Rahman
Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla:
Kardeşleri
Yusuf'u Kıskanıyor:
Kıskanç
Kardeşlerin Babalarını Kandırma Teşebbüsü:
Muhsin
İnsanın Ahlakı Davranışı:
Yakalanınca
Hz. Yusuf'un Masum Olduğu Belli Oldu:
Rüyaların
Yorumunda Başka Bir Örnek:
Hz.
Yusuf Maliye Bakanı Oluyor:
Hz.
Yusuf'un Kardeşleri Geliyor:
Babalarından
Kardeşlerini İstiyorlar:
Hz.
Yûsuf Kardeşi İle Buluşuyor:
Kezîm Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Hz.
Yûsuf Diğer Kardeşleri İle Buluşuyor:
Gömlek
Üçüncü Kez Devreye Giriyor:
Hz.
Yusuf Tüm Ailesi İle Buluşuyor:
Evy, Âvâ, Me'vâ Kelimelerinin Kur'ân'daki
Manaları:
Fetara Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İnananlarla
İnanmayanlar Arasındaki:
İnsanların
Çoğu Neden İnanmaz?
Peygamberin
Yolu Aydınlık Yoldur:
Tarihi
Olgulardan İbret Almak Gerekir:
Lübb Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Yusuf
Suresinden Çıkan İlkeler:
Bilindiği gibi Kur'ân âyetleri Mekkî ve Medenî olmak üzere genelde iki kısma ayrılmaktadır. Bu ayrıma göre, Yûsuf sûresi Mekke'de inmiştir. 1, 3 ve 7. âyetlerinin Medine'de indiğini söyleyenler olsa bile Suyûtî gibi âlimler ve kaynaklar sûrenin tamamının Mekke'de indiğini söylemektedir.
Genel anlamda bakınca Hz. Yûsuf ün olgusunu ele alması bakımından, Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, A'râf, Enfâl, Yûnus ve Hûd sûrelerinin devamı durumundadır. Adı geçen sûreler de diğer peygamberlerin olgularını ve onların içerdiği mesajları ele almaktadır.
Bu sûre de Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus ve Hûd sûreleri gibi "Kitap" kavramı ile başlamakta, kitap okulunu, merkeze kitabı alan eğitimi bir kere daha bize öğretmektedir.
Yûsuf sûresi, temel konusu kardeşler arasındaki kıskançlık olması sebebiyle, Hz. Âdem'in çocuklarının olgusunu ele alan Mâide 27-31. âyetlerinin devamı niteliğindedir.
Genç delikanlılık dönenimde Hz. Yûsuf'un masumiyetini, günahsızlığını ele alması ve onu temize çıkarması bakımından da, Hz. Meryem'i temize çıkaran Meryem ve Hz. Aişe'nin haklılığını ve masumiyetini tescilleyen Nûr sûresine benzemektedir.
Firavun ile Hz. Musa'nın ilişkilerinin tersine Hz. Yûsuf ile o dönemin Mısır kralı arasında olumlu bir ilişki vardı. Hz.Yûsuf, Maliye Bakanlığı yapacak kadar devlet kademesinde ilerlemişti.
Sûre Hz. Yûsuf un ne kadar bağışlayıcı olduğunu anlatmakla insanlığa evrensel bir değer sunmaktadır. Kıskançlık psikolojisi ile başlayan sûre, sosyal olgularla devam edip son bulmaktadır.
111 âyetten oluşan Yûsuf sûresinin, konularının örgüsü bakımından benzeri yoktur diyebiliriz. Ayrıca bu sûre, Hz. Yûsuf'un rüyaları yorumlama mu'cizesini de anlatmakta ve böylece insanlığa eskimeyen ilkeler, kurallar ve prensipler bırakmaktadır.[1]
1. Elif, Lam, Râ. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir.
2.Aklınızı kullarlasınız diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.
3.Biz sana, bu Kur'ân'ı
vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde
anlatıyoruz-
Gerçek şu ki, sen bundan önce bu haberleri bilmeyenlerdendin.
1. "Elif, Lâm, Râ", mukatta'a harflerindendir. Bunlara Türkçe olarak "ayrık harfler" de denebilir. Bu "ayrık harflerle" ilgili açıklamamızı Bakara sûresinin başında yaptığımızdan, burada aynı açıklamayı tekrarlamayı uygun bulmuyoruz.
2. "Bunlar apaçık kitabın âyetleridir." Sûrenin
özelliklerini anlatırken, kitapla başlayan sûrelerin olduğunu ve bu
nun ne anlama geldiğini Bakara sûresinin başında anlatmıştık. Bir kere daha
kısaca burada da hatırlatmak istiyoruz.
Günümüzde yaşayan eğitim sistemlerini birbirinden farklılaştıran en önemli özellik, eğitimin merkezine koydukları değerdir. Naturalizm çocuğu; Essentalizm öğretmeni; komünistler emeği; Hıristiyanlar Allah'ı eğitimin merkezine koyarken Kur'ân da merkeze Kitâb'ı koyduğu için sûrelerin bir kısmına kitapla başlamaktadır.
Kur'ân'ın, bazı sûrelere Kitapla başlamış olmasının ana öğretilerinden biri okumaya ve bilgiye verdiği önemdir. Zaten bu kitabın ilk âyetlerinin, "oku" emri ile başlaması da bunun delili olmaktadır.
Âyetin son kelimesi, "apaçık olan veya en iyi şekilde açıklayan" anlamına gelen mübîndir. Böylece Kitabın, yani Kur'ân'ın açık, aşikâr, net, belli olan; açıklayan, ortaya koyan özelliği bu kelime ile gündeme getirilmektedir. Yûsuf sûresi de diğerleri gibi konuları net olarak açıklayan kitabın âyetlerinden teşekkül etmektedir. Her konuyu apaçık bir şekilde açıklayıp ortaya koyan "Kur'ân'da müşkil vardır" demek, ona iftira etmek değil midir?
Kur'ân ile ilgilenip onda müşkil vardır diyenlerin kendi bilgilerinde, beyinlerinde müşkil vardır. Kendi noksanlıklarını, kültürsüzlükleri ve bilgisizliklerini Kur'ân'a atarak iftira etmektedirler. Kur'ân'ın getirdiği
mesajda apaçıklık, netlik ve âşikârlık vardır, ondaki bu özelliği ortaya koyabilecek beyne ihtiyaç vardı.
Buradaki "apaçık" ifadesi, "netlik ve kolaylık" anlamına da alınabilir. Kur'ân zor değil kolaydır: "Andolsun ki biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık. Düşünen var mı?" (Kamer 54/17). Açık olan kitap, aynı zamanda kolaydır. Şimdi Yüce Allah apaçık ve kolay diyor, bazı insanlar onun zor ve müşkil yerleri olduğunu söylüyor.
Bu iddianın gerçekle alakası var mıdır? Bu tip insanlar yani müşkil yerlerinin bulunduğunu iddia edenler, "Kur'ân'a tutma! yoksa'çarpılırsın" diyenler kadar Kur'ân'a ve insanlara zarar vermişlerdir. Bunların iyi niyetle yapıldığına inanmıyoruz. Yüce Allah anlaşılamayacak kadar zor ve müşkili olan kitap gönderir mi? Anlaşılamayacak kadar zor olan bir kitap rehber, ışık ve can olabilir mi?
3. "Aklınızı kullanasmız diye biz onu .Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." Kur'ân'm indirilişinin amacını belirleyen bu âyet, amacı, "insanların akıllarını kullanmak" olarak tesbit etmektedir. Aklını kullanmak, yani ö^c te'kılûn kelimesi, "düşünmek, anlamak" anlamına gelmektedir. Kur'ân'ın Arapça indirilmesinin sebebi, düşünce üretimine yardım etme özelliğini sürdürmesidir. Arapça kelimelerin derin manalara sahip olması, kelimelerin anlam bakımından gebe-leşmesi, insanların düşünce üretmesini sağlamaktadır.
Her dil, insan aklının düşünce üretmesine müsait olmayabilir. A-rapça'nın çok zengin manalara sahip olan kelimelere sahip olması ve bu kelimelere Yüce Allah'ın, ilâhî manalar yüklemesi, Kur'ân'a Rabça bir dil kazandırmıştır. Kur'ân edebî bakımdan, Arapça'nın zirvesini teşkil etmektedir. Bu yönü ile Kur'ân'ı bir beşerin yazmadığı ortaya çıkmaktadır.
"Umulur ki aklınızı kullanırsınız" şeklinde tercüme e-debileceğimiz bu ifade, insan için kullanıldığında bir ihtimal ifade etmektedir. İnsanın düşünmesi, anlaması, aklını kullanması, ihtimal içerdiği için Yüce Allah kesin bir dil kullanmıyor. Ama le'alle kelimesine "amaç, yani anlayasmız, düşünesiniz diye" manasını da verebiliriz.
Âyette geçen 'arabiyyen kelimesinin kökü arube fiilidir. "Fasîh Arapça konuşmak" anlamına gelen bu kelimeyi 'arabe kalıbından alırsak "yemek yemek"; 'aribe kalıbından alırsak "lisanında, konuşmasında tutukluk varken yani fasîh konuşamazken sonradan düze-lip fasih konuşmak, hâlis, hakikat, sarahat"; a'rabe kalıbından alırsak, "bir şeyin, yani konunun analizini yaparak hakikatini, künhünü açıklamak" anlamını ifade edilmektedir. Kelâm kelimesi ile bu kalıp bir araya getirilince "konuşmada gramer kaidelerine uyup hatasız konuşmak"; feras "at" kelimesi ile kullanılınca "atın kişnemesi ile onun cinsini anlamak" manalarına gelmektedir.
Bu manalardan hareket edersek, arabiyyen kelimesine, "konuların hakikatini açıklayan, özüne indiren, hâlis ve hakikat yüklü" manasını verebiliriz. O zaman ifadesine "Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" yerine "konuların özüne inen, damıtılmış, hakikat yüklü bir Kur'ân olarak indirdik" dememiz gerekiyor.
Eğer "Arapça bir Kur'ân olarak indirdik"ten bu manayı anlarsak, verdiğimiz mana doğru olacaktır. Demek ki Kur'ân, konuların künhüne, özüne indiği, damıtılmış ve hakikat yüklü olduğu için insanı düşündürüyor, anlamasını temin ediyor ve aklını harekete geçiriyor.
Kısaca diyebiliriz ki Kur'ân'ın amaçlarından biri ve en önde geleni insanın aklını harekete geçirip düşünmesini ve anlamasını temin etmektir. Kur'ân'ın oluşturduğu İslâm dini de aklı öne almaktadır.
"Onu indirdik" buyurmakla Yüce Allah, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber tarafından yazılmadığını bir kere daha ifade etmektedir. Bu kadar özlü, manalı, hakikat yüklü bir kitabı beşerin yazması imkansızdır.
"Biz, sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce bu haberleri bilmeyenlerdin."
Yûsuf sûresinin üçüncü âyeti bu içeriği ile Hûd sûresinin 120. âyetinin bir devamı durumundadır. Hûd 120'de peygamberlerin olguları Hz. Peygamber'e açıklanıyordu ve bu açıklamanın amacı belirleniyordu, Yûsuf 3'de de geçmiş peygamberlerin olgularını en güzel bir şekilde anlatıldığı ifade edilmektedir.
Demek ki, Yüce Allah geçmiş peygamberlerin olgularının "en güzelini" seçip anlatmıştır. Buradan bir genelleme yapabiliriz: Örnek olarak anlatılacak ve geleceğin nesillerine ışık tutacak olan tarihî olgular, en güzelleri, yani en faydalı olanları olmalıdır.
Yüce Allah, Yûsuf 2'de "indirdik" derken, 3'te "vahyettik" ifadesini kullanmakta, bu sefer de Kur'ân'ı vahyetmekle ikinci amacını ortaya koymaktadır.
Kur'ân'in vahyedilmesinin ikinci amacı da, peygamberler tarihinin en güzel kıssasını anlatmaktır. Bu amacın da başka bir amacı vardır:
"Gerçek şu ki sen, bundan önce bunları elbette bilmeyenlerden idin." Amacın amacı da, Hz. Peygamberin peygamberliğini ispat etmek, Kur'ân'ı onun yazdığına dair şüpheleri ve iftiraları ortadan kaldırmaktadır.
Böylece Yûsuf sûresinin ilk üç âyetinde Yüce Allah'ın üç eylemi gündeme gelmektedir: İndirmek, anlatmak ve vahyetmek. Bütün bu fiiller Kur'ân için gerçekleşiyor ama amaç insandır. İnsanın aklını kullanması ve Kur'ân üzerindeki şüpheleri ve peygamberi inkâr etmeyi ortadan kaldırmak ana amaçları teşkil etmektedir.
Din eğitimcileri, Kur'ân'ın bu amaçlarını iyi anlatıp Kur'ân'ın etrafında bir sevgi çemberi, bir alaka yumağı oluşturabilirler. Din eğitiminde Kur'ân'ın bu yönüne ağırlık verilmelidir. İnsanlar Kur'ân'ı niçin iğrendiklerini, niçin okuduklarını bilmeli ve Kur'ân'a bu anlayışla yakismalıdırlar.[2]
Hz. Yûsuf'un Rüyası Ve Babası Hz. Ya'kûb'un Yorumu:
4. Bir zamanlar Yûsuf, babası
Ya'kûb'a demişti ki: Babacığım! Ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı
gördüm; Onları bana secde ederken gördüm.
5. Babası: 'Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.'
6. İşte böylece Rabb 'in seni
seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu öğretecek. Tıpkı bundan önce ata
ların İbrahim ve İshâk üzerine o nimeti tamamladığı gibi hem senin hem de Ya
'kûb soyunun üzerinde nime
tini tamamlayacaktır. Çünkü senin Rabb'in çok iyi bilendir ve hikmet
sahibidir. Hz. Yûsuf'un haberini, olgusunu ya da kıssasını kısımlara ayırarak
anlatmayı uygun buluyoruz.
1. Yûsuf peygamber babasına: "Ben rüyamda ön bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm." Bu âyette "rüya" kelimesi geçmediği halde âyete "rüya" manasını verdik. Buna delil olarak Yûsuf sûresinin 5. âyetini gösterebiliriz. Çünkü babası Yûsuf'a"rüyanı kardeşlerine anlatma" dedi. Babası "rüya" kelimesini kullandığına göre, Hz. Yûsuf da ona rüyasını anlatmıştı.
Şimdi burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Yıldızlar, güneş ve ay secde eder mi? Bunlar hakikatte secde etmeyeceklerine göre rüyanın gerçekle ilişkisi yok denebilir mi? Âlimler bazı açıklamalar yapmışlar, ama biz onlara değinmeden Kur'ân âyetleri ile bunun olabilirliğini ispat edeceğiz.
Genelde varlıkları canlı ve cansız olmak üzere ikiye ayırırız. Bu ayrım doğru değildir. Her varlığın kendine has bir canı vardır. Taşın a-tomunu alsak, onun çekirdeği etrafında elektronların hareket ettiğini biliyoruz. Bu hareket bir can sayesinde olmaktadır. Cansız diye zannettiğimiz toprağın, su ile buluşunca yeşile nasıl can verdiğine şahit oluyoruz. Bu açıdan bakınca bütün varlıkların canı olduğunu, onların da Allah'a ibadet ettiklerini söyleyebiliriz.
Kainatın kendisi ve içindeki bütün varlıklar Allah'a bir şekilde i-badet etmektedir:
a) "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her varlık Allah'ı teşbih eder. Allah'ı övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne varki siz, onların teşbihini anlayamazsınız" (İsrâ 17/44). Demek ki, kainatın içindeki bütün varlıkların ortak (müşterek) ibadeti teşbih olmaktadır.
b) "Gök gürültüsü Allah'ı övgü ile teşbih eder" (Ra'd 13/13).'
c) "Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece Allah'a secde ederler" (Ra'd 13/15).
Bu âyette de, bütün varlıkların Yüce Allah'a secde ibadetlerini yaptıklarına dikkat çekilmektedir. Bu âyetlerden göklerin, yerin ve içindeki varlıkların genel ibadetlerinin teşbih ve secde olduğunu anlıyoruz. Demek ki, yıldızlar, güneş ve ay gerçekte Allah'ı teşbih ederek, O'na secde ederek ibadet etmektedirler. Hakikatte bunlar olunca, Hz. Yûsuf un rüyasında da söz konusu secdelerin sembolik anlamda da olsa bir hakikati vardır denebilir.
Yıldızların, güneşin ve ayın Hz. Yûsuf a secde etmesinin bir saygı secdesi olduğunu söylemekte yarar vardır. Buradaki secdeyi Allah'a yapılan secde anlamında almak doğru değildir. Çünkü aynı secde Yûsuf 100. âyette de geçmektedir. "Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar." İşte rüyanın gerçekleşmesi bu âyette ifade edilmektedir. Hz. Yûsuf da "Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur" (Yûsuf 12/100) demiştir.
Demek ki Yûsuf 4'de 11 yıldız Hz. Yûsuf un on bir kardeşi, güneş annesi, ay da babasıdır. Neden güneş annesi oluyor da babası olmuyor? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Arapça'da güneş dişi olarak sınıflandırılırken, "ay" da erkek sınıfındandır. Onun için güneş anne, ay da baba makamındadır. Yûsuf 100'de hepsi Hz. Yûsuf'a secde ettiklerinden 4. âyetteki on bir yıldız, güneş ve ayın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Netice olarak diyebiliriz ki, Yûsuf peygamber, söylenenlerden anlaşıldığına göre, bu rüyayı yedi yaşında iken gördü.
Bu rüya, çocuğun rüyası olmasına rağmen, gelecek olgulara da işaret ediyordu. Rüya, peygamberlerin vahy alma usullerinden biridir. Hz. Yûsuf'a da Yüce Allah gelecek olguların haberini veriyordu.
Âyette geçen iki görme fiilinden anlıyoruz ki, Hz.Yûsuf un önündeki perdeler açılıp geleceğin olaylarının işaretlerini gördü, ya da bazı olaylar ona gösterildi. "Rüyamda gördüm" demesi ilginçtir. Çünkü o bu
rüyasını gerçek gibi gördü; ama babası Ya'kûb onun rüya olduğunu 5. âyette söyledi.
2. "Babası: Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar, Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır." Rüyada yıldız, güneş ve ayın olmasını başka bir açıdan yorumlarsak, bu üç gök cismi de dünyaya ışık veren veya ışığı yansıtan cisimler olduğu için Hz. Yûsuf un geleceğinin aydınlık olacağı da burada müjdeleniyordu, denebilir.
