Kur'ân, Temel Bilgiler Kaynağıdır
Tevrat'ta Yusuf Peygamber Kıssası
Onbir Yıldızla Güneş Ve Ayın Secde Etmesi
Kitab-I Mukaddeste Yusuf Olayı
Hz. Ömer'in (R.A.) Tevrat'tan Birkaç Yazıu Sahife Getirmesi..
Üzücü Olaylar Karşısında Güzelce Sabır
Çocuğu Önce Allah'a Emanet Etmek
Yusuf'un Az Bir Fiatla Satılması
Böyle Değerleri Bulup Seçme Basireti
Kadının Arzusunu Dile Getirmesi, Yusuf'un İlâhî Burhan Görmesi
Dedikoduyu Önleyip, Ailenin Şerefini Korumak
Nefsi Esir Tutmak, Ruha Saltanat Kapısını Açar
Zindandan Kurtulmasını Sağlayan Sebeplerin Oluşması
Yusuf Peygamberin Zindanda İrşat Görevini Sürdürmesi
Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmasını Kolaylaştıran Sebepler
Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmakta Acele Etmemesi
Bazı İhtiyaç Maddelerinin Depolanıp Kaldırılması
Nefsi Temize Çikarmaya Gayret Etmemek
Yusuf Peygamber, Zindandan Çıkarken
Yusuf'un (A.S.) Kralla Görüşmesi
Allah, Yâkub Ailesini Yeniden Bir Araya Getirmeyi Diledi
Sevdiklerimizi Allah'a Emanet Etmemiz
Tedbîrden Sonra İlâhî Takdire Güven Ve Teslimiyet
Yâkub Ailesini Mısır'a Getirmenin Yollari
Yâkub Peygamberin Gözlerine Ak İnmesi
Her Şeye Rağmen Allah'tan Ümit Kesmemek
Önemli Kişiler, Kendi Çevrelerinde Pek Takdir Görmezler
Peygamber Kıymetini Bilmeyenler
Asalet Örneği, Fazilet Timsali
Ana Ve Babasının Yusuf'a Secde Etmesi
Ruhumu, Müslüman Olduğum Halde Al!
Yusuf (A.S.) Kıssasından
Mü'minlere Mesajlar
Özel Mülkiyeti Kaldırıp Devletin Tekelinde Tutmak
Hz. Muhammed'in (A.S.) Beslediği Ümit
Dine Davette, Hakk'a İrşatta Ücretin Yeri Yoktur
Kur'an Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır
Varlıkta Her Şey Allah'ın Damgasını Taşımaktadır
İnsanların Çoğu Ancak Ortak Koşarak Allah'a İnanırlar
Aniden İlâhi Azabın Kendilerini Kuşatmasını Mı Beklerler?
Peygamberler Erkeklerden Seçilip Gönderilmiştir
Peygamberler Ümitsizliğe Düşerler Mi?
Peygamberlerin Kıssalarında Öğütler Ve İbretler Vardır
Kur'ân Uydurma Bir Söz Değildir
Bu sûre, ismini içinde
kıssası anlatılan Yusuf Peygamber'den alır. Sûrenin önemli bir bölümü bu
kıssayla ilgili olup, öğüt alınacak safhalardan meydana gelmiştir. Zira
İslâm'a hizmet eden mürşitlerin ve tebliğatçı-ların geniş bilgiye, bol
malzemeye, kısacası irşat metoduna, çok renkli misallere büyük ihtiyaçları söz
konusudur. Daha önceki sûrelerde yer yer bu malzeme ve metot işlenmişti. Yusuf
sûresinde ise, mü'minlere daha çok müjde, müşriklere uyanlar yapılıyor ve hiç
bir zorbanın, ya da azgın inkarcının sünnetullahın akışını değtştiremiyeceği
açıklanıyor. Şüphesiz ki Yusuf Peygamberin kıssası bunun en açık ve doyurucu
örneklerinden biridir. O bakımdan gerek Mekkeli müşriklerin, gerekse diğer
inkarcı maddecilerin tuttukları yanlış ve tehlikeli yoldan dönüş yapmaları
için rahmetten gelen sinyaller veriliyor. Sonra da bâtılın üstünlük sağladığı
takdirde çok merhametsiz ve acımasız olacağı; hakkın üstünlük sağladığı
takdirde çok merhametli ve affedici oiaeağına atıflar yapılıyor ve Yusuf
Peygam-ber'in kendi kardeşlerini nastl serin bir hoşgörüyle karşılayıp
affettiği misal gösteriliyor.
Bu sûre, ilini
adamlarının icmâıyla Mekke'de inmiştir.
Âyet sayısı : 111
Kelime »
: 1600
Harf » : 7166 [1]
İbnü'l-Cevzî'nin
tesbitine göre, bu hususta iki ayrı rivayet vardır. Birincisi, Sa'd b. Ebî
Vakkas (R.A.)dan nakledilmiştir ki, adı geçen şöyle demiştir : Allah,
Kur'ân'ın bir bölümünü Peygamberine indirdiği zaman. Peygamber (A.S.) vakit
kaybetmeden inen kısmı ashabına okur ve gereken açıklamayı yapardı. Aradan bir
süre geçince, ashab : «Ya Resûlellah! bize
bir şeyler anlatsan
ya» diye istekte bulunurlardı. Bunun üzerine «Allah sözün en güzelini
indirmiştir..» mealindeki âyet indi. Aradan bir müddet geçtikten sonra ashab
yine : «Ey Allah'ın Resulü! bize daha önceki olayları, kıssaları anlatsan ya»
diyerek isteklerini belirttiler. Bunun üzerine Yusuf Sûresinin başındaki üç
âyet indi. [2]
İkinci rivayeti ise
nakletmeğe gerek görmüyoruz. [3]
1— Elif -Lânv Râ. Bunlar çok açık ve açıklayıcı
kitabın âyetleridir.
2— (Mana ve hikmetine) akıl erdiresiniz diye,
biz onu Arapça, bir Kur'ân olarak indirdik,
3— Sana bu Kur'ân'ı vahy etmem izle, kıssaların
en güzelini anlatıyoruz. Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.
«Elif -Lam- Râ» bu
Harfler, Allah ile Peygamberi arasında, sûredeki esrar perdesini aralayan
birer işaret, hikmet kilidini açan birer şifredir.
İbn Abbas'a (R.A.) ve
tabiîn'den Dahhak'a göre, bu üç harfin delâlet ettiği mana şöyledir: -«Ben ki
Allahım her şeyi görmekteyim.» Katade'ye göre, bunlar sûrenin isimlerinden
biridir. Allah daha iyisini bilir.
«Bunlar çok açık ve
açıklayıcı kitabın âyetleridir.»
Kur'ân, az kelimeyle
çok mana ve hükümlere delâlet eden; insan aklına lâyık olduğu yeri veren,
birçok önemli konularla ilgili temel bilgiler getiren; hükümleriyle insan
hayatını düzenleyen, insanca yaşamanın bütün incelik ve sadeliğini açıklayan;
Allah'ın varlığını ve birliğini akıl ve mantığı yönlendirir kuvvetle
sergileyen; beşer ruhuna ezelde enjekte edilen Allah ve din duygusunun
üzerindeki sedefi en usta bir yöntemle kırıp ortaya çıkaran; âhiret kavram ve
inancını hikmet ve felsefesiyle en duyarlı biçimde gönüllere işleyen; duygu ve
düşüncelere berraklık kazandıran; kitap indirilmesinin, peygamber
gönderilmesinin neden ve niçinini en doyurucu biçimde ifade eden ve bu kudret
ve kapsamlı özelliğiyle «Mübîn» vasfını alan, Allah'ın en son mesajıdır.
İnsan ruhunun bütün
inceliklerine ve duyarlıklarına seslenen; nefsin bütün arzu ve isteklerini
meşru sınırlar içine alan; akıl ve zekânın tekâmül edeceği en yüksek noktaların
üstünde yüksek hikmetlerin özetini veren; ilmî araştırmalara ve çalışmalara
yarayacak ana fikirleri, yeri geldikçe ortaya koyan; ilâhî feyiz ve rahmeti
bütün letafet ve haşmetiyle gönüllere yansıtan tek kitaptır.
Kur'ân bütün bu
özellikleriyle başka sözlerden ve düşünce sistemlerinden kesinlikle ayrılır.
Bir benzerinin yazılması ve söylenmesi beşer kudretinin dışındadır.
Kur'ân okundukça
eskimeyen, bilâkis cilâsı artan, araştırıldıkça yeni yeni ışıklar saçan, amel
edildikçe ruhlara ve vicdanlara değişik fakat doyurucu gıdalar veren, bakıldıkça
gözleri aydınlatıp insanı huzura kavuşturan açık-seçik bir kitaptır.
' Âyetlerinde
hikmetler, kelimelerinde belgeler, anlatımında incelikler, nağmesinde letafet
ve rahmet, hükmünde emniyet tavsiyelerinde inayet ve siyanet, seslenişinde
bereket, emirlerinde selâmet, yasaklarında tes-lımiyet ve mahviyet, va'dlerinde
ciddiyet vardır.
Onun için Kur'ân
bitmez ve tükenmez bir hazine, açıklaması sona ermez büyük bir kaynak;
kıssaları akla ışık tutan, düşünceleri yönlendiren, gönüllere büyük çapta
teselli veren, vicdanının kapısını açabilene öğüt ve »retier demetini sunan,
Allah'ın en son armağanıdır.
«{Mana ve hikmetine)
akıl erdlresi-niz diye, biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.»
Şüphesiz ki, Arapça,
Allah'ın muradını en iyi yansıtabilen zengin kelime haznesine sahip bir
dildir. Vahanın sessizliği içinde ve sade bir hayatın akışı doğrultusunda
insan hayali daha çok genişler ve güç kazanır. Ruhlardan ve nefislerden
kaynayan binlerce arzu ve eğilimleri dil ile ifade edebilmek için durmadan
kelime üretilir. Öyle ki, çöl her yanıyla insan duygularını kamçılar ve şairlik
ruhunu canlandırarak bol kelime ve cümlelere vatan, güzel söz söylemeye ilham
kaynağı olur.
En ünlü şairlerin ve
ediplerin yetiştiği, güzel söz söyleme yarışlarının tertiplendiği, bunun için
özel panayırlar kurulduğu bir asırda Kur'ân-ı Ke-rîm'in, Arapcanın bütün
incelik ve özelliklerini, söz söyleme sanatının en gelişmiş tezgâhını kendinde
taşıyarak inmesi, şüphesiz ki çok önemli bir olay ve ancak akıl yoluyla
çözülmesi, imân gücüyle açıklığa kavuşması bakımından da cok büyük bir
inkılâptır.
Hz. Muhammed (A.S.)
şâir olmadığı gibi, okur-yazar da değildi. O, ne okullara gitmiş, ne de
öğretmenlerin önünde diz çökmüştü. Annesinden doğduğu gibi temiz, saf ve
lekesiz idi. İnsanlığa emanet ettiği Arapça Kur'ân, günümüze kadar hep
tazeliğini korumuş, bütün sataşmalar, tenkitler, iftiralar, yalanlar ve ölçüsüz
yargılar onun ilâhî duvarına çarparak tesirini kaybetmiş ve hepsi de birer
sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûm olmuştur. Hiçbir devirde gerçeği bulup ortaya
çıkaran ilmî buluşlarla ters düşmemiş, üstelik her çağda ilme ve ilim adamına
ana fikir, temel bilgi vererek ışık tutmuştur.
O bakımdan Kur'ân her
ne kadar Arapçaysa da, gerçek anlamda Al-lahçadır. Çünkü Arapların en edibi
bile onun bir âyetinin benzerini getirememiş ve ister istemez ondaki fesahat
ve belagat karşısında eğilme ihtiyacını duymuştur.
İşte bütün bu
yücelikleri ve özellikleri başka bir dil ile ifade etmek veya bunu başka bir
dile tıpatıp çevirmek mümkün değildir. Nitekim bu hususu Fatiha ve Bakara
sûrelerinin tefsirinde açıklamış bulunuyoruz.
Konuyu özetliyecek
olursak, diyebiliriz ki:
— Kur'ân-ı Kerîm
Arapça olduğu kadar Allahçadır. Duygu ve düşünceye seslendiği kadar, akla ıştk
tutar, malzeme verir. Kelime ve cümlelerinin konumu, tertip ve düzeni, insan
gücünün ötesindedir. Taşıdığı manalar, delâlet ettiği hükümler mükemmellik
düzeyinde bulunuyor. O yönüyle de Kur'ân insan düşünce ve zekâsının ürünü
olamaz. Açıkladığı ilmî görüşler, fikirler ve temel bilgiler, gelişen ilmî
tesbitlerie hep doğrulanmış ve hatasız olduğu kesinlik kazanmıştır. Çünkü
Allah sözü, O'nun kelâm sıfatı gibi mükemmeldir, kusursuzdur.
Bu nedenle Kur'ân
indiği gibi ezberlenmiş ve yazılmıştır. Yazıldığı gibi aynen korunmuştur. İnsan
sözü ona kanştırılmamıştır.
İlgili âyette, Kur'ân için
«mübîn» sıfatının lâyık görülmesi bundandır. O beşer için lüzumlu her konuyu
açıklar, her meseleyi açıklığa kavuşturup ihtilâfa imkân vermez. Yeter ki onu,
indiği dönemdeki Arapçaya vakıf olanlar incelesin, yeter ki uzman ilim
adamları onu tefsir etsin.. [4]
«Sana bu Kur'ân'ı vahyetmemizle,
kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.»
Kur'ân gelip geçen ve
ismi duyulan peygamberlerin karşılaştıkları olayların can alıcı noktalarını,
öğüt ve ibret alınacak bölümlerini, akla ışık tutacak, duygu ve düşünceleri
yönlendirecek, vicdanları sızlatacak, gönüllere teselli verecek ölçü ve
anlamda anlatır. Lüzumsuz olayları değil, tarihî önemi anılmaya değer vakaları
aktarır. Kiminin tarihî seyrine, kiminin kalıntılarına, kiminin refah içinde
yüzerken gösterdikleri tuğyan ve şımarıklıklarına, kiminin ahlâksızlığın en
çirkinini işlediklerine dikkatleri çeker. Nitekim A'raf ve Hûd sûrelerinde
bunlarla ilgili belgeler ve gereken açıklamalar yeterince yapılmıştır. Yusuf
Peygamber kıssası ise,onlardan birçok yönleriyle farklıdır. Kapsadığı hikmetler
ve anlatılan bölümler, hemen her sınıf insana seslenip malzeme vermekte, daha
kapsamlı düşünmelerini ilham etmektedir.
Böylece Yusuf
Peygamber kıssası, şüphesiz ki kıssaların en güzeli, en ibretlisi ve en bol
misal taşıytcısıdır. Kur'ân'da bu olay en çekici yanıyla ilâhî tezgâhta kelime
kalıbına dökülerek en uygun cümlelerle şekillendirilmiştir.
Bu kıssa Kur'ân'da
henüz nakledilmeden önce, cahil halk arasında aha cok aşk ve seks serüveni
doğrultusunda romantik bir hava içinde anlatılır ve olayın hiçbir zaman ciddi
yönü, ibretli yanı düşünülmezdi. Tevrat'-ln Tekvîn kitabında 39-48. bablarda
kıssaya ayrılan geniş yerde hikâyem-»ı çok şeyler anlatılmaktadır. Hem Tevrat'a
yapılan müdahaleyle kıssanın aŞil doğrultusundan saptırıldığı, hem de halk
arasında dilden dile dolaştırılmak suretiyle kılıf değiştirdiği dikkate
alındığında, düşünebilenler için birçok öğüt ve ibretleri yansıtan bu olayın
neden Kur'ân'da gerçek yönünün anlatılmasına lüzum görüldüğü kendiliğinden
anlaşılır. O bakımdan ilgili âyette Hz. Muhammed'e (A.S.) hitapla şu açıklama
yapılır: «Sona bu Kur'ân'i vahyetmemizle, kıssaların en güzelini anlatıyoruz.
Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.»
Kıssaya Tevrat'ta
geniş yer verildiğine ve Medine ile çevresinde Yahudilerden birkaç kabilenin
yaşadığına bakılırsa, Arap Yarımadası'nda Yusuf Peygamber'le ilgili -yanlış ve
noksan da olsa- birtakım hikâyelerin halk arasında anlatıldığı söylenebilir.
Tabii Mekkeli'lerin bundan habersiz oldukları pek söylenemez. O halde ilgili
âyette Resûlüllah'a (A.S.) : «Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.»
buyurulmasının anlamı ne olabilir? İmam Kurtubî bunu, «Sana tarif ettiğimiz mana
ve muhtevada ondan haberin yoktu», şeklinde yorumlamıştır. Bundan şu neticeyi
çıkarabiliriz: Re-sûlüllah (A.S.) Efendimîz'in Yusuf Peygamber ile ilgili kıssa
hakkında, Kur'ân'da açıklanan ölçü ve muhtevaya uygun bilgisi yoktu. Müfessir
Keşşaf ise, bunun hilâfına bir yorumda bulunarak şöyle demiştir: «Bunu sana
vahyetmeden önce senin bu hususta bir bilgin yoktu ve kulağına da ondan bir şey
çalınmış değildi.» [5] Elmalılı Hamdi Yazır da
Keşşafın yorumu doğrultusunda şu açıklamayı yapmıştır: «Yoksa bu bir hakikat
ki bundan -bu vahiyden- evvel sen elbette gafillerden idin; kıssadan asla haberin
yoktu, buna dair hiçbir şuura mâlik değil idin, ne aklına gelmişti, ne
hayaline, ne işitmiş, ne de düşünmüştün..» [6]Merağî
ise, peygamberler kıssaları hakkında bir bilgin yoktu, şeklinde bütün kıssaları
içine alan bir yorum getirmiştir.
Bütün bu yorumları ve âyetin
anlatım tarzını bir araya getirdiğimizde, yukarıda da değindiğimiz gibi, Yusuf
Peygamberle ilgili kıssa, Hz. Peygamber (A.S.) Efendimize vahyedilmeden önce,
onun bu konuda doğru ve sıhhatli bir bilgisi yoktu, diyebiliriz. [7]
Mevcut Tevrat
nüshalarında bu kıssaya geniş yer verildiğini görmekteyiz. O kadar ki, konu
romantik bir havaya sokulmuş ve çok detaylı olarak anlatılmıştır. Onlardan
tashihi gereken önemli birkaç maddeyi tesbit-le yetiniyoruz :
1— Kardeşlen
Yusuf'u alıp sürüyü gütmeğe götürdüklerinde, Yusuf 17 yaşında idi.
Kur'ân'da onun kaç
yaşında olduğu üzerinde durulmaz, ancak kardeşlerinin onu kuyuya attıktan
sonra babalarını inandırmak için gömleğine başka bir kan bulaştırıp
getirdiklerine bakılırsa, Yusuf'un daha küçük olduğu anlaşılır.
2— Yusuf Peygamberin iki defa rüya gördüğü,
birinde kardeşleriyle beraber tarlada biçilen ürünü demet yaparken kaıdeslerinin
hazırladıkları demetlerin gelip Yusuf'un demeti etrafında toplanarak
eğildikleri anlatılır. Diğerinde ise, Kur'ân'da açıklandığı üzere, güneş ay ve
ur. bir yıldızın Yusuf'a secde ettikleri biraz daha geniş şekilde belirtilir.
Ayrıca Yusuf'un bu iki rüyasını da kardeşlerine anlattığı kaydedilir.
Kur'ân'da ise, sadece
bu ikinci rüyasından söz edilir ve rüyasını babasına anlatınca, «bunu
kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana
gerçekten açık bir düşmandır.» diye tavsiyede bulunduğu belirtilir. Böylece
Kur'ân, Tevrat'ın o kısmını tashîh eder.
3— Yusuf Peygamber, gördüğü ikinci rüyayı da
babasına anlatınca Yâkub Peygamberin öfkelendiği ve yoksa ben, annen ve
kardeşlerin senin önünde mi eğileceğiz?! dediği nakledilir.
Kur'ân'da Yâkub
Peygamber'in öfkelenmediği, ancak rüyanın yorumunu bildiğinden, endişelendiği
ve bu rüyayı kardeşlerine anlatmamasını tenbîh ettiği açıklanarak Tevrat'ın o
kısmı düzeltilir.
Kardeşleri Yusuf'u
kuyuya attıktan sonra îsmaîllîlerin oluşturduğu bir kervanın yaklaşmakta
olduğunu gördükleri ve kardeşlerinden ya Yahuda'nın, ya da bir başkasının gelip
Yusuf'u kuyudan çıkardığı ve köle diye o kervana sattığı anlatılır.
Kur'ân'da ise, Yusuf'un,
kervandan bir adamın kuyuya kova salması neticesinde bulunduğu belirtilir. [8]
Mekke'de inen Yusuf
sûresinde kıssaların en güzeli anlatılırken, Hz. Muhammed'in (A.S.) o sıkıntılı
ve netameli günlerde hayatının bir bölümünün Yusuf Peygamberin hayatıyla
benzerlik arzettiğine işaret edilir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, tıpkı
Yusuf Peygamber gibi, yakın gelecekte öz yurdundan çıkarılacağı; birçok
mihnet, üzüntü ve sıkıntılardan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf Peygamber'i
Mısır'da aziz kılıp kardeşlerini ayağına kadar getirttiği ve onun da geçmişin üzerine
sünger çekerek kar-aeşlerini affettiği gibi, Hz. Muhammed'in de yakın gelecekte
öz yurdu olan ekke'den çıkarılacağı, fakat çok geçmeden ilâhî inayetin bir
başka tecellisine mazhar kılınarak Medine'de şehir devletini kuracağı ve çok
geçmeden kendisini Mekke'den ayrılmaya mecbur eden müşriklerin baş aşağı
getirileceği, feth-i mübîn iie Hz. Muhammed'in (A.S,) önünde eğilecekleri ve
O'nun da geçmişin üzerine sünger çekerek onları affedeceği ilham ediliyor.
«Halbuki senin bundan, önce
haberin yoktu..» mealindeki âyet bir bakıma bu mesajı vermekte ve zikredilen
kıssaya benzerlik gösterecek olayların yakında gerçekleşeceğine işaret
etmektedir. Nitekim yapılan ciddi araştırmalara göre, Yusuf sûresi, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in Mekke'de, kendisini imhaya karar veren müşriklerin birtakım
tuzaklar kurmayı plânladıkları bir sırada indiği tesbit edilmiştir ki, Yusuf
kıssası bütünüyle bir müjde anlamını taşımakta ve tuğyan eden kâfirlerin eninde
sonunda hüsrana uğrayacaklarına işaret etmektedir. [9]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanların din ve dünya işlerinde muhtaç bulundukları önemli bilgileri
açık-seçik olarak ortaya koyan Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesinin nedeni
üzerinde durulmakta ve bu hususta özellikle Arapların akıllarını iyice
kullanmaları istenmektedir.
Sonra da kıssaların en
güzeli olan Yusuf kıssasının anlatılacağı bildirilerek sıkıntılı günler
yaşayan mü'minlere kurtuluşun çok yakın olduğu müjdelenmektedir.
Aşağıdaki âyetlerle, Yusuf
Peygamberin kendisine henüz peygamberlik verilmeden önce gördüğü rüyasına ve
babasının tavsiyesine yer verilmekte, sonra da Yâkub Peygamber'in gelecekle
ilgili Yusuf'a verdiği habere ve Yusuf'un ileride Allah'ın geniş çapta
iltifatına mazhar kılınacağına dair yorumuna temas edilmekte ve konu üzerinde
iyice düşünüp kendi lehimize birtakım sonuçlar çıkarmamız istenmektedir. [10]
4 Hani bir
vakitler Yusuf, babasına : «Babacığım, doğrusu ben rüyamda onbir yıldız, Güneş
ve Ay'ı gördüm, gördüm ki bunlar bana secde ediyorlar,» demişti.
5— {Yâkub
ona): «Oğulcağızım, dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak
kurarlar; çünkü şeytan insana gerçekten açık bir düşmandır.
6 işte bunun
gibi Rabbin seni seçecek; sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; hem sana, hem de
Yâkub ailesine nimetini tamamlayacak, nasıl ki daha önce ataların İbrahim ve
İshâk üzerine nimetini tamamlamıştı.
Şüphesiz ki Rabbin
(her şeyi gereği gibi) bilendir, yegâne hikmet sahibidir.»
«Şüphesiz ki, soylu
cömertin, soylu cömert oğlu, soylu cömertin soylu cömert oğlu, İbrahim oğlu
İshak'in oğlu Yakub'un oğiu Yusuf'tur.» [11]
Ebû Katade diyor ki :
Beni rahatsız eden bazı rüyalar görüyordum. Bendeki bu hal, Peygamber (A.S.)
Efendimizden şu hadîsi işitmeme kadar devam etti. Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu
:
«Salih rüya
Allah'tandır. Kötü rüya ise, şeytandandır. Sizden biriniz hoşunuza giden bir
rüya gördüğü zaman, onu ancak sevdiği kimseye anlatsın. Kötü bir rüya
gördüğünde ise, sol tarafına dönüp üç defa tüfleyerek şeytandan ve onun
kötülüğünden Allah'a sığınsın. O takdirde kendisine bir zarar elbette vermez.» [12]
«Sizden biriniz hoşuna
gideceği bir rüya gördüğünde, o herhalde Allah'tandır. O bakımdan Allah'a hamd
etsin ve rüyasını (sevdiklerine) anlatsın. Hoşlanmayacağı bir rüya görürse, o
şeytandandır, O nedenle şeytandan ve onun şerrinden Allah'a sığınsın ve
rüyasını kimseye anlatmasın. Böyle yaptığı takdirde o rüyanın kendisine bir
zararı dokunmaz.» [13]
«Mü'minin rüyası,
peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür ve rüya, gören onu anlatmadığı
sürece onun üzerinde uçar halde durur. Anlattığı zaman düşer. Rüyayı ancak zeki
ve bilgili olan birine veya yakın dostuna anlatsın.» [14]
«İhtiyaçları karşılayıp
yerine getirmede, onu gizlemekle Allah'tan yardım dileyin, Çünkü gerçekten her
nimet sahibine haset edilir.» [15]
«Hani bir vakitler
Yusuf, babasına: «Babacığım, doğrusu ben rüvamda onbir yıldız, güneş ve ay'ı
gördüm, gördüm ki bunlar bana secde ediyorlar» demişti.»
Onbir yıldız, Yusuf
Peygamberin onbir kardeşine, güneş ile ay, onun baba ve anasına işarettir. Zira
en sağlıklı tesbitiere göre, Yâkub Peygamberin oniki oğlu dünyaya gelmiştir.
Buradaki secdenin
anlamı, saygı makamında baş eğmektir. Müfessir-lerden bir kısmının
araştırmalarına göre, o devirde Mısır ve Filistin yörelerinde devlet
büyüklerine saygı göstermek için hafifçe baş ve bazan da başla birlikte bel
eğmek âdet imiş. İhtimal ki, Yâkub Peygamber, eşi ve onbir oğlu, Mısır'a
nakledildikleri zaman, devletin üst kademesinde önemli makamda bulunan Yusuf
Peygambere, yöre geleneklerine uyarak başlarını eğmek suretiyle sevgi ve
saygılannı ifade etmişlerdir. O bakımdan Yusuf Peygamberin rüyasında gördüğü ve
Kur'ân'ın secde diye bahsettiği saygı, bu anlamdadır. Bundan başka secdenin bir
diğer manası, eşyanın ilâhî buyruğa, yani cari olan sünnetullaha uyarak baş
eğmesi, yuKİenilen programa göre hareket edip varlığını ve ödevini yerine
getirmesidir.
Terim olarak, ibâdet
niyetiyle Allah'ın manevî huzurunda eğilip alnı yere koymaktır. Nitekim Râğıp
el-Esbehanî, kendi Müfredat'ında diyor ki: «Secdenin aslı, tezellül, yani
mahviyet içinde alçalmadır. Daha cok Allah'ın huzurunda mahviyet ve teslimiyet
düzeyinde alçalıp kulluğu ifade etme anlamında kullanılır.
Ayrıca secde, biri
ihtiyari, diğeri teshirî olmak üzere ikiye ayrılır. İhtiyarî secde,
mü'minlerin Allah'a yaptığı secdedir ki bunun şeklini ve hikmetini peygamber
(A.S.) belirlemiştir. Teshirî secde ise, kâinatta yer alan her varlığın İlâhî
sünnete uyup baş eğmesi ve yaratıldığı gaye ve hizmete yönelmesidir.
Yusuf Peygamber, Mısır'a aziz
olduktan sonra babası, anası ve kardeşlerinin ona secde etmeleri, yukarıda da
belirttiğimiz âdetle ilgili sevgi ve saygı anlamında bir eğilmedir. Hatta
Misırlı'ların o gibi secdeye, «sü-cûd-i baîr» dedikleri rivayet edilir. Devenin
kendi binicisine baş eğip binmesine imkân verdiği için bu tabiri
kullanmışlardır. [16]
«Oğulcagızım, rüyanı
kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar..»
Yusuf Peygamberi diğer
oğullarına nisbetle biraz daha fazla seven Yâkub Peygamber, onun gördüğü
rüyanın Allah'tan olduğunu anlamış ve yorumunu da peygamberlik bilgisiyle en
sıhhatli şekilde yapmış ve yaptığı gibi de gerçekleşmiştir.
Rüya, uykuda duyular
faaliyetini durdurunca ruhun İbrelerinden birinin misal âlemine uzanması ve
orada, arşivlenen olayların misalleriyle bir bakıma temasa geçmesi neticesinde
gerçekleşen bir olaydır. Ruhun uzanan ibresi, hem olayların kendisini
göremediği, hem de sadece misalleriyle ilgi kurabildiği için, onları biraz
karmaşık biçimde alıp beyne ulaştırır, O bakımdan rüyaların çoğunun yoruma
ihtiyacı söz konusudur. [17]
İnsan ruhuna yerleşen,
onunla birlikte doğan ve ölerv kıskançlık duygusu, meşru sınırlar içine alınıp
gıptaya döndürülmediği taktirde sahibini birtakım zararlı, ya da tehlikeli
yollara itebilir. En azından kalp ve kafayı durmadan meşgul eder ve o yüzden
insanı daha faydalı şeyleri yapmaktan alıkoyabilir.
