesi "se"ye nakledildikten sonra, "ya" elife kalb olunca, iki sakin bir araya geldiğinden iki sakinin yanyana gelmesi dolayısı ile bu elif hazfedildi. (Ve böylelikle âyetteki şekil ortaya çıktı).

" Sözü naklettim" demektir. Bunun da ism-i faili-, şek­linde gelir.

Buradaki sözlerinin anlamı da şöyledir: Andolsun ki Allah seni bizlere üs­tün kılmış. İlim, hilm (affedicilik, cahammülkârlık), hüküm, akıl ve hüküm­darlık vererek seni seçmiştir.

"Doğrusu biz hata işlemiştik." Yani günah işlemiş kimselerden idik. Bir kimse günah işlediği takdirde; Hata (günah) işledi, işler" de­nilir. Bu ifadenin muhtevası içerisinde affedilme isteği de vardır.

İbn Abbas'a şöyle soruldu: Kardeşleri nasıl: "Doğrusu biz hata işlemiştik" dediler. Halbuki onlar bu işi kasti olarak işlemişlerdi. Şu cevabı verdi: Her ne kadar onlar bu işi kastı olarak işledi iseler de, hakka İsabeti kaçırdık­tan sonra ancak bu kasta yöneldiler. İşte bir günah işleyen herkes aynı şe­kilde üzerinde bulunduğu hak yolu aşarak işler ve sonunda ya şüpheye ve­ya masiyete düşer.

"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktir." Yani Hz. Yûsuf -ki halîm ve bu konuda kendisine muvaffakiyet ihsan olunmuş bir kimseydi- dedi ki: "Bu­gün başınıza bir şey kakılmayacak lir." Burada ifade bitmektedir.

"Bugün" şu anda anlamındadır.

"Başa kakmak" ise ayıplamak ve azarlamak anlamındadır. Yani bugün artık sizin ayıplanmanız, azarlanmanız, kınanmanız söz konusu de­ğildir. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkaları yapmıştır.

Hz, Peygamber'in: "Sizden her­hangi birinizin cariyesi zina edecek olursa, ona had olan celdeleri vursun ve bundan dolayı onu azarlayıp ayıplamasın"[289] buyruğu da buradan gelmek­tedir. Şair Bişr de der ki:

"Onları başa kakmayan bir kimsenin affedişi gibi affettim, Ve ebedi bir günün cezasına havale ettim."

el-Esmaî der ki; "Onun yaptığı işi çirkin bulduğumu söyledim" anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu ifade, benimle sizin aranızda­ki muhterem bağın kardeşlik hakkının bozulması söz konusu olmayacaktır. Benden yana göreceğiniz affetmek ve bağışlamak olacaktır, anlamındadır. asıl anlamı itibariyle ifsad etmek, bozmak demektir. Bu anlamıyla Hicazlıtarın şivesindendir.

İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Easûlullah (sav) Mekke'nin fethedildt-ği günü (Ka'be'nin) kapısının iki kenarını yakalayıp insanlar da Bey t'e sığın­mış bulundukları sırada şöyle dedi: "Vaadini doğru çıkartan, kulunu muzaf­fer kılan ve tek başına bütün ordulan yenik düşüren Allah'a hamdolsun." Da­ha sonra şöyle sordu: "Ey Kureyşliler topluluğu, şimdi (size) ne (yapacağı­mı) zannedersiniz?" Onlar, hayır dediler. (Çünkü sen) kerim bir kardeş ve ke­rim bir kardeşin oğlusun. Şu anda da istediğini yapma kudretine sahipsin. Hz.Peygamber de şöyle buyurdu: "Ben de bugün size kardeşim YûsuPun dedi­ği gibi: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" diyorum."[290] Ömer (r.a) dedi ki: Rasûlullah (sav)ın bu sözlerinden dolayı utancımdan her tarafımdan ter boşandı. Çünkü ben onlara Mekke'ye girdiğimiz günü şöyle demiştim: Bu­gün sizden intikam alacağız ve yapacaklarımızı yaparız. Rasûlullaiı (sav) o sözlerini söyleyince, ben de o söylediklerimden utandım.

"Allah size mağfiret buyursun," Fiil müstakbel (muzari) olup dua mana­sını taşımaktadır. Yüce Allah'tan günahlarını örtüp, kendilerine merhamet bu­yurmasını diledi.

el-Ahfeş, mealde; başınıza- üzerinde vakıf yapılmasını caiz görmüştür,[291] Birinci şekil İSe kullanılan şekildir. Çünkü; Başınıza," laf­zı üzerinde vakıf yapıp "Bugün Allah size mağfiret buyur­sun" şeklinde bir ibtidâ (okumaya başlamak) mağfiretin bugün gerçekleşme­si konusunda kat'î bir dua olur. Böyle bir şey ise ancak vahye binaen söy­lenebilir. Bunun böyle olduğu açıktır.

Atâ el-Horasanî der ki: Gençlerden ihtiyaçların karşılanmasını taleb etmek, yaşlılardan taleb etmekten daha kolaydır. Nitekim Hz. Yûsuf: "Bugün başı­nıza bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağfiret buyursun" dediği halde Hz. Ya'kub da: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" (Yûsuf, 12/98) demişti. Yüce Allah'ın: "Şu gömleğimi götürün..." buyruğundaki "şu", "gömlek" kelimesinin sıfatıdır.

"(Gömlek" kelimesi müzekkerdir, şairin şu beyitine gelince:

"Hevazinliler çağırıyor, gömlek (zırh) ise bol ve geniştir. Kemer üzerinde iliklerle bağlanıyor."

ifade; takdirinde olup; gömlek ise; "bol ve geniş bir zırhtır," demektir.[292] Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır.

İbn es-Süddî babasından, o Mücahid'den şöyle demektedir: Hz. Yûsuf on­lara şöyle dedi: "Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün, he­men görmeye başlayacaktır." (Mücahid) dedi ki: Hz. Yûsuf kendi gömleğinin Hz. Ya'kub a görmesini geri çevirmeyeceğini bilecek kadar Allah'ı bi­len birisi idi. Ancak bu gömlek yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e ateşe atıldığın­da cennet ipeğinden giydirdiği bir gömlek idi. Hz. İbrahim bunu Hz. İshak'a vermişti. Hz. İshak, Hz. Ya'kub'a vermişti. Hz. Ya'kub da bu gömleği gümüş bîr muhafaza içerisine yerleştirmiş ve bunu Hz. Yûsuf un boynuna asmış idi. Çünkü Hz. Yûsufa nazar değeceğinden korkuyordu. Hz. Cebrail de ona şu­nu bildirmişti: Gömleğini (babana) gönder. Çünkü onda cennetin kokusu var­dır. Cennet kokusu ise bir hastaya veya bir belâya uğrayana değdi mi mut­laka afiyet bulur.

el-Hasen der ki: Eğer yüce Allah Hz. Yûsuf'a bunu bildirmemiş olsaydı, Hz. Yûsuf babasının tekrar görmeye başlayacağını bilemezdi. Hz. Yûsuf'un gömleğini götüren kişi Yehudâ idi. Yûsufa: Üzerinde yalancıktan kan bulu­nan gömleğini babana götüren ve onu üzen ben idim. Şimdi de onu sevin­dirmek ve tekrar görsün diye bu gömleğini de ona ben götüreyim, diyerek gömleği atıp gitti. Bunu da es-Süddî nakletmektedir.

"Bütün ailenizi de alıp bana getirin." Mısır'ı yuri edinmek üzere gelin. Mesıûk dedi ki: O sırada erkek-kadın olmak üzere doksanüç kişi idiler.

Şöyle de denilmiştir: Hz. Yûsuf'un gönderdiği gömlek, arkasından yırtı­lan gömleğidir. Böylelikle zinadan yana korunmuş olduğunu Hz. Ya'kub'un bilmesini İstemişti. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Enes (r.a) yoluyla ge­len merfu bir hadiste Peygamber (sav)dan de rivayet edilmiştir. Bunu el-Ku-şeyrî nakletmiştir. Doğrusunu en iyi biten Allah'tır.[293]

 

94. Kaille ayrılınca babaları dedi ki: "Bana bunak demeyecekseniz,

İnanın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum." 95- "Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski yanlışlığmdasın" dediler.

96. Müjdeci gelince, gömleğini yüzüne sürmesiyle birlikte derhal görmeye başladı ve dedi ki: "Ben sîze sizin bilmeyeceğiniz şey­leri Allah'tan muhakkak biliyorum dememiş miydim?"

97. Dediler ki: "Ey Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler olduk."

98. Dedi ki: "Sizin İçin ileride Rabbİmden mağfiret dileyeceğim. O gerçekten mağfiret buyurandır, Rahîm'dir."

99. Onlar Yûsuf un huzuruna girdiklerinde, o babasını ve annesi­ni bağrına bastı, kucakladı ve: "Allah'ın iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin" dedi.[294]

 

94- " Kafile ayrılınca" Şam'a gitmek üzere Mısır'dan çıkıp yola koyulunca demektir. Bu anlamda olmak üzere; "Ayrıldı, ayrılmak" denildiği gibi; "Onu ayırdım, ayırmak" diye de kulla­nılır. O halde bu fiil hem lâzım (geçişsiz), hem müteaddî (geçişli)dir.

"Babaları" yani babaları huzurunda bulunan akrabaları arasından Mısır'a gitmemiş bulunan torunlarına: "dedi ki: Bana bunak demeyecekseniz, ina­nın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum." Bu sözleri söylediğinde oğullarının bir kısmı Mısır'a çıkıp gitmiş, kendisi de çevresinde bulunanlara: "Bana bu­nak demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf un kokusunu alıyorum" demiş ol­ma ihtimali de vardır.

İbn Abbas der ki: Esen bir rüzgar Hz. Yûsuf'un gömleğinin kokusunu ona taşıyıp götürdü. Aralarında sekiz günlük bir uzaklık vardı. el-Hasen İse on günlük bir uzaklık demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre, bir aylık uzak­lık demiştir. Malik b. Enes (r.a) der ki: Süleyman (a.s) gözünü açıp kırpma­dan önce yanına Belkıs'm tahtını ulaştıran kimse, Hz. YûsuPun gömleğinin kokusunu ulaştıran odur.

Mücahid'de der ki: Esen bir rüzgar gömleği evirip çevirdi, dünyada cen­net rayihaları saçıldı ve Hz. Ya'kub'a ulaştırıldı. Böylelikle o cennet kokusu­nu aldı, o dünya da cennet kokusunun ancak bu gömlekte bulunan koku ol­duğunu biliyordu. İşte bunun üzerine: "İnanın ki Yûsuf un kokusunu alı­yorum" yani kokluyorum, demişti. O halde buradaki kokuyu hissetmek ve almak, koku alma duyusuyla hissetmekten ibarettir.

"Bana bunak demeyecekseniz" ifadesini İbn Abbas ve Mücahid: Bana akıl­sız, beyinsiz demeyecekseniz, diye açıklamışlardır. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir:

"(Onun) Süleyman müstesna benzeri yoktur. Hani o mutlak melik ona: İnsanlar arasında dikil ve onları görüş!erindeki hatalardan alıkoy, demişti."

Burada da "görüşteki hatadan" kelimesi akılsızlıktan, beyinsizlikten alıkoy, anlamındadır. Said b. Cübeyr ve ed-Dehhâk ise: Eğer beni yalanlamayacak-sanız, diye açıklamışlardır. Çünkü; " Yalan" demektir. " Yalan söy­ledi" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

"Soylu ve şerefli kimsenin övünmesinde hiç eğrilik olur mu? Yahut çok doğru söz söyleyen kimsenin sözünde hiç yalan olur mu?”

Bu buyruk, beni takbih etmeyecekseniz... diye de açıklanmıştır ki, bu açık­lamayı Ebu Amr yapmıştır. Çünkü; Takbih etmek, demektir. Şair de der ki:

"Arkadaşlarım, vazgeçin beni kınayıp takbih, etmekten. Benim geçmişte yaptıklarım reddolunacak şeyler değildir."

İbnu'l-A'râbî der ki: "Bana bunak dcmeyecekseniz" ifadesi eğer görüşü­mün zayıf olduğunu ileri sürmeyecekseniz, demektir. İbn îshak da böyle açık­lamıştır. Çünkü; Yaşlılıktan dolayı görüşün zayıflaması, anlamındadır. Dördüncü bir görüşe göre; eğer benim şaşkın olduğumu söylemeyecekseniz demektir. Bu açıklamayı da Ebu Ubeyd yapmıştır.

el-Ahfeş der ki: Eğer beni kınamayacaksanız, demektir. Çünkü; " Kınamak ve bir kimsenin görüşünün zayıf olduğunu ifade etmek" anlamın­dadır. el-Hasen, Katâde ve yine Mücahid der ki: Eğer benim çok yaşlandığı­mı (bundan dolayı da hezeyan ettiğimi) söylemeyecekseniz demektir.

Hepsinin de anlamı birbirine yakındır ve bütün bu açıklamalann ortak nok­tası, acizliğini ve zayıf görüşlülüğünü ifade etmektir. Nitekim bir kimse di­ğerinin âciz olduğunu ifade ettiği vakit; " Onun aciz olduğunu söyle­di" fiili kullanılır. Şairin dediği gibi:

"Kınamakla ve acizliğimi söylemekle beni helak etti."

Hatalı konuşmayı ifade etmek için de kullandır. Çünkü; "Söz ve gö­rüşte hata edip, yanılmak" demektir. Nâbiğa'nın şu sözlerinde olduğu gibi:

"... Sen onları hata etmekten alıkoy,"

Yani akılda bozukluktan onları alıkoy. İşte buradan hareketle "kınamak" da akli bakımdan fesad olduğunu söylemek demektir, denilmiştir. Şair de der ki:

"Ey beni kmayan kişiler, bırakın kınamayı ve vazgeçin bu işten. Benim aşkım uzayıp gitti. Siz de beni kınamayı uzatıp gidiyorsunuz."