Hz. Ya'kûb, görülen rüyadan istikbalde Hz. Yûsuf a yüksek bir makam verileceğini anladı. Bu makam hem Allah katında peygamberliği hem de insanlar katında siyâsî erk alanındaki yükselişi ifade ediyordu. Hz. Ya'kûb, görülen bu rüyayı kardeşlerinin de benzer şekilde yorumlayabileceklerini anladı. Onların, bunu anladıkları takdirde kıskançlık duygularının kabarıp hasede, hasedin de düşmanlık duygusuna dönüşeceğini görmüştü. Hz. Âdem'in çocuklarının arasındaki kıskançlık bütün heybeti ile Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında da kabarmakta idi. Böylece Yüce Allah kardeşler arasındaki kıskançlığı bir kere daha ele alıp kıskançlığın neler yaptırabileceğini açıklamaktadır.
Hz. Ya'kûb, oğlu Hz. Yûsuf a "gördüğü rüyaları kardeşlerine an-latmaması"nı söylerken, niçin anlatmaması gerektiğini de açıklamaktadır. Kardeşlerinin ona "tuzak" kurabileceklerini sebep olarak göstermektedir. Tuzak kurmalarına da insanların apaçık düşmanı olan şeytanın iteceğini söylemektedir. Demek ki Hz. Yûsuf, "tuzak, şeytan ve düşman" kavramlarını anlayacak yaşta idi. Şeytan insana olan düşmanlığını kardeşler arasında kıskançlığı sokarak ya da doğuştan var olan kıskançlık duygusunu harekete geçirerek tuzak kurdurup ölüm hadiselerine sebep olabilir. Böylece Hz. Ya'kûb, şeytanın etkisine ve insanın da bu etki alanına girebileceğine işaret etmiştir. Şeytan, kıskançlığı tuzağa dönüştürebilir, insanın irâdesini elinden alarak oyuncak haline getirebilir.
3. "İŞte böylece Rabb:in, seni seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu öğretecek." '"Seni seçecek" ienirken, "sana peygamberlik verecek" denmektedir. Rüyadaki yıldız,
güneş ve ay yücelerde olan göksel cisimlerdir. Bu rüyadan, babası "Yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf'u yücelere erdireceğini, ona insanlığın en yüce makamı olan peygamberliği vereceğini" anlam olarak çıkarmıştır. İctibâ kelimesi, "beğenip kendisi için seçmek" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah, Hz. Yûsuf'u peygamber olarak seçtikten sonra ona hadiselerin yorumunu öğretecekti. Âyette geçen ehâdîs kelimesi, "sözler" anlamına geldiği kadar, "hâdiseler" yani sosyal olaylar manasına da gelmektedir. "Söz ve haberlerin yorumu" denirken, "istikbalde görülecek rüyaların yorumu" kendisine öğretilecek demektir. Âyetteki ehâdîs kelimesi, hadîs kelimesinin çoğuludur. Râzî bu kelimenin ne anlama geldiğini çeşitli açıklamaları naklederek tartışıyor. Bazılarının buna "rüya" dediğini, diğerlerinin de "sözler" dediğini nakletmekte, fakat kendisinin "hâdise", yani "olay" manasına aldığını da söylemektedir, yani, "vuku bulan bir olay. olgu" manasına gelmektedir[3].
Bizce bu yorumlan birbirine ters görmemek gerekiyor. Hem rüyaların, sözlerin hem de olayların yorumunu Yüce Allah ona öğretti.
Demek ki, Yüce Allah Hz. Yûsuf a rüya, söz ve olayların yorumunu öğretti; Âdem'e isimleri öğrettiği gibi (Bakara 2/31) ona da bunları öğretti. Demek ki dünyada cereyan eden siyâsî, sosyal ve ekonomik olayları yorumlama sanatını Yüce Allah Hz. Yûsuf'tan başlatmıştır. Bunun yanı sıra rüya ve sözlerin yorumu da oradan başlamıştır.
4. "Tıpkı bundan önce ataların İbrahim ve İshâk üzerine nimeti tamamladığı gibi hem senin hem Ya'kûb soyunun üzerinde nimetini tamamlayacaktır. Çünkü senin Rabb'in çok iyi bilendir ve hikmet sahibidir."
Âyetin bu kısmında geçen ni'met kelimesi neyi ifade etmektedir? Âlimlerin bir kısmı buna "peygamberlik" bazıları da "dünya ve âhiret saadeti" demişlerdir. Âyette bir de âl yani "soy" kelimesi geçmektedir. Yani Yüce Allah, İbrahim, İshâk, Ya'kûb ve Yûsuf'un kendilerine olduğu gibi nesillerine de nimetini tamamlayacaktır. Bu âyette Yüce Allah'ın üç eylemi gündeme gelmektedir. Seçmek, öğretmek ve nimetini tamamlamak. Bunlardan en zoru "nimetini tamamlamak"tır.
Yüce Allah Bakara 129'da Hz. İbrahim'in duasını gündeme getirmektedir: "Ey Rabb'imiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder." Bu duayı Yüce Allah kabul edip tatbikata soktu ve Hz. İbrahim'in neslinden peygamberler gönderdi. Hatta Hz. Peygamber de onun soyundan gelmektedir. İşte "nimet" denen değerin, ekonomik değer değil de "manevi bir değer" olduğu buradan ortaya çıkmaktadır Bu yorum doğru mudur? Soruya Nisa 69 ile cevap verebiliriz.
'Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." Bu âyette ni'met kelimesi fiil kalıbında ijJi en'ame şeklinde geldiği halde Yûsuf 6'da isim kalıbında ni'met şeklinde gelmiştir. Böylece bu nimetin peygamberlik olduğu anlaşılmış olmaktadır. Özelde Hz. Yûsuf'a verilecek olan nimet "peygamberlik, kuyudan kurtarılması ve Mısır'a Maliye Bakanı olup tüm aile halkına kavuşması"dır denebilir.
Âyetin sonunda, Yüce Allah'ın bilme ve hakîm sıfatları gelmiştir. Âyetin içinde daha önce üç ilâhî eylemin yer aldığını söylemiştik. Seçmek, öğretmek ve nimetini tamamlamak. Bu üç eylem bilmeye ve işini yerli yerinde yapmaya dayanmış olduğunu işte bu hakîm sıfatıyla ifade etmektedir.
Yûsuf sûresinin 6. âyeti bize ilginç bir mesaj vermektedir. Ana-babalar öyle hareket etmeli ve öyle bir eğitim metodu uygulamalıdırlar ki, nesillere asalet getirsinler. Nedir bu hareket ve metodlar? Helal lokma ve helal süt ile çocuklarını beslemeli ve kendilerini de aynı lokma ile gıdalandırmak, çocuklarını iyi yetiştirmeleri için seferber olmalı, maddî ve manevî öğretimle eğitimlerini dengeli vermeli ve sonuçta bu gayretlerini Allah'a dua ederek hayırlı evlat yetiştirmelerine Allah'ın müdahalesini istemelidirler. Biz buna "dua" metodu diyoruz. Ana-babalar, çocuk-
larına doğru bilgi öğretmeli veya onlara bu tür bilgileri öğretecek hocalara teslim etmelidirler. Demek ki helal lokma, helal süt; doğru bilgi ve dua ailelere asaleti getirecektir. O zaman peygamberliğin dışındaki nimet tamamlanacaktır.[4]
7.Andolsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır.
8.(Kardeşleri) dediler ki: 'Yûsuf
ile kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz kalabalık bir ce
maatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.
9. Yûsuf'u öldürün veya onu bir
yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tövbe
ederek) iyi kimseler olursunuz.'
10. Onlardan biri: 'Yûsuf'u
öldürmeyin; eğer mutlaka yapacaksanız
onu kuyunun dibine
atın da geçen
kervanlardan biri onu alsın', dedi.
Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli dersler ve ilkeler olacaktır. Zaten 7. âyet de bu dersin çıkarılmasını istemektedir.
1. Yüce Allah, Hz. Yûsuf un olgusunu anlatıp sonunda soranlar için bazı derslerin olduğunu söyleme yerine, olgunun başında bunu söylemektedir. 7. âyette geçen odşliy oişi "Soranlar için âyetler vardır" ifadesindeki es-sâilîn kelimesine, "soran, araştıran, hakikati arayanlar" manalarını verebiliriz. âyât kelimesine de, "ibretler, kanunlar, dersler, öğütler, hakkı gösteren hususlar, uyanlar, akıllara hayranlık veren şeyler" manası verilebilir. Her iki kelime bir araya gelince söz konusu ifadeye "hakikati arayanlar için dersler vardır" manası verilebilir.
2. Yüce Allah Yûsuf ve kardeşleri arasındaki ilişkiyi ele alınca, ailede kardeşler arasındaki kıskançlığın analizini yapan psikolojik bir ders vermektedir.
Zemahşerî Hz. Yûsuf'un kardeşlerinin ismini şöyle sıralamaktadır: Yehûda, Rubyal, Şemon, Lavı, Ribalon, Yeşcer, Deyne, Dan, Neftali, Cad ve Aşir. Bunların ilk yedisi Hz. Ya'kûb'un evlendiği halasının kızı Libya'dandır. Libya ölünce, Hz. Ya'kûb Libya'nın kız kardeşi Rahil ile evlendi. Rahil'den de Bünyamin ile Yûsuf doğdu[5]. Öyle anlaşılıyor ki, kardeşler arasında üveylik de vardı.
Âyetin iniş sebebi için şu tarihî olay anlatılmaktadır: Bir Yahudi âlimi Hz. Peygamber'in yanına girer ve ondan Yûsuf sûresinin okunuşunu dinler. Sonra Yahudilerin yanına döner. Onlara. Yûsuf sûresini Tevrat'taki gibi dinlediğini söyler. Bunun üzerine bir grup Yahudi Hz. Muhammed'e gelir ve önceki Yahûdinin dinlediğini dinlerler. Hz. Pey-gamber'e bu kıssayı ona kimin öğrettiğini sorarlar. Hz. Peygamber de
Allah Te'âlâ'nın öğrettiğini söyler. İşte bunun üzerine Yûsuf sûresinin 7. âyeti iner[6].
3. "Kardeşleri dediler ki: Yûsuf ile kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir." Yûsuf'un kardeşinden kasıt, Bünyamin'dir. Yûsuf ile Bünyamin aynı baba ve aynı annenin öz oğulları oldukları için öz kardeş idiler, dolayısıyla diğer kardeşleriyle üvey oluyorlardı.
İşte kardeşler arasına giren ve kıskançlığı meydana getiren duygu Hz. Ya'kûb'un Yûsuf ile Bünyamin'i daha yoğun bir sevgi ile sevmesi olmuştu.
Gerçekten Hz. Ya"kûb. Yûsuf ile Bünyamin'i farklı seviyordu ve onlara tutku derecesinde bir düşkünlüğü vardı. Onun bu tavrı, tutumu, Yûsuf un kardeşlerini aşın bir kıskançlığa itiyordu. Kıskançlık kısa zamanda hasede, haset de düşmanlık duygusuna dönüştü. Kabaran düşmanlık duygusu onların,ağzından şu cümlelerin dökülmesine sebep oldu: "Halbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık
içindedir." Diğer kardeşler, babalarının yanlış davrandığını söyleyecek kadar, babalarının tavrını
soruşturuyorlardı.
Onlar bize göre şunu göremiyorlardı: Babalar çocuklarını eşit olarak severler ama, küçük olanlarına, küçüklüklerinden dolayı onlara daha fazla alaka gösterirler, dolayısıyla küçükler daha yoğun bir sevgi ile muamele görürler. Bu demek değildir ki, öteki çocuklarını sevmiyorlar.
Bazen de, babalar gerçekten küçük çocuklarına aşırı düşkün olurlar. Hele Hz. Ya'kûb gibi 11 çocuktan sonra dünyaya gelen çocukların dedesi durumuna gelenler, torunu sever küçük çocuklarını severler. Çünkü torun sevgisi, evlat sevgisinden daha yoğundur.
Âyette Yûsuf'un kardeşlerinin, babalan için "apaçık bir sapıklıktadır" şeklindeki ifadeleri ya dâ değerlendirmeleri çok ağır olmuştur. Ağırlık iki şeyden meydana gelmektedir: Bir taraftan "babalarına sapık" demişler, diğer taraftan da bir "peygambere sapık"
demişlerdir. Âyetteki dalâl kelimesine "hata" manasını vererek o ağır değerlendirmeyi hafifletmiş oluyoruz.
İşte görüldüğü üzere tarihte "bir baba ve aynı zamanda bir peygamber, sevgisini küçük çocuklarına biraz daha fazla yöneltti" diye çocukları tarafından "sapık" olarak değerlendirilmiştir. Baba ve peygamber olması onun bu şekilde değerlendirilmesini engelleyemedi. Şimdi biz bu ilginç ve düşündürücü durumdan şu neticeleri çıkartıyoruz:
a) Kardeşler arasında her zaman bir kıskançlık oluşur. Ana-babalar, bu kıskançlığın en az seviyeye inmesi içinbüyük çaba harcamalıdırlar. Aksi takdirde bu kıskançlık, Hz. Yûsuf'un olgusunda' olduğu gibi, hastalık halini alabilir.
b) Kendini ebeveyn sevgisinden mahrum hisseden kardeşler suçlamayı
ebeveyne yapacak, ama düşmanlığını kardeşine yöneltecektir. Yani, suç babaya,
düşmanlık kıskandığı kardeşine. Sevgi denen duygu, diğer duyguların başında
gelmesine rağmen, kimi zaman Hz. Yûsuf kıssasında olduğu gibi sosyal hastalık
da
doğurmaktadır. Kıskançlık farklı sevmeyi mazur görmemektedir. Kardeşler
arasındaki sevgi, babanın kardeşlere gösterdiği sevgiye göre şekillenmekte ve
yoğunluk kazanmaktadır.
Sevgi noksanlığı hisseden kardeşlerin kıskançlığı, hasedi ve düşmanlık duygusu, özellikle aklı devre dışı bırakmakta ve insanın irâdesini elinden almaktadır. Hz. Yûsuf un olgusundan çıkarılacak önemli derslerden bazıları işte bunlardır.
Aile eğitiminde bu konu yani, Hz. Yûsuf örneği anlatılmalı, ebeveynin çocuklar arasında bir kıskançlık ortamının oluşmaması için olanca gayretlerini göstermeleri önerilmelidir. Belki de ders vermek için Yüce Alla, Hz. Ya'kûb'un ailesinde böyle bir modeli kendisi hazırlatmıştır.
4. "(Aralarında dediler ki), Yûsuf'u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da tövbe ederek sâlih kimseler olursunuz."
İşte 5. âyette geçen "sana bir tuzak kurarlar" ifadesi, bu âyette ortaya çıkmış ve bu tuzağın planları yapılmaya başlamıştır. Hz. Yûsuf un kardeşlerinin duyduğu kıskançlık yavaş yavaş plana dökülmeye başlandı. Planda önce iki görüş ileri sürüldü.
a) Yûsuf u öldürün,
b) Onu uzak bir yere atın.
Daha sonra üçüncü bir görüş "Yûsuf'un kuyuya atılması" şeklinde "b" planını destekledi.
Yapılan bu planların tek amacı vardı; o da babalarının sevgisinin kendilerine yönelmesi; başka bir ifade ile babalarının sevgisini elde etmeleri. "Babanızın teveccühü yalnız size kalsın!" ifadesi, o planların amacını belirlemektedir.
Âyetin son bölümünden anlıyoruz ki, Hz. Ya'kûb'un çocukları, yani Hz. Yûsuf un kardeşleri bu işin günah olduğunu da biliyorlardı. Yani, günahlarından arınmak için de tövbe edilmesinin zorunlu olduğunun kültürüne sahiptiler.
"Ondan sonra (tövbe ederek) sâlih kimseler olursunuz" demeleri buna delil olmaktadır. "Sâlih kimselerden olmak" ifadesini hem dînî açıdan değerlendiriyoruz hem de beşerî açıdan. Dînî açıdan tövbe edip "öldürme veya onu uzak bir yere atıp kaybetme" günahından arınmak, beşerî açıdan da "babalarının teveccühünü kazanarak onun katında sevilenler olmak" anlamına alabiliriz.
5. "Onlardan biri: 'Yusuf'u öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın', dedi." İçlerinden biri, üçüncü bir planı ortaya atmış görünmekle beraber, aslında ikinci planı destekler nitelikte bir plan ileri sürmüş olmaktadır. Bu görüşü teklif eden kardeşin, diğerlerinden daha insaflı olduğu bu şekilde görülmüştür.
Bu iki âyetten çıkaracağımız netice şudur. Kötüler plan yapıp uygulamak hususunda iyilerden yana sağlam görünüyorlar. Kötüler planla-
nnı yapmakta, farklı görüşlere saygı gösterip uygun bulduklarını uygulamaya koymaktadırlar.
Diğer taraftan kardeşin kardeşe kurduğu tuzağın planı üzerindeki görüşmeleri de öğreniyoruz. Günümüzde ve gelecekte kardeşler arası kıskançlığın böyle tuzaklar kurmak için de bazı planlamalar yaptırabileceği gerçeğini görüyoruz ve ileride de göreceğiz.
Yûsuf sûresinin 5. âyeti ile 10. âyeti arasında geçen olayların değerlendirmesini çok genel manada şöyle yapabiliriz: Hz. Ya'kûb 5. âyetin sonunda şöyle demişti: "Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır." İşte şeytan insan nefsindeki kıskançlık duygusunu kullanarak insana kardeşini öldürtmek veya ona karşı tuzak kurdurmak sureti ile düşmanlığını hayata geçirmektedir.
Şeytan böyle işlerde insanı kullanıp düşmanlığım arka plana bırakmaktadır. Görüntüde kardeş kardeşe düşman gözüküyor, ama asıl düşman arkada kalan şeytandır.
Beşinci âyetin sonundaki ifadesi ile Hz. Ya'kûb bu dersi vermektedir. Sebep-sonuç ilişkisi içinde âyet hakkındaki analizimizi yaparsak, ilk sebep şeytan, ikinci sebep kardeş kıskançlığı, netice de kurulan tuzak olmaktadır.
işte insan kötü eylemleri değerlendirirken bu sebepler zincirinde genelde ilk sebebi, özelde de ikinci sebebi kaçırmakta ya da ihmal etmektedir.
Din eğitimi bunu, "şeytanın insanı istismarı" başlığı altında öğretmeli ve bu gibi tarîhî olgulardan örneklerle konuyu desteklemelidir. Kötülüklerin nereden kaynaklandığını, gerçek düşmanın kim olduğunu, insanı kimin kötü manada kullandığını bilinçli bir şekilde Kur'ân'm rehberliğinde anlatmak din eğitiminin etkinliğini artıracaktır.[7]
11.Dediler ki: Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun! Oysa biz, onun iyiliğini istemekteyiz.
12.Yarın onu bizimle beraber gönder de, bol bol gezsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz-
13.Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken, onu bir kurdun yemesinden korkarım.
14.Dediler ki: Hakikaten biz bir
topluluk olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten aciz
kimseler sayılırız.
Âyetlerin analizinden çıkaracağımız genellemeler olacaktır.