İnsanların bu gibi manevî
hastalıklarına dikkatleri çeken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İhtiyaçları
yerine getirmede gizliliğe dikkat ederek Allah'tan yardım dileyin. Çünkü
nimete erişen her kişi kıskançlığa hedef olur,» buyurmuştur. Yâkub Peygamber,
hem oğullarının karakterini, hem insan psikolojisini çok iyi bildiğinden, Yusuf
Peygamberi uyarmış ve kendisine rüyada ilham edileni gizli tutmasını
emretmiştir. Bir de ara yere şeytanın girip insanın bu duygusunu tahrik
etmesi, tehlikeyi büsbütün artırabilir. Yâkub Peygamber bilhassa bu noktaya
parmak basarak, «çünkü şeytan insana gerçekten acık bir düşmandır» deme
ihtiyacını duymuştur. [18]
Az yukarıda değindiğimiz
gibi, Tevrat'ta birçok konularda olduğu gibi, Yusuf Peygamber olayı da hayli
değişikliğe uğratılmış, Allah'tan indirildiği ölçü ve muhtevada bırakılmamıştır.
Kur'ân indiği gibi korunduğundan Allah'ın buyruklarını bütün tazeliğiyle
yansıtmakta ve kutsal kitaplarda meydana gelen bazı yanlışları düzeltmektedir.
Nitekim az yukarıda bunları birkaç madde halinde belirtmiştik. Sonra Tevrat'ta
kıssa tam bir hikâye şekline dönüştürülmüş, birtakım lüzumsuz şeylere yer
verilerek ilâhî olma vasfı zedelenmiştir. O bakımdan ciddi bir mukayese yapmak
isteyenlerin Kitab-ı Mukaddes'in Tekvîn bölümü 39-48. baplarına bakmaları tavsiye
olunur. [19]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Tevrat ile İncil'de, bilgisiz ellerin dokun-masıyla meydana gelen
tahrifatın Kur'ân'da meydana gelmemesi için bütün hassasiyetini ortaya koymuş,
inen âyetlerin aynen korunmasını sağlamak iÇi" hem ashabının çoğuna
ezberletmiş,, hem de emrine hazır bekleyen güvenilir kâtiplerine anında
yazdırmıştır. Diğer önemli bir tedbir olarak da, kendi sözlerinin Kur'ân
âyetlerine karıştırılmaması için onların yazılmasını bir süre durdurmuştur. Sonra
da Kur'ân'm tdmamı ininceye kadar Tevrat ve İncil ile ilgilenilmesini hoş
karşılamamıştır. Siyercilerin tes-bitine göre, Resûlüllah'ın (A.S.) bu ve
benzeri tedbirleri Allah'ın muradına uygun düşmüş ve böylece Kur'ân'a insan
sözü karıştırılamamıştrr. Nitekim Câbir b. Abdullah (R.A.)den yapılan
rivayette, adı geçen şunları anlatmıştır: «Ömer b. Hattab (R.A.), kitap
ehlinden bazı kişflerden edindiği Tevrat sahifelerini alıp Resûlüllah (A.S.)
Efendimize getirdi ve huzurunda okumaya başladı. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz çok üzüldü ve şöyle buyurdu : «Ya Ömer! Onda yazılı
bulunanlara hayret mi ediyorsunuz? Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim
ki, ben size onun apaydınını ve başka sözlerden arınmışını getirdim.... Yine
canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, Musa Peygamber hayatta
olsaydı, bana uymaktan başka bir yol seçmezdi.» [20]
Bu uyarı üzerine Hz.
Ömer (R.A.) ayağa kalkıp şöyle dedi: «Biz, Allah'ın Rab, İslâm'ın din. Senin
de hak peygamber olduğuna razı olmuşuzdur.»
Bu konuda bir başka
tarihî olay:
Cübeyr b. Nefîr
anlatıyor: Hz. Ömer'in (R.A.) hilâfet yıllarında Müslümanlardan iki zat
Hımıs'ta bulundukları sırada, Yahudilerden okur-yazar olan bazı kişilerle
görüşme fırsatını bulmuşlar ve onlar da Tevrat'tan kendilerince önemli kabul
ettikleri bazı bölümleri getirip okumuşlar. Müslümanların hoşuna gittiğini
görünce, istinsah etmelerini önermişler. Onlar da bir sakınca görmeyerek
istinsah işini tamamladıktan sonra Medine'ye dönmüşler ve Hz. Ömer (R.A.) ile
görüşerek, izin verdiği takdirde istinsah jŞine devam edeceklerini söylemişler.
Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.} onlara : Herhalde yaptığınız istinsah yanınızda
bulunuyor, değil mi? diye so~ ''unca, onlar da, evet diyerek bunda bir sakınca
olmadığını anlatmak iste-"îŞler. Hz. Ömer (R.A.) onlara: Şimdi beni
dinleyin, size bazı önemli şeyler anlatacağım demiş ve şöyle söze başlamıştır:
Peygamber (A.S.) Efendimiz hayatta iken Hayber'e gittim. Orada bir yahudiden
hem hoşuma giden, hem de fazlasıyla dikkatimi çeken birtakım güzei sözler
dinledim. Ona, bu anlattıkların güzel sözlerin sende yazılısı var mıdır? diye
sonJ'im. O da, evet diye cevap verince, hemen bir deri parçası temin ettim, o
söyledi, ben yazdım. Birkaç forma olacak kadar karaladım. Dönüşümde Hz.
Peygamber'in (A.S.) huzuruna çıktım ve aramızda şu konuşmalar geçti:
— Ya Resûlellah! Dedim, ve olup bitenleri
anlattım.
— Ya Ömer! O yazdıklarını getir, diye emretti.
Onun beğeneceğini
umduğum kısımları alıp getirdim. Bana :
— Otur da oku! dedi. Ben de okumaya başladım, derken
başımı bir ara kaldırıp Peygamber (A.S.) Efendimizin yüzüne baktığımda renginin
değiştiğini ve çok üzüldüğünü gördüm. Bunun üzerine bir harf olsun okumaya
müsaade istemeyi hem düşünmedim, hem de cesaret edemedim. Benim konuyu
anladığımı sezince de elimdeki tomar halinde bulunan derileri aldı ve
satırlarını bir bir çizip karaladıktan sonra şöyle buyurdu : «Bunlara uymayın,
bu gibi şeylerin peşine düşmeyin. Zira bunlar yani bunları yazdıranlar, hem
insanı şaşırtırlar, hem de kendileri şaşkın kimselerdir.»
Hz. Ömer (R.A.) olayı buraya
kadar anlattıktan sonra devamla demiştir ki: «Anladığıma göre, siz de bir
şeyler karalayıp bir ümmete azap ve üzüntü vermek istiyorsunuz.» Onlar da,
hayır böyle bir niyetimiz yok, demişler ve yanlarındaki yazılı kâğıtları
yırtıp imha etmişlerdir. [21]
Yukarıdaki âyetlerle
Yusuf Peygamberin gördüğü rüyaya değinildi ve Vâkub Peygamber'in gelecek
günlerde kıskançlıktan dolayı ortaya çıkabilecek olayları düşünerek oğluna,
Allah'ın ona teveccüh eden bu iltifatını kardeşlerine anlatmamasını
hatırlattığına yer verildi. Böylece her nîme-tin bir kıskançlığa neden
olabileceğine işaretle mü'minlerin bu konuda duyarlı olmaları istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle Yusuf
kıssasında, sorup öğrenmek, düşünüp idrâk etmek isteyenler için birçok öğüt ve
ibretlerin yer aldığı belirtiliyor. Sonra da kardeşlerinin Yusuf'un vücudunu
ortadan kaldırmak için birtakım çirkin piânlar kurduklarına temasla, Allah'ın
aziz kılmak istediğini kimselerin rüsvay edemiyeceğine, eninde sonunda
haksızlığa uğratılanların üstün geleceğine işaret ediliyor. [22]
7— And olsun ki, Yusuf ve kardeşleri (arasında
geçen olay)da soranlara, (hem düzenli bir hayat yaşamaları, hem de Hz.
Muhammed'in parlak geleceği hakkında) belgeler ve ibretler vardır.
8— Hani kardeşleri: «And olsun ki Yusuf ve
kardeşi babamıza bizden daha sevgilidirler; halbuki biz güçlü bîr topluluğuz.
Doğrusu babamız (bu hususta) açık bir yanılgı içindedir,» demişlerdi.
9— Onlardan biri dedi ki: «Yusuf'u öldürünüz
veya onu boş bîr araziye atınız ki babanızın yüzü size dönüp ilgi kursun ve
ondan sonra da kendini düzelten iyi kişiler olursunuz.»
10— Onlardan
bîr sözcü de dedi ki: «Yusuf'u öldürmeyin, onu kuyunun derinliğine atın da
gelip geçen kafilelerden biri onu orada raslayıp alır; eğer (ona herhalde) bir
şey yapmak istiyorsanız, böyle yapın.»
11— (Bunun
üzerine toplanıp babalarına gelerek) dediler ki: «Ey babamız! Yusuf'u neden
bize güvenip vermiyorsun? Oysa biz ondan yana herhalde iyilik düşünenleriz.»
12— «Onu yarın bizimle gönder de gezip oynasın;
şüphesiz ki onu koruyup gözetiriz.»
13—
(Babaları) «Doğrusu onu aiıp götürmeniz beni çok üzer ve sizin haberiniz
yokken onu kurt yer diye korkuyorum,» dedi.
14— Onlar:
«Eğer biz böyle güçlü bir toplulukken kurt onu yerse, o takdirde biz hüsrana
uğramış oluruz,» dediler.
15— Ne vakit
ki Yusuf'u alıp götürdüler ve toplanıp onu kuyunun dibine bırakmayı
kararlaştırdılar; biz de ona, «And olsun ki, sen (bir gün) onların bu
yaptıklarını kendilerine, farkına varmadıkları bir halde haber vereceksin!»
diye vahyettik.
16_17— Onlar
yatsı vakti ağlayarak babalarına geldiler ve : «Ey babamız! dediler, biz
yarışmak üzere gittik; Yusuf'u da eşyamızın yanına bıraktık, derken onu kurt
yemiş; biz doğru (sözlü)ler de olsak sen bize inanacak değilsin.»
18— Üzerine
uydurma bir kan bulaştırıp gömleğini de getirmişlerdi. O da, «nefsiniz sizi
aldatıp böylesine (çirkin bir işe) itmiştir. Artık (bana gereken) güzel bir
sabır.. Anlattıklarınıza karşılık ancak, Allah'ın yardımı beklenir» dedi.
Mekke'nin ileri
gelenlerinden ve az-çok Yusuf Peygamber kıssası hakkında kulaktan dolma
bilgisi bulunanlardan bir kaç kişi, Yahudi din adamlarının tahrikiyle kalkıp
Hz. Muhammed'e (A.S.) geldiler ve şu soruyu yönelttiler: «İsrâiloğullan nasıl
ve ne sebeple Mısır'a gidip yerleşebilmişler-dir?» Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler inmiştir.
Onların bu soruları
vahiy ile cevaplanırken, İslâm'ın ve onu tebliğ ile görevli Hz. Muhammed'in
(A.S.) her türlü zorluğu yenerek başarıya ulaşacakları, Hz. Muhammed'e (A.S.)
kötülük yapan hısımlarının ve yakınlarının bir gün bu davranışlarından dolayı
utanıp pişmanlık duyacakları, çok geçmeden Mekke ve sonra da Arap Yarımadasında
put adına bir şeyin kalmayacğı, ülkenin azgın müşriklerden, yalancı ve iftiracı
münafıklardan temizleneceği müjdelenmektedir. Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek
şahsiyeti ve Kur'ân-ı Kerîm'in emsalsiz kudreti karşısında mağrur başların
eğileceğine işaret edilerek mü'minler teselli edilmektedirler.
Ne yazık ki, kalpleri
ve vicdanları kararan kardeşleri, Yusuf'taki ilâhî inayetin tecellisini ve ona
lütfedeceği azizliği çok geç anlayabildikleri gibi, Mekkeli'ler de ancak
yıllar sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yüceliğini, azizliğini ve her
yanıyla ilâhî rahmeti yansıttığını anlayabilmişlerdir.
Görüldüğü gibi, bu iki ayn
olay arasında büyük bir benzerlik vardır. Biri diğerini hatırlatmakta, işin
sonunun nereye varacağını ilham etmektedir. Şüphesiz ki, kıssanın öğüt ve
ibret alınacak hikmetlerinden biri de bu husustur. [23]
«Hani kardeşleri: «And
olsun ki Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir....» demişlerdi.»
İlgili âyetle önemli
bir konu üzerinde duruluyor: Kardeşleriyle Yusuf Peygamber arasındaki kin ve
düşmanlık, sevgi ve ilgide eşitliğin gözetil-mediğine bağlanıyor. Aile çatısı
altında çocuklar arasında her bakımdan âdil davranrlmasının lüzumu
belirtiliyor. Aksine bir tutumun, aileyi tedirgin edecek bazı olaylara neden
olacağı ve bir takım gereksiz sürtüşme ve tartışmalara ortam hazırlayacağı
hatırlatılarak konuyu hikmetiyle incelememiz emrediliyor.
O bakımdan çocukların
ruhuna kıskançlık tohumlarını değil, yüksek ahlâk, fazîlet, adalet ve eşitlik
fidelerini ekmemiz gerekmektedir. Çünkü çocuklar evin fidanlarıdırlar, hepsinin
de aynı ölçüde bakım ve itinaya ihtiyaçları söz konusudur. Ana-baba ne kadar
plânlı ve düzenli davranır, ne kadar çok güzel model ve örnekler sergilerlerse
çocuklarını o oranda tesir alanlarına almayı başarabilirler ve ileride onların
doğru yolu seçmelerine en güzel ortamı hazırlamış olurlar.
Çocukları, yetişkin
çağa geldikleri zaman değil, daha küçük yaşlarda iken eğitip sevgi ve saygı,
doğruluk ve fazîlet kalıbında şekillendirmek şarttır. Birine ilgi ve sevgi
gösterirken diğerini ihmal etmek, birini diğerinin yanında övmek, çocuğun
kıskanç yetişmesine, kardeşlerine karşı kin ve düşmanlık beslemesine sebep
olabilir. Nitekim Yusuf Peygamber ile kardeşleri arasında meydana gelen
boşluğun sebebini Kur'ân bize çok anlamlı ve düşündürücü bir ifadeyle
açıklamaktadır.
Belki de Yâkub (A.S.)
evlâdına sevgi ve ilgide eşitliği gözetmiştir; ama oğullan bunun aksini
anlamışlardır.
Unutmamamız gereken
bir husus da şudur: Çocuğun aynası, çoğu zaman ana ve babasıdır. O bakımdan bu
aynada her zaman çok güzel şeyler görmelidir.
Çocuklar
yaratılışlarında genellikle açık kalpli ve sadedirler. Aile ve çevre ya onların
bu yönünü geliştirip çok yararlı bir düzeye getirirler, ya da köreltip onları
âsi yapabilirler. O bakımdan çocuktaki her hatanın, her kötü davranışın
nedenlerini ana ve baba başbaşa verip aramalı ve önce kendilerini iyice
yoklamalıdırlar.
Terbiyecilerin çocuk
hakkındaki şu teşhisleri çok anlamlıdır, onu her zaman ana ve babalar
hatırlarına getirmelidirler. «Çocuklar da bazı hayvanlar gibi koku almakta çok
duyarlıdırlar; iyiyi ve kötüyü herkesten önce anlarlar.» [24]
«O da: Nefsiniz sizi
aldat*) boyleşine (çirkin bir işe) İtmiştir. Artık (bana gereken) güzel bir
sabır...dedi.»
Hayatımız iyi ve kötü,
sevindirici ve üzücü olaylarla doludur. Bir gün sevinebilir, diğer bir gün
üzüiebiliriz. Sevindirici olaylar karşısında şımar-mayıp Allah'ı daha çok
hatırlamamız ve O'na gönülden şükretmemiz gerekir. Üzüaü olaylar karşısında
yine Allah'ı hatırlayıp O'na sığınmamız, O'ndan yardım beklememizle teselli
bulur ve hayat yolunda hedefimize doğru ilerleme imkânını elde edebiliriz.
Gerek Yusuf Peygamberin kuyuya atılma ve sonra da köle diye satılma olayı
karşısında sabredip her bakımdan Allah'a güvenip dayanması; gerekse sevgili
oğlunu kaybetme bedbahtlığına uğrayan Yâkub Peygamber'in «Artık (bana gereken)
güzel bir sabır..» diyerek Cenâb-ı Hakk'ın yardımını beklemekten başka çare
olmadığını söylemesi ve bu olayları hafif ve basit gösterecek kadar
sıkıntılara, saldırılara, işkence ve haksızlıklara maruz kalan Hz. Muhammed'in
(A.S.) bir an olsun sabrı elden bırakmaması, her durumda Allah'ın rahmet ve
İnayetini dilemesi ve O'na güvenip dayanması kıyamete kadar aklı eren
İnanmışlar için en güzel örneklerdir.
Diyebiliriz ki, gönül
yatışkanlığı ve imân devleti atmosferi içinde yaşamanın sırlarından biri de
sabırdır; olaylara göğüs gerip dayanma gücünü ortaya koymak ve Allah'ı
hatırlayarak O'nun sonsuz rahmet ve inayetinin tecelli edeceğine inanarak
teselli bulmaktır.
Sabırla yapılan her
iş, ancak sabırla tadılabilir. Sabrın evveli acıdır, ama sonu tatlı olur,
diyenler, yılların tecrübelerine dayanan bir neticeyi çıkarıp özetlemişlerdir.
Sabırsız insanlar, zavallı insanlardır. Çünkü sabırsızlık, mümkün olanı çoğu
zaman imkânsız kılabilir. İsa Peygamber'in dedi'ği gibi: «Hoşlanmadığına
sabretmedikçe, hoşlandığını ele geçiremezsin.»
Resülüllah. (A.S.)
Efendimiz, «Allah'ın yardımı, sabırla beraberdir.» bu-Vururken, bunun en
mükemmel misalini kendi hayatında ortaya koymuş ve enab-ı Hakk'ın geniş
yardımına mazhar olmuştur.
Sonuç olarak, Yusuf Peygamber
güzelce sabretmesini bildiği ve her fırtınalı dönemde Allah'a sığınıp O'nun
yardımına gönül bağladığı için Mısır ülkesinde en yüksek makamlara lâyık
görülmüştür. Babası! Yâkub Peygamber güzelce sabrettiği için sevgili oğluna
kavuşmuş ve gözleri yeniden açılmıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve
arkadaşları binbir mihnete katlanıp Allah yolunda hizmet etmeyi sabırla
yürüttükleri için çeyrek asır geçmeden Arap Yarımadası'nı fethetmişlerdir, [25]
Allah koruyucuların en
hayırlısı, kendisine emanet edileni zayi etmeden sahibine teslim edenlerin en
güveniliridir. O bakımdan İslâm, hemen her konuda insana Allah'ı hatırlatır.
Sabahleyin evimizden çıkıp akşamlayın dönünceye ve yatağımıza uzanıncaya kadar
günlük hayatımızın her bölümünde Allah'ı anmamızın tavsiye edilmesi, elbetteki
boşuna değildir. Bütün kuvvet ve kudret, tasarruf ve gözetme, koruyup selâmete
erdirme Allah'a aittir. O'nun ilmi ve kudreti kâinatın her zerresini kapsayıp
kuşatmış ve her şeye nüfuz etmiştir. Bunun için bir işe başlarken, bir yere
adım atarken, bir şey verip alırken, bir konuya girerken, geride bir şey bırakıp
ayrılırken, sevdiklerimizi yolcu ederken veya onlardan ayrılırken Allah'ı
hatırlamamız, her işimizi ve sevdiklerimizi O'na emanet etmemiz kadar tabii ne
olabilir?
İnsanların
gafletlerinden biri de, mallarını, makamlarını, çocuklarını ve ailelerini geride
bırakıp ayrılırken, onları şu dostlarına!, DU\ hısımlarına emanet ederken
Allah'ı unutmalarıdır. Oysa ilk anda onları Allah'a emanet etmek, sonra da
dost ve yakınlara ilgilenmeleri için tavsiye ve istekte bulunmak, en kuvvetli
ve en güvenilir dayanağı seçmekle hem kendini, hem sevdiklerini emniyet altına
almış olur.
Şüphesiz ki böylesine
asil bir düşünce ve davranış, imân edenlere hastır ve onlar için geçerlidir.
Yâkub Peygamber'in
Yusuf'a duyduğu sevginin farklı olduğu anlaşılıyor. Bir peygamber olarak kalbi
her an Allah'a bağlı bulunmakla beraber, Yusuf'u kardeşlerine emanet ederken
-ne hikmetse- sözlü olarak Allah'a emanet etmeyi unutmuştur. O yüzden uzun
yıllar onu kaybedip görememe mutsuzluğuna uğramıştır.
Bu olay aynı zamanda
Hz. Muhammed'in (A.S.) kendi arkadaşlarını azgın müşriklerin belâsından
kurtarma çabası verirken, onları her an Allah'a emanet etmesini tavsiye
anlamında bir işaret ve telmihtir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
böylesine bir tevekkül ve güvenle bağlanmayı hayatı boyunca ihmal etmemiş ve
unutmamıştır. Konuyu, tarihî bir olayla bağlamak istiyoruz:
Hz. Ömer'in {R.A.)
hilâfet yıllarında bir adam uzun bir yolculuğa çıkarken karısı hamile
bulunuyordu. Ana rahmindeki çocuğunu Allah'a emanet ettiği halde, eşini emanet
etmeyi düşünmemiş ve öylece yola çıkmıştı. Aylar sonra geri döndüğünde eşinin
doğum esnasında öldüğünü, çocuğun ise yaşadığını öğrenince çok üzüldü ve
derdini halîfeye anlattı. O da sordu:
— İyi ama hep dert yanıyor, başına gelen bu
musîbeti bir bakıma Allah'tan biliyorsun. Sen yola çıkarken ne yaptın, neler
düşündün?
— Eşimin karnındaki çocuğu Allah'a emanet ettim ve öylece yola
çıktım, diye cevap verince, Hz. Ömer (R.A.) tekrar sordu:
— Eşini de Allah'a emanet etmedin mi?
— Hayır, onu o anda düşünemedim, dedi. Hz. Ömer
(R.A.) ona :
— A adam! Eşini de Allah'a emanet etseydin,
Allah elbette kendisine emanet edileni korurdu. Ama ne yapalım ki, böyle
düşünememişsin, Allah kendisine emanet edilen çocuğu koruyup sana kavuşturdu,
eşin ise, öldü. İlâhî takdire rıza göstermekten
başka ne yapabiliriz ki?, diyerek
yolculuğa çıkarken gaflet ettiğini ona hatırlattı.
Ayetler arasında
bağlantı
Yukarıda geçen
âyetlerle, Yusuf kıssasında soranlar ve düşünebilenler için ibret ve öğüt
alınacak safhalar ve belgeler bulunduğu açıklandı. Yusuf'u kıskanan
kardeşlerinin tam bir zulüm tablosu oluşturarak onun vücudunu- ortadan
kaldırmayı nasıl plânladıkları anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın, suçsuz ve masum olan Yusuf Peygamberle ilgili plânının adım adım
hedefine doğru ilerlediği belirtiliyor. Yusuf Peygamberin kuyudan kurtarılması,
sonra köle diye bir Mısırlı devlet adamına satılması, çocuğu olmayan o devlet
adamının Yusuf'a sıcak ilgi duyması konu edilerek eninde sonunda Yusuf
Peygamber'in iyi niyetine, Allah'a dayanıp güvenmesine ve birçok mihnetlere
göğüs germesine karşılık nasıl mükâfatlandırdığına dikkatler çekilerek,
Allah'ın iyiliği huy edinenlerden yana olduğuna güzel bir misal veriliyor. [26]
19— Ve bir
kervan geldi, sucularını gönderdiler, o da kovasını (kuyudaki) suya saldı; «Ey
müjde, işte bir oğlan!» dedi. Onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Allah,
onların ne yaptıklarını bilendir.
20— Onlar (böylece) Yusuf'u pek az bir fiatla,
birkaç dirheme sattılar; onun hakkında isteksizlerden idiler.
21— Onu satın alan Mısırlı adam, karısına: «Buna
iyi bakıp ikramda bulun. Umulur ki bize yaran dokunur veya oğul ediniriz. İşte
Yusuf'u böylece (Mısır) toprağına yerleştirdik ve ona rüyaların yorumunu
öğrettik. Allah kendi emrinde (mutlak) üstündür. Ne var ki, insanların çoğu
bilmezler.
22__
Olgunluk çağına erişince ona hikmetle hükmetme becerisi ve ilim verdik. Ve işte
iyiliği, yardımseverliği huy edinenleri böyle mükâfatlandırırız.
Kervanda bulunanlar,
Yusuf'u kuyuda bulunca önce sevindiler sonra da sahibi çıkar diye çevreden
gizleyerek bir Mısırlı'ya yok pahasına sattılar. Şüphesiz ki bu satışta büyük
bir hayır ve mutlu bir gelecek gizliydi.
Mekkeli müşrikler de,
Hz. Muhammed'e (A.S.) peygamberlik verilmeden önce, Onun varlığıyla mutluluk
duyuyorlardı. Risalet göreviyle işe başlayınca. Onun gerçek kıymetini
bilemediler. Maddeye ve putlara olan şuursuzca bağlılıkları, en yüksek
kıymetin ülkelerinden ayrılmasına sebep oldu..... Medineli'ler o kıymete sahip
çıktılar. Bunlar o zaman için az bir topluluk idi, ama Mekke'den istemiyerek
ayrılması ve Medine'ye kabul edilmesi başarıya erişmenin en kuvvetli
adımlarından biri olarak düşünülebilir. Zira bütün bu olayların arkasında
ilâhî plân kusursuzca uygulanıyor; mutlu yarınlar, üstün başarılar Onu
sabırsızlıkla bekliyordu. Nitekim öyle oldu. Şüphesiz ki Allah kendi emrinde ve
işinde daima üstündür. Ne var ki, insanların çoğu bu hakikati bilmezler.
Anlaşıldığı üzere, iki ayrı
olay arasında büyük benzerlik söz konusudur. Biri diğerini aydınlatmakta,
önceki olay sonrakinin hedef ve sonucunu belirlemektedir. [27]
«Olgunluk çağına
erişince, ona hikmetle hükmetme becerisi ve ilim verdik. Ve işte iyiliği,
yardımseverliği huy edinenleri böyle mükâfatlandırırız.»
İlgili âyetle,
milletlere, kavim ve toplumlara idare edilme yolunda güzel bir ölçü ve kıstas
veriliyor ve Yusuf Peygamber'in hayatı buna misal olarak gösteriliyor. Şöyle
ki: Her peygamberde olduğu gibi Yusuf Peygamber de tam olgunluk çağma girmeden
kendisine ilâhî emanet, yani nübüvvet ve onun içerdiği ilim, hikmet, sevk ve
idare etme becerisi verilmemiştir. Bu yetenekler onun yaş bakımından
büyümesiyle tekâmül etmiş ve sonunda Allah'ın vahyetmesiyle zenginleşmiştir.
O bakımdan bir kurumu
veya ülkeyi toy, tecrübesiz ellere teslim etmenin birçok sıkıntıları da
beraberinde getireceğini unutmamak gerekir.
Genç kişi tahsilli ve
bilgili olabilir, ama tecrübe, beceri, basîretle idare etme ayrı konulardır.
Bunlar tahsil ve bilgiyle birleştiği takdirde feyizli hizmetler verilebilir.
Kur'ân'ın anlatım üslûbuna ve
kıssayı şekillendirme metoduna dikkatle baktığımızda, Yusuf Peygamber tam
olgunluk çağına girince kendisine önce hikmetle hükmetme becerisinin, sonra da
geniş bilginin, yani haikı idare etmenin yol ve yöntemlerinin verildiğini
anlıyoruz. Bu olay, yalnız bilginin veya yalnız becerinin yeterli olmadığını,
bunların hikmet ve basî--etle birleşip bütünleşmesinin lüzumlu bulunduğunu açık
şekilde vurgula-naktadır. [28]
Kur'ân yükselmenin
yolunu belirlerken, kökünde iyilik, fazîlet, adalet ve hoşgörü mayasının
bulunmasının gereğine işaret etmektedir. Temelinde bu mayası bulunmayanların
fazîlet burcuna yükselmesi çok zordur. Yusuf Peygamber'in soydan ve aileden
gelme bazı özellikleri vardı: İyilik, sevgi, saygı, merhamet, sabır, Allah'a
güvenip dayanma şuur ve inancı, fiziksel yapısının da mükemmelliği bunlardan
bir kaçıdır. Kuşkusuz İslâm'a göre, belirtilen özelliklerin ve vasıfların
liderde aranılan şartlardan bir kısmı olduğu söylenebilir. Nitekim Bakara
sûresi 247. âyetin tefsirinde Talût kıssasında bu konuya geniş yer verilmiş ve
yeterli açıklama yapılmıştır.
