YUSUF     SÛRESİ 4

Sûrenin İniş Sebebi: 4

Meali: 4

Kur'ân, Temel Bilgiler Kaynağıdır. 4

Kıssaların En Güzeli 5

Tevrat'ta Yusuf Peygamber Kıssası 6

Önemli Bir Husus. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîsler. 7

Onbir Yıldızla Güneş Ve Ayın Secde Etmesi 7

Yâkub Peygamberin Yorumu. 8

Kıskanma Duygusu. 8

Kitab-I Mukaddeste Yusuf Olayı 8

Hz. Ömer'in (R.A.) Tevrat'tan Birkaç Yazıu Sahife Getirmesi.. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İniş Sebebi 10

Çocuk Sevgisinde Eşitlik. 10

Üzücü Olaylar Karşısında Güzelce Sabır. 11

Çocuğu Önce Allah'a Emanet Etmek. 11

Meali: 12

Yusuf'un Az Bir Fiatla Satılması 12

Olgunluk Çağı 12

Yükselmenin Yolu Ve Liderlik. 13

Böyle Değerleri Bulup Seçme Basireti 13

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali: 13

İffet Ve Namus Örneği 14

Kadının Arzusunu Dile Getirmesi, Yusuf'un İlâhî Burhan Görmesi 14

Evin Efendisinin Büyüklüğü. 14

Âyetler Arasinda Bağlantı 15

Meali: 15

İlgili Hadîsler. 15

Dedikoduyu Önleyip, Ailenin Şerefini Korumak. 16

Zindanı Tercîh. 16

Nefsi Esir Tutmak, Ruha Saltanat Kapısını Açar. 16

Zindandan Kurtulmasını Sağlayan Sebeplerin Oluşması 16

Yusuf Peygamberin Zindanda İrşat Görevini Sürdürmesi 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İlgili Hadîsler. 18

Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmasını Kolaylaştıran Sebepler. 18

Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmakta Acele Etmemesi 18

Rüya Tabiri 19

Buğdayın Başağında Korunması 19

Bazı İhtiyaç Maddelerinin Depolanıp Kaldırılması 20

İşçinin Güvenilirliği 20

Nefsi Temize Çikarmaya Gayret Etmemek. 20

Âyetler Arasında Bağlantı 20

Meali: 21

İlgili Hadîs. 21

Yusuf Peygamber, Zindandan Çıkarken. 21

Yusuf'un (A.S.) Kralla Görüşmesi 21

Ehil Kişilerin Görev İstemesi 21

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali: 22

Allah, Yâkub Ailesini Yeniden Bir Araya Getirmeyi Diledi 22

Cehalet Fazilete Yenildi 22

Sevdiklerimizi Allah'a Emanet Etmemiz. 22

Âyetler Arasinda Bağlantı 23

Meali: 23

Tedbîrden Sonra İlâhî Takdire Güven Ve Teslimiyet 24

Yâkub Ailesini Mısır'a Getirmenin Yollari 24

Yâkub Peygamberin Sabrı 25

Yâkub Peygamberin Gözlerine Ak İnmesi 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali: 25

Her Şeye Rağmen Allah'tan Ümit Kesmemek. 26

Önce Kusuru Hatırlatmak. 26

Gömlekte Gizlenen Mu'cize. 27

Önemli Kişiler, Kendi Çevrelerinde Pek Takdir Görmezler. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 28

Peygamber Kıymetini Bilmeyenler. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

Asalet Örneği, Fazilet Timsali 29

Ana Ve Babasının Yusuf'a Secde Etmesi 29

Başarı, Allah'tandır. 29

Ruhumu, Müslüman Olduğum Halde Al! 30

Tarihî Yönü. 30

Yusuf (A.S.) Kıssasından  Mü'minlere Mesajlar. 31

Özel Mülkiyeti Kaldırıp Devletin Tekelinde Tutmak. 32

Olayın Bir Başka Tarihî Yönü. 32

Âyetler Arasında Bağlantı 33

M Eâli : 33

Vahyedilen Gaybî Haberler. 33

Hz. Muhammed'in (A.S.) Beslediği Ümit 34

Dine Davette, Hakk'a İrşatta Ücretin Yeri Yoktur. 34

Kur'an Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır. 35

Âyetler Arasında Bağlanti 35

Meali: 35

İlgili Hadîsler. 35

Varlıkta Her Şey Allah'ın Damgasını Taşımaktadır. 36

İnsanların Çoğu Ancak Ortak Koşarak Allah'a İnanırlar. 37

Aniden İlâhi Azabın Kendilerini Kuşatmasını Mı Beklerler?. 37

Peygamberin Yolu. 37

Âyetler Arasında Bağlantı 38

Meali: 38

Peygamberler Erkeklerden Seçilip Gönderilmiştir. 38

Peygamberlerin Çilesi 39

Peygamberler Ümitsizliğe Düşerler Mi?. 39

Peygamberlerin Kıssalarında Öğütler Ve İbretler Vardır. 40

Kur'ân Uydurma Bir Söz Değildir. 40

Kur'ân Her Şeyi Açıklar Mı?. 40


YUSUF     SÛRESİ

 

Bu sûre, ismini içinde kıssası anlatılan Yusuf Peygamber'den alır. Sûrenin önemli bir bölümü bu kıssayla ilgili olup, öğüt alınacak safhalar­dan meydana gelmiştir. Zira İslâm'a hizmet eden mürşitlerin ve tebliğatçı-ların geniş bilgiye, bol malzemeye, kısacası irşat metoduna, çok renkli misallere büyük ihtiyaçları söz konusudur. Daha önceki sûrelerde yer yer bu malzeme ve metot işlenmişti. Yusuf sûresinde ise, mü'minlere daha çok müjde, müşriklere uyanlar yapılıyor ve hiç bir zorbanın, ya da azgın inkarcının sünnetullahın akışını değtştiremiyeceği açıklanıyor. Şüphesiz ki Yusuf Peygamberin kıssası bunun en açık ve doyurucu örneklerinden biridir. O bakımdan gerek Mekkeli müşriklerin, gerekse diğer inkarcı mad­decilerin tuttukları yanlış ve tehlikeli yoldan dönüş yapmaları için rahmet­ten gelen sinyaller veriliyor. Sonra da bâtılın üstünlük sağladığı takdirde çok merhametsiz ve acımasız olacağı; hakkın üstünlük sağladığı takdirde çok merhametli ve affedici oiaeağına atıflar yapılıyor ve Yusuf Peygam-ber'in kendi kardeşlerini nastl serin bir hoşgörüyle karşılayıp affettiği mi­sal gösteriliyor.

Bu sûre, ilini adamlarının icmâıyla Mekke'de inmiştir.

Âyet sayısı         : 111

Kelime   »            : 1600

Harf      »            : 7166 [1]

 

Sûrenin İniş Sebebi:

 

İbnü'l-Cevzî'nin tesbitine göre, bu hususta iki ayrı rivayet vardır. Bi­rincisi, Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.)dan nakledilmiştir ki, adı geçen şöyle de­miştir : Allah, Kur'ân'ın bir bölümünü Peygamberine indirdiği zaman. Pey­gamber (A.S.) vakit kaybetmeden inen kısmı ashabına okur ve gereken açıklamayı yapardı. Aradan bir süre geçince, ashab : «Ya Resûlellah! bize

bir şeyler anlatsan ya» diye istekte bulunurlardı. Bunun üzerine «Allah sö­zün en güzelini indirmiştir..» mealindeki âyet indi. Aradan bir müddet geç­tikten sonra ashab yine : «Ey Allah'ın Resulü! bize daha önceki olayları, kıssaları anlatsan ya» diyerek isteklerini belirttiler. Bunun üzerine Yusuf Sûresinin başındaki üç âyet indi. [2]

İkinci rivayeti ise nakletmeğe gerek görmüyoruz. [3]

 

Meali:

 

1—  Elif -Lânv Râ. Bunlar çok açık ve açıklayıcı kitabın âyetleridir.

2—  (Mana ve hikmetine) akıl erdiresiniz diye, biz onu Arapça, bir Kur'ân olarak indirdik,

3—  Sana bu Kur'ân'ı vahy etmem izle, kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.

«Elif -Lam- Râ» bu Harfler, Allah ile Peygamberi arasında, sû­redeki esrar perdesini aralayan birer işaret, hikmet kilidini açan birer şif­redir.

İbn Abbas'a (R.A.) ve tabiîn'den Dahhak'a göre, bu üç harfin delâlet ettiği mana şöyledir: -«Ben ki Allahım her şeyi görmekteyim.» Katade'ye göre, bunlar sûrenin isimlerinden biridir. Allah daha iyisini bilir.

 

Kur'ân, Temel Bilgiler Kaynağıdır

 

«Bunlar çok açık ve açıklayıcı kitabın âyetleri­dir.»

Kur'ân, az kelimeyle çok mana ve hükümlere delâlet eden; insan aklı­na lâyık olduğu yeri veren, birçok önemli konularla ilgili temel bilgiler ge­tiren; hükümleriyle insan hayatını düzenleyen, insanca yaşamanın bütün incelik ve sadeliğini açıklayan; Allah'ın varlığını ve birliğini akıl ve mantığı yönlendirir kuvvetle sergileyen; beşer ruhuna ezelde enjekte edilen Allah ve din duygusunun üzerindeki sedefi en usta bir yöntemle kırıp ortaya çıka­ran; âhiret kavram ve inancını hikmet ve felsefesiyle en duyarlı biçimde gönüllere işleyen; duygu ve düşüncelere berraklık kazandıran; kitap indi­rilmesinin, peygamber gönderilmesinin neden ve niçinini en doyurucu bi­çimde ifade eden ve bu kudret ve kapsamlı özelliğiyle «Mübîn» vasfını alan, Allah'ın en son mesajıdır.

İnsan ruhunun bütün inceliklerine ve duyarlıklarına seslenen; nefsin bütün arzu ve isteklerini meşru sınırlar içine alan; akıl ve zekânın tekâmül edeceği en yüksek noktaların üstünde yüksek hikmetlerin özetini veren; ilmî araştırmalara ve çalışmalara yarayacak ana fikirleri, yeri geldikçe ortaya koyan; ilâhî feyiz ve rahmeti bütün letafet ve haşmetiyle gönüllere yansıtan tek kitaptır.

Kur'ân bütün bu özellikleriyle başka sözlerden ve düşünce sistemle­rinden kesinlikle ayrılır. Bir benzerinin yazılması ve söylenmesi beşer kud­retinin dışındadır.

Kur'ân okundukça eskimeyen, bilâkis cilâsı artan, araştırıldıkça yeni yeni ışıklar saçan, amel edildikçe ruhlara ve vicdanlara değişik fakat do­yurucu gıdalar veren, bakıldıkça gözleri aydınlatıp insanı huzura kavuştu­ran açık-seçik bir kitaptır.

' Âyetlerinde hikmetler, kelimelerinde belgeler, anlatımında incelikler, nağmesinde letafet ve rahmet, hükmünde emniyet tavsiyelerinde inayet ve siyanet, seslenişinde bereket, emirlerinde selâmet, yasaklarında tes-lımiyet ve mahviyet, va'dlerinde ciddiyet vardır.

Onun için Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazine, açıklaması sona er­mez büyük bir kaynak; kıssaları akla ışık tutan, düşünceleri yönlendiren, gönüllere büyük çapta teselli veren, vicdanının kapısını açabilene öğüt ve »retier demetini sunan, Allah'ın en son armağanıdır.

«{Mana ve hikmetine) akıl erdlresi-niz diye, biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.»

Şüphesiz ki, Arapça, Allah'ın muradını en iyi yansıtabilen zengin keli­me haznesine sahip bir dildir. Vahanın sessizliği içinde ve sade bir haya­tın akışı doğrultusunda insan hayali daha çok genişler ve güç kazanır. Ruhlardan ve nefislerden kaynayan binlerce arzu ve eğilimleri dil ile ifa­de edebilmek için durmadan kelime üretilir. Öyle ki, çöl her yanıyla insan duygularını kamçılar ve şairlik ruhunu canlandırarak bol kelime ve cüm­lelere vatan, güzel söz söylemeye ilham kaynağı olur.

En ünlü şairlerin ve ediplerin yetiştiği, güzel söz söyleme yarışlarının tertiplendiği, bunun için özel panayırlar kurulduğu bir asırda Kur'ân-ı Ke-rîm'in, Arapcanın bütün incelik ve özelliklerini, söz söyleme sanatının en gelişmiş tezgâhını kendinde taşıyarak inmesi, şüphesiz ki çok önemli bir olay ve ancak akıl yoluyla çözülmesi, imân gücüyle açıklığa kavuşması bakımından da cok büyük bir inkılâptır.

Hz. Muhammed (A.S.) şâir olmadığı gibi, okur-yazar da değildi. O, ne okullara gitmiş, ne de öğretmenlerin önünde diz çökmüştü. Annesinden doğduğu gibi temiz, saf ve lekesiz idi. İnsanlığa emanet ettiği Arapça Kur'­ân, günümüze kadar hep tazeliğini korumuş, bütün sataşmalar, tenkitler, iftiralar, yalanlar ve ölçüsüz yargılar onun ilâhî duvarına çarparak tesirini kaybetmiş ve hepsi de birer sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûm olmuş­tur. Hiçbir devirde gerçeği bulup ortaya çıkaran ilmî buluşlarla ters düş­memiş, üstelik her çağda ilme ve ilim adamına ana fikir, temel bilgi ve­rerek ışık tutmuştur.

O bakımdan Kur'ân her ne kadar Arapçaysa da, gerçek anlamda Al-lahçadır. Çünkü Arapların en edibi bile onun bir âyetinin benzerini getire­memiş ve ister istemez ondaki fesahat ve belagat karşısında eğilme ihti­yacını duymuştur.

İşte bütün bu yücelikleri ve özellikleri başka bir dil ile ifade etmek ve­ya bunu başka bir dile tıpatıp çevirmek mümkün değildir. Nitekim bu hu­susu Fatiha ve Bakara sûrelerinin tefsirinde açıklamış bulunuyoruz.

Konuyu özetliyecek olursak, diyebiliriz ki:

— Kur'ân-ı Kerîm Arapça olduğu kadar Allahçadır. Duygu ve düşün­ceye seslendiği kadar, akla ıştk tutar, malzeme verir. Kelime ve cümle­lerinin konumu, tertip ve düzeni, insan gücünün ötesindedir. Taşıdığı ma­nalar, delâlet ettiği hükümler mükemmellik düzeyinde bulunuyor. O yö­nüyle de Kur'ân insan düşünce ve zekâsının ürünü olamaz. Açıkladığı ilmî görüşler, fikirler ve temel bilgiler, gelişen ilmî tesbitlerie hep doğrulan­mış ve hatasız olduğu kesinlik kazanmıştır. Çünkü Allah sözü, O'nun ke­lâm sıfatı gibi mükemmeldir, kusursuzdur.

Bu nedenle Kur'ân indiği gibi ezberlenmiş ve yazılmıştır. Yazıldığı gibi aynen korunmuştur. İnsan sözü ona kanştırılmamıştır.

İlgili âyette, Kur'ân için «mübîn» sıfatının lâyık görülmesi bundandır. O beşer için lüzumlu her konuyu açıklar, her meseleyi açıklığa kavuşturup ihtilâfa imkân vermez. Yeter ki onu, indiği dönemdeki Arapçaya vakıf olan­lar incelesin, yeter ki uzman ilim adamları onu tefsir etsin.. [4]

 

Kıssaların En Güzeli

 

«Sana bu Kur'ân'ı vahyetmemizle, kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.»

Kur'ân gelip geçen ve ismi duyulan peygamberlerin karşılaştıkları olay­ların can alıcı noktalarını, öğüt ve ibret alınacak bölümlerini, akla ışık tu­tacak, duygu ve düşünceleri yönlendirecek, vicdanları sızlatacak, gönülle­re teselli verecek ölçü ve anlamda anlatır. Lüzumsuz olayları değil, tarihî önemi anılmaya değer vakaları aktarır. Kiminin tarihî seyrine, kiminin ka­lıntılarına, kiminin refah içinde yüzerken gösterdikleri tuğyan ve şımarık­lıklarına, kiminin ahlâksızlığın en çirkinini işlediklerine dikkatleri çeker. Ni­tekim A'raf ve Hûd sûrelerinde bunlarla ilgili belgeler ve gereken açıkla­malar yeterince yapılmıştır. Yusuf Peygamber kıssası ise,onlardan birçok yönleriyle farklıdır. Kapsadığı hikmetler ve anlatılan bölümler, hemen her sınıf insana seslenip malzeme vermekte, daha kapsamlı düşünmelerini il­ham etmektedir.

Böylece Yusuf Peygamber kıssası, şüphesiz ki kıssaların en güzeli, en ibretlisi ve en bol misal taşıytcısıdır. Kur'ân'da bu olay en çekici yanıy­la ilâhî tezgâhta kelime kalıbına dökülerek en uygun cümlelerle şekillen­dirilmiştir.

Bu kıssa Kur'ân'da henüz nakledilmeden önce, cahil halk arasında aha cok aşk ve seks serüveni doğrultusunda romantik bir hava içinde an­latılır ve olayın hiçbir zaman ciddi yönü, ibretli yanı düşünülmezdi. Tevrat'-ln Tekvîn kitabında 39-48. bablarda kıssaya ayrılan geniş yerde hikâyem-»ı çok şeyler anlatılmaktadır. Hem Tevrat'a yapılan müdahaleyle kıssanın aŞil doğrultusundan saptırıldığı, hem de halk arasında dilden dile dolaştı­rılmak suretiyle kılıf değiştirdiği dikkate alındığında, düşünebilenler için birçok öğüt ve ibretleri yansıtan bu olayın neden Kur'ân'da gerçek yönü­nün anlatılmasına lüzum görüldüğü kendiliğinden anlaşılır. O bakımdan ilgili âyette Hz. Muhammed'e (A.S.) hitapla şu açıklama yapılır: «Sona bu Kur'ân'i vahyetmemizle, kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu.»

Kıssaya Tevrat'ta geniş yer verildiğine ve Medine ile çevresinde Ya­hudilerden birkaç kabilenin yaşadığına bakılırsa, Arap Yarımadası'nda Yu­suf Peygamber'le ilgili -yanlış ve noksan da olsa- birtakım hikâyelerin halk arasında anlatıldığı söylenebilir. Tabii Mekkeli'lerin bundan habersiz ol­dukları pek söylenemez. O halde ilgili âyette Resûlüllah'a (A.S.) : «Halbu­ki senin bundan, önce haberin yoktu.» buyurulmasının anlamı ne olabilir? İmam Kurtubî bunu, «Sana tarif ettiğimiz mana ve muhtevada ondan ha­berin yoktu», şeklinde yorumlamıştır. Bundan şu neticeyi çıkarabiliriz: Re-sûlüllah (A.S.) Efendimîz'in Yusuf Peygamber ile ilgili kıssa hakkında, Kur'ân'da açıklanan ölçü ve muhtevaya uygun bilgisi yoktu. Müfessir Keş­şaf ise, bunun hilâfına bir yorumda bulunarak şöyle demiştir: «Bunu sa­na vahyetmeden önce senin bu hususta bir bilgin yoktu ve kulağına da ondan bir şey çalınmış değildi.» [5] Elmalılı Hamdi Yazır da Keşşafın yo­rumu doğrultusunda şu açıklamayı yapmıştır: «Yoksa bu bir hakikat ki bundan -bu vahiyden- evvel sen elbette gafillerden idin; kıssadan asla ha­berin yoktu, buna dair hiçbir şuura mâlik değil idin, ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiş, ne de düşünmüştün..» [6]Merağî ise, peygamberler kıssaları hakkında bir bilgin yoktu, şeklinde bütün kıssaları içine alan bir yorum getirmiştir.

Bütün bu yorumları ve âyetin anlatım tarzını bir araya getirdiğimizde, yukarıda da değindiğimiz gibi, Yusuf Peygamberle ilgili kıssa, Hz. Peygam­ber (A.S.) Efendimize vahyedilmeden önce, onun bu konuda doğru ve sıh­hatli bir bilgisi yoktu, diyebiliriz. [7]

 

Tevrat'ta Yusuf Peygamber Kıssası

 

Mevcut Tevrat nüshalarında bu kıssaya geniş yer verildiğini görmek­teyiz. O kadar ki, konu romantik bir havaya sokulmuş ve çok detaylı ola­rak anlatılmıştır. Onlardan tashihi gereken önemli birkaç maddeyi tesbit-le yetiniyoruz :

1— Kardeşlen Yusuf'u alıp sürüyü gütmeğe götürdüklerinde, Yusuf 17 yaşında idi.

Kur'ân'da onun kaç yaşında olduğu üzerinde durulmaz, ancak kar­deşlerinin onu kuyuya attıktan sonra babalarını inandırmak için gömleği­ne başka bir kan bulaştırıp getirdiklerine bakılırsa, Yusuf'un daha küçük olduğu anlaşılır.

2—  Yusuf Peygamberin iki defa rüya gördüğü, birinde kardeşleriyle beraber tarlada biçilen ürünü demet yaparken kaıdeslerinin hazırladıkları demetlerin gelip Yusuf'un demeti etrafında toplanarak eğildikleri anlatı­lır. Diğerinde ise, Kur'ân'da açıklandığı üzere, güneş ay ve ur. bir yıldızın Yusuf'a secde ettikleri biraz daha geniş şekilde belirtilir. Ayrıca Yusuf'un bu iki rüyasını da kardeşlerine anlattığı kaydedilir.

Kur'ân'da ise, sadece bu ikinci rüyasından söz edilir ve rüyasını ba­basına anlatınca, «bunu kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurar­lar. Çünkü şeytan insana gerçekten açık bir düşmandır.» diye tavsiyede bulunduğu belirtilir. Böylece Kur'ân, Tevrat'ın o kısmını tashîh eder.

3—  Yusuf Peygamber, gördüğü ikinci rüyayı da babasına anlatınca Yâkub Peygamberin öfkelendiği ve yoksa ben, annen ve kardeşlerin senin önünde mi eğileceğiz?! dediği nakledilir.

Kur'ân'da Yâkub Peygamber'in öfkelenmediği, ancak rüyanın yoru­munu bildiğinden, endişelendiği ve bu rüyayı kardeşlerine anlatmamasını tenbîh ettiği açıklanarak Tevrat'ın o kısmı düzeltilir.

Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attıktan sonra îsmaîllîlerin oluşturdu­ğu bir kervanın yaklaşmakta olduğunu gördükleri ve kardeşlerinden ya Yahuda'nın, ya da bir başkasının gelip Yusuf'u kuyudan çıkardığı ve köle diye o kervana sattığı anlatılır.

Kur'ân'da ise, Yusuf'un, kervandan bir adamın kuyuya kova salması neticesinde bulunduğu belirtilir. [8]

 

Önemli Bir Husus

 

Mekke'de inen Yusuf sûresinde kıssaların en güzeli anlatılırken, Hz. Muhammed'in (A.S.) o sıkıntılı ve netameli günlerde hayatının bir bölü­münün Yusuf Peygamberin hayatıyla benzerlik arzettiğine işaret edilir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, tıpkı Yusuf Peygamber gibi, yakın gele­cekte öz yurdundan çıkarılacağı; birçok mihnet, üzüntü ve sıkıntılardan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf Peygamber'i Mısır'da aziz kılıp kardeşlerini ayağına kadar getirttiği ve onun da geçmişin üzerine sünger çekerek kar-aeşlerini affettiği gibi, Hz. Muhammed'in de yakın gelecekte öz yurdu olan ekke'den çıkarılacağı, fakat çok geçmeden ilâhî inayetin bir başka tecellisine mazhar kılınarak Medine'de şehir devletini kuracağı ve çok geç­meden kendisini Mekke'den ayrılmaya mecbur eden müşriklerin baş aşa­ğı getirileceği, feth-i mübîn iie Hz. Muhammed'in (A.S,) önünde eğilecek­leri ve O'nun da geçmişin üzerine sünger çekerek onları affedeceği ilham ediliyor.

«Halbuki senin bundan, önce haberin yoktu..» mealindeki âyet bir ba­kıma bu mesajı vermekte ve zikredilen kıssaya benzerlik gösterecek olay­ların yakında gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Nitekim yapılan ciddi araştırmalara göre, Yusuf sûresi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke'de, kendisini imhaya karar veren müşriklerin birtakım tuzaklar kurmayı plân­ladıkları bir sırada indiği tesbit edilmiştir ki, Yusuf kıssası bütünüyle bir müjde anlamını taşımakta ve tuğyan eden kâfirlerin eninde sonunda hüs­rana uğrayacaklarına işaret etmektedir. [9]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanların din ve dünya işlerinde muhtaç bulun­dukları önemli bilgileri açık-seçik olarak ortaya koyan Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesinin nedeni üzerinde durulmakta ve bu hususta özellikle Arapların akıllarını iyice kullanmaları istenmektedir.

Sonra da kıssaların en güzeli olan Yusuf kıssasının anlatılacağı bil­dirilerek sıkıntılı günler yaşayan mü'minlere kurtuluşun çok yakın olduğu müjdelenmektedir.

Aşağıdaki âyetlerle, Yusuf Peygamberin kendisine henüz peygamber­lik verilmeden önce gördüğü rüyasına ve babasının tavsiyesine yer veril­mekte, sonra da Yâkub Peygamber'in gelecekle ilgili Yusuf'a verdiği ha­bere ve Yusuf'un ileride Allah'ın geniş çapta iltifatına mazhar kılınacağına dair yorumuna temas edilmekte ve konu üzerinde iyice düşünüp kendi le­himize birtakım sonuçlar çıkarmamız istenmektedir. [10]

 

Meali:

 

4   Hani bir vakitler Yusuf, babasına : «Babacığım, doğrusu ben rü­yamda onbir yıldız, Güneş ve Ay'ı gördüm, gördüm ki bunlar bana secde ediyorlar,» demişti.

5— {Yâkub ona): «Oğulcağızım, dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar; çünkü şeytan insana gerçekten açık bir düşmandır.

6 işte bunun gibi Rabbin seni seçecek; sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; hem sana, hem de Yâkub ailesine nimetini tamamlayacak, na­sıl ki daha önce ataların İbrahim ve İshâk üzerine nimetini tamamlamıştı.

Şüphesiz ki Rabbin (her şeyi gereği gibi) bilendir, yegâne hikmet sahibi­dir.»

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki, soylu cömertin, soylu cömert oğlu, soylu cömertin soylu cömert oğlu, İbrahim oğlu İshak'in oğlu Yakub'un oğiu Yusuf'tur.» [11]

Ebû Katade diyor ki : Beni rahatsız eden bazı rüyalar görüyordum. Bendeki bu hal, Peygamber (A.S.) Efendimizden şu hadîsi işitmeme kadar devam etti. Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu :

«Salih rüya Allah'tandır. Kötü rüya ise, şeytandandır. Sizden biriniz hoşunuza giden bir rüya gördüğü zaman, onu ancak sevdiği kimseye an­latsın. Kötü bir rüya gördüğünde ise, sol tarafına dönüp üç defa tüfleyerek şeytandan ve onun kötülüğünden Allah'a sığınsın. O takdirde kendisine bir zarar elbette vermez.» [12]

«Sizden biriniz hoşuna gideceği bir rüya gördüğünde, o herhalde Al­lah'tandır. O bakımdan Allah'a hamd etsin ve rüyasını (sevdiklerine) an­latsın. Hoşlanmayacağı bir rüya görürse, o şeytandandır, O nedenle şey­tandan ve onun şerrinden Allah'a sığınsın ve rüyasını kimseye anlatma­sın. Böyle yaptığı takdirde o rüyanın kendisine bir zararı dokunmaz.» [13]

«Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür ve rüya, gören onu anlatmadığı sürece onun üzerinde uçar halde durur. Anlattığı zaman düşer. Rüyayı ancak zeki ve bilgili olan birine veya yakın dostuna anlatsın.» [14]

«İhtiyaçları karşılayıp yerine getirmede, onu gizlemekle Allah'tan yar­dım dileyin, Çünkü gerçekten her nimet sahibine haset edilir.» [15]

 

Onbir Yıldızla Güneş Ve Ayın Secde Etmesi

 

«Hani bir vakitler Yusuf, babasına: «Babacığım, doğrusu ben rüvamda onbir yıldız, güneş ve ay'ı gördüm, gördüm ki bunlar bana secde ediyorlar» demişti.»

Onbir yıldız, Yusuf Peygamberin onbir kardeşine, güneş ile ay, onun baba ve anasına işarettir. Zira en sağlıklı tesbitiere göre, Yâkub Peygam­berin oniki oğlu dünyaya gelmiştir.

Buradaki secdenin anlamı, saygı makamında baş eğmektir. Müfessir-lerden bir kısmının araştırmalarına göre, o devirde Mısır ve Filistin yöre­lerinde devlet büyüklerine saygı göstermek için hafifçe baş ve bazan da başla birlikte bel eğmek âdet imiş. İhtimal ki, Yâkub Peygamber, eşi ve onbir oğlu, Mısır'a nakledildikleri zaman, devletin üst kademesinde önem­li makamda bulunan Yusuf Peygambere, yöre geleneklerine uyarak baş­larını eğmek suretiyle sevgi ve saygılannı ifade etmişlerdir. O bakımdan Yusuf Peygamberin rüyasında gördüğü ve Kur'ân'ın secde diye bahsettiği saygı, bu anlamdadır. Bundan başka secdenin bir diğer manası, eşyanın ilâhî buyruğa, yani cari olan sünnetullaha uyarak baş eğmesi, yuKİenilen programa göre hareket edip varlığını ve ödevini yerine getirmesidir.

Terim olarak, ibâdet niyetiyle Allah'ın manevî huzurunda eğilip alnı yere koymaktır. Nitekim Râğıp el-Esbehanî, kendi Müfredat'ında diyor ki: «Secdenin aslı, tezellül, yani mahviyet içinde alçalmadır. Daha cok Al­lah'ın huzurunda mahviyet ve teslimiyet düzeyinde alçalıp kulluğu ifade etme anlamında kullanılır.

Ayrıca secde, biri ihtiyari, diğeri teshirî olmak üzere ikiye ayrılır. İh­tiyarî secde, mü'minlerin Allah'a yaptığı secdedir ki bunun şeklini ve hik­metini peygamber (A.S.) belirlemiştir. Teshirî secde ise, kâinatta yer alan her varlığın İlâhî sünnete uyup baş eğmesi ve yaratıldığı gaye ve hizmete yönelmesidir.

