"Elif, Lâm, Râ.
Bu, mübîn (açıklayıcı) olan kitabın ayetleridir. Gerçekten biz onu, akı!
erdiresiniz diye, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik"
(Yûsuf, 1-2).
Yûnus Sûresi'nin
başında, "Elif, Lâm, Ra. Bu mübîn olan kitabın ayetleridir..."
•ayetinin tefsirinden bahsetmiştik. Binâenaleyh ayetteki tilke kelimesi, bu
sûrenin ayetlerine işaret olup, "Elif-Lâm-Râ diye adlandırılan bu sûrede
indirilen o ayetler, Kitab-ı Mübin'in (Kur'ân'ın) ayetleridir", demektir.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı, şu sebeplerden ötürü, ''mübîn" (açık-açıklayıcı)
diye tavsif etmiştir:
1)
Kur'ân, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in kesin bir mucizesi ve apaçık bir delilidir.
2) Allah, onda hidayet ile rüşdü, helâl ile haramı
açıklamıştır. Bunlar Kur'ân'da açıklandığı için, Kur'ân bütün bunları
"açıklayıcı"dır.
3)
Kur'ân'da
evvelkilerin kıssaları, geçmiş milletlerin halleri açıklanmıştır.
[1]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"Gerçekten bizonu, akıl erdiresiniz diye, Arapça bir Kur'ân olarak
indirdik" buyurmuştur ki, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[2]
Yahûdî âlimlerinin,
müşriklerin ileri gelenlerine şöyle dedikleri
rivayet edilmiştir: "[Hz.]
Muhammed'e,
Yâkûb (a.s)'un
ailesinin Şam'dan Mısır'a niçin gittiklerini ve Yûsuf kıssasını sorun."
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu ayetleri indirdi ve burada kendisinin, onlar
bu ayeti anlayıp bilgi elde etsinler diye, bu kıssayı Arapça alarak anlattığını
bildirdi. Buna göre ayetin takdiri şöyledir: "Biz, içinde Yûsuf Kıssasının
bulunduğu bu kitabı, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." Kur'ân'ın, bir
Kısmına da "Kur'ân" denilebilir. Çünkü "Kur'ân" cins ismi
olup, Kur'ân'ın tamamını da, bir kısmını da gösterebilen bir isimdir.
[3]
Cübbâî, Kur'ân'ın
mahlûk (yaratılmış-sonradan) olduğuna, bu ayeti, şu üç baktmdan delil
getirmiştir:
1) Ayetteki, "Biz... indirdik" tabiri, onun
mahlûk olduğu adelâlet eder. Çünkü kadîm olan bir varlığın, inzâli-tenzili
(indirilmesi) mümkün olmadığı gibi, bir halden, bir hale değiştirilmesi de caiz
değildir.
2)
Allah Teâlâ,
Kur'ân'ı "Arapça" diye tavsif etmiştir. Halbuki kadîm olan
"Arapça"- "Farsça" diye nitelenemez.
3) Allah Teâlâ, "Biz onu, Arapça bir Kur'ân olarak
İndirdik" buyurunca, bu O'nun Kur'ân'ı Arapça dışında başka dilde
indirebileceğini gösterir. Bu ise, Kur'ân'm hadis (sonradan) olduğuna delâlet
eder.
4) Ayetteki uBu, kitabın ayetleridir.,.'' ifâdesi,
Kur'ân'ın ayet ve kelimelerden meydana geldiğine delâlet eder. Parçalardan
meydana gelen her varlık, muhdestir,
Cübbâı'nin izahlarının
hepsine şöyle deyip cevap veririz: Bu ayet, harflerden, kelimelerden,
lafızlardan ve cümlelerden meydana gelen "mürekkeb" varlığın muhdes
olduğuna delâlet eder. Bu hususta münakaşa yok. Bizim Kur'ân için kadîm
olduğunu söylediğimiz husus başka bir şeydir. Binâenaleyh bu istidlal düşer.
[4]
Cübbâî, ayetteki,
"Akıl erdiresiniz diye..." kelimesini delil getirerek şöyle der:
Le'alle kelimesini, "kesin (mutlaka)" manasına hamletmek gerekir.
Buna göre ayetin manası,
"Biz o
kitabı, dinî
hususlardaki manalarını
akledesiniz-anlayasmız diye, Arapça Kur'ân olarak indirdik" şeklindedir.
Çünkü lealle lafzı ile "belki" (ihtimal) manasının kastedilmiş olması
caiz değildir. Zira Allah'ın tereddüt etmesi imkânsızdır. Böylece bu tabirden
maksadın, "Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı, delillerini anlamaları için
indirdiği" manası olduğu sabit olur ki bu da, Cebriye'nin görüşünün
aksine, Allah Teâlâ'ntn bütün kullarından, yani kendisini bilen bilmeyen
herkesten, kendisinin bir olduğunu ve dinini akletmelerini istediğine delâlet
eder.11
Cevap: Farzet ki
durum, sizin söylediğiniz gibidir... Fakat bu, Allah Teâlâ'nın bu sûreyi
indirdiğine ve muhatapların bu kıssayı bilmelerini istediğine delâlet eder.
Fakat
Bu ayet, Allah
Teâlâ'nın, herkesin iman ve amel-i sâlthini istediğine delâlet for"
hükmünü bu ayetten nasıl çıkarabilirsiniz ki? sana bu Kur'ân't, vahyetmek
suretiyle en güzel kıssayı anlatacağız. Sen ise, daha evvel bundan hiç haberdâr
olmayanlardan idin"
(Yûsuf. 3).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır;
[5]
Rivayet edildiğine
göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
Kur'ân'ı indirip, o da onu kavmine okuduğunda, onlar, "Ya Rasûlellah,
keşke anlatsan" dediler de, işte bunun üzerine, bu sûre indi. Hz. Peygamber
ls onlara bu sûreyi okuyunca onlar, "Keşke bize, iyice anlatsan"
dediler. Bunun ame "Allah, kelâmının en güzelini bir kitap halinde
indirdi"(Zümer. 23) ayeti inince anar. "Keşke bize hatırlatsan?"
dediler. Bunun üzerine de, "İman edenlerin, e Hak'tan ineni zikir için,
kalbierinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ )med: m/?"(Had>d, 16)
ayeti nazil oldu.
[6]
Kasas, haberlerin
peşpeşe eklenmesi demek olup, Arapça kök manası itibari ile, "uymak, tabî
olmak" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kızkardeşine dedi ki: ''Onun
izini ta'kib et (Kasas. n)ve "şimdiizlerinin üstünde (izlerini
ederek (Lo^İ) gerisin
geri döndüler" (Kem. 64) buyurmuştur. HiKayelere, asa" adı
verilmiştir: Çünkü onu anlatan kıssa, onları, birbiri ardınca peşpeşe anlatır.
Arapça'da, birisi Kur'ân okuduğu zaman denilir. Çünkü onun getir diği ayetler,
(okurken) birbirini takib eder. Bu ayette geçen "kasas"
kelimesinin (anlatmak) manasında masdar
olma ihtimali de vardır. Nitekim Arapça'da sözü peşpeşe söyleyip, ahenkli bir
şekilde ortaya koyduğunda, 'm - Lai denilir. Nitekim yine Arapça'da aynı
manada, "Kasas" lafzının,
ism-i mef'ul (anlatılan
şey) manasına olması
da muhtemeldirBu. senin. "Allah'ın .makduru (güç
yetirdiği şey)"
manasında "Bu
Allah'ın kudreti"; "Falancanın ma'lumu (bildiği şey)" manasında
"Bu kitab, falancanın ilmidir" manasında;"Bizce ümid edilen
şey" manasında, "Bu bizim ümidimiz" demen gibidir. Binâenaleyh
eğer bu lafzı, masdar olarak kabul edersek, ayet, "Biz, sana bu Kur'ân'ı
en güzel bir şekilde anlatıyoruz" manasında olur. Böyle olması halinde,
"en güzel olma" hususu, kıssaya ait değil, "anlatma~işi"ne
ait olmuş olur ki bu güzel oluştan maksad, ayetlerin fesahat bakımından, mucize
noktasına varmış, fasih ve beliğ sözler olmasıdır. Baksana bu kıssa, hiçbir
yönden bu sûredeki fesahat ve belagata ulaşamadıkları halde, tarih kitaplarında
da anlatılmıştır. Yok eğer bu lafzı ism-i mef'ûl manasına alırsak, kendisinde,
başkasında bulunmayan hikmetler, İbretler, incelikler ve manasmda olmuş o\ut . Çünkü bu kıssadaki
hikmetlerden biri şudur: Allah'ın kazasını hiç kimse savuşturamaz, Allah'ın
kaderine, kimse mâni olamaz. Allah Teâlâ, bir insan için hayır ve güzellik
irade etmiş İse, bütün
âlem ona karşı biraraya gelseler, o iyiliğin o kimseye ulaşmasına manî
olamazlar. Bu kıssanın ifâde ettiği ikinci bir hikmet, hasedin, hızlan
(rahmetin kesilmesi) ve noksanlık sebebi oluşuna delâlet etmesidir. Bir üçüncü
hikmeti şudur: Sabır, t\pk\ Ya'kûb (a.s)'da olduğu gibi genişiiğe-selâmete
ermenin anahtarıdır. Çünkü Ya'kûb (a.s) sabretmiş ve muradına ermiştir. Yûsut
(a.s) için de durum aynıdır.
"Bu Kur'ân'ı sana
vahyetmek suretiyle..." demektir. Bu mana, kelamın başındaki mâ edatını,
ma-i masdariyye kabul ettiğimiz zaman böyledir.Daha sonra Cenâb-ı Hakj
"Sen ise daha evvel bundan hiç haberdar olmayanlardan idin "
buyurmuştur. Yani, "Biz sana bunu vahyetmezden önce, Yûsuf ile
kardeşlerinin kıssasını bilmiyordun" demektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
bunu, ancak vahiy sayesinde öğrenmiştir. Bazı âlimler de bu cümleyi, tıpkı
"Halbuki kitap nedir, imân nedir bilmezdin" (Şûra, 52) ayetinde ifâde
edildiği gibi, "sen bundan evvel, din ve şeriattan habersiz idin"
manasına hamletmişlerdir.
[7]
"Hani Yûsuf
babasına, "Babacığım, gerçekten ben, onbir yıldız ile güneşi ve ayı
gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar" demişti"
(Yûsuf. 4).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[8]
Ayetin takdiri "Hani Yûsuf demişti
ki" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Doğrusu "Yûsuf"
kelimesi, İbranice bir isimdir. Çünkü eğer o Arapça bir isim olsaydı, mahfe
oluşunun dışında başka bir sebep bulunmadığı çn. munsarıf olurdu."
Bazıları bu kelimeyi, sîn'in kesresi ile, Yûsif; bazıları ca sînin fethasıyla Yûsef
şeklinde okumuşlardı. Bu üç şekil aynen "Yûnus" afzı için de rivayet
edilmiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Kerim kimdir?" diye
sorulduğunda, "Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim, ibrahim oğlu khâk oğlu Ya'kûb
oğlu Yûsuf tur (Allah'ın selamı üzerlerine olsun)!'[9]
İbn Âmir, Kur'ân'ın
her yerinde tâ harfinin fethast ile'bu kelimeyi, ya ebete diye okurken, diğer
bütün kıraat va Ebeti" Lafzı Hakkında
imamları tanın kesresi ile ya ebeti diye okumuşlardır. Fetha
ile okunuşun izahı şöyledir:
Bu aslında, "nüdbe" olarak ebetâh! şeklinde idi. Etif ile he
hazfedildi ve ya ebete kaldı. Bunun kesreli Sunuşunun izahı da şöyledir: Bunun
aslı, ya ebî (babacığım) idi de sonundaki yâ hazfedildi ve ona niyâbeten
(yerine) kesre ile yetinildi. Sonra da sonuna vakf "hâ"sı
pet.riierek, ya ebeti denildi. Çok kullanıldığı için, bu hâ (yani te) kelimenin
kendisinden caDul edildi ve mütekellim "yâ"sına muzaf kılındı, y~M
şeklinde. Bu, Sa'leb İbnü'l-Enbârî'nin görüşüdür. Bil ki nahivciler bu konuyu
uzun uzadıya ele ıslardır. Onların
görüşlerini merak eden, onların kitaplarına baksın.
[10]
Yûsuf (a.s), rüyasında
onbir yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü. Onun onbir
erkek
kardeşi vardı. Bundan dolayı
"yıldızlar",
"kardeşler" olarak; "güneş ile ay" da "babası
ve annesi" olarak; secde
•fcneteri",
"onların O'na yani Yûsuf (a.s)'a tevazu gösterip boyun eğmeleri ve onun
emri altına girmeleri" olarak tefsir ve te'vil edilmiştir.
Biz, ayetteki
"Gerçekten ben, onbir yıldız (...) gördüm "tabirini şu iki sebepten
dolayı-, rüyada görmek manasına hamlettik:
1)
Çünkü
yıldızJar, hakikatte secde etmezler. Binâenaleyh bu sözü, "rüya"
-anasına hamletmek gerekir.
2) Ya'kûb (a.s)'un, "Rüyanı kardeşlerine
anlatma!" (Yûsuf. 5) şeklindeki sözü.
I Buhflri, Enbiya, 19
(4/122).
[11]
Ayetle ilgili birkaç
soru vardır:
Birinci Soru:Ayete ki kelimeasi ancak akıl sahibi varlıklar için
kullanılabilir. Halbuki yıldızlar cansızdırlar. O halde, akıllılara has olan bu
kelimenin, cansızlar için kullanılması nasıl caiz olur?
Biz deriz ki:
Yıldızların, canlı ve konuşan varlıklar olduğunu iddia eden bir kısım felsefeci
hem bu ayeti, hem de "Onların hepsi de ayrı ayrı birer felekte
yüzerler" (Yasin, 40) ayetini delil getirmişlerdir ki buradaki yesbehûn
'"yüzerler" kelimesi de akıllılar için kullanılır. Vahidî şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ onları "secde eden varlıklar" olarak
tavsif edince, sanki akıl sahibi varlıklar olmuşlardır. Böylece Allah Teâlâ,
akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan kelimeyi onlar hakkında kullanmıştır.
Nitekim Cenab-ı Allah "O putlar sana bakar görürsün, halbuki onlar
görmezler" (Araf, 1») ve "Ey karıncalar yuvalarınıza girin"
(Nemi. ıs) buyurmuştur.
[12]
İkinci Soru: H2. Yûsuf (a.s). "Onbir yıldız ile güneşi ve ayı
gördüm" demiş, sonra "görme" lafzını ikinci defa tekrar ederek,
"Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar" demiştir. Bu tekrarın hikmeti
nedir?
Cevap: Kaffâl (r.h)
şöyle demiştir: "Yûsuf (a.s) yıldızlan güneşi ve ayı gördüğünü anlatmak
için birinci "görme"yi, onların kendisine secde ettiklerini gördüğünü
anlatmak için de ikinci "görme"yi zikretmiştir." Bazıları da
şöyle demiştir: "O, "Onbir yıldız ile güneşi ve ayı gördüm"
deyince, sanki "nasıl gördün?" denilmiş de, "Onları bana secde
ediyor olarak gördüm" demiştir." Bir başkası "Bu iki görmenin
birisinin görmek, diğerinin rüyada görmek manasına olması caizdir" demiş
ama, bu iki "görme"den hangisinin rüyaya, hangisinin bizzat görme
manasına olduğunu beyan etmemiş ve böylece, kapalı bir söz söylemiştir.
Üçüncü Soru: Ayette niçin güneş ve ay sonra zikredilmiştir?
Biz deriz ki: Allah
onları, yıldızlardan üstün oldukları için sonra zikretmiştir. Çünkü hususen ve
ismen zikredilmek, daha şerefli ve itibarlı oluşu gösterir.Bu
tıpkı,"Allah'ın melekleri, Cebrail, Mikâil..."(Banara,98)ayetinde
olduğu gibidir.
Dördüncü Soru: Ayette bahsedilen secde ile, hakikî manadaki secde mi
kastedilmiş, yoksa tıpkı şâirin "Sen, orada at torbalarını, (atların) tırnaklarına
secde eder görürsün" şiirinde olduğu gibi, tevazu ve boyun eğme manası mı
kastedilmiştir?" neler olduğunu söylersem, müsiüman olur musun?" der.
Bunun üzerine yahudı de: "Evet" deyince, Hz. Peygamber de:
"Bunlar Ceriyyân (?), Tank, Zeyyâl, Kâbis, Amûdân, Felîk, Misbah, Darûh,
Fere, Vessâb ve ZüJketifeyn'dir... Ki Yûsuf (a.s.), bunları, güneşi ve ayı,
gökten inip de kendisine secde ettiklerini görmüştür..." der. Bunun
üzerine yahudi "Evet, Allah'a yemin ederim ki, onların isimleri bunlardır..."
der. Bil ki, bu isimlerin pekçoğu, yıldızların şekilleriyle ilgili olarak
tasnif edilmiş olan kitaplarda bulunmamaktadır. Allah, meselenin iç yüzünü en
iyi bilendir. "(Babası Yakûb) dedi ki: "Evladım, rüyanı kardeşlerine
anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir
düşmanıdır. Rabbin seni
öylece rüyada gördüğün
gibi, beğenip seçecek, sana rüya tabirine ait bilgi verecek. Sana karşı da,
Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini –daha evvelden ataların İbrahim'e ve
İshâk'a tamamladığı gibi- tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin her şeyi
bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"
(Yûsuf, 5-6}-
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır.
[13]
Hafs, yâ'nın
fethasıyla, buneyye diye okurken, diğer kıraat imamları yâ'nın kesresiyle, buneyyi
şeklinde okumuşlardır.
[14]
Yakub (a.s), hem
Yusuf'u hem öz kardeşini çok seviyordu.Böylece işte bundan dolayı diğer
kardeşlen Yusuf'u kıskandılar. İşte bu
haset, Yakûb (a.s) tarafından pekçok emareler ile sezilmiş ve bilinmişti. Binâenaleyh
Yusuf (a.s),
bu rüyayı anlatıp Hz.
Yakûb da bunu kardeşlerinin ve ebeveyninin kendisine itaat etmesi şeklinde
yorumtayınca, Hz. Yûsuf'a: "Rüyanı kardeşlerine bildirme; çünkü onlar, o
rüyanın yorumunu yaparlar ve böylece de, sana bir tuzak kurarlar..."
deyiverdi.
[15]
Vahidî,
"rü'yâ kelimesi, tıpkı
büşrâ (müjde), sukyâ (sulamak), bukyâ
(baki kalmak) ve
şûra (meşveret) ,i kelimeleri
gibi, masdardır. Ancak ne var ki bu kelime,uykuda hayal edilip görülen şeyin
adı olunca, bir isim gibi i. *hıustur" demiştir. Keşşaf sahibi ise şöyle
der: "Rüya, görmek manasındadır. Ancak ne var ki bu kelime, uyanıkken
görülene değil de, uykuda görülen şeylere mm otarak verilmiştir. Binâenaleyh,
hiç şüphesiz bu iki kelimenin (rü'yet ve rüya) ması te'nîsin iki harfiyle, yani
elif-i maksure ve müenneslik tası ile ayırdedilir. Bu, kurbe ve kurbâ
kelimeleri gibidir. Bu kelime hemzenin vâv'a çevirilmesryle Pı £vyake) şeklinde
de okunmuştur. Kisâî'nin, râ'nın kesresi veya zammesi ve idğam ie nyyâke veya
rüyyâke şeklinde okuduğu da duyulmuştur ki, bu rivayet zayıftır."
Zana sonra Cenâb-ı
Hak, "Sonra sana bir tuzak kurarlar'. Buradaki yekıdû kelimesi, mukadder
en edâtıyla mansûbtur. Buna göre -=
Şayet sen bunu onlara anlatırsan, sana tuzak kurarlar" şeklinde
olur.
Şayet, "Ayette
(A'râf. 195) buyurulduğu gibi, niçin burada da 21 -almamıştır?" denilirse,
biz deriz ki: Bu lâm, ilgiyi tekid etmek içindir.Cenâb-ı Hakk'ın (Yûsut 43)
ayetinde olduğu gibidir. Yine bu. veya demen gibidir manasında olmak üzere,
leke kepmesinin, keyden kelimesine ettiği de ileri sürülmüştür.
Muhakkik âlimler, bu
ifâdenin, Hz.-Yûsuf'un kardeşlerinin rüya tabirini bildiklerine, v halde
onların bu rüyadan, kin ve öfkelerine sebep olacak neticeyi aramayacaklarını
söylemişlerdir.-
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Çünkü şeytan, insanın çak birer düşmanıdır" buyurmuştur. Bu sözürr
söylenmesinin sebebi, onların, te bir tuzağa yönelmeleri halinde, bunun şeytana
izafe edilmiş olmasıdır. Bunun öenzeri de Hz. Musa'nın, "Bu şeytanın
işlerindendir..." (Kasas, ısı şeklindeki[16]
Yakûb (a.s) sonra, bu
nasihatiyle rüyanın tabirini kastetmiştir. Alimler, bu hususta ian ileri
sürmüşlerdir:
1)Yâkub (a.s), "Rabbin seni öylece, (rüyada
gördüğün gibi) beğenip seçecek... " Bu, "Cenâb-ı Hak büyük bir
şerefe, izzete ve yüceliğe delâlet eden bu büyük i -e seni beğenip seçtiği
gibi, seni büyük şeyler için de seçer, seçecek..." demektir. şöyle
demiştir: "İctibâ" bir şeyi kendin için seçtiğinde kullanmış olduğun,
"O şeyi seçtim,kendime ayırdım"deyiminden alınmıştır. "Suyu
havuzda topladım.." deyimi de böyledir. Alimler, ayette bahsedilen bu
"beğenip seçme" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilal etmişlerdir.
Bu cümleden olarak Hasan el-Basrî: "Rabbin sana nübüvvet vermek suretiyle
seni seçti" manasını verirken, başkaları, "Bununla, derecesinin
yüksekliği, mertebesinin büyüklüğü kastedilmiştir. Yusuf (a.s)'a tam tamına
nübüvvet verilmiş olmasına ayette bir delâlet yoktur" demişlerdir.
[17]
2) Hz.Yakûb'un,
"Sana rüya tabirine ait bilgi verecek" sözüdür. Bu
hususta da şu izahlar yapılmıştır:
a) Bununla, rüya tabiri kastedilmiştir. Bunun neticesi,
onun uykusunda görmüş olduğu şeye varıp dayandığı için, "tevîl" adını
almıştır.. Yani, "Allah Teâlâ, insanların uykularında gördüğü hadiselerin
tevilini sana öğretir" demektir. Alimler Yusuf (a.s)'un rüya yorumu
ilminde, kendisine müracaat edilen bir otorite olduğunu söylemişlerdir.
b) Allah'ırvfcitaplarındaki hadiselerin tevîlini ve
önceki peygamberlerden rivayet edilen haberleri, sana öğretmiştir"
demektir. Bu tıpkı, zamanımız alimlerinden birisinin, Kur'ân'tn tefsiri, tevili
ve Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislerin tevili ile meşgul olması
gibidir.
c) Ehadis, hadîs kelimesinin çoğuludur. Hadîs, hadis
demektir. "Ehâdîs"in tevili ise, neticede onun vartp dayandığı
yerdir. Hâdiselerin varıp dayandığı yer de, Allah'ın kudreti, tekvîn ve
hikmetidir. O halde bu kelimeden kastedilen mânâ, "Allah, sana, manevî ve
maddî çeşitli yaratıklar ile Allah kudret, hikmet ve celâline nasıl istidlal
edebileceğini öğretti..." şeklinde olur.
Nimetin Tamamlanması
3) Yakûb'un "Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı
da, nimetlerini tamamlayacaktır,.."şeklindeki sözüdür. Bil ki, ayette
geçen yectebîke tabirini "nübüvvet" diye tefsir edenlerin, bu ifâdede
bahsedilen "nimetini tamamlamak" tabirini de "nübüvvet"
diye tefsir etmeleri imkânsızdır. Aksi halde, ayette bir tekrar söz konusu
olmuş olur. Tam aksine, buradaki "nimeti tamamlama" deyimi, dünyevî
ve uhrevî saadetler olarak tefsir edilir. Dünyevî mutluluklara gelince: Bunlar,
çocukların, hizmetçilerin ve taraftarların çok olması; mal, makam ve maiyyetin
çok olması ve onun insanların katblerindeki saygınlığı, güzel bir medih ve övgü
ile yadedilmesidir... Uhrevî saadetlere gelince: Bunlar da onun pekçok itim, üstün
hasletler elde etmesi ve, marifetullah bilgisine garkolmasıdfr.
[18]
Ama ayette bahsedilen
"ictibâ" lafzını, "yüksek dereceler elde etme" şeklinde
tefsir edenler, burada bahsedilen "nimeti tamamlama" işini
"nübüvvet" olarak tefsir etmişlerdir ki, bu husus şunlarla da
desteklenir:
a) Nimeti tamamlama, sayesinde nimetin, herhangi bir
noksanlıktan uzak, tam ve mükemmel olması demektir. Bu da, bir insan için ancak
nübüvvet ile mümkün Zira, insanların elde edeceği makamların tamam'
risâlet-nübüvvet makamının tfbnda olup, nübüvvetin mükemmelliğine nisbetle,
noksandırlar. O halde, beşer için «uöak kemâl ve mutlak tazim, nübüvvetten
başka bir şeyle olamaz.
b) Hz. Yâkub'un "daha evvelden ataların brîr-.ım'e
ve İshâk'a tamamladığı gibi..." şeklindeki sözü... Hz. İbrahim ve
Hz.İshak'ın, diğer insanlara üstünlük sağladığı tam nimetin, nübüvvetten başka
birşey [ tfBedtğt malumdur. Binâenaleyh, ayette bahsedilen "nimeti
tamamlama" tabirinden nübüvvet"in kastedilmesi gerekir.
Sil ki, biz bu tabiri
"nübüvvet" diye açıkladığımızda, Yakûb (a.s)'un çocuklarının i
»namının peygamber olduklarına hükmetmek gerekir. Bu böyledir, zira Yakûb
(a.s), "Sana karşı da, Yakûb
hanedanına karşı da, nimetlerini
tamamlayacaktır." aer^ştir. Bu, Yakûb hanedanı için, tam ve mükemmel bir
nimetin tahakkuk etmiş
f «taasmı gerektirir.
"Nimeti tamamlamaktan maksat "nübüvvet" olunca, bu nimetin Kl.
Yakûb (a.s)'un evlatları hakkında hasıl olması, onların dışında kalan kimsel
geçerli olmamasını gerektirmiştir. Dolayısıyla onun evlatları hakkında da
geçeni (cari) olması'
İmdi şayet,
"Onlar, Hz. Yusuf (a.s) aleyhinde, malum teşebbüste bulundukları *atfe
nasıl peygamber olabilirler?" denilirse, biz deriz ki:
3u, peygamberlikten
önce vuku bulmuş bir hadisedir. Bize göre, peygamberlerin «met sıfatına haiz
olmaları, nübüvvet öncesinde değil, nübüvvet esnasında söz «rHiSudur.
İkinci görüşe göreyse,
"Sana nimetlerini tamamlayacaktır" tabirinden maksat, Ke. Yusuf'un
belâ ve sıkıntılardan kurtarılmasıdır. Böyle olması halinde Hz. Yusuf'un
torahim ve İshâk'a benzetilmesindeki "vech-i şebeh", Allahu
Teâlâ'nın, Hz. fcrahim'e, O'nu ateşten kurtarması; oğlu İshâk'a da, O'nu
kesilmekten kurtarması ve olan in'âmdır... Bu kısım matbu nüshada: seklindedir.
Damat ibrahim Paşa, No: 138'de yazmaya başvurduğumuzda
{s.
Üçüncü bir görüşe göre
ise, "nimeti tamamlama" Allah'ın, bu dünyada iken O'na vermiş olduğu
nimetini, onları, dünyada peygamber ve hakimler yapıp, sonra onları, o dünyadan
cennetteki yüce makamlara sevketmesiyle tahakkuk eden ahiret nimetine
eklemesıdir.
Bil ki, en doğru
görüş, birincisidir. Çünkü beşer için tam bir nimet, nübüvvetten başka bir şey
değildir. Bu nübüvvetin dışında kalan herşey, buna nisbetle noksandır.
Sonra Yakûb (a.s),
Yusuf'a,- bu üç dereceyi müjdeleyince, sözünü, ''Şüphesiz ki Rabbin. herşeyi
bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde bitirmiştir ki, alîm
kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, risaletini nereye vereceğini çok İyi
bilendir" (Enam, 124) ifâdesine; hakîm sözü de, Allah Teâlâ'nın, boş ve
manasız şeylerden uzak ve berî olduğuna; nübüvvetini ancak kudsî, ulvî,
aydınlanmış nefislere, cevherlere ve ruhlara vereceğine bir işarettir.
[20]
Buna göre şayet,
"Hz. Yakûb'un bahsettiği bu müjdelerin doğruluğunu kendisi kesin olarak
biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu? Eğer onun bu hususta kesin bir bilgisi var
idiyse, daha nasıl Yusuf (a.s) hakkında kederlenmişti Nasıl, Yusuf'u kurdun yediğinden
endişetenmtşti ? Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın onu seçip, onu peygamber
yapacağını bildiğine göre daha nasıl kardeşlerinin onu imha edeceğinden
endişelenmiş ve kardeşlerine, "Sizin haberiniz olmadan, onu kurdun
yemesinden korkarım" demişti ? Biz onun, bu hallerin doğruluğunu bilmediğini
söylediğimizde, "o bunlara daha nasıl tereddüt göstermeden, kesinkes
hükmetmişti ?" denilirse, biz deriz ki:
Hz. Yakûb'un,
"Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek"
şeklindeki sözünün, onların Yusuf (a.s)'a tuzak kurmamaları şartına bağlanmış ofması
uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bundan, daha önce bahsedilmişti. Hem,
"Yaküb (a.s), Yusuf (a.s)'un bu makamlara erişeceğine kesinlikle
hükmediyordu. Fakat birtakım büyük zorluklarla karşılaşması, ancak onları
aştıktan sonra o makamlara yükselmesi imkân harici değildi. İşte korkması, bu
yüzden, yani bu büyük sıkıntılara düşmesinden ileri geliyordu. Onun, "Onu
kurdun yemesinden korkuyorum" şeklindeki sözünün manası da, "o her ne
kadar kurdun onu yiyemeyeceğini, ona ulaşamayacağını biliyor idiyse de, onu
koruyup gözetmekte gevşeklik göstermemeleri için kardeşlerini şiddetle
sakındırmak gayesine yöneliktir" şeklindedir.
[21]
dolsun ki Yusuf'un ve
biraderlerinin kıssasında (onları) soranlar için nice-ibretler bulunmaktadır. Hani
onlar, şöyle demişlerdi: "Yusuf'la kardeşi, babasının yanında, muhakkak
bizden daha sevgilidir. Halbuki biz, kuvvetli bir cemaatiz. Babamız, mutlaka
açık bir yanlışlık içindedir..."
(Yusuf, 7-8).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[22]
Keşşaf sahibi, Yusuf
(a.s)'un kardeşlerinin isimlerini şu şekilde
saymıştır: Yehuda; Rûbyal,
Şemon, Lâvı, Ribalön, Yeşcer, Deyne, Dân, Neftâlî, Câdve
Aşİr... Daha sonra, sözüne-devamla şöyle der: "Bunların ilk yedisi,
Yafcûb (a.s)'un halasının
kızı Liyâ {?)'dandır. Son dördü ise, Süryeteyn, yani Zülfe «e Belhe'dendir.
Liyâ ölünce, Yakûb (a.s) onun kız kardeşi Râhîl ile evlendi de, Mhfl de Yâkûb'a
Bünyamin ve Yûsuf'u doğurdu.
[23]
Cenâb-ı Hak,
"Soranlar için nice ibretler" buyurmuştur. İbn Kesir, bunu^ Yusuf
<a.s)'un durumuna
hamlederek, etifsiz olarak, diğer kıraat
imamları can olarak şeklinde okumuşlardır. Zira, Yusuf (a.s)'un işleri
pek çok olup. sn her biri, başlı başına bir ibret vesilesidir.
[24]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın bu ayetinin tefsiri hususunda şu izahları yapmışlardır:
1)
İbn Abbas
şöyle demiştir:''Bir yahudı âlimi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına girer ve ondan, Yusuf
Sûresi'nin okunmasını
dinler. Sonra, yahudilerin yanına döner ve onlara, o sûreyi. Tevrat'ta olduğu
gibi Muhammed (s.a.s)'den dinlemiş olduğunu bildirir. Bunun üzerine bir grup
yahudi, Hz. Peygamber'e gelirler ve, önceki yahudinin dinlemiş olduğunu
dinlerfer. Peygamber'e: "Bu ktssayı sana kim öğretti?" dediklerinde de,
Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Allah..." der. İşte bunun üzerine,
"Andolsun ki Yusuf'un ve biraderlerinin kıssasında (onları) 'soranlar için
nice ibretler rJunmaktadır..." ayeti nazil otur." Bana göre bu izah,
akıldan uzak bir açıklamadır. I -a ayetten anlaşılan "Yusuf (a.s)
hadisesinde, soranlar için birtakım ibretlerin r- unması" hususudur.
Halbuki naklettiğimiz bu açıklamaya göre, ibret, Yusuf (a.s) «.^sasında
değil, hiçbir öğrenim görmemiş,
hiçbir kitap okumamış olan
Hz Peygamber'in o kıssayı haber
vermesinde olmuş olur. Bu iki rzah arasındaki fark ise, çok açık ve nettir.
2)
Mekkelilerin
çoğu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in akrabası idiler. Ve onlar, onun peygamberliğini
kabul etmiyor, hareketlerinden dolayı, ona karşı alabildiğince düşmanlık
yapıyorlardı. Böylece Allah Teâlâ, Yusuf Ktssası'ndan bahsetmiş, hasetleri
yüzünden Yusuf'un kardeşlerinin de ona eziyyet etmede aşırı gittiklerini, ama
sonunda Allah'ın ona yardım ettiğini, onu kuvvetlendirdiğini, kardeşlerini ise
onun yetkisi ve himayesine verdiğini beyân buyurmuştur. İnsan, bu gibi
hadiseleri dinlediğinde, bu hadiseler onun haset etmesini engellemiş olur.
3) Yakûb (a.s), Yusuf'un rüyasını tabir edince, bu
açıklama aynen tahakkuk etti ve seksen yıl sonra, varlık aleminde vücud buldu.
Şu halde, Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, düşmanlarına karşı, kendisine
yardtm edeceğini ve onu muzaffer kılacağını vaadedip, bu vaadedilen şey de bir
müddet gecikince, bu, Hz. Muhammed (s.a.sfin, o hususta yalan söylemiş olduğuna
delâlet etmez. Bu kıssanın zikredilmesi, işte, bu açıdan da faydalıdır.
4) Yusuf (a.s)'un kardeşleri onun işini ibtal etmek için
çok uğraştılar. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, Yusuf'a yardım ve nusretini
vaadedince, iş, düşmanların çaba sarfettiği gibi değil, Allah'ın takdir ettiği
gibi tahakkuk etti. Hz. Muhammed (s.a.s)'in hadisesi de böyledir. Zira Allah
Teâlâ, O'nun derecesini yüceltmeyi tekeffül edince, kâfirlerin, O'nun davasını
ibtâl etme hususundaki çabaları ona zarar verememiştir.
Ayetteki, Bil
ki bu kıssada,
onu soranlar için
pekçok ibretler
bulunmaktadır" demektir. Bu tıpkı (Fussiiet. ıoj ayeti gibidir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Hani onlar şöyle demişlerdi: ''Yusuf'la kardeşi, babasının
yanında, muhakkak bizden daha sevgilidir... Halbuki biz, kuvvetli bir
cemaatiz..." buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili iki mesele vardır:
[25]
ifâdesinin başındaki lâm, ibtidâiyye lamı
olup, bunda, cümlenin manasını tekîd ve tahkîk etmek Özelliği bulunmaktadır.
Buna göre onlar "Babamızın, o İkisini aşırı sevdiği, hakkında hiçbir şüphe
olmayan kesin bir husustur..." demek istemişlerdir. Yusuf'un kardeşi ise,
Bünyamın'dir. Hepsi kardeş oldukları halde, onlar, "onun kardeşi"
şeklinde söylemişlerdir. Zira Yusuf ile Bünyamin'in anneleri birdi. On ve daha
fazla sayıdaki kalabalığa usbe ve isâbe denilir. Bu kelimenin, sayılan kırka
kadar varan topluluklar hakkında da kullanıldığı ileri sürülmüştür. Topluluğu
teşkil eden kimseler sayesinde güç kuvvet kazanıldığı için, bu şeküde
isimlendirilmiştir. Hz. Ali (r.a)'nin, nasb ile, usbeten şeklinde okuduğu
nakledilmiştir ki, buna göre mana, "Biz bir cemâat olarak bir araya
geliyoruz..." şeklinde olur.
[26]
Bundan maksat, Yusuf'a
eziyyet etmek istemeterinin sebebini açıklamaktır, Zira,
Yakûb (a.s), Yusuf'u ve kardeşini,
diğer kardeşlerinden daha çok seviyordu. şu sebeplerden dolayı bundan rahatsız
olmuşlardı:
1) Onlar, yaşça, bu ikisinden daha büyük idiler...
2)
Onlar, daha
kuvvetli idiler ve babalarının işlerini de bu ikisinden daha fazla
görüyorlardı.
3) Onlar: "Biz, belâ ve sıkıntıları göğüslüyor;
faydalı ve güzel olan şeyleri de elde •neye uğraşıyoruz..." diyorlardı.
Anlattıklarımızdan, bu
sayılan meziyyetler hususunda, onların Yusuf ve ferdesinden daha önde oldukları
sabit olup, buna rağmen Yakûb fa.s) da Yusuf ve Meşini onlara tercih edince,
onlar da kendilerince haklı olarak, "Babamız, mutlaka bs- y.r yanlışlık
içindedir..." demişlerdir ki, yani, "Bu apaçık bir haksızlık ve
apaçık pantşlıktır" demektir. Bu ifâdeyle ilgili olarak, burada birkaç
soru sorulabilir:
[27]
Birinci Soru: Çocukların bir kısmının bir kısmına tercih
edilmesinin, onlar arasında Kon naset ve birtakım düşmanlıkları meydana
getireceği, malûm olan bir husustur. bunu bildiğine göre, acaba Yusuf ve kardeşini,
diğerlerine neden üstün ıcuştur? Hem, daha yaşlı, daha bilgili ve daha faydalı
olan, en üstün olandır. Oyfcyse. Yakûb (a.s), bu hükmü niçin ters çevirmiştir?
Cevap: Yakûb (a.s), o ikisini, diğer çocuklarına ancak sevgi
bakımından tercih ~— $: r. Sevgi ise, beşer gücü dairesinde bulunmayan bir
husustur. Dolayısıyla Yakûb a..Si bu hususta mazurdur ve O, bu husustan dolayı
kınanamaz.
[28]
İkinci Soru: Yakûb (a.s)'un çocukları eğer, babalarının Allah
katından gönderilmiş gvçek bir peygamber olduğunu kabul ediyor idiyseler,
onlar, Ona daha nasıl İtiraz edebilmişler, onun davranışını uygun bulmamışlar
ve bu hususta O'nu tenkit •defti m işlerdir? Yok eğer onlar, Yakûb (a.s)'un
nübüvvetini kabul etmiyor idiyseler, ta da onların kâfir olmalarını gerektirir.
Cevap: Onlar, babalarının nübüvvetini kabul ediyor, O'nun,
Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğunu ikrar ediyorlar. Ancak ne var
ki, belki de onlar peygamberlerin, sırf içtihâdlarıyla birtakım hususî işler
yapabileceklerini caiz görüyorlardı. Sonra onların içtihâdları, babalarının bu
içtihadında hata etmiş olduğu, neticesine götürmüştür. Bu böyledir, zira onlar,
"Bunlar, akıllan kemâle ermemiş iki çocuktur. Halbuki bizler yaş, akıl,
yeterli olma, faydalı olma, çokça hizmet etme ve işleri yapma hususunda, o
ikisinden önceyiz. Binâenaleyh, babamızın, Yusuf'u bize tercih etmedeki ısrar;,
bu delilimize ters düşmektedir..." derlerken, Yakûb (a.s) da belki,
"Aşırı sevmek, insanın gücü ve takati dairesi içinde değildir.
Binâenaleyh, bu hususta Allah'ın, benim üzerimde herhangi bir mükellefiyeti
yoktur!.." diyordu.
[29]
0 ikisinin, daha fazla
gözetilmelerinin de, şu sebeplerden olması muhtemeldir:
a)
Onlar, daha
çocukken anneleri ölmüştü.
b) Hz. Yakûb, diğer çocuklarında bulamadığı doğruluk ve
âlicenâblığı, Yusuf'ta bulmuştu.
c) Yusuf (a.s), yaşça küçük olmasına rağmen, babasına,
diğer çocuklardan daha kıymetli ve değerli olan muhtelif hizmetlerde bulunmuş
olabilirdi.
Netice olarak
diyebiliriz ki, bu mesele, içtihadl bir mesele olup, nefsin meylinin ve
fıtratın zorlamalarının karıştığı bir meseledir; binâenaleyh, bu hususta
meydana gelen ihtilâftan, iki taraftan birinin, dini veya şerefi hususunda
tenkit edilmeleri neticesi çıkmaz.
[30]
Üçüncü Soru: Onlar babalarının apaçık bir sapıklık içinde olduğunu
söylemişlerdir ki, bu da zemm ve tenkîd hususunda ileri gitmektir. Peygamberi
tenkit etmek hususunda ileri giden, küfre düşer. Hele, bu tenkit eden, oğul
olunca!.. Zira, babalık hakkı da, daha çok saygı duymayı gerektirir.
Cevap: Burada bahsedilen "sapıklık" ile, dünyevî
hususlardaki maslahatlara riâyet etmeme kastedilmiştir; rüşd ve doğru yoldan
uzaklaşma manası kastedilmemiştir.
[31]
Dördüncü Soru: Onların, "Yusuf'la kardeşi, babasının yanında,
muhakkak bizden daha sevgilidir" şeklindeki sözteri, sırf hasetten
kaynaklanan bir sözdür Halbuki haset, büyük günahlardandır. Hele hele onlar bu
hasetleri yüzünden O'nu yalanlamaya, o iyi kardeşlerini yok etmeye, onu kölelik
zilletine duçar kılmaya ve onu, müşfik babasından uzaklaştırmaya yeltenmişler,
böylece babalarını devamlı olan bir keder ve üzüntüye düşürmüşler ve onu
yalanlamaya cüret etmişlerdir. Binâenaleyh, ne kadar kötü haslet, şer ve fesat
hususunda ne kadar yöntem varsa, hepsini denemişlerdir. Halbuki bütün bunlar,
(peygamber olduklarının kabulü halinde), onların ismetlerini ve nübüvvetlerini
zedeler. .
Cevap: Durum, sizin bahsettiğiniz gibidir. Ancak ne var ki,
bize göre nazar-ı dikkate alınan husus, peygamberlerin, kendilerine nübüvvet
verildiği zamanki ismet miyyetleridir. Ama, nübüwetten önce ise, ismet sahibi
olmak farz değildir. flttsr en iyi bilendir.
[32]
Ysufu öldürün. Yahut
onu. uzak ve ıssız bir yere atın ki. babanızın xühü yalnız size münhasır oİsun
ve siz. ondan sonra, salih bîr zümre" İçlerinden bir sözcü. "Yusuf'u
öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine da. yolun kafilesinden biri. onu alsın.
Eğer. mutlaka yapacaksanız bari
böyle yapın"
(Yusuf, 9-10).
Bil ki, onlartn
içlerindeki haset şiddetlenip had
noktasına varınca, onlar, taauf un, babasından mutlaka uzaklaştırılması
gerekir..." dediler. Bu da ancak, birisiyle sağlanabilirdi:
a)Öldürmek.
b) Yahut, onu, bir daha artık babasıyla bir araya
gelmesinden ümidin kesileceği yare sürgün etmek... Haset eden kimsenin, kötülük
hususunda bundan daha ileri varabileceği düşünülemez. Onlar bu hususta,
"babanızın teveccühü münhasır
olsun" şeklinde bir gerekçe de ileri sürmüşlerdir ki bu, "Yusuf, :
zden alıkoymuş ve onun teveccühünü hep kendisine çevirmiştir. Binâenaleyh,
Yusuf'u kaybederse, bütün gönlü ve muhabbetiyle bize yönelir ve siz de, ondan jMrra salih bir zümre olursunuz"
demektir. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
1)Onlar, kararlaştırdıkları bu şeyin büyük bir günah
olduğunu anlayınca, "Biz .aptığımızda, Allah'a tevbe ederiz ve salih
topluluklardan oluruz..." dediler.
2)Buradaki maksat, dinî bakımdan salih olmak değil,
aksine bundan maksat. iman babanız yanındaki durumunuz düzelir, babanız sizi
sever de, sizinle denilmek istenmesidir.
Bununla şu
kastedilmiştir: Sizler bu yalnızlığınız ve bir kenara itilmeniz «öetoiyte,
işlerini düzeltmekle meşgul olamayan aklı ve zihni dağılmış kimseler haline
geldiniz. Binâenaleyh,
bu tedirginliğiniz zail olunca, işlerinizi ıslah edip düzeltmeye vakit
bulabilirsiniz.
Alimler, öldürmeyi
emredenin kim olduğu hususunda şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
a)
Bunu, Yusuf'un
kardeşlerinden biri söylemiştir.
b) Onlar, yabancı biriyle istişare ederlerken, bunu o
yabancı söyledi, kardeşlerden biri söylemedi.
Birinci görüşü
benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir: Mesela Vehb, "O,
Şem'ûn'dur" derken; Mukatil. "bunu söyleyenin Rûbiyel olduğunu"
ileri sürmüştür.
Eğer, "Onlar
peygamber oldukları halde bu onlara nasıl uygun düşer?" denirse, biz deriz
ki: "Buna "Onlar o zaman henüz mürâhik idiler (yani buluğa
ermemişlerdi)" diye cevap verenler çıkmış ise de bu zayıftır. Çünkü Hz.
Yakûb (a.s) gibi bir peygamberin, içlerinde onları, kötülüklerden alıkoyacak
akıllı bir kişi olmadan, çocuklarını dışarı göndermiş olması uzak bir
ihtimaldir. Hem sonra onlar, "siz, sonra sâlih bir zümre olursunuz"
demişlerdir. Bu da onların tevbe etmezden önce, sâlih (iyi) olmadıklarını
gösterir ki, bu durum, onların çocuk olmuş olmalarına terstir.
Bazı kimseler de bu
soruya, "Bu küçük günahlardandır" diye cevap vermiştir. Bu cevap da
akıldan uzaktır. Çünkü ma'sûm bir peygamber olan babaya eziyet etmek, ona yalan
söylemek ve küçük bir kardeşi öldürmeye girişmek, bütün bunların herbiri büyük
günahlardandır.
En doğru cevap şudur:
Onlar peygamber değil idiler. Peygamber olmuş olsalar bile, bu hadiseyi
peygamberliklerinden önce yapmışlardır.
[33]
Daha sonra Cenab-ı
Hak, birisinin "Yûsuf'u öldürmeyin" dediğini nakletmiştir. Bunu
söyleyenin, Hz. Yûsuf'un teyzesinin oğlu olan Rûbiyel olduğu söylenmiştir.
Rûbiyel, onların en akıllısı idi. Bundan dolayı, onları, Yûsuf'u öldürmekten
alıkoydu.
Bunu söyleyenin Yehûdâ
olduğu da söylenmiştir. Yehûdâ da, fikir, fazilet ve yaşça onların ileri
gelenlerinden idi.
Ayette sonra "Onu
bir kuyunun dibine bırakın" denilmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[34]
Nâfî, hem burada, hem
de bundan sonra gelen yerde, kelimeyi geyâbât şeklinde cemî olarak okurken,
diğer kıraat imamları her iki yerde de müfred okumuşlardır. Bunun cemî olarak
iinın sebebi şu olabilir: Kuyunun kenar ve köşeleri vardır. Binâenaleyh jn
içinde kenar, köşe, dip bulunmuş olur. Bu kelimeyi müfred okuyanlar ise
demişlerdir: "Bununla, Yûsuf'un
saklanabileceği, kuyudaki bir
yer ıiştir. Dolayısıyla bunu müfred okumak daha hususî olur ve
kastedilen daha çok delâlet eder." Cühderî ise bunu,("Kuyunun
i)" şeklinde
okumuştur.
[35]
Dilciler şöyle
demişlerdir: Geyâbe "bir şeyi saklayıp gizleyen her şeye" denir. O
halde, kuyunun gayâbeti, onun derinliği, bakanın gözüne görünmeyen, en
aşağıdaki en yeridir. Cübb ise, kenarları yapılmamış kuyu demektir. Böyle
kuyuya, cübb eşilme dtştnda, yapılma ve benzeri bir şey olmamıştır. Onu kuyunun
en karanlık kımseningöremeyeceği bir yerine atılmasına işaret eden bir kimseye
delâlet drye, denilmiştir. Binâenaleyh geyâbe sözünün zikredilmesi onayı ifade
etmiştir. Çünkü Yûsuf ile ona bakacaklar arasına hiçbir engelin ;eği kuyunun
herhangi bk yerine atılması da ihtimal dahilinde idi.
[36]
Cübb kelimesinin
başındaki elif lâm, bu kuyunun daha önce bahsi geçmiş -malûm- bir kuyu olmasını
gerektirir. Bu sebeple âlimler, bu kuyunun neresi olduğu hususunda
'etmişlerdir. Katâde, "bunun Beyt-i Makdis Kuyusu olduğunu" söyler;
Vehb, 'Ürdün arazisinde bir kuyu" olduğunu söylemiş. Mukâtil de, "bu
kuyunun, Ya'kûb'un evine üç fersah uzaklıkta bir yerde olduğunu"
söylemiştir. Onlar ileri ri, "Bir yoku kafilesinden biri onu alsın "
şeklindeki sebepten ötürü de, bu belirlemişlerdir. Çünkü o kuyu, bilinip
tanınıyordu. Çoğu kez oraya yolcular rdı. Yine o kuyuya atılanın, kurtarılma
ihtimalinin fazla olduğu biliniyordu, yolcular, oradan geçerken kuyuya
gelecekler, kuyuya gelince de, içindeki o görecekler, görünce de onu çıkarıp
götüreceklerdi. Dolayısıyla onun o kuyuya ölme ihtimalini azaltıyordu.
[37]
'itikat, yolda bırşey
bulup almak demektir. Lukata ve lakit
(yitik) kelimeleri de bundandır. Hasan el-Basrî manadan ötürü, bu
kelimeyi tâ ile teltekıthu şeklinde okumuştur. (Bir kafile) de
"Seyyare" (kafile)dir. (Yani bu kelime müennestir, için fiili müennes
getirmiştir.) Seyyare, yolculukta birlikte giden kafile demektir. Abbas:
"Allah Teâlâ böyle buyurmakla oradan geçecekleri kastetmiştir"
demiştir. Ayetteki "Eğer mutlaka yapacaksanız (bari böyle yapın)''
sezinde, onların bu işi yapmamalarının daha evlâ olduğuna, ama- eğer bu illâ
«o-acak ise, hiç olmazsa bu kadarla yetinilmesi gerektiğine bir işaret vardır.
Bunun Ur benzeri de, Hak Teâlâ'nın, "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele
edecek farsamz. ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza yapın...
"(Naw, 126) ir. Bu, "Evlâ olan, sizin bunu hiç yapmamanızdır, ama
(...)" demektir.
[38]
"Onlar dediler
ki: "Ey babamız, sen bize Yûsuf'u niye güvenmiyorsun? Halbuki biz onun
elbet iyiliğini isteyenleriz. Yarın onu bizimle beraber gönder def bol bol
yesin oynasın. Şüphesiz biz onun koruyucularıyız"
(Yûsuf, 11-12).
Bil ki bu söz, Ya'kûb
(a.s)'un, Yûsuf hususunda onlardan endişe duyduğuna delâlet eder. Eğer böyle
olmasaydı, onlar bu sözü söylemezlerdi.
Bil ki onlar, kararı
verince, bunu söylemişler ve babalarının yanında da Yûsuf'u çok sevdiklerini,
ona son derece şefkat duyduklarını göstermişlerdir. Yûsuf'u bir müddet kıra
götürerek, Yâkub (a.s)'un gözünden uzak tutmak, onların âdetleri idi. ,
Binaenaleyh babaları Yâkub (a.s)'dan, Yûsuf'u kendileri ile birlikte
göndermesini istediler. Yâkub (a.s) Yûsuf'un gönlünü hoş etmeyi istiyordu. İşte
böylece, onun kardeşlerinin sözüne aldanarak, onu, onlarla saldı. Ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[39]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: kelimesi, her iki nûnun açıktan, işmâmlı idğamı ile ve işmamsız
olarak okunur. Bunun manası, "Biz onu sevip, onun iyiliğini istediğimiz
halde, niçin ondan ötürü bizden korkuyorsun"
demektir.
[40]
Ayetteki kelimesi beş şekilde okunmuştur:
Birinci Kıraat:
İbn Kesir, ilk fiili
nûn ile ve ayn'ın kesresi ile,
ttojı masdanndan , (otlatalım)
şeklinde, diğer (oynasın) şeklinde okumuştur.masdanfiilinin, iftiâl babıdır.
Nitekim Arapça'da, hayvan otladığı zaman, denilir. »tojı ise, develeri ve
hayvanları otlatmaktır. Onlar, otlatma işini kendilerine izafe etmişlerdir. Bu,
aslında "Develerimizi otlatalım" demektir. Keza, otlatma işini
kendilerine nisbet etmişlerdir. Çünkü bu otlatmanın sebep ve vesilesi
kendileridir. Netice olarak otlatmayı ve malların) muhafaza etme işini
kendilerine izafe etmişlerdir. Çünkü onlar bulûğa ermiş delikanlılardı.
"Oynama" işini de, küçük olduğu için Yûsuf'a nisbet etmişlerdir.
İkinci Kıraat: Nâfî, her iki fiili de yâ ile ve ayn'ın kesresi ile
okumuştur. Böylece flatma işi. buna alışsın ve denesin diye, develeri otlatma
işini yapanın bizzat Yûsuf feust manasında, Yûsuf'a nisbet edilmiştir.
Binâenaleyh bu, Yûsuf, diğer çocuklar iti deve otlatmış kâh oyun oynamış
demektir.
üçüncü Kıraat: Ebu Amr ve İbn Âmir, nûn ile ve ayn ile ba harfinin
cezmi ıu) ile şeklinde okumuşlardır. İbnü'l-A'rabî ^' masdarınrn m, yeryüzünün
otunu yemek (otlamak)'tır. Bunun, otun bollaşması manasına da söylenmiştir.
s»tf fiilinden maksad, mubah olan oyun ve eğlencelere ik manasıdır. Bu, insana
âit bir fiildir.
nel'ab (oynayalım)
şeklinde okunmasına gelince: Rivayet olunduğuna Ebû Amr'e denilmiştir:
"Onlar, peygamber oldukları halde nasıl, "Oynayalım" r?"
denildi. O da buna karşt, "Onlar, o zaman henüz peygamber değillerdi
" verdi. Yine bununla gönlün rahatlaması için, mubah olan eğlence ve
oyunları zamanının kastedilmiş olması da caizdir. Hz. Peygamber (s.a.s), Cabir
(r.a)'e"Evlendiğinde; kendisi ile oynaşacağın ve seninle oynaşacak )dre
bulamadın mı?"W buyurmuştur. Bir de, onların oyunları yarış yapmaktı. gaye
de, kâfirlere karşı savaşmayı öğrenmekti. Bunun delili onların, "Biz üzere
gitmiştik" (Yûsuf. ı?> şeklindeki sözleridir. Bu yarış, adetâ bir oyun
olduğu için, onu "oynamak" kelimesi ile ifâde etmişlerdir.
Dördüncü Kıraat: Kûfeliler, her iki fiili de yâ ile, ayn'ın ve bâ'nın
sükûnu ile, yertâ' I ab şeklinde okumuşlardır. Buna göre, otlama (yani
yiyip-içme) ve oynama işi Yûsuf'a izafe edilmiştir.
Beşinci Kıraat:
İlk fiil
yâ ile (yerta1)
(otlasın), ikincisi nûn
ile, (oynayalım) şeklinde okunmuştur ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü
onlar, ferahlasın diye, Yûsuf'u,
babalarının, kendileri ile
birlikte salmasını îrdi, yoksa kendileri oynayıp eğlensinler diye değil.
Allah en iyi bilendir.
[41]
"Babalan dedi ki:
"Onu götürmeniz muhakkak ki beni endişeye düşürür. Siz ondan gafil iken.
onu kurdun yemesinden korkarım." Onlar da dediler ki: "Andolsun ki
biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olmuş
oluruz"
(Yûsuf, 13-1*).
Bil ki onlar,
babalarından Hz. Yûsuf'u kendileri ile birlikte göndermesini isteyince,
babaları şu iki mazereti ileri sürdü:
a) Onların onu götürüp, kendisinden uzaklaşmaları onu
üzer. Çünkü Hz. Yâkub, bir an bile Hz. Yûsuf'un ayrılığına dayanamazdı.
b) Az ihtimam gösterecekleri için, onlar hayvanları
otlatırken veya oynarken, onu unutabilecekleri için, bir kurdun gelip onu
yemesinden endişe etmesi. Rivayet edildiğine göre, Hz. Yâkub, uykusunda bir
kurdun Hz. Yûsuf'a doğru saldırdığını görmüş ve bundan dolayı böyle demiştir.
Sanki böylece bu bahaneyi çocuklara kendisi öğretmiş olmaktadır. Arapların
darb-ı mesellerinde "Belâ, söylenen söze bağlanmıştır" diye bir
darb-ı mesel vardır. Yine onların topraklarında çok kurt bulunduğu da
söylenmiştir. Bu kelime, aslı üzere hemze ile ve sükûn ile, şeklinde
okunmuştur. Bunun, rüzgâr her taraftan estiği zaman söylenen, deyiminden
alındığı da söylenmiştir. Yâkub (a.s), bu sözü söyleyince, onlar da,
"Andolsun ki biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç
şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz" diyerek cevap vermişlerdir.
Bu deyimle ilgili birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Ayetteki kelimesinde in edatının başındaki lâm'in
faydası nedir?
Buna iki şekilde cevap
verilir:
a) İn edatı, şartın bir neticeyi gerektirdiğini ifâde
eder. Buna göre bu, "Eğer böyle bir şey otursa, biz hüsrana uğrayanlardan
olmuş oluruz" demektir. Demek ki lâm, şartın bir cezayı (cevabı)
gerektirmesini te'kîd etmek için gelmiştir.
b)
Keşşaf sahibi
şöyle demiştir: "Bu lâm, takdiri,
"Vallahi eğer onu bir kurt yerse..." şeklinde olan, mahzûf bir
kasemin olduğunu gösterir.
İkinci Soru: Ve nahnu kelimesinin başındaki vâv'ın manası nedir?
Cevap: Onlar, bütün işlerin üstesinden gelebilen ve tehlikeleri
altedebilen on kişi oldukları halde, babalarının, kurdun, onların arasından
kardeşlerini çekip alması, yemesi hususundaki endişesi tahakkuk ederse, o zaman
kendilerinin ziyana uğramış bir topluluk olacaklarına dair yemin etmişlerdir.
Üçüncü Soru: Onların, "hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan
olmuş oluruz" tünden maksat nedir?
Cevap: Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:
a)Hâsirûn kelimesinin manası "zayıflık ve
acziyyetten helak olmuş oluruz" sarandadır. Bunun bir benzeri de,
(Mü'minûn,34) Kör Buradaki kelimesinin anlamı, "aciz kalmışlardan
olursunuz" şeklindedir.
b)Onlar, kendileri orada bulunduğu halde, kurt,
kardeşlerini yediği zaman, ne hüsran ve helak olmakla beddua edilmeye;
"Allah onları hüsrana uğratsın, onları!" denilmeye müstehak
idiler" anlamındadır.
c)Bunun manası şudur: "Muhakkak ki biz, kardeşimizi
korumaya muktedir ırazsak, şüphesiz sürülerimiz de helak olur ve biz onları
yitiririz."
d)Onlar, babalarına hizmet hususunda kendilerini
yormuşlar ve babalarının işlerini y-a hususunda bütün gayretlerini
sarfetmişlerdi. Bütün bu yorgunluklara ise, sa- cuâ ve övgüye mazhar olmak için
katlanmışlardı. İşte bundan dolayı onlar hizmetimizde bir kusur yaparsak,
şüphesiz bütün bu işlerimiz boşa olur ve biz de, bizden sudur eden çeşitli
hizmetlerimizi ziyan etmiş oluruz"
Dördüncü Soru: Yakub (a.s), iki mazeret ileri sürmüş, ama onlar,
bunun birisine verirken, diğerine vermemişlerdir.
Cevap: Kardeşlerinin Yusuf'a olan kin ve Öfkeleri, birinci
mazeretten, yani fcub'un Yusuf'a olan şiddetli sevgisinden dolayı idi. jşte
onlar, bu mananın -ec z ğini duyunca, ondan gafil göründüler.
[42]
"Nihayet vakta ki
onu götürdüler, onu kuyunun dibine bırakmayı elbirlik . kararlaştırdılar. Biz de kendisine:
"Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, bu işlerini haber
vereceksin" diye vahyettik"
(Yusuf. 15).
Bil ki, bu ayette iki
yerde bir hazfin bulunması gerekmektedir:
a) Ayetin takdiri şöyledir: "Onlar, "Andolsun.
ki biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç şüphesiz
hüsrana uğrayanlardan oluruz "dediler" (Yusut. M). Bunun üzerine de
Yakub, Yusuf'a izin verdi ve onu, onlarla beraber gönderdi..." Daha sonra
ise bu ifadeye, "Nihayet vakta ki onu götürdüler..." ayeti
bitirmiştir.
b)
Şüphe yok ki,
"Nihayet vakta ki onu götürdüler ve onu, kuyunun dibine bırakmayı elbirlik
kararlaştırdılar..." ifadesinin bir cevabının bulunması gerekir. Zira lemmâ
edatının cevabı zikredifmemiştir. Bu
cevap da, "Onu kuyuya bıraktılar"
şeklindedir. Zikredilenin, kendisine delâlet etmesi şartıyla, cevabın
hazfedilmesi Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. İşte burada da böyledir
Süddî şöyle demiştir:
"Yusuf (a.s) kardeşleriyle birlikte yola çıkınca, onlar ona şiddetli bir
düşmanlık gösterdiler. Derken, onlardan birisi Yusuf'u dövmeye başladı; o,
ötekinden yardtm isteyince, bu sefer o bırakıp bu onu dövmeye başladı.
İçlerinde hiçbir merhametli kimse bulamıyordu. Onu, öldürünceye kadar dövdüler.
Yusuf ise şöyle diyordu: "Ah Yakub, bir bilsen oğluna neler
yapılıyor!.." Bunun üzerine Yahuda "Siz bana, onu öldürmeyeceğinize
dair söz vermemiş miydiniz?" deyince, onu içine atmak üzere kuyuya
götürdüler.
Yusuf kuyunun kenarına
asılıp tutunmuş vaziyette iken gömleğini sırtından çıkardılar. Gayeleri ise,
gömleğine kan bulaştırıp, bunu Yakub'a sunmaktı. Bunun üzerine Yusuf,
"Üzerimi örtebilmem için, gömleğimi bana geri verin!" ivince onlar,
"Sana arkadaş, enîs olmaları için, güneşe, aya ve onbir yıldıza sesten!..'
dediler. Sonra da onu, kuyuya sarkıttılar; kuyunun yarısına vardığında, ölmesi
için oradan aşağı bıraktılar. Kuyunun içinde ise, (bir miktar) su bulunuyordu.
Yusuf oraya dftatfi, sonra da, (yine kuyunun dibinde bulunan) bir kayaya
sığındı. Ağlayarak o klanın üzerine çıktı. Bunun üzerine yukardakiler ona
seslendiler; Yusuf onların insafa ve merhamete geldiğini sanarak, onlara
karşılık verdi. Bunun üzerine hemen onlar, onu taşla ezmek isteyince, Yehûda
ayağa kalktı ve onlara mani oldu. Yahuda, Yusuf'a yemek getiriyordu..."
Rivayet edildiğine
göre Yusuf (a.s) kuyunun dibine atılınca, "Ey, gâib olmayan, herşeyden
haberi olan! Ey, uzak olmayan, yakın olan! Ey, galebe edilemeyen, hep galib
olan Allah 'im! Benim şu halimi genişlet ve bana bir çıkış yolu göster!.."
diye yakarmıştır. Yine rivayet edildiğine göre, İbrahim (a.s) de ateşe atıldığında
elbiseleri çdanlmıştı. Derken, Cebrail ona, cennet ipeğinden bir gömlek
getirmiş ve onu gîydîrmişti. Sonra İbrahim bu gömleği İshâk'a, İshâk Yakub'a
vermiş, Yakub da bu gömleği bir muskanın içine koyarak, onu Yusuf (a.s)'un
boynuna asmıştı. Sonra Cebrail gelmiş ve bunu oradan çıkararak, Yusuf'a
giydirmişti.
[43]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında
değillerken, bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele ivdir:
[44]
Buyruğu ile alâkalı
iki görüş bulunmaktadır:
a) "Bundan maksat, vahiy, nübüvvet ve
risâlettir." Bu, muhakkik alimlerden büyük bir cemaatin görüşüdür.
Bu görüşü
benimseyenler, daha sonra, Yusuf (a.s)'un o zaman bulûğa erip ermediği
hususunda ihtilaf etmişlerdir... Bu cümleden olmak üzere bir kısmı, "O, z
zaman bulûğa ermişti ve yaşı da, onyedi idi" derken, diğerleri de, onun o
vakit nenüz çocuk olduğunu, ancak ne var ki, İsa (a.s) hakkında da söz konusu
olduğu şot. aklını kemâle erdirip, vahyi ve nübüvveti almaya elverişli ve
kabiliyetli hale getirdiğini söylemektedirler.
b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, ''Musa'nın anasına.... diye vahyettik (evheynâ)" (Kasas,7)ve
"Rabbin bal arısına (...) ... diye -iham etti (evhâ)" (Nam, 68)
ayetinde geçen vahy kelimesi gibidir.
Birinci görüş daha
evlâdır; çünkü, vahyin zahirî manası budur.
İmdi şayet,
"Yanında tebliğde bulunacağı bir kimse bulunmadığı halde, Cenâb-ı Hak onu,
o vakitler nasıl peygamber kılmıştır?" denilirse, deriz ki: Onu vahiy ve
tenzil te şereflendirip de çok daha sonra tebliğde bulunmasını emretmiş olması
imkânsız değildir. Buna göre, daha önce vahyin inzal buyurulması ise, ona
ünsiyyet vermek, gönlünü rahatlatmak, kalbindeki keder ve yalnızlık duygusunu
yok etmek içindir.
[45]
buyruğu hakkında iki
görüş bulunmaktadır:
a) Bu ifâdeden murad şudur: "Allah Teâlâ Yusuf
(a.s)'a, "Sen kardeşlerine, bu günden sonra, sana yaptıklarını
bildireceksin. Onlar
da o zaman, senin Yusuf olduğunu bilemeyecekler..." Bundan maksat ise,
onun bu sıkıntıdan kurtulacağını, onlara bir gün galib geleceğini ve onların,
onun kudreti ve hakimiyeti altına gireceklerini bildirmek suretiyle, Yusuf'un
kalbini takviye etmektir.
Rivayet olunduğuna
göre onlar, buğday taleb etmek için Yusuf'un yanına girdiklerinde, Yusuf onları
tanımış, onlarsa Yusuf'u tanıyamamışlar, bunun üzerine Yusuf su tası getirterek
onu, onun eli üzerine koydu; sonra taşa vurdu ve taş tınladı, ses çıkardı.
Bunun üzerine Yusuf şöyle dedi: "Bu su kabı bana, sizin, baba bir erkek
kardeşiniz olduğunu, adınm da Yusuf olduğunu, ama sizin onu kuyuya attığınızı,
babanıza da, onu kurt yediğini söylediğinizi bildirmektedir!"
b) Bundan maksat şudur: "Biz Yusuf (a.s)'a kuyuda,
"Sen kardeşlerine bütün bu şeyleri bildireceksin" dîye vahyetmiştifc.
Onlar ise, Yusuf'a vahyedildiğini bilemeyecekler.
Yusuf'a vahiy inzal
buyurulduğunun gizlenmesindeki fayda ise şudur: Şayet onlar bunu bilmiş
olsalardı, hasetlen artar, böylece de onu öldürmeye yönelebilirlerdi...
[46]
Biz, uhiç farkında
değillerken" sözünü, birinci tefsire hamledersek, bu, Allah Teâlâ
tarafından Yusuf (a.s)'a,
kendisini babasından
gizlemesi ve başına gelen halleri ona bildirmeme hususunda bir emirdir. İşte
bundan dolayı o, Allah'ın emrine muhalefet etmek korkusuyla, babasının
kendisine olan düşmanlık ve iştiyakını bildiği halde, bu uzun müddet boyunca
kendisini, babasından gizlemiş ve bu acıyı yudumlamaya katlanmıştır. Böylece
Cenâb-ı Hak, o, Allah'a çokça rücû etsin, dünya ile alakası sona ersin, böylece
de kullukta, ancak çok zor sıkıntılara katlanmakla kendisine ulaşılabilen yüce
derecelere ulaşsın diye, Yakub (a.s)'a bu çok zor keder ile bu büyük üzüntünün
gelmesine hükmetmiştir. Allah en iyi bilendir.
[47].
"Akşam, ağlaya
ağlaya babaianna ge!diler: "Ey babamız, dediler, hakikaten biz, koşu
yarışması yapmak için gittik. Yusuf'u da, eşyamızın yanma bırakmıştık. (Bir de
ne görelim), onu kurt yemiş! Bjz doğru söyleyen kimseler olsak da, sen bize
inanmazsın." Bir de üstüne sahte bir kan bulaştırılmış olan
gömleğini getirdiler.
(Yakub) dedi ki: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp, (böyle feci) bir işe
sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin anlatışınıza karşı,
yardımına sığınılacak olan, (ancak) Allah'tır"
(Yusuf, 16-18).
Bil ki onlar, Yusuf'u
kuyuya atınca, akşamleyin ağlayarak babalarının yanına döndüler. İbn Cinnî,
ayn'ın dammesi ve kasr ile lii şeklinde okunduğunu da rivayet etmiş ve,
"Onlar, ağlaya ağlaya akşamladılar" anlamını vermiştir. İşte bu
esnada, Yakub (a.s) korkarak, "Koyunlarınıza mı bir şey oldu?"
deyince ontar, "Hayır" dediler. Bunun üzerine Yakub (a.s),
"Yusuf ne yaptı?" deyince de, onlar, "Hakikaten biz, koşu
yarışması yapmak için gitmiştik. Yusuf u da, eşyamızın yanında bırakmıştık.
(Bir de ne görelim), onu kurt yemiş!" dediler. Bunun üzerine Hz. Yakub,
ağladı, feryat etti ve "Gömleği nerede?" dedi. Ve onu alıp yüzüne
sürdü, böylece ae yüzü gömleğin kanıyla boyandı.
Rivayet olunduğuna
göre bir kadın, Kadî Şureyh'a, mahkeme olmak için başvurmuş ve ağlamıştı. Bunun
üzerine Şa'bî: "Ey Ebû Ümeyye, onun ağlamasına ne dersin?" deyince o:
"Yusuf'un kardeşleri de, zalim ve yalancı oldukları halde, ağlayarak
gelmişlerdi. Kişinin ancak hak ile hükmetmesi gerekir' dedi.
[48]
Alimler, ayette geçen
"yarışma"nın ne anlamda olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Zeccâc:
"Onlar, ok atma hususunda birbirleriyle yarışıyorlardı" demiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in de: ''Yarışma ancak, koşmada,ok atmada veyahut da at veya
devede olabilir"şeklindeki hadisi bu anlamdadır. Yani, Hz. Peygamber nasi
kelimesiyle, ok atmayı kastetmiştir. Ok yarışı aslında, ne kadar uzağa atmak,
fırlatmak iie alâkalıdır. Bu, iki kişinin, hangisinin daha uzağa attığı ortaya
çıksın diye, ok atmaları demektir. Daha sonra bu şekilde karşılıklı olarak ok
atanlar, böylece nitelendirilmişlerdir. İşte bu cümleden olarak, hangisinin
daha uzağa attığının ortaya çıkması için böyle bir yarış yaptıklarında
denilmiştir.
Abdullah İbn
Mes'ûd'un, şeklinde okuduğu rivayeti de, yapılan bu açıklamanın doğruluğuna
delalet eder.
İstebeka kelimesinin
tefsiri hususundaki ikinci görüşe göreyse, Süddî ve Mukatil'in:
"Hangimizin daha hızlı koştuğu ortaya çıksın diye koşmuştuk..."
şeklinde manalandırmalarıdır.
Buna göre şayet,
"Onlar, çocukların işi olan bu işi, âkil baliğ oldukları halde, nasıl
yapabilmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:
Onların yarışmaları,
tıpkı, atların yarışmaları gibiydi. Onlar böylece kendilerini deniyor ve koşuya
alıştırıyorlardı. Koşu, onların, düşmanla savaşmalarında, sürüye kurt
saldırdığında ona karşı koymada bir çareleri, aletleri gibiydi.
Ayetteki "li
cümlesinin manası "Yusuf'u kurt yedi" demektir. Şöyle tefsir edildiği
de olmuştur: "Kardeşleri, yalandan kurtulmak için "onu kurt yedi"
diye zamir kullanmışlar ve fakat aslında "onun azığını kurt yedi"
manasını kastetmişlerdi." Ama asıl muteber olan izah, ilk izahtır.
Daha sonra onlar
"Biz, doğru söyleyen kimseler olsak da,sen bize inanmazsın"
demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[49]
Bu, Yakuta (a.s) doğru
olduğunu bildiği kimseleri tasdik etmezdi" anlamında değildir. Tam aksine
bunun manası,"Şayet biz, senin yanında güvenilir ve sadık kimselerden
olmuş olsaydık bile, Yusuf'u çok sevmenden dolayı, onun hakkında bizi suçlar ve
bizim yalan söylediğimizi zannederdin. Netice olarak, bizler ne kadar doğru
söylüyorsak da, ancak ne var ki sen, bizi tasdik etmeyecek, bizi
suçlayacaksın..." demektir. Mananın, "Biz, her ne kadar sadık isek
de, sen bizi tasdik etmeyeceksin. Çünkü senin nezdinde, bizim doğruluğumuza
delâlet edecek bir emare bulunmamaktadır" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[50]
Alimlerimiz, Arapça'da
aslında, imanın, tasdik anlamına geldiğine dair bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Çünkü, "Sen bize inanmazsın" ifadesiyle, "sen
bizi tasdik
etmezsin" manası
kastedilmiştir. Durumun, Arapça'da böyle olduğu sabit olunca, bunun şeriat
ıstılahında da aynen kalması gerekir. Bu husustaki geniş izah, BakaraM
Sûresi'nin başındaki vs (Bakara, 3) ayetinin tefsirinde geçmişti.
[51]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bir de üstüne sahte bir kan bulaştırılmış olan gömleğini
getirdiler" buyurmuş olup bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[52]
Onlar, bu sözlerinde
doğru söyledikleri zannını vermek için, bu kana bulanmış gömleği getirdiler.
Denildiğine göre onlar, bir oğlak boğazlamışlar ve
gömleği onun kanına bulamışlardı.
Kadî ise şöyle
demiştir: "Öyle anlaşılıyor ki: Kuyunun dibine attıkları zamani
çıkarmalarından gayeleri, doğruluklarını tekîd etmek için bu işi yapmış
«tavlarıdır. Çünkü bunu, gömleğin kendisine tamah ettiklerinden dolayı yapmış
«natan. uzak bir ihtimaldir. Böyle bir günahın, böyle bir hızlânla birlikte
bulunması.çünkü eğer onlar, onu kana bulayıp da yırtmış olsalardı, istedikleri
zannı saları daha inandırıcı olurdu.
İşte bundan dolayı Yakub (a.s), gömleği sağlam görünce, onların yalan
söylediğini anladı."
[53]
tabiri,
"Develerine yük vurdular" deyiminde olduğu gibi, "Gömleğinin
üzerine kan vurdular, sürdüler" anlamındadır.
[54]
Ferrâ, Müberred,
Zeccâc ve İbnu'l-Enbârî gibi, Arap dili alimlerideyiminin "hakkında
yalan ) söylenilmiş, denildiği gibi
olmayan" anlamına geldiğini,ancak ne var ki bunun, "yalanlı olan,
yalana
bulaşmış
kan" takdirinde, tnasdar
ile bir nitelenme oouğunu, ama mübalağa olsun diye,
sanki kanın, yalanın ta kendisi kılındığını flftylemişlerdir. Onlar
şöyle demişlerdir: (dökülmüş) anlamında
"Emirin bastırmış olduğu dirhem" ve
dokuması elbise, kumaş" deyimlerinde olduğu gibi ism-i mef'ûl; "Eğer
suyunuz, yerin dibine batıp giderse... "(Mum, soj ayetinde ve "Serapa
adalet ve serapa oruç olan adam" ve gücü hep ağlamak, çığırmak olan
kadın..." tabirlerinde de olduğu gibi ism-i fail nasoarla ifâde edilir.
Onlar, masdarla isimlendirildikleri gibi, masdar da onlarla fenlendirilir ve
binâenaleyh Araplar akıl için ma'kul; dövmek için de meclûd, kullanmaktadırlar. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Velilik
hangisinde , 6) vedidik didik parçalanıp dağıldığınız zaman ayetlerinde de
bunun gibidir.
Şa'bî şöyle demiştir:
"Yusuf kıssasının hepsi, onun gömleği hakkındadır. Çünkü, arx kuyuya att
'<!arı zaman onun gömleğini çıkarttılar ve o gömleği kana bulaştırarak
tabalarına götürdüler. Tutulan şahit, şahitlik yaptığında, "Eğer gömleği
önünden fwütdıysa..." (Yusuf, 26): Yusuf (a.s)'un gömleği (o Mısır'da
iken) babası Yakûb (a.s)'a fMirHip onun yüzüne atıldığında, gözleri
görür." Sonra Cenâb-ı Hak, Yusuf'un iBikj.lı ıiiıı bu sözü söyleyip doğru
olduklarına dair gömleği delil getirdikleri zaman, Yakub (a.s)'un, "Hayır,
nefisleriniz sizi aldatıp, (böyle fecî) bir işe sürüklemiş..." î
nakletmiştir.
Ibn Abbas: "Bunun
manası "Doğrusu, nefisleriniz size böyle fecî bir işi süslü fjfiatermiştir"
şeklindedir. Ji^-sJ1 "İnsanın, herhangi bir şeyi gerçekleştirmeyi de
arzulayarak, onu
gönlünden geçirmesidir" demiştir. Ezherî de: "Tesvil kelimesi, sanki,
"insanın bir şey istemesi..." ifadesindeki suâl kelimesinin tef'îl
veznidir. Bu, insanın arzulayıp da, kendisine batıllar vesair şeyleri süslü
gösteren kuruntusu (umniyye)dir. Bu kelimenin aslı, hemzelidir. Ama, hemzeli
okuma Araplara zor gelmiştir" demiştir.
Keşşaf sahibi de:
"Sevvelet kelimesi, genişlemek, kendini salıvermek anlamına gelen sevel kökünden
olup, "kolaylaştırdı" anlamındadır" demiştir.
[55]
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki: Ayetteki bel edatı onların, "onu kurt yemiş..."
sözlerini reddetmek için gelmiştir. Yakub (a.s) sanki, "Sizin söylediğiniz
gibi değil. Belki de daha doğrusu, "Nefisleriniz sizi aldatıp, onun
hakkında (böyle fecî) birîşe sizi sürüklemiştir..." Yani,
"Nefisleriniz size, anlatmadığınız bîr işi süslü gösterdi..."
demiştir.
Müfessirler, Yakub
(a.s)'un, onların yalan söylediklerini nerden anladığı hususunda değişik
görüşler belirterek ihtilaf etmişlerdir:
1)
O, onların
kalblerindeki şiddetli haset ve kıskançlığı bildiği için, yalan söylediklerini
anlamıştır.
2)
O, Yusuf
(a.s)'un sağ olduğunu biliyordu. Çünkü o Yusuf'a, "Rabbin seni, öylece beğenip
seçecek"(Yusuf, 6) demişti. Bu, Yusuf 'un kardeşlerinin bu hususta yalan
söylediklerine kesin bir delildir.
3) Said İbn Cübeyr şöyle demiştir: "Onlar Yusuf'un
gömleğine o gömlek yırtık olmaksızın, sahte bir kan sürünce, Yakub (a.s)
onlara: "Yalan söylüyorsunuz!.. Eğer onu kurt yemiş olsaydı, onun gömleği
yırtılmış olurdu.." demiştir.
Süddî'nin de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Yakub (a.s), "Bu kurt, pek de
merhametliymiş!.. Onun etini, gömleğini yırtmadan nasıl yemiş?!"
demiştir."