Ancak şu hususu belirtelim
ki, İslâm, imân temeli üzerinde yükselen olgunluk, bilgi, beceri, ahlâk,
fazîlet, idare etme kabiliyeti, hoşgörü, merhamet ve sabır gibi vasıfları
liderde ararken, bu arada cesaret, kahramanlık ve fizikî yapının da göz
dolduracak bir ölçüde olması gibi özellikleri ter-cîh nedeni olarak ortaya
koymuştur. O bakımdan birinci gruptaki vasıfları kendinde taşıyan, ikinci
gruptaki özellikleri bulunmayan lider namzetine, yanında her iki gruptaki sıfat
ve özellikleri birlikte taşıyan başka lider nam-zeti bulunmadığı takdirde,
itibar edilir. [29]
İslâm'ın liderle
ilgili kıstası elbetteki, aklı eren her millet ve toplum için geçerlidir. Zira
unutmamak gerekir ki, makam ve mevkileri para ile satın alanlar, masraflarını
geri alma gayretine düşerler. Kişisel çıkarından dolayı, haktan yana gözüküp
koltuğa oturanlardan fazla bir fazîiet örneği beklemek safdillik olur. Kediyi
ipekli koltuklara da oturtsak, bir parça et veya bir fare görünce koltuğun
şerefini unutup avını yakalamaya atılır. Kurba-
ğayı bir koltuğa
oturtsan, o yine' çamura atlar. O baMmdan Eflatun'un dediği gibi, iktidar,
iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyaç duymayanlara
verilmelidir.
Evet, bir mevki kapmak
ne kadar güç olursa, o mevkie lâyık olmak daha güçtür. O bakımdan Kur'ân'da
Talût ve Yusuf gibi iki önemli liderden ve onların özelliklerinden
bahsedilmesi boşuna değildir; milletlere liderlik konusunda yol gösterecek
anlamda birer misaldir.
Yusuf Peygamberi satın
alan zatın, Mısır azizi, yani veziri, ya da valisi olduğu ve zamanla Yusuf
Peygamber'in o zatın yerine azi? tayin edildiği anlaşılıyor.
Önemli olan bu vezirin, Yusuf
gibi üstün bir değeri az-çok fark etmesi ve eşine: «Buna iyi bakıp ikramda
bulun. Umulur ki bize yararı dokunur veya oğul ediniriz.» demesidir. Nitekim
Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Mes'ud (R.A.) şöyle demiştir: «İnsanların en
ferasetlisi, çabuk sezip gerçeği kavrayanı şu üç kimsedir: Yusuf Peygamberi
satın alıp eşine «Buna iyi bak...» diyen Mısır valisi veya veziri; Musa
Peygamber hakkında babasına, «Babacığım bunu ücretle tut....» diyen Şuayb
Peygamberin kızı ve ölüm hastalığı içinde iken Hz. Ömer'i kendi yerine halîfe
seçen Ebû Bekir Sıddîk {R.A.)..» [30]
Yukarıdaki âyetlerle,
suçsuz masum bir insanı Allah'ın nasıl koruyup başarıya eriştirdiği anlatıldı.
Allah'a güvenip dayanan, üzüoü olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya
koymasını bilen ve dünya hayatına getirilişinin hikmetini idrâk eden Yusuf'un
adım adım önündeki zikzaklı yolu nasıi katettiği, bütün ibretli safhalarıyla
konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
gençliğinin en ateşli döneminde, bekârlığına ve çekiciliğine rağmen, güzel
soylu bir kadının çağrısına olumsuz cevap vererek Allah'tan korktuğunu ifade
eden Yusuf Peygamber, hem gençlere örnek olarak gösteriliyor, hem de Allah'tan
saygı ile korkan bir mü'minin ne kadar güvenilir bir kimse olduğu vurgulanıyor. [31]
23— Bulunduğu evin hanımı onu kendisiyle ilişki
kurmaya çağırdı;
kapıları da İyice
kapadı ve «haydi yaklaşsana!» dedi. Yusuf, «Allah'a sığınırım; çünkü o (senin
kocan) benim efendimdir; bana çok baktı. Şüphesiz ki haksızlık edenler
kurtuluşa eremezler» dedi.
24— And olsun ki kadın niyetini bozup onu
kasdetmişti; eğer Rabbin-den bir burhan (açık bir kanıt ve belge) görmemiş
olsaydı, o da kadına (yönelmeye ya da ona hakaret etmeye) niyetlenmişti. İşte
biz böylece ondan kötülüğü ve hayasızlığı çeviririz; çünkü o bizim gösterişten
uzak ciddiyet ve samimiyete ermiş kullarımızdandı.
25— (O sebeple ikisi birden) kapıya doğru
koştular; kadın onun gömleğini arkadan yırttı, derken kapının yanında kadının
eferidisiyle karşılaştılar. Kadın, «senin ailene kötülük yapmak isteyenin
cezası yn ândandır, ya da elem verici bir azap» dedi. (Ve Yusuf'u mütecaviz
olarak tanıtmaya çalıştı).
26-27—
Yusuf, «O beni kendine çağırdı» dedi. Kadının ailesinden biri şahitlik ederek
dedi kî: «Eğer Yusuf'un gömleği önden yırtılrrassa, kadın doğru söylemiştir, o
ise yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yırtıl mışsa, kadın' yalan
söylemiştir, o ise doğru sözlülerdendir.»
28— Evin
efendisi Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: «Doğrusu
bu, siz (kadınlar)ın hi(esindendir; çünkü sizin hileniz pek büyüktür!»
29— «Ey
Yusuf! sen bu (konuyu açmak)dan vazgeç; ey kadın, sen de günahından dolayı
bağışlanma dile. Çünkü herhalde sen günah işleyenlerden oldun.»
«Bulunduğu evin hanımı
onu kendisiyle İlişki kurlaya çağırdı; kapıları kapadı ve «haydi yaklaşsana»
dedi. Yusuf, «Allah'a ıgımrım; çünkü o (senin kocan) benim efendimdir; bana çok
baktı. Şüp-nesız kî haksızlık edenler kurtuluşa eremezler» dedi.»
Gençliğinin en ateşli
çağında, fiziksel yapısının en güzel endamında. terbiye ve nezaketin doruğunda,
iffet ve namusun en sağlam kalesinde bulunan Yusuf Peygamber, güzelliğiyle
mağrur, soyluluğuyla meşhur bir kadının en çekici davetine muhatap olmuştur.
Odada ikisinden başka kimse yok ve kapılar da iyice kapatılmıştır. Biri
nefsinin esiri, diğeri Yüce Yara-tan'ın samimi kulu.. Biri helâl ve haram
sınırlarım tanımayan şehvet delisi, diğeri ilâhî hududu bilen, Cenâb-ı Hakk'ın
her şeyi görüp gözettiğine inanan sadık bir mü'min..
Tablo oldukça dikkat
çekici, her gencin dayanamıyacağı bir ölçü ve kıvamda.. Allah'ın inayet ve
futfuna mazhar olan genç ve yakışıklı Yusuf Peygamber, imân ve irfanından, edep
ve terbiyesinden yükselen karşı koyma gücünü sergiliyor: Allah'a sığınırım,
diyerek nefsine hakimiyetini ortaya koyuyor. Sonra da o hanıma, «hem senin
kocan benim efendimdir, bana çok güzel baktı. Şüphesiz ki haksızlık edenler
kurtuluşa eremezler» diyerek ahde vefanın, sadık bir dost ve haksever bir
yardımcı olmanın en güzel ölçüsünü veriyor; beş dakikalık bir zevk için dünya
ve âhiretini berbat edemiyeceğini bütün safiyetiyfe dile getiriyordu.
Sonra da bu nefse
hâkimiyetin, dayanma gücünün ve yüksek irfanın mükâfatına kat kat erişiyor,
Mısır'a vezir oluyor.
İşte inanan
gençlerimize iffet ve namus, dindarlık ve fazîlet örneği! İşte her iki hayatta
da başarılı olmanın, anılmaya değer isim bırakmanın nurlu yolu!.
Diğer bir husus ta
şudur: Servet ve makamlar, namus ve iffetin kaynağı mıdır? Olaylar hep bu
soruya «hayır» diye cevap vermiştir Gerçek kaynağın, Allah'a dosdoğru imân
temeli üzerinde yükselip gönüllerde âbi-deleşen ahlâk ve terbiye olduğu
kesinlik kazanmıştır.
Ne Kocasının yüksek
mevkii, ne de soyluluk ve servet insana üstün meziyetler verir Temelde ve mayada
iman ve irfan ile beslenen fıtrat cev-neridir. ki inşam insan yapar. Ne var ki,
bazan servet, soyluluk, makam gibi arızı şeyler nefisten fışkırtp ruhu istilâ
eden, aklı perdeleyen kötülükleri bir süre gizleyebilir.
Ama unutmayalım ki, hasır
üzerinde oturan, ilâhî buyrukları kaftan edinip giyinen bir fakir, ya da orta
halli, bir prensten daha soyludur. Yusuf Peygamber gibi masum, soylu bir kişi,
soyluluğunu kâğıt üzerinde değil, hayatının her parçasında parıldayan iffet,
namus, vakar, edep ve terbiye ile gösterir. [32]
«And olsun ki, kadın
niyetini bozup onu kasdetmişti. Eğer Rabbinden bir burhan (açık bir kanıt ve
belge) görmemiş olsaydı, o da kadına (yönelmeye, ya da ona hakaret etmeye)
niyetlenmişti.»
Nefsin İblîsle
birleşip aklın ve sağduyunun önüne geçerek nazım rol oynadığı sahnede, bekâr
bir gencin durumunun ne kadar zor ve çetin olduğunu anlamamak mümkün mü? Ama
fazîlet ve iffetin timsali Yusuf Peygamber o anda Allah'ın her şeyi görüp
denetlediğini için için duyarak nefsine hâkim olmuş, hem de ekmeğini yediği
soylu bir kadını itip defetme gibi küçültücü kaba bir davranışta bulunmaktan
kaçınmıştır. Şüphesiz ki, onun bu asil davranışı ve imânından kaynaklanan
düşüncesi, Allah'a dosdoğru imân eden her genç için en güzel misaldir.
Rabbın burhanı ne idi?
Bu hususta başta Kurtubî
olmak üzere müfessirler senedi zayıf birkaç rivayet yapmışlarsa da, hiç biri
sadra şifa verecek ölçü ve anlamda değildir. Bize göre, Yusuf Peygamber'in
içinde doğan Allah korkusu ve köklü imân nurudur ki, onu kalp gözüyle
görmüştür. Nitekim 23. âyette onun içinde doğan imân nuru ve Allah korkusu
belirtilmiş bulunuyor. Hani evin hanımı onu kendine davet ettiğinde, «Allah'a
sığınırım; çünkü o (senin koçan) benim efendimdir; bana çok baktı. Şüphesiz ki
haksızlık edenler kurtuluşa eremezler», demesi, o burhanı bütün açıklığıyla
yansıtıyor. [33]
«Ey Yusuf! Sen bu
(konuyu açmak) ton vazgeç. Ey kadın, sen de günahından dolayı bağışlanma dile.
Çünkü elbette sen günah işleyenlerden oldun.»
Konunun iç yüzüne
vakıf olup gerçeği öğrenince sakin davranması, onları bir bir dinleyip gerekeni
söylemesi ve aile sırrının saklı tutulmasını Yusuf'tan istemesi, onun çok
tecrübeli, güngörmüş bir efendi olduğunu kanıtlar. Şüphesiz ki, hayatta en zor
şeylerden biri, karşısına çıkan bu gi-11 yüz kızartıcı, haysiyet kırıcı
olayları sükûnet, vakar ve sabırla karşılamak; kendilerini ileride pişman
etmiyecek, özür dilemeye mahal bırakma-
yacak şekilde akıl süzgecinden
geçirip karar vermektir. İşte bunu bece-rebildiğimiz ölçüde efendi sayılabilir,
olayların içinden yüz akıyla çıkabiliriz. [34]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf Peygamberin çetin bir sınav verdiği, gençliğinin en ateşli döneminde
nefsine hâkim olup Allah korkusunu rehber ve burhan edindiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, evin
hanımının Yusuf'a iyice aşık olduğu ve olayı işiten veya tahmin eden tanıdık
kadınlara, haklılığını göstermeğe çalıştığı anlatılıyor. Sonunda Yusuf Peygamberi
zindanla zina arasında bir ter-cîh yapma zorunda bırakıyor. Yusuf Peygamber'in
bütün masumiyetine rağmen, günah işlemektense zindanı tercîh ettiği,
duygulandırıcı yanlarıyla işleniyor. Arkasından, zindanda iki arkadaşının
rüyalarını yorumladığına ve zindandan yakında çıkacak olan arkadaşına, beni
efendinin yanında hatırla dediğine değinilerek öğüt alınacak bilgiler
veriliyor. [35]
30— Şehirde {olayı duyan soylu) kadınlar, «A^iz
(vezir)in karısı deli-
kanlısıyla ilişki
kurmak için onu kendine davet ediyormuş; ona olan aşkı yüreğinin derinliğine
işlemiş. Doğrusu biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz» diye (dedikodu
yapmışlardı).
31— Kadınların dedikodu mahiyetindeki
fısıldaşmalarını İşitince onları davet edip kendileri için dayalı-döşeli yer
hazırladı. Sonra da (gelen) kadınlardan herbirinin (eline) bir bıçak verdi ve
(Yusuf'a seslenerek) «çık karşılarına!» dedi. Oniar Yusuf'u görünce, onu
kendi" gözlerinde iyice büyüttüler de (şaşkınlıktan) ellerini kestiler ve
«hâşâ, Allah'ı tenzih ederiz, bu bir insan değil, ancak güzel-çekici bir
melektir» dediler.
32— Azizin karısı onlara: «İşte beni, hakkında kınadığınız
delikanlı bu! Yemin ederim ki, ben ilişki kurmak için bunu kendime çağırdım,
fakat o iffet gösterip çekindi. Ama benim kendisine emrettiğimi yapmıyacak
olursa, herhalde zindana atılacak, aşağılanıp perişanlığa sürüklenenlerden
olacak» dedi.
33— (Bunun üzerine Yusuf) dedi ki: «Rabbim! zindan bana
bunların davet ettiği şeyden daha sevimlidir ve eğer sen, bu kadınların hile ve
fendini benden çevirmezsen, olur da onlara meyleder de câhillerden olabilirim.»
34— Rabbısı onun duâ ve isteğini kabul buyurdu da
kadınların hile ve fendini ondan çevirdi. Şüphesiz ki O, işitendir, bilendir.
35— Kadının
ailesi (Yusuf'un iffet ve nezahetine delâlet eden) birçok delil ve belgeleri
gördükten sonra, yine de onu bir süre zindana atmayı uygun buldular.
36— Yusuf'la
beraber zindana iki genç daha girmişti. Onlardan biri, «Rüyamda şarap (için
üzüm) sıktığımı gördüm» dedi. Diğeri ise, «Ben de kendimi, başımın üstünde
ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor şeklinde gördüm» dedi. «Bize bunun yorumunu
haber ver; çünkü biz seni iyi kişilerden biri olarak görüyoruz» (dediler.)
37— (Yusuf
onlara) dedi ki: «Sizin yiyeceğiniz yemek size henüz gelmeden rüyanızın yorumunu
yapıp size bildireceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği hususlardandır. Şüphesiz
ki ben, Allah'a imân etmeyen ve Âhi-ret'i inkâr edip duran bir topluluğun
dinini bıraktım.
38— Atalarım
İbrahim, İshâk ve Yâkub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak
koşmak bize yakışmaz. Bu da Allah'ın bize ve insanlara iyilik ve ihsanıdır. Ne
var ki insanların çoğu şükretmezler.
39-40— Ey
zindan arkadaşlarım! (Ayrı ayrı isimler altında bir sürü) dağınık, tutarsız
tanrılar mı hayırlıdır, yoksa Bir ve Kahhar olan Allah mı? Allah'ı bırakıp
taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın isimler uydurdukları birtakım
(putlardır) ki, Allah onların
(haklılığı) hakkında hiçbir belge ve kanıt indirmemiştir. Hüküm Allah'a aittir;
O, ancak kendisine tapmanızı emretmiştir. İşte en sağlam ve doğru din de budur!
Ama ne var ki insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.
41— Ey zindan arkadaşlarım! Size gelince, biriniz
efendisine şarap sunacak. Diğeriniz ise asılacak da kuşlar başının etini
yiyecek. İşte hakkında fetva (yorum) istediğiniz şey olup bitmiştir; (ilâhî
kaza ve hüküm Verini mutlaka bulacaktır).»
42— Yusuf, ikisinden kurtulacağını sandığı (ya da
kesinlikle bildiği) kişiye: «Efendinin yanındo beni an!» dedi. Ama şeytan ona
efendisine anmayı unutturdu da Yusuf bu sebeple birkaç yıl daha zindanda
kaldı.
Mi'rac gecesi
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, üçüncü semaya yükseldiğinde Yusuf Peygamber ile
karşılaştığını belirtirken şöyle buyurmuştur: «Bir de ne göreyim, güzelliğin
yarısı ona verilmiştir!» [36]
Açıklama:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in Yusuf Peygamber'in ruhuyla karşılaştığı ve fiziksel güzelliğin
her bakımdan ruhta tecelli ettiğine şahit olduğu belirtilmektedir. Böylece su,
konulduğu kabın şeklini aldığı gibi, ruh ta girdiği bedenin şeklini almakta ve
bir daha o sureti kaybetmemektedir.
«Yusuf ile anasına
güzelliğin yarısı verilmiştir!» [37]
«Doğrusu Yusuf ile
anasına dünya ehlinin güzelliğinin üçte biri verilmiştir.» [38]
«Yedi kimse var ki,
Allah'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah onları
kendi gölgesinde gölgelendirir:
1. Adaletle iş gören hükümdar,
2. Allah'a ibâdet ve kulluk düzeyinde yetişip
gelişen genç,
3. Dışarı çıkınca, tekrar dönünceye kadar kalbi
camiye bağlı kalan adam,
4. Allah için sevişip bir araya gelen ve yine (o
sevgi üzere) ayrılan iki adam,
5. Sağ eliyle verdiği sadakayı, sol elinden
gizleyerek veren kimse,
6. Kendini, soylu güzel bir kadının nefsini
tatmin için davet ettiğinde, «Ben, Allah'tan korkarım» diyen adam,
7. Kimselerin bulunmadığı bir yerde Allah'ı anıp
gözleri yaşla dolan kimse..» [39]
«Kadının ailesi
(Yusuf'un iffet ve nezahetine delâlet eden) birçok delil ve belgeleri gördükten
sonra, yine de onu bir süre zindana atmayı uygun buldular.»
Vezirin veya valinin
hanımı, olayın aristokratlar arasında duyulmasına üzüldü ve fakat kalbini bir
türlü Yusuf'tan koparamıyarak zor durumda kaldı; sonunda soylu geçinen
hanımları evine davet edip Yusuf'un ne kadar dayanılmaz olduğunu göstererek
onları da aynı fitneye düşürmeyi plânr ladı. Gelen hanımlara yemek ve meyvalar
ikram edildi. Hanımlar ellerinde bıçak meyva yerlerken, ev sahibesi olan hanım,
Yusuf'u çağırdı. İçeri girince kadınlar bir anda şaşırıp onun güzellik,
zerafet, edep ve yüksek terbiyesi karşısında küçüldüler: Bu bir insan değil,
çok güzel bir melektir, diyerek bu hayret ve şaşkınlık içinde meyvaları
rastgele keserken ellerini yaraladılar. Hepsinin de kalbi ve gözü Yusuf'a
bağlanıp kaldı ve böylece vezirin veya valinin hanımına hak verdiler.
Plân başarılı olmuş, evin
hanımı kısmen de olsun kendini dedikodunun dışında tutmayı becermişti. Ne var
ki, bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir. Sonunda halka karşı aileyi temize
çıkarmak için Yusuf'u zindana attırmayı uygun puldular. [40]
«Bunun üzerine Yusuf
dedi kî: Rabbım! Zindan bana bunların davet ettiği şeyden daha sevimlidir..»
Namus ve şerefin,
sadakat ve bağlılığın, edep ve terbiyenin Allah korkusuyla birleşip
bütünleştiği yerde, kimsenin onu bozmaya, saptırmaya herhalde gücü yetmez. Ne
para, ne makam, ne de güzel kadının öylesinin nazarında değer bulması söz
konusu değildir. Nitekim bu irfana erişen Yusuf Peygamber, Allah'ın haram
kıldığı, nefsin eğilim gösterdiği bir suç ve günahı işlemektense, günahsız
olarak zindana girmeyi seçmiş ve bir an bile tereddüt etmemiştir.
Her vesileyle kendisine haram
olan kadınlara' meyletmekten ve cahiller gibi olmaktan, sapıklar gibi
davranmaktan Allah'a sığınmış ve O'nun yardımın! dilemiştir. [41]
Yusuf Peygamber gençliğine
rağmen kendisini fitneye düşürecek şeylerden sakınmak suretiyle nefsini alt
etmesini bilmiş ve sadece yenmekle de yetinmeyip zindanı terçîh ederek onu
mahkûm etmiş ve bu mazhariyet içinde ruhunu esaretten kurtarrrnştır. Şüphesiz
ki ruhun hürriyete kavuşturulması, hem dünyada, hem de âhirette mutlu
yaşamanın yolu ve habercisi sayılır. [42]
Kulun iradesi Allah'ın
irâdesine tabi olup, tam bir tevekkül, teslimiyet ve mahviyet havası içinde
ilâhî imdadın kendisine uzanacağına inanarak başına gelen felâketlere
sabrederse, Cenâb-ı Hak, kurtuluştan yana sebepleri oluşturmaya başlar.
Nitekim Cenâb-ı Hak, masum olan Yusuf'u bir süre zindanda tutup, ruhen daha çok
gelişip yücelmesini, olgunlaşıp birtakım tecrübeler edinmesini dilemiş ve
ortamı hazırlayınca da oradan çıkmasını sağlamıştır. Yusuf ile beraber zindana
atılan iki kişinin rüya görmesi, Yusuf Peygamberin isabetli şekilde
yorumlaması, bir süre sonra hükümdarın çok düşündürücü bir rüya görmesi ve
yorumlayacak bir kimse araması hep bu ortamı oluşturan sebeplerdir. [43]
«Ey zindan arkadaşlarım!
(ayrı ayrı isimler altında bir sürü) dağınık, tutarsız tanrılar mı hayırlıdır,
yoksa Bir ve Kahhar olan Allah mı?...»
Yusuf Peygamber'in
günlük yaşayışı, ölçülü davranışları, edep ve terbiye yansıtan sözleri, her
şeyin üstünde Allah'a olan teslimiyeti, zindandaki arkadaşları üzerinde çok
olumlu tesirler meydana getirmişti. O yüzden arkadaşlarının ona karşı güven ve
hayranlık duydukları, ilgili âyetlerin anlatımından sezilmektedir. Gördükleri
rüyayı ona anlatıp yorumlamasını isteyen iki kişiyi bu arada irşat etmeyi
ihmal etmemiş; putperest olan kendi milletini terkettiğini; ataları İbrahim ve
İshak'ın dinine uyduğunu, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmanın kendilerine asla
yakışmıyacağını belirtirken, bütün bu güzel inanç ve ahlâkın Allah'ın büyük
bir lütuf ve ihsanı olduğunu anlatmış ve arkasından şunları eklemiştir:
Bir olan, gücü ve
kudreti her şeye yeten, saltanatıyla kâinatı tasarrufu altına alan Allah mı
hayırlıdır, yoksa ayrı ayrı isimler altında dağınık, düzensiz irili ufaklı bir
sürü putlar mı? O putları siz insanlar ellerinizle yontup
şekiilendirmişsinizdir. Allah'ın sizden yana bu hususta cevaz verecek bir
delil, belge ve buyruğu var mıdır? Unutmayın ki, hüküm Allah'a aittir. O,
kendisinden başkasına kullukta bulunup ibâdet etmenizi emretmemiş-tir. İşte en
sağlam din ve dindarlık budur. Ne yazık ki insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.
Bütün bunlar,
mü'minlerin görevini hatırlatmaktadır. Allah'a ve O'nun dinine hizmet için
zaman ve zemin aramak, vakit kaybetmekten başka bir şeye yaramaz. Mü'minler her
hâ!-ü kârda irşat ve tebliğ görevini, -günün şartlarını, usûl ve erkânını
dikkâte alarak- yürütmekle emrolunmuslard.tr. Onun için cami, pazar, okul,
hastane, hapishane diye bir ayrım söz konusu değildir. Allah'ın emirlerini
O'nun kullarına ulaştırmakta şu kadar insan, bu kadar cemaat dîye bir sınır da
konulmamıştır. Bir insanı doğru yola irşat edip Allah'ın hidâyetine mazhar
olmasına sebep olmak, güzel amellerin en güzelidir. Aynı zamanda bjr aileye
İslâm'ın nurundan bir ışık tutmaktır ki, bunun ileride birçok feyizli
sonuçları gerçekleşebilir.
Anlaşıldığı gibi,
Yusuf Peygamber zindanda iki kişiyi irşat Üe meşgul olurken, bunu ne
küçümsemiş, ne azımsamış, ne de ihmal etmeyi düşünmüştür. Kendi derdine düşüp
de yüce ve çok şerefli bir hizmeti unutmamış veya ihmal etmemiştir. Yerine
göre konuşmuş, kişilerin bilgi ve kültür seviyesine göre bir yol izlemiştir.
Rüyalarını yorumlarken onların yatkın halini anlamakta gecikmemiş ve o açıdan
giriş yaparak Tevhît inancı'-nı kalp ve kafalarına işlemeye çalışmıştır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz daha zor şartlar ve imkânsızlıklar içinde birkaç köle ve fakiri
İslâmiyete ısındırmanın yollarını araştırmış, gece-gün-düz demeden engelleri
aşmak için insan üstü denebilecek kadar gayret ve mesai sarfetmiştir. Bütün
bunları yaparken, günün şartlarını, mevcut ortamı, elindeki vasıtanın
azlığını, davanın alabildiğine büyüklüğünü dikkatten uzak tutmamıştır.
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz'in az imkânlarla insan hayalini aşacak ölçü ve anlamda büyük ve
kalıcı bir inkılap yaptığını; dinleri, dilleri, renkleri, karakterleri, âdet
ve gelenekleri ayrı olan yüzlerce kavim ve kabileleri, millet ve toplulukları,
aile ve aşiretleri LÂ İLAHE İLLALLAH, M.UHAM-MED'ÜN RESÛLÜLLAH sancağı altında
toplayarak bir olan Allah'a inanmalarını ve yalnız O'na ibâdet
etmelerini,--kendi aralarında kardeş olup birlik ve dirlik sağlamalarını
gerçekleştirmiştir. Dünya tarihinde bunun bir benzeri feyizli, hayırlı ve
kalıcı ikinci bir inkılâp yoktur.
O bakımdcfn Kur'ân-ı
Kerîm'de, Yusuf Peygamber'in namus ve iffet duygusu, edep ve terbiye ölçüsü
anlatılırken hapishanede irşat görevini ihmal etmediğine atıf yapmakta ve
bununla, Resûlüllah'ın (A.S.) Mekke'deki son yıllarının bir zindan hayatından
daha kötü şartlar altında bulunduğuna işaretle, az da olsa bir kıyas yapmamız
ilham edilmektedir. [44]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf Peygamber'in zinayla zindan arasında bir tercîh yapmaya zorlandığı ve
onun zindanı tercih ederek kalbine ve ruhuna günah kiri bulaştırmadığı
açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
Yusuf Peygamberden yana olan plân ve programının kusursuz uygulandığı ve
sonunda Mısır hükümdarının gördüğü önemli bir rüyayı sadra şifa verecek
şekilde yorumlamasıyla zindan hayatının sona erdiği konu ediliyor. Arkasından
Allah'ın hâinlerin hile ve düzenlerini başarılı kılmayacağı belirtilerek,
doğrunun, namuslunun ve Hak'tan yana olanın eninde, sonunda ilâhî inayete
mazhar kılınacağına işaret edilerek Mekke'de köpüren zulüm ve azgınlığın yakın
gelecekte gücünü kaybedeceği, Allah yolunda hizmet verip bin bir mihnete
katlananların Allah'ın yardımına erişip, küfrü bulunduğu azgınlık kalesinden
alaşağı edecekleri kapalı şekilde anlatılıyor. [45]
43— (Mısır)
kralı dedi ki: «Ben rüyamda yedi semiz ineği yedi arık ineğin yediğini ve yedi
yeşil başak ve diğer yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler; eğer rüya yorumlamayı
biliyorsanız, rüyamı yorumlayıp bana bilgi verin.»
44— Onlar,
«bunlar birbirine karışmış neyin nesi olduğu bilinmiyen karmaşık rüyalardır.
Biz böyie karışık rüyaların yorumunu bilen kimseler değiliz» dediler.
45— Zindandaki o ikisinden kurtulan adam, hayli
zaman sonra Yusuf'u hatırladı da, «ben size bunun yorumunu haber vereyim, beni
hemen (zindana) gönderin!» dedi.
46— (Adam zindana gönderilince), «Ey Yusuf, ey
doğru sözlü arkadaş, bize yedi semiz ineği yedi arık inek yiyor ve yedi yeşil
başak, diğeri de bir o kadar kuru başak... şeklindeki bir rüyanın yorumunu yap
ki, insanlara döneyim de olur ki (senin değerini) bilip anlarlar» dedi.
47— (Yusuf ona) dedi ki: «Yedi yıl âdetiniz üzere
devamlı ekersiniz; yiyeceğiniz için az bir şey ayırmanız dışında biçtiklerinizi
başağında bırakın.
48— Sonra onun ardından yedi yıl sıkıntı ve
kuraklık meydana gelecek, (Tohumluk için) sakladığınız az şeyin dışında, önce
biriktirdiğinizi ye-yip götürecek.
49— Sonra onun ardından bir yıl gelecek ki, halk
yağmura kavuşacak ve o yıl içinde sıkıp sağacaklar.
50— Kral, «onu bana getirin!» dedi. Elçi Yusuf'a
gelince, Yusuf ona, «Efendine dön de o kadınlara ne oldu da ellerini kestiler?
diye sor. Şüphesiz kî Rabbim onların hile ve fendini bilendir.»