Yusuf Peygamber, Mısır'a aziz olduktan sonra babası, anası ve kar­deşlerinin ona secde etmeleri, yukarıda da belirttiğimiz âdetle ilgili sevgi ve saygı anlamında bir eğilmedir. Hatta Misırlı'ların o gibi secdeye, «sü-cûd-i baîr» dedikleri rivayet edilir. Devenin kendi binicisine baş eğip bin­mesine imkân verdiği için bu tabiri kullanmışlardır. [16]

 

Yâkub Peygamberin Yorumu

 

«Oğulcagızım, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar..»

Yusuf Peygamberi diğer oğullarına nisbetle biraz daha fazla seven Yâkub Peygamber, onun gördüğü rüyanın Allah'tan olduğunu anlamış ve yo­rumunu da peygamberlik bilgisiyle en sıhhatli şekilde yapmış ve yaptığı gibi de gerçekleşmiştir.

Rüya, uykuda duyular faaliyetini durdurunca ruhun İbrelerinden biri­nin misal âlemine uzanması ve orada, arşivlenen olayların misalleriyle bir bakıma temasa geçmesi neticesinde gerçekleşen bir olaydır. Ruhun uza­nan ibresi, hem olayların kendisini göremediği, hem de sadece misalleriy­le ilgi kurabildiği için, onları biraz karmaşık biçimde alıp beyne ulaştırır, O bakımdan rüyaların çoğunun yoruma ihtiyacı söz konusudur. [17]

 

Kıskanma Duygusu

 

İnsan ruhuna yerleşen, onunla birlikte doğan ve ölerv kıskançlık duy­gusu, meşru sınırlar içine alınıp gıptaya döndürülmediği taktirde sahibi­ni birtakım zararlı, ya da tehlikeli yollara itebilir. En azından kalp ve ka­fayı durmadan meşgul eder ve o yüzden insanı daha faydalı şeyleri yap­maktan alıkoyabilir.

İnsanların bu gibi manevî hastalıklarına dikkatleri çeken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İhtiyaçları yerine getirmede gizliliğe dikkat ederek Al­lah'tan yardım dileyin. Çünkü nimete erişen her kişi kıskançlığa hedef olur,» buyurmuştur. Yâkub Peygamber, hem oğullarının karakterini, hem insan psikolojisini çok iyi bildiğinden, Yusuf Peygamberi uyarmış ve kendi­sine rüyada ilham edileni gizli tutmasını emretmiştir. Bir de ara yere şey­tanın girip insanın bu duygusunu tahrik etmesi, tehlikeyi büsbütün artıra­bilir. Yâkub Peygamber bilhassa bu noktaya parmak basarak, «çünkü şeytan insana gerçekten acık bir düşmandır» deme ihtiyacını duymuştur. [18]

 

Kitab-I Mukaddeste Yusuf Olayı

 

Az yukarıda değindiğimiz gibi, Tevrat'ta birçok konularda olduğu gi­bi, Yusuf Peygamber olayı da hayli değişikliğe uğratılmış, Allah'tan indiril­diği ölçü ve muhtevada bırakılmamıştır. Kur'ân indiği gibi korunduğundan Allah'ın buyruklarını bütün tazeliğiyle yansıtmakta ve kutsal kitaplarda meydana gelen bazı yanlışları düzeltmektedir. Nitekim az yukarıda bun­ları birkaç madde halinde belirtmiştik. Sonra Tevrat'ta kıssa tam bir hikâ­ye şekline dönüştürülmüş, birtakım lüzumsuz şeylere yer verilerek ilâhî olma vasfı zedelenmiştir. O bakımdan ciddi bir mukayese yapmak isteyen­lerin Kitab-ı Mukaddes'in Tekvîn bölümü 39-48. baplarına bakmaları tav­siye olunur. [19]

 

Hz. Ömer'in (R.A.) Tevrat'tan Birkaç Yazıu Sahife Getirmesi..

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Tevrat ile İncil'de, bilgisiz ellerin dokun-masıyla meydana gelen tahrifatın Kur'ân'da meydana gelmemesi için bü­tün hassasiyetini ortaya koymuş, inen âyetlerin aynen korunmasını sağla­mak iÇi" hem ashabının çoğuna ezberletmiş,, hem de emrine hazır bekle­yen güvenilir kâtiplerine anında yazdırmıştır. Diğer önemli bir tedbir ola­rak da, kendi sözlerinin Kur'ân âyetlerine karıştırılmaması için onların ya­zılmasını bir süre durdurmuştur. Sonra da Kur'ân'm tdmamı ininceye ka­dar Tevrat ve İncil ile ilgilenilmesini hoş karşılamamıştır. Siyercilerin tes-bitine göre, Resûlüllah'ın (A.S.) bu ve benzeri tedbirleri Allah'ın muradına uygun düşmüş ve böylece Kur'ân'a insan sözü karıştırılamamıştrr. Nitekim Câbir b. Abdullah (R.A.)den yapılan rivayette, adı geçen şunları anlatmış­tır: «Ömer b. Hattab (R.A.), kitap ehlinden bazı kişflerden edindiği Tevrat sahifelerini alıp Resûlüllah (A.S.) Efendimize getirdi ve huzurunda oku­maya başladı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çok üzüldü ve şöyle buyurdu : «Ya Ömer! Onda yazılı bulunanlara hayret mi ediyorsunuz? Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, ben size onun apaydınını ve başka sözlerden arınmışını getirdim.... Yine canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, Musa Peygamber hayatta olsaydı, bana uymaktan başka bir yol seçmezdi.» [20]

Bu uyarı üzerine Hz. Ömer (R.A.) ayağa kalkıp şöyle dedi: «Biz, Al­lah'ın Rab, İslâm'ın din. Senin de hak peygamber olduğuna razı olmuşuz­dur.»

Bu konuda bir başka tarihî olay:

Cübeyr b. Nefîr anlatıyor: Hz. Ömer'in (R.A.) hilâfet yıllarında Müslü­manlardan iki zat Hımıs'ta bulundukları sırada, Yahudilerden okur-yazar olan bazı kişilerle görüşme fırsatını bulmuşlar ve onlar da Tevrat'tan ken­dilerince önemli kabul ettikleri bazı bölümleri getirip okumuşlar. Müslü­manların hoşuna gittiğini görünce, istinsah etmelerini önermişler. Onlar da bir sakınca görmeyerek istinsah işini tamamladıktan sonra Medine'ye dönmüşler ve Hz. Ömer (R.A.) ile görüşerek, izin verdiği takdirde istinsah jŞine devam edeceklerini söylemişler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.} on­lara : Herhalde yaptığınız istinsah yanınızda bulunuyor, değil mi? diye so~ ''unca, onlar da, evet diyerek bunda bir sakınca olmadığını anlatmak iste-"îŞler. Hz. Ömer (R.A.) onlara: Şimdi beni dinleyin, size bazı önemli şeyler anlatacağım demiş ve şöyle söze başlamıştır: Peygamber (A.S.) Efen­dimiz hayatta iken Hayber'e gittim. Orada bir yahudiden hem hoşuma gi­den, hem de fazlasıyla dikkatimi çeken birtakım güzei sözler dinledim. Ona, bu anlattıkların güzel sözlerin sende yazılısı var mıdır? diye sonJ'im. O da, evet diye cevap verince, hemen bir deri parçası temin ettim, o söy­ledi, ben yazdım. Birkaç forma olacak kadar karaladım. Dönüşümde Hz. Peygamber'in (A.S.) huzuruna çıktım ve aramızda şu konuşmalar geçti:

  Ya Resûlellah! Dedim, ve olup bitenleri anlattım.

  Ya Ömer! O yazdıklarını getir, diye emretti.

Onun beğeneceğini umduğum kısımları alıp getirdim. Bana :

  Otur da oku! dedi. Ben de okumaya başladım, derken başımı bir ara kaldırıp Peygamber (A.S.) Efendimizin yüzüne baktığımda renginin de­ğiştiğini ve çok üzüldüğünü gördüm. Bunun üzerine bir harf olsun okuma­ya müsaade istemeyi hem düşünmedim, hem de cesaret edemedim. Benim konuyu anladığımı sezince de elimdeki tomar halinde bulunan derileri aldı ve satırlarını bir bir çizip karaladıktan sonra şöyle buyurdu : «Bunlara uy­mayın, bu gibi şeylerin peşine düşmeyin. Zira bunlar yani bunları yazdıran­lar, hem insanı şaşırtırlar, hem de kendileri şaşkın kimselerdir.»

Hz. Ömer (R.A.) olayı buraya kadar anlattıktan sonra devamla demiş­tir ki: «Anladığıma göre, siz de bir şeyler karalayıp bir ümmete azap ve üzüntü vermek istiyorsunuz.» Onlar da, hayır böyle bir niyetimiz yok, de­mişler ve yanlarındaki yazılı kâğıtları yırtıp imha etmişlerdir. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Yusuf Peygamberin gördüğü rüyaya değinildi ve Vâkub Peygamber'in gelecek günlerde kıskançlıktan dolayı ortaya çıka­bilecek olayları düşünerek oğluna, Allah'ın ona teveccüh eden bu iltifatı­nı kardeşlerine anlatmamasını hatırlattığına yer verildi. Böylece her nîme-tin bir kıskançlığa neden olabileceğine işaretle mü'minlerin bu konuda duyarlı olmaları istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle Yusuf kıssasında, sorup öğrenmek, düşünüp idrâk etmek isteyenler için birçok öğüt ve ibretlerin yer aldığı belirtiliyor. Sonra da kardeşlerinin Yusuf'un vücudunu ortadan kaldırmak için birtakım çir­kin piânlar kurduklarına temasla, Allah'ın aziz kılmak istediğini kimselerin rüsvay edemiyeceğine, eninde sonunda haksızlığa uğratılanların üstün ge­leceğine işaret ediliyor. [22]

 

Meali:

 

7—  And olsun ki, Yusuf ve kardeşleri (arasında geçen olay)da soran­lara, (hem düzenli bir hayat yaşamaları, hem de Hz. Muhammed'in parlak geleceği hakkında) belgeler ve ibretler vardır.

8—  Hani kardeşleri: «And olsun ki Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidirler; halbuki biz güçlü bîr topluluğuz. Doğrusu babamız (bu hususta) açık bir yanılgı içindedir,» demişlerdi.

9—  Onlardan biri dedi ki: «Yusuf'u öldürünüz veya onu boş bîr ara­ziye atınız ki babanızın yüzü size dönüp ilgi kursun ve ondan sonra da ken­dini düzelten iyi kişiler olursunuz.»

10— Onlardan bîr sözcü de dedi ki: «Yusuf'u öldürmeyin, onu kuyu­nun derinliğine atın da gelip geçen kafilelerden biri onu orada raslayıp alır; eğer (ona herhalde) bir şey yapmak istiyorsanız, böyle yapın.»

11— (Bunun üzerine toplanıp babalarına gelerek) dediler ki: «Ey ba­bamız! Yusuf'u neden bize güvenip vermiyorsun? Oysa biz ondan yana herhalde iyilik düşünenleriz.»

12—  «Onu yarın bizimle gönder de gezip oynasın; şüphesiz ki onu koruyup gözetiriz.»

13— (Babaları) «Doğrusu onu aiıp götürmeniz beni çok üzer ve si­zin haberiniz yokken onu kurt yer diye korkuyorum,» dedi.

14— Onlar: «Eğer biz böyle güçlü bir toplulukken kurt onu yerse, o takdirde biz hüsrana uğramış oluruz,» dediler.

15— Ne vakit ki Yusuf'u alıp götürdüler ve toplanıp onu kuyunun di­bine bırakmayı kararlaştırdılar; biz de ona, «And olsun ki, sen (bir gün) onların bu yaptıklarını kendilerine, farkına varmadıkları bir halde haber vereceksin!» diye vahyettik.

16_17— Onlar yatsı vakti ağlayarak babalarına geldiler ve : «Ey ba­bamız! dediler, biz yarışmak üzere gittik; Yusuf'u da eşyamızın yanına bı­raktık, derken onu kurt yemiş; biz doğru (sözlü)ler de olsak sen bize inana­cak değilsin.»

18— Üzerine uydurma bir kan bulaştırıp gömleğini de getirmişlerdi. O da, «nefsiniz sizi aldatıp böylesine (çirkin bir işe) itmiştir. Artık (bana gereken) güzel bir sabır.. Anlattıklarınıza karşılık ancak, Allah'ın yardımı beklenir» dedi.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin ileri gelenlerinden ve az-çok Yusuf Peygamber kıssası hak­kında kulaktan dolma bilgisi bulunanlardan bir kaç kişi, Yahudi din adam­larının tahrikiyle kalkıp Hz. Muhammed'e (A.S.) geldiler ve şu soruyu yö­nelttiler: «İsrâiloğullan nasıl ve ne sebeple Mısır'a gidip yerleşebilmişler-dir?» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir.

Onların bu soruları vahiy ile cevaplanırken, İslâm'ın ve onu tebliğ ile görevli Hz. Muhammed'in (A.S.) her türlü zorluğu yenerek başarıya ula­şacakları, Hz. Muhammed'e (A.S.) kötülük yapan hısımlarının ve yakınla­rının bir gün bu davranışlarından dolayı utanıp pişmanlık duyacakları, çok geçmeden Mekke ve sonra da Arap Yarımadasında put adına bir şeyin kalmayacğı, ülkenin azgın müşriklerden, yalancı ve iftiracı münafıklar­dan temizleneceği müjdelenmektedir. Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şah­siyeti ve Kur'ân-ı Kerîm'in emsalsiz kudreti karşısında mağrur başların eğileceğine işaret edilerek mü'minler teselli edilmektedirler.

Ne yazık ki, kalpleri ve vicdanları kararan kardeşleri, Yusuf'taki ilâhî inayetin tecellisini ve ona lütfedeceği azizliği çok geç anlayabildikleri gi­bi, Mekkeli'ler de ancak yıllar sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yüceli­ğini, azizliğini ve her yanıyla ilâhî rahmeti yansıttığını anlayabilmişlerdir.

Görüldüğü gibi, bu iki ayn olay arasında büyük bir benzerlik vardır. Biri diğerini hatırlatmakta, işin sonunun nereye varacağını ilham etmekte­dir. Şüphesiz ki, kıssanın öğüt ve ibret alınacak hikmetlerinden biri de bu husustur. [23]

 

Çocuk Sevgisinde Eşitlik

 

«Hani kardeşleri: «And olsun ki Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir....» demişlerdi.»

İlgili âyetle önemli bir konu üzerinde duruluyor: Kardeşleriyle Yusuf Peygamber arasındaki kin ve düşmanlık, sevgi ve ilgide eşitliğin gözetil-mediğine bağlanıyor. Aile çatısı altında çocuklar arasında her bakımdan âdil davranrlmasının lüzumu belirtiliyor. Aksine bir tutumun, aileyi tedirgin edecek bazı olaylara neden olacağı ve bir takım gereksiz sürtüşme ve tar­tışmalara ortam hazırlayacağı hatırlatılarak konuyu hikmetiyle inceleme­miz emrediliyor.

O bakımdan çocukların ruhuna kıskançlık tohumlarını değil, yüksek ahlâk, fazîlet, adalet ve eşitlik fidelerini ekmemiz gerekmektedir. Çünkü çocuklar evin fidanlarıdırlar, hepsinin de aynı ölçüde bakım ve itinaya ih­tiyaçları söz konusudur. Ana-baba ne kadar plânlı ve düzenli davranır, ne kadar çok güzel model ve örnekler sergilerlerse çocuklarını o oranda te­sir alanlarına almayı başarabilirler ve ileride onların doğru yolu seçmele­rine en güzel ortamı hazırlamış olurlar.

Çocukları, yetişkin çağa geldikleri zaman değil, daha küçük yaşlarda iken eğitip sevgi ve saygı, doğruluk ve fazîlet kalıbında şekillendirmek şart­tır. Birine ilgi ve sevgi gösterirken diğerini ihmal etmek, birini diğerinin yanında övmek, çocuğun kıskanç yetişmesine, kardeşlerine karşı kin ve düşmanlık beslemesine sebep olabilir. Nitekim Yusuf Peygamber ile kar­deşleri arasında meydana gelen boşluğun sebebini Kur'ân bize çok anlam­lı ve düşündürücü bir ifadeyle açıklamaktadır.

Belki de Yâkub (A.S.) evlâdına sevgi ve ilgide eşitliği gözetmiştir; ama oğullan bunun aksini anlamışlardır.

Unutmamamız gereken bir husus da şudur: Çocuğun aynası, çoğu za­man ana ve babasıdır. O bakımdan bu aynada her zaman çok güzel şey­ler görmelidir.                                                                                                            

Çocuklar yaratılışlarında genellikle açık kalpli ve sadedirler. Aile ve çevre ya onların bu yönünü geliştirip çok yararlı bir düzeye getirirler, ya da köreltip onları âsi yapabilirler. O bakımdan çocuktaki her hatanın, her kö­tü davranışın nedenlerini ana ve baba başbaşa verip aramalı ve önce ken­dilerini iyice yoklamalıdırlar.

Terbiyecilerin çocuk hakkındaki şu teşhisleri çok anlamlıdır, onu her zaman ana ve babalar hatırlarına getirmelidirler. «Çocuklar da bazı hay­vanlar gibi koku almakta çok duyarlıdırlar; iyiyi ve kötüyü herkesten önce anlarlar.» [24]

 

Üzücü Olaylar Karşısında Güzelce Sabır

 

«O da: Nefsiniz sizi aldat*) boyleşine (çirkin bir işe) İtmiştir. Artık (bana gereken) güzel bir sabır...dedi.»

Hayatımız iyi ve kötü, sevindirici ve üzücü olaylarla doludur. Bir gün sevinebilir, diğer bir gün üzüiebiliriz. Sevindirici olaylar karşısında şımar-mayıp Allah'ı daha çok hatırlamamız ve O'na gönülden şükretmemiz ge­rekir. Üzüaü olaylar karşısında yine Allah'ı hatırlayıp O'na sığınmamız, O'ndan yardım beklememizle teselli bulur ve hayat yolunda hedefimize doğru ilerleme imkânını elde edebiliriz. Gerek Yusuf Peygamberin kuyu­ya atılma ve sonra da köle diye satılma olayı karşısında sabredip her ba­kımdan Allah'a güvenip dayanması; gerekse sevgili oğlunu kaybetme bed­bahtlığına uğrayan Yâkub Peygamber'in «Artık (bana gereken) güzel bir sabır..» diyerek Cenâb-ı Hakk'ın yardımını beklemekten başka çare olma­dığını söylemesi ve bu olayları hafif ve basit gösterecek kadar sıkıntılara, saldırılara, işkence ve haksızlıklara maruz kalan Hz. Muhammed'in (A.S.) bir an olsun sabrı elden bırakmaması, her durumda Allah'ın rahmet ve İnayetini dilemesi ve O'na güvenip dayanması kıyamete kadar aklı eren İnanmışlar için en güzel örneklerdir.

Diyebiliriz ki, gönül yatışkanlığı ve imân devleti atmosferi içinde ya­şamanın sırlarından biri de sabırdır; olaylara göğüs gerip dayanma gü­cünü ortaya koymak ve Allah'ı hatırlayarak O'nun sonsuz rahmet ve ina­yetinin tecelli edeceğine inanarak teselli bulmaktır.

Sabırla yapılan her iş, ancak sabırla tadılabilir. Sabrın evveli acıdır, ama sonu tatlı olur, diyenler, yılların tecrübelerine dayanan bir neticeyi çı­karıp özetlemişlerdir. Sabırsız insanlar, zavallı insanlardır. Çünkü sabır­sızlık, mümkün olanı çoğu zaman imkânsız kılabilir. İsa Peygamber'in dedi'ği gibi: «Hoşlanmadığına sabretmedikçe, hoşlandığını ele geçiremez­sin.»

Resülüllah. (A.S.) Efendimiz, «Allah'ın yardımı, sabırla beraberdir.» bu-Vururken, bunun en mükemmel misalini kendi hayatında ortaya koymuş ve enab-ı Hakk'ın geniş yardımına mazhar olmuştur.

Sonuç olarak, Yusuf Peygamber güzelce sabretmesini bildiği ve her fırtınalı dönemde Allah'a sığınıp O'nun yardımına gönül bağladığı için Mı­sır ülkesinde en yüksek makamlara lâyık görülmüştür. Babası! Yâkub Pey­gamber güzelce sabrettiği için sevgili oğluna kavuşmuş ve gözleri yeni­den açılmıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve arkadaşları binbir mihnete katlanıp Allah yolunda hizmet etmeyi sabırla yürüttükleri için çeyrek asır geçmeden Arap Yarımadası'nı fethetmişlerdir, [25]

 

Çocuğu Önce Allah'a Emanet Etmek

 

Allah koruyucuların en hayırlısı, kendisine emanet edileni zayi etme­den sahibine teslim edenlerin en güveniliridir. O bakımdan İslâm, hemen her konuda insana Allah'ı hatırlatır. Sabahleyin evimizden çıkıp akşam­layın dönünceye ve yatağımıza uzanıncaya kadar günlük hayatımızın her bölümünde Allah'ı anmamızın tavsiye edilmesi, elbetteki boşuna değildir. Bütün kuvvet ve kudret, tasarruf ve gözetme, koruyup selâmete erdirme Allah'a aittir. O'nun ilmi ve kudreti kâinatın her zerresini kapsayıp kuşat­mış ve her şeye nüfuz etmiştir. Bunun için bir işe başlarken, bir yere adım atarken, bir şey verip alırken, bir konuya girerken, geride bir şey bırakıp ayrılırken, sevdiklerimizi yolcu ederken veya onlardan ayrılırken Allah'ı hatırlamamız, her işimizi ve sevdiklerimizi O'na emanet etmemiz kadar ta­bii ne olabilir?

İnsanların gafletlerinden biri de, mallarını, makamlarını, çocuklarını ve ailelerini geride bırakıp ayrılırken, onları şu dostlarına!, DU\ hısımları­na emanet ederken Allah'ı unutmalarıdır. Oysa ilk anda onları Allah'a ema­net etmek, sonra da dost ve yakınlara ilgilenmeleri için tavsiye ve istekte bulunmak, en kuvvetli ve en güvenilir dayanağı seçmekle hem kendini, hem sevdiklerini emniyet altına almış olur.

Şüphesiz ki böylesine asil bir düşünce ve davranış, imân edenlere hastır ve onlar için geçerlidir.

Yâkub Peygamber'in Yusuf'a duyduğu sevginin farklı olduğu anlaşılı­yor. Bir peygamber olarak kalbi her an Allah'a bağlı bulunmakla beraber, Yusuf'u kardeşlerine emanet ederken -ne hikmetse- sözlü olarak Allah'a emanet etmeyi unutmuştur. O yüzden uzun yıllar onu kaybedip görememe mutsuzluğuna uğramıştır.

Bu olay aynı zamanda Hz. Muhammed'in (A.S.) kendi arkadaşlarını az­gın müşriklerin belâsından kurtarma çabası verirken, onları her an Allah'a emanet etmesini tavsiye anlamında bir işaret ve telmihtir. Nitekim Resû­lüllah (A.S.) Efendimiz böylesine bir tevekkül ve güvenle bağlanmayı hayatı boyunca ihmal etmemiş ve unutmamıştır. Konuyu, tarihî bir olayla bağlamak istiyoruz:

Hz. Ömer'in {R.A.) hilâfet yıllarında bir adam uzun bir yolculuğa çıkar­ken karısı hamile bulunuyordu. Ana rahmindeki çocuğunu Allah'a emanet ettiği halde, eşini emanet etmeyi düşünmemiş ve öylece yola çıkmıştı. Aylar sonra geri döndüğünde eşinin doğum esnasında öldüğünü, çocuğun ise yaşadığını öğrenince çok üzüldü ve derdini halîfeye anlattı. O da sordu:

  İyi ama hep dert yanıyor, başına gelen bu musîbeti bir bakıma Al­lah'tan biliyorsun. Sen yola çıkarken ne yaptın, neler düşündün?

  Eşimin karnındaki  çocuğu Allah'a emanet ettim ve öylece yola çıktım, diye cevap verince, Hz. Ömer (R.A.) tekrar sordu:

  Eşini de Allah'a emanet etmedin mi?

  Hayır, onu o anda düşünemedim, dedi. Hz. Ömer (R.A.) ona :

  A adam! Eşini de Allah'a emanet etseydin, Allah elbette kendisine emanet edileni korurdu. Ama ne yapalım ki, böyle düşünememişsin, Al­lah kendisine emanet edilen çocuğu koruyup sana kavuşturdu, eşin ise, öldü. İlâhî takdire rıza göstermekten  başka  ne yapabiliriz ki?, diyerek yolculuğa çıkarken gaflet ettiğini ona hatırlattı.

Ayetler arasında bağlantı

Yukarıda geçen âyetlerle, Yusuf kıssasında soranlar ve düşünebilen­ler için ibret ve öğüt alınacak safhalar ve belgeler bulunduğu açıklandı. Yusuf'u kıskanan kardeşlerinin tam bir zulüm tablosu oluşturarak onun vücudunu- ortadan kaldırmayı nasıl plânladıkları anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın, suçsuz ve masum olan Yusuf Peygam­berle ilgili plânının adım adım hedefine doğru ilerlediği belirtiliyor. Yusuf Peygamberin kuyudan kurtarılması, sonra köle diye bir Mısırlı devlet ada­mına satılması, çocuğu olmayan o devlet adamının Yusuf'a sıcak ilgi duy­ması konu edilerek eninde sonunda Yusuf Peygamber'in iyi niyetine, Al­lah'a dayanıp güvenmesine ve birçok mihnetlere göğüs germesine karşı­lık nasıl mükâfatlandırdığına dikkatler çekilerek, Allah'ın iyiliği huy edi­nenlerden yana olduğuna güzel bir misal veriliyor. [26]

 

Meali:

 

19— Ve bir kervan geldi, sucularını gönderdiler, o da kovasını (kuyu­daki) suya saldı; «Ey müjde, işte bir oğlan!» dedi. Onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Allah, onların ne yaptıklarını bilendir.

20—  Onlar (böylece) Yusuf'u pek az bir fiatla, birkaç dirheme sattı­lar; onun hakkında isteksizlerden idiler.

21—  Onu satın alan Mısırlı adam, karısına: «Buna iyi bakıp ikramda bulun. Umulur ki bize yaran dokunur veya oğul ediniriz. İşte Yusuf'u böy­lece (Mısır) toprağına yerleştirdik ve ona rüyaların yorumunu öğrettik. Al­lah kendi emrinde (mutlak) üstündür. Ne var ki, insanların çoğu bilmezler.

22__ Olgunluk çağına erişince ona hikmetle hükmetme becerisi ve ilim verdik. Ve işte iyiliği, yardımseverliği huy edinenleri böyle mükâfat­landırırız.

 

Yusuf'un Az Bir Fiatla Satılması

 

Kervanda bulunanlar, Yusuf'u kuyuda bulunca önce sevindiler sonra da sahibi çıkar diye çevreden gizleyerek bir Mısırlı'ya yok pahasına sattı­lar. Şüphesiz ki bu satışta büyük bir hayır ve mutlu bir gelecek gizliydi.

Mekkeli müşrikler de, Hz. Muhammed'e (A.S.) peygamberlik verilme­den önce, Onun varlığıyla mutluluk duyuyorlardı. Risalet göreviyle işe baş­layınca. Onun gerçek kıymetini bilemediler. Maddeye ve putlara olan şuur­suzca bağlılıkları, en yüksek kıymetin ülkelerinden ayrılmasına sebep ol­du..... Medineli'ler o kıymete sahip çıktılar. Bunlar o zaman için az bir top­luluk idi, ama Mekke'den istemiyerek ayrılması ve Medine'ye kabul edil­mesi başarıya erişmenin en kuvvetli adımlarından biri olarak düşünülebi­lir. Zira bütün bu olayların arkasında ilâhî plân kusursuzca uygulanıyor; mutlu yarınlar, üstün başarılar Onu sabırsızlıkla bekliyordu. Nitekim öyle oldu. Şüphesiz ki Allah kendi emrinde ve işinde daima üstündür. Ne var ki, insanların çoğu bu hakikati bilmezler.

Anlaşıldığı üzere, iki ayrı olay arasında büyük benzerlik söz konusu­dur. Biri diğerini aydınlatmakta, önceki olay sonrakinin hedef ve sonucu­nu belirlemektedir. [27]

 

Olgunluk Çağı

 

«Olgunluk çağına erişince, ona hikmetle hükmetme becerisi ve ilim verdik. Ve işte iyiliği, yardımseverliği huy edinenleri böyle mükâfatlandırırız.»

İlgili âyetle, milletlere, kavim ve toplumlara idare edilme yolunda gü­zel bir ölçü ve kıstas veriliyor ve Yusuf Peygamber'in hayatı buna misal olarak gösteriliyor. Şöyle ki: Her peygamberde olduğu gibi Yusuf Peygam­ber de tam olgunluk çağma girmeden kendisine ilâhî emanet, yani nübüv­vet ve onun içerdiği ilim, hikmet, sevk ve idare etme becerisi verilmemiş­tir. Bu yetenekler onun yaş bakımından büyümesiyle tekâmül etmiş ve so­nunda Allah'ın vahyetmesiyle zenginleşmiştir.

O bakımdan bir kurumu veya ülkeyi toy, tecrübesiz ellere teslim et­menin birçok sıkıntıları da beraberinde getireceğini unutmamak gerekir.

Genç kişi tahsilli ve bilgili olabilir, ama tecrübe, beceri, basîretle idare et­me ayrı konulardır. Bunlar tahsil ve bilgiyle birleştiği takdirde feyizli hiz­metler verilebilir.

Kur'ân'ın anlatım üslûbuna ve kıssayı şekillendirme metoduna dikkat­le baktığımızda, Yusuf Peygamber tam olgunluk çağına girince kendisine önce hikmetle hükmetme becerisinin, sonra da geniş bilginin, yani haikı idare etmenin yol ve yöntemlerinin verildiğini anlıyoruz. Bu olay, yalnız bilginin veya yalnız becerinin yeterli olmadığını, bunların hikmet ve basî--etle birleşip bütünleşmesinin lüzumlu bulunduğunu açık şekilde vurgula-naktadır. [28]

 

Yükselmenin Yolu Ve Liderlik

 

Kur'ân yükselmenin yolunu belirlerken, kökünde iyilik, fazîlet, adalet ve hoşgörü mayasının bulunmasının gereğine işaret etmektedir. Temelin­de bu mayası bulunmayanların fazîlet burcuna yükselmesi çok zordur. Yusuf Peygamber'in soydan ve aileden gelme bazı özellikleri vardı: İyilik, sevgi, saygı, merhamet, sabır, Allah'a güvenip dayanma şuur ve inancı, fi­ziksel yapısının da mükemmelliği bunlardan bir kaçıdır. Kuşkusuz İslâm'a göre, belirtilen özelliklerin ve vasıfların liderde aranılan şartlardan bir kıs­mı olduğu söylenebilir. Nitekim Bakara sûresi 247. âyetin tefsirinde Talût kıssasında bu konuya geniş yer verilmiş ve yeterli açıklama yapılmıştır.