Yine rivayet edildiğine
göre Yakub (a.s) bunu söyleyince, onlardan birisi, "Onu, belki de
hırsızlar öldürmüştür" demiş, bunun üzerine de, Yakub (a.s) "Onlar,
onu öldürmektense, gömleğini almaya daha çok muhtaç oldukları halde, nasıl olur
da onu öldürüp gömleğini almazlar?!.." demiştir. Binâenaleyh, onların
sözleri birbirini tutmayınca, bundan ötürü onların yalan söylediğini anladı ve
sonra, "Artık bana düşen, güzel bir sabırdır" dedi. Bu ifâdeyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[56]
Alimlerden bazısı:
"Bu ifâde, mübteda olarak merfûdur; haberi ise mahzûf olup, bunun takdiri,
"Güzel sabır, feryâdü figân etmekten daha evlâdır.." şeklindedir.
Bazı alimler de, mübtedânın mahzuf olduğunu söylemişlerdir. Meselâ Ham,
"Bunun takdiri, "Yapacağım iş, güzel bir sabırdır"
şeKlindedir" demiştir. Kutrub: "Bunun manası, "Benim sabrım,
güzel ar sabırdır" şeklindedir" demiştir.
[57]
Ferrâ: "Bu,
"Bu, güzel bir sabırdır" takdirindedir" demiştir.Yakub (a.s)'un
kanları dökülmüştü ve onları bir bez parçası içinde muhafaza ediyordu. Ona,
"Bu nedir, nedendir?" denildiği zaman o: "Bu, zamanın uzaması ve
hüzünlerin çoğalmasıdır " dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona: "Ey
Yakub, beni şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyedince o da: "Ya Rabbi
bir hatadır işledim, sen benim bu kmtamı bağışla..." dedi.
Hz.Aişe (r.anhâ)'den
rivayet edildiğine göre o.İfk hadisesi hakkında şöyle aemiştir: "Vallahi,
eğer ben yemin edersem, beni doğrulamayın; mazeret beyân edersem, mazeretimi
kabul etmeyin. Benimle sizin durumunuz, Yakub {a.s) ile oğlu Yusuf'un durumu
gibidir. "Sizin şu anlatışınıza karşı, yardımına susulacak olan ancak
Allah'tır.,," Bunun üzerine Allah Teâlâ, onun mazur, suçsuz aMuğuna dair
olan ayetini inzal buyurdu.
[58]
Hasan el-Basrf den
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber ifâdesi
hakkında sorulunca, "Bu
kendisinde hiçbir
şikâyet ve sızlanma bulunmayan bir sabırdır. Şikâyet edip, bunu yayarsa,
sabretmiş olmaz..." buyurmuştur. Kur'ân'da Hz, Yakûb (a.s)'dan nakledilen
"Ben kederimi, mahzunluğumu yalnız Allah'a şikâyet ediyorum..."
(Yusuf, 86) sözü de buna delâlet etmektedir.
Mücâhid: "Sabr-ı Cemil' demiştir. "Feryâd ü figân
etmeksizin gösterilen sabırdır"
Sevrî: "Bu.sırrından ve başına gelen musibetten
bahsetmemen ve kendini tezkiye etmemen, buna layık olmadığını
söylememendir" demiştir.
Burada şöyle bir husus
bulunmaktadır: Allah'ın kaza ve kaderine sabretmek . âcibtir. Ama, zalimlerin
zulmüne ve hilekârların hilesine sabretmekse vâcib değil, hatta, hele hele onun
zararı başkalarına dokunuyorsa, vacib olan, onu ortadan Kaldırmaktır.
[59]
"Bu kıssada,
Yusuf (a.s)'un kardeşlerinin yalan ve hiyanetleri ortaya çıktığına göre, Yakub
(a.s) buna daha niçin sabretmiştir? Yusuf şayet halâ yaşıyor idiyse, onu içinde
bulunduğu darlık ve sıkıntılardan kurtarmak için; yok eğer, onu hakikaten
öldürmüş iseler, onlara kısas tatbik etmek için, Yakub (a.s) daha niçin
meseleyi iyice
araştırıp tetkik etmek
hususunda elinden geleni yapmamıştır? Binâenaleyh bu, sabrın uygun olmayan bir
konuda gösterilmiş olduğu sabit olur .bu
soruyu kuvvetlendiren hususlardan birisi de şudur: Yakub (a.s), Hz.
Yusuf'un, sağ ve selâmette olduğunu bitiyordu. Çünkü o, daha önce ona,
"Rabbin seni öylece beğenip seçecek... Sana, rüya tabirine ait bilgi
verecek "{Yusuf, 6) demişti. Görünen o ki, o bu sözü, kendisine gelen
vahiyden dolayı söylemiştir.
Hz. Yakub, Yusuf'un
sağ ve selâmette olduğunu bildiğine göre, onu arayıp bulmak için çaba
sarfetmesi gerekirdi. Ve yine, Yakub (a.s), haddi zatında, kadr-u kıymeti, mertebesi
büyük bir adamdı,.. Ve şerefli ve büyük bir ocaktan geliyordu. Bütün herkes onu
biliyor, onu tanıyor, ona güveniyor ve onu büyük biliyorlardı. Binâenaleyh,
eğer o Yusuf'un iyice araştırıp soruştursaydı, mesele ortaya çıkacak, meşhur
olacak ve meselenin kapalı bir tarafı kalmayacaktı. Şu halde, Hz. Yusuf'un
bulunmasını, yanında olmasını arzulamasına ve onu çok sevmesine ve onu araması
da, kendisine vacib olan şeylerden olmasına rağmen, onu aramamış olmasının
sebebi nedir? Böylece sabit olur ki, bu durumda gösterilen sabır, hem aklen hem
de dinen kınanmıştır.
Buna cevâbtmtz, şöyle
denilmekten başka cevap olmadığını söylememizdir: "Allah Teâlâ Yakub
(a.s)'u, mihnetini arttırmak ve meseleyi ona daha da zorlaştırmak için, Hz.
Yusuf'u aramaktan onu men etmiştir.
Bir de, belki de o,
hallerin karînesiyle, çocuklarının güçlü kuvvetli olduklarını ve kendisine,
Yusuf'u arayıp butma imkânı vermeyeceklerini; eğer Yusuf'u araştırmada fazla
ileri giderse, onların belki de kendisine eziyyet vermeye ve hatta öldürmeye yöneteceklerini
biliyordu. Ve yine o, Allahu Teâlâ'nın, Yusuf'u belâ ve mihnetlerden
koruyacağını ve neticede, onun şanının büyüyüp yüceleceğini biliyordu; ama o,
çocuklarının sırlarını ifşa etmeyi arzulamamış ve onları, insanların diline
düşürmeye de gönlü razı olmamıştı. Çünkü, çocuklardan birisi diğerine
zulmederse, baba şiddetli bir üzüntüye düşer; zira mazlum olan, kendi öcünü
almazsa, babanın kalbi mazlum olan çocuğu için yanar. Eğer o, öcünü alırsa, bu
sefer babanın yüreği kendisinden öc alman evlâdı için yanıp yakılır.
Dolayısıyla, Yakub (a.s) böyle bir belânın ortasında kalınca, en doğru olanın
susup sabretmek ve işi, tamamen Allah'a havale etmek olduğunu düşündü.
[60]
"Artık bana düşen
güzei bir sabırdır'1 ifâdesi, sabrın iki
kısım olduğuna delâlet
eder: Güzel olan sabır; güzel Makbul ve Makbul Olmayan Sabır olmayan sabır.
Güzel olan sabır,
belâyı indirenin Atlah olduğunu bilip, sonra Allah Teâlâ'nın, Mâlikü'1-Mülk
olduğunu anlamaktır. Malik olana, kendi mülkündeki tasarrufundan dolayı itiraz
edilemez. Binâenaleyh, kalbin bu makama dalması, kulu şikâyette bulunmaktan
alıkor.
ikinci İzaha göreyse "sabr-ı cemîl", insanın bu belâyı
indirenin, câhil olmayan I tv hakîm, gafil olmayan bir âlim, unutmayan bir
alîm, zulmetmeyen bir rahîm duğunu bilmesidir. Durum böyle olunca, O'ndan sadır
olan herşey mahza hikmetğru olmuş olur. İşte bu durumda insan susar ve itiraz
etmez. Üçüncü bir izaha san için bu belânın Hak'dan geldiği ortaya çıkar.
Bundan dolayı, bu belâyı nurlarını müşahede etmeye dalması, kişiyi belâdan
şikayet etmekle meşgul alıkor. Bundan
ötürü denilmiştir ki, "Tam sevgi, vefa ile artmaz; cefâ ile." Çünkü,
eğer o, vefa ile artsaydı, o sevilen şey nasib ve payın bizzat olmuş olur; o nasibe ulaştıran şey bizzat
değil, arızî olarak mahbûb olmuş İşte, sabr-ı cemîl budur.
Ana sabır, Cenâb-ı
Hakk'ın kazasına rızâdan dolayı değil de, başka gayeler için bu sabır, sabr-ı
cemîl olmamış olur. Bütün fiil, söz ve itikâdlarda hâkim olan Kaide şudur: Allah'ın kulluğunu taleb etmek
için olan her şey, güzeldir; böyle güzel değildir. İşte bu noktada, şu hadiste
rivayet edilen hususun doğru
»fj, ortaya çıkar:
"Müftüler sana fetva vermiş asa da sen yine de kalbine danış'.^^
Binâenaleyh, insan iyice düşünsün ki, ona im fetva, onu ubûdiyyeti gerçekleştirmeye
sevkeden bir şey midir, yoksa değil
tartr? Çünkü alimler
bize, esasen o şey öyie olmadığı halde, o şeyin öyle olduğu bir fetva
verirlerse, ondan kesinlikle bir fayda meydana gelmez.
Yakûb (a.s),
"Artık.bana düşen güzel bir sabırdır" deyince, bunun peşinden "sizin şu anlatışınıza karşı, yardımına
sığınılacak olan ancak demiştir. Bunun manası, "Hz. Yakub'un sabra
yönelişi, ancak Allah'ın la mümkün olur" demektir. Çünkü, güçlü olan nefsî
sebepler, onu, feryad figan etmey? çağırmaktadır. Ruhanî sebepler ise, onu
sabra ve rızâya uir. Binâenaleyh,
bu iki tür arasında, adeta bir savaş meydana gelmiştir. Tealâ'nın yardımı
olmadığı sürece, ruhanî tarafın galib gelmesi de mümkün . Binâenaleyh,
ayetteki, "Artık bana düşen güzel bir sabırdır" ifadesi, "Yalnız
ibadet ederiz" (Fama, t) yerine; "Sizin şu anlatışınıza karşı
yardımına sığınılacak ancak AİIah'ttr" ifadesi de, "Ancak senden
yardım isteriz" (Fatiha, 4) ifadesi geçmektedir.
[61]
Ayetteki, "Aaa, müjde! İşte bir çocuk"
dedi" ifadesinde, mahzuf bir kısım var ve takdiri, "Yusuf ortaya
çıktı ve o saka "Aaa, müjde" dedi" şeklindedir, Müfessirler
şöyle demişlerdir: "Suya gitmiş olan saka, kovasını kuyuya sarkıtınca,
Yusuf (a.s), kuyunun bir köşesinde idi. İşte o zaman Yusuf, kovanın ipine
"Bir yolcu kafilesi gelip, sakalarını kuyu başına yolladı. O da, kovasını
sarkıttı. "Aaa, müjde! işte bir çocuk!" dedi. Onu, bir ticaret malı
olarak sakladılar. Allah ne yapacaklarını pek iyi biliyordu. Onu, değersiz bir
fiyata, birkaç dirheme sattılar. Onlar, ona fazla değer vermemişlerdi"
(Yusuf, 19-20).
Bil ki Allah Teâlâ,
Yusuf (a.s)'un bu belâdan çıkış yolunu nasıl kolaylaştırdığını beyan ederek,
"Bir yolcu kafilesi geldi..." buyurmuştur. Seyyare, birlikte yolculuk
yapan grup demektir. İbn Abbas (r.a): "Bu, "Medyen'den Mısır'a giden,
fakat yolu şaşırdıkları için, izlemeleri gereken güzergâhın dışında giden,
böylece de Yusuf (a.s)'un atıldığı kuyunun bulunduğu yere uğrayan bir yolcu
kafilesi" demektir. O kuyu ise, ancak çobanların işine yarayan bir kuyu
olup, çölün meskun mahallerden uzak bir yerinde idi" demiştir. Yine
kuyunun suyunun çorak İken, Yusuf (a.s) içine atılınca, tatlı olduğu; kervan
sahiplerinin, kendilerine su getirsin diye, Malik b. Za'r el-Huzâî adında birini
kuyuya yolladıkları da rivayet edilmiştir. "Vârld" kelimesi,
topluluğu sulamak için suya "giden" ve kovasını suya
"sarkıtana" denilir. Vahidî dij âlimlerinin çoğundan Arapça'da bir
kimse kovasını suya sarkıttığı zaman
kovasını çekip çıkardığı zaman da
denildiğini; yine Arapça'da "saldı" manasında, kovayı
"çekip çıkardt" manasında da- denildiğini nakil ve rivayet etmiştir.
"Delv" malum olduğu üzere "kova" manasındadır ve çoğulu
dilâ' şeklindedir.
[62]
Mundu. Saka onu görüp,
güzelliğini müşahede ederek, "Müjde.." diye bağırdı." Bu rfade
hakkında iki mesele vardır:
[63]
Âsim, Hamza ve Kisâİ,
bunu, elifsiz ve yâ'nın sükûnu ile büşrâ (tfj^t) şeklinde; diğer kıraat
imamları ise, elifli olarak ve muzaafun ileyh olmak üzere yâ'nın fethası ile
büşrâye _ _wj) "Âaa, bana müjde.." şeklinde okumuşlardır.
[64]
Büşrâ kelimesi
hakkında iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu, bir müjde vermek için söylenen
bir
kelime olup; bunun bir
benzeri de Arapların tayret şuna!."
ifâdesi ile, "Vah Yûsuf um!" (Yusuf, 84) ayetidir Bu görüşe göre,
ayetteki nidanın iki şekilde izaht vardır:
a) Zeccâc şöyle demiştir: "Bir cevap vermeyen
şeylere nida edilmesinin manası, natabın dikkatini çekmek ve kıssayı takviye
etmektir. Binâenaleyh sen-ayret şuna!" dediğin zaman, "Bakın da şaşın
şuna!" demiş gibi olursun."
d) Ebu Ali de şöyle der: "O saka sanki, "Ey
müjde, işte bu vakit senin zamanındır. Eğer sen, hitab edilebilecek bir şey
olsaydın, muhakkak şu anda çağırılır ve derhal gefrnen istenirdi"
demiştir. Bil ki bu sevincin sebebi onların, son derece güzel bir çocuk bulmuş
olmaları •e. "Onu büyük bir paraya satarız. Bu da, zengin olmamızı
sağlar" diye düşünmüş : "Talandır.
İkinci Görüş: Bu, Süddî'nin söylediği görüştür. Buna göre, nida
eden, sakanın arvadaşı idi ve sakanın adı "Büşrâ" idi. Binâen
edilmiştir: "Saka, adı Büşrâ olan bir kadına seslenerek, "Ey
Büşrâ" dedi."
Ebu Ali el-Farisî ise:
"Eğer biz, "Büşrâ kelimesini, müjdenin adt kabul edersek, ki tercih
edilen görüş budur, bu kelimenin mahallen merfû olmas1 caiz olur. Tıpkı
kandisine nida edilerek bir adama, "Ey Adam!" denilmesi gibi. Yine bu
fcıtenin, bu nidayı tahsis etmeyip, müjde cinslerinden yaygın bir müjde kabul
etmiş dtoıası takdirine göre, nasb mahallinde olması da caizdir. Bu tıpkı ya
reculen "Ey Adam!" demen gibidir Cenab-ı Hakk'ın, "Ey kulların
üzerine igöken büyük) hasret ve nedamet!" (Yasin, 30) buyruğu da böyledir.
[65]
Ayetteki bir ticaret malt olarak sakladılar "
tabiri ile ilgili iki mesele vardır: aleyh o ona, senin "Ya Zeydl"
dediğin gibi, "Yâ Büşrâ!" demişti!
[66]
"Sakladılar"
fiilindeki failin kimler olduğu hususunda iki görüş vardır:
a) Bu zamir, saka ile onun arkadaşlarına râcîdir. Çünkü
onlar, kervandan, onu
kuyunun dibinde bulduklarını gizlemişlerdir. Zira onlar: "Eğer biz
kervandaki onu bulduğumuzu söylersek, ona ortak olmaya kalkarlar. Ama onu satın
aldığımızı söylersek, o zaman da ortaklık teklif ederler. Doğrusu bizim,
"Suyun sahipleri bu çocuğu, Mısır'da onlar adına satmamız için, bize
verdiler" dememizdir" diye düşündüler.
b) İbn Abbas (r.a)'ın: "Sakladılar"
kelimesi,"Yusuf'un kardeşleri, onun gerçek durumunu sakladılar"
manasınadır" dediği rivayet edilmiştir. Bu, "Onlar, Yusuf'un
kendilerinin kardeşi olduğunu sakladılar ve hatta, "O, bizden kaçmış olan
bir kölemizdir" dediler. Yusuf da onların bu sözlerine sesini çıkarmadı.
Çünkü onlar Yusuf'u (o anda) İbranice olarak, ölümle tehdîd etmişlerdi"
demektir. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayetteki, "Onu, bir ticaret
malı olarak sakladılar" ifadesi, bu saklamadan muradın, onların Yusuf'u
bir ticaret metâı (esir) olarak hükmettikleri durumdaki gizlemeleri olduğuna
delâlet eder. Bu ise, Yusuf'un kardeşlerine değil de, sakaya uygun düşer.
[67]
Bidâe ticaret metaı
olarak hazırlanmış olan mala denilir ki, bu_ kelime, eti kesip
parçaladığın zaman söylediğin, Bidâe Kelimesinin Manası deyiminden alınmadır. Zeccâc: "Bu
kelime, "hal" olarak mansubtur. Sanki Cenâb-ı Hak, "Onu bir
ticaret metaı olarak bir tarafa sakladılar" demiştir. Hak Teâlâ daha
sonra, "Allah ne yapacaklarım pek iyi biliyordu" buyurmuştur. Bundan
maksad şudur: Yusuf (a.s) rüyasında yıldızların, güneşin ve ayın, kendisine
secde ettiklerini görüp; bu da, kardeşlerinin ona haset etmesine sebep olup,
böylece onlar onun bu durumunu boşa çıkarmak için hile yollan arayınca, onu bu
maksadına nail olamasın diye, büyük bir belaya düşürmüşlerdir. Allah Teâlâ da,
onun bu belaya düşmesini, Mısır'a varmasına bir vesile kılmıştır. Daha Vaûar,
peV. çöK hadise olmuş, birçok işler peşpeşe gelmiştir. İşte, düşmanlarının onu
gayesinden uzaklaştırmak için yaptıkları bu işi, Hak Teâlâ gayesine ulaşmasına
vesile kılmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah, ne yapacaklarını
pek iyi biliyordu" buyurmuştur.
[68]
Daha sonra Hak Teâlâ
"Onu değersiz bir fiyata, wkaç dirheme sattılar" buyurmuştur.
Ayetteki, "sattılar" ifadesi hakkında iki görüş
Birinci Görüş: Ayetteki şerav kelimesi "sattılar"
manasınadır. Binâenaleyh onu nr sattığı hususunda iki görüş vardır:
a)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Yusuf'un
kardeşleri onu kuyuya atıp ünce. üç gün sonra, durumunu öğrenmek üzere kuyuya
tekrar geldiler. Onu göremeyip, o kervanın izlerine rastlayınca, kervandan
Yusuf'u istediler. taouf u gördükleri zaman da, "Bu bizim kölemiz.
Evimizden kaçtı" dediler. Bunun tarre kervan d a kiler, "Onu bize
satın" deyince, kardeşleri de onu, kervandakiiere Dolayıstyle ayetteki,
şeravhu kelimesinden maksad, "Onlar, onu sattılar" Nitekim Arapça'da,
sen birşeyi sattığında, "O şeyi sattım" Buradaki "şirâ"yı
satmak manasına hamletmek gerekir. Çünkü hem şeravhu' al zamir, hem de kânû
ifadesindeki zamir, aynı şeyi gösterir. Fakat kânû'daki kardeşler"e
râcidir. Dolayısıyla şeravhudaki fail zamirinin de kardeşlere râcî nas gerekir.
Durum böyle olunca, bu ifade. "Onlar, onu sattılar" manasında olmuş
enaleyh ayetteki "şirâ"yı. "satmak" manasına almak gerekir.
b)Yusuf'u satanlar, onu kuyudan çıkaranlardır. Muhammed
b. İshâk: "Onu mi, yoksa kervancılar mı sattı, bunu en iyi Allah
bilir" demiştir. doci Görüş: Ayette bahsedilen "şirâ"dan maksad,
"satın almak"tır. Buna göre "Kervandakiler onu satın aldılar ve
ona fazla değer (fiyat) vermediler" Çünkü onlar, halden anlaşılan
karinelere göre, Yusuf'un kardeşlerinin; "O ötemiz" deyişlerinde
yalan söylediklerini anlamışlardı. Yine onfar, onun Ya'kub çocuğu olduğunu
anlamışlar ve bu yüzden, hem Allah'dan korkarak, hem açığa çıkmasından
korkarak, onu satın almaya istekli olmamışlardı. Ama yine de onu satın
almışlardı. Çünkü onu az bir fiyata aldılar. Ne var ki onlar isteksiz gibi
göründüler. Bundan gayeleri, daha az fiyat vermeyi
Şöyle de denebilir:
Yusuf (a.s)'un kardeşleri: "O, bizir açan kölemizdir" satın
alacakların onu alma arzulan kaybolmuştu. ücahid de şöyle demiştir: "Onlar,
"kaçmasın diye onu iyice bağlayın" dediler." 3* ki Allah Teâlâ,
bu fiyatı üç sıfatla nitelemiştir:
[69]
Birinci Sıfat, onun değersiz oluşudur. İbn Abbas: "Cenâb-ı
Hakk'ın bu tabir ile, paranın haram oluşunu kastetmiştir. Çünkü, hür kimsenin (köle
diye) satılmasıyla m» edilecek para haramdır" demiştir.
Yine İbn Abbas (r.a):
"Kur'ân'da geçen her bahs kelimesi, "noksanlık" manasını ifade
eder. Fakat bu ayet, "haram para" manasınadır" demiştir.
Vahidi: "Bereketsiz olduğu için, harama bahs denilmiştir"
der.
Katâde de: "Bahs,
zulüm demektir, zulüm ise noksanlaştırma manasınadır. Nitekim, "O, onu
noksan yaptı, noksan verdi" manasında, zalameh denilir" demiştir.
İkrime ve Şa'bî, bu kelimenin, "az olan" manasına
geldiğini söylemişlerdir.Yine bu kelimenin, "kıymeti açıkça az olan
şey" manasına olduğu da söylenmiştir. Bu ifadeye, "Dirhemler düşük
ayarda ve geçersizdi" manası da verilmiştir.
Vahidi (r.h) şöyte demiştir: "Bütün bu görüşlerden
anlaşılan, "bahs", masdar olup, isim yerine kullanılan bir kelimedir.
Buna göre mana, "kendisinde "bahs" olan para" şeklindedir.
İkinci Sıfat, "birkaç dirhem" deyimidir. Buna,
"Sayılan, tartılmayan dirhemler" manası verilmiştir. Çünkü onlar,
ancak meblağ bir ûkiyye (okka) ağırlığına ulaştığında parayı tartarlardı.
Dirhemler kırk tane olursa, bu kadar tutardı. Kırktan aşağı olunca, sayarak
alıp-verirlerdi. İşte bundan dolayı "az miktarda olan" manasında,
ma'dûde (sayılan) diyorlardı. Çünkü çok paranın sayılmasından, çok olduğu için
imtina edilir (tartılır). İbn Abbas'ın, o dirhemlerin yirmi tane olduğunu
söylediği; Süddî'nin de, onların yirmiiki dirhem olduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. "Yusuf'un kardeşleri onbir tane idi. Binaenaleyh onlardan
herbiri iki dirhem almış, ama Yahuda hiçbirşey almamıştır" denilmiştir.
[70]
Üçüncü Sıfat, ayetteki "Onlar, ona fazla değer
vermemişlerdi" ifadesinin anlattığı sıfattır. Zühd, fazla rağbet ve arzu
etmemektir. Nitekim bir kimse, birşeye arzulu ve istekli olmadığı zaman,
denilir ki, bu kelimenin asıl manası, "azlık"tır. Nitekim arzu ve
isteği az olan adama denilir. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılabilir:
a)
Yusuf'un
kardeşleri, Yusuf hakkında istekli ve arzulu olmadıkları, (onu sevmedikleri)
için, onu sattılar.
b) Oradan geçen kervandakiler, ona fazla kıymet
vermedikleri için, onu sattılar. Çünkü onlar onu zaten bulmuşlardı. Birşeyi
bulan, ona fazla değer vermez, Kaça sattığına pek aldırmaz. Yahut da
kervandakiler, onun sahibinin ortaya çıkıp, ellerinden almasından
endişelendiler. İşte bundan dolayı onu, pek az bir paraya sattılar.
c) Onu satın alanlar, ona fazla değer vermemişlerdi. Bu
görüşlerin izahı daha önce geçmişti. Fîhl kelimesindeki zamirin Yusuf (a.s)'a
râcî olması muhtemel olduğu gibi, "değersiz fiyaf'a râcî olması da
muhtemeldir. Allah en iyi bilendir.
[71]
~Onu satın alan
Mısırlı, karısına dedi ki: "Bunun yerini, şerefli tut. Umulur ki bize
faydası dokunur. Yahut onu evlat ediniriz. İşte Yusuf'u böylece, yeryüzünde
yerleştirdik ve ona, rüyaların tabirini öğrettik. Allah, emrinde
galibtir. Fakat
insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf. 21).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[72]
Bil ki, rivayetlerde,
Hz. Yûsuf'u ya kardeşlerinden, yahut da kuyuya gelen kervandan set- alan
kimsenin, onu Mısır'a götürüp sattığı bildirilmiştir. Onu satın alanın,
Mısır'ın hazinedarı (rnaitye bakanı) olan "aziz" Kıtfir veya İttir
olduğu söylenmiştir. O gün, Msır hükümdarı, Amelika'lı Reyyân b. Velid'dir. Bu
zat, Hz. Yusuf'a iman etmiş ve o hayatta iken ölmüştür. Ondan sonra, Kâbus b.
Mus'ab hükümdar olmuştur. Hz. Yusuf onu da dine davet etmiş, ama o kabul
etmemiştir. Aziz, Yusuf'u onyedi aşında iken satın almış ve Yusuf, aziz'in
evinde onüç sene kadar kalmıştır. Reyyan b. Velîd, Hz. Yusuf'u otuzüç yaşında
iken kendisine vezir yapmıştır. Allah Teâlâ, otuzüç yaşında Hz. Yusuf'a mülkü
ve hikmeti vermiştir. Yusuf, yüzyirmi yaşında vefat etmiştir.
Hz. Yusuf'un
zamanındaki Mısır kralının, Hz. Musa (a.s)'nın zamanındaki Firavun olduğu ve
dörtyüz sene yaşadığı ileri sürülmüştür. Bunun delili, "Andolsun evvelce
Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti" (Mümin, 34) ayetidir.
Şu da söylenmiştir:
Musa'nın Firavun'u, Yusuf'un çağındaki Fİravun'un (Mısır kralının)
çocuklarındandı.
Azizin, Hz. Yusuf'u
yirmi dinara satın aldığı rivayet edilmiştir. Yine, rivayet edilmiştir ki onlar
onu çarşıya sokup, satışa arzettiler ve fiyatını, ağırlığınca misk, artın ve
ipek oluncaya kadar yükselttiler. Onu Kıtfir, bu fiyata aldı. Müfessirler,
"Kıtfir (Aziz)'in karısının adi Züleyhâ'dır" dediler. Onun adının
" olduğu da söylendi.
Bil ki bu rivayetlerin
ifade ettiği hususlardan hiçbirine Kur'ân delâlet etmemektedir. Yine hiçbir
sahih hadiste bunlar yer almamıştır. Allah'ın kitabının tefsiri, bu
rivayetlerden hiç birine dayandırılamaz. Akıllı olan için en uygunu, bunları
anlatmaktan sakınması (geri durması)dtr.
[73]
Ayetteki "Bunun
yerini şerefli tut"
tabiri, "Yanında makamını ve menzilini yüce tut"
demektir.Yusuf Mısır Azizinin Sarayında
Bu, senin, bir yerde ikamet etme hakkında demiş olduğun, deyiminden
alınmadır. Bunun masdart ise, sevâ'dır. Kelamın manası şudur: "Onun, senin
yanındaki makamını şerefli, güzel ve hoşnut olunacak bir makam kıl." Bunun
delili, Cenâb-ı Hakk'in, "O, bana güzel bir mevki vermiştir" (Yusuf.
23) ayetidir.
Muhakkik alimler şöyle
demişlerdir: "Azîz, karısına, Yusuf'un kendisini değil de, makamını
şerefli yapmasını emretmiştir. Bu, onun, Hz. Yusuf'a saygı ve ihtiram yoluyla,
saygı duyarak baktığına delâlet etmektedir. Bu, "Allah'ın selâmı, şu yüce meclisinize
olsun!" denilmesine benzer..." O, karısına, Hz. Yusuf'un makamını
şerefli tutmasını emredince, bunun sebebini, şöyle diyerek açıklamıştır:
"Umulur ki bize
faydası dokunur. Yahut onu evlât ediniriz." Yani, "Bizim işlerimizi
yoluna koyar, ya da biz onu evlâd ediniriz..." Çünkü onun çocuğu yok idi,
o iffetli bir kimseydi.
Sonra Allah Teâlâ,
"işte Yusuf'u böylece, yeryüzünde yerleştirdik..." buyurmuştur. Yani,
"Biz onu kuyudan kurtararak, ona in'am ettiğimiz gibi, azîzin kalbini de
ona karşı şefkatli ve merhametli kılarak, onu yeryüzüne yerleştirdik '*
demektir. Çünkü o, bu sayede, Mısır toprağında emretme ve nehyetme gücünü elde
etmiş olan bir kimse oluverdi. Bil ki, hakiki kemaller, ancak kudret ve ilimdir
ve Allah Teâlâ, Yusuf (a.s)'un mertebesini ve durumunu yükseltmek isterken onun
için bu iki vasfı zikretti.
Onu güç ve kudret
bakımından kemâle erdirmesine gelince, buna, "Yusufu yeryüzünde
yerleştirdik, ona kuvvet ve kudret verdik" buyruğu ile işaret edilmiştir.
Allah'ın onu, ilim sıfatı bakımından kemale erdirmesine de, "ve ona,
rüyaların tabirini öğrettik" beyanı ile işaret edilmiştir: Bu ifadelerin
tefsiri ise, daha önce geçmişti.
[74]
Bil ki, biz Hz. Yusuf
(a.s) kuyuya atıldığı zaman Cenâb-ı Allah'ın, "Biz de kendisine, "Andolsun
ki sen onlara,.bu işlerini haber vereceksin " (Yusut, 15)
buyurmuş olduğunu
zikretmiştik. Zahiren bu tabir Cenâb-ı Allah'ın ona, o vakitte vahyettiğine
delâlet eder. Bize göre "irhâs"'
İbn Mes'ûd (r.a) şöyle
demiştir: "İnsanların en ferasetlisi şu üç kişidir:
1)
Yusuf (a.s)
hakkında feraset gösterip, karısına, "Bunun yerini şerefli tut, umulur ki
bize faydası dokunur" demiş olan aziz.
2) Musa (a.s)'yı görüp, "Babacığım dedi. onu
ücretle tut... "(Kases, 26) demiş olan «adın (Şuayb'ın kızı...) ve,
3)
Hz. Ömer'i
kendi yerine halife bırakan Hz. Ebu Bekir...
Allah Teâlâ sonra
"Allah emrinde galibtir" buyurmuştur. Bunun lo izahı bulunmaktadır:
1) "O, kendisinin emri hususunda galibtir. Çünkü O,
Fa'alün Lima Yürîd'dir, yapandır; O'nun takdirini savuşturacak hiç kimse ve
yine, yerdeki ve gökteki mâni olacak hiç
kimse de bulunmamaktadır..." demektir.
2) Bu, "Allah, Yusuf'un emri, yani onun işi
hususunda galibtir..." yani, Yusuf'un ferinin bu tanzimi Allah tarafındandır.
Yoksa, kendi gayreti ile değildir. Kardeşleri onun için her türlü kötülüğü ve
hoşlanılmayacak olan şeyleri isterlerken, Allah Teâlâ se. onun hayrını
dilemiştir. Ve iş de, Allah Teâlâ'nın dilediği ve yönettiği gibi olmuştur.
caxat insanların çoğu, bütün işlerin Allah'ın kudret eliyle olduğunu bilmezler.
Bil ki, oûnyanın hallerini ve acayipliklerini düşünen kimse, işin tamamının
Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın kaza ve hükmünün galib geldiğini bilir ve
yakînen anlar.
'Z Peygamberde,
peygamberliğinden önce harikulade şeylerin zuhur etmesi (ç.).
"O, tam erginlik
çağma girince, kendisine hüküm ve ilim verdik, İşte, iyi hareket edenleri, biz
böyle mükâfaatlandırmz" (Yusuf, 22).
Ayetli ilgili birkaç
mesele vardır:
[76]
Ayetin, önceki ifâdelerle münasebeti
hakkında şöyle denilebilir:
"Allah Teâlâ, Yusuf'un
Kardeşlerinin, ona
Daha Önceki Kısımla
Münasebet kötülük yapıp, sonra o da o
sıkıntı ve mihnetlere katlandığı
zaman, kendisinin onu
yeryüzünde yerleştirdiğini, güç ve kudret sahibi kıldığını, sonra buluğ çağına
erince de, ona hüküm ve ilim verdiğini beyan etmiştir. Bundan maksat, Hz.
Yusuf'un nail olduğu bütün nimetlerin, bu mihnetlere sabrından dolayı bir
mükâfaat gibi olduğunu beyan etmektir.
[77]
Bazı kimseler:
"Nübüvvet, güzel amellerin mükâfaatıdtr" derken, bazıları da:
"Kim gayret eder, Allah'ın belalarına sabrederek, nimetlerine de
şükrederse, risalet makamını elde edebilir" demişler ve sözlerinin
doğruluğuna da şöyle delil getirmişlerdir: "Allah Teâlâ, Hz. Yusuf'un bu
mihnetlere sabretmesinden bahsedince, bunun peşinden ona risâlet ve nübüvvet
verdiğini söylemiştir. Daha sonra Allah Teâlâ, 'İşte, iyi hareket edenleri, biz
böyle mükâfaatlandmrız..." buyurmuştur. Bu, Hz. Yusuf (a.s)'un yapmış olduğu
güzel taatları yapan herkese, Allah'ın bu makam ve mevkileri vereceğine delâlet
eder..." Bu detil, doğrusu, akıldan uzaktır. Çünkü alimler, nübüvvetin,
kesbî, yani gayretle elde edilebilecek bir şey olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir.
[78]
Bil ki, kim,
"Yusuf, kesin olarak ne bir nebî ne de bir resul idi. O ancak, Allah'a
itaat etmiş olan, Allah'ın da kendisine ihsan etmiş olduğu bir kul idi..."
derse, bu söz icmâ ile batıldır. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "O, Allah
Teâlâ'nın, kendisi hakkında, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen
onlara (...) bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik" (Yusuf,
ıs> buyurmuş olduğu vakitten beri bir nebî idi. Ama, henüz bir resul
değildi. Sonra o, bu vakitten, yani Allah Teâlâ'nın, "O, tam erginlik
çağma girince, kendisine hüküm ve ilim verdik..." buyurmuş olduğu bu
zamandan itibaren de bir resul oldu..."
Bazı alimler de,
"O, kuyuya atıldığı andan itibaren bir resul idi" demişlerdir.
[79]
Ebu Ubeyde şöyle
demiştir: "Araplar, bir kimse, gençliğinin ve kuvvetinin
doruk noktasına ulaşıp
da, bu hal Ayetteki Eşüdd Tabirinden Maksat noksanlaşmaya henüz başlamadığı İçin, onun
hakkında
derler. Bu lafız, hem
müfret, hem de cemi nakkında kullanılarak, meselâ denilir. Eşüdd kelimesinin
tefsirini, En'âm Sûresi'ndeki (Ervam, 152) ayetinin tefsirinde zikretmiştik.
Kelimenin buradaki
tefsirine gelince: Bu hususta İbn Cüreyc, Mücahid'den, o aa İbn Abbas'dan şunu
rivayet etmiştir: "O, tam erginlik çağma girince" ifadesinin manası,
"O, otuzüç yaşına girince" demektir. Ben derim ki, bu rivayet, tıb
kanunlarına da son derece uygundur. Çünkü doktorlar şöyle demektedirler: İnsan,
önce meydana gelir. Sonra her gün azar azar kemalinin doruk noktasına
ulaşıncaya kadar gelişmesini sürdürür. Sonra, kendisinden hiçbir şey
kalmaytncaya kadar, noksanlaşmaya ve gerilemeye başlar. Binâenaleyh onun hali,
ayın haline benzer. Çünkü ay, önce zayıf, belli belirsiz bir hilâl biçiminde
ortaya çıkar; sonra gittikçe gelişerek dolunay haline getir. Derken, yok olup
görünmez oluncaya kadar geriler ve küçülür.
Bunu antadığtn zaman
biz deriz ki: Ayın bir devir yapmasının müddeti, yirmisekiz küsur gündür. Bu
devri dört kısma ayırırsan, her bir kısım yedişer gün olmuş olur. Htç şüphesiz
doktorlar insan bedeninin hallerini de, yedili bir sisteme göre
belirtmektedirler. Binâenaleyh insan, doğumundan yedi yaşını tamamlayıncaya
kadar, zayıf bünyeli ve güçsüz, dayanıksızdır. İkinci yedi yaşına girdiği
zaman, onda, anlayış, zekâ ve kuvvet eserleri görülmeye başlar. Sonra bu,
ondört yaşını tamamlayıncaya kadar gelişmeye devam eder. Onbeş yaşına girdiği
zaman, üçüncü yedi yaşlık zaman dilimine girmiş olur. Burada, aktı kemale erer,
mükellefiyet çağına erişir ve onda, şehvet harekete geçer. Sonra, bu hat üzere,
yirmibir yaşını tamamlayıncaya kadar gelişmeye devam eder. Yirmibir yaşında
üçüncü yedi yıllık dilimi tamamlayarak yirmiiki yaşına girer. İşte bu son yedi
yıllık dilim, onun neşv ü nema bulduğu yedi yılların son dilimidir. Yirmisekiz
yaşını tamamladığı zamansa, böylece, gelişme müddetini tamamlamış olur ve
insan, buradan artık duraklama devrine geçer. Bu zaman, işte insanın tam
kemâline, erginliğine erginliğe erdiği zamandır. Bu, beşinci yedi yıllık zaman
diliminin tamamlanmasıyla insan, otuzbeş yaşına gelmiş olur. Sonra bu
mertebeler, güç kuvvet ve zayıflık bakımından da farklı farklıdır. Binâenaleyh,
yedi yıllık zaman dilimleri içinde, şiddet, güç kuvvet ve kemâlin en ileri
olduğu beşinci yedi yıllık zaman dilimi, yirmisekiz yaşından otuzüç yaşına
kadar olup, bazan otuzbeş yaşına kadar devam eder. İşte bu konuda, makul olan
izah şekli de budur. Her şeyin hakikatini en iyi Allah bilir.
[80]
Ayetteki
"hüküm" ve "ilim'in tefsiri hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Hüküm
ve hikmetin manası,
nefsi
hevâsmdan alıkoymak ve
onu lekeleyecek kusurlardan uzak tutmaktır. Hükümden maksad, amelî hikmet;
ilimden maksad ise nazarî hikmettir. Burada, amelî hikmet, ilmî hikmetten önce
zikredilmiştir. Çünkü, riyazâtla uğraşan kimseler, önce amelî hikmetle
uğraşırlar. Sonra bundan nazarî hikmete geçerler. Ama, aklî tefekkür ve ruhanî
bakış, nazar sahibi kimseler, önce nazarî hikmete ulaşır, sonra ondan amelî
hikmete inerler. Yusuf (a.s)'un yolu, işte birincisidir. Çünkü o, belâ ve
mihnetlere sabretti, bunun üzerine de Allah ona, mükaşefe kapılarını açtı. İşte
bundan dolayı da, "biz ona, hüküm ve ilim verdik..." buyurdu.
İkinci Görüş: "Hüküm", nübüvvet demektir. Çünkü peygamber
hakk üzerine gönderilmiş bir hakimdir. "İlim" de, din ilmidir.
Üçüncü Görüş: Buradaki "hüküm"den maksat, Hz. Yusuf
(a.s)'un nefsinin, "nefs-i mutmainne" haline gelmesi, "emmâre
bi's-sûi" olan nefsine hakim olup, onu zabt u rabt altında tutan anlamında
olması muhtemeldir. İnsanın şehvet ve gazab kuvveti, zabt-u rabt altında
tutulur ve zayıf olursa, kutsi nurlar ve kutsi âlemden nefis cevherine gelen
ilahi ışıklar artar. Bu konuda sözün Özü şudur: Nefs-i natıka cevheri küllî
marifetleri ve aklî nurları alabilecek şekilde yaratılmıştır. Şu kadar var ki, bize
göre hem aklî deliller, hem de ulvî mükâşefeter bakımından, beşeri ruhların
cevherlerinin farklı farklı oldukları sabittir. Kimi zekî, kimi aptal, kimi
hür, kimi esir, kimi kıymetli, kimi kıymetsizdir. Yine onların kimi ruhanî
âleme daha meyyal, kimi de maddî âleme daha düşkündür. Bütün bu gibi kısımlar
pek çoktur. Bu makamların her biri, daha fazla, daha zayıf veya daha mükemmel
veya daha düşük olabilir. Nefs-i natıka cevheri, parlak ve aydın bir cevher
olup akli ışıkları ve ilahî işaretleri alıp sezecek bir istidadda olsa bile bu
insan küçük iken o haller kendisinden zuhur etmez. Zira nefs-i natıka (insan
ruhu) ancak beden âletlerini kullanmak suretiyle kuvvetlenir, işlerini yerine
getirir. Bu aletlere (organlara) ise, küçük iken rutubetler hakimdir. İnsan
büyüdüğünde, "garîzî hararet" bedenine hakim olduğunda, o
"rutubetler" olgunlaşıp, azalıp dengelendiği için, böyle haller zuhur
etmez. Böylece de, o bedenî âletler, insan ruhunun kullanabileceği aletler
haline gelmiş olur. Nefis, cevheri itibarı ile kıymetli olup, bedenî aletler
(organlar) da mükemmel olunca, nefsin bilgileri mükemmellesin nurları güç
kazanır ve nefisteki ilahî parıltılar ve nurlar artar. Binâenaleyh ayetteki
"O, tam erginlik çağma girince" buyruğu, bedenî uzuvlarının mu'tedil
(normal) oluşuna; "Kendisine hüküm ve ilim verdik" buyruğu da Hz.
Yûsuf'un nefsinin, amelî ve nazar't ttetekkürî) kuvvet bakımından mükemmel
oluşuna bir işarettir. Allah en iyi bilendir.
"Onun bulunduğu
evdeki (kadın) onun nefsinden murad almak istedi, kapılan sımsıkı kapadı ve
"sana söylüyorum, beri gel!" dedi. O ise, "Allah'a sığınırım,
doğrusu o benim efendimdir. O, bana güzel bir mevkî vermiştir. Hakikat şudur ki
zâlimler asla felah bulmaz" dedi" (Yûsuf, 23).
[81]
Bil ki Yusuf (a.s),
son derece güzel ve yakışıklı idi. Binâenaleyh o kadın, onu görünce, ona karşı
arzu duydu. Şöyle de denildi: "Onun kocası âciz, (şehvetten esilmiş)
idi." Arapçada kadın ile erkekten her biri, diğeri ile cinsî münasebet
etmeye niyetlenip buna yöneldiği zaman denilir.
O kadın "kapılan
sımsıkı kapadı." Bunun sebebi şudur: Çünkü bu iş, gizli yerlerde yapılır.
Bilhassa haram olur ve de çok büyük bir korku var ise! Ayetteki, ğalleka fiili,
ağlaka (kapattı) manasındadır. Vahidi şöyle demiştir: "Bu tabirin aslı
şuradan gelir: B.r şey bir başka şeye sarılır, içli dışlı olur, artık ondan
ayrılmazsa, Araplar derler. Nitekim Arapça'da "Batılın içine kapandı
kaldı;" "Gazabıiçinae kapanıp kaldı" denilir. "Rehin, elinde
kaldı" deyimi de bu manadadır (rehin veren, ödemekten aciz kalınca, malı
mürtehinde kalır). Bu kelime, maşına elif getirilerek müteaddi kılınmıştır. Bu
sebeple, kapıyı açılmaz hale getirmeye flBÖemeye) vü' jUi denilir. Kur'ân-ı
Kerim'de, teksiri (çokça kapamayı) ifade •den ğalleka sîğâsı kullanılmıştır.
Çünkü o kadın, yedi kapıyı kitlemiş ve sonra Yusuf'u kendisine davet etmişti.
[82]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kadının "O. "Sana söylüyorum, beri gel!' aediğini nakletmiş
olup, bu ifâde ite ilgili birkaç mesele vardır:
[83]
Vahidî şöyle demiştir:
"Bu, Mtjj (yavaş-yavaş), 'kp (sus),
(konuşma) gibi, bir isim fiil olup, bütün dilcilere göre,
"Haydi gel!"
demektir." Ahfeş, bu kelimenin hem hâ'nın hem de tâ'nın fethasıyla, heyte
şeklinde kullanıldığını söylemiştir. Bunda tâ'nın kesresi ve zammesi de
caizdir. Vahidi şöyle der: "Ebu'l-Fazl dedi ki: "İbn Tebrizî, Ebu
Zeyd'in "Bu kelimenin aslı, İbranice "gel" manasında 'dir.
Kur'ân onu Arapçal aştır m ıştır" dediğini bana nakletti. Ferra da şöyle
demiştir: "Bu, Havranlılann öıli olup, Mekkelilerin diline girmiştir.
Onlar da bu kelimeyi kullanır olmuşlardır."
İbnu'l-Enbarî: "Bu, tıpkı Arapça ile Rumca'nın kıstas
kelimesinde; Arapça Farsça'nın "siccîl" kelimesinde; Arapça ile
Türkçenin, "Gassâk" kelimesinde ve Arapça ile Habeşce'nin Jlli îîitf
tabirinde ittifak ettikleri gibi, Kureyşliler e Harranlıların ittifak ettikleri
bir kelimedir" demiştir.
[84]
Nâff ile İbn-İ
Zekvân'ın rivayetine göre İbn Âmir, hâ'nın kesresi ve tâ'nın fethası ile bunu,
hiyte şeklinde; İbn Kesir, tıpkı haysu gibi, heytü şeklinde ve Hişam b.
Ammar'ın rivayetine göre İbn Amir, hâ'nın kesresi, tâ'nın zammesi ile ve yâ'yı
da hemzeye çevirerek, tıpkı c-ar gibi, şeklinde okumuşlardır ki bu sonuncusu,
"senin için hazırlandım" manasına gelir. Diğer kıraat imamları da,
hâ'nın ve tâ'nın fethası ile yâ'yı da sakin kılarak, heyte şeklinde
okumuşlardır.
[85]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o kadın bunu söyleyince, Hz. Yusuf'un "Allah'a sığınırım! Doğrusu o
benim efendimdir. O, bana güzel bir mevki vermiştir" dediğini
bildirmiştir. Yusuf (a.s)'un "maazallah" sözü, "Bütünüyle
Allah'a sığınırım!" takdirindedir. daki zamir, zamir-i sândır. deyimi de,
"Rabbim, malikim ve efendim beni güzelce ağırladı, iyi bir mevki verdi.
Nitekim sana, benim hakkımda: "Onu hoş tut, ona değer ver!" dememiş
miydi?" Binaenaleyh akıllı olanın böylesi bir iyiliğe, öyle bir kötülükle
karşılık vermesi yakışmaz. Çünkü, iyiliklere kötülükle karşılık veren zâlimler
iflah olmaz" demektir.
Hz. Yusuf'un, "zalimler" sözü ile, "zina
edenler" manasını kastettiği, çünkü zina edenlerin, zina etmek suretiyle
kendilerine zulmetmiş oldukları söylenmiştir.
Yine o zinâkâriarın
İşinin, birşeyi esas yerinin dışına koymayı gerektirdiği için, onların zâlim
olmuş oldukları söylenmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:
[86]
kölesi olduğuna
inanışlarına söylemiştir. Hem sonra Hz. Yusuf'u, o yetiştirip, ona çeşitli
iyiliklerde bulunmuştu. Dolayısıyla "O, benim rabbim (terbiye
edenim)dir" sözü ile, onun kendisine bakıp gözettiğini kastetmiştir ki, bu
en güzel bir ta'rizdir. Çünkü o, bu sözü ile "Aziz"in kendisini
tflrbive edip nalde, sözün zahirine itibar edenler, bu sözü, "Aziz'in,
onun "indisi " manasına hamiederler.
[87]
İkinci Soru: Yusuf (a.s)'un, "Ma'âzallah" {Allah'a
sığınırım)" sözü, bizim kaza ve kader ile ilgili görüşümüzün doğruluğuna
delalet eder mi?
Cevap: Evet, bu apaçık bir şekilde delâlet eder. Çünkü
onun, "Allah'a sığınırım" sözü, onun kendisini böylesi çirkin bir
işten korumasını Allah'tan istediğini gösterir. Bu sığınma ise; kudret verme,
muktedir kılma, akıl verme, vasıta verme, mazeret ve engelleri ortadan kaldırma
ve lütuf fiilleri ihsan etme manalarında değildir. Çünkü bu hususta Allah'ın
makdûru (kudreti dâhilinde) olan herşeyi, Hz. Yusuf'a yapmıştır. Binâenaleyh bu
sığınma, ya zaten var olanı var etmesini istemektir, yahut da imkânsız olanı Allah'tan
istemektir. İkisi de muhaldir. Böylece Hz. Yusuf'un, Allah Teâlâ'dan istediği
sığınmanın, Allah Teâlâ'nın, itaat tarafına kesinkes götüren bir sebebi kendisi
tçin yaratmasını ve kalbinde, günaha götürebilecek şeyleri gidermesini
istemesinden başka bir manası yoktur ki, bizim ulaşmak istediğimiz netice de
işte budur.
Bu sözden
kastedilenin, bizim söylediğimiz mana olduğunun delili ise, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gözü, Hz. Zeyneb (r anhâj'e iliştiğinde söylediği, "Ey kaîbleri
evirip çeviren Allah'ım, kalbimi dinin üzerine sabit şeklindeki sözüdür. Hz.
Peygamber (s.a.s) bununla, kalbte taata sevk-eoen sebebin takviyesini; masiyet
sebebinin ise giderilmesini kastetmiştir. İşte Yûsuf'un sözünde de böyledir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Mü'min'in kalbi Rahman (Allah)'m
parmaklarından ikisi arasındadır' buyurmuştur. Bu hadisteki iki parmak ile, bir
fiili yapma ve yapmama sebebi olan şeyler kastedilmiştir. İşte bu iki tür sebep
de, Allah'ın var etmesi İle olur. Aksi halde, r - sebepler de, başka sebeplere
dayanırdı ki, bu da teselsülü gerektirir. Binâenaleyh Hz. Yusuf'un
"Allah'a sığınırım" sözünün, biz (ehl-i sünnetin) kader görüşüne
delil olan en önemli delillerden olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.
[88]
Üçüncü Soru: Yûsuf (a.s), o kadının isteğine karşı, üç şekilde
cevap vermiştir:
a)
"Allah'a
sığınırım" diyerek;
b)
"O benim
efendimdir, o bana güzel bir mevki vermiştir" diyerek;
c)
"Hakikat
şudur ki zâlimler asla felah bulmaz" diyerek. Binaenaleyh bu üç cevabm,
birbirleriyle irtibatı nedir?
Cevap: Bu sıralama,
son derece güzel ve yerindedir. Çünkü Allah'ın kullarına nimet ve lütufları çok
olduğu için, Allah'ın emir ve mükellefiyetlerine boyun eğip, ontan kabul etmek,
herşeyden önemlidir. Bundan dolayı, onun, "Allah'a sığınırım"
ifadesi, Allah'ın haklarının, böylesi işlere manî olacağına bir işarettir.
Hem sonra insanların
hukukunun da gözetilmesi farzdır. Binaenaleyh o adam, benim için lütutta
bulunduğuna göre, onun lütuf ve iyiliğine, kötülükle karşılık vermek, çok
çirkin bir davranış olur.
Ayrıca insanın kendi
nefsini zarardan koruması da vâcibtir. Dolayısıyle (bu münasebetten tadılacak)
lezzet, dünyada rezil ve rüsvaylığın, ahirette de, şiddetli bir azabın sebebi
olacak çok kısa bir lezzettir. Azıcık olan bu lezzetin peşinden, son derece
büyük zararlar geldiğine göre, akıl onun yapılmamasını ve ondan sakınılmasın!
gerektirir. İşte Hz. Yusuf (a.s)'un "Hakikat şudur ki zâlimler asla felah
bulmaz" sözü, buna işarettir. Dolayısıyla bu üç cevabın, en güzel bir
tertib üzere sıralanmış olduğu sabit olmaktadır.
"O kadın,
andolsun ona niyeti kurmuştu. Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı,
neredeyse o (Yusuf) da ona kastetmişti, işte biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzak
tutalım diye, böyle yaptık. Çünkü o, muhlis kullanmizdandı"
(Yûsuf, 24).
Bil ki bu, iyice
incelenmesi gereken ayetlerdendir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[89]
Hz. Yûsuf'dan bir
günah sâdır olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır? Bu hususta iki görüş vardır: Hz.
Yûsuf'dan Hata Sâdır Oldu mu? Birinci
Görüş: Yusuf (a.s) bu günaha niyetlenmişti. Vahidi, "el-Basit" adlı
kitabında şöyle demiştir: "İlmine güvenilen ve rivayetlerine iVmar edilen
mülessirler, Hz. Yusuf un da o kadına, doğruca niyetini kurduğunu ve bir
kimsenin, hanımına yaklaştığı gibi iyice yaklaştığını, Rabbisinin burhanını
görünce, bütün şehevî hislerinin gidiverdiğini söylemişlerdir."
Câfer-i Sâdık (r.a) Hz. Ali'nin şu sözünü senedi ile rivayet
etmiştir: "Hem o kadın Yûsuf'u, hem de Yûsuf onu arzulamıştı. Yûsuf'un o
kadına olan arzusu, kuşağını çözmeye niyetlenmesi şeklinde kendini göstermişti
."
İbn-I Abbas (r.a.)'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"O, kuşağını çözdü ve
hıyanet etmek (zina
etmek) isteyen bir kimsenin oturacağı şekilde, o kadının yakınına (yanına)
üzerine oturdu."
Yine İbn Abbas
(r.a)'dan şu da rivayet edilmiştir: "O kadın sırt üstü yattı; Yusuf da
elbisesini çıkararak onun iki bacağı arasına oturdu." Vahidi, bu hususta
birçok lüzumsuz söz nakletmiş, o sözleri doğrulayacak ne bir ayet, ne de itimad
edilecek sahih bir hadis getirmemiştir ve faydasız olan bu sözler hususunda
iyice araştırma yapmamış, (fazla düşünmeden onları kitabına almıştır).
Yine rivayet
olunduğuna göre, Hz. Yusuf (a.s) "Bu, (efendimin) gıyabında kendisine
hainlik etmediğimi bilmesi içindir"(Yusuf, 52) dediğinde, Cebrail (a.s),
"Ey Yusuf, o işe yeltendiğinde de mi?" demiştir. Bunun üzerine, o
"Ben, nefsimi tebrie ermem" (Vusui, 53) demiştir. Vahidi, sözüne
devamla, "Bu işi, Yusuf'un yapmaya niyetlenmiş olduğunu söyleyen alimler,
peygamberlerin haklarını ve onların Allah Katındaki makamlarının yüceliğini,
Hz. Yusuf'un buna niyetlenmemiş olduğunu söyleyenlerden daha İyi
biliyorlardı" demiştir. İşte Vahidi'nin, bu konudaki sözünün özeti
böyledir.
[90]
İkinci Görüş:
"Hz. Yusuf, bu bâtıl işten ve haram niyetten uzak ve berîdir." Bu,
muhakkik müfessir ve kelamcıların görüşüdür. Biz de aynı görüşü söylüyor ve Hz.
Yusuf'u şu şekilde savunuyoruz:
Bil ki peygamberlerin
ismetlerinin (günahsız oluşlarının) vacib olduğunu gösteren deliller pek
çoktur. O delilleri. Bakara Sûresinde, Hz. Adem kıssasında genişçe ele aldık.
Dolayısıyla onları tekrarlamayacağız, fakat burada, onlara birkaç ilavede
Dulunacağız:
Birinci. Hüccet: Zina, büyük günahların en âdilerindendir. Emânete hainlik
etmek de, yine en âdî günahlardandır. Hem sonra büyük bir iyiliğe, tam bir
rezil ve rüsvaylık ile, alabildiğine utancı gerektiren bir kötülük- ile
karşılık vermek de, en nahoş günahlardandır.
Ayrıca, bir çocuk,
çocukluğunun başlangıcından gençliğine ve olgunluk çağına gelinceye kadar bir
adamın yuvasında büyüyecek, yeterli rızkı temin edilecek, namusu ve şerefi
korunacak, sonra da korunan bu çocuk kalkıp, kendisine böylece büyük iyilikte
bulunan kimseye, en adi kötülüğü yapacak. İşte bu, en adi bir iştir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Birinci görüşte olanların Hz. Yûsuf'a isnad
ettikleri bu masiyet, saydığımız dört bakımdan da söz konusu olan bir
masiyettir. Böylesi bir suç, eğer Allah'ın yarattığı insanların en fasığına ve
hayırlardan tamamen uzak olan bir kimseye isnad edilse, o bile bunu kesinlikle
kabul
etmez. O halde,
böylesi bir günah, ezici ve çok net mucizelerle desteklenmiş olan o peygambere
nasıl isnâd edilebilir? Hem sonra Allah Teâlâ, bunun dışında başka birşey için,
"işte biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzak tutalım diye böyle (yaptık)"
buyurmuştur ki bu söz, kötülük ve fuhşun tamamen ondan uzak tutulduğunu
gösterir. O görüşte olanların, Hz. Yusuf'a mal ettikleri bu günahın, en büyük
bir kötülük ve en ileri bir fuhuş olduğunda şüphe yoktur. O halde daha nasıl,
aynı hâdise hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf, kötülüklerin ve fuhşun en büyüğünü
yapmaya yeltenirken, onun kötülüklerden berî olduğuna şahadet etmesi, Âlemlerin
Rabbine nasıl uygun düşer?
Hem sonra bu ayet,
bizim görüşümüze bir başka açıdan da delildir. Bu böyledir, çünkü biz diyoruz
ki: "Farzet ki bu ayet, bu günahın ondan nefyine delâlet etmiyor. Fakat
bunun, çok büyük bir medhi ve ileri bir övgüyü ifade ettiğinde şüphe yoktur.
Binâenaleyh Allah'ın, bir insanın büyük bir günaha yöneldiğini bildirip, sonra
da bunun peşinden o insanı en ileri şekilde övmesi, hikmet-i ilâhiyeye uygun
düşmez. Bu, bir padişahın, bir kölesini en çirkin bir günah ve fuhşiyat ile
suçlayıp, sonra da bunun peşinden ileri bir medh ile onu övmesine benzer. Hiç
şüphesiz bu, hoş karşılanmayan birşey olur. İşte burada da böyledir. Allah en
iyi bilendir.
İkinci Hüccet: Peygamberlerden ne zaman bir zelle (kusur) sâdır
olsa, onlar bunu büyük görür ve bunun peşinden hemen tevbe ederek,
pişmanlıklarını ve tevâzularını ortaya korlar. Binâenaleyh eğer Yusuf (a.s), bu
hoş olmayan büyük günaha yeltenmiş olsaydı, onun hemen bundan sonra tevbe ve
istiğfarda bulunmaması imkansız olurdu. Eğer o tevbe etmiş olsaydı, şüphesiz
Cenâb-ı Hak, başka yerlerde olduğu gibi, onun tevbe ettiğini Kur'ân'da
naklederdi. Bu hususta herhangi birşey bulunmadığına göre, biz, bu hâdisede Hz.
Yûsuf 'dan hiçbir günah ve masiyetin sâdır olmadığını anlıyoruz.
[91]
Üçüncü Hüccet: Bu hâdise ile ilgili olan herkes, Hz. Yusuf
(a.s)'un, o günahtan beri olduğuna şehâdet etmiştir. Bil ki, bu hadiseyle
ilgili olanlar şunlardır: Hz. Yusuf; o kadın; kadının kocası; (Mısır'lı)
kadınlar ve şahidler. Alemlerin Rabbi de Hz. Yusuf'un günahtan berî olduğuna
şahadet etmiştir. İblis bile, Yusuf (a.s)'un o günahtan berî olduğunu kabul
etmiştir. Durum böyle olunca, hiç bir müslümanın bu konuda tereddüt etmesi söz
konusu değildir.
Hz. Yusuf'un, kendisinin o günahtan uzak olduğunu iddia etmesinin
izahı şudur: O, "O (kadın), kendisi benim nefsimden murad almak
istedi" (Yusuf, 26) ve "Ey Rabbim, zindan bana bunların davet
edegeldikleri şeyden daha sevimlidir" 33) demiştir.
O kadının, itirafının
izahı da şöyledir: O, Mısırlı kadınlara, "İşte beni kendisi hakkında
ayıpladığınız şu Yugördüğünüz zatdır. Andederim ki onun nefsinden murad stedim
de, o namuskârhk gösterdi" (Yusuf, 32) ve "Şimdi hak meydana çıktı.
Ben onun nefsinden murad almak istedim. O, gerçekten doğru
söyleyenlerdendir" jsuf. 5i) demiştir.
Kadının kocasının, Hz.
Yusuf'un günahsız oluşunu kabul ettiğinin izahı da şudur O, "Şüphesiz bu,
siz kadınların fendinizdendir. Çünkü sizin fendiniz büyüktür. Yusuf, sen bundan
vazgeç. Ey kadın sen de günahına istiğfar et" (Yusuf, 28-»> öemiştir.
Şahidlerin itirafına
gelince: Bu şöyledir: "O (kadının) yakınlarından bir şâhid de şehâdet etti
ki: "Eğer gömleği önünden yırtıldıysa, kadın doğru söylüyor. O zaman o
(Yusuf) yalan söylemektedir..."(Yusuf,26-27).
Allah Teâlâ'nın buna
şehâdeti, "işte biz ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye böyle
(yaptık.) Çünkü o, muhlis kullarımızdandır"<yusui,24) sözü ile
olmuştur. Böylece Allah Teâlâ bu ayette, Hz. Yusuf (a.s)'un temiz olduğuna şu
dört bakımdan şehâdet etmiştir:
Birincisi, "Ondan fenalığı bertaraf edelim diye..."
cümlesidir. Buradaki fiilin »aşındaki lâm, te'kid ve mübalağa ifâde eder.
İkincisi, "ve fuhşu" tabiridir. Bu, "Ondan
fuhşu da bertaraf edelim diye..." oemektir.
Üçüncüsü, "Çünkü o (...) kullanmızdandır"cümlesidir.
Rahman'ın kulları ise, "yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler.
Kendilerine, beyinsizler laf attığı zaman "selâm!" deyip
geçerler" (Furkan, 63) ayetidir.
Dördüncüsü, "Muhlislerdendir" tabiridir. Bu kelime
bazan ism-i fail olarak bu şekilde, bazan da ism-i mef'ûl olarak,
"muhlesîn" (ihlasa erdirilmiş) şeklinde okunmuştur. Binâenaleyh bunun
ism-i fâii olarak okunması, Hz. Yusuf'un taat ve sadetlerini ihlaslı olarak
yaptığını gösterir. İsm-i mef'ûl olarak okunması da, Allah Teâlâ'nın Hz.
Yusuf'un kendisi için ve huzurunda bulundurmak için seçtiğine delâlet eder. Her
iki kıraata göre de, bu kelime, Hz.Yusuf (a.s.)'un, kendisine isnad edilen o
günahtan temiz olduğuna açıkça delalet eder.
İblis'in, Hz. Yusuf'un
günahsız olduğunu kabul edişinin izahı şudur: O, "Senin izzetine yemin
ederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa
erdirilmiş (mü'min) kulların müstesna..." (Sâd, 82-83) demiş ve böylece,
muhlis kulları yoldan çıkarmasının mümkün olmadığını kabul etmiştir. Yusuf
(a.s) da muhlis kullardandır. Çünkü Allah Teâlâ, "O muhlis kullanmadandır"
buyurmuştur. Dolayısıyla bu, İblis'in, onu jğvâ edemeyeceği ve onu hidayet
yolundan saptıramayacağı hususunda, İblis tarafından yapılmış bir itirafı olur.
İşte bu noktada
biz diyoruz ki, bu
kepazeliği Hz. Yusuf (a.s)'a nisbet eden o câhiller, eğer Allah'ın dinine tâbi
olmuş kimselerden iseler, Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf'un temiz olduğu hususundaki
şehâdetini kabul etsinler; yok eğer İblis'in ve ordusunun tâbi olanlarından
iseler, İblis'in bu husustaki şehâdetini kabul etsinler.
Belki de onlar şöyle
derler: "Biz tıpkı, El-Harzemî'nin şu şiirde dediği gibi, işin başında
İblis'in tabiileri idik. Fakat sonra ona başkaldınp, sefihlikte onu
geçtik."
"Başlangıçta ben,
İblis'in ordusundan idim; derken zaman beni bu yolda yükseltti de, İblis benim
ordumdan oldu. Şayet o benden önce ölmüş olsaydı, ondan sonra ben, onun benden
başka hiç kimsenin daha iyi bir tarzda yapamayacağı şekilde fısk yollarım çok
güzel işler ve yapardım."
Bu delillerle, Yusuf
(a.s)'un, o cahillerin söylediği günahtan uzak ve berî olduğu sabit olmuş olur.
Bunu iyice kavradı
isen, biz diyoruz ki: Ayetin zahirine göre söz, şu iki makamdadır:
Birinci Makam, şöyle
dememizdir: Hz. Yusuf (a.s)'un o kadına niyetlendiğini kabul etmiyoruz. Bunun
delili, ayetteki, "Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı, neredeyse o
(Yusuf) da ona kastetmişti" cümlesidir. Ayette, lev lâ (Eğer (...)
olsaydı) edatının cevabı önce gelmiştir. Bu tıpkı, "Helak olanlardan
olacaktın, eğer falanca seni kurtarmasaydı" denilmesi gibidir. Zeccâc, lev
lanın cevabının önce gelmesini, şu iki bakımdan kabul etmemiştir:
a) Bunun cevabının önce gelmesi, şâzz (nadir)dir ve
fasih bir sözde bulunmaz.
b)
Eğer buna
cevap verilecek olsa, cevabının başında lâm-ı te'kid bulunur. Binâenaleyh eğer
durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, Cenâb-ı Hak, buyururdu.
Zeccâc'ın dışındaki
nahivciler, şöyle üçüncü bir husus daha ileri sürmüşlerdir: Eğer Hz. Yusuf
tarafından bir niyet bulunmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer
Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı" buyruğunun bir manası olmazdı.
Bilki Zeccâc'ın
söylediği şey, cidden akıldan uzaktır. Çünkü biz, bu edatın cevabmm soma
geVmesmvn, daha bunun caiz oluşu, cevabın önce gelmesine mâni öeğildir Hem
nasıl olabilir ki? Çünkü Sîbeveyh'in, "Araplar, en önemli hususu,
cümleniı, en başında zikrederler, sonra öneme göre diğerlerini sıralarlar"
dediği nakledilmiştir. Binâenaleyh, takdim ve tehirin caiz oluşu, o şeyin
öneminin derecesine bagııdn kat bazı
lafızların özellikle
Utanılmayacağım
söylemek, hikmete uygun düşmez. Hem, lev lanın cevabının Şaşında
"lâm"ın bulunması caizdir. Fakat bu, onun cevâbının lâmsız
zikredilmesinin da olmayacağına delâlet etmez.
Ayrıca biz, Zeccâc'ın
bu iki sorusundaki görüşünün yanlışlığını gösteren şu ayeti ae delil getiririz:
"Eğer, kalbine
rabıta : amlık) vermeseydi, az daha onu açığa vuracaktı" (Kasas, 10).
[92]
"Eğer Hz. Yusuf
(a.s) bu işe niyetlenmemiş olsaydı, Hak Teâlâ'nın, "Eğer Rabbisinin
burhanını görmemiş olsaydı" buyruğunun bir manası olmazdı" şeklindeki
üçüncü soruya karşı şöyle deriz: Aksine bunda en büyük bir fayda ve mana
vardır. S_ da, Hz. Yusuf (a.s)'un o kadına niyetlenmeyişi, kadınlara arzu
duymadığından şehevîkudreti olmadığından dolayı değil, Allah'ın dininin
delillerinin, kendisini bu işlen alıkoyduğundan ötürü oluşunu izâhdır. Sonra
biz diyoruz ki: Şu husus da, lev U'nın cevabının, bizim söylediğimiz kısım
olduğuna delâlet eder: Hiç şüphesiz bu adat, bir cevap ister. Bahsedilen cümle
de, ona cevap olmaya uygundur. Şu halde onun, lev lâ'nın cevabı olduğuna
hükmetmek gerekir." Biz, lev lâ'ya, bir mukadder cevap oûşünürüz. Çünkü
Kur'ân'da, cevapların terkedildiği (açıkça zikredilmediği), çokça görülen bir
husustur" da denilemez. Zira biz deriz ki: Evet, Kur'ân'da bunun çok
otduğu hususunda münakaşa yok. Fakat asıl olan, cevabın mahzûf olmayışıdır. Hem
sonra, cevabın hazfi, cümlede cevabı gösteren bir şey bulunduğu zaman güzel ve
erinde olur. Bu ayette cevabın mahzuf olduğu söylenecek olursa, cümlede o
cevabın ne olduğunu gösterecek birşey yoktur. Çünkü burada, herbiri yerinde
olan çeşitli takdirler yapılabilir. Binâenaleyh onlardan birisini takdir etmek,
diğer birini takdir etmekten daha evlâ değildir. Böylece, fark ortaya çıkmış
olur. Allah en iyi bilendir.
İkinci Makam, şöyle dememizdir: Biz, Hz. Yusuf (a.s)'dan böyle bir
niyetin sâdır t4duğunu hadi kabul edelim. Fakat diyoruz ki: Ayetteki "O
(Yusuf) da ona kastetmişti" ifadesini zahirî manasına hamletmek mümkün
değil. Çünkü bu kastın, cadının zatı ile ilgili olması imkânsızdır. Zira "hemm",
kast cinsindendir. Kast ise oâkî zatlara taalluk edemez. Şu halde bu
"hemm"in, müteallakı olacak bir fiilin takdir edilmesi gerektiği
sabit olmuş olur. O fiil, ayette açıkça zikredilmemiştir. Onlar, Tiukadder olan
bu fiilin "o kadınla fuhuş yapma" olduğunu iddia etmişlerdir. Biz
ise, onların ileri sürdüklerine ters olan, başka bir fiil takdir ediyoruz.
Bunu, birkaç şekilde izah ederiz:
[93]
1} Bundan maksat, "Hz. Yusuf (a.s) o kadını
kendisinden defetmeye, onu böylesi çirkin bir fiilden menetmeye hemmetmiş,
manasıdır. Çünkü "hemm", kastetmek demektir. Binâenaleyh bu
"hemm" kelimesinin, kadın ile Hz. Yusuf'dan herbiri için, herbirine
uygun düşen bir "kasıt" manasına hamledümesi gerekir. Kadına uygun
düşen, onun kâm almaya, Hz. Yusuf'un bedeninden istifâde etmeye kasdetmesidir;
insanlara peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. Yusuf'a uygun düşen ise, âsî
olanları Allah'a isyandan menetmeye ve emr-i ma'rûf nehy-i münker yapmaya
kastedip yönelmesidir. Nitekim Arapça'da Onu dövmeye ve savuşturmaya niyetlendim"
manasında, denilir.
Buna göre eğer onlar,
"Bu takdire göre, ayetteki "Eğer rabbisinin burhanını görmemiş
olsaydı" kaydının bir fayda ve manası kalmaz" derlerse, biz deriz ki:
Aksine, bunda en büyük bir fayda vardır. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:
a) Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf (a.s.)'a, eğer o kadını
defetmeye niyetlenirse, kadının onu Öldürmek isteyeceğini, yahut orada bulunan
(adamlarına) onu öldürmelerini emredeceğini bildirmiştir. İşte bundan ötürü,
Hak Teâlâ ona, kendisini ölümden koruması için, kadını döverek (bundan)
alıkoymaktan kaçınmasını bildirmiştir.
b) Hz. Yûsuf (a.s), o kadını eğer kendisinden men etmeye
uğraşsaydı, kadın her halükârda ona sarılacak, böylece de Hz. Yûsuf'un elbisesi
(gömleği) ön tarafından yırtıiacaktı. Halbuki Hak Teâlâ, ezeli ilmi ile, o
şahidin, Yusuf'un elbisesinin önden yırtılması halinde Yusuf'un; arkadan
yırtılması halinde kadının hâin olduğuna hükmedeceğini elbette biliyordu.
Dolayısiyle Hak Teâlâ ona, bunu bildirdi. Böylece Hz. Yusuf (a.s) da, şahidin
şâhidliği, kendisinin o günahtan berî olduğuna dâir kendi lehinde bir hüccet
olsun diye, o kadını kendisinden savuşturmakla uğraşmamış, ondan kaçmayı tercih
etmiştir.
2)
"Hemm", şehvet manasına alınabilir. Bunun, bu manada
kullanılması yaygındır. Nitekim birisi arzu etmediği birşey hususunda "Bu,
beni ilgilendirmiyor'; arzu edip, ilgisini çeken şey hususunda da, "Şu,
benim için en önemli bir şeydir" der. Buna göre, Allah Teâlâ Hz. Yûsuf'un
şehevi kuvvetini, "hemm" kelimesi ile ifâde etmiştir. Binaenaleyh
ayet, "Yemin olsun ki kadın ona, o da kadına arzu duydu. Eğer Yusuf (a.s),
Rabbisinin burhanını görmeseydi bu iş, var olacaktı" manasını ifade eder.
3) "Hemm" "kişinin kalbinden geçirdiği
şeyler" diye tefsir edilebilir. Çünkü çok güzel bir kadın süslenip, genç
ve güçlü bir delikanlı için hazırlandığında, mutlaka hikmet ile tabiî şehvet;
nefis ile akıl arasında bir mücâdele meydana gelir. Bazan tabiat ve şehvet
tarafı ağır basar, bazan da akı ve hikmet tarafı ağır basar. Binâenaleyh
"hemm", insan tabiatının çekişi; "burhan: örme" de, kulluk
tarafının çekişi demektir. Bu, tıpkı şuna benzer: Sıcak bir yaz günü, oruçlu
sâlih bir zât, kar
katılarak soğutulmuş
gül şerbeti gördüğünde, nefsi onu o güi şerbetini içmeye zorlar. Fakat dini ve
hidayeti buna mâni olur ki, işte bu hiçbir günahın söz konusu olmasına Delalet
etmez. Aksine bu hal ne zaman daha güçlü olsa, kulluk vazifelerini yerine
getirmedeki kuvvet de, o nisbette mükemmel olur. Binâenaleyh, elhamdülillah,
savunduğumuz görüşün doğruluğu ortaya çıkmış ve Vahidi'nin elinde, laf atmaktan
ve müfessirlerin adlarını saymaktan başka birşek kalmamış olur.
Eğer o, bu hususta bir
başka şüphe ileri sürecek olsaydı, ona da cevap verirdik. "aKat o bazı
müfessirlerden yaptığı rivayete pek birşey eklememiştir.
Bil ki
"Haşviyye*'den birisi, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hz. İbrahim
(a.s), üç .alanı hariç, başka hiçbir yalan söylememiştir" dediğini rivayet
etmiş idi. Ben dedim • En münasip davranış, böylesi haberlerin kabul
edilmemesidir." Bunun üzerine o. redd tavrı ile, şöyle karşılık verdi:
"Amma bunu kabul etmememiz, ravîleri yalancı saymamıza müncer olur!"
Ben de ona derim ki: "Hey zavallı adam! Eğer biz o rivayeti doğru kabul
edersek, Hz. İbrahim'in yalan söylemiş olduğunu kabut etmiş oluruz. Yok eğer o
haberi doğru saymaz isek,o zamanda bunu rivayet edenin yalan söylediğini kabul
etmiş oluruz. Hz. İbrahim (a.s)'in yalan söylemekten uzak oluşu oir kısım
meçhul ravilerin yalandan korunmasından daha evladır. Bu asıl prensibi ,yice
kavrayınca, Vahidî'ye şöyle deriz: Bu görüşü o müfessirlerden nakledenlerin,
doğru mu yalancı mı olduklarını bize kim garanti edebilir? Allah en iyi
bilendir.
[94]
Ayetteki "Rabbin
burhanı" ne kasdedildiğini şöyle
açıklarız: Peygamberlerin ma'sum (günahsız) olduğunu kabul eden muhakkik alimler Hz. Yusuf'un gördüğü burhanı, birkaç şekilde
açıklamışlardır.
a) Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah'ın
hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.
b)
Allah Teâlâ,
peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah'ın,
peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile, böyle kötü huylardan
temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, "Eyehl-i beyt, Attah
sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzab, 33) buyurmuştur.
Binâenaleyh burada Hz. Yusuf'un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksad,
peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere
yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.
c) Hz. Yûsuf (a.s), odanın tavanında,"Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (Isra,
32) ayetini yazılı olarak gördü.
d) Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan
"nübüwet"tir. Bunun delili,
peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil-ü rüsvay eden şeylerden men
etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısı ile eğer peygamberler, kendileri
her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya
kalkışırlarsa, "Ey iman edenler.
niçin kendinizin
yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli
bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür" (Şaft, 2-3) ayetinin
muhtevasına girmiş olurlar.
Hem sonra Allah Teâlâ,
yahudileri "siz, insanlara iyiliği emredersiniz de, kendini^ unutur
musunuz?" (Bakara, 44) diye ayıplamıştır. Yahudiler için ayıp olan birşey,
mucizelerle desteklenmiş bir peygambere nasıl isnad edilebilir?
Bu günahı Yusuf
(a.s)'a nisbet edenler de, bu "bürhârT'ın ne demek olduğu hususunda, şu
izahları yapmışlardır:
1) "Kadın, evin ortasında inci ve yakut kakmalı bir
puta yöneldi ve onun üzerini bir bezle örttü. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s):
"Bunu niçin yaptın?" dediğinde de, "Ben putumun bir günah
işlerken beni görmesinden utanırım" dedi. Hz. Yûsuf (a.s) da: "Sen,
aklı olmayan, duymayan bir puttan utanırken ben nasıl olur da, herkesin
yaptığını (gücünü) kendisine veren ilahımdan utanmam. Allah'a yemin olsun ki,
ben bu işi kesinlikte yapmam!" dedi" Bu görüşte olanlar, "işte
bürhân budur" demişlerdir.
2) Ontar, İbn Abbas (r.a)'dan şunu rivayet etmişlerdir:
"Hz. Yûsuf (a.s)'a, babası Ya'kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve
"Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, tacirlerin işini
mi yapıyorsun? Bundan utan!" der vaziyette temessül etti, göründü."
Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Sald b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk,
Mukâtil ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hz. Yaküp
(a.s.) Yusuf (a.s.)'a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün
şehveti, parmak uçlarından (adetâ) çıkıp gitti."
3)
Onlar şöyle
demişlerdir: "Hz. Yusuf (a.s), birisinin gökten kendisine "Ey
Ya'kûb'un oğfu.sen kuşlar gibi olma. Kuşun tüyleri vardır. Ama zina ettiğinde,
o güzel tüyleri dökülür (güzelliği giderfdiye seslendiğini duydu"
4) Onlar, İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Hz. Yûsuf (a.s), Yakub (a.s)'un
temsilini (hayalini) görünce de, vazgeçmedi. Ta ki Cebrail (a.s), onu geri
tepince bütün şehveti kayboldu'.' Vahidî bu rivayetleri nakledince,
kibirlenerek (laf atarak), "Bu, tenzili (Kur'ân'ın nüzulünü) gören
zatlardan, Kur'ân'ın tefsirini alan tefsir önderlerinin görüşüdür"
demiştir. Ona şöyle denilebilir: "Sen, bize hiç bir faydası bulunmayan, bu
laf atmalardan başka birşey söylemiyorsun. Senin, buna delilin nerede?"