51— Kral o kadınlara: «Yusuf'u kendinize çekmek
istcdiğinizdeki durum ne idi?» diye sordu. Kadınlar da «Hâşâ, Allah için biz
onun aleyhine fenalıktan hiçbir şey bilmiyoruz» diye cevap verdiler. Aziz
(vezir)in eşi, «Şimdi hak ortaya çıktı. Onunla ilişki kurmak isteyen ben idim
ve şüphesiz Yusuf doğrulardandır» diyerek gerçeği anlattı.
52— Yusuf, «işte amacım, gıyabında ihanet
etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini başarıya eriştirmiyeceğini efendimin
bilmesini ortaya koymaktı» dedi.
53— Nefsimi de temize çıkarmıyorum; çünkü n e f s
kötülüğü çokça emredendir; ancak Rabbimizin merhamet ettiği şey
(nefisler) müstesna. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.
«Biz (gönül
yatışkanlığı sağlamak için) şüphelenmekte İbrahim'den daha haklıyızdır. Hani o,
(gönlünü iyice yatıştırmak için) «Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster» demişti. Allah Lût'a rahmet eylesin; o sağlam bir sığınağa yerleşmek
istiyordu. Yusuf'un zindanda kaldığı kadar ben kalmış olsaydım, gelen elçiye
hemen olumlu cevap verip (bir an önce) çıkmak ister, özür dilenmesini pek
aramazdım.» [46]
Açıklama:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu son cümleyle Yusuf Peygamberin ne kadar temkinli, sabırlı ve ince
düşünceli olduğunu belirtmek istemiştir. Yoksa kendisindeki sabır, hikmet ve
ince düşünce melekesi Yusuf'u çok gerilerde bırakacak kadar ileriydi.
«And olsun ki, yedi
semiz ve bir o kadar arık inekten sorulduğunda, Yusuf'un gösterdiği sabır ve
fazilete hayret etmemek elde değil. Allah onu mağfiret buyursun. Eğer onun yerinde
ben olsaydım, beni zindandan çıkartmaları şartıyla rüyalarını hemen
yorumlardım da özür dilemelerini pek aramazdım.» [47]
«Eğer zindanda
Yusuf'un kaldığı kadar uzun bir süre ben kalmış olsaydım, gelen elciye hemen
olumlu cevap verirdim.» [48]
Cenâb-ı Hak yüce
sünnetiyle, eşsiz hikmetiyle Yusuf Peygamberi zindandan kurtarmayı ve onu
temize çıkarıp lâyık olduğu yere oturtmayı murat etti. Onun için sebepleri
harekete geçirip kolaylaştırdı. Yusuf ile birlikte zindana atılan iki gencin
rüyalarını yorumlaması o sebeplerden biri idi. Gömleğinin arkadan yırtılmış
olması bir diğer sebep olarak gerçekleşmişti. Zindanda iyice olgunlaşıp geniş
tefekkür ve tecrübe sahibi olduktan sonra, devletin en üst kademesinde görevli
kişilerin evinde ve hizmetinde bulunmak suretiyle Mısır halkının
ihtiyaçlarını, idare edilme yöntemlerini, âdet ve geleneklerini, psikolojik
yapılarını yakından öğrenerek olgun bir idareci vasıflarını da daha önce
kazanmış bulunuyordu. Bu da sebeplerin bir diğer halkasını oluşturuyordu.
Çektiği çileli hayat ise, onu insanlara karşı daha çok merhametli ve şefkatli
bir düzeye getirmiş, Mısır'da devlet çarkının işleyişini yakından izleme
fırsatını bularak ağırlığını her yerde hissetirecek yeteneklerini iyice
geliştirmişti.
Son olarak hükümdarın
gördüğü rüya ve ev hanımının gerçeği itiraf etmesi, sebepler zincirini
tamamlamış, Yusuf Peygamber için ikbal günleri başlamıştır. [49]
«Kral, onu bana
getirin, dedi. Elçi, Yusuf'a gelince, Yusuf ona, «Efendine dön de o kadınlara
ne oldu öa ellerini kestiler? diye sor. Şüphesiz Rabbım onların hile ve fendini
bilendir.»
Kralın rüyasını
yorumlamak için Yusuf'u çağırmaya gönderilen elçi, zindana gelince, Yusuf, bir
an önce çıkayım diye hiç de acele etmedi; o bakımdan hemen olumlu cevap vermek
istemedi ve âyette belirtildiği gibi, kendini iyice temize çıkarma, kadınların
iftirada bulunduklarını kesin bir şekilde isbat etme yolunu seçti. Hadîslerde de
belirtildiği gibi, o, cidden peygamberliğe yakışanı yaptı. Önce masum olduğunu
kanıtlamayı, ondan sonra zindandan çıkmayı arzuladı. Bunun için acele etmedi,
sabır ve temkinli olmayı elden bırakmadı Hafiflikten, küçük düşürücü söz ve
davranışlardan kesinlikle kaçındı. Nitekim bu hususta Sevgili Peygamberimizin
(A.S.) övgü dolu sözleri onun lehinde yeterli belge sayılır.
Neticede olaylar Yusuf
Peygamberin arzusu doğrultusunda gelişti, acı ve ıstırapla başlayan bir hayat
hep öyle devam etmedi. îman ve sabır gibi iki kuvvetli manevî destek,
zorlukları yenmeğe kâfi geldi., [50]
Rüya bir bakıma iç
dünyamızın aynasıdır. Aynı zamanda dış dünyamızla, hattâ fizikötesiyle
irtibatımızı sağlayan bir ruh halidir. Bazı ilim adamları rüyanın gelecekle
değil, geçmişle ilgili olduğuna inanırlar. Onlara göre, bir kimsenin rüyasını
yorumlayabilmek için onun öze! hayatına ait birçok hususları bilmek şarttır.
Rüyaların anlamı onu gören kimsenin o âna kadar olan bütün hayatıyla ilgilidir.
O bakımdan rüyaların, hattâ simgelerin anlamı bile görene göre değişir. Kur'ân
ve Hadîslerde ise, rüyanın hem geçmişle, hem gelecekle ilgili olduğu
belirtilir. Örneğin, zindanda Yusuf Peygamber'in iki arkadaşının gördükleri
rüyalar ile Mısır hükümdarının gördüğü rüya, geçmişle değil, bütünüyle
gelecekle ilgilidir. Çoğumuzun da rüyalarının bir kısmının gelecekle ilgili
olduğunu biliyoruz.
Gerçi gördüğümüz
rüyaların önemli bir kısmı üzerinde djş olayların tesiri büyüktür. Ama
rüyaların hepsi hakkında böyle diyemeyiz. Bunlar uykuda beynimizin bütün bütün
uyumadığını gösterdiği gibi, ruhumuzun da faal duruma geçtiğini, ibrelerinden
birkaçının Misal ve Melekût âlemleriyle irtibat sağladığını gösterir. Misal
âleminde Adem Peygamber'den kıyamet kopuncaya kadar olup biten, gelip geçen
her şeyin birer misali sıralanmıştır. Bu da ilâhî ilmin malûmata tabi
olduğunun hikmetiyle içiçedir. Misal âleminde dolaşan ruhun kendisi değil,
ibrelerinden birkaçıdır. Çünkü ruh, girdiği bedende takdir edilen süreye kadar
beklemek zorundadır. Yükselen ibresinin o âlemde sıralanan konu ve olayların
görüntülerini çoğu zaman net biçimde görüp alması mümkün değildir. Onları
karmaşık misaller şeklinde, bazan işaretler ve rumuzlar kılıfında görüp alır.
O bakımdan rüyaların çoğunun yoruma ihtiyacı vardır. Yusuf Peygamberin
yorumladığı rüyalar bunlardan bir kac tanesidir. Kur'ân-ı Kerîm onun yorum
şeklini bize bildirirken aynı zamanda rüya ve yorumu hakkında genel kurallar
ve araştırıcılar için temel bilgiler vermektedir.
Anlaşıldığı gibi,
rüyada üzüm sıkmak, içki şakiliğine; baş üstündeki ekmek kişinin ömrüne,
kuşların o ekmeği yemesi, ömrün tükenmesine ve kuşların bir gün o kimsenin
başının etlerini gagalayacaklarına; yedi ank ineğin yedi semiz ineği yemesi,
yedi yıl kıtlık olacağına, daha önce de yedi yıl yetiştirdikleri buğdaylarını
başakları içinde depo edip saklamalarına delâlet etmektedir.
Diğer bir hususu da
belirtmemizde yarar vardır. Şöyle ki: Rüyaların bir kfsmı, az yukarıda kısaca
değindiğimiz gibi şuuraltı faaliyetlerinin eseridir. Şuur (bilinç) biz
uyanıkken, hareketlerimizi düzenler. Şuuraltı ise, çeşitli düşüncelerin,
duyguların, izlenimlerin saklanıp depo edildiği yerdir. Uyanıkken şuur,
şuuraltının kapılarını kapalı tutar; uyku sırasında şuurun bu kontrolü kalkar,
bu defa şuuraltının kapıları açılır. Böylece kapalı kalmış istekler,
düşünceler, duygular birer hayal olarak dışarı çıkar. Bu gibi rüyaların yoruma
pek ihtiyacı yoktur. Ama gelecekle ilgili olanların mutlaka taşıdığı birtakım
bilgiler Ve haberler vardır ki onları anlayabilmek için bu konuda uzman olan
ilim adamlarına yorumlatmak gerekir. [51]
«(Yusuf ona) dedi ki:
Yedi yıl âdetiniz üzere devamlı ekersiniz; yiyeceğiniz için az bir şey
ayırmanız dışında biçtiklerinizi başağında bırakınız.»
Kur'ân ilgili âyetle,
kolay ve az masraflı, uzun yıllar buğdayın saklanıp korunma yollarından birini
açıklayarak bize ön bilgi veriyor. Bunun için silo, depo önermiyor. Günkü bit
ve parazitlerden koruyucu ilaçların keşfe-dilmediği bir çağda buğdayın uzun
yıllar ambar ve depolarda korunması herhalde mümkün olmasa gerek. Ama başağında
bırakılan buğdayın o vaziyette havadar kapalı bir yerde korunmasının mümkün
olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı evlerde başaklardaki taneler alınmadan
buğdaylar saplarıyla birlikte sup eşyası yapılarak duvarlara asılır ve bir kaç
yıl bozulmadan durumunu aynen muhafaza eder. Nitekim çiçeklerden bir çoğunun
da durumu buna yakındır, tohumlarının kendi yuvalarında uzun süre korunduğunu
biliyoruz. Zira yuvanın silisli olan üst tabakası oldukça dayanıklıdır.
Kur'-ân'daki açıklamadan, buğdayın da kendi tabii yuvasında, diğer bir tabirle
yatağında beş, altı yıl dayanabileceği anlaşılıyor.
Depo, ambar ve benzeri
yerlerde ise, buğdayın korunması için asit düzeyinin sağlanmasına ve gerektiği
gibi fermantasyona elverişli karbonhidrata ihtiyaç vardır. O gün için bunların
sağlanması ve uygulanması söz konusu olamazdı. O nedenle Yusuf Peygamber en
kolay saklama ve koruma usûlünü aldığı ilhama dayanarak tavsiye etmiştir. [52]
Kur'ân'da ilgili
âyetle ihtikârdan çok farklı bir anlam taşıyan bazı gıda maddelerini piyasaya
sürmeyip depolamaktan, onun yarar ve cevazın-dan söz edilmektedir. İhtikâr
ortalıktaki darlıktan, arz ve talep dengesinin bozulmasıyla bir maddeye karşı
talebin artmasından yararlanarak ve piyasada sıkıntı yaratıp fazla kâr sağlama
amacını güderek ihtiyaç maddelerini toplayıp stoklamak ve iyice talep artıp
sıkıntı başlayınca fahiş fiatla el altından satmak anlamına gelir. Kur'ân'da
bahsedilen st^ama ise, bu amaca yönelik değil, ileride doğacak sıkıntıyı
hafifletmeye yönelik bir tedbirdir. Devlet eliyle ihtiyaç fazlası gıda
maddelerini toplayıp depolamak, bir bakıma fırsatçı muhtekirlere imkân
vermemektir; bir bakıma da fakirleri, ihtiyaç sahiplerini korumak ve
sıkıntıları gidermektir.
Nitekim ilim adamları
Kur'ân'da yer verilen bu tür stoklamanın üç yönlü yararı üzerinde
durmuşlardır:
a) İhtiyaç fazlası gıda maddelerini
değerlendirmek,
b) İhtiyaç zamanında vatandaşları sıkıntıdan
kurtarmak,
c) Fırsatçıların, vurguncu
muhtekirlerin vatandaşları sömürmelerini önlemek.. [53]
Kur'ân'da Yusuf
Peygamber'in kıssasının önemli ve ibretli safhaları kademe kademe anlatılırken,
çalıştığı ve ekmek yediği yere, kuruma ve iş yerine ihanetin hiç kimseyi
başarıya eriştirmiyeceği, feyiz ve rahmete kapı açmayacağı çok duyarlı ve
anlamlı bir ifadeyle belirtilmekte ve sadakatin, güvenilirliğin müstesna
tablosunu çizip sunan Yusuf Peygamber örnek olarak gösterilmektedir. Şüphesiz
ki bu, işçiyle işveren arasındaki ihtilafları, dengesizlikleri ve gereksiz
tartışmaları önlemeye yönelik bir uya-rı taşır. İşveren, işçinin emeğinin
karşılığını noksansız ödediği, işçi de aldığı ücret karşılığında emek verip
doğru iş yaptığı takdirde Hakk'ın rızasını tahsil etmek yoluna girmiş olurlar
ve öyle bir iş yerinde Allah'ın feyiz v© rahmeti, bereket ve inayeti hep
kendini hissettirir.
Nitekim Yusuf
Peygamber'in kölelik veya hizmetçilik yıllarında ekmeklerini yeyip, iyilik ve
ihsanlarını gördüğü aileye sadakatsizlik etmemek, ihanette bulunmamak için çok
duyarlı davrandığını, o yüzden zindana girmeyi teraîh ettiğini, Kur'ân öğüt
alınacak bir davranış ve düşünce modeli olarak zikretmektedir. Onun bu
doğruluk ve ahde vefalığına, sadakat ve bağlılığına mükâfat olarak, Cenâb-ı
Hak onu Mısırlı'ların göz bebeği yapmış, onu ülkenin azizi kılmıştır. Şüphesiz
ki, Hz. Yusuf'un bu insancıl duygusunu, fazîlet anlayışını nakleden Kur'ân, şu
âyetle onun eriştiği mutlu sonucu ve sağladığı başarıyı haber vermektedir. [54]
«Nefsimi de temize
çıkarmıyorum; çünkü nefis kötülüğü çokça emredendir. Ancak Rabbımın merhamef
ettiği şey (nefisler) müstesna.. Şüphesiz ki Rab-bım çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.»
Bu sözün vezirin karısına
mı, yoksa Yusuf Peygambere mi ait olduğu üzerinde durulmuştur. İkisinin de
böyle bir itirafta bulunması makuldür; ancak Yusuf Peygamberin alçak gönüllülük
göstererek insan nefsinin fıtrî yapı ve ölçüsünü, karakter ve eğilimlerini
belirtmesi açısından konuya bakılırsa, daha sıhhatli bir sonuca varılmış olur.
Şöyle ki: Başta vezirin karısı olmak üzere, Yusuf'u gören, sadakat ve
iffetinin lekesizliğini anlayan yüksek sosyetenin, kadınlık vakar ve edebini,
hicap duygusunu bir tarafa itip doğruyu söyleyecek kadar asalet örneği ortaya
koymaları, şüphesiz ki Yusuf Peygamberi fazlasıyla etkileyip duygulandırmış
olacak ki, o da onları teselli etmek için şu sözleri söyleme faziletini
göstermiştir: «Nefsimi de temize çıkarmıyorum; çünkü nefis kötülüğü çokça emredendir....»
Bu bizim yorumumuz.
Allah ise, daha iyisini bilir.. [55]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf Peygamberin ruhundaki asalet, kalbindeki köklü iman ve irfan,
düşüncesindeki sadelik ve berraklık, duygularına hâkim olan takva ve Allah'a
tevekkülün, ona parlak bir gelecek hazırladığı anlatıldı. Allah'ın ondan yana
olan plân ve programının kusursuz şekilde hedefine ulaştığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yusuf'un (A.S.) bilgi ve irfanını, sadakat ve faziletini keşfeden kralın özel
ilgisi konu ediliyor. Sonra da Yusuf Peygamberin kralın asıl maksadını
anlayınca, kendisinin Mısır maliyesinin başına Getirilmesini, böylece ülkenin
ekonomik yapısını yönlendirmeyi, sosyal adaleti sağlamayı arzuladığına dikkat
çekilerek, ona istediğinden çok fazla yetki verildiği kapalı bir anlatımla
belirtiliyor ve böylece Allah'ın ohu hem dünyada, hem de âhirette
mükâfatlandırdığı hatırlatılıyor. [56]
54— Kral, «Yusuf'u bana getirin, onu kendime özel
bir müşavir edineyim» dedi. Ne vakit ki, onunla konuştu, dedi ki: «Bugün senin
bizim yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir makamın vardır!»
55— Yusuf ona:
«Beni Mısır hazineleri üzerine görevlendir; çünkü ben hem çok iyi bir
koruyucuyum, hem de (yerli yerince harcamasını) iyi bilenim» dedi.
56— İşte böylece biz Yusuf'u (Mısır) ülkesine
yerleştirip, onu şerefli itibarlı kıldık; (o kadar ki) orada dilediği yerde
oturabiliyordu. (Böylece)
ahmetimizi dilediğimiz
kimselere nasıp ederiz ve iyilerin mükâfatını zayi' etmeyiz.
57— Âhiret
mükâfatı ise, imân edip takva üzere bulunan (Allah'tan saygı ile korkup
fenalıklardan sakınan)lar için daha hayırlıdır.
«Allah, kardeşim
Yusuf'a rahmet eylesin. Eğer, «Beni Mısır ülkesindeki hazineler üzerine
görevlendir» demeseydi, yine de o anda kendisine görev verilecekti. Ama bu
yüzden o bir yıl geciktirildi.» [57]
Karşısına çıkan
engelleri, Allah'a dayanıp güvenerek bir bir aşan, uğratıldığı çetin
sınavlarda başarılı olan Hz. Yusuf, yukarıda da değindiğimiz gibi, bunun
karşılığı olarak dünyada da önemli bir makam ve şerefe eriştirilmiş, âhirette
de kendisine sonsuz saadetler hazırlanmıştır.
Alâeddin Ali'nin
Lübabu't-te'vîl adlı tefsirinde, Yusuf Peygamberin zindandan çıkış ve
arkadaşlarına veda ediş safhası anlatılırken, arkadaşlarına hitapla çok
anlamlı ve duygulandincı bir konuşma yaptığından ve sonra da zindanın kapısına
şu sözleri yazdığından bahsedilir:
«Burası, belâya
uğrayanların evi, dirilerin kabri, düşmanların sevincinden doğan kuru
gürültülerin aksettiği bir vadi ve dostları deneme gurbetidir.»
Sonra da abdest alıp
öylece kralın kapısına gelmiş, içeri girmeden şu duayı yapmıştır: «Allahım!
Senin hayrınla kralın hayrını diliyorum ve ondan da, başkalarının
kötülüklerinden de senin izzet ve kudretine sığınıyorum.» [58]
Diğer bir rivayette
ise, şu sözleri söylemiştir; «Dünyama bedel Rab-bım bana yeter, halka karşı
Rabbım bana yeter. Rabbım! Senin komşuluğun azizdir, övgün çok yücedir; senden
başka ilâh yoktur.» [59]
«Kral, Yusuf'u bana
getirin, onu ken-dime özel bir müşavir edineyim, dedi.»
Mısır kralı, ismi,
şöhreti, soyu, sadakati, doğruluğu, bilgi ve görgüsü; iffet ve namusu hakkında
yeterli bilgi edinip çok şeyler işittiği Yusuf Peygamberle görüşme arzusunu
izhar etti. Şüphesiz ki, Yusuf'un yüksek şahsiyeti, lehindeki övgü ve
senaların çok üstünde bulunuyordu. Kral ondaki bu cevheri görmekte geoikmedi ve
böyleee onu ülke idaresinde en önemli makama oturttu, kendine özel müşavir
yaptı.
Unutmayalım ki, Yusuf
(A.S.), aleyhine ve lehine cereyan eden olayların hepsini yüksek irâde ve
tdrâkiyle, sarsılmayan îmân ve irfaniyle karşılayıp yalnız Allah'ın rızasını
dilerken, Cenâb-ı Hak sebepler zincirinin halkalarını birbirine bağlayıp onu bu
düzeye getirmiştir. O halde kuvvet ve kudretin, başarı ve iyi sonuçların
kaynağı Allah'tır ve hepsi de O'na aittir. O, bir şeyi murat edince,
sebeplerini hazırlar, yolları açıp kolaylaştırır, kalplere en doğru olanı ilham
eder ve öyleee kulunu dilediği cihete çevirir. Sonra da ikramda bulunduğu
kullarının imân, sâiih amel, takva ve faziletlerine göre âhiret mükâfatı
hazırlar. [60]
«Yusuf ona: Beni Mısır
hazineleri üzerine görevlendir; çünkü ben hem çok iyi bir koruyucuyum, hem de
(yerli yerince harcamasını) iyi bilirim, dedi.»
Hükümdarın güvenini
kazanan ve kendi yetkisini, idare etme basîre-tini, umum yararını kişisel
çıkarma tercîh etmeyi çok jyı bilen dürüst kimsenin, başarılı olabileceği bir
makam veya görevi isîsmes.inde bir sakınca yoktur; bilakis ülke yararına çok
faydalar söz konusudur. ArVcak Resûlüllah (A.S.) sıradan kişilerin önemli
makamlara getirilmemesi için söyle buyurmuştur: «Doğrusu biz işlerimizin
başına istekli olanı getirip görevlendirmeyiz.» [61]
Diğer bir husus ta
şudur: Mısır krallarına genellikte firavn Üenildiği halde, Yusuf Peygamber
dönemindekine melik denilmesi, onun Kîbt soyundan olmadığına işarettir. [62]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf (A.S.) hakkında çok şeyler dinleyen Mısır kralının onu huzuruna davet etmesi
ve özel ilgi duyması konu edildi. Son-ra da Yusuf'un (A.S.), kralın tam
güvenine lâyık görüldüğünü anlayınca -ilkede söz sahibi olacak bir mevkiye
atanmasını istemesi üzerinde durularak birtakım ölçüler ve bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
böylece Yusuf'un (A.S.) hem dünyada, hem de âhirette aziz kılındığına yer
verilerek, Allah'ın salih amel işleyip takva üzere yaşayan mü'minlerden yana
olduğuna işaret ediliyor. Sonra da, Kenan ülkesinde baş gösteren kıtlık
sebebiyle Mısır'a zahire satın almaya gelen Yusuf Peygamber'in kardeşlerinden
ve aralarında geçen birkaç önemli safhadan ve olaydan bahsediliyor. [63]
58— Yusuf'un kardeşleri gelip yanına girdiler;
Yusuf onları tanıdı, onlar ise onu tanıyamadılar.
59— Yusuf onların yüklerini hazırlatıp iyice
teçhiz etti ve, «Bana babanızdan olan bir kardeşinizi de getirin, dedi;
görüyorsunuz ya, ben ölçeği tastamam ölçüyorum ve ben konukseverlerin
hayırlısıyım!»
60— «Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim
yanımda size tek ölçek (zahire) yok ve bir daha bana yaklaşmayın.»
61— Dediler ki: «Onu babasından almaya
çalışacağız ve biz herhalde (bu isteğinizi) yaparız.»
62— Yusuf, uşaklarına, «zahire bedellerini
yüklerinin içine yerleştirin, belki ailelerine döndüklerinde anlarlar da yine
(bize) dönüp gelirler» dedi.
63— Onlar babalarına döndüklerinde, «Ey babamız!
dediler, bize öl-çek(le ilgili maddeler) yasaklandı. Bizimle beraber
kardeşimizi gönder ki, ölçek(le ilgili maddeleri) alabilelim. Şüphesiz ki biz
onu koruyucularız.»
64— Babaları, onlara : «Daha önce kardeşini size
emânet ettiğim gibi, bunu da mı emânet edeyim? Ama Allah en hayırlı
koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en çok merhameti isidir.» dedi.
65— Onlar
yüklerini açınca, zahire bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler, «ey
babamız, daha ne isteriz? İşte sermayemiz bize geri verilmiş, yine (bununla)
ailemize gıda maddesi satın alıp getiririz; hem rdeşimizi koruruz, hem de onun
adına bir deve yükü artırmış oluruz. Bu getirdiğimiz gıda maddesi pek az bir
ölçek».
66— Yâkub: «Onu
bana (geri) getireceğinize dair Allah adına sağlam ve kesin söz vermedikçe, onu
elbette sizinle göndermiyeceğim. Meğer ki kuşatılıp ölümle burun buruna gelmiş
olasınız» dedi. Sağlam ve güvenilir Söz verdiklerinde Yâkub, «Allah bu
dediklerimize karşı vekildir» diyerek (razı oldu).
Bunun için yine
sebepleri belli plâna göre harekete geçirirken gereken ortamı hazırladı. O
yıllarda baş gösteren kıtlık bilhassa Kenan diyarını bir baştan bir başa kasıp
kavurdu. Herkes ekmek derdine düştü. Bu arada Yâkub Peygamber'in on oğlu zahire
satın almak üzere Mısır'a gitme İhtiyacını duydular. Böylece aradan uzun
yıllar geçtikten sonra kuyuya atıp yok etmek istedikleri kardeşleri Yusuf ile
biraraya gelme ve görüşmenin ilk adımı atılmış oldu. Sonrası malûm: Yusuf
Peygamber, her birine ancak bir deve yükü zahire vermiş ve böylece ana-baba
birkarde-si Bünyamin'in Mısır'a getirildiği takdirde istenilen miktarda zahire
verebileceğini va'detmişti. [64]
Yusuf Peygamberin on
kardeşi kıskançlığın ve onu körükleyen cehaletin tesir alanına girip baba bir
kardeşlerini öldürecek veya diri diri kuyuya atacak ve sonra da babalan Yâkub
Peyğamber'e yalan söyleyecek kadar idrâksizleşmişler; aklın ve imânın değil,
his ve cehaletin emrine girmişlerdi. Oysa Allah kötülerin, fena niyet
taşıyanların hile ve düzenlerini başarıya eriştirmez; imhal eder, ama ihmal
etmez. Bir gün gelir de ilâhî adaleti gereği onların hile ve çevirdikleri
entrikaları ayaklarına dolar. Yusuf'un kardeşlerinin de vardıkları netice
böyie oldu: Çekemedikleri ve gözlerinin önünde bulunmasına dayanamadıkları
kardeşlerinin önünde eğildiler. Şüphesiz bu öyle bir sünnetullahtır ki, vakti
saati gelince hükmünü yürütür; önüne geçip engelleyecek bir kuvvet ve kudret
yoktur.
Böyiece cehalet ilmin;
rezilet faziletin; bâtıl hakkın; Allah'ın aşağıladığı, O'nun yücelttiği önünde
dize gelerek yenilmiştir.
Kıssadaki bu uyarı,
önce Mekkeli müşriklerin,"sonra da her çağda yaşayan inkarcı maddecilerin
düşünce ve duygularını yönlendirmeye ve tarihin tekerrür edeceğini
hatırlatmaya yöneliktir. Nitekim Mekkeli'lerin de sonunda hakkın önünde baş
eğmek zorunda kaldıklarını bilmekteyiz. [65]
«Allah en hayırlı
koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en çok merhametlisidîr.» dedi.
Yâkub (A.S.)ın,
peygamber olmakla beraber beşerî zaaflarının da bulunduğu inkâr edilemez. Çok
sevdiği Yusuf'u, diğer on oğluna emanet ederken, «Doğrusu onu alıp götürmeniz
beni ;çok üzer ve sizin haberiniz yokken onu kurt yiyebilir, diye korkuyorum!»
derriiş ve ister istemez endişesini dile getirmiş, asıl koruyacak olan Allah'a
emanet etmeyi zahiren belirtmemiş veya hatırlayamamıştı. Bu, bir peygamber için
kusur sayılabilir. O nedenle sevdiğini kaybetme uyarısıyla karşı karşıya
bırakılmıştır.
İkinci oğlu, Yusuf'un
ana-baba bir kardeşi Bünyamin'i yine istemiye birlikte Mısır'a gönderirken
böyle bir kusur işlememeye dikkat etmiş, önce onu Allah'a emanet ederek, «Allah
en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.» demiş,
sonra da oğullarından Allah adına söz alıp «Allah bu dediklerimize karşı
vekildir» diyerek Hakk'ın irâdesine tam teslimiyetini dile getirmiştir.
Kuşkusuz onun bu teslimiyet ve yüksek irfanı, hem Bünyamin'in salimen
dönmesine, hem de yıllardır hasretini çektiği Yusuf'una kavuşmasını sağlamaya
vesîle olmuştur.
O halde hayatta
sevdiklerimizin başına bir dert veya felâket gelme endişesi doğunca, en sağlam
ve güvenilir yol ve çare, gereken tedbirleri atmakla beraber onları Allah'ın
himayesine verip O'na emanet etmemiz-dir. Zira âyette de belirtildiği gibi,
Allah koruyanların en hayırlısı ve ve-kîlierin en güveniliridir. [66]
Yukarsdaki âyetlerle,
Yusuf'un sadakat ve fazîletini, bilgi vs İrfanını yakından öğrenme imkânını
bulan Mısır kralının ona gösterdiği yakın ilgi ve güven konu edildi. Sonra da
Yusuf ile kardeşlerinin mülakatına temasla olayların gelişme seyri açıklandı.
Böylece Allah'ın, takva ve doğruluktan ayrılmayan mü'min kulunu eninde, sonunda
başarıya eriştireceği ve iki âlemde de onu şerefli ve aziz kılacağı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
kıssanın diğer önemli bir bölümüne yer veriliyor: Yusuf'un kardeşlerinin
Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmeleri ve Yusuf Peygambere olan ikinci
mülakatları anlatılıyor. Sonra da kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymak ve
böylece bütün aile fertlerini Mısır'da biraraya geırme plânına yer verilerek
Yusuf'un daha önce gördüğü rüyanın aynen gerçekleşmek üzere bulunduğuna işaret
ediliyor.