Geçen uzun zaman, bir kimsenin halini bozup ifsad edecek olursa; denilir. İbn Mukbil'in şu beyiti de bu anlamdadır:

"Bırak zaman istediğini yapsın, çünkü o

İnsanların halini bozmakla yükümlü tutulursa, o da bozar, ifsad eder."[295]

 

95- "Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski yanlışkğındasın, dediler." Ya­ni sen'yine hak yoldan uzakta gitmeye devam ediyorsun. İbn Abbas ve İbn Zeyd dediler ki: YûsuPu sevmek şeklindeki geçmişten beri sürdüregeldiğin yanlışlığın içerisindesin, onu unutamıyorsun.

Said b. Cübeyr de: Eski deliliğin devam ediyor, diye açıklamıştır.

el-Hasen der ki: Böyle bir ifade anne babaya karşı iyi davranmamak ka­bilinden bir davranıştır. Katâde ve Süfyan: Elbetteki sen eski sevgini devam ettirmektesin, diye açıklamışlardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onların bu şekilde konuşmalarına sebep kendi ka­naatlerine göre Hz. Yûsuf un ölmüş olmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre ona bu sözleri söyleyen kimseler çocuklarından yanında kalan kimselerdi, onlar durumu bilmiyorlardı.

Yine denildiğine göre bu sözleri Hz. Ya'kub'a onunla birlikte bulunan ai­le halkı ve yakın akrabaları söylemiştir. Bunu söyleyen kimselerin o sırada küçük yaşta bulunan oğullarının oğullan oldukları da söylenmiştir. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.[296]

 

96- "Müjdeci gelince gömleğini yüzüne" yani gözlerine "sürmesiyle birlikte derhal görmeye başladı."

" Geldi" lafzındaki: fazladan gelmiştir.

Müjdeyi getirenin Şem'ûn olduğu söylendiği gibi, Yehudâ olduğu da söylenmiştir. O: Nasıl ki senin gömleğini kana bulanmış haliyle babama gö­türdü isem, bugün de bu gömleğini ben götüreceğim, demişti. Bu açıklama­yı İbn Abbas yapmıştır.

es-Süddî'den nakledildiğine göre o kardeşlerine şöyle demişti: Siz de bi­liyorsunuz ki musibetin gömleğini ona ben götürmüştüm, şimdi bırakın da sevinç gömleğini de ona ben götüreyim.

Yahya b. Yemân, Süfyan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Müjdeci Hz. Ya'kub'a geldiğinde ona şöyle sormuştu: Yûsuf'u hangi din üzere bıraktın? O: İslâm üzere demişti, Bunun üzerine Hz. Ya'kub, işte şimdi nimet tamam oldu, dedi.

el-Hasen de der ki: Müjdeci Hz. Ya'kub'un yanına geldiğinde Hz. Ya'kub yanında müjdeciye verecek bir şey bulamamıştı. Bu sefer Allah'a yemin ede­rim, yanımızda verecek bir şey bulamıyorum. Yedi gündür de hiç ekmek pi-şirmedim, fakat Allah sana ölüm sekeratını kolaylaştıran, diye dua etti.

Derim ki: Böyle bir dua verilebilecek en büyük mükâfatlardan, bağış ve ihsanların en değerlilerindendir.

Bu ayet-i kerîme müjdeler esnasında bağış ve bol ihsanlarda bulunmanın caiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu hususta Ka'b b. Mâlik'in uzunca ha­disi de delil teşkil etmektedir ki; o hadiste şöyle denilmektedir: "... Bana müj­de vermek üzere yüksek sesle bağırdığını işittiğim kişi yanıma gelince, üze­rimdeki elbiselerimi çıkardım ve bu müjdelemesine karşılık olmak üzere ona müjdelik olarak verdim," diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmiştir ki bu hadis bütünü ile Tcbuk gazvesinden geriye kalan üç kişinin kıssası (et-Tevbe, 9/118. âyetin tefsirinde) anlatılırken tamamiylc geçmiş bulunmakta­dır. Hz. Ka'b'ın kendisine müjde veren kimseye elbiselerini çıkarıp giydirme­si -başka elbisesi olmamasına rağmen- böyle bir durumda kişinin kendisine müjdelenen şeyin gerçekleştiğini umuyor ise, bu gibi mükâfatlan vermenin caiz olduğuna delildir, Ayrıca bu, keder ve üzüntünün zevalinden sonra se­vinç izhar etmenin caiz olduğuna da delildir.

Küçük çocukların Kur'ân-t Kerîm'i güze) bir şekilde öğrenmeleri üzerine verilen mükâfatlar ve bu gibi törenlerde yemek ziyafetleri de bu kabilden­dir. Nitekim Hz. Ömer de Bakara Sûresi'ni hıfzettikten sonra bir kaç deve kes­mişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve dedi ki: Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'tan muhakkak biliyorum, dememiş miydim?" Hz. Ya'kub böylelikle onlara: "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allak nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum" (Yûsuf, 12/86) sözlerini hatırlattı.[297]

 

97- "Dediler ki: Ey Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler olduk" anlamındaki buyrukta hazfedilmiş ifa­deler vardır ki; takdiri şöyledir: Oğulları Mısır'dan geri döndüklerinde: Ey ba­bamız dediler... İşte bu Hz. Ya'kub'a: "Allah'a yemin ederiz ki sen hâla es­ki yanuşlığındasın" diyen kimselerin ya torunları, yahut akraba ve ailesin­den başkalarının olduğuna ve oğullarının bu sözleri ona söylemediğine de­lildir. Çünkü oğullan, yanında hazır bulunmuyorlardı. Eğer böyle söylemiş olsalardı, bu babalarına karşı hukuka riayet etmemekte ileri derecede bir dav­ranış olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hz. Ya'kub'tan kendileri için mağfiret dilemesini istemelerine sebep an­cak onun hakkını helâl etmesi İle altından kalkabilecekleri bir günah yük­lenmelerine sebep teşkil eden kederlerin acısını ona tattırmış olmalarıdır.

Derim ki: Bu hüküm, bir müslümana canında, malında veya başka bir hu­susta -ona zulüm ve haksızlık ederek- eziyet veren herkes hakkında da sa­bittir. Böyle bir kimsenin o müslümandan helâllik dilemesi, ona yaptığı zul­mü ve bu zulmün miktarını bildirmesi gerekir. Acaba kayıtsız ve şartsız (mutlak) helâllik dilemenin faydası var mıdır, yok mudur? Bunda görüş ay­rılığı vardır, doğrusu fayda vermeyeceğidir. Çünkü eğer o kimseye değeri ve hatırı sayılır bir haksızlıkta bulunduğunu haber verecek olursa, belki de maz­lum böyle bir hakkı gönül hoşluğu ile helâl etmeyebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Buhârî'nin, Sahih'inde ve başkasında Ebu Hureyre (r.a)dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kimin kardeşine ırzın­da (şeref ve haysiyetinde) yahut herhangi bir hususta yaptığı bir haksızlığı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden önce o haksızlıktan dolayı ondan helâllik dilesin. (Çünkü helâllik dilemese) eğer salih bir ame­li varsa, yaptığı haksızlığı kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yoksa bu sefer (haksızlık yaptığı) arkadaşının günahlarından alınır ona yükleti­lir."[298]

el-Mühelleb dedi ki: Hz. Peygamber'in: "Ondan yaptığı haksızlık kadarı alınır" buyruğu; yapılan haksızlığın miktarının bilinmesi ve açık seçik bir şe­kilde ona işaret edilmesi (ye bu haliyle helâllik dilenmesi)ni gerektirmekte­dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[299]

 

98- "Sîzin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim." İbn Abbas der ki: Bu sözleriyle duasını seher vaktine ertelernişti.

el-Müsennâ b. es-Sabbah, Tavus'dan dedi ki: Cuma günü seher vaktine er­teledi. O gün aşuraya denk gelmişti. Tirmizî'nin kitabında yer alan ezber (unutmaya karşı) duası ile ilgili İbn Abbas'tan gelen hadiste şöyle dediği nak­ledilmektedir: Rasûlullah (sav)ın huzurunda bulunduğumuz bir sırada Ali b. Ebi Talib (r.a) çtkageldi ve dedi ki: Anam-babam sana feda olsun. Bu Kur'ân-ı Kerîm göğsümden sıyrılıp gidiyor, ona yetecek gücü kendimde bulamıyo­rum. Rasûlullah (sav) ona: "Sana kendileriyle Allah'ın sana fayda vereceği ve sen de bunları başkalarına öğretecek olursan, onlara fayda sağlayacak ve böy­lelikle öğrendiğine kalbinde sebat verecek sözler öğreteyim mi?" deyince, Hz. Ali: Evet, ey Allah'ın Rasûlü bana bunları öğret deyince, Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: "Cuma gecesi oldu mu, eğer gecenin son üçte birinde kalkabilirsen -şüphesiz ki o tanık olunan bir andır ve o anda dua makbuldür, Kar­deşin Ya'kub da oğullarına: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileye­ceğim." demişti. Yani cuma gecesi gelinceye kadar demek istemişti."[300] de­yip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

Eyyub b. Ebi Temime es-Sahıiyanî, Said b. Cübeyr'den naklen dedi ki: "Si­zin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" yani aydınlık geceler di­ye bilinen (kamerî ayın) onüç, ondört ve onbeşinci gecelerinde mağfiret di­leyeceğim, çünkü bu gecelerde yapılan dua kabul olunur. Âmir eş-Şa'bî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileye­ceğim." Yani ben önce Yûsuf'a soracağım, eğer o sizi affedecek olursa, ben de sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, demektir.

Süneyd b. Davud dedi ki: Bize Huşeym anlattı, dedi ki: Bize Abdu'r-rah-man b.'İshak anlattı, o Muharib b. Disar'dan, o amcasından naklen dedi ki: Seher vakti mescide gelir, İbn Mes'ud'un evinin yanından geçerdim. Onun şöyle dediğini işitirdim: Allah'ım, Sen bana emrettin, ben de itaat ettim. Sen beni çağırdın, ben de çağrına uyarak geldim. İşte bu bir seher vaktidir, ba­na mağfiret buyur. İbn Mes'ud ile karşılaştım ve ona şöyle dedim: Seher vaktinde söylediğini işittiğim bir takım sözler var. Şöyle cevap verdi: Gerçek §u ki Ya'kub:"Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" sözleriyle onlar için mağfiret dilemeyi seher vaktine ertelemişti.[301]

 

99- "Onlar Yûsuf un huzuruna" yani orada kendisine ait olan bir sara­ya "girdiklerinde o, babasını ve annesini bağrına bastı." Denildiğine gö­re Hz. Yûsuf müjdeci ile birlikte ikİyüz deve ve gerekli yol hazırlığını da gön­dermişti. Hz. Ya'kub'dan da yanına aile halkıyla ve bütün çoiuk-çocuğuyla gelmesini istemişti. Huzuruna girdiklerinde ana-babasını bağrına basü, ya­ni babasını ve teyzesini bağrına bastı. Çünkü annesi kardeşi Bünyamİn'i do­ğururken vefat etmişti.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah rüyasını tahkik için annesine hayat verip diriltti ve ona secde etti. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Bakara Sûresi'nde daha önce yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e de anne ve babasını dirilttiği ve iki­sinin de ona iman ettiklerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Allah'ın iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin." İbn Cüreyc dedi ki: Yani ben inşaallah Rabbimden sizin için mağfiret dileyeceğini, de­mektir, İbn Cüreyc dedi ki: Bu da Kur'ân-ı Kerîm'İn takdim ve te'hirlerinden birisidir. en-Nehlıâs der ki: İbn Cüreyc bu görüşü ile onların Mısır'a girdik­lerini (ve ondan sonra Hz, Ya'kub'un onlara mağfiret dilediğini) anlatmak is­temektedir. Peki nasıl olur da "Allah'ın İradesi ile (inşaallah) Mısır'a... girin." demiş olabilir?

Şöyle açıklanmıştır: Hz. Ya'kub"Allah'ın iradesi ile (ınşaallah) sözünü hem teberrüken söylemiştir, hem de kat'î bir istek olarak ifade etmiştir. "Emin ola­rak" ise kıtlık çekmekten yana yahut Firavun'dan yana emin olarak... demek­tir. Çünkü onlar Mısır'a ancak Firavun'un izin vermesine (vizesine) bağlı ola­rak oraya girebiliyorlardı.[302]

 

100. Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp oturttu. Hepsi onun için secde ettiler. O zaman dedi ki: "Babacığım! İşte bu, önce­leri gördüğüm rüyanın tahakkukudur. Rabbim onu doğru çı­kardı, bana da iyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkar­dı ve şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken sizi çölden getir­di Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lutfediddir. O hakkıyla bilen­dir, tam hikmet sahibi olandır."

"Babasını ve annesini tahtın özerine çıkartıp, oturttu." Katâde dedi ki: Burada "Arş (taht)" kelimesi ile divanını kastetmektedir. Bunun anlamlarına dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Kimi zaman "arş" kelime­si ile hükümdarlık, kimi zaman da hükümdarın kendisi kast edilebilir. Nâbi-ğa ez-Zübyânî'nin şu mısraı da bu kabildendir:

"Niee tahtlar (hükümdarlar) güç ve güvenlik sonrası yok olup gittiler." (Arş'a dair açıklamalar.) önceden (el-A'raf, 7/54) geçmiş bulunmaktadır.