Hem, aynı şeyde delillerin birbirin'ıtakib etmesi caizdir. Yûsuf (a.s), asli delillere
göre, zinadan uzak durmuştur. Binâenaleyh ona, bu kadar engel ilave edilince,
onun bu işten vazgeçmesi kuvvetli ve sakınması mükemmel olmuş olur. Şaşılacak
şey! Onlar Hz. Peygamber (s.a.s)'in -kendisinin hiç bir dahli
olmaksızın-hücresine bir köpek yavrusunun girmesi üzerine Cebrail (a.s)'in kırk
gün Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelmemiş (vahiy getirmemiş) olduğunu
nakletmişlerdir. Bu konuda ise, Yusuf (a.s)'un, zina işi ile meşgul İken,
Cebrail (a.s)'in ona gittiğini iddia etmişlerdir. Şaşılacak şey ki, onlar
Hz.Yûsuf un,Cebrail (a.s)'in gelmesi sebebi ile,
bu işten imtina
etmediğini iddia ediyorlar. Halbuki en fasık ve en Kâfir birisi bile fuhuşla
meşgul iken, ansızın yanına sâlihlerin sureti ve şekli üzere olan bir kimse
girse, ondan utanır, kaçar ve o işi bırakır. Burada ise, Hz. Yûsuf (a.s),
Ya'kûb (a.s)'un parmaklarını ısırdığını gördüğü halde, ona önem vermediği
rivayet edilmektedir. Sonra güya Cebrail (a.s), o azametine rağmen, onun yanına
girmiş de, Yusuf yine Cebrail'in gelmesi ile, bu kötü işten imtina etmemiş de,
ancak Cebrail (a.s) onun sırtına vurmaya mecbur kalmıştır. Binâenaleyh biz,
dini hususlarda sapmaktan ve yakîni elde etmek hususunda çaresiz kalmaktan
Allah'ın bizi korumasını isteriz. İşte bu konudaki sözümüz, özetle bundan
ibarettir. Allah en iyi bilendir.
[95]
Sû ile "fahşâ '
arasındaki fark hususundadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Sû, elin yapıp işlediği bir cinayet (yani günah),
fahşa ise, zinadır.
2) Sû, öpme ve şehvetle bakma gibi, esas zinanın (münasebetin)
öncüsü olan şeyleri; fahşâ da zinanın kendisidir.
Cenâb-ı Hak
"Çünkü o, muhlis kullanmadandır" buyurmuştur. Yani "O, dinini
sırf Allah'a has ve hâlis kılan kimselerdendir." Bu kelimeyi, lâm'ın
fethası ile, "muhlesîn" şeklinde okuyanlar ise bunu "O, Cenab-ı
Hakk'tn, kendisini kötülüklerden arındırdığı (hâlis kıldığı) kimselerdendir11
manasını kastetmişlerdir. Bununla, Hz. Yûsuf (a.s)'un, haklarında Cenâb-ı
Allah'ın "Çünkü biz onları, katıksız bir hasletle hâlis insanlar
yaptık" (Sâd, 46) buyurduğu, İbrahim (a.s) zürriyetinden oluşu manasının
kastedilmiş olması da muhtemeldir.
[96]
İbn Kesîr, İbn Âmir ve
Ebu Amr, bütün Kur'ân'da bu kelimeyi, lâm'ın kesresiyle, "muhlisin"
şeklinde okurlarken, diğerleri,
lâm'ın fethasıyla "muhlesîn" şeklinde okumuşlardır.
[97]
"İkisi de kapıya
koştular. O (kadm) bunun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı. Kapınm
yanında (kadının) efendisine rastgeldiler. (Kadın) dedi ki: "Zevcene
kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan, yahut acıklı bir azabtan
başka ne olabilir!" (Yusuf): "O, kendisi benim nefsimden murad almak
istedi" dedi. Kadının yakınlarından bir şâhid, şöyle şâhidlik etti: ''Eğer
onun gömleği önünden yırtılmış ise, kadın doğru söylüyor. O zaman o (Yûsuf),
yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yırtıldtysa, (kadm) yalan
söylüyordur. O takdirde O (Yusuf), doğru söyleyenlerdendir." Vakta ki (kadının efendisi, Yûsuf'un gömleğinin)
arkadan yırtılmış olduğunu gördü, o zaman dedi ki: "Şüphesiz ki bu, siz
(kadınların) fendinizdendir. Doğrusu sizin
fendiniz büyüktür.
Yûsuf, sen bundan (bu meseleyi söylemekten) vazgeç. (Ey kadın), sen de günahına
istiğfar et. Çünkü sen cidden günahkârlardan oldun" (Yûsuf, 25-29).
Bil Ki Aitah Teâla, o
kadının Hz. Yûsuf'a niyetini kurduğunu nakledince; bunun peşinden Yûsuf'u nasıl
elde etmeye çalıştığını ve Yûsuf'un nasıl ondan kaçtığını naklederek,
"İkisi de kapıya koştular" buyurmuştur. Bu ifâde ile, Hz. Yûsuf'un
ondan kaçıp kapıdan çıkmaya çalıştığı; kadının da, onu kendisine çekmek için,
peşinden koştuğu anlatılmıştır. Ayetteki bu fiilin masdarı olan,
"İstibâk" birşeye herkesten Önce ulaşmayı istemek demektir. Buna göre
bu ifadenin manası, "Onlardan herbiri diğerinden daha önce kapıya ulaşmayı
istediler. Kapıya önce Yusuf ulaşırsa, açıp kaçacaktı, kadm ulaşırsa, Yusuf'un
çıkmaması için kapıyı tutacaktı" demektir.
nâenaleyh bu tabir
"Her ikisi de kapıya koşuştular", "kapıya doğru koşuştular"
demektir. Bu tıpkı, "Musa, kavmini yetmiş adam olarak seçti,' yani
"kavminden yetmiş adam seçti" (A'raf, 155) ayetinde olduğu gibidir.
Bil ki Hz. Yûsuf,
kapıya doğru koşuyordu ve kapıdan çıkmak istiyordu. Kadın d*, onun peşinden
koşuyordu. Kadın, ancak onun gömleğinin arkasını tutabildi ve bâytece o gömleği
arkasından uzunlamasına yırttı. İşte tam o esnada, kocası geliverdi. Ifte Hak
Teâlâ'nın "Kapının yanında, kadının efendisine rastgeldiler" ifâdesi
ile MBtecilen budur. Bu ifade "O ikisi, kadının "Efendim" dediği
kocası ile, tam kapıda «arşılaştılar" demektir. Allah Teâiâ ayette,
"İkisinin efendisi olana" buyurmayıp, tadının efendisine"
buyurdu. Çünkü Yûsuf (a.s), hakikatte {işin aslında) bu adamın MHesı değil idi.
İşte o anda kadın töhmet altında kalmaktan korktu, önce davranıp, Hz. Yûsuf
(a.s)'a, o çirkin zina işini iftira etti ve "Zevcene kötülük etmek
isteyenin cezası, zindana atılmaktan, yahut acıklı bir azabtan başka ne
olabilir!" dedi. Bu sözün manası açıktır.
Bu ifâdede birkaç
incelik bulunmaktadır:
1) Bundaki mâ edatı mâ-i nâfiye manasına olabilir. O
zaman mana, "Onun cezası, ancak zindandır" şekiinde olur. Yine bu
edatın istifhâmiye (soru için) olması da mümkündür. Buna göre mana. "Onun
cezası, hapis olunmaktan başka nedir?" şeklinde olur. Bu senin, 'Evde Zeyd'den başka kim var?" sözün
gibidir.
2)
Kadının, Hz.
Yûsuf'a olan şiddetli arzusu ve sevgisi, onu bu durumda iki nceliğe riayet
etmeye şevketti. Çünkü o, önce zindanı zikretti, "acıklı azabı" sonra
ziKretti. Çünkü seven, sevdiğine acı vermek istemez. Yine o kadın Yusuf'a bu
iki şeyden birisinin yapılması gerektiğini de (açıkça) söylemedi. Aksine,
sevgilisini kötülük .e acı ile birlikte zikretmekten korunmak için, bunu genel
bir ifâde ile anlattı. Bir de
hafifleterek
"hapsedilme"den sözetti. Hapis bir günlüğüne olabildiği gibi, daha az
bir zaman için de olabilir. Çünkü devamlı zindana atılma manası, bu ibare ite
anlatılmaz. Aksine, "Onun, zindana atılmışlardan kılınması gerekir"
denilir. Baksana Firavun, Hz. Musa (a.s)'yı tehdid ederken şöyle demiştir:
"Andolsun, eğer benden başka bir tann edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak
zindana atılanlardan ederim"
3) O kadın, Yusuf (a.s)'un, gençliğinin baharında,
gücünün kemâlinde, şehvetinin •n ileri olduğu bir çağda olmasına rağmen,
kendisinden korunmayı, uzak durmayı stediğini müşahede edince, onun temizliği
ve nezihliği hususundaki inanç ve güveni dana da büyüdü. Bundan dolayı,
"Yusuf, bana kötülük yapmayı istedi" demekten ulandı, ve bu yalan
iftirayı ona açıktan yapma gücünü kendinde bulamadı. Ancak ;. ta'riz yollu
(dolaylı) üslûbla yetindi. Binâenaleyh bir kendinde bu yalan iftirayı atmaya
güç bulamayan şu kadına, bir de, o çirkin günahtan yaklaşık dörtbin sene sonra,
ona bu iftirada bulunan şu "Haşvilere" bak!
4) Hz. Yûsuf (a.s), o kadını vurup iterek, kendisinden
uzaklaşktırmak istedi.
da, kadın açısından,
kötülük yapma yerine geçen birşey olmuştu. Bundan dolayı onun, "Zevcene
kötülük etmek isteyenin cezası" şeklindeki sözü, ta'riz yerine geçen bir
sözdür. Belki kadın bu "kötülük" sözü ile, kalbinden, Hz. Yusuf'un
kendisini men edişini ve defedişini kastetmiştir. İşin zahirinde ise, bundan
anlaşılan "O, buna uygun olmayan birşey yapmak istedi" manasıdır.
Bil ki kadın bu sözü
söyleyip Hz. Yûsuf, (a.s)'un namusuna teke sürünce, Hz. Yûsuf (a.s), bu töhmeti
giderme ihtiyacını hissetti ve "O, kendisi benim nefsimden murad almak
istedi" dedi. Yûsuf (a.s), İşin başında kadının sırrını ifşa etmedi.
Ancak, kendisinden, kendi namusunun lekelenmesinden korkunca işi ortaya vurdu.
[98]
Bil ki, pekçok alâmet,
Hz. Yusuf (a.s)'un doğru, sadık olduğuna delâlet etmektedir:
1)
İşin zahirine
göre, Yusuf (a.s), onların kölesiydi. Kölenin, mevlâsına, bu dereceye varan bir
sataşmada bulunması mümkün değildir.
2)
Onlar, Yusuf
(a.s)'un, çıkmak için alabildiğine koşmuş olduğunu görüp müşahade etmişlerdir.
Halbuki kadın peşinde olan bir kimse, kapıdan bu şekilde çıkmaz.
3) Onlar, kadının en mükemmel bir biçimde kendisini
süslediğini görmüşlerdi. Yûsuf (a.s)'a gelince, onun üzerinde ise, kendisinde
süslemeye dair hiçbir alâmet bulunmamaktadır.
Binâenaleyh, bu
fitnenin kadına atfedilmesi daha uygun olur.
4)
Onlar uzun
müddet Yusuf (a.s)'un hallerini kontrol altında bulundurmuşlar, ama onda, onun
bu kötü fiile yönelmesine uygun düşecek bir hal görememişlerdir ki, bu da zannı
kuvvetlendiren şeylerdendir.
5) Kadın, Yusuf (a.s)'un zina talebinde bulunduğunu
açıkça söyleyememiş, aksine bu hususta müphem ve kapalı bir söz söylemiştir,
Yusuf (a.s) ise, durumu, açıkça ortaya koymuştur. Binâenaleyh, şayet Yusuf
(a.s) töhmet altında tutulacak birisi olsaydı, bunu açık lafızlarla, açıkça
belirlemezdi. Çünkü hainlik yapan, korkak olur.
6) Denildiğine göre kadının kocası âciz (cinsî güçten
yoksun) idi. Şehvet peşinde gezme emareleri, kadın hakkında daha güçlüydü.
Binâenaleyh bu fitnenin kadına atfedilmesi daha uygun olur. Bu fitnenin
başlangıcının kadından olduğuna delâlet eden pekçok emareler bulununca Yusuf
(a.s)'un sadık, hanımının ise yalancı olduğunu bildiği için, kocası utandı,
bekledi sataşmadı ve sükût etti.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, bu bahsedilen delilleri kuvvetlendirecek olan ve onun
böyle bir suçtan beri
olduğuna delâlet edecek, günahkâr olanın kadın olduğunu gösterecek başka bir
delili de Hz. Yusuf'a bildirmiştir ki o da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kadının
yalanlarından bir şahit, şöyle şahitlik etti" buyruğudur. Ayette bahsedilen
bu şahidin kim olduğu hususunda üç görüş bulunmaktadır:
a)
Bu, o
kadının amcasının oğlu olup, hikmetli
ve şahsiyetli bir kimseydi. O esnada melik ile birlikte, o kadının yanına
girmek istiyorlardı. O şöyle demiştir: "Biz, kapının ötesinden gürültüyü
ve gömleğin yırtılma sesini duyduk. Ancak ne var ki biz, onlardan hangisinin
diğerinin önünde olduğunu anlayamadık. Binâenaleyh, eğer gömlek ön taraftan
yırtılmışsa, kadın doğru söylüyor, adam ise yalancı. Yok, eğer gömlek arkadan
yırtılmış ise, adam doğru söylüyor, sen ise, yalancısın." Bunun üzerine
onlar gömleği kontrol edip onun
arkadan boylu boyunca yırtıldığını gördüklerinde amcasının
oğlu, "Çünkü sizin fendiniz büyüktür" yani, "Bu sizin
işinizdir" dedi. Daha sonra da Yusuf'a, "Aldırma, bunu sakla";
kadına da, "Günahın için mağrifet taleb et" dedi. Bu, müfessirlerden
büyük bir cemaatın görüşüdür.
[99]
b) Bu da, İbn Abbas (r.a.), Said İbn Cübeyr ve
Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. Buna göre ayette bahsedilen o şahit, Cenâb-ı
Hakk'ın kendisini beşikte konuşturmuş olduğu bir çocuktu. Bu cümleden olarak
İbn Abbas şöyle demiştir: "Beşikte dört küçük konuşmuştur.
1) Yusuf'un şahidi;
2)
Firavunun kızı
Maşite'nin oğlu;
3) Meryem oğlu İsâ ve
4)
Rahib
Cüreyc'in arkadaşı.
Cübbaî şöyfe demiştir:
"Şu sebeplerden dolayı birinci görüş daha evlâdır:
a)
Şayet Allah
Teâlâ o çocuğa bu sözü söyletmiş olsaydı, sadece onun buna şehâdette bulunması,
o kadının yalancı olduğu hususunda yeterli ve kesin bir delil olmuş olurdu.
Çünkü çocuğun konuşması kesin olan akti delillerdendir. Halbuki gömleğin önden
veya arkadan parçalanmasıyla yapılan istidlal zannî ve zayıf bir istidlaldir.
Kati ve kesin bir delil bulunmuyorken, o delilden zannî olan delile başvurmak
caiz değildir.
b) Cenâb-ı Hak, "Kadının yakınlarından bir şahit
şöyle şahitlik etti" buyurmuş, kadın hakkında kabule şayan olsun diye, o
kadının kadın tarafından olduğunu bildirmiştir. Çünkü kadının akrabalarından ve
sülalesinden olanların zahirî durumu, kadına herhangi bir kötülük ve zarar vermeyi
düşünmeyeceklerine delâfet eder. O
halde o adamın,
şahidin, kadının kendi yakınlarından olduğunun zikredilmesinin gayesi, o adamın
şehâdetini güçlendirmektir. Bu tercihlere ancak, delâlet zannî olduğu zaman
başvurulur. Binâenaleyh bu şehâdet, beşikte olan bir çocuk tarafından yapılmış
olsaydı, onun şehâdeti kati bir hüccet olurdu ve o şahidin kadının tarafından
olmasıyla olmaması arasında bir fark kalmaz, böylece de (ehlinden,
yakınlarından) kaydının bir tesiri olmazdı.
c)
Örfe göre
şahit, hadiseyi bilen ve onu ihata eden kimseye denilir.
d)
Bu şahit,
gömlektir. Mücahid, "şahit gömleğin arkadan yırtılmış olmasıdır"
demiştir ki, bu görüş son derece zayıftır. Zira gömlek bu şekilde nitelenemez
ve, bir aileye mensup sayılamaz. Bil ki, birinci görüşte de bir problem
bulunmaktadır. Çünkü, bahsedilen ipuçları, Hz. Yusuf'un, o günahtan berî
olduğuna kesinkes delâlet etmez. Zira, adamın, zina etmek için o kadına
yöneldiği, kadının ise ona kızdığı, bunun üzerine adamın kaçtığı, böylece de
kadının o adamın peşinden koştuğu ve onu iyice dövmek için arkadan çektiği,
işte böylece de kadın günahtan berî, adam da günahkâr, suçlu olduğu halde, onun
gömleğinin arkadan yırtılmış olduğu ihtimal dahilindedir.
Cevap: Biz, kadınm yalancı olduğunun emarelerinin yakın
derecesine varacak bir biçimde çok olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh ulemâ,
kendilerine dayanılarak hüküm vermede istinad edilmesi İçin değil, tam aksine
güçlendirici ve tercih ettirici sebepler olması bakımından, bunlara diğer
ipuçlarını da ilâve etmişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hadiseyi anlatarak, "Vakta ki, gömleğinin... gördü" buyurmuştur.
Bu ifadede bahsedilen o gören kimsenin kadının efendisi, kocası olması muhtemel
olduğu gibi, şahid olması da muhtemeldir. İşte bundan dolayı ulemâ, bu hususta
ihtilaf etmiştir. O, "Bu sizin fendinizdendir" dedi. Yani,
"Senin, "Zevcene kötülük etmek isteyenin cezası başka ne
olabilir?" şeklindeki sözün, sizin fendinizdendir. Zira sizin, hile ve
tuzaklarınız çok büyüktür" demektir.
[100]
Kadın Fendinin
Özelliği
Buna göre şayet
"Allah Teâlâ, insanları, zayıf ve yetersiz olarak yaratmışken, daha nasıl
kadının fendinin büyük olduğu söylenebilir? Yine, erkeklerin fendi de
kadınlarınkinden fazladır" denilirse, şu şekilde cevap verebiliriz:
İnsanların yaratılışı,
melekioı, ızlarınKiiı6 nisbetle zayıftır, dayanıksızdır. Kakların fendi,
beşerin fendine nisp«îie daha büyüktür. 6u iki söz arasında bir terslik
bulunulmaktadır. Hem, kadıniann bu konuda, erkeklerde
ayan h!'e ve tu7ak!orı
vardır. Bir de, onların bu konudaki tuzakları, erkeklerin tuzaklarının
sebebiyet veremeyeceği biçimde ar ve utanç doğurur.
Bil ki, o topluluk
tarafından Yusuf (a.s.)'un bu kötü fiilden uzak ve berî olduğu anlaşılınca,
Cenâb-ı Hak bu hususu da o (Şahidden veya kocadan) naklederek, onun
"Yusuf, sen bundan vazgeç" dediğini nakletmiştir. Bu cümleden olarak,
bu sözün aziz tarafından söylendiği ileri sürüldüğü gibi, bunun o şahidin sözü
olduğu da ileri sürülmüştür ki bu, "Bu hadiseyi anlatmaktan vazgeçip,
böylece onun haberi yayılmamış, böylece de büyük bir utanç meydana gelmemiş
olur" demektir. Bunu söyeleyen kimse, Yusuf'a, hadiseyi gizlemesini
emrettiği gibi, kadına da, af talebinde bulunmayı emrederek, "Sen de
günahına istiğfar et!" demiştir. Bu sözün zahirinden, onun bağışlanma
talebinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple onun, kocası tarafından
affedilmeyi istemiş olduğu muhtemel olmuş olur ki, bu durumda mağfiretin
anlamı, affedip vazgeçmek olmuş olur. Böyle olması halinde akla ilk gelen, bu
sözü söyleyenin, şahid olduğudur. Yine Allah'dan mağfiret taleb edilmiş olması
da, ihtimal dahilindedir. Çünkü o toplum, bir yaratıcının varlığını kabul
ediyordu; ancak onlar Dununla beraber putlara da tapıyorlardı. Bunun delili,
Yusuf (a.s.)'un "Darmadağınık birçok düzme Tanrılar mı hayırlıdır, yoksa
her şeye gâlib, kahhâr olan bir tek Allah mı?" (Yusuf. 39) demiş
olmasıdır. Böyle olması halinde, bu sözü söyleyenin kadının ocası olması da düşünülebilir.
/
Onun, dul "Çünkü
sen cidden günahkârlardan oldun "şeklindeki sözü, o kadının daha evvel de
çokça hata işlediğini belirtmektedir ki, bu da daha işin şaşında kocasının,
Yusuf'un değil de karısının suçlu olduğunu bildiğine delâlet eden şeylerden
birisidir. Zira kocası, karısının bizzat, uygun olmayan şeylere yeltendiğini biliyordu.
Ebu Bekr el-Esamm, "Bu, hiç şüphesiz ki kıskançlığı az olan bir kocadır
Ki. karısından sadece mağfiret talebinde bulunmayı istemekle yetinmiştir"
demiştir. Kessaf Sahibi de şöyle demiştir: "O, erkekleri kadınlara
"tağlîb" ederek müzekker günahkârlardan" demiştir. Bununla,
"sen hata edenler -esimdensin, soyundansın. İşte bu pis damar, sana, o
nesilden sirayet etmiştir" nanasının da murad edilmiş olduğu söylenebilir.
Allah en iyi bilendir.
''Şehirdeki bazı
kadınlar: "Azizin karısı, delikanlısının nefsinden murad almak istermiş.
Sevgi, kalbinin zarına işlemiş. Görüyoruz ki o, muhakkak apaçık bir
sapıklıktadır"
dediler. Vakta ki (kadın), onların gizliden gizliye yaptıkları dedikoduları
işitti, kendilerine davetçi yolladı. Onlar için yaslanacak bir yer, bir de
sofra hazırladı. Onlardan her birine birer bıçak verdi. (Yûsuf'a), "Çık
karşılarına"
dedi; şimdi onlar bunu görünce, kendisini büyük gördüler. (hayranlıklarından)
ellerini kestiler ve dediler ki:"Hâşa! Bu, bir beşer değildir. Bu, çok
(Yunus 30-31).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır: Cenâb-ı Hak niçin, buyurmamıştır?
[101]
Biz deriz ki: Bu, şu
iki sebepten dolayıdır:
a) İ kelimesi, kadınlar topluluğu için vazotunmuş müfret
bir isim olup bunun müennesliği hakiki değildir.
Bu sebepten dolayı, bu
fiile müenneslik tâ'sı gelmemiştir.
b) Vahidî şöyle demiştir. "Fiilin önce getirilmiş
olması, tesniye ve cemî alametlerinin düşürülmesine kıyasta müenneslik
alâmetinin düşürülmesi neticesine götürmüştür.
[102]
Kelbî şöyle demiştir:
"Bu kadınlar dört kişi idiler: Aziz'in sucusunun karısı; ekmekçisinin
karısı; gardiyanın karısı ve çobanının karısı." Mukatll, bunlara,
bekçisinin karısını da ilâve edilmiştir. Akla en yakın olanı, bu hadisenin
şehirde yayılması, her tarafta duyulması ve şehrin kadınlarının bunu konuşmuş
olmasıdır. O malûm kadın olan, azizin karısı, uşağının nefsinden kâm almak
istemiştir. Fetâ kelimesi genç, delikanlı anlamındadır. Fakat (ittfo) ise genç
kız demektir. Ayetteki cümlesiyle ilgili olarak iki mesele bulunmaktadır:
[103]
a) Bu kelime, kalbi kuşatan zar anlamına gelir. Buna,
ŞeğafeFiiiintn Mânası "kalbin kılıfı, zan1' da denilir. "Ciğerine isabet ettin,
dokundun'manasında denildiği gibi,
"Kalbinin zarına dokundun" anlamında
de denilir. Buna göre,
ifâdesinin manası "sevgi, onun derisinin içine girdi, böylece de
kalbine nüfuz etti" şeklinde olur.
b) ''Zann, kafbi sarıp bürümesi gibi, onun sevgisi de,
onun kalbini sarıp bürüdü" anlamındadır. O sevginin kalbi sarmasının
manası, o kadının, kendisiyle o sevginin dışında kalanlar
arasına girip perde
olabilecek, böylece de,
başkasını düşünemeyeceği ve hatırına da ondan başkasını getiremiveceği
bir biçimde, onu sevmekle meşgul olması demektir.
C) Zeccâc şöyle demektedir: Şegaf, kalbin en iç noktası
ve onun, gözbebeğidir. Buna göre mana, "Onun sevgisi, o kadının kalbinin
ta içlerine, adeta gözbebeğine istemişti" şeklinde olur. Netice olarak
diyebiliriz kt: Bütün bunlar, aşırı sevmek ve aşktan kinayedir.
[104]
Bir grup sahabe ve
tâbiûn bunu ayn
ile (şeafeha) şeklinde okumuştur.
İbnu's Sikkît şöyle demektedir: "Arapça da, sevgi
yanıp tutuşma noktasına vardığı zaman yine,
sürülmüş katranın acısı yanma derecesine vardığı zaman ' denilir." Ebû
Ubeyde'de, bu manayı açarak şöyle demiştir. "Ayn ile şeaf kelimesi,
kalbin, hissettiği bir lezzetin yanında, sevginin kalbi yakıp tutuşturması
demektir. bu tıpkı, deveye katran sürülüp, o katranın acısı işte böyle bir
noktaya varıp, daha sonra ise devenin sükûnete erip rahatladığı hâlete
benzer." İbnu'l-Enbarî ise şöyle demiştir: "Şeaf",
"dağların zirveleri, en üst noktalan" anlamındadır. Buna göre,
kişinin sevgisi, kalbin en yüce noktasına vardığında, denilir.
[105]
Hubben kelimesi,
temyiz olduğu için, mensuptur denilir Daha sonra "Görüyoruz ki, o,
muhakkak apaçık bir sapıklıktadır" yani, "O kadının onu sevmesi
sebebiyle, biz onu, doğru yoldan sapmış olarak görüyoruz" demektir. Bu
tıpkı Yusuf'un kardeşlerinin "Babamız her halde açık bir yanlışlık
içindedir. (Yusuf, 8) demeleri gibidir.
[106]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Vakta ki (kadın), onların gizliden gizliye yaptıkları dedikoduları
işitti, duydu, kendilerine davetçi yolladı. Onlar için yaslanacak bir yer, bir
de sofra hazırladı" Duyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[107]
"Vakta ki
(kadın), onların gizliden
gizliye yaptıkları dedikoduları duydu" buyruğunun anlamı, "O
kadın, şehirdeki kadınların sözlerini duyunca" şeklindedir.Onların
sözlerine, şu sebeplerden dolayı mekr (hile, desise) adı verilmiştir.
a) O kadınlar, bu sözü, dedikoduyu Yusuf'u görmek ve
onun yüzüne bakmak için söylemişlerdir. Çünkü onlar, kendileri böyle
söyleyince, o kadının, özrünü anlayışla karşılayabilmeleri için, Yusuf'u
kendilerine göstereceğini biliyorlardı.
b) Azizin kana, o kadınlara Yûsuf'u sevdiğini bir sır
olarak söylemiş ve onlardan bu sırrını saklamalarını talep etmişti. Binâenaleyh
onlar, onun sırrını ifşa edince, bu adetâ bir tuzak ve desise olmuş olur.
c) Onlar, o kadının gıybetini yapmışlardır. Gıybet ise,
gizlice ve alçak sesle yapılır. İşte bu yönüyle bu gıybet, bir tuzağa
benzemiştir.
[108]
O kadın, şehirdeki
kadınların, kendisini bu aşırı sevgiden dolayı kınadıklarını duyunca,
mazeretini izhar etmek istedi,
böylece de, bir sofra
hazırlayarak,şehirdeki kadınların iteri
gelenlerinden bir
grubu çağırdı ve onlara oturup yaşlanacakları bir şeyler hazırladı. Müttekeen
kelimesinin ne anlama geldiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1)
Bu kelime,
kendisine yaslanılan, dirsek, yan yastığı demektir.
2)
Bu kelime,
yiyecek anlamındadır. Utbî şöyle demiştir: "Bu hususta aslolan şudur:
"Sen, yanında ziyafet vermek için birisini çağırdığında, ona, yiyeceğe de
istiare yoluyla isim olarak verilen ve adı "mütteke'un"olan bir
yastık hazırlarsın."
3) Mütteke'en kelimesi "turunçgil"
anlamındadır. Bu Vehb'in görüşüdür. Ebu Ubeyd, bunu kabul etmemiştir. Ancak ne
varki bu, o kadının, şehirdeki kadınlara o mecliste çeşitli meyveler hazırlamış
olduğuna hamledilmiştir.
4) "Mütteke' bıçak ile kesilmesi gereken bir
yiyecektir. Çünkü yiyecek, her ne zaman böyle olursa, insan, keserken ona
dayanma, bastırma ihtiyacı duyar. Sonra biz diyoruz ki: Bu söz de, o kadının
şehirdeki kadınları çağırdığı, onlardan her birine hususi yerler hazırladığı ve
her birine, o meyveleri yemeleri ve eti kesmeleri için birer bıçak verdiği,
sonra da Yusuf'a, o kadınların huzuruna çıkıp açıklamada bulunmasını emrettiği;
Yusuf'un da, kadından korktuğu için ona muhalefet edemediği neticesine varır.
Cenâb-ı Hak ''Şimdi
onlar bunu görünce, kendisini büyük gördüler, (hayranlıklarından) ellerini
kestiler" buyurmuştur.
Burada birkaç mesele
vardır:
[109]
Bu ayette geçen
ekbernehu sözüyle ilgili iki açıklama yapılmıştır: Ayetteki Ekbernenu Kısmı
Hakkında
a) Onlar onu, ta'zim ettiler.
b) Onu görünce hayız oldular.Ezherî bu ikinci manaya
göre ekbernehu fiilinin sonundaki "hâ"mn sekte için getirildiğini,
Arapça'da kadın hayız olduğunda
denildiğini, bunun hakikatinin de o kadının, büyümüş olması vakası
olduğunu; zira, o kadın hayız olmak suretiyle çocukluk yaşından çıkarak
büyüklük yaşına girmiş olduğunu söylemiştir.
Bu husustaki diğer bir
açıklama da şudur: Kadın korkup çığlık attığında çoğu kez çocuk düşürür ve
böylece de hayız olur, kan gelir. Binâenaleyh şayet bu ayetteki cfcbere
fiilini, hayız olmak manasına almak doğru olursa, bunun sebebi, işte
bahsettiğimiz şeydir.
Cenâb-t Hakk'ın,
"ellerini kestiler" ifadesi, onların dehşete kapılarak hayrete
üşmelerinden kinayedir. Bu kinayenin güzel olmasının sebebi şudur: O
kadınlardan her biri dehşete kapılınca, kendi elini kestiği halde, meyveyi
kesiyor zannına aprimıştır. Yahut da şöyle denilebilir: Onlardan her biri
dehşete kapılınca, bıçağın sapı ile kesen kısmını birbirinden ayırdedememiş, o
bıçağın keskin tarafını avucunun almış ve böylece de onun avucunda bir
yaralanma meydana gelmiştir.
[110]
Alimlerin çoğu, o
kadınların Hz. Yusuf'u, aşırı güzelliğinden ve
mükemmel yakışıklılığından dolayı
tazim etkileri hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu cümleden olarak Yusuf , fazilet ve güzellik bakımından diğer
insanlara olan üstünlüğünün, tıpkı Dördüncü gecesinde ayın, diğer yıldızlara
olan üstünlüğü gibi olduğu ileri Gümüştür. Hz. Peygamber (s.a.s.)'un şöyle dediği
rivayet edilmiştir: ''Semaya yükseltildiğim gece, Yusuf a tesadüf ettim. Bunun
üzerine Cibril'e, "Bu kimdir?""Bu Yusufdur" dedi. Bunun üzerine kendisine, "Ey Allah'ın Resulü, onu nasıl
gördün?" dediğinde, Hz. Peygamber, "O tıpkı, ondördüncü d bir dolunay
gibiydi" cevabını verdi.
Yine, "tıpkı
güneşin ışığının duvarlar üzerinde görülmesi gibi, Yusuf (a.s.), Mısır'ın
sokaklarında yürüdüğünde, yüzünün parıltısının duvarlara
vurduğu da" ılmiştir. Şu da
ileri sürülmüştür: O, Allah'ın kendisini yarattığı gündeki Adem'e rdu. Bu
görüş, üzerinde ittifak edilen görüştür.
Buna göre bu hususta
başka bir açıklama daha yapılabilir: O kadınlar, Yusuf'un nübüvvet nurunu,
risâlet simasını ve huzû ve ihtişam izlerini görüp, onda -ODûvvet azametini,
krallık heybetini görüp müşahede ettikleri için onu ululamış ve mzrr
etmişlerdir ki, bu da yiyeceklere, kadınlara iltifat etmemek ve onlara değer wm
memek demektir. Büyük bir güzelliğe, bu heybet ve mehabet de eklenince onlar,
3l gördükleri durumdan hayrete kapılarak, şüphesiz onu tazim etmişlerdir.
Böylece
Yusuf'un azamet ve
heybeti onların kalbine düşüvermiştir. Bana göre ayeti bu «anaya hamletmek daha
uygundur.
-di eğer, "Durum
böyle olunca, o açıklamaya göre daha nasıl o kadının, "İşte telisi
hakkında ayıpladığınız, şu gördüğün üzdür" (Yusuf, 32) demiş olması düşer ve bu durum, onun Ytitefa uie»n aşırı
sevgisi ve aşkının kuvveti susunda kendisi İçin bir mazeret sayılabilir?"
denilirse biz deriz ki:
vasak edilenin peşine
düşüldüğü, zihinlere yerleşmiş olan husustur.
Buna göre : kadın sanki diğerlerine, "İşte bu acîb yaradılış ve
pâk, tertemiz, meleklere yaraşır
hareket tavrının
yanında, bir de onun bu güzelliği, bu aşırı sevgiyi-, onun meleklere yaraşacak
olan tavrı da kendisine ulaşamama, onu elde edememe ümitsizliğini doğurmuştur.
İşte bundan dolayı, sevmeye, hasrete, sıkıntıya ve uykusuzluğa düştüm"
demiştir. Ayetin yorumuyla ilgili olarak yapmış olduğumuz bu izah en güzeldir.
Allah en iyisini bilendir.
[111]
Ebu Amr, şından sonra gelen elif ile aI) Htf-
şeklinde okumuştur ki, bu aynı zamanda,
Esmaî nın Nâfı den
yapmış olduğu bir
rivayettir. Aslolan da budur; çunku bu, uzaklaşma, bir tarafta tutma, beri
kılma, kenarda tutma demek olan muhâşât ketimesindendir. Diğer kıraat imamları
ise, hem hafiflik olsun, hem de Kur'ân'ın hattına muvafık olsun; bir de çokça
kullanılması sebebiyle, elifi hazfederek hâşe şeklinde okumuşlardır.
"Hâşâ" tenzih manasını ifâde eden bir kelimedir. Buna göre burada bu
kelimenin manası, "Allah'ı, böylesi güzet bir mahlûku yaratmaya kadir
olabilecek başka bir mu'ciz varlığın bulunmasından tenzih etmektir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Haşa, dediler, Allah için onun üstünde bir kötülük (emaresi)
görmedik"(yusui, 5i) ifadesi de, onun böylesi iffetli bir kimseyi
yaratması karşısında duyulan bir hayreti ifâde eder.
[112]
Ayetteki "Bu bir
beşer değildir Bu, çok şerefli
melekten başkası olamaz
ifadesine gelince, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:
Birinci İzah: Meşhur olan bu izaha göre bundan maksat Yusuf'un son
derece güzel olduğunu kabul etmektir. Ulemâ bu hususta şöyle demiştir:
"Allah Teâla insanların aklına şeytanın en çirkin, en kötü canlı
olmasıyla, meleğin de, en güzel varlık, canlı olduğu fikrini yerleştirmiştir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak cehennemi vasfederken, ''Ki tomurcuklan
şeytanların başlan gibidir" (Saffât, 65) buyurmuştur. Bu böyledir. Zira
biz, insanların kafalarına en çirkin varlık olarak şeytanın yerleşmiş olduğunu
açıklamıştık. Binâenaleyh burada da, o kadınların kafalarına canlıların en
güzelinin melek olduğu fikrinin yerleşmiş olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple o
kadınlar, Yusuf'un güzelliğini iyice anlatmak için, haliyle onu bir meleğe
benzetmişlerdir.
İkinci izah: Bana göre doğruya daha yakın olan bu görüşe göre, cumhur
nezdinde yaygın olan, meleklerin, şehveti tahrik, gazabı cezbeden ve vehimler
ile hayeller ortaya çıkaran sebeplerden münezzeh ve temiz oldukları,
yiyeceklerinin, Allah'ı tevhîd , içeceklerinin ise Allah'ı sena olduğu
hususudur. O kadınlar, Yusuf'u görünce o onlara kesinlikle iltifat etmemiş; o
kadınlar ise onun üzerinde nübüvvet ve risâlet heybeti ile, temizlik ve taharet
alametlerini, izlerini görünce, "Biz onda şehvet eseri, beşeriyete dair
hiçbir şey ve insanla alâkalı bir sıfat görmedik" demişlerdir.
Bu, beşerin mayasında
bulunan bütün sıfatlardan tertemiz, insanlık sınırının dışına çıkıp son derece
terakki etmiş ve böylece, melekleşmiş bir varlıktır" demişlerdir.
Buna göre ontar şayet
"Eğer bundan maksad sizin kastettiğiniz husus olursa, o takdirde o kadının
mazur olduğu o kadınlar tarafından nasıl anlaşılabilir?" derlerse tiz
deriz ki, bunun cevabı daha önce geçmişti. Allah en iyisini bilendir.
[113]
Meleklerin beşerden
daha üstün olduğunu söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:
"O kadınların bu sözü 'Yusuf'u ululama sadedinde söylemiş olduklarında
şüphe yoktur. Binâenaleyh, onun durumunun yüceltil-mesine ve mertebesinin
yükseltilmesine bir vesile olsun onun beşeriyyet halinden çıkarılarak
melekiyyet âlemine sokulması gerekir, n beşerden daha üstün olduğunun kabul
edilmesi halinde, durum ancak böyle . Ayrıca biz diyoruz ki: Bundan maksat ya
onun halinin, dış görünüşü demek güzellikteki mükemmelliğinin beyân
edilmesidir; veyahut da, iç âlemi, sireti olan manevi güzelliğindeki halinin
son derece mükemmel olduğunun beyan idir. Birincisi, şu iki sebepten dolayı
batıldır:
a) Onlar onu, "kerim" olmakla nitelemişlerdir.
Kerim olmak ise ancak, zahirî ı ile değil, batını, manevî huylar sebebiyle
olur.
b) Biz, insanın yüzünün, meleklerin yüzüne kesinlikle
benzemediğini bilmekteyiz. Onun şehevî ve gadabî duygulardan uzak olması, maddî
lezzetlere ittifat etmemesi, i'a kulluk etmeye yönelmesi, kalbiyle, ruhuyla
kendini buna vermesi gibi •xsuslara gelince: Bu insan-ı kâmil ile melekler
arasında müşterek bir husustur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: İnsanı, kendisiyle hakiki manada oenzerliğin
meydana geldiği bir şey hususunda meleğe benzetmek, onu kesinlikle bir
benzerliğin bulunmadığı şey hususunda meleğe benzetmekten daha evlâdır.
Yusuf'un, bu ayette, meleğe benzetilmesinin, zahirî şekli itibariyle değil,
huylan bakımından olduğu kesinlik kazanmış olur. Durumun her ne zaman Myto
olduğu sabit olursa, meleğin işte bu sayılan faziletler hususunda, hal
itibariyle in daha üstün olması gerektiği sabit olmuş olur. Böylece de,
meleğin, beşerden üstün olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilir.
[114]
Hicazfıların lehçesine
göre mâ tıpkı (eyse gibi amel eder. Ayetteki ifadesiyle "onlar, onların
anneleri değildir" (Mucadiie, 2) ayetlerinde de bu şekilde gelmiştir. Bu
ifadeyi Temîm lehçesine göre okuyanlar, şeklinde okumuşlardır ki, tavİbn
Mesûd'un da kıraatidir. Bu kelime: (ma haza bişiren) şeklinde okumuştur ki, bu
"Yusuf, bir beşerin mülkü olan bir köle değildir; bu olsa olsa, ancak
kesin, şerefli bir melek olabilir"anlamındadır. Daha sonra biz diyoruz ki:
Buna, "Bu satın almakla elde edilmiş, satın alınacak bir şey
değildir" anlamında olmak üzere şeklinde de olabilir. Yine sen Bunu
doğrudan mı elde ettin, yoksa satın almakla mı elde ettin?" dersin. Ne var
ki muteber olan meşhur kıraat, hem Mushaf'ın hattına uyması, hem de
"beşer" sözünün, "melek" sözünün mukabili olmasından
dolayı,birincisidir.
[115]
"(Kadın) dedi:
"İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz zattır.
Andederim, onun nefsinden ben murad almak istedim de o, namuskârhk gösterdi.
Yemin ederim, eğer o, kendisine emredeceğimi yapmazsa, her halde, muhakkak ki
zindana atılacak ve muhakkak zillete
uğrayanlardan
olacaktır"
(Yusuf, 32).
Bilesin ki, Mısırlı
kadınlar, Aziz'in karısı hakkında, "Sevgi kalbinin zarına işlemiş.
Görüyoruz ki o, muhakkak apaçık bir sapıklıktadır'1 (Yûsuf, 30) deyince,
onların bu şekildeki sözü azizin karısına iyice dokundu da, bunun üzerine o,
onları bir araya getirdi. Onlar onu görünce kendisini büyük bir varlık olarak
tanıdılar ve (hayranlıktan) ellerini kestiler. İşte o esnada, kınanmaya
kendilerinin daha müstehak olduğunu anladılar. Çünkü, yalnız bir anlık bir
görme ile duydukları tesir onun sahibesinin etkilenmesinden daha büyük olmuştu.
Halbuki Yusuf, uzun zamandan beri onun yanında kalıyordu. Buna göre şayet
"Niçin o kadın, Yusuf (a.s,) yanında olduğu halde, zalikûnne'15» tabiri
kutlanılmıştır?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:
a) İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "O kadın Yûsuf
(a.s.) oradan ayrıldıktan sonra ona bu kelime ile işaret etmiştir."
b) Bu, Keşşal sahibinin yaptığı izah olup, bu husustaki
en güze\ izahtır. O söyle demiştir: "Mısırlı kadınlar, o kadının Kenanlı
kölesine aşık olduğunu dedikodu etmişlerdi. Binâenaleyh onlar Yusuf'u görüp,
böylesine şaşkınlığa düşünce, o kadın:
"İşte sizin
gördüğünüz bu insan, hakkında beni ayıplayıp kınadığınız o Kenanlı
köledir" yani "Siz onu tam tasavvur etmediniz. Eğer hayâlinizde onun
şekli tam teşekkül etseydi, siz bu kınamayı yapmazdınız" demiştir.
Bil ki o kadın,
Mısırlı kadınların yanında Yûsuf'a karşı aşırı sevgisi hususundaki mazaretini
ortaya koyunca, işin içyüzünü açıklayarak, "Andederim, onun nefsinden ben
murad almak istedim de o, nâmuskarhk gösterdi" dedi. Bil ki bu, Hz. Yusuf
(a.s.)'un o töhmetten son derece uzak olduğu hususunda çok açık bir ifadedir.
Süddî'nin "Yusuf, şalvarını çözdükten sonra namuskârlık gösterdi"
dediği rivayet edilmiştir. Süddi'yi. Kur'ân'ın nassına, bu yanlış ilaveyi
yapmaya sevkeden şey nedir ki?
Daha sonra "Yemin
ederim, eğer o, kendisine emredeceğimi yapmazsa, herhalde muhakkak ki zindana
atılacak ve muhakkak zillete uğrayanlardan olacak" demiştir. Bu,
"şayet Yûsuf, kadının steği hususunda, ona boyun eğmezse hapise atılacak
ve böylece zillete düşecek" demektir. Hz. Yûsuf'u "zillete
düşürme"ile tehdid etmek, böyle yüce bir mevkii olan ve son derece
kıymetli bir insan hakkında büyük bir tesir yapacağı malumdur. Hamza ve Kisaî
elif ile şeklinde okumuşlardır. (aısk, 15) kelimesini de böyle okumuşlardır.
Allah en iyi bilendir.
[116]
"Yûsuf dedi ki:
"Yâ Rabbi, zindan bana bunların davet ettikleri şeyi yapmaktan daha
sevimlidir. Eğer sen bunların tuzaklarını benden döndürmezsen (belki) onlara
meyleder ve câhillerden olurum." Rabbi de
onun duasını kabul
etti ve onların tuzaklarını kendisinden savdı. Çünkü o hakkıyla işiten ve
herşeyi bilendir"
(Yûsuf, 33-34).
Bil ki o kadın,
"Yemin ederim, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana
atılacak ve muhakkak zillete uğrayanlardan olacak" deyip, diğer Mısırlı
kadınlar bu tehdidi duyunca, anlaşılıyor ki onlar da Yûsuf'a yüklenmiş ve
"Onun emrine karşı diretmende bir fayda yok. Aksi halde hapse düşer, zillete
uğrarsın" demişlerdir.
[117]
İşte bu noktada Yûsuf
(a.s.)'a çeşitli vesveseler gelmiştir:
1) Zeliha, son derece güzel.
2) Onun malı mülkü var. O, kendi isteğine uyması
halinde, herşeyini kendisine vermeye kararlı.
3) Mısırlı kadınlar Yûsuf'u zorlamış ve herbiri onu bu
hususta teşvik etmeye ve başka yollarla tehdid etmeye başlamışlardı. Kadınların
bu konudaki hile ve tuzakları pek çetindir.
4) Yûsuf (a.s.), o kadının şerrinden korkuyor ve onun,
kendisini öldüreceğinden endişe ediyordu. Böylece Yûsuf'da hem o kadının
isteğine uyma arzusu, hem de ona muhalefet etmekten duyduğu endişe birlikte
meydana çıkmıştı. Böylece Yûsuf (a.s.), bu çok ve kuvvetli sebeblerin
(vesveselerin), kendisine tesir edeceği endişesine kapıldı.
Bil ki beşer kuvveti
ve insan takati böylesi kuvvetli bir ismetin meydana gelmesine yetmez. İşte o
esnada Hz. Yûsuf Rabbisine sığınarak, "Ya Rabbi, zindan bana bunların
davet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevimlidir" demiştir. Buradaki
"Sicn" kelimesi, masdar olarak, fetha ile "Secn" (zindana
atılmak) şeklinde de okunmuştur.
[118]
Bu ifade ile ilgili
iki soru vardır:
Birinci Soru: Hapsedilmek son derece kötü bir şey, kadınların,
yapmasını istedikleri şey ise arzu edilen birşeydir. O halde, Yûsuf nasıl olmuş
da, "Güç olan, benim için arzu edilenden daha iyidir" demiştir?
Cevap: O arzuyu ve
lezzeti, büyük bir elem takib edecektir. O elem de, dünyada kötülenme, ahirette
ise ilâhî cezaya dûçâr olmaktır. Hoşa gitmeyen zindanı tercih etmenin peşinden
ise, büyük mutluluklar gelecektir. O mutluluk da, dünyada övülmek, ahirette de,
devamlı olan mükâfaatı elde etmektir. İşte bundan dolayı O, "Zindan bana,
bunların davet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevimlidir" demiştir.
[119]
İkinci Soru: Onların onu hapsetmeleri, tıpkı zinanın bir masiyet
(günah) oluşu gibi bir masiyettir. Binâenaleyh hapsedilmek bir masiyet olduğu
halde, Yûsuf (a.s.) nasıl "zindan bana daha sevimlidir"
diyebilmiştir?
Cevap: Sözün takdiri
şudur: "Bu iki şeyden, yani zina ile hapse düşmekten birisinin mutlaka
olması gerektiğine göre, hapse düşmek bana daha uygundur. Her Diri şer olan iki
şeyden birisini mutlaka yapmak gerekir ise, onlardan daha ehven îtıafif, az
şekli) olanını tercih etmek evlâdır'.'[120]
Daha sonra
"Eğersen bunların Tuzaklarını benden döndürmezsen, (belki) onlara meyleder
ve câhillerden olurum" demiştir. Ayetteki ifadesi, "Onlara
meylederim" manasındadır. Nitekim Arapçada, bir kimse oyuna eğlenceye
yöneldiğinde denilir. AImterimiz, insanın, Allah onu günahtan döndürmediği
müddetçe, günahtan kendisini alamıyacağına bu ayeti delit getirerek şöyle
demişlerdir: "Çünkü bu ayet, Allah 'eâlâ'nın Hz. Yusuf'u o çirkin fiilden
vazgeçirmediği takdirde, onun ona j-şebileceğine delâlet ediyor. Bunu şöyle
izah edebiliriz: Birşeyi yapmaya dâir olan seoep ve kudret ile»yapmamaya dâir
olan sebeb ve kudret birbirlerine denk olurlar tse, o iş meydana gelemez. Çünkü
fiil, bu iki taraftan birinin üstün gelmesi, diğer tarafın mağlub olması
demektir. Halbuki her iki taraf birbirine denk olduğunda, bu acı şeyin meydana
gelmesi, iki zıddt bir arada bulundurmak demek olur ki, bu - jialdir. Eğer iki
taraftan birinde üstünlük meydana gelirse, onu üstün kılmak, kul tarafından
değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Tam aksine bu, Allah'dandır. O halde 1
sarf" (bir şeyden insanı vazgeçirme), o işi mercuh kılmak (yapılmaması
tarafını ağır bastırma) demektir. Çünkü o iş, ne zaman "mercuh"
olursa, onun meydana gelmesi ^kansız olur. Meydana gelen, üstün olan taraftır.
Binâenaleyh eğer o iş, "mercuh" ten, meydana gelecek olsa,
"mercuhiyyet" var iken rüchâniyyet (üstünlük) (yapılma :a'afı)
tahakkuk etmiş olur ki, bu da iki zıddı birleştirmeyi gerektirir. Bu ise
muhaldir. Böylece, bunun kulun kötü fiilden çevrilip alıkonulmasının ancak
Allah Teâlâ tarafından olacağı sabit olur.
Bu sözü, bir başka
açıdan şöyle de izah edebiliriz: Hz. Yusuf (a.s.)'da, o günahı «jtemeye arzu
uyandıracak bütün sebebler mevcuttu. Bu sebebler de, onun kadının nalından ve
makamından istifade etmesi, kendisinden ve yiyeceğinden yararlanmasıdır. Sonra
onu bu işten vazgeçirecek kuvvette, nefret ettirici müteaddit sebebler meydana
geldi. Durum her ne zaman böyle olursa, yapma tarafındaki sebebler gittikçe
kuvvetlenir, yapmama tarafındaki sebebler de zayıflar. İşte tam o esnada, Hz.
Yusuf (a.s.), Allah Teâlâ'dan kalbinde o günaha sevkedecek sebebleri yok eden
ve bunlara zıd olan çeşitli sebebler yaratmasını istemiştir. Çünkü eğer bu
*arşı sebebler, kalbte tahakkuk etmeyecek olsa, o günaha düşmeye sevkedecek
sebebler, karşı koyacak sebeblerden hâlî olmuş (meydanı boş bulmuş) olurlardı.
Bu durum da fiilin mutlaka yapılması neticesini verirdi. İşte Yusuf (a.s.)
"(Belki) onlara meyleder ve câhillerden olurum" ifâdesi ile, bunu
kastetmiştir.
[121]
"Sonra, bütün o
delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu, bir zamana kadar zindana atmaları
(görüşü), onlara zahir oldu. Onunla beraber zindana iki delikanlı daha
girmişti. Bunlardan biri: "Ben rüyamda kendimi, şarap (için üzüm) sıkıyor
gördüm" dedi. Öbürü de: "Ben de rüyamda, kendimi, başım üzerinde ekmek taşırken ve kuşlar da ondan
yerken gördüm" dedi. Dedilerki: "Bize bu rüyalann tabirini haber ver.
Çünkü biz seni, iyiliksever birisi olarak görüyoruz"
(Yûsuf 35-36).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[122]
Bil ki o kadının
kocası tarafından, Yusuf tarafının temiz ve namuslu olduğu anlaşılınca, ona
dokunmadı. Bunun
üzerine o kadın, daha
sonra Yusuf'u, kendi (kötü) arzusuna boyun eğmeye sevkedecek her hileye
başvurdu. Ama Yusuf, ona ittifât etmedi. Kadın, Yusuf'dan ümidini kesince, bir
başka yota (hileye) başvurarak kocasına şöyle dedi: "Bu ibranî köle, benim
kendisinden murad almak istediğimi söyleyerek, insanlar içinde beni rezil
rüsvay etti. Ben ise, mazur olduğumu kimseye anlatamıyorum. Binâenaleyh ya bana
müsaade et, dışarı çıkayım ve insanlara suçsuz olduğumu anlatayım. Yahut da,
beni evde tuttuğun gibi, onu da içerde tut." Tam bu esnada Aziz'in aklına
en uygun olanın Hz. Yusuf'u hapsetmek olduğu geldi. Böylece bu işin dedikodusu
insanların dilinden düşecek ve rüsvaylığtn boyutları biraz küçüteceKti. İşte
ayetteki: "sonra bütün o dellileri görmelerinin ardından, mutlaka onu bir
zamana kadar zindana atmaları (görüşü), onlara zahir oldu" buyruğu ile anlatılmak
istenen budur. Çünkü "bedâ", daha evvel üzerinde olunan (karara
varılan) görüşün değişmesi demektir. Burada geçen "ayetler"(deliller)
den murad ise, onun gömleğinin arka tarafından yırtılmış olması, yüzünün
tırmalanmış olması ve (o şâhid veya Aziz tarafından söylenen): "Şüphesiz
ki bu, siz kadınların fendindendir. Çünkü sizin fendiniz müthiştir!"
(Yûsuf, 28) ifâdesi İle, bu husustaki suçun o kadına verilmesidir.Biz, orada
kesinlik derecesinde nice başka ayetlerin (delillerin) bulunduğunu, fakat bu insanların,
kepazeliği gizlemeye aşın gayret gösterdikleri için o delillerden
bahsetmediklerini söylemiştik.
[123]
Ayetteki bedâ
(zahir oldu) fiil
olup, faili zindana atmaları (görüşü) ifadesidir. Ayetin
zahiri, fiilin, bir başka fiilin faili olmasını gerektirmektedir. Fakat nahivciler, bir fiilin,
bir başka fiilin
fâiti olmayacağı .sunda ittifak
etmişlerdir. Binâenaleyh (mesela) dediğinde, bu söz, «esinlikle birşey ifâde
etmez. İşte bu durumda nahivciler: "Bu ifadenin takdiri, "sonra
onlara, onun hapsedilmesi (fikri) geldi" şeklindedir. Fakat burada fiil,
bu ismin (masdarın) yerine getirilmiştir" demişlerdir. Ben derim ki:
Zevk-i selim de fiilin, "muhberun-anh" (kendisinden haber verilen
birşey-mübteda v.b.) olamayacağını göstermektedir. Birisinin, "Fiil
haberdir" deyip de, "haber" kelimesini muhberun anh"
yapması caiz değildir. Çünkü biz diyoruz ki: İsim bazan haber olur. Bu senin,
demen gibidir. Burada, "Kâim" kelimesi isimdir ve haberdir. Böylece, birşeyin
haber olmasının, onun
"muhberun anh" olmasına
ters düşmeyeceğini anlıyoruz. Hatta biz diyoruz ki: Bu konuda bazı
şüpheler vardır:
a) Biz, "darebe fiildir" dediğimizde, burada
muhberun anh (mübteda olan ve IH olduğu haber verilen, (darebe)dir. O halde
fiii de muhberun
Dil alimleri şunu
demişlerdir: "Hîn" muayyen olmayan bir zaman parçasıdır. Hem kısa,
hem de uzun olan zaman parçasına denir.
İbn Abbas şunu
söylemiştir: "Buradaki müddet "dedikoduların veya şehirde yayılan
kötü halin kesileceği müddet" manasınadır." Buradaki "hîn"
kelimesinin 'beş yıl veya yedi yıl" olduğu da söylenilmiştir. Mukatil İbn
Süleyman ise: "Yusuf (a.s.), oniki sene hapsolundu" demiştir. Doğru
olan ise, bu miktarların malûm olmayışıdır. Bilinen miktar ise, onun,
Cenâb-i"Hakk'ın"nice zaman sonra hatırladı" f, 45) buyruğundan
dolayı, uzun bir süre mahpus kaldığıdır.
[125]
.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onunla berebar zindana iki delikanlı daha girdi" beyanına gelince
burada mahzuf bir ifade bulunmaktadır. Bunun takdiri, "Onu hapsetmeyi
istediklerinde, hapsettiler" şeklindedir. Bu kısım ifadesinin ona delalet
etmesi sebebiyle hazfedilmiştir. Denildiğine göre bunlar, Mısır'daki en büyük
kralın iki uşağı idiler. Birisi yiyeceğiyle ilgileniyor, diğeri de onun
içeceğini getiriyordu. Krala, yemeğini hazırlayanın kendisini zehirlemek
istediği bildirilince, kral, ötekinin de ona yardım ettiğini sandı ve her
ikisinin de hapsolunmalarını emretti.
[126]
Ayette geriye birkaç
soru kalmıştır:
Birinci Soru: Bu delikanlılar Hz. Yusuf'un rüya tabirinden
anladığını nasıl bildiler?
Cevap: Muhtemelen Yûsuf (a.s.) onlara niçin hüzünlenip
gamlandıklarını sormuş, onlar da: "Biz uykumuzda şu rüyayı gördük"
demiş olabilirler. Yine muhtemeldir ki onlar Yusuf (a.s.)'u rüya tabir etmenin
de içinde bulunduğu pekçok meseleye dair bilgi ve marifetini izhar ederken
görmüş, o zaman da bunu ona anlatmış olabilirler.
İkinci Soru: Onların kralın hizmetçileri olduğu nasıl anlaşılır?
Cevap: Onun, "Biriniz efendisine şarap içirecek"
(vuıuf. 4 yani, (mevlâsına, efendisine, kralına) ve "Efendine benden
bahsefyusui 42) sözleri vasıtasıyla.
Üçüncü Soru: Onlardan birinin ahçı, diğerinin de o kralın sucusu
olduğu nasıl anlaşılmıştır?
Cevap: Herbirinin gördüğü rüya, mesleğine uygun düşmektedir.
Çünkü onlardan birisi, kendisini şarap sıkıyorken görmüş, diğeri de kendisini
sanki, başının üzerinde ekmek taşırken...
Dördüncü Soru: Uykudaki rüya nasıl vakî olmuştur?
Cevap: Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Yusuf (a.s.) zindana girince, oradakilere, "Ben
rüya tabir etmesini bilirim" dedi. Bunun üzerine bu iki delikanlıdan
birisi, "Şu İbranî asıllı delikanlıyı, uyduracağımız bir rüya ile bir
sınayalım" dedi. Böylece onlar, hiçbir şey görmemiş oldukları halde ona
rüya tabiri sordular. İbn Mesûd da şunu demiştir: "Onlar aslında hiçbir
şeyi görmemişlerdi; onun bilgisini sınamak için, rüya görmüş gibi
davrandılar."
İkinci Görüş: Mücahid şunu demiştir: "Zindana girdikleri zaman
onlar, bir rüya görmüş idiler. Bunun üzerine Yusuf'a geldiler ve bu rüyanın
anlamını ona sordular. Saki dedi ki: "Ey bilgili kişi, rüyamda kendimi bir
bahçede gördüm. Derken çok güzel bir asma üzerinde, üç üzüm salkımı bulunan üç
dal. Onları kopardım. Sanki, kralın
kadehi önümdeydi de bu
üzümleri onun içine sıkarak, bunu krala sundum. O da bunu içti'.' Bu, ayetteki
"Şarap (için üzüm) sıkıyorum" ifadesinin delâletidir. Aşçı ise şöyle
dedi: "Ben de kendimi şöyle gördüm: Sanki başımın üzerinde üç tane sepet
var. İçlerinde de ekmek ve çeşitli yiyecekler. Birden yırtıcı kuşlar, onları
ısırıp koparmaya başlıyor!" Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Öbürü de,
"Ben de, rüyamda kendimi, başım üzerinde ekmek taşırken ve kuşlar da ondan
yerken gördüm " dedi" ayetinin ifade ettiği husustur.
Beşinci Soru: Yusuf (a.s.), nasıl "Şarap (için üzüm)
sıkıyorum" sözünden ııuradın, uykuda görülen rüya olduğunu nasıl
anlamıştır?
Buna birkaç bakımdan
cevap verilebilir:
1) Şayet o uykusunu kastetmemiş olsaydı ''kendimi....
gördüm" ifadesi zikredil-•neyip "sıkıyorum" kelimesiyle
yetinilirdi.
2)
"Bize bu
rüyaların tabirini haber ver" ifadesi de buna delâlet eder. Altıncı Soru:
"Şarabın sıkılması" ifadesi nasıl anlaşılmalı?
Cevap: Bu hususta üç görüş bulunmaktadır:
1)
Mananın şeklinde olmasıdır. Yani, "Şırası içki
olan üzümü sıkıyorum" şeklindedir. Böylece muzaf olan ıneb kelimesi
hazfedil m iştir.
2) Araplar, manası açık olup, bir kapalılık
bulunmadığında, bir şeyi o şeyin nihaî durumu ve hali ile isimlendiriyorlar.
Meselâ, mayi ve sıvı olduğu halde (hurmanın kendisini kastederek),
"Falanca, hurma şırası pişiriyor.kaynatıyor" diyorlardı. (Burada da
böyledir)
3)
Ebu Sâllh
şunu söylemiştir: "Umanlılar, "üzürrTe hamr "İçki" adını
veriyorlardı. İşte bu lafız, Mekkelilere de geçmiş; böylece onlar da bu
kelimeyi bu manada kullanmışlardır." Dahhâk da: "Kur'ân,bütün
Arapların lehçeleri üzere nazil olmuştur" demiştir.
Yedinci Soru: ifadesindeki Jijtf kelimesinin anlamı nedir?
Cevap: Bir şeyin tevili "o şeyin neticede varıp
döneceği yerdir." Bu da, o şeyin neticesinin kendisine vardığı durumdur,
şeydir.
Sekizinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü biz seni, muhsinlerden
(birisi olarak) görüyoruz" ifadesinden ne murad edilmektedir?
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
1) Bunun manası, "Şüphesiz biz senin ihsan ve
ikramda bulunmayı tercih ettiğini, mekârim-i ahlâk ile güzel fiiller yaptığını
görmekteyiz" şeklindedir.
2)
Yûsuf (a.s.),
oruç ve namaz gibi tâatlere son derece müdavim idi. Bunun üzerine onlar,
"Sen dînî hususlarda muhsin olan, çok muti olan kimselerdensin. Böyle
olana ise, hem rüya tabiri hem de diğer meselelerde söyledikleri şeyler
hususunda itimat edilir ve güvenilir" demişlerdir.
3)
Bundan maksat,
"Çünkü biz seni tabir ilmi hususunda muhsin olan, bunu beceren kimselerden
birisi olarak görmekteyiz" denilmek istenmesidir. Çünkü o "Sen bana
(....) sözlerin tevilini öğrettin" (yûsui, 101) buyruğunda olduğu üzere,
rüyayı tabir ettiği zaman yanılmamıştır.
Dokuzuncu Soru; Rüya tabirinin aslı esası nedir?
Cevap: Kur'ân ve aklî deliller bunun doğru olduğuna delâlet
etmektedirler. Kur'ân'dan delile gelince, bu, bu ayettir. Akli delillere
gelince, bu da şudur: Şu kesindir ki, Allah Teâlâ nefs-i natıkanın cevherini
(rûh), felekler âlemine çıkıp Levh-i Mahfuzu müşahede ve mütâlâa edecek bir
biçimde yaratmıştır. Onu bundan alıkoyan ise, bu nefs-i natıkanın bedenin
idaresiyle meşgul olmasıdır. Uyku zamanında ise, bu meşguliyet azalır, nefs-i
natıka, bu müşahede ve mütâlâayı yapmaya daha muktedir hale gelir. İşte ruh,
herhangi bir halde bulunduğunda, bu ruhî idrak ve algısından dolayı hayâl
alemine uygun düşen özel izler bırakır. İşte rüya yorumcusu, bu hayâl alemine
ait izler yardımıyla, o aklî idrak ve algılara dair istidlalde bulunmaktadır.
Bu, söylediğimiz, özet, derli toplu bir açıklamadır. Bunun tafsilatı ise, aklî
meselelerle alâkalı kitaplarda zikredilmiştir. Din de bunu tekîd etmektedir.
Hz. Peygamber'den rivayet edildiğine göre, O şöyle buyurmuştur:
"Rüya üç
çeşittir.- İnsanın, kendisine telkini ile gördüğü rüya; şeytandan olan rüya ve
sâdık hak olan rüyaJ1®"
Bu aklî tümlerce de
sahîh kabul edilen bir taksimattır. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Salih bir kimsenin görmüş olduğu rüya,
peygamberliğin kırkaltıda biridir!''Dedi ki: "Size, nzıklanacağmız bir
taam gelecek oldu mu, ben muhakkak r-ituı ne olduğunu size, daha gelmezden
evvel haber veririm. Bu, Rabbimin
rar.a öğrettiği
ilimlerdendir. Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini onlar âhireti
inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim. Atalarım ibrahim'in, j&âk'm ve
Yakûb'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için
doğru olmaz. Bu Allah'ın bize ve insanlara lütf-u inâyetindendir. Fakat
insanların çoğu şükretmezler"
{Yûsuf, 37-38).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[127]
Şunu bil ki, bu ayette
zikredilen husus, onların sordukları şey
hakkında bir cevap
değildir. Binâenaleyh
burada, cevabın
zikredil mey ip de bu söze geçilmesinin sebebini beyân etmek gerekmektedir.
Alimler bu hususta birçok açıklamada bulunmuşlardır:
1) Soru soranların birisine verilecek cevap onun
asılacağı şeklinde olunca; hiç şüphesiz bu sözü duyduğunda onun hüznü çoğalıp
bu söze karşı otan nefreti de atacağı için Yûsuf (a.s.) burada yapılması uygun
olan şeyin, bundan önce, ilmi ve sözü sayesinde kendisiyle müessir ve etkili
olacağı bir şeyler söylemesi olduğuna «arar verir. Esas söyleyeceğini de bundan
sonra beyan edip söyleyince, onun cevabı >' itham ve düşmanlık sebebi
olmaktan çıkar.
2) Belki de Hz. Yûsuf ilimdeki seviyesinin, onların
kendisi hakkında aûşündüklerinden daha üstün ve daha ileri olduğunu beyân etmek
istemiştir. Bu böyledir, zira onlar Hz. Yûsuf'tan rüyayı tabir etmesini
istemişlerdir. Bu, tabir
mintnse, zan ve
tahmine dayandığında şüphe yoktur. Böylece onlara, her insanın Dundan aciz
olmasıyla birlikte, kendisinin gayb hakkında kesin bir biçimde haber ^ermesinin
mümkün olamayacağını beyan etmiştir. Durum böyle olunca, rüya tabiri
minde bütün insanlardan
üstün olanın böyle olması daha evlâ olur. Binâenaleyh bu mukaddimenin
zikrediliş gaye ve maksadı, kendisinin rüya tabirinde üstün bir seviyede
bulunduğunu ve bu hususta, başkalarının söyleyemeyeceği şeyleri
söyleyebileceğini iyice anlatmak olmuş olur.
3)
Süddî şöyte
demiştir: "Size, nzıkianacağmız bir taam gelecek oldu mu" ifadesine,
"uykuda" kaydını ilave etmiştir. Böylece o, bununla Hz. Yûsuf'un,
rüya tevili hususundaki ilminin herhangi muayyen bir şeye mahsus olmadığını
beyan etmek istemiştir. İşte bundan dolayı da, "onun ne olduğunu size
haber veririm" demiştir.
4) Belki de Yûsuf (a.s.), o ikisinin kendisi hakkında
hüsn-i zan sahibi olduklarını ve sözünü kabul edeceklerini bildiği için, onlara
kendisinin Altah katından gönderilmiş bir peygamber olduğuna delâlet edecek
olan şeyleri zikretmiştir. Zira, din işlerini ıslâh edip düzeltmekle meşgul
olmak, dünya işleriyle meşgul olmaktan daha üstündür.
5) Belki de Yûsuf (a.s.), o adamın asılacağım bildiği
için, küfür üzere ölmemesi ve böylece de şiddetli bir azaba müstehak olmaması
için İslâm'a girmesi hususunda çaba sarfetmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'Ta ki
helak olan kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalan kişi de, yine
apaçık delili görerek helak olsun " (Entâi, 42) buyurmuştur.
6) O'nun, "Size, nzıkianacağmız bir taam gelecek
oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu size {...) haber veririm" ifâdesi,
uyanıklık haline hamledilmiştir. Buna göre manâ, "size taam olarak bir
rtzık geldiğinde, ben o taamın ne olduğunu, rengini, miktarını ve neticesinin
ne olacağını, yani insan onu yediğinde, onun sana sıhhat mi kazandıracağını
yoksa hastalığına mı sebeb olacağını söyleyebilirim" şeklinde olur. Bu
hususta bir başka izah da şudur: Denildiğine göre kral, birisini öldürmek
istediğinde onun için bir yiyecek hazırlatır ve onu ona göndehrmiş. İşte bundan
dolayı Yûsuf (a.s.): "Size bir yiyecek geldiğinde ben size, onda bir zehir
bulunup bulunmadığını
bildiririm" demek istemiştir.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın,
"Size, nzıkianacağmız bir taam gelecek oldu mu, ben muhakkak onun
ne olduğunu size (...) haber veririm" ifadesiyle kastedilen de budur.
BuHz. İsa'nın tıpkı "Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiriyorsanız size haber
veririm"(ah imran, 49) sözü gibi olduğu halde, bunun neticesi, Hz. Yûsuf'un,
gaybı bildiğini söylemiş olduğu neticesine varmaktadır. O halde, yapılan ilk üç
izah, onun rüya tabiri ilminde üstün olduğunu; son üç izah da, kendisinin Allah
katından gönderilmiş sadık bir peygamber olduğunu ortaya koymak içindir.
[128]
Buna göre eğer,
"Daha önce nübüvvet iddiasına dair birşey geçmediği halde ayeti mu'cize
iddiasında bulunmaya hamletmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz
ki:
Bunu her ne kadar
zikretmemiş ise de, bu, onun daha önce bunu mutlaka bildirmiş olduğu kesindir.
Bir de yine, "Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir" ayeti ile
"Atalarımın dinine tâbi oldum" ifâdesinde de buna delâlet eden
hususlar vardır.
Daha sonra, "Bu,
Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir" buyurmuştur. Yani, "Ben
kehânette bulunmak ve yıldızlara bakmak suretiyle Konuşmuyorum. Ben size
bunları, Allah'dan gelen vahiy ve O'nun öğretmesiyle hasıl otan ilim sayesinde
haber verdim" demektir.
Sonra "Çünkü ben, Allah 'a inanmayan bir
kavmin dinini -ki onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridfr-terkettim"
buyurmuş olup bunla ıligili iki mesele vardır:
[129]
Bir kimse şöyle
diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü bert, Allah'a inanmayan bir kavmin
dinini terkettim" buyruğu Hz Yûsuf Küçüklüğünde Kavminin Yûsuf'un (daha önce) bu dine mensup olduğu
zannını
Diline Mensup Oldu
mu?vermektedir. Deriz ki: Buna birkaç yönden cevap verebiliriz:
1)Terketmek, bir şeye ilişmemekten ibarettir.
Binâenaleyh, daha önce o işin içinde bulunmak, terketmenin şartı değildir.
2) En sahih olan bu görüşe göre, şöyle denilebilir:
Yûsuf (a.s.), onların yanlış asıları ve fasit inançlarınca, onların kölesiydi,
uşağıydı. Muhtemeldir ki, o belki de, tamdan önce, takiyye yaparak, onlardan
korktuğu için tevhid akidesini ve imanını izhar edemiyordu. Sonraysa bunu, işte
bu vakitte izhar etti, açığa vurdu. Bu da, görünürde, bu kâfirlerin dinini
terketmek gibi olmuş oldu
[130]
cümlesinde nüm
zamirinin iki defa gelmiş olması, o kavmin, kendisini küfre tahsis etmiş
olduğunu beyan etmek içindir. Belki de onlar ahireti inkâr etmeleri, başlangıcı
(yaratılmayı, mebde'i) inkâr etmelerinden daha şiddetli idi. İşte, ahireti
inkârlarındaki bu aşırılıklarından dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak bu lafzı te'kid
için
tekrarlamıştır.Bil ki,
"Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini terkettim" buyruğunda
mebde' " ilmine; "-ki onlar ahireti inkar edenin ta
kendileridir-" buyruğunda da -e'âd" ilmine bir işaret bulunmaktadır.
Kur'ân-ı Mecîd'i kim iyice düşünür ve peygamberlerin (a.s.) nasıl davetle
bulunduklarını tefekkür ederse, peygamberler
gönderip kitaplar
indirmeden gaye ve maksadın, insanları tevhidi, mebde'i ve meâdı kabul etmeye
yöneltmek olduğunu, bunun ötesindeki şeylerin abes ve anlamsız okluğunu anlar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Atalarım ibrahim'in, îshâk'm ve Ya'kûb'un dinine uydum"
buyurmuştur:
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru: Bu sözü zikretmenin faydası nedir?
Cevap: Yûsuf (a.s.) nübüvvet iddiasında bulunup, gaybı
bilmek olan bir mucizeyle meydan okuyunca, buna, kendisinin nübüvvet evinin
halkından olduğunu, babasının, dedesinin ve dedesinin babasının da Allah'ın
nebileri ve resulleri olduğunu şlhiniştir. Çünkü insan, babasının ve atasının
sanatı hususunda bir iddiada bulunursa, onun da o sanat erbabı olması tuhaf
görülmez. Yine, İbrahim (a.s.)'in, ithftk ve Yakûb'un mertebe ve dereceleri,
dünyada herkesçe malum ve meşhur olduğundan, Yûsuf'un da, onların çocukları
olduğu anlaşılınca, onu tazim eder ve ona saygı dolu bakışlarla bakarlar,
böylece ona olan bağlılıktan tam, kalbterinin onun sözünden etkilenmesi de
mükemmel olur.
İkinci Soru: Yûsuf <a.s.) peygamber olunca, onun daha,
"Atalarımın dinine tabi
oldum" demesi
nasıl caiz olabilir? Zira, onun, kendisine tahsis edilmiş bir şeriatının
bulunması gerekir.
Deriz ki: Belki de
onun bundan muradı, hiç değişmeyen tevhîd (hususunda) idi. Belki de o, Allah
katından gönderilmiş bir peygamber (resul) idi, ancak ne var ki, İbrahim
(a.s.)'in şeriatı üzere bulunuyordu.
Üçüncü Soru: Bütün mükelleflerin durumu böyle olduğu halde Yûsuf
(a.s.) niçin, "Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için doğru
olmaz" demiştir?
Cevap: Onun, "(...) bizim için doğru olmaz"
ifadesinden murad, onun bunu onlara haram kılmış olduğu değildir. Aksine bundan
maksat Cenâb-ı Hakk'ın, onun atalarını şirkten temiz tutmuş olduğunu beyân
etmektir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd edinmesi (hiçbir zaman)
olacak şey değildir?"(Meryem, 35) ayetidir.
Dördüncü Soru: Min şey "Herhangi birşeyi" kelimesindeki
mâna nedir?
Cevap: Şirkin çeşitleri pek çoktur. Müşriklerden bir kısmı
putlara, bir kısmı ateşe, btr kısmı yıldızlara, bir kısmı da akla, nefse ve
tabiata tapmaktadır. Bu sebeble onun, "Allah'a herhangi bir şeyi ortak
tutmamız bizim için doğru olmaz" buyruğu, bütün bu gruplara ve fırkalara
bir reddiye olurken, aynı zamanda da hak olan dine bir irsâddır. Bu da,
Allah'dan başka bir mûcid (var edici), yaratıcı ve rızık verici bulunmadığıdır.
Daha sonra "Bu,
Allah'ın bize ve insanlara lütf-u inayetindendir" buyurulmuştur.
Bu ifadeyle ilgili bir
mesele bulunmaktadır. Bu da şudur: O daha önce, "Allah'a her hangi bir
şeyi ortak tutmamız bizim için doğru olmaz" demiş, daha sonra ise,
"Bu Allah'ın (...) lütf-u inayetindendir" buyurmuştur. Buradaki
zalike kelimesi daha önce geçmiş olan şirk koşmamaya işarettir. Bu da delâlet
eder ki, şirk koşmama ve imana nail olma, Allah'dandır. Sonra O, durumun,
bizzat kendisi hakkında böyle olduğu gibi, insanlar hakkında da böyle olduğunu
beyan etmiş, daha sonra da insanların ekserisinin şükretmediklerini
açıklamıştır. Bu ifadeden muradın, onların, iman nimetinden dolayı Allah'a
şükretmeleri olması gerekir.
Anlatıldığına göre,
ehl-i sünnete mensup birisi, Bİşr İbnu'l-Mu'temlr'in yanına ve: "İmanından
dolayı Allah'a şükrediyor musun, etmiyor musun? Eğer, "Hayır" dersen,
icmâya muhalefet etmiş olursun; yok, O'na şükrettiğini söylersen, O'nun fiili
ofcnayan şeyden dolayı O'na nasıl şükredebilirsin?" der. Bunun üzerine ona
Bisr şûyte cevap verir: "Biz O'na, O bize kudret, akıl ve aletler
(uzuvlar) verdiği için şükrediyoruz. Binâenaleyh bizim, kudret ve (onu
kullanacak) aletleri verdiği için, Mfeh'a şükretmemiz gerekir. İman onun fiili
olmadığı halde, imandan Ötürü ona şükretmemize gelince, bu batıldır."
Derken, Bişr ne söyleyeceğini bilemez. Derken yanlarına Sümâme İbn el-Eşres
girer ve: "Biz imandan dolayı Allah'a şükretmeyiz. Aksine, "... işte
onların çalışmaları meşkûr olur" (\sr&, 19) ayetinde buyurduğu gibi,
bandan dolayı O bize teşekkür eder" der. Bunun üzerine Bişr, "söz zor
olunca, kolaylaşır" der.
Bil ki Sümâme'nin onu
ilzam ettiği şey, bu ayetin nassı ile batıldır. Çünkü şirk «açmamanın Allah'ın
lütf u keremi olduğunu beyân etmiş; sonra, O, insanların çoğunun bu nimete
şükretmediklerini açıklamış ve bunu zemm üslubuyla ıiştir. Binâenaleyh bu, her
mü'minin iman nimetinden dolayı Allah Teâlâ'ya îî gerektiğine delâlet eder.
İşte o zaman hüccet kuvvetlenir, delâlet kemâle Kadî şöyte der: "Biz onun
zalike kelimesini tevhide tutunmaya bir işaret kabul mı ir İr. o zaman bu,
Allah'ın fazlından olmuş olur; çünkü iman, Allah'ın lütufları «c otaylaştırmasıyla
meydana gelmiştir. Bunun nübüvvete işaret olması da muhtemeldir."
Cevap: Bu, daha önce geçmiş olan bir şeye işarettir. O da,
şirk koşmayı. Binâenaleyh buna göre, şirk koşmayı terketmenin, Allah'ın
lütfundan gerekir. Kâdî'nin bunu, Allah'ın lütuflarına ve kolaylaştırması
manasına zahirî ifâdeyi terketmek olur. Bunu nübüvvet anlamına almak ise, uzak
htmaldır. Çünkü işarete delâlet eden lâfzın, daha önce zikredilmiş olanların, o
en yakın olanlara hamledilmesi gerekir ki bu da, şirk koşmamadır.
[131]
"Ey hapishane
arkadaşlarım! Darmadap'-tık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır yoksa hepsine
ve herşeye gâlib, kahhâr olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun dışında
taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan
başkası değildir. Allah bunlara, hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'dan
başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
Dosdoğru din işte budur. Fakat İnsanların çoğu bilmezler" (Yûsuf, 39-40).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[132]
Buradaki ifadesiyle,
hapiste bulunan o iki arkadaşını kastetmektedir. demektir. Yûsuf onlarla
hapiste az bir müddet arkadaşlık yapmış olunca, bu ikisi, (arkadaş olarak) ona
izafe edilmişlerdir. Az bir arkadaşlık, onun arkadaş sayılması için kâfi
olunca, Allah'ı bilen ve ömrü boyunca Allah'ı seven kimsenin üzerinde,
"mü'min", "arif" ve "seven" isminin devam edip
kalması haydi haydi uygundur.