Kıssanın bu bölümüyle,
kapalı şekilde Hz. Muhammed'e (A.S.) ve arkadaşlarına müjde veriliyor: Yakın
gelecekte küfrün baş aşağı geleceğinden, mü'minlerin ilâhi nusrat ve inayete
daha çok mazhar kılınacaklarından şüphe etmemeleri bildiriliyor. [67]
67— Yâkub, «ey oğullarım! (Mısır'a) bir kapıdan
girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber sizden Allah'ın takdirini
çevirecek de değilim. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben O'na güvenip dayandım;
güvenip dayanmak isteyenler de ancak O'na güvenip dayansınlar» dedi.
68— Babalarının
emrettiği gibi (şehre)
girdiler. Bu durum Allah'ın
takdirinden bir şeyi geri çevirecek değildi; sadece Yâkub'un içindeki arzuya
uyularak yerine getirilmişti. Şüphesiz ki Yâkub bizim kendisine öğrettiğimiz
ölçüde ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.
69— Onlar Yusuf'un huzuruna girince; kardeşini
yanına aldı ve «şüphen olmasın ki, ben senin kardeşinim; onların yaptıklarına
artık üzülme» dedi.
70— Yusuf,
onların yüklerini donatıp hazırlarken, su kabını öz kardeşinin yüküne
koydurdu. Sonra da bir çağrıcı şöyle seslendi: «Ey kafile! sizler herhalde
hırsızlarsınızdır».
71— (Bunun
üzerine) kafile onlara geri dönerek, «ne kaybettiniz?»
diye sordular.
72— Onlar
da, «kralın su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yükü (ödül) vardır, ben
buna kefilim,» dediler.
73— «Allah'a yemin ederiz ki, sizin de bildiğiniz
gibi biz (Mısır) toprağında fesat çıkarmaya gelmedik ve hırsız da değiliz.»
dediler.
74— «Eğer
yalan söylüyorsanız, hırsızlığın cezası (sizce) nedir» diye sordular.
75— Onlar da
«hırsızlığın cezası, su kabı kimin yükünde bulunursa, o onun cezasıdır, (O
yüzden alıkonulur.) Biz zâlimleri böyle cezalandırırız», dediler.
76— Yusuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını
(aramaya) başladı ve sonunda onu kardeşinin kapları arasında bulup
çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plân öğrettik; çünkü hükümdarın «ceza
kanununa» göre kardeşini alıkoyamazdı. Meğer ki Allah dilemiş olsun. Biz
dilediğimiz kişilerin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde bir
bilen vardır.
77— «O hırsızlık etmişse, daha önce onun kardeşi
de hırsızlık etmişti,» diye mırıldandılar. Yusuf bu sözü içinde tuttu, onlara
(bir şey) açmadı ve içinden, «siz kötü bir tutum içindesiniz. Allah bu
anlattıklarınızı çok daha iyi bilir» diye geçirdi.
78— Kardeşleri, «ey aziz, doğrusu onun iyice
yaşlı bir babası var; bizden birimizi onun yerine alıkoy; seni iyilik
sevenlerden görüyoruz» dediler.
79— Yusuf, «Allah'a sığınırım, malımızı kimde
bulduysak ancak onu alıkoruz; aksi halde zâlimlerden oluruz» dedi.
80— Ondan ümitlerini kesince, kendi aralarında
görüşmek için bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: «Bilmez misiniz ki,
babanız sizden Allah adına kesin söz ve güven aldı. Daha önce Yusuf hakkında da
çok ileri gitmiştiniz. Artık babam bana izin vermedikçe veya Allah lehimde
hükmetmedikçe -ki O hükmedenlerin en hayırlısıdır- yerimden mümkün değil
ayrılmıyacağım!»
81— Siz
babanıza dönünüz ve ona deyiniz ki: «Ey babamız, şüphen olmasın ki, senin oğlun
hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize göre şahit olduk; gaybı bilen gözcüler
değiliz.»
81—
«Bulunduğumuz kasaba halkından ve bir de içinde bulunduğumuz kafileye sor. Biz
herhalde doğru söyleyenleriz».
.82— Yâkub
onlara : «Hayır, nefsiniz size bir işi süsleyip hayal gücü-U2U
"rt'nnıştır. Artık güzel bir sabır gerekir. Allah'ın, her ikisini de
bîrden
bana getireceğini ümit
ederim. Şüphesiz ki O, (her şeyi hakkıyla) bilendir, yegâne hikmet sahibidir.»
84— Ve
onlardan yüzünü çevirip öfkesini yutarak için için (ağladı) da «vah Yusuf'a!»
diyerek üzüntüsünü dile getirdi ve üzüntüsünden gözlerine ak indi.
Şüphesiz ki, Allah'ın
takdirini geri çevirmek mümkün değildir. Onun çizdiği hayat kanunu, şaşmadan
eath-i mailinde hedefine doğru ilerler. Ne var ki, biz, ilâhî takdiri yansıtan
kanunu göremiyor, nasıl bir yol çizdiğini de hemen anlayamıyoruz. Zira O'nun
ezelî ve ebedî ilmi, önceden kendi hür irâdemizle nasıl bir ömür süreceğimizi
tesbit edip yazmıştır. Artık O'nun ilmi yanılmayacağına, tesbiti
değişmiyeceğine göre, takdîri ona göre tecelli etmektedir. O halde bir işe
başlarken bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah'ın takdirine gönülden
teslimiyet gösterip O'nun rahmetinin genişliğine, adaletinin şaşmazhğına;
inayetinin, iyi niyet taşıyan mü'minler-den yana olduğuna güvenip dayanmak
vâcib kuvvetinde sünnettir.
Nitekim Yâkub
Peygamber, gerek küçük oğlu Bünyamin'i kardeşlerine teslim edip Mısır'a
gönderirken, gerek Mısır'a girişlerinde ayrı ayrı kapılardan girmelerini
tavsiye ederken, hep bu hikmeti düşünüp yansıtmaya çalışmıştır. Zira soydan
gelen güzellik, çekicilik bu ailede çok belirgin idi. On bir kardeşin toplu
halde Mısır'a bir kapıdan girmesi, halkın dikkatini fazlasıyla çekebilir, bir
göz değme olayı meydana gelebilirdi. Gerçi Allah'ın takdiri ne ise mutlaka o
yerini bulur, ancak bu gibi tedbirler kulun teslimiyet ve tevekkülüne engel
teşkil etmez, bilâkis onları tamamlar. Âyetlere dikkat ettiğimizde Yâkub
Peygamber gereken tavsiyeyi yaparken iiâhî /takdiri de dile getirmeyi
unutmamıştır.
Unutmamak gerekir ki,
göz değme (Nazar) konusu sahih hadîslerle açıklanmış ve doğru olduğu
belirtilmiştir. Yâkub Peygamber, insan ruhunun bir şeye karşı fazla sevgi ve
ilgi duyması sebebiyle onun hayret ifadesinin gözünde tezahür edeceğini ve
sevilen, ilgi duyulan şeyi tesir altına alacağını iyi biliyordu.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz göz değme hakkında şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki, göz değme olayı
haktır.» [68]«Göz değme haktır. Eğer
bir şey kaderin önüne geçebilseydi, herhalde göz değme geçerdi. Ondan dolayı
yrkanmak isterseniz, yıkanın!» [69]
Hz. Aişe (R.A.)
Validemiz diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, nazar eden kişiye abdest almasını, göz değen kişiye de yıkanmasını
emrederdi.» [70]
Yusuf Peygamber o
günkü Kenan ülkesindeki mevcut şartlan, Mısır'daki bolluğu ve ferahlığı, baba
ve annesinin yaşlanıp üzüntülü hallerini dikkate aiarak, yılların biriktirdiği
hasreti ve Yâkub ailesinin Mısır'a naklini plânlayarak olumlu sonuca varmak
istedi. Bunun için :
a) Önce kardeşlerini Mısır'ın bereketli ve
zengin topraklarına heveslendirdi. Zahire satın almak için ödedikleri parayı,
haberleri olmadan bir çıkına sarıp çuvallarının içine yerleştirerek Mısır'a
tekrar zahire satın almaya gelmelerine imkân vermiş oldu.
b) Kardeşi Bünyamin'i getirterek, babasının
kendi üzerinde toplanan üzüntüsünü böldü ve kafasını biraz da Bünyamin'le
meşgul etmesini istedi.
c) Bünyamin'le gizlice tanışarak, onun kalbini
iyice Mısır'a ve içinde bulundukları geniş nîmetlere çekti.
d) Kardeşleri üçüncü defa geldiklerinde onlarla
tanışarak aralarındaki soğukluğu ve açıklığı giderdi, aynı zamanda onlara çok
sıcak ilgi göstererek geçmişin üzerine sünger çektiğine onları inandırdı.
Böylece onlar da babalarıyla birlikte Mısır'a göçüp gelmeleri hususunda hiçbir
engelin bulunmadığı neticesine vardılar.
e) Gömleğini babasına göndererek, kapanan
gözlerinin açılmasını ve üzüntülerinin sona ermesini sağladı. Bu sebeple arada
hiçbir engelin kalmadığını hepsine bildirerek muüu bir gelecek hazırladı.
f) Bünyamin'i yanında alıkoyması üzerine büyük
kardeşleri Yahuda'-nın Mısır'da bir süre beklemesini sağladı ki bu, diğer
kardeşlerinin tekrar Mısır'a dönmesinin bir bakıma teminatı oluyordu. [71]
Peygamberler
genellikle sabırlıdırlar. Olaylar karşısında pek çabuk sarsılmazlar. Yâkub
Peygamber her ne kadar çok sevdiği Yusuf'u kaybettikten sonra zaman zaman
üzüntüsünü dile getirmişse de, Allah'a olan güveni hiçbir zaman sarsılmamış ve
sabrı da elden bırakmamıştır. Nitekim ikinci oğlunu belli sebepten dolayı
kardeşleriyle birlikte Mısır'a gönderme ihtiyacı doğunca, aynı tevekkülü izhar
ederek, «Bana gereken, güzel bir sabırdır.» demiş ve sabrın sonunun selâmet
olduğuna inanmıştır.
Allah'ın bu aileyle
ilgili plân ve programı kusursuz uygulanıyor, sebepler bir zincirin halkaları
gibi, bir bir oluşarak bağlantı kuruyordu. Sonunda Yâkub (A.S.) in her üç
oğluna da kavuşacağına dair ümidi iyice kuvvetlendi. Böylece Allah'ın takdiri
ve inayeti karşısında mahviyet kaftanına büründü. Vakit tamam oldu, vuslat
yaklaştı..
O halde «güzel saoır»
üzüntüyü artırmaz, bilâkis hafifletir. Çok geçmeden de amaca eriştirir. Yeter
ki o güzel sabır Hakk'ın rızasına uygun olsun..
Olayın hemen her
bölümünde Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaşlarına teselli ve yakında ilâhî
nusrata mazhar olma işaretleri mevcuttur. [72]
«Ve onlardan yüzünü
çevirip öfkesini yutarak için için (ağladı da), «vah Yusuf'a!» Diyerek
üzüntüsünü dile getirdi ve üzüntüsünden gözlerine ak indi.»
Şüphesiz ki, evlat
acısı hiç bir şeye benzemez, hele bir de o evlat kâmil bir kişi olup
peygamberliğe namzet seçilmişse.. Yâkub Peygamberin asıl üzüntüsü buradan
kaynaklanıyordu. Çünkü o aileden bir peygamber çıkıp Cenâb-ı Hakk'ın
buyruklarını nesilden nesile ulaştırmalıydı. Zira Yâkub Peygamber'in hem
babası, hem dedesi peygamber idi. Bu yüksek şerefin ailede sürüp gitmesi
arzulan arasında bulunuyordu. Nitekim Yusuf'un rüyası ve kendisine vaki olan
vahiy veya ilham ile onun peygamber olacağını biliyordu. Ama ona ne oldu?
Peygamber olarak gönderilecekse, ölmemesi, öldürülmemesi gerekirdi. İşte bunun
gibi bir sürü sorular, karmaşık durumlar Yâkub Peygamber'in kafasını meşgul
ediyordu. Bir de buna fazla yaşlanmanın getirdiği birtakım sıkıntı ve
problemleri eklersek onun ne kadar sarsıntı geçirip yıprandığını anlamakta
gecikmeyiz. Her şeyden önce omuzlarına yükletilen risalet görevini hakkıyla
yerine getirmesi gerekiyordu. Bunun yanı sıra Kenan ülkesinde baş gösteren
kıtlık ve halkın yi-veçek sıkıntısı çekmesi, bir peygamber olarak elbetteki onu
hem üzüyor, hem de çok yakından ilgilendiriyordu. Bütün bu olumsuz yönde ortaya
çıkan olaylar ve çözümü zor problemler biraraya gelince, iyice zayıflayan
Yâkub Peygamber'in gözlerine ak inmişti.
Diğer bir yorumla,
Yâkub Peygamber Yusuf'u hatırlayınca fazlasıyla duygulandı ve içini çekerek
yutkundu, gözleri de iyice ağardı, o derecede ki, çevresindekileri göremez
oldu.
Yüzünü oğullarından
çevirip kendi içine dönerek üzüntüsünü insanlara karşı değil, Cenâb-ı Hakk'ın
yardım ve rahmetini dileyerek dile getiriyordu. Nitekim bundan sonraki
âyetlerde o, peygamberliğine yakışan bir üslûp ve tavırla bu hususu çok açık
biçimde belirtmiştir. [73]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf Peygamberin kardeşleriyle olan üçüncü mülakatı konu edildi. Yâkub
Peygamber'in birbirini izleyen olumsuz olaylar karşısında üzülerek yutkunduğu
ve her şeye rağmen bu halini ancak Allah'a arzettiğî açıklandı. Gerek
yaşlılığın, gerekse birbirini kovalayan üzüntülerin bir araya gelmesiyle
gözlerini kaybettiğine atıf yapıldı..
Aşağıdaki âyetlerle,
Yâkub Peygamber'in Cenâb-ı Hakk'a olan derin bağlılığı anlatılıyor. Oğullarını
üçüncü defa Mısır'a gönderirken Bünyamin ile Yusuf'un kokusunu alır gibi
olduğunu ima ederek ikisine birden kavuşacağını kapalı şekilde anlattığı
belirtiliyor ve oğullarına hiçbir zaman Allah'ın lütuf ve rahmetinden,
sevkedeceği ferahlatıcı havadan ümidinizi kesmeyin, diye tavsiyede bulunduğu
hatırlatılıyor. Sonra da Yusuf Peygamberin kardeşleriyle tanışıp onları hiçbir
zaman kınamayacağını ilân etmesi üzerinde duruluyor ve bu zarif bir anlatımla
işlenirken, yakında Mekkeli müşriklerin çoğunun da Hz. Muhammed (A.S.)
tarafından affedileceğine işaret ediliyor.
Böylece Yâkub
Peygamberin derin ümit ve teselli duyduğu gibi, sıkıntı ve üzüntü içinde kalan
mü'minlerin de Allah'a güvenip dayanarak teselli bulmaları tavsiye ediliyor. [74]
85— Oğulları
ona, «Allah'a yemin olsun ki, sen durmadan Yusuf'u ana ana, yo üzüntüden bitkin
düşeceksin, ya da yok olup gidenlerden olacaksın», dediler.
86— O da, «ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a
şikâyet ederim. Ben, Allah'tan sizin bilmediğiniz (çok) şeyleri bilmekteyim»
dedi.
87— Yâkub, «Ey oğullarım! dedi; (Mısır'a) gidin
de Yusuf ile kardeşini araştırıp (bulmaya çalışın). Ve Allah'ın lûtf-u
rahmetinden (estireceği ferah ve umut havasından) ümidinizi kesmeyin. Çünkü
O'nun lûtf-u kereminden ancak kâfir bir millet ümidini keser.»
88— Kardeşleri (Mısır'a dönüp) Yusuf'un yanına
girince, «Ey aziz (vezir), bize ve ailemize darlık ve sıkıntı dokundu; az bir
sermaye ile geldik. Artık bize yine de ölçeği tam tut, tasaddukta bulun.
Şüphesiz ki Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.» dediler,
89— Yusuf onlara: «Cahillik (günlerin)de Yusuf'a
ve kardeşine neler yaptığınızı bilir misiniz?» diye sordu.
90— (Onlar bu sorudan onun Yusuf olduğunu
anlayarak) «Yoksa sen Yusuf musun?» dediler. O da «Evet, ben Yusuf'um, bu da
kardeşimdir. Allah bize iyilik ve yardımda bulundu. Çünkü doğrusu kim korkup
sakınır ve sabrederse, elbette Allah iyilerin mükâfatını zayi' etmez» dedi.
91— «Allah hakkı için, Allah seni seçip bize
üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu kimseler idik,» dediler.
92— Yusuf onlara: «Size bugün azarlama ve
başakafcma yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O merhamet edenlerin en çok
merhameti isidir.»
93— «Şimdi
şu gömleğimi alıp götürün de babamın yüzüne (usulca) atıverin, gözü açılıp
görmeğe başlar. (Sonra da) bütün aile halkınızla birlikte bana geliniz.» dedi.
«Yâkub, ey oğullarım!
dedi. (Mısır'a) gidin ve Yusuf ile kardeşini araştırıp (bulmaya çalışın). Ve
Allah'ın lütf-u rahmetinden (estireceği refah ve umut havasından) ümidinizi
kesmeyin. Çünkü O'nun lütf-u kereminden ancak kâfir bir millet ümidini keser.»
Şüphesiz ki, Allah her
zaman için feyiz ve rahmet, ümit ve kuvvet, inayet ve kudret kaynağıdır.
Olaylar sebeplere bağlanır; sebepler de O'nun kudret elinde gerçek ölçü ve
hedefini bulur. O, bir şeyi murat etti mi, sebeplerini oluşturup yollarını
açar.
Ancak unutmamamız
gerekir ki, âhirete uzanan bu uzun yolculuğumuzda karşımıza çıkan her olay,
bizi üzen ve sevindiren her konu mutlaka, imân ve irfanımızın, Hakk'a
teslimiyetimizin, sabır ve bağlılığımızın boyutlarını tesbite yönelik birer
ilâhî tecellilerdir. Ani feveranlar, çılgınlıklar, ümitsizliğe kapılmalar ve
sonucunu düşünmeden fevri kararlar bizi plândaki yerimizden uzaklaştırır ve
asıl maksada erişmemize engel olurlar.
Her şey bitti diye
düşündüğümüz veya böyle sandığımız bir olayda çok şeyler vücut bulmakta ve nice
umut kapıları açılmaktadır. Yeter ki olayları sebepleriyle birlikte yürüten
Allah'a olan güven dolu bir gönül, sabır dolu bir kalp, umut dolu bir iç huzur
ile yönelmesini bilelim..
Yâkub Peygamberin
durumu böyle bir ortam içinde çalkanıp duruyor, dıştan bakanları bir bakıma
ümitsiz ediyordu, Oysa o çalkantıların altında umut ve güven kapılarının açık
olduğu kesindi. Yâkub Peygamber açık olan kapıyı görüyor ve bir an olsun
umudunu yitirmiyordu. Bu, aynı zd-manda Mekke'de müşriklerin azgınlık ve
taşkınlıklarına, hayasızlık ve şarlatanlıklarına hedef olan, dış görünüşüyle
insanları umutsuzluğa düşüren o günkü mü'minlerin içinde bulunduğu ortama
benzemektedir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, mevcut birçok şartların kendi
aleyhlerine olmasına ve. Allah'tan başka yardım edenlerin bulunmamasına rağmen,
her geçen gün ümidi daha da kuvvetleniyor ve Allah'a dosdoğru imân edenlerin,
kendilerini amansız biçimde kuşatan küfür ve tuğyan çemberini koparacaklarına
inanıyordu.
Onun için böyle bir
dönemde Yusuf ve Yâkub kıssalarının Kur'ân'da anlatılması onlara ümit sinyali
veriyor, zafer nağmesini terennüm ediyordu.
Olayların gelişmesi ve
Mısır'a birkaç defa yapılan seyahat da Yâkub Peygamber'e aynı ümit sinyallerini
vermiş ve Yusuf'a kavuşma müjdesini fısıldamıştı. [75]
«Yusuf onlara: «Cahillik
(günlerin)de Yusuf'a ve kardeşine nefer yaptığınızı bilir misiniz?» diye
sordu.»
İşlediği haksızlığı
bilmeyen veya hatırlamayan kimseyi, haksızlığından haberdar etmeden bağışlamak
bir fazîletse de, hiçbir zaman toplum hayatında güven ve huzuru sağlamaya
yönelik bir düşünce ve anlayış tarzı değildir. Zira affetmekten maksat, suç ve
günah işleyen kimseyi mahcup etmek; kötülüğe kötülükle karşılık vermenin
fazîlet ve güzel ahlâk olmadığını öğretmek, içindeki kötülükleri iyiliklere
çevirmenin ne kadar insancıl bir düşünce ve davranış olduğunu anlatmaktır.
O bakımdan ışığı
göremiyecek kadar gözleri kör olan kimsenin gözüne ışık tutmanın bir yararı
yoktur. Yusuf Peygamber de, hem kendisine, hem de babalarına ve dolayısıyla
çevrelerine haksızlık edip kötü örnek olan kardeşlerine, ilgili âyette
belirtildiği gibi, «Cahillik günlerinizde Yusuf'a ve kardeşine neler
yaptığınızı bilir misiniz?» diye sorma ihtiyacını duymuş, sonra da : «Size
bugün azarlama ve başa kakma yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O merhamet
edenlerin en çok merhametlîsidir.» diyerek faziletin ışığını açılan gözlere
çevirmiştir.
Ayrıca Yusuf
Peygamber, kardeşlerini sadece azariamıyacağını, yapacağı iyiliği bir minnet
duygusu olarak ortaya koymayacağını belirtirken asıl günah ve kusurları,
yapılan haksızlık ve aşırılıkları affetmenin Allah'a ait olduğunu hatırlatıyor
ve bu günleri aydınlık yapan Allah'a karşı minnet ve şükran duygusunu dile
getiriyordu.
Sözünü ettiğimiz bu
faziletin asıl kaynağı, nedir? Gerçekten Yusuf Peygamber sözü bu kaynağa
getirip, bütün kuvvet ve kudreti, rahmet ve fazileti, sabır ve başarıyı Allah'a
ait kılarak şunu söyledi: «Allah bize iyilik ve yardımda bulundu. Çünkü doğrusu
kim korkup (kötülüklerden) sakınır ve (başa gelenlere) sabrederse, elbette
Allah iyilerin mükâfatını zayi' etmez.»
Hemen ilâve edelim ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'de mihnet, üzüntü ve sıkıntıyla geçen on üç
yılını geride bırakıp Medine'ye hicret ettikten ve şehir devletini kurup
savaşacak bir mücahit ordusu hazırladıktan sonra, Mekke'yi fethettiği gün,
kutsal Kabe'nin kapısında durup onun örtüsünün bir ucundan tuttuktan sonra,
merak, korku, endişe ve heyecanla Onun nasıl bir hüküm vereceğine kulak
kabartan Mekkeli'lere: «Ey Mekkeli'ler! Bugün size ne yapacağımı biliyor
musunuz?» diye sordu. Onlar da hep bir ağızdan: «Sen âlicenap bir kimsesin,
âlicenab bir kimsenin oğlusun, senden ancak iyilik ve fazîlet beklenir!» diye
cevap vermişlerdi. Resûlüllah çok mütevazı bir eda ile onları rahatlatacak şu
müjdeyi vermişti: «Yusuf'un kendi kardeşlerine dediğini ben de size
söyleyeceğim: «Size bu gün azarlama ve başa kakma yok. Allah sizi bağışlasın,
affetsin. O merhamet edenlerin en çok merhametlisidir.»
Şüphesiz ki, Yusuf
kıssasının bir safhası, Resûiüllah'ın (A.S.) Mekke'yi fethedeceği günü
müjdelemekte ve daha duygulandırıcı ve dahd yönlendirici muhteşem bir
manzaranın meydana geleceğini haber vermekteydi. Nitekim öyle oldu. [76]
Şimdi şu gömleğimi
edip götürün de babamın yüzüne (usulca) atıverin, gözü açılıp görmeğe başlar..»
Her peygamber birtakım
mu'cizelerle desteklenmiştir. Yusuf Peygamberin rüya yorumundaki mahareti,
geniş bilgisi ve Mısır'a vezir olması birer mu'cize sayılsa bile, onun asıl
mu'cizesi gömleğidir. Nitekim gömlek Mısır'dan alınıp yola çıkıldığı an, Yâkub
Peygamber, Yusuf'un kokusunu almaya başlamıştı. O bunu açıklarken etrafındaki
bazı kimseler onu bir bakıma kınamışlar ve: «Allah'a and olsun ki, sen elbette
o eski şaşkınlığın içinde bulunuyorsun» demişlerdi. Peygamberlerdeki ruhî
kuvveti ve ferasetin yüksekliğini idrak etmiyenler, çok geçmeden mahcup
oidular. Çünkü gömlek getirilip Yâkub Peygamber'in gözlerine sürülünce, gözleri
açılıp iyice görmeye başlamıştı.
Gerçi bu olayı psikolojik
açıdan değerlendirenler de var. Aşırı üzüntü, hastalık ve sıkıntı insanda
ölüme yol açacak kadar arızalar doğurabilir. Buna karşılık sevinç, ferahlık ve
bolluk, sağlık ve hayat getirir. Bunların görüşlerinde bir bakıma hakikat payı
mevcuttur, ama mesele o kadar basit değildir. İşin içinde peygamberlik, ledünnî
bilgi, yüksek seziş, Allah'a hudutsuz güven ve bağlılık, sonra da ilham ve
mu'cize vardır.
Zaten bir olayın
mu'cize olabilmesi için, aradan sebep ve illetlerin kaldırılması; fizik ve
kimya kanunlarının iptal edilmesi gerektir. O bakımdan mu'cizeyi tabii
olaylarda olduğu gibi, birtakım sebep ve illetlere irca' edip yorumlamak
hatalıdır ve o takdirde mu'cize olma özelliği kalkar. Cenâb-ı Hak,
peygamberlerin elinde ve dilinde izhar ettiği mu'cizelerle, biz insanlara şu
hakikati öğretmeyi murat etmiştir: Sizler her şeyi, her olayı sebep ve
illetlere, birtakım tabii kanunlara bağlıyorsunuz; sebep ve illetleri, kanunları
muallakta bırakıyorsunuz. Oysa sebep ve illetler, kanunlar ve neticeleri benim
kudret elimde bulunuyor. Dilediğim zaman onları ara yerden kaldırıp harikulade
olaylar meydana getirmeye kadirim. İşte Yusuf Peygamberin gömleğinde de böyle
bir kudretin tecellisi söz konusudur. Onun için başka yorumlar aramak veya
düşünmek anlamsızdır. [77]
Büyük adamlar, tarihî
kişiliği olanlar, ilimde derinleşenler, önemli mürşitler yaşadıkları çevre ve
toplumdan ziyade başka çevre ve bölgelerde tanınır ve lâyık oldukları ilgiyi ve
saygıyı görürler. Özellikle onların asıl değeri, vefatlarından sonra daha çok
anlaşılır. Biz tarihî olaylara ve kıssalara bu açıdan baktığımızda şu
misalleri ilk nazarda görebiliriz:
Nuh Peygamber, hem
resul, hem ulü'l-azm olan büyük bir peygamberdir. Uzun yıllar kendi kavmi
arasında bulunup fazîlet ışığını onlara tutarak insanları, bir olan Allah'a,
iyi ahlâk ve adalete, kardeşlik ve hakseverliğe -hiç bir karşılık
beklemeksizin- davet ettiği halde, kavmi o yüksek değeri bir türlü
anlayamamıştı. Ancak Nuh (A.S.) vefat ettikten sonra büyük bir üne
kavuşabilmiş, vahiy yoluyla adı kutsal kitaplara, bir daha silin-memesiye
yazılmıştır.
İbrahim Peygamber
(A.S.), Harran ve çevresinde hiçbir zaman, lâyık olduğu ilgi ve saygıyı
görememiş, hattâ kendi ailesi tarafından bile dosdoğru anlaşılamamış, üstelik
imha edilmek üzere ateşe atılacak kadar aleyhinde ileri gidilmiştir. Oradan Şam
ve Hicaz bölgesine göç edince kısa zamanda tanınmış ve yüksek bir değer olduğu
yer yer anlaşılmaya başlanmıştır. Sonra da vahiy yoluyla adı kutsal kitaplara
yazılmış ve günümüze kadar saygıyla anılmıştır.
Musa Peygamber,
Mısır'da pek az ilgi görebilmiş, Filistin ve çevresine göç ettikten sonra
kıymeti anlaşılmış ve büyük saygı görmüştür, hâlâ da görmeye devam etmektedir.
Isa Peygamber (A.S.), büyük
bir değer olmakla beraber, içinde yaşadığı bölge onu anlayamamış, üstelik
çarmıha germeye teşebbüs edecek kadar o cevherin gerçek değerini
görememişlerdir.
Yâkub Peygamber (A.S.)
kendi ailesi ve çevresi taraf nidan lâyık olduğu şekilde takdir edilememiş,
hattâ ailesinden bazı yakınlarının onu bunak sanacak kadar basiretleri
kapanmıştır. Oysa hâlâ bugün o, Yahudilerin en çok saygı duyduğu,
müslümanların saygı ve takdirle andığı bir şahsiyet olarak yaşamaktadır.
ResûlüHah (A,S.)
Efendimiz doğduğu yer olan Mekke ve çevresinde değil, Medine ve Habeşistan'da
tanınıp takdir ve saygı görmüş, sonra da önce Arap Yarımadasında, arkasından
bütün dünyada büyük bir şahsiyet olarak ün yapmış, birçok milletlerin kalbinde
taht kurmuş, düşmanları bile Onu takdir etmekten kendilerini alamamışlardır.