1. Hz. Ya'kûb, oğlu Hz. Yûsuf'u ondan büyük olan kardeşlerine güvenmiyordu ki kardeşleri babalarına şöyle demişti: "Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun!" Öyle anlaşılıyor ki, babası, Yûsuf'u kıskandıklarının farkına varmıştı. Demek ki onların kıskançlığı babalarının "güvenini" sarsıp ortadan kaldırmıştı. Aşırı kıskançlık bir psikolojik hastalık olduğundan onun üzerine "güvene dayalı" iş oturtulamaz.
2.Güvenini kaybetmiş insanlar, hep iyilikten, güzellikten, doğruluktan yana olduklarını söylerler. Âyette bu genel kurala rastlıyoruz: "Oysaki biz onun iyiliğini istemekteyiz." İnsanlar ağızlarından "iyilik" kelimesini sahte olarak çıkarsalar bile kandırıcı oluyor. Kıskançlık adına düzenlenen tuzağın gizlenmesi için insanlar hep yalan söylerler. Kötü manada "takiyye" buna denmektedir.
3. Yûsuf sûresinin 12. âyetinden anlıyoruz ki, Hz. Yûsuf kendini koruyacak yaşta değildi. "Bol bol gezsin ve
oynasın" dediklerine göre Hz. Yûsuf'un, oyun oynama yaşında olduğu ortaya çıkmaktadır. "Bizimle beraber oynasın" demiyorlar da, "kendi kendine oynasın" anlamına gelen kelimeleri kullanıyorlar. Bahaneleri gezmek ve oyun olmuş, inandırıcı olmaları için onu koruyacaklarını da söylemişlerdir.
4. Hz. Ya'kûb'un 13. âyette onlara güvensizliği devam etmekte
olduğundan "Onu götürmeniz beni mutlaka üzer"
ifadesine yer vermiştir.' Bu ifadede Hz.Ya'kûb'un konuşmasındaki zarafeti
görüyoruz. Yûsuf un kardeşlerine 'siz ona bir kötülük yaparsınız' demiyor da
"siz ondan habersizken onu
bir kurdun yemesinden korkarım." Tuzağı kuran insan kurtlarının yanında olduğu halde, onun başka kurttan bahsetmesi; "beni üzersiniz" demek yerine "üzülürüm" demesi incelik ifade eden bir konuşmadır.
Babası, tuzağı onların kuracağını bildiği halde tuzağı kurdun kuracağını söylemiştir. Bize göre, buradaki "kurt" kelimesi mecazî manada Yûsuf'un kardeşlerini ifade etmektedir.
5. Kalabalık olmalarını öne sürerek, kurdun onu yiyemeyeceğini iddia ettiler. Genel manada anlıyoruz ki, "kurt" kelimesi ile Hz. Ya'kûb onlara, planlarını uygulayıp mazeret beyan etmeleri için bir ipucu, bir delil sunmuş oldu. Hz. Ya'kûb'un "kurdun yemesi"nden bahsetmesi, daha sonra Yûsuf'u kaybetmelerinde gösterecekleri mazerete dönüşmüş oldu.
Hz. Ya'kûb'un "kurt yemesi" sözünü günümüze aktarırsak, çocuklarımızı, dünya gençliğini, kurt gibi vahşi hayvanlardan daha tehlikeli kurtlar kapmakta, yiyip yok etmektedir. Tehlikeli felsefeler, alkol, eroin gibi tehlikeli maddeler vahşi kurda mı benzer! Gençliği öylesine oyakalıyor ve manevî hayatını boğazlayıp kanını akıtıyor ki, kurdun yemesine mi benzer! Her ana-baba bu korkuyu Hz. Ya'kûb gibi duymalıdır.[8]
15. Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yûsuf'a: 'Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar farkına varmadan kendilerine haber vereceksin' diye vahyettik.
16.Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.
17.Ey babamız! dediler, biz yarış yapmak üzere uzaklaşmış, Yûsuf'u da eşyamızın yanına bırakmıştık. Onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.
18. Gömleğinin üzerinde sahte bir kan getirdiler. (Ya 'kûb) dedi ki: 'Bilakis nefisleriniz size bir işi güzel gösterdi. Artık bana düşen, hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan, ancak Allah'tır.
Âyetlerin analizinden varacağımız neticeler olacaktır.
1. Kardeşleri, kuyuya atma şeklindeki üçüncü planı tatbikata koydular. "Kuyu" kavramı burada, günümüze ve geleceği ilginç bir mesaj ve ışık tutmaktadır.
Haset ve düşmanlığa dönüşen kıskançlık, insanın kendi aleminde ve kardeşler arasında ilişkilerde "kuyu", insan şahsiyetini sıfırın altına, eksiye düşüren bir çukur açmakta, sıfırın altında aşağıların aşağısına indiren bir etkinlik oluşturmaktadır. Onlar Hz. Yûsuf u, maddî kuyuya atılırken kendilerini de maneviyatın kuyusuna, yani kötülük çukuruna atıyorlardı.
Günümüz gençliği Hz. Yûsuf gibi, oynamaya ve yiyip içmeye götürülürken aslında ahlâksızlığın, fikirsizliğin ve tembelliğin çukuruna atılmaktadır. O gençliğe ihanet eden, yine kendi toplumunun insanları olmaktadır. Tıpkı Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin ihaneti gibi. Günümüzde gençler, insanlar arasında açılan tefrika denen ateş çukuruna (Âl-i İmrân 3/103) durmadan atılmaktadır. Asırların ötesinden yüce Allah bu olgu ile bize bunu anlatmaktadır.
2. İşte Yûsuf kardeşlerinin elleri arasında kuyuya doğru giderken Allah'ın vahyini alıyordu:
"Andolsun ki sen onların bu işlerini, onlar farkına varmadan kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik."
Asırlar öncesinden gelen ve Kur'ân'in anlattığı bu olgu, bize neyi anlatıyor? Hz. Yûsuf kuyuya doğru götürülürken, oraya atılırken, ilâhî vahyini almıştı. Onlar onu yerin kuyusuna atarken o, ilâhî âlemden vahy, mesaj alıyordu. Onlar kötülüğün çukuru ile uğraşırken, o ilâhî âleme yücelen merdivenlerden onlara bakıyordu.
İşte kötülüklerin çukuruna atılan günümüz gençliğinin imdadına ilâhî vahy olan Kur'ân'ın mesajı yetişecektir. Gençliğimiz, elinden tutulup oyuna ve yiyip içmeye deyip kötülüğün kuyusuna atılırken, onun kulağına, beynine ve gönlüne ilâhî vahyi, Kur'ân mesajını fısıldayacak insanların yetişme zamanı gelip geçmektedir. O zaman kıskançlığın, hasedin ve düşmanlığın çukuruna sadece Hz. Yûsuf atıldı, ama günümüzde toplu atılmalar var.
Demek ki Hz. Yûsuf o yaşlarda ilâhî vahyi almıştı ama, bu vahy onu peygamberliğe hazırlayan bir vahy olmuştu. Ama o anda peygamber olduğunu söylememiz mümkün değildi. Çünkü Yûsuf 22'de ona nasıl peygamberlik verildiği açıklanacaktır. 15. âyetteki vahy, Allah'ın, Hz. Yûsuf a "içinden ölmeyeceğini seslenen bir vahy" durumunda idi; yani, ölmeyeceğini, gelecekte onların şu anda yaptıklarını onlara haber vereceği müjdesini veren bir vahy idi.
3. "Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. Ey bab'amız! dediler, biz yarışmak üzere uzaklaşmış, Yûsuf u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Yazık ki onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize artık inanmazsın." İnsan yalandan bile ağlayabiliyor. Hz. Yûsuf un kardeşlerinin gözünden yalanının akıttığı yaşlar vardı. Yalan yaşlan, ağlamaları ile babalarını kandırmaya çalışıyorlardı. Babası, kötü niyetli çocuklarının sahte ağlamalarla kendisini nasıl kandırmaya çalıştıklarını bize tarihsel bir olgu olarak anlatırken, gelecek nesillerde de bunun olacağına dikkat çekmektedir.
Babalarını kandıran gençlik yetişmiyor mu? Babalarının sahip olduğu değerleri bir tarafa atıp şeytanın yolunu seçen gençlik yok mu? Bu gençlik bu yola, babalarını kandırarak girip gitmiyorlar mı?
Güya kendileri yarışmak üzere uzaklaşmış, kardeşlerini eşyaların yanına bırakmışlar ve neticede kurt onu yemiş. Aslında "kurt" kelimesini 13. âyette babaları Hz. Ya'kûb kullanmış ve böylece onlara, yalanlarını düzecekleri ipi vermiş oldu. Onlar da aynı kelimeyi kullanarak onu yalanları ile ikna etmeye çalışıyorlardı.
Yüce Allah, babalara çocuklarına sahip çıkmalarını, kardeşi bile kardeşe teslim etmenin neler doğurduğunu en uç bir olgu ile anlatmakta, çocuklarını başkalarına emanet eden toplumların sonradan pişman olacağını, o çocukları insan şeklindeki kurtların kapacağını öğretmektedir. Gençliğin beynini, gönlünü ve irâdesini başka toplumlara kaptıranlar sonra dizlerini dövecekler ve sonra o toplumlar tarafından yalanla avutu-lacaklardır. Baba ile oğullar arasında yalan; kardeşler arasında yalan, kardeşler arasında kötüde ittifak, düşmanlık ve benzeri entrikalar işte burada anlatılmaktadır.
Bu âyetin yorumundan çıkartabileceğimiz bir sonuç da peygamber bile olsa bir insanın ya da bu konuya özel olması bakımından Hz. Ya'kûb'un, Allah bildirmediği sürece gaybı bilemeyeceği gerçeğidir. Eğer peygamberler kendiliklerinden gaybı bilselerdi burada Hz. Ya'kûb'un da oğlunun ölmediğini bilmesi ve ilerideki âyetlerde de görüleceği üzere kendini kör yapacak kadar üzmesine gerek kalmayacaktı.
4. Yalanlarını ispat edebilmek için, sahte kan bulaştırılmış gömlekle geldiler. "Gömlek" kelimesi Yûsuf
sûresinde anlatılan olgunun merkezî konularından birini teşkil etmektedir.
a) Yûsuf'un gömleğini çıkarıp sahte kan bulaştırıp babalarına delil olarak getirdiler (âyet: 18).
b) Gömlek Hz. Yûsuf'un iffetine delil olarak kullanıldı (âyet: 26).
c) Hz. Yûsuf, gömleğinin babasına götürülüp yüzüne atılmasını emretti. Bu sayede babasının göreceğini söyledi. İsteği yerine getirilince Hz. Ya'kûb görebilmiştir (âyet: 93-96).
İşte Yûsuf'un gömleği çok işler becermiş, bu sayede mu'cizevî bir olgu gündeme getirilmiştir.
Hz. Ya'kûb onların yalan konuştuğunu anladı ve dedi ki: "Nefisleriniz size bir işi güzel gösterdi." Bu iş, kötü bir işti. Ama Hz. Ya'kûb'un bu analizinde sebep-sonuç ilişkisi içinde bir açıklama vardır. Nefsin güzel göstermesi sebep, onların kuyuya atmaları da sonuç olmaktadır.
Hz. Ya'kûb'un bu analizinden şu ilkeyi çıkartıyoruz: İnsan yaptığı kötü eylemlerde, kendini sorgulamalı, kendine yönelip içindeki kurdu görebilmelidir. Kötü amelin cazibesi, ya şeytandan (En'âm 6/43) ya da nefisten gelmektedir (Yûsuf 12/18). Nefsin ve şeytanın gösterdiği güzelliklerin sahte olduğunu Yüce Allah bu olgularla bize anlatıp din eğitimi yapmakta, nefsin, aklı nasıl devre dışı bıraktığına, gönül ülkesini nasıl işgal ettiğine dikkat çekmektedir.
Hz. Ya'kûb, kendisine düşen hareketin "ancak güzel, yani hakkı ile sabretmek" olduğuna karar vermekte, şeytanın ve çocuklarının kurdukları tuzak, kaybettiği oğlu ve çocuklarının yolculukları gibi insanı yıpratan bir dizi olaya karşı metanetini bozmadan sabretmeyi, kendine yakışan bir hareket olarak görmektedir. İşte bu örnek bize sabır eğitimini vermektedir. "Anlattığınız karşısında bana yardım edecek olan, ancak Allah'tır." İşte güzelce sabreden insanın ağzından dökülen cümle budur ve bu olmalıdır. Bu ifadeyle burada sabır ile Allah'ın yardımına sığınmanın eğitimi verilmektedir.[9]
19. Bir kervan geldi, sucularını gönderdiler, kovasını sarkıttı: 'Müjde', dedi, 'işte bir oğlan'. Onu ticaret i~ çin sakladılar. Halbuki Allah onların ne yaptıklarını biliyordu.
20. Nihayet onu düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar. Onlar ona karşı isteksiz idiler.
21. Onu satın alan Mısırlı,
karısına: 'Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur ya da onu evlât ediniriz'
dedi.
Böylece biz Yûsuf'a o yerde güzel bir imkan verdik ki ona olayların/rüyaların yorumunu öğretelim. Allah
emrini yerine getirendir, fakat insanların çoğu bilmezler.
Hz. Yûsuf'un olgusu devam ederken kuyunun içinden çıkarılışı ile Mısır'a yerleşmesi bölümü bu âyetlerde geçmektedir.
1. Kervanın ne yaptığını Allah biliyordu. Bir kervan, yolcu kafilesi gelip Hz. Yûsuf'un kuyuya atıldığı yerden geçiyordu. Kervanın su işleri ile görevli olan birisini su almak üzere kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıtınca, Hz.Yûsuf u gördü ve bir oğlan çocuğu bulduğunu müjdeledi.
Bu kervan nereden geliyordu? Râzî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği bir habere göre, bu kervan, Medyen'den Mısır'a giden, ama yolunu şaşırıp takip etmeleri gereken yoldan çıkan ve böylece Hz. Yûsuf un kuyuya itildiği yerden geçen bir kafile idi[10].
Kitab-ı Mukaddes'e göre, Hz. Yûsuf un atıldığı kuyuda su yoktu. Bunu söyledikten sonra kervan olayı orada şöyle anlatılır: "Ve ekmek yemek için oturdular; ve gözlerini kaldırıp gördüler, ve işte Gidead'dan İsmaillerin bir kervanı geliyordu, ve onların develeri baharat, pelesenk ve mür yüklü idi, ve Mısır'a indirmek için gidiyorlardı. Ve yahûda kardeşlerine dedi: Eğer kardeşimizi öldürür, ve onun kanını gizlersek, ne kazanç var? Gelin ve onu İsmaillere satalım ve elimiz ona dokunmasın. Çünkü o kardeşimizdir, etimizdir. Ve kardeşleri sözünü dinlediler. Ve midyaniler, tacirler, geçiyorlardı; Ve Yûsuf u çekip kuyudan çıkardılar ve Yûsuf'u İsmaililere yirmi gümüşe sattılar. Ve onlar Yûsuf'u Mısır'a götürdüler"[11].
Bilindiği gibi, İsrailoğullan Hz. İbrahim'in oğlu İshâk'tan gelirken, Araplar da Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'den gelmektedirler. Kitab-ı Mukaddes'te geçen İsmâililer, belki de Arapları ifade etmektedir. Demek ki Araplarla İsrailoğullarının müşterek dedeleri Hz. İbrahim olmaktadır. Hz. Ya'kûb'un çocukları, kardeşlerini öldürmeye teşebbüs ettikleri gibi, bir tarihi olgu olması bakımından, günümüzde de Araplarla İsrailoğullarının birbirlerini öldürmeleri arasında bir benzerlik görüyoruz. Hz. İsmail'in torunları ile Hz. İshâk'ın çocukları, yani amca oğullan birbirinin kanını akıtmaktadırlar.
Demek ki kervan, Hz. Yûsuf u satmak için kuyudan alıp kurtardı. Bundan şu sosyolojik gerçeği çıkarıyoruz: O dönemlerde insanlar satılıyordu. Köle pazarları kuruluyordu. İnsanlarm bir eşya değeri kadar değerleri vardı. Onun için Yüce Allah âyette "onu bir ticaret malı olarak sakladılar" ifadesine yer vermiştir. Ayrıca âyette: "Allah onların ne yaptıklarını biliyordu" ifadesinin olması bizi şu gerçeğe götürmektedir: Yüce Allah, Hz. Yûsuf'u hem gözetliyor hem de koruyordu.
2. "Nihayet onu düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar. Onlar ona karşı isteksiz idiler." Bu âyette geçen iki kelimeyi açıklamak gerekiyor:
a) el-bahs kelimesi, "noksan yapmak, eksilmek, alış-verişte birbirini kandırmak, yani ölçü ve tartıyı noksan yapmak" manalarına
geldiği gibi "ucuz, yağmur suyu ile yetişen ekin" anlamına da gelmektedir.
Râzî, âlimlerin bu kelimeye verdiği manaları nakletmektedir: Bereketsiz olduğu için "haram"a bahs denir (Vahidî); noksanlaştırmak anlamına geldiği için "zulm"e de bahs denir (Katâde). Ayrıca bu kelime, "kıymeti az olan" anlamına da gelmektedir[12].
b) Buradaki ez-zâhid kelimesi zühd kökünden türemiştir ve "'fazla rağbet ve istek duymamak" anlamına gelmektedir. "Arzu ve isteği az olan adama" zâhid denir. "Dünyaya fazla değer vermeyen, onu aşırı bir şekilde arzulamayana" da zâhid denmektedir. "Küçük görmek, malı olmayan fakir" manasına da gelen bu kelime Kur'ân'da sadece bu âyette geçmektedir.
Demek ki kervandakiler Hz. Yûsuf a isteksiz davrandıklarından, onu çok az bir fiyata Mısır'da sattılar. Aslında bu zühd kavramı, psikolojik kaynaklı olmasına rağmen, o dönemde "insana değer vermeme" şeklindeki sosyolojik gerçeğine de işaret etmektedir.
Bu âyetlerden şunu çıkartıyoruz: Sahipsiz kalan gençlik az bir bahaya satılıp elden ele dolaşır. Yûsuf'un para ile satılmasını, günümüz gençliği için kandırılma, istismar edilme şeklinde alabiliriz. Az bir bahaya satın alınan insan yok mu? Onun için toplumlar gençlerini siyâset, eğitim ve ekonomik açıdan sahipsiz bırakılmamalı. Tahrîm 6'da Yüce Allah'ın emrettiği gibi, korumalıdırlar. İşte Yüce Allah sahipsiz çocuğun başına gelen serüveni anlatmakla bize bu mesajı vermektedir.
3. "Onu satın alan Mısırlı, karısına: 'Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur ya da onu evlât ediniriz' dedi." Yüce Allah'ın gözetiminde ve korumasında Hz. Yûsuf güvenilir bir ailenin eline düştü. Eski bir medeniyet yeri olması nedeniyle, Mısırlı kişi "Hz. Yûsuf'a iyi bakılmasını eşine söyledi" Âyetteki ifade ekrimî mesvâhdır. Bunun anlamı, "onun yerini şerefli tut, onun makamını yüce tut" şeklindedir. Bu kelimeleri söyleyen Mısırlı kişi, belli ki Hz. Yûsuf'a alaka duyuyor, onu seviyordu.