[133]
Bil ki Yûsuf (a.s.),
Önceki ayette peygamberliğini iddia edince, peygamberliğini isbat etmesi de
Allah'ın ulûhiyye- tini isbata dayanınca, bu ayette işte, Allah'ın ulûhiyetini
anlatmaya başladı. İnsanların çoğu, âlim ve kadir bir ilahın varlığını ikrar ve
kabul edip, insanlar da, felekî ruhfar suretinde putlar edinip, onlara ibâdet
ederek, fayda ve zararı onlardan bekleyince, hiç şüphesiz, peygamberlerin
çoğunun gayreti, putlara ibâdetten men etme hususunda yoğunlaşmıştır. Hz.
Yûsuf'un zamanında da, durum bu minval üzere idi. İşte bundan dolayı, o,
burada, putlara ibâdet etme düşüncesinin fasid olduğunu gösteren delilleri
zikretmekle başladı ve şu şekilde birçok delil ve hüccet getirdi:
[134]
Birinci hüccet: Onun "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı
hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlib kahhâr olan bir tek Allah mı?"
şeklindeki sözüdür. Bu hüccetin izahı şöyledir: Allah Teâlâ, ilahların çok
olmasının, bu âlemin fesadını ve altüst olmasını gerektireceğini beyân etmiştir
ki, bu O'nun, "Eğer göklerde ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı
onlann ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ, 22) ayetidir.
Binâenaleyh, ilâhların çok olması, bozukluğa ve karışıklığa sebebiyet verir;
ilâhın tek olması da, intizamın ve güzel bir düzenin meydana gelmesini
gerektirir. İşte bu mana, diğer ayetlerde iyice anlatıldığı için, O burada,
"Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her
şeye galib, kahhâr olan bir tek Allah mı? " demiştir. Bundan murad, inkâr
yoluyla istifham, soru sormadır.
İkinci hüccet: Bu putlar, yapılmış olup, yapıcı değil, makhûr
(hükmedilen, kudret aftnda) olup, kahir (hükmeden, kudretli) değillerdir. Çünkü
insan, bunları kırıp yok istediği zaman, bunlara güç yetirir. Binâenaleyh
onlar, hiçbir güç ve tesiri in, kendilerine güç yetirilebilen ve kendilerinden
hiçbir menfâat veya zararın beklenilmeyen varlıklardır. Âlemin gerçek ilahı
ise, fa'âl ve kahhar (herşeyi yapabilen ve her şeye hükmeden); hayırlar
ulaştırmaya ve serlerle kötülükleri savuşturmaya muktedir olan, kadir bir
varlıktır. Dolayısıyla Hz. Yûsuf'un bu söz ile anlatatmak istediği,
"Makhûr ve zelil ilahlara tapmak mı hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan
Allah'a ibadet etmek mi?" manasıdır. Onun, "Birçok tanrılar mı?"
ifadesi çokluğa lir. Buna mukabil ise, Hak Teâlâ'nın tek olduğu hususu
zikredilmiştir. Onun, jtefenikûn" (darmadağınık)" kelimesi ise o
putların, büyüklük ve küçüklük, renk çekil bakımından farklı farklı olduğuna
işarettir. Bütün bunlar ise ancak, onları ve yapan kişinin, onları böyle yapmış
olmasından dolayı olmuştur. Öyle ise, "Üarmadağmık" (farklı farklı)
sözü, onların makhûr ve âciz nesneler olduğuna bir işarettir. Buun mukabilinde
ise, Cenâb-ı Hakk'ın "kahhâr" olduğu zikredilmiştir. İşte açmadığımız
bu şekilde, ayet bu iki çeşit açık hücceti taşımaktadır.
Üçüncü hüccet: Hak Teâlâ'nın bir oluşu, O'na ibadet etmeyi
gerektirir. Çünkü bir ikincisi (eşi)
olsaydı, biz, bizi yaratanın ve rızıkfandıranın, bizden kötülükleri belaları savuşturanın, onlardan hangisi
olduğunu bilemezdik. Böylece de, şuna mı, mi tapacağımızdan şüphe ederdik.
Bunda, putlara ibadet etme inancının olduğunu gösteren bir hususa işaret var.
Faraza onların fayda ve zarar verici un hususunda aralarında bir yardımlaşmanın
bulunabileceğini kabul edelim. bunların sayısı pek çoktur. O zaman biz, bize
sağlanan faydanın ve bizden ilen zararın şu puttan mı, ötekinden mi, yahut da
şu ikisinin ortaklığı ve ılaşmasından mı meydana gelmiş olduğunu bilemeyiz.
Dolayısıyla ibadete, a-run mu, şunun mu daha layık olduğu hususunda bir şüphe
ortaya çıkar. Ama 'bûd tek olunca, böylesi bir şüphe ortadan kalkar, ibadete
ancak onun müstehak u ve bütün mahlûkat ile kâinat için yegâne ma'bûdun o
olduğu hususunda bir «asn inanç meydana gelir. İşte bu, ayetten çıkarılan son
derece güzel bir izahtır.
Dördüncü hüccet: Bu ifadenin putların, tılsımcıların söyledikleri
gibi, fayda ve sarar verebilecekleri manasına geldiğini kabuletsek
bile,bunların belli vakitlerde ve oe-1 tesirler bakımından fayda
verebilecekleri hususunda bir ihtilaf yoktur. Allah Teâlâ se. herşeye kadirdir.
O, mutlak manada kahhârdır ve O'nun kudreti ile meşieti, kayıtsız şartsız bütün
mümkinâtta müessirdir. Binâenaleyh O'na ibadet etmek daha evlâdır.
Beşinci hüccet: Bu da,
son derece kıymetli ve yüce bir hüccettir. Çünkü kahhâr r--ranın şartı,
kendisinden başka hiçbir varlığın onu kahr-u galebe altına alamaması, ancak
O'nun, kendisi dışındaki her varlığı kahrı ve kudreti altına alabilir
olmasıdır. 3ü şart ise, İlahın, zatı gereği "Vâcibu'l-vucûd" olmasını
gerektirir. Çünkü eğer O
"mümkin" bir
varlık olsaydı, kahır ol: naz makhûr (başkasının gücü altında) olurdu. Ve yine
ilahın, tek olması gerekir. Çünkü varlık aleminde, zorunlu (vâcibu'l-vucûd) iki
varlık bulunmuş olsaydı, onlardan her biri, kendisi dışındaki herşeyi kahrı ve
kudreti altında bulundurmuş olamazdı. Binâenaleyh ilah, ancak, zâtı gereği
vacibu'l-vucûd ve tek olduğu takdirde kahhâr olur. İşte gerçek ma'bûdun böyle
olması gerekince, bu durum ilahın, feleklerden, yıldızlardan, nurdan,
zulmetten, akıldan ve nefisten başka bir şey olmasını gerektirir. Yıldızları
ilah edinenlere gelince: Bu yıldızlar da darmadağınık şeylerdir ve onlar
"kahhâr" olarak nitelendirilemezler. Tabiatlar, ruhlar, akıllar ve
nefisler hakkında söylenecek söz de böyledir. İşte yapmış olduğumuz bu tek izah
bile, mutlak tevhidi isbât edip, onun yüce bir makam olduğunu gösterme
hususunda yeterlidir. Bu ayetten çıkarılan delillerin, hepsi işte bunlardır.
Geriye şöyle iki soru kalır:
Putların Gerçek Varlık
Olarak Kabulleri Sözkonusu mudur?
Birinci Soru: O putlar aslında böyle olmadığı halde, Hz. Yusuf
niçin oları, "rabler" (tanrılar) diye isimlendirmiştir?
Cevap: Bu, o putperestlerin, putlarının böyle olduğuna
inanmaları sebebiyledir. Yine bu söz, farzetme ve öyle addetme üslûbu ile
söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Şayet bu putlar, tanrılar
olsalar bile (yani böyle olduklarını farzetsek bile), bunlar mı daha
hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan Allah mı?"
Hak Mabud ile Batıl
Tanrılar Arasında Mukayese Yapılabilir mi?
İkinci Soru: Putlar ile Allah arasında bir üstünlük mukayesesi
yapmak caiz midir ki, burada, "Onlar mı hayırlıdır, yoksa tek olan Allah
mı?" denilmiştir?
Cevap: Bu söz yine "farzetme" üslubunda söylenmiş
bir sözdür. Yani "Biz onlardan, hayrı gerektiren birşeyin meydana
gelebileceğini farzetsek bile, onlar mı hayırlıdır, tek ve kahhâr olan Allah
mı?" demektir.
[135]
Daha sonra
"sizın,O'nun dışında taptıklannız,kendinizin ve atalarınızın takmış
oldukları (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlar hakkında hiçbir bürhân
indirmemiştir demiştir. Bu ifade iie ilgili, şöyle bir soru bulunmaktadır:
"Allah Teâlâ, bundan Önce "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı
hayırlıdır, yoksa kahhâr ve bir tek olan Allah mı?" buyurmuştur. Bu,
bahsedilen bu nesnelerin mevcûd olduğuna delâlet etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak,
bunun peşinden, "Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve
atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan başka birşey değil"
buyurmuştur. Bu ifâde ise, bahsedilen o şeylerin mevcud olmadığına delâlet
eder. Binâenaleyh bu iki ifade arasında bir tenakuz bulunmaktadır."
Cevap: Zat, mevcuttur, bulunmaktadır. Fakat, onlara verilen
tanrılık hususiyeti onlarda yoktur. Bu, iki şekilde izah edilir:
1) Bu putların zatları, her ne kadar mevcud iseler de,
ulûhiyyet sıfatlarına sahip Değillerdir. Durum böyle olunca, ilah olarak
isimlendirilen şey, gerçekte mevcud ofcmamış ve bulunmamış olur.
2) Rivayet
edildiğine göre putlara tapanlar, Müşebbihe inancında idiler. Bu sebeple,
ilahın en büyük nûr; meleklerin de küçük nurlar olduklarına inanıyorlardı.
Bjndan dolayı da putlarını, nur (ışık) şeklinde yapıyorlardı. Hakikatte ise,
taptıkları şeyler, şu semavî nurlar (ışıklar) idi. Bu da, Müşebbihenin
inancıdır. Çünkü onlar, Arş'ın üzerinde oturmuş büyük bir cisim tasavvur
ediyorlar ve ona tapıyorlardı. Halbuki -aval ettikleri böyle bir varlık kesin
olarak mevcud değildi. Böylece de onların, salt <srf) uydurulmuş birtakım
isimlere taptıkları doğru olmuş olur.
Bil ki putlara tapan
bir grup insan şöyle demişlerdir: "Biz, bu âlemi yaratanın, ıar olduğu
manasında, "Bu putlar, âlemin ilahlarıdır" demiyoruz. Ancak Allah'ın
bize bunu emrettiğine inandığımız için, onlara ilah diyor ve onlara ibadet ile
ta'zim ec yoruz." İşte Cenâb-ı Hak, buna cevap vererek şöyle buyurmuştur:
"Bunları ilah olarak isimlendirmeye gelince: Allah böyle emretmedi ve bu
ismi verme hususunda da hiçbir hüccet, delil, burhan ve sultan indirmedi.
Allah'dan başkası için, kabul ec iııesi gerekli bir hüküm, üstlenilmesi gerekli
bir emir yoktur. Aksine hüküm, emir «ç teklif, Allah'a aittir." Sonra,
Allah Teâlâ, "Sizler ancak O'na ibadet edin" diye •mir buyurmuştur.
Çünkü ibadet, son derece ta'zim etmek ve yüceltmek demektir. Bnâenaleyh ibadet,
ancak kendisinden sonsuz in'am'ın sâdır olduğu kimseye uygun düşer. Böylesi
varlık da, ancak Allah Teâlâ'dır. Çünkü yaratma, hayat, akıl ve rızık «erme,
hidayete erdirme O'ndan olur. Allah'ın nimetleri pek çoktur. O'nun «»ahlûkatına
lütfettiği çeşitli ihsanları nihayetsizdir.
Allah Teâlâ, bütün bu
hususları izahtan sonra 'Takat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur.
Bunun izahı şöyledir: Akıllarda, *ar seierin mutlaka bir sebebi olduğu inancı
yer ettiği için, insanların ekserisi yeryüzünde meydana gelen hadiseleri,
felekler ve yıldızlarla ilgili bazı münasebetlere dayandırmışlardır.
Binâenaleyh onlar, bu âlemin hallerinin, sıcaklık soğukluk takımından ve dört
mevsim itibarı ile değişmesinin, ancak güneşin durumlarının, dört tstekte
değişmesine göre olduğunu görünce, dört mevsimi, güneşin hareketlerine
taramışlardır. Daha sonra onlar, bitki ve canlıların hallerinin dört mevsimin
değişmesiyle değiştiğini görünce de, bitkilerin değişmesini, meydana gelmesini
ve canlıların hallerinin değişmesini, bu dört mevsimin değişmesine
bağlamışlardır. İşte ta sebeble insanların çoğunun zihnine, bu âlemdeki
hadiseleri idare edenin, güneş, ay ve diğer yıldızlar olduğu inancı
yerleşmiştir. Sonra Allah Teâtâ o insanı gerçeği yakalamaya muvaffak kılar, o
da daha ileri bir dereceye yükselip, hadiselerin aslında gerek zatları gerekse
sıfatları bakımından, kahir, kadir, alîm ve hakîm olan bir var ediciye, bir
yaratıcıya muhtaç olduklarını anlar. İşte böylesi insan, çok azdır. Bu sebeble
O, "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur.
[136]
"Ey hapishane
arkadaşlarım, biriniz efendisine şarab İçirecek, diğeri ise, asılıp tepesinden
kuşlar yiyecek, işte hakkında fetva istemekte olduğunuz mesele (böylece) olup
bitmiştir"
(Yûsuf, 41).
Bil ki Yûsuf (a.s.),
tevhid ve nübüvveti İyice izah edince, o iki şahsın sorusunu cevaplamaya
başladı. Bu ayetin manası açıktır. Çünkü saki (şarap sunucusu) rüyasını ona
anlatınca, -ki biz onun bu rüyayı ona nasıl anlattığını daha önce söylemiştik-
Hz. Yûsuf (a.s.) ona: "Ne güzel rüya görmüşsün! O hurmanın güzelliği,
senin halinin güzelliğini gösterir. O üç dal ise, sona erdiğinde, kralın sana
teveccüh edeceği (seni bağışlayacağı) ve seni eski işine döndüreceği, böylece
de daha evvel olduğun hal üzere, belki daha da iyi hal üzere olacağın üç
gündür" dedi.
Ekmekçiye de, o
rüyasını anlatınca şöyle dedi: "Ne kötü rüya görmüşsün! O üç sepet, sona
erdiğinde kralın sana yönelip, seni çarmıha gereceği ve başından kuşların
yiyeceği üç gündür" demiştir. Hem sonra, onların ikisinin: "Biz
hiçbir rüya görmemiştik" dedikleri nakledilmiştir. Bunun üzerine, Hz.
Yûsuf, "işte hakkında fetva istemekte olduğunuz mesele (böylece) olup
bitmiştir" demiştir.
Alimler o iki şahsın,
"Biz hiçbir rüya görmemiştik" demelerinin sebebi hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak, onların hiçbir rüya görmemiş oldukları halde,
Hz. Yûsuf'u rüya tabiri (yorumu) hususunda denemek için böyle söyledikleri
ileri sürüldüğü gibi, H2. Yûsuf'un bu yorumunu beğenmedikleri için böyle
dedikleri de ileri sürülmüştür. Buna göre eğer Hz. Yûsuf, verdiği o cevabı,
Allah tarafından gelen vahye dayanarak mı, rüya tabiri ilmine dayanarak mı
vermiştir? Birinci ihtimal, söz konusu olamaz. Çünkü İbn Abbas (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, Hz. Yûsuf (a.s.) bunu rüya tabiri yolu ile
söylemiştir. Hem sonra Cenâb-ı Hak da, "Bu ikisinden kurtulacağını bildiği
(zannettiği) kimseye Yusuf dedi /t/'Vûsut, 42) buyurmuştur.
Binâenaleyh eğer bu
açıklama, vahye dayanmış olsaydı, vahiyden elde edilen bilgi, zan ve tahmin
değil, katî ve yakînî bilgi olmuş olurdu.
İkinci ihtimal de
olamaz. Çünkü rüya tabiri ilmi, zanna ve tahmine dayanır? denilirse, şöyle
cevap verilir: O ikisi, Hz. Yûsuf (a.s.)'a ister rüyaları hususunda doğru
söylemiş, ister yalan söylemiş olsunlar, rüyalarının yorumunu isteyince, Allah
Teâlâ, Hz. Yûsuf (a.s.)'a, onlardan herbirinin akıbetinin, işte böyle olacağını
vahyetmiştir. Onlar sorarken, gaybı bildiren vahiy inince, insanlar, Hz.
Yûsuf'un bunu rüya tabiri yolu ile söylediğini zannetmişlerdir. Hz. Yûsuf'un bu
cevabı rüya tabiri ilmine dayanarak vermiş olduğu da söylenebilir. Hz. Yûsuf
(a.s.), "İşte hakkında fetva ^temekte olduğunuz mesele (böylece) olup
bitmiştir" beyanı ile, bahsettiği şeyin -nutlaka olacağını kastetmem
iştir. Aksine bununla, onların sorduğu rüyanın tabirinin söyle olduğunu
söylemek istemiştir.
"O ikisinden,
kurtulacağını zannetiği kimseye dedi ki: "Efendine benden bahset."
Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu da, o daha nice
yıllar zindanda
kaldı'*
(Yûsuf, 42).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[137]
Alimler, burada
zannedenin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre, zanneden ya Hz.
Yûsuf (a.s)'dur, veya kurtulacak olan o kimsedir. Birinci ihtimale göre ayetin
manası "Yûsuf'un,
kurtulacağını zanneden adam dedi ki" şeklindedir. Bu manaya göre, ayetle
ilgili iki izah yapılabilir:
a) Bu zann, kesin ve yakînî olarak bilme manasınadır.
Bu, biz "Hz. Yûsuf, bu rüya tabirini vahye dayanarak yapmıştır"
dediğimizde, söz konusudur. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Zann lafzı,
yakînî ilim manasına, Kur'ân'da çok yerde kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Rablerine kavuşacaklarını zanneden, yani buna kesin inanan
kimseler"(Bakara. 46) ve "Ben, hesabıma ulaşacağımı zannediyordum,
kesin biliyordum"(Haktcâ. 20) buyurmuştur.
b) Bu, "zann"ın, hakiki manada zannetmek
olması da muhtemeldir. Bu, "Yûsuf (a.s.) bu yorumu, vahye dayanmaksızın,
rüya tabiri ilminin usullerine göre yapmıştır" dediğimizde söz konusudur.
O halde bu, ancak zan ve tahmin manasınadır.
İkinci ihtimale göre,
bu zann, kurtulacak olan o kimseye aittir. Çünkü rüyalarının yorumunu soran o
iki adam Hz. Yûsuf (a.s.)'un peygamber olduğunu kabul etmiyorlardı, fakat onun
hakkında hüsn-ü zan sahibi İdiler. Binâenaleyh Yûsuf (a.s.)'un kendileri
hakkındaki görüşü onlarca sırf zannı ifade eder.
[138]
Hz. Yûsuf (a.s.),
hapisten çıkıp, kralın hizmetine döneceğini söylediği o adama, "Efendine
benden bahset" dedi ki, bu "Kardeşleri tarafından satılıp
zulmedilmiş; sonra da bu hadise sebebi ile hapsedilerek zulme uğratılmış bir
adam olarak benden ona
bahset" demektir. İşte
ayette bahsedilen "anma"dan murad budur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu" buyurmuştur. Bununla
ilgili iki görüş vardır:
1) Bu ifade Hz. Yûsuf ile ilgili olup, "Şeytan
Yûsuf'a rabbini anmasını unutturan" demektir. Bu manaya göre, bu hususta
şu iki izah yapılabilir:
a) Hz. Yûsuf (a.s.) un Allah'dan başkasına sarılıp
güvenmekle hata eder etmez, Allah tarafından kendisine bu durum
hatırlatılmıştır. Bunu da birkaç yönden izah edebiliriz:
Birincisi: Hz. Yûsuf'un faydasına olan, bu hadise hususunda
hiçbir insana başvurmamak, Allah'dan başka hiç kimseye ihtiyacını arzetmemek ve
bu hususta büyük dedesi Hz. İbrahim (a.s.) gibi yapmasıdır. Çünkü Hz. İbarihm
(a.s.), ateşe atılmak üzere mancınığa konulduğunda, Cebrail (a.s.) ona gelip,
"Bir ihtiyacın var m/?"dedeği zaman o: "Sana ise, hayır
yok" demişti. Binâenaleyh Yûsuf (a.s) da, insanlara başvurunca, Allah
Teâlâ pek yerinde olarak hadiseyi tavsif etmiştir.Şöyle ki: "Şeytan, bütün
işleri Allah'a bırakıp, tevekkül etmeyi ve bü tevhidi ona unutturmuş ve onu,
ihtiyacını insanlara arzetmeye sevketmiştir." Ceı.âh-ı Hak bu hadiseyi bu
şekilde tavsif ettikten sonra da, işte bundan dolayı Hz. Yûsuf un hapiste
kaldığını beyan buyurmuştur ki bu, "O, Rabbisine başvurup tevekkül
etmeyip, bu insanlara müracaat edince, hapiste birkaç yıl daha bekletilmek
suretiyle, kendisine ilahî ceza verilmiştir" demektir. Bu işin neticesi
Yûsuf (a.s.)'un, insanlara başvurmasının şu iki şeye sebep olmasıdır:
İlki, şeytanın,
kendisine hükümran olması ve böylece de Rabbinin zikrini (hatırlanmasın») ona unutturmasıdır.
Sonuncusu, bunun, onun uzun müddet bir sıkıntı içinde kalmasına sebep oluşudur.
İkincisi: Hz. Yûsuf (a.s.). putlara ibadetin yanlış olduğunu
gösterme hususunda, Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa
hepsine ve herşeye galib, kahhârolan bir tek tanrı m/?"(Yûsuf, 39)
demiştir. Bu ayette de "Efendine (rabbine) enden bahset" diyerek,
Allah'dan başka "rab" olduğunu söylemiştir. Hz. Yûsuf
a.s )'un,
"ilah" manasında onun "rab" olduğunu söylemiş olmasından
Allah'a sığınırız. Aksine o, kral hakkında, tıpkı rabbüd-dâr (ev sahibi) ve
rabbu's-sevb (elbise sahibi) sözlerinde olduğu gibi, sadece "efendilik,
sahiplik" manasını kastetmiştir. Çünkü kelimenin zahirî manası ile o kral
hakkında "rabb" kelimesini kullanması, daha
önce Allah'dan başka
rab olmadığını ifade edişi ile çelişir.
Üçüncüsü: Hz. Yûsuf o ayette, "Allah'a her hangi bir şeyi
ortak tutmamız bize doğru) o/maz"(Yûsuf, 3a)demiştir. Bu, mutlak olarak
şirki reddir ve herşeyi tamamen .Allah'a havale etmektir. Binâenaleyh işte bu
sözde, onun Allah'dan başkasına güvenmiş olması, bu tevhid akidesi ile bir
çelişki olurdu.
Bil ki zulmü
savuşturma hususunda, insanlardan yardım istemek dînen caizdir. Fakat ebrârın
(en iyi kimselerin) hasenatı (iyi işleri), mukarreb kulların (en iyi • mselerin)
seyyiatı sayılır. Bu, her nekadar insanların geneli için caiz ise de, sıddîk
Ulara yaraşan, bakışlarını her türlü sebepten çevirip, ancak müsebbibü'l-esbab
olan A lah'a yöneltmektir.
b) Şöyle denilebilir: "Farzet ki Hz. Yûsuf,
Allah'dan başkasına tutundu ve o sâkîden, kralın yanına varınca, kendisinin
durumunu anlatmasını istedi. Fakat Hz. Yûsuf'a gereken, "inşaallah"
veya "Eğer Allah takdir etmiş ise" demek sureti ile, sözünü, Allah'ın
zikrinden ayırmaması İdi. Fakat o, sözünü böyle Allah'ın adını anmaksızın
söyleyince, işte bu istidrâk (hatırlatma) cümlesi söylendi,
2)"Fakat şeytan, efendisine (rabbine) anmayı ona
unutturdu" ifadesinin, o kurtulan kimse ile alakalı olduğu da
söylenebilir. Buna göre mana şu şekilde olur:
'Şeytan, o
delikanlıya, kralın yanında Hz. Yûsufu anmayı unutturdu da, böylece aradan çok
zaman geçti. Bu sebepten dolayı, "o daha nice yıllar zindanda kaldı."
Alimlerden bazıları Hz. Peyşarnber(s.a.s)'den rivayet edilmiş olan, "Allah
Yûsuf un iyiliğini versin. O, eğer Efendine bc-den bahset" dememiş
olsaydı, hapiste (böyle uzun) kalmazdı" şeklindeki hadisten ötürü birinci
görüşün daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Katâde'den ise şu görüş rivayet
edilmiştir: "Hz. Yûsuf, burada Allah'dan başkasına müracaat edip güvenmiş
olması sebebiyle cezalandırılmıştır."
İbrahim et-Teymi'den
rivayet edildiğine göre:*Hz. Yusuf, zindanın kapısına vardığı zaman, arkadaşı
(o ikisinden biri) ona, "Bir istediğin var mı?" deyince,Hz. Yusuf da:
"Yusuf'un dediği (anlattığı) Rabb'den başka bir rabb (efendi hükümdar)
yanında beni anman" demiştir." İmam Malik'den de şu rivayet
edilmiştir: Hz. Yusuf (a.s.), o sakiye, "Efendine benden bahsef'dediği
zaman, onataraf-ı ilâhiden: "Ey Yusuf, sen Benden başkasına mı tevekkül
ediyorsun? Andolsun ki senin hapsini uzatacağım" denilmiş. Bunun üzerine
Hz. Yusuf ağlayarak'Mihnetin ve sıkıntının uzun olması, bana Rabbimi
hatırlamayı unutturdu. Bundan dolayı bu sözü söyledim. Yazıklar olsun o
kardeşlerime" demiştir.
Bu eserin müellifi
(Fahrüddin er-Râzi) şöyle der: "Hayatımın başlangıcından sonlarına kadar
tecrübe ettiğim şudur ki: İnsan, herhangi bir işinde Allah'dan başkasına itimad
edip güvendiği zaman bu, onun bela ve mihnetlere, sıkıntı ve darlıklara
düşmesine sebeb olur. Fakat kul, Allah'dan ister ve tevekkül eder de, başka hiçbir
varlığa güvenip dayanmazsa, o istediği gayesine en güzel bir şekilde ulaşır.
İşte edindiğim bu tecrübe, hayatımın ilk anından, elliyedi yaşıma ulaştığım bu
zamana kadar devam edip gelmiştir. İşte o gün bugün kalbimde, insanın Allah'ın
lutfu ve ihsanından başka, herhangi bir şeye güvenmekle, hiçbir menfaat temin
edemeyeceği hususu, kalbimde iyice yerleşmiştir."
Bazı âlimler ise,
ikinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü şeytanın vesvesesinin o adama yönelik
olduğunu söylemek, sıddîk olan Yusuf (a.s.)'a hamletmekten daha evlâdır. Bir de
zulümden kurtulmak hususunda, insanlardan yardım istemek caizdir.
Bil ki, gerçek ve
doğru olan ilk görüştür. İkinci görüşü benimseyenlerin söylediği söz ise,
şeriatın zahirine tutunmaktır. Birinci görüşü söyleyenlerin anlattıkları şeyler
ise, hakikatin sırlarına ve şeriatın en yüce ve en keremli yönlerine
tutunmaktır. Kendisinin kulluk makamı hakkında bir zevki bulunan ve de tevhid
pınarından içmiş olan bir kimse, durumun bizim anlattığımız gibi olduğunu
anlar. Hem sonra ayetin lafzında, bu ikinci görüşün zayıf olduğunu gösteren bir
husus bulunmaktadır. Çünkü eğer maksat bu olsaydı, o zaman, ayette "şeytan
ona Yusuf'u efendisi yanında anmayı unutturdu" denilirdi.
[139]
Zulmü savuşturmak
hususunda, Allah'dan başkasından yardım istemek, şer'an caiz olup, bu hususta
herhan-gi bir red bulunmamaktadır. Fakat bu durum, kulluk okyanuslarına dalmış
olan muhakkik (hakka ulaşmış)
kimseler için,
düzeltilmesi gereken bir hata olunca, işte Yusuf (a.s.) da bundan ötürü muaheze
olunmuştur. Binâenaleyh biz diyoruz ki: Bu kadarcık bir kusurdan ötürü muaheze
edilen bir kimsenin, zinaya yeltenmek ve de kendisine yapılan iyiliğe kötülükle
mukabele etmekten ötürü muaheze edilmesi, haydi haydi evlâ olurdu. İşte biz,
Allah Teâlâ'nın onu, bu kadarcık bir hatadan dolayı muaheze ettiğini ama o
meselede kesin olarak muaheze etmeyip onu ayıplamadığını, hatta medih ve övgü
üslûblarının en ilerisi ile övdüğünü görünce, Hz. Yusuf'un, câhillerin ve
Haşviyyenin ona isnat ettiği şeylerden uzak ve münezzeh olduğunu anlamış
oluyoruz.
[140]
"Şeytanın vesvese
vermesi mümkündür. Ama unutturması
mümkün değildir. Çünkü
unutmak, bilginin
kalbten yok olmasından
ibarettir. Buna ise şeytanın gücü yetmez. Aksi halde o, insanoğlunun kalbinden
marifettulahı silip götürürdü?" (denilirse), şöyle cevap verilir:
Şeytanın, «•anı diğer amellere ve başka işlerle meşgul olmaya çağırıp, böylece
onu, bu ilim m marifeti hatırlamaktan alıkoyacak şekilde vesvesede bulunmak
sureti ile tutturması mümkündür.
[141]
Cenâb-ı Hakk'ın, ,
daha nice yıllar zindanda kaldı" buyruğu hakkında iki bahis vardır:
Birinci Bahis, lügat bakımındandır. Zeccâc şöyle demiştir:
"Bu kelime,
"kestim" anlamına gelen kelimesinden , buna göre anlamı,
"sayılardan bir parça" şeklinde olur." Ferrâ ise şöyle oem ştir:
"Bıd" kelimesi ancak on veya yirmiden doksana kadar olan sayılarla
bera-bar zikredilir. Bu da onun, üç ile dokuz arasındaki bir sayıya tahsis
edilmiş olmasını fjBrektirir." Ferrâ sözüne devamla, "Arapların,
dediklerini görmedim" şeklinde
sürdürmüştür. Şa'bî Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, ashabına şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Bıd" kelimesi ne miktar sayıyı ifâde eder?" diye
sorunca, onlar da "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediklerinde O:
"Bu, ondan aşağıdaki sayılar jpn kullanılır" dedi. Ekser ulemâ,
buradaki bıd'a sinîn tabirinden maksadın yedi yrtolduğu üzerinde ittifak
etmişler ve "Yusuf (a.s.), o adama, "Rabbine, (efendine) öenden
bahset, dediği zaman hapiste beş yıl kalmıştı. Bundan sonra, yedi yıl daha
«aicı" demişlerdir. İbn Abbas (r.a.) ise şöyle demiştir: "Yusuf
(a.s.) o adama rica etiğinde zindandan çıkma zamanı yaklaşmıştı. Bunu
söyleyince bundan sonra r-Kianda yedi yıl daha kaldı." Rivayet edildiğine
göre, Hasan el-Basrî, Hz. ^eygamber (s.a.s.)'in "Allah, Yusuf'un iyiliğini
versin; eğer onun söylediği o söz ^rr.asaydı, zindanda bu kadar uzun süre
kalmazdı " dediğini rivayet etmiş, sonra :ı ağlayarak, "Bizim
başımıza bir iş geldiğinde, insanlara yalvarıp yakarıyoruz" demiştir.
[142]
"Kral dedi ki:
"Ben rüyamda yedi arık ineğin yemekte olduğu yedi semiz inekle, yed) başak
ve di§er (yedi) kuru (başak) görüyorum. Ey ileri gelenler, eğer rüya tabir
ediyorsanız, benim bu rüyamı da yorumlayınız." Onlar da, "Karmakarışık
düşler" dediler, biz böyle düşlerin tabirini bilmeyiz"
(Yusuf, 43-44)
Bil ki Allah Teâlâ,
bir şeyi dilediği zaman, ona sebepler hazırlar. İşte Yusuf'un zindandan
kurtulması yaklaştığı zaman Mısır Kralı rüyasında, kuru bir nehirden çıkan yedi
semiz inekle, yedi arık inek görür. Arık inekler, semiz inekleri yutar. Yine,
tane tutmuş yedi başak ite (danesiz olan) diğer yedi kuru başak. Kuru yedi
başak da, taneli başağı iyice sarar ve onu yener. Bunun üzerine o kâhinleri
toplar ve rüyasını onlara anlatır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey ileri gelenler,
benim rüyamı yorumlayın" ifâdesinden murad budur. Bunun üzerine o topluluk
ise, "Bu rüya karmakarışık, biz onu yorumlayamayız. ve tabir
edemeyiz" dediler. İşte sözün zahirî anlamı budur. Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[143]
Leys şöyle
demiştir: kelimesi, semizlik halininyok
olması, arıklaşmak anlamındandır Bu kelimenin fiili ise
şeklindedir. Müzekker
sıfat-ı müşebbehesi ise sürdür. Çoğuluysa, hem müzekker,
hem de müennes için
kelimesidir. Arapça'da, kelimelerinden başka, çoğulu vezninde gelen başka bir
jüt ve l'tâ siğası bulunmamaktadır. Bu şazz bir kullanış olup, onu siman
kelimesine hamletmişler ve şöyle demişlerdir: Slmân ve İ'câf kelimeleri
birbirine zıd olan iki kelimedir. Arapların âdeti ise nazîr (benzer)kelimeyi
benzere, zıt olanı da zıddına hamletmektir. öjj# tij;j4 ifâdesindeki lâm,
bazılarının görüşüne göre, mefûlün fiilden önce gelmesinden dolayı, zâidbir
lamdır. Keşşaf Sahibi ise, şöyle der: "Rü'yâ kelimesinin kâne fiilinin
haberi olması caizdir. Nitekim sen, bir
kimse herhangi bir işi tek başına yapabilip, ona muktedir
olduğu zaman "Falanca bu
iş içindir" dersin, ta'burûn
kelimesi ise, ikinci haber veya haldir. Arapça'da rüyayı yorumladığın zaman,
dersin." Ezherl ise şunu nakletmiştir: Bu kelime "nehrin kıyısı,
kenarı" anlamına gelen ibr ve abr kelimesinden iştikak etmiştir.
kelimesinden iştikak etmiştir tabirinin anlamı, "Nehri kat ederek, öte
yakasına geçtim" demektir. Rüyanın iki tarafım iyice düşünüp, etrafında
dönüp dolaşarak tefekkürde bulunduğu ve bir tarafından ötekine geçtiği için,
rüyayı yorumlayana da âbir adı verilmektedir. Edgâs kelimesi ise dağs
kelimesinin çoğulu olup, bunun anlamı da, dik ve uzunlamasına ayakta durması
şartıyla muhtelif ot ve çeşitlerinden yapılmış olan "demet, bağ"
şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir
demet sap al" (Sâd. 44) buyurmuştur.
Bunu iyice anladığın
zaman biz diyoruz ki: Eğer rüya, birbiriyle uyum içinde ayan unsurlarla karışık
ise adetâ böylesi bir demete benzer.
[144]
Cenâb-ı Hak, bu rüyayı
Yusuf'un zindandan çıkmasına bir sebep kılmıştır. Çünkü hükümdar huzursuz
olmuş, rüyasından dolayı canı sıkılmıştı. Zira o, zaytf ve noksan olanın,
mükkemmel ve kuvvetli olanı alt ettiğini görmüştü. Onun fıtratı, bunun hiç de
iyi aradığını, bunun, herhangi bir kötülük hususunda uyarma olduğunu sezip
anlamıştı.Ancak,o, bunun keyfiyetini bilemiyordu. Bir şeyse, bir yandan malûm,
başka bir yandansa meçhul, belirsiz olunca,
insanın bu bilgiyi tamamlamaya olan düşkünlüğü artar, noksanı ikmâl etmeye
olan arzusu kuvvetlenir. Hele bu insanın makamı büyük, gücü de genişse. İşte bu
şey, bazı yönlerden bir kötülüğe işaret etmektedir. İşte bu suretle, Cenâb-ı
Hak, kralda bu rüyanın tabirinin bilgisini tamamlama arzusunu kuvvetlendirdi; sonra da hükümdarın yanında
bulunan yorumcuları da, bu sorunun cevabınt vermekten aciz bıraktı ve Yusuf'un
bu mihnetten kurtulmasına vesile olsun diye, rüya karşısında onları adeta kör
etti.
Bil ki o topluluk
kendilerinin rüya tabiri ilmini bilmediklerini söylememişler, aksine e
demişlerdir: "Rüya tabîri ilmi iki kısımdır:
a)Düzgün ve muntazam olarak görülen rüyanın tabiri.
Böyle olursa, hayalî [ şeylerden aklî ve ruhanî gerçeklet a geçiş kolay olur.
b) Karışık ve Hüdıiaii olan rüyanın tabiri ki, bu tür
rüyalarda, belli bir düzen yoktur. Fte bu tür
,alara ' edsâz" adı verilir. O topluluk, melikin rüyasının bu
türden Wuğu ,u söylemiş ve kendilerinin
böylesi rüyaların tâbirini bilemediklerini ifâde sterdir. Sanki onlar şöyle
demişlerdir: "Bu, pek çok şeyin birbirine karıştığı bir
üyadır. Böyle olan
rüyaları yorumlayamayız ve bizim aklımız ona yetmez." Onların sözünde bu
ilimde ilerleyip rüsûh sahibi olmuş kimselerin, böyle rüyaları tabir deöiteceğine bir işaret vardır. İşte onlar
böyle söylerler iken o saki, Hz. Yusuf as )'un hadisesini hatırlamış. Çünkü o,
Hz. Yûsuf'un bu ilimde rusûh sahibi olduğuna yordu.
[145]
(Zlndandaht) iki
(arkadaşları) Kuılulaıu, niv«
«umun auııru lıatırladı
ve ded) ki: "Ben size onun
tabirini (yorumunu) haber vereyim. Beni gönderin." (Zindana gidip):
"Yûsuf, ey doğru sözlü (adam)l Kendisini yedi zayıf ineğin yediği yedi
semiz inek ile yedi yeşil ve yedi kuru başak hakkında bize bir
yorum yap. Ümid ederim
ki insanlara dönerim ve belki onlar anlarlar" dedi"
(Yûsuf, 45-46).
Bil ki kral, o
topluluktan rüyasının yorumunu sorup, onlardan hepsi de cevap veremeyeceklerini
söyleyince, o şarap sakisi, "Hapiste, ilmi ve itaati çok, saiih ve fazıl
birisi var. Ben ve ekmekçi ona rüyalarımızı anlattık da, o bize o rüyaların
yorumlarını yaptı. Aynen dediği gibi çıktı, hiç bir kelimesi şaşmadı. Eğer
müsaade edersen, ona gideyim ve bu rüya ile ilgili cevabı getireyim" dedi.
İşte ayetteki, "(Zindandaki) iki (arkadaştan) kurtulanı... dedi ki
(.....}" ifadesi ile bu kastedilmiştir.
[146]
Allah Teâlâ'nın j
"Nice zaman sonra hatırladı" ifâdesi hakkında diyoruz ki: jTâl
fiilinin tefsiri, (Kamer. ıs) ayetinin tefsirinde gelecektir. Keşşaf sahibi, bu
kelimenin dâl ile okunmasının, en fasih okunuş olduğunu söylemiştir. Hasan
el-Basrî'den, bu kelimenin, aynı manada, zal ile şeklinde okunduğu da rivayet
edilmiştir. Ayette geçen "ümmet" kelimesi hakktnda şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bu, çn -üi "bir zaman sonra" manasınadır.
Çünkü "ümmet" nasıl büyük bir cemaatın biraraya gelmesi ile tahakkuk
ediyor ise, "hîn" (zaman) da, pek çok günlerin biraraya gelmesi ile
tahakkuk ediyor. O halde, "hîn", bir demet gün ve saat demektir.
b)El-Eşheb el-Ukaylî, bunu hemzenin kesresi ile, Imme
şeklinde okumuştur. Bu ise, "nimet" manasına gelmektedir. Nitekim
Adiyy y*)demiştir. Buna göre ayetteki bu ifade, "Cenâb-ı Hak ona kurtuluş
nimetini in'âm ettikten sonra" manasınadır.
c) 8u kelime hâ harfi ile emeh şeklinde de okunmuştur.
"Unuttu" manasında Arapçada, denilir. Doğrusu, bunun mimin fethası
ile olmasıdır. Cfca Ubeyde bunu, mimin sükûnu ile emh şeklinde
okumuştur.Velhasıl diyebiliriz Bjndan maksad "Hz. Yusuf (a.s.)'un,
kendisine, melîkin yanında kendisinden Mfı ı un ini istediği kişi, üzerinden pek
çok zaman geçtikten sonra bunu hatırladı" manasıdır, yahut da, "O
saki, meliğin yanında nimet bulduktan sonra bunu hatırladı",
■■Put da, "O, bunu unuttuktan sonra tekrar hatırladı"
manasıdır.
Buna göre eğer
"Ayetteki, "Nice zaman sonra hatırladı" tabiri, unutan şahsın •
şarap sakisi olduğuna delâlet ediyor. Siz ise, unutanın Yusuf (a.s.) olduğunu
fliytodiniz" denilir ise, biz deriz ki: İbnü'l-Enbarî şöyle demiştir:
hatırladı m haber verdi demektir. Bu, unutmanın daha önce olduğuna delâlet
etmez. Belki A o saki bunu meliğe bunun Hz. Yusuf'un hapsotmasına sebeb olan o
günahı kanatacağından ve böylece de, Hz. Yusuf'a daha çok kötülük
yapılacağından tortctuğu için söylememiştir. Unutmanın, hem Yusuf (a.s.) hem de
o saki için söz konusu olduğu da söylenebilir.
Ayetteki üjLjli ''Beni
gönderin" sözü, ya "Kral'a ve oradaki topJuluğa" yahut «t sadece
meliğe bir hitap olup, saygıdan ötürü cemi olarak getirilmiştir.
Ayetteki. ifadesinde
bir hazif vardır ve takdiri: "O gönderildi veYusuf'a gelip "Yusuf, ey
doğru sözlü (adam)" dedi" şeklindedir. Sıddîk. "sıdk"
Dğruluk)'ın mübalağa siğasıdır. Sakî, Hz. Yusuf'da hiç bir yalan görmediği
için,
j böyle nitelemiştir.
Böyle nitelemesinin, rüyasını dosdoğru tabir etmiş olmasındanbrü olduğu da
söylenmiştir ki bu, herhangi bir kimseden birşey öğrenenin, öğretene yçı
göstermesi, onun şanının yüce olduğunu gösterecek hitablarla ona konuşması
tetiğine delalet eder. Sonra o, sorusunu, meliğin kullandığı aynı lafızlarla
tekrarladı
Dunu çok güzel becerdi. Çünkü rüya tabiri, o
ilimde de bahsedildiği gibi, anlatmada tondan lafızlara göre değişir. Ayetteki
"Ümid ederim ki insanlara dönerim ve îc onlar anlarlar" ifadesi,
"Ümid ederim ki, senin fetvan (yorumun) ile insanlara r-er ve belki
böylece onlar, senin faziletini ve ilmini anlarlar" demektir. O,
"Belki n. senin fetvanı insanlara götürürüm" demiştir. Zira o, diğer
rüya tabircilerinin bu vusta birşey söyleyemediklerini gördüğü için, Hz.
Yusuf'un da buna cevap remeyeceğinden endişelenmiştir. İşte bundan ötürü
"Ümid ederim, insanlara (senin Mnı) götürebilirim" demiştir.
[147]
"(Yûsuf) dedi ki:
"Yedi sene, âdet üzere ekin ekin. Yiyeceğiniz az bir miktar müstesna,
biçtiklerinizi başağında bırakın, sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek,
(tohumluk için) saklayacağınız az bir miktar müstesna, önceden biriktirmiş
olduklarınızı yiyip götürecek. Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki,
insanlar o yılda yağmura kavuşturulacak ve o anda sıkıp sağacaklar"
(Yûsuf. 47-49).
Bil ki Hz. Yûsuf
(a.s,), bu rüyayı tabir etti ve: "Ekin ekersiniz" dedi. Bu tıpkı,
JJMJ3 "Boşanmış kadınlar (....) beklerler"(Bakara, 228)ve
"Analar emzirirler..." (Bakara, 233) ayetlerinde olduğu gibi, emir
manasında, bir haber cümlesidir. İyice kabul görüp benimsensin diye, emir
yerine haber cümlesi; haber cümlesi yerine de emir cümlesi zikredilebilir.
Böylece sanki o iş, tahakkuk etmiş de, kendisinden haber veriliyormuş gibi
olur. Bu ifadenin emir manasına olduğunun delili "(Onları) başağında
bırakın" cümlesidir.
"Deeb"
kelimesi hakkında dilciler şöyle demişlerdir:"Deeb"birşeyin aynı
minval üzere devam etmesi demektir. Bir kimse kendi işine aynt tarz üzere devam
ettiğinde "Falanca şöyle yapmaya devam ediyor" denilir. Yine birisi
yıllar boyu ekin ektiği zaman ve"deebf fiili kullanılır. Ebu Ali el-Farisi
şöyle demiştir: "Ekseri âlimler, bu kelimenin hemzenin sükûnu
ile"de'b"şeklinde olduğu görüşündedirler. Belki hemzenin fethalı
okunuşu da, başka bir lehçedir. Binâenaleyh bu tıpkı nehr veya neher, şem' veya
şema' kelimeleri gibidir. Zeccâc: "Bu kelime, "Siz, bunu âdet edindiniz"
manasında mef'ûl-ü mutfak olarak mansuptur" demiştir. Bu lafzın, hal
mahallinde gelen, bir mef'ûl-ü mutlak olup, takdirinin "Adet edinmiş
kimseler olarak, ekininizi ekersiniz" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
Buna göre manası, "Siz hasadınızı yapınca, yiyeceğiniz az bir bolümü
müstesna, hasad ettiğiniz o şeyleri başağında bırakın (depolayın). Yiyeceğiniz
kısmını harmanlayıp tanelerini çıkarın; kalan kısmı ise bozulmaması ve
Dilenmemesi için
başağında bırakın. Çünkü taneleri başağında bırakmak, onun uzun -uddet
bozulmadan kalmasını sağlar" şekünde otur.
Daha sonra "Sonra
bunun ardından yedi kurak yıl gelecek" demiştir. Şiddâd", insanlara
şiddetli ve zor gelen, çetin şeyler temektir. Onun, "(O yıllar), önceden
biriktirmiş olduklarınızı yiyip götürecek" sözü ■recâzı bir
ifadedir. Çünkü yıl yemez. Binâenaleyh o senelerde yaşayan insanların bunları
yeyişi, o senelerin yeyişi olarak ifâde edilmiştir.
"Saklayacağınız
az bir miktar müstesna" demiştir. Bu c ; n masdarı olan,
"ihsân""koruyup muhafaza etmek ve saklamak" demek olup, her
şeyi kaleye (korunacağı yere) koymak manasınadır. Nitekim "O, onu
korunacağı fere koydu" manasında * denilir. Buna göre, bu tabir
"Biriktireceğiniz, depolayacağınız az bir miktar müstesna" demektir.
Bütün bu izahlar, İbn Abbas - a.)'a aittir.
Daha sonra "Sonra
bunun ardından da bir .-' gelecek ki, insanlar o yılda yağmura
kavuşturulacak" demiştir. Müfessirler şöyle serler; İlk yedi yıl, bolluğun
ve nimetlerin çok olduğu yıllardır. İkinci yedi yıl ise, kıtlık *e yokluk
yıllarıdır ki bunlar rüyadan anlaşılmıştır. Bu son bir yılın durumuna gelince,
--kümdarın rüyasında buna işaret eden hiçbirşey yoktur. Binâenaleyh bu, vahiy
-ahsülüdür. Dolayısıyla sanki de Yûsuf (a.s.): "Bu yedi bolluk yılı ile,
yedi kıtlık . ndan sonra, hayrı ve nimetleri bol bir yıl gelecektir"
demektedir. Katade den "Hz. Yûsuf'a, bu bir sene ile ilgili bilgiyi, Allah
vahiy ile ilave etti" dediği rivayet edilmiştir.
Eğer, "Zayıf olan
ineklerin sayısı yedi olunca, bu durum kıtlık yıllarının yediden *azta
olmayacağını göstermiştir. Kıtlığın sona ermesinden sonra, bolluğun olacağı
malumdur ki, bu da rüyanın gösterdiği hususlardandır. Binâenaleyh siz niçin,
bunun vahiy ve ithamdan elde edilen bir bilgi olduğunu söylüyorsunuz?"
denilir ise, biz deriz - Farzet ki kıtlık yıllarının, yerini bolluk yıllarına
bırakması, hükümdarın rüyasından ^aşılmaktadır. Fakat bu husustaki,
"İnsanlar o yılda yağmura kavuşturulacak ve or.da (bol bol) sıkıp
sağacaklar" şeklinde ifâde edilen tafsilat, ancak vahiy ile
Denebilir."
İbnu's-Sikkît şöyle
der: "Arapça'da, bir
yere çok yağmur düştüğünde "Allah, o beldelere bol bol yağmur
yağdırdı"ve "Yer, bol yağmur
aldı" denilir. O halde, ayetteki bu ifadenin -ianası "İnsanlar bolca
yağmur alır" şeklinde olur. Bu kelimenin, Arapların, "Allah -a an
kimseyi bir bela ve sıkıntıdan kurtardı" manasında söyledikleri şeklindeki
sözlerinden alınmış olması da mümkündür. Buna göre ayetin manası insanlar o
yıl, kıtlık sıkıntısından kurtarılırlar" şeklindedir. "Onda, sıkıp
sağarlar" yani "onlar, susamı sıkar yağ çıkarır;
üzümü sıkar şarap
yapar, zeytini sıkar zeytin yağı çıkarırlar" demiştir. Bu tabir de, kıtlık
yılının tamamen geride kalıp bolluk ve nimetlerin geleceğini gösterir. Bunun,
"Hayvanların memelerini sağarlar" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu
fiil, "Onu kurtardı" manasına olan »j^ fiilinden olmak üzere şeklinde
de okunmuştur. Bunun manasının (Bulutlar yağmur yağdırdı) tabirinden olmak
üzere, "Onlara yağmur yağdırılır" manasında olduğu da söylenmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "O, sıkıcı mengene (gibi bulutlardan) şarıl şarıl su
indirdi" {Nebe, uj ayeti de bu manadadır.
[148]
"(Hükümdar) dedi
ki: "Onu bana getirin." Bunun üzerine ona haberci gelince,
"Rabbine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor.
Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" dedi.
(Hükümdar o kadınları
toplayıp onlara): "Yûsuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne
halde idiniz?" dedi. (Kadınlar): "Haşa, Allah için biz onda hiçbir
fenalık görüp bilmedik" dediler. Aziz'in karısı da şöyle dedi:
"Şimdi hak
meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istedim. O, hiç Şüphesiz doğru
söyleyenlerdendir." (Yûsuf da dedi ki:) "Bu, gıyabında ona hainlik
etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyete
erdirmeyeceğini bilmesi içindi" (YÛSUf, 50-52).
Bil ki şarap sakisi
padişaha gelip, Yûsuf (a.s.)'un yaptığı rüya tabirini arzedince, padişah bunu
çok beğendi ve "Onu bana getirin" dedi. İşte bu, itmin üstünlüğüne
delalet eder. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Yûsuf'un ilmini, onu dünyevi sıkıntılardan
kurtaracak bir sebeb kılmıştır. Binâenaleyh bu ilim, nasıl olur da, uhrevi
sıkıntılardan
yatarıcı bir sebeb
olamaz? Bunun üzerine saki, Hz. Yûsuf'un yanına döndü ve padışahın davetine
icabet et" dedi. Hz. Yûsuf (a.s.) da aleyhindeki töhmet tamamen «akıp,
suçsuzluğu açıklığa kavuşuncaya kadar hapishaneden çıkmamakta diretti.
[149]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'den: "Allah kendisini affetsin, Hz. Yûsuf'a, o zayıf ve semiz
inekler sorulduğunda, ona, onun keremine ve sabrına şaşarım. Onun yerinde
zinaydım, beni hapishaneden çıkarmalarını şart koşmadıkça, onlara o rüyayı
tabir etnezdim. Yine haberci kendisine gelip haberciye, "Rabbine
(efendine) dön " dediği mtnanki durumuna da hayret ederim. Ben onun
yerinde olsaydım, hapishanede bunca yıl bekledikten sonra, hemen bunu kabul
eder, derhal kapıya koşar ve mazur olup
olmadığımın ortaya çıkmasını beklemezdim. Çünkü o, halim ve teenniii
bir"(18} buyurduğu rivayet edilmiştir.
[150]
Bil ki Hz. Yûsuf
(a.s.) 'un gösterdiği sabır ve padişahın, Yûsuf (a.s.)'un 3l-umundan haberdar
olması için beklemesi, akıllı ve kararlı kimseye yakışan bir fcveket tarzıdır.
Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:
1) Eğer Yûsuf (a.s.), o anda çıksaydı, belki de
padişahın kalbinde o töhmete dâir Br tz kalacaktı. Ama Hz. Yûsuf, padişahtan o
hadisenin hakikatini araştırmasını taleb re -ıce, bu onun o töhmetten uzak ve
temiz olduğuna delâlet etmiştir. Binâenaleyh ; hapisten çıktıktan sonra, hiç
kimse o rezilliği ona bulaştıramaz ve bunu kullanarak -; Yûsuf'u tenkid edemez.
2) Hapishanede oniki yıl kadar kalmış olan bir insanı
padişah isteyip, hapisten ;*arılmasınt emrettiğinde, ondan beklenen ilk şey,
onun hemen çıkmaya can atnasıdır. Hz. Yûsuf (a.s.) böyle bir hareket tarzına
girmeyince, onun son derece s- ti. sabırlı ve kararlı olduğu anlaşılmış oldu
ki, bu tarz hareketi de, onun her türlü rr-netten uzak olduğuna inanılmasına ve
hakkında söylenen her şeyin bir yalan, ar iftira olduğuna hükmedilmesine bir
sebeb olmuştur.
3)
Hz. Yûsuf'un,
padişahdan, kendi durumunu o Mısırlı kadınlardan sorup öğrenmesini istemesi de,
onun son derece temiz ve namuslu olduğuna delalet eder. Çünkü o, az veya çok
böyle birşeye bulaşmış olsaydı, daha önce geçen şeylerin -a: banmasından endişe
ederdi,
4) O, sakiye, "Beni, Rabbinin (efendinin) yanında
an " dediği için (ilahi bir ceza «tarak), hapiste yıllarca kalmıştı. İşte
burada da, padişah kendisini isteyince, ona
Kenzu'l-Ummal,
11/32410. hadis.iltifat etmemiş, bu isteğini umursamam.^; ancak o, töhmetten
uzak olduğunun ortaya çıkarılması ile uğraşmıştır. Belki de onun bu tarz
hareketten maksadı, kalbinde, padişahın kendisini kabul etmesine veya
redetmesine karşı hiçbir iltifatın kalmadığını ortaya koymaktır. Binâenaleyh
onun bu hareketi, âdeta, "Efendine benden bahset" sözündeki kusuru
telafi etme gibidir. O, bunu, o sakiye hatırlatmak için de yapmıştır. Çünkü her
iki durumda da, aracı ve haberci olan o saki idi. Onun"Ellerini kesen o
kadınların zoru neydi, kendisine sor?" sözü ile ilgili iki mesele vardır:
[151]
İbn Kesir ve Kisâi,
fiili hemzesiz olarak, iLi şeklinde; diğer kıraat imamları ise, hemzeli olarak
şeklinde
okumuşlardır. Ebu
Bekr'in rivayetine göre Asım, ismi, nun'un zammesi ile, nüsve şeklinde okurken,
diğer kıraat
imamları nûn'un
kesresi ile nisve şeklinde okumuşlardır. Bu ikisi de, kullanılan birer
lehçedir.
[152]
Bil ki bu ayette bir
çok incelikler vardır:
a) Ayetin manası şöyledir: "Benim o töhmetten uzak
olduğumu anlayabilmesi için,
padişahtan, o Mısırlı kadınların durumunu araştırmasını
iste" dedi. Fakat Yûsuf (a.S:), lafız padişahın bizzat bu işi yapması
manasına gelmesin diye, padişahtan o hadiseyi araştırmayı istemekle
yetinmiştir.
b) Hz, Yûsuf (a.s.), kendisinin uzun bir müddet hapse
atılması için gayret gösteren esasında azizin karısı olduğu halde, ondan
bahsetmemiş, "(Mısırlı) kadınlar" ifadesini kullanmıştır.
c) Yûsuf'a, padişahın yanında o kötü işi isnad edenlerin
o kadınlar olduğu açıktır. Buna rağmen Hz. Yûsuf (a.s.), sırf "Ellerini
kesen o kadınların zoru neydi" ifadesi ile yetinmiş ve onlardan tafsilatlı
olarak, belli bir şekilde şikayet etmemiştir.
[153]
Daha sonra "Şüphe
yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" buyurmuştur.
Bununla şu iki mana kastedilmiş olabilir:
a) Buradaki "Rabbim" sözü ile, Alfah Teâlâ'yı
kastetmiştir. Çünkü Allah, bütün gizli saklı şeyleri bilir.
b)Bu söz ile, vezir kastedilmiştir. Hz. Yûsuf (a.s.), o
vezir kendisini eğitip büyüttüğü için, (mürebbim manasında) ona,
"Rabbim" demiştir. Bu ifâdede bu manaya göre, padişahın o kadınların
hile ve tuzaklarından haberdar olduğuna bir işaret vardır.
Bil ki o kadınların,
Hz. Yûsuf'a tuzakları şöyle olmuş olabilir:
a) Onlardan her biri, çoğu kez, Hz. Yûsuf'a arzu
duymuşlardır. Binâenaleyh hiçbiri faresine ulaşamayınca, onu tenkid etmeye ve
ona kötü şeyler isnad etmeye taftam ıslardır.
b) Belki de onların her biri, Yûsuf'u, sahibesi olan o kadının isteğine uyması unda
arzu I andırmaya çokça uğraşmışlardır. Hz. Yûsuf ise, kendisine iyilikte muş
olan efendisine karşı böylesi hıyanetin doğru olmayacağını düşünüyordu.
s, " Şüphe yok ki
benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" ifadesi ile, kadınların, Yûsuf'u bu hıyanete ne denlü
teşvik ettiklerine işaret etmiştir.
c) Hz. Yûsuf (a.s.)' u hükümdar yanında kötü göstermek
hususunda, hükümdar, d kadınlardan çeşitli hile ve tuzaklar tesbit etmişti.
İşte Hz. Yûsuf, bu ifadesiyle onu *astetmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Yûsuf (a.s.)' un bunu istediğinde, padişahın o kadınların roanmasını
emrettiğini ve onlara, "Yusuf'un nefsinden —jrad almak istediğiniz zaman
ne halde idiniz?" dediğini nakletmiştir. Bunun iki zanı vardır;
a)
Bu ifade, cemi
sîgasıyla getirilmiş ise de, bununla müfred sîga (mana) kastedilmiştir. Bu
tıpkı "Onlar öyle kimselerdir Sc. insanlar {yani o insan)
kendilerine..."(am imran, 173)ayetinde olduğu gibidir^19)
b) Bununla,
"cemî" mana kastedilmiştir. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:
1)
Onlardan her
biri, Yûsuf'un kendisinden murad almak istemişti.
2) Onlardan herbiri, vezirin karısından dolayı,
Yûsuf'dan murad almak istemişti. Ayetin lafzı, bütün bu manalara gelebilir.
İşte tam o esnada, bu istek üzerine, "onlar,"
Haşa, Allah için biz
ondan hiçbir fenalık görüp bilmedik" dediler "; bu ifade, onların,
tâa işin başında Hz. Yûsuf için söyledikleri "Sübhanellah! Bu bir beşer
değil" şeklindeki sözlerini adetâ bir te'kid gibidir.
[154]
Bil ki vezirin karısı
da, orada bulunan kadınlardan idi ve o bütün bu münakaşaların .e
soruşturmaların kendisi yüzünden olduğunu biliyordu. Artık sır perdesini
kaldırarak aoğruyu açıkça ifâde edip şimdi hak meydana çıktı! Ben, onun
nefsinden murad almak istedim. O, hiç şüphesiz doğruyu söyleyenlerdendir" dedi.
Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[155]
Burada geçen birinci
nâs kelimesi çoğul olduğu halde, maksat, bu sözü söyleyen tek kişidir Bu, o
kadının, Hz. Yûsuf (a.s.)'un her türlü günahtan ve kusurdan uzak olduğu
hususunda kesin ve açık bir şahidliğidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Hz.
Yûsuf (a.s.), "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi" diyerek Azizin
karısını nazar-ı dikkate almış, o kadının kendisinden bizzat bahsetmeden,
Mısırlı kadınları söz konusu etmiştir. Böylece o kadın, Yûsuf'un, kendisinin
hakkını gözetip, haysiyetini ayaklar altına vermeyip, işi Örtülü bırakmak
istediği için, kendisinden açıkça bahsetmediğini anlamıştır. Dolayısıyla
Yûsuf'u bu güzel ve ince hareketinden ötürü mükafaatlandırmak istemiş, bu
sebeple perdeleri kaldırmış ve bütün suçun kendisinde olduğunu, Hz. Yûsuf'un
ise herşeyden beri olduğunu itiraf etmiştir. Bir kitapta şöyle bir hadise
okumuştum: Bir kadın kocasını hakimin huzuruna çıkartıp, kocasında mihir
alacağı olduğunu iddia etmiş. Bunun üzerine hâkim, şahidlerin şahidlik
edebilmeleri için, kadının yüzünü açmasını emretmiş. Kadının kocası bunun
üzerine, "Buna hacet yok. Çünkü onun iddiasında haklı olduğunu kabul
ediyorum" deyince, kadın da: "Sen bana böylesine ikram (ve incelik) gösterdiğine
göre, herkes şâhid olsun ki ben de, üzerinde olan bütün haklarımı
bağışladım" demiştir.
[156]
Dilciler, tabirinin,
"Hak ortaya çıktı, gerçek zahir oldu ve kesin olarak anlaşıldı"
manasına geldiğini - söylemişlerdir.
Bu, Arapların, "Deve bir yere çöküp iyice yerleşti" manasında
söyledikleri deyiminden alınmıştır.
Zeccâc ise, bunun "hisse" manasındaki kelimeden iştikak ettiğini ve
Arapça'da darb-ı mesel olarak Hak pay (taraf), batıl paydan (taraftan)
ayrıldı" denildiğini söylemiştir.
[157]
Alimler, "Bu,
gıyabında ona hainlik etmediğimi (....) bilmesi içindir" sözünün kime âit
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta birtakım görüşler vardır:
Birinci Görüş: Ekseri âlimlerin görüşüne göre, bu Hz. Yûsuf
(a.s.)'un sözüdür. Ferrâ şöyle demiştir: "Hakkında kartne (ipucu)
bulunduğu zaman, bir insanın sözünün peşine bir başkasının sözünün
getirilmesinde bir sakınca yoktur. Bunun misali, Hak Teâlâ'nın "Şüphesiz
ki hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman orasını perişan ederler.
Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar" (Nemi. 34) ayetidir. Bu
söz, Belkîs'e aittir. Bunun peşinden Cenâb-ı Hak, "Bunlar da böyle
yapacaklardır" buyurmuştur. Yine bunun bir diğer misali şu ayettir:
"Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, hiç şüphe olmayan bir günde insanları
toplayacak olansın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz" (am imran, 9).
Buradaki birinci cümle, duâ edenlere aittir, ikincisi Allah'ın sözüdür. Bu
görüşle ilgili, birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Zâlike (Bu, o) kelimesi ile, gaib olana işaret
edilir. Burada ise, mevcut ve hazır olan hadiseye işaret edilmiştir?
Cevap: Biz bunu (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde
cevaplamıştık. Bu işaret zamirinin, Hz. Yûsuf'un, "haberciyi geri
göndermesi" işine bir işaret olduğu da söylenmiştir. Buna göre, Hz. Yûsuf
sanki, "Haberciyi geri gönderme işim, padişahın, gıyabında ona hainlik
etmediğini bilmesi içindir" demiştir.
İkinci Soru: Hz. Yûsuf (a.s.) bu sözü ne zaman söylemiştir?
Cevap: Atâ, İbn Abbas(r.a)'ın "Hz. Yûsuf (a.s.)
padişahın yanına girince, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi biimesi
içindir" demiştir. Hz. Yûsuf bu sözü Dadişahın şanının yüceliğini
göstermek için (ona diye) gâib sîgasıyla söylemiştir" rediğini rivayet
etmiştir. Halbuki daha uygunu, Hz. Yûsuf'un bu sözü, haberci «endisine tekrar
geldiğinde söylemiş olmasıdır. Çünkü padişahın huzurunda böyle sez söylenmesi,
âdaba aykırıdır.
Üçüncü Soru: Bu hainlik, azize karşı söz konusudur. O halde Hz.
Yûsuf niçin, "Su. gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir"
demiştir?
Cevap: Bundan muradın, "Azize gıyabında hainlik
etmediğimi padişahın bilmesi ena-f" manasında olduğu söylendiği gibi,
"Bir kimse, padişahın vezirine hainlik, bazı bakımlardan sanki bizzat
padişaha hainlik etmiş gibi olur" manasında ileri sürülmüştür. Yine bunun,
"saki Hz. Yûsuf hapiste iken onun yanına iva^nda, Yûsuf (a.s.): "Bu,
Aziz'in gıyabında kendisine hainlik etmediğimi bilmesi çardır"
demiştir" manasında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Hz. Yûsuf (a.s.) i,
"Ve Allah'ın hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyyete erdirmeyeceğini
içindir" diye tamamlamıştır. Belki de bu, "Eğer ben hâin olsaydım,
Allah beni fiflûğüm durumdan kurtarmazdı. O beni, bundan kurtardığına göre,
benim onların mma ettiği şeylerden uzak olduğum ortaya çıkmıştır"
manasınadır.
kinci Görüş: Bu ifade,
azizin karısına âit olup, ayetin manası "O, her nekadar . ben onun üstüne
suçu attıysam da, o burada değil iken, onun üzerine suçu atamam" şeklinde
olur ki bu, "O, hapiste iken onun hakkında doğrunun ftjraa birşey
söyleyemem" demektir. Daha sonra o kadın, gerçeği iyice te'kit etmek Allah
da, hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyyete erdirmez" demiştir. Bu,
"Bw böyle bir tuzak ve hileye teşebbüs edince, rezil ve rüsvay oldum.
Yûsuf ise, fe* günahtan uzak ve temiz olduğu için, haliyle, Allah Teâlâ, onun
bundan ben ortaya çıkardı" demektir. Bu görüşte olanlar şöyle derler:
"Bunun delili şudur:" Hz. Yûsuf (a.s.) o mecliste, kadın ''Şimdi hak
meydana ptc Ben onun nefsinden murad almak istedim. O sadıklardandır"
deyinceye kadar Binâenaleyh bu esnada Hz. Yûsuf (a.s.), "Bu, gıyabında ona
hainlik etmediğimi biimesi içindir" diyebilmesi için, Hz. Yûsuf'un o
mecliste bulunmayıp, aksine bu hususta habercinin o meclisten tekrar
hapishaneye yanına gelmesine ve bu sözü kendisine nakletmesine ihtiyaç duyulur.
Buna göre, daha sonra Yûsuf (a.s.), yeni bir söz olarak, "Bu, gıyabında
ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" demiş olmalıdır. Halbuki bu iki
farklı sözün arasında, böyle bir ilgi, ne nesirde, ne de şiirde bulunmaz.
Binâenaleyh biz bunun da, kadının sözü cümlesinden olduğunu ânlarız.
[158]
Bu ayet, Hz. Yûsuf
(a.s.)'un o günahtan beri ve uzak olduğuna, pek çok yönden delildir:
a) Padişah, ona haberci gönderip, onu yanına
istediğinde, eğer Hz. Yûsuf (a.s.), o kötü fiilin töhmeti altında olmuş olsa ve
gerçekten kendisinden bir suç sâdır olmuş, o fuhşu yapmış olsaydı, örf ve âdet
itibariyle, Yûsuf'un, hükümdardan o hadiseyi tahkik ettirme talebinde bulunması
imkansız olurdu. Zira bu, onun, kendi kendisini rüsvay etmesi,gizli ve
küllenmiş, unutulmuş ayıplarını yenilemesi olurdu. Halbuki, aklı olan, böyle
bir şey yapmaz. Farzet ki, bazıları Hz. Yûsuf'un masumluğu veya nübüvveti
hususunda şüphe etsinler. Fakat onun akıllı olduğunda şüphe eden çıkmamıştır.
Akıllı olanın da, kendi kendisini rezil-ü rüsvay etmek ve düşmanlarını, ayıp ve
kusurunu iyice ortaya çıkarmaya sevketmeye gayret göstermesi imkansızdır.
b) Mısırlı kadınlar, tâ baştan "Hâşâ, Sübhanellah!.
Bu, bir beşer değil. Bu, çok şerefli bir melekten başka birşey değil"
(Yûsuf, aı> diyerek, onun temiz ve nezih olduğuna şehâdet etmişlerdi. Bu
defa da, "Hâşâ, Allah için, biz onda hiçbir fenalık görüp bilmedik"
diyerek, onun lehine şâhidlik etmişlerdir.
c) Azizin karısı da, "Andederim, onun nefsinden
murad almak istedim de o namuskârhk gösterdi"(Yûsuf, 32) diyerek, tâ ilk
başta; ikinci olarak da bu ayette onun namuslu olduğunu beyan etmiştir.
Bil ki
bu ayet, Hz.
Yûsuf (a.s.)'un temiz
olduğunu birkaç bakımdan göstermektedir:
1)
Kadın
"Ben, onun nefsinden murad almak istedim" demiştir.
2) Kadın, "O, hiç şüphesiz doğru
söyleyenlerdendir" demiştir. Bu, Hz. Yusuf'un, "O, kendisi benden
murad almak istedi" (yûsui, 26» şeklindeki sözünde doğru söylediğine
işarettir.
3) Hz. Yûsuf (a.s.), "Bu, gıyabında ona hainlik
etmediğimi (...) bilmesi içindir" demiştir. "Haşviyye",
"Yûsuf (a.s.) bu sözü söyleyince, Cebrail (a.s.)'in ona, "Bu işe
iyice kastedip, niyetlendiğinde de mi?" dediğini rivayet etmişlerdir. Bu,
onların o pis rivayetlerindendir. Bu rivayet itimad edilen hiçbir kitapta
doğrulanmamıştır. Bilakis onlar Kur'ân'ın zahirî manasını tahrif etmek
çabasıyla bunu uydurup araya sokuşturmuşlardır.
4) Hz. Yûsuf (a.s.), "Allah, hainlik edenlerin
hilesini kesinlikle muvaffakiyete erdirmez" demiştir. Bu "Hainlik
edenler, mutlaka rezil-ü rüsvay edilirler. Eğer ben nâin olsaydım, benim de
Allah tarafından rezil rüsvay edilmem gerekirdi. Rüsvay edilmediğime ve Allah
beni bu düştüğüm durumdan kurtardığına göre, evet bütün Dunlar, benim
hâinlerden olmadığıma delalet eder" demektir.
Burada, hepsinden daha
güçlü, şöyle değişik bir izah daha yapılabilir: Bu vakitte, o hadise tamamen
bitip gitmiş, o sıkıntı sona ermişti. Dolayısıyla Hz. Yûsuf (a.s.)'un,
kendisinin böyle büyük bir hıyanette bulunduğunu bile bile, "Bu, onun
benim hıyanet etmediğimi bilmesi içindir" diyebilmesi, faydasız yere
yapılmış en büyük bir utanmazlığa ve yalana yönelmek olmuş olur. Binâenaleyh
boş yere, böylesi yüzsüzlüğe yönelmek hiçbir akıllıya yakışmaz. O halde,
akıllıların efendisi ve asfiyftnın • seçkin kimselerin) imamı ve önderi olan
bir kimseye isnad edilmesi nasıl uygun düşebilir? Böylece, bu ayetin cahillerin
ve Haşviyye'nin, Hz. Yusuf (a.s.) hakkında söyledikleri sözlerden onun uzak ve
berî olduğuna delâlet ettiği sabit olur.
[159]
"(Bununla
beraber) ben, nefsimi tebrie etmem.Çünkü nefis, olanca şiddetiyle kötülüğü
emredendir. Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna. Çünkü Rabbim gafur ve
rahimdir" (Yûsuf. 53).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[160]
Bil ki bu ayetin
tefsiri, kendinden önceki ayetin tefsirindeki değişik manalara göre değişir.
Çünkü biz eğer o sözün Hz, Yûsuf'a âit olduğunu söyler isek, bu ifâde de ona
âit olmuş olur. Yok eğer onun, kadının sözünün devamı olduğunu kabul edersek,
bu ifâde de kadının sözünün devamı olmuş olur. Biz ayeti her iki ihtimale göre
de tefsir ederiz. Bu sözün, Hz. Yûsuf (a.s.)'a ait olduğunu söylememiz halinde,
Haşviyye buna tutunarak şöyle der: "Yûsuf (a.s.), "Bu, gıyabında ona
hainlik etmediğimi (...) bilmesi içindir" (Yûsuf, 52) dediğinde, Cebrail
(a.s.) ona "Kuşağını çözmeye niyetlendiğinde de mi?" deyince Hz.
Yûsuf, "Ben, nefsimi kötülükten yani zinadan tebrie etmem (yani uzak
olduğumu söylemem). Çünkü nefis, Allah'ın koruyup rahmet ettikleri müstesna,
olanca şiddeti ile kötülüğü, yani zinayı emreder. Çünkü Rabbim, kötülüğe
niyetlenişimi bağışlayan, onu yaptığım takdirde de, bana tevbeyi nasib
edendir" demiştir."
[161]
Bil ki Haşviyye'nin bu
iddiası tutarsızdır. Çünkü biz, önceki ayetin, Hz. Yûsuf (a.s.)'un o günahtan
uzak ve berî olduğuna kesin kes delâlet eden bir delil olduğunu açıklamıştık.
Ancak geriye, "O halde sizin bu ayet karşısında cevabınız ne
olacaktır?" sorusu kalır. Buna karşı deriz ki: Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
Birinci İzah: Hz. Yûsuf (a.s.), "Bu, gıyabında ona hainlik
etmediğimi bilmesi içindir" deyince, bu söz adetâ, kendisini medhetmesi ve
tezkiye etmesi gibi olmuştur. Halbuki Allah Teâlâ, "Nefsinizi tezkiye
etmeyin, temize çıkarmayın" (Necm. 32) buyurmuştur. Bundan dolayı Hz.
Yûsuf, "(Bununla beraber), ben nefsimi tebrie etmem" diye, bir
istidrâk yapmıştır. Buna göre ayetin manası, "Ben, nefsimi tezkiye etmem.
Çünkü nefis, alabildiğine kötülüğü emreden, kötülüğe çok meyyal olan ve
günahlara arzu duyandır" şeklindedir.
İkinci İzah: Ayet,
kesinlikle Haşviyye'nin ileri sürdüğü hiçbirşeye delâlet etmez. Çünkü Hz. Yûsuf
(a.s.), "Gıyabında ona hainlik etmediğimi" deyince, bu hainliğin,
nefsinin arzu duymayışı, tabiatının meyletmeyişi manasında olmayıp, nefsin
olanca şiddeti ile kötülüğü emreden; insan karekterinin lezzetli olan şeylere
karşı arzu duyulan bir özelliği olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh o bu sözü
ile, hainlik etmeyişinin, isteksizlik yüzünden değil, Allah korkusundan dolayı
olduğunu ifade Rtmiştir.
Fakat biz bu sözün, o
kadının sözünün devamı olduğunu söylersek, buna göre de şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu, "Ben, nefsimi Yûsuf'tan murad alma konusunda
tebrie-tezkiye etmem" demektir. Bu sözün maksadı, Hz. Yûsuf'u, "O,
kendisi benden murad almak istedi" şeklindeki sözünde doğrulamaktır.
b) O kadın, "Bu, gıyabında ona hainlik
etmediğimi... bilmesi içindir" deyince, (Bununla beraber) ben, nefsimi
(tamamen hainlikten) tebrie edemem (uzak olduğunu söyleyemem). Çünkü ben o
günahı ona iftira ile atıp, "zevcene kötülük etmek isteyenin cezası
zindana atılmaktan, yahud acıklı bir azabtan başka ne olabilir" (Yûsuf,
25) dediğimde ve böylece onu hapse düşürdüğümde, ona hıyanet ettim"
demiştir. Binâenaleyh o bu surette, olup bitenlere karşı bir özür beyân etmek
istemiştir.
Eğer, "Bu sözün
Yûsuf (a.s.)'a âit olduğunu mu, yoksa kadına âit olduğunu mu söylemek daha
uygundur?" denilirse, biz deriz ki: Bunun Yûsuf (a.s.)'a âit olduğunu
^ytemek daha müşkildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Azizin karısı da şöyle
dedi: *Şmdi hak meydana çıkti" şeklindeki sözü, başt-sonu birbirine uygun
bir sözdür. 5 -âenaleyh, her iki söz ile her iki meclisin arasına pek çok
fasıla girdiği halde, bu •özün bir kısmının Yûsuf'a, bir kısmının kadına âit
olduğunu söylemek, uzak bir -TTialdir. Bu sözün kadına âit olduğunu söylemek de
müşkildir. Zira, "Ben, nefsimi •eörie etmem. Çünkü nefis, olanca
şiddetiyle kötülüğü emredendir. Ancak llabbimin esirgemiş bulunduğu
müstesna" sözü, ancak günahtan sakınması ->jmkün olan kimseden sadır
olursa, güzel ve yerinde olur. Hem sonra bunu söyleyen «..şi. nefsini kırmak
için böyle söylemiştir. Bu durum ise, bütün gayretini o günaha aarfeden azizin
karısına uygun değildir.
[162]
Alimler,
"Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" buyruğundaki mâ edatının men
manasına olup,
takdirin,
"Rabbimin esirgemiş bulunduğu kimse müstesna" şeklinde olduğunu; mâ
ile men edatlarının birbirleri yerine «_ anılabildiğini; (Nisa,3)ve (Nur,45)
ayetlerinde de böyle olduğunu söylemişlerdir.
Ayetteki bu ifadenin,
istisna-ı muttasıl veya munkatî olduğu hususunda iki izah .ap-lmıştır:
a)
8u, isisnâ-ı
muttasıldır. Buna göre, ayet şu iki şekilde izah edilir:
1) Bu ifâde, "Rabbimin, melekleri koruduğu gibi
koruduğu kimseler müstesna" -arasındadır.
2) Bu, "Rabbimin merhamet edip, koruduğu vakitler
müstesna yani nefis, Allah «rafından korunduğu bu vakitler müstesna, her
zaman alabildiğine kötülüğü erreder" demektir.
b)Bu istisna, istisna-ı munkatî otup, "Lakin
Rabbimin rahmet edişi, insan: *-rJİükten
uzak tutar"
manasındadır. Nitekim
"Onlar kurtarılmazlar,
Lakin *^r.mızdan bir rahmet vaki olmuştur" (Yasin, 43-44) ayeti de
böyledir.
[163]
Üçüncü Mesele
Feylesoflar,
"kötülükleri alabildiğine emreden nefs"in ne olduğu hususunda,
değişik görüşler belirtmişlerdir.alimler şöyle demişlerdir:
"İnsandaki nefis tek şey olup, pek çok sıfatı ve hali vardır. Binâenaleyh
o nefis, anî âleme meylettiğinde "nefs-i mutmainne"; şehvet ve gazaba
yöneldiğinde ise, efs-i emmâre" (kötülüğü emreden nefis) otmuş olur. Ona
nefs-i emmâre denmesi,Dalağa içindir. Bunun sebebi şudur: Nefis ilk başta maddi
şeylere alışır, onlarda -rşianır ve onlara adetâ aşık olur. Fakat mücerred
(manevi) âlemi anlayıp, ona
meyletmesi, bir nefis
için nâdir şeylerdendir. Binâenaleyh o nefis için maddi âlemden bu sıyrılış ve
inkişâf, ömrü boyunca çok ender vakitlerde olur. Genel olan durum, nefsin maddî
aleme meyletmesi olup, manevî âleme yükselmeye temayülü de nâdir olunca, pek
yerinde olarak, bu nefiy için, "kötülükleri, olanca şiddetiyle emreden
nefis" denilmiştir."
Bazı kimseler de,
"nefs-i mutmainne"nin, nefs-i akliyye-i nutkiyye olduğunu
söylemişler, şehvetli ve gazablı nefislerin îse, akıllı nefislerden başka
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuda gerçekle ilgili sözümüz, akliyyât
kitablarında ele alınmıştır.