Yâkub Peygamber'in o
gün için ailesi arasındaki kişiliğini anlamamıza Kur'ân şu iki âyetle ip ucu
vermektedir: «Kafile (Mısır'dan) ayrılıp hareket edince, babalan, «şüpheniz
olmasın ki, ben Yusuf'un kokusunu alıyorum; bana bunadı demeseniz iyi olur»
dedi. Oradakiler, Allah'a and olsun ki, sen elbette o eski şaşkınlığın içinde
bulunuyorsun, dediler.»
Oysa zaman çok
geçmeden kimlerin şaşkın olduğunu, kimlerin hakikati görüp konuştuğunu ortaya
koydu.
Bir düşünürümüz şöyle demiştir:
«Sağlığında bir tutam
tuz koymazlar aşına; Öldükten sonra abideler dikerler başına!.»
Ünlü şair Baki de bu
anlattıklarımızı şu iki mısraıyla ne güzel dile getirmiştir :
«Kadrini seng-f
musallada bilüp ey Baki, Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.» [78]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yâkub Peygamber ile oğulları arasında geçen son safha anlatıldı. Ancak Yusuf'un
kokusunu aldığını söyleyince, aile halkından bir kısmının onu iyice bunamış
sanarak sözünü ciddiye almadıkları, gömlek gelip yüzüne atılınca gözlerinin
açılmasına şahit olan o kimselerin bu defa pişmanlık duydukları, Allah'tan
bağışlanma diledikleri konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
peygamberlerin ledünnî ilme mazhar olduklarına işaret ediliyor ve Yâkub
Peygamber'in (A.S.) daha önce dediklerinin bir bir gerçekleştiği misal olarak
gösteriliyor. [79]
94— Kafile (Mısır'dan) ayrılıp hareket edince, babaları,
«Şüpheniz olmasın ki, ben Yusuf'un kokusunu alıyorum; bana «bunadı»
demeseniz (iyi olur},» dedi.
95— Oradakiler, «Allah'a and olsun ki, sen
herhalde o eski şaşkınlığın içinde bulunuyorsun» dediler.
96— Ne vakit ki müjdeci gelip gömleği Yâkub'un
yüzüne sürünce» gözü açılıverdi, «Ben size, Allah'tan bilmediğinizi şüphesiz
ben bilirim» dememiş miydim?» dedi.
97— Oğulları, «Ey babamız! günahlarımızın bizim
için bağışlanmasını dile; doğrusu bizler günahkâr olarak bulunuyorduk» dediler.
98— Yâkub, «sizin için ileride Rabbimden
bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.» dedi.
Yâkub Peygamber (A.S.)
iki önemli mu'cize ortaya koymuştur. Birincisi : «Ey oğullarım! (Mısır'a)
gidin de Yusuf ile kardeşini araştırıp (bulmaya çalışın). Ve Allah'ın lütf-u
rahmetinden (estireceği ferah ve umut havasından) ümidinizi kesmeyin.»
demesidir, İkincisi: Sekiz veya on günlük mesafeden Yusuf'un kokusunu
almasıdır. Ne yazık ki, başta büyük oğullan olmak üzere çevresindekilerin çoğu
bu kadri yüce peygamberi anlayamamışlar da o yüzden ona «şaşkın» veya «bunak»
nazarıyla bakmışlar.
Bu tarihî olay,
kendini Allah'a veren, bütün ümidini Allah'a bağlayan yaşlı mü'minlere üstün
saygı gösterilmesini telkîn etmekte ve Müslümanlara bu gibi hallerde nasıl
davranmalan gerektiğini öğretmektedir.
Nitekim oğulları, kardeşleri
Yusuf'un gömleğini alıp Mısır'dan dönünce, Yusuf'u olduğu kadar, babalarını da
daha iyi tanıyabilip anlayabilmişler ve yaptıkları kabalıklara pişmanlık duyup
günahlarının bağışlanması için babalarından istekte bulunmuşlardır. O da,
«sizin için ileride Rabbım-dan bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir», demişti.
Kurtubî'nin
Tirmizı'den yaptığı nakle göre, İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: Biz,
Peygamber (A.S.) Efendimizin huzurunda bulunduğumuz bir sırada Ebû Talip oğlu
Ali (R.A.) geldi ve dedi ki: «Anam-babam sana feda olsun! Şu Kur'ân göğsümden
(hafızamdan) kaçtp gidiyor, (ezberlediğimin bir kısmını unutuyorum). Onu
koruyabilmem için ne tavsiye edersiniz?» Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Ya
Ali! sana birkaç kelime öğreteyim ki, Allah'ın onlarla sana öğrettiğini ve
senin öğrenip de göğsünde tuttuğunu (senin hafızanda) tesbit eylesin, ne
dersin?» diye sordu. Hz. Ali de (R.A.) : «Evet, Ya Resûlellah!» diye cevap
verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona şöyle tavsiyede bulundu : «Cuma
gecesi olunca, gücün yeterse, gecenin son üçte birinde kalk ki, bu saat
meleklerin şahit oldukları, duaların kabul edildiği bir zaman parçasıdır.
Nitekim kardeşim Yâkub'-un, oğullarına, sizin için ileride Rabbımdan bağışlanma
dileyeceğim, demesi, cuma gecesini beklediğine işarettir.» [80]
Yâkub Peygamber'in duâ
ve istiğfarını geciktirmesi, seher vaktini bekleyeceğine işarettir, diyenler
de olmuştur. Said b. Cübeyr'e göre Yâkub Peygamber, oğulları için duâ ve
istiğfarda bulunmayı kamerî ayın 13, 14 ve 15. gecelerini beklemek üzere
geciktirmiştir.
Bu konuda bir diğer
rivayet de şöyledir: Hz. Ömer, (R.A.) hilâfet yıllarında bir gün Mescid-i
Sadete girdiğinde bir adamın şöyle duâ ettiğini işitiyor: «Allahım! beni
çağırdın, ben de sana yönelip geldim. Emrettin emrine uydum. Şimdi seher
vaktidir, beni affet..» Hz. Ömer sese iyice kulak verince, onun Abdullah b.
Mes'ud'un (R.A.) evinden geldiğini farketti ve gidip ondan sebebini sorunca,
kendisine şu cevap verildi: «Yâkub Peygamber, oğullan için yapacağı duâ ve
istiğfarı seher vaktine bırakmıştı, onun için ben de duâ için bu vakti seçmiş
bulunuyorum.» [81]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yâkub Peygamber'in gösterdiği iki mu'cizenin, ancak Hz. Yusuf'un (A.S.) gömleği
getirilince anlaşıldığına işaret edildi. Sonra babalarını yanlış anlamalarından
dolayı pişmanlık duyan Yâkub Peygamberin on oğlunun Allah'tan bağışlanma
dileğinde bulundukları, bunun için babalarının duâ ve istiğfar etmesinden yana
bir arzu izhar ettikleri anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yâkub (A.S.) ailesinin toplu halde Ken'an ülkesini terkedip Mısır'a göç
ettikleri ve Yusuf'a ora âdeti uyarınca saygıyla eğildikleri anlatılır. Sonra
da Yusuf Peygamber'in yıllarca önce gördüğü rüyanın böylece gerçekleştiğine
dikkatler çekilerek konu noktalanır. [82]
99— (Yâkub ailesi Mısır'a gelip) Yusuf'un yanına
girdiklerinde, Yusuf ana-babasrnı kucaklayıp yanına aldı ve «Mısır'a
-inşaallah- güven duyguları içinde girin!» dedi.
100— Ve ana-babasını tutup taht üzerine çıkardı.
Onlar da eğilip Yusuf'a saygı (Allah'a şükür secdesinde bulunarak teslimiyet)
gösterdiler. Yusuf, «Babacığım,» dedi, «İşte daha önce gördüğüm rüyanın
yorumudur bu! Rabbim onu gerçekleştirdi; cidden bana büyük iyiliklerde bulundu:
Beni zindandan çıkardı; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra
Rabbim sizi çölden (veya Bedâ adlı yerden buraya) getirdi. Şüphesiz ki Rabbim,
dilediği hususlarda çok lütuf sahibidir. Hem doğrusu Rabbîm bilendir, hikmet
sahibidir.
101— Rabbim!
Gerçekten bana mülk verdin, rüyaları yorumlamayı Öğrettin. Ey gökleri ve yeri
yaratan! Dünya'da da, Âhiret'te de işlerimi düzene koyan, bana sahip çıkan
Sensin. Ruhumu müslüman olduğum (Hakk'a teslimiyet gösterdiğim) halde al ve
beni iyi kişilere kat.»
Mısır gibi önemli bir
ülkede vezir olup, devlet hazinesini elinde tutan ve işin en garip tarafı, köle
diye satılarak bu ülkede sıfırdan başlayıp kendini bu düzeye getiren Yusuf
(A.S.), yükseldikçe Allah'a olan bağlılığı kat kat artmış, her geçen gün daha
çok mütevazi olmuştur. Bununla da kalmayıp, kendisini öldürecek kadar
hırçınlaşan ve acımasızca davranan kardeşlerini, eline her türlü fırsat
geçtiği halde affetmesini bilmiş ve ailenin bütün fertlerini bağrına basarak,
Allah'ın izniyle ve yardımıyla hepsine güven ve huzur sağlamıştır.
Şüphesiz ki, bu onun
asaletini, peygamberlik rütbesine her yönüyle lâyık olduğunu gösterir. Soysuz
kişiler yükseldikçe soysuzluklarını, asil kişiler yükseldikçe tevazüierini
artırırlar. Nitekim İslâmiyeti kendilerine din olarak seçen köleler ve fakir,
zayıf kişiler, bu dinde sevgi ve saygı, itibar ve kardeşlik gördükçe
sevinmişler, peygamber mektebinin seçkin talebesi olma şerefine erişerek hep
yükselmişlerdir. Bir gün gelmiş bir kısmı çok önemli mevkilere atanmış, fakat
bu onların hep tevazüünu, fazilet ve irfanlarını artırmıştır. Demek ki,
Allah'a dosdoğru imân insanı alçak gönüllü, edepli, terbiyeli, faziletli ve
vakarlı yapar. [83]
Kıssanın baş kısmında bu
konuya değinmiş, az da olsa bir açıklamada bulunmuştuk. Özet olarak Mısır'ın o
günkü geleneklerine uyarak Yusuf'un önünde hafif eğilip sevgi ve saygılarını
ifade etmişlerdir; zaten secdenin sözlükte bir anlamı da budur, diyebiliriz. O
bakımdan aynı konuya tekrar dönmeğe gerek görmüyoruz. [84]
«Robbım! Gerçekten
bana mülk verdin, rüyaları yorumlamayı öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!
Dünyada da, Âhiret'te de işlerimi düzene koyan ve bana sahip çıkan sensin...»
Yusuf Peygamber'in bir
diğer örnek hareketi, elde ettiği bütün başarılan, eriştiği bütün nîmetleri
Allah'a nisbet edip O'nun yüceliği ve geniş rahmeti karşısında mahviyetin:
idrâk etmesidir. Zaten gelip geçen her peygamberin anlayış ve tutumu bu düzeyde
kendini göstermiştir.
Diğer insanların çoğu
ise, arzuladığı nimete erişip, peşinde koştuğu makama eriştiklerinde, başarıyı
kendi zekâlarına nisbet edip Allah'ı unuturlar. Şüphesiz ki, hayatın çok
renkli yolunda bu gibi sınavlar her insanı beklemektedir. Neye eriştiğinin veya
neleri elde ettiğinin idrâki içinde olanlar kendilerini kaybetmez ve
şımarmaziar. Bilâkis tevazüları, Allah'a olan bağlılıkları artar da nail
oldukları nîmet sebebiyle bir fitneye uğramamak için Allah'a sığınırlar, O'nun
yardımını dileyip bütün varlıklarını O'na teslim ederler. Böyie bir idrâk
içinde olmayan ham ervah ise, nîmetin sarhoşluğu içinde geçioi olanı da,
kalıcı olanı da unuturlar, hayatın hep öyle toz pembe devam edeceğini sanarak
her gün biraz daha Allah'tan ve âhiretten uzaklaşırlar.
Kur'ân'da bu konuda
Yusuf Peygamber'in şu sözleri, mü'minler için örnek alınacak bir ölçü ve model
olarak verilmektedir: «Cidden Rabbım bana büyük iyiliklerde bulundu: Beni
zindandan çıkardı; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozdu, sonra da Rabbım
sizi çölden (veya Bedâ adlı yerden) getirdi. Şüphesiz ki, Rabbım, dilediği
hususlarda çok lütuf sahibidir. Hem doğrusu Rabbım (her şeyi) bilir, hikmet
sahibidir.»
Kâinatta ilâhî
sünnetin mutlak hâkim olduğunu bilip inanan, her şeyin yaratılış hikmetine
yönelip, yükletilen programa göre hizmet vererek varlığını sürdürdüğünü
anlayan ve yine her şeyin bağlı bulunduğu hilkat kanunu gereği Hakk'ı tesbîh
ettiğine, İlmî ve tecrübî açıdan şahit olan insana Cenâb-ı Hak nasıl bir
program yüklemiştir? İşte bunu bilip uyguladığımız ölçüde insanlığımızı anlamış
ve beklenileni vermiş oluruz. Yusuf Peygamber'in hayatından seçilen parçalar
ve bölümler, onun böyle bir idrâk içinde bulunduğunu ortaya koymakta,
düşünebilen, olayları tahlil edip sonuçlar çıkaran kişilere en güzel misaller
verilmektedir. [85]
Yusuf Peygamber'in
rüyası gerçekleşip dünya ve âhiret arasında mutluluk yansıtan en sağlam
köprüyü kurduktan sonra yaptığı duâ çok anlamlı ve o nisbette düşündürücü ve
yönlendiricidir. Duası çok kısa olmakla beraber hayatın her parça ve bölümünü
içine almakta, insanın dünyadaki yerini belirlemektedir. Yusuf Peygamberin
duası iki önemli kısımda toplanıp özetlenmiştir:
a) Cenâb-ı Hakk'a bütün mevcudiyetiyle teslîm
olup boyun eğdiği bir halde ruhunun alınmasını dilemesi,
b) Dünya ve âhirette iyi kişiler kafilesinde
bulunmayı istemesi..
Birinci cümleyle
insanın her şeyiyle Allah'a ait olduğu ve ancak O'nun selâmet gölgesi altında
bulunmak suretiyle varlığını koruyabildiği, sonunda yine dönüşünün ancak O'na
olacağı anlatılıyor ve bu Şuur, bu imân ve irfanla ölmenin en büyük saadet
olacağına İşaret ediliyor. İkinci cümleyle, Allah'a dosdoğru imanın
birleştirici, bütünleştirici ve kardeşlik duygularını geliştirici olduğu, bu
doğrultuda iyi kişilere her zaman ihtiyaç duyulacağı; dünyada da, âhirette de
insanın toplumdan kopuk yalnız başına yaşayamıyacağı belirtiliyor. Böylece
mü'minlerin kendi aralarında kardeşlik ve dostluk kurmalarının lüzumuna
dolaylı şekilde dikkatler çekiliyor. [86]
Yusuf Peygamber'in
Mısır'a götürülmesi M.Ö. kaçıncı yüzyıia rasla-maktadır? Bu konuda tarihçilerin
kesin bir tesbitine rastlayamadik. Bazı tarihçilere göre, İsrailoğuİları
Mısır'da iki asır kalmışlardır. Böylece Yusuf Peygamberin Musa Peygamberden yaklaşık
ikiyüz yıl önce yaşadığı anlaşılır. Ancak Musa Peygamber'in M.Ö. XIII. yy.'da
yaşadığını dikkate aldığımız ve Tevrat'taki belgelerden de İsrail oğullan'nın
Mısır'da beş asra yakın bir süre kaldıklarına baktığımız zaman, Yusuf
Peygamber'in M.Ö. XVIII. yy.'da yaşadığı ve bu tarihte Mısır'a götürüldüğü
ağırlık kazanır.
Zira bu konuda
elimizde güvenilir iki önemli kaynak bulunuyor: Kur'-ân-i Kerîm ve Tevrat.
Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'de tarih üzerinde durulmaz, olayların ibretli
safhaları nakledilerek toplum ve milletler yönlendirilmek istenir. Tarih
konusu tarihçilerin araştırma ve tesbitlerine bırakılır.
Tevrat'ta ise, bazan
tarih üzerinde durulur, bazan birtakım rakamlar verilir. Tabii bunların ne
kadar sıhhatli olduğunu tesbit etmemiz bazan mümkün olmuyor. Allah sözüne insan
sözü karıştırıldığı ve birtakım hikâyelere ve kıssalara geniş yer verildiği
için bazı gerçekler belirsiz hale gelmişi bazı konular mecrasından
saptırılmıştır. Bununla beraber Tevrat'ta bazan da aydınlatıcı bilgiler verilir.
Örneğin, Yâkub ailesi Mısır'a göc ettiklerinde sayılarının 70'i bulduğu [87] ve
beş asra yakın (430 yıi) orada kaldıktan sonra Filistin'e yerleşmek üzere
Mısır'ı terkettiklerinde, çocuklar ve kadınlardan, hatta atlılardan başka
600.000 yaya erkekle yola çıktıkları belirtilmektedir. [88]Konuya
bu açıdan baktığımızda, İsrâiloğulları'nın Mısır'dan göc edip Sina çölüne
geldiklerinde nüfuslarının yaklaşık iki milyonu bulduğu anlaşılıyor. Ancak
bunların hepsinin Yâkub soyundan üreyip çoğaldığını söyleyemeyiz. Yâkub
Peygamber'in arkasından Ken'anîlerden bazı ailelerin de bilahara Mısır'a göç
ettikleri ve Mısır yerlilerinden bazı ailelerin Yusuf Pey-gamber'e İnanıp
uydukları da mümkündür. Böylece 430 yıl içinde Allah'a ve Peygamberine
inananların iki milyona yaklaştığı söylenebilir. [89]
1— Peygamberlik tahsil ile elde edilen bir
meslek değiidir. O her yönüyle Allah'ın büyük bir lütuf ve ihsanıdır ki lâyık
olanlara vermiştir.
2— Mevki ve makam yükseldikçe, düşmanlar, kıskananlar
ve çeke-miyenler, aynı zamanda çamur atanlar çoğalır. Kişinin yükseldiği makamda
tevazu ve fazileti arttıkça, karakterleri bozuk olanların ona karşı kin ve
kıskançlıkları o nisbette artar.
3— Cenâb-ı Hak, yüksek hikmeti gereği, her
peygamberi ayrı bir özellikle donatıp hizmete sevketmiştir. Yusuf Peygamberin
birçok meziyetleri arasında üçü çok daha belirginlik arzeder: Rüya yorumu,
olayları tahlildeki isabeti ve idare etme yeteneği, devletin ekonomik yapısını
iyileştirip halka refah kapılarını açma becerisi..
4— Allah'ın insana lütfettiği önemli nimetlerden
çevrenin dikkat ve hasedini çekecek olanlarını gizli tutmak, hiç değilse onları
övünme ve böbürlenme vasıtası
yapmamak tavsiye edilir.
5— Mal ve evlâdı, her zaman Allah'a emanet
etmemiz üzerinde durulur. Zira Allah daha çok kendisine emânet edilenleri
koruyup zayi' etmez.
6— İnsanı üzüp sıkan olaylar karşısında, «bana
gereken, güzel bir sabırdır» diyerek Hakk'ın irâde ve kazasına baş eğip teslim
olmak, mutluluğün ilk adımıdır.
7— Cenâ.b-ı
Hak bir kimseyi yükseltmek istediğinde, her şeye rağmen engelleri bir bir
kaldırarak sebepleri kolaylaştırır. Yusuf Peygamberin hayatı bunun en açık
misallerinden biridir.
8— Nefsin
peşine takılıp şehvetin esiri olmak hiç kimseye fazîlet ve
şeref getirmemiş,
bilâkis rüsvay olmasından yana çok şey kaybetmesine sebep olmuştur. Mısır
azizinin eşinin tutumu buna güzel bir misal teşkil eder.
9— Kendine
hâkim olup, «Ben, Allah'tan korkarım. Hayasızlıktan Allah'a sığınırım» demek,
gerçek imânın tezahürü ve her yerde Allah'ın kudret damgasını görmenin
belirtisidir.
10— İffet ve namus, edep ve vakar her yerde
insanı yüceltir.
11— Nefsin ve şeytanın açtıkları ahlâksızlık
çukuruna ouşmektense, zindana girmeyi tercîh etmek, hem dünyada, hem de
âhirette saadete kavuşmanın kapısı ve ilâhî inayet ve rahmete erişmenin en
acık yoludur.
12— Sıkıntılı günlerde fanilerden değil, baki
olan Allah'tan yardım dilemek, O'na kul olmanın ve bütün kuvvet ve kudretin
yine O'nun elinde bulunduğunu anlamanın açık ifadesidir.
13— Buğdayı silolamak mümkün olmadığında onu
başağında1 korumak, olumlu sonuç verir."
14— Güvenilir ve ehil kişilere görev verilmediği
zaman, şartlar ve ortam müsait olduğu takdirde* onların bazı görevlere istekli
çıkmalarında, ülkenin selâmeti bakımıncTdn bir sakınca yoktur.
15— Kötülük yapanları, -toplum ve ülkeden yana
bir zarar ve sıkıntı getirmiyecek ve insan haklarının zayi' olmasına sebep
olmayacaksa,- affetmek; bağışlanma diledikleri zaman geçmişi deşip başa
kakmamak, kü-çümsememek, kınamamak ve azarlamamak şüphesiz ki, Allah'ın sevdiği
güzel hasletlerden biridir. Zira affetmek, cezalandırmaktan cok daha tesirli
ve üstündür; aynı zamanda daha ıslâh edicidir.
16— Çocuklarımızı, sevdiklerimizi ve dostlarımızı
bir yere yolcu ederken veya biz onlardan ayrılıp bir tarafa gitmeye
hazırlanırken: ALLAHU HAYRÜN HÂFİZEN VE HÜVE ERHAMÜ'R-RÂHİMÎN «Allah,
koruyucuların ©n hayırlısıdır ve O, merhamet edenlerin en çok merhametlisidir.»
demek sünnettir ve cidden koruyucudur. Yâkub Peygamber, küçük oğlu Bünya-roin'i
Mısır'a gönderirken, bu sözleri söyleyerek onu Allah'ın himayesine tevdi'
etmiştir.
17— Nazardan korunmak için tedbirli olmak
müstehabdır. Zira göz-değme haktır. Ancak bu tedbir, göz boncuğu, kaplumbağa
kabuğu ve benzeri şeyleri takmakla değildir, Allah'ın hıfz-ü emanına sığınmak
ve Kur'-ân'dan Muâvvezeteyn sûrelerini okumak suretiyle önlem alınmalıdır.
18— Önemli bir olay, bîr durum karşısında
kalınınca, toplanıp istişare etmek sünnettir, aynı zamanda cok yararlıdır.
19— Cenâb-ı Hak; her insanı birkaç şeyle dener:
Kimini evladıyla, kimini karısı veya kocasıyla, kimini malıyla, makam ve
servetiyle, kimini bilgisiyle sınavdan geçirir. Bütün bu hususlarda başarı
sağlamak, Allah'a güvenip dayanmak ve sabrederek sonucun iyi olmasını
dilemekte düğümlenmiştir.
20— Bir üzüntü ve sıkıntıyla karşılaşıldığı
zaman, bunu fanilere değil, Allah'a açmak, durumunu O'na arzetmek, gelecek olan
genişlik ve ferahlığın ilk müidesidir.
21— Yaşlı, güngörmüş aklı başında tecrübeli
kişilere saygı göstermek, onların görgü, bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak
sünnettir. Daha önceleri Yâkub Peygamberin görüş ve fikirlerine önem vermeyen
oğulları sonunda ne kadar büyük hatâ ettiklerini anlamış ve Allah'tan bağışlanmaları
için babalarının duâ ve istiğfarda bulunmasını talep etmişlerdir.
22— İnsan ne
kadar yükselirse yükselsin, ana-babasının, hocalarının yanında küçülmesini
bilmeli, çevresindekilere karşı alçak gönüllü olmaya, tevazu kanadını yere
indirmeye özen göstermelidir.
23— Erişilen her nîmetin şükrünü yerine getirmeyi
ihmâl etmemek, nîmet arttıkça şükrünü artırmak ve Cenâb-ı Hakk'ı daha çok
anmak, her peygamberin tavsiye ettiği bir sünnettir ki, hiçbir zaman değerini
kaybetmez.
24— Elde edilen bütün başarıları Allah'a irca'
edip O'nun sonsuz kudreti karşısında mahviyetkâr davranmak en güzel
sünnetlerden biridir. Çünkü kuvvet ve kudret Allah'a ait olduğu gibi, insanı
başarılı kılan da O'dur. O bakımdan Yusuf Peygamber eriştiği bütün nimetlerin
Allah'tan birer lütuf olarak geldiğini, elde ettiği bütün başarıların Allah'a
ait olduğunu dile getirerek kendisinden sonrakilere en doğru ve sağlam bir
düşünce ve hareket noktası belirlemiştir. [90]
Tevrat'ta
açıklandığına göre, Yusuf Peygamber yedi yıl kadar süren kıtlık yıllarında,
devlet adına depoladığı gıda maddelerini, daha çok halka arazi karşılığında
vermeyi plânlamış ve böylece kâhinler dışında bütün ülke insanının arazileri
devlet adına satın alınmıştır. Sonra da bu arazinin işletilmesi, elde edilecek
ürünün beşte biri devlete verilmek üzere halka bırakılmış, o yüzden Mısır halkı
devletin kulu ve kölesi durumuna getirtilmiştir. [91]
Bu ifadeden şunu
anlıyoruz ki, Yusuf Peygamberin uyguladığı şer'î kanunlara göre, araziyi, iyi
işletemiyen halkın elinden yine kendi rızalarıy-la devlet adına satın alıp ülke
arazisini devletin tekelinde tutmakta bir sakınca yoktur. Zira yedi yıllık uzun
bir deneme, halkın araziyi iyi kullanamadığını ortaya koymuş ve baş gösteren
kıtlık birçok sıkıntılar doğurmuştur.
Ancak Tevrat'ta bu
açıklamadan sonra şu satırlara yer verilmiştir: «Ve İsrail Mısır diyarında
Goşen vilâyetinde oturdu ve orada mülk sahibi oldular ve semereli olup
ziyadesiyle çoğaldılar ve Yâkub Mısır diyarında 17 yıl yaşadı, 147 yaşında
öldü.» [92]
Bu da, Yusuf Peygamber'in
ülke arazisini devletin tekelinde tutarken, özel mülkiyeti kökünden söküp
kaldırmadığını, yine isteyenlere belli bir bedel karşılığında mülk
verilebileceğini göstermektedir. Ancak tereddüt edilen bir hususu unutmamak
gerekir: Ülke arazisi satın alınıp devlete mal edilirken kâhinlerin arazisi
satın alınmamış, çünkü devlet onların tayınını, yani günlük geçimini
karşılıksız olarak sağlamıştır. O bakımdan onların arazisi kendi
mülkiyetlerinde kalmıştır.
Tevrat'ta sık sık
«kâhin» ve «kâhinler» tabiri geçer. Bundan, daha çok Yâkub Peygamberin evlât ve
torunları kasdedilmekte, diğer bir yorumla, o aileden gelen din adamları
hakkında kullanılmaktadır. [93]
Müfessir Kurtubî'nin
beyânına göre: Ölüm saatleri yaklaşınca Yâkub Peygamber, Şam diyarında Ken'an
yöresine babası İshak'ın yanına gömülmesini vasiyet etmişti. Yusuf Peygamber
babasının vasiyetini aynen yerine getirerek ona karşı son görevini yapmayı
ihmal etmemiştir. [94]Tevrat'ta
ise bu safha şöyle yazılıdır: Yâkub Peygamber oğullarını çağırıp onlara şöyle
vasiyette bulunmuştur: «Ben kavmıma katılmak üzereyim. Beni babalarımla
beraber Hittî Efronun tarlasında olan mağaraya, Ken'an diyarında Mamre
karşısında Makpela tarlasında olan İbrahim'in kabir için mülk olarak Hittî
Efron'dan satın aldığı mağaraya gömün. İbrahim ve karısı Sarayı orada
gömdüler; İshak ve karısı Rebeka'yı orada gömdüler: Ve ben Leayı orada gömdüm.