"Hepsi onun için secde ettiler" buyruğuna dair açıklamalarımızı üç baş­lık halinde sunacağız:[303]

 

1- Hz. Yûsuf’a Secde:

 

Yüce Allah'ın: "Hepsi onun İçin secde ettiler" buyruğundaki "o" anlamın­daki °he" zamiri denildiğine göre yüce Allah'a aittir. Yani onlar yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandılar. H2. Yûsuf da rüyasının tahakkuku için kıble gibi idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir.

en-Nekkâş der ki: Bu bir hatadır, zamir Hz. Yûsuf'a racidir. Çünkü yüce Allah sûrenin baş taraflarında: "Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı." (Yû­suf, 12/4) diye buyurmaktadır. Onların selamlaşmaları ise daha aşağı konum­da olanın, daha üst konumda olana, küçüğün de büyüğe secde etmesi şek­linde idi. Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf un teyzesi ve kardeşleri, Hz. Yûsuf'a secde ettiler. Bunun üzerine Hz. Yûsuf ürpererek: "İşte bu, önceleri gördüğüm rü­yanın tahakkukudur" demişti. Hz. Yûsuf'un rüyası ile tahakkuku arasında yirmiiki yıl süre geçmişti.

Selman el-Farisî ile Abdullah b. Şeddâd, kırk yıl geçtiğini söylemişlerdir. Abdullah b. Şeddâd dedi ki: Rüyanın tahakkukunun en fazla gecikeceği sü­re bu kadardır, Katâde ise otuzbeş sene demiştir, es-Süddî, Said b. Cübeyr ve İkrîme ise otuzaltı sene geçtiğini söylemişlerdir. el-Hasen, Cisr b. Ferkad ve Fudayl b. İyad ise seksen yit demişlerdir.

Vehb b. Münebbih ise şöyle demektedir: Yûsuf kuyuya onyedi yaşında iken atıldı. Babası seksen yıl süreyle onu görmedi, babası ile karşılaştıktan son­ra da yirmiüç yıl daha yaşadı ve yüzyirmi yaşında iken vefat etti. Tevrat'ta ise yiizyirmialtı yaşında vefat ettiği belirtilmektedir.

Hz. Yûsufun Aziz'in karısından İfraîm ve Menşâ' ile Eyyub'un hanımı Rah­met doğmuştur. Hz. Yûsuf île Hz. Musa arasında ise dörtyüz yıllık bir süre vardır.

Denildiğine göre Hz. Ya'kub, Hz. Yûsuf'un yanında yirmi yıl kaldı. Daiıa sonra vefat etti. Bir diğer görüşe göre Hz. Ya'kub, Hz. Yûsufun yanında onsekiz yıl kalmıştır. Kimi hadis bilgini kırk küsur yıl kaldığını söylemişlerdir.

Hz. Ya'kub ile Hz. Yûsuf bir araya gelinceye kadar otuzüç yıl birbirlerin­den ayrı kalmışlardı. İbn îshak ise onsekiz yıl diye ifade etmiştir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır.[304]

 

2- Secde Vb. Saygı İfadeleri İle Çeşitli Selamlaşmalar:

 

Said b. Cübeyr, Kalâde'den, o el-Hasen'den naklen, yüce Allah'ın: "Hep­si onun İçin secde ettiler" buyruğu hakkında dedi ki: Bu bir secde değildi, onlar arasında bir gelenekti. Başlarıyla işarette bulunurlardı, onlann selam­laşmaları böyleydi.

es-Sevrî, ed-Dahhâk ve başkaları derler ki: Bu bizce bilinen ve ahşa gel­diğimiz secde gibi bir secde İdi. Onların selamlaşmaları bu idi. Bir diğer gö­rüşe göre bu rükû' gibi bir eğilme idi. Yere kapanmak şeklinde secde değil­di. İşte onlann selamlan öne doğru biraz ve normal eğilmek şeklinde idi. Yü­ce Allah bizim şeriatımızda bütün bunları neshetti ve sözle selam vermeyi, eğilmeye bedel kıldı.

Tefsir alimleri ise ne şekilde olursa olsun bu secdenin ibadet değil, bir ta-hiyye (selamlaşma) secdesi olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Katâde der ki: Hükümdarlara verilen selam onlarca böyle idi. Yüce Allah bu ümme­te ise; "es-selamu aleyküm" şeklindeki cennet ehlinin selamlaşmalarını ihsan etmiştir.

Derim ki: Bu şekilde bizim şeriatımızda neshedilen öne az veya çok eğilme artık Mısır diyarında ve Arap olmayanlarda bir adet halini almıştır. Bir­birlerine ayağa kalkmaları da böyledir. O kadar ki herhangi bir kimse ken­disi için ayağa kalkılmayacak olursa, içinde kendisine hiç ehemmiyet veril­miyor ve hiçbir kadri yokmuş gibi bir duygu dahi uyanabilir. Aynı şekilde bir­birleriyle karşılaştıklarında da biri diğerinin önüne eğilir. Bu artık sürüp gi­den bir adet, yerleşmiş ve miras olarak devralınan bîr gelenek haline gelmiş­tir. Özellikle de emir ve başkanların karşılaşmaları halinde bu böyledir. Bunlar bu şekilde davranmakla peygamberi sünnetten yan çizmiş ve sünneti seniyyeden yüz çevirmiş oluyorlar.

Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! de­dik, karşılaştığımız vakit birimiz ötekimizin önüne eğilsin mi? Hz. Peygam­ber: "Hayır" diye buyurdu. Bu sefer: Birbirimizin boynuna sarılalım mı? di­ye sorduk yine: "Hayır" diye buyurdu. Bu sefer birbirimizle musafahalaşalım mı? dedik. Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bu hadisi Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr); "et-Temhid" adlı eserinde rivayet etmiştir.[305]

Rasûluüah (sav) -Sa'd b. Muâz'ı kastederek-: "Elendiniz ve hayırlınız için aya­ğa kalkınız" diye buyurmuştur.[306] (Buna ne dersiniz?) denilirse cevabımız şu olur: Bu belli bir durumun gerektirmesi dolayısıyla Sa'd'a has bir durumdur.

Ayrıca şöyle de açıklanmıştır: Onların ayağa kalkmaları Hz. Sa'd'ı eşekten indirmek için idi. Diğer taraftan eğer kişinin nefsinde olumsuz etki bırakma­yacak olursa, yaşça büyük bir adama kalkmak caizdir. Şayet nefsine etki ede­cek, bundan dolayı kendisini beğenecek ve ayrıca nefsinin bundan pay sa­hibi olduğunu görecek olursa, bu konuda (onun için ayağa kalkmak sure­tiyle) bu olumsuz duygularına destek vermek caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur; "Her kim insanların önünde ayağa kalkmaları ken­disini memnun ediyor ise cehennemdeki yerine hazırlansın."[307]

Ashab-ı Kiram'dan -Allah hepsinden razı olsun- nakledildiğine göre Ra-sûlulîalı (sav)ın zatından daha çok kendileri için değerli hiçbir kimse yok­tu. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in bu işten hoşlanmadığını bildiklerin­den dolayı onu gördüklerinde onun için ayağa [308]kalkmazlardı.[309]

 

3- İşaret Vb. Şekillerle Selamlaşma, Tokalaşma, Kucaklaşma:

 

Parmakla işaret hakkındaki kanaatin nedir? diye sorana şöyle cevap ve­rilir: Bu eğer işaretleştiğin kişi senden uzak ise caizdir. Çünkü selamlaşma ha­linde yapılacak budur. Eğer sana doğru yaklaşıyor ise işaretle selam caiz olmaz. Yakın da olsa uzak da olsa olmayacağı da söylenmiştir. Çünkü Rasûlullah (sav)ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bizden başkasına benzeme­ye çalışan bizden değildir."[310] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ya­hudilerle, hristiyanlann selam verdikleri şekilde selamlaşmayın. Çünkü ya-hudilerin selamlaşması el ayalarının içi iledir, hristiyanlann selamlaşmaları da işaret iledir."[311]

Selam verdiği takdirde de eğilmez, selamla birlikte elini öpmez. Çünkü te­vazu anlamında eğilmek ancak Allah'ın huzurunda olur. El öpmek ise müs-lüman olmayan kavimlerin\uygulamalarındandsr. Onların kendi büyüklerini tazim kastı ile icad ettikleri fiillerinde ise onlara uyulmaz. Peygamber (sav) da şöyle buyurmaktadır: "Acemlerin Kisra'lannın başı ucunda ayakta dikil­dikleri gibi, siz de benim başı ucumda ayakta dikilmeyin."[312] İşte bu da ona benzemektedir.

Bununla birlikte musafaha (tokalaşmamda mahzur yoktur. Çünkü Peygam­ber (sav) Habeşistan'dan geldiği sırada Cafer b. Ebi Talib ile musafahalaşmış. Musafahalaşmayı emredip, teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Musafahalaşın bu kalplerdeki kini giderir. "[313]

Galib et-Temmar, eş-Şa'bî'den rivayet ettiğine göre Peygamber (sav)İn as­habı birbirleriyle karşılaştıklarında musafaha yaparlardı. Yolculuktan geldik­lerinde ise birbirlerinin boyunlarına sarılırlardı.

İmam Malik musafahalaşmayı mekruh görmüştür denilecek olursa, deriz ki: İbn Vehb, Malik'ten hem musafahalaşmayı, hem de boyuna sarılmayı (mu-ânaka) mekruh gördüğünü rivayet etmektedir. Mezhebimiz mensublanndan Suhnûn ve başkaları da bu kanaattedir. Ancak Malik'ten bundan farklı ola­rak musafahanın caiz olduğuna dair rivayet de gelmiştir. Muvatta'da bulunan ifadelerin mana olarak delalet ettiği de budur. Aynı şekilde seleften olsun, haleften olsun ilim adamlarından önemli bir topluluk musafahayı caiz gör­müşlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Malik'in musafahayı mekruh görmesinin sebebi, din­de umumi bir emir olmadığını ve selamlaşma gibi nakledilmiş bir adet olma­dığını tabul etmesindendir. Eğer selam kabilinden olsaydı (nakil ile gelme­si açısından) selam ile aynı seviyede olması gerekirdi.

Derim ki: Musafahaya dair ve onu teşvik eden, adet haline getirip onu ko­rumayı teşvike delalet eden hadis-i şerif de gelmiştir. Bu hadisi el-Berâ b. Âzib rivayet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Rasûlullah (sav) ile karşılaştım, elimi tuttu. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben musafahanın Acemlere ait bir şey oldu­ğunu zannediyordum. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "Musafahalaşmak on­lardan çok bizlere yakışır. İki müslüman karşılaşır da aralarında bir sevgi (ni­şanesi) ve nasihat olmak üzere biri diğerinin elini tutarsa, mutlaka ikisinin de arasına günahları bırakılır, "[314]

"Bana da İyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı." Bu konu­da lütufkârlığı elden bırakmayarak, "kuyudan" demedi. Böylelikle kardeşle­rine onları: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" sözleriyle affettikten sonra yaptıklarını hatırlatmak istemedi. Derim ki: İşte sufi şeyhlerin kabul et­tikleri asıl da budur: Safa vaktinde cefanın anılması cefadır. Bu, Kitabın da doğruluğuna delil olduğu sahih bir sözdür.

Şöyle de denilmiştir: Çünkü Hz. Yûsuf'un hapse girişi kendi tercihiyle ol­muştu ve: "Rabbim, ben zindanı bu kadınların beni kendisine davet edegel-diklen şeye tercih ederim" (Yûsuf, 12/33) demişti. Halbuki kuyuya atılması yüce Allah'ın kendisi için özei bir iradesi ile olmuştu.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yûsuf hapiste hırsızlarla, isyankârlarla beraber­di. Kuyuda ise yüce Allah'la beraberdi. Aynı şekilde hapisten kurtulmasın-daki ilahi lütuf daha büyüktü. Çünkü o hapse kendisinin de meylettiği bir iş sebebiyle girmişti. Yine hapse kendi tercihi ile girdiği bilinmektedir. Zira: "Rabbim ben zindanı... tercih ederim" demişti. O bakımdan zindandaki sı­kıntı daha çoktu. Yine o zindanda: "Beni efendinin yanında an" (Yûsuf, 12/42) demişti ve bundan dolayı orada (zindanda daha uzun süre kalarak) cezalandırılmış idi.

"Şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken, sizi çölden getirdi." Rivayet edildiğine göre Hz. Ya'kub un kaldığı yer Ken'ân diyarı idi. Orada da davar­ları vardı ve çölde yaşıyorlardı. Yine denildiğine göre Hz. Ya'kub bir çöle ta­şınmış ve orada yerleşmiş idi. Çünkü yüce Allah hiçbir zaman çöl ahalisin­den bir peygamber göndermiş değildir. Bir diğer açıklamaya göre Hz. Ya'kub "Bedâ" denilen bir yere çıkmıştı. Burası da belli bir yerin adıdır.[315] Şair Ce­mil de şu beyitinde burayı kastetmektedir:

"Şağb denilen yerden Bedâ'ya kadar olan. yerleri bana sevdiren sensin Benim vatanım ise bu ikisi dışında kalan bir yerdir."

Hz. Ya'kub'un burada dağın altında bir mescidi de vardır. Nitekim bir top­luluk "Bedâ" denilen bu yere gittiklerinde; " Bedâ'ya gittiler" de­nilir. Tıpkı "el-öavr" denilen yere gittiklerinde; demeleri gibi. Ya­ni: O sizi Bedâ denilen yerden getirdi. Bunu el-Kuşeyrî zikretmiş, el-Maverdî de bunu ed-Dahhâk yoluyla İbn Abbas'tan nakletmiştir.

"Şeytan kardeşlerimle aramı" tbn Abbas'ın açıklamasına göre kıskanç­lık sokmak suretiyle "bozmuşken..." bir diğer açıklamaya göre; şeytan be­nimle kardeşlerimin arasındaki ilişkileri bozmuşken; demektir. Böylelikle Hz. Yûsuf lutufkâr bir ifade ile onların işledikleri suçu şeytana havale etmiştir.

"Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lutfedicidîr." Yani kullarına lutufkârdır. el-Hattabî der ki: Latif kullarına iyi davranan ve bilmedikleri yerlerden on­lara lütuf ile muamelede bulunan, ummadıkları bir yerden onların maslaha­tına olan şeylere sebebler yaratan demektir. Yüce Allah'ın: "Allah kulları­na luttıfkârdır, dilediğine nzık uerir"(eş-Şura, 42/19) buyruğu gibi. Bir di­ğer açıklamaya göre Latif işlerin inceliklerini çok iyi bilendir. Burada mak­sat ise çokça ikramda bulunan ve rıfk ile muamele eden demektir.

Katâde der ki; Yüce Allah, Hz. Yûsuf'u kuyudan çıkartmakla, çölden ai­le halkının gelmesini sağlamakla, kalbinden şeytanın duygularını söküp çı­kartmakla lütfetmiştir.

Rivayet edildiğine göre; Hz. Ya'kub yakınları ve çocukları ile birlikte Mısır'a yaklaşıp da bunun haberi de Hz. Yûsuf a ulaştığında er-Reyyân adındaki- Fi-ravun'dan babası Ya'kub'u karşılaması için izin vermesini istedi ve gelmekte olduğunu söyledi. Firavun da ona izin verdi. Ayrıca arkadaşlarından yakın olan adamlarına da onunla birlikte binip gitmelerini emretti. Bunun üzerine H?.. Yû­suf beraberinde dörtbin emir ile birlikte, hükümdar da bulunduğu halde, Mı­sır'ın dışına çıktılar. Herbir emir ile birlikte ise ancak Allah'ın bilebildiği kadar kimseler vardı. Mısır ahalisi de onlarla birlikte bineklerine binip Hz. Ya'kub'u karşılamaya çıktılar Hz. Ya'kub da Yehudâ'nın eline dayanarak yürüyor idi. Hz. Ya'kub atlara, insanlara ve askerlere bakıp dedi ki: Ey Yehudâ! Bu Mısır Fira­vunu mudur? Yehudâ: Hayır, bu senin oğlun Yûsuf tur dedi.

Onların biri diğerine yaklaşınca, Hz. Yûsuf önce babasına selam vermek istedi ise de bu hususta ona engel olundu. Çünkü Hz. Ya'kub oğlundan daha faziletli ve buna daha layıktı. O bakımdan Hz. Ya'kub selama başlayarak: Selam sana ey kederleri gideren, deyip ağladı. Beraberinde Hz. Yûsuf da ağ­ladı. Hz. Ya'kub sevincinden ağlamıştı. Hz. Yûsuf ise babasının kederini gör­düğü için ağlamıştı.

İbn Abbas der ki: Ağlamak dört türlüdür: Korkudan ağlamak, tahammül­süzlükten ağlamak, sevinçten ağlamak ve riyakârlıktan dolayı ağlamak.

Daha sonra Hz. Ya'kub: Bunca üzüntü ve kederden sonra gözümü aydın­latan Allah'a hamdolsun, diyerek Mısır'a aile halkından sekseniki kişi ile bir­likte girdi. Mısır'dan çıktıklarında ise aJtıyüzbin küsur kişi idiler. Hz. Musa ile birlikte de böylelikle denizi geçtiler. Bunu da İkrîme, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

İbn Mes'ud'dan nakledildiğine göre Mısır'a erkek, kadın doksanüç kişi gir­diler. Hz. Musa ile birlikte altıyüzyetmişbin kişi çıktılar..

er-Rabî' b. Haysem der ki: Mısır'a yetmişikibin kişi olarak girdiler. Musa ile birlikte altıyüzbin kişi olarak çıktılar.

Vehb b, Münebbih der ki: Hz. Ya'kub ve çocukları Mısır'a girdiklerinde er­kek, kadın, küçük, büyük doksan kişi idiler. Mısır'dan Musa ile birlikte Fi-ravun'dan kaçarak çıktıklarında ise, altıyüzbeşbiny etmiş küsur savaşçı adam olarak çıktılar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve kötüriimler bu sayıya dahil değildir. Savaşçıların dışındaki çocukların sayısı birmilyonikiyüzbin kişi idi.

Tarihçiler de derler ki: Hz. Ya'kub Mısır'da en gıbta edilecek bir halde ve nimet içerisinde yirmidört yıl kaldı. Mısır'da vefat etti. Oğlu Yûsuf a da ce­sedini babası İshak'ın yanında Şam topraklarında defnetmek üzere götürme­sini vasiyet etti, Yûsuf da bunu yaptı. Sonra da Mısır'a geri döndü.

Said b. Cübeyr der ki: Ya'kub (a.s) sacdan (tik ağacından) bir tabut için­de Beytu'l-Makdis'e nakledildi. Bu da İso'nun vefatı gününe tesadüf etmiş­ti. Her ikisi aynı kabirde defnedildiler. İşte yahudilerden bu uygulamada bu­lunanlar buna dayanarak ölülerini Beytu'l-Makdis'e taşırlar. Hz. Ya'kub ile İso ikiz idiler. Aynı mezarda defnedildiler. Her ikisi de yüzkırkyedi yaşında ve­fat etti.[316]

 

101. "Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin tevilinden öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velimsln. Benim canımı müslüman olarak al ve be­ni salilüere kat!"

Yüce Allah'ın: "Rabbiml Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin tevilinden öğrettin" buyruğu ile ilgili oiarak Katâde der ki: Yûsuf (a.s) dışında peygamber olsun, olmasın hiçbir kimse ölümü temenni etmiş değildir. Hz. Yûsufun üzerindeki nimetler kemal derecesine ulaşıp da dağınıklıkları bir araya getirilip toplanınca aziz ve celil Rabbi ile kavuşmaya özlem duydu.

Bir diğer açıklamaya göre Hz. Yûsuf ölümü temenni etmiş değildir. Sade­ce müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmiştir, yani ecelim geldiği vakit müslüman olarak canımı al, demek istemiştir. Cumhur'un kabul ettiği görüş de budur.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Ancak üç türlü kimse ölümü temenni eder: Ölümden sonrasını bilmeyen bir kimse, yüce Allah'ın hakkındaki tak­dirlerinden kaçmak isteyen bir kimse yahut yüce Allah'a kavuşmayı seven ve bu kavuşmayı özleyen kimse.

Sahih hadiste Enes (r.a)dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse başına inen bir musibetten dolayı as­la ölüıü temenni etmesin. Eğer mutlaka Ölümü temenni edecekse, o vakit: "Allah'ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, eğer ölüm be­nim için daha hayırlı ise o takdirde de canımı al!" desin." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[317]

Yine Müslim'de, Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasû­lullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse ölüm kendisine gelme­den önce ölümü temenni etmesin ve gelsin diye dua etmesin. Çünkü sizden herhangi bir kişi öldü mü ameli artık kesilir, mü'min olan kimsenin ömrü ise hayırdan başka bir şeyini arttırmaz."[318]

Bu husus böylece sabit olduğuna göre, Hz. Yûsuf ölümü ve dünyadan git­meyi temenni etti ve amelinin de kesilmesini istedi, nasıl denilebilir? Böyle bir şey söylemek uzak bir ihtimaldir. Ancak; böyle bir temennide bulunmak onun şeriatında caiz idi, denilebilir

Bununla birlikte fitnelerin ortaya çıkıp galib ve baskın gelmeleri esnasında dinin kaybedilmesi korkusu dolayısıyla "et-Tezkire" adlı kitabımızda da açıkladığımız gibi- ölümün temenni edilmesi caizdir.

Hz. Yûsuf un duası olarak nakledilen "bana mülk verdin" anlamındaki buyrukta-, teb'îz (yani mülkten bir parçayı ifade etmek içindir. Aynı şe­kilde "ve bana sözlerin te'vilinden öğrettin" buyruğundaki; da teb'îz içindir. Çünkü Mısır'ın mülkü bütün mülkü ifade etmiyordu, Sözlerin ve rü­yaların te'vili ve yorumlanması bilgisi de bütün bilgileri ifade etmiyordu. Bu­rada bu edatın cins için kullanıldığı da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: " halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak du­run. " (el-Hac, 22/30) buyruğunda olduğu gibi. Bunun te'kid için getirildiği de söylenmiştir Rabbim Sen bana mülk de verdin, sözlerin te'vilini de öğret­tin, demek olur.

"Ey gökleri ve yeri yaratan" buyruğu nidanın sıfa­tı olarak (yaratan anlamındaki fâtır kelimesi) nasb ile gelmiştir ki, burada mü-nâdâ "Rabbim" kelimesidir ve bu da muzaf bir nidadır. İfadenin takdiri ise "Ey Rabbim" şeklindedir.

"Ey gökleri..." buyruğunun ikinci bir nida olması da mümkündür.

"el-Fâtır" yaratan demektir. Şanı yüce Allah bütün varlıkların fâtır'ı (yaratanı)dır. Yani önceden belirlenmiş bir örnek ve bir başka varlıktan yarat­ması, söz konusu olmaksızın kayıtsız ve şartsız olarak bütün varlıkları yara­tan, başlatan, meydana getiren ve icad eden demektir. Bu anlamdaki açık­lamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Göklerin ve yerin ya­ratıcısı O'dur." (2/117. âyet, 1. başlıkta) buyruğunda yeteri kadar geçmiş bu­lunmaktadır. Ayrıca "el-Kitabu'l Esna fi Şerhi Esmai'llaki'l-Hüsnâ" adlı eserimizde daha da geniş açıklamalarda bulunduk.

"Dünyada da, âhirettc de benim velimsin." Yani dünyada olsun, âhiret-te olsun benim yardımcım ve benim işlerimin gerçek sahibi Sen'sin. "Benim canımı müslüman olarak al ve beni sahlere kat." Bununla üç atası Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz, Ya'kub'u kastetmektedir.

Şanı yüce Allah, Mısır'da onun canını tertemiz ve pak olarak aldı. Nü'de mermerden bir sanduka içerisinde defnedildi. Çünkü Hz. Yûsuf vefat ettiğin­de herkes -ondan bereket umduklarından dolayı- kendi mahallesinde defne­dilmesini istemişti. Bu maksatla bir araya gelip toplandılar, hatta birbirleriy­le çarpışmak bile istediler. Bu sefer Mısır'da suyun ayrılma yerinde Nil'de def­netme görüşüne sahip oldular. Böylelikle su onun üzerinden geçecek son­ra da bütün Mısır'a dağılmış olacaktı. Bu durumda da hepsi birbirine eşit ola­caklardı. Bu görüşü benimseyip uyguladılar. Hz. Musa, İsrailoğulları ile birlikte çıktığında, onu da Nil'den çıkartarak tabutunu dörtyüz yıl sonra Beytu'l-Makdis'e nakletti. Orada, "ve beni salihlere kat" duası dolayısıyla ata­ları ile birlikte onu da defnettiler.

Hz. Yûsuf vefat ettiğinde yüzyedi yaşında İdi.,

el-Hasen'den nakledildiğine göre; Hz. Yûsuf yedi yaşında iken kuyuya atıl­dı. Köleliği, hapiste kaldığı süre ve hükümdarlığı da seksen yıl sürdü. Daha sonra akrabaları ile bir araya geldi ve bundan sonra da yirmiüç yıl daha ya­şadı. Çocukları îfrâim, Menşâ ve İbn Lehiâ'nın görüşüne göre- Hz. Ey-yub'un hanımı olan Rahmet adında çocukları vardı.

ez-Zührî der ki: Hz. Yûsuf'un oğlu Efrâim'in Nün adında bir oğlu olmuş­tu. Nûn'un da Yûşa adında bir oğlu olmuştu. İşte Nün oğlu Yûşa budur ve Hz, Musa ile birlikteki delikanlı ve onun işlerini gören kişi oydu. Şanı yüce Allah Yûşa'a, Musa (a.s) döneminde peygamberlik vermişti. Hz. Musa'dan son­ra da peygamber idi. Eriha'yı fetheden ve orada bulunan zorbaları öldüren odur. Daha önce Maide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere gü­neşin batışı, isteği üzere durdurulmuş idi. Hz. Yûsuf'un oğlu Menşa'nın Mu­sa adında bir oğlu olmuştu ki, bu da İmran oğlu Musa'dan önce idi.

Ancak Tevrat'a inananlar, bir şeyler öğrenmek üzere alim kişinin arkası­na düşen ve sonunda yetişen kişinin bu Musa olduğunu iddia ederler. Sözü geçen alim kişi ise gemiyi delen, çocuğu öldüren ve duvarı inşa eden kişi­dir. Menşa'nın oğlu Musa da onunla beraber idi ve bu beraberlikleri nihayet belli bir yere kadar devam etti. İbn Abbas ise bunu kabul etmezdi. Gerçek ise İbn Abbas'ın dediğidir, Kur'ân-ı Kerîm'de olan da budur. Diğer taraftan Hz. Yûsuf ile İmran oğlu Hz. Musa arasında bir çok ümmetler ve nesiller geç­miştir. Hz. Şuayb da onlar arasında geçen peygamberlerden birisidir. Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun.[319]

 

102. İşte bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendlr. Yoksa on­lar hile yaparak işlerini kararlaştırdıkları zaman sen yanların­da değildin.

103. Sen ne kadar hırs göstersen de İnsanların çoğu iman etmezler.

104. Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O, âlemlere ancak bir öğüttür.

"İşte bu sana vahyettiğimiz gayb haber terbidendir" buyruğundaki "iş­te bu gayb haberlerindendir" anlamındaki bölüm, rnübtedâ ve haber "sa­na vahyettiğimiz" anlamındaki bölüm de İkinci haberdir.

ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte; " İşte bu"nun; anlamın­da buna karşılık, ise onun haberi de olabilir. Gayb haberlerin­den olan bu hususları Biz sana vahyediyoruz, demek olur. Bununla da şu kas­tedilmektedir: Ey Muhammedi Yûsuf'un durumuna dair sana anlattıklarımız gaybın haberlerindendir.