Ama kendisi, hanımına bu şekilde söylemesini iki nedene bağlamaktadır:
"Belki bize yararı dokunur."
"Ya da onu evlât ediniriz."
Bunlardan biri olabilir şeklinde düşündüğü gibi, ikisine de niyet etmiş olabilen Mısırlı kişinin, uzun vadeli düşünebilen ve insana değer veren bir kültüre sahip olduğu bu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Hanımına, çocuğun makamını yüce tutmasını, ona iyi bakmasını söylemekle geleceğe yatırım yapıyordu. Belki de bu yatırım, bütün Mısır halkı ve devleti için iyi bir gelecek olacaktı.
"Böylece biz Yûsuf'a o yerde güzel bir imkan verdik ki ona olayların/rüyaların yorumunu öğretelim. Allah, emrini yerine getirendir, fakat insanların çoğu bilmezler." Hz. Yûsuf'un olgusunu anlatan bu âyetlerin neticesi bu âyette verilmektedir.
"Böylece biz Yûsuf'a o yerde güzel bir imkan verdik" ifadesi "onu Mısır'a yerleştirdik" anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu cümle, "Mısır'ı idare etme fırsatını, imkanını ve kudretini verdik" manasınıda ifade etmektedir. Birinci derecede, "onu Mısır'a yerleştirdik" manasın vermek daha doğru olacaktır.
"Ona olayların/rüyaların yorumunu öğretelim diye." Buradaki ehâdîs kelimesine, "olaylar", "sözler" manasını vermek gerekir. Bu kelimenin manasını Yûsuf 6'da açıklamıştık.
Demek ki, Hz. Yûsuf kuyuda vahy ile tanışmış, Mısır'da da ilâhî öğretim faaliyetinin içinde bulunmuştu. Yüce Allah da onun beynine olayların, rüyaların ve sözlerin nasıl yorumlanacağını yerleştirmişti.
c) "Allah emrini yerine getirendir." Bunu "Allah
işinde galiptir" şeklinde de manalandırabiliriz. Kardeşlerinin ona kurduğu
tuzağı boşa çıkarıp geleceğin peygamberini yetiştirmekte Allah'ın işine engel
olacak
kimse yoktur, O'nu kimse mağlub edemez, aciz bırakamaz. O, daima işini nihâî
noktasına erdirir, çünkü işinde galiptir.
d) "Fakat insanların çoğu bilmezler." Yüce Allah, insanların "Allah'ın işinde galip olacağı" konusunda bilgilerinin olmadığını buyurarak, bilginin ve bilmenin önemini vurgulamaktadır. Bilgi etkinliğinin bulunduğu yerde, haset, kin ve düşmanlık yoktur. Hz. Ya'kûb'un çocukları, eğer "Allah mutlaka işini sonuna erdirir, O'na kimse engel olamaz" bilgisine sahip olsalardı bu zulme sapmazlardı.[13]
Hz. Yusuf Peygamber Oluyor:
22. Yûsuf ergenlik çağına erişince ona hüküm ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle ödüllendiririz.
Bu âyetten çıkaracağımız önemli genellemeler olacaktır:
1. Eğitim, büyüme ve gelişmenin kanunlarına bağlı olarak yapılır. Ayette geçen jlİİ eşüdd kelimesinin "kuvvetli, güçlü" anlamına gelen şedîdden geldiğini söyleyenler olmuştur. Dolayısıyla bu kelimenin, "şiddet, kuvvet ve celâlet" manaları da vardır. Biz ona "olgunluk" diyebiliriz yani âyetin bu kısmına "Yûsuf olgunluk çağına erişince" manasını verebiliriz.
Bu manalardan hareketle diyebiliriz ki, biyolojik kanunların büyümeyi gerçekleştirmesi ile paralel olarak psikolojik gelişim de meydana gelir. Biyolojik gelişimin kanunlarının çakıştığı noktaya Juii eşüdd denebilir, yani özellikle bizim peygamberimizi dikkate alırsak eşüdd, " aşının getirdiği gelişmişlik"tir diyebiliriz.
Burada önemli olan eşüdd kelimesinin matematiksel olarak hangi yaş olduğu değil, büyüme ve gelişim kanunlarının çakıştığı zirve noktası olmasıdır.
2. Dikkat edilirse, olgunluk çağına geldikten sonra, Hz. Yûsuf a
hüküm ve bilgi verildi. Hüküm ve bilgi verilmesi demek, ona bunların
öğretilmesi demektir. Demek ki, öğretim faaliyeti büyüme ve gelişme
kanunlarının üzerine bina edilmektedir. Büyüme ve gelişmenin kanunları,
öğreticilerin elini-kolunu bağlamaktadır. Öğretime ne zaman başlanacağını,
neyin, ne zaman öğretileceğini belirleyen esas, bu büyüme ve
gelişme kanunlarıdır. Ayetin birinci bölümü ile ikinci bölümünün ilişkisi bunu
vermektedir.
Yüce Allah'ın uyduğu da bu büyüme ve gelişme kanunlarıdır. O kanunları kendisi koydu ve yine kendisi onlara uymakta ve belli bir olgunluk, yani gelişim merhalesine gelmeden hüküm ve bilgiyi öğretme-mektedir. Biz de aynı kanunları öğretim ve eğitim faaliyetinin temeline koyuyoruz. Ders programlarını hazırlarken, hangi çağdaki çocuğa hangi konuları, hangi derinlikte verebileceğimizi belirlerken öğrencilerin büyüme ve gelişme yaşlarını dikkate alma zorunluluğu vardır.
Âyette geçen hükm kelimesi, "keskin muhakeme gücü, yani doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ve hak ile bâtılı ayırma gücü, yani derin bir kavrayış yeteneği"' anlamına gelmektedir. Zemahşerî hükm kelimesine "hikmet, yani amelî bilgi" demektedir. Râzî, bazı â-limlerin hükm kelimesinin "'peygamberlik" olduğunu söylediklerini nakletmektedir. Hükm "peygamberlik"; ilim de "dil ilmi"dir[14]. Yûsuf sûresinin 101. âyetini dikkate alırsak, buradaki hükm kelimesinin hem "peygamberlik" hem de "iktidar" anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
3. Yüce Allah "işte güzel davrananları biz
böyle ödüllendiririz" buyururken sanki hükm kelimesinin peygamberlik değil de "iktidar" anlamına geldiğini söylemektedir. Çünkü peygamberlik güzel davranmakla elde edilecek bir makam veya görev değildir. O, bir lütuftur, ödül değildir. Ama iktidar sahibi olmak bir ödüldür. Onun için güzel davrananlar ona ulaşabilir.
Âyetin son kısmı ile Yüce Allah bizlere şu ilkeyi öğretmektedir: İktidarı vereceğimiz kimseler ona layık olan bilgi ve güzel davranışlara sahip olmalıdır. Muhsin denen, işini yerli yerinde yapan, iyi davranan insanlara siyâsî erk teslim edilebilir. Muhsin adam, hem bilir hem bildiğini uygular hem de ahlâka uygun hareket eder, yaptığı işlerde Allah'ın gözetiminde olduğunu bildiği için hatadan uzak durmaya çalışır.
İşte Hz. Yûsuf ilâhî öğretim ve eğitimden geçerken bu nitelikleri kazanmıştı. Ya'kûb ailesinden kardeşleri kıskandıkları için kuyuya atılan Hz. Yûsuf, Mısır ülkesinde peygamberliğe ve devletin üst kademelerine yükseltilmiştir. Bu durum Yüce Allah'ın müdahalesi olmadan gerçekle-şemeyeceği için âyette Uipj Lüo- İuİI "biz ona hüküm ve ilim verdik" ifadesine yer verilmiştir.
Netice olarak şöyle diyoruz, büyüme ve gelişmenin doğa kanunlarını zorlamadan öğretim ve eğitim faaliyetleri tatbikata konmamalıdır. Güzel davranışlar bir gün mutlaka ödüllendirilecektir. Güzel davran, dereye at, bir gün gelip seni bulacaktır.[15]
23. Evinde bulunduğu kadın, onun
nefsinden murat almak istedi. Kapıları iyice kapattı ve: 'Haydi gel' de
di. O da: 'Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim veli-nimetimdir, bana güzel
davrandı. Gerçek şu ki, zâlim
ler iflah olmaz' dedi.
24. Andolsım ki, kadın ona
meyletmişti. Eğer Rabb'inin gerçeğe dikkat çeken delilini görmeseydi, oda ona
meyletmiş olacaktı. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan uzak tutuyorduk. Çünkü
o ihlaslı kulları-
mızdandı.
Dikkat edilirse Yûsuf 22'nin son kelimesi olan muhsin, 24. ayetin sonunda muhlis kelimesiyle ifade edilmiştir ki bu iki kelime de kâmil insanın Kur'an'daki sıfatları olmaktadır. Muhsin kelimesi ile muhlis kelimesi, aslında cinsel ahlâk bakımından Hz. Yûsuf'un tutarlılığını gündeme getirmektedir.
1. Hz. Yûsuf, cinsel ilişki teklifine Allah'a sığınarak cevap veriyor.
a) "Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi. Kapıları iyice kapattı ve: 'Haydi gel' dedi." Daha önce kervandan Hz. Yûsuf'u satın alan adamın hanımı, Hz. Yûsuf delikanlı olunca ona karşı cinsellik bakımından niyetini bozdu. Kapılan kapatarak Hz. Yûsuf'u cinsel ilişkiye davet etti. Bu kadın, Hz. Yûsuf un evinde büyüdüğü hatta Hz. Yûsuf u büyüten bir kadın olması nedeniyle farklı idi.
b) "O da: 'Allah'a sığınırım' dedi." Teklif edilen kötü bir fiile karşı Allah'a sığınarak olumsuz cevap vermek, muhsin veya muhlis olmanın göstergelerinden biridir ve aynı zamanda bu tavır/söz peygamber ahlâkının bir parçasıdır.
Hz. Yûsuf'un Allah'a sığınması bize şunu ifade etmektedir: Cinsel iç güdünün etkisinden kurtulmak, insan gücünü aşmaktadır. Akıl ve irâde devre dışı kaldığından cinsel ahlâkı korumak imkansız hale gelmektedir. Yüce Allah'ın müdahalesi sayesinde böyle bir tekliften kurtulmak mümkün olacaktır.
c)"Zira kocanız benim velinimetimdir" ifadesi "efendim bu evde bana iyi baktı" anlamına gelmektedir. Ayetin bu kısmı nankör olmamak ve kadirşinaslık ahlâkını öğretmektedir.
Ayetin bu kısmındaki rabbî kelimesi, "efendim, ev sahibim" anlamına geldiği gibi aynı zamanda "kadının kocası" anlamında da değerlendirilebilir. Kadının kocası, Hz. Yûsuf'a iyi davrandığı için ona nankörlük etmek istemedi, zira böyle bir adamın hanımı ile cinsel ilişkide bulunmak nimeti inkâr olacaktı. Demek ki, kadirşinaslık da peygamber ahlâkının bir parçası olmaktadır.
d) "Gerçek şu ki, zâlimler iflah olmaz, dedi." Hz. Yûsuf un bu cümlesinden şunu anlıyoruz: Hz. Yûsuf zinayı zulüm; zina edeni de zâlim olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda nankörlük de bu zulüm kavramının
kapsamına girmektedir.
Zâlimlerin buradaki özellikleri iflah olmamalarıdır. Zâlim ve nankör insanlar kurtuluşa eremezler. Onlar ahlâkî davranışlarını, şahsiyetlerini kirletmiş ve leke almışlardır.
Allah'a sığınmak, kendisini büyütene ihanet etmemek ve bu fiillerin zulüm olduğunun bilincinde olmak peygamber ahlâkıdır. Bu ayetler ile Yüce Allah gelecek nesillere ahlâk eğitimi vermektedir. Bu ahlâkın modeli Hz. Yûsuf olmaktadır. Kur'an'da her peygamberin hayatında bir değer öne çıkmaktadır. Hz. Yûsuf'ta da cinsel ahlâkı koruma öne çıkmaktadır.
2. "Andolsun ki kadın ona meyletmişti. Eğer Rabb'inin gerçeğe dikkat çeken delilini görmeseydi, o da ona meyletmiş olacaktı." 23. ayette Hz. Yûsuf Allah'a sığınmıştı. Onun sığınmasına Yüce Allah cevap verdi ve ona delilini gösterip gönlündeki meylini engelledi, nefsinin etkisinden onu korudu. Yeter ki insan Allah'a sığınsın.
Yûsuf 53'de Hz. Yûsuf Yüce Allah'ın bu müdahalesini merhamet etmesi olarak değerlendirmektedir. Bu merhametin hayata geçirilişini Yûsuf 24 açıklamaktadır.
"O da ona meyletmiş olacaktı" ifadesinden anlaşılıyor ki, cinsel içgüdü kabardığı zaman ondan kurtulmak imkansız hale gelmektedir. Hz. Yûsuf gibi biri bile olsa bu konuda şeytanın etkisinden koru-nabilmek ve nefsin haram olan arzularına hizmet etmemek için Yüce Allah'ın dikkat çeken deliline ihtiyaç vardır.
Yüce Allah "Böylece biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzak tutuyorduk" buyurarak merhametini bu şekilde gösteriyordu. Hz. Yûsuf gibi Allah'a sığınan, efendisine ihanet etmeyen temiz bir gencin ahlâkının defolu olması, lekelenmesi doğru olmayacaktı. Onun için Yüce Allah Hz. Yûsuf'u kötülük ve fuhuştan çevirmedi de bunları Hz. Yûsuf tan çevirdi.
3. "Çünkü o, ihlaslı kullarımızdandı." Hz.
Yûsuf daha önceki davranışları ile muhlis sıfatını aldı. Muhlis, "samimi" anlamına gelir. "İhlaslı adam" derken bunu ifade ediyoruz. Sad 82'de şeytan bütün insanları etkileyeceğini söylerken, muhlis insanların istisna olduğunu: onları etkileyemeyeceğini de 83'de söylemektedir. İşte muhlis seviyesine çıkmış bir insanın leke alıp derece kaybetmesine Yüce Allah razı olmadığından ondan kötülüğü ve fuhşu çevirdi.
Yûsuf 21 ve 22. âyetleri dikkate alırsak muhsin insanın, daha çok "bilgi ve iyi iş yapmakla ünlenen biri" olduğunu anlıyoruz. Buna karşılık muhlis de daha çok "ahlâkî safiyetini koruyan"ı ifade etmektedir. Muhsin, "güzel işler üreten"; muhlis de "kötülüklerden ve fuhuştan uzak duran"dır. Bu iki sıfatın müşterek olan özellikleri vardır.
Her iki sıfat, Hz. Yûsuf un sıfatları arasında yer alıyordu. Muhsin ve muhlis, davranış, ahlâk ve ruhsal olgunluğun örneklerinden biri olan Hz. Yûsuf'ta buluşan iki sıfat olmuştur.[16]
25. İkiside kapıya doğru
koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasına
rastladılar. Kadın dedi ki: 'Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası,
zindana atılmaktan veya elem verici
bir işkenceden başka ne olabilir!'
26. Yûsuf: 'Asıl kendisi benim
nefsimden murat almak istedi' dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik
yaptı: 'Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu adam ise
yalancılardandır.
27.Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu adam doğru söyleyenlerdendir.
28.Gömleğin arkadan yırtılmış
olduğunu görünce kadına şöyle dedi: 'Şüphesiz bu sizin tuzaklarınızdandır.
Sizin tuzaklarınız gerçekten çok yamandır.'
29.'Ey Yûsuf! Sen bunları söylemekten vazgeç. Ey kadın! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkarlardan oldun.'
1. "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı." Ayetin bu kısmı bize şu gerçekleri
açıklamaktadır:
a) Hz. Yûsuf kapıya doğru koşarken kadın, iffetsizlik yapmak
istiyordu. İkisi de koşuyor, yani aynı eylemleri yapıyorlar ama, niyetleri
farklı idi. Birisi kapıyı açıp bu iğrenç tekliften kurtulmak isterken, öbürü
kapıyı kapayıp o iğrenç fiili işlemek istiyordu. Koşma fiili aynı; ancak niyet,
yani amaçlar farklı.
b) Hz. Yûsuf un namuslu olduğu deneysel olarak ispatlanmıştır. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Bir insanın, kendisinin namuslu olduğunu sözlerle ifade etmesine güvenilemez. Ne zaman ki kendisine cinsel ilişki teklif eden bir
kadına rastlar ve o şartlar altında teklifi geri çevirirse namuslu olduğu anlaşılmış olur. Bunu, gerçek hayat şartları altında gözlem yaparak söz konusu kişileri değerlendirmek diyoruz.
i. Hz. Yûsuf, Yüce Allah'ın delilini gördü ve Allah'ın merhameti sayesinde bu kaçınılması zor olan fiilden kaçındığını eylemleri ile ispat etti. Kendisini yetiştiren ve iyi davranan evin erkeğine ihanet etmediğini davranışı ile gösterdi. İşte gerçek hayat şartları altında namuslu olduğunu ortaya koydu.
ii. Hz. Yûsuf, cinsel içgüdünün kabarıp vahşi bir hayvan halini almasından dolayı, vahşi hayvandan kaçar gibi kadından kaçıyordu. Bu kaçış, beşerî olandan ilâhî olana; ahlâksızlıktan ahlâka; karanlıktan ışığa doğru gerçekleşiyordu.
2. "Kapının yanında onun kocasına rastladılar. Kadın dedi ki: Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!"
a) Ayetin bu kısmından çıkaracağımız ilk gerçek şudur: Cinsel içgüdüsü kabarmış bir kadın muradına ulaşamayınca vahşileşiyor; vahşiliğini burada hem yırtıcılığı hem de ihtirası ile gösteriyor.
Hz. Yûsuf'un gömleğini yırtarken bu kadın, cinsel içgüdüsünün onu ne hale getirdiğini; attığı iftira ile de ne kadar adileştiğini ortaya koymaktadır. Hz. Yûsuf un hem gömleğini hem de onun onurunu parçaladı. Demek ki Hz. Yûsuf, kardeşleri tarafından maddî kuyuya atılmış; burada da ahlâksızlığın kuyusuna atılmaya çalışılmıştı; orada da gömleği parçalandı, burada da. Yani gömlek, Yûsuf, ilk kuyuya atıldığında yalan yere delil olduğu halde, burada gerçek delile dönüştü.
b) Muradına ulaşamayan kadın bu sefer de ceza yağdırmaya başladı. Kadına göre Yûsuf, ya zindana atılacak ya da elem verici bir azap görecekti. Hem iftira ediyor hem de ceza veriyordu.