[164]
Alimlerimiz, taat ve
imanın ancak Allah'dan olabileceği nususunda,
ayetteki "Ancak Rabbimin
esirgemiş
buİundudğu
müstesna" ifâdesini delil getirerek şöyle demişlerdir: Ayet, nefsin
kötülüklerden ancak Allah'ın rahmeti sayesinde uzaklaşabileceğine delâlet
etmektedir. Ayetin lafzı, her ne zaman o rahmet tahakkuk ederse, o vazgeçmenin
de tahakkuk edeceğini göstermektedir. Binâenaleyh, biz diyoruz ki, bu ayette
bulunan "rahmet" sözünü, Kâdî'nin dediği gibi, akıl, kudret ve lütuf
fiilleri vermek manasına tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü bütün bunlar,
kâfirle mü'min arasında müşterek olan hususlardır. Binâenaleyh, ayetteki
"rahmet" kelimesini, başka bir şey ile yorumlamak gerekir ki bu da,
"taâta götüren sebebi, ma'siyete sevkeden sebebe tercih etmektir."
Biz bunu, kesin aklî delil ile de ispatlamıştık. İşte bu durumda maksat elde
edilmiş olur.
[165]
"Hükümdar:
"Getirin onu bana! dedi. Onu
kendime has bir (müsteşar) edineyim'.' Onunla konuşunca da şöyle dedi:
"Sen bu günden itibaren bizim nezdimızde mühim bir mevki sahibisin. Emin
(bir müsteşar)sın." (Yûsuf):
"Beni memleketin
hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün
tasarruf şekillerini de) bilenim" dedi (YÛSUf, 54-55>.
Ayetle iliği birkaç mesele vardır.
[166]
Alimler, ayette geçen
hükümdarın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
bazıları onun, azizolduğunu söylerlerken, bazıları da "Hayır, o en büyük
melik >an Reyyân'dır" demişlerdir ki, bu görüş şu iki sebepten dolayt
kabule daha fazla sayandır:
1) Yûsuf (a.s.)'un, "Beni memleketin hazineleri
üzerine memur ef'sözû, buna delâlet etmektedir.
2)Hükümdarın "Onu kendime has bir (müsteşar)
edineyim" şeklindeki sözü, Yûsuf'un daha önce meliğin yanında, ona âit
olmadığına delâlet eder. Daha önce Yûsuf (a.s.) Azizin emrindeydi. Böylece bu
durum ayette bahsedilen hükümdarın, en büyük melik olan Reyyân olduğuna delâlet
eder.
[167]
Alimler, Yûsuf (a.s.)
hapiste iken Cibril'in onun yanına geldiğini ve ona "Allahım, benim için
katından genişlik ve bir çıkış yolu ver ve beni, bilmediğim ve ummadığım bir
taraftan nzıklandir" dediğini, işte bundan dolayı da Allah Teâlâ'nın onun
duasını kabul eniğini ve onun hapisten kurtulması için böyle bir sebep
halkettiğini söylemişlerdir.
Sözün özü, kısaca
şudur: Hükümdarın şu sebeplerden dolayı, Yûsuf hakkındaki güveni ve itimadı çok
olmuştur:
a)
Onun ilmine
güvenmiştir. Zira, yanına toplanmış olan kâhinleri rüyayı tabir etmekten aciz
olup, Yûsuf {a.s.) da, doğruluğuna aklın şehâdet ettiği o uygun cevab* serince,
meliğin gönlü Yûsuf'a meyletmiştir.
b)
Onun, Yûsuf'un
sabrı ve sebatı hususundaki güveni artmıştır. Bu böyledir; z ra o, yıllarca
hapishanede kaldıktan sonra, metîk kendisine hapishaneden çıkma tzni verince, o
oradan çıkmak için can atmamış, aksine sabredip beklemiş ve her şeyden Önce,
kendisinin bütün töhmetlerden uzak ve berî olduğuna delâlet edecek o4an şeyin
(melik tarafından) incelenmesini istemiştir.
c) Onun çok güzel bir terbiye ve edebe sahip olduğu
hususundaki inancı artmıştır. Zira, Yûsuf {a.s.), her ne kadar maksadı azizin
karısını zikretmek idiyse de, "eüerini -esen o kadınların zoru neydi
kendilerine sor?" (Yûsuf, 50) ifadesiyle yetinmiş, en Düyük belâiar kendisine
o Azizin karısı tarafından geldiği halde ondan bahsetmemiş, sadece diğer
Mısırlı kadınların durumuna değinmiştir. İşte bu, çok hayran kılıcı bir edeb ve
terbiyenin mahsulüdür.
d) Onun, her türlü töhmetten uzak olmasıdır. Çünkü karşı
taraf, onun temizliğini, nezaketini ve suçtan berî ve uzak olduğunu kabul
etmiştir.
e)
Sucu, Yûsuf'u,
taâtlara koşma ve hapishanede bulunanlara iyilik etme hususunda, son derece
sây-ü gayret göstermece nitelemiştir.
f) O, yıllarca hapishanede kalmıştı. Bütün bunların her
biri o insan hakkında iyi niyetli olmayı gerektiren şeylerdir. Ya bunların
hepsi tek bir kimsede bir araya gelmişse! İşte bundan dolayı, hükümdarın, Yûsuf
hakkındaki hüsn-i niyyeti artmıştır. Allah, bir şeyin olmasını istediğinde o
şeyin sebeplerini bir araya getirir ve onları kuvvetlendirir.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Melik tarafından Yûsuf'un bütün bu halleri görülüp
tesbit edilince, onun Yûsuf'u kendisine müsteşar edinmek hususundaki arzusu
artmış ve bunun üzerine "Getirin onu bana! Onu kendime has bir müsteşar
edineyim!" demiştir. Rivayet olunduğuna göre elçi, Yûsuf'a "Hapishane
kirlerinden temizlen, güzel elbiseler giyin ve güzel bir görünüm arzet, kendine
çekidüzen ver! Çünkü hükümdarın yanına gideceğiz" demiş, o da hapishanenin
kapısının üzerine, "Burası, meşakkat yeri, dirilerin kabri, düşmanların
sevinç vesilesi ve dostların da tecrübe kazandığı yerdir!" şeklinde
yazmıştır. Yûsuf (a.s.), meliğin yanına girerken de "Allahım, senden,
senin hayrın vasıtasıyla onun hayrından istiyorum; ve onun şerrinden, senin
izzet ve kudretine sığınıyorum!" dedi. Daha sonra, ona selâm vererek,
İbranice ona dua etti.
"İstihlâs"
bir şeyin, ortaklık şaibelerinden kurtarılarak arındırılmasını istemek, has
kılmak demektir. Bu melik de, Yûsuf'un sırf kendi emrinde olmasını ve ondan hiç
kimsenin, kendisine ortak olmamasını istemişti. Çünkü kralların adeti, nefis ve
güzel şeylerin sadece kendilerinde bulunmasını istemektir. Binâenaleyh, kral da
Yûsuf'un, o zamanın tek insanı ve eşi bulunmaz bir kimse olduğunu anlayınca,
onun sadece kendisine has olmasını istemiştir.
Rivayet edildiğine
göre hükümdar, Yûsuf'a "Ehlim ve benimle birlikte yemek yemen hariç, senin
benim herşeyime ortak olmanı arzu ediyorum" demiş; bunun üzerine de Yûsuf
(a.s.): "Sen, benim seninle beraber yemek yememi istemez misin? Zira ben,
Yûsuf İbn Yakûb İbn İshâk ez-Zebîh İbn İbrahim el-Halit im (a.s.j"
demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onunla konuşunca da" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş
bulunmaktadır:
a) Bu, "Kral, Yûsuf ile konuşunca" demektir. Ulemâ
şöyle demiştir: "Zira, kralların meclisinde, hiç kimsenin iîk önce söze
başlaması doğru olmaz. Söze önce başlayan, daima kraldır."
b) Bu, "Yûsuf kral ile konuşunca" demektir. Şu
rivayet edilmiştir: "Yûsuf (a.s.) kralın yanına vardığında otuz yaşında idi.
Melik onu, genç bir delikanlı olarak görünce. sakiye, "Bütün sihirbaz ve
kâhinlerin bilemediği rüyanın tevilini bilen bu mudur?
Bunun üzerine saki,
"Evet!" dedi. Bunun üzerine de malik Yûsuf'a yönelerek: "Ben
rüyanın tevîlini bizzat senin ağzından şifahî olarak duymak istiyorum"
dedi. Yûsuf (a.s.) da o cevâbı şifahi olarak bir kez daha tekrarladı ve meliğin
kalbi de, o rüyanın tabirinin doğruluğuna şehâdet etti. İşte o esnada Yûsuf'a
"Sen bugünden itibaren bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin" demiştir.
Arapça'da
"Falanca falancanın yanında "mekîn"dir;
Deyyinü'l-mekânedir" denilir. "Yani, menzilesi, mevki ve makamı
aşikardır" denir. ftflekâne: Kendisinde bulunan şahsın, kendisi sayesinde
istediğini yapabilme halidir. Onun, "emîn" sözünün manası ise,
"Biz, senin emin olduğunu ve sana isnad edilen şeylerden uzak ve berî
olduğunu öğrendik, anladık" demektir.
Bil ki kralın,
"Mühim bir mevki sahibisin, eminsin" sözü, kendisine ihtiyaç
tassedılen her türlü fazilet, şeref ve şan ihtiva eden bir cümledir. Bu
böyledir, zira, mekin olabilmesi için, onun kudret ve ilim sahibi olabilmesi
gerekir. Çünkü sayesinde imkânlar elde
edilebilir. İlim sayesinde ise, ancak kendisi sayesinde edilebilecek olan haytr
fulleri elde edilebilir. Zira Hz. Yûsuf, neyin uygun neyin -vgun olmadığını
bilmeseydi, uygun olanların yapılmasını; uygun olmayanların da fBprtmamasmı
hassaten belirterek söyleyemezdi. Böylece onun, mekin olmasının, ludreti ve
ilmi sayesinde olduğu sabit olmuş olur.
Onun emîn olmasına
gelince: Bu, Yûsuf'un, herhangi bir işi arzusuna göre değil, sam aksine o işi
hikmetin muktezasına göre yapan bir hakîm kimse olması demektir.
şöylece Yûsuf (a.s.)1
un mekîn ve emîn olmasının, O'nun, kadir olduğuna, hayır, şer, fesat ve salâh
yerlerini bildiğine ve bir işi, arzusuna ve isteğine göre değil, hikmetin
rictezâsına göre yaptığına delâlet etmiş olur. Böyle olan herkesten, kötülük ve
hafiflik tatilinden olan fiillerin sâdır olması imkansız olur. İşte bundan
dolayı Mu'tezi le, Allah "eâiâ'nın kabîh olan şeyleri yapmayacağını isbât
etmeye uğraşırken şöyle demiştir: "Allah Teâlâ kabîh olan şeyleri yapmaz.
Zira O, kabîh olanın "kubh"unu bilendir; O, kendisinin o kabîhi
yapmaktan müstağni olduğunu da bilendir. Böyle olan herkes, «aoîh olanı
yapmaz." Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "O, ancak kadir
olduğu *e cehaletten münezzeh olduğunda kabîh olanı yapmaktan müstağni olurl'
Böylece, inçliğin, Yûsuf (a.s.)' u "mekîn ve emin" diyevasfetmesinin,
bu konuda söylenilmesi olan şeylerin
zirvesi olduğu sabit olmuş olur.
[168]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, işte o esnada, Yûsuf (a.s.)1 un "Beni memleketin hazineleri üzerine
memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün tasarruf
şekillerini de), bilenim" dediğini "akletmiştir. Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[169]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Yûsuf (a.s.) hükümdarın rüyasını, onun huzurunda tabir edip
açıklayınca, melik ona: "Ey dost, ne Önerirsin?" demiş, bunun üzerine
Yûsuf
(a.s.) da "Bolluk
olacak yıllarda, çokça ekin ektirmeni, depolar yaptırmanı ve orada yiyecekler
depolamanı öneririm. O kıtlık yıllan geldiğinde araziden elde ettiğimiz bu
geliri satarız. İşte bu yolla da, çok büyük bir mal elde edilmiş olur"
dedi. Bunun üzerine melik "Bu işi kim yüklenecek?" deyince de Yûsuf
(a.s.) "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) er" demiştir ki,
bu, "Mısır topraklarının hazineleri üzerine" demektir. Ahd ifâde
etsin diye "ard" kelimesinin başına eliflâm getirilmiştir. İbn Abbas
(r.a.), Hz. Peygamber'in tou ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet
etmiştir;
"Allah, kardeşim
Yûsuf'a merhamet etsin. Şayet o: "Beni memleketin hazineleri üzerine
(memur) et" demeseydi, o padişah onu, hemen o anda o işle görevlendirirdi.
Ancak ne var ki o, bunu deyince, o bu vazifeyi ona vermeyi bir sene
geciktirdi."
Ben derim ki bu,
şaşılacak şeylerdendir. Zira Yûsuf (a.s.) hapishaneden çıkmak istemeyince,
Allah bunu, ona en güzel bir biçimde kolaylaştırdı. Ama, hemen görev almaya
koşunca, Allah onun bu gayesini gerçekleştirmesini tehir etti. İşte bu, şahsi
tasarrufu terkedip, işleri tamamen Allah'a bırakmanın daha evlâ olacağına
delâlet eder.
[170]
Birisi şöyle
diyebilir: Hz. Peygamber (s.a.s.), Abdurrahman İbn Semure'ye: "İdarecilik
isteme" derken, Yûsuf (a.s.) niçin Hz. Yûsuf'un Göreve Talip Olması idarecilik taleb etmiştir? Hem Yûsuf
(a.s.), kâfir bir kraldan
idarecilik talebinde
bulunmuştur? Yine o, niçin bir müddet sabretmemiş, hemen o anda idarecilik
talebindeki arzusunu ortaya koymuştur? Hem yine o, niçin bu hareketi bir tür
töhmet doğurmasına rağmen, hemen ilk başta
Buna göre biz diyoruz
ki: Bu soruların cevabı hususundaki temel kaide şöyle denilmesidir: İnsanların
işleri hususunda tasarrufta bulunmak, Hz. Yûsuf'a vacip idi. Binâenaleyh, onun,
hangi biçimde olursa olsun, bu işe teşebbüste bulunması caiz di. Biz, şu
sebeplerden dolayı, insanların işleri hususunda tasarrufta bulunması, çalışması
vâcibtir dedik.
a) O, insanlara, Allah katından gönderilmiş hak bir
peygamber idi. Peygamberin, imkânlar ölçüsünde, ümmetinin menfaatlerini
gözetmesi, kendisine vâcibtir.
b) Yûsuf (a.s.), bir kıtlığın ve çoğu kez kitlelerin
ölümüne sebep olacak o darlığın -neydana geleceğini vahiyle öğrenmişti. Belki
de Cenâb-ı Hak, Hz. Yûsuf'a bu -jsusta tedbir almasını, o kıtlığı, kendisi
sayesinde halka az zararının dokunacak okluğu bir metod uygulamasını
emretmişti.
c)
Hakedenlere
faydalan ulaştırmak, zararları da defetmek hususunda gayret sarfetmek,
akıllarca da güzel kabul edilir bir husustur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Yûsuf (a.s.) işte bütün bu yönlerden halkın
menfaatine olan şeyleri görüp gözetmekle mükellef idi. Onun, halkın
menfaatlerine olan şeyleri görüp gözetmesi ise, ancak bu yolla mümkün
idi.Vacibin, kendisiyle tamamlandığı şey de vâcibtir. Binâenaleyh, işte bu
tavrı takınma, Yûsuf'a vacip idi. Bu vâcib olunca, bu husustaki bütün sorular
külliyyen vacib olur.
[171]
Hz. Yûsuf'un
"inşaallah" dememesi meselesine gelince, Vahidî şöyle demiştir: Bu,
bir cezayı iktiza eden bir hata olmuştur. Bu ceza da, Allah Teâfâ'nın Hz.
Yûsuf'un o maksadını, bir sene müddetle ertelemesidir." Ben de derim ki:
Belki de bunun sebebi şudur: Şayet Yûsuf (a.s.) böyle bir istisnada bulunsaydı,
melik, Yûsuf'un bunu, Kendisinin bu menfaatleri gerektiği gibi, zabt ü rabt
altına alamıyacağını bildiği için söylediğine inanacaktı. İşte bundan dolayı
Yûsuf (a.s.) inşaallah dememiştir.
[172]
Yûsuf'un kendi kendini
methetmesine gelince, buna birkaç yönden cevap verebiliriz:
a) Biz, Yûsuf (a.s.)' un kendisini methettiğini kabul
edemeyiz. Ancak ne var ki Yûsuf (a.s.), kendisinin bu gayeyi tahakkuk ettirme
hususunda faydalı olan bu iki vasfın kendisinde bulunduğunu beyân etmiştir. Bu
iki şey birbirinden farklıdır. Belki de, Yûsuf (a.s.) o zann-ı galibine göre,
bu vasıfları zikretme ihtiyacını hissetmiştir. Zira hükümdar, her ne kadar onun
dini tümlerdeki mükemmeliyetini biliyor idiyse de, Yûsuf'un bu işi de hakkıyla
yerine getirebileceğini bilmiyordu.
Sonra, biz şöyle de
diyebiliriz: Farzet ki, kendini methetmiştir. Ancak ne var ki, insanın
kendisini methetmesi, bu metniyle büyüklenmeyi, tefahür etmeyi ve böylece de,
hela! ofmayan şeylere ulaşmayı kasdedince mezmum ve kötü olur. Ama bu şekilde
olmayınca, biz onun haram olduğunu kabul edemeyiz. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın
"Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz" (Hecm,32)buyruğundan kastedilen,
nefsi, onun tezkiye edilmemesi kesin olarak bilindiği zaman, onu tezkiye
etmektir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin hemen peşinden,
"Muttaki olanı en iyi bilen O'c/ur"(Necm,32) buyurmasıdır. Ama insan,
kendisinin doğru ve haklı olduğunu bildiğinde, böyle bir şey yasak değildir.
Allah en iyi bilendir.
[173]
Onun kendisini,
"hafîz, alîm"şeklinde vasfetmesinin faydası nedir? şeklindeki soruya
cevap olarak da şöyle diyoruz:
Bu ifade, onun,
"Ben kendisiyle gelir ve malların elde edilmesinin mümkün olacağı bütün
tasarruf yollarını nafizim (bunları iyice kavramışım); malın nerelere
sarfedilmesinin uygun olacağı her yönü de iyice bilirim" demesi gibidir.
Nitekim, "Ben insanların faydasına olan şeylerin tamamını hafızım, iyice
kavramışım; onların bütün ihtiyaç şekillerini de alîmim, iyice bilirim"
denilmektedir. Yine, "Ben, senin bütün nimet ve ikram şekillerini iyice
kavramışım - hafîz ve, onlara tâat ve inkıyadımla mukabelede bulunmamın vacib
olduğunu da "alîm'im, iyice bilirim" denilir. Bu, isteyenlerin daha
çok misal getirmesi mümkün olan bir konudur.'İşte o ülkede Yûsuf a kudret ve
şeref verdik O. o yerin neresini dilerse, orada konaklardı. Biz rahmetimizi,
kime dilersek, ona nasıp ederiz. İyi hareket edenlerin mökâfaatını zayi
etmeyiz. İman edip de takvada devam edenlere
has olan ahiret
mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır"(Yûsuf, 56-57).
[174]
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır: ki Yûsuf (a.s.),
hükümdardan kendisini ülkenin hazineleri üzerine
memur kılmasını isteyince,
Allah,meliğin: "Ben bunuyaptım" dediğini nakletmemiş, aksine
Cenâb-ı Hak, "İşte o ülkede
Yûsuf'a kudret ve
şeref verdik" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu noktada müfessirler şöyle
demişlerdir: İfadede bir hazf olup, bunun takdiri "Hükümdar "tamam,
yaptım" dedi* şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, o ülkede
Yûsuf'a böyle bir imkân vermesi, meliğin de Yûsuf'a istediği bu hususta ona
icabet ettiğine delâlet etmektedir.
Ben diyorum ki,
müfessirlerin bu hususta yapmış oldukları bu izah güzeldir. Ancak ne var ki
burada, bundan daha güzel olan şöyle bir izah yapılabilir: Meiiğin, Yûsuf'un
isteğini kabul edip ona icabet etmesi, zahirî alemdeki bir sebeptir. Ama hakîkî
müessir ise, Cenâb-ı Hakk'ın Yûsuf'a o yerde imkân vermesinden başkası
değildir. Bu öyledir, zira o kral, Yûsuf'un isteğini kabul veya reddetmeye
muktedir idi. O halde <abul ve reddetmek hususu, meliğe eşit bir biçimde
izafe edilir. Bu eşitlik devam ettiği müddetçe, kabulün tahakkuk etmesi
imkânsız olur. Binâenaleyh, o padişahın zihninde, kabul tarafının red tarafına
ağır basması gerekirdi. Bu ağır basma işi ise, ancak Allah'ın yaratmış olduğu
bir müreccih sebebiyle olabilirdi. Allah, o müreccihi yaratıcı zaman, muhakkak
ki kabul tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh, Yûsuf'un orada bulması, kudret sahibi
olması, ancak Allah'ın, o padişahın kalbinde tahakkuk ettiği ce neticenin
meydana gelmesi kudret ile kesin sebebin toplamını yaratması o ^mustu:. İşte
bundan dolayı Allah Teâlâ, o meliğin, Yûsuf'un isteğine icabet etmesini
zikretmemiş, sadece ilahî imkân vermenin zikredilmesiyle yetinmiştir. Zira, nskîki
müessir ancak O'dur;
[175]
Rivayet olunduğuna
göre melik, Yusuf'a yönelmiş, meliklik yüzüğünü çıkarmış, bunu Yusuf'un
parmağına takmış, Hz. Yusufun Mutlu İdare Dönemi kılıcını Yusuf'un boynuna asmış ve Yusuf'a
inci ve yakut
kakmalı, altından bir
taht yaptırmıştır. Bunun üzerine Yusuf (a.s.), "Tahta gelince, o taht
sayesinde senin mülkünü kuvvetlendiririm; mühür ile senin işlerini yönetirim.
Ama, taca gelince, bu ne benim ne de benim atalarımın libâsı, giysisi değildir"
demiş ve tahta oturmuştur ve halk da kendisine itaat etmiştir. Melik o malum
kadının kocası Kıtfîr'i azletmiş, bundan sona ise Kıtfîr ölmüş ve padişah
Yusuf'u, onun karısıyla evlendirmiştir. Hz. Yusuf (gerdek gecesi) kadının
yanına girince, "Bu, senin daha önce istediğinden daha hanylı değil
midir?" demiş, ve onu bekâr bulmuştur. Böylece o kadın, Yusuf'a Efrayim ve
Mişâ adında iki çocuk doğurmuştur. Hz. Yusuf, Mısır'da adaleti vygulamış, bu
sebeple de kadın erkek, herkes onu sevmiştir. Hem o melik, hem de pek çok insan
Hz. Yusuf sayesinde müslüman olmuşlardır. Kıtlık yılında Mısırlılar, ilk sene
gümüş ve altın mukabilinde; ikinci sene, süs eşyası ve mücevherler mukabilinde;
daha sonra da, hayvan, sonra mal mülk ve akarlar mukabilinde, en sonra da
köleler mukabilinde tahıllarını satmışlardır. Böylece o onları yıllarca kcıe
oiarak kullanmıştır.. Bunun üzerine onlar "Allah'a yemin olsun ki biz, bu
melikten daha muktedir olan başka bir melik görmedik" demişler, böylece,
bütün herkes, onun kulu kölesi olmuştur. Hz. Yusuf (a.s.) bunu duyunca:
"Ben Allah'ı şahit tutuyor ve diyorum ki, ben bütün Mısır halkını
kölelikten azâd ettim ve mülklerini onlara geri verdim " demiştir. Hz.
Yusuf, diğer kimselerin de istifade edebilmesi için, tahıl talebinde bulunan
herkese bir deve yükünden daha fazlasını satmamıştır. Keşşaf sahibi, bunu bu
şekilde anlatmıştır. Doğrusunu yalnız Allah bilir.
[176]
Kezallk kelimesindeki
kaf, mekkenna fitli ile mansub olup,bu, daha önce geçmiş olan bir şeye
işarettir. Yani,
"Biz, melikin kalbini,
sevgisini ona yaklaştırmak ve onu,böylece,
hapislik gamından kurtarmamız
hususunda Yusuf'a nasıi in'am ettiysek, ona o ülkede yetki vermekle de
in'am ettik" demektir,ifadesinin manası ise, "Biz o Yusuf'u,
engelleri kaldırmak suretiyle istediği her şeye muktedir kıldık..."
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın yerin
neresini dilerse, orada konaklardı" ifadesindeki yetebevveu kelimesi hal
olmak üzere nasb mahallinde olup, takdiri,şeklindedir. Ibn Kesir, fiili,
Allah'a nisbet ederek, neşâu diye okurken,
diğer kıraat imamları
yâ ile ve bu işi Yusuf'a izafe ederek, Yeşâu şeklinde okumuşlardır. Bil ki,
Allah'ın bu buyruğu Hz. Yusuf'un, meliklik hususunda, kendisiyle hiç kimsenin
boy ölçüşemiyeceği ve hiç kimsenin karşı çıkamıyacağı, istediği ve dilediği her
şeyi tek başına yapabileceği bir mertebede bulunduğuna delâlet eder.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bunun bundan önce de böyle olduğunu tekid eden hususu da beyân buyurarak''Biz
rahmetimizi kime dilersek, ona nasîb ederiz" demiştir.Bil ki Allah Teâlâ
ilk önce, bu imkân ve kudret vermenin başkası tarafından değil. kendisi
tarafından olduğunu belirterek, "İşte, o yerde, Yusuf a kudret ve şeref
verdik" buyurmuş, daha soma da bunu ikinci kez "Biz rahmetimizi kime
dilersek ona nasîb ederiz" ifadesiyle tekid etmiştir ki, bunda iki fayda
bulunmaktadır:
Birinci Fayda: Bu, her şeyin Allah'dan olduğuna delâlet eder. Kâdî
şöyle demiştir: O saltanat, ancak Allah'ın yaptığı bazı şeylerle tamamlanınca,
o saltanatın hepsi, sanki Allah tarafından verilmiş gibi olmuştur. Kâdi'ye, şu
şekilde cevap verilir: Biz, o saltanatın bizzat kendisinin, ancak Allah
tarafından tahakkuk ettirildiğini iddia ediyoruz. Zira, Kur'ân'ın lafzı, bizim
görüşümüze delâlet etmektedir. Bahsettiğimiz kesin aklî delil de, bizim
görüşümüzü takviye etmektedir. Binâenaleyh, bu lafzı, mecazî bir manaya
hamletmek imkânsızdır.
İkinci Fayda: Bu mülk, Yûsuf'un eline, sırf ilahî meşîet ve nafiz
bir kudret ile geçmiştir. Kâdî ise: "Bu ayet Allah Teâlâ'ntn, nimetler
vermesinin, kulların maslahatının gerektirdiği bir biçimde cereyan ettiğine
delâlet eder" demiştir. .
Deriz ki: Ayet,
işlerin ilahî meşîete ve sırf ilahî kudrete bağlı olduğuna delâlet eder.
"Kulların faydasını gözetmek" kaydına gelince, ayetin lafzı buna
delâlet etmeyip, senin bizzat kendin, isteğin doğrultusunda itibâre aldığtn bir
iştir.
Daha sonra Cenab-ı Hak
hareket edenlerin mükâfaatını zayi etmeyiz" buyurmuştur. Bu böyledir, zira
ücret ve mükâfaatı zayi etmek, ya acziyyetten veya cehaletten, ya da
cimrilikten dolayı olur ki, bütün bunların hepsi Allah hakkında düşünülemeyen
şeylerdir. Öyleyse, Allah'ın, mükâfaatları zayi etmesi de imkânsız olur.
Bil ki bu, Yusuf
(a.s.)un muhsinlerden olduğuna dair Allah tarafından yapılmış olan bir
şehadettir. Binâenaleyh, Yusuf'un, o kadının dört şubesi arasına (kucağına) oturduğu,
yani onunla cinsi münasebete hazırlandığı şeklindeki iddia doğru olsaydı, o
zaman Yusuf'un, muhsinlerden olduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu.
Binâenaleyh işte bu noktada, ya Allah'ı, Yusuf'un muhsinlerden olduğuna dair
verdiği hükümde yalanlamak gerekir ki, bu, küfrün ta kendisidir; veyahut da
Haşviyye'nin rivayet ettiği o şey hususunda tekzib edilmesi gerekir ki, bu da
iman ve hakkın tâ <endisidir.
Muttakiler İçin Ahiret Mutluluğu Daha Üstündür
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İman edip de Takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaatı ise,
muhakkak ki, daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[177]
Bu ayetin tefsiri
hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Bununla "Yusuf (a.s.) bu
dünyada her
ne kadar, böylesi yüce
makam ve derecelere ulaşmış ise de, ancak ne var ki, Allah'ın ahirette onun
için hazırlamış olduğu mükafaat, daha hayırlı, daha üstün ve daha
mükemmeldir" manası kastedilmiştir. Tercih sebeplerini, biz bu kitapta
defalarca anlatmıştık. O izahların neticesi şudur: Mutlak hayır, sırf fayda
olan, devamlı olan, saygı ve tazimle içice olandır. Bu dört kayıt, ahiretle
ilgili hayırlarda mevcut olup, dünyanın hayırlarında yoktur.
[178]
İkinci Görüş: "Hayır" lafzı bazan, iki hayırdan birinin
diğerinden üstün olduğunu belirtmek için kullanılır. Nitekim "gül suyu
sudan daha iyidir (hayırlıdır)" denilir. Bazan da, kendisinden "daha
üstün olma" manası kastedilmeksizin, o işin bizzat kendisinin hayırlı
olduğunu ifâde etmek için kullanılır. Niteki Allah'tan olan bir hayırdır"
denilir. Yani, "Tirîd Allah'ın ihsanı ve lütfü ile meydana gelen
hayırlardan bir hayırdır" demektir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesini, birinci manaya göre ele alırsak, o
zaman dünya lezzetlerinin de "hayırlı olmakla" tavsif edilmiş
olmaları gerekir; yok eğer onu, ikinci manada ele alırsak, o zaman, dünya
menfaatlerinin de hayırlı olduğunun söylenilmemesi gerekir. Aksine bu belki de
sadece ahiretin hayırlarının hayır olup onun dışında kalan şeylerin abes ve boş
olduğunu ifâde eder.
[179]
Cenâb-ı Hakk'ın, îman
edip de takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaati ise, muhakkak ki daha
hayırlıdır" buyruğunda , Yusuf (a.s.)'un durumunun açıklanmasının
kastedildiğinde şüphe bulunmamaktadır. Şu halde Yusuf (a.s.) hakkında, onun
iman edip takvada devam eden kimselerden olduğunu tasdik etmek gerekir. İşte bu
tabir, Yusuf (a.s.)'ın önceden de müttakilerden olduğunun Allah tarafından
açıkça ilan edilmesi anlamına gelir. Burada, Allah Teâlâ'mn, Yusuf hakkında
"O andoisun, ona niyyeti kurmuştu. Rabbinîn burhanını görmeseydi nerdeyse
o da ona kasdetmiş" gitmişti" (yusuf. 24) buyurduğu o zamanın
dışında, Yusuf'un (zaman olarak) içinde yine müttakilerden olduğunu açıklamaya
ihtiyaç duyulan daha önce geçmiş olan başka bir zaman söz konusu değildir.
Binâenaleyh bu, Yusuf (a.s.)'un o vakitte de, müttakilerden olduğu hususunda,
Allah tarafından yapılmış olan kesin bir şehâdet olur. Allah'ın, "İyi hareket
edenlerin mükâfaatım, zayi etmeyiz" buyruğu da, Yusuf (a.s.)'un
muhsinlerden olduğu hususunda Allah tarafından yapılmış bir şehâdettir. Hak
Teâlâ'nın "Çünkü o, (taatde) ihlasa erdirilmiş kuJIarımızdandı"
(Yûsuf. 24) buyruğu da Yusuf'un muhlis kullardan olduğu hususunda, Allah
tarafından yapılmış başka bir şehâdettir. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf
(a.s.)'un . müttakilerden, muhsinlerden ve muhlislerden olduğuna şahitlik
ettiği kesinleşmiş olur. Halbuki cahil Haşvî ise, Yusuf (a.s.)'un, hüsrana
uğramış günahkârlardan olduğunu iddia ediyor. Bunca tekidli ve muhkem ifâdelere
rağmen, Allah Teâlâ'nın sözüyle hükmetmeyenin, hüsrana uğramış olanların ta
kendilerinden olacağında hiç bir şüphe bulunmamaktadır!..
[180]
Kâdl, "Cenâb-ı
Hakk'ın "İman edip de takvada devam edenlere has olan âhiret mükâfaatı
ise, muhakkak ki,
daha hayırlıdır"
buyruğu, büyük günahlardan korunmayan kimselerin âhirette mükâfaat elde
edemeyeceğini iddia eden Mürcienin gücüsünün bâtıl olduğuna delâlet eder"
demiştir. Biz deriz ki:, zayıf bir görüştür. Çünkü buradaki "hayır"
kelimesini ism-i tafdil (daha hayırlı) manasına alırsak, muttakilerin sevabının
daha üstün olacağı manası çıkmış olur ki, bundan, başkaları için sevab olmadığı
neticesi çıkmaz. Yok eğer bu kelimeyi, "hayırlı" manasına
hamledersek, bu, o hayrın müttakiler için söz konusu olduğuna delâlet eder.
Yine bu da hayrın muttakilerin dışındaki kimseler için olmayacağını göstermez.
[181]
"Yusufun
kardeşleri gelip, oun huzuruna girdiler. O, onları tanıdı. Onlar ise, kendisini
tanımıyorlardı. Vakta ki o onların (zahire) yüklerini hazırladı. Dedi ki:
"Bana, baba bir erkek kardeşinizi de getirin. Görmüyor musunuz, tam ölçek
veriyorum. Ben misafir ağırlayanların haytrhsıyım. Eğer onu bana getirmezseniz,
artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok. (Boşuna) bana yaklaşmayın."
Onlar dediler ki: "Onu babasından istemeye çalışırız. Herhalde (bunu)
yaparız"(Yusuf. 56-61).
Bil ki, kıtlık bütün
beldeleri sarıp, Yâkub (a.s.) n beldesine de ulaşıp, onlar da geçim dariığtna
düşünce, Hz. Yakûb (a.s.) oğullarına: "Mısır'da herkese yiyecek dağıtan
sâlih bir zât var. Ona paralarınızı götürüp, ondan yiyecek şeyler alın"
dedi. Bunun üzerine onlar, on kardeş, Yusuf'a doğru yollandılar. Mısır'a gelip
onun yanına girdiler. İşte bu hadise, Hz. Yusuf'un, kardeşleri ile buluşmasına,
onlar Yusuf'u kuyuya atarlarken, Cenâb-ı Hakk'ın ona (vahiyle) bildirdiği,
"Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken (bir gün) bu işlerini
haber vereceksin"(Yusuf, tq şeklindeki haberinin doğruluğunun ortaya
çıkmasına bir sebeb gibi olmuş olur.
[182]
Hak Teâiâ, Yusuf'un
onları tanıyacağını, onların ise kesinlikle onu tanımayacaklarını haber
vermiştir. Hz. Yûsuf'un onları tanıyacağı hususu, ayetteki, "Bu işlerini
haber vereceksin" cümlesinde, onların Hz. Yusuf'un yanına gelip
gireceklerini haber vermesi ile tahakkuk etmiştir. Hem Yusuf (a.s.)'un rüyası
da, onların, bir gün yanına geleceklerine bir işaretti. İşte bu sebebten ötürü,
o bunu beklemekteydi. Binâenaleyh o uzak beldelerden, kapısına gelen herkesin,
kendi kardeşleri olup olmadığını anlamak için, durumlarını araştırıyor,
hallerini öğreniyordu. Kardeşleri Yûsuf'un kapısına geldiklerinde, onların
durumlarını da araştırınca, onların kendi kardeşleri olduğunu anladı.
[183]
Onların Hz. Yusuf'u
tanıyamamalarının sebebleri de şunlardır:
1) Yusuf (a.s.) kapıcısına, onları içeri sokmamasını
emretmiş ve onlara bir aracı ile konuşmuştur. Durum böyle olunca, onlar onu
tanıyamamışlardır. Özellikle, padişahın heybeti ve onların aşırı ihtiyaç içinde
oluşları, endişe ve korkularını artırmıştı. Bütün bunlar gerçekleştiğinde, tam
bir anlayışı sağlayacak olan mükemmel bir düşünceye manîdir.
2) Onlar onu kuyuya atarlarken, o küçük idi; halbuki
şimdi onu sakalı gürleşmiş, şekli şemaili değişmiş olarak görmüşlerdi. Zira
onlar, Hz. Yusuf'u tahtında, ipek elbiseler içinde, boynunda altın halka,
başında altın taç olarak otururken görmüşlerdir. Yine onlar, aradan uzun zaman
geçtiği için, Yusuf'un hadisesini unutmuş gitmişlerdi. İşte bu sebebten ötürü,
onu kuyuya atışlarından o zamana kadar, aradan kırk senenin geçmiş olduğu
söylenilmiştir. Bütün bu sebeblerin
herbiri, tam bir tanımanın gerçekleşmesine mani olur. Ya sebeblerin hepsi
birden bulunursa...
3)
Bu bilginin ve
tanımanın gerçekleşmesi, Allah'ın yaratması (bildirmesi) ile olmuştur.
Binâenaleyh belki de Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında
değillerken, (bir gün) bu işlerini haber vereceksin "(Yusuf. ıs) buyruğu
ile, ona haber verdiği bu işi gerçekleştirmek için, kardeşlerinin kalblerinde
bu tanıma ve hatırlama işini yaratmamıştır. Böylece bu, Hz. Yusuf (a.s.)'un
mucizelerinden olmuştur.
[184]
Cenab-ı Hak daha sonra
"Vaktakio, onların (zahire) yüklerini hazırladı" buyurmuştur. Leys
şöyle der: "Arapça'da, bir kimse bir topluluğun, yolculukta onlara lâzım
olacak şeyleri karşılamayı üzerine alıp, yüklendiğinde, denilir. gelinin çehizi
ve ölünün teçhizatı ifâdeleri de bu köktendir. Bu, bu kimselerin ihtiyaç duydukları
şeyler demektir. Basralıların bunu cîm'in kesresi ile, şeklinde kullandıklarını
da duydum." el-Ezheri şöyle demiştir.- "Bütün kurrâ, bunu cim'in
fethası ile okumuşlardır. Kesreli okunuşu güzel bir lehçe eleğidir."
Müfessirler şöyle demişlerdir: "Yusuf (a.s) onlardan herbiri için bir deve
yükledi, onları misafir ederek ikram etti ve yolculuk esnasında ihtiyaç
duyacakları herşeyi verdi, İşte ayetteki "Onların teçhizatını düzdü"
cümlesi bu manayadır.
[185]
paha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Yusuf (a.s)'un onların her türlü ihtiyaçlarını karşılayınca, onlara,
"Bana, baba bir erkek kardeşinizi de getirin" dediğini haber
verir.Bil ki, bu sözün, Yusuf (a.s.)'un o kardeşinin durumunu sorabilmek için,
mutlaka daha önce aralarında ondan bahsedilmiş olması gerekir. Alimler bu
hususta çeşitli izahlar yapmışlardır:
Birinci İzah: Yapılan izahların en güzeli olan bu izaha göre, Hz.
Yusuf'un herkese karşı tutum ve âdeti, her bir insana, ne fazfa ne eksik
olmaksızın bir deve yükü yiyecek vermekti. Yusuf'un yanma gelen kardeşleri, on
kişi idiler. Yusuf (a.s.), onlara da on deve yükü yiyecek verdi. Onlan^Bizim
ihtiyar babamız ve onunla beraber kalmış bir kardeşimiz daha var" dediler.
Babalarının çok yaşlı ve kederli olduğu için gelemediğini, o kardeşlerinin ise.
babalarına bakmak için orada kaldığını, dolayısı ile o ikisi için de, yiyecek
vermesi gerektiğini söylediler. Bunun üzerine Yusuf (a.s.) o ikisi için, iki
deve yükü daha yiyecek verdi. Onlar, bu şekilde bahsedince, Yusuf (a.s.)
"Bu. babanızın, onu sizden daha fazla sevdiğini gösterir. Hayret! Güzel,
akıllı ve edebli olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi sevmesi, size olan
sevgisinden daha çok olduğuna göre; bu, o kardeşinizin sizden hayret
uyandıracak kadar daha akılh, daha edebli, daha faziletli olduğunu gösterir.
Onu görüp tanımam için, bana getiriniz" dedi. İşte bu sebeb, uygun ve
muhtemel bir sebebtir.
İkinci İzah: Onlar,
Hz. Yûsuf (a.s.)"un yanma gelip, o da onlara yiyecek verince: "siz
kimsiniz?" diye sordu. Onlar: "Biz, Şamlılardan, çobanlık yapan bir
topluluğuz. Bize de kıtlık geldi. Bundan dolayı yiyecek almak için geldik"
dediler. Bunun üzerine, Yusuf (a.s.) "Belki de siz casus olarak
geldiniz?" deyince: "'Allah'a sığınırız. Biz Ya'kûb ismindeki, doğru,
yaşlı ve peygamber olan bir babanın oğullarıyız ve hepimiz kardeşiz"
dediler. Hz. Yûsuf (a.s.) "Kaç kardeşsiniz?" dediğinde, onlar:
"Oniki kardeştik. Birisi öldü; diğeri de, ölen kardeşinden ötürü babasına
teselli sebebi olsun diye, babası ile birlikte kaidı. Biz, on kardeş olarak sana
geldik" dediler. Hz. Yusuf (a.s.) "Birinizi yanımda rehin bırakın.
Babanızın peygamberliğini, bana anlatması için, mutlaka o baba bir kardeşinizi
bana getirin" dedi. Bunun üzerine onlar, aralarında kura çektiler.
Şem'ûn'a isabet etti. Şem'ûn, Hz. Yûsuf (a.s.) için, onların (o zaman) en iyi
düşüneni idi. Böylece Şem'un'u Hz. Yûsuf'un yanına bıraktılar.
Üçüncü İzah: Seiki de,
onlar babalarından bahsedince, Hz. Yûsuf (a.s.): "öyle ise onu niçin
yapayalnız bıraktınız?" dedi. Onlar "Hayır onu yalnız bırakmadık.
Aksine onun yanında birisi kaldı" dediler. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s.):
"Babanız, niçin onu seçti. Bir sakatlığından dolayı mı bu işi ona
verdi?" dedi. Onlar: "Hayır, aksine babamız onu, diğer evladlarından
daha çok sevdiği için seçti" dediler. Bundan dolayı Yûsuf (a.s.):
"Siz, babanızın âlim, hakim, rastgele hareket etmeyen birisi olduğunu
söylediniz. Sonra da, o kardeşinizi daha çok sevdiğini söylediğinize göre,
gördüğüm kadarı ile hepiniz de âlim, faziletli ve hakim kimseler olduğunuza göre,
o kardeşinizin fazilet ve olgunluk bakımından sizden daha üstün olması gerekir.
O kardeşinizi görmek istiyorum. Onu bana getirin" dedi.
İkinci izahı, müfessirler yapmıştır. Birinci ve üçüncü izah'da
muhtemeldir. En iyisini Allah bitir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Yusuf (a.s.)'un: ''Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum"
dediğini bildirmiştir. Bu, "Ben, tam ölçüp veriyorum, cimrilik etmiyorum.
O kardeşiniz için de size bir deve yükü fazla veriyorum "Ben, misafir
ağırlayanların en hayırhsıyım" demektir. Çünkü o, onları ağırlarken, çok
ikramlarda bulundu. Ben derim ki: Ayetteki bu ifade, müfessirlerin yaptığı
ikinci izahın zayıf olduğunu gösterir. Çünkü o izahın temeli, Hz. Yûsuf'un
onları itham etmesine ve onlara casustuk isnad etmesine dayanır. Eğer o bu sözü
onlara açıkça söylemiş olsaydı, onlara, "Görmüyor musunuz, tam Ölçek
veriyorum. Ben, misafir ağırlayanların en hayırhsıyım" demesi uygun
düşmezdi. Hem sonra, Hz. Yusuf (a.s.)'un kendisi sıddîk (dosdoğru) olduğu halde
ve onların böylesi bir suçtan uzak olduklarını bile bife: "Sizler
casussunuz" demesi, uzak bir İhtimaldir. Çünkü sıddîk olana, iftira etmek
uygun düşmez.
Daha sonra "Eğer
onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok. (Boşuna)
bana yaklaşmayın" demiştir. Bil ki Yûsuf (a.s.), onlardan o kardeşini
getirmelerini isteyince, hem teşvik, hem he tehdid üslubunu birlikte kullandı.
Teşvik onun: "Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum. Ben, misafir
ağırlayanların en hayırhsıyım" sözüdür. Tehdid ve korkutma ise, "Eğer
onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok, bana
yaklaşmayın!" sözüdür. Bu ifade, bir tehdiddir. Çünkü onlar yiyecek elde
etmeye mecbur idiler. Onu elde edebilmek de, ancak elinde yiyecek bulunan bu
kimse vasıtasıyla mümkündü. Binâenaleyh o onlara, yanma gelmeyi yasak edince,
bu son derece ileri bir tehdid ve korkutma olmuş olur.
Onlar, Hz. Yûsuf
(a.s.)'un bu sözüne karşı, "Onu babasından istemeye çalışırız. Herhalde
(bunu) yapabiliriz" dediler. Bu, "Biz, onu onun elinden almaya
çalışırız ve bunun yolunu ararız. Herhalde bunu becerebiliriz" demektir.
Bu ikinci cümlenin gayesi, te'kiddir. Bu cümlenin, "Biz, onu sana
getirebiliriz" manasına gelebileceği gibi, "Bu konuda elimizden
geleni yaparız" mânasında olması da muhtemeldir. "(Yusuf) uşaklarına:
"Sermâyelerini, yüklerinin içine koyun. Olur ki, ailelerine döndüklerinde,
bunun farkına varırlar da, belki yine dönerler" dedi. Bu suretle,
babalarına dönüp vardıkları zaman "ıEy babamız, bizden ölçek yasaklandı.
Bu sefer kardeşimizi de bizimle beraber yolla da, ölçek alalım. Biz, mutlaka
onu muhafaza ederiz" dediler. (Hz. Yâ'kub da) dedi ki: "Ben size
inanır mıyım? Ancak daha evvel onun kardeşi Yusuf'u size güvendiğim gibi olması
müstesna. Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir"
(Yusuf, 62-6d).
Bu ayetle itgiii
birkaç mesefe vardır:
[186]
Hamza, Kisâi ve Âsimin
râvisi Hafs, elif ve nûn ile, fityanihî şeklinde; diğer kıraat imamları ise,
elifsiz olarak, tâ ile, fityetihi şeklinde okumuşlardır ki, her iki şekil de
uygundur. Bu tıpkı, sıbyân ile sıbye ve ihvan ile ihve kelimelerinde olduğu
gibidir. Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir, "Fitye kelimesi, fetâ (genç,
uşak) kelimesinin çoğulu olup az sayıdaki kimseler için kullanılır. Fityân ise,
sayıca çok olan gençler hakkında kullanılır. Onun, az sayıdaki gençler
(kuşaklar) için kullanılmak üzere türetilmiş olmasının izahı şöyledir: Hz.
Yûsuf'un kardeşlerinin sermayelerini, onların yüklerinin içine koyanların
miktarları sayıca azdırlar. Çünkü bu iş, sır kabîlindendir. Şu halde, bunun,
çok sayıdaki kimseden gizli tutulması gerekirdi.
- "Fütyân"
şeklinin, sayıca çok olan grup için kullanılmasının izaht da şöyledir: Hz.
Yusuf (a.s.), "Sermâyelerini, yüklerinin içine koyun" demiştir. Bu
ifâdedeki "yükler (rihâl)" kelimesi, fazla sayıda yükü ifâde eden bir
kelimedir. Binâenaleyh bu işi yüklenenlerin de fazla sayıda kimseler olması
gerekir.
[187]
Alimlerin çoğu, Hz.
Yusuf'un kardeşlerinin sermayelerinin,yüklerinin içine konulduğunu bilmedikleri
hususunda ittifak etmişlerdir. Bazıları, onların bundan haberdar olduklarını
söylemişler ise de, bu görüş zayıttır. Çünkü Hz. Yusuf'un, "Olur ki bunun
farkına varırlar" sözü, bunun yanlış
olduğunu gösterir.
Daha sonra âlimler, Hz. Yusuf (a.s.)'un niçin, onların sermayelerinin yükleri
içine konulmasını emrettiği hususunda, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:
1) Onlar, yüklerini açtıkları ve sermâyelerini onun
içinde bulduktan zaman, bunun Hz. Yusuf'un bir ikramı ve cömertliği olduğunu
anlarlar. Böylece bu, onları tekrar Hz. Yusuf'a gitmeye ve onunla alış-veriş
yapmaya arzulu olmaya sevkeder.
2)
O, babalarının
yanında, tekrar Mısır'a gelmelerini sağlayacak bir paranın olmamasından
korkmuştur.
3)O bununla, babasına genişlik göstermek istemiştir.
Çünkü zaman, yokluk-kıtlık zamanıydı.
4) Son derece ihtiyaçları olduğu halde, babasından ve
kardeşlerinden o yiyeceğin bedelini almanın bir cimrilik ve uygun olmayan bir
davranış olacağına karar vermiştir.
5)
Ferra şunu
söylemiştir: "Onlar sermayelerini yüklerinin içinde görünce kalblerine,
kendileri nebi ve de nebilerin oğulları oldukları halde, bunu sehven denklerine
koymuş oldukları korkusu düştü. Bunun üzerine de, bunun sebebini anlamak için
tekrar geri döndüler. Ya da, malı sahibine iade etmek için geri geldiler."
6) Yusuf onlara, kendilerine hiçbir ayıp ve de minnet
altında kalma duygusu ânz olmayacak bir üslub ve yolla, ihsanda bulunmak
istemiştir.
7)
Onun maksadı,
onlartn, eziyyet veya zulmetmek için, ya da malın bedeHni arttırmak amacıyla bu
kardeşin getirilmesini istemediğini anlamalarıdır.
8)
Yusuf,
babasının, onlara ikramda bulunduğunu ve daha da fazla ihsanda bulunmayı arzulamış
olduğunu anlamasını, böylece
kardeşini yollaması ona kendisinin gelmemesini istemiştir.
9) Bu matın, bu sıkıntı ve darlık zamanında onlara bir
yardım olmasını dilemiştir. Hırsızların yol kesmesinden korktuğu için,
babalarına ulaşıncaya kadar orada gizlice kalabilmeleri amacıyla, o dirhemleri
denklerinin arasına koymuştu.
10) Yusuf (a.s.). onların şiddetli kötülüklerine aynı
yoğunlukta ihsan ve ikramla mukabelede bulunmak istemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, babalarının yanına vardıkları zaman onların, "Bu suretle babalarına
dönüp vardıkları zaman "Ey babamız < bizden ölçek yasaklandı"
dediklerini hikaye etmiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
a)
"Onlar
babalan ve onun yanındaki diğer kardeşleri için yiyecek istedikleri zaman
bundan men olundular. İşte onların, "bizden ölçek yasaklandı"
ifadesiyle buna işaret edilmiştir."
b)
Bu,
"Gelecekte onlardan ölçek men edildi, edilecek" anlamındadır. Bu da
Yusuf (a.s.)'un; "Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size
hiçbir ölçek yok" (Yusuf, eo) sözüne işaret etmektedir. Bundan muradın bu
olduğuna delil de, onların {Bu sefer) kardeşimizi de bizimle beraber yolla da,
ölçek alalım" şeklindeki sözleridir. Hamza ve Kisaî, nektel kelimesini yâ
ile yektel; diğer kıraat imamları da nun ile nektel şeklinde okumuşlardır.
Birinci kıraat, ilk görüşü kuvvetlendirirken, ikinci kıraat ise ikinci görüşü
kuvvetlendirmektedir.
Daha sonra onlar,
OjîâiUJ iî töj "Biz, mutlaka onu muhafaza ederiz" dediler. Böylece
de, onu koruyacaklarına dair ona teminat verdiler. Onlar bunu söyleyince Ya'kûb
(a.s.) şöyle dedi: "Ben size inanır mıyım? Ancak daha evvel onun kardeşi Yusuf'u
size güvendiğim gibi olması müstesna." Bunun manası şudur: "Siz bu
sözü daha önce Yusuf için de demiştiniz ve bana: "Biz onu mutlaka muhafaza
ederiz" (Yusuf, 12) diyerek, onu Koruyacağınıza dair bana teminat
vermiştiniz. Sonra burada aynı şeyi söylüyorsunuz. Orda güvendiğim gibi, burada
da mı size güveneyim?" Yani, "Nasıl o zaman güvenceniz boşa çıkmışsa,
aynı şekilde burada da boşa çıkacaktır " demektir.
Daha sonra şöyle
buyurdu: "Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en
merhametlisidir." Hamza ve Kisaî, , koruyucu olarak sizin için daha
hayırlıdır" manasında olmak .zere, temyiz ve tefsir sadedinde olarak elif
ite hâfizen şeklinde okumuşlardır. Bu Arapların tıpkı, adam olarak, onların en
hayırlısıdır" ve "Allah için; o, binici olarak çok iyidir" demeleri
gibidir. Yine bu kelimenin hâl olmak üzere hafızan şeklinde okunduğu da
söylenmiştir. Diğer kıraat marnları ise.masdarolarak elifsiz htfzan şeklinde
okumuşlardır. Yani, "Allah, korumak rakımından sizden daha
hayırlıdır"; başka bir ihtimal ile "Bünyamin'i Allah'ın Koruması,
sizin korumanızdan daha hayırlıdır" demektir. Bu ifâdeyi A'meş "Allah
en hayırlısıdır; korur gözetir, muhafaza eder" şeklinde okurken, Ebu
Hureyre (r.a.) de, bunu "Koruyucuların en hayırlısı, merhamet edenlerin en
merhametlisi" şeklinde okumuştur. Bunun manasının, "Ben, Yusuf
(a.s.)1! korumanız hususunda size güvenmiştim, ama ne olduğunu biliyorsunuz.
Şimdiyse, Bünyamîn'in korunması hususunda Allah'a tevekkül ediyorum"
şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[188]
Buna göre eğer,
"Daha önceki olayları müşahede etmiş olduğu halde, daha ni. Bünyamin'i
onlarla yolladı?" denilirse deriz ki:
Bunun birkaç sebebi
vardır:
1) Onlar büyümüşler hayra ve salaha yönelmişlerdi.
2) O, onlarla Bünyamin arasındaki kıskançlık ve kinin,
Yusuf'la aralarındaki olmadığını görüyordu.
3) Yokluk ve kıtlık, onu buna mecbur bırakmıştı,
4)
Belki de
Cenâb-ı Hak ona vahyetmiş ve onu koruyacağı ve kendisine ge döndüreceği
hususunda teminat vermişti.
Buna göre eğer:
"Allah en hayırlı koruyucudur" ifadesi, onun o zaman, Bünyamin'in
onlarla beraber gitmesine izin verdiğine delâlet eder mi?" denilirse,
deriz ki:
-
Ekser ulemâ şöyle
demiştir: "Bu, buna delâlet eder. Diğerleriyse, delâlet etmez demişlerdir.
Bu hususta iki izah şekli
bulunmaktadır: .
1)
İfâdenin
takdiri şu şekildedir: "Eğer Allah, Bünyamin'in onlarla bers çıkmasına
izin vermişse, Bünyamin onların değil, Allah'ın koruması altındadır/
2) O, Yusuf'u anınca "Allah en hayırlı
koruyucudur" dedi. Yani, Yusuf'u Çünkü o, Yusuf'un yaşadığını biliyordu.
[189]
"Metâiarını
açtıkları zaman, sermayelerini kendilerine geri gönderilmiş buldular. "Ey
babamız, dediler, daha ne istiyoruz, işte sermayemiz de bize iade edilmiş. (Biz
onunla tekrar) ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi koruru; Bir deve yükü
zahire de fazladan alırız. Bu (seferki aldığımız) az bir ölçek
Bil ki
"meta", kendisinden faydalanmanın elverişli olduğu şeylerdir; bu
kelime, her şey için kullanılan genel bir terimdir. Burada ise onunla, onların
taşımış oldukları
yiyeceğin kasdedilmesi
mümkün olduğu gibi, yine yiyecek kaplarının murad edilmiş olması da mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sermayelerini kendilerine geri gönderilmiş buldular"
buyurmuştur. Kıraat alimleri rüddet kelimesi hususunda ihtilaf ettiler. Ekseri
âlim râ'nın dammesiyle rüddet şeklinde okurken, Alkame ise, râ'nın kesresiyle
riddet şeklinde okumuştur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "İdğâm edilmiş
olan dalın kesresi, burada (Alkame'nin okuyuşunda), râ'ya nakledilmiştir. Tıpkı
q "satıldı" kelimesinde olduğu gibi." Kutrub, Arabların, bizim
sözümüz hakkında râ'yı sakin okuyan kimsenin, râ'nın kesresini dada
naklettiğini, şeklinde) söylediklerini anlatmıştır.ifadesine gelince, buradaki
mâ hakkında iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu, olumsuzluk ifâde etmektedir. Buna göre de, bu
tabir hakkında : rkaç izah şekli bulunmaktadır:
1)
Onlar, Yusuf'u
büyük kerem ve cömertlikle vasfetmişler ve: "Biz öyle bir adamın yanına
vardık ki, son derece cömert. Bize, biri öylesine ikramda bulundu ve bizi
öylesine güzel ağırladı ki, şayet o, Yakub sülalesinden olsaydı bunu
yapmazdı" demişlerdir. İşte onların, ma nebgî sözü, "Yaptığımız bu
vasıf ve nitelemeyle yalan oeşinde değiliz; olmamış olan bir şeyi de
anlatmıyoruz" anlamındadır.
2)
Bunun anlamı
şudur: "O, ikram ve izzette öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki, bundan öte
başka bir şey olamaz. Bize son derece ikramda bulunduktan sonra, bir de üstelik
sermayemizin bize geri verilmesini emretmiştir!."
3) Bunun manasn^Sermayemizi bize geri verdi. Bu sebeple,
ona tekrar varacağımız zaman, senden başka bir sermaye istemiyoruz. Çünkü
yanımızdaki şu sermaya bize yeter" şeklindedir.
İkinci Görüş: Buradaki mâ istifham, soru içindir. Buna göre mana
şöyle olur: Onlar sermayelerinin kendilerine iade edildiğini görünce:
"Bundan sonra daha ne stiyoruz ki?!" dediler. Yani, "O bize,
yiyecek verdi. Sonra da bu yiyeceğin bedelini en güzel biçimde bize iade etti.
Bunun ötesinde daha ne istiyoruz ki?"
Bil ki biz, mâ'yı
istifham manasına alırsak, kelâmın takdiri şöyle olur: "Bu ikramın
üzerinde daha ne istiyoruz? Zira adam, paralarımızı bize iade etti. Ona tekrar
vardığımızda ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi koruruz. Kardeşimizin de
orada bulunmasıyla, bir deve yükü daha fazla zahire alırız." Esma'î şöyle
demiştir.
Arapça'da bir kimse
ailesi için yiyecek kazanıp getirdiği zaman denilmektedir." Yine bu
ifadeden alınmış olmak üzere Arapça'da yani, "Onun yanında ne hazır bir
yiyecek, ne de sonradan gelecek olan bir yiyece-bulunmamaktadır" denilir
Ayetteki "Bir
deve yükü zahire de fazladan alırız" ifadesinin anlam ise şudur:
"Yusuf (a.s.), her adama bir deve yükü yiyecek veriyordu. İşte onun kardeş
Bünyamin de oraya giderse, hiç şüphesiz bu yük artacaktır."
Buradaki mâ kelimesini
olumsuzluk manasına hamledersek o zaman mana, "Biz başka bir şey
istemiyoruz. İşte sermayemiz bize iade edilmiş. İkinci gidişimizde alacağımız
yiyeceğin bedeli olarak o bize yeter. Sonra da, şöyle şöyle yaparız... şeklinde
olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bu (seferki aldığımız) az bir ölçektir" tabirine gelince, bunun
birkaç izah şekli bulunmaktadır:
1) Mukâtil şöyle demiştir: Bunun manası "Bu ölçek,
böylesi cömert ve infak edip harcamaya böylesi düşkün bir kimse için
azdır" şeklindedir ki bu, Zeccâc'ın tercih ettiği görüştür.
2)
Bu, az bir
ölçektir. Yani, "Çok az dayanır. Mahsur kalma ve gecikmele' sebebiyle,
böyle bir yiyeceğin çok fazla dayanması mümkün değildir" demektir.
3) Bundan maksadın, "kardeşimiz olmaksızın bu bize
verilen şey azdır. Bunun için, kardeşimizi bizimle yolla da, bu azlığı çoklukla
değiştirelim" şeklinde olmasıdır[190]
"Etrafınız
kuşatılıp (çaresiz kalmanız müstesna), onu bana muhakkak getireceğinize dair,
Allah'dan, bana sağlam bt taahhüd vermedikçe onu sizinle beraber
göndermem" dedi. Artık ona teminatlarını verince, O da:
"Allah,
söylediklerimize vekil (olsun" dedi" (Yusuf. 66).
Bil Ki, burada geçen
mevsık kelimesi, sıka manasında bir masdar olup, bu, • endisine itimad edilen
söz, ahid" demektir. O halde, bu kelime ism-i mef'ut -anasında bir
masdardır. Buna göre "Siz bana, kendisine güvenilir bir söz «ermediğiniz
sürece ben onu sizinle beraber yollamayacağım" demek istemiştir. Hnellah
ifâdesinin manası "Onu, Allah'ı şahit tutmak ve Allah'ın adını anarak ona
yemin etmek suretiyle, kendisine güvenilen bir ahid, söz" anlamındadır.
Ayetteki kelimesinin başına lâm gelmiştir. Zira biz, ifadesiyle, yemin
manasının «asdedilmiş olduğunu açıklamıştık. Buna göre kelamın takdiri:
"Onu, muhakkak e bana getireceğinize dair, Allah'a yemin etmedikçe"
şeklindedir.
Cenâb-ı Hak,
"Etrafınız kuşatılıp (çaresiz kalmanız müstesna)" buyurmuştur. Bu
ifâdeyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Buradaki
istisna, İstisnâ-i --ttasıldır. O halde "mef'ûlün leh"dir. Müsbet
olan, mesi ise, olumsuz manadadır. Buna göre mana, "sizler, onu şu tek bir
sebep ~a"ç, ne sebeple olursa olsun onu mutlaka bana getireceksiniz"
şeklinde olur.
İkinci Bahis: Vahidî şöyle demiştir: "Müfessirlerin bu hususta
iki görüşü bulunmaktadir
Birinci Görüş: Cenâb-ı
Hakk'ın tabirinin manası, "helak :
ianız hali müstesna" şeklindedir. Mücahid şöyle demiştir: "Bu,
"Hepinizin ölmesi -ali müstesna; işte benim yanımda ancak bu bir mazeret
olur." Araplar birisinin Dlümü
yaklaştığı zaman derler.
Nitekim Cenâb-ı Allah da Dna, onu helak edecek şey isabet
etti" manasında olmak üzere Onun bütün serveti istilaya uğratıldı"
(Kehf. 42) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak "Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır" (Yunus. 22) :
_yurmaktadır. Bu kelimenin manasının aslı şudur: Kim düşman tarafından ve bütün
- -rtuluş yolları da kapatılırsa, şüphesiz onun helak vakti de yaklaşmış
demektir. Sundan dolayı helak olmuş olan herkes hakkında denilir.
İkinct Görüş: Bu,
Katâde nin zikretmiş olduğu görüştür. Buna göre :abiri, "Ancak,
mağlup ve makhûr olup da, geri
dönememeniz müstesna
anlamındadır.Cenâb-ı Hak sonra, "Artık ona reminatlannı verince o da:
"Allah, söylediklerimize vekîl (olsun) dedi" buyurmuştur. O,
"şahid" manasını kasdetmiştir. Çünkü şahid, bu ahdin kendisine havale
edilmiş olması manasında bir vekildir. Binâenaleyh, eğer siz bu ahdinizi
tastamam yerine getirirseniz, o sizi en güzel şekilde mükafaatlandırır. Yok
eğer bu hususta haksızlık .e zulmederseniz, size en büyük cezayı vermekle
mukabelede bulunur.
[191]
"(Şunu) söyledi:
"Oğullarım, hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin.
Allah'ın kazasından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hüküm Allah'dan başkasının
değildir. Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül
edenler de yalnız O'na
güvenip dayanmalılar"(Yusuf, 67).
Bil ki, Ya'kûb
(a.s.)'un oğulları, Mısır'a doğru hareket etmeye niyetlendiklerinde, mükemmellik,
güzellik ve tek bir adamın oğulları olmak özelliklerinden dolayı Ya'kûb (a.s.)
onlara, "Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin"
demiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
[192]
Birincisi: Bu, müfessirlerin cumhurunun görüşü olup, bana göre
Ya'kûb (a.s.), onlara göz değmesinden korkmuştur. Bize göre, burada,
bahsedilmesi gereken iki makam vardır:
Birinci Makam: Göz
değmesi, nazarın hak olduğunun isbât edilmesi. Buna, birçok şey delâlet
etmektedir:
1) Geçmiş müfessirlerin, bu ayetten maksadın bu mâna
olduğunda ittifak etmeleridir.
2)
Rivayet
edildiğinre göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Sizleri, her türlü şeytandan,
uğursuzluktan ve kem gözlerden Allah'a sığındırırım "<20) diyerek,
Hasan ile Hüseyin'i Allah'a ısmarlıyor, sığındırıyor ve " İbrahim (a.s.)
oğullan İsmail ve İshak (a.s)'ı da böyle Allah'a ısmarlıyorlardı" diyordu.
3) Ubâdetu İbnu's-Samit'ten rivayet edilen şu şeydir. O
şöyle demiştir: "Günün daha başında Hz. Peygamberin yanına girdim; onun,
son derece şiddetli acı çektiğini. Sonra, günün sonunda tekrar vardığımda ise,
acısının sona ermiş olduğunu ttüm. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Cebraîî
bana furkanımı (acıdan kurtuluşgetirdi ve bana şöyle dedi: "Allah'ın
adıyla, seni, sana eziyyet veren her şeye, her kem göze her hasetçiye karşı
okuyor ve tedavi ediyorum. Allah sana şifâ versin"*21)dedi. run üzerine
ben, iyileşip ayağa kalktım.
4)"Rivayet edildiğine göre, Cafer İbn Ebî Talib'in
oğulları parlak, beyaz tenli •«anlılar idiler. Bundan dolayı Esma (r.a.)
"Ya Resulallah, onlara, çabuk göz değer, ara Kem gözlere karşı okuyup
üfleyeyim mi?" dedi. Hz, Peygamber de ona; "Evet" cevabını
verdi.
5)Hz. Peygamber (s.a.s), Ümmü Seleme'nin odasına girdi.
Onun yanında, ağrı ■nette olan bir çocuk bulunuyordu. Bunun üzerine
"Ya Resulellah, bu çocuğa göz değmiş" dediler. Hz. Peygamber (a.s.)
de: "Ona, göz değmesine karşı okuyup iokmuyor musunuz?" dedi.
6) Hz. Peygamber'in şu hadisi gözx değmesi gerçek bir
olaydır. Şayet herhangi bir şeyi kaderi geçseydi, göz, *r geçerdi. "<22>
7) Hz. Aişe (r.a) nazar vuran (gözü değen) kimseye
abdest almasını, sonra da tya. kendisine göz değen kimsenin yıkanmasını tavsiye
ederdi.
[193]
İkini Makam, göz değmesinin mahiyetini izah etme hakkındadır. Biz
deriz ki: Ali el-Cübbaî, bunu şiddetle reddetmiştir. Fakat inkârına dair,
hüccet bir yana, jn başka bir şey zikredememiştir. Ama, göz değmesinin olduğunu
kabul edip ikrar edenler, bu hususta birçok izah yapmışlardır:
1) el-Hâfız şöyte demiştir: "Gözden birtakım
parçacıklar çıkar ve beğenilen şahsa giderek ona ulaşır ve ona tesir eder.
Bunun tesiri onda, -tesir etme ciheti her kadar başka ise de- akrep sokmasının,
zehirin ve ateşin yakmasının tesiri gibi Kadî: "Bu görüş zayıftır; çünkü,
eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bunun olmayan kimse üzerinde de, güzel
olan kimse üzerindeki gibi müessir olması li" demiştir. Bil ki, bu itiraz
zayıftır; çünkü bir kimse, birşeyin güzel olduğunu kendi çocuğunu ve kendi
bahçesini güzel gördüğü zamanki gibi, onun o üzere kalmasını ister ve yine
bazen de, haset eden kimsenin düşmanının :.ı şeye karşı hased duyduğu zamanki
gibi, onun o güzelliği üzere kalmasını t. Binâenaleyh, birinci durum olursa, bu
kimsede, bu güzel görme esnasında,o güzelliğin kaybolacağına dair şiddetli bir
;«.»rku meydana gelir. Şiddetli korku da ruhun, kalbin içinde sıkışıp kalmasını
iktiza eder. İşte o zaman, rûh ve kalb çok ısınr O zaman, rûh-ı basirede,
kuvvetli ve sıcak bir hal meydana gelir. İkinci durum söz konusu olduğunda bu
güzel görme esnasında, şiddetli bir haset; ve bu nimetr düşmanın elinde olması
sebebiyle de büyük bir hüzün, keder meydana gelir. Hüzü-ve keder de, yine ruhun
kalb içinde sıkışıp kalmasına sebeb olur. Bu durumda da şiddetli bir ısınma
meydana gelir. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, bu kuvvetli ola-güzel görme
esnasında rûh, gerçekten ısınır ve böylece, güzel görmediği zamank durumun
aksine, gözün şuaları da ısınır. Çünkü bu ısınma, o zaman meydana gelmez
Böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. İşte bundan dolayı Hz
Peygamber (s.a.s.), gözü başkasına isabet edene abdest almasını, kendisine gör
isabet edene de yıkanmasını emretmiştir.
2) Ebu Hâşim ve Ebu'l-Kastm el-Belhî şöyle demişlerdir:
"Göz değmesinin ha* olması imkânsız değildir. Bunun izahı şöyle olur: Gözü
(değen) kimse bir şeye bakıp güzel bularak ona hayret ettiğinde, onun menfaati,
kalbi o şeye bağlanıp kalmas r diye, Allah'ın o şahsı ve o şeyi
değiştirmesindedir. Binâenaleyh, bu durum imkâns r değildir. Sonra şu da uzak
bir ihtimal değildir: Eğer o kimse, bu esnada, Rabbir hatırlasa ve o kimseye
hayran olmaktan yüz çevirerek Rabbinden, bunda-korunmasını istese, işte o
zaman, onun için uygun olan şey tahakkuk eder. İşte :. hal devamlı ve muttarid
olunca, hiç şüphe yok ki "Ayn haktır" denilmiştir.
3) Bu, hukemânın, feylesofların görüşüdür. Onlar şöyle
demiştir: "Bu söz, şöyie bir mukaddime üzerine bina edilir: Müessirin
tesir etmesinin şartı, onun tesirini" sıcaklık, soğukluk, rutubet ve
kuruluk gibi, bu hissi ve maddî keyfiyetlere göre olma/: aksine, sırf
psikolojik bir tesir olması,onda maddî ve cismanî etkilerin hiçbir alâkasır
-bulunmamasıdır. Buna delâlet eden de şudur: Eni dar olan bir levha, yere
konulduğunda, insan onun üzerinde yürüyebilir. Fakat o levha, yüksek iki duva*
üzerine konulduğunda, insan onun üzerinden yürüyüp geçemez. Bu sırf, o kimsen
i-oradan düşeceğinden korkmasından ileri gelir. Binâenaleyh, anlıyoruz ki
psikoloj« tesirler mevcuttur.
Yine insan meselâ
falanca kimsenin kendisine eziyyet ettiğini düşündüğüne? kalbinde bir hiddet
meydana gelir ve vücudu, mizacı da son derece ısınır. Bl ısınmanın sebebi, bu
psikolojik tasavvurdan ve düşünceden başka bir şey değild r Bir de bedenî
hareketlerin başlangıcı, psikolojik tasavvurlardır. Nefsin tasavvurunu-kendi
bedeninde bazı değişikliklere yol açtığı sabit olunca, bazı nefislerin
tesirlerini" başka bedenlere etki edecek biçimde olması da uzak ihtimal
görülemez. Binâenaley-aklen nefsin, diğer bedenlerde ve mahiyetçe farklı olan
nefis cevherlerinde müess olmasının
imkânsız olmadığı sabit olur. Böylece, bir nefsin, o şeyi görmesi ve ona
hayranlık duyması şartıyla başka bir canlının bedeninde değişiklik meydana
getirece bir tesire sahip olması
imkânsız değildir. Böylece bu mananın, imkânsız bir şe gideremem" sözü de,
sebeplere iltifat etme meye, sırf tevhide ve Allah'ın dışındak her şeyden berî
olmaya bir işarettir.
Bir kimsenin, "Bu
iki sözü aynı anda söylemek nasıl mümkün olabilmiştir?1 şeklindeki sözü, sadece
bu meseleye has bir söz değildir. Çünkü, saîd {cennetlik» olanın, daha
annesinin karnında iken saîd olduğuna; yine şakî (cehennemlik) olanır da daha
annesinin karnında şakî olduğuna inanmamızla beraber, tâatların ifa edilip,
günah ve
ma'siyetlerden sakınılması gerektiği
hususunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Burada da
böyledir. Yeriz, içeriz, zehirlenmekten, ateşe girmekten sakınırız, bununla
beraber ölüm ve hayat ancak, Allah'ın takdiriyle ofur. Ya'kÛb'un meselesinde de
durum aynıdır. Öyleyse bu sorunun sadece bu meseleye has olmadığı; aksine, cebr
ve kader meselesinin sırrıyla alâkalı bir konu olduğu ortaya çıkar. Doğrusu
gerçek şudur ki: Kulun, bütün güç ve gayretiyle çabalaması gerekir Bu, en son
derecedeki çabalar ve gayretlerden sonra, o bilir ki, varlık âlemine giren her
şey mutlaka Allah'ın kazası, kaderi, meşîeti ve hikmeti ile hükmünün sebkat
etmesi sayesindedir.
[194]
Sonra Cenâb-ı Hak bu
hususu, "Hüküm, Alİah'dan başkasının değildir" diyerek tekîd
etmiştir. Bil ki bu, bizim kaza ve kader görüşümüzün doğruluğuna delâlet eden
en kuvvetli delillerdendir. Bu böyledir. Çünkü hükm kelimesi ilzam etmek,
gerektirmek ve zıddını men etmek manasınadır. İşte bundan ötürüdür ki, hayvan
geminin ağızlığı, hayvanı yanlış hareketlerden alıkoyduğu için hakeme diye
isimlendirilmiştir. Hükme de, mümkün olan iki taraftan birinin, diğer tarafın
meydana gelmesi imkansız olacak bir biçimde, diğerine tercih edilmesini
gerektirdiği için "hüküm" adı verilmiştir. İşte Allah Teâlâ, ifade
ettiğimiz manasıyla, hükmün ancak kendisine âit olduğunu beyân etmiştir. Bu,
bütün mümkinâtın, dolaylı veya dolaysız olarak, Allah'ın kaza, kader, meşiet ve
hükmüne dayandığına delâlet eder.
Sonra "Ben ancak
O'na güvenip dayandım.
Tevekkül edenler de
yalnız O'na güvenip dayanmalılar'' demiştir. Bu, "Herşeyin Alİah'dan
olduğu sabit olunca, ancak Allah'a tevekkül edileceği ve ancak mümkinâtın
varlık tarafının yokluk tarafına üstün gelmesine rağbet edileceği sabit
olmuştur. İşte, zıddına mani olan bu üstün geliş, "hüküm"dür. Yine
aklî delil ile de bu hükmün ancak Allah'a âit olduğu kesinlik kazanmıştır.
Böylece bütün hayırların meydana gelmesinin ve bütün belâların savuşturulmasın
da Alİah'dan olduğuna kesin olarak inanmak gerekmiştir. Bu da, ancak Allah'a
tevekkül edilmesini gerektirir" demektir. İşte bu, son derece yüce ve
kıymetli makamdır. Biz daha önce, bu hususta hak olan aklî delilin ne olduğuna
işaret etmiştik. Alim Ebu Hâmid el-Gazali (r.h.) İhyasında
tevekkül bahsinde bu
hususu geniş ve tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır. Daha geniş bilgi
isteyenler, oraya müracaat etsinler.
[195]
'Vakta ki onlar
Mısır'a, babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler, bu, Allah'ın
kazasından hiç bir şeyi onlardan gidermedi. Sâdece Ya'kûb'un r.efsindeki
dileği, meydana çıkarmış oldu. Şüphe yok ki O, ona öğrettiğimiz için, bir bilgi
sahibi idi. Ancak insanların çoğu bilmezler"
(Yusuf, 68}.
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Ya'kûb (a.s.), "Allah'ın kazasından hiç bir şeyi s^den
gideremem" deyince, Cenâb-ı Allah'da, bu sözünde onu tasdik ederek,
arın, bu ayn ayn
kapılardan girişi, Allah'ın takdir ettiği hiçbirşeyigeri çeviremez"
buyurmuştur. Bu hususta iki bahis vardır:
Birinci Bahis: İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir. "Bu, "
Onların ayrı ayrı kapılardan >ehre girmeleri, ne Allah'ın kazasını, ne de
Allah'ın takdir ettiği herhangi bir şeyi geri çeviremez" demektir."
Zeccâc ise şöyle demiştir: "Onlara göz değmesi -_Kadder ise, toplu
oldukları halde isabet edeceği gibi, dağınık oldukları halde de saoet
eder"İbnü'l-Enbâri de şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın ilmi ve
kaderinde, birarada oldukları zaman, onlara göz değmesi mukadder ise, onların
ayrı ayrı gelmeleri de arada bulunmaları
gibidir." Bütün bu sözler, birbirine yakın olup, hepsinin özü şudur:
Tedbir, kaderi savuşturamaz.
İkinci Bahis: Ayetteki
min şey kelimesi mef'ul olduğu için, mahallen mansub araması muhtemel olduğu
gibi, fail olarak ref mahallinde olması da muhtemeldir. Birinci ;_rum, bu
kimsenin demesi gibidir. Bunun takdiri, kimseyi görmedim) şeklindedir. İşte
âyette de böyledir. Buna göre âyetin takdiri, "Onların ayrı ayrı
girmeleri, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderinden hiçbir şeye fayda
«ermez, yani, onların
böyle dağınık bulunmaları, Allah'ın kazasından hiçbirşeyi dışta rrakmaz"
şeklinde olur.
İkinci duruma gelince,
bu senin demen gibidir. Bunun takdiri, (Bana kimse gelmedi) şeklindedir. İşte
ayetin takdiri de böyledir, yani, "Hiçbir şey, Allah'ın kaza ve kaderine
karşı onlara bir fayda vermez" demektir,
Ayetteki Sadece
Ya'kûb'un nefsindeki dileği, meydana çıkarmış oldu" ifadesi hakkında
Zeccâc/'Bu, istisna-ı munkatıdır. Manası, "Fakat, Ya'kûb gönlündeki
ihtiyacı gidermiş oldu" şeklindedir. Yani, "Onların dağınık olarak
şehre girmeleri ancak Ya'kûb'un dile getirmiş olduğu gönlündeki bir dileğini
yerine getirmiştir" demektir" demiştir.
Daha sonra âlimler,
buradaki "hacet" kelimesi ife ilgili birkaç izah zikretmişlerdir:
1)
Bu, Ya'kûb
(a.s.)'un oğullarına nazar değmesinden korkmasıdır.
2) Ya'kûb (a.s.)'un, Mısırlıların, oğullarına hased
etmesinden korkmasıdır.
3) Ya'kûb (a.s.)'un, oğullarına, Mısır kralının kötülük
yapmasından korkmasıdtr.
4) Ya'kûb (a.s.)'un, oğullarının geri dönmemesinden
korkmasıdır. Bütün bunlar birbirine yakın izahlardır.
[196]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Şüphe yok ki O, ona öğrettiğimiz için, bir bilgi sahibi idi" cümlesi
hakkında Vahidî şöyle demiştir: "Ayetteki mâ edatının, masdariyye olup,
allemnâhu, kelimesindeki mef'ûl zamirinin Ya'kûb (a.s,)'a râcî olması
muhtemeldir. Kelamın takdiri, "O, kendisine öğrettiğimiz için ilim
sahibidir" şeklindedir. Yine bu mâ edatının ellezî manasında olması, (ona)
zamirinin de, mâ ism-i mevsulüne râcî olması mümkündür. Buna göre bunun
takdiri, "O, kendisine öğrettiğimiz o şey hakkında bilgi sahibi idi"
şeklindedir. Yani, "Biz, birşey öğrettiğimizde, onda bu şeyle alakalı
bilgi hâsıl olmuştur" demektir."