"Sana vahyettiğimiz" bunu sana vahyetmek suretiyle sana "bunları" öğretiyoruz, demektir.

"Yoksa onlar" Hz. Yûsuf u kuyuya atmak hususunda "hile yaparak" bu maksatla da "islerini kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında" Yûsufun kar­deşleriyle birlikte "değildin."

Buradaki "hile yaparak" ifadesinin, Hz. Ya'kub'un yanına kana bulanmış gömlek ile geldiklerinde... anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sen bu hal­lerin hiçbirisine tanık olmamıştın. Ancak bunları sana Allah bildirdi.

"Sen ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu iman etmezler." Hz.

Peygamber Araplar kendisine bu kıssaya dair soru sorup o da bunu kendi­lerine bildirdiğinde iman edeceklerini sanmıştı. Ancak iman etmediler. İşte bu âyet-i kerîme Peygamber (sav)e teselli olmak üzere İndi. Yani sen hida­yet bulmasını dilediğin kimseyi hidayete ulaşttramazsın.

"Hırs gösterdi, gösterir" şeklinde kullanılan fiil; " Vurdu, vurur" gibi kullanılır (aynı babtandır). Pek kuvvetli olmayan bir söy­leyişe göre de; şeklinde; gibi de kullanılır. Hırs ise her­hangi bir şeyi ihtiyarı île (şiddetle) taleb etmek, istemek demektir.

"Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun" buyruğundaki; sıladır. Yani sen onlardan herhangi bir mü­kâfat istememektesin.

"O" yani Kur'ân-ı Kerîm ve vahiy "âlemlere ancak bir öğüttür." Bir öğüt ve hatırlatmadır, başka bir şey değildir.[320]

 

105. Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki onlar, bunlardan yüz Çevirerek üzerlerinden geçer, giderler.

106. Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler.

107. Onlar Allah'ın azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çat­masından veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini emin mi gördüler?

108. De ki: "İşte bu benim yohundur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum; Ben de, bana uyanlar da, Allah'ı tenzih ede­riz. Ben müşriklerden değilim."[321]

 

105- "Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki" buyruğundaki; "Nice" kelimesiyle ilgili olarak el-Halil ve Sibeveyh şu açıklamayı yapmışlar­dır: Bu başına benzetme edatı olan "kef'ın da getirildiği ve onunla birlikte mebni bir edat haline gelmiş dir. Bu durumda ifadede; "Nice" an­lamı ortaya çıkmaktadır, ÂI-i İmran Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) bu­na dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Gökler ve yer"deki âyet­lere dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

Buradaki "âyetler"!!! geçmiş ümmetlerin ilâhî cezalarının etkileri anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Yani bunlar, bu kalan izler ve eserler üzerinde ge­reği gibi düşünüp ibret almaktan yana gaflet içerisindedirler.

İkrime ile Amr b. Fâid; "Yer" kelimesini mübtedâ olarak merfu okumuş, haberini de, "Üzerinden geçerler" diye kabul et­miştir.[322] es-Süddî ise bir fiil takdiri ile; şeklinde nasb ile okumuştur.[323] Bu iki kıraate göre de vakıf; " Gökler" kelimesi üzerinde ya­pılır. İbn Mes'ud ise; “Üzerinden yürür geçerler" diye oku­muştur.[324]

 

106- "Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a İman etmezler." Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın kendilerinin ve bütün herşeyin yaratıcısı olduğunu ka­bul eden ve bununla birlikte putlara ibadet eden bir topluluk hakkında in­miştir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid, Âmir, eş-Şa'bî ve müfessirlerin bir çoğu yapmıştır. İkrime de der ki: Bununla kastedilen yüce Allah'ın: "Andol-sun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: Allah di­yeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87) buyruğunda sözü edilenlerdir. Böyle demek­le birlikte diğer taraftan yüce Allah'ı asıl sıfatlarından başkaları ile nitelen­dirir ve O'na ortaklar koşarlar.

Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre bunlar hem şirk koşan yanlan, hem de iman eden yanları bulunan kitap ehli kimselerdir, Bir taraftan Allah'a iman etmekle birlikte Muhammed (sav)ı da inkâr etmişlerdir, bunların imanları sa­hih olamaz. Bunu İbnu'l-Enbarî nakletmektedir.

İbn Abbas da der ki: Bu âyet-i kerîme Arap müşriklerinin şu şekildeki tel-biyeleri hakkında nazil olmuştur; Buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur, ancak kendisi de senin olan kendisine de, malik olduğu şeylere de malik olduğun bir tek ortağın vardır, diye telbiye getiriyorlardı.

Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre bununla kastedilenler hristiyan-lardır. Ondan nakledilen bir başka rivayete göre bunlar müşebbihedir. İcrha-lî olarak iman etmekle birlikte, tafsili olarak şirk koşmuşlardır.

Ayet-i kerîmenin münafıklar hakkında indiği de söylenmiştir. Buna göre anlam göyle olur: "Onların çoğu” kalbiyle kâfir olup "şirk koşmaksızın" di­liyle "Allah'a iman etmezler." Bu açıklamayı da el-Maverdî yine el-Ha­sen'den nakletmiştîr.

Ata der ki: Bu, dua ile ilgilidir. Çünkü kâfirler bolluk ve rahatlık zaman­larında Rabblerini unuturlar. Onlara belâ ve musibet gelip çattığında ise yal­nız O'na ihlasla dua ederler. Bunu açıklayan: "Her taraftan da şiddetli dal­galar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıkları­nı sandıkları bir sırada..." (Yunus, 10/22); "İnsana Ur sıkıntı gelip çattığın­da yanı üzereyken... Bize dua eder." (Yunus, 10/12) buyruklarında sözü edi­len hallerdir. Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmaktadır: "... Eğer ona kötülük isabet ederse, bu sefer de uzun uzadıya dua eder." (Fussilet, 41/51)

Bir diğer açıklamaya göre âyet-i kerîmenin anlamı şöyledir: Onlar yüce Al­lah'a bu helak edici musibetten kendilerini kurtarması için dua ederler. On-lan kurtardığı vakit onlardan herhangi birisi: Filan kişi olmasaydı, biz kur­tulamazdık. Köpek olmasaydı, hırsız evimize girerdi ve buna benzer sözler söyleyerek Allah'ın nimetini filan kişiye nisbet ederler. Allah'ın koruyup hi­maye etmesini de köpeğe nisbet ederler.

Derim ki; Müslümanların avamından pek çoğu bu duruma da, bundan ön­ce söz edilen duruma da düşmektedir. Lâ havle ve !â kuvvete İllâ billahi'l-aliyyi'1-azîm.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme ed-Duhan (Duman) kıssası hak­kında inmiştir. Şöyle ki Mekkelileri kıtlık yıllarında duman sarınca: "Rabbimiz! Bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz" (ed-Duhan, 44/12) demişlerdi. İşte onların i manian da budur. Şirk koşmaları ise azabın kaldı­rılmasından sonra küfre geri dönmeleridir. Bunu açıklayan da yüce Allah'ın: "Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dö­nenlersiniz" (ed-Duhan, 44/15) buyruğudur. Geri dönmek ise ancak bir şe­ye başladıktan sonra mümkün olur. Buna göre yüce Allah'ın: "Şirk koşnıak-sızın" buyruğu onlar şirke geri dönmeksizin... takdirinde olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[325]

 

107- "Onlar Allah'ın azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çat­masından..." İbn Abbas der ki: "Kaplayıcı"dan kasıt örtüp bürüyen demek­tir. Mücahid de onları kuşatacak, bürüyecek bir azab demektir, der. "O gün­de azab onları hem üstlerinden, hem ayakları altında bürüyecek..." (el-An-kebut, 29/55) buyruğunda da benzeri bir durumdan söz edilmektedir. Katâ-de ise başlarına gelecek bir musibet diye açıklamıştır. ed-Dalıhâk da yıldı­rımlar ve kapılan çalan azaplarla şiddetli musibetler demektir, der.

"Veya onlar farkında obuadan kıyametin ansızın başlarına kopuverme-siııden kendilerini emin mi gördüler?"

"Ansızın" kelimesi hal olarak nasbedilmistir. Aslında bu kelime mas­tardır. el-Müberred der ki: Araplardan nekreden sonra İıal olarak bir kelime­nin gelip kullanıldığı nakledilmiş bir şeydir. Onların; "Bir iş ansızın meydana geldi" şeklindeki sözleridir. en-Nehhâs der ki: Bu keli­me umulmadık bir yerden gelen musibet demektir.

"Onlar farkında olmadan" anlamındaki ifade de te'kid içindir.

"Ansızın" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Kıyametin koptuğunu belirtecek olan sayha, (çığlık) onlar çarşı pazarlarında ve yerle­rinde bulundukları bir sırada kopacaktır. Nitekim ileride de gelecek olan yü­ce Allah'ın: "Onlar birbirleri ile çekişirlerken kendilerini alacak bir tek çığlıktan başkasını gözlemiyorlar" (Yâsîn, 36/49) buyruğunda olduğu gibi.[326]

 

108- "De ki: İşte bu benim yolumdur" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Ya­ni de ki ey Muharnmed, bu benim yolum, sünnetim ve yöntemimdir. Bu açık­lamayı tbn Zeyd yapmıştır. er-Rabî' der kî: Bu benim davetimdir. Mukatİl di-nimdir, diye açıklamıştır. Anlam aynîdir. Yani benim üzerinde bulunduğum ve kendisine davet ettiğim yol cennete götürür. "Bir basiret üzere" kesin ka­naat ve hak üzere demektir. Filan kişi bu işi basiretle bilir (mustabsir) tabi­ri de buradan gelmektedir. "Bende" te'kid içindir. "Bana uyanlar da" önceki zamire atfedil mistir.

"Allah'ı tenzih ederim." Yani ey Muhammed, "ve Allah'ı ten­zih ederim" de, demektir. "Ben" Allah'tan başka O'na eşler koşan "müşrik­lerden değilim."[327]

 

109. Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi. Kendilerinden önceki­lerin nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç de yer­yüzünde gezip dolaşmadılar mı? Âhiret yurdu sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?

110. Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip de (kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir şuada onlara yar­dımımız gelmiş de, dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Ama kâfirler güruhundan azabımız asla geri çevirilemez.

“Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli ilerden başkaları değildi" buyruğu; "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" (el-En'âm, 6/8) diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Yani biz sen­den önce -aralarında kadın, cin ya da melek bulunmayan- erkeklere risalet ve peygamberlik vermişizdir. İşte bu, Peygamber (sav)den hadis olarak ge­len şu rivayeti(n hadis oluşunu) reddetmektedir: "Kadınlar arasında dört pey­gamber vardır. Havva, Âsiye, Musa'nın annesi ve Meryem" buna dair kısmen açıklamalar önceden Al-i îmran Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Şehirlilerden" lafzı, şehir halkından demektir. Bedevile­rin çoğunlukla sert ve katı olduklarından dolayı yüce Allah çölde yaşayan­lardan peygamber göndermemiştir. Diğer taraftan şehir ahalisi daha makul, daha talıammülkâr, daha faziletli ve daha bilgilidirler.

el-Hasen der ki: Yüce Allah ne çölde yaşayan bedevilerden, ne kadınlar­dan, ne de cinlerden hiçbir peygamber göndermiş değildir.

Katâde der ki: "Şehirli erkeklerden" ifadesi büyük şehir ahalisinden, an­lamındadır. Çünkü onlar daha bilgili ve daha tahammülkârdırlar.

İlim adamları derler ki: Rasûl'ün şartlarından birisi de erkek, İnsan evla­dı ve şehirde yaşayan birisi olmasıdır. "İnsan evladı" demelerinden kasıt ise yüce Allah'ın: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınır­lardı" (el-Cin, 72/6) buyruğuna istinaden aksi iddia edilmesin dİyedir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

" ... Nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?" Peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin azab ile yı­kıldıkları yerleri görüp ibret almadılar mı?

"Âhiret yurdu... daha hayırlıdır" anlamındaki buyruk, mübtedâ ye ha­berdir. el-Ferrâ İse buradaki "yurt"un âhiret ile aynı şey olduğunu ve lafız fark­lı olduğundan dolayı bir şeyin bizzat kendisine izafe edildiğini iddia etmiş­tir. "Perşembe günü" ve; "Dün" tabirlerinde olduğu gibi. Şair de der ki:

"Şayet Abslılar diyarı senin aleyhine olmak üzere kıtlıkla karşı karşıya kalırsa, Sen de zilleti kesin bir tanıyış ile tanırsın.”

Buradaki "kesin tanıyış" anlamındaki ifade; gibidir. el-Kisaî ise Arapların; " Birinci namaz" ifadelerini el-Ahfeş ise; "Cami' mescid" tabirlerini delil göstermiştir.

en-Nehlıâs der ki: Bir şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü bir şey ancak onun vasıtası ile bilinen bir şey olsun diye başkasına izafe edi­lebilir. O bakımdan daha güzel olan; "İlk namaz" denilraesidir. Bununla birlikte; diyenin bu ifadesi;"Farz ilk namazın vaktinde" anlamındadır. Buna "ilk" niteliğinin verilmesi ise na­mazın farz kılındığı esnada ilk kılınan namaz o olduğundan dolayıdır. Ancak birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Bundan dolayı o namaza aynı za­manda "zuhr" (öğlen) namazı da denilmiştir. Buyruktaki ifadenin takdiri şöy­ledir: "Âhiret halinin yurdu elbette daha hayırlıdır," Bas-rahlann görüşü budur. Bu yurttan kasıt cennettir. Yani orası takva sahipleri için daha hayırlıdır. Bununla birlikte bu buyruk; şeklinde tarif­li (belirtili) de okunmuştur.

Nafî, Âsim, Ya'kub ve başkaları ise; "Siz hâlâ akıllanmaya­cak mısınız?" şeklinde muhatab kipi olarak "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise (akıllanmayacaklar mı anlamında) "ya" ile okumuşlardır.