Yüce Allah bunları bize anlatırken, gelecek nesillere Hz. Yûsuf u tanıtmak amacında değildir. Amaç, cinsel içgüdünün kabarması ile aklı ve iradeyi nasıl devre dışı bıraktığını ve insan ilişkilerini nasıl kirlettiğini öğretmektir. Bu örnekle Yüce Allah, iffetli ve namuslu olmanın ne kadar zor olduğunu bütün dünya gençliğine Hz Yûsuf modeli ile anlatmaktadır.
3. "Yûsuf: 'Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi' dedi." Fizik kanunundan gelen psikolojik kanuna göre erkeğin vücudu (-) elektron, kadının vücudu (+) elektron yüklüdür. (+) elektron hareket etmediğinden dolayı, daima (-) elektron olan erkek kadına doğru hareket eder. Burada bu kural değişmiş ve ahlaken bozulmuş kadın, erkeğe doğru hareket emektedir. Kadının erkeği ayartması, erkeğin peşine takılması normal dışı bir harekettir.
Zikrettiğimiz psikolojik kurala göre ilk bakışta Hz. Yûsuf un, kadına saldırması, onun nefsinden murat alması gerekiyordu. Hele kadın da iftira edince durum iyice pekişmiş oldu. İşte durumun, bu doğa kanununun tersine işlediğini ispat etmek gerekiyordu. Hz. Yûsuf da ayetteki ifadesi ile bu ispatı yapmak istemiştir.
4. "Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik yaptı: Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu adam ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu adam doğru söyleyenlerdendir." Daha önce belirttiğimiz gibi, kardeşleri tarafından kuyuya atıldığı zaman, kardeşleri Hz. Yûsuf un gömleğini yırtıp sahte kan bulaştırıp onu yalancı delil olarak babalarına getirdiler. Bu sefer de gömlek ve onun yırtılması Hz. Yûsuf'un namusu için gerçek bir delil oldu. Daha sonra yine bir başka gömlek, Hz. Ya'kûb'un yüzüne atılıp gözlerinin açılmasını sağlayacaktır. Gömlek, Yûsuf suresinin temel konularından birini teşkil etmektedir.
Şahidin, kadının akrabasından olmasına rağmen, koyduğu ölçüde ne kadar objektif olduğu anlaşılmaktadır. Namus gibi çok nazik bir konuda tarafsız olacak maddî bir delili bu şekilde koymuş olması, asırlar sonra Kur'an'da anılmaya değer nitelikte olmuştur.
Yüce Allah bu konuyu ince ayrıntısına kadar bize niçin anlatıyor? Bu bir hikaye değil. Geleceğin insanlarına, hukukun delile ve şahide dayanıp objektif davranmalarının önemini anlatıp öğretmekte, delilsiz ve ispatsız, insanlar hakkında hüküm vermenin hukuka aykırı olacağına dikkat çekmektedir.
5. "Gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce kadına: 'Bu, şüphesiz sizin tuzakla-rınızdandır. Sizin tuzaklarınız gerçekten çok yamandır' dedi." Bu ifade, tarihî bir olgu olarak şu gerçeğe dikkat çekmektedir: Kadının cinsel içgüdüsü kabardığı zaman çok güçlü, yaman ve büyük tuzaklar kurabiliyor. Bu tuzaklara çok büyük erkekler düşmüşler, lekelenmişler ve onurlarını kaybetmişlerdir. Yüce Allah'ın merhameti ve delili olmasaydı Hz. Yûsuf da böyle bir tuzağa düşebilirdi. Kadının cinsel içgüdüsünün tuzağı çok yaman olduğu için ondan kurtulmak zordur. Bu tuzak, bataklıktır, kirliliktir, onur kaybettiren bir oluşumudur. Hele evli bir kadını geri çevirmek, onun ihtirasını, saldırganlığını daha da artıracaktır. "Kadının fendi herkesi yendi" tekerlemesi bu konuda söyleneceklerin en güzelini ifade etmektedir.
6. "Ey Yûsuf! Sen bunları söylemekten vazgeç. Ey kadın! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen
günahkarlardan oldun." Bu ayetten çıkaracağımız ilkeler vardır:
a) Toplumun ileri gelen birinin hanımı olması nedeniyle, bu işin duyulmaması, halk arasında yayılmaması gerekiyordu. Hem kadının hem de kocasının onurunu yaralayıcı olacağından böyle bir şeyin açıklanmamasını istemeleri normaldir. Ama durum ortaya çıkınca Hz. Yûsuf namus bakımından kirlenmekten kurtuldu.
b) Kadın suça ya da günaha teşebbüs etmiş ama fiiliyata dökememiş,
gerçekleşmeyen bir teşebbüs olmuştu. Ayette geçen tiki, "Çünkü sen
günahkârlardan oldun" ifadesinde yer alan hâtûn kelimesi, "teşebbüs
edip de gerçekleşmeyen zina" için kullanılan bir kelime olmakta,
"günah" olarak tercüme edilirse, küçük günah anlamına
gelmektedir ki buna "hata" demekte yarar vardır. Bu kelimeyi, Necm
32'ye göre, ufak-tefek günah anlamına gelen lemem ile eş anlamlı görmek
gerekir.
O günah gerçekleşmediği için kendisine hukukî bir ceza verilmemiş, af dilemesi yeterli görülmüştür.
Ama burada kadının kocasının bu şekilde davranması, onun çok kıskanç olmadığını, Hz. Yûsuf un suçsuz olduğunu anlayınca dengesini kaybetmediğini de ifade etmiş olmaktadır.
Kocası, kadının tuzak kurduğunu, günahkar olduğunu ve bu nedenle Allah'tan af dilemesi gerektiğini ona hatırlatarak, değerlendirmelerinde ruhî dengesinin bozulmadığını göstermektedir.
Yüce Allah, kadın erkek ilişkilerinde özel konuları gündeme getirerek bu konularda eğitim yapmakta, kadının erkeğe gitmesi gibi olağan dışı bir hareketi örnek olarak anlatmaktadır. Bu davranışın etrafında, Allah'a sığınmak, ihanet etmemek, iftiraya uğramak, Allah'ın müdahalesi, şahit ve delil gibi hukukî konular ele alınmaktadır. Hem cinsel ahlâk hem hukuk hem de sosyal içerikli konulara eskimeyen değer, kural ve bakış açıları kazandırılmaktadır.[17]
30.Şehirde bazı kadınlar şöyle
konuştular: "Azizin karısı genç
uşağının nefsinden gönlünü eğlendirmek
istemiş. Aşktan yüreğinin zarı delinmiş. Biz onu açık bir sapıklık içinde
görüyoruz. "
31.Kadın onların oyunlarını
işitince, onlara haber gönderdi. Kendilerine yaslanarak yiyebilecekleri bir
sofra hazırladı ve her birine bir bıçak verdi. Yûsuf'a da: "Karşılarına
çık" dedi. Nihayet Yûsuf'u görünce onu öylesine yücelttiler ki, kendi
ellerini kestiler ve şöyle dediler: "Aman Allah 'im! Bu bir insan değil;
asil bir melek bu!"
32. Kadın dedi ki: 'İşte budur o, hakkında beni kınadığınız. Vallahi, ben onunla gönlümü eğlendirmek istedim de o masum bir tavırla bundan çekindi. Ama, eğer kendisine emrettiğimi yapmazsa yemin ediyorum hapse tıkılacak ve horlananlardan olacaktır.'
Bu ayetlerin analizinden varacağımız bazı ilke ve gerçekler olacaktır:
1. Bu olay şehirde duyuldu. Kadının kocası, Hz. Yûsuf tan bunu söylememesini jstemesine rağmen, kötü haber kısa zamanda şehirde yayıldı "Azizin karısı genç uşağının nefsinden gönlünü eğlendirmek
"Azizin karısı genç uşağının nefsinden gönlünü eğlendirmek istemiş. Aşktan yüreğinin zarı delinmiş. Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz. (Öyle anlıyoruz ki kadın tam bir çılgına dönmüş.)"
"Delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş" ifadesinden anlıyoruz ki, haber şehre doğru yayılmış. Hz. Yûsuf, murat almak istemiyormuş, kadın almak istiyormuş, "Yûsuf un sevdası onun kalbine işlemiş" ifadesi, "onun sevgisi, kalbinin cidarına işlemiş, kalbine nüfuz etmiş" demektir, .-üjüi eş-Şeğaf, "kalbi kuşatan zar, kalbin kılıfı ve zarı" anlamına gelmektedir. Bu manadan hareket edersek, zar kalbi nasıl sararsa, onun sevdası da onun kalbini öyle sarıp bürüdü.
Zeccâc şeğafın, "kalbin en iç noktası, gözbebeği" olduğunu söylemektedir. Bu manadan hareket edersek, Yûsuf'un sevdası kadının kal-?min tâ içine, gözbebeğine işledi, diyebiliriz[18]. Şeğaf Kelimesi Kur'an'da sadece bu ayette geçmektedir.
Biz bundan şu neticeyi çıkartıyoruz. Kadının sevgisi tek taraflı idi. Hz Yûsuf ona bir sevgi duymuyordu. Sevgi tek taraflı olmayıp Hz. Yû tarafından paylaşılmış olsaydı böyle olmayacaktı.
Ama bu sevgi, masum bir sevgi değildi. Cinsel içgüdünün kabarttığı bir sevda niteliğinde idi ve evli bir kadını, kocasına ihanete zorlayan, meşru olmayan aşın bir istek ve tutku idi.
"Öyle anlıyoruz ki kadm tam bir çılgınlığa düşmüş" ifadesi "gerçekten biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz" şeklinde de tercüme edilebilir. Ayetin bu kısmından şunu anlıyoruz: O devirde şehrin kadınlarında bir cinsel ahlâk anlayışı vardı. Kadının yaptığına sapıklık demeleri ve bu şekilde onun davranışını değerlendirmeleri, ahlâkî anlayışlarının doğru olduğunu ifade etmektedir.
Ayette geçen dalâlin mübîn, "apaçık sapıklık; apaçık, tamamen yoldan çıkmak" anlamına gelmektedir. Demek ki, doğanın, ahlâkın, dinin yolu evli kadının başkasına sevdalanmamasıdır. Kadının, kocasına ihanet etmesi, doğanın, ahlâkın ve dinin oluşturduğu yoldan çıkması anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile kocasına ihanet, cinsel sapıklıktır. İşte kadınların bu değerlendirmeleri ahlâkın evrenselliğini göstermektedir.
2. Yûsuf suresinin 31. ayetinde, dedikodu yapan kadınlara, bu sevdasında haklı olduğunu ispat etmek için kadın
bir deney yaptı. Ayetin tercümesinde görüldüğü gibi, onlara bir yemek düzenledi. Hazırladığı bu yemekte
ellerine birer bıçak verdi ve Yûsuf'a 'karşılarına çık' dedi. Kadınlar Hz. Yûsuf'u görünce, hem ellerini kestiler
hem de ona melek diyecek kadar onu yücelttiler.
Bundan anlıyoruz ki, Hz. Yûsuf şehirde dolaşan bir delikanlı değildi. Kadınlardan onu gören yoktu. İlk defa görülüyordu. Kadın aklı sıra kendini haklı çıkarmaya, ma'zur göstermeye çalışıyordu. Buna günümüz psikolojisinde "davranışını aklileştirmek" diyoruz.
3. Yûsuf suresinin 32. ayetinde kadının tehdit savurduğuna, Hz. Yûsuf un, nefsinden murat almayı kabul etmemesinin kötü sonuçlan olacağını söylediğine şahit oluyoruz. Kadın, kendisinin murat almak istediğini itiraf ettikten sonra Hz. Yûsuf'un bu işi yapmaktan şiddetle kaçındığını da söylemiştir.
Bununla beraber onun üzerine gideceğini, teklifini yerine getirmezse ya hapse atılacağı ya da horlananlardan olacağı tehdidinde bulundu. Bu tehdidini kadınların yanında açıkça yaptı.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Cinsel içgüdünün alt yapısını ya da kaynağını teşkil ettiği sevda tek taraflı olunca dur durak bilmez bir hal alıyor; tuzak kurmaya, tehdide ve onur kırıcı olaylara varan hadiselere kadar uzanıyor. Karşılığı olmayan sevda, hele ihanet şekline döşünmüş ve kadından çıkıyorsa yırtıcı bir hayvanın davranışını andırıyor:
Yüce Allah bunu bize anlatırken, cinsel içgüdünün tuzaklarını öğretmekte, namuslu olmanın çok zor ve erdemli olduğunu vurgularken, ihanetin kötülüklerini de sergilemekte, vereceği zevkin çok kısa olmasına rağmen, insan onurunun halk arasında kalıcı bir şekilde yaralandığını anlatmaktadır. Bu ayetler, kadın erkek ilişkilerinde cinsel eğitim için kullanılmalı ve onların çarpıcı yönlerinden istifade edilmelidir.[19]
33. Yûsuf: 'Rabb 'im! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir. Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum! ' dedi.
Rabb'i onun duasını kabul etti ve
onların hilesini ondan uzaklaştırdı. Çünkü O, çok iyi işiten, pek iyi bi
lendir.
Sonunda kesin delilleri
görmelerine rağmen (halkın dedikodusunu kesmek için yine de) onu bir zamana
kadar zindana atmaları kendilerine uygun göründü.
Ayetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır.
1. Hz. Yûsuf, kadınlar yemek yerken onların huzuruna çıkarılmasının ardından ev sahibesinin söylediği sözler üzerine, dua etmeye başladı. Evin kadını, Hz. Yûsuf a teklif ettiği cinsel ilişkiye yanaşmadığı takdirde onu zindana attırmak ve zillete uğrayanlardan olmakla tehdit etti.
Kadının teklifine diğer kadınlar da karıştığı için "bunların benden istediklerinden" ifadesi çoğul olarak getirilmiştir.'
Bu tekliflerin karşısında Hz. Yûsuf ikilem içinde kaldı ve gücünün yetmeyeceğini anlayınca Allah'tan yardım istedi. Ancak Hz. Yûsuf duasını yapmadan önce. "zindanı, kadınların teklif .ettiğinden daha iyi gördüğünü" belirtmişti. Kendi seçeneğini zindandan yana kullanmıştı. İşte bu tercihinden sonra: "Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen onlara meyleder ve câhillerden olurum! dedi."
Ayetin bu kısmından şunları anlıyoruz:
a) İnsan kendisine sahip çıkabilir ama, cinsellik bakımından başkasının tuzağını durduramayabilir. Mesela: İnsan kadın ile baş başa kaldığında kendisi o kadınla cinsel ilişkiye girmek konusunda kendini durdurabilir, kendine hakim olabilir, ama kadın harekete geçip çeşitli desiselerle cinselliğini sergilerse, ona karşı durması çok zor olur.
Hele kadın güzel, zengin ve sosyal statüsü yüksek ise, kendine hakim olmak çok daha zor olacaktır. İşte Hz. Yûsuf bu ikinci durumu ya- sadığı için, Allah'ın yardımı olmadan bu işin altından kalkamayacağını anlayıp bu duayı yaptı.
b) Dikkat edilirse, Hz. Yûsuf, Yüce Allah'a "benim irademi kuvvetlendir" deme yerine "onların hilesini benden uzaklaştır" diyor. Bu, kendi iradesine sahip olduğunu, ama onların hilelerini aşamayabileceğini itiraf etmektir.
c) Ayette geçen esbu "meylederim" kelimesi sabâ fiilinden türemiştir. Sabâ kelimesi, "meyletmek, arzu etmek, özlem duymak, cinsel düşkünlük duymak" demektir.
d) Hz. Yûsuf câhil kelimesine farklı bir mana vermektedir. Kadınların cinsellik bakımından tekliflerine boyun eğip yerine getirmek cehaletin anlam alanına girmektedir. Ne kadar bilgili olursa olsun, cinsel sapıklık yapan insanlar câhildirler. Câhil kelimesinin bilgisizlikten çok, ahlâksızlıkla ilgisi vardır. Kelime daha çok ahlâkî alana ait bir kelimedir. Hz. Lût cinsel sapıklık yaşayan toplumunu "cehalet üreten" toplum olarak nitelendirmiştir (Nemi 27/55).
e) Hz. Yûsuf "câhillerden olurum" ifadesi ile, bu kötü
fiilinin neticesinin nereye varacağının bilincinde olduğunu göstermektedir.
Demek ki, Hz. Yûsuf modeli ile Yüce Allah, insanlığa, gelecek nesillere bir ahlâk
dersi vermekte, ahlâkî davranışta insanın gücü ile ilâhî müdahale alanını
öğretirken, ahlâkî bilincin nasıl çalıştığını da göstermektedir.
Ahlâkî alanın bir boyutu insan iradesine ve bilincine bağlı iken bir boyutu da
ilâhî müdahaleye açıktır. Özellikle cinsel ahlâkta Hz. Yûsuf'un yaşadığı boyut
ilâhî müdahale olmadan yaşanamaz, onun engelleri aşılamaz.
2. "Rabb'i onun duasını kabul etti ve onların hilesini ondan uzaklaştırdı. Çünkü O, çok iyi işiten, pek iyi bilendir." Yüce Allah Hz. Yûsuf'un duasını yerine getirip kadınların hilesini ondan uzaklaştırdı yani, Hz. Yûsuf un kendinde bir şey olmadığı için onu onların hilesinden çevirmedi de, onların hilesini ondan uzaklaştırdı.
Hz. Yûsuf u gerçeğe çeken delilini gösterdi (âyet, 24); kötülüğü ve fuhşu ondan uzak tuttu (âyet, 24) ve nihayet duasını kabul ederek kadınların hilesini ondan uzaklaştırdı (âyet, 34).
Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Devlet cinsellik için her şeyi serbest bırakıp gençlere 'kendini sağlam tut' demekle ahlâkı yaşatamaz. Önce gençliğini eğitecek, ama onu yoldan çıkaracak yuvalan da ondan uzak tutacaktır. Yüce Allah Hz. Yûsuf'u eğitime tâbi tuttuktan sonra, hileleri de ondan uzaklaştırıyor. İnsanların aklını ve iradesini devre dışı bırakacak cinsellikle ilgili tuzaklara mâni olmadan gençlikte ahlâk aramak fazla iyimserlik olacaktır.
Yüce Allah Yûsuf'un imdadını duydu ve onun gücünün nelere yeteceğini de biliyordu.
3. "Sonunda kesin delilleri görmelerine rağmen (halkın dedikodusunu kesmek için yine de) onu bir zamana kadar zindana atmaları kendilerine uygun göründü." Deliller Hz. Yûsuf u suçsuz ve günahsız göstermesine rağmen onun hapse atılmasından çıkaracağımız dersler vardır:
a) Dedikoduları susturmak gerekiyordu. Çünkü şehir Aziz'in hanımının
cinsellikle ilgili sapık davranışı konusundaki haberlerle çalkalanıyordu.