Ancak şu hususu belirtelim ki, İslâm, imân temeli üzerinde yükselen olgunluk, bilgi, beceri, ahlâk, fazîlet, idare etme kabiliyeti, hoşgörü, mer­hamet ve sabır gibi vasıfları liderde ararken, bu arada cesaret, kahraman­lık ve fizikî yapının da göz dolduracak bir ölçüde olması gibi özellikleri ter-cîh nedeni olarak ortaya koymuştur. O bakımdan birinci gruptaki vasıfları kendinde taşıyan, ikinci gruptaki özellikleri bulunmayan lider namzetine, yanında her iki gruptaki sıfat ve özellikleri birlikte taşıyan başka lider nam-zeti bulunmadığı takdirde, itibar edilir. [29]

 

Böyle Değerleri Bulup Seçme Basireti

 

İslâm'ın liderle ilgili kıstası elbetteki, aklı eren her millet ve toplum için geçerlidir. Zira unutmamak gerekir ki, makam ve mevkileri para ile satın alanlar, masraflarını geri alma gayretine düşerler. Kişisel çıkarından dola­yı, haktan yana gözüküp koltuğa oturanlardan fazla bir fazîiet örneği bek­lemek safdillik olur. Kediyi ipekli koltuklara da oturtsak, bir parça et veya bir fare görünce koltuğun şerefini unutup avını yakalamaya atılır. Kurba-

ğayı bir koltuğa oturtsan, o yine' çamura atlar. O baMmdan Eflatun'un de­diği gibi, iktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyaç duymayanlara verilmelidir.

Evet, bir mevki kapmak ne kadar güç olursa, o mevkie lâyık olmak daha güçtür. O bakımdan Kur'ân'da Talût ve Yusuf gibi iki önemli lider­den ve onların özelliklerinden bahsedilmesi boşuna değildir; milletlere li­derlik konusunda yol gösterecek anlamda birer misaldir.

Yusuf Peygamberi satın alan zatın, Mısır azizi, yani veziri, ya da valisi olduğu ve zamanla Yusuf Peygamber'in o zatın yerine azi? tayin edildiği anlaşılıyor.

Önemli olan bu vezirin, Yusuf gibi üstün bir değeri az-çok fark etme­si ve eşine: «Buna iyi bakıp ikramda bulun. Umulur ki bize yararı dokunur veya oğul ediniriz.» demesidir. Nitekim Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Mes'ud (R.A.) şöyle demiştir: «İnsanların en ferasetlisi, çabuk sezip ger­çeği kavrayanı şu üç kimsedir: Yusuf Peygamberi satın alıp eşine «Buna iyi bak...» diyen Mısır valisi veya veziri; Musa Peygamber hakkında baba­sına, «Babacığım bunu ücretle tut....» diyen Şuayb Peygamberin kızı ve ölüm hastalığı içinde iken Hz. Ömer'i kendi yerine halîfe seçen Ebû Bekir Sıddîk {R.A.)..» [30]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, suçsuz masum bir insanı Allah'ın nasıl koruyup başarıya eriştirdiği anlatıldı. Allah'a güvenip dayanan, üzüoü olaylar kar­şısında dayanma gücünü ortaya koymasını bilen ve dünya hayatına geti­rilişinin hikmetini idrâk eden Yusuf'un adım adım önündeki zikzaklı yolu nasıi katettiği, bütün ibretli safhalarıyla konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, gençliğinin en ateşli döneminde, bekârlığına ve çekiciliğine rağmen, güzel soylu bir kadının çağrısına olumsuz cevap ve­rerek Allah'tan korktuğunu ifade eden Yusuf Peygamber, hem gençlere örnek olarak gösteriliyor, hem de Allah'tan saygı ile korkan bir mü'minin ne kadar güvenilir bir kimse olduğu vurgulanıyor. [31]

 

Meali:

 

23—  Bulunduğu evin hanımı onu kendisiyle ilişki kurmaya çağırdı;

kapıları da İyice kapadı ve «haydi yaklaşsana!» dedi. Yusuf, «Allah'a sığı­nırım; çünkü o (senin kocan) benim efendimdir; bana çok baktı. Şüphesiz ki haksızlık edenler kurtuluşa eremezler» dedi.

24—  And olsun ki kadın niyetini bozup onu kasdetmişti; eğer Rabbin-den bir burhan (açık bir kanıt ve belge) görmemiş olsaydı, o da kadına (yönelmeye ya da ona hakaret etmeye) niyetlenmişti. İşte biz böylece on­dan kötülüğü ve hayasızlığı çeviririz; çünkü o bizim gösterişten uzak cid­diyet ve samimiyete ermiş kullarımızdandı.

25—  (O sebeple ikisi birden) kapıya doğru koştular; kadın onun gömleğini arkadan yırttı, derken kapının yanında kadının eferidisiyle karşılaştı­lar. Kadın, «senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası yn ândandır, ya da elem verici bir azap» dedi. (Ve Yusuf'u mütecaviz olarak tanıtmaya ça­lıştı).

26-27— Yusuf, «O beni kendine çağırdı» dedi. Kadının ailesinden biri şahitlik ederek dedi kî: «Eğer Yusuf'un gömleği önden yırtılrrassa, kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yır­tıl mışsa, kadın' yalan söylemiştir, o ise doğru sözlülerdendir.»

28— Evin efendisi Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: «Doğrusu bu, siz (kadınlar)ın hi(esindendir; çünkü sizin hileniz pek büyüktür!»

29— «Ey Yusuf! sen bu (konuyu açmak)dan vazgeç; ey kadın, sen de günahından dolayı bağışlanma dile. Çünkü herhalde sen günah işle­yenlerden oldun.»

 

İffet Ve Namus Örneği

 

«Bulunduğu evin hanımı onu kendisiyle İlişki kurlaya çağırdı; kapıları kapadı ve «haydi yaklaşsana» dedi. Yusuf, «Allah'a ıgımrım; çünkü o (senin kocan) benim efendimdir; bana çok baktı. Şüp-nesız kî haksızlık edenler kurtuluşa eremezler» dedi.»

Gençliğinin en ateşli çağında, fiziksel yapısının en güzel endamında. terbiye ve nezaketin doruğunda, iffet ve namusun en sağlam kalesinde bu­lunan Yusuf Peygamber, güzelliğiyle mağrur, soyluluğuyla meşhur bir ka­dının en çekici davetine muhatap olmuştur. Odada ikisinden başka kimse yok ve kapılar da iyice kapatılmıştır. Biri nefsinin esiri, diğeri Yüce Yara-tan'ın samimi kulu.. Biri helâl ve haram sınırlarım tanımayan şehvet delisi, diğeri ilâhî hududu bilen, Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi görüp gözettiğine ina­nan sadık bir mü'min..

Tablo oldukça dikkat çekici, her gencin dayanamıyacağı bir ölçü ve kıvamda.. Allah'ın inayet ve futfuna mazhar olan genç ve yakışıklı Yusuf Peygamber, imân ve irfanından, edep ve terbiyesinden yükselen karşı koyma gücünü sergiliyor: Allah'a sığınırım, diyerek nefsine hakimiyetini ortaya koyuyor. Sonra da o hanıma, «hem senin kocan benim efendimdir, bana çok güzel baktı. Şüphesiz ki haksızlık edenler kurtuluşa eremezler» diyerek ahde vefanın, sadık bir dost ve haksever bir yardımcı olmanın en güzel ölçüsünü veriyor; beş dakikalık bir zevk için dünya ve âhiretini ber­bat edemiyeceğini bütün safiyetiyfe dile getiriyordu.

Sonra da bu nefse hâkimiyetin, dayanma gücünün ve yüksek irfanın mükâfatına kat kat erişiyor, Mısır'a vezir oluyor.

İşte inanan gençlerimize iffet ve namus, dindarlık ve fazîlet örneği! İşte her iki hayatta da başarılı olmanın, anılmaya değer isim bırakmanın nurlu yolu!.

Diğer bir husus ta şudur: Servet ve makamlar, namus ve iffetin kay­nağı mıdır? Olaylar hep bu soruya «hayır» diye cevap vermiştir Gerçek kaynağın, Allah'a dosdoğru imân temeli üzerinde yükselip gönüllerde âbi-deleşen ahlâk ve terbiye olduğu kesinlik kazanmıştır.

Ne Kocasının yüksek mevkii, ne de soyluluk ve servet insana üstün meziyetler verir Temelde ve mayada iman ve irfan ile beslenen fıtrat cev-neridir. ki inşam insan yapar. Ne var ki, bazan servet, soyluluk, makam gi­bi arızı şeyler nefisten fışkırtp ruhu istilâ eden, aklı perdeleyen kötülük­leri bir süre gizleyebilir.

Ama unutmayalım ki, hasır üzerinde oturan, ilâhî buyrukları kaftan edinip giyinen bir fakir, ya da orta halli, bir prensten daha soyludur. Yu­suf Peygamber gibi masum, soylu bir kişi, soyluluğunu kâğıt üzerinde de­ğil, hayatının her parçasında parıldayan iffet, namus, vakar, edep ve ter­biye ile gösterir. [32]

 

Kadının Arzusunu Dile Getirmesi, Yusuf'un İlâhî Burhan Görmesi

 

«And olsun ki, kadın niyetini bozup onu kasdetmişti. Eğer Rabbinden bir burhan (açık bir kanıt ve belge) görmemiş olsaydı, o da kadına (yönelmeye, ya da ona hakaret etmeye) niyetlenmişti.»

Nefsin İblîsle birleşip aklın ve sağduyunun önüne geçerek nazım rol oynadığı sahnede, bekâr bir gencin durumunun ne kadar zor ve çetin ol­duğunu anlamamak mümkün mü? Ama fazîlet ve iffetin timsali Yusuf Pey­gamber o anda Allah'ın her şeyi görüp denetlediğini için için duyarak nefsine hâkim olmuş, hem de ekmeğini yediği soylu bir kadını itip defetme gibi küçültücü kaba bir davranışta bulunmaktan kaçınmıştır. Şüphesiz ki, onun bu asil davranışı ve imânından kaynaklanan düşüncesi, Allah'a dosdoğru imân eden her genç için en güzel misaldir.

Rabbın burhanı ne idi?

Bu hususta başta Kurtubî olmak üzere müfessirler senedi zayıf birkaç rivayet yapmışlarsa da, hiç biri sadra şifa verecek ölçü ve anlamda değil­dir. Bize göre, Yusuf Peygamber'in içinde doğan Allah korkusu ve köklü imân nurudur ki, onu kalp gözüyle görmüştür. Nitekim 23. âyette onun içinde doğan imân nuru ve Allah korkusu belirtilmiş bulunuyor. Hani evin hanımı onu kendine davet ettiğinde, «Allah'a sığınırım; çünkü o (senin ko­çan) benim efendimdir; bana çok baktı. Şüphesiz ki haksızlık edenler kur­tuluşa eremezler», demesi, o burhanı bütün açıklığıyla yansıtıyor. [33]

 

Evin Efendisinin Büyüklüğü

 

«Ey Yusuf! Sen bu (konuyu açmak) ton vazgeç. Ey kadın, sen de günahından dolayı bağış­lanma dile. Çünkü elbette sen günah işleyenlerden oldun.»

Konunun iç yüzüne vakıf olup gerçeği öğrenince sakin davranması, onları bir bir dinleyip gerekeni söylemesi ve aile sırrının saklı tutulmasını Yusuf'tan istemesi, onun çok tecrübeli, güngörmüş bir efendi olduğunu kanıtlar. Şüphesiz ki, hayatta en zor şeylerden biri, karşısına çıkan bu gi-11 yüz kızartıcı, haysiyet kırıcı olayları sükûnet, vakar ve sabırla karşıla­mak; kendilerini ileride pişman etmiyecek, özür dilemeye mahal bırakma-

yacak şekilde akıl süzgecinden geçirip karar vermektir. İşte bunu bece-rebildiğimiz ölçüde efendi sayılabilir, olayların içinden yüz akıyla çıkabi­liriz. [34]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf Peygamberin çetin bir sınav verdiği, genç­liğinin en ateşli döneminde nefsine hâkim olup Allah korkusunu rehber ve burhan edindiği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, evin hanımının Yusuf'a iyice aşık olduğu ve ola­yı işiten veya tahmin eden tanıdık kadınlara, haklılığını göstermeğe çalış­tığı anlatılıyor. Sonunda Yusuf Peygamberi zindanla zina arasında bir ter-cîh yapma zorunda bırakıyor. Yusuf Peygamber'in bütün masumiyetine rağmen, günah işlemektense zindanı tercîh ettiği, duygulandırıcı yanlarıy­la işleniyor. Arkasından, zindanda iki arkadaşının rüyalarını yorumladığına ve zindandan yakında çıkacak olan arkadaşına, beni efendinin yanında ha­tırla dediğine değinilerek öğüt alınacak bilgiler veriliyor. [35]

 

Meali:

 

30—  Şehirde {olayı duyan soylu) kadınlar, «A^iz (vezir)in karısı deli-

kanlısıyla ilişki kurmak için onu kendine davet ediyormuş; ona olan aşkı yüreğinin derinliğine işlemiş. Doğrusu biz onu açık bir sapıklık içinde gö­rüyoruz» diye (dedikodu yapmışlardı).

31—  Kadınların dedikodu mahiyetindeki fısıldaşmalarını İşitince on­ları davet edip kendileri için dayalı-döşeli yer hazırladı. Sonra da (gelen) kadınlardan herbirinin (eline) bir bıçak verdi ve (Yusuf'a seslenerek) «çık karşılarına!» dedi. Oniar Yusuf'u görünce, onu kendi" gözlerinde iyice bü­yüttüler de (şaşkınlıktan) ellerini kestiler ve «hâşâ, Allah'ı tenzih ederiz, bu bir insan değil, ancak güzel-çekici bir melektir» dediler.

32—  Azizin karısı onlara: «İşte beni, hakkında kınadığınız delikanlı bu! Yemin ederim ki, ben ilişki kurmak için bunu kendime çağırdım, fakat o iffet gösterip çekindi. Ama benim kendisine emrettiğimi yapmıyacak olursa, herhalde zindana atılacak, aşağılanıp perişanlığa sürüklenenlerden olacak» dedi.

33—  (Bunun üzerine Yusuf) dedi ki: «Rabbim! zindan bana bunların davet ettiği şeyden daha sevimlidir ve eğer sen, bu kadınların hile ve fen­dini benden çevirmezsen, olur da onlara meyleder de câhillerden olabili­rim.»

34—  Rabbısı onun duâ ve isteğini kabul buyurdu da kadınların hile ve fendini ondan çevirdi. Şüphesiz ki O, işitendir, bilendir.

35— Kadının ailesi (Yusuf'un iffet ve nezahetine delâlet eden) birçok delil ve belgeleri gördükten sonra, yine de onu bir süre zindana atmayı uygun buldular.

36— Yusuf'la beraber zindana iki genç daha girmişti. Onlardan biri, «Rüyamda şarap (için üzüm) sıktığımı gördüm» dedi. Diğeri ise, «Ben de kendimi, başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor şeklinde gördüm» dedi. «Bize bunun yorumunu haber ver; çünkü biz seni iyi kişi­lerden biri olarak görüyoruz» (dediler.)

37— (Yusuf onlara) dedi ki: «Sizin yiyeceğiniz yemek size henüz gel­meden rüyanızın yorumunu yapıp size bildireceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği hususlardandır. Şüphesiz ki ben, Allah'a imân etmeyen ve Âhi-ret'i inkâr edip duran bir topluluğun dinini bıraktım.

38— Atalarım İbrahim, İshâk ve Yâkub'un dinine uydum. Allah'a her­hangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz. Bu da Allah'ın bize ve insan­lara iyilik ve ihsanıdır. Ne var ki insanların çoğu şükretmezler.

39-40— Ey zindan arkadaşlarım! (Ayrı ayrı isimler altında bir sürü) dağınık, tutarsız tanrılar mı hayırlıdır, yoksa Bir ve Kahhar olan Allah mı? Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın isimler uydurdukları birtakım (putlardır) ki, Allah onların (haklılığı) hakkında hiçbir belge ve kanıt indirmemiştir. Hüküm Allah'a aittir; O, ancak kendisine tapmanızı emretmiştir. İşte en sağlam ve doğru din de budur! Ama ne var ki insan­ların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.

41—  Ey zindan arkadaşlarım! Size gelince, biriniz efendisine şarap sunacak. Diğeriniz ise asılacak da kuşlar başının etini yiyecek. İşte hak­kında fetva (yorum) istediğiniz şey olup bitmiştir; (ilâhî kaza ve hüküm Verini mutlaka bulacaktır).»

42—  Yusuf, ikisinden kurtulacağını sandığı (ya da kesinlikle bildiği) kişiye: «Efendinin yanındo beni an!» dedi. Ama şeytan ona efendisine an­mayı unutturdu da Yusuf bu sebeple birkaç yıl daha zindanda kaldı.

 

İlgili Hadîsler

 

Mi'rac gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, üçüncü semaya yükseldi­ğinde Yusuf Peygamber ile karşılaştığını belirtirken şöyle buyurmuştur: «Bir de ne göreyim, güzelliğin yarısı ona verilmiştir!» [36]

Açıklama:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Yusuf Peygamber'in ruhuyla karşılaştı­ğı ve fiziksel güzelliğin her bakımdan ruhta tecelli ettiğine şahit olduğu be­lirtilmektedir. Böylece su, konulduğu kabın şeklini aldığı gibi, ruh ta gir­diği bedenin şeklini almakta ve bir daha o sureti kaybetmemektedir.

«Yusuf ile anasına güzelliğin yarısı verilmiştir!» [37]

«Doğrusu Yusuf ile anasına dünya ehlinin güzelliğinin üçte biri veril­miştir.» [38]

«Yedi kimse var ki, Allah'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulun­madığı bir günde Allah onları kendi gölgesinde gölgelendirir:

1.  Adaletle iş gören hükümdar,

2.  Allah'a ibâdet ve kulluk düzeyinde yetişip gelişen genç,

3.  Dışarı çıkınca, tekrar dönünceye kadar kalbi camiye bağlı kalan adam,

4.  Allah için sevişip bir araya gelen ve yine (o sevgi üzere) ayrılan iki adam,

5.  Sağ eliyle verdiği sadakayı, sol elinden gizleyerek veren kimse,

6.  Kendini, soylu güzel bir kadının nefsini tatmin için davet ettiğin­de, «Ben, Allah'tan korkarım» diyen adam,

7.  Kimselerin bulunmadığı bir yerde Allah'ı anıp gözleri yaşla dolan kimse..» [39]

 

Dedikoduyu Önleyip, Ailenin Şerefini Korumak

 

«Kadının ailesi (Yusuf'un iffet ve nezahetine delâlet eden) birçok delil ve belgeleri gördükten sonra, yine de onu bir süre zindana atmayı uygun buldular.»

Vezirin veya valinin hanımı, olayın aristokratlar arasında duyulmasına üzüldü ve fakat kalbini bir türlü Yusuf'tan koparamıyarak zor durumda kal­dı; sonunda soylu geçinen hanımları evine davet edip Yusuf'un ne kadar dayanılmaz olduğunu göstererek onları da aynı fitneye düşürmeyi plânr ladı. Gelen hanımlara yemek ve meyvalar ikram edildi. Hanımlar ellerinde bıçak meyva yerlerken, ev sahibesi olan hanım, Yusuf'u çağırdı. İçeri gi­rince kadınlar bir anda şaşırıp onun güzellik, zerafet, edep ve yüksek ter­biyesi karşısında küçüldüler: Bu bir insan değil, çok güzel bir melektir, di­yerek bu hayret ve şaşkınlık içinde meyvaları rastgele keserken ellerini yaraladılar. Hepsinin de kalbi ve gözü Yusuf'a bağlanıp kaldı ve böylece vezirin veya valinin hanımına hak verdiler.

Plân başarılı olmuş, evin hanımı kısmen de olsun kendini dedikodunun dışında tutmayı becermişti. Ne var ki, bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir. Sonunda halka karşı aileyi temize çıkarmak için Yusuf'u zindana attırmayı uygun puldular. [40]

 

Zindanı Tercîh

 

«Bunun üzerine Yusuf dedi kî: Rabbım! Zindan bana bunların davet ettiği şeyden daha sevimlidir..»

Namus ve şerefin, sadakat ve bağlılığın, edep ve terbiyenin Allah kor­kusuyla birleşip bütünleştiği yerde, kimsenin onu bozmaya, saptırmaya herhalde gücü yetmez. Ne para, ne makam, ne de güzel kadının öylesinin nazarında değer bulması söz konusu değildir. Nitekim bu irfana erişen Yusuf Peygamber, Allah'ın haram kıldığı, nefsin eğilim gösterdiği bir suç ve günahı işlemektense, günahsız olarak zindana girmeyi seçmiş ve bir an bile tereddüt etmemiştir.

Her vesileyle kendisine haram olan kadınlara' meyletmekten ve ca­hiller gibi olmaktan, sapıklar gibi davranmaktan Allah'a sığınmış ve O'nun yardımın! dilemiştir. [41]

 

Nefsi Esir Tutmak, Ruha Saltanat Kapısını Açar

 

Yusuf Peygamber gençliğine rağmen kendisini fitneye düşürecek şey­lerden sakınmak suretiyle nefsini alt etmesini bilmiş ve sadece yenmekle de yetinmeyip zindanı terçîh ederek onu mahkûm etmiş ve bu mazhari­yet içinde ruhunu esaretten kurtarrrnştır. Şüphesiz ki ruhun hürriyete ka­vuşturulması, hem dünyada, hem de âhirette mutlu yaşamanın yolu ve ha­bercisi sayılır. [42]

 

Zindandan Kurtulmasını Sağlayan Sebeplerin Oluşması

 

Kulun iradesi Allah'ın irâdesine tabi olup, tam bir tevekkül, teslimiyet ve mahviyet havası içinde ilâhî imdadın kendisine uzanacağına inanarak başına gelen felâketlere sabrederse, Cenâb-ı Hak, kurtuluştan yana se­bepleri oluşturmaya başlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, masum olan Yusuf'u bir süre zindanda tutup, ruhen daha çok gelişip yücelmesini, olgunlaşıp bir­takım tecrübeler edinmesini dilemiş ve ortamı hazırlayınca da oradan çık­masını sağlamıştır. Yusuf ile beraber zindana atılan iki kişinin rüya gör­mesi, Yusuf Peygamberin isabetli şekilde yorumlaması, bir süre sonra hü­kümdarın çok düşündürücü bir rüya görmesi ve yorumlayacak bir kimse araması hep bu ortamı oluşturan sebeplerdir. [43]

 

Yusuf Peygamberin Zindanda İrşat Görevini Sürdürmesi

 

«Ey zindan arkadaş­larım! (ayrı ayrı isimler altında bir sürü) dağınık, tutarsız tanrılar mı hayır­lıdır, yoksa Bir ve Kahhar olan Allah mı?...»

Yusuf Peygamber'in günlük yaşayışı, ölçülü davranışları, edep ve ter­biye yansıtan sözleri, her şeyin üstünde Allah'a olan teslimiyeti, zindanda­ki arkadaşları üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirmişti. O yüzden arkadaşlarının ona karşı güven ve hayranlık duydukları, ilgili âyetlerin an­latımından sezilmektedir. Gördükleri rüyayı ona anlatıp yorumlamasını is­teyen iki kişiyi bu arada irşat etmeyi ihmal etmemiş; putperest olan kendi milletini terkettiğini; ataları İbrahim ve İshak'ın dinine uyduğunu, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmanın kendilerine asla yakışmıyacağını belirtirken, bü­tün bu güzel inanç ve ahlâkın Allah'ın büyük bir lütuf ve ihsanı olduğunu anlatmış ve arkasından şunları eklemiştir:

Bir olan, gücü ve kudreti her şeye yeten, saltanatıyla kâinatı tasarrufu altına alan Allah mı hayırlıdır, yoksa ayrı ayrı isimler altında dağınık, düzensiz irili ufaklı bir sürü putlar mı? O putları siz insanlar ellerinizle yon­tup şekiilendirmişsinizdir. Allah'ın sizden yana bu hususta cevaz verecek bir delil, belge ve buyruğu var mıdır? Unutmayın ki, hüküm Allah'a aittir. O, kendisinden başkasına kullukta bulunup ibâdet etmenizi emretmemiş-tir. İşte en sağlam din ve dindarlık budur. Ne yazık ki insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.

Bütün bunlar, mü'minlerin görevini hatırlatmaktadır. Allah'a ve O'nun dinine hizmet için zaman ve zemin aramak, vakit kaybetmekten başka bir şeye yaramaz. Mü'minler her hâ!-ü kârda irşat ve tebliğ görevini, -günün şartlarını, usûl ve erkânını dikkâte alarak- yürütmekle emrolunmuslard.tr. Onun için cami, pazar, okul, hastane, hapishane diye bir ayrım söz konu­su değildir. Allah'ın emirlerini O'nun kullarına ulaştırmakta şu kadar insan, bu kadar cemaat dîye bir sınır da konulmamıştır. Bir insanı doğru yola irşat edip Allah'ın hidâyetine mazhar olmasına sebep olmak, güzel amel­lerin en güzelidir. Aynı zamanda bjr aileye İslâm'ın nurundan bir ışık tut­maktır ki, bunun ileride birçok feyizli sonuçları gerçekleşebilir.

Anlaşıldığı gibi, Yusuf Peygamber zindanda iki kişiyi irşat Üe meşgul olurken, bunu ne küçümsemiş, ne azımsamış, ne de ihmal etmeyi düşün­müştür. Kendi derdine düşüp de yüce ve çok şerefli bir hizmeti unutma­mış veya ihmal etmemiştir. Yerine göre konuşmuş, kişilerin bilgi ve kül­tür seviyesine göre bir yol izlemiştir. Rüyalarını yorumlarken onların yat­kın halini anlamakta gecikmemiş ve o açıdan giriş yaparak Tevhît inancı'-nı kalp ve kafalarına işlemeye çalışmıştır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz daha zor şartlar ve imkânsızlıklar içinde birkaç köle ve fakiri İslâmiyete ısındırmanın yollarını araştırmış, gece-gün-düz demeden engelleri aşmak için insan üstü denebilecek kadar gayret ve mesai sarfetmiştir. Bütün bunları yaparken, günün şartlarını, mevcut orta­mı, elindeki vasıtanın azlığını, davanın alabildiğine büyüklüğünü dikkatten uzak tutmamıştır.

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'in az imkânlarla insan hayalini aşacak öl­çü ve anlamda büyük ve kalıcı bir inkılap yaptığını; dinleri, dilleri, renkle­ri, karakterleri, âdet ve gelenekleri ayrı olan yüzlerce kavim ve kabileleri, millet ve toplulukları, aile ve aşiretleri LÂ İLAHE İLLALLAH, M.UHAM-MED'ÜN RESÛLÜLLAH sancağı altında toplayarak bir olan Allah'a inan­malarını ve yalnız O'na ibâdet etmelerini,--kendi aralarında kardeş olup bir­lik ve dirlik sağlamalarını gerçekleştirmiştir. Dünya tarihinde bunun bir benzeri feyizli, hayırlı ve kalıcı ikinci bir inkılâp yoktur.

O bakımdcfn Kur'ân-ı Kerîm'de, Yusuf Peygamber'in namus ve iffet duygusu, edep ve terbiye ölçüsü anlatılırken hapishanede irşat görevini ihmal etmediğine atıf yapmakta ve bununla, Resûlüllah'ın (A.S.) Mekke'­deki son yıllarının bir zindan hayatından daha kötü şartlar altında bulun­duğuna işaretle, az da olsa bir kıyas yapmamız ilham edilmektedir. [44]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf Peygamber'in zinayla zindan arasında bir tercîh yapmaya zorlandığı ve onun zindanı tercih ederek kalbine ve ruhu­na günah kiri bulaştırmadığı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın Yusuf Peygamberden yana olan plân ve programının kusursuz uygulandığı ve sonunda Mısır hükümdarının gör­düğü önemli bir rüyayı sadra şifa verecek şekilde yorumlamasıyla zindan hayatının sona erdiği konu ediliyor. Arkasından Allah'ın hâinlerin hile ve düzenlerini başarılı kılmayacağı belirtilerek, doğrunun, namuslunun ve Hak'tan yana olanın eninde, sonunda ilâhî inayete mazhar kılınacağına işa­ret edilerek Mekke'de köpüren zulüm ve azgınlığın yakın gelecekte gücü­nü kaybedeceği, Allah yolunda hizmet verip bin bir mihnete katlananların Allah'ın yardımına erişip, küfrü bulunduğu azgınlık kalesinden alaşağı ede­cekleri kapalı şekilde anlatılıyor. [45]

 

Meali:

 

43— (Mısır) kralı dedi ki: «Ben rüyamda yedi semiz ineği yedi arık ineğin yediğini ve yedi yeşil başak ve diğer yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler; eğer rüya yorumlamayı biliyorsanız, rüyamı yorumlayıp bana bilgi verin.»

44— Onlar, «bunlar birbirine karışmış neyin nesi olduğu bilinmiyen karmaşık rüyalardır. Biz böyie karışık rüyaların yorumunu bilen kimseler değiliz» dediler.

45—  Zindandaki o ikisinden kurtulan adam, hayli zaman sonra Yu­suf'u hatırladı da, «ben size bunun yorumunu haber vereyim, beni hemen (zindana) gönderin!» dedi.

46—  (Adam zindana gönderilince), «Ey Yusuf, ey doğru sözlü arka­daş, bize yedi semiz ineği yedi arık inek yiyor ve yedi yeşil başak, diğeri de bir o kadar kuru başak... şeklindeki bir rüyanın yorumunu yap ki, in­sanlara döneyim de olur ki (senin değerini) bilip anlarlar» dedi.