"Nihayet o peygamberler... ümitlerini kesip de..." buyruğundaki; "ümit kesti" kelimesinin kıraati ve anlamı ile ilgili açıklamalar da­ha önceden (12/80. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"(Kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sıra­da" buyruğunda yer aldığı bu âyet-i kerîmede peygamberlerin tenzihi ve on­lara yakışmayan şeylerden masumiyetleri söz konusudur. Bu oldukça büyük ve son derece önemli bir husustur. İnsanın ayağı kaymasın ve bunun sonu­cunda cehennemin ortasına düşmesin diye bu konu üzerinde durmak gerek­mektedir. Buyruğun anlamı şöyledir: Ey Muhammed! Biz senden önce ancak erkek bir takım kimseleri peygamber olarak göndermiştik. Sonra da onların ümmetlerini "o peygamberler... ümitlerini kesinceye kadar" yani kavimle­rinin iman edeceklerinden yana ümitlerini kesinceye ve "Kendilerinin yalanlandıklarını kesinlikle bilinceye kadar" (şeklinde zel harfi şeddeli olarak) yani kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına kesin olarak ina-nıncaya kadar, o peygamberlerin ümmetlerini azap ile cezalandırmadık.

Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Peygamberler kavimlerinden kendilerine iman etmiş kimselerin kendilerini yalanladıklarını sandılar. Pey­gamberler kendi kavimlerinin değil de kendilerine iman eden kimselerin, ken­dilerini yalanladıklarını sandılar. Bu da kendilerine uyanların kalplerine şüphe gireceğinden korktular, demektir. Buna göre; " Sandılar" ifa­desi bu açıklamaya göre asıl anlamında kullanılmış demektir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî, Ebu Ca'fer b. el-Ka'kâ, el-Hasen, Ka-tâde, Ebu Recâ el-Utaridî, Âsim, Hamza, el-Kisaî, Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve Halef şeddesiz olarak; diye okumuşlardır. Yani peygamberlerin ka­vimleri, peygamberlerin kendi]erine haber verdikleri azab konusunda yalan söylediklerini, doğru söylemediklerini sandılar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ümmetler peygamberlerin va-adolunduklarj ilahi yardım konusunda yalan söylediklerini zannettiler. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette de; peygamberler, Allah'ın kendilerine va-adettiğini gerçekleştirmeyeceğini sandılar, diye açıklamıştır. Bu rivayetin sahih olmadığı da söylenmiştir. Çünkü peygamberler hakkında böyle bir şey düşünülemez. Esasen böyle bir zanna sahip olan kimsenin ilâhî yardıma hak­kı da olmaz. Diğer taraftan nasıi olur da; "onlara yardımımız gelmiş de..." denilebilir?

el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: Eğer bu rivayet sahih olarak sabit ise; mak­sadın peygamberlerin içlerinden bunu gerçekten inanmaları söz konusu ol­maksızın geçiverdiği ihtimali uzak değildir, Hadis-i şerifte de şöyle dediği kay­dedilmiştir: "Yüce Allah ümmetime içinden geçirdiklerini dil ile onu söyle­medikçe yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamıştır."[328]

Şöyle de denilebilir: Bunu zannedecek noktaya geldiler. Bu da: Eve yak­laştın, anlamında eve ulaştın demeye benzer.

es-Sa'lebî ve en-Nehhâs, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bun­lar da insandılar, belâ ve musibetlerin uzayıp gitmesinden dolayı zaafa düş­tüler, unuttular ve kendilerine verilen sözün gerçekleştirilmeyeceğîni sandı­lar. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Hatta peygamber kendisine iman eden­lerle birlikte Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? derlerdi." (el-Bakara, 2/214) buyruğunu okudu.

Tirmizî el-Hakîm der ki: Bize göre açıklaması şöyledir: Peygamberler Al­lah'ın yardım vaadinden sonra korkuyorlardı. Bu, Allah'ın vaadinin gerçek­leşmeyeceğinden ötürü değildi. Aksine nefislerin, bu şartı ve Allah'ın ken­dilerine vermiş olduğu sözü bozacak türden bir vebal işlemiş olacakları ka­naatinden ötürüydü. O bakımdan aradan geçen süre kendilerine göre uzun gelmeye başladığında bu yönüyle ümitsizliğe kapıldılar ve bir takım zanla-ra düştüler. el-Mehdevî de, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Pey­gamberler insanların karşı karşıya kalabilecekleri şekliyle kendilerine veri­len sözün yerine getirilmeyeceğini zannettiler. Buna da Hz, İbrahim'in: "Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster?" (el-Bakara, 2/260) âyetini de­lil göstermiştir.[329]

Birinci kıraat (yalanlandılar anlamındaki "zel" harfinin şeddeli okunuşu) daha uygundur. Mücâhid ve Humeyd ise "kef" harfi üstün, "zel" harfi şedde-siz olarak; şeklinde ve şu anlamda okumuşlardır: Peygamberlerin kavimleri -aziz ve celil olan Allah'ın azabı lütfedip te'hir ettiğini gördükle­rinde- peygamberlerin yalan söylediklerini zannettiler.

Anlam şöyle de olabilir: Peygamberler kavimlerinin küfre sapmak sure­tiyle Allah'a yalan söylediklerini kesinlikle görünce; işte o zaman peygam­berlere bizim yardımımız geldi.

Buhârî'deki rivayete göre Urve, Hz. Âişe'ye yüce Allah'ın: "Nihayet o pey­gamberler ümitlerini kesip de..." âyeti ile ilgli olarak burada; " On­lara yalan söylendi" şeklinde mi; "Yalanlandılar" şeklinde mi? (oku­nacak) dedim. Âişe (r.anha): Yalanlandılar, (şeklinde okumalısın)" di­ye cevap verdi. Bu sefer ben şöyle sordum: Buna göre kavimlerinin kendi­lerini yalanladıklarına kesin kanaat getirdiler. Buna İse "sanmak" denilmez. O şöyle dedi: Hayır, yemin ederim ki onlar buna kesin olarak İnanmışlardı. Bu sefer ben ona: "Kendilerine yaian söylendiğini sandık­lan..." diyecek oldum, o: Allah'a sığınırız dedi. Hiçbir zaman peygamberler Rabbleri hakkında böyle bir zanda bulunmamışlardır. Bu sefer: Peki bu âyet ne oluyor? deyince, şu cevabı verdi: Orada kastedilenler, Rabblerine iman eden ve peygamberleri tasdik eden, peygamberlere tabi olanlardır. Bunların karşılaştıkları belâ ve musibetler onlara uzun geldi, onlara gelen yardım da gecikti. Nihayet peygamberler kavimlerinden kendilerini yalanlayan kimse­lerden de ümit kestiler ve ayrıca peygamberler kendilerine tabi oianların, ken­dilerini yalanladıklarını sandıklan bir sırada bizim yardımsınız onlara geldi.[330]

Yüce Allah'ın: "Onlara yardımımız gelmiş" buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre peygamberlere Allah'ın yardımı geldi, şeklin­dedir ve bu açıklamayı Mücalıid yapmıştır. İkincisine göre ise; peygamber-lerin kavimlerine Allah'ın azabı geldi, anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Ab-bas yapmıştır.

" O vakit dilediğimizi kurtarırız" (şeklindeki okuyuş), Pey­gamberler ve onlarla birlikte iman edenleri kurtarırız, diye açıklanmıştır. Bu buyruğu'Âsım'ın; "Dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti" şeklinde tek bir "nun" ve "ya" harfi üstün olarak okuduğu rivayet edilmiştir. "Kim­se" anlamındaki edat da ref mahallinde, fiili de meçhul bir fiil olarak oku­duğu rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyd bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Hz. Os­man'ın Mushaf'ında böyledir. Sair beidelerin Mushaf'ları da tek "nun" iledir. Ancak îbn Muhaysın mazi bir fiil olarak; "Kurtulmuştu" diye okumuştur. Kimseler" ise fail olduğundan dolayı ref mahallindedir. Diğerle­rin kıraat]erine göre ise meful olarak nasb mahallindedir.

"Ama kâfirler” şirk koşan kâfirler "güruhundan azabımız asla geri çe­vir ilemez."

Andolsun ki onların kıssalarında olgun akü sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli herşeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.

"Andolsun ki onların kıssalarında" yani Yûsuf, kardeşleri ve boasının kıssasında yahut geçmiş ümmetlerin kıssalarında "bir ibret" düşünülecek öğüt alınıp hatırlanacak bir husus "vardır." Muhammed b. İshak, ez-Zührî'den, o Muhammed b. İbrahim b. el-Haris et-Teymî'den naklen der ki: Hz. Ya'kub yüzkırkyedi yıl yaşadı. Kardeşi îso da onunia birÜkte aynı günde vefat etti ve ikisi de aynı kabir konuldu. İşte yüce Allah'ın: "Andolsun ki onların kıs­salarında olgun akıl sahipleri için bir İbret vardır" buyruğundan itibaren sonuna kadarki bölümde kastedilen budur.

"O uydurulan bir söz değildir." Yani Kur'ân-ı Kerîm uydurulan bir söz de­ğildir, yaiıut bu kıssa uydurulan bir söz değildir. "Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı" yani kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat, İn­cil ve yüce Allah'ın sair kitaplarını doğrulayıcıdır. Bu şeküdeki yorum, bu­rada "söz"den kastın Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söyleyenlerin yorumudur.

"Gerekli herşeyin açıklayıcısı" kulların gerek duyacakları helâl, haram, şeriatler ve ahkâm açıklayıcısı, "iman edecek bir topluluk İçin de hidayet ve rahmettir."[331]

 



[1] Hâkim, el-Müstedrek, II, 345.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/183.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/183-184.

[4] İbn Mâce, Nikâh 11; Müsned, IV, 192

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/184-185.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/185-186.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/186-187.

[8] Bu sayıların her bir cüzünün fetha üzere mebnî olduklarına dikkat çekiyor.

[9] Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 498-499.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/187-189.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/189.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/189.

[13] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, IV, 184-185.

[14] Müslim, Ru'yâ 6: Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizt, Ru'yâ 10; Dârimi, Ru'ya 7; Müsned, II, 269, 507.

[15] Buhârî, Ta'bir 4; Müslim, Ru'yâ 6-8; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizi, Ru'yü 10; Dârimî, Ru'ya 2: Müsned, II 269, 507.

[16] Müslim, Rüya 9: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII. 172-173.

[17] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 174, Ebû Hureyre'den ve "Zayıf olduğu' kaydıyla

[18] Kenzu'l-Umınûl, no: 41413. (Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısı, IX, 127'den naklen)

[19] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 380

[20] Kaynağını tesbit edemedik.

[21] 'Kırk" ve "kırkaltı bölümünden bir bölüm olarak: el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, VII, 174.

[22] Arapça baskıyı yayına hazırlayanın belirttiğine göre, nüshalardan birisinde "elvi" şeklindedir. Bunun doğru olma ihtimali daha yüksektir.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/189-191.

[24] "Peygamberlikten geriye müjdeleyecilerden (el-mübeşşirât) başkası kalmadı" anlamın­da: Buhârî, Ta'bir 5; Müslim, Salât 207-208: Nesâî, Tatbik 62; İbn Mâce, Rüya 1; Muvatta, Ru'yâ 3; Dârimi, Salât 77; Müsned, I, 219, 111, 267, V, 454, VI, 129, 381.

[25] Buhâri, Ta'bir 3, 4, 10, 14, Bed'u'1-Halk 11, Tib 39; Müslim, Ru'yâ 1, 2; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'ya 4; Müsned, V, 296, 300, 305, 310

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/192.

[27] Buhâri, Ta 'bir 9.

[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/192-193.

[29] İbn Mâce, Rıı'yâ 3. Yakın manada: Buharı, Tn'bir 26; Müslim, Rıı'ya 6; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 1; İbn Mâce Ru'yâ 9; Dârimî, Ru'yâ 7.

[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/193.

[31] Tabir 41-13: Tirmizi, Ru'yâ 10; İbn Mâce, Ru'yâ 10; Dârimi, Ru'ya 13; Müsned, II. 107, 17,137 de: Medine'deki veba (sıtma)nın Cuhfe ye kaydırılacağı şeklinde yorumladım" anlamında. Müslim'de tesbit  edemedik.

[32] Buhari, Tabir 44; Meğfızî 26; Müslim, Ruyâ 20; İbn Mâce, Ru'yâ 10; Dârimî, Ru'yâ 13. Ancak yorumda; 'ehl-i leylimden öldürülecek kimse" sözkonusu edilmemekledir.

[33] Dârimi, Ru'yâ 13; Müsned, 1, 271.

[34] Buhârî, Ta'bir 38, 40, Meğazi, 70. 71: Tirmızî, Ru’ya 10: Müsned, II, 319, 338, 344, III, 86.

[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/193-194.

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/194-195.

[37] Tirmizi, Ru'yâ 6; Müsned, IV 10.

[38] Tirmizi, Rüya 6; Müsned, IV, 10.

[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/195.

[40] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTII, 195; senedindeki râvilerden tenkide uğramış alanların ve senedinde inkıta' (kopukluk) bulunduğu kaydıyla.

[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/195-196.

[42] Daha önce 3. başlıkta geren ilk hadise dair verilen kaynaklar

[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/196-197.

[44] Buhârî, Ta'bir 4, 14, 46; Müslim, Ruyâ 2, 4; Ebû Dâvûd Edeb 88; Tirmizi, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'yâ 4; Dârimî, Ru'yâ 5; Müsned, V, 296, 303, 305, 309, 310.

[45] Müslim, Ru'yâ 5; Ebû Dâvûd, Edeb 88; İbn Mâce, Ru'yâ 4; Müsned, III, 350.

[46] Buhârî, Tabir 26; Müslim, Ru'yâ 6; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizl, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 395, 507.

[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/197-198.

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/198-199.

[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/200-203.