Dedikodulara bir son vermek için Hz. Yûsuf'un biraz da olsa
zindana atılmasını uygun buldular.
b) Sosyal statüsü olan bir kadının isteğinin yerine getirilmesi gerekiyordu. Çünkü o yemin etmişti ki kendisi ile cinsel ilişkiye girmez ise onu zindana attıracaktı.
c) Hz. Yûsuf'un zindana atılması, kadınların hilesinden uzak kalması olacaktı.
d) Sosyal baskı öylesine ağırlaştı ki Hz. Yûsuf zindana atılmadan bu baskılar dinmeyecekti.
Ayetin sonunda yer alan hattâ hîn terimi, Hz. Yûsuf'un, "belli bir süre" hapiste kalacağını ifade etmektedir. Bunun anlamı orada "uzun zaman" kalmayacağıdır.
Yüce Allah burada insanlığa şunu anlatmaktadır: İnsanlar hakkındaki haberler, olayın olduğu doğrultuda yayılmayabilir. Sosyal statüye göre, olayda rol alan insanlar etkilenirler. Aziz'in hanımı o andaki statüsü gereği ceza almıyor; kimsesiz delikanlı, suçsuz olduğu halde zindana atılıyor. Halbuki olayda aktif olan kadın, pasif olan ise genç delikanlı idi. Dedikodular kadın üzerine cereyan etmesine rağmen, zindana atılan Hz. Yûsuf olmuş, sosyal statü burada hukukun önüne geçmiştir.[20]
36.Onunla beraber zindana iki
delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: 'Ben rüyamda şarap sıktığımı
gördüm.' Diğeri de: 'Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek
taşıdığımı gördüm. Bunun
yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz', dedi.
37.Yûsuf dedi ki: 'Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun
yorumunu mutlaka size haber vereceğim.
Bu, Rabb'imin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir
toplumun dininden uzaklaştım.
Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir.
38.Atalarım İbrahim, İshâk ve Ya'kûb'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize
yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
39.Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulmaz olan bir tek Allah mı?
40.Allah'ı bırakıp da
taptıklarınız, sizin ve atalarınız taktığı bir takım isimlerden başka bir şey
değildir. Al
lah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah 'a
aittir. O size kendisinden baş
kasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların
çoğu bilmezler.
41.Ey zindan arkadaşlarım!
(Rüyalarınıza gelince) biriniz (daha önce olduğu gibi) efendisine şarap içire-
cek; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecekler. Yorumunu
sorduğunuz iş kesinleşmiştir.'
42.Onlardan kurtulacağını bildiği
kimseye dedi ki: 'Beni efendinin yanında an'. Fakat şeytan ona, efendi
sine (Yûsuf'u) anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zindanda kaldı.
Bu âyetlerin analizini yaparken varacağımız neticeler olacaktır.
1. Hz. Yûsuf belki görünüşte zindana atıldı ama zindan onun için bir okul oldu ve orada eğitime başladı. Hz. Peygamber için hira mağarası bir okul niteliği taşıdığı gibi, zindan da Hz. Yûsuf'un okulu olmuştur. Hz. Yûsuf zindan denen bu okulda neler öğretiyordu?
a) Rüyaları yorumluyordu. Hz. Yûsuf'la beraber zindana giren iki genç, orada rüya görürler. Rüyalarını Hz. Yûsuf'a anlatırlar. Birisi şarap sıktığını, diğeri de başının üstünde kuşların yediği bir ekmek taşıdığını ona anlatır ve yorumunu isterler. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Neden Hz. Yûsuf'tan rüyalarının yorumunu istediler? Cevabını âyetin sonundaki ifadede buluyoruz: "Çünkü biz seni, güzel iavran ani ardan görüyoruz, dedi." Bundan şunu çıkartıyoruz: Zindana atılacak kadar suç işleyen iki genç "muhsinliğin", yani güzel davranışın ne olduğunu biliyorlardı.
Demek ki, bunlar genç ve suçlu olmalarına rağmen, aldıkları eğitimde veya yaşadıkları toplumun kültüründe "muhsin" kavramı vardı, muhsinin kim olduğu biliniyordu. Kendileri kötü idi ama, iyinin ne olduğunu biliyorlardı. Diğer taraftan zindandaki davranışları ile Hz. Yûsuf'un muhsin, yani güzel davranan biri olduğunun farkına vardılar ve bundan dolayı rüyalarının yorumunu ona sordular.
Hz. Yûsuf onların bu teklifini geri çevirmeyip, rüyalarının yoru-jnunu yapacağını söyledi. Hatta "Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim" diyerek karşılık verdi.
Demek ki, rüyalar bu üç genci bir araya getirip aralarında iletişim kurmaya başladılar. Artık zindan onlar için bir okul niteliğine bürünmüştü.
Hz. Yûsuf şu sözleriyle gençlerin rüyalarını yorumlamaya başladı: "Bu, Rabb'imin bana öğrettiklerindendir." Daha önce Yusuf 6'da babası Hz. Ya'kûb, oğlu Yûsuf a "Rabb'in seni seçecek, rüyada görülen olaylarını yorumunu sana öğretecek" demişti.
Hz. Yûsuf gençlere Rabb'inin kendisine rüyalarda görülen olayları öğrettiğini söyleyince onların dikkatini Allah'a çekmiş, yapacağı yorumun öğretiminde ilâhî irâdenin olduğunu, bu yorumu kendiliğinden yapmayacağı güvencesini onlara vermişti. Onlara demek istedi ki, muhsin, yani güzel davranan biri olmak rüyalara isabetli yorum yapmak için yeterli değildir.
Hz. Yûsuf, gençlerin gördüğü rüyaları nasıl yorumladı? Onlara, Yüce Allah'ın birliğini, yani tekliğini anlatan bir ders verdikten sonra rüyalarının yorumunu yaptığı için, yorum 41. âyette gelmektedir. Şimdi 41. âyete gidip yorumu burada aktarabiliriz, "Biriniz efendisine şarap içirecek" (âyet, 41). Bu yorumu, "rüyasında şarap sı-kan"a yapmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Yûsuf'un yaşadığı dönemde Mısır'da alkol yapılıyor ve içiliyordu. Yûsuf 36'da ve 41'de geçen hamr kelimesi, aslında "alkol" anlamına gelmektedir. Ama o dönemde içecek alkol olarak sadece şarap olduğu için, hamr kelimesine "şarap" manası verilmiştir. Hamr kelimesine her zaman sadece "şarap" manası verilirse, şarabın dışındakiler helaldir anlamı çıkar ki, bu da tehlikeli olur.
"Diğeri de asılacak ve kuşlar onun başından yiyecekler" (âyet, 41). Demek ki, bu genç için zindana atılmış olmak yeterli bir ceza olmadı. İdamlık bir veya birkaç suç işlemişti. "Başındaki ekmeği kuşların yemesi"nden, "idama giden bir yorum" çıktı. Bu yorum tamamen ceza hukuku ile ilgili bir yorum olmuştur. Birincisi de hizmet etme konusunda bir yorum olmuştur.
b) Din eğitimi yapıyordu. Hz. Yûsuf zindanda bu gençlere önce tevhîd inancı konusunda açıklamalar yapıyor, din ve Allah konularında öğretimde bulunuyordu:
i. "Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir kavmin dininden* uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir" (âyet, 37). 37. âyetin bir kısmından çıkaracağımız önemli mesajlar vardır. Hz. Yûsuf Allah'a inanmayanların da bir milleti, yani yolu ve dini olduğunu söylemektedir. "Dininden uzaklaştım" ifadesi, "yollarından uzaklaştım" anlamına gelmektedir. Çünkü millet kelimesi birinci manada "yol, yaşantı tarzı" anlamına gelmektedir.
Hz. Yûsuf'un yolunu, yani dinlerini terk ettiği toplum Allah'a ve âhirete inanmıyorlardı. Bundan anlıyoruz ki Hz. Yûsuf onların gittiği yolu sorgulamış, sorguladıktan sonra o yolda gidilmesinin yanlış olacağını görebilmiştir.
Buradaki millet kelimesini "din" anlamına alırsak, sanki Hz. Yûsuf daha önce onların dininde idi de, sonra onu terk etmiş oldu manası çıkacaktır. Ama milleti, "yol, hayat tarzı" anlamına alırsak, zaten "Hz.Yûsuf onların arasında yaşıyordu. Allah'a ve âhirete inanmayan insanların yolunun yanlış olduğunu, çok süflî bir hayat yaşadıklarını görünce onları terk etmiş oldu" manası, kendiliğinden anlaşılabilecektir.
ii. "Atalarım ibrahim, Ishâk ve Ya'kûb'un dinine uydum" (âyet, 38). Buradan şu kanun çıkıyor: "Bir şeyi terk ediyorsan, başka bir şeye sarılıyorsun, onu takip ediyorsun" demektir. Hz. Yûsuf da Allah'a ve âhirete inanmayanların dinini, yolunu terk edince, neye uyduğunu da açıklamaktadır: Bu din ya da bu yol İbrahim, İshâk ve Ya'kûb'un dini veya yoludur. Din onların dini, yol onların yolu, hayat onların hayatıdır. Hz. Yûsuf da tercihini işte bu gerçek yoldan yana koymuştur.
Peki onların yoluna uydu da ne oldu? sorunun cevabını 38. âyetin devamı vermektedir:
iii. "Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz." Demek ki o yolun, yani milletin tevhîd yolu olduğu bu ifade ile ortaya çıkmaktadır. Hz. Yûsuf hem atalarının kimler olduğunu söylüyor hem de onların tevhîd inancını onlara öğretiyor. Onların yolundan, sadece tevhîd inancını içerdiği için gittiğine de işaret ediyor. Çünkü tevhîd inancını benimseyenleri takip etmek taklit değildir.
Hz. Yûsuf tevhîd dersinde. "'Allah'a herhangi bir varlığın ortak ko-şulamayacağı"nı öğreterek başlıyor. Bu anlatımı ile hem şirkle mücâdele veriyor hem de tevhîd inancının temellerini atıyor.
Birisi idamlık olan iki gence zindanda tevhîd inancı eğitimi vermekle Hz. Yûsuf, hem zindanı okula çevirdi hem de bize nerede olursak olalım tevhîd inancını öğretmeye hazır olmamızı öğütledi. Bu öğretim ile Hz. Yûsuf zindanı nurla dolduruyordu.
iv. "Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler" (âyet, 38). Tevhîd inancına sahip olmak, Allah'tan bir lütuftur. Allah'ın varlığına ve birliğine dair alt yapıyı insanın aklı gönülde oluşturur, oluşan bu temellerin üzerine Yüce Allah, tevhîd inancının binasını kurar, yani lütfeder. Demek ki Hz. Yûsuf'un bu ifadesini Kur'ân bize naklettiğine göre, bu ifade Allah tarafından onaylanmıştır ve doğrudur. Tevhîd inancına sahip olanlar, bu ilâhî lütfa sahip olmaları sebebiyle şükretmelidirler. Buradaki şükür, "değerini bilmek ve onun bilincinde
olmak"tır. "Kıymetini bilmek" anlamında şükür kelimesini kullanmakla Hz. Yûsuf, tevhîd inancının bir değer olduğunu onlara öğretmektedir.
v. "Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?" (âyet, 39). Bu âyette geçen müteferrikan kelimesi, "çeşitli, ayrı, farklı" manalarına gelmekte, daha doğrusu "çokluk" ifade etmektedir. Hz. Yûsuf, kısaca şunu soruyor: "Tek tanrı mı, çok tanrı mı?"
Ayrıca âyette geçen hayr kavramı, "daha iyi" anlamına gelmektedir. Buradaki hayr kelimesini "insan aklına, sağ duyusuna en uygun düşen" anlamına almak daha doğru olacaktır. Bu manada alırsak, Hz. Yûsuf'un, "çok tanrılı bir inanış biçimi ile tek tanrılı bir inanc"ı anlatırken devreye aklı soktuğunu görmekteyiz, diyebiliriz. Hayır kelimesindeki "daha hayırlılık" anlamını da alırsak, Hz. Yûsuf'un, "daha iyi" kavramını devreye sokarak onların gönlüne bir ışık yakmakta olduğunu ifade edebiliriz.
Aynı zamanda Hz. Yûsuf zindanda bu gençlere verdiği derste, Yüce Allah'ı vâhid yani, "tek" olması ve kahhâr yani, "gücüne karşı duru-lamayan" sıfatları ile tanıtmaktadır.
vi. "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir" (âyet, 40). Belli ki, o gençler çok tanrılı bir inanış biçimine sahiptiler. Hz. Yûsuf, gençlerin taptıkları tanrıların hayalî olduğunu, beşerî uydurmalardan ibaret olduğunu söylemektedir. Uydurma isimlerin verildiği varlılara tapınmak da sahte kulluk olacaktır.
vii. "Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir" (â-yet, 40). Neyin doğru neyin yanlış, neyin hak neyin bâtıl, neyin güzel neyin çirkin, neyin faydalı neyin zararlı olduğuna dair hüküm Allah'a aittir. Diğer taraftan kimin gerçek tanrı ve nelerin sahte tanrı olduğuna dair hükmü de Allah verecektir. Bu konuda Allah'ın hükmü de, "O'ndan
başkasına tapınmamak"tır. Onlara, böyle bir hüküm taşıyan bir mesaj gönderdiği ilkesi de onlarda uyandırılmaktadır.
Hz. Yûsuf, zindandaki gençlere, öncelikle tevhîd inancını yani Allah'ın tek olduğu esasını öğretti; sonra da tek olan o varlığa tapınılması-nın esas olduğunu bildirdi. Bu konularda hükmün sadece Allah'a ait olduğunu söyleyerek, hüküm vermekten aciz olan varlıklara tapmanın doğru olmadığına dikkatlerini çekti.
viii. "İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (âyet, 40). Hz. Yûsuf buraya kadar gerçekleştirdiği din eğitiminin amacını bu noktada belirlemektedir. Onun amacı "doğru dinin" ne olduğunu ortaya koymak; doğru dini anlatınca da, doğru olmayan dinin veya dinlerin de bulunduğunu onlara hissettirmektir.
Gençlere "sız bilmiyorsunuz" demeyip, "insanların çoğu bilmezler" ifadesini kullanınca Hz. Yûsuf un, "gerçeği bilmeme" durumunu genelleştirdiği görülmektedir. Zindandaki dersinde de Hz. Yûsuf bilmenin yani bilginin önemini gündeme getirmektedir.
Bu "doğru din" kavramı Rum 30'da da geçmektedir. O âyette de, insanların çoğunun bu dini bilmediği hatırlatılmaktadır.
İlk bakışta Hz. Yûsuf un zindana atılması kötü görünüyor ama belki de ilk tebliğini, din eğitim ve öğretimini oradan başlatması bakımından faydalı olmuştur. Tıpkı Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret etmesinin başlangıçta kötü görünmesi gibi. Ama bu hicretin, İslâm'ın yayılması bakımından çok faydalı olduğu da bir gerçektir.
Hz. Yûsuf zindandaki gençlere yoğun bir din eğitimi ile tevhîd i-nancını anlatmış, gerçek tevhîd inancının nereden geldiği konusunu anlatarak, onların zihnini pek çok kavramla buluşturup tanıştırmıştır. Ama bu eğitim Kur'ân ile evrensellik kazandı ve geleceğin bütün nesillerine miras olarak bırakıldı.
2. Hz. Yûsuf kurtulacak olan gence bir görev verdi. "Onlardan, 'kurtulacağını bildiği kimse'ye dedi ki: 'Beni efendinin yanında
an', fakat şeytan ona, efendisine (Yûsuf'u) anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf, birkaç sene daha zindanda kaldı."
Bu âyetin tefsirinde âlimler çok farklı açıklamalar yapmışlardır. Onları bu tarz düşünmeye sevk eden şey, Hz. Yûsuf un bir mahkûmdan yardım dilemesi olmuştur. Bazılarına göre "Hz. Yûsuf, Allah'tan yardım dilemeliydi. O'na dayanmalı, yani tevekkül etmeliydi. Bir mahkûm ve onun efendisinden yardım dilemek Hz. Yûsuf a yakışmadı." Aslında zindandan çıkacaktı, sırf bu nedenle orada birkaç sene daha kaldı. Fahreddin Râzî bu görüşleri detaylı bir şekilde anlatmıştır[21].
Biz bu tartışmalara girmeden âyeti anladığımız gibi ve halkın anlaması gerektiği şekilde açıklamaya çalışacağız.
a) "Onlardan, 'kurtulacağını bildiği kimse'ye dedi ki: Berii efendinin yanında an." Âyetin bu kısmında geçen zan kelimesi Kur'ân'da "bilmek", "inanmak" manalarına da gelmektedir.
Bu açıklamayı burada yapmanın anlamı nedir? Genelde zan, Kur'ân'da iyi şeyler için kullanılmaz, "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır" (Hucurat 49/12) "illi "Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez" (Necm 53/27). Bu ve buna benzer âyetlerde zan, yerilmiştir.
Ama bu kelimenin "bilmek" ve inanmak" manalarına geldiği âyetler de vardır:
i. "Kitabı sağ tarafından verilen: 'İşte (alın), kitabımı okuyun, doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum', der" (Hakka 69/19-20).
ii. "Onlar, kesinlikle Rabb'lerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerine inanan kimselerdi" (Bakara 2/46).
Şimdi âyete dönersek, oradaki zanne fiilinin faili, yani öznesi "Hz. Yûsuf'tur. Zindandaki gençlerden birinin gördüğü rüyayı yorumlarken, onun kurtulacağını bilmişti. Hem kurtulacağını hem de efendisine hizmet edeceğini bilmişti. Aslında bildiğini gence iyice kabul ettirmek için, ondan efendisinin yanında kendisini anmasını istedi. Bu istek, Allah'a tevekkül etmediği anlamına gelmez. Nitekim onu oraya Aziz (Vezir) attırdı, onu oradan çıkarabilirdi.
Beşerin yapacağı bir işi ondan istemenin peygamberliğe yakışmayacağını nasıl söyleriz! Hz. Peygamber peygamberlik döneminde insanlardan pekçok istekte bulunmadı mı? Bütün alt yapıyı hazırladıktan sonra işi Allah'a bırakmak tevekkül olmuyor mu? Diğer taraftan haksız yere zindana atılan bir peygamberin, oradan çıkarılması için kendisini oraya atana hatırlatılmasın istemesinde normal olmayan ne vardır?
b)"Fakat şeytan ona, efendisine (Yûsuf u anma}: unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zindanda kaldı."" Kurtulup efendisine hizmet etmeye başlayan gence, şeytan Hz. Yûsuf un bu mesajını unutturdu.
Araya şeytan girdiğine göre. Hz. Yûsuf'un isteğinin normal olduğu ortaya çıkmaktadır. Hz. Yûsuf un isteğinde ters bir şey olsaydı onu Allah unuttururdu. Şeytanın bu müdahalesi neticesinde birkaç sene daha zindanda kaldı.