47—  (Yusuf ona) dedi ki: «Yedi yıl âdetiniz üzere devamlı ekersiniz; yiyeceğiniz için az bir şey ayırmanız dışında biçtiklerinizi başağında bı­rakın.

48—  Sonra onun ardından yedi yıl sıkıntı ve kuraklık meydana gele­cek, (Tohumluk için) sakladığınız az şeyin dışında, önce biriktirdiğinizi ye-yip götürecek.

49—  Sonra onun ardından bir yıl gelecek ki, halk yağmura kavuşa­cak ve o yıl içinde sıkıp sağacaklar.

50—  Kral, «onu bana getirin!» dedi. Elçi Yusuf'a gelince, Yusuf ona, «Efendine dön de o kadınlara ne oldu da ellerini kestiler? diye sor. Şüp­hesiz kî Rabbim onların hile ve fendini bilendir.»

51—  Kral o kadınlara: «Yusuf'u kendinize çekmek istcdiğinizdeki du­rum ne idi?» diye sordu. Kadınlar da «Hâşâ, Allah için biz onun aleyhine fenalıktan hiçbir şey bilmiyoruz» diye cevap verdiler. Aziz (vezir)in eşi, «Şimdi hak ortaya çıktı. Onunla ilişki kurmak isteyen ben idim ve şüphe­siz Yusuf doğrulardandır» diyerek gerçeği anlattı.

52—  Yusuf, «işte amacım, gıyabında ihanet etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini başarıya eriştirmiyeceğini efendimin bilmesini ortaya koy­maktı» dedi.

53—  Nefsimi de temize çıkarmıyorum; çünkü   n e f s  kötülüğü çok­ça emredendir; ancak Rabbimizin merhamet ettiği şey (nefisler) müstesna. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Biz (gönül yatışkanlığı sağlamak için) şüphelenmekte İbrahim'den daha haklıyızdır. Hani o, (gönlünü iyice yatıştırmak için) «Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster» demişti. Allah Lût'a rahmet eylesin; o sağlam bir sığınağa yerleşmek istiyordu. Yusuf'un zindanda kaldığı kadar ben kal­mış olsaydım, gelen elçiye hemen olumlu cevap verip (bir an önce) çıkmak ister, özür dilenmesini pek aramazdım.» [46]

Açıklama:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu son cümleyle Yusuf Peygamberin ne kadar temkinli, sabırlı ve ince düşünceli olduğunu belirtmek istemiştir. Yoksa kendisindeki sabır, hikmet ve ince düşünce melekesi Yusuf'u çok gerilerde bırakacak kadar ileriydi.

«And olsun ki, yedi semiz ve bir o kadar arık inekten sorulduğunda, Yusuf'un gösterdiği sabır ve fazilete hayret etmemek elde değil. Allah onu mağfiret buyursun. Eğer onun yerinde ben olsaydım, beni zindandan çı­kartmaları şartıyla rüyalarını hemen yorumlardım da özür dilemelerini pek aramazdım.» [47]

«Eğer zindanda Yusuf'un kaldığı kadar uzun bir süre ben kalmış ol­saydım, gelen elciye hemen olumlu cevap verirdim.» [48]

 

Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmasını Kolaylaştıran Sebepler

 

Cenâb-ı Hak yüce sünnetiyle, eşsiz hikmetiyle Yusuf Peygamberi zin­dandan kurtarmayı ve onu temize çıkarıp lâyık olduğu yere oturtmayı mu­rat etti. Onun için sebepleri harekete geçirip kolaylaştırdı. Yusuf ile bir­likte zindana atılan iki gencin rüyalarını yorumlaması o sebeplerden biri idi. Gömleğinin arkadan yırtılmış olması bir diğer sebep olarak gerçekleş­mişti. Zindanda iyice olgunlaşıp geniş tefekkür ve tecrübe sahibi olduk­tan sonra, devletin en üst kademesinde görevli kişilerin evinde ve hizme­tinde bulunmak suretiyle Mısır halkının ihtiyaçlarını, idare edilme yöntem­lerini, âdet ve geleneklerini, psikolojik yapılarını yakından öğrenerek ol­gun bir idareci vasıflarını da daha önce kazanmış bulunuyordu. Bu da se­beplerin bir diğer halkasını oluşturuyordu. Çektiği çileli hayat ise, onu in­sanlara karşı daha çok merhametli ve şefkatli bir düzeye getirmiş, Mısır'­da devlet çarkının işleyişini yakından izleme fırsatını bularak ağırlığını her yerde hissetirecek yeteneklerini iyice geliştirmişti.

Son olarak hükümdarın gördüğü rüya ve ev hanımının gerçeği itiraf etmesi, sebepler zincirini tamamlamış, Yusuf Peygamber için ikbal gün­leri başlamıştır. [49]

 

Yusuf Peygamberin Zindandan Çıkmakta Acele Etmemesi

 

«Kral, onu bana getirin, dedi. Elçi, Yusuf'a gelince, Yusuf ona, «Efendine dön de o kadınlara ne oldu öa ellerini kestiler? diye sor. Şüphesiz Rabbım onların hile ve fendini bilendir.»

Kralın rüyasını yorumlamak için Yusuf'u çağırmaya gönderilen elçi, zindana gelince, Yusuf, bir an önce çıkayım diye hiç de acele etmedi; o bakımdan hemen olumlu cevap vermek istemedi ve âyette belirtildiği gibi, kendini iyice temize çıkarma, kadınların iftirada bulunduklarını kesin bir şekilde isbat etme yolunu seçti. Hadîslerde de belirtildiği gibi, o, cidden peygamberliğe yakışanı yaptı. Önce masum olduğunu kanıtlamayı, ondan sonra zindandan çıkmayı arzuladı. Bunun için acele etmedi, sabır ve tem­kinli olmayı elden bırakmadı Hafiflikten, küçük düşürücü söz ve davranış­lardan kesinlikle kaçındı. Nitekim bu hususta Sevgili Peygamberimizin (A.S.) övgü dolu sözleri onun lehinde yeterli belge sayılır.

Neticede olaylar Yusuf Peygamberin arzusu doğrultusunda gelişti, acı ve ıstırapla başlayan bir hayat hep öyle devam etmedi. îman ve sabır gibi iki kuvvetli manevî destek, zorlukları yenmeğe kâfi geldi., [50]

 

Rüya Tabiri

 

Rüya bir bakıma iç dünyamızın aynasıdır. Aynı zamanda dış dünya­mızla, hattâ fizikötesiyle irtibatımızı sağlayan bir ruh halidir. Bazı ilim adamları rüyanın gelecekle değil, geçmişle ilgili olduğuna inanırlar. On­lara göre, bir kimsenin rüyasını yorumlayabilmek için onun öze! hayatına ait birçok hususları bilmek şarttır. Rüyaların anlamı onu gören kimsenin o âna kadar olan bütün hayatıyla ilgilidir. O bakımdan rüyaların, hattâ simgelerin anlamı bile görene göre değişir. Kur'ân ve Hadîslerde ise, rü­yanın hem geçmişle, hem gelecekle ilgili olduğu belirtilir. Örneğin, zindan­da Yusuf Peygamber'in iki arkadaşının gördükleri rüyalar ile Mısır hüküm­darının gördüğü rüya, geçmişle değil, bütünüyle gelecekle ilgilidir. Çoğu­muzun da rüyalarının bir kısmının gelecekle ilgili olduğunu biliyoruz.

Gerçi gördüğümüz rüyaların önemli bir kısmı üzerinde djş olayların tesiri büyüktür. Ama rüyaların hepsi hakkında böyle diyemeyiz. Bunlar uy­kuda beynimizin bütün bütün uyumadığını gösterdiği gibi, ruhumuzun da faal duruma geçtiğini, ibrelerinden birkaçının Misal ve Melekût âlemleriy­le irtibat sağladığını gösterir. Misal âleminde Adem Peygamber'den kıya­met kopuncaya kadar olup biten, gelip geçen her şeyin birer misali sıra­lanmıştır. Bu da ilâhî ilmin malûmata tabi olduğunun hikmetiyle içiçedir. Misal âleminde dolaşan ruhun kendisi değil, ibrelerinden birkaçıdır. Çün­kü ruh, girdiği bedende takdir edilen süreye kadar beklemek zorundadır. Yükselen ibresinin o âlemde sıralanan konu ve olayların görüntülerini ço­ğu zaman net biçimde görüp alması mümkün değildir. Onları karmaşık mi­saller şeklinde, bazan işaretler ve rumuzlar kılıfında görüp alır. O ba­kımdan rüyaların çoğunun yoruma ihtiyacı vardır. Yusuf Peygamberin yorumladığı rüyalar bunlardan bir kac tanesidir. Kur'ân-ı Kerîm onun yorum şeklini bize bildirirken aynı zamanda rüya ve yorumu hakkında genel ku­rallar ve araştırıcılar için temel bilgiler vermektedir.

Anlaşıldığı gibi, rüyada üzüm sıkmak, içki şakiliğine; baş üstündeki ekmek kişinin ömrüne, kuşların o ekmeği yemesi, ömrün tükenmesine ve kuşların bir gün o kimsenin başının etlerini gagalayacaklarına; yedi ank ineğin yedi semiz ineği yemesi, yedi yıl kıtlık olacağına, daha önce de yedi yıl yetiştirdikleri buğdaylarını başakları içinde depo edip saklamalarına delâlet etmektedir.

Diğer bir hususu da belirtmemizde yarar vardır. Şöyle ki: Rüyaların bir kfsmı, az yukarıda kısaca değindiğimiz gibi şuuraltı faaliyetlerinin ese­ridir. Şuur (bilinç) biz uyanıkken, hareketlerimizi düzenler. Şuuraltı ise, çe­şitli düşüncelerin, duyguların, izlenimlerin saklanıp depo edildiği yerdir. Uyanıkken şuur, şuuraltının kapılarını kapalı tutar; uyku sırasında şuurun bu kontrolü kalkar, bu defa şuuraltının kapıları açılır. Böylece kapalı kal­mış istekler, düşünceler, duygular birer hayal olarak dışarı çıkar. Bu gibi rüyaların yoruma pek ihtiyacı yoktur. Ama gelecekle ilgili olanların mutla­ka taşıdığı birtakım bilgiler Ve haberler vardır ki onları anlayabilmek için bu konuda uzman olan ilim adamlarına yorumlatmak gerekir. [51]

 

Buğdayın Başağında Korunması

 

«(Yusuf ona) dedi ki: Yedi yıl âdetiniz üzere devamlı ekersiniz; yiyeceğiniz için az bir şey ayırmanız dışında biçtiklerinizi başağında bırakınız.»

Kur'ân ilgili âyetle, kolay ve az masraflı, uzun yıllar buğdayın sakla­nıp korunma yollarından birini açıklayarak bize ön bilgi veriyor. Bunun için silo, depo önermiyor. Günkü bit ve parazitlerden koruyucu ilaçların keşfe-dilmediği bir çağda buğdayın uzun yıllar ambar ve depolarda korunması herhalde mümkün olmasa gerek. Ama başağında bırakılan buğdayın o va­ziyette havadar kapalı bir yerde korunmasının mümkün olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı evlerde başaklardaki taneler alınmadan buğdaylar saplarıyla birlikte sup eşyası yapılarak duvarlara asılır ve bir kaç yıl bozulmadan du­rumunu aynen muhafaza eder. Nitekim çiçeklerden bir çoğunun da duru­mu buna yakındır, tohumlarının kendi yuvalarında uzun süre korunduğunu biliyoruz. Zira yuvanın silisli olan üst tabakası oldukça dayanıklıdır. Kur'-ân'daki açıklamadan, buğdayın da kendi tabii yuvasında, diğer bir tabir­le yatağında beş, altı yıl dayanabileceği anlaşılıyor.

Depo, ambar ve benzeri yerlerde ise, buğdayın korunması için asit düzeyinin sağlanmasına ve gerektiği gibi fermantasyona elverişli karbon­hidrata ihtiyaç vardır. O gün için bunların sağlanması ve uygulanması söz konusu olamazdı. O nedenle Yusuf Peygamber en kolay saklama ve koruma usûlünü aldığı ilhama dayanarak tavsiye etmiştir. [52]

 

Bazı İhtiyaç Maddelerinin Depolanıp Kaldırılması

 

Kur'ân'da ilgili âyetle ihtikârdan çok farklı bir anlam taşıyan bazı gı­da maddelerini piyasaya sürmeyip depolamaktan, onun yarar ve cevazın-dan söz edilmektedir. İhtikâr ortalıktaki darlıktan, arz ve talep dengesinin bozulmasıyla bir maddeye karşı talebin artmasından yararlanarak ve pi­yasada sıkıntı yaratıp fazla kâr sağlama amacını güderek ihtiyaç madde­lerini toplayıp stoklamak ve iyice talep artıp sıkıntı başlayınca fahiş fiatla el altından satmak anlamına gelir. Kur'ân'da bahsedilen st^ama ise, bu amaca yönelik değil, ileride doğacak sıkıntıyı hafifletmeye yönelik bir tedbirdir. Devlet eliyle ihtiyaç fazlası gıda maddelerini toplayıp depola­mak, bir bakıma fırsatçı muhtekirlere imkân vermemektir; bir bakıma da fakirleri, ihtiyaç sahiplerini korumak ve sıkıntıları gidermektir.

Nitekim ilim adamları Kur'ân'da yer verilen bu tür stoklamanın üç yön­lü yararı üzerinde durmuşlardır:

a)  İhtiyaç fazlası gıda maddelerini değerlendirmek,

b)  İhtiyaç zamanında vatandaşları sıkıntıdan kurtarmak,

c)  Fırsatçıların,  vurguncu  muhtekirlerin  vatandaşları  sömürmelerini önlemek.. [53]

 

İşçinin Güvenilirliği

 

Kur'ân'da Yusuf Peygamber'in kıssasının önemli ve ibretli safhaları kademe kademe anlatılırken, çalıştığı ve ekmek yediği yere, kuruma ve iş yerine ihanetin hiç kimseyi başarıya eriştirmiyeceği, feyiz ve rahmete kapı açmayacağı çok duyarlı ve anlamlı bir ifadeyle belirtilmekte ve sada­katin, güvenilirliğin müstesna tablosunu çizip sunan Yusuf Peygamber ör­nek olarak gösterilmektedir. Şüphesiz ki bu, işçiyle işveren arasındaki ih­tilafları, dengesizlikleri ve gereksiz tartışmaları önlemeye yönelik bir uya-rı taşır. İşveren, işçinin emeğinin karşılığını noksansız ödediği, işçi de al­dığı ücret karşılığında emek verip doğru iş yaptığı takdirde Hakk'ın rıza­sını tahsil etmek yoluna girmiş olurlar ve öyle bir iş yerinde Allah'ın feyiz v© rahmeti, bereket ve inayeti hep kendini hissettirir.

Nitekim Yusuf Peygamber'in kölelik veya hizmetçilik yıllarında ekmek­lerini yeyip, iyilik ve ihsanlarını gördüğü aileye sadakatsizlik etmemek, iha­nette bulunmamak için çok duyarlı davrandığını, o yüzden zindana girme­yi teraîh ettiğini, Kur'ân öğüt alınacak bir davranış ve düşünce modeli ola­rak zikretmektedir. Onun bu doğruluk ve ahde vefalığına, sadakat ve bağ­lılığına mükâfat olarak, Cenâb-ı Hak onu Mısırlı'ların göz bebeği yapmış, onu ülkenin azizi kılmıştır. Şüphesiz ki, Hz. Yusuf'un bu insancıl duygusu­nu, fazîlet anlayışını nakleden Kur'ân, şu âyetle onun eriştiği mutlu sonucu ve sağladığı başarıyı haber vermektedir. [54]

 

Nefsi Temize Çikarmaya Gayret Etmemek

 

«Nefsimi de temize çıkarmıyorum; çünkü nefis kötülüğü çokça emredendir. An­cak Rabbımın merhamef ettiği şey (nefisler) müstesna.. Şüphesiz ki Rab-bım çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.»

Bu sözün vezirin karısına mı, yoksa Yusuf Peygambere mi ait olduğu üzerinde durulmuştur. İkisinin de böyle bir itirafta bulunması makuldür; ancak Yusuf Peygamberin alçak gönüllülük göstererek insan nefsinin fıtrî yapı ve ölçüsünü, karakter ve eğilimlerini belirtmesi açısından konuya ba­kılırsa, daha sıhhatli bir sonuca varılmış olur. Şöyle ki: Başta vezirin ka­rısı olmak üzere, Yusuf'u gören, sadakat ve iffetinin lekesizliğini anlayan yüksek sosyetenin, kadınlık vakar ve edebini, hicap duygusunu bir tarafa itip doğruyu söyleyecek kadar asalet örneği ortaya koymaları, şüphesiz ki Yusuf Peygamberi fazlasıyla etkileyip duygulandırmış olacak ki, o da onları teselli etmek için şu sözleri söyleme faziletini göstermiştir: «Nefsimi de temize çıkarmıyorum; çünkü nefis kötülüğü çokça emredendir....»

Bu bizim yorumumuz. Allah ise, daha iyisini bilir.. [55]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf Peygamberin ruhundaki asalet, kalbinde­ki köklü iman ve irfan, düşüncesindeki sadelik ve berraklık, duygularına hâ­kim olan takva ve Allah'a tevekkülün, ona parlak bir gelecek hazırladığı an­latıldı. Allah'ın ondan yana olan plân ve programının kusursuz şekilde he­define ulaştığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Yusuf'un (A.S.) bilgi ve irfanını, sadakat ve fazi­letini keşfeden kralın özel ilgisi konu ediliyor. Sonra da Yusuf Peygamberin kralın asıl maksadını anlayınca, kendisinin Mısır maliyesinin başına Getirilmesini, böylece ülkenin ekonomik yapısını yönlendirmeyi, sosyal ada­leti sağlamayı arzuladığına dikkat çekilerek, ona istediğinden çok fazla yetki verildiği kapalı bir anlatımla belirtiliyor ve böylece Allah'ın ohu hem dünyada, hem de âhirette mükâfatlandırdığı hatırlatılıyor. [56]

 

Meali:

 

54—  Kral, «Yusuf'u bana getirin, onu kendime özel bir müşavir edine­yim» dedi. Ne vakit ki, onunla konuştu, dedi ki: «Bugün senin bizim yanı­mızda önemli bir yerin ve güvenilir bir makamın vardır!»

55—  Yusuf ona:  «Beni Mısır hazineleri üzerine görevlendir; çünkü ben hem çok iyi bir koruyucuyum, hem de (yerli yerince harcamasını) iyi bilenim» dedi.

56—  İşte böylece biz Yusuf'u (Mısır) ülkesine yerleştirip, onu şerefli itibarlı kıldık; (o kadar ki) orada dilediği yerde oturabiliyordu. (Böylece)

ahmetimizi dilediğimiz kimselere nasıp ederiz ve iyilerin mükâfatını zayi' etmeyiz.

57— Âhiret mükâfatı ise, imân edip takva üzere bulunan (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan)lar için daha hayırlıdır.

 

İlgili Hadîs

 

«Allah, kardeşim Yusuf'a rahmet eylesin. Eğer, «Beni Mısır ülkesin­deki hazineler üzerine görevlendir» demeseydi, yine de o anda kendisine görev verilecekti. Ama bu yüzden o bir yıl geciktirildi.» [57]

 

Yusuf Peygamber, Zindandan Çıkarken

 

Karşısına çıkan engelleri, Allah'a dayanıp güvenerek bir bir aşan, uğ­ratıldığı çetin sınavlarda başarılı olan Hz. Yusuf, yukarıda da değindiğimiz gibi, bunun karşılığı olarak dünyada da önemli bir makam ve şerefe eriş­tirilmiş, âhirette de kendisine sonsuz saadetler hazırlanmıştır.

Alâeddin Ali'nin Lübabu't-te'vîl adlı tefsirinde, Yusuf Peygamberin zin­dandan çıkış ve arkadaşlarına veda ediş safhası anlatılırken, arkadaşları­na hitapla çok anlamlı ve duygulandincı bir konuşma yaptığından ve sonra da zindanın kapısına şu sözleri yazdığından bahsedilir:

«Burası, belâya uğrayanların evi, dirilerin kabri, düşmanların sevincin­den doğan kuru gürültülerin aksettiği bir vadi ve dostları deneme gurbeti­dir.»

Sonra da abdest alıp öylece kralın kapısına gelmiş, içeri girmeden şu duayı yapmıştır: «Allahım! Senin hayrınla kralın hayrını diliyorum ve ondan da, başkalarının kötülüklerinden de senin izzet ve kudretine sığı­nıyorum.» [58]

Diğer bir rivayette ise, şu sözleri söylemiştir; «Dünyama bedel Rab-bım bana yeter, halka karşı Rabbım bana yeter. Rabbım! Senin komşulu­ğun azizdir, övgün çok yücedir; senden başka ilâh yoktur.» [59]

 

Yusuf'un (A.S.) Kralla Görüşmesi

 

«Kral, Yusuf'u bana getirin, onu ken-dime özel bir müşavir edineyim, dedi.»

Mısır kralı, ismi, şöhreti, soyu, sadakati, doğruluğu, bilgi ve görgüsü; iffet ve namusu hakkında yeterli bilgi edinip çok şeyler işittiği Yusuf Pey­gamberle görüşme arzusunu izhar etti. Şüphesiz ki, Yusuf'un yüksek şah­siyeti, lehindeki övgü ve senaların çok üstünde bulunuyordu. Kral ondaki bu cevheri görmekte geoikmedi ve böyleee onu ülke idaresinde en önemli makama oturttu, kendine özel müşavir yaptı.

Unutmayalım ki, Yusuf (A.S.), aleyhine ve lehine cereyan eden olay­ların hepsini yüksek irâde ve tdrâkiyle, sarsılmayan îmân ve irfaniyle kar­şılayıp yalnız Allah'ın rızasını dilerken, Cenâb-ı Hak sebepler zincirinin halkalarını birbirine bağlayıp onu bu düzeye getirmiştir. O halde kuvvet ve kudretin, başarı ve iyi sonuçların kaynağı Allah'tır ve hepsi de O'na ait­tir. O, bir şeyi murat edince, sebeplerini hazırlar, yolları açıp kolaylaştırır, kalplere en doğru olanı ilham eder ve öyleee kulunu dilediği cihete çevi­rir. Sonra da ikramda bulunduğu kullarının imân, sâiih amel, takva ve fa­ziletlerine göre âhiret mükâfatı hazırlar. [60]

 

Ehil Kişilerin Görev İstemesi

 

«Yusuf ona: Beni Mısır hazineleri üzerine görevlendir; çünkü ben hem çok iyi bir koruyucuyum, hem de (yerli yerince harcamasını) iyi bilirim, dedi.»

Hükümdarın güvenini kazanan ve kendi yetkisini, idare etme basîre-tini, umum yararını kişisel çıkarma tercîh etmeyi çok jyı bilen dürüst kim­senin, başarılı olabileceği bir makam veya görevi isîsmes.inde bir sakınca yoktur; bilakis ülke yararına çok faydalar söz konusudur. ArVcak Resûlüllah (A.S.) sıradan kişilerin önemli makamlara getirilmemesi için söyle buyur­muştur: «Doğrusu biz işlerimizin başına istekli olanı getirip görevlendirme­yiz.» [61]

Diğer bir husus ta şudur: Mısır krallarına genellikte firavn Üenildiği halde, Yusuf Peygamber dönemindekine melik denilmesi, onun Kîbt so­yundan olmadığına işarettir. [62]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf (A.S.) hakkında çok şeyler dinleyen Mısır kralının onu huzuruna davet etmesi ve özel ilgi duyması konu edildi. Son-ra da Yusuf'un (A.S.), kralın tam güvenine lâyık görüldüğünü anlayınca -ilkede söz sahibi olacak bir mevkiye atanmasını istemesi üzerinde durularak birtakım ölçüler ve bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, böylece Yusuf'un (A.S.) hem dünyada, hem de âhirette aziz kılındığına yer verilerek, Allah'ın salih amel işleyip takva üzere yaşayan mü'minlerden yana olduğuna işaret ediliyor. Sonra da, Kenan ül­kesinde baş gösteren kıtlık sebebiyle Mısır'a zahire satın almaya gelen Yu­suf Peygamber'in kardeşlerinden ve aralarında geçen birkaç önemli saf­hadan ve olaydan bahsediliyor. [63]

 

Meali:

 

58—  Yusuf'un kardeşleri gelip yanına girdiler; Yusuf onları tanıdı, on­lar ise onu tanıyamadılar.

59—  Yusuf onların yüklerini hazırlatıp iyice teçhiz etti ve, «Bana ba­banızdan olan bir kardeşinizi de getirin, dedi; görüyorsunuz ya, ben ölçeği tastamam ölçüyorum ve ben konukseverlerin hayırlısıyım!»

60—  «Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size tek öl­çek (zahire) yok ve bir daha bana yaklaşmayın.»

61—  Dediler ki: «Onu babasından almaya çalışacağız ve biz herhal­de (bu isteğinizi) yaparız.»

62—  Yusuf, uşaklarına, «zahire bedellerini yüklerinin içine yerleşti­rin, belki ailelerine döndüklerinde anlarlar da yine (bize) dönüp gelirler» dedi.

63—  Onlar babalarına döndüklerinde, «Ey babamız! dediler, bize öl-çek(le ilgili maddeler) yasaklandı. Bizimle beraber kardeşimizi gönder ki, ölçek(le ilgili maddeleri) alabilelim. Şüphesiz ki biz onu koruyucularız.»

64—  Babaları, onlara : «Daha önce kardeşini size emânet ettiğim gi­bi, bunu da mı emânet edeyim? Ama Allah en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en çok merhameti isidir.» dedi.

65— Onlar yüklerini açınca, zahire bedellerinin kendilerine geri ve­rildiğini gördüler, «ey babamız, daha ne isteriz? İşte sermayemiz bize ge­ri verilmiş, yine (bununla) ailemize gıda maddesi satın alıp getiririz; hem rdeşimizi koruruz, hem de onun adına bir deve yükü artırmış oluruz. Bu getirdiğimiz gıda maddesi pek az bir ölçek».

66— Yâkub: «Onu bana (geri) getireceğinize dair Allah adına sağlam ve kesin söz vermedikçe, onu elbette sizinle göndermiyeceğim. Meğer ki kuşatılıp ölümle burun buruna gelmiş olasınız» dedi. Sağlam ve güvenilir Söz verdiklerinde Yâkub, «Allah bu dediklerimize karşı vekildir» diyerek (razı oldu).

 

Allah, Yâkub Ailesini Yeniden Bir Araya Getirmeyi Diledi

 

Bunun için yine sebepleri belli plâna göre harekete geçirirken gere­ken ortamı hazırladı. O yıllarda baş gösteren kıtlık bilhassa Kenan diya­rını bir baştan bir başa kasıp kavurdu. Herkes ekmek derdine düştü. Bu arada Yâkub Peygamber'in on oğlu zahire satın almak üzere Mısır'a git­me İhtiyacını duydular. Böylece aradan uzun yıllar geçtikten sonra kuyu­ya atıp yok etmek istedikleri kardeşleri Yusuf ile biraraya gelme ve gö­rüşmenin ilk adımı atılmış oldu. Sonrası malûm: Yusuf Peygamber, her birine ancak bir deve yükü zahire vermiş ve böylece ana-baba birkarde-si Bünyamin'in Mısır'a getirildiği takdirde istenilen miktarda zahire vere­bileceğini va'detmişti. [64]

 

Cehalet Fazilete Yenildi

 

Yusuf Peygamberin on kardeşi kıskançlığın ve onu körükleyen ceha­letin tesir alanına girip baba bir kardeşlerini öldürecek veya diri diri kuyu­ya atacak ve sonra da babalan Yâkub Peyğamber'e yalan söyleyecek ka­dar idrâksizleşmişler; aklın ve imânın değil, his ve cehaletin emrine gir­mişlerdi. Oysa Allah kötülerin, fena niyet taşıyanların hile ve düzenlerini başarıya eriştirmez; imhal eder, ama ihmal etmez. Bir gün gelir de ilâhî adaleti gereği onların hile ve çevirdikleri entrikaları ayaklarına dolar. Yu­suf'un kardeşlerinin de vardıkları netice böyie oldu: Çekemedikleri ve göz­lerinin önünde bulunmasına dayanamadıkları kardeşlerinin önünde eğil­diler. Şüphesiz bu öyle bir sünnetullahtır ki, vakti saati gelince hükmünü yürütür; önüne geçip engelleyecek bir kuvvet ve kudret yoktur.

Böyiece cehalet ilmin; rezilet faziletin; bâtıl hakkın; Allah'ın aşağı­ladığı, O'nun yücelttiği önünde dize gelerek yenilmiştir.

Kıssadaki bu uyarı, önce Mekkeli müşriklerin,"sonra da her çağda ya­şayan inkarcı maddecilerin düşünce ve duygularını yönlendirmeye ve ta­rihin tekerrür edeceğini hatırlatmaya yöneliktir. Nitekim Mekkeli'lerin de sonunda hakkın önünde baş eğmek zorunda kaldıklarını bilmekteyiz. [65]

 

Sevdiklerimizi Allah'a Emanet Etmemiz

 

«Allah en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en çok merhametlisidîr.» dedi.

Yâkub (A.S.)ın, peygamber olmakla beraber beşerî zaaflarının da bu­lunduğu inkâr edilemez. Çok sevdiği Yusuf'u, diğer on oğluna emanet ederken, «Doğrusu onu alıp götürmeniz beni ;çok üzer ve sizin haberiniz yokken onu kurt yiyebilir, diye korkuyorum!» derriiş ve ister istemez endi­şesini dile getirmiş, asıl koruyacak olan Allah'a emanet etmeyi zahiren belirtmemiş veya hatırlayamamıştı. Bu, bir peygamber için kusur sayı­labilir. O nedenle sevdiğini kaybetme uyarısıyla karşı karşıya bırakılmıştır.

İkinci oğlu, Yusuf'un ana-baba bir kardeşi Bünyamin'i yine istemiye birlikte Mısır'a gönderirken böyle bir kusur işlememeye dikkat etmiş, önce onu Allah'a emanet ederek, «Allah en hayırlı koruyu­cudur ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.» demiş, sonra da oğul­larından Allah adına söz alıp «Allah bu dediklerimize karşı vekildir» diye­rek Hakk'ın irâdesine tam teslimiyetini dile getirmiştir. Kuşkusuz onun bu teslimiyet ve yüksek irfanı, hem Bünyamin'in salimen dönmesine, hem de yıllardır hasretini çektiği Yusuf'una kavuşmasını sağlamaya vesîle olmuş­tur.