Ayet hakkında, başka
iki görüş daha vardır:
1) Bu ilimden maksad, hıfzdır. Yani, "O, kendisine
öğrettimiz şeyi hıfzetmekte, unutmamaktadır ve onu gözetmektedir"
demektir.
2)
"O,
kendisine öğrettiğimiz şeylerin faydalarını ve güzel neticelerini biliyor"
demektir. Bu ifade onun, ilmi ile âmil olduğuna işaret etmektedir.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bununla ilgili
iki izah şekli vardır:
1) Bu, "Fakat insanların çoğu, Ya'kûb'un bildiği
gibi bilemezler" demektir.
2) Bu, "Onlar, Ya'kûb'un bunu bildiğini
bilemezler" demektir. "İnsanların çoğu" •âdesi ile, müşrikler
kastedilmiştir. Çünkü onlar, Allah'ın velilerini (dostlarını), hem cünyada, hem
de ahirette fayda verecek ilimlere nasıl ulaştırmış olduğunu bilmezler.
[197]
"Onlar Yûsuf'un
huzuruna girince o, kardeşini kendi yanma aldı: '"Ben senin kardeşinim.
Onların yapmış olduklarına tasalanma" dedi. Yûsuf, onların yüklerini
hazırlayınca, su kabını Öz kardeşinin yükü içine koyup sakladı. Sonra bir
münâdi arkalarından şöyle seslendi: "Ey kafile, (durun), siz şüphe yok ki
hırsızsınız." Onlar, o münâdilere dönerek, "Ne kaybettiniz?"
dediler. Dediler ki: "Padişahın su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve
yükü (bahşiş) var. Ben de buna kefilim"
(Yûsuf, 69-72).
Bil ki onlar, Yûsuf'un
öz kardeşi Bünyamin'i ona getirince, Hz. Yusuf (a.s.) onlara'amda bulunup,
misafir etti. Onları ikişer ikişer ayrı sofralara oturttu. Bunun üzerine
Bünyamin tek kalıp ağladı ve "Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, o da beni yanına
rurturdu" dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf, onlara: "Kardeşiniz tek
kaldı" deyip, onu da kendisinin bulunduğu sofrada yanına oturttu. Sonra
onların ikişer ikişer ayrı ayrı odalara yerleştirilmelerini emretti ve:
"Bu, tek kaldı. Onu da benim yanımda bırakın" cedi. Böylece O
Bünyamin'i kendi yanına aldı. Yûsuf (a.s.), onun öldüğünü sandığı «ardeşi için
üzüldüğünü görünce: "Benim senin o ölen kardeşinin yerini almamı ister
- sin?" dedi. O:
"Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Fakatsen, Ya'kûb'un ve Rahlyl'in oğlu
değilsin" dedi. Bunun üzerine, Yûsuf (a.s.) ağladı, kalkıp onu kucakladı
ve: "Ben, senin o kardeşinim. Binâenaleyh onların yaptıklarına
aldırma" dedi.
Bunu iyice anladığında
biz diyoruz ki: Ayetteki, "O, kardeşini kendi yanına aldı" :ümlesi,
"O, onu, kendi barındığı yere alıp, orada misafir etti" demektir.
"Ben, senin
kardeşinim" demiştir. Bu hususta iki görüş vardır:
1) Vehb şöyle demiştir: "O, bu sözü ile, onun
kendisinin neseb cihetinden kardeşi olduğu manasına değil, fakat yalnızlık
hissetmiyesin diye, seni yanıma alıp avutma bakımından, kardeşin yerini
tutarım" manasını kastetmiştir."
2) Doğru olan ve diğer müfessiıierin söylediği görüşe
göre o, bu söz ile, kendisinin onun öz kardeşi olduğu manasını kastetmiştir.
Çünkü bu mana, Bünyamin'in yalnızlığını daha fazla giderir ve daha çok ünsiyet
hasıl ederdi. Bir de, sözde asıl olan, hakiki manasıdır, mecazî manası
değildir. Binâenaleyh herhangi bir zaruret olmaksızın bu sözü, hakîki manasına
değil de mecazî manasına hamletmeye sebep yoktur.
Onun, "Tasalanma"
sözü hususunda, dilciler şöyle demişlerdir; "Bu kelime, zarar vermek ve
çetin olmak manasına gelen bü's masdannın İftiâl babındaki fiil olup
"İbti'as", hüznü ve kederi celbetmek demektir.
O, "Onların
yapmış olduklarına" demiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) O, bununla, "Sen, onların bize karşı ortaya
koydukları hasedlerine ve babamızı bizden soğutmaya gayret etmelerine
aldırma" manasını kastetmiştir.
b) Hz. Yûsuf (a.s.)'un kalbinde, hiçbir düşmanlık yoktu
ve kardeşlerine karşı saf ve temizdi. Bundan dolayı O, kardeşi Bünyamin'in
kalbini de onlara karşı iyi niyetli hale getirmek istemiş ve: "Onların
yapmış olduklanna tasalanma, aldırma" demiştir. Bu, "Onların önceden
yapmış oldukları şeylere ve kötü işlerine aldırma, önem verme" demektir.
c) Onlar, Yûsuf'a yapacaklarını yapmışlardı. Çünkü
onlar, babalarının ona düşkün olmasına ve Yûsuf'a izzet-ikrâm etmesine hased etmişlerdi. Bundan dolayı Bünyâmin, o padişahın kendisine
aşın ikramda bulunmasından ötürü, kardeşlerinin kendisine hased etmelerinden de
endişe etmişti. Hz. Yûsuf (a.s.) onun bu endişesini, "Bunlara aldırma.
Çünkü Allah seni ve beni biraraya getirdi" diyerek gidermiştir.
d) Kelbî, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini
nakletmiştir: "Hz. Yûsuf'un kardeşleri, onunla Bünyamin'i ana tarafından
dedelerinin putperest olduğunu ve Yûsuf'un, annesinin emri ile, bulamadığında
kendisine dedesinin tapmaktan vazgeçeceğini umduğu, üzerinde put resimleri
bulunan bir tabloyu çalmış olduğu için ayıplıyorlardı. İşte bundan dolayı O,
kardeşi Bünyâmin'e: "Onların yapmış olduklanna tasalanma" yani,
"Onların bizi, dedemizin yaptığı şeyler yüzünden kınamalarına
aldırma" demiştir. Allah en iyi bilendir.
Sonra Cenâb-ı Hak
"Vitauft onlann yüklerini hazırlayınca, su kabını öz kardeşinin yükü içine
koyup sakladı" demiştir. Daha önce, "cehâz" ve
"rahl"in ne demek olduğu izah edilmişti. "Sikâye"ye
gelince, Keşşaf sahibi "Bu, su içilen kabtır, tastır. Bunun, padişahın su
içtiği ve hem de ölçü olarak kullandığı bir kab olduğu da söylenmiştir ki bu,
uzak bir ihtimaldir. Çünkü böylesine büyük bir padişahın su kabının ölçek
olarak kullanılması uygun değildir. Bunun, hayvanlara su verilmek için
kullanılan, aynı zamanda da ölçek olarak Kullanılan bir kab olduğu söylenmiştir
ki, doğruya en yakın olan budur" demiştir. Daha sonra sözüne devamla şöyle
demiştir: "Bunun altın kaplama gümüş bir kap olduğu söylendiği gibi, hep
altın ve çeşitli kıymetli taşlarla süslü bir kab olduğu da söylenmiştir. Bu
görüş de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü hayvanların sulandığı kab, böyle olmaz. Bu
hususta en doğru olan, onun kıymetli bir kab olduğunu söylemektir. Fakat bu,
onlann söylediği kadar da olmamalıdır."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Sonra bir münadî
arkalarından şöyle
seslendi: "Ey kafile, (durun), siz şüphe yok ki hırsızsınız"
buyurmuştur. Arapça'da "bildirdi" manasında ezzene denilir. Ezine ile
ezzene arasındaki fark hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a)
İbnü'l-Enbâri
şöyle demektedir: "Ezzene" tekrar tekrar bildirdi" demektir.
Çünkü tef'il babı, o fiilin tekrar tekrar yapıldığını ifâde eder. Bunun, bir
tek bildirme manasına olması da mümkündür. Çünkü Araplar çoğu yerde, tef'il
babını, if âl babı yerinde kullanırlar."
b) Sibeveyh şöyle demiştir: "Hem ezintü hem de
ezzentü fiilleri, "Bildirdim, ilân ettim" manasınadır.
Çünkü ikisi arasında fark yoktur. Binâenaleyh
ezene seslenmek ve bağırarak bildirmek" demektir."
[198]
Ayetteki "Ey
kafile (durun), siz şüphe yok ki hırsızsınız" cümlesine gelince.
Ebu'l-Heysem şöyte demiştir: "Üzerine binilip gidilen deve, eşek ve katır
gibi herşey "îyr"dır. "îyr, sadece devedir" diyen kimsenin
görüşü yanlıştır. Denilmiştir ki, îyr kelimesinden maksat, üzerinde yükler
bulunan develerdir. Çünkü develer J-<v yani "gider ve gelirler."
Yine bu kelimenin "eşek kafilesi,eşek kervanı" olduğu söylenmiştir.
Sonra bu kelime çok kullanıldığı için, her türlü kafileye îyr adı verilmiştir.
Buna göre sanki ayr kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin sığası, sakf ve
(çoğulu: sukuf) kelimesinde olduğu gibi, fu'uf veznindedir. Bunu anladığın zaman
biz deriz ki, nidasından maksat, 'Ey
Allah'ın atları, yani atlıları ve süvarileri, bininizi"tabirinde olduğu
gibi, "kafilede
Düiunan kimseler"
manasıdır. İbn Mesûd (r.a.), kelimesini, lemma'nın cevabının hazfedilmesine
göre okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "Yûsuf onların
yüklerini hazırlayıp su kabını da öz kardeşinin yükü içine koyup saklayınca,
ayrılıncaya kadar onlara mühlet verdi; sonra da bir münadî (arkalarından) şöyle
dedi: "Ey kafile, (durun) siz şüphe yok ki hırsızsınız'.'[199]
Eğer, "Bu nida,
Hz. Yûsuf'un emriyle midir, yoksa onun emri olmaksızın mıdır? Eğer onun emriyle
ise, Allah tarafından gelmiş olan hak bir peygambere, insanları itham edip
yalan ve iftira olarak onlara hırsızlık isnadında bulunması nasıl uygun düşer?
Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, yani bu onun emri ile olmamış ise, bu itham
esnasında bunu reddedip onların masum ve temiz olduklarını söylemesi gerekmez
miydi?" denilirse, biz deriz ki:
Alimler buna cevap
olmak üzere birçok açıklama yapmışlardır:
1) Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşi Bünyâmin'e kendisinin Yusuf
olduğunu açıklayınca, ona: "Ben, seni burada alıkoymak istiyorum. Bunun
ise, şu hileden başka bir yolu yoktur. Eğer buna razı isen, sen bilirsin, iş
sana kalmış" dedi. O da, hakkında böyle denilmesine razı oldu. Bu izaha
göre, Bünyâmin'in kalbi, bu sözden dolayı hiç elem duymadı; böylece de bu söz,
Hz. Yusuf için bir günah olmaktan çıktı.
2) Ayetteki "Siz şüphe yok ki hırsızsınız"
cümlesinden maksad, "şüphesiz siz. Yusuf'u babasından çaldınız"
manasıdır. Ama, münadîler bu sözü açıkça beyan etmemişlerdir. Tarîz ve
çıtlatmalar ise, ancak bu şekilde olur.
3) Bu münadî, bu nidasını belki de istifham üslûbu ile
yapmıştır. Bu takdire göre. bu söz, bir yalan olmaktan çıkar.
4) Kur'ân'da, o münadilerin, bu nidayı Hz. Yusuf'un
emriyle yapmış olduklarına dair bir beyan bulunmamaktadır. Zahirî duruma en
uygun olanı, onların bunu kendiliklerinden yapmış olmalarıdır. Çünkü onlar su
kabını arayıp, onu bulamayınca ve orada daha Önce de onlardan başka kimse de
bulunmamış olunca, zann-ı galibleriyle onların almış olduklarını zannettiler.
Sonra Yûsuf'un
kardeşleri: "Onlar o (münadilere) dönerek, "Ne kaybettiniz?"
dediler." Ebu Abdirrahman es-Sülemî, buradaki fiili, bir kimse kaybettiği
bir şeyi bulduğu zaman söylenilen şeklinde okunduğunu söylemiştir. Bazı alimler
de suva' kelimesinin cemisinin gurâb (cem'i: gurbân kargalar) kelimesinde
olduğu gibi, (taslar) şeklinde; £u kelimesinin cemisinin ise, bâb (cem'i ebvâb)
kelimesinde olduğu gibi, asvâ' şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Diğer başka
alimler isearasında fark bulunmamaktadır. Bunun delili, Ebû Hureyre' nin
şeklindeki • -aatidir" demişlerdir. Bazıları"? \>* bir isimdir,
sikaye bir sıfattır. Bu, Arabların, jf
(küb ve kırba) demelerine benzer ki, buradaki jjT kelimesi bir isimdir, kelimesi de vasıftır" demiştir.
Daha sonra "Onu
getirene bir deve yükü bahşiş var." Yani, bir deve yükü yiyecek var.
"Ben de buna kefilim" Mücahid: "Burada kefîl olan, nida eden o
münadîdir" demiştir. Zâim kelimesi, "kefîl" anlamındadır.
Kelbî,"zaîm, Yemenlilerin lehçesine göre kefîl anlamına gelir"
demiştir. Ebu Ubeyde, Kisaî'den, onun şöyle dediğini nakletmiştir
tabiri:"ona kefil oldum, onu tekeffül ediyorum" anlamındadır
demiştir. Bu ayet onların şeriatlarında kefil olmanın geçerli ve uygun olduğuna
delildir. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Kefîi. borcu bizzat yüklenmiş
olur" <23) hadisiyle kefilliğin sahih olduğuna hükmetmiştir. Buna göre
eğer, "Bu, bilinmeyen bir şeye kefîl olmak değil midir?" denilirse,
biz deriz ki Bir deve yükü yiyecek, onlarca bilinen bir şeydi. Binâenaleyh,
buna kefil olmak, sahih olmuştur. Ancak, bu çalınan malı geri vermek için bir
mala kefil olmadır. Bu ise, gerekli, vacip olmayan bir şeye kefil olmaktır;
çünkü hırsızın, çaldığı malı geri vermesine karşılık bir şey alması helâl
değildir. Belki de, böyle bir kefalet onlara göre sahih idi!.
[200]
"Onlar,
"Vallahi, siz de biliyorsunuz ki, biz buraya, fesat çıkarmak için
gelmedik. Biz hırsız da değiliz" dediler. "Eğer yalancılar iseniz,
(çalanın) cezası nedir" deyince, onlar "onun cezası, yükünde (çalınan
malın)
bulunduğu kimsenin
kendisidir. İşte o kimse, bunun cezasıdır. İşte biz, zalimleri böyle
cezalandırırız" dediler"
(Yûsuf, 73-75).
Basralılar şöyle demişlerdir: "Vallahl'deki vâv, tâ'dan bedeldir;
tallahideki t da, vâv'dan bedeldir (birbirlerinin yerine kullanılırlar). Ta
harfi, kasem harfi olara başka isimlerde kullanılma hususunda zayıf kalmış ve
fakat kaseme en layık ola "Allah" lafz-ı celalinin başında
kullanılmıştır!'
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Hz. Yûsuf'un kardeşferi iki hususa yemin ettiler Birincisi,
oraya, fesat çıkarmak için gelmediklerine dair yemin etmeleridir. Çünkü onların
hallerinden, ne yemek suretiyle, ne de hayvanlarını tarlalara
salıverme-suretiyle olsun, kimseye zarar vermeyip insanların mallarını
kullanmaktan tamamiy* kaçındıkları anlaşılmıştır. Hatta onların, ekinleri girip
yemesin diye, hayvanların ı ağızlarını bağladıkları ve devamlı olarak, çok
çeşitli ibâdet yapmakta oldukları rivâs -edilmiştir. Bu Özellikte olan
kimselerinse, yeryüzünde fesat çıkarmaları uygun düşmez İkincisi ise,
kendilerinin hırsız olmadığına ve bu hususta kesin şahitleri bulunduğur = dair
yemin etmeleridir. Çünkü onlar sermâyelerini, daha önce yüklerinin içine?
buldukları zaman, onu memleketlerinden Mısır'a geri getirmişler, onu kendileri
iç -alıkoymayı helâl saymamışlardı. Hırsız ise, kesinlikle böyle yapmaz. Sonra
onu kendilerinin bu töhmetten berîve masum olduklarını beyân edince, Hz.
Yûsuf'u" adamları: "Eğer yalancılar iseniz, (çalanın) cezası
nedir?" demiş, onlar da: uOnı -cezası yükünde (çalman malın) bulunduğu
kimsenin kendisidir; işte o kimse, bunı.-cezâsıdır" diyerek cevap
vermişlerdir.
[201]
İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir. "Onlar o zamanlar, her hırsızı, hırsızlığı sebebry-köle
sayıyorlardı. Onların şeriatinde hırsızın köle sayılması bizim şeriatimizde,
ellerir -kesilmesinin farz olması yerine geçiyordu..." Ayetin manası,
"Bu cürmüncezâs çalınan mal, yükünün içinde bulunan kimsenin kendisidir.
Yani, "o şahsın kendis o cürmün cezasıdır. Yani, onun köle edinilmesi, o
cürmün cezasıdır" şeklinded ı
Zeccâc der ki: Bunda
iki izah bulunmaktadır:
1)
"Cezâuhu
mübteda; kısmı ise, onun haberidir." Buna gör= mana, "Hırsızlığın
cezası, yükü içinde çalınan malın bulunduğu kimsenin kendisidir şeklinde olur.
Bu durumda * ifadesi ise, senin, "Hırsızın cezası elir kesilmesidir; işte,
budur onun cezası" sözünde olduğu gibi, daha fazla açıktama-için
getirilmiş olur.
2) Cezâuhu mübtedâdır; ifâdesi de, mübtedânın habe"
makamında gelmiş olan bir cümledir. Buna göre kelamın takdiri, sanki şöyle
denilrr = olmasıdır: "O'nun cezası, yükünde, çalınan ma' -
duğu kimsenin, bizzat
kendisidir." Fakat burada, daha iyi beyân edip tekid . için, bu sarîh
ifâde, zamirin yerine getirilmiştir. Nahivciler buna delil olmak üzere şu
söylemişlerdir bir şeyin ölümün önüne geçtiğini göremiyorum. Ölüm, zengini de
sıkıştırır, -. de (Onlara dünyayı dar eder)!'
O'nun, 'İşte biz,
zalimleri böyle cezâlandırmz" buyruğu, "İşte bir ceza, zalimlerin
cezasıdır" anlamındadır. Yani, "Birisi hırsızlık yaptığı zaman,
olur" demektir.
Sonra bu ifâdenin, Hz.
Yûsuf'un kardeşlerinin sözünün devamı olduğu -enildiği gibi, Hz. Yûsuf'un
kardeşleri, "Bunun cezası, o çalınmış malın yükünde -~K3uğu kimsenin
kendisidir" dedikleri zaman, Hz. Yûsuf'un adamları tarafından •a* üzere,
"işte biz, zalimleri böyle cezalandırırız" denilmiş olduğu da
•enilmiştir.
[202]
"Bunun üzerine,
(Yûsuf), kardeşinin kabından evvel, onların kaplarını imaya başladı. Nihayet
onu, kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte biz, Yusuf'a böyle bir tedbir
öğrettik. Yoksa o, kralın dinine göre, kardeşini MOf-cyamayacaktı. Ancak,
Allah'ın dilemesi müstesna. Biz kimi dilersek, onu derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin
üstünde, daha iyi bilen vardır"
(Yusuf, 76).
Bil ki Yûsuf (a.s.)' n
kardeşleri, çalınan mal kimin yükünde ise, hırsızlığın isinin o kimsenin bizzat
kendisi olduğunu ikrar edince, münadî onlara, larınızın araştırılması
gerekiyor" dedi. Böylece onları, Hz. Yûsuf'un yanına ^dı. Bunun üzerine,
töhmeti gidermek için Yûsuf, "kardeşinin kabından evvel, onların kaplarım
aramaya başladı." Ev'lye, viâ kelimesinin cem'i olup, bu keli de içine bir
şey konulduğu zaman, onu sarıp iyice ihata eden şey demektir. Derki Yûsuf
(a.s.), su kabını kardeşinin yükü arasında bulup çıkardı. Hasan el-Basrî
kelimeyi, vâv'ın zammesiyle, vu'â şeklinde okumuştur ki, bu da bir başka kulla
şeklidir. Sâi İbn Cübeyr ise, vâv'ı hemzeye çevirerek ^ ilpi şeklinde okumuş
Buna göre eğer, "Daha önce suvâ' kelimesine râcî olan zamirler birkaç *
müzekker kılınmış olduğu halde, burada niçin müennes kılındı?"denilirse
biz deriz Müennes zamir sikaye; müzekker zamir de suvâ kelimesine racidir. Şu
denilebilir: Suvâ' hem müennes, hem de müzekker sayılabilir. Binaenaleyh,
ne-durum da caizdir. Şöyle de denilebilir: Belki Yûsuf (a.s.), o su kabını
"sıkâyeV adarr ise "suvâ" olarak ifâde ediyorlardı. Bundan
dolayı, Hz. Yûsuf'a ait olan yerler "slkâye" (müennes), adamlarla
ilgili yerlerde "suvâ" (müzekker) şeklinde vs oluyor. Katâde'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Yûsuf (a.s.) ne zaman bL ı kabına baksa,
onlara yaptığı iftiradan dolayı tevbe ederek Allah'a istiğfar ede-ı Geriye
kardeşinden başka yükünü aramadığı hiç kimse kalmayınca, "Sanıyorur o şeyi
alan budur" der. Bunun üzerine diğer kardeşler, "Onun yükünö
araştırmadık; gitmeyiz" dediler. Hz. Yûsuf (a.s.)'un adamlar. Bünyâmin'in
eşyasını araştırır: o su kabını, onun yükü içinde buldular. O esnada, Hz.
Yûsuf'un adamları, hırsız] edenin alıkonmasına karar verdiler. Bundan dolayı
onu boynundan tutup çekere Hz. Yûsuf'un evine getirdiler.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"İşte i Yûsuf a böyle tedbir öğrettik. Yoksa o kralın dinine göre,
kardeşini ahkoyamayacs. ; demiştir. Bu ifâde ile ilgili iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Ayetin manası,"Biz, Yûsuf'a, böylesi bir tedbir
öğrettik" deme-Bu tabir hırsızlık edenin köle olarak kabul edilmesine
karar vermesine bir işarer. Bu, "Yûsuf'un kardeşlerinin söylediği o hüküm
(ceza) gibi bir hükmü Yûsuf'a verd« demektir.
İkinci Bahis:
"Keyd", hile ve tuzak manasını hatıra
getirir. Bu ise, Allah hakkın: caiz değildir. Fakat biz, bu gibi hususlarda
nazar-ı dikkate alınması gereken ş prensibi belirttik: Bu gibi lafızlar,
bunlardan maksûd olan manaların başlangıçları değil, sonuçlarına (neticelerine)
hamledilirler. Bu temel prensibi yjf&Hİ & . (Bakara,26)ayetinin
tefsirinde izah ettik. Binâenaleyh "Keyd", hile ve tuzak kurmay
gayret etmek olup, bunun en ileri şekli, insanı hiç farkedemeyeceği ve
kendisini o~\ karşı savunamıyacağı bir şekilde kötü bir duruma düşürmektir.
İşte Allah hakkınca "Keyd", bu anlamı ifade eder.
Daha sonra âlimler, bu
"keyd" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlere i:üz, yûsuf
sûresi
azıları şöyle
demişlerdir: "Bununla, "Hz. Yûsuf (a.s.)'un kardeşleri, Hz. Yûsuf'u
tedbirini boşa çıkarmak için çalışmışlardır. Allah Teâlâ ise, Yûsuf'a yardım
etmiş, ru takviye etmiş ve onun işini üstün getirmiştir" manası
kastedilmiştir." Bazı jfessirler
de, "Bu "Keyd"den maksad, Allah Teâlâ'nın, onun kardeşlerinin
kalbine,
rsızlık yapanın cezasının, onun köle
edinilmesi olduğu hükmünü getirmesidir. İşte sşraba Yûsuf'un öz kardeşinin yükü
içinden çıkınca, diğer kardeşler haliyle, onun z e olmasına hükmetmişlerdir. Bu
ise, Hz. Yûsuf (a.s.)'un kardeşini yanında tutma Kânını eide etmesine vesile
olmuştur" demişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Yoksa o, kralın dinine gere, kardeşini alıkoyamıyacaktı"
buyurmuştur. Bu, "Kralın hırsızla ilgili kanunu, mjn dövülmesi ve
çaldığının iki mislini ödemeye mecbur tutulması" şeklinde idi. âenaleyh
Hz. Yûsuf, kralın dinine ve kanununa göre, kardeşini alıkoyamıyacaktı. Fakat
Cenâb-t Hak, kardeşlerinin ağzı ile hırsızın cezasının kendisinin köle olarak s
"ması olduğunu söyletmiştir. Binâenaleyh biz, bu söz sayesinde Hz. Yûsuf
a.s.)'un, kardeşini almaya ve yanında alıkoyma imkanına sahib olduğunu beyân
e--niştik. İşte ayetteki, "Ancak, Allah'ın dilediği müstesna"
ifâdesinin manası budur.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Biz kimi dilersek, onu nice :~:ecelerle yükseltiriz"
buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır:
[203]
Hamza, Asım
ve Kisflî, tenvinli
olarak derecat-ln
okurlarken; diğer kıraat imamları,
izafet ile derecâti
şeklinde okumuşlardır.
[204]
Bu tabirden maksad,
Allah Teâlâ'nın dilediği kimseye, gayesine ulaşmasını sağlayacak doğru şeyleri
göstermesi
ve ona çeşitli
ilimleri, çeşitli faziletleri vermesidir. Bu ayette Allah Teâlâ'nın, her
hususta Hz. Yûsuf'un
derecesini, kardeşlerinin
derecesinden daha yükseğe çıkarması kastedilmiştir. Bil ki bu ayet, ilmin, en
şerefli bir makam ve derece olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf
(a.s.)'u, böyle bir çâre, tedbir ve bilgiye iletince, onu işte randan ötürü
medhederek, "Biz kimi dilersek, onu nice derecelerle yükseltiriz"
muştur. Hak Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) tevhidin delillerini ve güneşi, ayı ve
kJızları ilah olarak tanımaktan berî olduğunu söylerken, onu da aynı şekilde,
"Biz Jiİersek, onu nice derecelerle yükseltiriz" (En1im, 83)
buyurarak medhetmiştir. şte bu ayette de Yûsuf (a.s.)'un bu çâre ve düşünceye
nail etmesini, aynı tabirle
edhetmiştir. Bu iki
durum arasında nice fark vardır.
[205]
Daha sonra Allah Teâlâ
"Her ilim sahibinin üstünce daha iyi bilen vardır" buyurmuştur. Bu
"Yûsuf'un kardeşleri âlim ve fazilel kimselerdi. Fakat Hz. Yûsuf, onlardan
daha alim idi" demektir.
Bil ki Mu'tezİle, bu
ayeti delil getirerek, Allah Teâlâ'nın ilmi ile değil, zatı ile ât I olduğunu
ileri sürerler ve şöyle derler: "Eğer Allah, ilmi ile âlim olmuş olsaydı.
C ilim sahibi olurdu: Eğer ilim sahibi olmuş olsaydı, bu ayetin genel hükmüne
gö'? O'nun üstünde de daha iyi bilen başka biri olurdu ki, bu batıldır."
Bil ki, ehl-i sünnet
âlimlerimiz şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın başka birçok ayeı Allah'ın ilim
sıfatı olduğunu göstermektedir. Mesela şu ayetler: "Kıyametin ilmi, Allat
katındadır" (Lokman, 34)j "Allah onu (Kur'ân'ı) ilmi ile
indirdi" (nisb, ıee); "07:.-ilminden, yalnız Allah'ın dilediğinden
başka birşey kavrayamazlar"(Bakara, 255; «* "Hiçbir dişi, O'nun ilmi
olmaksızın, gebe kalmaz ve doğurmaz" (Fussiw. *^ Binâenaleyh bir tearuz
durumu söz konusu olunca, biz, muarızımızın tutunmayı çalıştığı bu ayeti
özellikle varid olduğu muhtevaya, yani Hz. Yûsuf ve kardeşte* hadisesi ile
ilgili olarak manalandırdık. İş olsa olsa şundan ibarettir: Yapdığırr :
ayetteki bu umûmi ifadenin tahsis edilmesinden ibarettir amma, bu ister istemez
yapılması gereken bir şeydir.
Çünkü "âlim"
kelimesi, "ilim" kökünden müştak (türemiştir). Müştak
ola-mürekkebtir. Kendisinden türetilen (masdar) ise, müfreddir. Müfred
bulunmaksız -mürekkebin meydana gelmesi, aklın da bedihî olarak bildiği gibi,
imkânsızdır. O ha :-tercih bizden yanadır.
[206]
"Dediler ki:
"Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha önce kardeşi de hırsızlık
etmişti." O vakit Yûsuf bunu içine attı, dışa vurmadı, (içinden) dedi ki:
"Sizi-durumunuz daha kötü! Allah sizin anlatmakta olduğunuzun mahiyetini
çok iybilendir" (Yusuf, 77).
iki Hz. Yûsuf (a.s.), kardeşinin yükünün
içinden su kabını bulup çıkarınca, çeardeşleri başlarını eğdiler ve: "Bu
hâdise enteresan! Demek ki Râhiyle iki rsz roğurmuş" dediler. Daha sonra
da, Bünyâmin'e: "Ey Rahlyle'nin oğlu! Sizin c_-uzden ne kadar çok belaya
uğradık" dediler. Bünyâmin de: "Aslında biz, sizin fcr jzden birçok
belâya uğradık. Çünkü siz, kardeşimi götürüp çölde kaybettiniz. hara da kalkmış
bana böyle diyorsunuz" dedi. Bunun üzerine onlar: "Öyle ise niçinabı
senin yükünden çıktı?" deyince, O: 'Onu, benim yüküme, sizin yükünüze kfra
önce sermayenizi koyan koymuştur" demiştir.
[207]
E ki bu ayetin zahiri onların Hz. Yûsuf'a şöyle
dediklerini gösterir: "Bu iş, pek
fiti sayılmaz. Çünkü onun ölmüş olan öz kardeşi de bir hırsız idi."
Onlar bu hse^ ite, "Biz onun yotu ve ahlakı üzere değiliz. Bu yol, ona ve
kardeşine hastır. ir*j o ikisi başka anadandır" manasını kastetmişlerdir.
Alimler onların Hz. Yûsuf
isnad ettikleri o
hırsızlık hususunda değişik birkaç görüş belirtmişlerdir:
Saîd b. Cübeyr şöyle
demiştir: "Onun ana tarafından dedesi putperest idi.nöan dolayı Hz.
Yûsuf'un annesi, babasının putlara tapmayı böylece bırakacağı r Yûsuf'a o
putları çalıp kırmasını emretmişti. Yûsuf (a.s.) da, bu işi yapmıştı, b
bahsedilen hırsızlık budur.
O, babasının sofrasından yiyecek çalıp,
fakirlere vermişti. Babasının bir eusunu çalıp fakirlere verdiği de söylendiği
gibi, aynı şekilde bir tavuğu çalıp,irere verdiği söylenmiştir.
:- Hz. Yûsuf (a.s.)'un
halası, onu çok severdi. Bundan dolayı onu yanında tutmak r-c-su. Halasının
yanında (evinde), Hz. İshak (a.s.)'dan kalma bir kuşak vardı ve ar o kuşağı
teberrüken (bereketini umarak) muhafaza ediyorlardı. Halası o kuşağı l Yûsuf'un
beline bağladı ve onun, o kuşağı çaldığını söyledi. Onların kanunlarına r? re.
hırsızlık yapanın köle edinilmesi gerekiyordu. İşte böylece O, Yûsuf'u kendi r
-ca alı koyabilmişti.
I Hz. Yûsuf'un
kardeşleri, hırsızlığı sırf iftira ederek ona isnad ettiler. Çünkü am katbleri,
o hâdise üzerinden uzun bir müddet geçmesine rağmen, Yûsuf'a r% öfke ile
dopdolu idi. İşte bu hadise hased edenin kalbinin, kesinlikle o hased nden temizlenemeyeceğini gösterir.
[208]
Taha sonra Allah
Teâlâ, "O, vakit Yûsuf bunu , dışa vurmadı" buyurmuştur. Alimler,
ayetteki ha (bunu) zamirinin neye : ajğu
hususunda, şu iki değişik görüşü belirtmişlerdir:
Birinci Görüş: Zeccâc
şöyle demiştir: "Bu, bir "iştiğal"dir. Yani, birşeyi, daha
sonra açıklamak şartı
ile, bir zamirle ifade etmektir. Bunun açıklaması, "Dedi ki: "Ster
durumunuz daha kötü!" cümlesidir. Bu ifâde, bir "kelime" ve
"cümle" hükmüne* olduğu için, buna râci olan zamir müennes
getirilmiştir. Zira Araplar, bir dizi söze "kelime" de derler. Buna
göre sanki Cenâb-ı Hak, "Yûsuf, "Sizin durumunuz daha kötü!"
cümlesini, içinden geçirdi" demiştir. İbn Mes'ud (r.a.) bu zamiri, bununla
"söz" veya "o kelâm" manasını kasdederek şeklinde müzekker
okumuş:-Ebu Ali el-Fârisi, Zeccâc'ın görüşünü zikredip, onu şu iki bakımdan
tenkid etmiş* -
1)
İştigal, iki
kısımdır: Birincisi: Müfred bir lafız ile açıklanan zamirdir. "Ne güzel
adam, Zeyd!" sözümüzde olduğu gibidir. Mesela burada nl'me kelimesinin
altında, onun faili olan gizli bir zamir vardır ve "racul" kelimes
o zamirin, tefsiridir.
İkincisi ise, o zamirin bir cümle ile açıklanmasıdır. Bunda as olan, o zamirin,
mübtedâ durumunda bulunmasıdır. Meselâ, "İşte o zaman o küfredenlerin
gözleri hemen belerip kalacak" (Enbiya, 97) ve "De ki: "O,
Allah'dır, birdir"(mas, i) ayetlerinde olduğu gibi. Bu, "ola>
(yani durum) şu ki: "O küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak"
ve "Durum: "Allah birdir! (O kadar!)" demektir. Diğer taraftan
mübteda ve haber cümlesini-başına gelen âmiller, bunun da başına gelir. Mesela,
Rabbine mücrim olarak gelirse "Gözler kör olmaz, lakin sinelerin içindeki
kalbler kör olur" (Hac. 46) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunu anladığın
zaman biz deriz ki: Her iki çeşidde de, iştigal' -(muzmerin) kendisi, zamirle
ifâde edilen o cümleye bağlıdır. O cümlenin dışında d£ değildir, ondan ayrı da
değildir. Burada tefsir (açıklama) olan cümle ise, zamir ile İfade edilenden,
apayrı bir cümledir. Binâenaleyh bunun makbul olmaması gerekir
2) Allah Teâlâ, onun, "Sizin durumunuz daha
kötü!" dediğini bildirmiştir. Bu Hz. Yûsuf'un bu sözü bizzat söylediğini
gösterir. Binâenaleyh eğer biz, "Hz. Yûsuf bu sözü içinden geçirdi,
gizledi" der isek, Cenâb-ı Hakk'ın, "O böyle dedi" şeklindeki
sözü yalan olmuş olur.
Bil ki bu tenkid de şu
iki bakımdan zayıftır:
a)
İlk iki kısmın
güzel ve yerinde oluşundan, üçüncü bir kısmın yersiz ve kötü olacağı neticesi
çıkmaz.
b) Biz bunu, "Hz. Yûsuf, onu gizli olarak (içinden)
söyledi" manasına alıyoruz. Bu manaya göre de, ileri sürülen husus, sakıt
olur.
İkinci Görüş: Ayetteki bu zamir, (sözden anlaşılan)
"icabet" (cevab verme) masdarına racidir. Buna göre onlar sanki
"Eğer o çalmış bulunuyorsa, daha önce kardeşi de zaten hırsızlık
etmişti" dedikleri zaman, Hz. Yûsuf onlara cevab vermeye (icabeti), o anda
içinde tuttu ve onlara açıkça cevap vermedi, daha sonraki bir vakte
kadar onu onlara
açıklamadı. Bunun, takdir edilen "makâle-söz, kavil" ifâdesine raci
atması da caizdir. Buna göre mana, "Yûsuf, onların sözlerini içinde tuttu,
sakladı" şeklinde olur. Halk kelimesiyle mahluk, tim kelimesiyle de malum manaları
kaydedildiği gibi, makale sözüyle de, onunla alâkalı olan şeyler
kastedilmiştir. Yani, Yûsuf (a.s.), içinde, o hırsızlığın nasıl olduğunu gizli
tuttu, onlara onun nasıl olduğunu »e bunda, onları tenkit ve ta'n etmeyi
gerektiren herhangi bir şey bulunmadığını klamadı.
İbn Abbas (r.a.)'ın
söyle dediği rivayet edilmiştir: "Yûsuf (a.s.) üç kez cezaya uğratıldı:
a)
O kadın
yüzünden hapsedilme.
b) "Ben/ efendinin yanında, an, benden bahset!" (Yusuf, 42) demiş olması
sebebiyle, uzunca bir mahpus hayatıyla.
c) "Siz, şüphe yok ki hırsızsınız" (Yusuf, 72)
demesi sebebiyle de kardeşlerinin, Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha önce
kardeşi de hırsızlık etmişti" (Yusuf, demeleriyle cezalandırıldı.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, Yusuf (a.s.)'un "Sizin durumunuz daha kötü" dediğini -letmiştir
ki bu, "Siz, daha evvel kardeşinize zulmetmiş, anababanıza asi olmuş;
derken, kardeşinizi tutup kuyuya atmış, daha sonra da yalan söylediğinizi bile
bile r-asanıza: "Onu kurt yedi"~demiş olmanız; der-r:i onu, yirmi
dirheme satmanız, î-adan uzun bir zaman geçmesine rağmen, kâicinizdeki kin ve
öfkenizin yok : maması ve böylece de ona hırsızlık iftirasında bulunmuş olmanız
sebebiyle, Allah çatında daha şerlisiniz" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah sizin anlatmakta olduğunuzun -ıhiyetini çok iyi bilendir"
buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu buyruğu ile, Yusuf'un
sizliğinin Allah
rızası için olduğunu bildirmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: Yusuf'un
sizliği hususunda
yazılan bu izahların hiçbirisi, Yusuf'u zemmetmeyi ve kınamayı çe-ektirmez.
Buna göre mana, "Allah, sizin Yusuf'u tavsif ettiğiniz o şeyin, Yusuf'un
anmasını gerektirip gerektirmeyeceğini en iyi bilendir" şeklinde olur.
[209]
"Ey aziz dediler,
bunun ihtiyar bir babası var. Binâenaleyh onun yerine birimizi alıkoy. Seni
muhakkak iyilik edenlerden görüyoruz." Yusuf,
"Eşyamızı
nezdinde bulduğumuz kimseden başkasını yakalamamızdan Allah'a sığınırız. Çünkü
o takdirde biz, elbette zalim oluruz" dedi" (Yusuf, 78-79).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların, "Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de
çalmıştı" (Yusuf, 77) demelerinden sonra, Yusuf (a.s.)'un kendilerine
muvafakat etmesini ve şefaat yoluna dönmesini, başvurmasını arzuladıklarını
beyân buyurmuştur. Zira her ne kadar onlar, hırsızlık yapan kimse hakkında
Allah'ın hükmünün onun köle edilmesi olduğunu itiraf etmişler ise de, bununla
beraber affetmenin veya fidye almanın da caiz olduğunu ileri sürerek, "Ey
aziz, onun bir ihtiyar babası vardır; yani yaşça yaşlı, ihtiyar" demişlerdir.
Yine şeyh kelimesi ile kadr ü kıymet veya dindarlık bakımından önde geldiğini
kasdetmiş olabilecekleri de söylenmiştir. Onlar bunu, onun, kadr ü kıymeti yüce
olan bir adamın oğlu olmasının, affı ve bağışlamayı gerektireceğinden dolayı
söylemişlerdir. Daha sonra onlar, "Onun yerine birimizi alıkoy"
dediler. Bu ifadeden, onların bunu uzak bir ihtimal görerek söylemiş oldukları
anlaşılabileceği gibi, bununla, "Biz sana fidyesini getirinceye kadar,
birimizi rehin olarak tut" manasının murad edilmiş olması da muhtemeldir.
Daha sonra "Seni
gerçekten muhsinlerden görüyoruz" dediler. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
a)
Eğer bunu
yaparsan, seni muhsinlerden, iyilik yapanlardan sayarız.
b)
Bize ikram
edip, çokça verip, isteğimizi en iyi bir şekilde yerine getirip, yiyeceklerin
parasını geri verdiğin için, seni muhsinlerden biri olarak görüyoruz.
c) Rivayet edildiğine göre, Hz. Yusuf (a.s), kıtlık
insanları çok sıkıp, onlar da yiyecek satın alacak para bulamayıp, yiyecek
almak için kendilerini satınca, bu hadise Mısır halkının çoğunun, Hz. Yusuf'un
kölesi olmasına sebep olmuştur. Daha sonra Yusuf (a.s) hepsini azâd edince,
belki de Yusuf'un kardeşleri işte bundan dolayı, "Biz seni köleleri azâd
etmek suretiyle herkese ihsan edenlerden görüyoruz. Binaenaleyh bunu da, düştüğü
durumdan kurtararak buna da iyilik et" dediler. Bunun
Hz. Yusuf (a.s),
maazallah! "Allah'a sığınırım"dedi. Bu, "Eşyamızı, yükünün
bulduğumuz kimsenin dışında, onun yerine başkalarını tutmaktan Allah'a im"
demektir. Bu ise, "Günahsız olanı suçsuz yere alıkoyarak günah işlemekten
ı"a sığınırım" demektir.
Zeccâc şöyle demiştir: ifadesinin başındaki en edatının,
başına geldiği mahallen mansubtur. Buna göre mana, "Başkasına mukabil
diğer bir kimseyi tan Allah'a sığınırım" şeklindedir. Bu edatın başındaki
min kelimesi düşünce, ;-a karşılık mansub kılınmıştır."
Hz. Yusuf (a.s) "Çünkü o takdirde biz, elbette zalim
oluruz" Bu, "Eğer herhangi bir
insana, başkasının suçundan dolayı eziyet edersem, olsun ki haddi aşmış ve
zulmetmiş olurum" demektir.
İmdi eğer sorulursa
ki: "Bu hadise baştan sona, bir iftira ve bir düzendir. Öyle nasıl,
önceden beri bir peygamber olmasına rağmen, Hz. Yusuf'un bu uydurma İse
yönelmesi uygun olur? Halbuki insanlara sebepsiz yere eziyet etmek, hele hele
töhmet sebebiyle oğlunun alıkonulduğunu anladığında babasının hüznü artıp,
«çeri şiddetlenecek olunca, masum bir peygambere, böyle bir tertip içine
girmek olur da uygun düşer?"
Bu soruya şöyle cevap
verilir: Belki de Allah Teâlâ Ya'kûb (a.s.)'un imtihanını ecrini) artırmak
dilemiş, bundan ötürü de Yusuf'u affedip fidye almaktan eıetmiştir. Bu tıpkı
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa'nın, arkadaşı (Hızır'a), hayatta halinde mutlaka azacak ve kâfir olacak çocuğu
öldürmesini emretmesi gibidir.
[210]
"Vakta ki artık
ondan ümidlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki:
"Babanızın sizden Allah adıyla te'minat almış olduğunu ve daha evvel Yûsuf
hakkında işlediğimiz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, ya babam bana izin
verinceye, yahut benim için Allah hükmedinceye kadar,
buradan katiyyen
ayrılmam. O, hâkimlerin hayırlısıdır" (Yûsuf. BO).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[211]
Onlar ellerinden gelen
herşeyi yapmak demek olan, "Onun yerine birimizi alıkoy" sözünü
söyleyince, Hz. Yûsuf (a.s.) buna
cevaben: "Eşyamızı nezdinde bulduğumuz kimseden başkasını
yakalamamızdan Allah'a sığınırım" demişti . Böylece onlar, Hz. Yûsuf'un
onu geri vermesi hususunda bütün ümidlerini yitirmişlerdi. İşte Cenâb-ı Allah,
bunu anlatarak: "Vakta ki artık ondan ümidlerini kestiler, fısıldaşarak
bir yana çekildiler" buyurmuştur ki bu da, onların, Hz. Yûsuf'un o
kardeşlerini geri vermesinden tamemen ümid kestiklerini gösterir.
"Fısıldaşarak bir yana çekildiler", "insanlardan uzak bir köşede
aralarında fısıltı ile konuştular" demektir.
[212]
Bundan muradın,
onların, içine düştükleri durum üzerinde istişare etmeleri ve fikir
alış-verişinde bulunmaları olduğunda bir şüphe yoktur. Çünkü onlar Bünyamin'i babasından,
ancak kuvvetli bir söz verdikten sonra almışlardı ve üstelik daha önce Hz.
Yûsuf (a.s.) hakkında da bir töhmet altında idiler. Binâenaleyh eğer Bünyamln'ı
babalarına götüremez iseler, şöyle çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti:
1)
Eğer babalarının
yanına dönmeseler, o çok yaşlı olduğu için, yanında evlâdından hiçbiri
olmaksızın tek başına kalması, büyük bir sıkıntı doğuracaktı.
2) Onların aileleri, yiyeceğe son derece muhtaç durumda
idiler.
3) Çoğu kez Hz. Ya'kûb'un hatırına, bütün oğullarının
öldüğü gelecekti ki bu, çok büyük bir keder demektir. Binâenaleyh, eğer onlar
babalarına yanlarında Bünyamih olmaksızın dönecek olsalardı, çok utanacaklardı.
Çünkü iş, zahiren, onların ilk oğluna hainlik ettikleri gibi, bu oğluna da
hainlik ettikleri zannını doğuracaktı. Hem bu, onların babalarına verdikleri o
güçlü söz ve ahidlerine, hiç değer vermediklerini de düşündürecekti. Bu
sebeble, orasının bir şaşkınlık ve bir fikir alış-veriş yeri olduğunda şüphe
yok. İşte bu, en uygun ve en doğruyu araştırmak için istişare etmeyi gerektiren
bir durumdur. Ayetteki, "Vakta ki artık ondan ümidlerini kestiler,
fısıldaşarak bir yana çekildiler" buyruğu ile, bu kastedilmiştir.
[213]
Vahidi şöyle
demektedir: "İbu Kesir'in, bunu ve (Yusuf, no) ayetindeki fiili, hemzesiz
olarak
şeklinde okuduğu
rivayet edilmiştir. Bu fiil, tıpkı gibi,
şeklinde de kullanılır. Bunu, şeklinde okuyan, fiilin ayne'l fiili ile fâ'al
fiilinin yer değiştirmiş olur. Binâenaleyh,
olmuş olur ki bunun aslı, dir. Daha sonra, hafiflik olsun diye hemze
kaldırılmıştır. Keşşaf sahibi, ayetteki manasında olduğunu, sin ve tâ'nın
mübalağa için getirildiğini bunun tıpkı ynlr'J (Yûsuf, 32) tabirindeki gibi
olduğunu söylemiştir.
Ayetteki tabiri il.g
ilgili olarak Vahidî şöyle der: "Arapça'da, birşeye karışmış olan şey, öz
olandan ayrıldığı zaman denilir." Bununla ilgili, şu iki açıklama
yapılmıştır:
a)
Zeccâc: "Bu,
"Onlar, kardeşleri olmaksızın,
tek başlarına kaldılar" manasındadır" demiştir.
b)
Diğer alimler
buna, "Onlar, yabancılardan ayrıldılar" manasını vermişlerdir. Daha
doğru olan da bu manadır.
Ayetteki neciyyâ
tabiri iki mana/adır:
a) Keşşaf sahibi şöyle demekte dir: "Bu, tıpkı
kelimelerinin, mu'âşir (arkadaş) ve (Gece sohbet eden) manasına gelmesi
gibi, (fısıldaşan) manasınadır. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onu, çok münacaat eden bir kimse olarak yaklaştırdık"
(Meryem. S2) buy/uğunda da bu manadadır.
b) Bu, şeklindeki masdar manasınadır. Nitekim bunun,
"fısıldaşanlar olarak" demek olduğu da söylenmiştir. .Binâenaleyh
ayetin manası, "Onlar, insanlardan ayrılıp bir kenara çekildiler, içlerin
e hiçbir yabancı karışmadı, insanlarda ayrı olarak fısıldaştılar"
şeklindedir. Bu kelimenin, şeklinde okunduğu da rivayet edilmiştir. Bu,
"Aralarında fısıldaşan bir grup olarak" demektir. Bu izahların en
güzeli şöyle denilmesidir: Onlar, bir kenara .çekilip fısıldaştılar. Zira bu
işlerden herhangibiri kimin başına gelse, o kimse sanki o ş'eyin bizzat kendisi
olarak nitelenir. Binâenaleyh onlar, iyice fısıldaşmaya dalınca, san ki
gerçekten fısıldaşmanın kendisi olmuş sayılırlar.
Cenâb-ı Hak
"Büyükleri ded i ki" buyurmuştur. Bununla, onların yaşça büyük
olanlarının kastedildiği söylendiği gibi , ki bu Rûbiyel'dir. Akılca büyük
olanlarının kastedildiği de söylenmişti ki o da, Ya Hûda'dır Yahûda, onları
daha (önceki hadisede), Hz. öldürmekten va-'zgeçiren kimsedir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, o büyüklerinin "Babanızın sizden Allah adıyla te'minat alrrı olduğunu
ve daha evvel Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuzy dediğini
bildirmiştir.
[214]
,Bu ifâde ile ilgili
iki mesele vardır:
İbn Abbâs
(r.a.) şöyle demiştir:
"Hz. Yûsuf (as
"Eşyamızı nezdinde bulduğumuz kimseden başkas:~ı
yakalamamızdan Allah'a
sığınırım" deyince, Yahuci
sinirlendi. O sinirlenip bağırınca, sesini duyan her gebe kadın çocuğunu
düşürü':. (yani öylesine korkunç bağırırdı) ve bedenindeki bütün kıllar diken
diken olurdu;Yakûs soyundan bir kimse elini, ona dokunmadıkça da teskin
olmazdı. O, kardeşlerinde1 birine: "Mısır halkının pazarcılarına karşı
beni koruyun, ben de sizi padişaha ka-s koruyayım" dedi. Bunun üzerine Hz.
Yûsuf (a.s.). küçük oğluna: "Ona dokun" dec O da ona dokununca,
Yahûda'nın gazabı teskin oluverdi.
Yahûdâ, yenic-r-bağırmaya niyetlenince, Hz. Yûsuf (a.s.) yere İndi, onun
elbisesinden tutup çer o yere düştü ve o anda, "Ey Aziz Kişi" dedi.
Onlar, Yûsuf(a.s.)'un isteklerini kab_ etmesinden ümidlerini tamamen kesince,
aralarında istişare etmeye başlayan-"şüphesiz babamız, bizden Allah adına
büyük bir söz aldı. Hem sonra biz zaten Yûs. hadisesinden dolayı da töhmet
altındayız. Bu belâdan nasıl/kurtulacağız?" dedile-[215]
Ayetteki ifâdesindeki
mâ edatının, hangi mâ olduğu
hususunda da şu izahlar yapılmıştır.
a) Bunun asıl manası "Bundan önce de Yûsuf hakkınc
ifrata düşmüş* aşırı gitmiş ve babantza verdiğiniz sözü tutmamıştınız"
şeklinded
b) Bu, mâ-imasdariyye olup, mahallen merfû ve
mübtedadır, -"zarfı da, onun haberidir. Manası: "Sizden Yûsuf
hakkında da bir aşırılığınız evvel sâdır olmuştu" demektir.
c)*Bu kelime, fi
fiilin mef'ûlüne ma'tûf olmak üzere mahsus oIl: takdiri, "Sizler ,
babanızın sizden söz aldığını ve daha evvel Yûsuf hakkınc yaptığınız ifratınızı
bilmiyor musunuz?" şeklindedir.
d) Bu, ism-i mevsûl manasına olup, "Bundan önce
Yûsuf (a.s.) hakkında yapr olduğunuz ifratınızı, o büyük hainliğinizi bilmiyor
musunuz?" şeklindedir. O haio-yapılan her iki izaha göre, bu ifade,
mahallen hem merfudur, hem de mansub:.
Daha sonra "Ben, (kendisine dönmem hususunda) babam
bana izin verinceye kadar, yar. da benim için Allah, (benim buradan çıkmama
yahut kardeşimi alanlardan almama, yahut da hangi yolla o/ursa, o/sun, onu onun
elinden kurtarmama bir) hüküm verinceye kadar, buradan (Mısır'dan)
ayrılmayacağım. O, hâkimlerin en hayiriısıdır. Çünkü O Allah, sadece adalet ve
hak ile hükmeder" demiştir. Velhasıl onun bu sözünden maksadı, Kendisinin
babasına ve diğer insanlara karşı utancını sona erdireceği bir mazeretin ortaya
çıkmasını istemektir. O, bu sözü, nasıl olursa olsun, mazeretini ortaya koymak
için, sadece Allah'a yalvarıp yakarmıştır.
[216]
"Siz dönün ve
babanıza deyin ki, "Aziz babamız, oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimiz
şeyden başkasına şâhidlik yapmayız. Gaybm bekçileri de değiliz. (İstersen),
içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine de, içlerinde geldiğimiz
kervana da sor. Biz, şüphe yok ki doğru söylüyoruz" (Yûsuf, 81-82).
Bil ki onları, en
doğrusunun ne olduğu hususunda istişare edince, yapılacak en doğru işin,
memleketlerine dönüp, babalarına hadiseyi aynen anlatmaları olduğu ortaya
çıktı. Bu sözü söyleyenin, "Babam bana izin verinceye kadar (...) buradan
katiyyen ayrılmam"(Yûsuf, 80) diyen o büyük kardeş olduğu açıktır. Bunun,
Rûbiyel olduğu; Mısır'da kalıp diğer kardeşlerini babasına gönderenin o olduğu
da söylenmiştir.
Buna göre şayet,
"Bünyamin, özellikle doyurucu cevap verip, o tası yüküne koyanın, daha
önce de onların yüklerine sermayelerini geri koyan kimse olduğunu söylediğine
göre, daha nasıl onlar, delil olmadığı halde, Bünyamln'in hırsız olduğuna karar
vermişlerdir?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) Onlar, o tasın, kendilerinden başka hiç kimsenin
giremeyeceği bir yere konulmuş olduğunu görmüşlerdi: Bundan dolayı, o tası
münâdilerin Bünyamin'in yükünden çıkardıklarını görünce, zann-ı galibleri ile,
onu Bünyamln'in almış olduğu hükmüne vardılar.
Bünyamin'in, "o
tası benim yüküme koyan, sermayelerinizi sizin yükünüze koyan kimsedir"
demesine gelince, aradaki fark açıktır. Çünkü onlar orada, sermayeleri yüklerine konulmuş otarak dönünce,
sermayelerini yüklerine koyanların, onlar yar Hz. Yûsuf'un adamları olduğunu
kabul etmişlerdi. Ama bu tasa gelince, hiç kimse bunu onların onun yüküne
koyduğunu kabul etmemiştir. İşte bu sebebten ötürü zann-galibleri ite, bunu
Bünyamin'in çaldığı neticesine varmışlardır. Bu zanna binâe-şâhitlik etmiş,
bununla beraber buna kesinkes şahitlik etmediklerini de, "Biz bildiğin-^
şeyden başkasına şâhidîik etmeyiz. Gaybm bekçileri de değiliz" diyere*
belirtmişlerdir.
2) Bu, "Melikin ve adamlarının demesine göre, oğlun
hırsızlık yapmış" demektir Bunun, Kur'ân'da örneği çokturi24) Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz sen haJtz ve reşîdsin" (huö, 87) yani
"sen kendi iddiana göre, hafim ve reşîdsin" denildiği-bildirmiştir.
Yine Hak Teâlâ, "Tat (azabı), çünkü sen azız ve kerîmsin", yani
"kendi iddiana göre aziz ve kerimsin
(ama bize göre hayır, böyle
değilsin) "(Duhân, m buyurmuştur.
3) Senin oğlunun üzerinde, hırsızlığa benzer bir durum ortaya
çıkmıştır." Böyles şeylere de hırsızlık denir. Çünkü birbirine benzer iki
şeyin birinin ismini diğeri iç r de kullanmak, Kur'ân'agöre mümkündür. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Kötülüğün karşılığ ona denk bir kötülüktür" (Şura, 40)
buyurmuştur.
4)
Hz. Ya'kûb'un
oğulları o zaman henüz peygamber değillerdi. Binâenak onların böyle bir sözü,
hele de bu zannı uyandıracak bir şey gördükleri zaman, tahmir olarak söylemiş
olmaları uzak bir ihtimal değildir.
5)
Ibn Abbas
(r.a)'ın bunu şeddeli olarak,
"Oğluna hırsızı • isnâd edildi" şeklinde okuduğu da rivayet
edilmiştir. Bu kıraata dayanarak bir tev yapmaya ihtiyaç yok. Çünkü o topluluk
ona zaten hırsızlık isnad etmişti. Zira biz bL kitapta, böyle kıraatlerin
soruları defedemeyeceğini daha önce söylemiştik. Çünkl problem ancak,
"Birinci kıraat yanlıştır, doğrusu ise bu kıraattir" dediğimizde
ortadar kalkar. Ama biz birinci kıraatin doğru olduğunu kabul ettiğimizde,
ikinci kıraat doğa da olsa, yanlış da olsa, o problem devam eder. Binâenaleyh
mutlaka daha öncek gibi izahlar yapılması gerektiği sabit olmuş olur.
[217]
Onların "Biz,
bildiğimiz şeyden başkasına şâhidîik yapmayız' ifâdesine gelince, bunun manası
açıktır. Bu, şâhidliğin, bilmekten başka birşey olduğuna delalet eder. Bunun
delili işte bu ayettir. O halde bu, "şahâdef'in "ilinV'der başka birşey
olmasını gerektirir. Bir de Hz. Peygamber (s.a.s.), "Birşeyi, ancak güneşi
bildiğin gibi bildiğin zaman, ona şâhidîik et" buyurmuştur
24) Yani, kardeşleri,
kendi değerlendirmelerini söylemiş olmayıp Hükümdarın adamlarının Bünyamır
aleyhindeki iddalanm nakletmiş oluyorlar (ç).
bu da, bizim
söylediğimiz hususa delâlet eder. Şehâdet, insanın "Ben şehâdet
ederim" demesinden ibaret değildir. Çünkü insanın, "Ben şahadet
ederim" sözü, şahidlik yapacağını haber vermedir. Halbuki şehâdet
edeceğini söylemesi, şahidlik etmesinden ayrı bir şeydir. Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: Şehâdet (şahidlik), <elamcıların kelâm-ı nefs (insanın içten
geçirmesi) dedikleri, zihnî bir hüküm veriş manasınadır.
[218]
Onların "Gaybm
bekçileri de değiliz" cümlesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Onlar: "Biz, su kabının onun yükü içinden
bulunup çıkarıldığını gördük. Ama gerçek durum bizce malum değil. Çünkü gaybı
ancak Allah bilir" demek istemişlerdir.
b) İkrime, bunun "Belki de o su kabı,gece
onun eşyası içine saklanmıştı" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü bazı
Arapça lehçelerinde gece'ye "gayb" denir.
c)
Mücahid, Hasan
ve Katâde, buna, "Biz, oğlunun
hırsızlık yapacağını bilemezdik. Eğer bunu bilseydik, onu padişaha götürmez ve
geri getirme hususunda da Allah adına sana söz vermezdik" manasını
vermişlerdir.
d) Nakledildiğine göre Ya'kûb (a.s.) onlara:
"Farzedin ki o hırsızlık yaptı. Kral, Isrâiloğullarının şeriatına göre
hırsızlık yapanın köle olarak alıkonacağını nasıl bildi? Hayır, hayır, aksine
bunu ona bir maksadınızdan ötürü siz söylem işsin izdir" dediğinde onlar:
"Biz bu hükmü ona, henüz bu hadise başımıza gelmezden önce söylemiştik.
İçine düştüğümüz bu şeyin, başımıza geleceğini o esnada bilemezdik"
demişlerdir. Buna göreayetteki, "Gaybm bekçileri de değiliz" cümlesi,
işte buna bir işarettir.
Eğer, "Bu görüşe
göre Ya'kûb (a.s.)'un Allah'ın bu hükmünü gizlemeye gayret göstermesi
(oğullarının gizlemiş olmasını istemesi) ne derece doğrudur?" denilirse,
biz deriz ki: Belki de hüküm, malı çalınan kimsenin müslüman olması şartına
bağlanmıştı. İşte bunda ötürü o, bu hükmün kâfir sandığı o padişahtan
saklanmasının mümkün olduğunu düşünmüştür.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların, "İstersen, içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine
de, içlerinde geldiğimiz kervana da sor" dediğini anlatmıştır.
Bil ki onlar zaten
Yûsuf hadisesinden dolayı itham altında oldukları için, bu (yeni) ithamı
kendilerinden savuşturmak için alabildiğine gayret göstererek, böyle
söylemişlerdir. Alimlerin çoğu, burada geçen "Karye" (o şehir)
sözünden, Mısır'ın kastedildiği görüşünde ittifak ederken, bazıları da bunlar
muradın, Mısır'ın giriş kapısı
üzerinde bulunan ve
hırsızlık ile bunun araştırılması hadisesinin cereyan ettiği yer olduğunu
söylemişlerdir. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Bununla, "O şehrin ahâlisine sor" manası
kastedilmiştir. Fakat kısa ve ve olsun diye muzaf olan "ahâlisi"
kelimesi hazfedilmiştir. Böylesi mecazî ifâde arapca'da meşhur ve yaygındır.
Ebu Ali el-Fârisî: "Arapça'da bunun caiz olmadığ söylemek, tıpkı zarurî
şeyleri kabui etmemek ve maddi varlıkları inkâr etmek gibi olu demiştir.
b) Ebu Bekr el-Enbârİ: "Bu, şehire sor, kervana
sor, duvarlara sor, onlar saf söyler ve bizim doğru söylediğimizi sana
anlatırlar. Çünkü sen, Allah'ın en büyt peygamberlerdensin. Allah'ın, bir
mucize olarak bu cansız şeyleri konuşturma ve sana bizim söylediklerimizin
doğru olduğunu haber vermesi uzak bir ihtim değildir" demektir" der.
Burada şu şekilde,
üçüncü bir izah daha yapılabilir: Birşey tamamen ortaya çık'i kapalı tarafı
kalmadığı zaman, "Onu göklere, yere ve bütün her şeye sor" den* ki,
bundan murad, o şeyin, hakkında şüphe kalmayacak derecede ortaya çıkmasıa
Onların
"İçlerinde geldiğimiz kervana da (sor) sözü hakkında müfessirler şöyle
demişlerdir: "Kenanldar"öan (hemşehrilerinden) t> grup insan,
onlarla yol arkadaşı olmuşlardı. Bundan dolayı Ya'kûb'un oğulları ora "Bu
hadiseyi onlardan sor" demişlerdir.
Sonra, sözlerini iyice
te'kîd edip anlatınca, "Biz, şüphe yok k doğru söylüyoruz" yani,
"Bizi töhmet altında tutsan da, tutmasan da, biz doğruyuz demişlerdir.
Onların bu sözden gayeleri, kendi kendilerinin doğruluğunu ifâde etmeı
değildir. Çünkü bu, birşeyi yine kendisi ile isbat etme gibidir. Aksine insan,
birşey -doğru olduğuna dâir kesin bir delil zikredince, bundan sonra, "Ben,
bu huşu.- -doğruyum" der. Bu, "Sana söylediğim delilleri ve açık
hüccetleri düşünürsen, şüphe tamamen gidecektir" manasına gelir.
[219]
"O dedi ki:
"Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir. Artık güzel bir
sabır. Allah'ın onların hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir. O
alimdir, hakimdir" (Yûsuf, B3).
Bil ki Ya'kûb (a.s.),
oğullarından bu sözü işitince, söyledikleri sözde, daha önce Yûsuf (a.s.)
hadisesinde de olduğu gibi, doğru olmadıklarna hükmetti ve: "Hayır, sizi
nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir. Artık (bana düşen) güzel bir
sabırdır" demiştir. O, bu sözü aynı şekilde Yûsuf hadisesinde de
söylemişti. Fakat Yûsuf hadisesinde daha sonra: "Sizin şu anlatışınıza
karşı yardımına sığınılacak (ancak) Allah'dır"(yüsui. ıs) demişti. Bu
hadisede ise, daha sonra: "Allah'ın, onların hepsini birden bana getirmesi
yakın bir ümiddir" demiştir. Bu ayetle
ilgili iki mesele vardır:
[220]
Bazı müfessirler şöyle
demişlerdir: "Ayetteki: "Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe
sürüklemiştir" buyruğundan maksad, daha önce Yûsuf (a.s.) hadisesinde
"Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir"(Yûsuf,
ıs> dediği zamanki gibi, yalan ve hile değildir. Fakat Hz. Ya'kûb bununla,
"Nefisleriniz, Bünyamin'i benden alma ve onu, menfaat elde etmek için
Mısır'a götürme işini size süslü gösterip, sizi aldattı. Halbuki bundan şer ve
zarar geldi. Onu sizinle beraber göndermem için bana ısrar ettiniz, ama
Allah'ın takdirinin, sizin hesâb ve planlarınızn aksine tecelli edebileceğini
bilmediniz" manasını kasdetmiştir. Belki de bunun manası:
"Nefisleriniz sizi bu işte aldattı ve onun çalmadığı halde, gerçekten
çaldığı zannını size verdi" şeklindedir[221]
Rivayet edildiğine
göre, Rûbiyel, Mısır'da kalıp dönmemeye niyetlendiği zaman, padişah ona,
kardeşleri
ile birlikte gitmesini
emredip: "Benden ayrılıp, gidin" dediği zaman, o öyle bir nâra attı
ki, şehirde karnındaki bebeyi düşürmeyen gebe kadın kalmadı. Bunun üzerine Hz.
Yûsuf (a.s.): "Onu bırakın (kalsın)" dedi. Diğerleri Hz. Ya'kûb'un
yanma dönüp hadiseyi anlattıkları zaman, Hz, Ya'kûb (a.s.) ağladı ve:
"Evlatlarım, ne zaman yanımdan ayrılıp gitseniz, biriniz eksiliyorsunuz.
Bir defa gittiniz, Yûsuf eksildi; ikincisinde Şem'ûn; bu üçüncüsünde de Rûbiyel
ve Bünyamin" dedi. Sonra yine ağladı ve: "Allah'ın, onların hepsini
birden bana getirmesi yakm bir ümiddir" dedi. Bu hüküm ve neticeye, şu
sebeblerden dolayı ulaşmıştı:
1) Hüznü, başındaki belası ve çektiği mihnetler iyice
uzayınca, Allah Teâlâ'nın çok yakında artık bir çıkış yolu vereceğini bildi ve
Allah'ın rahmetine hüsn-ü zan seslediğini gösterir bir üslub ile bu sözü
söyledi.
2)
Belki de Allah
Teâlâ Yûsuf (a.s)'dan dolayı düştüğü mihnetten sonra, ona, Yûsuf(a.s.)'un sağ
olduğunu bildirdi veya onun için bu hususta birçok alâmetler ortaya
çıktı, o da:
"Allah'ın, onlann hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir" da
Çünkü onlar Yûsuf'u götürdükleri zaman, oniki kişi idiler. Yûsuf kayboldu ve
ont kişi kaldılar. Hz. Ya'kûb onları Mısır'a gönderdiği zaman da dokuz kişi
olan döndüler. Çünkü Bünyamin'i Hz. Yûsuf alıkoymuştu ve: "Artık ben, ya
babam baı izin verinceye kadar, yahud benim için Allah hükmedinceye kadar,
buraca katiyyen ayrılmam" (Yûsuf, 8o> diyen büyük, kardeşleri de
kendisini alıkoymuştu. İş böylece kaybolanların, geri dönmeyenlerin sayısı üç
olunca, o da: "Allah'ın, onlar hepsini birden bana getirmesi yakın bir
ümiddir" demiştir.
Daha sonra o,
'"O, alimdir, hakimdir" demiştir. Yani Al işlerin hakikatlerini
bilir, fazlına, ihsanına, rahmetine ve maslahata uygun olarak hususlarda hikmet
sahibidir.
-
"Ya'kûb onlardan
yüz çevirdi, "Vah Yusuf a olan
hasretim vah!" dedi ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü.
(Bununla beraber) o, arr I gamını tamamen yutmakta idi. Dediler ki: "Hâlâ
Yûsuf'u anıp duruyorsun
Andolsun ki sonunda ya
kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın."
O da dedi ki: "Ben kederimi ve hüznümü yaln Allah'a şikayet ediyorum ve
Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri
biliyorum. Evlatlarım
gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın. Allah':- rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Zira hakikat şudur ki kâfirler gürûhunder başkası, Allah'ın
rahmetinden ümid kesmez" (Yûsuf, 84-87).
Bil ki Ya'kûb (a,s.),
oğullarının sözünü işitince, kalbi gerçekten sıkıntı ile dara-ve onlardan yüz
çevirip ayrıldı. Sonra onları çağırttı ve onlara döndü dedi ki:
Boradaki birinci
makama (duruma) gelince ki bu, onun onlardan yüz çevirip, yıasıdır. Bu
"Ya'kûb onlardan yüz çevirdi. Vah Yûsuf a dan hasretim, vah!" ifâdesi
ile anlatılan husustur.
[222]
ki, Hz. Ya'kûb,
Bünyamin ile ilgili olarak oğullarından o sözü duyunca, göğsü , Yûsuf'a olan
tasası ve hüznü iyice büyüdü ve, "Vah, Yusuf'a olan hasretim, dedi. Şu
sebeplerden dolayı bu hadise tahakkuk edince, Hz. Ya'kûb'un, feuf'undan
ayrılması sebebiyle hüznü büyümüştür:
1)Yeni
hüzün, eski ve içte bulunan hüznü kuvvetlendirir. Yara yaraya eklendi fazla acı verir. Nitekim Şair Mütemmim İbn
Nüveyre şöyle demiştir: ricadaşım beni kabirlerin yanında ağlayarak öldürücü
gözyaşları akıttığım için dedi ki:
"Gördüğün her kabre ağlıyor musun? Kumlar ve çukurlar arasın olein
her mezara9!" Ona dedim
ki: "Üzüntü üzüntüyü tahrik eder.
âenaleyh beni bırak. Bunların tamamı Malik'in kabridir."
Zira o, bir kabir
gördüğü her defasında, kardeşi Malik'i kaybetmekten ötürü Tazeleniyor ve
çevresindekiler kendisini ayıplıyorlardı. O da, "üzüntü üzüntüyü
soğurur" diye cevap veriyordu.
Bir başkası da, şöyle
demiştir:
unutmadın, ya da en azından, ondan sonraki
musibetlerde. Fakat, yaranın .'a dağlanması çok acı vericidir."
2) Bünyamin ve Yûsuf'un annesi birdi. Dolayısıyla hem
suret hem de sıfat ndan aralarında
mükemmel bir benzerlik bulunuyordu. Binâenaleyh, Ya'kûb Bünyamin'i görmekle,
Yûsuf'u görür gibi olarak teselli buluyordu. Olan şey teselliyi gerektiren şey de zail olup gitti.
Böylece de, Ya'kûb'un elemi ve arttı.
3)O'nun başta gelen derdi, Yûsuf'u kaybetmiş olmasıydı.
Ona karşı duyduğu her şeye karşı duyduğu
üzüntü demekti.
4) Bu musibetler, birtakım sebeplere bağlanabilecek,
izahı mümkün belalar idi. Yûsuf'un hadisesine gelince, Ya'kûb (a.s.),
oğullarının ileri sürmüş oldukları mazerette yalancı olduklarını biliyordu.
Gerçek sebep ise, onun tarafındar malum değildi. Hem Ya'kûb (a.s.), onların
hayatta olduklarını biliyordu. Yûsuf'a gelince, Ya'kûb (a.s.) onun hayatta olup
olmadığını bilmiyordu. İşte bu sebeplerder dolayı, Hz. Ya'kûb'un, Yûsuf'tan
ayrılmasından dolayı olan iştiyak ve özlemi artmış {onun ölü mü, diri mi
olduğuna dair) halini bilmemekten dolayı içinde bulunduğL musibet, son derece
şiddetli olmuştu.
[223]
Bazı câhil kimseler
Hz. Ya'kûb'u "Vah Yûsuf'a olar hasretim, vah!" demesinden dolayı
tenkit ederek şöyle
Hasret Duymasını Hz.
Ya'kûb'a Çok demişlerdir: "Zira
bu, feryâd u figan etmek ve AHah'dar
Görenlerin
Haksızlığı şikayetçi olmak demektir ki,
bu caiz değildir." Alimle' ise,
durumun, bu câhilin
zannetiği gibi olmadığını açıklamışlardır. Bunun izahı şöyle
yapılabilir:
Ya'kûb (a.s.), bu sözü
söylememiştir. Ama, sonraysa, onun ağlaması büyük olmuştur ki, bu Cenâb-ı
Hakk'ın, 'Ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyruğundan
anlaşılandır. Sonra o lisanını bağırıp çağırma ve uygun olmayar şeyler
söylemekten alıkoymuştur ki, bu, ayetteki ifadesinden anlaşılmaktadır Sonra,
yine Ya'kûb (a.s.) o şikâyetini hiçbir insana da açmamıştır. Bunun delili,
Ya'kûb (a.s.)'un, "Be/ı kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet
ediyorum' demesidir. Bütün bunlar, onun musibet ve sıkıntısının şiddetlenmesi
halinde, onun sabretmiş olduğuna ve o sıkıntısını ve kederini sinesinde
taşıdığına ve hiç kimseye şikayette bulunmadığına, böylece de pek yerinde
olarak, bu sayede büyük bir medih ve büyük bir övgüye mazhar olduğuna delâlet
eder.
[224]
Rivayet olunduğuna
göre Yûsuf (a.s.) Hz. Cebrail'e "Ya'kûb hakkında bir bilgin var mı?"
diye sorduğunda, Cebrail "Evet" deyince de: "Onun hüznü ve
kederi ne noktadadır?" der. Cebrail "Onun kederi yetmiş tane
"seklâ"nın kederi gibidir" der. Seklâ tek bir çocuğu olup, sonra
da o çocuğu ölen kadına denilir. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: "Onun için bu
hususta bir mükâfat var mıdır?" deyince de, Cebrail (a.s.: "Evet, yüz
şehit mükâfaatı vardır" der.
Buna göre şayet,
Muhammed İbn Ali el-Bakır'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Birpir-i fâni,
Ya'kûb'a uğrayarak, ona "sen İbrahim misin?" der. Bunun üzerine
Ya'kûb (a.s.) da: "Ben, onun oğlunun oğluyum; sıkıntılarım beni böyle
değiştirdi. güzelliğimi ve kuvvetimi giderdi" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı
Hak, Ya'kûb'a "Sen beni, her ne zaman kullanma şikayet ettiğinde, izzet ve
celâlime kasem olsun ki. eğer sen beni şikayet etmeseydin, ben sana senin
etinden ve kanından daha iyisini
ram (seni gençleştirirdim}"
diye vahyetti. İşte, bunun üzerine Hz. Ya'kûb can sonra: "Ben kederimi ve
hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" der
Peygamber (s.a.s)'in
de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya'kûb'u kardeş -e- bir kardeşi
bulunuyordu. O, Ya'kûb'a "Görmeni gideren, sırtını laştıran nedir?"
diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ya'kûb da: "Gözümü eren. Yûsuf sebebiyle
ağlamam; sırtımı kamburlaştıran da, Bünyamin'e olan •er.mdir" dedi. Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a: "Beni, benden başkasına Ket etmekten
çekinmez misin?" diye vahyetti. Bunun üzerine Ya'kûb (a.s.) "Ben
'erimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" diyerek, sözünü
"Ya beli bükülmüş, gözleri kör olmuş bu pir-i faniye acımaz mısın? Yûsufun
3ünyamin'in kokusunu bana tekrar koklat" diye sürdürdü. Bunun üzerine il,
ona müjde vererek Allah'ın şöyle dediğini nakletti: "Şayet onlar ölü dahi
ar onları dirilteceğim. Binâenaleyh, fakir ve yoksullar için bir yemek hazırla.
ters kullarımın bana en sevimli olanları peygamberler ve yoksul
kimselerdir." ılalb (a.s.) kahvaltı yapmak istediğinde bir münadî,
"Kahvaltı yapmak, yemek isteyen, Ya'kûb'la beraber yapsın!"'diye
bağırdı. Yine, Ya'kûb (a.s.) oruç jğunda, iftar esnasında da aynı şekilde
bağırırdı. Rivayet olunduğuna göre Ya'kûb kj.). yaşlılıktan dolayı, dökülen
kaşlarını bir bezle sarıyordu!25) Bunun üzerine «edişine birisi: "Bu
başına gelenler ne?" deyince de o: "Ömrümün uzunluğu ve erlerimin
çokluğu" dedi. Bundan dolayı Allah Teâlâ ona: "£y Ya'kûb, beni
şikâyet wn ediyorsun?"diye vahyedince de o, "Ya Rabbi, bir hatadır
yaptım. Binâenaleyh r -atamı bağışla" dedi" denilirse, biz deriz ki:
Biz Ya'kub'un
yaptığının, sadece sabır, sebat edip, feryâd ü figan etmemek : : jğunu
delilleriyle birlikte bildirmiştik. (Artık başka söze itibar olunmaz.) Rivayet
,-duğuna göre ölüm meleği Ya'kub'un yanına girince Ya'kûb ona: "Sevgilimi
;o-Tteden önce, canımı almak için mi geldin?" deyince Azrail ona:
"Haytr, ben senin znünle hüzünleneyim, sevincinle de sevinç duyayım diye
geldim" der. Ağlamak se günah sayılmaz. Rivayet olunduğuna göre Hz.
Peygamber (s.a.s) de, oğlu âhim'e ağlayarak, "Kalb hüzünlenir; göz, yaş
akıtır. Biz Rabbimizi kızdıracak
söylemiyoruz. Ey ibrahim, biz senden dolayı kederliyiz, hüzünlüyüz"
demiştir. em insanı hüznün kaplaması, onun irâdesi ve tercihiyle olmaz.
Dolayısiyle bundan -ıangi bir sorumluluk doğmaz. Ama ah, of etmek; ağlamak,
gözlerden bardaktan Dcsanırcasma göz yaşı akmasına gelince, kişi, bazan bunları
defed e meye bilir.
Daha önce Yusuf, 18
ayetinin tefsirinde de bu ibarenin aynısı geçmişti. Manasını anlayamadık. Yaz-
ara başvurunca birçok nüshada ibarenin bu şekilde olduğunu tesbit ettik
(Köprülü No: 120, Varak
Ey bu soruyu soran
kimse! Sizin ileri sürdüğünüz şeylere gelince: Onla" Ya'kûb (a.s.)'a
itabvari gelen hitaplar, ancak ebrânn hasenatının, mukarreb^ r seyyiatı gibi
kabul edilmesinden dolayı varid olmuşlardır. Hem burada, şöyle bir bsM incelik
de bulunmaktadır İnsan, hayrete düşüp tereddüt ettiği bir yerde mut:a*j Allah'a
başvurur. Ya'kûb (a.s.) Yûsuf'un hayatta mı yoksa ölmüş mü olduğı.-. bilmiyordu.
O, bu hususta lehte veya aleyhte herhangi birşey söylemiyor, tava- ediyordu. Onun bu hususta tavakkuf etmesi
sebebiyle de Cenâb-ı Allah'a yönelmea daha da fazlalaşmış, -bu mesele dışında-
O'ndan başka hiçbir şeye dönüp bak~ olmuştu. Onun bu hadisedeki tavır ve
hareketleri farklı farklı olmuştur. Bazı zaman sr o, çoğu kez, Allah'ı
zikretmeye o denli dalardı ki, bu hadiseyi hiç hatırlamazc Binâenaleyh, bu
hadiseyi hatırlamak, o hadiseyi hatırlamaması gibi olmuştur, E sebepten dolayı
Hz. Ya'kûb'a nisbetle bu hadise, Hz. İbrahim'in ateşe atılması t kesilmesi
istenen oğlunun kesilmesi hadisesi gibi olmuştur.
[225]
İmdi, eğer sorulursa
ki: "Şiddetli bir musibet geldiğinde, Hak Teâlâ'nın, "Onla yok mu?
Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğr yola
erdirilenlerin tâ kendileridir" (Bakara, 157) buyruğunda bahsedilen bu
büyı. mükâfaata müstehak olabilmesi için, onun "Biz Allanınız ve biz ancak
döneceğiz" (Bakara, ise) demesi
daha evlâ değil miydi?" denilirse, biz deriz ki:
Bazı müfessirler,
"İstirca/26) bu ümmetten başka hiçbir ümmete verilmemiştr Binâenaleyh
Allah, bu ümmete bir musibet isabet ettiğinde, onların böyle söyleyere-mükâfaat
elde etmeleri için, sâdece bu ümmete ikram etmiştir" demişlerse de, b bana
göre, şu sebeplerden dolayı zayıftır: Zira kişinin "Biz Allanınız"
şeklindeki sözl bizim, Allah'ın mülkü olduğumuza, bizi yaratıp var edenin O
olduğuna; "ve biz anca.-ona döneceğiz" demesi de, haşr ve Kıyametin
mutlaka olacağına bir işarettir. Bunu* böyle olduğunu bilmeyen bir ümmet
olacağı düşünülemez. Binâenaleyh, bazı belâ ve musibetler gelirken, bunu bilen
kimse, mutlaka sonunda da, Allah'a rücû edeceğir döneceğini bilir. İşte bu
noktada, o musibete karşı tam bir teselli meydana gelir. Allah tasdik etmiş,
O'na iman etmiş olan kimsenin bunu bilmemesi imkânsızdır.
[226]
Onun, "Vah
hasretime!" ifâdesi esefe, tasaya nida etmektir Bu tıpkı, bir
kimsenin, "Ey hayret, ey şaşkınlık
demesi gibidir ki bu,
sanki o, esefe tasaya bağırm s ve "Bu senin tam gelme ve bulunma
zamanındır"demektir.Biz bu açıklamayı, pekçe* yerde izah ettik. Bunlardan
birini, meselâ Cenâb-ı Hak'tan (Yûsuf, 3i)ayetimr tefsirinde geçmişti. Esef
kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve kede-anlamına gelir. Leys
şöyle demiştir: "Başına birşey gelir, sen de ondan dolayı mahzur
26) "Istircâ, bir
musibet ve belâ esnasında mü'minin
demesidir.
olur ve onu
savuşturmaya da gücün yetmezse, sen hem esîf, yani hüzünlü, hem ne müteessif,
kederlenmiş olursun." Zeccâc da şöyle demiştir: "Aslolan, bunun
"Ya esefi" "Ey eseftm,tasam" şeklinde kullanılmasıdır.
Ancak ne var ki, izafet yâ'sının, etif ve fethantn hiffetinden dolayı, elif-i
maksure ile değiştirilmesi caizdir.
[227]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ve hüzünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyurmuştur. Bu
hususta da şu iki izah yapılabilir:
1) Ya'kûb(a.s.) "Vah Yûsuf'a olan hasretime,
vah" deyince, onu hep ağlamak tutmuştur. Ağlamak tutunca da, gözlerindeki
su çoğalmıştır. Böylece, onun gözleri sanki o suyun beyazlığından dolayı
beyazlanmıştır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "ve hüznünden ve kederinden iki
gözlerine perde indi" ifadesi, ona ağlamanın hâkim olmasından ve çok
ağlamasından bir kinaye olmuş olur. Bu izahın doğruluğunun delili şudur: Hüznün
tesiri, körlüğün meydana gelmesinde değil, ağlamanın ona hakim olmasındadır.
Binâenaleyh, ayette bahsedilen beyazlanmayı, aklığı, ağlamanın hakim olması
manasına alırsak, bu sebeb makul ve yerinde olur. Ama onu, kör olması anlamına
hamledersek, bu sebep ve talîl, güzel, makul ve yerinde olmaz. Binâenaleyh,
bizim bahsettiğimiz daha yerinde olmuş olur. Bu açıklamayı, deliliyle beraber
Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
2) Bununla, Hz. Ya'kûb'un kör olması kasdediimiştir.
Mukatil şöyle der: "Ya'kûb (a.s.) altı sene kör kalmıştır. Derken Allah
Teâlâ, onun gözlerini, Yûsuf'un gömleği ile açmıştır ki, bu da, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne atın., iyice
görür (bir hale) gelir" (Yûsuf, 93) ayetinden anlaşılan husustur.
Denildiğine göre Cebrail (a.s.), Yûsuf (a.s.) hapiste iken, onun yanına varmış
ve: "Babanın gözlen, sana olan kederinden dolayı gitti" demiş, bunun
üzerine de Yûsuf ellerini başına koyarak: "Keşke annem beni doğurmasaydı
ve ben de, babamın bu denli üzülmesine sebep olmasaydım!" der. Bu görüşü
ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Devamlı hüzün, devamlı ağlamaya;
devamlı ağlama da kör olmaya yol açar; o halde hüzün, bu yolla körlüğün sebebi
olmuş olur. Devamlı ağlamak körlüğe sebeb olmuştur. Zira bu, gözbebeğinde bir
bulanıklık meydana getirir." Onlardan bazıları da, Ya'kûb'un kör
olmadığını, ancak ne var ki onun görmesinin azaldığını söylemişlerdir. Yine,
Ya'kûb (a.s.)'un gözlerinin, Yûsuf'tan ayrıldığı vakitten, onunla
karşılaşıncaya kadar geçen zaman içinde hep yaşlı olduğu kurumadığı;
bu müddetin ise seksen yıl olduğu ve yeryüzünde Allah nezdinde
Ya'kûb'tan daha kerim ve iyi bir kimsenin olmadığı da ileri sürülmüştür.
Ayetteki kelimesine
gelince, bil ki bu kelime, hânın ötresi,zânın da sükûnu ile hüzn şeklinde
okunmuştur. Hasan el-Basri ise, hânın ve zânın fethasıyla hazen şeklinde
okumuştur. Vahidî şöyle der: "Alimler hüzn ile hazen kelimelerinin manası
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısmı hüzn ağlamak;
hazen ise "üzüntü
ve keder" anlamına geldiğini ileri sürerken, bazıları da, bu iki kelimenin
her iki manayı ifâde eden iki kullanılış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim
Arapça'da "Ona şiddetli bir hüzün (veya hazen) isâbe: etti" denilir. Bu,
ekseri dil alimlerinin benimsediği görüştür. Yûnus, Ebu Amr'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Bu kelime, nasb yerinde olduğu zaman, Araplar, hem hâ
hem de zâ'yı fötha ile okurlar. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "kederlerinden gözlen
yaş döke döke döndüler"çrevbe,92) buyruğunda olduğu gibidir. Bu kelime,
cer veya ref yerinde kullanıldığında, Araplar hâ'yı dammeli okurlar. Nitekim,
burada (Yusuf, 84) böyledir. Buradaki (Yûsuf, 86) kelimesi de mübtedâ olarak
ref yerindedir. Ayetteki kelimesi, faîl sîğası ism-i faîl manasına gelebileceği
için kâzım manasında olması caizdir. Kazım hüznünü tutan, onu ortaya koymayan
demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Buradaki faîl sîğasının ism-i mef'ûl olan
mekzûm manasına gelmesi de caizdir. Buna göre bunun manası, kederden dolmuş
şeklindedir. Bu ifâde, su kabı alabildiğine doldurulduğunda söylenilen tabirinden alınmadır. Bunun, Hz. Ya'kûb'un
çocuklarına karşı öfke ile dolmuş olması anlamına gelmesi de caizdir.
Bil ki, insanların
uzuvlarının en kıymetlisi, bu üç şeydir. Böylece Allah Teâlâ, bu uzuvların gam
ve kedere battığım, belendiğini beyân buyurmuştur. Derken Y'akub'un lisanı
"Vah hasretime" demekle gözü ağlama ve beyaz perde inmesi ile; kalbi
de, alabildiğince dolmuş ve suyun çıkmasına imkân vermeyen bir kap haline
benzeyen şiddetli bir gam ile meşgul idi. Bu, o gamı iyice vasfeden bir
tabirdir.
[228]
Cenâtn Hakk'ın
"Dediler ki:"Hâ!â Yûsuf'u anıp duruyorsun. Andolsun ki sonunda ya
kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın" buyruğuna
gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[229]
İbnu's-Sikkît şöyle
demektedir: "Arapça'da aynı manada olmak üzere "falan işi yapmaya devam ediyorum"
denilir ve bu ifadeler, mutlaka
olumsuzluk edattyla kullanılır." İbnu Kuteybe şöyle demiştir:
"Arapça'da, sen herhangi birşeyi unuttuğun ve ondan koptuğun zaman,
dersin." Nahivciler şöyle demişlerdir: "Burada, veya (jmî M manasında
olmak üzere, olumsuzluk hali takdir edilmiştir. Bunun hazfi de caizdir. Çünkü şayet,
bundan olumlu mana kasdedilmiş olsaydı, tıpkı "Vallahi yapacaksın"
tabirinde, o zaman bu ifâde lâm ve nûn ile olmak üzere şeklinde olurdu.
Binâenaleyh, bu ifâde lâm ve nûnsuz kullanıldığına göre, burada bir Si edatının
takdir edilmiş
cuğu anlaşılmış olur.
Nahivciler bu konudafmriu'l-Kays'ınşu beytini misal olarak iletmişlerdir:
"Ben de dedim ki AIIah'a yemin olsun, oturma halimi terketmeyeceğim."
"Bu, "Ben oturmaya devam edeceğim" demektir. Bunun benzeri
misaller pek çoktur. Müfessirlere
gelince, bu ifâde hakkında şöyle demişlerdir: İbn Abbas, Hasan * -Basrî,
Mücâhid, Katâde, bu ifâdeye: "Onu hep anıyorsun" manasını
verirlerken,
Mücâhid'den bu
ifâdeye, "Onu anmaktan hiç geri durmuyorsun" manasını »erdiği,
böylece de onun "fütur" kelimesiyle " fütû " kelimesini
aynı anlama aldığı nakledilmiştir.
[230]
Vahidî, Maânil-Kur'ân
müelliflerinden şunu nakletmiştir: kelimesinin asit, hüzün ve sevgiden dolayı,
akılın Harad Kelimesinin Manası ve bedenin bozulması demektir. Binâenaleyh bir
kimsenin, sözünün manası, "Onu ona karşı tahrik ettim ve onu, ona karşı
kızıştırdım" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da ''Ey peygamber,
mü'minleri harbe teşvik et!" (Entti, 65) Duyurmuştur.
Bu esası iyice
kavradığında biz diyoruz ki: O zatı yani Ya'kûb'u bu şekilde telendirmek, ya bir muzafın takdir edilmesi
ve meselâ denilmesi suretiyledir . anut da Hz. Ya'kub'un bedeninin bozulması ve
aklının da zayıflaması hususunda derece kötü durumda olduğu manası murad adiloiğl içindir. Böylece, bu ikinci -anaya
göre Ya'kûb (a.s.), bizzat bozulma ve zayıflamanın ta kendisi olmuş olur.
Râ'nın kesresiyle
harıd şeklinde okunmasına gelince, bu durumda bu kelime, sm-i fail olur. Bu
kelime, her iki şekilde de okunmuştur.
Bunu da iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Müfessirlerin bu hususta çeşitli açıklamaları
bulunmaktadır:
a) kelimesi, bedence ve akıl cihetinden bozulan
demektir.
b)
Nâfi İbni'l-Ezrak, İbn Abbas (r.a.)'dan, kelimesinin
ne demek olduğunu sormuş, bunun üzerine o da, "Ağır ve müzmin
hasta" demiştir.
c) Bu kelime ne diri ne de ölü olmayan, (komada bulunan)
kimse anlamına gelir. Ebu Ravk, Enes İbn Mâlik'in bu ayeti hânın dammesi ve
rânın da sükûnuyla şeklinde okuduğunu ve onun, buna göre bunun manasının
"nerdeyse sen cöven otu gibi olacaksın" şeklinde olduğunu söylediğini
nakletmiştir.
Ayetteki kısmına gelince: Ayetin manası şudur:
"Onlar babalarına, "Sen, Yûsuf'u, hüzün ve ona ağlamakla anmaktan hiç
geri durmuyorsun.
Böylece sen bedeninin
artık onulmaz bir derde yakalanmasına sebep olacaksın veyahut da kederinden
öleceksin" demişlerdir. Böylece onlar sanki, "sen, şu ande çok büyük
bir belâ içindesin. Böylece biz bundan daha fazlasının, daha kötüsünür meydana
geleceğinden endişeleniyoruz" demişler ve onlar bu sözleriyle onu, çok
ağlayıp çok üzülmekten men etmek istemişlerdir.
Buna göre şayet,
"onlar niçin, bunu kesinlikle bilmedikleri halde, bu hususta nas yemin
etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:
Onlar işi, zahire
hamletmişlerdir. Yine buna göre " sözünü söyleyenle' kimdir?"
denilirse, biz deriz ki: En açık olan duruma göre, bunlar, onlardan ayrılar
kardeşler değildir; aksine bunlar, Ya'kûb'un evinde bulunan torunları ve
hizmetçilerdir.
Daha sonra
Cenâb-ı Hak Ya'kûb
(a.s.)'un
"Ben kederimi ve
hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" dediğini nakletmiştir Yani,
"Bu söylediğim şeyi, size karşı söylemiyorum. Ben bunu, Allah'ın huzurunda
O'na arzediyorum" demektir. İnsan, şikayetini Allah'a arzettiğinde,
muhakkikle zümresinden olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Öfkenden
uzana, gazabından affına ve senden sana sığınırım"buyurmuştur. Muvaffak
kılan, ancak Allah'dır.
kelimesi dağıtmak, neşretmek ve yaymak
anlamına gelir. Nitekirr Cenâb-ı Hak, "deprenen her hayvanı orada üretip
yaydı"(Bakara, 164) buyurmuştur O halde, hüznü, kederi insan açığa
vurmayıp gizlediğinde, bu ^ (keder) olur Onu başkasına açtığındaysa, bu da İ4'
olur.
Ulema şöyle demiştir:
"Bess" hüznün ileri derecesi, "hüzün de, "hemm (keder)'in
ileri derecesidir. Bu böyledir, zira insan, onu söylemediği zaman, o hüzün o
insana hükümran olmaz, ama hüznü büyüyüp de insan onu içinde saklamaktan aciz
kalarak, dili de istemeye istemeye onu söyleyince, bu "bess" diye
İsimlendirilir ki, bu durum, insanın, ona karşı aciz kaldığına ve hüznün o
insana artık hakin-olduğuna delâlet eder." O halde Hz. Ya'kûb'un
ifâdesinin manası, "Ben, çok ve az kederlerimi ancak Allah'a açarım, O'na
dökerim" şeklinde olur. Hasan el-Basri, her iki harfin hem fethası hem de
dammesiyte hazenî, ve hüzün? diye okumuştur.
Denildiğine göre,
birisi Ya'kub(a.s.)'un yanına girer ve "Ey Ya'kûb, bedenin zayıfladı;
bitkinleştin. Halbuki daha henüz, ileri bir yasa varmadın" der. Bunun
üzerine Ya'kûb (a.s.): "Başıma gelen, gamımın fazlalığından
dolayıdır" deyince, Allah Teâlâ ona "Ey Ya'kûb, beni mahlûkatıma
şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyeder. Bunun üzerine Ya'kûb fa.s.) "Ya
Rabbi! Bir hatadır vaDtım: benim bu hatamı baöısla" dedf
Allahda onun bu
hatasını bağışladı. Artık bundan sonra Ya'kûb (a.s.) bir şey isteyince de,
"Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" der oldu.
Rivayet olundğuna göre
Cenâb-ı Hak Ya'kûb (a.s.)'a şöyle vahyetmiştir: ''Ben sizde bir hata buldum,
bundan ötürü gücendim; çünkü siz, bir koyun kesmiştiniz de. kapınıza gelen bir
fakire ondan yedirmemiştiniz Benim yaratıklarımın bana en sevgili olanı,
peygamberler ve yoksul kimselerdir. Binâenaleyh bir ziyafet hazırla ve ona,
fakir fukarayı davet et!" Hz. Ya'kûb'un, çocuğu ile beraber bir cariye
satın alıp, onun, çocuğunu sattığı; derken o cariyenin ağlama sonucunda kör
olduğu da ileri sürülmüştür.
[231]
Daha sonra Ya'kûb
(a.s.) "Ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum"
demiştir ki, bu, "Allah'ın rahmet ve ihsanına dair sizin bilemiyeceğiniz
nice rahmetini ve ihsanını bilirim. O, benim ummadığım bir yerden
genişliği,îerahlığı getirendir" demek olup, bu, Hz. Ya'kûb'un, Yûsuf'un
kendisine gelip ulaşmasını gözettiğine, beklediğine bir işarettir. Alimler, bu
gözetlemenin sebebi hususunda şunları söylemişlerdir:
l)Ö!üm meleği Ya'kûb (a.s.)'un yanına gelince, Ya'kûb
ona: "Ey ölüm meleği, oğlum Yûsuf'un canını aldın mı" deyince o:
"Hayır, ey Allah'ın nebisi" der, sonra da Mısır tarafına işaret
ederek, "Onu, orada ara" der.
2) O, Yûsuf (a.s.)'un rüyasının gerçek ve sadık olduğunu
biliyordu. Zira Yûsuf hakkındaki rüşd ve kemâl emareleri, onun üzerinde apaçık
ve zahir idi. Yûsuf (a.s.) gibi kimselerin rüyası boşa çıkamazdı.
3) Belki de Cenâb-ı Hak. Ya'kûb'a, Yûsuf'u ona
ulaştıracağını, kavuşturacağını vahyetrniş; ancak ne var ki O, o vakti
bildirmemişti. İşte bundan dolayı Ya'kûb (a.s.), bir sıkıntı içinde
kalakalmıştı.
4) SUddî şöyle demiştir: "Hz. Ya'kûb'un oğulları,
kralın hâl ve hareketlerindeki üslûbunu, O'nun mükemmelliğini Ya'kûb'a
bildirdiklerinde, Ya'kûb (a.s) onun Yûsuf olması ümidine düşerek; "Bu gibi
hareket tarzının, kâfirde zuhur etmesi mümkün değil!11 dedi.
5) Ya'kûb (a.s.), Bünyamin'in hırsızlık etmeyeceğini
kesinlikle biliyordu. O, kralın, Bünyamin'e eziyet etmediğini ve onu
dövmediğini de duymuştu. Böylece o, zann-ı galibi ile, o kralın Yûsuf olduğu
kararına vardı. Birinci mukaddime hakkında söylenebilecek sözün tamamı budur.
İkinci mukaddimeye
gelince, buna göre Ya'kûb (a.s) çocuklarının yanına varmış ve onlarla yumuşak
bir biçimde konuşmuştur ki, bu da Ya'kûb'un,
"Evlatlarım
gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber aray şeklindeki sözüdür.
Bil ki Ya'kûb (a.s.),
bahsedilen ipuçlarına binâen Yûsuf'un bulunacağı hususun ümitlenince,
oğullarına "Yûsufdan haber arayın" demiştir. (Tehassüs) bir şeyi du
organlarıyla, hasse ile araştırmak demektir. O halde hasse, görme ve duyma benzeyen
şey demektir. Ebû Bekr el-Enbarî şöyle demiştir: "Bu fiil Arapça'da m ile
değil de an ile kullanılır. Ayette ise, min edatı, an yerinde kullanıldığı
için, üujf, denilmiştir. Bu jf'in, teb'iz, kısım için olduğu da söylenebilir.
Buna göre man "Yûsuf ile ilgili bazı haberler araştırın ve Yûsuf'la ilgili
haberlerin bir kısmı değerlendirin" şeklinde olur, O halde, kendi
ba'ziyyet manası bulunduğu için t ayette bu fiil min ile kullanılmıştır. Bu
kelime cim ile şeklinde de okunmuştu Hucurat süresindeki kelimesi de böyle iki
şekilde okunmuştur.
[232]
Daha sonra
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin demiştir. el-Esmai şöyle
demektedir: "Ravh insanın hissettiği ve kendisinde huzu bulduğu tatlı ve
hafif rüzgara denilir. Râ, vâv ve hâ harflerinin terkibi, hareketi deprenişi
ifâde eder. Binâenaleyh, insanın, kendisi sebebiyle hafif hafif hareket*
geçtiği ve varlığından lezzet duyduğu şey, "ravh"dır'1bn Abbas
(a.s.), bu kelimeye "Allah'ın rahmetinden" manasını verirken, Katâde,
"Allah'ın fazlından" ve İbn Zeyc de "Allah'ın genişliğe
çıkarmasından ümidinizi kesmeyiniz" manasını vermişlerd • ki, bu
lafızların ifâde ettiği manalar birbirine yakın manalardır. Hasan el-Basri ve
Katâde bu kelimeyi damme ile şeklinde okumuşlardır ki, buna göre bu kelimenin
manası, "Allah'ın rahmetinden" demek olur.
[233]
Daha sonra "Zira
hakikat şudur ki, kâfirle: güruhundan başkası, Allah 'm rahmetinden ümid
kesmez" demiştir. İbn Abbas (r.a.) "Mü'min, her halükârda Allah'dan
olan bir hayır ümidi içindedir; zira mü'min br sıkıntıya düştüğünde Allah'ı
görüp gözetir; bolluk zamanında da, O'na hamdeder.1 Bil ki Allah'ın rahmetinden
ümit kesmek, ancak insan, âlemin ilâhının kâmil olar şeylere kadir olmadığına
veya, bütün malumatı bilmediğine veyahut da, onun cömert değil de cimri
olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın
küfrünü gerektirir. Binâenaleyh, ümitsizlik, bu üç şeyden birisi meydana
geldiğinde tahakkuk edince -ki bunlardan her biri, bir küfürdür-, o zaman
Allah'ır rahmetinden ümit kesmenin, ancak kâfir kimseler için söz konusu
olabileceği sabi: olmuş olur. Allah, en iyi bilendir.
[234]
Geriye bu ayetle
ilgili birkaç soru katmıştır.
Birinci Soru: Ya'kûb (a.s.)'un, Yûsuf'u bu denli sevmesi, ancak
Ailah'dan gafil olan kimselere yakışır, uygun düşer. Zira, Allah'ı seveni,
Allah da sever. Allah'rsşye» kimsenin kalbinde ise, Allah'ın dışında bulunan
varlıklardan hiçbirin i ver yoktur. Hem, tek bir kafb, iki şeyi alabildiğince
sevmeye müsaii**sgnaîr. Binâenateyeh onun kalbi, çocuğunun sevgisine gark
olunca~KâIbinin Allah'ın sevgisine gark
İkinci Soru: Kendisine alabildiğince kederin hakim olmuş olduğu
kimseye düşen, Allah'ın zikriyle meşgul olması, işleri Allah'a havale etmesi ve
O'nun kaza ve kaderine teslim olmasıdır. Ama Ya'kûb (a.s.)'un "Vah Yûsuf a
olan hasretim vah!" şeklindeki sözü, peygamberlerin büyükleri şöyle
dursun, dindar ve ilim sahibi olan kimseye dahi yakışmaz.
Üçüncü Soru: Ya'kûb'un, büyük peygamberlerden olduğunda şüphe
yoktur. Onun babası, dedesi, amcası da, herkesçe tanınan büyük peygamberlerden
idi. Böyle olan bir kimsenin başına çocuklarının kendisine en kıymetlisi olan
hakkında çetin ve korkunç bir musibet geldiğinde, bu hadise saklı kalamaz,
aksine bunun, mutlaka herkesin duyabileceği bir yaygınlığa ulaşması gerekir.
Hele de bu hususta uzun bir zaman geçmiş ve Ya'kûb da böylesi bir keder ve
büyük bir üzüntü içinde kalmışsa. Üstelik Yûsuf, Mısır'da; Ya'kûb da Şam'ın,
Mısır'a yakın bir beldesinde idi. Binâenaleyh, mesafenin bu kadar yakın olması
sebebiyle, bu hadisenin gizii ve saklı kalması imkânsız olur.
Dördüncü Soru: Yûsuf (a.s.) niçin, birisini Ya'kûb'a gönderip
kendisinin hayatta ve sapasağlam olduğunu bildirmemiştir? Onun, kardeşlerinden
korktuğu da söylenemez. Zira o, böylesine güçlü bir mevki sahibi olduktan
sonra, babasına bir elçi göndermesi her halükârda mümkün olur; kardeşleri de o
elçiyi geriye çeviremezlerdi.
Beşinci Soru: Yûsuf
(a.s.)'un o tası, kardeşinin yükünün içerisine koyup, sonra
da oradan bulup
çıkararak, hırsızlıkla hiç alakası olmayan bir kimseyi hırsızlık töhmeti altına
atması nasıl caiz olabilir?
Altıncı Soru: O, babasının hüznünü artırıp çoğaltacağını bildiği
halde, bu hırsızlık suçunu Bünyamin üzerine atmayı ve onu kendi yanında tutmayı
nasıl isteyebi İm iştir?
Birincisine Cevap: Böylesi çetin sıkıntı ve belalar, insanın kalbinden,
bunların dışında her türlü düşünceyi siler götürür. Hem sonra böyle bir sıkıntı
içinde olan kimse, Allah'a çokça başvurur ve o nisbette dua ile, yalvarıp
yakarma ile meşgul olur. Binâenaleyh bu iş onun tamamen dua ve niyaza dalmasına
sebep olur.
İkincisine Cevap: İnsandaki çeşitli düşünce ve niyetler, dünya
hayatında sona ermez. Binâenaleyh o bazan "Vah Yûsuf a duyduğum hasret
vah!", bazan da uArtık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu
anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak (ancak) Allah'dır"(Yûsuf, ıbj
der. niğer sorulara gelince, Kâdî bütün bunların hepsine birden, şöyle güzel
bir cevap vermiştir: Bi-e nakledilen bu hadiseleri, normal hallere göre ele
almamız ya mümkündür, ya değı.jîr. p^er mümkün ise, bunda bir problem yok
demektir. Eğer mümkün değil ise, bu takdirde deri* ki- p zaman, peygamberler
zamanı idi. O zamanda harikulade (mucizevî) hallerin zuhur etmesi uzak birşey aegiidi.
Binaenaleyh şöyle denilmesi imkansız olmaz: Hz. Ya'kûb'un beldesinin, Hz.
Yûsuf'un beldesine yakın olmasına rağmen, bir mucize olarak, onların haberleri
birbirine ulaşmamıştır."
[235]
"Bunun üzerine
onlar onun huzuruna girdikleri zaman dediler ki: "Ey Aziz, bizi de,
ailemizi de darlık bastı. Pek ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik. Bize
yine tam ölçek ver.
Bize tasaddukta da bulun. Çünkü Allah tasadduk edenleri mükâfaatîandınr."O
şöyle dedi: "Siz, (henüz) câhil kimseler iken, Yûsuf'a ve kardeşine neler
yaptığınızı biliyor musunuz?" Onlar: "Aaa, sen, yoksa sen Yûsuf
musun?" dediler. O da: "Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim! Allah bize
lütfetti. Çünkü kim Allah'dan ittikâ eder ve sabrederse, mutlaka Allah iyi
hareket edenlerin mükâfaatmı zayi etmez" dedi"
(Yûsuf, 88-90).
Bil ki müfessirler,
burada bir hazfın olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre bu ifadenin
takdiri: "Ya'kûb (a.s), oğullarına "Oğullarım gidin, Yûsuf'la
kmdeşmden bir haber araym" (Yusuf, 87) dediği
zaman, onlar babalarının bu •MSiyesini kabul ettiler ve Mısır'a tekrar gelip,
Yusuf'un huzuruna girdiler ve ona E. Aziz" dediler" şeklindedir.
Buna göre şayet,
"Yakub (a.s) onlara, Yusuf'u ve Bünyamin'i araştırmalarını f~rettiğine
göre, niçin onlar hallerinden şikâyet ederek, Hz. Yusuf'tan kendilerine a-n
ölçek yiyecek vermesini istediler?" denilirse, biz deriz ki: Araştıran ve
soruşturanlar, maksadlartna ulaşmak için, her yolu denerler. Aciz olduklarını,
çaresiz kaldıklarını, durumlarının kritik olduğunu, mallarının az olduğunu ve
alabildiğine bir s*mtı içifKie-oldukUrmı itiraf etmeleri ise, karşılarındakinin
kalbini yumuşatan şeyterdendir. Bundan
dolayı onlar, "Biz onu bütün bu hususlarda deneyelim. Eğer :-jn kalbi bize
karşı yumuşarsa, maksadımızı ona açıklarız. Aksi halde birşey ^eylemeyiz"
dediler. İşte bundan ötürü onlar, önce bu sözlerle başlayarak, "Ey Aziz,
cûi de, ailemizi de darlık bastı" dediler. "Aziz, güçlü, kuvvetli,
tehlikelere 'şı koyabilen padişah" demektir, jjdi kelimesi ise, fakirlik,
ihtiyaç, çoluk-çocuğun çok olması ve yiyeceğin az olması manasınadır. Ontar,
"ailemiz" ifadesi ile, geride r raktıkları kimseleri kastetmişlerdir.
[236]
Onlar, "Pek
ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik" demişlerdir. 5u tabirle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis:
Arapça'da, (bu son kelimenin masdarı olan) "izcâ", azar azar •ermek
demektir. "Tecziye" veznindeki masdarı da aynı manayadır. Nitekim,
"Rüzgâr bulutu, yavaş yavaş götürüyor" denilir. Cenâb-ı Hak da,
"Görmedin mi şu hakikati ki, Allah bulutlan sürüyor" (Nur,«)
uyurmuştur. "Falana karşı sözlü müdafaa yaptım" manasında,
"zamana çeşitli çarelerle karşı koyuyor" manasında, denilir.
İkinci Bahis: Onlar o sermayeyi, ya noksan olduğu için, ya değersiz
olduğu için, .anut her iki sebepten dolayı, "pek ehemmiyetsiz" diye
nitelemişlerdi. Müfessirler, rutün bu ihtimallerden bahsetmişlerdir. Meselâ
Hasan el-Basri buna "az" manasını • ermiştir; diğer bazıları ise
bunun "değersiz bir sermaye" manasına geldiğini söylemişlerdir.
Alimler, bunun hangi bakımlardan değersiz olduğunda da ihtilaf etmişlerdir: İbn
Abbas (r.a.), bunun, yiyecek alımında geçerli olmayan, düşük ve adi sara
manasına olduğunu söylemiştir. Bunun "eski çuval, ip, eski eşya"
manasına şeldiği söylendiği gibi, bedevilerin eşyalarının yün ve yağdan ibaret
olduğu da söylenmiştir. Bunun, habbetü'l-hadra (çitlenbik), yahut süzme yoğurt,
yahut ayakkabı lalin), yahut deri, yahut kavut ve keçi kılı manalarına olduğu
söylenmiştir. Şu da eri sürülmüştür: "Mısır paralarının üstünde, Hz.
Yusuf'un resmi vardı. Onların
getirdiği paralar
üzerinde ise Yusuf'un resmi yoktu. Bu sebeple o paralar, Mısır he 4 nezdinde
geçerli değildi/'
Üçüncü Bahis: Bu, az ve değersiz sermayeye niçin
"müzcât" denildiğinin iz=:i hususundadır. Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
a) Zeccâc şöyle der: "Bu, Arapların "Zamanı,
az birşeyle geçiştirmeye çalışı>; manasında şeklindeki deyimlerinden
alınmıştır. Buna göre I tabirin manası; "Kendisi ile zamanı geçiştirmeye
çalıştığımız, azıcık sermaye" getirdik. Aslında o, istifade edilecek
şeyler cinsinden değildir" çekimdedir. Bu izt-göre ifade, "Biz,
günlerimizi savuşturmaya çalıştığımız o az sermayemizi (elimiz;* avucumuzda ne
varsa) getirdik" demektir.
b) Ebu Ubeyd şöyle demiştir: "Değersiz paraya
"müzcât" denilmiştir. Çi onlar, verenden alınmaz, kabul edilmez
cinsten paralardır Binaenaleyh buı "Izcâ" dandır. Arap nezdinde
"izcâ", itmek, defetmek, kabul etmemek dem*
c)
Bu ifade,
"Harcanmamış, geri bırakılmış paralardır. Böylesi paraları, daha iyisini
bulamayan ve mecbur kalan kimseler alır-verir" demektir.
d) Kelbî: "Müzcât" kelimesi, Arapça
değildir" der. Bunun, Kıptflerin kullar bir kelime olduğu da söylenmiştir.
Ebu Bekr el-Enbârî ise: "İştikakı ve kökü olan, Arapça bir kelimenin Kıptî
dilinden olduğunu söylemek yanlıştır" der.
Dördüncü Bahis: Bu kelimeyi, Hamza ve Kisâî imâle İle okurlar. Çünkü
bur aslında yâ harfi vardır. Diğer kıraat imamları ise, nasb ite ve te*
Bil ki bu sermayenin
pek ehemmiyetsiz olsu hususunda sözün özü şudur: Ona denilmesi, ya az
olmasından, ya değerinin düşük oluşundan, yahut da her bakımdan dolayıdır.
Binaenaleyh onlar, sermayelerini ve sıkıntılı durumlarını anlatınca, padişaha,
"Bize yine tam ölçek ver" dediler. Bı söylemekten gayeleri, padişahın
onlara, ya bu değersiz ve noksan sermayelerini U imiş gibi kabul ederek, yahut
da âdî olanı güzel ve değerli sayarak, kendiler müsamaha etmesini istemektir.
[237]
Sonra ortai,
"Bize tasaddukta da bulun" maksattan padişahın cins para arasında
hiçbir tark gözetmeksizin, iyi parayı ettiği gibi, kendileri için de bu âdi
parayı, vereceği yiyeceğe karşı fiyat kabul kendilerine müsamahalı davranmasını
istemektir.
Alimler bu ifadenin,
onların, Hz. Yusuf'tan kendilerine sadaka vermes 1 istemeleri manasına gelip
gelmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Süfyân b. Üyeyi
söyle demiştir:
"Sadaka almak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e kadarki bütün peygamberler çin, bu
ayete göre, helal idi. Buna göre onlar, o fazladan olacak şeyi, sadaka olarak
stemişlerdi." Diğer bazı âlimler bu izahı kabul etmeyerek şöyle
demişlerdir: Peygamberlerin ve evladlarının durumu, sadaka istemeye elverişli
değildir. Çünkü onlar, insanlara boyun eğmezler. Genel olarak onlar, ancak
Allah'a yalvarıp yakarır, : ger insanlara karşı da Allah'dan yardım isterler."
Hasan el-Basrî ile Mücâhidin, Dır kimsenin "Allah'ım bana tasadduk
et" diye dua etmesini kerih görerek şöyle çedikleri rivayet edilmiştir:
"Çünkü Allah tasadduk etmez. Ancak verdiği sadakanın karşılığını bekleyen
kimse, tasadduk etmiş olur ve "Allah'ım, bana ver, bana lütfet!"
cer." Bu izaha göre tasadduk, sadaka vermek; mutasaddtk ise, sadaka veren
manasınadır. Leys, dilenci için de "mutasaddık" denilebileceğini
söylerken, çoğu dilciler bunu kabul etmemişlerdir.
[238]
Rivayet olunduğuna
göre onlar, "Bizi de, alimlerimizi de darlık bastı" diye, Yusuf'a
yalvarıp yakarınca, Yusuf üzüldü ve gözleri süzüldü. İşte o anda, "Yûsufa
ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. Rivayet edildiğine
göre, Hz. Yakub'un oğulları, onun şu muhtevadaki mektubunu Yusuf'a verdiler:
"Halilullah İbrahim'in oğlu, Zebihullah, (Allah'a Kurban) İshak'ın oğlu
Abdullah Ya'kub'dan, Mısır padişahına... İmdi, soyumuza hep belalar ve
imtihanlar verildi. Dedemin eli ayağı bağlandı ve yansın diye ateşe atıldı. Ama
Allah onu kurtardı. Allah Teâlâ o ateşi, onun için serin ve emin bir yer kıldı.
Babamın boynuna, kesilmesi (kurban edilmesi için) bıçak dayandı, ama Allah,
onun yerine bir koç gönderdi. Bana gelince, benim de bir oğlum vardı ve o
evlâtlarım içinde en çok sevdiğim idi. Derken kardeşleri onu, sahraya
götürdüler. Sonra da kana bulanmış gömleğini bana getirerek, "Onu kurt
yedi" dediler. Ona ağlamamdan ötürü gözlerimi kaybettim. Benim, onun öz
kardeşi bir diğer oğlum daha vardı. Onunla teselli buluyordum. Onlar onu sana
getirdiler ve sonra geri dönerek, onun hırsızlık yaptığını ve bu yüzden onu
hapsettiğini söylediler. Bizim soyumuz hırsızlık yapmaz. Bizim soyumuzdan
hırsız çıkmaz. Eğer onu bana gönderirsen ne âlâ, aksi halde yedi nesline tesir
edecek bir beddua yaparım." Yusuf (a.s), mektubu okuyunca, kendini
tutamadı, sabretmeyi bıraktı ve kendisinin Yusuf olduğunu onlara bildirdi.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, bu esnada, Yusuf (a.s.)'un"Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı
biliyor musunuz?" dediğini nakletmiştir. Rivayet edildiğine göre o,
babasının mektubunu okuyunca bütün vücudu titremeye başladı, tüyleri diken
diken oldu, kalbi rikkate geldi, ağladıkça ağladı ve kendisinin Yusuf olduğunu
onlara söyledi. Şu da söylenmiştir: O, kardeşlerinin kendisine yalvarıp
yakarmalarını, içine düştükleri sıkıntıyı ve çaresizliklerini görünce,
duygulanarak, kendisinin Yusf olduğunu açıkladı. Binaenaleyh, "Biliyor
musunuz?" ifadesindeki soru, başına gelen işin
büyüklüğünü anlatan
bir soru olup, "Yusuf'a yaptığınız ne büyük bir şey, ne kadaı çirkin ve
âdî bir iş idi" demektir. Bu tıpkı, suçlu ve günahkâr olan birisine,
"Biliyot musun kime isyan ettiğini!" denilmesi gibidir.
Bil ki bu ayet,
Cenâb-ı Hakk'ın, ''Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında
delillerken, (bir gün) bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik"
evi»*, 15)ayetini tasdik etmektedir. Ayetteki "ehîhi" tabirine
gelince, bundan maksat onun ana baba bir kardeşinden ayrıfması sebebiyle, onu
maruz bırakmış öldükle gam ve kederlerdir. Yine onlar, ona eziyet veriyorlardı
ki, bu eziyyetler cümlesinden olmak üzere, onun hakkında, "Eğer o çalmış
bulunuyorsa (şaşılacak bir şey yo.-zaten daha evvel bir kardeşi de çalmıştı
"(Yusuf, 77) diyorlardı. "Siz (henüz) cah kimseler iken" ifadesine
gelince, bu, bir mazeret yerine geçmektedir. Buna göre : sanki, "Siz bu
kötü ve çirkin fiile ancak, çocukluk veya gurur cehaleti içince bulunduğunuz
bir durumda yöneldiniz." Yani, "Siz şimdi böyle değilsiniz"
demişr -Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "O, keremi bol Rabbir, karşı
seni aldatan ne?" (ln«târ, 6) ayetinin tefsirinde söylenilen şeydir.
Denilmiştir -CenafcH Allah, bu muayyen vasfını zikretmekle, mezkûr sualine
karşı vereceği cevac adeta kuluna telkin etmek istemiştir. Yani: "Ya
Rabbi, senin kerem vasfına sah-: olman beni gevşetti" demesini temin etmek
istemiştir. İşte burada da bu söz, onlar -utanma ve sıkılmalarını gidermek ve
meseleyi hafifletmek<çin zikredilmiştir. Son-= ise onun Kardeşleri
şunu demişlerdir: sen. yoksa sen Yusuf musun?" dediler, O
da, "Ben, Yusuf'um" dedi" \br Kesir *lfy kelimesini, haber olmak
üzere ^ şeklinde okurken, Nafi memduoe olmayan elifin fethası ve ya ile
şeklinde; Ebu Amr da, elifin uzatılması şeklinde okumuştur ki bu, Kfllûn'un Nafi'den
yapmış olduğu bir rivayettir. Diğe-kıraat imamları ise, iki hemze ile olmak
üzere, İ&1 şeklinde okumuşlardır -bütün bunlar istifham manasındadır. Übeyy
Ibn Ka'b ise şeklinde okumuştur. Böylece bütün bu kıraatlardan, bazı kurrâ'nın,
kelimeyi istifham manas üzere, bazılarının da haber manası üzere okudukları
hususu ortaya çıkmıştır. Birine görüştekilere gelince: Onlar şöyle demişlerdir:
"Çünkü, Yusuf onlara, "... nele-yaptığınızı biliyor musunuz?"
deyip de tebessüm edince, onlar Yusuf'un ön dişlenn gördüler. Bunlar adeta,
dizilmiş inciler gibiydi. Bunun üzerine onu Yusuf'a benzettile-de, istifham ve
soru yollu ona, "Aaa, sen, yoksa sen Yusuf musun?" dediler. Bunır
istifham olmasının doğruluğuna, onun, "Ben, Yusuf'um" demesi de
delâlet edef Zira o onların soru sorduğu şeye cevap vermiştir."
Bu kelimeyi haber
manası üzere okuyanlara gelince, onların delili de şudur: İbr Abbas (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, Yusuf'un kardeşleri onu, tacı başr. koyuncaya kadar
tanıyamadılar. Yusuf'un saç ayrımında bir alâmet var idi; Yakut ve İshakın da,
tıpkı bene benzeyen, böyle bir alâmeti vardı. İşte Yusuf tacı baş -
koyunca, onu bu
alâmetinden tanıdılar ve "Sen, muhakkak ki Yusu
aediler. İbn Kesir'in
istifhamı murad edip de, istifham harfini hazfetmesi de caizdir.
O'nun "Ben,
Yusuf'um" cümlesine gelince, bununla ilgili iki bahis Sunmaktadır
Birinci Bahis: cümlesindeki lâm, lâm-ı ibtidâdır. Ente mübtedâ,
usuf kelimesi ise, haberdir. Bu cümle ise, inne'nin haberidir.
İkinci Bahis: Burada Yusuf, kardeşlerinin kendisine yaptıkları
haksızlık ve cötülüğün büyüklüğünü, Cenâb-ı Hakk'ın, buna karşılık, kendisine
bahşetmiş olduğu üîuf ve yardımların bolluğunu göstermek amacıyla, kendisini
açıkça, sarih bir biçimde ■ade etmiştir. Buna göre o sanki, "Evet
ben, o en şiddetli biçimde kendisine r_ mettiğiniz adamım, Yusuf'um. Allah
beni, bu en büyük makamlara yükseltti. Evet ben, o öldürmeyi planladığınız ve
bunun için kuyuya attığınız, o acizim, Yusuf'um. Sonra, ne olduğumu
görüyorsunuz!" demiştir. Bundan dolayı o, onlar Bünyamin'i seKâlâ tanıdıkları
halde, jr) '.iij "Bu da kardeşim!" demiştir. Bundan maksadı se. şunu
demek istemesidir: "Bu da benim gibi haksızlığa uğramıştır. Sonra o, sizin
De gördüğünüz gibi, Allah tarafından lütfa mazhar kılınmıştır." Sonra
Yusuf uj* bize lütfetti" demiştir. İbn Abbas (r.a), bunun, "Allah
bize dünyada ve ahirette --er türlü izzet ve şeref ite lütfetti" manasında
olduğunu söylemiştir. Diğer âlimler =e. buna, "ayrılıktan sonra bizi
tekrar bir araya getirmekle lütfetti" manasını ■ ermişlerdir.
[239]
Cenâb-ı Hakk'ın, ^
"Çünkü, kim Allah'dan ittika eder ve sabrederse" buyruğuna gelince,
bunun manası, "Kim Allah'a karşı masiyetlerden ttika eder, kaçınır da,
insanların eziyetlerine sabrederse" şeklindedir. "Allah, iyi hareket
edenlerin mükâfaatını zayi etmez." Bunun manası, "Muhakkak ki kim
ittika gösterir ve sabrederse, Allah onların -âfaatlarmı zayi etmez"
şeklindedir. Cenâb-ı Hak burada, müttakileri de kapsadığı zamir yerine AJı
kelimesini açıkça zikretmiştir. Bununla ilgili iki eşele bulunmaktadır:
[240]
Bil ki Yusuf (a.s),
kendisini bu kıymetli makamda, muttaki olarak vasfetmiştir. Şayet o,
Haşviyye'nin iddia ettiği gibi, Züleyha hakkında o işe tevessül etmiş olsaydı,
bu söz,
Hz. Yusuf tarafından
söylenmiş bir yalan olmuş olurdu. Halbuki, kendisinde kâfirin olacağı,
isyankârın da tevbe edeceği böyte bir makamda yalan söylemek, aklı »aşında olan
kimseye uygun düşmez.'
[241]
Vahidî şöyle der: tbn
Kesir'den Kunbul tarikiyle, onun, her iki durumda da ya ite, şeklinde okuduğu
rivayet edilmiştir ki, bunun izahı şöyle yapılabilir: Bu ilâdenin başındaki
men, ism-i mevsul kabul edilir, böylece de men fiilin meczum olmasını
gerektirmez. Bu izaha göre de, yasblr kelimesinin merfu ofarak yasbiru şeklinde
okunması caiz olur. Ancak ne var ki, (mum) kelimelerinde veşeklinde tahfif
yapıldığı gibi; bu kelimede de, kolaylık olsun diye ref irabı hazfedilmiş,
meczum okunmuştur.
[242]
''(Kardeşleri):
"Allah'a yemin ederiz, Allah seni, hakikaten bizden üstün kılmıştır. Biz,
gerçekten suçlu idik" dediler. O da, "Size dedi, bugün hiçbir başa
kakma ve ayıplama yok. Sizi, Allah bağışlasın. O, bütün merhametliler merhametlisidir. Şu benim gömleğimi götürün
de, onu babamın yüzüne koyun. İyice görür bir hale gelir. Bütün ailenizi de
bana getirin" {Yusuf, 91-93).
Bil ki Yusuf (a.s),
kardeşlerine, Allah Teâlâ'nın, kendisine lütfettiği ve isyanlarda^ ve
günahlardan korunup da insanların eziyyetine sabreden kimseleri, Allah'ın
etmediğini, koruduğunu anlatınca, onlar bu hususta onu tasdik ettiler ve
onu-meziyyetli ve üstün kimse olduğunu itiraf ederek, "Allah'a yemin
ederiz, Allah ser hakikaten bizden üstün kılmıştır" dediler.
el-Esmai şöyle der:
"Arapça'da, "Allah seni üstün kıldı, faziletli yaptı" manasında;yine
bir kimse bir kimsenin kölesini, ona gösterdiği lütuf ve alaka* ile gözde
tutması halinde denilir." Buna göre ayetin ifade ettiği mana. "Yemin
olsun ki Allah seni, bize ilmîn, sabrın, aklın, fazlın, güzelliğin ve melikliğ
-ile tercih etmiştir" şeklinde olur.
[243]
erden bazısı bu ayete
dayanarak, Yusuf'un kardeşlerinin peygamber -ı ileri sürerek şöyle demişlerdir:
"Zira, peygamberlik makamından başka ütün makamlar, o makama nisbetle
adeta bir hiç gibidirler. Binâenaleyh, şayet Kardeşleri de peygamberlik
makamında Yusuf'la müşterek olsalardı, onlar yemin ederiz, Allah seni,
hakikaten bizten üstün kılmıştır" diyemezlerdi. :--ıası halinde şu soruyu
ileri süren kimsenin sorusunun da manası kalmaz: ouvvet açısından her ne kadar
Yusuf gibi peygamber iseler de, Yusuf'un, Dmak ile dünyevi haller açısından,
onlardan üstün olması kastedilmiştir burada. «z. dünyanın hallerinin
peygamberlik makamı karşısında nazar-ı dikkate
yacağını beyan etmiştik. nab-ı Hak, "Biz gerçekten suçlu idik"
buyurmuştur. Hâti s kasten hata işleyen kimse demektir; hâti-kelimesiyle muhtî
birbirinden ayrı edadırlar. İşte bu nüanstan dolayı, dinî hükümler konusunda
içtihad edip de »cemeyen kimse için, "O, hatî'dir" denilmeyip, "O,
muhtî'dir" denilmiştir. ;rin ekserisi, Yusuf'tan özür diteyen kimsenin,
onu, o kuyuya atan, onu onu evinden ve babasından ayıran kimse olduğu
kanaatindedirler. Ebu Ali ıi ise şöyle demiştir: "Onlar, o Yusuf'a, bundan
dolayı özür beyanında amışlardır. Çünkü bu onlardan, onlar buluğa ermeden sâdır
olmuştur. Bîeyh, bu bir günah sayılmaz. Dolayısıyla da, bundan dolayı mazeret
beyanında w*ak gerekmez. Onlar ancak babalarına, Yakub'un, Yusuf'un diri
olduğunu, r :nu yememiş olduğunu bilebilmesi için Yusuf'a yaptıklarını açıklamamaları
t. e yapmış oldukları hatadan dolayı mazeret beyan etmişlerdir. Bu açıklama, ;
.önden zayıftır:
Biz, onların,
o işe çocukluk
zamanında yeltenmiş olmalarının
ileri "-ezeceğini beyan etmiştik. Çünkü Yakub gibi kimselerin,
çocuklarının başında, .vgun olmayan şeylerden men eden, uygun olan şeyleri ise
yapmaya sevkeden olan bir kimse bulunmaksızın, o baliğ olmayan çocuklarının
hepsini birden göndermesi, akla pek yatkın görünmeyen bir şeydir.' zedelim ki
bu iş, Cübbâî'nin söylediği gibi olsun. Ancak ne var ki, biz şunu mz Böylesi,
şeylerin varacağı en son nokta, kişinin bu gibi şeylerden dolayı özür etmesinin
farz olmadığıdır. Ancak ne var ki, bu
gibi şeylerden özür esinin de güzel olduğu söylenebilir. Bunun delili şudur:
Günahkâr bir kimse k r* §inde cezası kalkar. Ama o, yeniden tevbe eder, özür
beyan eder. Böylece ırs^" n. bazan tevbe etmesinin kendisine vacib
olmadığı zamanlarda da, tevbe Msceğıni anlamış oluyoruz.
[244]
nlar, Hz. Yusuf'un
kendilerinden üstün olduğunu; kendilerinin ise günahkâr
ve asi olduklarını
itiraf edince, Yusuf (a.s) "size. dedi, bugün hiçbir başa kakma ve
ayıplama yok. Sizi, Allah bağışlasın" demiştir. Bu hususta iki bahis
bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Tesrib, kınamak ve azarlamak anlamına gelmektedir.
Hz Peygamber (s.a.s)'in "Sizden birisinin cariyesi zîna ettiğinde, ona
hadd cezası uygulasm; onu (zinadan dolayı) ayıplamasın" hadisi de bu
manadadır. O halde, tabirinin manası. "Size kınama ve ayıplama yok!"
demektir. Tesrib kelimesinin aslı, işkembeyi saran yağ anlamına gelen, serb
kelimesindendir. O halde bunun manası da, tıpkı teclîd (soymak) kelimesinin
deriyi soymak anlamına gefmesi gibi, "yağı gidermek, onu izâle etmek"
şeklinde olur. Atâ el-Horasani şöyle demiştir: "İhtiyaçlarımızı gençlere
arzetmek, ihtiyarlara arzetmekten daha kolaydır." Yusuf
(a.s)'unkardeşlerine, "Size başa kakma ve ayıplama yok" şeklindeki
sözüyle, Yakub'un "S/z/n için Rabbimden mağfiret talep edeceğim"
(Yusuf, 98) şeklindeki sözüne bir baksanal.
İkinci Bahis: Bu ayette yevm sözünün neye taalluk ettiği hususunda
iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu, la tesrîbe ifadesine taalluk eder. Yani, o
"koğuşturma olsa olsa bu günde olurdu; bugün size koğuşturma yok. Artık
diğer günlerdeki durumu siz düşünün!" demektir. Burada söz konusu olan bir
başka ihtimal de, "Ben bu günde mutlak manada bir koğuşturmanın olmadığına
karar verdim" manasıdır. Çünkü, s-u& ^ ifadesi, mahiyeti nefyeder.
Mahiyetin nefyedilmesi ise, mahiyetin fertlerinin tamamının yokluğunu iktizâ
eder. Böylece bu ifade, bütün vakitleri ve durumları içine alan bir nefiy
cümlesi olmuş olur. Buna göre sözün takdiri, "Bugün, bütün vakit ve
durumları içine alan genel bir hüküm verdim" şeklinde olur. Daha sonra o
onlara, onlardan dünyevî husustaki kınamayı kaldırdığını beyân edince, Cenâb-ı
Hak'tan onlardan ahiret cezasını da kaldırmasını talep ederek, "Sizi,
Allah bağışlasın" demiştir ki, bununla dua manası kastedilmiştir.
İkinci Görüş: Yevm kelimesi "sizi, Allah
bağışlasın"cümlesine tealluk eder. Buna göre Yusuf (a.s) sanki, mutlak
manada bir koğuşturmanm olmadığını söyleyince, onlara, Allah'ın bugün onların
günahlarını da bağışlamış olduğu müjdesini vermiştir. Bu böyledir; zira onların
gönülleri kırık, kalbleri mahzun olup, suçlarını da kabul edip tevbe edince.
Allah Teâlâ da onlartn tevbelerini kabul etmiş ve günahlarım bağışlamıştır.
İşte bundan dolayı da Hz. Yusuf "Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama
yok. Sizi, Allah bağışlasın" demiştir.
27) Benzer bir hadis
için bkz. Buhârî, Itk, 17, 3/125); Müslim, Hudûd, 31 (3/1329).
[245]
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s) Fetih günü Kâ'be'nin kapısının una yapışarak
Kureyş'e: "Benim size ne yapacağımı umuyorsunuz?" dedi. Bunun Herine
de onlar, "Hayır bekliyoruz, umuyoruz. Bize sen, kerim bir kardeşsin ve
kerim r- kardeşin oğlusun. Güç ve kudret sende" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber s a.s): "Ben, kardeşim Yusuf'un, "Size bugün, hiçbir başa
kakma ve ayıplama pok" şeklindeki sözünü söylüyorum" dedi. Rivayet
olunduğuna göre Ebu Süfyan, slüman olmak için, Hz. Peygamber'in yanma
geldiğinde Abbas ona, "Hz~. Peygamberin yanına vardığında, ona, ayetini
oku!" dedi. C da öyle yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, "Allah,
hem seni, hem de sana ödeteni bağışladı" buyurdu.
[246] .
Rivayet olunduğuna
göre Yusuf'un kardeşleri Yusuf'u tanıyınca, ona: "Sen, sabah akşam bizi
sofrana çağırıyorsun. Biz ise, sana karşı yaptığımız kötülüklerden ayı
utanıyoruz" diye haber saldılar. Bunun üzerine Yusuf (a.s): "Ben her
ne kadar halkının meliki olsam da, onlar yine de bana ilk gözle bakıyor ve
"Yirmi dirheme
an köleyi, bu
mertebelere ulaştıran zât, ne yücedir, onu takdis ederiz" diyorlar.
*-solsun ki, hem şu anda sizin gelmenizle şeref kazandım, sizin gelmeniz ve
Mısır sizlerin benim kardeşim ve Hz. İbrahim'in torunlarından olduğumu da
adamaları sebebiyle onların nazarında yüceldim" dedi.
[247]
Yusuf (a.s) sonra
şöyle dedi: "Şu benim gömleğimi götürün de, onu babamın yüzüne koyun.
İyice görür bir hale gelir," Müfessirler şöyle demiştir: Yusuf (a.s)
kendisini onlara tanıtınca, onlara Sabasını sordu. Onlar bunun üzerine,
gözlerini kaybettiğini söylediler. O da, bundan dolayı onlara gömleğini verdi.
Muhakkik ulemâ ise şöyle demiştir: Yusuf (a.s) o şctleğin babasının yüzüne
konulmasının, onun görmesini sağlayacağını, Allah'dan âcç bir vahiy ile
bilebilmiştir. Eğer bu hususta bir vahiy olmasaydı, o bunu bilemezdi. 2Sra
akıi, bunun böyle olacağını bilemez.
Şöyle de denilebilir:
Belki de Yusuf (a.s), babasının kör olmadığını, ancak ne ki. fazla ağlamaktan
ve kalbinin de iyice daralmış, canının iyice sıkılmış olmasından arayı
zayıfladığını, görme kuvvetinin zayıfladığını; babasının yüzüne gömleğinin
jiması halinde, onun mutlaka ferahlayacağını ve gönlünde büyük bir sevinç ve
-uzurun meydana geleceğini; bunun ise, onun ruhunu kuvvetlendireceğini, görme
«-.vetindeki zayıflığı gidereceğini, böylece de görmesinin kuvvetleneceğini ve
ondaki : -oksanlığın zail olacağını biliyordu. İşte bu kadar şeyin, kalb ve
gönül ile -ebümesi mümkündür. Çünkü, tıbbi kanunlar da, bu mananın doğruluğuna
delâlet *oer O halde Yusuf'un; "İyice görür bir hale gelir"
şeklindeki ifadesi, "görür olur,
görür"
anlamındadır. Bu ifadenin bu manaya geldiğine, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu da
şehâdet eder. Bundan muradın, "o, bana, görür olduğu halde gelir"
olduğu da söylenebilir. O, babasına saygısından dolayı, onu ayrıca zikretmiş;
diğerleri içinse, "Bütün ailemizi de bana getirin" demiştir.
Kelbî, "Onun
ailesi yetmiş kişi kadardı" demiştir. Mesrûk da şöyle demiştir:
"Yusuf (a.s.)'un kavmi kadın-erkek yetmiş üçkişi olarak Mısır'a
girmişlerdir." Rivayet olunduğuna göre, mektubu Yahûdâ götürmüş ve:
"Kana bulanmış gömleği götürüp, onu (babamı) ben hüzünlendirmiştim. Onu
ben hüzünlendirdiğim gibi, ben sevindireceğim" demiştir. Denildiğine göre
Yahûdâ bu mektubu, Mısır'dan Ken'an Diyarına kadar olan seksen fersahlık
mesafede, yalın ayak ve başt açtk olarak götürdü.
[248]
"Vakta ki kafile
(Mısır'dan) ayrıldı. Babalan dedi ki: "Bana bunak demezseniz, inanın ki
Yusuf'un kokusunu duyuyorum." "Allah'a yet*9* ederiz ki sen hâlâ eski
yanlışhğmdasm" dediler. Fakat müjdeci gelip de onu (Yâkûb'un) yüzüne
koyduğu, o da derhal görür bir hale geldiği zaman dedi ki: "Ben size,
"Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah tarafından olmak üzere ben biliyorum"
demedim mi?" (Mısır'dan gelen oğulları), "Ey babamız, bizim için
istiğfar et. Biz, gerçekten suçlular idik" dediler. (Ya'kûb da):
"Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim. Şüphesiz O gafur ve rahimdir"
dedi" (Yusuf. 94-98).
Arapça'da, bir kimse
birisinin yanından çıkıp gittiği zaman, " denilir. Yine, "onu yani
mektubu benden ona götürdü" manasında
oenilir. Bu fiil, hem lazım olur, hem müteaddi. Lazım olduğu zaman
masdart -nüteaddi olduğu zaman da, şeklinde gelir. Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kervan, Mısır'dan çıkıp Ken'an Diyan'na yöneldiği zaman, Ya'kûb (a.s),
yanında bulunan çoluk-çocuğuna, akrabalarına ve torunlarına, "Bana bunak
demezseniz, inanın ■ Yûsuf'un kokusunu duyuyorum" demiştir. Bu
konuşma onun kendi oğulları ile almamıştır. Çünkü onlar, Yakub(a.s)'un onlara,
"Gidin Yûsuf'la kardeşinden bir haber arayın" (Yûsuf, 87) demesinin
gösterdiği gibi, orada bulunmuyorlardı. Alimler, du mesafenin miktarı hususunda
ihtilafa düşmüşlerdir. Bunun, sekiz günlük veya on günlük bir mesafe olduğu
söylendiği gibi, seksen fersahlık bir mesafe olduğu da söylenmiştir. Yine
âlimler o kokunun Yâ'kub (a.s)'a nasıl ulaştığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu cümleden olmak üzere Mücahid: "Bir rüzgar esti ve bunun üzerine, D
gömleği havada dalgalandırdı. Böylece dünyaya cennet kokuları yayılmaya
başladı, şte bu koku Ya'kûb'a ulaştı da, o, cennetin kokusunu hissettiği zaman,
dünyada z acak bir cennet kokusunun ancak onun gömleğindeki koku olacağını
anladı. İşte r jndan ötürü o, 'inanın ki Yûsuf'un kokusunu duyuyorum"
dedi" demiştir. Vahidî, senedli olarak, Enes b. Malİk'den Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yûsuf'un, "Şu benim
gömleğimi götürün ve onu babamın yüzüne koyun, iman) iyice görür bir hale
gelir" (Yusuf, 93) ifadesine gelince, zâlim Nemrud da, Hz. İbrahim'i ateşe
attığı zaman, elinde cennetten alınma bir gömlek ve bir yaygt ; duğu halde
Cebrail (a.s) İbrahim (a.s)'in yanına geldi. O gömleği İbrahim'e giydirdi *e o
yaygının üzerine oturtup, yanına oturup konuşmaya başladı. Daha sonra İbrahim 2
s) bu gömleği İshâk (a.s)'a, o da Ya'kûb'a, Ya'kûb da Yusuf'a giydirdi. Ya'kûb
a.s) onu, gümüşten bir mahfazaya koyarak, Yusuf'un boynuna (bir muska gibi)
astı. Yusuf (a.s) kuyuya atıldığı zaman, işte bu gömlek (parçası), Yusuf'un
boynunda idi. şîe Yusuf (a.s.)'un "Şu benim gömleğimi götürün" sözü
bu manayadır." Bu -ıeselenin izahı, şöyle denilmesidir: Allah Teâlâ bu
kokuyu, Ya'kûb'a, mucizevî bir yol ile ulaştırmıştır. Çünkü böylesi uzak bir
mesafeden, bunun ona ulaşması, adetin (alışılmışın) hilâfına birşeydir.
Binâenaleyh bu, bir mucize otur. O ikisinden birisinin -jcizesi olması gerekir.
Doğruya en yakın olan, Ya'kûb'un ondan haber verip, oğullarının da onu bu
sözleri ile, yakışık almayan bir şekilde nitelendirmeleri sebebiyle Ya'kûb
(a.s)'a has bir mucize olmasıdır. Böylece durumun, zikredildiği gibi olduğu .-e
bunun, Hz. Ya'kûb'un bir mucizesi olarak meydana geldiği ortaya çıkmıştır.
Ehl-i meânî şöyle
demiştir: Allah Teâlâ, bu iki belde birbirine yakın olduğu halde, seksen sene
Yusuf'un haberi Ya'kûb'a ulaşmamış iken, mihnet (imtihan) devri sona enp,
rahatlık ve sevinç vakti gelince, Yusuf'un kokusunu Ya'kûb'a uzak bir
-tesafeden ulaştırmıştır. Bu da gösterir ki, kolay olan her şey çile zamanında
zor, zor olan her şey de, mutluluk ve ferah zamanlarında kolaydır.
"Yusuf'un kokusunu oyuyorum" demek, "Onu kokluyorum"
anlamındadır. Bu mana burada, vecede : jimak) fiili ile ifade edilmiştir. Çünkü
bu onun, koku alma duyusu ile bulduğu r- -şeydir.
[249]
Hz. Ya'kûb'un
"Bana bunak demezseniz" ifadesine gelince; Ebu Bekr İbnü'l-Enbâri
şöyle demiştir: "Arapça'da, birisi hüzünlenip de, aklı değişmeye başladığı
zaman, denilir Yine bir insan, âlim iken câhil hale düşüp de, cehalet ona
nisbet edildiği, bunadığı zaman, fiili kullanılır." Esmâ'i'nin şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Bir adamın saçma sapan sözleri çoğaldığı
zaman, onun için "müfnid" denilir." Keşşaf sahibi de:
"Arapça'da SJuU (Bunak yaşlı kadın)
denilmez, fakat {Bunak ihtiyar adam) denilir. Çünkü zaten kadının gençliğinde
dikkat çeken görüşleri yoktu ki, yaşlılığında bunamış olsun" demiştir.
Binâenaleyh ayetteki bu tabirin manası, "Eğer sözlerimi, abuk-sabuk şeyler
saymazsanız" şeklindedir.
Ya'kûb (a.s) bunu
söyleyince, onun yanında bulunanlar, "Allah'ayemin ederizkisen hâlâ
eskiyanlışhğındasm"dediler. Buradaki, "dalâlet" kelimesinin,
birkaç manası vardır:
1) Mukâtil şöyle demiştir: "Bununla burada,
şekavet, bedbahtlık manası kastedilir, yani, dünyanın bedbahtlığı demektir.
Buna göre bu tabirin manası şu şekilde olur: "Muhakkak ki sen, Yûsuf için
bu hüzünlere katlanıp göğüs germen şeklindeki, o eskiden beri olan bedbahtlığın
içindesin." O, bu görüşüne, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu takdirde biz
muhakkak ki bir dalâlet ve delilik içinde (kalmış oluruz)" dediler"
(Kamer, 24) ayetini delil getirmiştir, yani, "Bu dünyamızda bir bedbahtlık
içinde (kalmış oluruz)" demektir.
2) Katâde ise, bunun manasının: "Muhakkak ki sen,
yine Yusuf'a karşı olan o eski sevgin üzeresin. Onu ne unutuyor, ne aklından
çıkarıyorsun" şeklinde olduğunu ve bunun,
"Babamız herhalde açık bir yanlışlık (dalâlet)
içindedir" (Yusuf, 8) ayetindeki sözleri gibi olduğunu söylemiştir.
Sözüne devamla, onların, bir peygamber için söylemeleri doğru olmayan, sert bir
söz söylemiş olduklarını ifade etmiştir.
3) Hasan el-Basri ise şöyle demiştir: "Onlar
Ya'kûb'a böyle söylediler. Çünkü onlar Yusuf'un öldüğüne inanıyorlardı. Ya'kûb
(a.s) ise, normal ve uygun tavrın dışına çıkarak, hep Yusuf'u
sayıklıyordu."
[250]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Fakat müjdeci gelip de" buyruğuna gelince, buradaki en edatı
hakkında iki görüş vardır:
1) Bu kelimenin i'rabtan mahalli yoktur. Bu ifadede
olduğu gibi, bazan zikredilir; bazan da "ibrahim'den o korku gittiği
zaman" (Hûd, 74) ayetinde olduğu gibi, hazfedilir. Her iki durum da, Arap
şiirinde mevcuttur.
2)
Basralılar, bu
en edatının mâ ile birlikte mukadder bir fiilden ötürü ref
mahallinde olduğunu,
bunun takdirinin, müjdecinin gelişi meydana çıkınca" şeklinde olduğunu,
fakat onu ref eden fiilin mahzûf olduğunu söylemişlerdir. Müfessirlerin
ekserisi, bu müjdecinin Yahûdfi olduğunu, onun, "Kana bulanmış gömleğini
ben götürmüş ve "Yusuf'u kurt yedi" diye ben söylemiştim. Bugün de bu
gömleği ben götüreceğim, bir zamanlar babamı üzdüğüm gibi, yine onu ben
sevindireceğim" dediğini söylemişlerdir.
[251]
Ayetteki, tabiri,
"Müjdeci o gömleği Ya'kûb'un yüzünün üstüne artı" demektir. Yahut
şöyle de denilebilir: Bu, "Ya'kûb o gömleği, yüzüne bıraktı (örttü)"
anlamındadır, ifadesi de, "yeniden görür hale geldi" demektir. Bunun
masdanolan "irtidât" birşeyin, daha önceki haline dönmesidir.
Binaenaleyh ayetteki bu tabirin anlamı, "Allah onu, eskiden olduğu gibi
görür hale getirdi" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, hurma ağacını, Allah
bitirip büyüttüğü halde, "Hurma uzadı" denilir. Alimler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, "O tamamen kör olmuştu. Allah Teâlâ onu,
işte bu anda görür hale getirdi" derken; diğer bazıları: "Hayır, çok
ağlamaktan ve üzüntüden dolayı, onun görmesi zayıflamıştı. İşte o gömleği
Ya'kûb'un yüzüne atıp, Yusuf'un hayatta olduğu müjdesi verilince, onun sevinci
büyümüş, gönlü ferahlamış ve bütün hüzünleri yok olmuştu. İşte o zaman görmesi
yeniden kuvvetlenmiş ve görme eksikliği yok oluvermişti." İşte o zaman da,
"Ben size, "Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah tarafından olmak üzere ben
biliyorum" demedim mi?" demiştir. Bundan maksat, onun rüya yolu ile,
Yûsuf'un hayatta olduğunu bilmesidir. Çünkü bu ifâdenin, kendinden önceki ile,
mana cihetinden bir ilgisi vardır. Bu ifade Hz. Yâ'kûb'un daha önce söylemiş
olduğu, "Ben, kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum. Ben,
Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de biliyorum"
şeklindeki sözüne bir işarettir. Rivayet edildiğine göre o, müjdeyi getirene
Yusuf'un nasıl olduğunu sormuş, o da: "Yusuf, Mısır hükümdarıdır"
demiş. Bunun üzerine Hz. Ya'kûb (a.s): "Hükümdar olmasını ne yapayım? Sen,
yanından ayrıldığın zaman, hangi din üzere olduğunu söyle?" deyince,
müjdeci: "İslâm dini üzere idi" cevabını verir. Hz. Ya'kûb da,
"İşte şimdi nimet tamamlandı" der.
[252]
Sonra Ya'kûb'un
oğulları ondan özür dilemeye başlayarak "£y babamız, bizim için istiğfar
et. Biz gerçekten suçlular idik" dediler. (Ya'kûb da):'Sizin için Rabbime
istiğfar edeceğim. Şüphesiz O gafur ve rahîm'dir" dedi" Ayetin
zahiri, Hz. Ya'kûb (a.s.)'un o anda onlar için istiğfarda bulunmadığını, ama
ileride onlar için istiğfar etmeyi vaadettiğini gösterir. Âlimler, bunun
sebebini, birkaç değişik şekilde izah etmişlerdir:
1) İbn Abbas (r.a) ve çoğu alimler "Ya'kûb (a.s)
onlar için, seher vakti istiğfar
etmeyi dilemiştir.
Çünkü seher vakti, duaların kabulü için en uygun zamandır" demişlerdir.
2) Bir başka rivayete göre yine İbn Abbas (r.a),
"Hz. Ya'kûb oğullan için istiğfar etmeyi, cuma gecesine ertelemiştir.
Çünkü duaların kabulü için en uygun vakit o gecedir" demiştir.
3) Ya'kûb (a.s) onların gerçekten tevbe edip
etmediklerini; tevbeferinin de tam bir ihlas ile olup olmadığını anlamak
istemiştir.
4) Ya'kûb (a.s) onlar için, o anda istiğfar etmiştir.
Binâenaleyh onun, "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim" sözünün
manası, "Bu yaptığına istiğfara ileride de devam edeceğim" şeklindedir.
Rivayet edildiğine göre o, yirmi küsur sene, her cuma gecesi onlar için
istiğfar ediyordu. Hatta denildi ki, "O bir vakitte namaza kalkar ve
namazını bitirince, ellerini göğe doğru kaldırır ve der W: "Ya Rabbi,
Yusuf'a olan 1eryâd-ü figanımı ve ona karşı olan sabırsızlığımı bağışla.
Yusuf'a yaptıkları işlerden ötürü, oğullarıma mağfiret et" der. Bunun
üzerine Allah Teâlâ ona, "Seni de, onların hepsini de bağışladım"
diye vahyeder.
Anlatıldığına göre,
Ya'kûb(a.s.)'un oğulları, kendilerini korku ve ağıt bürümüş bir vaziyette ona
derler ki: "Eğer bizi Allah bağışlamaz ise, kim bize yardım
edebilir?" Bunun üzerine ihtiyar babalan duâ ederek kıbleye yönelir. Yusuf
da babasının arkasından âmin demeye başlar. Diğer kardeşler de, huşu ve tevâzû
içerisinde o ikisinin arkasında dururlar. Bu, tam yirmi sene devam eder.
Sabırları azalıp da, artık nerede ise helak olacakları zannına kapıldıkları bir
sırada, Cebrail (a.s) iner ve "Allah Tealâ, oğulların için yaptığın duanı
kabul etmiş ve senden sonra peygamberlik hususunda onlardan misak
almıştır" der. Alimler, onların peygamber olup olmadıkları hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf meşhurdur.
[253]
"Sonra vakta ki
onlar gelip Yusuf'un huzuruna girdiler. O, babasını ve annesini kucakladı ve
"Allah'ın iradesi ile, hepiniz emin bir şekilde Mısır'a giriniz"
dedi. Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun
için secdeye
kapandılar. Yusuf dedi ki: "Babacığım, işte bu daha önce görmüş olduğum o
rüyanın tahakkukudur, İşte Rafybim onu doğru çıkardı. Bana iyilik etti. Çünkü
beni zindandan çıkardı. Şeytan benim ile
kardeşlerimin arasını
bozduktan sonra da, O, sizi çölden getirip (bizleri kavuşturdu^. Şüphesiz ki
Rabbim, dilediğini çok ince ve çok güzel olarak tedbir edendir. Şüphesiz O,
alîm ve hakimdir Bil ki rivayet edildiğine göre Yusuf (a.s), beraberindekilerle
birlikte hazırlanıp kendisine gelebilmesi için, babasına, ihtiyaç duyulacak her
türlü şey ile ikiyüz binit yollamıştır. Hz. Yusuf (a.s) ve kral, Ya'kûb(a.s.)'u
karşılamak üzere, dörtbin asker ile, önde gelen devlet adamları ve bütün Mısır
halkı ile birlikte yola çıkmışlardı. Hz.Ya'kûb (a.s), Yahûdâ'ya dayanarak
yürüyordu. Böylece atlar üzerindeki kalabalığı ve insanları görüp: "Ey
Yahûdâ, bu Mısır Firavun'u mu?" dedi. Yahûdâ: "Hayır, bu senin .oğlun
Yusuf (ve onun adamları)" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yusuf (a.s)
hemen ileri çıkıp, selam vermek istedi. Fakat selam vermeye fırsat bulamadan,
Hz. Ya'kûb {a.s): "es-Selâmü aleyke" dedi. Rivayet edildiğine göre,
Hz. Ya'kûb (a.s) ve oğulları, kadın-erkek yetmişiki kişi olarak Mısır'a
girdiler. Musa (a.s) ile beraber oradan çıktıklarında ise, çocuklar ve
ihtiyarlar hariç, savaşacak durumda olanlarının sayısı altıyüzbin beşyüz yetmiş
küsur kişi idiler.
Cenâb-ı Allah'ın -
"O, babasını .ve annesini kucakladı" ifadesi ile ilgili iki bahis
vardır:
Birinci Bahis:
"Ebeveyni" (babası ve annesi) ifâdesinden ne murad edildiği hususunda
iki görüş vardır:
1)
Bundan murad,
onun öz babası ve öz annesidir. Buna göre, annesinin o zamana kadar yaşamış
olduğu söylenildiği gibi; annesinin daha önce ölmüş olduğu, fakat Cenâb-ı
Hakk'ın, Hz. Yûsuf'un rüyasını gerçekleştirmek üzere, ona (saygı) secdesinde •:
'unsun diye, onu diriltip kabrinden çıkarmış olduğu da söylenmiştir.
2)
Bundan maksad
Yusuf'un babası ile teyzesidir. Çünkü annesi, kardeşi Bünyamin'i doğurduktan
sonra, henüz nifas halinde iken ölmüştü. "Bünyamin" kelimesinin,
İbrânice, "acıların oğlu" manasına geldiği söylenmiştir. İşte annesi
ölduöü zaman babası, Yusuf'un teyzesi ile evlenmişti. Bundan dolayı Allah
Teâlâ, teyzesini, ebeveyninden biri olarak ifade etmiştir. Çünkü çocuğu
yetiştirip terbiye edon kimseye, annenin yerini tuttuğu için "anne"
denilir, yahut da amcaya "baba" denitebitdiği gibi, teyzeye de anne
denilir. Cenâb-ı Hakk'm şu ayeti de bu manayadır: "Babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'tn
ilâhına"(Bakara, 133).
İkinci Bahis: s ifâdesi, "onları kendisine çekti ve bağrına
bastı, kucakladı, boyunlarına sarıldı" manasmdadır.
Buna göre eğer,
"Onların Mısır'a girmeden önce, Hz. Yusuf'un yanına varıp girmelerinin
manası nedir?" denirse, biz deriz ki: Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Yusuf
onları karşıladığı zaman, onları orada bulunan bir evde veya bir çadırda
misafir etti. Binâenaleyh onlar, onun yanına girdiler; o da onları kucakladı ve
onlara, "Mısır'a giriniz" dedi.
[254]
Hz. Yusuf'un
"Allah'ın iradesi ile, hepiniz emin bir şekilde Mısır'a giriniz"
ifadesiyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Süddî şöyle demiştir: "Hz. Yusuf bu sözü, onlar
Mısır'a girmeden önce söylemiştir. Çünkü o, onları yolda karşılamıştı."
İşte, bizim kabul edip anlaştığımız görüş de budur. İbn Abbas (r.a)'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Bu söz, "emîn olarak Mısır'da
oturun" manasmdadır. Oturmak, bu iki fiil birbirine bitişik oldukları
için, girmek fiiliyle ifade edilmiştir."
[255]
İkinci Bahis: Ayet-i kerimedeki, "Allah'ın iradesiyle"
şeklindeki istisna İle ilgili iki görüş bulunmaktadır:
1)
Bu, emin
olmalarıyla ilgili olup, girmeyle alakalı değildir. Buna göre ayetin manası,
"Eğer Allah dilese, inşaallah, emin olarak Mısır'a girin"
şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "înşaallah, emniyet içinde, korkusuzca
mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, zt) ayetidir.
2)
Daha önce
zikretmiş olduğumuz, "bu sözü Hz. Yusuf onlara, onlar Mısır'a girmeden
önce söylemiştir" şeklindeki görüşe göre, bu istisnanın girme fiiliyle
ilgiii olduğu söylenmiştir.
Üçüncü Bahis: "emin olarak" ifadesinin manası, "canınızdan,
malınızdan ve ailenizden emin olarak; hiç kimseden korkmadan" şeklindedir.
Çünkü daha önce onlar, Mısır krallarından korkarlardı. Bunun, "Kıtlıktan,
sıkıntıdan ve ihtiyaç halinden emin olarak, korkusuzca" manasında veya,
"Daha önce işledikleri o suçtan dolayı, Yusuf'un zarar vermesinden emin
olarak ve korkmadan" manasına geldiği de söylenmiştir.
Cenâb-ı Hak
"Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp
oturttu"
buyurmuştur. Dil alimleri, "Arş, yüksek sedir anlamındadır"
demişlerdir. Allah Teâlâ, "Onun, büyük bir arşı, tahtı vardır" (Nemi,
23) buyurmuştur. Burada "Arş" kelimesinden murad, Yusuf'un üzerinde
oturduğu yüksek sedir, tahttır.
[256]
Cenâb-ı Hak, ''Hepsi
secdeye kapandılar" buyurmuştur. Bu ifadede bir problem bulunmaktadır.
Çünkü, Ya'kûb (a.s), Yusuf (a.s)'ın babası idi. Babalık hakkı ise, daha
büyüktür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbin, /'Kendinden başkasına kulluk
etmeyin. Ana ve babaya İyi muamelede bulunun" diye hükmetti" (isra,
23) buyurmuş ve anababa hakkını, kendi hakkıyla beraber zikretmiştir. Hem sonra
Hz. Ya'kûb, yaşlı idi; genç olanın ihtiyara saygı göstermesi gerekir.
Yine, Ya'kûb (a.s),
peygamberlerin en büyüklerindendi. Yusuf (a.s) da her ne kadar bir peygamber
ise de, Ya'kûb(a.s.)'un mertebesi ondan daha yüce idi.
Aynı şekilde yine,
Ya'kûb (a.s)'un daha çok ibadet etme hususundaki gayret ve çabası, Hz. Yusuf'un
gayret ve çabasından daha çok idi. İşte bütün bu hususların bir araya gelmesi,
bilakis; Hz. Yusuf'un Hz. Ya'kûb'a bütün gücüyle hizmet etmesini ve saygı
göstermesini gerektirir. Binâenaleyh, Yusuf daha nasıl Ya'kûb'un kendisine
secde etmesine müsaade etmiştir? İşte, bu müşkilin izahı budur.
[257]
Bunua birkaç şekilde
cevap verilir:
1) Bu, Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (r.a)'ın
görüşü otup, buna göre ayetten Tiurad, "Onlar, onun için, yani onu
buldukları için Allah'a secdeye kapandılar" manasıdır. Netice olarak, bu
secde, bir şükür secdesi olup, secde edilen de Allah Teâlâ idi. Ancak bu secde,
Hz. Yusuf'dan dolayı yapılmıştı... Bu te'vîlin doğruluğunun delili ise,
'Tabasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeve
kapandılar" ifadesinin, onların, bu tahta çıktıkları, daha sonra da
secdeye - .^andıkları manasını ihsas ettirmesidir. Eğer onlar, Yusuf'a secde
etmiş olsalardı, ona, tahtının üzerine çıkmadan önce secde ederlerdi. Çünkü bu,
tevazuyu daha çok îade etmektedir.
Buna göre eğer,
"Bu tevîl, ayetteki "Yusuf dedi ki: "Babacığım, işte bu daha
görmüş olduğum o rüyanın tahakkukudur" ifadesine muvafık değildir.