Tarla ve içindeki mağara Het oğullarından satın alınmıştı. Ve Yâkub,
oğullarına emretmeyi bitirince ayaklarını yatağın içine topladı ve son soluğu
verdi ve kavmine katıldı.» [95]
Yusuf Peygambere
gelince : O da vefat edince, ruhen babaları Yâkub, İshak ve İbrahim'e (salât-ü
selâm hepsine olsun) katılmayı dilemiş ve böylece tertemiz, peygamberliğinin
nezahati içinde Mısır'da vefat etmiştir. Ancak Mısırlı'lar onu
paylaşamamışlar, her semt halkı kendi kesiminde onun gömülmesini istemiş,
derken büyük bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştı. Çünkü herkes o mübarek insanın
bereketine erişmek arzusundaydı. Sonra aklı eren ileri gelenler, vaki
anlaşmazlığı çözmek için Yusuf'un naşmı bir mermer tabuta yerleştirip Nil
ırmağının ikiye ayrıldığı kısma gömerek bütün Mısırlılara Niî ile bereket
dağıtmasını dilemişler ve böylece, herkesi memnun edip susturabilmişlerdi. Uzun
yıllar orada gömülü kaldıktan sonra Musa Peygamber, İsrailoğullan'nı Mısır'dan
çıkarırken Yusuf Peygamber'in mermer tabutunu da alıp öylece beraberlerinde götürmüşler
de vefatından 400 yıl sonra onu Beytü'l-Makdîs'e gömmüşlerdir. Kaç yaşında
vefat ettiği tam tesbit edilememiştir. 108, 123 ve 107, 110 gibi rakamlar
üzerinde durulmuştur. Allah daha iyisini bilir. Efraim, Manasse ve Rahmet
adında üç oğlunun dünyaya geldiği söylenir. [96]
Tevrat'taki kayıtlara
göre ise, Yusuf Peygamber, babası Yâkub'un cesedini mumyalamaları için hekim
kullarına emrettiği ve emir yerine getirilip kırk gün mumyalama süresi
dolunca, Mısırlıların onun için yetmiş gün gözyaşı akıttıkları
belirtilmektedir. Sonra da Yâkub'un vasiyeti gereği, onun mumyalanmış naşının
Ken'an diyarına nakledilerek Mamre karşısında Makpela tarlasındaki mağaraya
gömüldüğü anlatılır. [97]
Yine Tevrat'taki
kayıtlara göre, Yusuf Peygamber 110 yıl yaşamıştır. Vefatına yakın kardeşlerini
ve oğullarını toplayarak onlara gelecekle İlgili şu haberi vermiştir: «Ben
ölüyorum, fakat Allah mutlaka sizi arıyacaktır
ve bu diyardan sizi
İbrahim'e ve İshak'a ve Yâkub'a yemin ettiği diyara çıkaracaktır. Ve Yusuf:
Allah sizi mutlaka arıyacaktır ve kemiklerimi buradan çıkaracaksınız, diyerek
İsrail'in oğullarına yemin ettirdi. Ve Yusuf 110 yaşında öldü ve onu mumya edip
Mısır'da bir tabuta koydular.» [98]
Tevrat'ın Çıkış
kitabında ise, Yusuf'un bu vasiyetinin Musa Peygamber tarafından yerine
getirildiği anlatılarak şöyle deniliyor: «Ve İsrailoğul-ları Mısır diyarından
silâhlanmış olarak çıktılar. Ve Musa, Yusuf'un kemiklerini kendisiyle beraber
aldı; çünkü İsrâiloğullarına: Gerçekten Allah sizi ziyaret edecektir ve
kemiklerimi sizinle beraber buradan çıkaracaksınız, diye sıkıca and
ettirmişti.» [99]
Bu kayıtlardan, Musa
Peygamber'in şeriatında ölen bir kimsenin kemiklerini çıkartıp bir başka yere
gömmenin caiz olduğu anlaşılıyor. Nitekim Yâkub Peygamber'in şeriatında da
buna cevaz verildiğini, onun yaptığı vasiyetinden anlıyoruz. [100]
Yukarıda geçen
âyetlerle Yâkub ailesinin Mısır'a göç ettikleri ve Yusuf Peygamber'in daha
önce görüp babasına anlattığı rüyanın aynen gerçekleştiği anlatıldı. Sonra da
Yusuf Peygamber'in eriştiği başarının, nail olduğu nîmetlerin Allah'a ait
olduğunu dile getirerek tam mahviyetkâr bir ifadeyle şükrettiği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yusuf (A.S.) kıssasının gerçekçi ve özlü safha-larının ancak vahiy yoluyla
anlaşılabileceği, Hz. Muhammed'in (A.S.) kendiliğinden bunları bilip
anlatmasının mümkün olmayacağı üzerinde duruluyor. Böylece efsanelere karışan
Yusuf kıssasının en ibretli yanının ancak Kur'ân'dan öğrenilebileceğine işaret
ediliyor. Bütün âyet, belge ve tarihî kıssalara rağmen, yeryüzündeki
insanlardan çoğunun inkâr ve tuğyan üzere kalmakta ısrarlı olacakları haber
veriliyor. Onun için kavim ve kabilelerin hidâyeti seçmediklerine üzülmeğe
gerek olmadığı hatırlatılarak, peygamber ve onun izinde olanlara gerekenin açık
bir tebliğ ve metotlu bir irşat olduğu bildiriliyor. [101]
102— (Ey Muhammed!) İşte bu gayb haberlerindendir
ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz. Onlar hile ve düzen kurarak işlerini
kararlaştırmak için toplandıklarında sen onların yanında bulunmuyordun.
103— Sen ne kadar içten arzu edip çırpınsan da
insanların çoğu imân edecek değillerdir.
Ve sen buna karşılık onlardan bir ücret de
istemiyorsun. Bu (Kur'ân) âlemler için ancak bir öğüt, bir hatırlatmadır.
«İşte bu gayb
haberlerindendir ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz.»
Bilindiği gibi, Hz.
Muhammed (A.S.) ümmî idi, yani okur-yazar değildi. Zaten o devrin Arap tarihini
incelediğimizde, İsa Peygamber'den sonra fetret devri başlamış ve bu altı asır
devam etmiştir ki, bu süre içinde peygamber gönderilmemiştir. O yüzden Tek
Tanrı İnancı, yerini çok tanrı inancına bırakmıştı. İlim ve irfan adına kayda
değer ciddi hiçbir şey yoktu. Daha çok şu üç şey toplumda yaygındı: Güçlünün
güçsüzü ezip elindeki ekmeğini alması, esir kadınların ve çocukların esir
pazarlarında köle ve câriye adı altında alınıp satılması; şairlere lüzumundan
fazla değer verilip putları memnun etmek için onlar adına övgülerin söylenip
yazılması..,
Tevrat ile amel
edenlere gelince: Hicaz ve dolaylarında yaşayan Yahudiler de koyu bir cehalet
içinde yüzüyorlardı. Onları sevk ve idare eden birkaç din adamları dışında
Tevrat'ı okuyup anlayan, anlayıp amel eden kimseler yoktu. Önemli bir bölümü
ticaretle ve tefecilikle geçimini sağlar, kendilerinden olmayanları
sömürebildikleri kadar sömürürlerdi.
Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimiz'in yetiştiği aile ve muhite dikkat ettiğimizde, onların da Tevhît
İnancı doğrultusunda yeterli bir kültürleri, sağlam esaslara dayalı bilgileri
yok gibiydi. O yüzden Peygamberimizin gençlik dönemi, önceleri çobanlıkla,
sonraları ticaretle geçmiştir. Kutsal kitaplar hakkında ciddi bir bilgisinin
olduğu iddia edilemez. Ümmî, yani okur-yazar olmadığı için de her hangi bir
kitap okuma imkânı bulamamıştır. O'nun bildiği tek şey, mükemmel düzen ve
dengede yaratılan şu kâinatın bir yaratıcısı vardır, o da Allah'tır. Taştan ve
ağaçtan yontulup şekillendirilmiş putların hiçbir zaman ilâh olamıyacaklan,
aklın ve sağduyunun belirleyip ortaya koyduğu bir gerçektir.
Yahudi bilginleri,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin peygamber olarak gönderilmesini yadırgadılar ve
o bakımdan beklenilen kurtarıcının o olmadığını iddia edip açıktan inkâra
saptılar. Bir çok yalan ve iftiralardan, benzetme ve suçlamalardan sonra Onu
zor duruma düşürmek ve mü'minlerin inancını sarsmak için Yâkub ve oğlu Yusuf
Peygamberler hakkında kendisinden tatmin edici bilgi istediler. O da, Allah
bana bildirecek olursa, size bilgi verebilirim, dedi ve Melek Cebrail'in
inmesini bekledi. Cok geçmeden Yusuf (A.S.) kıssasıyla ilgili âyetler
indirildi. Ama öyle bir güç ve ölçüde ki, bütün yanlışlıkları düzeltmekte,
Tevrat'ta geçen bölümlerin isabetli yerlerini doğrulamakta, hatalı yerlerini
tashih etmekte ve daha çok ibret ve öğüt alınacak safhalarını açıklamaktaydı. O
bakımdan ilâhî kelâmın akıcı, açık, kesin ve doyurucu beyânı herkesi susturdu.
Bunun için Cenâb-ı
Hak, olayı, Peygamberine bildirdikten sonra Ona şu hususu da hatırlatıyor: «Ey
Muhammed! İşte bu gayb haberleridir ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz.
Onlar hile ve düzen kurarak işlerini kararlaştırmak için toplandıklarında sen
onların yanında bulunmuyordun. Ne kadar içten arzu edip çırpınsan da insanların
çoğu imân edecek değillerdir.»
Bu âyetler Mekke'de
inmiştir. Eğer Yusuf kıssası, Kur'ân'ın açıkladığı şekilde ve muhtevada o
yörelerde bilinmiş olsaydı, Hz. Muhammed (A.S.) böyle bir iddiayla ortaya
çıkabilir miydi veya Allah (c.c.) böyle bir ifade kullanır mıydı? Nitekim bir
süre sonra Yahudi din adamlarından Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Kur'ân'ın
bu âyetlerini duyduklarında hayretlerini gizliyememişler ve bu kadar net ve
sağlıklı bilgileri kimselerin bilmediğini itiraf etmişlerdi. Çünkü Tevrat'ta
kıssayla ilgili yazılara o kadar çok insan
sözü karıştırılmıştır
ki, hangi cümlesi ilâhî, hangisi beşerî olduğunu ayırt etmek bile mümkün
olamamıştır. Ancak Kur'ân'ın beyânı ortaya çıkınca, kıssanın gerçek yanı
anlaşılabilmiştir.
Daha önce de kısaca
belirttiğimiz gibi, Yusuf (A.S.) kıssasının bir diğer yönü de, Hz. Muhammed
(A.S.) ve arkadaşlarının içinde bulundukları sıkıntılı duruma neşter vurması,
tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunması; aynı zamanda hak, doğruluk, ahlâk,
fazilet ve adalet adına verilen mücadelenin, sarf edilen mesainin mutlaka
başarıya erişeceğini müjdele-mesidir. Nitekim on yıl sonra Mekke fethedilmiş ve
Hz. Peygamber {A.S.) kutsal Kabe'yi putlardan temizleyerek, Mekkeli
düşmanlarına, Yusuf Pey-gamber'in kendi kardeşlerine söylediği sözü söyleme
büyüklüğünü bir defa daha göstermiştir: «Size bugün azarlama, ve başakakma
yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O, merhamet edenlerin en çok merhameti
isidir.» [102]
Siyercilerin
tesbitlerine göre, Yahudi din adamlarıyla Mekke'nin ileri gelenlerinden bir
grup insanın Yusuf (A.S.) olayını sormaları ve vahiy yoluyla olayın gerçek
yönünün bildirilmesi üzerine, soruyu soranlar susmaktan başka bir çare
bulamamışlar ve ne tasdîk, ne de ret etmiyerek geldikleri gibi geri
dönmüşlerdi. O sebeple Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlardan çoğunun veya bir
kısmının aklını ve vicdanını doğruyu seçmeye çevirir ve son dine inanırlar diye
ümitlenmiş ve neticeyi sabırsızlıkla beklemişti. Zira Peygamberimizin (A.S.)
özelliklerinden biri de, insanların düştükleri küfür ve cehalet bataklığından
bir an önce kurtulmalarını görmekti. Bunun için gece-gündüz demeden hakkı
tebliğ etmeye çalışır, irşat hizmetini kusursuz sürdürürdü.
İşte o bu duygu ve
düşünce atmosferi içinde olumlu sonuç beklerken, aksine onların inkâr ve
tuğyanlarında ısrar ettiklerine şahit olmuş ve fazlasıyla üzülmüştü.
Cenâb-ı Hak, bu
husustaki ilâhî sünnetinin hedefini belirterek teselli mahiyetinde şu âyeti
indirdi: «Sen ne kadar içten arzu edip çırpınsan da insanların çoğu imân edecek
değillerdir.»
Diyebiliriz ki, beşer
tarihi böyle başlamış, böyle gelişmiş ve böyle devam edecektir. Hak ile bâtıl
mücadelesi hiçbir zaman son bulmayacak, kıyamet kopuncaya kadar bu sürtüşme
sürüp gidecektir. Önemli olanı, milyonlarca, hattâ milyarlarca insanlar
arasında Hakk'ın sesini duyup kalbini imân cevherine taht yapanların Allah'ın
dinine bilerek, inanarak ve karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek
hizmetlerini sürdürmeleridir. [103]
«Ve sen buna karşılık
onlardan bir ücret de istemiyorsun. Bu (Kur'ân) âlemler için ancak bir öğüt ve
hatırlatmadır.»
Kur'ân'da ücret konusu
sık sık işlenip hatırlatılır. Gönderilen peygamberler dini yayarken, ilâhî
buyrukları teblîğ ederken, ona karşılık bir ücret istememişler; aksine
ellerinde ve evlerinde olan varlıklarını da bu yolda harcamışlardır. Bunun
sebebi acıktın Allah'ın indirdiği din elbetteki çok aziz ve çok şereflidir,
aynı zamanda her yönüyle kutsaldır. Allah rızası gözetilerek teblîğ edildiği,
ücretsiz anlatıldığı sürece kutsallığına saygı gösterilmiş ve azizliği
korunmuş olur. Din bilgini dilenci durumuna düşürüldüğü gün, dinin kutsallığı
zedelenir? Allah'ın insanlara emanet ettiği bu nîmet ağır yara alır. O bakımdan
hem peygamberler, hem de onların yolunda yürüyen din mürşitleri, zarurî bir
durum meydana gelmedikçe, din adına kimselerden bir şeyler istememişler,
kendileri için bir ücret talebinde bulunmamışlardır.
Kur'ân'da dine
hizmetten söz edilirken, bu şerefi üstlenenlere, peygamberlerin tertemiz
metodu hatırlatılır, onların müstağni davranmaları en açık misal olarak
verilir. [104]
«Bu (Kur'ân) âlemler
için ancak bîr Öğüt ve hatırlatmadır.»
Burada Kur'ân «zikir»
olarak anılmıştır. Bu kelime çok yönlü ve çok anlamlıdır: Hafızada arşivlenen
bir şeyi hatırlama, bir şeyin kalpde doğu-vermesi, dilde meydana gelmesi
bunlardan bir kaçıdır. Ayrıca «namaz» insana Allah'ı daha çok hatırlattığı için
«zikir» diye anılmıştır. «Kur'ân» her yönüyle Allah kelâmı olup her kelime ve
cümlesiyle Allah'ı anmamıza vesî-le olduğu için «zikir» olarak
vasıflandırılmıştır. Sonra da «zikir», hatırlatılan veya okunan veya okutulan
veya haber verilen bir şeyden öğüt ve ibret alma mânasında da kullanılmıştır.
Kur'ân'ın zikir olarak vasfedilmesinin bir anlamı da budur. Şöyle ki: İlgili
âyette Kur'ân'ın âlemlere ancak bir zikir, yani öğüt ve hatırlatma olduğu
buyurulurken, okunup anlamı üzerinde durulduğu, Allah'ın neleri murat ettiği
düşünülerek âyetleri üzerinde ciddiyetle araştırma yapıldığı, imân ve irfan
gözüyle bakılıp incelendiği takdirde bir zikir anlamı hüviyetinde bulunduğuna
işaret ediliyor.
Kur'ân neleri öğütler
ve neleri hatırlatır?
Bu iki soru üzerinde
durduğumuzda Kur'ân'ın belirtilen hususta insanları nasıl eğittiğini daha iyi
anlamış oluruz.
1— Kur'ân bütünüyle bir öğüttür.
Bilindiği gibi, «öğüt»
sözlük olarak, birine doğru ve uygun olanı söylemek; doğru ve faydalı yolu
göstermek veya kötü söz ve davranışlardan sakındırmak anlamına gelir. O
bakımdan bu tanımlama, insanların yaratı-lışlarındaki yüce hikmete uygun bir
yaşama düzenini içermekte ve ilâhî buyrukların insanlardan yana bütün
faydalarını beraberinde taşımaktadır.
2— Kur'ân bir hatırlatmadır.
O, insana yaratanını, onun
eşsiz ve sınırsız kudretini, meleklerini, kıyameti, hesabı, Cennet ve
Cehennem'i en anlamlı ve duyarlı şekilde hatırlatan bir kitaptır. Hayat
kanunlarına uymayı tavsiye eder, sünnetullaha uygun yaşamamızın gereğini
öğretir. Böylece her yönüyle O, insana sorumluluk duygusunu aşılar ve günlük
hayatımızı başı boşluktan kurtarıp belli bir amaca yöneltir.
İşte bu manalarla
Kur'ân milletler için ancak bir zikir ve hatırlatmadır. Mürşidin ve ilim
adamının görevi, Allah rızasını gözeterek Kur'ân'ın bu özelliklerini kalplere
ve kafalara -kırmadan, incitmeden ve bıkkınlık vermeden- işlemek, idrakleri
hep uyanık tutmaya çalışmaktır.
Âyet-i Kerîme, başta
Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere, irşaî ve teblîğ düzeyinde bulunan bütün
mü'minlere bu hizmetin gereğini hatırlatıyor. Doğruya eriştirmeyi, dalâletten
kurtarmayı ise, Allah'ın takdirine ve meşietine bırakmamıza işarette bulunuyor. [105]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yusuf (A.S.) kıssasının en doğru ve en ibretli safhalarının ancak Allah'ın
vahiy yoluyla bildirmesi neticesinde anlaşıldığı belirtildi Bununla beraber
insanların çoğunun hemen her devir ve dönemde hakkı ret ve inkâr ettiklerine
dikkatler çekilerek, bu kıssalardan ancak aklını, vicdanını, idrâk ve izanını
iyi kullananların öğüt alacağına işaret edildi Sonra da Allah'ın emirlerini
tebliğde ve insanları doğruya, hakka ve fazilete irşat etmekte bir ücret
istemenin söz konusu olamıyacağı hatırlatılarak Hz. Peygamberin (A.S.) 23
yıllık risâlet dönemindeki metodunu araştırıp öğrenmemiz istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yerde ve göklerde Cenâb-ı Hnkk'ın varlığına, birliğine ve kurduğu düzenin
mükemmelliğine, sağladığı dengenin kusursuzluğuna delâlet eden nice belgelerin
bulunduğu konu ediliyor; her gün bu belgelere bakan birçok körlerin, uğrayan
sayısız gafillerin acıklı hallerine işaret edilerek akıl ve idrâkimizi
yeterince kullanmamız emrediliyor. [106]
105— Göklerde ve yerde nice âyetler {açık
belgeler, yol gösterici kanıtlar) vardır ki, onlardan yüzlerini çevirerek
geçerler (de bir şey anlamazlar).
106— Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a
inanırlar.
107— Allah'ın azabının birdenbire kendilerini
kaplayıp kuşatacak şekilde geleceğinden veya farkına varmazlarken kıyametin ansızın gelmesinden güvende
midirler?
108— De ki, işte benim yolum budur! Ben de, bana
uyanlar da bilerek idrâk ederek Allah'a davet ediyorum, (ediyoruz). Allah'ı
tenzih ederim ve ben ortak koşanlardan değilim.
«Allah'tan başkasına
yemin eden kimse, gerçekten Allah'a ortak koşmuştur.» [107]
«Doğrusu ruka (afsun,
büyü) ile ilgili işaretler, muskalar, üzerine büyü yapılan ipler (ve benzeri)
şeyler, Allah'a ortak koşmaktır.» [108]Afsuna,
büyüye inanan kimse, Peygamberin (A.S.) yaptığı şu duayı yapsın : «İnsanların
Rabbı! sıkıntı ve kötülüğü gider, şifa ver ve sen şifa verensin. Senin şifandan
başka şifa yoktur. Senin şifan hiç bir hastalığı bırakmaz.» [109]«Kim
kendi üzerine muska, gözboncuğu asarsa, Allah'a ortak koşmuş olur.» [110]
Kutsî hadîs :
«Allah buyurdu :
Ortaklıkta ben ortakların en müstağnisiyim. Kim bir amel işler de onda
başkasını bana ortak ederse, onu da, ortağını da terkederîm (rahmetimi onlardan
ayırırım).» [111]«Uğursuzluk saymak kimi
işinden geri çevirirse, o kimse cidden Allah'a ortak koşmuş oiur.» [112]
«Allahım! Bildiğim
halde sana ortak koşmaktan yine sana sığınırım ve bilmediğim şeyden de sana
sığınırım.» [113]
«Göklerde ve yerde
nice âyetler vardır ki, (inkarcı sapıklar) onlardan yüzlerini çevirerek
geçerler (de bir şey görmez ve anlamazlar).»
Varlık âleminde her
şey, insanlıktan yana fayda sağlamaya yönelik olarak yaratılmış ve plândaki
yerini almıştır. Başıboş gereksiz ve yararsız hiçbir şey yoktur. O bakımdan her
şey yüce yaratanın damgasını taşımakta O'nun varlığına ve birliğine belge
olmaktadır. Bunun için Kâinat tesadüfler manzumesi değildir ve olamaz da.' Hiç
bir varlık bağlı bulunduğu kanunun dışına çıkmamakta ve türünün özelliğini
kaybetmemektedir. Bitkiler ve diğer canlılar kalıtıma bağlı kalarak
varlıklarını ve nesillerini devam ettirmektedirler.
İşte göklere ve yere
bu açıdan baktığımızda, sonsuz bir kudretin eşyanın her parçasında, önceden
planlandığına göre, tasarrufunu sürdürdüğünü görür ve ister-istemez bu
kudretin karşısında eğiliriz.
Güneş kendi sistemi
içinde saniyede 650 milyon ton hidrojeni, 645,4 milyon ton helyuma
dönüştürerek, her bir saniyede 4.6 milyon ton enerji etrafa yaymaktadır. Bu çok
ince hesaplara, fiziksel kanunlara göre düzenlenmiş bir programdır ki, şaşması
söz konusu değildir. Aynı zamanda tesadüfün bu olayda yeri ve aniamı yoktur.
Ay, elips biçiminde
kendi yörüngesi üzerinde 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 2.8 saniyede dünyanın
etrafında dolaşmaktadır ve dünyadan ayın yalnız bir yüzü görülür. Ay yaratıldı
yaratılalı bu hesaba göre hareketini sürdürmekte, yörüngesinden şaşmamakta,
yüklendiği programı aksatmamaktadır. O bakımdan ayları, yılları sağlıklı
biçimde hesaplamamız için bize en sağlam kıstas olmakta ve dünyamıza ayrı bir
güzellik vermektedir. Bütün bunların tesadüflerin birbirini izleyip bir zincir
halkaları gibi bir-araya geldiğini söyleyemeyiz. Zira şuursuz tesadüfler ve
akletmeyen maddeler böylesine dengeli, düzenli, faydalı bir sistemi
oluşturamaz.
Dünyanın hem kendi
ekseni, hem de güneşin çevresinde baş döndürücü bir hızla bir elips çizerek
dönmesi, 23 derecelik bir meyilde hareket etmesi, kutuplardan basık olması,
atmosfer tabakasının belli bir ölçüde yerçekimi sayesinde korunması, aynı
zamanda taşıdığı çeşitli gazlarla bize hayat vermesi, şaşmadan hükmünü yürüten
yüksek bir kudretin varlığını hatırlatmıyor mu? Semavî dinler o yüksek
kudretin Allah olduğunu açıklamıyorlar mı?
Dünyanın dörtte üçünün
su ile kaplı olması, yağmur ve sulama dengesini sağlamıyor mu? Daha az veya
daha çok olsaydı, bu denge sağlanabilir miydi? Bütün bunlar neyi ifade
ediyorlar, bize neleri hatırlatıyorlar?
Hayvanlar alemindeki
düzen ve denge, her canlının kendi türünün özelliğine göre, kalıtıma bağlı
kalarak, genler vasıtasıyla neslini devam ettirmekte, iç güdüleriyle
kendilerini koruyup gıdalarını sağlamaktadırlar. Karıncaların iş bölümü yapıp
sistemli ve ahenkli çalışması; bal arısının akıllara durgunluk verecek ve her
bölümü bir uzmanlık konusunu içerecek, mükemmel bir laboratuvar veya kimyahane
özelliğini yansıtacak bir plân içinde çalışıp insanlara şifa toplaması
tesadüflerin biraraya gelmesiyle mi gerçekleşmiştir, yoksa mükemmelin de
ötesinde çok yüksek ilme ve kudrete sahip bir yaratıcının var kılmasıyla mı
vücut bulmuştur? Akıl, idrâk, vicdan ve sağduyu birinci soruya hayır,
ikincisine evet-demektedir.
Günümüzde gelişen
modern biyoloji, «kendiliğinden oluş yoktur» diyor. «Doğruluğu deneylerle
gösterilemiyen iddialar değersiz ve geçersizdir» hükmünü ortaya koyuyor. Ancak
yeryüzünde hayatın nasıl başladığını açık-lıyamıyor. Bu başlatmayı, ister
istemez Allah'ın kudretinin eseri olan kusursuz plân ve programa bağlamaktan
başka çıkar yol bulunmadığını yavaş yavaş anlamaya yaklaşıyor.
Varlık âlemine
dikkatle baktığımızda milyonlarca çözülmedik meseleler, faydalan tam
anlaşılmadık canlılar ve bitkiler karşımıza çıkar. İnsanın aklının ve
zekâsının çözüp sonuca bağladıkları ise, kâinatın büyüklüğü ve nesnelerin
çokluğu karşısında devede kulak misali pek azdır.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'de
ilgili âyetlerle insan zekâ ve düşüncesi bu muazzam plâna döndürülmek istenmektedir.
Şüphesiz bu konuda
verilecek o kadar çok misal vardır ki, tefsirimizin hacmi hepsine müsait
değildir. O bakımdan Üâhî kudretin benzersiz sanatını yansıtan bir de kelebek
diye çok sevimli bir böcek türü vardır. Büyüteçle onlardan birine baktığımız
zaman o eşsiz sanatın bütün incelik ve güzelliğini görmemek mümkün mü? İncecik
bir sapa takılı minik birer zinet olan pullar, çok düzgün sıralar halinde yan
yana dizilir. Üst sıradaki pulların bir altındaki sıradakilerin dibini hafifçe
örtmesi, damlardaki kiremitlerin düzenini hatıra getirir. Böylece hem dokunan
ıslaklığın kayıp gitmesini sağlar, hem de uçarken rüzgarın hızına göre kendini
ayarlaması söz konusudur.
Hakan kelebeklerini
incelediğimizde, bir başka olayla karşılaşırız: Gündüzleri çok parlak
pullarıyla, geceleri de pis lezzetli salgılarıyla kendilerini kelebek yiyen
kuşlardan korumuş olurlar.
Bu çok sevimli
canlının kendinde taşıdığı özellikler, bizlere neyi hatırlatır? Akılsız,
şuursuz maddeyi mi, kör tesadüflerin biraraya gelmesini mi, yoksa çok üstün bir
kudretin tecelli eden hilkat kanununu mu?.. [114]
«Onların çoğu ancak
ortak koşarak Allah'a inanırlar.»
Putperestler gerçekten
koyu bir cehalet, katı bir tutum içindedirler. Şöyle ki: Cok önemli bir olayı
veya kâinat plânında yer alan bir sistemi gösterip, bunu kim meydana getirdi?
diye sorulduğunda, onların çoğu, «Allah...» diye cevap verir ve sonra da
putlarının birer aracı ve yardımcı güç olduklarını ilâve ederlerdi. Materyalist
olan ilim adamları ise, araştırırlar, deneyler yaparlar, olumlu sonuçlar elde
ederler ve bütün bunları ilme ve tabiata bağlayarak'sebepleri ve bağlı
bulundukları kanunları açıklarlar, sebep ve kanunları vücuda getirip gereken
düzenleme ve dengelemeyi kuran Allah'ı anmazlar. Böylece her şeyi tabiata,
kendi deyimleriyle doğaya irca' edip onun üstünde ve ötesinde bir kuvvete
in<™^..,.azlar. Bununla beraber bu ilim adamları büyük bir tehlikeyle karşı
karşıya geldikleri zaman, başka ümitleri kalmayınca, ruhlarının derinliğine
yerleştirilen din ve Allah duygusu, üzerindeki perdeyi yırtıp meydana çıkar ve
onlar istemedikleri halde kalplerinden dillerine «Allah!.» ismi akıp gelir.
Büyük liderleri,
birçok yararlıklar göstermiş kahramanları, sevgi ve ilgide ölçüyü kaçırarak
ilâhlaştıranlar, elde edilen bütün başarıları onlara ait kılarak Allah'ı
hatırlamayanlar da bilerek veya bilmeyerek Allah'a ortak koşmaktadırlar.
Bununla beraber, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, bu düzen ve dengeyi kim
kurdu? diye soracak olsak, hiç tereddüt etmeden «Allah...» derler.
Mal ve servete karşı
aşırı tutkusu olanlar da dolaylı şekilde Allah'a ortak koşarlar. Zira
maddecilerle midecilere göre, para ve servet amaçtır, ona erişebilmek için her
şeyi mubah saymak gerekir. Bunlara da yukarıdaki soruyu tevcîh ettiğinizde,
diğerleri gibi, «Allah..» diye cevâp vereceklerinde şüphe yoktur. O yüzden
putperestliğin birçok şekilleri ve türleri söz konusudur. Kimi taşları yontup
ilâh edinirken, kimi de mal ve serveti ilâhlaştırır.
Şüphesiz bu misalleri
çoğaltmak mümkün.. Ama değişmeyen tek şey vardır; o da, Allah'a inananların
çoğunun O'na ortak koşarak inanmalarıdır. Allah (c.c.) ise, içinde ortaklık
şaibesi bulunan hiçbir ameli, ibâdet ve taâti kabul etmez.. [115]
«Allah'ın azabının
birdenbire kendilerini kaplayıp kuşatacak şekilde geleceğinden veya farkına
varmazlarken Kıyâmet'in ansızın gelmesinden güvende midirler?»
Kur'ân burada çok ince
bir noktaya dikkatleri çekiyor. Şöyle ki: Ani bir azabın başlarına inivermesi,
büyük bir felâketin onları kuşatması veya kıyametin ani olarak kopması neyi
hatırlatır? Şüphesiz bu, insanın doğuştan ruhundaki «Allah ve din» duygu ve
düşüncesini harekete geçirir. Düne kadar Allah'ı inkâr edenler veya O'na ortak
koşarak inananlar, ilk sademede «Allah!» diye çığlık atar ve bazan da «Allahım,
sen varsın» diyerek gerçeği itiraf ederler. Ama ne var ki böyle bir umutsuzluk
anında Allah'ı hatırlamanın veya O'nun varlığını dile getirmenin fazla bir
yararı yoktur. Felâket veya inen azap onları yok edecek olursa, kurtulmuş sayılmazlar.