O halde hayatta sevdiklerimizin başına bir dert veya felâket gelme endişesi doğunca, en sağlam ve güvenilir yol ve çare, gereken tedbirleri atmakla beraber onları Allah'ın himayesine verip O'na emanet etmemiz-dir. Zira âyette de belirtildiği gibi, Allah koruyanların en hayırlısı ve ve-kîlierin en güveniliridir. [66]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarsdaki âyetlerle, Yusuf'un sadakat ve fazîletini, bilgi vs İrfanını yakından öğrenme imkânını bulan Mısır kralının ona gösterdiği yakın ilgi ve güven konu edildi. Sonra da Yusuf ile kardeşlerinin mülakatına temasla olayların gelişme seyri açıklandı. Böylece Allah'ın, takva ve doğruluktan ayrılmayan mü'min kulunu eninde, sonunda başarıya eriştireceği ve iki âlemde de onu şerefli ve aziz kılacağı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle kıssanın diğer önemli bir bölümüne yer veriliyor: Yusuf'un kardeşlerinin Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmeleri ve Yusuf Peygambere olan ikinci mülakatları anlatılıyor. Sonra da kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymak ve böylece bütün aile fertlerini Mısır'da biraraya geırme plânına yer verilerek Yusuf'un daha önce gördüğü rüyanın aynen gerçekleşmek üzere bulunduğuna işaret ediliyor.

Kıssanın bu bölümüyle, kapalı şekilde Hz. Muhammed'e (A.S.) ve ar­kadaşlarına müjde veriliyor: Yakın gelecekte küfrün baş aşağı geleceğin­den, mü'minlerin ilâhi nusrat ve inayete daha çok mazhar kılınacaklarından şüphe etmemeleri bildiriliyor. [67]

 

Meali:

 

67—  Yâkub, «ey oğullarım! (Mısır'a) bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber sizden Allah'ın takdirini çevirecek de değilim. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben O'na güvenip dayandım; güvenip dayanmak isteyenler de ancak O'na güvenip dayansınlar» dedi.

68—  Babalarının  emrettiği  gibi  (şehre)  girdiler.  Bu durum Allah'ın takdirinden bir şeyi geri çevirecek değildi; sadece Yâkub'un içindeki arzu­ya uyularak yerine getirilmişti. Şüphesiz ki Yâkub bizim kendisine öğret­tiğimiz ölçüde ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.

69—  Onlar Yusuf'un huzuruna girince; kardeşini yanına aldı ve «şüp­hen olmasın ki, ben senin kardeşinim; onların yaptıklarına artık üzülme» dedi.

70— Yusuf, onların yüklerini donatıp hazırlarken, su kabını öz karde­şinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağrıcı şöyle seslendi: «Ey kafile! sizler herhalde hırsızlarsınızdır».

71— (Bunun üzerine) kafile onlara geri dönerek, «ne kaybettiniz?»

diye sordular.

72— Onlar da, «kralın su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yü­kü (ödül) vardır, ben buna kefilim,» dediler.

73—  «Allah'a yemin ederiz ki, sizin de bildiğiniz gibi biz (Mısır) topra­ğında fesat çıkarmaya gelmedik ve hırsız da değiliz.» dediler.

74— «Eğer yalan söylüyorsanız, hırsızlığın cezası (sizce) nedir» diye sordular.

75— Onlar da «hırsızlığın cezası, su kabı kimin yükünde bulunursa, o onun cezasıdır, (O yüzden alıkonulur.) Biz zâlimleri böyle cezalandırırız», dediler.

76—  Yusuf, kardeşinin  kabından önce onların  kaplarını  (aramaya) başladı ve sonunda onu kardeşinin kapları arasında bulup çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plân öğrettik; çünkü hükümdarın «ceza kanununa» göre kardeşini alıkoyamazdı. Meğer ki Allah dilemiş olsun. Biz dilediğimiz kişilerin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.

77—  «O hırsızlık etmişse, daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti,» diye mırıldandılar. Yusuf bu sözü içinde tuttu, onlara (bir şey) açmadı ve içinden, «siz kötü bir tutum içindesiniz. Allah bu anlattıklarınızı çok daha iyi bilir» diye geçirdi.

78—  Kardeşleri, «ey aziz, doğrusu onun iyice yaşlı bir babası var; bizden birimizi onun yerine alıkoy; seni iyilik sevenlerden görüyoruz» dedi­ler.

79—  Yusuf, «Allah'a sığınırım, malımızı kimde bulduysak ancak onu alıkoruz; aksi halde zâlimlerden oluruz» dedi.

80—  Ondan ümitlerini kesince, kendi aralarında görüşmek için bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: «Bilmez misiniz ki, babanız sizden Allah adına kesin söz ve güven aldı. Daha önce Yusuf hakkında da çok ileri gitmiştiniz. Artık babam bana izin vermedikçe veya Allah lehimde hükmetmedikçe -ki O hükmedenlerin en hayırlısıdır- yerimden mümkün değil ayrılmıyacağım!»

81— Siz babanıza dönünüz ve ona deyiniz ki: «Ey babamız, şüphen olmasın ki, senin oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize göre şahit ol­duk; gaybı bilen gözcüler değiliz.»

81— «Bulunduğumuz kasaba halkından ve bir de içinde bulunduğu­muz kafileye sor. Biz herhalde doğru söyleyenleriz».

.82— Yâkub onlara : «Hayır, nefsiniz size bir işi süsleyip hayal gücü-U2U "rt'nnıştır. Artık güzel bir sabır gerekir. Allah'ın, her ikisini de bîrden

bana getireceğini ümit ederim. Şüphesiz ki O, (her şeyi hakkıyla) bilendir, yegâne hikmet sahibidir.»

84— Ve onlardan yüzünü çevirip öfkesini yutarak için için (ağladı) da «vah Yusuf'a!» diyerek üzüntüsünü dile getirdi ve üzüntüsünden gözlerine ak indi.

 

Tedbîrden Sonra İlâhî Takdire Güven Ve Teslimiyet

 

Şüphesiz ki, Allah'ın takdirini geri çevirmek mümkün değildir. Onun çizdiği hayat kanunu, şaşmadan eath-i mailinde hedefine doğru ilerler. Ne var ki, biz, ilâhî takdiri yansıtan kanunu göremiyor, nasıl bir yol çizdiğini de hemen anlayamıyoruz. Zira O'nun ezelî ve ebedî ilmi, önceden kendi hür irâdemizle nasıl bir ömür süreceğimizi tesbit edip yazmıştır. Artık O'nun ilmi yanılmayacağına, tesbiti değişmiyeceğine göre, takdîri ona gö­re tecelli etmektedir. O halde bir işe başlarken bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah'ın takdirine gönülden teslimiyet gösterip O'nun rahmetinin ge­nişliğine, adaletinin şaşmazhğına; inayetinin, iyi niyet taşıyan mü'minler-den yana olduğuna güvenip dayanmak vâcib kuvvetinde sünnettir.

Nitekim Yâkub Peygamber, gerek küçük oğlu Bünyamin'i kardeşlerine teslim edip Mısır'a gönderirken, gerek Mısır'a girişlerinde ayrı ayrı kapı­lardan girmelerini tavsiye ederken, hep bu hikmeti düşünüp yansıtmaya çalışmıştır. Zira soydan gelen güzellik, çekicilik bu ailede çok belirgin idi. On bir kardeşin toplu halde Mısır'a bir kapıdan girmesi, halkın dikkatini fazlasıyla çekebilir, bir göz değme olayı meydana gelebilirdi. Gerçi Allah'­ın takdiri ne ise mutlaka o yerini bulur, ancak bu gibi tedbirler kulun tes­limiyet ve tevekkülüne engel teşkil etmez, bilâkis onları tamamlar. Âyet­lere dikkat ettiğimizde Yâkub Peygamber gereken tavsiyeyi yaparken iiâhî /takdiri de dile getirmeyi unutmamıştır.

Unutmamak gerekir ki, göz değme (Nazar) konusu sahih hadîslerle açıklanmış ve doğru olduğu belirtilmiştir. Yâkub Peygamber, insan ruhu­nun bir şeye karşı fazla sevgi ve ilgi duyması sebebiyle onun hayret ifade­sinin gözünde tezahür edeceğini ve sevilen, ilgi duyulan şeyi tesir altına alacağını iyi biliyordu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz göz değme hakkında şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki, göz değme olayı haktır.» [68]«Göz değme haktır. Eğer bir şey kaderin önüne geçebilseydi, herhal­de göz değme geçerdi. Ondan dolayı yrkanmak isterseniz, yıkanın!» [69]

Hz. Aişe (R.A.) Validemiz diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, nazar eden kişiye abdest almasını, göz değen kişiye de yıkanmasını emrederdi.» [70]

 

Yâkub Ailesini Mısır'a Getirmenin Yollari

 

Yusuf Peygamber o günkü Kenan ülkesindeki mevcut şartlan, Mısır'­daki bolluğu ve ferahlığı, baba ve annesinin yaşlanıp üzüntülü hallerini dikkate aiarak, yılların biriktirdiği hasreti ve Yâkub ailesinin Mısır'a nakli­ni plânlayarak olumlu sonuca varmak istedi. Bunun için :

a)  Önce kardeşlerini Mısır'ın bereketli ve zengin topraklarına heves­lendirdi. Zahire satın almak için ödedikleri parayı, haberleri olmadan bir çıkına sarıp çuvallarının içine yerleştirerek Mısır'a tekrar zahire satın al­maya gelmelerine imkân vermiş oldu.

b)  Kardeşi Bünyamin'i getirterek, babasının kendi üzerinde toplanan üzüntüsünü böldü ve kafasını biraz da Bünyamin'le meşgul etmesini istedi.

c)  Bünyamin'le gizlice tanışarak, onun kalbini iyice Mısır'a ve içinde bulundukları geniş nîmetlere çekti.

d)  Kardeşleri üçüncü defa geldiklerinde onlarla tanışarak aralarında­ki soğukluğu ve açıklığı giderdi, aynı zamanda onlara çok sıcak ilgi gös­tererek geçmişin üzerine sünger çektiğine onları inandırdı. Böylece onlar da babalarıyla birlikte Mısır'a göçüp gelmeleri hususunda hiçbir engelin bulunmadığı neticesine vardılar.

e)  Gömleğini babasına göndererek, kapanan gözlerinin açılmasını ve üzüntülerinin sona ermesini sağladı. Bu sebeple arada hiçbir engelin kalma­dığını hepsine bildirerek muüu bir gelecek hazırladı.

f)  Bünyamin'i yanında alıkoyması üzerine büyük kardeşleri Yahuda'-nın Mısır'da bir süre beklemesini sağladı ki bu, diğer kardeşlerinin tekrar Mısır'a dönmesinin bir bakıma teminatı oluyordu. [71]

 

Yâkub Peygamberin Sabrı

 

Peygamberler genellikle sabırlıdırlar. Olaylar karşısında pek çabuk sar­sılmazlar. Yâkub Peygamber her ne kadar çok sevdiği Yusuf'u kaybettik­ten sonra zaman zaman üzüntüsünü dile getirmişse de, Allah'a olan gü­veni hiçbir zaman sarsılmamış ve sabrı da elden bırakmamıştır. Nitekim ikinci oğlunu belli sebepten dolayı kardeşleriyle birlikte Mısır'a gönderme ihtiyacı doğunca, aynı tevekkülü izhar ederek, «Bana gereken, güzel bir sabırdır.» demiş ve sabrın sonunun selâmet olduğuna inanmıştır.

Allah'ın bu aileyle ilgili plân ve programı kusursuz uygulanıyor, se­bepler bir zincirin halkaları gibi, bir bir oluşarak bağlantı kuruyordu. So­nunda Yâkub (A.S.) in her üç oğluna da kavuşacağına dair ümidi iyice kuv­vetlendi. Böylece Allah'ın takdiri ve inayeti karşısında mahviyet kaftanına büründü. Vakit tamam oldu, vuslat yaklaştı..

O halde «güzel saoır» üzüntüyü artırmaz, bilâkis hafifletir. Çok geç­meden de amaca eriştirir. Yeter ki o güzel sabır Hakk'ın rızasına uygun olsun..

Olayın hemen her bölümünde Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaş­larına teselli ve yakında ilâhî nusrata mazhar olma işaretleri mevcuttur. [72]

 

Yâkub Peygamberin Gözlerine Ak İnmesi

 

«Ve onlardan yüzünü çevirip öfkesini yutarak için için (ağladı da), «vah Yu­suf'a!» Diyerek üzüntüsünü dile getirdi ve üzüntüsünden gözlerine ak indi.»

Şüphesiz ki, evlat acısı hiç bir şeye benzemez, hele bir de o evlat kâ­mil bir kişi olup peygamberliğe namzet seçilmişse.. Yâkub Peygamberin asıl üzüntüsü buradan kaynaklanıyordu. Çünkü o aileden bir peygamber çıkıp Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarını nesilden nesile ulaştırmalıydı. Zira Yâ­kub Peygamber'in hem babası, hem dedesi peygamber idi. Bu yüksek şe­refin ailede sürüp gitmesi arzulan arasında bulunuyordu. Nitekim Yusuf'un rüyası ve kendisine vaki olan vahiy veya ilham ile onun peygamber olaca­ğını biliyordu. Ama ona ne oldu? Peygamber olarak gönderilecekse, ölme­mesi, öldürülmemesi gerekirdi. İşte bunun gibi bir sürü sorular, karmaşık durumlar Yâkub Peygamber'in kafasını meşgul ediyordu. Bir de buna faz­la yaşlanmanın getirdiği birtakım sıkıntı ve problemleri eklersek onun ne kadar sarsıntı geçirip yıprandığını anlamakta gecikmeyiz. Her şeyden ön­ce omuzlarına yükletilen risalet görevini hakkıyla yerine getirmesi gerekiyordu. Bunun yanı sıra Kenan ülkesinde baş gösteren kıtlık ve halkın yi-veçek sıkıntısı çekmesi, bir peygamber olarak elbetteki onu hem üzüyor, hem de çok yakından ilgilendiriyordu. Bütün bu olumsuz yönde ortaya çı­kan olaylar ve çözümü zor problemler biraraya gelince, iyice zayıflayan Yâkub Peygamber'in gözlerine ak inmişti.

Diğer bir yorumla, Yâkub Peygamber Yusuf'u hatırlayınca fazlasıyla duygulandı ve içini çekerek yutkundu, gözleri de iyice ağardı, o derecede ki, çevresindekileri göremez oldu.

Yüzünü oğullarından çevirip kendi içine dönerek üzüntüsünü insan­lara karşı değil, Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve rahmetini dileyerek dile ge­tiriyordu. Nitekim bundan sonraki âyetlerde o, peygamberliğine yakışan bir üslûp ve tavırla bu hususu çok açık biçimde belirtmiştir. [73]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf Peygamberin kardeşleriyle olan üçüncü mülakatı konu edildi. Yâkub Peygamber'in birbirini izleyen olumsuz olay­lar karşısında üzülerek yutkunduğu ve her şeye rağmen bu halini ancak Allah'a arzettiğî açıklandı. Gerek yaşlılığın, gerekse birbirini kovalayan üzüntülerin bir araya gelmesiyle gözlerini kaybettiğine atıf yapıldı..

Aşağıdaki âyetlerle, Yâkub Peygamber'in Cenâb-ı Hakk'a olan derin bağlılığı anlatılıyor. Oğullarını üçüncü defa Mısır'a gönderirken Bünyamin ile Yusuf'un kokusunu alır gibi olduğunu ima ederek ikisine birden kavuşa­cağını kapalı şekilde anlattığı belirtiliyor ve oğullarına hiçbir zaman Al­lah'ın lütuf ve rahmetinden, sevkedeceği ferahlatıcı havadan ümidinizi kes­meyin, diye tavsiyede bulunduğu hatırlatılıyor. Sonra da Yusuf Peygambe­rin kardeşleriyle tanışıp onları hiçbir zaman kınamayacağını ilân etmesi üzerinde duruluyor ve bu zarif bir anlatımla işlenirken, yakında Mekkeli müşriklerin çoğunun da Hz. Muhammed (A.S.) tarafından affedileceğine işaret ediliyor.

Böylece Yâkub Peygamberin derin ümit ve teselli duyduğu gibi, sı­kıntı ve üzüntü içinde kalan mü'minlerin de Allah'a güvenip dayanarak te­selli bulmaları tavsiye ediliyor. [74]

 

Meali:

 

85— Oğulları ona, «Allah'a yemin olsun ki, sen durmadan Yusuf'u ana ana, yo üzüntüden bitkin düşeceksin, ya da yok olup gidenlerden ola­caksın», dediler.

86—  O da, «ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a şikâyet ederim. Ben, Allah'tan sizin bilmediğiniz (çok) şeyleri bilmekteyim» dedi.

87—  Yâkub, «Ey oğullarım! dedi; (Mısır'a) gidin de Yusuf ile karde­şini araştırıp (bulmaya çalışın). Ve Allah'ın lûtf-u rahmetinden (estireceği ferah ve umut havasından) ümidinizi kesmeyin. Çünkü O'nun lûtf-u kere­minden ancak kâfir bir millet ümidini keser.»

88—  Kardeşleri (Mısır'a dönüp) Yusuf'un yanına girince, «Ey aziz (ve­zir), bize ve ailemize darlık ve sıkıntı dokundu; az bir sermaye ile geldik. Artık bize yine de ölçeği tam tut, tasaddukta bulun. Şüphesiz ki Allah sa­daka verenleri mükâfatlandırır.» dediler,

89—  Yusuf onlara: «Cahillik (günlerin)de Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı bilir misiniz?» diye sordu.

90—  (Onlar bu sorudan onun Yusuf olduğunu anlayarak) «Yoksa sen Yusuf musun?» dediler. O da «Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Al­lah bize iyilik ve yardımda bulundu. Çünkü doğrusu kim korkup sakınır ve sabrederse, elbette Allah iyilerin mükâfatını zayi' etmez» dedi.

91—  «Allah hakkı için, Allah seni seçip bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu kimseler idik,» dediler.

92—  Yusuf onlara: «Size bugün azarlama ve başakafcma yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O merhamet edenlerin en çok merhameti isidir.»

93— «Şimdi şu gömleğimi alıp götürün de babamın yüzüne (usulca) atıverin, gözü açılıp görmeğe başlar. (Sonra da) bütün aile halkınızla bir­likte bana geliniz.» dedi.

 

Her Şeye Rağmen Allah'tan Ümit Kesmemek

 

«Yâkub, ey oğullarım! dedi. (Mısır'a) gidin ve Yusuf ile karde­şini araştırıp (bulmaya çalışın). Ve Allah'ın lütf-u rahmetinden (estireceği refah ve umut havasından) ümidinizi kesmeyin. Çünkü O'nun lütf-u kere­minden ancak kâfir bir millet ümidini keser.»

Şüphesiz ki, Allah her zaman için feyiz ve rahmet, ümit ve kuvvet, ina­yet ve kudret kaynağıdır. Olaylar sebeplere bağlanır; sebepler de O'nun kudret elinde gerçek ölçü ve hedefini bulur. O, bir şeyi murat etti mi, se­beplerini oluşturup yollarını açar.

Ancak unutmamamız gerekir ki, âhirete uzanan bu uzun yolculuğu­muzda karşımıza çıkan her olay, bizi üzen ve sevindiren her konu mutlaka, imân ve irfanımızın, Hakk'a teslimiyetimizin, sabır ve bağlılığı­mızın boyutlarını tesbite yönelik birer ilâhî tecellilerdir. Ani feveranlar, çıl­gınlıklar, ümitsizliğe kapılmalar ve sonucunu düşünmeden fevri kararlar bizi plândaki yerimizden uzaklaştırır ve asıl maksada erişmemize engel olurlar.

Her şey bitti diye düşündüğümüz veya böyle sandığımız bir olayda çok şeyler vücut bulmakta ve nice umut kapıları açılmaktadır. Yeter ki olayları sebepleriyle birlikte yürüten Allah'a olan güven dolu bir gönül, sa­bır dolu bir kalp, umut dolu bir iç huzur ile yönelmesini bilelim..

Yâkub Peygamberin durumu böyle bir ortam içinde çalkanıp duruyor, dıştan bakanları bir bakıma ümitsiz ediyordu, Oysa o çalkantıların altında umut ve güven kapılarının açık olduğu kesindi. Yâkub Peygamber açık olan kapıyı görüyor ve bir an olsun umudunu yitirmiyordu. Bu, aynı zd-manda Mekke'de müşriklerin azgınlık ve taşkınlıklarına, hayasızlık ve şar­latanlıklarına hedef olan, dış görünüşüyle insanları umutsuzluğa düşüren o günkü mü'minlerin içinde bulunduğu ortama benzemektedir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, mevcut birçok şartların kendi aleyhlerine olmasına ve. Allah'tan başka yardım edenlerin bulunmamasına rağmen, her geçen gün ümidi daha da kuvvetleniyor ve Allah'a dosdoğru imân edenlerin, kendi­lerini amansız biçimde kuşatan küfür ve tuğyan çemberini koparacakları­na inanıyordu.

Onun için böyle bir dönemde Yusuf ve Yâkub kıssalarının Kur'ân'da anlatılması onlara ümit sinyali veriyor, zafer nağmesini terennüm ediyordu.

Olayların gelişmesi ve Mısır'a birkaç defa yapılan seyahat da Yâkub Peygamber'e aynı ümit sinyallerini vermiş ve Yusuf'a kavuşma müjdesini fısıldamıştı. [75]

 

Önce Kusuru Hatırlatmak

 

«Yusuf onlara: «Cahil­lik (günlerin)de Yusuf'a ve kardeşine nefer yaptığınızı bilir misiniz?» diye sordu.»

İşlediği haksızlığı bilmeyen veya hatırlamayan kimseyi, haksızlığından haberdar etmeden bağışlamak bir fazîletse de, hiçbir zaman toplum haya­tında güven ve huzuru sağlamaya yönelik bir düşünce ve anlayış tarzı de­ğildir. Zira affetmekten maksat, suç ve günah işleyen kimseyi mahcup et­mek; kötülüğe kötülükle karşılık vermenin fazîlet ve güzel ahlâk olmadığı­nı öğretmek, içindeki kötülükleri iyiliklere çevirmenin ne kadar insancıl bir düşünce ve davranış olduğunu anlatmaktır.

O bakımdan ışığı göremiyecek kadar gözleri kör olan kimsenin gözü­ne ışık tutmanın bir yararı yoktur. Yusuf Peygamber de, hem kendisine, hem de babalarına ve dolayısıyla çevrelerine haksızlık edip kötü örnek olan kardeşlerine, ilgili âyette belirtildiği gibi, «Cahillik günlerinizde Yu­suf'a ve kardeşine neler yaptığınızı bilir misiniz?» diye sorma ihtiyacını duymuş, sonra da : «Size bugün azarlama ve başa kakma yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O merhamet edenlerin en çok merhametlîsidir.» diye­rek faziletin ışığını açılan gözlere çevirmiştir.

Ayrıca Yusuf Peygamber, kardeşlerini sadece azariamıyacağını, yapa­cağı iyiliği bir minnet duygusu olarak ortaya koymayacağını belirtirken asıl günah ve kusurları, yapılan haksızlık ve aşırılıkları affetmenin Allah'a ait olduğunu hatırlatıyor ve bu günleri aydınlık yapan Allah'a karşı minnet ve şükran duygusunu dile getiriyordu.

Sözünü ettiğimiz bu faziletin asıl kaynağı, nedir? Gerçekten Yusuf Peygamber sözü bu kaynağa getirip, bütün kuvvet ve kudreti, rahmet ve fazileti, sabır ve başarıyı Allah'a ait kılarak şunu söyledi: «Allah bize iyilik ve yardımda bulundu. Çünkü doğrusu kim korkup (kötülüklerden) sakınır ve (başa gelenlere) sabrederse, elbette Allah iyilerin mükâfatını zayi' et­mez.»

Hemen ilâve edelim ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'de mihnet, üzüntü ve sıkıntıyla geçen on üç yılını geride bırakıp Medine'ye hicret ettikten ve şehir devletini kurup savaşacak bir mücahit ordusu hazırladık­tan sonra, Mekke'yi fethettiği gün, kutsal Kabe'nin kapısında durup onun örtüsünün bir ucundan tuttuktan sonra, merak, korku, endişe ve heye­canla Onun nasıl bir hüküm vereceğine kulak kabartan Mekkeli'lere: «Ey Mekkeli'ler! Bugün size ne yapacağımı biliyor musunuz?» diye sordu. On­lar da hep bir ağızdan: «Sen âlicenap bir kimsesin, âlicenab bir kimsenin oğlusun, senden ancak iyilik ve fazîlet beklenir!» diye cevap vermişlerdi. Resûlüllah çok mütevazı bir eda ile onları rahatlatacak şu müjdeyi vermiş­ti: «Yusuf'un kendi kardeşlerine dediğini ben de size söyleyeceğim: «Size bu gün azarlama ve başa kakma yok. Allah sizi bağışlasın, affetsin. O merhamet edenlerin en çok merhametlisidir.»

Şüphesiz ki, Yusuf kıssasının bir safhası, Resûiüllah'ın (A.S.) Mek­ke'yi fethedeceği günü müjdelemekte ve daha duygulandırıcı ve dahd yön­lendirici muhteşem bir manzaranın meydana geleceğini haber vermek­teydi. Nitekim öyle oldu. [76]

 

Gömlekte Gizlenen Mu'cize

 

Şimdi şu gömleğimi edip götürün de babamın yüzüne (usulca) atıverin, gözü açılıp görmeğe baş­lar..»

Her peygamber birtakım mu'cizelerle desteklenmiştir. Yusuf Peygam­berin rüya yorumundaki mahareti, geniş bilgisi ve Mısır'a vezir olması bi­rer mu'cize sayılsa bile, onun asıl mu'cizesi gömleğidir. Nitekim gömlek Mısır'dan alınıp yola çıkıldığı an, Yâkub Peygamber, Yusuf'un kokusunu almaya başlamıştı. O bunu açıklarken etrafındaki bazı kimseler onu bir bakıma kınamışlar ve: «Allah'a and olsun ki, sen elbette o eski şaşkınlı­ğın içinde bulunuyorsun» demişlerdi. Peygamberlerdeki ruhî kuvveti ve ferasetin yüksekliğini idrak etmiyenler, çok geçmeden mahcup oidular. Çünkü gömlek getirilip Yâkub Peygamber'in gözlerine sürülünce, gözleri açılıp iyice görmeye başlamıştı.

Gerçi bu olayı psikolojik açıdan değerlendirenler de var. Aşırı üzün­tü, hastalık ve sıkıntı insanda ölüme yol açacak kadar arızalar doğurabi­lir. Buna karşılık sevinç, ferahlık ve bolluk, sağlık ve hayat getirir. Bunla­rın görüşlerinde bir bakıma hakikat payı mevcuttur, ama mesele o kadar basit değildir. İşin içinde peygamberlik, ledünnî bilgi, yüksek seziş, Al­lah'a hudutsuz güven ve bağlılık, sonra da ilham ve mu'cize vardır.

Zaten bir olayın mu'cize olabilmesi için, aradan sebep ve illetlerin kaldırılması; fizik ve kimya kanunlarının iptal edilmesi gerektir. O bakımdan mu'cizeyi tabii olaylarda olduğu gibi, birtakım sebep ve illetlere irca' edip yorumlamak hatalıdır ve o takdirde mu'cize olma özelliği kalkar. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin elinde ve dilinde izhar ettiği mu'cizelerle, biz insan­lara şu hakikati öğretmeyi murat etmiştir: Sizler her şeyi, her olayı sebep ve illetlere, birtakım tabii kanunlara bağlıyorsunuz; sebep ve illetleri, ka­nunları muallakta bırakıyorsunuz. Oysa sebep ve illetler, kanunlar ve ne­ticeleri benim kudret elimde bulunuyor. Dilediğim zaman onları ara yer­den kaldırıp harikulade olaylar meydana getirmeye kadirim. İşte Yusuf Peygamberin gömleğinde de böyle bir kudretin tecellisi söz konusudur. Onun için başka yorumlar aramak veya düşünmek anlamsızdır. [77]

 

Önemli Kişiler, Kendi Çevrelerinde Pek Takdir Görmezler

 

Büyük adamlar, tarihî kişiliği olanlar, ilimde derinleşenler, önemli mür­şitler yaşadıkları çevre ve toplumdan ziyade başka çevre ve bölgelerde tanınır ve lâyık oldukları ilgiyi ve saygıyı görürler. Özellikle onların asıl değeri, vefatlarından sonra daha çok anlaşılır. Biz tarihî olaylara ve kıs­salara bu açıdan baktığımızda şu misalleri ilk nazarda görebiliriz:

Nuh Peygamber, hem resul, hem ulü'l-azm olan büyük bir peygam­berdir. Uzun yıllar kendi kavmi arasında bulunup fazîlet ışığını onlara tu­tarak insanları, bir olan Allah'a, iyi ahlâk ve adalete, kardeşlik ve hakse­verliğe -hiç bir karşılık beklemeksizin- davet ettiği halde, kavmi o yüksek değeri bir türlü anlayamamıştı. Ancak Nuh (A.S.) vefat ettikten sonra bü­yük bir üne kavuşabilmiş, vahiy yoluyla adı kutsal kitaplara, bir daha silin-memesiye yazılmıştır.

İbrahim Peygamber (A.S.), Harran ve çevresinde hiçbir zaman, lâyık olduğu ilgi ve saygıyı görememiş, hattâ kendi ailesi tarafından bile dos­doğru anlaşılamamış, üstelik imha edilmek üzere ateşe atılacak kadar aleyhinde ileri gidilmiştir. Oradan Şam ve Hicaz bölgesine göç edince kı­sa zamanda tanınmış ve yüksek bir değer olduğu yer yer anlaşılmaya baş­lanmıştır. Sonra da vahiy yoluyla adı kutsal kitaplara yazılmış ve günümü­ze kadar saygıyla anılmıştır.

Musa Peygamber, Mısır'da pek az ilgi görebilmiş, Filistin ve çevresi­ne göç ettikten sonra kıymeti anlaşılmış ve büyük saygı görmüştür, hâlâ da görmeye devam etmektedir.

Isa Peygamber (A.S.), büyük bir değer olmakla beraber, içinde yaşadığı bölge onu anlayamamış, üstelik çarmıha germeye teşebbüs edecek kadar o cevherin gerçek değerini görememişlerdir.