Buradaki rüyadan maksat, "... gerçekten ben, rüyada onbir yıldızla güneşi
ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir" (Yusuf, 4)
ifadesiyle anlatılan " denilirse, biz deriz ki: Aksine, bu, tam ona
uygundur. Buna göre, "... güneşi ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana, secde
edicidirler" ifâdesinden murad, Denim için, yani benim iyiliğimi istemek
ve makamımın yükselmesine çaba sarfetmek çın, onlar Allah'a secde ettiler"
manasıdır. Bu mana muhtemel olduğuna göre, soru
:-şer. Bence bu izah,
doğru olup, yerindedir. Çünkü, babalık hakkı, yaşlılık, ilim,
din ve peygamberlik
mertebesinin daha mükemmel olması bakımından, Ya'kûb (a.s) kendisinden daha
önde olmasına rağmen, babasının kendisine secde etmesine müsaade etmesi,
Yusuf'un aklına ve dinine göre uzak görülemez.
2) Şöyle denilebilir: Onlar, Yusuf'u bif kıble gibi
kabul edip, Cenâb-ı Allah'a, onu bulmuş olmaları nimetine mukabil, şükür
secdesine kapanmışlardır. Bu, güzel bir izahtır; çünkü Arapça'da denildiği
gibi, aynı manada olmak üzere "Ka'be'ye yönelerek namaz kıldım" da
denilebilir. Hassan İbn Sabit de şöyle bir şiir inşâd etmiştir: "Ben,
işin, Haşim(oğullarının elin)den, ondan sonra da Hasan 'm babasının elinden
çıkacağını hiç düşünmemiştim. O, kıblenize yönelerek ilk namaz kılan ve
insanların, Kur'ân'ı ve sünneti en iyi bileni
değil midir?" Bu,
ÂİlâU "Kıbleye secde
etti" denilmesinin caiz olması gibi, "Falanca, kıbleye
doğru namaz kıldı" denilmesinin caiz olduğuna bir delildir. Binaenaleyh,
tabirinin manası"Yusuf'u bir kıble edindiler; sonra, onu bulmaları
nimetine karşı, Alah'a şükür secdesine kapandılar" şeklindedir.
3) Tevazu bazan "secde etmek" tabiriyle ifade
edilir. Nitekim şair, ''Oralarda, tepeleri alçak arazilere secde eder halde görürsün"
demiştir.
Buna göre burada
"secde"den murad, tevâzudur. Ancak ne var ki bu izah da müşkildir.
Çünkü Allah Teâlâ, "Hepsi onun için secdeye kapandılar" buyurmuştur.
"Secdeye kapanma" tabiri, güzel bir biçimde secde etme manasını
hissettirir. Buna da şu şekilde cevap verilebilir: (Secdeye kapanmak)
kelimesiyle bazan. sadece uğramak ve rastlamak manası murad edilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onlar, kör ve sağırlar gibi, geçip gitmezler" (Furkan,
73) buyurmuştur.
4) Şöyle diyebiliriz: deki fail zamiri (vâv), onun
ebeveynine ait değildir. Böyle olmamış olsaydı, Cenâb-ı Hak, derdi. Aksine
zamir, Hz. Yusuf'un kardeşlerine ve onu tebrik etmek için yanına gelen diğer
kimselere aittir. Buna,göre ayetin manası, "Yusuf, anne ve babasını,
onlara en mükemmel biçimde saygı göstermek için, tahtının üzerine çıkarttı.
Kardeşlerine ve yanına gelenlere gelince. onların hepsi birden ona secdeye
kapandılar" şeklindedir.
İmdi, eğer "Bu
izah, ayetteki, "Babacığım, işte bu daha önce görmüş olduğum o rüyanın
tahakkukudur" ifadesiyle uyuşmuyor" derlerse, biz deriz ki:
Rüyanın yorumunun, her
bakımdan, yani tasvir ve tavsif bakımından, görülen rüyaya aynen mutabık olması
gerekr.,ez. Binaenaleyh, yıldızların, ayın ve güneşin secde etmesi, büyük
insanların ona saygı göstereceğine işarettir. Hz. Ya'kûb'un. işte bu sebepten
dolayı çocuklarıyla beraber Kenan'dan kalkıp Mısır'a gitmesi, Yusuf için, son
derece büyük bir tazim olmuştur. O rüyanın doğruluğu için, bu kadar şey
kâfidir. Ama, o
açıklama ve tabirin, sıfat ve şekit bakımından rüyanın aslına eşit ve denk
olması hususuna gelince, hiç kimse bunu gerekli görmemiştir.
5)
Belki de, o
vakit, o muhitte tebrik ve değer vermeye delâlet eden iş, secde etmek idi.
Onların secde etmelerinden maksad ise, ona tazimdir.
Bu görüş son derece
uzak bir ihtimaldir. Zira, alabildiğine tazim, Yusuf'dan çok Ya'kûb'a yaraşır.
Binaenaleyh, eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, o zaman Yusuf'un Ya'kûb'a
secde etmesi gerekirdi. Belki de Yusuf'un kardeşlerini, Yusuf'a tevazu yollu
secde etmemeye sevkeden şey, onların taassubu ve ona, hâlâ tepeden
takmalarıdır. Yusuf (a.s), onların böyle yapmamaları halinde, bunun, fitnelerin
yeniden zuhur etmesine ve küflendikten sonra eski kinlerin yeniden ortaya
çıkmasına sebep olacağını biliyordu. İşte bundan dolayı Ya'kûb (a.s), kadrinin
yüceliği ve baba ve ihtiyar olması sebebiyle hakkının büyük olması; din,
peygamberlik ve ilim hususlarında da mertebesinin Yusuf'unkinden daha üstün
olması sebebiyle, ve de, onların bunu bizzat müşahede etmeleri, taassup ve
kalblerindeki nefretin yok olmasına vesile olsun diye işte o secdeyi yapmıştır.
Görmez misin ki bir hükümdar, Dirini muhtesib*28) tayin ettiğinde, onun otorite
sağlamasını temin etmek gayesiyle - sbe işini, (hükümdarın) bizzat kendisi
üzerinde uygulama imkânı verir. Böylece bu -nuhtesibin, görevini yapmaktan asla
çekinmeyeceği hususunda, hiç kimsenin «albinde şüphe bırakmaz.
6) Belki de Allah Teâlâ, sadece kendisinin bileceği çok
gizli bir hikmetten dolayı, Ya'kûb (a.s)'a o secdeyi emretmiştir. Bu tıpkı,
Cenâb-ı Hakk'ın, ancak kendisinin oilebileceği
bir hikmetten dolayı
meleklere, Hz. Adem'e
secde etmelerini emretmesine
benzer. Yusuf (a.s) da, kalben buna razı değildi; ancak ne var ki O, Allah'ın
bunu emrettiğini bildiği için, sesini çıkarmamıştı.
[258]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Yusuf (a.s.)'un bu hali görünce"Babacığım, işte bu daha önce görmüş
olduğum o rüyanın tahakkukudur. Muhakkak Rabbim onu doğru çıkardı"
dediğini -akletmiştir. Bu ifadeyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Yusuf,
babasının ve Kardeşlerinin secde ettiklerini görünce, bu onu dehşete düşürmüş
ve tüyleri diken diken olmuş ve babası Ya'kûb'a: "İşte bu daha önce görmüş
olduğum o rüyanın :ahakkukudur"
demiştir. Ben derim
ki, bu da,
altıncı maddedeki cevabı
28) Muhtesib, İslâm
devletinde, emr-i maruf ve nehy-i münkeri ifa etmekle görevli teşkilatın
başkanıdır (ç.)
kuvvetlendirmektedir.
Buna göre o sanki şöyle demiştir: "Babacığım, ilim, din ve nübüvvet
hususlarındaki kadrinin yüceliğinden dolayı, senin gibilerin oğluna secde
etmesi uygun düşmez; ancak ne var ki bu, kendisiyle emrolunduğun ve kendisiyle
mükellef tutulduğun bir husustur. Çünkü, peygamberlerin rüyası haktır. Nasıl
ki, İbrahim(a.s.)'un rüyasında oğlunu kurban olarak kesmesi, bunun ona,
uyanıklık halinde vacip olmasına sebep olmuşsa, aynen bunun gibi, Yusuf
(a.s.)'ungörüp de babası Yakub'a anlatmış olduğu rüya da, bu secdenin
vücubiyyetine sebep olmuştur, işte bundan dolayıdır ki İbn Abbas (r.a), Yusuf (a.s)'un
bu rüyayı gördüğü zaman onu korkuttuğunu, tüylerinin diken diken olduğunu, ama
bir şey söylemediğini nakletm iştir.
Ben de derim ki:
Bunun, Cenâb-ı Hâkk'ın Ya'kûb (a.s)'a tattırmış olduğu stkınttfarın bir nevi
tamamlanması olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre ona sanki şöyle
denilmiştir: "Muhakkak ki sen, ona kavuşmayı hep arzu edip istiyor ve onun
ayrılığı sebebiyle, daima hüzünleniyordun. O halde, onu bulduğun zaman, ondan
ötürü secde et!" Böylece bu secdeyi emretmek, o sıkıntıların tamamlanması
olmuştur. İşlerin hakikatlerini ise, en iyi bilen Allah'tır.
[259]
İkinci Bahis: Alimler,
bu zaman ile o rüya arasındaki müddetin miktarı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bunun seksen sene veya yetmiş sene olduğu söylendiği gibi, kırk sene olduğu da
söylenmiştir ki, bu ekser ulemânın görüşüdür. Bundan dolayı onlar şöyle derler:
"Rüyanın tevili, ancak kırk sene sonra çıkar." Bunun, onsekiz sene
olduğu da söylenmiştir. Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre, Hz. Yusuf,
onyedi yaşındayken kuyuya atılmıştı. Kölelik ve hapiste de, seksen sene kaldı.
Daha sonra, babasına ve akrabalarına kavuştu. Bundan sonra da yirmi üç sene
yaşadı ki, böylece ömrü yüzyirmi seneye baliğ olmuştur. İşlerin hakikatini en
iyi bilen Allah'tır.
[260]
Sonra "Bana
iyilik etti" demiştir. Buradaki
kelimesi, , takdirindedir. Arapça'da, hem (Bana iyilik etti) denilir.
Şair Küseyyir şöyle demiştir: "Ey sevgili, bize ister cevr ü cefâ et,
istersen iyi davran!. O sevgili bize buğzetse de, biz onu ne hnanz, ne de ona
buğzederiz."
Ayetteki bu ifâde,
"Rabbim, beni hapisten çıkardığı zaman bana iyilik yaptı" demektir.
Hz. Yusuf, Rabbinin onu kuyudan çıkarıp kurtarmasını, birçok sebepten dolayı
zikretmemiştir:
a) O kardeşlerine, "Size, bugün hiçbir başa kakma
ve ayıplama yo/c"(Yusui,92}
demiştir. Eğer kuyu
hadisesini zikretmiş olsaydı, bu onlar için, bir ayıplama ve kınama olmuş
olurdu. Binaenaleyh, bunu zikretmemesi, onlara lütuf yerine geçmiştir.
b) O, kuyudan çıktığı zaman, o melik olmadı. Aksine,
insanlar onu köle haline getirdi. Ama, hapisten çıkınca, insanlar onu başlarına
hükümdar yaptılar. Binaenaleyh Du çıkarma, tam bir ihsan ve in'âm olmaya daha
yakındır.
c) Kuyudan çıkartıldığı zaman, kadının iftirası sebebiyle
pekçok zarar ve sıkıntının cine düştü. Hapisten çıkartıldığı zaman ise,
babasına ve kardeşlerine kavuştu, .zerindeki töhmet ve sû-i zanlar yok oldu.
Binaenaleyh bu, bir fayda olmaya daha uygundur.
d) Vahidi şöyle demiştir: "Onun zindandan
çıkarılmasındaki nimet daha büyüktür. Çünkü, onun hapse girmesi, onun, niyet
kurduğu bir günah sebebiyle idi. Bunun da, insan tabiatının temayülü ve nefsin
rağbet ve arzusu anlamına alınması gerekir. Her ne kadar bu, başkaları için af
dairesi içinde ise de, Hz. Yusuf için bir muaheze ve sorgulama sebebi olur.
Çünkü, ebrârın hasenatı, mukarrabînin seyyiâtıdır."
Sonra O "O. sizi
çölden getirdi" dedi. Bu hususta iki mesele vardır:
Ayetle ilgili iki
görüş bulunmaktadır:
[261]
Birinci Mesele
1)
(çöl) anlamındadır. Vahidi, Bedv Kelimesinin Anlamı '' üzerinde kişinin ta
uzaktan görülebildiği, düz ve geniş arazi demektir. Kelimenin aslı ise, (ortaya
çıkmak) kelimesidir. Sonra ise, mekân, masdar olan kelimeyle isimlendirilerek
bedv (düz arazi) ve J-«- (hazır olunulan yer, mahal) denilmiştir. Yakûb (a.s)
ve oğullan, Kenan Diyarında, hayvancılık ve ziraatcilikle meşgul
oluyorlardı" demiştir.
2) İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Ya'kûb
(a.s) çöle gitmiş ve orada yerleşmişti. Oradan, Hz. Yusuf'un yanına geldi.
Onun, oradaki dağın hemen altında bir mescidi bulunuyordu." İbnu'l-Enbarî
de:"'-ö kelimesi, be'Ü bir yerin adıdır. Meselâ "o, Şi'b ile Beda
arasındadır" denilir. Bu ikisi, iki yere verilen isimdir" demiştir.
Küseyyir, her ikisini birden zikrederek şöyle demiştir"Sen, (ey sevgili),
Şi'b'i bana, Bedâ'yı da bana tercih eden, (onları benden çok sevenisin; benim
vatanım ise, ?u ikisinden başka olan yurtlardır."
Bu görüşe göre oedv
kelimesinin manası, kendisine denilen yere yönelip gitmektir. Nitekim Arapça'da
"mağaraya girdiler" manasında cenildiği gibi; "çöle
gittiler" manasında da, deniiir. Buna ^ors ayetin manası, "Allah sizi
Bedâ tarafından getirdi" şeklindedir. Bu görüşe göre, Hz.
Ya'kûb (a.s) ve
oğulları mukîm idiler, yerleşik hayatları vardı. Çünkü, buradaki bedv kelimesi
ile, çöl değil, Bedâ denilen o yer kastedilmiştir. Buraya kadar olan
açıklamayı, Vahidi, ef-Basît adfı eserinde yapmıştır.
[262]
Alimlerimiz, kulun
fiilinin, Allah'ın yaratması ile olduğu hususunda, bu ayet ile istidlalde
bulunmuşlardır. Çünkü,
Hz. Yusuf "Çünkü
beni zindandan çıkardı" diyerek kul olan kendisinin zindandan çıkmasını ve
"O, sizi çölden getirdi" sözüyle onların çölden gelmesini, hep
Allah'a izafe etmiştir. Bu, kulun fiilinin, tamamen Allah'ın fiili,O'na ait
olduğu hususunda apaçık bir beyandır. "Bundan maksat, bunların, ancak
Allah'ın muktedir kılması ve kolaylaştırması ile meydana gelmesidir"
demek, ayetin zahirî manasından sapmaktır.
Daha sonra Hz. Yusuf
"Şeytan benim ile kardeşlerimin arasım bozduktan sonra da" demiştir.
Keşşaf sahibi: kelimesi, "Aramızı bozdu ve bizi birbirimize karşı
kışkırttı" anlamındadır. Bu kelimenin esas manası, atı mahmuziayıp onu
koşmaya yöneltmek anlamında olan deyiminden alınmadır. Arapça'da, bir kişi
binit hayvanını kamçılayıp onu dürttüğü zaman, denilir" demiştir. Bil ki,
Cübbâî, Ka'bî ve Kadî, bu ayeti, cebr akidesinin yanlışlığına delil getirerek
şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Yusuf'un, bu iyiliği, Allah'a;
kışkırtmayı da, şeytana nisbet ettiğini bildirmektedir. Eğer bu kışkırtma da Rahman
olan Allah'dan olmuş olsaydı, onun, nimetlerde olduğu gibi, bunu da ancak
Allah'a nisbet etmesi gerekirdi."
Buna şöyle cevap
verilir: Hz. Yusuf'un bu işi şeytana nisbet etmesi mecazidir. Çünkü, size göre
(ey Mutezilîler), şeytan, gizli konuşmaya, insana fısıldamaya muktedir
değildir. Halbuki Allah Teâlâ ondan bahsederek, "Zaten benim, sizin
üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de
bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim. 22) demiştir. Binâenaleyh, Kur'ân'ın
zahiri, bu fiilin, aslında böyle olmadığı halde, (mecazî olarak), şeytana
nisbet edilmesini gerektirmektedir. Yine, eğer kişinin günaha yönelmesi
şeytanın yüzünden ise, şeytanın günaha yönelmesi de bir başka şeytan yüzünden
ise, o zaman teselüsl gerekir. Bu teselsül ise, muhaldir. Eğer bu, bir başka
şeytanın yüzünden değilse, aynı şey insan için de söylenebilir. Binâenaleyh,
sabit olur ki, kişinin cehalete ve fıska yönelmesi, ne şeytan sebebiyledir, ne
de kendisi sebebiyledir. Çünkü, hiç kimsenin tabiatı, dünyada kınanmaya, ahirette
de azaba düşmesini gerektirecek olan fışkı ve cehaleti seçmeye yönelip onu
arzulamaz. O, küfre ve fıska düştüğüne göre, onu buna düşüren birisinin mutlaka
bulunması gerekir. Bu iki kısım, yani günaha düşürenin, şeytan veya İnsanın
kendisi olması batıl olunca, geriye ancak, bunun Allah'tan olduğunu söylemek
kalır. Bunu, şu husus da tekid eder: Bundan önce geçen, "Çünkü beni
zindandan çıkardı, sonra da O, sizi çölden getirdi" ayet-i kerimesi, her
şeyin, Allah'dan olduğu hususunda apaçık bir ifadedir.
Sonra O "Şüphesiz
ki Rabbim, dilediğini çok ince ve çok güzel olarak tedbir edendir"
demiştir. Bu, "Yusuf ile babasının ve kardeşlerinin muhabbet, .--et. güzel
bir geçim ve gönül huzuru içinde yeniden bir araya gelmeleri, aklen son derece
uzak bir ihtimaldi. Fakat, Allah Teâlâ latîftir; bir şeyin meydana gelmesini
jrad ederse, onun sebeplerini kolaylaştırır, meydana gelmesi aklen ne kadar
uzak zah> olsa, o şey meydana gelir" demektir.
Sonra, "Şüphesiz
o, alîm ve hakimdir" demiştir. Yani, "O'nun terinde latîf oluşu,
sonsuz olan mümkin bütün hususları ve itibarları bilmesinden dolayıdır.
Binâenaleyh o, bu zor olan şeyin meydana gelmesini kolaylaştıracak olan şeyi
de, yolları da bilir. O, hakimdir, yani, fiillerini sapasağlam yapar, hikmet
sahibidir. Abesten ve batıldan uzak olup, fiillerinde sonsuz hikmet
sahibidir" demektir. En iyisini
bilir.
"Ya Rab, sen bana
mülk verdin ve sözlerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve
yeri yaratan! Sen
dünyada da, ahirette de benim yarirnsin. Benim canımı
müslüman olarak al ve
beni salihlere kat"
(Yusuf, 101).
Bu ayette i'9"'
Dİr *ac mesele vardır:
[263]
Rivayet olunduğuna
göre Yusuf (a.s), Ya'kûb'un elinden tutar ve ona, hazinelerini gezdirir. Derken
onu, altın ve -:Yusuf'un Babasına Haber gümüş; mücevherat, elbise ve silahların
bulunduğu hazine Vermemesinin Sebebi odalarına götürür. Evrak ve kırtasiye
depolarına onu girdirince, Hz. Ya'kûb: "Yanında, bunca yazacak malzeme
unuyorken, neden böyle gafil davrandın da, 'sekiz' konaklık yerden bana mektup
»azmadın?" dedi. Hz. Yusuf: "Bu işi, bana Cebrail yasakladı"
diye cevap verince, Ya'kûb: "Ona, bunun sebebini sor" dedi. Yusuf:
"Sen sor, ona senin nazın ıa çok geçer" diye cevap verdi. Bunun
üzerine Hz. Ya'kûb ona sorunca, Cebrail s): "Cenâb-ı Hak, senin,
"Onu, kurdun yemesinden korkuyorum" rrusui, 13) demenden dolayı, bunu
bana yasakladı. Halbuki sen, benden (yani, Allah'dan)
[264]
Rivayet edildiğine
göre Ya'kûb (a.s), Hz. Yusuf ile birlikte yirmidört sene kaldı. Vefatı
yaklaşınca ona, kendisini Şam'a, babası İshak'ın yanına defnetmesini vasiyet
etti. Hz. Yusuf (a.s) bizzat kendisi babasının (cenazesini) götürdü ve (oraya)
defnetti. Sonra Mısır'a döndü. Babasının ölümünden sonra yirmi üç sene daha
yaşadı. İşte bu esnada âhiret mülkünü temenni etti ve ölümü istedi. Denildi ki:
"Ne ondan önce, ne de ondan sonra hiçbir peygamber ölümü temenni
etmedi." Böylece Cenâb-ı Allah onu, hoş ve temiz olarak öldürdü. Mısır
ahâlisi, onun defni (gömülmesi) meselesinde ihtilaf ettiler. Herkes onun,
kendilerinin mahallesine defnedilmesini istiyordu. Nerede ise bu yüzden
savaşacaklardı. Daha sonra en uygun olanın, onun için mermerden bir sanduka
yapıp, cenazesini onun içine koymak ve Nil nehrinde, suyun aktığı bir yere
gömmek olduğu görüşüne vardılar. Böylece onun bereketi, Mısır'da olan herkese
ulaşacaktı. Hz. Yusuf (a.s)'un Efrâsim ve Mîşâ adlarında iki oğiu vardı.
Efrâsim'in de Nûn isminde bir oğlu vardı. Nûn'un da Yûşâ isminde bir oğlu
vardı. İşte bu, Musa (a.s)'nın arkadaşı olan gençti. Daha sonra Yusuf (a.s),
Allah Teâlâ Musa (a.s)'yı peygamber olarak gönderinceye kadar orada medfûn
kaldı. Hz. Musa (a.s) sonra, onun kemiklerini oradan çtkartp, babasının
kabrinin yanına defnetti.
[265]
ifâdelerindeki min
edatı, ba'ziyyet (kısmîlik)
manasınadır. Çünkü Yusuf
(a.s)'a, dünya
mülkünün yahut Mısır
mülkünün bir kısmı ile, rüya yorumu ilminin bir kısmı verilmişti. Esamm:
"Cenâb-ı Hak, (mülkden) demiştir. Çünkü, Yusuf'un üzerinde, hüküm sahibi
olan kimse (kral) vardı" demiştir.
Bil ki varlıklar üç
çeşittir: Tesir edip, kendisine tesir edilmeyen. Bu, sadece Cenâb-ı Hak'tır.
Tesir e'dilip, kendisi başkasına tesirli olmayan. Bu da, cisimler âlemidir.
Çünkü cisimler, çeşitli şekil, suret ve özellikler ile birbirine zıt vasıfları
kabul ederler. Binâenaleyh bunların, hiçbirşey üzerinde bir tesirleri yoktur.
Bu iki kısım, iki uçturlar. Bunların arasında bir üçüncü kısım daha vardır. Bu,
hem tesir eder, hem de tesir olunur. Bu, ruhlar alemidir. Ruhlar aleminin
özelliği, Allah'ın celâl nuru aleminden gelen tasarruf ve tesiri kabul
etmektir. Sonra o ruhlar, maddî aleme yöneldiklerinde, orada tasarruf ve tesir
icra ederler. O halde ruhların, maddeler alemi ile ilgisi, orada tasarrufda
bulunup, orayı tedbir etmek ile; ulûhiyyet alemi ile ilgisi ise ilim ve marifet
ile olur. Binâenaleyh ayetteki, "Bana mülkden verdin "ifadesi nefsin
(ruhun) madde alemi ile olan ilgisine; "sözlerin te'vilinden
Öğrettin" ifadesi ise, ruhun Allah'ın celâlinin huzuru ile ilgisine
işarettir. Bu iki çeşit ilginin, kemal ve noksanlık, kuvvet ve zayıflık.
açıklık ve gizlilik hususlarında sonsuz dereceleri olunca, insanlar için bu iki
ilgiden, ancak sınırlı miktarların elde edilmesi mümkün olur. Böylece, gerçekte
elde edilen şey, mülkün sonsuz kısımlarından bir kısmı ile, ilmin sonsuz
kısımlarından bir kısmı olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü, "mülk" ve
"te'vil" kelimelerinin başına kısmîlik ifade eden min edatı
konulmuştur. Çünkü bu kelime, "bir kısmı" manasına gelir[266]
Daha sonra O jfctt
"Gökleri ve yeri yaratan" demiştir. Bu ifade ile gili birkaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: "Fâtır" lafzı lügat bakımından hangi
manayadır? Ibn Abbas (r.a): Ben, iki bedevî Arap, bir kuyu hususunda birbiri
ile münakaşa edip, sonra bana başvurarak, birisi "o kuyuyu evvela ben esmiştim"
ve "onu ilk ben kazdım" deyinceye kadar, bu kelimenin ne manaya
geldiğini bilmiyordum" demiştir. Dilciler ^oyle demişlerdir:
"Arapça'da "fatr" kelimesi asıl olarak "yarmak"
manasınadır. *, tekim devenin azı dişi (damağını yarıp) çıkmaya başladığında
denilir. • ne "Onu yardım, o da yarıldı" manasında, denilir. Yeryüzü
(biten : Tkiler ile) varıldığında, ağacın dallan, yaprakların çıkması ile âdeta
yank yartk olduğunda, denilir. İşte kelimenin Arapça'daki kök manası cjdur.
Daha sonra bu kelime, var etme ve yaratma manasına kullanılmıştır. Çünkü .ar
edilen o şey, yok iken sanki bir karanlık içinde imiş de, yaratılmak sureti
ile, o yokluk ve karanlık yarılmış ve içinden o çıkmış gibi olur.
İkinci Bahis: Bu kelimenin bazan, bahsettiğimiz iştikakın delil oluşu
ite, birşeyi sırf yokluktan meydana getirme manasına geldiği santimıştir. Ama
gerçekte bu, buna delil değildir. Bunun böyle olduğunu şunlar göstarir:
a) Cenâb-ı Hak, "Hamd, göklerin ve yerin fâtırı
olan Allah'a mahsustur"(Fatır, •) buyurmuş; daha sonra da o gökleri ve
yeri, "Sonra (Allah) göğe, ki o, bir buhar (duhân) halinde idi.
yöne/di" (FuMiiet. 11) diyerek, onları buhardan yarattığını beyân
etmiştir. Binâenaleyh bu ifade, "fâtır" lafzının, Cenâb-ı Hakk'ın
onları sırf yokluktan yarattığı manasına gelmediğine delâlet eder.
b) Allah Teâlâ, insanları topraktan yarattığı halde,
"Yüzünü Allah'ın fıtratına çevir ki. O, insanları bunun üzerine
yaratmıştır" (Rum, M) demiştir. O, "Sizi ondan (topraktan) yarattık,
yine ona döndüreceğiz. Sizi bir kere daha ondan (topraktan) çıkaracağız"
(tat\a. 55) buyurur.
c) Bir şey, maddesi ve sureti (şekli) bulunduğu zaman,
meydana gelir. Mesela bir sürahiyi ele alalım. Bu ancak, o belli madde, o belli
özelliğe sahip olduğu zaman, mevcut olur, meydana gelir. O suret bulunmadığı
zaman, bunların toplamı (demek olan sürahi) meydana gelmez. Bu sureti var eden,
o sürahiyi icad etmiş sayılır. Binâenaleyh Onun madde olarak kâinatı icad
etmesinin, sürahi maddesini icad etmesini gerektirmediğini anlarız. Böylece
sabit olur ki "fâtır" lafzı, Allah Teâlâ'nın göklerin ve yerin
kendisinden meydana geldiği parçaları var ettiğini ifade etmez. Allah Teâlâ'nın
bu parçaların yaratıcısı oluşu Kur'ân'ın zahirî manaları ile değil, aklî
deüller
Bil ki ayetteki,
"Gökleri ve yerin yaratan" ifadesi, vav edatının tertib (sıra) ifâde
ettiğini söyleyenlere göre, Allah'ın gökleri, yerden önce yarattığı zannını
uyandırmaktadır. Akıl da bunu destekler. Çünkü bir dâireyi meydana getirmek,
mutlaka onun için bir merkez belirlemeyi gerektirir. Ama merkezi belirlemek,
mutlaka dâireyi meydana getirmeyi gerektirmez. Çünkü tek bir merkez ile,
sayısız dâireler çizilebilir. Fakat bir dâirenin, ancak bir tek merkezi vardır.
Hem sonra ayetin lafzı, göklerin birden fazla, yeryüzünün ise bir tek olduğunu
göstermektedir. Bunun hikmetini, (En'am, tj ayetinin tefsirinde anlatmıştık.
Üçüncü Bahis: Zeccâc bu kelimenin mansub oluşunu, şu iki sebepten
birine irca etmektedir:
a)
Kelime, muzaaf
durumundaki münâdâ olan "rab" kelimesinin sıfatı olduğu için
mansubtur. Yahut da,
b)
İkinci bir
münâdâ olarak mansub olması da mümkündür.
Daha sonra o,
"Sen, dünyada da, âhirette de benim yârimsîn" demiştir. Bu "Ya
Rabbi, sen hem dünyada, hem âhirette bütün işlerimi düzenlemeyi üzerine altp,
fânîolanbu mülkü, ebedî mülke ilhak edensin" demektir. Bu, iman ve
ibadetin hepsinin Allah'dan olduğunu gösteren bir tabirdir. Eğer bunlar kulun
kendisinden olsaydı, o zaman kulun işlerinin velisi, yani işlerini deruhte
eden, yine kulun kendisi olurdu. O zaman da, "Sen, dünyada da, âhirette de
benim yarımsın, veiimsin" cümlesinin umûmî manası yanlış olmuş olurdu.
Bundan sonra O,
"Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" demiştir. Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[267]
Bil ki Hz. Peygamber
(s.a.s), Cebrail (a.s)'den naklen, Cenâb-ı Hakk'ın şöylş buyurduğunu
söylenmiştir: Dua'dan Önce Hamd Etme
Gerektiği "Kim, beni zikretmekle meşgul olmasından dolayı,
benden birşey
istemeye vakit bulamaz
ise, ona isteyenlere verdiğimin en iyisini veririm'.^ İşte bundan ötürü, kim
duâ ederse, mutlaka duadan önce Allah'a hamd-ü sena etmelidir. Binâenaleyh
Yusuf (a.s), duâ etmeyi isteyince, işte bu ifadede önce Cenâb-ı Hakk'ı,
"Ya Rab, sen bana mülk verdin ve sözlerin te'vilini öğrettin. Ey gökleri
ve yeri yaratan" diyerek övmüş, sonra bunun peşinden, "Benim canımı
müslüman olarak al ve beni sâlihlere kat" diyerek duâ etmiştir. Bunun bir
benzeri de, Hz. İbrahim (a.s)'in yaptığı iştir. O, önce, "(O Habb) ki,
beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını
umduğum da O'dur diyerek Allah'ı medh-ü sena etmiş; daha sonra da, "Rabbim
bana hüküm
ihsan et ve beni
sâlihlere faf"(Şuârâ,83i diyerek cluâda bulunmuştur. İşte burada da
şöyledir.
[268]
olarak al"
cümlesinin Allah'tan ölümü isteme olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak Katâde: "Q, Rabbisinden, kendisini huzur-u ilâhisine almasını
istemiştir. Hr. Yusuf (a.s)'dan önceki hiçbir peygamber, ölümü istememişti"
demiştir. Müfessirlerin çoğunun görüşü de budur. İbn Abbas r.a), Atâ'dan gelen
bir rivayete göre: "Hz. Yusuf bu duası ile, "Canımı aldığında,
■nüslüman olduğum halde canımı al" manasını kastetmiştir. Bu, Allah
Teâlâ'nın, Kendisini İslâm Dini üzere öldürmesini istemek manasınadır. Bu
sözde, Hz. Yusuf'un o anda ölümü istediğini gösteren bir şey yoktur"
demiştir.
Bil ki ayetteki bu
ifâdenin lafzı, her iki manaya da elverişlidir. Şu sebeplerden ötürü, aklı
kemâte ermiş bir kimsenin ölümü istemesi ve ölüme karşı iştiyaklı olması uzak
bir ihtimal değildir:
Birinci Sebep: Daha evvel de izah ettiğimiz gibi, insan nefsinin
kemâle ermesi, âmyyâtı bilmesine ve maddi şeyler üzerinde tasarruf sahibi bir
melik ve malik imasına bağlıdır. Biz, her iki hususta da sonsuz derece ve
merhalelerin olduğunu daha önce anlatmıştık. Bu iki hususta, mutlak kemâl
sadece Allah'a aittir. Onun dışındaki her varlık noksandır. Noksan olan ise,
noksan olduğunu anlayıp, mutlak cemâlin tadını aldığında, hep bir üzüntü ve
onun peşine düşmekten hasıl olan bir acı içinde bulunur. Mutlak kemal sadece
Allah'a ait olup, bunun insan için gerçekleşmesi mümkün olmayınca, insanın
devamlı olarak, o arzudan doğan ve o .orulmadan kaynaklanan bir ızdırap ve acı
içinde kalması gerekir. Binâenaleyh insan, -j hali taddığında, nefisten bu
yorgunluğu ve ızdırabı atmanın, ancak ölüm ile okluğunu anlar. İşte bundan
ötürü ölümü temenni eder.
[269]
İkinci Sebep: Hatib ve
beliğ kimseler, hernekadar dünyayı kınama hususunda sözü uzatmış iseler de,
sözlerinin özü aslında şu üç şeye dayanır:
a)
Dünyevî
mutluluklar çabuk sona erer, hep yok olmaya maruzdurlar. Onların yok olmasından
dolayı doğan elem ve acı, var olduklarında meydana gelen lezzet ve sevinçten
daha şiddetlidir.
b) Bunlar, saf değil, aksine çeşitli keder ve bulanıklıklarla
içiçedirler, karışıktırlar.
c) İnsanların en rezili ile en faziletlisi, bu bakımdan
(dünyevi hazlarda) aynıdırlar. Hatta rezillerin bu husustaki payı, faziletli
kimselerin payından daha çoktur.
Binâenaleyh bu üç
sebep, insanda bu lezzetlere karşı bir nefret doğurur. Aklı başında nian bir
kimse, bu tür şeyleri elde etmenin yolunun, ancak bu üç nefret ettirici şeyden
geçtiğini anlayınca, bu tür belâ ve sıkıntılardan kurtulmak için, ölümü temenni
eder.
Üçüncü Sebep: Bu
sebep, muhakkik âlimlere göre, sayılan sebeplerin en kuvvetlisidir. Maddî
lezzetlerin bir gerçeği yoktur. Bunların neticesi, hep bir elem gidermeye varıp
dayanır. Mesela yeme lezzeti, açlık acısını defetmekten ibarettir. Cinsî
münasebetten duyulan lezzet de, menînin menî kesesinde iyice dolup
gıdıklamasından meydana gelen acıyı defetmektir. İdareci ve başkan olma
lezzeti, intikam alma ve baş olma isteği ile meydana gelen acıyı (tasayı)
defetmekten ibarettir. Bu lezzetlerin hepsinin neticesi, elemleri gidermek
olduğuna göre, akıllı olan kimse -nezdinde bütün bunlar önemsiz, âdi, düşük ve
noksan şeyler olarak kabul edilir. İşte bu durumda, bütün bu âdi şeylere
ihtiyaç duymaktan kurtulmak için, insan ölümü temenni eder.
Dördüncü Sebep: Dünyevî lezzetlerin hepsi azdır ve neticesi şu üç
esas lezzete dayanır:
a)
Yeme-içme
lezzeti;
b) Cinsî münasebet lezzeti;
c) Reis ve başkan olma lezzeti... Bunların herbirinin,
birçok ayıp ve kusuru vardır. Yeme-içme lezzetinde şu kusurlar vardır:
1) Bu lezzetler, kuvvetli değildir. Mesela, mâzallah,
kuvvetli bir kulunç (kramp) ağrısını hissetmek, yemeden dolayı olan lezzetten
daha şiddetlidir.
2)
Bu lezzetlerin
devamlı olması, hep sürmesi mümkün değildir. Çünkü insan, yediği zaman doyar.
Doyduğunda, yemekten lezzet duymaya bir şevki kalmaz. Demek ki bu lezzet
zayıftır. Zayıf olmasının yanında, devamlı da değildir.
3) Bunlar, aslında değersiz lezzetlerdir. Çünkü yemek,
yenen şeyi ağızda biriken tükrük ile ıslatıp yumuşatmaktır. Bunun, çok da hoş
olmayan, pis bir iş olduğunda şüphe yoktur. Sonra o yiyecek, mideye vardığında,
orada bozulmaya, kokuşmaya ve değişmeye başlar. Bu da, hoş olmayan bir
hadisedir.
4)
Bütün değersiz
canlılar (hayvanlar) da bu şekilde lezzet alma hususunda aynıdırlar. Çünkü
mesela hayvan pisliği, bok böceğinin, ondan duyduğu lezzete göre, tıpkı insanın
duyduğu lezzet bakımından bademli helva gibidir.İnsan nasıl ki, bok böceğinin
yediği şeyi yemekten nefret ederse, bok böceği de insanın yediği şeyi yemekten
nefret eder. Hem sonra lezzet ve tad alma bütün insanların müşterek
özelliğidir.
5) Yemek, ancak insan çok acıktığı zaman güzel olur.
Halbuki zaten bu, şiddetti bir ihtiyaçtır. İhtiyaç ise, tam bir noksanlık
demektir.
6) Yemek, akıllılar açısından, önemsiz görülen bir
şeydir. Nitekim bu hususta şöyle denilmiştir: "Bütün gayret ve çabası, midesine
giren şeyler hususunda olan insanın kıymeti, midesinden çıkan (bedeninden
dışarı atılan) şeylerin kıymeti kadardır. İşte yeme ve içme lezzetindeki
kusurlara, bu şekilde kısaca işaret ettik.
Cinsî münasebet
lezzetine gelince: Yeme lezzeti için ileri sürdüğümüz bütün kusurlar bunun için
de geçerlidir. Ayrıca burada şöyfe birşey de söylenebilir: "Evlilik, çocuk
meydana getirme sebebidir. Bu durumda ailenin nüfusu çoğalır, O zaman da ma!
kazanmaya olan ihtiyaç artar. Bu da insanı, çeşitli yollarla mal ve geçim elde
etme çaresi aramaya sevkeder. İnsan çoğu kez, böyte mal elde etme gayreti
yolunda ölür.
Reis ve baş olma
lezzetinin kusurları da çoktur. Biz burada, onlardan sadece şu birini ele
alalım: Her insan, yaratılışı gereği, hizmetçi olmaktan ve başkasının emri
altında olmaktan hoşlanmaz; ancak hizmet edilen ve emreden olmayı ister.
Binâenaleyh insan, reis ve başkan olmaya gayret sarfettiğinde, bu, kendisinden
başka herkese muhalefet edeceğini gösterir. Şu halde o insan, bu hususta,
herkesle çekişmiş demektir. Bu reisliği elde etme çabasını verirken, şarktaki
ve garbtakilerin tamamı da, onun bu çabasını iptal etme ve savuşturma gayretine
girerler. Sebeplerin fazlalığının, o neticenin kuvvetle meydana gelmesini
gerektirdiği hususunda şüphe yoktur. Bu böyte olduğunda, böyle bir idareciliğin
meydana gelmesi, adeta imkânsız gibi olur. Bu, elde edilse bile ne var ki bu,
her an ve her zaman, sebeplerden herhangi bir sebeple zeval bulmakla
yüzyüzedir. Bunu elde etmeye çalışan kimse de onu elde ettiğinde, onun elinden
kaçacağına dair çok şiddetli bir korku içinde kalır; zeval bulduğunda da, o
zeval sebebiyle büyük bir üzüntü ve şiddetli bir hüzün içine düşmüş olur.
Bil ki, aklı başında
olan bir kimse, bu incelikleri iyice düşündüğünde o, bu lezzetleri talep etmek
ve bu hayırlar hususunda gayret ve çabasında, kendisi için kesinlikle bir
kurtuluşun bulunmadığını katî olarak anlar. Sonra nefis, o riyaseti taleb
etmek, ona şiddetli bir biçimde iştiyak duymak ve onu elde etmeye tam bir arzu
ve temayül duyma arzusu üzere yaratılmıştır. Bu durumda da, bu şekilde
mukayeseler oluşur. İnsan, bu maddi hayatta olduğu sürece, bu lezzetlerin
peşinde gezer ve bunları arzular. O, bunları istediği müddetçe de, bizzat
belaların ve nedametler ummanının içine düşmüş olur. Bu lâzım, hoş karşılanmaz.
O halde, melzûm da hoş karşılanmaz. İşte bu durumda o, bu maddi hayatın zeval
bulmasını temenni eder durur.
Ölümü arzu etmeyi
gerektiren şeylerin sebebi de şudur: Maddî lezzetlerin gerekçeleri hep tekerrür
eder durur. Onlara, yenisini eklemek mümkün değildir. Tekrar İse, bıkkınlık
doğurur. Uhrevî mutluluklara gelince, bunlar pekçok olup sınırsızdır.* Allah
delillerini nurlandırsın, bu kitabın musannifi İmam Fahruddin er-Razî (r.h)
şöyle der: Bu işi yapanlardan ve buna iyice dalanlardan birisi de benim.
Binâenaleyh eğer bu konuyu açıp, maddî lezzetlerin kusurlarını iyice sayıp
dökseydim, ciltler dolusu eser yazar, bu azıcık bahis ile yetinmezdim. İşte bu
sebepten ötürü, çoğu zaman Hz. Yusuf'un yaptığı şu duaya devam ettim: "Ya
Rab, sen bana mülk verdin ve sözlerin te'vilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri
yaratan, sen, dünyada da ahiretie de benim yarimsin. Benim canımı müslüman
olarak al Beni sâlihlere kat"[270]
(Yusuf. 101). ,
Alimlerimiz, imanın
Allah'dan olduğunu anlatmak için ayetteki, "Benim canımı müslüman olarak
al" ifadesine
tutunarak şöyle
demişlerdir: "Eğer İslâm'ı elde etmek ve
onu sürdürmek, kul
tarafından, kulun elinde olan birşey olsaydı, kulun onu Allah'dan istemesi
yanlış olur ve tıpkı "Ey yapmayacak kimse, yap" demek gibi
olurdu." Mutezile, hep bizi tenkid eder ve, "Eğer kutun fiili
Allah'tan olsa idi, o zaman kula, "Ey fail durumunda olmayan, şunu
yap" denilmesi nastl caiz olur?" der durur. Şimdi biz de burada
diyoruz ki: "Eğer imanı elde etmek ve onu sürdürmek, Allah'tan değil de
kuldan olsaydı, kul bunu nasıl Allah'tan isteyebilirdi." Cübbâîve Ka'bîbu
ifadenin manasının, "ölünceye kadar İslâm üzere kalmak için, Allah'tan
bana lütfetmesini taleb ediyorum" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu
cevap zayıftır. Çünkü ayetteki talep müslüman olarak ölme ile ilgilidir.
Binaenaleyh bunu, lutfu taleb manasına almak, ifadenin zahirini bırakmak olur.
Hem sonra kaderde olan bütün lütuf fiillerini, Allah zaten yapmaktadır. Öyle
ise onu Allah'tan istemek muhaldir.
[271]
Peygamberler,
kendilerinin mutlaka ve mutlaka İslâm üzere
öleceklerini bilirler. Binâenaleyh bu, hasılı tahsil talebi (zaten olanın olmasını istemek) olur ki, bu
caiz (doğru) değildir.
Cevap: Bu hususta
söylenebilecek en güzel şey şudur: Müslümanın en mükemmel hali, kalbi, İslâm
üzere karar kılmış, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmuş ve bu hususta nefsi
mutmain olmuş, gönlü ferahlamış bir şekilde, Allah'ın hükmüne teslim olmayı
istemesidir. İşte bu durum, küfrün zıddı olan İslâm'dan daha ileri bir
durumdur. İşte bu dua ile istenen de, bu manadaki bir İslâm'dır.
[272]
Yûsuf (a.s), büyük
peygamberlerdendir. Salâh ise,
mü'minlerin elde ettikleri ilk derecedir. O halde, zirveye ulaşmış, işin sonuna varmış bir kimsenin,
tekrar başlangıcı istemesi nasıl uygun
düşer?
İbn Abbas
(r.a) ve diğer
müfessirler şöyle demişlerdir:
"Hz. Yusuf, salihler"
tabiri ile, ataları Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ve Hz. Ya'kûb'u
kastetmiştir. Buna
göre mana, "mükâfaat, mertebe ve dereceleri hususunda beni de o salihlere
kat, onlar gibi yap" şeklindedir. Bu ayeti, mükaşefe sahibi kimselerin
ifadesine göre de, şu şekilde tefsir edebiliriz: "Bedenden ayrılan ruhlar,
ilâhi nurlar ve kudsî parıltılarla ışıklandığında, birbirleri ile uyum
sağladıklarında, aralarındaki böylesine iyi ilgi ve alâkadan ötürü, içlerinden
her birinde bulunan nur, diğerlerine de yansır. Böylece de nurlar kuvvetlenir
ve artar. Bu hallerin durumu, tıpkı cilalı aynalar gibidir. Bu aynalar,
kendisine güneş ışığının vuracağı bir şekilde bir yere yerleştirildiğinde,
herbirine vuran ışık diğerine yansır. İşte o zaman, ışık güç ve kuvvet kazanır,
aydınlık artar ve böylece bu ışıklar aydınlık ve parlaklık hususunda gözlerin
ve gönüllerin, bakmaya güç yetiremeyeceği bir noktaya varır. İşte burada da
böyledir.
[273]
"Bu (kıssa), sana
vahyedegeldiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) onlar, hile yaparak
işleyecekleri işi kararlaştırdıkları zaman, sen yanlarında
değildin"
(Yusuf, 102).
Bil ki ayetteki, zalik
(bu) kelimesi, mübtedâ olarak mahallen merfûdur. Bunun haberi "9ayb
haberlerindendir" ifadesidir. "Onu, sana wahyediyoruz" ifadesi
de ikinci haberdir. "Onlar hile yaparak işleyecekleri işi
kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin" ifadesi, "Yusuf'un
kardeşleri, Yusuf'a hile yaparlarken ve ona ne yapacaklarını müşavere
ederlerken, sen (ey Muhammed), onların yanında değildin" demektir. Biz, bu
hususla ilgili izahımızı, rü (Yunus. 71) ayetinin tefsirinde yapmıştık. Bil ki
bu ifadeden maksat, gaybtan haber vermektir. Binâenaleyh bu, bir mucizedir.
Bunun gaybtan haber verme olduğunu şu şekilde izah ederiz: Hz. Muhammed
(s.a.s), hiçbir kitap okumamış ve hiç kimsenin talebesi olmamıştır. Onun
yaşadığı belde de, âlimler diyarı değildi. Binâenaleyh, onun bu uzun kıssayı
(hadiseyi), hiç bir okumuşluğu ve öğretimi olmadığı halde ve onlardan hiçbiri
de yanında bulunmadığı halde en ufak bir yanlışlık ve hata olmaksızın
anlatması, ancak ve ancak bunun bir mucize olmasından ileri
gelmektedir. Hem
sonra, bu nasıl bir mucize olmasın ki? Bu hususun izahı, bu tefsirde tekrar
tekrar geçti. Ayetteki, "Yanlarında değildin" ifadesi, bunu inkâr
edenlerle alay etmek için söylenmiştir. Çünkü herkes, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
onların yanında olmadığını bilir.
[274]
"Sen ne kadar
hırs göstersen de, insanların çoğu iman ediciler değildir.
Halbuki sen buna karşı
onlardan hiçbir ücret istemiyorsun. O (Kur'ân), âlemlere bir nasihattan başka
birşey değildir. Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, (insanlar) bunlardan
yüzçevirici olarak, üstüne basar geçerler.
Onların çoğu, ancak
müşrik olarak Allah'a iman ederler. Onlar (herkesi) saracak bir azab-ı ilahînin
kendilerine gelip çatmasından, yahut hiç farkında olmadıkları bir anda, ansızın
Kıyametin kendilerine gelip çatmasından emin mi oldular?"
(Yusuf. 103-107).
Bil ki bu ayetlerin,
kendilerinden öncekilerle alâka ve İlgisi şöyledir: Kureyş kâfirleri ile bir
grup yahûdî, Hz. Peygamber'den, sırf işi sarpa sardırmak için, bu kıssayı
anlatmasını istediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, bunu anlatırsa, onların iman
edeceklerini sanmıştı. Ama O bunu anlatınca, onlar küfürlerinde ısrar ettiler.
Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Bu, sanki Hak Teâlâ'nın, "Gerçekten
sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidayete
erdirir" (Kasaa, 56) ayetindeki manaya bir işarettir. Ebu Bekr el-Enbârî
şöyle demiştir: "Ayetteki lev edatının cevabı, mahzufdur. Çünkü bu edatın
cevabı, kendinden önce bulunamaz. Ziraj cü "Kalktım, eğer kalktıysan"
denilemez." Ferrö, ayetteki fiilin masdarı hakkında şöyle demiştir:
"Arapça'da, esas olarak, denilir. Şazz (nâdir) olarak da şeklinde
kullanılır. Hırs, bir şeyi,
mümkün olan en ileri
bir gayretle elde etmeyi istemektir." Ayetteki, "Halbuki sen, buna
karşı onlardan hiçbir ücret istemiyorsun" ifadesinin manası açıktır.
Cenâb-ı Hak, "O
(Kuran), âlemlere bir nasihaüan başka birşey değildir" buyurmuştur. Bu,
"O Kur'ân, onlara tevhid, adalet, nübüvvet ve Kıyametin delilleri ile,
kıssaları, mükellefiyetleri ve ibadetleri hatırlatandır" demektir. Bu da,
"Bu Kur'ân, sizden hiçbir mal ve ücret istemeksizin, size böylesine büyük
bir faydayı vermektedir. Öyleyse eğer aklınız varsa, onu hemen kabul edin, ona
karşı diretmeyin" demektir.
[275]
Cenâb-ı Allah
"Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki (insanlar) bunlardan yüz
çevirici olarak, üstüne basar geçerler" buyurmuştur. Bu, "Onlar,
senin peygamberliğine delil olan şeyler üzerinde eğer düşünmezler ise, bunda
şaşılacak birşey yok. Çünkü âlem de tevhid, kudret ve hikmetin delilleri ile
doludur. Ama onlar bunlara da bakmaz, bunların üstüne basar geçerler"
demektir.
[276]
Bil ki tevhid,.tüm,
kudret ve rahmetin delillerinin, mutlaka bazı maddi şeyler olması gerekir.
Bunlar da ya felekî (göksel) kütleler (cisimlerdir), yahut da unsurî
(elementlerden meydana gelmiş) yeryüzü cisimleridir. Felekî kütleler, felekler
ve yıldızlar diye ikiye ayrılır. Feleklerin hem belli bir miktarda oluşu,
birinin bir diğerinin alttnda ve üstünde yer afişi ve çeşitli hareketleri ile,
bir yaratıcının varlığına istidlal edilir. Bu istidlal de, ya onların daha
evvel hareketsiz olup da, sonra da mutlaka kadir bir muharrikten (hareket
ettiriciden) ötürü hareket etmeleri; yahut hareketlerinin hızlı veya yavaş
olması; yahut da o hareketlerin farklı farklı yönlere doğru olması ile yapılır.
Yıldızların kütlelerine gefince, bazan onların miktarları, bir mekânda yer
almaları ve hareketleri ile, bazan renkleri ve ışıkları ile, bazan aydınlık ve
karanlığın meydana gelmesindeki tesirleri iie, karanlık ve aydınlık oluşları
ile, bir yaratıcının varlığına istidlal edilir.
Unsuri kütlelerden
çıkartılan delillere gelince, bu, ya o cisimlerin, basit şeylerden alınması ile
olur ki, bunlar karanın ve denizin enteresan durumlarıdır; yahut da sebeb ve
netice içinde meydana gelen şeylerden olur ki, bunlar da kendi aralarında şu
kısımlara ayrılır:
a)
Gök gürültüsü,
şimşek, bulut, yağmur, kar, hava, gök kuşağı gibi, gökte meydana gelen haller.
b)
Karakterleri,
sıfatları ve durumları farklı farklı olan madenler.
c)
Bitkilerin,
ağaçların gövdesinin, yaprağının ve meyvesinin özellikleri ve herbirinin belli
bir yapı, belli bir tad ve belli bir özelliğe sahip olması.
d) Canlıların durumlarının, şekil, karakter, ses ve
yaratılış bakımından farklı fark oluşu.
e) İnsan bedeninin anatomisinin incelenmesi, insana ait
kuvvetlerin araştırılmam ve bu kuvvetlerde bulunan faydaların izahı. İşte
delillerin tamamı bunlardan ibarette
Eski kavimlerin
kıssalarından ve geçmiş insanların hikayelerinden yeryüzüne hükümrân olup,
beldeleri yıkıp harap eden ve insanları ezip geçen, ölüp de, dünyaca geriye
hiçbir eser ve haberleri kalmayan, sadece yaptıkları şeylerden ötürü güna-ve
vebali kalan meliklerden bahsedilişi de, bu deliller cümlesindendır. İşte bu,
hertır . delil ile, ulvî ve süflî alemin tamamının izahı demek olan delillerin
izahını ihtiva ede-bir kitabtır. İnsan aklı, bunların hepsini ihata edemez.
İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-Hak bunları müphem olarak (kapalı olarak)
zikretmiştir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ayetteki "Arz" (yer) kelimesi, mübtedâ olarak mer.
"üstüne basar geçerler" cümlesi de bunun haberi olarak
okunmuştL-Süddî, "Arz" kelimesini, cümlesinin "Onların etrafında
döner dururla-manasında tefsir edilmesi takdirine göre, mansub olarak
okumuştur. Abdullah b Mes'ûd (r.a)'un mushafında ise, bu ifâde üzerinde gez,:
tozdukları yeryüzü" şeklinde okunmuştur.
[277]
Ayetteki, 3
"Onların çoğu ancak müşrik oiara.- Aîlah'a iman ederler" buyruğu,
"Onlar, Allah'ın varlığını kabul ediyorlar. Bunun delii "Andolsun ki
onlara, "O gökleri, o yeri kim yarattı? O güneşi, o ayı kim
musanna-kıldı?" diye sorarsan, mutlaka. "Allah"
derler"(Ankebui, ei) ayetidir. Fakat "bunla' kullukta ve ibadette,
Allah'a ortak koşarlar" demektir. İbn Abbas (r.a)'dan, bunları-Allah'ı
mahlûkata benzeten kimseler olduğu görüşü rivayet edildiği gibi, şöyle dediç de
rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Arap müşriklerin hacc telbiyeleri hakkında
nazil olmuştL-Çünkü onlar "Allah'ım, emrine amadeyiz Senin, şerikin
(ortağın) yoktur. Ancak, senin kendisine sahip olduğun, kendisinin ise sana
sahip olmadığı bir ortağın vardır" diye telbiye getiriyorlardı."
Yine İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Mekkeliler (Câhiliyye'de) şöyle derlerdi:
"Allah, bir ve ortağı olmayan bir Rabbimizdir. Ama melekler onun
kızlarıdır ve böylece, ehl-i tevhid değil, aksine müşrik olurlardı.
Putperestler de: "Allah bizir bir olan Rabbimizdir. Fakat putlar, onun
katında bizim şefaatçilerimizde"; Yahudile-"Rabbimiz bir olan
Allah'tır, ama Üzeyr onun oğludur"; Hrtstiyanlar: "Rabbimîz, ortağ
olmayan bir Allah'tır. Mesih ise, Allah'ın oğludur"; güneşe ve aya
tapanlar da
"Rabbimiz, bir
olan Allah'tır. Ama güneş ile ay da bizim rabbimizdir" derlerken, Muhacir
ve Ensar: "Rabbimiz, şeriki olmayan bir Allah'tır" derler."
Kerrâmiye, bu ayeti, "iman sadece dil ile ikrardan
ibarettir" görüşüne delil, getirmiş ve "çünkü Allah Teâlâ, müşrik
oldukları halde, onların mü'min olduklarına hükmetmiştir. 8u, imanın, sırf dil
ile ikrardan ibaret olduğuna delâlet eder" demişlerdir. Bunun cevabı
malumdur.
Ayetteki,
"Onlar, (herkesi) saracak bir azab-ı ilahînin kendilerine gelip
çatmasından" yani onları saracak, üzerlerine iyice oturacak ve onları
kaplayacak azabtan, "yahut hiç farkında olmadıkları bir anda, ansızın
Kıyametin kendilerine gelip çatmasından emin mi oldular" buyruğuna
gelince, buradaki "ansızın" (bağte) kelimesi, hal olarak mansubtur.
Arapça'da, bir şey, insanların kendisinden korunamayacağı bir şekilde ansızın gelir
ve vâki olur ise, föû denilir. Ayetteki, "Hiç farkında olmadıkları bir
anda" tabiri, "ansızın" kelimesinin bir te'kidi gibidir.
[278]
"De ki:
"İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir basiret üzere, Allah'a davet ediyorum.
Ben de bana tabî olanlar da (böyleyiz). Allah'ı tenzih ederim. Ben
müşriklerden
değilim"
(Yûsuf, 108).
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bu, "Ey Muhammed, onlara de ki: "Kendisine davet
ettiğim bu yol, üzerinde olduğum, kendi yolum, kendi sünnetim ve kendi
minhâcırndır" demektir. Din, "yol" olarak ifâde edilmiştir.
Çünkü din, sevaba götüren bir yoldur. Bu ayetin bir benzeri de, "Rabbinin
yoluna hikmet ile davet ef'>ahi, 125) ayetidir.
Bit ki,
"sebil" kelimesi lügatte "yol" manasınadır. Araplar,
inançları, insanın
üzerinde yürüyüp cennete
gideceği yola benzettiler. Binaenaleyh ayet, "Ben, bir basirete, yani bir
hüccet ve delile dayanarak, sizleri Allah'a davet ediyorum. Bana tabî olanlar
da, benim sünnetime, siretime ve yoluma davet ederler. Bana uyanların sîreti,
gidişatı da, Allah'a davet etmektir" manasınadır. Zira delil ileri sürüp
de, ortaya atılan şüphelere cevap veren her mü'min, gücü nisbetinde Allah'a
davet etmiş olur ki, bu da, Allah'a davetin ancak bu şart ile, yani söylenilen
şeyde bir basiret, bir hidayet ve bir yakın üzere olmast şartı ile güzel olur.
Eğer böyle olmazsa, bu sırf bir aldatmaca olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s):
"Alimler, resullerin insanları davet ettikleri şeyi öğrenip muhafaza etmiş
oldukları için, Allah 'm kullan üzerinde peygamberlerin emin (güvenilir)
adamlarıdır"demiştir. Ayetteki bu ifadenin, * kısmında tamamlandığı ve
söze tekrar, diye başlandığı, "Sübhânallah" (Allah'ı tenzih ederim)
sözünün de aî* "Bu benim yolumdur" ifadesi üzerine atfedildiği de
söylenmiştir. Buna göre ayetin manası: "De ki: "Bu benim
yolumdur" De ki: "Allah'ı, müşriklerin söylediği şeylerden tenzîh ve
takdis ederim. Ben, Allah'ın yanında, onun zıddı, dengi, eşi ve çocuğu
bulunduğunu söyleyen müşriklerden değilim" şeklindedir. Bu ayet, kelam
ilminin ve akaidin, peygamberlerin sanatı ve ilmi olduğuna ve Allah Teâlâ'nın
peygamberleri, ancak bunun için gönderdiğine delâlet eder.
"Senden evvel
gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından, kendilerine vahyettiğim
adamlardı. Kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nice olduğunu görmek için,
yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Ahiret yurdu, muttakiler için elbet daha
hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Yusuf, 109)-
[279]
Bil ki Asım "in
râvisi Hafs, fiili, nûn ile nûhî (Biz vahyediyoruz); diğer kıraat imamları ise,
yâ ile yûhî (Allah vahyediyor) şeklinde okumuşlardır. Nâfî, İbn Kesir, Ebu Amr
ve Âsım'ın râvisi Hafs, son fiili, muhatab sığası ile, ta'kılûn; diğer kıraat
marnları ise yâ ile gâib sîğası üzere ya'kilûn "(halâ akıllanmayacaklar
mı?)" şeklinde okumuşlardır.
[280]
Bit ki Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğini kabul etmeyenlerin ileri sürdükten şüphelerden
birisi de şudur: Eğer Allah Teâlâ peygamber göndermek istese idi, ek
gönderirdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Senden evvel
gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından, kendilerine
vahyettiğimiz adamlardı" buyurmuş-Bur Allah Teâlâ, bu söz ile, "Bütün
peygamberler böyle gönderilmiş olduğuna göre, -aha nasıl oluyor da onlar, Ey
Muhammed senin peygamberliğin hakkında böyle bir şüpheye düşüyorlar" demek
istemiştir. Ayet Allah Teâlâ'nm insanlara peygamber olarak kadın göndermediğine
ve yine bedevilerden peygamber göndermediğine delâlet eder. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s), "Bedevi, kaba olur. Av peşinde koşan, gafil oiur"W
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Peygamberlerini yalanlayanların ne hâle geldiğini görmek için,
yaşadıklan yerleri müşahede etmek gayesi :Ie, yeryüzünde hiç gezip dolaşmazlar
mı?" buyurmuştur. "Ahiret yurdu muttakiler için elbette daha
hayırlıdır" yani, "ahiret yurdunun hali daha hayırlıdır. Çünkü,
insanların, biri dünya hafi, diğeri ahiret hâli olmak üzere iki durumları
vardır. Bu İfâdenin bir benzen de, kişinin (ilk farz namaz) manasında Jj*i\
demesidir. Ahiretin, dünyadan daha hayırlı oluşunun delillerini, daha önce
defalarca zikretmiştik.
[281]
"Nihayet o
peygamberler ümidlerini kesip de, kendilerinin muhakkak
yalanlandıklarını
zannettikleri bir sırada, onlara nusretimiz yetişip gelmiştir.
Biz, kimi dilersek o,
kurtuluşa erdirilmiştir. Günahkârlar güruhundan ise
azabımız asla geri
çevrilemez"
(Yusuf, 110).
Bil ki Asım, Hamza ve
Kisâî, şeddesiz ve zâl'ın kesresi ile fiili, küzibû," yalancı durumuna
düşürüldüler" şeklinde okurlar iken; diğer kıraat imamları şedde ile.
kuzzibû "yalanlandılar" şeklinde okumuşlardır. Fiili şeddesiz
okumanın iki sebebi vardır:
a) Bu zannin, yalanlayanlara ait olması, yani,
"Peygamberler, kavimlerinin iman etmelerinden ümid kestiklerinde,
kavimleri o peygamberlerin, vaad olundukları yardım ve muzafferiyet hususunda
yalancı durumuna düşürüldüklerini zannetmişlerdir" manasına gelmesidir.
İmdi, eğer,
"Kendilerine peygamber gönderilen kimseler, cümlede söz-konusu
edilmedikleri halde, bu zamirin, ("zannettiler" fiilindeki zamirin),
onlara râcî kılınması nasıl makbul ve yerinde olur?" denir ise, biz deriz
ki: Peygamberlerden bahsetmek, sanki gönderildikleri kimselerden bahsetmek gibidir.
İstersen şöyle de diyebilirsin: Onlar, ayetteki, "Yeryüzünde hiç gezip
dolaşmadılar mı?" ifadesinde söz konusu edilmişlerdir. Binâaenaleyh bu
zamir, o ayetteki, • ''Kendilerinden evvelkilerin akıbeti" ifadesinde
bahsedilen peygamberlerini yalanlamış kavimlere râcî olur. Buradaki
"zan", vehmetme ve sanma manasınadır.
b) Bunun manası şöyle olabilir: "Peygamberler, vaad
olundukları hususlarda, yalancı çıkarıldıklarını zannettiler." Bu te'vil
ve mana, İbn Ebî Müleyke vasıtası ile. İbn Abbas (r.a)'dan nakledilmiştir. Buna
göre, "O peygamberler, insanî zaaflarından dolayı, "iş, demek ki
böyle!" dediler" demektir. Fakat bu izah, tuhaftır. Çünkü mü'min
kimsenin. Allah'ın yalan söylemiş olacağını zannetmesi caiz değildir. Hatta
böyle birşey, insanı imandan çıkarır. Böyle olunca, bu düşünce, peygamberler
hakkında ise asla düşünülemez!
[282]
Bu fiilin şeddeli
olarak okunmasına göre iki izah şekli vardır:
1) Buradaki "zan", "yakîn" yani
"kesin bilme" manasınadır. Buna göre ayet, "o peygamberler,
ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını, artık bundan sonra onlardan imânın
sâdır olamayacağını iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler. Bu
durumda da Allah Teâlâ, o kavimlerin üzerine, köklerini kazıyan bir azap
gönderdi" demektir. "Zan" kelimesinin, "bilmek, iyice
anlamak" manasına gelmesinin Kur'ân'da örnekleri çoktur. Nitekim Allah
Teâlâ, "Onlar Rablerine
kavuşacaklarını
zannederler" (Bakara. 46), yani bunu yakînî-kesin olarak bilirler"
Buyurmuştur.
[283]
2) Buradaki "zan", "zannetme"
manasına olabilir. Buna göre ayetin manası şöyle "O peygamberler,
kavimlerinin iman etmelerinden ümitlerini kesip de, kendilerine imân edenlerin
de, kendilerini zaferin gelmesi hususunda .2anlayacaklarını zannettikleri zaman..."
Bu te'vil de, Hz. Aîşe (r.anhâ)'den nakledil mistir. Ayetin tefsiri olarak
zikredilen manaların en güzeli budur.
Rivayet edildiğine
göre, İbn Ebî Müleyke, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini -aKİetmiştir:
"Peygamberler, yalanlandıklarını zannettiler. Çünkü onlar da insan idiler.
Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetini görmüyor musun? "Hatta peygamber ve
beraberindeki Sminler, "Allah'ın yardımı ne zaman?
diyordu"(Bakara,214). İbn Ebî Müleyke diyor • "Bunu, Hz. Aişe
(r.anha)'ye söylediğim zaman, o bu manayı hoş bulmadı ve şöyle redi: "Hz.
Muhammed, Allah Teâlâ'nın kendisine vaadettiği herşeyi mutlaka yerine
getireceğini biliyordu. Fakat belâlar, peygamberlerden hiç kesilmez. Öyle ki
onlar, «endilerine iman etmiş kimselerin bile, bu yüzden kendilerini
yalanlamalarından - n aişe ederler." Hz. Aişe (r.anha)'den gelen bu red ve
tefsir, son derece güzel ve rerindedir.
[284]
Cenâb-ı Allah, ...
buyurur. Bu, "Durum, anlatılan bu noktaya varınca, onlara yardımımız
yetişip gelir "ve dilediğimizi, kurtuluşa erdiririz" demektir. Âsim
ve İbn Âmir, bu fiili, bir nûn ile, cîm'in şeddesi ve yâ'nın fethası ile,
-leçhûl sîğa üzere, ^i (kurtarılır) şeklinde okumuşlardır. Mushaf'ta bu kelime
tek nûn ile yazılı olduğu için, Ebu Ubeyde de bu kıraati tercih etmiştir.
Kisâî'nin, öunu, iki nûndan birini diğerinde idğam ederek, bir nûn ile, cîm'tn
şeddesi ve yâ'nın sükûnu İle okuduğu rivayet edilmiştir. Bazı alimler "Bu
kıraat yanlıştır. Çünkü harekeli olan nûn, sakin olan nûn'a idğâm edilemez.
Yine nûn harfinin, cîm'e idğâmt caiz değildir" demişlerdir. Diğer kıraat
imamları, bu kelimeyi, iki nûn ile, nûn'u şeddesiz : arak ve yâ'nın sükûnu ile,
nuncî (biz kurtarırız) şeklinde okumuşlardır.
Bil ki bu, şimdiki
zamanın hikayesidir. Görmüyor musun, geçen kıssa da, ancak şimdiki zamanın bir
işini anlatmaktadır. Nitekim, "Şu kendi taraftarından, bu da
düşmanmdandı" (Kasas, ts) ayeti de, aslında anlatılan kıssa geçmiş olduğu
halde, nazıra (şimdiki zamana) bir işarettir.
[285]
"Andolsun,
onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için, bir ibret vardır. Bu,
uydurulmuş bir söz değildir, ancak kendinden evvelkilerin tasdîki ve herşeyin
tafsilidir. Bu, iman edecekler için de bir hidâyet ve bir rahmettir"
(Yusuf, 111).
Bil ki,
"İbret" bilinen bir taraftan, bilinmeyen bir tarafa "ubûr"
etmek, geçmektir Bundan kastedilen mana, düşünmek ve tefekkür etmektir.
Peygamberlerir kıssalarından ibret almak, birçok şekilde olur:
1) Hz. Yusuf'u, kuyuya atıldıktan sonra aziz kılmaya,
zindanda hapsedilmesinder sonra yükseltmeye, köle olduğu zannedilirken Mısır'ın
efendisi yapmaya kadir ola-ve aradan uzun zaman geçtikten sonra istediği
şekilde ebeveyni ve kardeşleri ite onu bir araya getiren Allah, Hz.
Muhammed (a.s) 'i aziz etmeye ve
kelimetullah (Allah'ın dinini) yüceltmeye, galip getirmeye de kadirdir.
2) Hz. Yusuf'tan haber vermek, gaybtan haber vermek
gibidir. Binâenaleyh b-Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna delalet eden bir
mucize olur.
3) Allah Teâlâ, bu surenin hem başında, "Biz sana,
...en güzel beyânı kıssa olarak anlatacağız"(Yusuf. 3); hem de bu surenin
sonunda, bu kıssanın güzelliğinin, kendisinden ibret alınması, hikmet ve
kudretin de bilinmiş olması sebebiyle güzel olduğuna dikkat çekmek için,
"Andolsun, onların kıssalarını açıklamada salim ah: sahipleri için, bir
ibret vardır" buyurmuştur. Ayetteki, "onların kıssaları"
ifadesinden maksat, Yusuf (a.s) ile
kardeşleri ve babalarının kıssalarıdır. Bazı kimseler bundar muradın, Kur'ân-ı
Kerim'de diğer peygamberlerin kıssaları da ele alındığı için,
bütü-peygamberlerin kıssaları olduğunu ileri sürmüşler ise de, ancak ne var ki
evlâ olan bundan kastedilenin Yusuf (a.s)'ın kıssası olduğudur.
[286]
İmdi şayet, "Hz.
Muhammed (s.a.s)'in kavmi, akıllı ve zeki olduğu halde, ontardar pek çoğu
bundan ibret almamıştır. O halde daha niçin Cenâb-ı Hak, "salim a/ct
sahipleri için, bir ibret vardır" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz
ki: Onların heps ibret alabilecek evsafta idiler. Bu kıssaya "ibret"
demekten maksat, bu kıssanın, ak
sahibi kimseler
tarafından alınacak ibretler ihtiva ettiğini bildirmektir, {yoksa mutlaka
Oret alınacağını
bildirmek değildir). Veyahut biz, şöyle de diyebiliriz: Ayette bahsedilen
akıl
sahipleri"ncten maksat, o kıssalardan ibret alıp, tefekkür edip, onları
iyice düşünerek onları öğrenerek istifade eden kimselerdir. Çünkü, ulü'l-elbab
tabiri, Tedhe ve övgüye delâlet eden bir ifâdedir. Binâenaleyh bu övgü, ancak
bahsetmiş .ğumuz manaya uygun düşer.
Bil ki Allah Teâfâ, bu
kıssayı birkaç sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat: Onun, akıl sahipleri için bir İbret olması. Bunun
izahı, az önce ;eçmişti.
İkinci Sıfat: Onun, uydurulmuş bir söz olmaması. Bu ifade hakkında
şu iki görüş eri sürülmüştür.
1) Bununla, "O Kur'ân'ı getiren Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, onu uydurması doğru ve yakışık almaz" manası kastedilmiştir.
Çünkü o, kitapları okumamış, hiç kimsenin talebesi olmamış ve âlimlerle de
İçice yaşamamıştır. Binâenaleyh, O'nun bu kıssayı, tıpkı Tevrat'ta bulunduğu
biçimde arada hiçbir fark bulunmaksızın ona mutabık bir biçimde uydurup düzmesi
imkânsızdır.
2)
Bundan maksat:
"O, yalan söyleyen biri değildir, zira O'ndan yalanın sadır olması aklın
alacağı şey değildir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onun uydurulmuş
olmadığını tekid ederek, "ancak, kendinden evvelkilerin tasdikidir"
buyurmuştur ki bu, bu kıssanın, tıpkı
Tevrat ve diğer mukaddes kitaplardakine
muvafık olarak varid olmuş olduğuna bir işarettir. jıJÛaj kelimesi
takdirinde olarak, mansubtur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulüdür" ifadesi
gibidir. Bu açıklamayı Ferrâ ve Zeccâc yaparak şöyle demişlerdir: "Bunun,
takdirinde olarak, nahve göre ref'i de caizdir."
Üçüncü Sıfat: Onun, "her şeyin tafsili" olmasıdır. Bu
hususta da iki açıklama yapılmıştır:
1) Bununla, "Yusuf (a.s.)'un babası ve
kardeşleriyle beraber geçen hadise hakkındaki her şeyin izahıdır" manası
kastedilmiştir.
2), Bu, Kur'ân'ın tamamıyla alâkalı bir cümledir. Bu
Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık"
(En'âm, 38) ayeti gibidir. Çünkü bu vasfı, Kur'ân'ın tamamiyle alâkalı bir
vasıf kabul etmek, onu sadece Yusuf (a.s) kıssasıyla alâkalı bir vasıf olarak
kabul etmekten daha uygundur. Buna göre bu ifadeden, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva
ettiği, helâl, haram ve İslâm diniyle alâkalı diğer hükümler
murad edilmiş olur.
Vahidî "Her iki açıklamaya göre de bu ifade, kendisiyle "hâs mananın
kastedildiği, umûm (genel) lafızlardan olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Benim
rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır"'(Araf. 156) ayeti gibidir ki, Cenâb-ı
Hak bu ayet ile, onun muhtevasına girmesi uygun olan her şeyi murad etmiştir
Keza bu, j "Kendisine her şey verilmişti" (Nemi, 23) aye*
gibidir" demiştir.
Dördüncü ve Beşinci
Sıfatlar: Onun dünyada, inanan
toplumlar için bir hidâyet Kıyamette de ilahî rahmetin tahakkuku için bir
vesile olmasıdır. Cenâb-ı Hak, özellikle. "inanan kavimler için"
buyurdu; çünkü ondan istifade edenler, ancak inananlardır Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
tıpkı (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde yapmış olduğumuz izah gibidir. Doğruyu en
iyi bilen Allah'tır; dönüşümüz ve varışımız ancak O'nadır.
Bu kitabın müellifi
(r.h), şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, Allah'ın hamd ve inayetiyle, 601
senesinde Şaban ayının yedinci gününe tekabül eden çarşamba gününde tamamlandı;
hayır ve rızâ ile son buldu. Ben o günlerde, sâlih oğlum ve salih
çocuğun-Muhammed'in vefatı sebebiyle cidden çok sıkıntılıydım. Allah onu,
rahmet ve mağfiretiyle bürüsün. Ve ona, fadi ve ihsan derecelerini ihsan etsin.
Şu beyitleri, ona ağıt olarak, kısaca irad ediyorum:
"Şayet kaderler bize
boyun eğmiş olsaydı; seni korumak için bedenir..izi de, ruhumuzu da sana feda
ederdik.
Melekler rüşvet
alsalardı, hem hükmen hem de ismen kendimizi onlara köle ederdik.
Fakat ne var ki,
takdir edilen bir hükmün zamanı gelince, Arşın karargâhından, tâ denizlerin
derinliklerine sirayet eder.
Evladım, bütün ömrüm
boyunca, daima kanlı gözyaşlarıyla sana ağlayacağım. Halim nice ve nasıl olursa
olsun, bundan hiç sapmadım, vazgeçmedim de.
Toprağına belenip
defnolunduğun kabre selâm olsun. Ve çok bağışlayıcı olan AJah sana, bol lütuf
ve ikramlarda bulunsun.
Gözümü sana mezar
(medfun) yapmama mani plan tek şey, onun ebediyyen gözyaşı akıtmaya mahkûm
oluşudur.
Yemin ederim ki,
(öldüğümde dahi), çürümüş kemiklerime ve parçalarıma zokunsalar, onlann gidi ve
saklı olduğu yerlerdeki hüzün ve keder ateşini hissederlerdi.
Hayatım ve ölümüm,
sizin uzaklaşmanızdan sonra birdir ve aynıdır; hatta ölüm, su gam ve kederi
devamlı çekmekten daha iyidir.
Ben, Allah'ın infaz
ettiği hükmüne razıyım, razı oldum. Çünkü biliyorum ki, senim geçerli olacak
bir hükmüm yoktur."
Ben bu kitabı mütalaa edip ve
ondan çok kıymetli istifadelerde bulunan kimselere,, •tem bana hem de çocuğuma
Fatiha okumalarını ve kardeşlerinden, babasından ve senesinden uzakta gurbet
ellerde ölen kimseler için rahmet ve mağfiret ile dua «tmeJerini vasiyyet
ediyorum. Zira ben de, benim hakkımda böyle davranacak olanlara çokça dua
etmekteyim. Salât ve selam, seyyidimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, O'nun 1 ne,
ashabına olsun. Âmin. Hamd ancak, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
[287]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/155
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/155-156
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/156
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/156
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/156-157
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/157
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/157-158
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/158
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/159
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/159
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/159
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/160
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/160-161-162
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/162
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/162
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/163
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/163-164
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/164
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/164-165
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/165-166
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/166
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/166
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/167
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/167
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/167-168
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/168
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/169
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/169
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/169-170
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/170
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/170
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/170-171
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/171-172
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/172
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/172-173
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/173
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/173
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/173
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/174
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/174
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/174-175
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/175-176
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/177-178-179
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/179
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/179
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/179-180
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/180
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/180-181
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/181-182
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182-183
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/182-183
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/184
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/184-185
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/185
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/185
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/185-186
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/186-187
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/188
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/188-189
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/189
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/189
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/189
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/189
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/189
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/191
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/191-192
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/192
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/193
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/193-194
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/194
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/194-195
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/195-196
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/196
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/196
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/196
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/196-197
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/197-198
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/199
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/199
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/199
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/200
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/200
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/200-201
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/200-201
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/201-202
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/202-203
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/203-204
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 204-205-206
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 207
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 208-209
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 209-210-211
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 211
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/211
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 212-213-214
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 214-215
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 215-216
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 216-218
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 218
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 218
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 218-219
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 219
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 219
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 219
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 219-220
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 220
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 220-221
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 221-222
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 222
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 222-223
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/223
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 223-224
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 224-225
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 225-226
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 226
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 226
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 226-227
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 227
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 228
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 228-229
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 229
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 229
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 230
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 230-231-232-233
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 233-234
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 234-235
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 235
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 235-236-237
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 237-238
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 238
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 238
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 238-239-240
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 240-241-242
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 242-243
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 243-244
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 244-245-246
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/246
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 247
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 247
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/247 -248
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 248-249
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 249
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 250
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 250-251-252
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 252-253-254
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 254-255
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 255
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 255-256
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/256
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/256
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 256-257
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 258
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 258
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/258
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 258-259-260
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 260-261
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 261
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 261-262
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 262-263
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 263
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 263-264
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 264
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 264-265
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 265
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 265-266-267
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 267
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 268
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/269
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/269
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 269-270
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 270
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/271
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 271-272
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 272-273
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 273
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/273-274
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 274
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 274
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/275
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/275
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 276
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/276
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 276-277-278
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 279
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 280-281
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 282
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 282-283-284
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 284-285
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/286
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/286-287
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 287-288-289-290
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 290-291
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 291-292
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 292-293
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 293-294-295
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 295-296
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 296-297
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/297-298
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 298-299
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 299-300-301
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 301
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 301
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 302
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 302-303
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/303
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 303-304-305
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 306-307
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 307-308
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 308
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 308
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 309-310
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 310
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 310-311
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 311-312
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 312-313
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 313314
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 314-315
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 315
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 315-316-317
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 317-318
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 318
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 318-319320
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/320
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 320-321
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 321-322
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 322
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 322-323
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 323-324-325
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 325-326
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 326
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 326
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 327-328
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 328-329
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 329-330
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 330-331
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 331-332-333
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 333
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 334
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 334
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 335
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 335-336
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 337
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 337
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 337
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 337-338
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 338-339
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 340
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 340-341
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 341
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/341-342
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 342-343-344
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 344
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 344-345
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 345
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 345-346-347
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 347-348
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 348
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 348-349
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 349-350
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 350-351
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13//351
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 352
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 352
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 353-354
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 354-355
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 355
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 355-356-357-358
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 358
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 358
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 358-359
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 359-360
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 360-361
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 361
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 361-362
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 362-363
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 363-364
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 365
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 365
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 365-366
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 366-367
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 367
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 367
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 368
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 368-369-370-371