Felâketi atlatıp hayatta kalacak olurlar da eski tutum ve düşüncelerine
dönerlerse, yine de tehlike anında Allah'ı hatırlamaları onlara bir yarar
sağlamaz. Bakara sûresinde açıklandığı üzere, ilâhlık iddiasında bulunan
Fir'avn II. Ramses'in, Kızıldeniz'in korkunç dalgalan arasında can
çekiştirirken «Ben artık İsrailoğulları'nın inandığı Rabbe inandım» demesi ona
hiçbir yarar sağlamamış ve imân ettiğine delil sayılmamış, küfür üzere öldüğü
kesinlik kazanmıştır.
Bu misalleri de
çoğaltmak mümkündür; ama anlaşıldığı gibi, ortak koşarak Allah'a İnanmanın
şirkin ayrı bir çeşidi olduğunu unutmamamız gerekir ve aynı zamanda Allah'ın
böyle bir imânı ve onun ürünü olacak amelleri kabul etmiyeceğini bilmemiz söz
konusudur. [116]
«De ki: İşte benim
yolum budur! Ben de, bana uyanlar da bilerek, idrâk ederek Allah'a davet ediyorum
(ediyoruz).»
Allah'ın kullarına
indirilen ve Melek Cebrail'in öğretisine, Hz. Muham-med'in (A.S.) tebliğine
bağlı bulunan yol, İslâmiyettir. Bu yolda inkâr yok, imân vardır; kötülük yok,
iyilik ve adalet mevcuttur. Bölünme ve parçalanma yok, birlik ve dirlik söz
konusudur. Çünkü bu yol her iki hayatı amacına ulaştıran, insanı mutlak saadete
götüren ve Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldıran «Sırat-ı
müstakim»dir.
O bakımdan bu yola
ruhun gıdası, kalbin şifası, Hakk'ın rızası ve insanlığın selâmeti
bağlanmıştır. Yine bu yolda güzel ahlakın özü, ilmin ışığı, hayat kanunlarının
ölçü ve anlamı, insan olarak yaratılmamızın hikmet ve amaoı sergilenmiştir. O
kadar ki, bu yolun kitabı Kur'ân, öğretmeni Hz. Muhammed {A.S.),
proğramlayıcısı Allah'tır. Bu yolu seçenler, akıl ve id-râkleriyle Allah'a
yönelir, O'na el açıp duâ eder ve her zaman O'nu anarlar. Allah'ı her türlü
şirkten uzak tutup O'nun ortaklıktan, beşerî sıfatlardan pâk ve münezzeh
bulunduğunu açıklarlar. [117]
Yukarıdaki âyetlerle,
göklerde ve yerde insan aklına ışık tutan, düşüncesini yönlendiren ve ona yaratanını
tanıtıp öğreten sayısız âyetlerin ve belgelerin bulunduğu konu ediliyor.
Şartlanmış inkarcıların o âyetlerin ve belgelerin yanından körler ve sağırlar
gibi geçtikleri anlatılarak eşyaya, ilâhî damgayı görebilecek bir dikkatle
bakmamız emrediliyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
gönderilen her peygamberin ancak insanlardan seçildiği bildiriliyor. Sonra da
gelip geçen inkarcı azgınların, sapık maddecilerin sonlarının ne olduğunu,
kalıntılarına ve tarihî vesikalara bakmak suretiyle öğrenmemiz tavsiye
ediliyor. Arkasından peygamberlerden bir kısmının kıssalarının yer yer
Kur'ân'da anlatılması konu edilerek Kur'ân'ın her yönüyle Allah sözü olduğuna
dikkatler çekiliyor. [118]
109— Senden önce kasabalar halkından kendilerine
vahyedip peygamber olarak gönderdiğimiz kimseler de ancak birtakım adamlardı.
Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin âkibetinin ne olduğuna bakmıyorlar
mı? Âhiret yurdu, elbette (Allah'tan korkup küfür ve şirkten) sakınanlar için
çok daha hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?
110— O kadar ki, peygamberler ümitlerini
kaybedecek duruma gelip (inkarcıların onları) yalana çıkaracaklarım sandıkları
zaman yardımımız onlara gelip yetişti; dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Suçlu
günahkâr milletten ise azap ve şiddetimiz geri çevrilmez.
111— Şanıma
and olsun ki, peygamberlerin kıssalarında sağduyu sahipleri için ibret (ve
öğüt)ler vardır. Bu (Kur'ân) uydurulmuş bir söz değildir. Önündeki (kitapları)
doğrulayan; imân eden bir mîllet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren
hidâyet ve rahmettir.
«Senden önoe kasabalar
halkından kendilerine» vahyedilip peygamber olarak gönderdiğimiz kimseler de
ancak birtakım adamlardı.»
İlgili âyetin acık
anlatımından, peygamberlerin kasabalı olan erkeklerden seçilip gönderildiği
anlaşılıyor. Bunun sebebi gayet açıktır. Şöyle ki: Erkeklerdeki cesaret,
dayanma gücü, ileriyi görme, olayların hemen tesi-ı ri altında kalmama
yetenekleri daha fazla ve belirgindir. Peygamberlik ise, çok meşakkatli, ağır
ve o nisbette saldırılara hedef olan bir hizmettir. Kadınların böyle ağır bir
yükü kaldırabilecekleri pek düşünülemez.
Bu âyete dayanarak İbn
Kesîr Ebû'l-Fidâ İsmail diyor ki: «Allah, Adem oğullarının kızlarından hiç
birine teşri'î anlamda vahiy indirmemiştir.» [119]
Ünlü akaitçi Şeyh Ebû
Hasan el-Eş'ârî de diyor ki: «Kadınlardan peygamber gönderilmemiştir, ancak
onlardan sıddîka olanlar vardır.»[120] Nitekim
Kur'ân'da bu husus şöyle açıklanmıştır: «Meryem oğlu Mesîh, peygamberden
başkası değildir. Şüphesiz ki ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.
Annesi de sıddîka (çok doğru ve iffetli) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi.»
[121]
İlim adamlarından
bazısı, İbrahim Peygamber'in eşi Sara'nın, Musa Peygamber'in anasının ve İmran
kızı Meryem'in peygamber olduklarını iddia ederler ve buna illet olarak da
meleklerin onlara hitap ettiklerini, onlara Allah'ın bazı emirlerini
getirdiklerini gösterirler. Oysa meleğin birine bir haber getirmesi veya
ilhamda bulunması, o kimsenin peygamberliğini kanıtlamaz. Bu hal, Allah'ın
onlara olan özel bir iltifat ve lûtfudur ki, istisna teşkil eder. Çünkü Kur'ân
onları «nebiyye» diye anmamış, bilâkis Hz. Meryem için «sıddîka» vasfını
kullanmıştır. Bilindiği gibi, «sıddîklık» mertebesi, peygamberlik
mertebesinden sonra gelir.
İbn Abbas'ın (R.A.)
dediği gibi, meleklerin sözü edilen kadınlara gelmesi, bir teşrîf ve taltiftir.
Badiye (çöl)
sakinlerinden de peygamber gönderilmemesinin sebebi, onların daha çok hırçın ve
kaba tabiatlı olmalarındandır. Peygamberlik ise, edep, terbiye, nezaket,
zerafet, incelik ve duyarlık isteyen bir görevdir. Onun için Kur'ân'da dikkat
edildiğinde hep «kura» tabiri kullanılmıştır kiF bu «karye»nin çoğuludur ve
ünlü lûgatçı Râğib'ın tesbitine göre: İnsanların çokça toplanıp bir araya
geldikleri meskûn yer demektir. Bu da daha çok şehir ve kasaba anlamına gelir.
Zira şehirli veya
kasabalılar daha medenî, daha görgülü ve temkinlidirler. Olayları kendi geniş
kültürleriyle daha iyi değerlendirebilirler. [122]
«O kadar ki,
peygamberler ümitlerini kaybedecek duruma gelip (inkarcıların onları) yalana
çıkaracaklarını sandıkları zaman yardımımız onlara gelip yetişir.»
Gönderilen her
peygamber, medenî, asil ve erkek idi. Hepsi de ağır hücumlara, çirkin
saldırılara, azgınlık ve taşkınlıklara hedef olmuşlardır. Ama sabır, Allah'a
güvenip dayanma ve kuvvetli ümit onları sonunda başarıya eriştirmiştir. Ancak
bu başarının çok farklı şekilde tezahür ettiğini biliyoruz. Nuh Peygamber'in
başarısı, yaptığı gemiye iman edenleri alıp kâfirleri, inmek üzere olan ilâhî
emirle başbaşa bırakması ve böylece o kesimde yeniden filizlenecek nesillere en
ibretli belgeleri bırakmasıdır. İbrahim Peygamber'in başarısı, Nemrut'un
iddialarını çürütmesi, getirdiği kuvvetli delil ve belgelerle onu susturması ve
zulme uğratılan bir peygamberi zulüm ateşinin yakmayacağını kesin biçimde
ortaya koyması, sonra da Şam ve Hicaz dolaylarında Tevhît İnancı doğrultusunda
Hanîf dinini yayarak Allah'a secde eden bir ümmet oluşturmasıdır. Lût
Peygamberin başarısı, homoseksüel olan ve her türlü gayret ve uyarılara rağmen
bir türlü doğru yolu, iyi ahlâk ve fazîieti seçmeyen ahlâksız bir kavmi görevli
iki melekle başbaşa bırakıp ailesinden imân edenleri ve kendisine inanıp bağlanan
kimseleri alıp şehri terketmesi olmuştur. Musa Peygamber'in başarısı,
Fir'avn'ı mu'cize ve açık belgelerle susturması ve sonra da İsrail oğullan'nı
alıp Mısır'dan çıkması, arkasından kendilerini takibe çıkan Fir'avn ve
askerlerinin Kızıldeniz'de boğulmaları, aynj zamanda Sina çölünü aşıp İsrail
oğullan'nı Filistin topraklarına yerleştirmesi olmuştur.
O. halde her
peygamberin başarısı, birtakım çilelerden geçtikten, saldırılara uğradıktan,
kaba ve cahil kimselerle mücadeleden sonra gerçekleşebilmiştir. Bu bakımdan
çileyi yalnız Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz değil, her peygamber kendi derece
ve muhitine, yaptığı teblîğ ve sürdürdüğü irşat seviyesine göre çekmiştir.
Kur'ân konuyu bu açıdan değerlendirirken, inananların da, inkarcıların da
yeryüzünde gezip dolaşmalarını, Hakk'ı ret ve inkâr ederek yeryüzünde fitne
çıkaran, haksızlıkta bulunan kavim ve milletlerin yıkılıp yok olmalarını,
çoğuna ait ayakta duran kalıntıları görüp ibret ve öğüt almalarını teikîn
ediyor.
Tarihî olayları,
olayların dayandığı sebepleri, milletlerin yıkılış ve siliniş nedenlerini araştırmayanlar,
hem yaşadıkları dönemi, hem de geleceklerini aydınlığa kavuşturamazlar. Çoğu o
yüzden hakkı ve gerçeği göremi-yen körler, rahmet sesini işitmeyen sağırlar
olarak şu dünyadan gelip geçerler. Kur'ân-ı Kerîm yeri geldikçe şu uyarıyı sık
sık tekrarlar: «Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki milletlerin sonlarının
ne olduğuna bakmıyorlar mı?» [123]
«O kadar ki,
peygamberler ümitlerini kaybedecek duruma gelirler..»
Peygamberler
genellikle ilâhî vahiy ile desteklendikleri ve bilgilerinin kaynağı vahiy
olduğu için pek ümitsizliğe düşmez, sabırları tükenmez, azimleri kırılmaz. Ama
onlara imân edip uyan fakirler, köleler ve diğer insanlar, karakterleri,
duygusallıkları gereği hem biraz aeeleci olurlar, hem de va'dedtlen azabın
biraz geciktiğini görünce sabırsızlanır ve bazan da ümitsizliğe kapılır gibi
bir hal alırlar. Peygamberlerin başarısızlığa uğrayıp ümitlerini kaybedecek
duruma gelmeleri ise, daha çok Hakk'a davet ettikleri toplum ve kavimlerin
inatçı ve ısrarlı tutumlarıyla yakından ilgilidir. Ayrıca kendilerine inanıp
uyan mü'minlerin dine hizmet hususunda ortaya koydukları gayret, azim ve irâde
nisbeti oldukça önemli rol oynar. İnkarcı sapıkların, maddeci azgınların kendi
aleyhlerine va'dedilen azabın gecikmesiyle tutumları, alaylı tavırları daha da
değişir. Söylenen sözlerin birer aldatmaca olduğunu düşünerek peygamberleri
yalanlamaya kalkışırlar ve bu atmosfer içinde peygamberlerin bir kısmında az
da olsa bir zan havası oluşmaya başlar da çok geçmeden kendilerini toparlayıp
Allah'ın va'dinin geç de olsa mutlaka yerine geleceğini kesinlikle
bildiklerinden o zan havasından kendilerini uzak tutmaya yönelirler. Böyle bir
zan havasının oluşmasının bazı sakıncaları olmakla beraber, faydaları da söz
konusudur; öyle ki, Allah'ın yardımının gelmekte olduğunun ilk belirtisi ve
hükmünün ineceğinin en kuvvetli habercisidir. Derken çok geçmeden hem Allah'ın
yardımı iner, hem de müşrikler hakkında hükmü tecelli eder.
Nitekim bu konu Hz.
Aişe (R.A.) validemizden sorulduğunda, o şöyle demiştir: «Allah korusun!. Allah
neyi peygamberine va'detmişse, Peygamber ölmeden önce o va'din mutlaka yerine
geleceğine inanmış ve onun öyle olacağını kesinlikle bilmiştir. Ama sıkıntı ve
belâ Peygamberin peşini bırakmamıştır; o kadar ki mü'minler kendi aralarında
peygamberi yalanlama havasına girmekten endişe duymaya başlamışlardır, İşte
âyetin yorumu budur..» [124]
Bütün bunlar Mekke'de
çetin mücadele verip sıkılan ve göğüsleri daralan mü'minlere kurtuluş ve
başarıya erişmenin yakın olduğunun sinyalleridir. Tıpkı Hz. Yusuf'un (A.S.)
zindanda geçen yılları ve sonra da Allah'ın yardımının ona teveccüh etmesi
gibi..
Kur'ân bütün bu uyan
ve telkinleri, haber ve müjdeleri verdikten sonra insan aklına sesleniyor,
aklı hissin tesirinden kurtarmayı amaçlıyor ve: «Artık aklınızı kullanmaz
mısınız?» diyor. [125]
«Şanıma and olsun ki,
peygamberlerin kıssalarında sağduyu sahipleri için ibret (ve öğüt)ler vardır.»
Bu konuyu daha önce
Yusuf (A.S.) kıssasının tefsirinde açıkladığımız için burada sadece
kıssalardaki •öğüt ve ibretlerden bazı pasajları özetli-yerek vermeyi uygun
bulduk:
1— Tarihî olayları, tarih felsefesi
perspektifiyle incelemek, şüphesiz çok daha faydalı ve sağlıklı olur. Hayatımızın
akışını düzende tutmamız için daha fazla önümüzü aydınlatır.
2— Gelip geçen milletlerin hayatını, yükseliş,
duraklama ve çöküş sebeplerini araştırıp değerlendirmek, insana çok şeyler
öğretir ve bir kıstas anlamında olayları daha iyi değerlendirmemize yardımcı
olur.
3— Büyük davaların büyük himmetler, ardı-arkası
kesilmeyen mücadeleler istediğini ilham eder.
4— Nîmet ne
kadar büyük ve kutsal olursa, külfetinin o nisbette ağır olacağı hususunda bizi
aydınlatır.
5— Aklını,
idrâkini Allah'a olan dosdoğru imanıyla birleştirip dayanma gücünü ortaya
koyanların başarıya erişeceklerine muhakkak nazarıyla bakmamızı müjdeler.
6—Hakk'ı
bilerek savunanların, hak uğruna kendilerini vakfedip birlik ve beraberlik
ruhu içinde savaşanların üstün geleceğinde şüphe edilmemesini telkîn eder.
7—
Mü'minler, bütün imkân ve enerjilerini, beceri ve yeteneklerini
ortaya koyup Allah ile
aralarındaki imkân ve irâde sınırına gelmedikçe, Allah'ın kendilerine hemen
yardım etmiyeceğini hatırlatır. [126]
«Bu (Kur'ân)
uydurulmuş bir söz değildir.»
Kur'ân, dost ve
düşmanın şehadetiyle, insan kafasının ürünü değildir. Onu hiçbir şâir ve edip
uydurup ortaya koymamıştır ve bu hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü
Kur'ân'daki üslûp, akış, fesahat, belagat, âyetler arasındaki zincirleme ahenk,
çok yönlü hükümler taşıması, ilim adamına yardımcı olmak üzere temel bilgiler
getirmesi, ilme ışık tutmak üzere ana fikirler vermesi o kadar kusursuz ve
mükemmeldir ki, insan gücünü aşmakta, akıllara durgunluk vermekte, en uzman
edip ve şâirleri hayran bırakmakta, çok yönlü ilim adamlarını büyülemektedir.
O bakımdan Kur'ân insan sözü olamaz. Asırları geride bıraktığı halde eskimemiş,
bilâkis tazeliğini korumuş, cilâsı artmıştır. İnsan kaleminden çıkan hiçbir
eser böyle bir mazhariyete erişememiştir.
Gelişmekte olan ilim
dev adımlarla ilerlerken, sağlam netice elde ettiği hiçbir konuda Kur'ân'a
ters düşmemiştir. Oysa ilmî araştırma ve buluşlar henüz uykuda iken Kur'ân on
dört asır önce birçok temel bilgiler, ana fikirler getirerek insanların hem
yollarını aydınlatmış, hem de akıl ve zekâlarını harekete geçirerek gereken
malzemeyi vermiştir. Buna birkaç misal verecek olursak, güneşin kendi
enerjisini kendisinin üretip yaydığını, ayın ise güneşten ışık alıp yansıttığını
gösterebiliriz. Kur'ân bu gerçeği cok kısa ve anlamlı iki cümleyle açıklarken
güneşi ziya, ayı nur olarak belirtiyor: «Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı
nûr (aydınlık) yapan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için Ay'a
konaklar takdir ©den O'dur.»[127]
Sonra Kur'ân göklerle yerin önceleri tek bir parça halinde bulunduğunu haber
vererek araştırıcılara ip ucu veriyor: «İnkarcılar, göklerin ve yerin
bitişik (tek parça)
olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana
getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?!» [128]Bu
misalleri çoğaltmak mümkün.. Ama burada verdiğimiz bir iki misal konuyu
yeterince aydınlatmaktadır. Ayrıca tefsirimizde münasebet düştükçe bu hususlar
yeterince açıklanmıştır.
Böylece Kur'ân'm uydurma
bir söz olmadığı kesinlik kazanıyor ve her türlü şüpheleri giderecek kudrette
bulunduğu ortaya çıkıyor. Kur'ân'm bir başka özelliği ve ilâhî beyân hüviyeti
taşıdığının delili, kendisinden önceki kutsal kitapları kabul etmesi ve
onlarda, insan elinin bilgisizce dokunma-sıyla meydana gelen yanlışları tashîh
etmesidir, Musa, Lût ve Yusuf (sa-lât-ü selâm hepsine olsun) kıssalarında
olduğu gibi., [129]
«(Kur'ân), iman eden
bir millet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren hidâyet ve rahmettir.»
İlgili âyetle,
Kur'ân'm inanan her milletin dünya ve âhireti için yararlı, yol gösterici,
eğitici ve çok lüzumlu konuların temel bilgisini öğretici olduğu açıklanıyor.
Aynı zamanda Kur'ân'm, Allah'ın varlığını, kemal sıfatlarını, kudretinin her
şeyi kapsayıp kuşattığını, akıl ve zekâya, idrâk ve anlayışa ışık tutarak ve
malzeme vererek anlattığı yansıtılır. İnsan haklarını en uygun ve özendirici
şekilde koruduğu belirtilir. Helâl ve haram sınırlarını belirlediğine işaret
edilir.. Hukukun hem ana kurallarına yer verdiğine hem de meselelere çözüm
getirdiğine atıf yapılır. Kur'ân bu özellikleriyle, dünya ile âhiretin
birbirlerini tamamladığını en doyurucu şekilde kalp ve kafalara işlerken duygu
ve düşünceleri bu kavramlar doğrultusunda yönlendirir. İnsan unsuruna en üstün
değeri verir; kâinatta her şeyin insan için, insanın da Allah için
yaratıldığını vurgularken onun plândaki yerini belirlemiş olur. Ahlâkî konuda,
aile ve toplumu huzura kavuşturacak, kardeşlik duygularını geliştirecek,
fazîlet dolu bir ömür sürmeye özendirecek en uygun ve en mükemmel esas ve
prensipleri beraberinde taşır. İlme, ilim adamına lâyık oldukları yeri ve
değeri cömertçe verir ve her vesileyle insanları ilme teşvîk eder.
Kur'ân, bunca zengin
muhtevasıyla birlikte fizik ve fizik ötesinden en doğru ve doyurucu bilgileri
vererek Allah ile kulları arasındaki engelleri bir bir kaldırır. İnsana sonsuz
mutluluk va'deden ilâhî haberleri bütün safiyet ve tazeliğiyle nakleder.
Hayatın ve ölümün anlam ve hikmetini en doyurucu şekilde anlatır.
Kur'ân'a, belirtilen
hususlar açısından bakıp bir değerlendirme yaptığımızda, onun insan için çok
lüzumlu ve hayatî önemi hâiz konuları açıkladığını, bunun dışında kalan
konuları, meseleleri, problemleri ve birçok konuların detayını insanların
bulup araştirmasma, inceleyip sonuç çıkarmasına bıraktığını görürüz.
Unutmamak gerekir ki,
Kur'ân bir fizik, bir kimya, ya da astronomi veya tıb ve anatomi kitabı
değildir. Bu konularda istenilen her bilgiyi onda aramak anlamsızdır. Kur'ân insan
hayatını düzen ve dengede tutan, en doğru yolu gösteren, toplum yapısında
adaletin sağlanması için her türlü bilgi ve malzemeyi veren, dünya ve âhirete
ait bilgileri sunan, ahlâk ve fazîletle ilgili yeterli kurallar koyan ve
aydınlatıcı hükümler taşıyan; tek kelimeyle insana insanca yaşama yollarını
öğreten bir rehberdir.
İşte ilgili âyette
«imân eden bir millet için her şeyi açıklayan» bir kitap olduğu belirtilirken,
onun bu özellikleri, söz konusudur. Aynı zamanda açıkladığı şeylerden
yararlanabilmek için imânın lüzumuna parmak basılmaktadır.
Yusuf sûresine, «Elif-
Lam- Râ. Bunlar çok açık ve açıklayıcı kitabın âyetleridir.» sözüyle başlanarak
Kur'ân'm çok önemli ve hayatî konuları açıkladığı belirtildi ve yine bu kitabın
«İman eden bîr millet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren hidâyet ve
rahmet» olduğu bildirilerek sûre noktalandı.
Yusuf Sûresinin
tefsirini tamamlamayı bize müyesser kılan Allah'a hamd-u senalar; bu konuda da
bize ışık tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar olsun. Yüce
Rabbım bizi, bu sûreden öğüt ve ibret, feyiz ve rahmet alarak hayatını ona göre
düzene sokan bahtiyar kullarından eylesin! Âmîn!.. [130]
[1] Lübabu't-te'vîl :
3/2
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2916.
[2] Lübabu't-te'vil-Alûsî : îlgili sûre
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2916-2917.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2919-2921.
[5] Tefsîr-i Keşşaf : 2/441
[6] Hak Dini Kur'ân Dili : 4/2845
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2921-2922.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2922-2923.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2923-2924.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2924.
[11] Buharî/enbiya : 19, menakıb: 13. tefsir: 12- Tirmizî/tefsîr: 12- 'Ahmed:
2/96, 332, 416
[12] Buharî/bed-i vahiy: 3, tefsir : 96, tabir : 1, 5-
Müslim/rüya: 3, 4, 6- sa-lât: 207, 208-
Ebû Dâvud/salât: 148-
Tirmizî/rüya: 2, 3, tefsîr : 10- Nesâî/tat-biyk : 8, 62- İbn
Mâce/rüya: 1- Ahmet: 1/219, 315, 369, 438, 495
[13] Buharî/tabir ; 3, 46- Nesâî/rüya : 3- Tirmizî/daavat:
51- İbn Mâce/rüya: 3- Ahmed: 3/350
[14] Ahmed : 4/10, 11- îbn Mâce/rüya : 6- Dâremî/rüya : 11
[15] Taberânî - îbn Hibban : Muaz b. Cebel (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2926.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2926-2927.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2927-2928.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2928.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2928.
[20] Müsned-i Ahmed : Câbir b. Abdullah (R.A.)den
[21] Bu olayı Hafız Ebû Bekir, sonra da Ebû Dâvud ve Sevrî
az değişik lâfızlarla rivayet etmişlerdir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2929-2930.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2930.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2933.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2934-2935.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2935-2936.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2936-2937.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2937.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2939-2940.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2940.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2940-2941.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2941.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2943-2944.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2945.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2945-2946.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2946.
[36] Ebü Ya'lâ - Müslim - Ebû Nuaym - Keşfu'1-Hafa ve
Müzîlü'l-îlbas: 1/143
[37] » > " * » s> » »
[38] îshak b. Rahuye : îbn Mes'ud'dan - îbn Cerîr :
el-Hasan'dan murselen rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.
[39] Buharî/menakıb :
29, imân : 3- Müslim/zekât : 29- Ebû Dâvud/cihad i 97- Nesâî/zekât: 2,
bey'at: 25- Îbn Mâce/fiten: 9- Ahmed: 2/161, 191, 227, -4/ 100, 163- 5/109,
110, 111, 152, 158, 169- 6/395
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2950.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2951.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2951.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2952.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2952.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2952-2954.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2954.
[46] Buharî/enbiya:
11, tefsir : 2/46- Müslim/iman : 238,
fezâil : 152- îbn Mâce/fiten: 23- Ahmed:
2/326
[47] Abdurrezzak : îkrime'den - İbn Kesîr : 2/481
[48] Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2957-9258.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2958.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2958-2959.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2959-2960.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2960-2961.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2961.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2961-2962.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2962.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2962-2963.
[57] Bağavî : Sa'lebî'ye isnad ederek nakletmiştir -
Kurtubî: 19/213
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2964.
[58] Lübabu't-te'vîl :
3/25 - Mefatihü'1-Gayb : İlgili âyetin tefsiri
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2964.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2964-2965.
[61] Buhari-Müslim-Ebû Dâvud-Nesâî-Ahmed
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2965.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2965-2969.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2968.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2968.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2969.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2969-2970.
[68] Buharî/tıb: 36, libas : 86- Müslim/selâm : 41, 42- Ebû
Dâvud/tıb 15- Tir-mizî/tıb: 19-
Taberânî/ayn: 1- Ahmed: 1/274, 294, 319, 420, 439, 487- 4/67- 5/70
[69] Müslim/selâm: 42- Tirmizî/tıb: 17, 19- İbn Mâce/tıb:
33- Taberânî/ayn: 3- Ahmed: 1/254, 347,
360- 6/438
[70] Ebû Dâvud : Hz. Aişe (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2974-2975.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2975.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2976.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2976-2977.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2977.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2980-2981.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2981-2982.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2982-2983.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2983-2984.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2984.
[80] Tefsîr-i Kurtubî : 9/262, 263 - Ancak bu hadîs garip
hadîsler arasında yer almıştır.
[81] tbn Cerîr et-Taberî - îbn Kesir; 2/490
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2986-2987.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2987.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 6/2989.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2989.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2990.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2991.
[87] Tekvîn : 46/27
[88] Çıkış : 12/37, 41
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2991-2992.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2992-2994.
[91] Tevrat/Tekvîn : 47/20-26
[92] Tekvin : 47/27-28
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2995.
[94] Tefsîr-i Kurtubî: 9/270
[95] Tevrat/Tekvîn :
49/29-33
[96] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 9/270
[97] Tevrat/Tekvîn :
50/1-14
[98] Tevrat/Tekvîn: 50/22-26
[99] Tevrat/Çıkış : 13/19-21
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2995-2997.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2997.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 6/2998-3000.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3000.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3001.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3001-3002.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3002-3003.
[107] Tirmizî/nüzûr:
9- Nesâî/eyman: 4- İbn Mâce/keffarat: 2- Dâremî/nü-zûr: 6- Ahmed: 1/47-
2/34, 67, 69, 87, 98, 125
[108] İbn Mâce/tib: 34
[109] Buharî/merzâ: 20, tıb: 38, 40- Ebû Dâvud/tib: 17, 19-
Tirmizî/cenâiz: 4, daâvat: 111- îbn Mâce/tıb: 36, 39, cenâiz: 64- Ahmed: 1/76,
381-3/151, 267
[110] Ahmed :
4/154, 156
[111] Müslim/zühd: 46- İbn Mâce/zühd: 21
[112] Ahmed : 2/220
[113] Ebû Ya'lâ: Ebû Bekir Sıddik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3004.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3004-3006.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3007.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3008.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3008-3009.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3009.
[119] Tefsîr-i İbn Kesîr : 2/496
[120] » » »
[121] Mâide Sûresi: 75
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3011-3012.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3012-3013.
[124] Geniş bilgi için bak: Lübabu't-te'vîl: 3/47
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3013-3014.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3014-3015.
[127] Yunus Sûresi: 5
[128] Enbiyâ Sûresi : 30
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3015-3016.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3016-3017.