Yâkub Peygamber (A.S.) kendi ailesi ve çevresi taraf nidan lâyık ol­duğu şekilde takdir edilememiş, hattâ ailesinden bazı yakınlarının onu bunak sanacak kadar basiretleri kapanmıştır. Oysa hâlâ bugün o, Yahudi­lerin en çok saygı duyduğu, müslümanların saygı ve takdirle andığı bir şah­siyet olarak yaşamaktadır.

ResûlüHah (A,S.) Efendimiz doğduğu yer olan Mekke ve çevresinde değil, Medine ve Habeşistan'da tanınıp takdir ve saygı görmüş, sonra da önce Arap Yarımadasında, arkasından bütün dünyada büyük bir şahsiyet olarak ün yapmış, birçok milletlerin kalbinde taht kurmuş, düşmanları bi­le Onu takdir etmekten kendilerini alamamışlardır.

Yâkub Peygamber'in o gün için ailesi arasındaki kişiliğini anlamamıza Kur'ân şu iki âyetle ip ucu vermektedir: «Kafile (Mısır'dan) ayrılıp hare­ket edince, babalan, «şüpheniz olmasın ki, ben Yusuf'un kokusunu alıyo­rum; bana bunadı demeseniz iyi olur» dedi. Oradakiler, Allah'a and olsun ki, sen elbette o eski şaşkınlığın içinde bulunuyorsun, dediler.»

Oysa zaman çok geçmeden kimlerin şaşkın olduğunu, kimlerin haki­kati görüp konuştuğunu ortaya koydu.

Bir düşünürümüz şöyle demiştir:

«Sağlığında bir tutam tuz koymazlar aşına; Öldükten sonra abideler dikerler başına!.»

Ünlü şair Baki de bu anlattıklarımızı şu iki mısraıyla ne güzel dile ge­tirmiştir :

«Kadrini seng-f musallada bilüp ey Baki, Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.» [78]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yâkub Peygamber ile oğulları arasında geçen son safha anlatıldı. Ancak Yusuf'un kokusunu aldığını söyleyince, aile hal­kından bir kısmının onu iyice bunamış sanarak sözünü ciddiye almadık­ları, gömlek gelip yüzüne atılınca gözlerinin açılmasına şahit olan o kim­selerin bu defa pişmanlık duydukları, Allah'tan bağışlanma diledikleri ko­nu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle peygamberlerin ledünnî ilme mazhar olduklarına işaret ediliyor ve Yâkub Peygamber'in (A.S.) daha önce dediklerinin bir bir gerçekleştiği misal olarak gösteriliyor. [79]

 

Meali:

 

94—  Kafile (Mısır'dan)  ayrılıp hareket edince,  babaları,   «Şüpheniz olmasın ki, ben Yusuf'un kokusunu alıyorum; bana «bunadı» demeseniz (iyi olur},» dedi.

95—  Oradakiler, «Allah'a and olsun ki, sen herhalde o eski şaşkın­lığın içinde bulunuyorsun» dediler.

96—  Ne vakit ki müjdeci gelip gömleği Yâkub'un yüzüne sürünce» gö­zü açılıverdi, «Ben size, Allah'tan bilmediğinizi şüphesiz ben bilirim» de­memiş miydim?» dedi.

97—  Oğulları, «Ey babamız! günahlarımızın bizim için bağışlanmasını dile; doğrusu bizler günahkâr olarak bulunuyorduk» dediler.

98—  Yâkub, «sizin için ileride Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.» dedi.

 

Peygamber Kıymetini Bilmeyenler

 

Yâkub Peygamber (A.S.) iki önemli mu'cize ortaya koymuştur. Birin­cisi : «Ey oğullarım! (Mısır'a) gidin de Yusuf ile kardeşini araştırıp (bulma­ya çalışın). Ve Allah'ın lütf-u rahmetinden (estireceği ferah ve umut hava­sından) ümidinizi kesmeyin.» demesidir, İkincisi: Sekiz veya on günlük mesafeden Yusuf'un kokusunu almasıdır. Ne yazık ki, başta büyük oğul­lan olmak üzere çevresindekilerin çoğu bu kadri yüce peygamberi anlaya­mamışlar da o yüzden ona «şaşkın» veya «bunak» nazarıyla bakmışlar.

Bu tarihî olay, kendini Allah'a veren, bütün ümidini Allah'a bağlayan yaşlı mü'minlere üstün saygı gösterilmesini telkîn etmekte ve Müslüman­lara bu gibi hallerde nasıl davranmalan gerektiğini öğretmektedir.

Nitekim oğulları, kardeşleri Yusuf'un gömleğini alıp Mısır'dan dönün­ce, Yusuf'u olduğu kadar, babalarını da daha iyi tanıyabilip anlayabilmiş­ler ve yaptıkları kabalıklara pişmanlık duyup günahlarının bağışlanması için babalarından istekte bulunmuşlardır. O da, «sizin için ileride Rabbım-dan bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok mer­hamet edendir», demişti.

Kurtubî'nin Tirmizı'den yaptığı nakle göre, İbn Abbas (R.A.) şöyle de­miştir: Biz, Peygamber (A.S.) Efendimizin huzurunda bulunduğumuz bir sırada Ebû Talip oğlu Ali (R.A.) geldi ve dedi ki: «Anam-babam sana fe­da olsun! Şu Kur'ân göğsümden (hafızamdan) kaçtp gidiyor, (ezberledi­ğimin bir kısmını unutuyorum). Onu koruyabilmem için ne tavsiye edersi­niz?» Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Ya Ali! sana birkaç kelime öğ­reteyim ki, Allah'ın onlarla sana öğrettiğini ve senin öğrenip de göğsünde tuttuğunu (senin hafızanda) tesbit eylesin, ne dersin?» diye sordu. Hz. Ali de (R.A.) : «Evet, Ya Resûlellah!» diye cevap verdi. Bunun üzerine Re­sûlüllah (A.S.) ona şöyle tavsiyede bulundu : «Cuma gecesi olunca, gücün yeterse, gecenin son üçte birinde kalk ki, bu saat meleklerin şahit olduk­ları, duaların kabul edildiği bir zaman parçasıdır. Nitekim kardeşim Yâkub'-un, oğullarına, sizin için ileride Rabbımdan bağışlanma dileyeceğim, demesi, cuma gecesini beklediğine işarettir.» [80]

Yâkub Peygamber'in duâ ve istiğfarını geciktirmesi, seher vaktini bek­leyeceğine işarettir, diyenler de olmuştur. Said b. Cübeyr'e göre Yâkub Peygamber, oğulları için duâ ve istiğfarda bulunmayı kamerî ayın 13, 14 ve 15. gecelerini beklemek üzere geciktirmiştir.

Bu konuda bir diğer rivayet de şöyledir: Hz. Ömer, (R.A.) hilâfet yıl­larında bir gün Mescid-i Sadete girdiğinde bir adamın şöyle duâ ettiğini işitiyor: «Allahım! beni çağırdın, ben de sana yönelip geldim. Emrettin em­rine uydum. Şimdi seher vaktidir, beni affet..» Hz. Ömer sese iyice kulak verince, onun Abdullah b. Mes'ud'un (R.A.) evinden geldiğini farketti ve gidip ondan sebebini sorunca, kendisine şu cevap verildi: «Yâkub Pey­gamber, oğullan için yapacağı duâ ve istiğfarı seher vaktine bırakmıştı, onun için ben de duâ için bu vakti seçmiş bulunuyorum.» [81]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yâkub Peygamber'in gösterdiği iki mu'cizenin, ancak Hz. Yusuf'un (A.S.) gömleği getirilince anlaşıldığına işaret edildi. Sonra babalarını yanlış anlamalarından dolayı pişmanlık duyan Yâkub Peygamberin on oğlunun Allah'tan bağışlanma dileğinde bulundukları, bu­nun için babalarının duâ ve istiğfar etmesinden yana bir arzu izhar ettik­leri anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Yâkub (A.S.) ailesinin toplu halde Ken'an ülke­sini terkedip Mısır'a göç ettikleri ve Yusuf'a ora âdeti uyarınca saygıyla eğildikleri anlatılır. Sonra da Yusuf Peygamber'in yıllarca önce gördüğü rüyanın böylece gerçekleştiğine dikkatler çekilerek konu noktalanır. [82]

 

Meali:

 

99—  (Yâkub ailesi Mısır'a gelip) Yusuf'un yanına girdiklerinde, Yu­suf ana-babasrnı kucaklayıp yanına aldı ve «Mısır'a -inşaallah- güven duy­guları içinde girin!» dedi.

100—  Ve ana-babasını tutup taht üzerine çıkardı. Onlar da eğilip Yu­suf'a saygı (Allah'a şükür secdesinde bulunarak teslimiyet) gösterdiler. Yusuf, «Babacığım,» dedi, «İşte daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur bu! Rabbim onu gerçekleştirdi; cidden bana büyük iyiliklerde bulundu: Be­ni zindandan çıkardı; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra Rabbim sizi çölden (veya Bedâ adlı yerden buraya) getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dilediği hususlarda çok lütuf sahibidir. Hem doğrusu Rabbîm bi­lendir, hikmet sahibidir.

101— Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin, rüyaları yorumlamayı Öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünya'da da, Âhiret'te de işlerimi dü­zene koyan, bana sahip çıkan Sensin. Ruhumu müslüman olduğum (Hakk'a teslimiyet gösterdiğim) halde al ve beni iyi kişilere kat.»

 

Asalet Örneği, Fazilet Timsali

 

Mısır gibi önemli bir ülkede vezir olup, devlet hazinesini elinde tutan ve işin en garip tarafı, köle diye satılarak bu ülkede sıfırdan başlayıp ken­dini bu düzeye getiren Yusuf (A.S.), yükseldikçe Allah'a olan bağlılığı kat kat artmış, her geçen gün daha çok mütevazi olmuştur. Bununla da kal­mayıp, kendisini öldürecek kadar hırçınlaşan ve acımasızca davranan kar­deşlerini, eline her türlü fırsat geçtiği halde affetmesini bilmiş ve ailenin bütün fertlerini bağrına basarak, Allah'ın izniyle ve yardımıyla hepsine gü­ven ve huzur sağlamıştır.

Şüphesiz ki, bu onun asaletini, peygamberlik rütbesine her yönüyle lâ­yık olduğunu gösterir. Soysuz kişiler yükseldikçe soysuzluklarını, asil ki­şiler yükseldikçe tevazüierini artırırlar. Nitekim İslâmiyeti kendilerine din olarak seçen köleler ve fakir, zayıf kişiler, bu dinde sevgi ve saygı, itibar ve kardeşlik gördükçe sevinmişler, peygamber mektebinin seçkin talebe­si olma şerefine erişerek hep yükselmişlerdir. Bir gün gelmiş bir kısmı çok önemli mevkilere atanmış, fakat bu onların hep tevazüünu, fazilet ve ir­fanlarını artırmıştır. Demek ki, Allah'a dosdoğru imân insanı alçak gönül­lü, edepli, terbiyeli, faziletli ve vakarlı yapar. [83]

 

Ana Ve Babasının Yusuf'a Secde Etmesi

 

Kıssanın baş kısmında bu konuya değinmiş, az da olsa bir açıklama­da bulunmuştuk. Özet olarak Mısır'ın o günkü geleneklerine uyarak Yu­suf'un önünde hafif eğilip sevgi ve saygılarını ifade etmişlerdir; zaten secdenin sözlükte bir anlamı da budur, diyebiliriz. O bakımdan aynı konu­ya tekrar dönmeğe gerek görmüyoruz. [84]

 

Başarı, Allah'tandır

 

«Robbım! Gerçekten bana mülk verdin, rüyaları yorumlamayı öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, Âhiret'te de işlerimi düzene koyan ve bana sahip çıkan sen­sin...»

Yusuf Peygamber'in bir diğer örnek hareketi, elde ettiği bütün başa­rılan, eriştiği bütün nîmetleri Allah'a nisbet edip O'nun yüceliği ve geniş rahmeti karşısında mahviyetin: idrâk etmesidir. Zaten gelip geçen her peygamberin anlayış ve tutumu bu düzeyde kendini göstermiştir.

Diğer insanların çoğu ise, arzuladığı nimete erişip, peşinde koştuğu makama eriştiklerinde, başarıyı kendi zekâlarına nisbet edip Allah'ı unu­turlar. Şüphesiz ki, hayatın çok renkli yolunda bu gibi sınavlar her insanı beklemektedir. Neye eriştiğinin veya neleri elde ettiğinin idrâki içinde olanlar kendilerini kaybetmez ve şımarmaziar. Bilâkis tevazüları, Allah'a olan bağlılıkları artar da nail oldukları nîmet sebebiyle bir fitneye uğrama­mak için Allah'a sığınırlar, O'nun yardımını dileyip bütün varlıklarını O'na teslim ederler. Böyie bir idrâk içinde olmayan ham ervah ise, nîmetin sar­hoşluğu içinde geçioi olanı da, kalıcı olanı da unuturlar, hayatın hep öy­le toz pembe devam edeceğini sanarak her gün biraz daha Allah'tan ve âhiretten uzaklaşırlar.

Kur'ân'da bu konuda Yusuf Peygamber'in şu sözleri, mü'minler için örnek alınacak bir ölçü ve model olarak verilmektedir: «Cidden Rabbım bana büyük iyiliklerde bulundu: Beni zindandan çıkardı; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozdu, sonra da Rabbım sizi çölden (veya Bedâ adlı yerden) getirdi. Şüphesiz ki, Rabbım, dilediği hususlarda çok lütuf sahi­bidir. Hem doğrusu Rabbım (her şeyi) bilir, hikmet sahibidir.»

Kâinatta ilâhî sünnetin mutlak hâkim olduğunu bilip inanan, her şeyin yaratılış hikmetine yönelip, yükletilen programa göre hizmet vererek var­lığını sürdürdüğünü anlayan ve yine her şeyin bağlı bulunduğu hilkat ka­nunu gereği Hakk'ı tesbîh ettiğine, İlmî ve tecrübî açıdan şahit olan insana Cenâb-ı Hak nasıl bir program yüklemiştir? İşte bunu bilip uyguladığımız ölçüde insanlığımızı anlamış ve beklenileni vermiş oluruz. Yusuf Peygam­ber'in hayatından seçilen parçalar ve bölümler, onun böyle bir idrâk için­de bulunduğunu ortaya koymakta, düşünebilen, olayları tahlil edip sonuç­lar çıkaran kişilere en güzel misaller verilmektedir. [85]

 

Ruhumu, Müslüman Olduğum Halde Al!

 

Yusuf Peygamber'in rüyası gerçekleşip dünya ve âhiret arasında mut­luluk yansıtan en sağlam köprüyü kurduktan sonra yaptığı duâ çok anlam­lı ve o nisbette düşündürücü ve yönlendiricidir. Duası çok kısa olmakla beraber hayatın her parça ve bölümünü içine almakta, insanın dünyada­ki yerini belirlemektedir. Yusuf Peygamberin duası iki önemli kısımda top­lanıp özetlenmiştir:

a)  Cenâb-ı Hakk'a bütün mevcudiyetiyle teslîm olup boyun eğdiği bir halde ruhunun alınmasını dilemesi,

b)  Dünya ve âhirette iyi kişiler kafilesinde bulunmayı istemesi..

Birinci cümleyle insanın her şeyiyle Allah'a ait olduğu ve ancak O'nun selâmet gölgesi altında bulunmak suretiyle varlığını koruyabildiği, sonun­da yine dönüşünün ancak O'na olacağı anlatılıyor ve bu Şuur, bu imân ve irfanla ölmenin en büyük saadet olacağına İşaret ediliyor. İkinci cüm­leyle, Allah'a dosdoğru imanın birleştirici, bütünleştirici ve kardeşlik duy­gularını geliştirici olduğu, bu doğrultuda iyi kişilere her zaman ihtiyaç du­yulacağı; dünyada da, âhirette de insanın toplumdan kopuk yalnız başına yaşayamıyacağı belirtiliyor. Böylece mü'minlerin kendi aralarında kardeş­lik ve dostluk kurmalarının lüzumuna dolaylı şekilde dikkatler çekiliyor. [86]

 

Tarihî Yönü

 

Yusuf Peygamber'in Mısır'a götürülmesi M.Ö. kaçıncı yüzyıia rasla-maktadır? Bu konuda tarihçilerin kesin bir tesbitine rastlayamadik. Bazı tarihçilere göre, İsrailoğuİları Mısır'da iki asır kalmışlardır. Böylece Yusuf Peygamberin Musa Peygamberden yaklaşık ikiyüz yıl önce yaşadığı anla­şılır. Ancak Musa Peygamber'in M.Ö. XIII. yy.'da yaşadığını dikkate aldığı­mız ve Tevrat'taki belgelerden de İsrail oğullan'nın Mısır'da beş asra ya­kın bir süre kaldıklarına baktığımız zaman, Yusuf Peygamber'in M.Ö. XVIII. yy.'da yaşadığı ve bu tarihte Mısır'a götürüldüğü ağırlık kazanır.

Zira bu konuda elimizde güvenilir iki önemli kaynak bulunuyor: Kur'-ân-i Kerîm ve Tevrat. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'de tarih üzerinde durul­maz, olayların ibretli safhaları nakledilerek toplum ve milletler yönlendi­rilmek istenir. Tarih konusu tarihçilerin araştırma ve tesbitlerine bırakılır.

Tevrat'ta ise, bazan tarih üzerinde durulur, bazan birtakım rakamlar verilir. Tabii bunların ne kadar sıhhatli olduğunu tesbit etmemiz bazan mümkün olmuyor. Allah sözüne insan sözü karıştırıldığı ve birtakım hikâyelere ve kıssalara geniş yer verildiği için bazı gerçekler belirsiz hale gel­mişi bazı konular mecrasından saptırılmıştır. Bununla beraber Tevrat'ta bazan da aydınlatıcı bilgiler verilir. Örneğin, Yâkub ailesi Mısır'a göc et­tiklerinde sayılarının 70'i bulduğu [87] ve beş asra yakın (430 yıi) orada kal­dıktan sonra Filistin'e yerleşmek üzere Mısır'ı terkettiklerinde, çocuklar ve kadınlardan, hatta atlılardan başka 600.000 yaya erkekle yola çıktıkları belirtilmektedir. [88]Konuya bu açıdan baktığımızda, İsrâiloğulları'nın Mısır'dan göc edip Sina çölüne geldiklerinde nüfuslarının yaklaşık iki milyonu bulduğu anla­şılıyor. Ancak bunların hepsinin Yâkub soyundan üreyip çoğaldığını söyle­yemeyiz. Yâkub Peygamber'in arkasından Ken'anîlerden bazı ailelerin de bilahara Mısır'a göç ettikleri ve Mısır yerlilerinden bazı ailelerin Yusuf Pey-gamber'e İnanıp uydukları da mümkündür. Böylece 430 yıl içinde Allah'a ve Peygamberine inananların iki milyona yaklaştığı söylenebilir. [89]

 

Yusuf (A.S.) Kıssasından  Mü'minlere Mesajlar

 

1—  Peygamberlik tahsil ile elde edilen bir meslek değiidir. O her yö­nüyle Allah'ın büyük bir lütuf ve ihsanıdır ki lâyık olanlara vermiştir.

2—  Mevki ve makam yükseldikçe, düşmanlar, kıskananlar ve çeke-miyenler, aynı zamanda çamur atanlar çoğalır. Kişinin yükseldiği makam­da tevazu ve fazileti arttıkça, karakterleri bozuk olanların ona karşı kin ve kıskançlıkları o nisbette artar.

3—  Cenâb-ı Hak, yüksek hikmeti gereği, her peygamberi ayrı bir özel­likle donatıp hizmete sevketmiştir. Yusuf Peygamberin birçok meziyetle­ri arasında üçü çok daha belirginlik arzeder: Rüya yorumu, olayları tah­lildeki isabeti ve idare etme yeteneği, devletin ekonomik yapısını iyileşti­rip halka refah kapılarını açma becerisi..

4—  Allah'ın insana lütfettiği önemli nimetlerden çevrenin dikkat ve hasedini çekecek olanlarını gizli tutmak, hiç değilse onları övünme ve bö­bürlenme vasıtası yapmamak tavsiye edilir.

5—  Mal ve evlâdı, her zaman Allah'a emanet etmemiz üzerinde du­rulur. Zira Allah daha çok kendisine emânet edilenleri koruyup zayi' etmez.

6—  İnsanı üzüp sıkan olaylar karşısında, «bana gereken, güzel bir sabırdır» diyerek Hakk'ın irâde ve kazasına baş eğip teslim olmak, mutluluğün ilk adımıdır.

7— Cenâ.b-ı Hak bir kimseyi yükseltmek istediğinde, her şeye rağ­men engelleri bir bir kaldırarak sebepleri kolaylaştırır. Yusuf Peygamberin hayatı bunun en açık misallerinden biridir.

8— Nefsin peşine takılıp şehvetin esiri olmak hiç kimseye fazîlet ve

şeref getirmemiş, bilâkis rüsvay olmasından yana çok şey kaybetmesine sebep olmuştur. Mısır azizinin eşinin tutumu buna güzel bir misal teşkil eder.

9— Kendine hâkim olup, «Ben, Allah'tan korkarım. Hayasızlıktan Al­lah'a sığınırım» demek, gerçek imânın tezahürü ve her yerde Allah'ın kud­ret damgasını görmenin belirtisidir.

10—  İffet ve namus, edep ve vakar her yerde insanı yüceltir.

11—  Nefsin ve şeytanın açtıkları ahlâksızlık çukuruna ouşmektense, zindana girmeyi tercîh etmek, hem dünyada, hem de âhirette saadete ka­vuşmanın kapısı ve ilâhî inayet ve rahmete erişmenin en acık yoludur.

12—  Sıkıntılı günlerde fanilerden değil, baki olan Allah'tan yardım di­lemek, O'na kul olmanın ve bütün kuvvet ve kudretin yine O'nun elinde bu­lunduğunu anlamanın açık ifadesidir.

13—  Buğdayı silolamak mümkün olmadığında onu başağında1 koru­mak, olumlu sonuç verir."

14—  Güvenilir ve ehil kişilere görev verilmediği zaman, şartlar ve or­tam müsait olduğu takdirde* onların bazı görevlere istekli çıkmalarında, ül­kenin selâmeti bakımıncTdn bir sakınca yoktur.

15—  Kötülük yapanları, -toplum ve ülkeden yana bir zarar ve sıkıntı getirmiyecek ve insan haklarının zayi' olmasına sebep olmayacaksa,- af­fetmek; bağışlanma diledikleri zaman geçmişi deşip başa kakmamak, kü-çümsememek, kınamamak ve azarlamamak şüphesiz ki, Allah'ın sevdiği güzel hasletlerden biridir. Zira affetmek, cezalandırmaktan cok daha te­sirli ve üstündür; aynı zamanda daha ıslâh edicidir.

16—  Çocuklarımızı, sevdiklerimizi ve dostlarımızı bir yere yolcu eder­ken veya biz onlardan ayrılıp bir tarafa gitmeye hazırlanırken: ALLAHU HAYRÜN HÂFİZEN VE HÜVE ERHAMÜ'R-RÂHİMÎN «Allah, koruyucuların ©n hayırlısıdır ve O, merhamet edenlerin en çok merhametlisidir.» demek sünnettir ve cidden koruyucudur. Yâkub Peygamber, küçük oğlu Bünya-roin'i Mısır'a gönderirken, bu sözleri söyleyerek onu Allah'ın himayesine tevdi' etmiştir.

17—  Nazardan korunmak için tedbirli olmak müstehabdır. Zira göz-değme haktır. Ancak bu tedbir, göz boncuğu, kaplumbağa kabuğu ve ben­zeri şeyleri takmakla değildir, Allah'ın hıfz-ü emanına sığınmak ve Kur'-ân'dan Muâvvezeteyn sûrelerini okumak suretiyle önlem alınmalıdır.

18—  Önemli bir olay, bîr durum karşısında kalınınca, toplanıp isti­şare etmek sünnettir, aynı zamanda cok yararlıdır.

19—  Cenâb-ı Hak; her insanı birkaç şeyle dener: Kimini evladıyla, ki­mini karısı veya kocasıyla, kimini malıyla, makam ve servetiyle, kimini bil­gisiyle sınavdan geçirir. Bütün bu hususlarda başarı sağlamak, Allah'a gü­venip dayanmak ve sabrederek sonucun iyi olmasını dilemekte düğümlen­miştir.

20—  Bir üzüntü ve sıkıntıyla karşılaşıldığı zaman, bunu fanilere değil, Allah'a açmak, durumunu O'na arzetmek, gelecek olan genişlik ve ferah­lığın ilk müidesidir.

21—  Yaşlı, güngörmüş aklı başında tecrübeli kişilere saygı göstermek, onların görgü, bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak sünnettir. Daha ön­celeri Yâkub Peygamberin görüş ve fikirlerine önem vermeyen oğulları sonunda ne kadar büyük hatâ ettiklerini anlamış ve Allah'tan bağışlan­maları için babalarının duâ ve istiğfarda bulunmasını talep etmişlerdir.

22— İnsan ne kadar yükselirse yükselsin, ana-babasının, hocalarının yanında küçülmesini bilmeli, çevresindekilere karşı alçak gönüllü olmaya, tevazu kanadını yere indirmeye özen göstermelidir.

23—  Erişilen her nîmetin şükrünü yerine getirmeyi ihmâl etmemek, nîmet arttıkça şükrünü artırmak ve Cenâb-ı Hakk'ı daha çok anmak, her peygamberin tavsiye ettiği bir sünnettir ki, hiçbir zaman değerini kaybet­mez.

24—  Elde edilen bütün başarıları Allah'a irca' edip O'nun sonsuz kud­reti karşısında mahviyetkâr davranmak en güzel sünnetlerden biridir. Çün­kü kuvvet ve kudret Allah'a ait olduğu gibi, insanı başarılı kılan da O'dur. O bakımdan Yusuf Peygamber eriştiği bütün nimetlerin Allah'tan birer lü­tuf olarak geldiğini, elde ettiği bütün başarıların Allah'a ait olduğunu dile getirerek kendisinden sonrakilere en doğru ve sağlam bir düşünce ve hare­ket noktası belirlemiştir. [90]

 

Özel Mülkiyeti Kaldırıp Devletin Tekelinde Tutmak

 

Tevrat'ta açıklandığına göre, Yusuf Peygamber yedi yıl kadar süren kıtlık yıllarında, devlet adına depoladığı gıda maddelerini, daha çok halka arazi karşılığında vermeyi plânlamış ve böylece kâhinler dışında bütün ül­ke insanının arazileri devlet adına satın alınmıştır. Sonra da bu arazinin işletilmesi, elde edilecek ürünün beşte biri devlete verilmek üzere halka bırakılmış, o yüzden Mısır halkı devletin kulu ve kölesi durumuna getirtil­miştir. [91]

Bu ifadeden şunu anlıyoruz ki, Yusuf Peygamberin uyguladığı şer'î kanunlara göre, araziyi, iyi işletemiyen halkın elinden yine kendi rızalarıy-la devlet adına satın alıp ülke arazisini devletin tekelinde tutmakta bir sakınca yoktur. Zira yedi yıllık uzun bir deneme, halkın araziyi iyi kul­lanamadığını ortaya koymuş ve baş gösteren kıtlık birçok sıkıntılar doğur­muştur.

Ancak Tevrat'ta bu açıklamadan sonra şu satırlara yer verilmiştir: «Ve İsrail Mısır diyarında Goşen vilâyetinde oturdu ve orada mülk sahibi oldu­lar ve semereli olup ziyadesiyle çoğaldılar ve Yâkub Mısır diyarında 17 yıl yaşadı, 147 yaşında öldü.» [92]

Bu da, Yusuf Peygamber'in ülke arazisini devletin tekelinde tutarken, özel mülkiyeti kökünden söküp kaldırmadığını, yine isteyenlere belli bir bedel karşılığında mülk verilebileceğini göstermektedir. Ancak tereddüt edilen bir hususu unutmamak gerekir: Ülke arazisi satın alınıp devlete mal edilirken kâhinlerin arazisi satın alınmamış, çünkü devlet onların ta­yınını, yani günlük geçimini karşılıksız olarak sağlamıştır. O bakımdan onların arazisi kendi mülkiyetlerinde kalmıştır.