Hz. Yûsuf in, haksız yere zindana atılmasında ve fazladan orada kalmasında şeytanın müdahalesi vardır. Zira o, Hz. Âdem ile uğraştığı gibi Hz. Yûsuf'la da uğraşıyordu. Yüce Allah burada, şeytanın hukuki meselelere müdahale etmesini ve böylece insanlara zulüm yaptırmasını bize anlatmaktadır.[22]
43. Kral dedi ki: Ben rüyamda
yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca, yedi yeşil başak
ve bir o kadar da kurumuş başak (görüyorum). Ey ileri gelenler! Eğer rüya
yorumlamasını biliyorsanız, bu
rüyamı bana yorumlayın bakalım.
44. Dediler ki: 'Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz-'
45.Zindandaki iki kişiden
kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra Yûsuf'u hatırlayarak dedi ki: Ben size
rüyanın yorumunu haber veririm, beni hemen (zindana) gönderin.
46.(Ve böylece hapishanede
Yûsuf'un yanına gitti ve ona): 'Ey Yûsuf ey özü sözü doğru adam!' dedi. '(Rü
yada görülen) yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yemesi ve yedi yeşil başakla
bir o kadar kurumuş başak ne an
lama gelir, bunu bana yorumla. Ümit ederim ki, (bu soruyu soran) insanlatiın
yanın)a dönerim de belki
onlar da doğruyu öğrenirler.
47.Yûsuf dedi ki: 'Yedi sene adetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç biçtiklerinizi başağında bırakınız.
48.Sonra bunun ardından,
saklayacağınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi
yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir.
49.Sonra bunun ardından da bir
yıl gelecek ki, o yılda insanlara (Allah tarafından yardım edilir) ve o yılda
(bol bol meyve) sıkarlar.'
50.(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: 'Onu bana getirin!' Elçi Yûsuf'a geldiği zaman, Yûsuf dedi ki: 'Efendine dön de' ona: 'Ellerini kesen o kadınların zoru neydi?' diye sor. 'Şüphesiz benim Rabb'im onların' hilesini çok iyi bilir.'
51.(Kral kadınlara) dedi ki:
'Yûsuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?' Ka
dınlar: 'Hâşâ! Allah, için biz ondan
hiçbir kötülük görmedik', dediler. Azizin hanımı da dedi ki: 'Şimdi
gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki, o
doğru söyleyenlerdendir.'
52.(Yûsuf dedi ki): 'Bu, azizin
yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah 'in ihanet edenlerin hilesini başa
rıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir.
Âyetler Hz. Yûsuf'un ikinci kez rüya yorumunu ele almakta ve o devrin Mısır'ında ekonomik hayatı düzenleyecek yorumlar olduğuna işaret etmektedir. Âyetlerdeki kelime ve âyetlerin dokusundan bazı genellemelere varacağız.
1. Yûsuf sûresinin 43. âyetinde geçen el-melik kelimesi nedeniyle Mısır'ın krallıkla idare edildiğini anlıyoruz. Yüce Allah'ın krallık denen idare rejimini benimseyip benimsemediğini bilmiyoruz ma, o devirdeki idarî rejimin krallık olduğunu bize anlatmaktadır. "Kral dedi ki" buyurmakla Yüce Allah, idare edenin siyâsî sıfatını kullanmış ancak ismini kullanmamıştır. Bunun anlamı her devirde devlet başkanlarının olacağını ifade etmek ve her çağda böyle ekonomik olayların olacağına işarettir.
Kimdi bu kral? Bu kral, Sina yarımadası yoluyla doğudan gelip Mısır'ı istilâ ettikten sonra ülkede M.Ö. 1700'den 158O'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biridir. Yabancı kavimlerden olduğunda şüphe bulunmayan bu hanedanın ismi, eski Mısır dilinde Hik Şasu ya da Heku Şasuet sözünden türemiştir. Bu ifadenin anlamı "göçebe ülkelerin hükümdarları"dır. Mısır tarihçilerinden Manetho'ya göre bu kelime, "çoban krallar" demektedir. Göçebe hayatı yaşayanların Arap oldukları bilinmektedir. İbranîleri Mısır'a getirip yerleştiren de bu hanedan olmuştur (Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı, 464-465'te 44. dipnot). Öyle anlaşılıyor ki, vakti ile göçebe olan bu Araplar, Mısır'da yerleşik düzeni kurmuşlardı.
O dönem toplumunun, rüyadaki bakara "inek" kavramından hareketle "hayvancılık": sünbülât "başak" kavramından da "ziraat" yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Hayvancılık ve ziraat onların hem ekonomik yapısını hem de sosyal yapısını göstermektedir. Bu durum, Mısır medeniyetinin kökleri konusunda da bir tarîhî olgu olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftan 43. âyette geçen mele' kavramı, "kralın etrafında siyâsî açıdan oluşan ileri gelenler" grubunun da o yoplumda bulunduğuna bir işarettir.
2. Gerek zindandaki gençlerin gördüğü rüya, gerekse kralın rüyası ve Hz. Yûsuf'un o rüyaları yorumlamasından anlıyoruz ki, o dönemde rüyayı yorumlama geleneği çok ilerde idi. Her peygamberin döneminde bir şey ileride olmuştur: Hz. Mûsâ döneminde "sihir"; Hz. İsâ döneminde "tıp" ve Hz. Muhammed döneminde de "edebiyat", diğer kültür oluşumlarının önünde idi. Hz. Yûsuf zamanında da "rüyaları yorumlama" öne çıkmıştı. Onun içindir ki Kral: "Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız." demiştir.
Dikkat edilirse hem zindandaki gençler hem de Kral erâ "görüyorum" kelimesini kullandıkları halde, "rüya görüyorum" dememişlerdir. Sadece "görüyorum" demelerinden de anlıyoruz ki bu rüyaların kesin olarak gerçekleşeceğine inanılıyordu.
Rüyaların özellikleri, başka bir olayın gerçekleşmesine sembollerle işaret etmeleridir. Kral "rüya" derken, etrafındaki ileri gelenler ahlâm yani, "düşler" kelimesini kullanmışlardır. Bize göre bu iki kelimenin arasındaki fark, "rüya"nın gerçekleşmesi mümkün iken, "düşün" gerçekleşmesinin mümkün olmamasıdır. Ayrıca iler gelenler "karmakarışık" anlamına gelen ilüi adğâs kelimesine de yer vermişlerdir. "Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz."
Dikkat edilirse Yûsuf 5'te Hz. Ya'kûb da "ru'yâ" kelimesine yer vermiştir. ahlâm "düşler" kelimesinin tekili hulmdur. Hulme "düş" manası verdiğimizde bir de ona iuii adğâs "karmakarışık" sıfatını ilave edince yorumunun yapılması onlara göre imkansız hale gelmektedir.
Şimdi burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Zindandaki gençlerin ve kralın gördüğü rüyaları Yüce Allah bize niçin anlatıyor? Bize göre bunun birkaç sebebi vardır:
a)Hz. Yûsuf'un hayatında rüyanın yerini detaylı bir şekilde anlatmak. Hz. Yûsuf rüya gördü, babası Hz. Ya'kûb yorumladı ve hayatı rüyanın içindeki sembollerin gerçekleşmesi ile devam edip gitti. Daha sonra kendisi, bir nitelikle rüyaları yorumladı, çünkü Allah Te'âlâ ona rüyada görülen olayları yorumlamayı öğretti.
b) Gerek Hz. Yûsuf'un, gerek zindandaki gençlerin gerekse kralın gördüğü rüyada, "görmek" var, "rüya" yoktur.
Her üç grup insan "görüyorum" diyor. İşte bu kelimeden günümüze bir ışık alabiliriz. Devleti idare edenler,
geleceği görmeli, kesin olmasa bile geleceğin hesaplamasını, planlamasını yapabilmeli, ellerindeki donelerle geleceğe doğru planlamalar yapabilmeli, yani geleceği görebilmelidirler. Biz buna bilim dilinde "yordam
geçerliliği" diyoruz. Bu durum gaibten haber vermek değildir. Yaşanan hayatın verileri ile geleceğe ışık tutmak, geleceği görmek ve geleceği yorumlamak ve projeler üretmektir.
Din dilinde de buna feraset denmektedir. Mü'min. feraset hahibi insan olmalıdır.
Geleceği hayal ve düşler üzerine kuramayız ama geleceği elimizdeki verilerle, donelerle aklın gözü ile görüp o hesaplamalara emanet edebiliriz. Yaşanan hayatı iyi kavrayan, aklını hayatın içindeki olayların çözümü için seferber eden insanların beyninden çıkan rüya bile gerçeği anlatacaktır. Geçmişteki bu insanların gördüklerinin yerini artık akıl, bilgi ve bilim alacaktır. Akıl. bilgi ve bilim geleceğin hayatını, gerçek bir rüya gibi bize anlatacaktır.
c) Rüya yorumcuları krala şöyle demişti: "Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz." Bundan şunu anlıyoruz: Toplumsal olayları, olguları yorumlayıp geleceğe ışık tutacak olanlar, gerçeği bilenler olmalıdır; bilmeyenler işe karışmamalıdır. "Karışık işler" bilgide derinliğe sahip olanlara teslim edilmelidir. Gelişigüzel herkese toplumsal o-layların yorumu yaptırılmamalıdır.
3. Hz. Yûsuf zindandaki gençlerden rüyasında şarap sıkana "kurtulacağını ve efendisine hizmet edeceğini" söylemişti. Sonra o genç kurtulup efendisine hizmet etmeye başladı. Kral ile etrafındaki ileri gelenlerin arasında kralın rüyasının yorumu ile ilgili geçen konuşmayı duydu ve Hz. Yûsuf a bu rüya hakkındaki yorumunu sormak için izin istedi.
"İki kişiden kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra Yûsuf'u hatırlayarak dedi ki: Ben size onun yorumunu haber veririm, beni hemen gönderin."
Buradaki p, ümmet kelimesi, "bir süre", "uzun zaman aralığı" anlamına gelmektedir. Aslında bu kelime "millet" anlamına yani sosyolojik bir büyüklüğü ifade etmesine rağmen "uzun zaman aralığı" anlamını nasıl ifade etmektedir? Bir toplumun "millet" yani ümmet halini alabilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekiyor. Bir aile grubundan, millet haline gelebilmek, uzun bir zaman ister. Onun içindir ki, sosyal büyüklük olan millet ile uzun bir zaman dilimi, ümmet kelimesinde birleşmekte ve aynîleşmektedir.
Yûsuf 45'de geçen iddekera kelimesi, "hatırlamak, anlamak" anlamına gelen zekera kökünden türemiş bir kelimedir. Buradaki oluşum, şeytanın ona unutturmasının ortadan kalkmasını ifade etmekte-
dır. Şeytanın unutturması ortadan kalkınca bu genç, uzun zaman geçmesine rağmen hemen Hz. Yûsuf 'u hatırladı.
Kral onun zindana gitmesine izin verir ve Hz. Yûsuf a kralın gördüğü rüyayı sorar. Hizmetçi, Hz. Yûsuf a "doğru sözlü" anlamına gelen sıddîk sıfatını takmıştır. İşte bu kişi, kralın gördüğü "yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yemesi ile yedi yeşil başak ile yedi kuru başak rüyası"nı ona sorar.
Hz. Yûsuf bu rüyayı ekonomik manada yorumlar. Yedi rakamından hareket ederek, yedi seneyi gündeme getirir. 47. âyette yedi sene âdet üzere ekin ekilmesini, tohumluk ayırdıktan sonra yiyeceklerinin fazlasını stok yapmak için başağında bırakmasını söyler.
Verimli, bereketli yedi yıllık ziraattan sonra 48. âyete yedi kıtlık yılı geleceğini ve biriktirdiklerini işte o yıllarda yiyeceklerini söyler. Ayrıca bu kıtlık yıllarının ardından Allah'ın yardımı ile bereketli bir yılın geleceği yorumunu da yapar ki, bu yılda meyve ve sebzelerin bol olacağına da işaret eder.
Görüldüğü gibi Hz. Yûsuf Kralın rüyasını tamamen ekonomik manada yorumlamıştır. Bu yorumu günümüze aktarırsak şu neticeyi çıkartırız: Devleti yönetenler, bereketli yıllarda halkın israf etmemesini, ekonomik kıtlık, yani kriz dönemleri için birikim yapmalarının bilincini onlara vermelidirler. Bereketli yıllarda israf yapanlar kriz dönemlerinde başka toplumlara el açarlar. Bereket ve onu elde etmek için gerçekleştirilen emek boşa harcanmamalıdır. İsrafın sonraları çok acıdır ve faturası ağır olur. İşte Hz. Yûsuf'un bu yorumu, evrensel manada bütün toplumların ekonomik hayatları ve harcamaları için önemli bir ışık durumundadır.
4. Hizmetçi, Hz. Yûsuf un yorumunu krala getirince kral: 'Onu bana getirin, dedi." Öyle anlaşılıyor ki Kral, Hz. Yûsuf'un yorumundaki, inceliği, feraseti ve gerçekçiliği anladı ve hemen getirilmesini istedj "Elçi, Yûsuf'a geldiği zaman, Yûsuf dedi ki: 'Efendine dön' ve ona: 'Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor.' Şüphesiz benim Rabb'im onların hilesini çok iyi bilir."
Dikkat edilirse, kralın çağırmasına rağmen Hz. Yûsuf kadınlar meselesinin halledilmesini istedi. Hz. Yûsuf niçin böyle davrandı? Sorunun cevabını Râzî şöyle vermektedir: Eğer Yûsuf o anda çıksaydı, belki de padişahın kalbinde o töhmete dair bir iz kalacaktı. Ama Hz. Yûsuf kraldan o olayın hakikatini araştırmasını isteyince, bu onun töhmetten uzak ve temiz olduğuna delalet etmiştir. Neticede o, hapisten çıktıktan sonra, hiç kimse o rezilliği ona bulaştıramayacak ve bunu kullanarak Hz. Yûsuf'u tenkit edemeyecekti[23]. Râzînin bu açıklamasına ilave edilecek bir şeyimiz olmadığını söylemekte yarar vardır.
Burada 50. âyette geçen şu ifade için bir soru daha sormamız gerekiyor: "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor." Bu ifadede geçen "kadınlar" genel çoğul bir ifadedir. Halbuki Hz. Yûsuf un başına çorabı ören, Aziz'in hanımı idi. Neden "A-ziz'in hanımı" demedi de "ellerini kesen kadınlar" dedi? Sorunun cevabını Yûsuf 30 ile vermemiz mümkündür: "Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: 'Aziz'in hanımı delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş. Yûsuf un sevdası onun kalbine işlemiş." İşte bu kadınlar, olayın dedikodusunu bütün şehirde yaydılar. Onlar dedikodu etmeseydi Aziz'in hanımı onları çağırıp yemek yedirmeyecek, Hz. Yûsuf u onların huzuruna çıkarmayacaktı (âyet:31). Demek ki Hz. Yûsuf, kendisini zindana götürecek yolu onların dedikodusunun açtığını biliyordu. Onun için Aziz'in karısını değil de, o kadınları da beraber anmış oldu.
"Şüphesiz benim Rabb'im (o kadı)nların hilesini çok iyi bilir." Âyetin bu bölümünde geçen xş keyd kelimesi, "oyun, tuzak, hile, entrika" manalarına gelmektedir. Hz. Yûsuf, Yüce Allah katında günahsız olduğunu bu şekilde ifade etmektedir. Yüce Allah onların tuzak kurduğunu ve Hz. Yûsuf'un o tuzağa düşmediğini elbette bilmişti, ama Kral da araştırıp o kanıya vardıktan sonra onun zindandan çıkacağına hükmetmiştir.
5. Kral araştırıyor, "Kral kadınlara dedi ki: 'Yûsuf'un nefsinden murat almak iste- diğiniz zaman durumunuz neydi?' Kadınlar: 'Haşa! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik,' dediler. Aziz'in hanımı da dedi ki: Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o, doğru söyleyenlerdendir." Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:
Hz. Yûsuf'un istediği gibi kral kadınları sorgulayıp araştırmasını yaptıktan sonra konunun cinsel ilişki ile ilgili olduğunu bilmesine rağmen, yüz yüze kadınlara o çağda bu soruyu yöneltebilmiştir.
Kadınlar: "Haşa! Allah
için" ifadesini kullandılar. Demek ki o dönemin yüksek tabakadaki
hanımları Allah'ı biliyorlardı. Mısır halkında Allah kavramı ve bir dinî
kültür vardı. Onların ağzından çıkan bu
ifade, onlardaki inanç ve kültürü ifade etmekte ve bunların mevcudiyetinin
delili olmaktadır.
c) "Biz ondan hiçbir kötülük görmedik." Aynızamanda, o devrin üst tabaka kadınları, zinanın kötülük olduğunu biliyor ve bunun bilincini taşıyorlardı. Hz. Yûsuf zindana girmeden bunu itiraf etselerdi daha iyi olacaktı; ama
"Sonunda kesin delilleri görmelerine rağmen (halkın dedikodusunu Kesmek için yine de) onu bir zamana kadar mutlaka zindana atmaları kendilerine uygun göründü" (âyet, 35). Kadınların önceden doğruyu itiraf etmemeleri ve sosyal baskı, Hz. Yûsuf'un zindana atılmasına sebep olmuştur.
Aradan yıllar geçmesine rağmen, bu sözleri ile kadınlar doğruyu söylemişlerdir. Bu itiraflardan da, o kadınların bile bir cinsel ahlâk anla->işı olduğu ortaya çıkmaktadır.
d) Aziz'in hanımı daha önce, Yûsuf 32'de "Andolsun, eğer o,
kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve aşağılananlardan
olacak" demişti. Kadının bu ihtirasının gereği yerine geldi. Ve
Hz. Yûsuf yıllarca zindanda yattı. Kadının azgınlığı dinince, kralın soruşturmasında
doğruyu itiraf etti: "Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz
ki o, doğru söyleyenlerdendir."
Biraz önce kadınların söylediği ile Aziz'in hanımının itirafını bekleme Hz. Yûsuf yıllarını zindanda geçirdi. Zindan Hz. Yûsuf için bir okul niteliğinde olduğundan, o yılların bir kayıp olarak görülmemesi gerekiyor. Hz. Yûsuf'un olgusu dünya insanlığına şu öğüdü bırakmaktadır: Kadınların ihtirası ve bu ihtirasın getirdiği tuzak yamandır. Bu tuzağa düşmeseniz bile iftiraflann tuzağına düşer ve suçsuz olsanız bile zindanı boylarsınız. Diğer taraftan, doğa kanunu gereği erkek kadına giderken, bazı kadınlar da erkeği yoldan çıkarabilmektedir. Bu doğaya ters diyebileceğimiz kanun Hz. Yûsuf un olgusunda işlemiştir.
İftiranın tuzağı, suçsuz insanın hapse gitmesine sebep olabilir. O-nun için "her hapse düşen suçludur" zannı da doğru değildir. Onun için yargıçlar kararlarını verirken delil araştırmada hassas davranmalıdırlar.