[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/103.

[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/203-205.

[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/205.

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/206.

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/206.

[55] Daha önce de geçen ve kaynakları gösterilen bu hadisin, bazı kaynaklarda geçtiği yer­lerin bir kısmı: Buhâri, Salat 70, Şurut 3, 10, Feraiz 19, 20... Mukâteb 5...; Müslim, Itk 5, 6, 8...; Ebû Dûvûd, Feraiz 12; Tirmizi, Ferâiz 20... Ayrıca bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres ti Elfazi't-Hadisi'n-Nebevi, IV, 122, satır 11-20.

[56] Bu cümlenin aslını teşkil eden Arapça ibare pek açık değildir. Medineli kesimin kim­ler oldukları, görüşlerinin ne olduğu ve bu görüşlerinin neden kabul edilmediği gibi hususlar kapalı kalmaktadır.

[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/206-208.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/208.

[59] İfk Hadisi ve yer aldığı kaynaklar için bk. Dr. Beşşâr Evvâ"d Ma'rüf ve arkadaşları, el-Müsnedu'l-Câmi', Beyrut 1413/1993, XX, 364-372.

[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/209.

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/209.

[62] Buharî. İlm 28, Şirb ve Musakât 12, Lukata 2-4, 9, 11; Müslim, Lukafcı 1, 2, 5; Ebû Dâvud, Lukata 1 (7. hadis); Tirmizt, Ahkâm 35; îbn Mûce, Lukata 1; Muvatta, Akdiye 46;Müsned, II, 180, 186, 203, IV, 115-117.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/209-210.

[64] Bir önceki başlıkta gösterilen yerler

[65] Bir önceki başlıkta gösterilen yerler

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/210-211.

[67] Hadis olarak tesbit edemedik.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/211.

[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/211-212.

[70] Buhârî, Lukata 2, 3, 11, Edeb 75; Müslim, Lukata 2, 5, 9; Ebû Dâvûd, Lukata 1 (4. ha­dis); Müsned, IV, 117.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/212.

[72] Buhâri, Nikâh 10, 121, 122, Nafakat 12; Müslim, Rada' 54-58; Ebû Dâvüd, Nikah 3; Dârimî, Nikâh 32; Müsned, III, 294, 302, 308, 314...

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/213-215.

[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/215-217.

[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/217-221.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/221-222.

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/222.

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/222-223.

[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/223.

[80] Ebü Dâvûd, Cihâd 61; Müsned, VI,'39, 264'te, belirtildiğine göre yarışta ilk seferinde öne geçen Hz, Âişe, ikincisinde öne geçen Hz. Peygamberdir, tbn Mace, Nikah 50; Müs­ned, VI, 129, 182, 261 ve 280'de ise; sadece yarıştıklarından ve Hz. Âişe'nin öne geç­tiğinden söz edilmektedir.

[81] Müslim, Cihâd 132; Müsned, IV, 51-54

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/223-224.

[83] Buhârî, Salât 41, Cihâd 56, 57, 58; Müslim, İmare 95; Ebû Davûd, Cihâd 60; Nesâi, Hayl 12, 13; Dârimî, Cihâd 36; Muvatta, Cihâd 45; Müsned, II, 5, 55-56

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/224.

[85] Müslim, İmâre 46; Nesâi, Bey'at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, II, 161, 191.

[86] Ebû Dâvûd, Cihâd 60; Tirmizî, Cihâd 22; Nesâi, Hayl 14; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II, 256, 358, 474.

[87] Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesâî, Hayl 14; Müsned, 111, 103, 253.

[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/224-225.

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/225.

[90] Ebû Dâvûd, Cihad 62; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II, 505.

[91] Muvatta, Cihad 46.

[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/225-227.

[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/227.

[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/227-228.

[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/228.

[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/228-229.

[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/229-230.

[98] Kasâme, mahiyeti ve buna dair fıkhî hükümler, el-Bakara, 2/73. âyetin tefsiri ile el-Mâ-ide, 5/106-108. âyetlerin 12. başlık ve devamında geçmiş idi.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/230

[100] Yeri geldikçe hatırlatacağımız gibi; Kur'ân tefsirinde esas itibar sahih olan rivayetler ile, nastora dayalı olan ilmî istinbâtlaradır. Sağlam bir dayanağı olmayan rivayetlerin ilmî bir değeri olmadığı gibi, Kur'ân'ın anlaşılmasında olumlu bir katkılarının olacağı da söy­lenemez. Buradaki bu tür açıklamalar buna örnektir.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/230-232.

[102] İbn Kesir, Tefsir, IV, 303'te mürsel olduğu belirtilmektedir. Suyûti, ed-Durru'l-Mensür, IV, 514'te el-Hasen'in sözü olarak zikredilmektedir.

[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/232-233.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/233.

[105] Müslim, İman 259; Müsned, III, 148,

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/233-236.

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/237.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/237-239.

[109] Kimi lafzan, kimi mana ile olmak üzere: Müslim, Müsâkaat 77, 80, 82-84, 91, 101; Ebû Dâvûd, Buyu 12; Tirmizî, Buyu 23; Nesâî, Buyu 43, 44, 46; Dârimî, Buyu 41; Müsned, II, 2Ö2, III, 9, 93, V, 200, 271, 314, 320, VI, 22.

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/239.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/239-240.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/240.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/240.

[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/240-241.

[115] Sahili bir senet ile Hz. peygamber'e ya da en azından ashabdan birisine ulaştırılama­yan bu tür bilgileri heın ihtiyatla karşılamak gerektiğini, hem de bunların İlâhî Kelam'ın anlaşılmasında pek katkılarının olmadığını hatırda tutmamız gerekmektedir.

[116] Bu sözleri söyleyenin Hz. Musa olduğu görüşü bulunmakla beraber (bk. Kurtubî, el-Mü'ınin 40/34. âyetin tefsiri), önceki âyetlerde aktarılan Mü'min şahsın verdiği öğüt­lerdin son bölümleri olduğu görüşü de kuvvetlidir.

[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/241-246.

[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/246-247.

[119] Bu ve akabinde gelecek bu tür rivayet ve açıklamalardan sonra bir takım değerlendir­meler de gelecektir. Özellikle İbn Aliyye'nin değerlendirmeleri, bu hususta en sağlık­lı yaklaşana bir örnektir. Merhum Kurtubî de en çok tasvip eniği görüşün o olduğunu açıkça ifade edecektir.

[120] Buhâri, Tevhid 35; Müslim, İman 205; Tirmizi, Tefsir 6. sure 10.

[121] Buhâri, Rikaak 31; Müslim, İman 207; Müsned, I, 227, II, 234, 411, 498.

[122] Buhari, Itk 6, Talâk 11, Eymân 15; Müslim, Eymân 201, 202; Ebû Davûd, Talak 15; Tirmizi Talâk 8;Nesai, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 14, 16; Müsned, II, 425, 474, 481, 491.

[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/247-259.

[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/259.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/259-260.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/260-261.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/261.

[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/261-262.

[129] Müsned, I, 309-31 Odaki rivayette "beşikte konuşmuş dört kişi'den biri olarak "Yûsuf’un şahidi" de sayılmaktadır. -Biraz sonra merhum müfessirîmiz de bunların sayılarının dört olduğunu belirten rivayete işaret edecektir.- Ancak; Buhâri, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Müsned, 11, 307-308, VI, 17-18de ise 'üç kisi'den söz edilmekte; -Yûsuf un şahi­di söz konusu edilmemektedir:

[130] Bir önceki nota bakınız.

[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/262-264.

[132] Âlûsî, Ruhu'l-Meâni, XII, 224'te; "îlim adamlarından birisi'nin sözü olarak aktarmaktadır.

[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/264-266.

[134] Tercümemize esas aldığımız Arapça baskıya hazırlayanın belirttiğine göre, yazma nüs­haların ikisinde burada 511 anlamdaki ibareler de yer almakladır: "Şunu bil ki, o kadın, ona karşı beslediği aşırı sevgisi dolayısıyla çağırdığı kadınlar huzurunda mazeretini açık­ladığında, işin gerçek yüzünü de ortaya koyarak, “Ben ondan murad almak istedim. Fa­kat o kendisini korudu" dedi.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/266-279.

[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/279-281.

[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/281.

[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/281-282.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/282-283.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/283.

[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/283-284.

[142] Müslim, Ru'yâ 6; Ebu Davûd. Edeb 88, Tirmizi, Ru'yâ I, 10; İbn Mâce. Ru’yâ 9; Dârimî, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 507.

[143] Buhârî, Ta'bir 45; Tirmizi, Ru'yâ 8; İbn Mâce, Ru'yâ 8; Müsned, I, 216, 246, 359

[144] Ebû Dûvûd, Edeb 88; Tirmizi, Ru'ya 8; Dârimî, Ru'yâ 8; Müsned, I, 76, 90, 91, 101. 129, 131, II, 504

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/284-289.

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/290-291.

[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/291.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/292.

[149] Buhûrî, Enbiya 54, Menâkibu Ashâbi'n-Nebiyy 6; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 23; Tirmizi, Menâkıb 17; Müsned, II, 339, VI, 55.

[150] Buhâri’de,tespit edemedik.

[151] Muvatta'da tespit edemedik. Ancak İbn Abdi'I-Berr, (Muvatta'ı şerhettiği) el-İstizkâr, XIV, 271'de bunu zikretmektedir.

[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/292-293.

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/293.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/293-294.

[155] Buhâri, Itk 17; Müslim, Elfaz 15; Müsned, II, 316

[156] Buhârî, İman 37, Itk 8, Tefsir 31. sûre 2; Müslim, İman 1, 5, 6, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, İman 4; Nesâi, İman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 25; Müsned, II, 365, 426, IV, 129, 130, 164

[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/294-295.

[158] Bu anlamıyla tespit edemedik. Ancak daha önce bazı bölümleri el-Bakara, 2/260 ile Hûd 11/80'de geçmiş bir hadisin bir bölümü olarak: "... Ve Allah Yûsuf’a da rahmet buyur­sun. Onun kaldığı kadar hapiste kalmış olsaydım ve ondan sonra davetçi gelip beni çağırsaydı, hemen çıkardım..." anlamında: Buhârî, Enbiyâ 11, 19, Tefsir 12. sûre 5; Müs­lim, İman 238; Tirmizi, Tefsir 12. sûre 1; Müsned, II, 322, 326, 346, 384, 389, 4l6. Bu anlamdaki rivayetler için bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 541.

[159] Arapça ifade bu anlamda olmakla beraber; uygun şeklin şu olması gerekir: "Yûsuf a Alkıh'ı unutturan şeytan olmuş olsaydı, Yûsuf un cezalandırımayı hak etmemesi gerekir­di. Çünkü unutan kişi sorumlu tutulmaz."

[160] Tirmizi, Tefsir 7. sûre 3; İbn Sa'd, Tabakat, I, 28.

[161] Buhârî, Salat 31; Müslim, Mesâcid 90, 92-94; Ebû Dâvûd, Salât 189, 190; Nesâî, Sehv 25, 26; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 129, 133; Müsned, I, 379, 420, 424, 438, 448, 455.

[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/295-297.

[163] Aynı manada olmak üzere: Tirmîzi, Tefsir 30. sûre 1-4; Müsned, I, 276, 304.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/298-299.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/299.

[166] Müsned, V, 391.

[167] Müsned, IV, 109, V, 33, 35

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/299-301.

[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/301-302.

[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/302-303.

[171] Bununla merhum Kurtubî, bu manada varid olmuş hadislerin mutlak olmadıklarına, işa­ret ettiği şekilde âyetlerin ışığında ele alınmaları ve öylece anlaşılmaları gerektiğine işa­ret etmektedir.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/303.

[173] Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Sayd 16, 17; Nesâî, Sayd 10; İbn Mâce, Sayd 2; Dârimi, Sayd 3; Müsned, IV, 85, V, 54, 57.

[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/303-305.

[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/306.

[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/306-307.

[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/307.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/307.

[179] Ancak, pahalılaşma sim istemek ve beklemek kastı olmamalıdır. Burada âyet-i kerime­de sözü edilen tedbir, maslahatın gereği olan idari bir tedbirdir. İnsanların faydasına­dır. Pahalılaşması kastıyla yapılan ihtikâr (karaborsa, stokçuluk) ise; bilinen hadis-i şe­riflerle yasaklanmıştır. Bk. Müslim, Musakaat 129, 130; Ebû Dâvûd, Buyu 47; Tirmizî. Buyu 40; İbn Mace, Ticârât 6; Dârimi, Buyu 12; Muvatta, Bııyû 56; Müsned, 1, 21, II, 33, 351, III, 453, 454, VI, 400.

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/308.

[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/308.

[182] M. Fuâd Abdutbâkî, Mu'cemu Ğaribi'l-Kur'ân Mustakrecen min Sahihi'l-Buhâr'i, İstan­bul 1985, s. 137

[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/309-310.

[184] Tirmizi, Tefsir 12. sûre 1; ayrıca Müsned, II, 388 ve 533 kısmen.

[185] Buhari, Tefsir 12. sûre 5

[186] Benzer rivayetler: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 548.

[187] "Divan'dan kastı muhtemelen Sahih-i Buhâri’dir. Çünkü İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VIII, 217'de, az önce geçen Buhârînin rivayetlerini serti ederken şunları söylemektedir: 'Meş­hur fakih, İmam Malik'in ilminden Müdevve'nin râvileri... Abdurrahman b. el-Kasım'ın Buhâride buradan başka bir yerde rivayeti yoktur."

[188] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XII, 235.

[189] Taberi, a.g.e., XII, 235-236.

[190] Çoğul için gelen "mira'den sonra gelen çoğul "vav"ı muhatab raüzekkerde hazfedilir ve "mim" sakin okunur. Kurtubî buna işaret etmektedir

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/310-314.

[192] Kaynağını tesbil edemedik.

[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/315-317.

[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/317-320.