Tevrat'ta sık sık «kâhin» ve «kâhinler» tabiri geçer. Bundan, daha çok Yâkub Peygamberin evlât ve torunları kasdedilmekte, diğer bir yorumla, o aileden gelen din adamları hakkında kullanılmaktadır. [93]

 

Olayın Bir Başka Tarihî Yönü

 

Müfessir Kurtubî'nin beyânına göre: Ölüm saatleri yaklaşınca Yâkub Peygamber, Şam diyarında Ken'an yöresine babası İshak'ın yanına gömül­mesini vasiyet etmişti. Yusuf Peygamber babasının vasiyetini aynen yerine getirerek ona karşı son görevini yapmayı ihmal etmemiştir. [94]Tevrat'ta ise bu safha şöyle yazılıdır: Yâkub Peygamber oğullarını ça­ğırıp onlara şöyle vasiyette bulunmuştur: «Ben kavmıma katılmak üzere­yim. Beni babalarımla beraber Hittî Efronun tarlasında olan mağaraya, Ken'an diyarında Mamre karşısında Makpela tarlasında olan İbrahim'in kabir için mülk olarak Hittî Efron'dan satın aldığı mağaraya gömün. İbra­him ve karısı Sarayı orada gömdüler; İshak ve karısı Rebeka'yı orada göm­düler: Ve ben Leayı orada gömdüm. Tarla ve içindeki mağara Het oğulla­rından satın alınmıştı. Ve Yâkub, oğullarına emretmeyi bitirince ayaklarını yatağın içine topladı ve son soluğu verdi ve kavmine katıldı.» [95]

Yusuf Peygambere gelince : O da vefat edince, ruhen babaları Yâ­kub, İshak ve İbrahim'e (salât-ü selâm hepsine olsun) katılmayı dilemiş ve böylece tertemiz, peygamberliğinin nezahati içinde Mısır'da vefat et­miştir. Ancak Mısırlı'lar onu paylaşamamışlar, her semt halkı kendi kesi­minde onun gömülmesini istemiş, derken büyük bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştı. Çünkü herkes o mübarek insanın bereketine erişmek arzusun­daydı. Sonra aklı eren ileri gelenler, vaki anlaşmazlığı çözmek için Yu­suf'un naşmı bir mermer tabuta yerleştirip Nil ırmağının ikiye ayrıldığı kıs­ma gömerek bütün Mısırlılara Niî ile bereket dağıtmasını dilemişler ve böylece, herkesi memnun edip susturabilmişlerdi. Uzun yıllar orada gömü­lü kaldıktan sonra Musa Peygamber, İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarırken Yusuf Peygamber'in mermer tabutunu da alıp öylece beraberlerinde gö­türmüşler de vefatından 400 yıl sonra onu Beytü'l-Makdîs'e gömmüşlerdir. Kaç yaşında vefat ettiği tam tesbit edilememiştir. 108, 123 ve 107, 110 gibi rakamlar üzerinde durulmuştur. Allah daha iyisini bilir. Efraim, Manasse ve Rahmet adında üç oğlunun dünyaya geldiği söylenir. [96]

Tevrat'taki kayıtlara göre ise, Yusuf Peygamber, babası Yâkub'un ce­sedini mumyalamaları için hekim kullarına emrettiği ve emir yerine getiri­lip kırk gün mumyalama süresi dolunca, Mısırlıların onun için yetmiş gün gözyaşı akıttıkları belirtilmektedir. Sonra da Yâkub'un vasiyeti gereği, onun mumyalanmış naşının Ken'an diyarına nakledilerek Mamre karşısında Mak­pela tarlasındaki mağaraya gömüldüğü anlatılır. [97]

Yine Tevrat'taki kayıtlara göre, Yusuf Peygamber 110 yıl yaşamıştır. Vefatına yakın kardeşlerini ve oğullarını toplayarak onlara gelecekle İlgili şu haberi vermiştir: «Ben ölüyorum, fakat Allah mutlaka sizi arıyacaktır

ve bu diyardan sizi İbrahim'e ve İshak'a ve Yâkub'a yemin ettiği diyara çı­karacaktır. Ve Yusuf: Allah sizi mutlaka arıyacaktır ve kemiklerimi bura­dan çıkaracaksınız, diyerek İsrail'in oğullarına yemin ettirdi. Ve Yusuf 110 yaşında öldü ve onu mumya edip Mısır'da bir tabuta koydular.» [98]

Tevrat'ın Çıkış kitabında ise, Yusuf'un bu vasiyetinin Musa Peygam­ber tarafından yerine getirildiği anlatılarak şöyle deniliyor: «Ve İsrailoğul-ları Mısır diyarından silâhlanmış olarak çıktılar. Ve Musa, Yusuf'un kemik­lerini kendisiyle beraber aldı; çünkü İsrâiloğullarına: Gerçekten Allah sizi ziyaret edecektir ve kemiklerimi sizinle beraber buradan çıkaracaksınız, diye sıkıca and ettirmişti.» [99]

Bu kayıtlardan, Musa Peygamber'in şeriatında ölen bir kimsenin ke­miklerini çıkartıp bir başka yere gömmenin caiz olduğu anlaşılıyor. Nite­kim Yâkub Peygamber'in şeriatında da buna cevaz verildiğini, onun yaptı­ğı vasiyetinden anlıyoruz. [100]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Yâkub ailesinin Mısır'a göç ettikleri ve Yu­suf Peygamber'in daha önce görüp babasına anlattığı rüyanın aynen ger­çekleştiği anlatıldı. Sonra da Yusuf Peygamber'in eriştiği başarının, nail olduğu nîmetlerin Allah'a ait olduğunu dile getirerek tam mahviyetkâr bir ifadeyle şükrettiği belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Yusuf (A.S.) kıssasının gerçekçi ve özlü safha-larının ancak vahiy yoluyla anlaşılabileceği, Hz. Muhammed'in (A.S.) ken­diliğinden bunları bilip anlatmasının mümkün olmayacağı üzerinde duru­luyor. Böylece efsanelere karışan Yusuf kıssasının en ibretli yanının an­cak Kur'ân'dan öğrenilebileceğine işaret ediliyor. Bütün âyet, belge ve tarihî kıssalara rağmen, yeryüzündeki insanlardan çoğunun inkâr ve tuğ­yan üzere kalmakta ısrarlı olacakları haber veriliyor. Onun için kavim ve kabilelerin hidâyeti seçmediklerine üzülmeğe gerek olmadığı hatırlatılarak, peygamber ve onun izinde olanlara gerekenin açık bir tebliğ ve metotlu bir irşat olduğu bildiriliyor. [101]

 

M Eâli :

 

102—  (Ey Muhammed!) İşte bu gayb haberlerindendir ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz. Onlar hile ve düzen kurarak işlerini kararlaştır­mak için toplandıklarında sen onların yanında bulunmuyordun.

103—  Sen ne kadar içten arzu edip çırpınsan da insanların çoğu imân edecek değillerdir.

 Ve sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. Bu (Kur'ân) âlemler için ancak bir öğüt, bir hatırlatmadır.

 

Vahyedilen Gaybî Haberler

 

«İşte bu gayb haberlerindendir ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz.»

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (A.S.) ümmî idi, yani okur-yazar değildi. Zaten o devrin Arap tarihini incelediğimizde, İsa Peygamber'den sonra fetret devri başlamış ve bu altı asır devam etmiştir ki, bu süre içinde pey­gamber gönderilmemiştir. O yüzden Tek Tanrı İnancı, yerini çok tanrı inan­cına bırakmıştı. İlim ve irfan adına kayda değer ciddi hiçbir şey yoktu. Da­ha çok şu üç şey toplumda yaygındı: Güçlünün güçsüzü ezip elindeki ek­meğini alması, esir kadınların ve çocukların esir pazarlarında köle ve câ­riye adı altında alınıp satılması; şairlere lüzumundan fazla değer verilip putları memnun etmek için onlar adına övgülerin söylenip yazılması..,

Tevrat ile amel edenlere gelince: Hicaz ve dolaylarında yaşayan Yahudiler de koyu bir cehalet içinde yüzüyorlardı. Onları sevk ve idare eden birkaç din adamları dışında Tevrat'ı okuyup anlayan, anlayıp amel eden kimseler yoktu. Önemli bir bölümü ticaretle ve tefecilikle geçimini sağlar, kendilerinden olmayanları sömürebildikleri kadar sömürürlerdi.

Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'in yetiştiği aile ve muhite dikkat et­tiğimizde, onların da Tevhît İnancı doğrultusunda yeterli bir kültürleri, sağ­lam esaslara dayalı bilgileri yok gibiydi. O yüzden Peygamberimizin genç­lik dönemi, önceleri çobanlıkla, sonraları ticaretle geçmiştir. Kutsal kitaplar hakkında ciddi bir bilgisinin olduğu iddia edilemez. Ümmî, yani okur-yazar olmadığı için de her hangi bir kitap okuma imkânı bulamamıştır. O'nun bildiği tek şey, mükemmel düzen ve dengede yaratılan şu kâinatın bir ya­ratıcısı vardır, o da Allah'tır. Taştan ve ağaçtan yontulup şekillendirilmiş putların hiçbir zaman ilâh olamıyacaklan, aklın ve sağduyunun belirleyip ortaya koyduğu bir gerçektir.

Yahudi bilginleri, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin peygamber olarak gön­derilmesini yadırgadılar ve o bakımdan beklenilen kurtarıcının o olmadığı­nı iddia edip açıktan inkâra saptılar. Bir çok yalan ve iftiralardan, benzetme ve suçlamalardan sonra Onu zor duruma düşürmek ve mü'minlerin inan­cını sarsmak için Yâkub ve oğlu Yusuf Peygamberler hakkında kendisinden tatmin edici bilgi istediler. O da, Allah bana bildirecek olursa, size bilgi verebilirim, dedi ve Melek Cebrail'in inmesini bekledi. Cok geçmeden Yu­suf (A.S.) kıssasıyla ilgili âyetler indirildi. Ama öyle bir güç ve ölçüde ki, bütün yanlışlıkları düzeltmekte, Tevrat'ta geçen bölümlerin isabetli yerle­rini doğrulamakta, hatalı yerlerini tashih etmekte ve daha çok ibret ve öğüt alınacak safhalarını açıklamaktaydı. O bakımdan ilâhî kelâmın akıcı, açık, kesin ve doyurucu beyânı herkesi susturdu.

Bunun için Cenâb-ı Hak, olayı, Peygamberine bildirdikten sonra Ona şu hususu da hatırlatıyor: «Ey Muhammed! İşte bu gayb haberleridir ki, onu sana vahiy yoluyla bildiriyoruz. Onlar hile ve düzen kurarak işlerini kararlaştırmak için toplandıklarında sen onların yanında bulunmuyordun. Ne kadar içten arzu edip çırpınsan da insanların çoğu imân edecek değil­lerdir.»

Bu âyetler Mekke'de inmiştir. Eğer Yusuf kıssası, Kur'ân'ın açıkladığı şekilde ve muhtevada o yörelerde bilinmiş olsaydı, Hz. Muhammed (A.S.) böyle bir iddiayla ortaya çıkabilir miydi veya Allah (c.c.) böyle bir ifade kul­lanır mıydı? Nitekim bir süre sonra Yahudi din adamlarından Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Kur'ân'ın bu âyetlerini duyduklarında hayretlerini gizliyememişler ve bu kadar net ve sağlıklı bilgileri kimselerin bilmediğini itiraf etmişlerdi. Çünkü Tevrat'ta kıssayla ilgili yazılara o kadar çok insan

sözü karıştırılmıştır ki, hangi cümlesi ilâhî, hangisi beşerî olduğunu ayırt etmek bile mümkün olamamıştır. Ancak Kur'ân'ın beyânı ortaya çıkınca, kıssanın gerçek yanı anlaşılabilmiştir.

Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, Yusuf (A.S.) kıssasının bir di­ğer yönü de, Hz. Muhammed (A.S.) ve arkadaşlarının içinde bulundukları sıkıntılı duruma neşter vurması, tarihin tekerrür edeceğine işarette bulun­ması; aynı zamanda hak, doğruluk, ahlâk, fazilet ve adalet adına verilen mücadelenin, sarf edilen mesainin mutlaka başarıya erişeceğini müjdele-mesidir. Nitekim on yıl sonra Mekke fethedilmiş ve Hz. Peygamber {A.S.) kutsal Kabe'yi putlardan temizleyerek, Mekkeli düşmanlarına, Yusuf Pey-gamber'in kendi kardeşlerine söylediği sözü söyleme büyüklüğünü bir de­fa daha göstermiştir: «Size bugün azarlama, ve başakakma yok. Allah si­zi bağışlasın, affetsin. O, merhamet edenlerin en çok merhameti isidir.» [102]

 

Hz. Muhammed'in (A.S.) Beslediği Ümit

 

Siyercilerin tesbitlerine göre, Yahudi din adamlarıyla Mekke'nin ileri gelenlerinden bir grup insanın Yusuf (A.S.) olayını sormaları ve vahiy yo­luyla olayın gerçek yönünün bildirilmesi üzerine, soruyu soranlar susmak­tan başka bir çare bulamamışlar ve ne tasdîk, ne de ret etmiyerek geldik­leri gibi geri dönmüşlerdi. O sebeple Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlardan çoğunun veya bir kısmının aklını ve vicdanını doğruyu seçmeye çevirir ve son dine inanırlar diye ümitlenmiş ve neticeyi sabırsızlıkla beklemişti. Zi­ra Peygamberimizin (A.S.) özelliklerinden biri de, insanların düştükleri kü­für ve cehalet bataklığından bir an önce kurtulmalarını görmekti. Bunun için gece-gündüz demeden hakkı tebliğ etmeye çalışır, irşat hizmetini ku­sursuz sürdürürdü.

İşte o bu duygu ve düşünce atmosferi içinde olumlu sonuç beklerken, aksine onların inkâr ve tuğyanlarında ısrar ettiklerine şahit olmuş ve faz­lasıyla üzülmüştü.

Cenâb-ı Hak, bu husustaki ilâhî sünnetinin hedefini belirterek teselli mahiyetinde şu âyeti indirdi: «Sen ne kadar içten arzu edip çırpınsan da insanların çoğu imân edecek değillerdir.»

Diyebiliriz ki, beşer tarihi böyle başlamış, böyle gelişmiş ve böyle devam edecektir. Hak ile bâtıl mücadelesi hiçbir zaman son bulmayacak, kıyamet kopuncaya kadar bu sürtüşme sürüp gidecektir. Önemli olanı, mil­yonlarca, hattâ milyarlarca insanlar arasında Hakk'ın sesini duyup kalbini imân cevherine taht yapanların Allah'ın dinine bilerek, inanarak ve karşılı­ğını yalnız Allah'tan bekleyerek hizmetlerini sürdürmeleridir. [103]

 

Dine Davette, Hakk'a İrşatta Ücretin Yeri Yoktur

 

«Ve sen buna karşılık on­lardan bir ücret de istemiyorsun. Bu (Kur'ân) âlemler için ancak bir öğüt ve hatırlatmadır.»

Kur'ân'da ücret konusu sık sık işlenip hatırlatılır. Gönderilen pey­gamberler dini yayarken, ilâhî buyrukları teblîğ ederken, ona karşılık bir üc­ret istememişler; aksine ellerinde ve evlerinde olan varlıklarını da bu yolda harcamışlardır. Bunun sebebi acıktın Allah'ın indirdiği din elbetteki çok aziz ve çok şereflidir, aynı zamanda her yönüyle kutsaldır. Allah rızası gö­zetilerek teblîğ edildiği, ücretsiz anlatıldığı sürece kutsallığına saygı gös­terilmiş ve azizliği korunmuş olur. Din bilgini dilenci durumuna düşürül­düğü gün, dinin kutsallığı zedelenir? Allah'ın insanlara emanet ettiği bu nîmet ağır yara alır. O bakımdan hem peygamberler, hem de onların yo­lunda yürüyen din mürşitleri, zarurî bir durum meydana gelmedikçe, din adına kimselerden bir şeyler istememişler, kendileri için bir ücret talebin­de bulunmamışlardır.

Kur'ân'da dine hizmetten söz edilirken, bu şerefi üstlenenlere, pey­gamberlerin tertemiz metodu hatırlatılır, onların müstağni davranmaları en açık misal olarak verilir. [104]

 

Kur'an Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır

 

«Bu (Kur'ân) âlemler için ancak bîr Öğüt ve hatırlatmadır.»

Burada Kur'ân «zikir» olarak anılmıştır. Bu kelime çok yönlü ve çok anlamlıdır: Hafızada arşivlenen bir şeyi hatırlama, bir şeyin kalpde doğu-vermesi, dilde meydana gelmesi bunlardan bir kaçıdır. Ayrıca «namaz» insana Allah'ı daha çok hatırlattığı için «zikir» diye anılmıştır. «Kur'ân» her yönüyle Allah kelâmı olup her kelime ve cümlesiyle Allah'ı anmamıza vesî-le olduğu için «zikir» olarak vasıflandırılmıştır. Sonra da «zikir», hatırlatılan veya okunan veya okutulan veya haber verilen bir şeyden öğüt ve ibret alma mânasında da kullanılmıştır. Kur'ân'ın zikir olarak vasfedilmesinin bir anlamı da budur. Şöyle ki: İlgili âyette Kur'ân'ın âlemlere ancak bir zikir, yani öğüt ve hatırlatma olduğu buyurulurken, okunup anlamı üzerin­de durulduğu, Allah'ın neleri murat ettiği düşünülerek âyetleri üzerinde ciddiyetle araştırma yapıldığı, imân ve irfan gözüyle bakılıp incelendiği tak­dirde bir zikir anlamı hüviyetinde bulunduğuna işaret ediliyor.

Kur'ân neleri öğütler ve neleri hatırlatır?

Bu iki soru üzerinde durduğumuzda Kur'ân'ın belirtilen hususta in­sanları nasıl eğittiğini daha iyi anlamış oluruz.

1—  Kur'ân bütünüyle bir öğüttür.

Bilindiği gibi, «öğüt» sözlük olarak, birine doğru ve uygun olanı söy­lemek; doğru ve faydalı yolu göstermek veya kötü söz ve davranışlardan sakındırmak anlamına gelir. O bakımdan bu tanımlama, insanların yaratı-lışlarındaki yüce hikmete uygun bir yaşama düzenini içermekte ve ilâhî buyrukların insanlardan yana bütün faydalarını beraberinde taşımaktadır.

2—  Kur'ân bir hatırlatmadır.

O, insana yaratanını, onun eşsiz ve sınırsız kudretini, meleklerini, kı­yameti, hesabı, Cennet ve Cehennem'i en anlamlı ve duyarlı şekilde hatır­latan bir kitaptır. Hayat kanunlarına uymayı tavsiye eder, sünnetullaha uy­gun yaşamamızın gereğini öğretir. Böylece her yönüyle O, insana sorum­luluk duygusunu aşılar ve günlük hayatımızı başı boşluktan kurtarıp belli bir amaca yöneltir.

İşte bu manalarla Kur'ân milletler için ancak bir zikir ve hatırlatmadır. Mürşidin ve ilim adamının görevi, Allah rızasını gözeterek Kur'ân'ın bu özelliklerini kalplere ve kafalara -kırmadan, incitmeden ve bıkkınlık ver­meden- işlemek, idrakleri hep uyanık tutmaya çalışmaktır.

Âyet-i Kerîme, başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere, irşaî ve teblîğ düzeyinde bulunan bütün mü'minlere bu hizmetin gereğini hatır­latıyor. Doğruya eriştirmeyi, dalâletten kurtarmayı ise, Allah'ın takdirine ve meşietine bırakmamıza işarette bulunuyor. [105]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yusuf (A.S.) kıssasının en doğru ve en ibretli saf­halarının ancak Allah'ın vahiy yoluyla bildirmesi neticesinde anlaşıldığı belirtildi Bununla beraber insanların çoğunun hemen her devir ve dönem­de hakkı ret ve inkâr ettiklerine dikkatler çekilerek, bu kıssalardan ancak aklını, vicdanını, idrâk ve izanını iyi kullananların öğüt alacağına işaret edildi Sonra da Allah'ın emirlerini tebliğde ve insanları doğruya, hakka ve fazilete irşat etmekte bir ücret istemenin söz konusu olamıyacağı hatır­latılarak Hz. Peygamberin (A.S.) 23 yıllık risâlet dönemindeki metodunu araştırıp öğrenmemiz istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yerde ve göklerde Cenâb-ı Hnkk'ın varlığına, bir­liğine ve kurduğu düzenin mükemmelliğine, sağladığı dengenin kusursuz­luğuna delâlet eden nice belgelerin bulunduğu konu ediliyor; her gün bu belgelere bakan birçok körlerin, uğrayan sayısız gafillerin acıklı hallerine işaret edilerek akıl ve idrâkimizi yeterince kullanmamız emrediliyor. [106]

 

Meali:

 

105—  Göklerde ve yerde nice âyetler {açık belgeler, yol gösterici ka­nıtlar) vardır ki, onlardan yüzlerini çevirerek geçerler (de bir şey anlamaz­lar).

106—  Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar.

107—  Allah'ın azabının birdenbire kendilerini kaplayıp kuşatacak şe­kilde geleceğinden veya farkına varmazlarken   kıyametin ansızın gelme­sinden güvende midirler?

108—  De ki, işte benim yolum budur! Ben de, bana uyanlar da bilerek idrâk ederek Allah'a davet ediyorum, (ediyoruz). Allah'ı tenzih ederim ve ben ortak koşanlardan değilim.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'tan başkasına yemin eden kimse, gerçekten Allah'a ortak koş­muştur.» [107]

«Doğrusu ruka (afsun, büyü) ile ilgili işaretler, muskalar, üzerine büyü yapılan ipler (ve benzeri) şeyler, Allah'a ortak koşmaktır.» [108]Afsuna, büyüye inanan kimse, Peygamberin (A.S.) yaptığı şu duayı yapsın : «İnsanların Rabbı! sıkıntı ve kötülüğü gider, şifa ver ve sen şifa verensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Senin şifan hiç bir hastalığı bı­rakmaz.» [109]«Kim kendi üzerine muska, gözboncuğu asarsa, Allah'a ortak koşmuş olur.» [110]

Kutsî hadîs :

«Allah buyurdu : Ortaklıkta ben ortakların en müstağnisiyim. Kim bir amel işler de onda başkasını bana ortak ederse, onu da, ortağını da terkederîm (rahmetimi onlardan ayırırım).» [111]«Uğursuzluk saymak kimi işinden geri çevirirse, o kimse cidden Al­lah'a ortak koşmuş oiur.» [112]

«Allahım! Bildiğim halde sana ortak koşmaktan yine sana sığınırım ve bilmediğim şeyden de sana sığınırım.» [113]

 

Varlıkta Her Şey Allah'ın Damgasını Taşımaktadır

 

«Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, (inkarcı sapıklar) onlardan yüzlerini çevirerek geçerler (de bir şey görmez ve anlamazlar).»

Varlık âleminde her şey, insanlıktan yana fayda sağlamaya yönelik olarak yaratılmış ve plândaki yerini almıştır. Başıboş gereksiz ve yararsız hiçbir şey yoktur. O bakımdan her şey yüce yaratanın damgasını taşımak­ta O'nun varlığına ve birliğine belge olmaktadır. Bunun için Kâinat tesa­düfler manzumesi değildir ve olamaz da.' Hiç bir varlık bağlı bulunduğu kanunun dışına çıkmamakta ve türünün özelliğini kaybetmemektedir. Bit­kiler ve diğer canlılar kalıtıma bağlı kalarak varlıklarını ve nesillerini de­vam ettirmektedirler.

İşte göklere ve yere bu açıdan baktığımızda, sonsuz bir kudretin eş­yanın her parçasında, önceden planlandığına göre, tasarrufunu sürdürdü­ğünü görür ve ister-istemez bu kudretin karşısında eğiliriz.

Güneş kendi sistemi içinde saniyede 650 milyon ton hidrojeni, 645,4 milyon ton helyuma dönüştürerek, her bir saniyede 4.6 milyon ton enerji etrafa yaymaktadır. Bu çok ince hesaplara, fiziksel kanunlara göre dü­zenlenmiş bir programdır ki, şaşması söz konusu değildir. Aynı zamanda tesadüfün bu olayda yeri ve aniamı yoktur.

Ay, elips biçiminde kendi yörüngesi üzerinde 29 gün, 12 saat, 44 da­kika ve 2.8 saniyede dünyanın etrafında dolaşmaktadır ve dünyadan ayın yalnız bir yüzü görülür. Ay yaratıldı yaratılalı bu hesaba göre hareketini sürdürmekte, yörüngesinden şaşmamakta, yüklendiği programı aksatma­maktadır. O bakımdan ayları, yılları sağlıklı biçimde hesaplamamız için bi­ze en sağlam kıstas olmakta ve dünyamıza ayrı bir güzellik vermektedir. Bütün bunların tesadüflerin birbirini izleyip bir zincir halkaları gibi bir-araya geldiğini söyleyemeyiz. Zira şuursuz tesadüfler ve akletmeyen mad­deler böylesine dengeli, düzenli, faydalı bir sistemi oluşturamaz.

Dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin çevresinde baş döndü­rücü bir hızla bir elips çizerek dönmesi, 23 derecelik bir meyilde hareket etmesi, kutuplardan basık olması, atmosfer tabakasının belli bir ölçüde yerçekimi sayesinde korunması, aynı zamanda taşıdığı çeşitli gazlarla bi­ze hayat vermesi, şaşmadan hükmünü yürüten yüksek bir kudretin varlı­ğını hatırlatmıyor mu? Semavî dinler o yüksek kudretin Allah olduğunu açıklamıyorlar mı?

Dünyanın dörtte üçünün su ile kaplı olması, yağmur ve sulama den­gesini sağlamıyor mu? Daha az veya daha çok olsaydı, bu denge sağla­nabilir miydi? Bütün bunlar neyi ifade ediyorlar, bize neleri hatırlatıyorlar?

Hayvanlar alemindeki düzen ve denge, her canlının kendi türünün özelliğine göre, kalıtıma bağlı kalarak, genler vasıtasıyla neslini devam et­tirmekte, iç güdüleriyle kendilerini koruyup gıdalarını sağlamaktadırlar. Karıncaların iş bölümü yapıp sistemli ve ahenkli çalışması; bal arısının akıllara durgunluk verecek ve her bölümü bir uzmanlık konusunu içerecek, mükemmel bir laboratuvar veya kimyahane özelliğini yansıtacak bir plân içinde çalışıp insanlara şifa toplaması tesadüflerin biraraya gelmesiyle mi gerçekleşmiştir, yoksa mükemmelin de ötesinde çok yüksek ilme ve kudre­te sahip bir yaratıcının var kılmasıyla mı vücut bulmuştur? Akıl, idrâk, vic­dan ve sağduyu birinci soruya hayır, ikincisine evet-demektedir.

Günümüzde gelişen modern biyoloji, «kendiliğinden oluş yoktur» di­yor. «Doğruluğu deneylerle gösterilemiyen iddialar değersiz ve geçersizdir» hükmünü ortaya koyuyor. Ancak yeryüzünde hayatın nasıl başladığını açık-lıyamıyor. Bu başlatmayı, ister istemez Allah'ın kudretinin eseri olan ku­sursuz plân ve programa bağlamaktan başka çıkar yol bulunmadığını ya­vaş yavaş anlamaya yaklaşıyor.

Varlık âlemine dikkatle baktığımızda milyonlarca çözülmedik mese­leler, faydalan tam anlaşılmadık canlılar ve bitkiler karşımıza çıkar. İn­sanın aklının ve zekâsının çözüp sonuca bağladıkları ise, kâinatın büyük­lüğü ve nesnelerin çokluğu karşısında devede kulak misali pek azdır.

İşte Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle insan zekâ ve düşüncesi bu muaz­zam plâna döndürülmek istenmektedir.

Şüphesiz bu konuda verilecek o kadar çok misal vardır ki, tefsirimizin hacmi hepsine müsait değildir. O bakımdan Üâhî kudretin benzersiz sa­natını yansıtan bir de kelebek diye çok sevimli bir böcek türü vardır. Bü­yüteçle onlardan birine baktığımız zaman o eşsiz sanatın bütün incelik ve güzelliğini görmemek mümkün mü? İncecik bir sapa takılı minik birer zinet olan pullar, çok düzgün sıralar halinde yan yana dizilir. Üst sıradaki pulların bir altındaki sıradakilerin dibini hafifçe örtmesi, damlardaki kire­mitlerin düzenini hatıra getirir. Böylece hem dokunan ıslaklığın kayıp git­mesini sağlar, hem de uçarken rüzgarın hızına göre kendini ayarlaması söz konusudur.

Hakan kelebeklerini incelediğimizde, bir başka olayla karşılaşırız: Gün­düzleri çok parlak pullarıyla, geceleri de pis lezzetli salgılarıyla kendilerini kelebek yiyen kuşlardan korumuş olurlar.

Bu çok sevimli canlının kendinde taşıdığı özellikler, bizlere neyi hatır­latır? Akılsız, şuursuz maddeyi mi, kör tesadüflerin biraraya gelmesini mi, yoksa çok üstün bir kudretin tecelli eden hilkat kanununu mu?.. [114]

 

İnsanların Çoğu Ancak Ortak Koşarak Allah'a İnanırlar

 

«Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar.»

Putperestler gerçekten koyu bir cehalet, katı bir tutum içindedirler. Şöyle ki: Cok önemli bir olayı veya kâinat plânında yer alan bir sistemi gösterip, bunu kim meydana getirdi? diye sorulduğunda, onların çoğu, «Allah...» diye cevap verir ve sonra da putlarının birer aracı ve yardımcı güç olduklarını ilâve ederlerdi. Materyalist olan ilim adamları ise, araştı­rırlar, deneyler yaparlar, olumlu sonuçlar elde ederler ve bütün bunları ilme ve tabiata bağlayarak'sebepleri ve bağlı bulundukları kanunları açık­larlar, sebep ve kanunları vücuda getirip gereken düzenleme ve dengele­meyi kuran Allah'ı anmazlar. Böylece her şeyi tabiata, kendi deyimleriyle doğaya irca' edip onun üstünde ve ötesinde bir kuvvete in<™^..,.azlar. Bu­nunla beraber bu ilim adamları büyük bir tehlikeyle karşı karşıya geldik­leri zaman, başka ümitleri kalmayınca, ruhlarının derinliğine yerleştirilen din ve Allah duygusu, üzerindeki perdeyi yırtıp meydana çıkar ve onlar is­temedikleri halde kalplerinden dillerine «Allah!.» ismi akıp gelir.

Büyük liderleri, birçok yararlıklar göstermiş kahramanları, sevgi ve il­gide ölçüyü kaçırarak ilâhlaştıranlar, elde edilen bütün başarıları onlara ait kılarak Allah'ı hatırlamayanlar da bilerek veya bilmeyerek Allah'a or­tak koşmaktadırlar. Bununla beraber, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, bu düzen ve dengeyi kim kurdu? diye soracak olsak, hiç tereddüt etmeden «Allah...» derler.

Mal ve servete karşı aşırı tutkusu olanlar da dolaylı şekilde Allah'a ortak koşarlar. Zira maddecilerle midecilere göre, para ve servet amaçtır, ona erişebilmek için her şeyi mubah saymak gerekir. Bunlara da yukarıda­ki soruyu tevcîh ettiğinizde, diğerleri gibi, «Allah..» diye cevâp verecek­lerinde şüphe yoktur. O yüzden putperestliğin birçok şekilleri ve türleri söz konusudur. Kimi taşları yontup ilâh edinirken, kimi de mal ve serveti ilâhlaştırır.

Şüphesiz bu misalleri çoğaltmak mümkün.. Ama değişmeyen tek şey vardır; o da, Allah'a inananların çoğunun O'na ortak koşarak inanmaları­dır. Allah (c.c.) ise, içinde ortaklık şaibesi bulunan hiçbir ameli, ibâdet ve taâti kabul etmez.. [115]

 

Aniden İlâhi Azabın Kendilerini Kuşatmasını Mı Beklerler?

 

«Al­lah'ın azabının birdenbire kendilerini kaplayıp kuşatacak şekilde gelece­ğinden veya farkına varmazlarken Kıyâmet'in ansızın gelmesinden güven­de midirler?»

Kur'ân burada çok ince bir noktaya dikkatleri çekiyor. Şöyle ki: Ani bir azabın başlarına inivermesi, büyük bir felâketin onları kuşatması ve­ya kıyametin ani olarak kopması neyi hatırlatır? Şüphesiz bu, insanın do­ğuştan ruhundaki «Allah ve din» duygu ve düşüncesini harekete geçirir. Düne kadar Allah'ı inkâr edenler veya O'na ortak koşarak inananlar, ilk sademede «Allah!» diye çığlık atar ve bazan da «Allahım, sen varsın» di­yerek gerçeği itiraf ederler. Ama ne var ki böyle bir umutsuzluk anında Allah'ı hatırlamanın veya O'nun varlığını dile getirmenin fazla bir yararı yoktur. Felâket veya inen azap onları yok edecek olursa, kurtulmuş sayıl­mazlar. Felâketi atlatıp hayatta kalacak olurlar da eski tutum ve düşün­celerine dönerlerse, yine de tehlike anında Allah'ı hatırlamaları onlara bir yarar sağlamaz. Bakara sûresinde açıklandığı üzere, ilâhlık iddiasında bu­lunan Fir'avn II. Ramses'in, Kızıldeniz'in korkunç dalgalan arasında can çekiştirirken «Ben artık İsrailoğulları'nın inandığı Rabbe inandım» demesi ona hiçbir yarar sağlamamış ve imân ettiğine delil sayılmamış, küfür üze­re öldüğü kesinlik kazanmıştır.

Bu misalleri de çoğaltmak mümkündür; ama anlaşıldığı gibi, ortak koşarak Allah'a İnanmanın şirkin ayrı bir çeşidi olduğunu unutmamamız gerekir ve aynı zamanda Allah'ın böyle bir imânı ve onun ürünü olacak amelleri kabul etmiyeceğini bilmemiz söz konusudur. [116]

 

Peygamberin Yolu

 

«De ki: İşte benim yolum budur! Ben de, bana uyanlar da bilerek, idrâk ederek Allah'a davet edi­yorum (ediyoruz).»

Allah'ın kullarına indirilen ve Melek Cebrail'in öğretisine, Hz. Muham-med'in (A.S.) tebliğine bağlı bulunan yol, İslâmiyettir. Bu yolda inkâr yok, imân vardır; kötülük yok, iyilik ve adalet mevcuttur. Bölünme ve parçalan­ma yok, birlik ve dirlik söz konusudur. Çünkü bu yol her iki hayatı amacına ulaştıran, insanı mutlak saadete götüren ve Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldıran «Sırat-ı müstakim»dir.

O bakımdan bu yola ruhun gıdası, kalbin şifası, Hakk'ın rızası ve in­sanlığın selâmeti bağlanmıştır. Yine bu yolda güzel ahlakın özü, ilmin ışı­ğı, hayat kanunlarının ölçü ve anlamı, insan olarak yaratılmamızın hikmet ve amaoı sergilenmiştir. O kadar ki, bu yolun kitabı Kur'ân, öğretmeni Hz. Muhammed {A.S.), proğramlayıcısı Allah'tır. Bu yolu seçenler, akıl ve id-râkleriyle Allah'a yönelir, O'na el açıp duâ eder ve her zaman O'nu anar­lar. Allah'ı her türlü şirkten uzak tutup O'nun ortaklıktan, beşerî sıfatlar­dan pâk ve münezzeh bulunduğunu açıklarlar. [117]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, göklerde ve yerde insan aklına ışık tutan, düşün­cesini yönlendiren ve ona yaratanını tanıtıp öğreten sayısız âyetlerin ve belgelerin bulunduğu konu ediliyor. Şartlanmış inkarcıların o âyetlerin ve belgelerin yanından körler ve sağırlar gibi geçtikleri anlatılarak eşyaya, ilâhî damgayı görebilecek bir dikkatle bakmamız emrediliyor.

Aşağıdaki âyetlerle, gönderilen her peygamberin ancak insanlardan seçildiği bildiriliyor. Sonra da gelip geçen inkarcı azgınların, sapık mad­decilerin sonlarının ne olduğunu, kalıntılarına ve tarihî vesikalara bakmak suretiyle öğrenmemiz tavsiye ediliyor. Arkasından peygamberlerden bir kıs­mının kıssalarının yer yer Kur'ân'da anlatılması konu edilerek Kur'ân'ın her yönüyle Allah sözü olduğuna dikkatler çekiliyor. [118]

 

Meali:

 

109—  Senden önce kasabalar halkından kendilerine vahyedip pey­gamber olarak gönderdiğimiz kimseler de ancak birtakım adamlardı. Yer­yüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin âkibetinin ne olduğuna bakmı­yorlar mı? Âhiret yurdu, elbette (Allah'tan korkup küfür ve şirkten) sakı­nanlar için çok daha hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?

110—  O kadar ki, peygamberler ümitlerini kaybedecek duruma gelip (inkarcıların onları) yalana çıkaracaklarım sandıkları zaman yardımımız onlara gelip yetişti; dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Suçlu günahkâr millet­ten ise azap ve şiddetimiz geri çevrilmez.

111— Şanıma and olsun ki, peygamberlerin kıssalarında sağduyu sahipleri için ibret (ve öğüt)ler vardır. Bu (Kur'ân) uydurulmuş bir söz değil­dir. Önündeki (kitapları) doğrulayan; imân eden bir mîllet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren hidâyet ve rahmettir.

 

Peygamberler Erkeklerden Seçilip Gönderilmiştir

 

«Senden önoe kasaba­lar halkından kendilerine» vahyedilip peygamber olarak gönderdiğimiz kim­seler de ancak birtakım adamlardı.»

İlgili âyetin acık anlatımından, peygamberlerin kasabalı olan erkekler­den seçilip gönderildiği anlaşılıyor. Bunun sebebi gayet açıktır. Şöyle ki: Erkeklerdeki cesaret, dayanma gücü, ileriyi görme, olayların hemen tesi-ı ri altında kalmama yetenekleri daha fazla ve belirgindir. Peygamberlik ise, çok meşakkatli, ağır ve o nisbette saldırılara hedef olan bir hizmettir. Ka­dınların böyle ağır bir yükü kaldırabilecekleri pek düşünülemez.

Bu âyete dayanarak İbn Kesîr Ebû'l-Fidâ İsmail diyor ki: «Allah, Adem oğullarının kızlarından hiç birine teşri'î anlamda vahiy indirmemiştir.» [119]

Ünlü akaitçi Şeyh Ebû Hasan el-Eş'ârî de diyor ki: «Kadınlardan pey­gamber gönderilmemiştir, ancak onlardan sıddîka olanlar vardır.»[120] Ni­tekim Kur'ân'da bu husus şöyle açıklanmıştır: «Meryem oğlu Mesîh, pey­gamberden başkası değildir. Şüphesiz ki ondan önce de peygamberler ge­lip geçmiştir. Annesi de sıddîka (çok doğru ve iffetli) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi.» [121]

İlim adamlarından bazısı, İbrahim Peygamber'in eşi Sara'nın, Musa Peygamber'in anasının ve İmran kızı Meryem'in peygamber olduklarını iddia ederler ve buna illet olarak da meleklerin onlara hitap ettiklerini, on­lara Allah'ın bazı emirlerini getirdiklerini gösterirler. Oysa meleğin birine bir haber getirmesi veya ilhamda bulunması, o kimsenin peygamberliğini kanıtlamaz. Bu hal, Allah'ın onlara olan özel bir iltifat ve lûtfudur ki, istisna teşkil eder. Çünkü Kur'ân onları «nebiyye» diye anmamış, bilâkis Hz. Mer­yem için «sıddîka» vasfını kullanmıştır. Bilindiği gibi, «sıddîklık» mertebe­si, peygamberlik mertebesinden sonra gelir.

İbn Abbas'ın (R.A.) dediği gibi, meleklerin sözü edilen kadınlara gelmesi, bir teşrîf ve taltiftir.

Badiye (çöl) sakinlerinden de peygamber gönderilmemesinin sebebi, onların daha çok hırçın ve kaba tabiatlı olmalarındandır. Peygamberlik ise, edep, terbiye, nezaket, zerafet, incelik ve duyarlık isteyen bir görevdir. Onun için Kur'ân'da dikkat edildiğinde hep «kura» tabiri kullanılmıştır kiF bu «karye»nin çoğuludur ve ünlü lûgatçı Râğib'ın tesbitine göre: İnsanla­rın çokça toplanıp bir araya geldikleri meskûn yer demektir. Bu da daha çok şehir ve kasaba anlamına gelir.

Zira şehirli veya kasabalılar daha medenî, daha görgülü ve temkinli­dirler. Olayları kendi geniş kültürleriyle daha iyi değerlendirebilirler. [122]

 

Peygamberlerin Çilesi

 

«O kadar ki, peygamberler ümitlerini kaybedecek duruma gelip (inkarcıların onları) yala­na çıkaracaklarını sandıkları zaman yardımımız onlara gelip yetişir.»

Gönderilen her peygamber, medenî, asil ve erkek idi. Hepsi de ağır hücumlara, çirkin saldırılara, azgınlık ve taşkınlıklara hedef olmuşlardır. Ama sabır, Allah'a güvenip dayanma ve kuvvetli ümit onları sonunda ba­şarıya eriştirmiştir. Ancak bu başarının çok farklı şekilde tezahür ettiğini biliyoruz. Nuh Peygamber'in başarısı, yaptığı gemiye iman edenleri alıp kâfirleri, inmek üzere olan ilâhî emirle başbaşa bırakması ve böylece o kesimde yeniden filizlenecek nesillere en ibretli belgeleri bırakmasıdır. İb­rahim Peygamber'in başarısı, Nemrut'un iddialarını çürütmesi, getirdiği kuvvetli delil ve belgelerle onu susturması ve zulme uğratılan bir peygam­beri zulüm ateşinin yakmayacağını kesin biçimde ortaya koyması, sonra da Şam ve Hicaz dolaylarında Tevhît İnancı doğrultusunda Hanîf dinini ya­yarak Allah'a secde eden bir ümmet oluşturmasıdır. Lût Peygamberin ba­şarısı, homoseksüel olan ve her türlü gayret ve uyarılara rağmen bir türlü doğru yolu, iyi ahlâk ve fazîieti seçmeyen ahlâksız bir kavmi görevli iki melekle başbaşa bırakıp ailesinden imân edenleri ve kendisine inanıp bağ­lanan kimseleri alıp şehri terketmesi olmuştur. Musa Peygamber'in ba­şarısı, Fir'avn'ı mu'cize ve açık belgelerle susturması ve sonra da İsrail oğullan'nı alıp Mısır'dan çıkması, arkasından kendilerini takibe çıkan Fir'avn ve askerlerinin Kızıldeniz'de boğulmaları, aynj zamanda Sina çölünü aşıp İsrail oğullan'nı Filistin topraklarına yerleştirmesi olmuştur.

O. halde her peygamberin başarısı, birtakım çilelerden geçtikten, sal­dırılara uğradıktan, kaba ve cahil kimselerle mücadeleden sonra gerçekleşebilmiştir. Bu bakımdan çileyi yalnız Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz değil, her peygamber kendi derece ve muhitine, yaptığı teblîğ ve sürdür­düğü irşat seviyesine göre çekmiştir. Kur'ân konuyu bu açıdan değerlen­dirirken, inananların da, inkarcıların da yeryüzünde gezip dolaşmalarını, Hakk'ı ret ve inkâr ederek yeryüzünde fitne çıkaran, haksızlıkta bulunan kavim ve milletlerin yıkılıp yok olmalarını, çoğuna ait ayakta duran kalın­tıları görüp ibret ve öğüt almalarını teikîn ediyor.

Tarihî olayları, olayların dayandığı sebepleri, milletlerin yıkılış ve sili­niş nedenlerini araştırmayanlar, hem yaşadıkları dönemi, hem de gelecek­lerini aydınlığa kavuşturamazlar. Çoğu o yüzden hakkı ve gerçeği göremi-yen körler, rahmet sesini işitmeyen sağırlar olarak şu dünyadan gelip ge­çerler. Kur'ân-ı Kerîm yeri geldikçe şu uyarıyı sık sık tekrarlar: «Yeryüzün­de dolaşıp kendilerinden önceki milletlerin sonlarının ne olduğuna bakmı­yorlar mı?» [123]

 

Peygamberler Ümitsizliğe Düşerler Mi?

 

«O kadar ki, peygamberler ümitlerini kay­bedecek duruma gelirler..»

Peygamberler genellikle ilâhî vahiy ile desteklendikleri ve bilgilerinin kaynağı vahiy olduğu için pek ümitsizliğe düşmez, sabırları tükenmez, azimleri kırılmaz. Ama onlara imân edip uyan fakirler, köleler ve diğer in­sanlar, karakterleri, duygusallıkları gereği hem biraz aeeleci olurlar, hem de va'dedtlen azabın biraz geciktiğini görünce sabırsızlanır ve bazan da ümitsizliğe kapılır gibi bir hal alırlar. Peygamberlerin başarısızlığa uğ­rayıp ümitlerini kaybedecek duruma gelmeleri ise, daha çok Hakk'a davet ettikleri toplum ve kavimlerin inatçı ve ısrarlı tutumlarıyla yakından ilgili­dir. Ayrıca kendilerine inanıp uyan mü'minlerin dine hizmet hususunda or­taya koydukları gayret, azim ve irâde nisbeti oldukça önemli rol oynar. İnkarcı sapıkların, maddeci azgınların kendi aleyhlerine va'dedilen azabın gecikmesiyle tutumları, alaylı tavırları daha da değişir. Söylenen sözlerin birer aldatmaca olduğunu düşünerek peygamberleri yalanlamaya kalkışır­lar ve bu atmosfer içinde peygamberlerin bir kısmında az da olsa bir zan havası oluşmaya başlar da çok geçmeden kendilerini toparlayıp Allah'ın va'dinin geç de olsa mutlaka yerine geleceğini kesinlikle bildiklerinden o zan havasından kendilerini uzak tutmaya yönelirler. Böyle bir zan hava­sının oluşmasının bazı sakıncaları olmakla beraber, faydaları da söz konu­sudur; öyle ki, Allah'ın yardımının gelmekte olduğunun ilk belirtisi ve hük­münün ineceğinin en kuvvetli habercisidir. Derken çok geçmeden hem Allah'ın yardımı iner, hem de müşrikler hakkında hükmü tecelli eder.

Nitekim bu konu Hz. Aişe (R.A.) validemizden sorulduğunda, o şöyle demiştir: «Allah korusun!. Allah neyi peygamberine va'detmişse, Peygam­ber ölmeden önce o va'din mutlaka yerine geleceğine inanmış ve onun öyle olacağını kesinlikle bilmiştir. Ama sıkıntı ve belâ Peygamberin peşini bırakmamıştır; o kadar ki mü'minler kendi aralarında peygamberi yalan­lama havasına girmekten endişe duymaya başlamışlardır, İşte âyetin yo­rumu budur..» [124]

Bütün bunlar Mekke'de çetin mücadele verip sıkılan ve göğüsleri da­ralan mü'minlere kurtuluş ve başarıya erişmenin yakın olduğunun sinyal­leridir. Tıpkı Hz. Yusuf'un (A.S.) zindanda geçen yılları ve sonra da Allah'ın yardımının ona teveccüh etmesi gibi..

Kur'ân bütün bu uyan ve telkinleri, haber ve müjdeleri verdikten son­ra insan aklına sesleniyor, aklı hissin tesirinden kurtarmayı amaçlıyor ve: «Artık aklınızı kullanmaz mısınız?» diyor. [125]

 

Peygamberlerin Kıssalarında Öğütler Ve İbretler Vardır

 

«Şanıma and olsun ki, pey­gamberlerin kıssalarında sağduyu sahipleri için ibret (ve öğüt)ler vardır.»

Bu konuyu daha önce Yusuf (A.S.) kıssasının tefsirinde açıkladığımız için burada sadece kıssalardaki •öğüt ve ibretlerden bazı pasajları özetli-yerek vermeyi uygun bulduk:

1—  Tarihî olayları, tarih felsefesi perspektifiyle incelemek, şüphesiz çok daha faydalı ve sağlıklı olur. Hayatımızın akışını düzende tutmamız için daha fazla önümüzü aydınlatır.

2—  Gelip geçen milletlerin hayatını, yükseliş, duraklama ve çöküş sebeplerini araştırıp değerlendirmek, insana çok şeyler öğretir ve bir kıs­tas anlamında olayları daha iyi değerlendirmemize yardımcı olur.

3—  Büyük davaların büyük himmetler, ardı-arkası kesilmeyen müca­deleler istediğini ilham eder.

4— Nîmet ne kadar büyük ve kutsal olursa, külfetinin o nisbette ağır olacağı hususunda bizi aydınlatır.

5— Aklını, idrâkini Allah'a olan dosdoğru imanıyla birleştirip dayan­ma gücünü ortaya koyanların başarıya erişeceklerine muhakkak nazarıyla bakmamızı müjdeler.

6—Hakk'ı bilerek savunanların, hak uğruna kendilerini vakfedip bir­lik ve beraberlik ruhu içinde savaşanların üstün geleceğinde şüphe edilme­mesini telkîn eder.

7— Mü'minler, bütün imkân ve enerjilerini, beceri ve yeteneklerini

ortaya koyup Allah ile aralarındaki imkân ve irâde sınırına gelmedikçe, Allah'ın kendilerine hemen yardım etmiyeceğini hatırlatır. [126]

 

Kur'ân Uydurma Bir Söz Değildir

 

«Bu (Kur'ân) uydurulmuş bir söz değildir.»

Kur'ân, dost ve düşmanın şehadetiyle, insan kafasının ürünü değildir. Onu hiçbir şâir ve edip uydurup ortaya koymamıştır ve bu hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü Kur'ân'daki üslûp, akış, fesahat, belagat, âyetler arasındaki zincirleme ahenk, çok yönlü hükümler taşıması, ilim adamına yardımcı olmak üzere temel bilgiler getirmesi, ilme ışık tutmak üzere ana fikirler vermesi o kadar kusursuz ve mükemmeldir ki, insan gücünü aş­makta, akıllara durgunluk vermekte, en uzman edip ve şâirleri hayran bı­rakmakta, çok yönlü ilim adamlarını büyülemektedir. O bakımdan Kur'ân insan sözü olamaz. Asırları geride bıraktığı halde eskimemiş, bilâkis taze­liğini korumuş, cilâsı artmıştır. İnsan kaleminden çıkan hiçbir eser böyle bir mazhariyete erişememiştir.

Gelişmekte olan ilim dev adımlarla ilerlerken, sağlam netice elde et­tiği hiçbir konuda Kur'ân'a ters düşmemiştir. Oysa ilmî araştırma ve bu­luşlar henüz uykuda iken Kur'ân on dört asır önce birçok temel bilgiler, ana fikirler getirerek insanların hem yollarını aydınlatmış, hem de akıl ve zekâlarını harekete geçirerek gereken malzemeyi vermiştir. Buna birkaç misal verecek olursak, güneşin kendi enerjisini kendisinin üretip yaydığı­nı, ayın ise güneşten ışık alıp yansıttığını gösterebiliriz. Kur'ân bu gerçeği cok kısa ve anlamlı iki cümleyle açıklarken güneşi ziya, ayı nur olarak belirtiyor: «Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan ve yıl­ların sayısını ve hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir ©den O'dur.»[127] Sonra Kur'ân göklerle yerin önceleri tek bir parça halinde bulunduğunu haber vererek araştırıcılara ip ucu veriyor: «İnkarcılar, göklerin ve yerin

bitişik (tek parça) olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı su­dan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmı­yorlar mı?!» [128]Bu misalleri çoğaltmak mümkün.. Ama burada verdiğimiz bir iki mi­sal konuyu yeterince aydınlatmaktadır. Ayrıca tefsirimizde münasebet düş­tükçe bu hususlar yeterince açıklanmıştır.

Böylece Kur'ân'm uydurma bir söz olmadığı kesinlik kazanıyor ve her türlü şüpheleri giderecek kudrette bulunduğu ortaya çıkıyor. Kur'ân'm bir başka özelliği ve ilâhî beyân hüviyeti taşıdığının delili, kendisinden önceki kutsal kitapları kabul etmesi ve onlarda, insan elinin bilgisizce dokunma-sıyla meydana gelen yanlışları tashîh etmesidir, Musa, Lût ve Yusuf (sa-lât-ü selâm hepsine olsun) kıssalarında olduğu gibi., [129]

 

Kur'ân Her Şeyi Açıklar Mı?

 

«(Kur'ân), iman eden bir millet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren hidâyet ve rahmettir.»

İlgili âyetle, Kur'ân'm inanan her milletin dünya ve âhireti için yararlı, yol gösterici, eğitici ve çok lüzumlu konuların temel bilgisini öğretici ol­duğu açıklanıyor. Aynı zamanda Kur'ân'm, Allah'ın varlığını, kemal sıfat­larını, kudretinin her şeyi kapsayıp kuşattığını, akıl ve zekâya, idrâk ve anlayışa ışık tutarak ve malzeme vererek anlattığı yansıtılır. İnsan hak­larını en uygun ve özendirici şekilde koruduğu belirtilir. Helâl ve haram sınırlarını belirlediğine işaret edilir.. Hukukun hem ana kurallarına yer ver­diğine hem de meselelere çözüm getirdiğine atıf yapılır. Kur'ân bu özellikle­riyle, dünya ile âhiretin birbirlerini tamamladığını en doyurucu şekilde kalp ve kafalara işlerken duygu ve düşünceleri bu kavramlar doğrultusunda yönlendirir. İnsan unsuruna en üstün değeri verir; kâinatta her şeyin insan için, insanın da Allah için yaratıldığını vurgularken onun plândaki yerini be­lirlemiş olur. Ahlâkî konuda, aile ve toplumu huzura kavuşturacak, kar­deşlik duygularını geliştirecek, fazîlet dolu bir ömür sürmeye özendirecek en uygun ve en mükemmel esas ve prensipleri beraberinde taşır. İlme, ilim adamına lâyık oldukları yeri ve değeri cömertçe verir ve her vesileyle insanları ilme teşvîk eder.

Kur'ân, bunca zengin muhtevasıyla birlikte fizik ve fizik ötesinden en doğru ve doyurucu bilgileri vererek Allah ile kulları arasındaki engelleri bir bir kaldırır. İnsana sonsuz mutluluk va'deden ilâhî haberleri bütün safiyet ve tazeliğiyle nakleder. Hayatın ve ölümün anlam ve hikmetini en doyurucu şekilde anlatır.

Kur'ân'a, belirtilen hususlar açısından bakıp bir değerlendirme yaptığı­mızda, onun insan için çok lüzumlu ve hayatî önemi hâiz konuları açıkladı­ğını, bunun dışında kalan konuları, meseleleri, problemleri ve birçok konu­ların detayını insanların bulup araştirmasma, inceleyip sonuç çıkarmasına bıraktığını görürüz.

Unutmamak gerekir ki, Kur'ân bir fizik, bir kimya, ya da astronomi veya tıb ve anatomi kitabı değildir. Bu konularda istenilen her bilgiyi onda aramak anlamsızdır. Kur'ân insan hayatını düzen ve dengede tutan, en doğru yolu gösteren, toplum yapısında adaletin sağlanması için her türlü bilgi ve malzemeyi veren, dünya ve âhirete ait bilgileri sunan, ahlâk ve fazîletle ilgili yeterli kurallar koyan ve aydınlatıcı hükümler taşıyan; tek ke­limeyle insana insanca yaşama yollarını öğreten bir rehberdir.

İşte ilgili âyette «imân eden bir millet için her şeyi açıklayan» bir ki­tap olduğu belirtilirken, onun bu özellikleri, söz konusudur. Aynı zamanda açıkladığı şeylerden yararlanabilmek için imânın lüzumuna parmak basıl­maktadır.

Yusuf sûresine, «Elif- Lam- Râ. Bunlar çok açık ve açıklayıcı kitabın âyetleridir.» sözüyle başlanarak Kur'ân'm çok önemli ve hayatî konuları açıkladığı belirtildi ve yine bu kitabın «İman eden bîr millet için her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren hidâyet ve rahmet» olduğu bildirilerek sûre noktalandı.

Yusuf Sûresinin tefsirini tamamlamayı bize müyesser kılan Allah'a hamd-u senalar; bu konuda da bize ışık tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar olsun. Yüce Rabbım bizi, bu sûreden öğüt ve ibret, feyiz ve rahmet alarak hayatını ona göre düzene sokan bahtiyar kullarından ey­lesin! Âmîn!.. [130]

 



[1] Lübabu't-te'vîl :   3/2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2916.

[2] Lübabu't-te'vil-Alûsî :   îlgili sûre

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2916-2917.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2919-2921.

[5] Tefsîr-i Keşşaf : 2/441

[6] Hak Dini Kur'ân Dili :   4/2845

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2921-2922.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2922-2923.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2923-2924.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2924.

[11] Buharî/enbiya : 19, menakıb:  13. tefsir: 12- Tirmizî/tefsîr: 12- 'Ahmed: 2/96,  332, 416

[12] Buharî/bed-i vahiy: 3, tefsir : 96, tabir : 1, 5- Müslim/rüya: 3, 4, 6- sa-lât:  207, 208- Ebû Dâvud/salât:   148- Tirmizî/rüya:  2, 3, tefsîr :   10- Nesâî/tat-biyk : 8, 62- İbn Mâce/rüya:  1- Ahmet:  1/219, 315, 369, 438, 495

[13] Buharî/tabir ; 3, 46- Nesâî/rüya : 3- Tirmizî/daavat: 51- İbn Mâce/rüya: 3- Ahmed:  3/350

[14] Ahmed : 4/10, 11- îbn Mâce/rüya :  6- Dâremî/rüya :  11

[15] Taberânî - îbn Hibban : Muaz b. Cebel (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2926.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2926-2927.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2927-2928.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2928.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2928.

[20] Müsned-i Ahmed : Câbir b. Abdullah (R.A.)den

[21] Bu olayı Hafız Ebû Bekir, sonra da Ebû Dâvud ve Sevrî az değişik lâfız­larla rivayet etmişlerdir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2929-2930.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2930.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2933.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2934-2935.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2935-2936.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2936-2937.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2937.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2939-2940.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2940.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2940-2941.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2941.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2943-2944.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2945.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2945-2946.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2946.

[36] Ebü Ya'lâ - Müslim - Ebû Nuaym - Keşfu'1-Hafa ve Müzîlü'l-îlbas: 1/143

[37] »                             >      "      *             »                    s>              »                      »

[38] îshak b. Rahuye : îbn Mes'ud'dan - îbn Cerîr : el-Hasan'dan murselen rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.

[39] Buharî/menakıb :  29, imân :  3- Müslim/zekât :  29- Ebû Dâvud/cihad i 97- Nesâî/zekât: 2, bey'at: 25- Îbn Mâce/fiten: 9- Ahmed: 2/161, 191, 227, -4/ 100, 163- 5/109, 110, 111, 152, 158, 169- 6/395

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2950.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2951.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2951.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2952.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2952.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2952-2954.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2954.

[46] Buharî/enbiya:   11, tefsir :  2/46- Müslim/iman :  238,  fezâil :   152-  îbn Mâce/fiten:  23- Ahmed:  2/326

[47] Abdurrezzak : îkrime'den - İbn Kesîr : 2/481

[48] Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2957-9258.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2958.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2958-2959.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2959-2960.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2960-2961.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2961.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2961-2962.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2962.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2962-2963.

[57] Bağavî : Sa'lebî'ye isnad ederek nakletmiştir - Kurtubî:  19/213

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2964.

[58] Lübabu't-te'vîl :  3/25 - Mefatihü'1-Gayb : İlgili âyetin tefsiri

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2964.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2964-2965.

[61] Buhari-Müslim-Ebû Dâvud-Nesâî-Ahmed

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2965.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2965-2969.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2968.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2968.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2969.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2969-2970.

[68] Buharî/tıb: 36, libas : 86- Müslim/selâm : 41, 42- Ebû Dâvud/tıb 15- Tir-mizî/tıb:  19- Taberânî/ayn:  1- Ahmed:  1/274, 294, 319, 420, 439, 487- 4/67- 5/70

[69] Müslim/selâm: 42- Tirmizî/tıb: 17, 19- İbn Mâce/tıb: 33- Taberânî/ayn: 3- Ahmed:  1/254, 347, 360- 6/438

[70] Ebû Dâvud : Hz. Aişe (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2974-2975.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2975.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2976.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2976-2977.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2977.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2980-2981.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2981-2982.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2982-2983.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2983-2984.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2984.

[80] Tefsîr-i Kurtubî : 9/262, 263 - Ancak bu hadîs garip hadîsler arasında yer almıştır.

[81] tbn Cerîr et-Taberî - îbn Kesir; 2/490

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2986-2987.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2987.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2989.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2989.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2990.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2991.

[87] Tekvîn :  46/27

[88] Çıkış     :  12/37, 41

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2991-2992.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2992-2994.

[91] Tevrat/Tekvîn : 47/20-26

[92] Tekvin : 47/27-28

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2995.

[94] Tefsîr-i Kurtubî: 9/270

[95] Tevrat/Tekvîn :  49/29-33

[96] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 9/270

[97] Tevrat/Tekvîn :  50/1-14

[98] Tevrat/Tekvîn: 50/22-26

[99] Tevrat/Çıkış : 13/19-21

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2995-2997.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2997.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2998-3000.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3000.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3001.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3001-3002.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3002-3003.

[107] Tirmizî/nüzûr:  9- Nesâî/eyman: 4- İbn Mâce/keffarat: 2- Dâremî/nü-zûr: 6- Ahmed: 1/47- 2/34, 67, 69, 87, 98, 125

[108] İbn Mâce/tib: 34

[109] Buharî/merzâ: 20, tıb: 38, 40- Ebû Dâvud/tib: 17, 19- Tirmizî/cenâiz: 4, daâvat: 111- îbn Mâce/tıb: 36, 39, cenâiz: 64- Ahmed: 1/76, 381-3/151, 267

[110] Ahmed :  4/154,  156

[111] Müslim/zühd: 46- İbn Mâce/zühd: 21

[112] Ahmed :  2/220

[113] Ebû Ya'lâ: Ebû Bekir Sıddik (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3004.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3004-3006.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3007.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3008.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3008-3009.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3009.

[119] Tefsîr-i İbn Kesîr : 2/496

[120] »         »      »

[121] Mâide Sûresi: 75

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3011-3012.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3012-3013.

[124] Geniş bilgi için bak: Lübabu't-te'vîl:  3/47

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3013-3014.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3014-3015.

[127] Yunus Sûresi: 5

[128] Enbiyâ Sûresi : 30

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3015-3016.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3016-3017.