[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/320.

[196] Hadis olarak tesbit edemedik

[197] Nakledilen bu rivayetlerin sağlam bir dayanakları olmadığı gibi; ilâhi buyrukların an­laşılmalarında olumlu her hangi bir katkıları da yoktur.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/321-323.

[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/323-324.

[200] Buhâri, Eymân 1, Keffârât 10, Ahkâm 5, 6; Müslim, İmâre 13, Eymân 19; Ebû Davûd, Harâc ve İmâre 2; Nesâi, Âdâbu'l-Kuctât 5; Dûrimî, Nüzfır 9\ Müsned, V, 62-63

[201] Buhârî, İcâre 1, İstitâbetu'l-Murteddîn 2; Müslim, İmâre 15; Ebû Davud, Hudûd 1; Müsned IV, 409.

[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/324-326.

[203] Buradaki açıklamalara ek olarak İbnu'l-Arâbi’nin sözkonusu ettiği bir husus daha var­dır: "Yûsuf (as), mü'min ve peygamber olduğu halde, kâfirin vereceği bir görevi alma­yı nasıl caiz görmüştür?" sorusuna kısaca şu cevabı vermektedir: "Onun sözlerinin an­lamı, görev istemek değildi: O göreve kentlisi geçmek için, istediği o makamı boşalt­masını istemişti..." İbnu'l-Arabî, bu görüşünün doğruluğuna da bir sonraki âyet olan 56, âyet-î kerimesini delil göstermektedir. (İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1092.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/326.

[205] Buhârî, Buyu' 89, Vekâlet 3, Meğazî 39, İ'tisam 20; Müslim, Müsâkat 94, 95; Dârimî, Buyu 40; Muvatta, Büyü 20, 21; Müsned, III, 45'te şıs anlamdaki bir hadis kaydedilmek­tedir; Hz. Peygamber'in Hayber'deki haracı toplayıp getirmek üzere atadığı amil, olduk­ça kaliteli hurmalar getirince; Hz. Peygamber; "Hayber'in tüm hurması böyle mi?" di­ye sorar. Âmil; hayır, bundan bir ölçek almak üzere, topladığımız adi türden iki ölçek veriyoruz, der Peygamber (sav) bunun faiz olduğunu belirterek, bu uygulamaya red­deder.

Merhum Kurtubî buna işaret ediyor olmalıdır.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/327-331.

[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/331-332.

[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/332-334.

[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/334-336.

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/336-338.

[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/338.

[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/338-339.

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/339.

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/339-340.

[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/340.

[216] Bu lafız ve mana ile tespit edemedik. Ancak Müsned, V, l46'da şu anlamda bir hadis yer almaktadır: "Ebû Zer'den, dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: Şüphesiz ki, nazar kişiyi, tırmanmış olduğu yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış gibi -Allah'ın izni ile- yere yıkar." (Ayrıca bk. el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, V, 106; el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Münir Şerhu'l-Câmii'n-Sağir, I. 427).

[217] Buhârî, Enbiya 10; Ebû Dâvud, Sünne 20; Tirmizî, Tıb 18; İbn Mâce, Tıb 36; Müsned, I, 236, 270.

[218] Buhâri, Tıb 36; Müslim, Seldin 41; İbn Mace, Tıfa 32; Muvatia, Ayn 1, 2; Müsned, III, 486-487.

[219] İbnu'1-Esîr, en-Nikâye, V, 265'te: "Bir kadın Sa'd'ı -Küfe emiri iken- (belden) yukarısı­nı soyunmuş olarak görünce; sizin şu eınirinizin böğürleri birbirine yakındır, dedi" an­lamında.

[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/340-341.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/342.

[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/242.

[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/342.

[224] Muvatta, Ayn 3; -daha kısa ve aynı anlamda olmak üzere: Tirmizî, Tıb 17; İbn Mâce, Tıb 33; Müsned, VI, 438.

[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/343.

[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/343.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/344-348.

[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/348.

[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/348-349.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/349.

[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/349.

[232] Amr b. Dinar'dan dedi ki: Peygamber (sav) şöyle dedi: 'Kaçan kölenin (âbikin, bulu­nup getirilmesine karşılık) ödülü kırk dirhemdir." (İbn Mevdûd, el-lhtiyâr, IV, 46). Ay­rıca bk. ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 470-471.

[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/350.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/350-351.

[235] Câbir b. Abdullah'tan rivayete göre, namazı kılınmak üzere olan bir cenazenin, Hz. Pey­gamber: "Borcu var mı?" diye sormuş. Vardsr, cevabım alınca; "arkadaşınızın namazı­nı kılın!" diye buyurmuş. Ebu Katâde, borcunu ben üzerime alıyorum, deyince, nama­zını kılmış. (Müsned, III, 296; Buhârî, Havâlât 3 -Seleme b. el-Ekvâ'dan-; Tirmizi, Cenâiz 69 -Ebû Katâdç'nin oğlu Abdullah'tan-.

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/351.

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/352.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/352-353.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/353.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/354-355.

[241] "... Hanefilerin hileleri kabul ettikleri görüşü yaygınlık kazanmıştnr. Çünkü Ebû Yusuf bu hususta bîr kitap telif etmiştir. Ancak gerek ondan, gerek Hanefî mezhebine men­sup ilim adamlarının bîr çoğundan meşhur olarak geten görüş ancak "hakkı elde etınek kaşdını gütmek" kaydı ile yapılabileceği şeklindedir... Hilenin (Hanefüere göre) caiz ol­masının ilkesi şudur: Eğer haramdan kaçış ve günahtnn uzak kalmak için yapılırsa gü­zeldir. Şayet bir ınüslüraanın hakkını iptal için yapılırsa güzel olamaz. Hatta günah ve haksızlıktır." (İbn Hacer, Fetku'l-Bârî, XII, 342)

"el-Muhit'te "Hileler ve Meşruiyeti" diye bir bölüm dahi vardır... Hile, mekruh şeylerden kaçıktır. Haramdan kaçmak ve günahlara düşmekten uzak kalmak için lülelere başvur­makta bir sakınca yoktur. Hatta bu, menduptur. Bir müslümanın hakkını ortadan kal­dırmak için hileye başvurmak ise günah ve haksızlıktır. Nesefı, "el-Kâfi'de diyor ki: Muhaınmed b. el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: Hakkı ortadan kaldırmaya götü­ren hilelerle Allah'ın hükümlerinden kaçmak, müminlerin ahlâkından değildir " (Aynî, Umdetu'l-Kari, XXIV, 108-109)

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/355.

[243] Buhâri, Zekât 34, Hiyel 3; Ebû Dâvûd, Zekât 5 (hadis no: 1580) Tirmizt, Zekât 4, Nesâi, Zekât 5, 10; İbn Mdce, Zekât 11,13; Dârimî, Zekât 8; Muvatta, Zekât 23; Müsned, I, 12, II. 15.

[244] Buhârînin 90 no'lu bölümünü teşkil etmektedir.

[245] Buhârî, Hiyel 3- bâb.

[246] Buhârî, Hiyel 3. Ayrıca; az önce geçen ve "... zekât mükellefiyeti korkusuyla..." ibare­si için gösterilen kaynaklara bakınız.

[247] Buhâri, Hiyel 3.

[248] Aynı yer

[249] Gerek el-Mühelleb'în bu sözleri, gerekse bu husustaki başka görüşler ile bunlara da­ir gerekçeler için bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 347 vd.

[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/356-358.

[251] İbnu'l-Arâbî, Ahkâmu'l-Kur’an, III, 1100'de buradaki 76. âyet-i kerime yerine, biraz son­ra da geleceği üzere 56. âyet-i kerimeyi zikretmekledir.

[252] 56-57. âyetlerin tefsirinin baş taraflarında da bu hadise işaret edilmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir.

[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/358-359.

[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/359-362.

[255] Bu haberin sağlıklı ve güvenilir bîr kaynağa dayalı olmadığı, merhum Kurtubî'nin bu ifadesinden de anlaşılmaktadır.

 

[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/363-367.

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/367-368.

[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/368.

[259] Müslim, Akdiye 19; Ebü Dâvüd, Akdiye 13: Tirmizî, Şehâdat 1; İbn Mâce, Ahkâm 18; Afuvaifa, Akdiye 3, Mûsned, IV, 115, 116, V, 193.

[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/368-369.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/369.

[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/369.

[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/370.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/370.

[265] Buhârî, İ'tikaf;11 8, 11, 12, Fardu'l-Humus 4: Bed'u'l-Halk 11, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23, 24; Ebû Dâvûd, Savm 79, Edeb 81: İbn Mâce, Siyam 65; Müsned, III. 156. 285, VI. 337.

[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/370-371.

[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/371.

[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/371.

[269] Beyhakî, Şuabu'l-İman, VII, 214, 215.

[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/371-372.

[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/372-373.

[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/373-374.

[273] Buhari, Ezan 93, Ded'u'1-Halk 11; Ebû Dâvûd, Salât 161; Tirmizî, Cumua 59; Nesâi, Sehv 10; Müsned, VI, 106

[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/374.

[275] Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fedâil 62-, İbn Mâce, Cenaiz 53; Müsned, III, 194.

[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/374-375.

[277] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/376-379.

[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/380.

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/381-383.

[280] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, X, 336

[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/383-384.

[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/384.

[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/384.

[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/385.

[285] Suyüti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 579da biraz daha uzunca kaydettiği bu mektubu, Vehb b. Münebbib'ten diye kaydetmektedir. Böyle olması daha uygundur. Çünkü Hz. Ya'kub'un, boğazlanması emredilenin Hz, İshak olmadığını bilmemesi de mümkün değildir; İbn Abbas'ın böyle bir mektubun yazılmış olduğunu bildirmesi de mümkün de­ğildir. Mektup rivayeti itibariyle sağlam olmadığı gibi; muhtevası da Isrâiliyât'tan oldu­ğunu göstermektedir.

[286] Bu anlaındnki fiil emir olduğu için sonundaki "ye" luırfinin hazfedilınesi gerekiyordu.

[287] Burada fiilin başındaki ceznı edatı dolayısıyln "ya" harfinin Imfedihnesi gerekirken, harf med olarak okunması muzni'i' aslındaki ötrenin hazfedîldiğini kabul etmek, cezın alameti olarak değerlendirilmektedir.

[288] Ancak, -Arapça baskıyı hazırlayanın da dikkat çektiği gibi- burada aslının ikinci harfi "ya" değil "vav”dir.

[289] Buhâri, Hudûd 36, Buyu 66, 110; Müslim, Hudud 30-32; Ebû Dâvûd, Hudud 32; Müsned, II, 249. 494.

[290] İbn Hibbân es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/1987, s. 337.

[291] Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: Başımıza bir şey kakılmayacaktır. Bugün Allah size mağfiret buyursun" şeklinde olur.

[292] Yani burdaki bol ve geniş sıftı müennes bir kelime olup gömleğin değil, semai müennes ve mahzuf olan zırh anlamındaki kelimenin sıfatıdır.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/385-391.

[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/391-392.

[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/392-394.

[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/394-395.

[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/395-396.

[298] Buhârî, Mezâlim 10, Rikaak 48; Müsned, II, 506.

[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/396-397.

[300] Tirmizi, Deavât 114.

[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/397-398.

[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/398.

[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/398-399.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/399-400.

[305] Tirmizl, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15: Müsned, III. 198.

[306] Buhâri, Cihâd 168, Menâkıbul-Ensar 12; Müslim, Cihâd 64; Müsned, III, 71.

[307] Ebû Davûd, Edeb 151: Tirmizi, Edeb 13; Müsned, IV, 91. 93. 100

[308] Tirmizi, Edeb 13.

[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/400-401.

[310] Ebû Dâvûd, Libas 4; Tirmizi, İsti'zân 7; Müsned, II, 50, 92.

[311] Tirmizî, İsti'zân 7

[312] Aynı anlamda olmak üzere: Ebü Dâvûd, Edeb 151; İbn Mace, Dua 2; Müsned, III, 395, V, 253; ayrıca bk. Müslim, Salât 84.

[313] Muvatta, Husnu'l-Huluk 16.

[314] Aradaki soru-cevap olmaksızın, tokalaşmanın günahların bağışlanacağını ifade eden ye el-Berâ b. Âzib (ra.) yoluyla gelen hadisler için bk. Ebû Dâvud, Edeb 141; Tirmizi, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15; Müsned, IV, 289, 293, 303

[315] Bu açıklamaya göre âyetteki "el-Bedvi" kelimesi çöl anlamında olmaz, sizi Bedâ'dan ge­tirdi, demek olur.

[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/401-405.

[317] Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30; Müslim, Zikr 10, Ebû Dâvud, Cenâiz 9; Nesâî, Cenâiz 1; İbn Mâce, Zühd 31; Müsned, III, 101, 104, 171, 195, 208, 247, 281.

[318] Müslim, Zikr 13; Müsned, II, 350; yakın ifadelerle aynı anlamda: Nesûl, Cenüiz 1; Dârimi, Rikaak 45; Müsned, II, 263, 309, 316, 514

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/405-408.

[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/408-409.

[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/410.

[322] Buna göre anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler vardır. Yerin (âyetleri) üzerinden ise yüz çevirerek geçerler.

[323] Buna göre de anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler vardır. Yeri de (yarattı.) Onun üzerinde yüz çevirerek geeçer,giderler.

[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/410-411.

[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/411-412.

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/412-413.

[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/413.

[328] Buhârî, Eyman 15, Talâk 11; Müslim, İman 201, 202; Ebû Dâvud, Talâk 15; Tirmizî, Ta­lâk 8; İbn Mâce, Talâk 14; Müsned, II, 255, 393, 425. 474, 481, 491.

[329] Bk. Buhari, Tefsir 2. süre 38.

[330] Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12. sûre 6, Ayrıca bk. Tefsir 2. sûre, 38.

 

[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 9/413-418.