6. Hz. Yûsuf bu araştırmayı neden yaptırdığını açıklıyor: "(Yûsuf dedi ki): Bu, (Aziz'in) yokluğunda ona ihanet etmediğimi ve Allah'ın ihanet edenlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını herkesin bilmesi içindir."
Hz. Yûsuf, kendisini büyüten, ona sahip çıkan Aziz'e nankörlük edip ona ihanet etmediğini bir kez daha vurguladı. Bu vurgusu ile Hz. Yûsuf dünya insanlığına, çocuğu olmasa bile büyütüldüğü evin insanlarına ihanet etmenin kötü olduğunu, o evin kadınının, erkeğinin ve kızının onun için değerli olduğunu, o insanlara cinsel ilişki gibi meşru olmayan bir işin teklif edilemeyeceğini öğretmekte, teklif onlardan gelse bile, kendisinde emeği olan erkeğin hanımına veya kızına yüz kızartıcı fiilde bulunmanın ne kadar kötü olduğunu haykırmaktadır. Gerekirse zindana razı olunur ama o ihanet yapılamaz.
İhanet eden kişi, Aziz'in karısı olduğundan, Hz. Yûsuf durum hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Allah ihanet edenlerin tuzağını başarıya ulaştırmaz." Kadının ihaneti zindan ile başarıya ulaşmış görünse bile, sonunda kendi ağzı ile "gerçek ortaya çıkmıştı" (âyet, 51).
Şimdi Yûsuf sûresinin 38. âyeti ile 52. âyet arasında geçen 14 â-yetteki mesajları özetlemek istiyoruz:
a) Yüce Allah bu âyetlerde kadın erkek ilişkilerinde, kadının ihtirasını ve bu ihtirasın ne denli etkili olup zindanın kapılarını açtığını göstermektedir.
b) Yüce Allah, cinsel ahlak eğitimi vermekte, kendisini büyüten insanlara ihanet etmemenin erdemini
anlatmaktadır.
c) Yüce Allah, uygunsuz cinsel ilişkiyi teklif eden kadına karşı koyabilmek için Allah'a sığınmanın şart olduğunu öğretmekte, bu konuda ki başarının akıl, iman ve ilâhî müdahaleden geçtiğini vurgulamaktadır.
d) Cinsel davranışların hukukî boyutu ve delillerinin tesbitinin nasıl yapıldığı ile hukuka örnekler sunulmaktadır.
e) Suçsuz bulunduğu halde, kötü ve yalan olan fiilin topluma yayılması
neticesinde toplumsal baskının hukuka galip gelebileceğine dikkat
çekilmektedir. Biz buna, hukukun siyâsîleşmesi veya toplumsallaş
ması da diyebiliriz. İşte Hz. Yûsuf un olgusunda böyle siyâsî ve sosyal
müdahalenin olduğuna şahit oluyoruz.
f) Din öğreticileri hapiste bile olsalar, tevhîd inancının eğitimini elden bırakmamalıdırlar. Hz. Yûsuf zindanda bu eğitimi yapmaktadır. Şartlar ne olursa olsun, din eğitimi her an devam etmelidir, çünkü her yerdeki insanların
buna ihtiyacı vardır.
g) Yüce Allah, Hz. Yûsuf'a rüyada görülen hadiselerin yorumunu öğretmişti. Şimdi bizler Hz. Yûsuf gibi olamayacağımıza göre, toplumun geleceği ile ilgili projelerde aklımız, bilgimiz ve bilimin yeri olmalıdır.
Ayrıca iyi davranışların topluma bereket; kötülüklerin de kıtlık ve ekonomik kriz getireceği burada
haykırılmaktadır. A'râf 96'da "o ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten
ve yerden nice bereket kapıları açardık" âyeti de bu gerçeği dillendirmektedir.[24]
53. Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, Rabb 'imin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücü ile kötülüğü emreder. Ama Rabb'im, affedicidir, merhamet sahibidir.
Bütün entrikalara karşı zindanda yatmak da dahil olmak suretiyle verilen mücâdeleden temiz çıkan Hz. Yûsuf insanlığa bir başka evrensel ahlâkî kanun bırakmaktadır.
1. "Nefsimi temize çıkarmıyorum" Cinsel ahlâk bakımından insan kendini temize çıkaramaz. Yüce Allah, kendini temize çıkarma noktasında insana şu emri vermektedir: "Bunun için kendinizi temize çıkarmayın" (Necm 53/32). Bir peygamber kendi nefsini temize çıkaramadığına göre, normal insanların bunu yapması mümkün müdür?
Aslında nefsini temize çıkaramamak, sonuçtur. Bunun sebebini âyetin devamı vermektedir:
2. "Çünkü nefis, Rabb'imin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücü ile kötülüğü emreder. Ama Rabb'im, affedicidir, merhamet sahibidir." İşte sebep, nefsin kötüyü emretmesidir. Nefsin doğasında kötüyü emretmek vardır. Hz. Yûsuf bunu gündeme getirmektedir. Doğasında kötüyü emretmek olan nefsi kendi iç aleminde besleyen insanın, kendini temize çıkarması mümkün değildir.
O zaman şu açıklamayı yapmak zorundayız: İnsanın kendi iç aleminde "emreden" iki merkez vardır:
a) Akıl. İnsan aklı da emredicidir:
"Onlara akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?" (Tûr 52/32). Âyette görüldüğü gibi, akim emredici olduğu burada gündeme getirilmektedir. Dikkat edilmesi gereken şey, aklın daima iyiyi emretmekte olmasıdır.
b) Nefis. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetten anlaşılıyor ki nefis
de kötüyü emretmektedir. Akıl iyiyi; nefis de kötüyü emretmektedir. Bunlar,
yani akıl ile nefis sanki içimizde emreden iki ayrı varlık şek
linde davranmaktadırlar. Demek ki insanın içinde konuşan, emirler yağdıran iki
farklı varlık vardır.
Birbirine zıt emirler veren bu iki canlı merkez, insanın iç aleminde bilinme meydana getiriyorlar. Tevhîd inancının ve eğitiminin amacı, kalbi de bunlara katarak birleştirmek, aralarında birlik beraberlik kurmaktır. Akıl, gönül ve nefis manevi eğitim vasıtası ile geliştirilip doyum noktasına ulaştırıldığında, o noktada tevhide ulaşmaktadırlar. Doyum noktasında nefis ve gönül akıl olmaktadır. Artık insanın içinde birbirinden farklı emirler veren merkezler kalkıyor, daima iyiyi emreden tek merkez oluşuyor.
Nefsin kötüyü emretmesinin istisnaî durumunun olup olmadığını da Hz. Yûsuf açıklamaktadır: ıJj i*.j U VI "Rabb'imin merhamet ettiği durumlar hariç." Demek ki, Yüce Allah insanlara bazı durumlarda merhamet eder. Bu merhamet nefsin kötüyü emretmesine engel olur. O zaman merhamet etmenin farklı bir anlamı ortaya çıkmaktadır: İnsanı nefsinin kötü etkisi altına girmekten korumak, ona merhamet etmektir.
Bu tarz merhametin en güzel örneğini Hz. Yûsuf yaşadı.
"Andolsun o kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabb'inin gerçeğe dikkat çeken delilini görmeseydi, o da onu arzulamış olacaktı" i Yûsuf 12/24). Yüce Allah, kuluna merhametini, gerçeğe dikkat çeken delili ile ulaştırmaktadır. Demek ki, Allah'ın merhametinin devreye girdiği durumlarda nefis kötüyü emredememektedir. Bunun anlamı. Yüce Allah'ın merhameti insanı içinden yakalamakta, aklı nefsin etkisinden korumaktadır. Buradaki merhameti anlayabilmemiz için Âl-i İmrân 6'ya bakmamız gerekiyor.
Yüce Allah, çocuğu dış etkilerden koruyan, ona yaşayabileceği her şeyi ile dengeli bir ortamı hazırlayan ve çocuğu her yönü ile kucaklayan organa rahim demektedir. Ana rahmi, çocuğu nasıl dış etkilerden koruyorsa, Allah'ın, insanın iç alemini şeytanın ve nefsin etkilerinden koruması da merhamet olmaktadır.
"Merhameti" acımak manasına alırsak şöyle bir neticeye varabiliriz: Öyle durumlar vardır ki, insanın şahsiyetini acınacak durumlara düşürür. Böylesi âdî durumlara düşmemesi için Allah ona acır, yani merhamet edip onu kötü etkilerden korur. O zaman âyetin bu kısmını şöyle manalandırabiliriz: "Rabb'imin acıdığı durumlar hariç." Bu manayı Hz. Yûsuf'la bağlantı kurarak açıklarsak şöyle diyebiliriz: Hz. Yûsuf kadına meyledip zina fiilini işlemiş olsaydı acınacak bir hale düşmüş olacaktı. Yüce Allah ona acıdığı için delilini göstermiş ve onu bu kötü fiilden korumuştur.
Ayrıca nefsin kötüyü emretmesindeki "emretme" eylemini, "sürüklemek" manasına da alabiliriz. Çünkü nefis sadece emretmekle kalmaz, aynı zamanda insanı o kötülüğe sürükler de. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Beş tane güçlü insan, güçsüz bir insanı bir yere doğru itip sürüklüyorsa, o kişi onlara karşı duramaz. Nefis, çok güçlü olduğundan insan onun elinde çok güçsüz kalmakta, insanı istediği yöne doğru sürüklemektedir. Yüce Allah'ın merhamet ettiği durumlarda ise nefis bunu yapamamaktadır. Kişi ile nefsi arasına ilâhî merhamet girmektedir. Yukarıdaki beş tane güçlü insanın elindeki güçsüz insan örneğini alırsak; şöyle açıklayabiliriz: O beş kişi zayıf insanı sürükleyip götürürken, onların en üst amirleri onlara, 'o kişiyi serbest bırakın' dediğinde nasıl onu bırakırlarsa, en büyük âmir olan Allah da merhameti gereği nefse, kulunu bırakmasını emreder ve böylece nefsin sürükleme işi kesilmiş olur.
Nefsin bu kadar güçlü olduğu durumlarda nefsi tezkiye etmek zordur: "Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır" (Nisa 4/49). Nefsini ya da kendini temize çıkarmak iki şekilde olur. Birisi, ileride günah işlemeyeceğine dair iddialı konuşmak, diğeri de günahsız olduğunu iddia etmektir. Bu bakımdan kimse kendini temize çıkarmamalıdır. Hz. Pey-
gamber: "Kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızda kimin iyilik ehli olduğunu en iyi bilendir" (Müslim, Âdâb, 19) buyurmuştur.
Yüce Allah affedici olması ve merhametin kaynağı olması nedeniyle insanı nefsinin kötü etkilerinden korumaktadır. Önce affediyor sonra da merhamet ediyor. Demek ki Yüce Allah'ın merhameti, insanın nefsinde faaliyet göstermekte ve orada da etkinliğini gerçekleştirmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Hz. Yûsuf'un bu sözü, Levh-i Mahfuz'da, yani "korunmuş levhada" asırlarca kaldıktan sonra bize bir âyet olarak gelmiştir. Âyet, tüm insanlığa asla eskimeyecek bir kuralı öğretmektedir. İnsanın içinde "nefs-i emmare", yani "kötüyü emreden nefis" denen bir güç kaynağı vardır ve insanı kötülüğe sürüklemektedir. Onun için insan, kendi kötü fiillerinin kaynağını orada aramalı ve o kötü fiilleri Allah'a mal etmemelidir.
İnsanları eğitirken, bir taraftan nefislerini geliştirmek, diğer taraftan da nefisleri kontrol altına almanın yolları aranmalıdır. Nefis eğitimi dediğimiz bu konu, manevî eğitimin bir parçası olduğu kadar, duygu eğitiminin de bir parçasıdır.
İnsanlara kendi nefislerini gözleme işi öğretilmeli ve bunun zorunlu olduğunun bilinci verilmelidir. Kendini temize çıkarmadan, "Doğrusu insan nefsinin gözlemci sidir" (Kıyamet 75/14); j) "Nefsinizde bir çok alâmet var, hâlâ görmeyecek misiniz?" (Zâriyât 51/21) şeklindeki bu âyetlerin anlamı gereği, iç gözlem yapılmalıdır. Modern psikoloji de iç gözleme önem vermektedir. Her ne kadar, bir kişi hem aktör hem de seyirci olamaz deyip iç gözlemi tenkit edenler olsa bile, iç gözlemin önemi küçümsenemez.
Tefsirini yapmakta olduğumuz âyette geçen "Allah'ın merhamet ettiği durumlar hariç" ilkesini harekete geçirmek için, nefsin şerrinden kurtulmak için Allah'a dua etmek gerekiyor. "Allah'ım! Bana doğru yolunu ilham et. Ve beni nefsimin şerrinden koru"[25] mealindeki işte bu dua, Allah Te'âlâ'nm merhametini harekete geçirmek için yapılmaktadır. Hz. Yûsuf'un "Allah'a sığınırım" Yûsuf 12/23) demesi ile Hz. Peygamber'in duası aynı şeyi ifade etmek-
tedir. "Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum, dedi" (Yûsuf 12/33). Nefis, insanları, başkalarının kurduğu ve insanın maneviyatını zedeleyen tuzaklara çeker. Onlardan kurtulmanın yollarından biri de Allah'ın yardımını istemektir.
Yüce Allah'ın merhamet ettiği durumlardan biri de kişinin kendi nefsi ile mücâdele verme anıdır. Nasıl ki Yüce Allah, kendi uğruna düşmanla mücâdele verene yardım ediyorsa, nefsi ile mücâdele verene de yardım etmektedir. Bu yardım Allah'ın merhameti gereği olmaktadır. "Gerçek mücâhit, Allah'a itaat uğruna nefsi ile mücâdele edendir"[26].
Yüce Allah'ın merhametinin geldiği diğer durumlar da haya ve iffet duygularıdır. Nefsi arındırmak da, Yüce Allah'ın af ve merhametini yeryüzüne indirmektedir.
İnsanı bütüncül manada eğitime tâbi tutabilmek için onun nefsi de eğitilmelidir. Beyin, gönül ve nefis beraber eğitime tâbi tutulmalı, beraber geliştirilmeli ve beraber işler hale getirilmelidir. İnsanı sadece beyin boyutu ile ele alıp ona bilgi doldurmakla onu eğitmiş olamayız. Şahsiyetin bütünlüğünü koruyabilmek için, bütüncül eğitim uygulamasına geçilmelidir. Dünya eğitiminin verimini, başarısını azaltan neden, işte bu şahsiyet parçalayarak eğitmek olmaktadır.[27]
54. Kral dedi ki: Onu bana getirin; onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca: 'Bugün sen, katımda yüksek makam sahihsin ve güvenilir birisin', dedi.
55.Beni ülkenin hazineleri
(üstüne bakan) tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim, de
di.
56.Ve böylece Yûsuf a orada
dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz
kim
seye rahmetimizi ulaştırırız. Güzel davrananların ödülünü zayi etmeyiz.
57.İman edip de yanlıştan sakınanlar için âhiret ödülü daha değerlidir.
Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:
1. "Kral dedi ki: Onu bana getirin; onu kendime özel danışman edineyim." Hz. Yûsuf'un zindan öncesi, zindan dönemi ve zindandan çıkışta takındığı tavırlar, onun Kral tarafından seçilmesine neden olmuştur. Hz. Yûsuf'un davranışları neydi? Râzî bunları çok net bir şekilde tesbit etmiştir. Biz de o tesbitleri burada ak-;armak istiyoruz:
a) Kral gördüğü rüyayı yorumlamaları için kahinleri de çağırmıştı. Hz. Yûsuf'un yorumu onların yorumuna baskın geldi ve böylece Hz. Yûsuf un bilgisine güvenmişti. Devleti idare eden kralın gönlü, bu yorumundan dolayı Hz. Yûsuf a meyletmişti.
b) Diğer taraftan Kral, Hz. Yûsuf'un sabrına da güvenmişti. Yıllarca zindanda kaldıktan sonra ona zindandan çıkma izni vermişti; ama o oradan çıkmak için can atmamıştı. Sabredip beklemiş ve kendisine atılan iftiradan temizlenip suçsuz olduğu ortaya çıkıncaya kadar Kralın araştırma yapmasını istemişti.
c)Hz. Yûsuf un sahip olduğu terbiye Kralın ona olan güvenini artırmıştı. Hz. Yûsuf: "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendilerine sor" (Yûsuf 12/50) demesi ile aslında Aziz'in hanımını kasdetmişti ama ifadesini genel kullanmıştı. Bütün belaları onun başına getiren Aziz'in hanımı olmakla beraber onun ismini anmaması, sadece Mısır'lı kadınların durumuna değinmesine kadar edep sahibi olduğunu ifade etmek de yeterli olmuştur.
d) Hz. Yûsuf, namuslu bir kişi olmakla bütün töhmetlerden uzak kalmıştı. "Kadınlar: Haşa! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik', dediler. Azizin hanımı da: 'Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o, doğru söyleyenlerdendir', demişti" (Yûsuf 12/51). Böylece onu töhmet altında bırakanlar, onun temizliğini, suçtan uzak olduğunu itiraf edip kabul etmişlerdi.
e) Zindandan çıkıp efendisine hizmet eden zindan arkadaşı, Hz. Yûsuf'un mükemmel bir insan olduğunu söylemişti[28].
Bütün bu meziyetlerin yanı sıra ilâhî merhametin de devreye girmesiyle Kralın gönlü Hz. Yûsuf a meyletti ve onu danışman veya müsteşar olarak seçmeye karar verdi.
Âyetin bu kısmında geçen istihlâs kelimesi "ortaklık, şaibelerinden kurtarılarak arındırılmasını istemek, has kılmak" demektir. Kral, Hz. Yûsuf'un kendisine bağlı bir memuriyete atanmasını, sadece kendisinden emir almasını ifade etmişti ve Hz. Yûsuf'un, eşi bulunmaz biri olduğunu anlayınca sadece kendisine bağlı bir memuriyet için kendisini seçip görevlendirmişti [29].
Hz. Yûsuf'un bilgisi, ahlâkı, sabrı ve yorumlama kabiliyeti Kralı adeta büyülemişti. Kralın onu seçmiş olması sebebiyle anlıyoruz ki, Kral emaneti ehline teslim eden ve iyi siyaset yapan biri idi.
Kralın Hz Yûsuf'u kendisine seçmesini Yüce Allah bize niçin anlatıyor? Böyle bir olayın, asırlar sonra gelen bir dinde yer almasının sebebi ne olabilir? Yüce Allah, gelecek nesillerin içinden yetişen siyâsîlere çok önemli bir ilke bırakmaktadır. Yöneticiler devletin görevlerini, makamlarını ehil kimselere teslim etmelidirler. Bilgili, ahlâklı, geleceği okuyabilen ve güvenilir insanları bürokrat olarak seçmelidirler. Devletin işleri ancak bu insanlarla sağlıklı yürüyebilir. Asırlar önce yaşamış olan bir kral, zindandan çıkan bir kişide bu meziyetleri görmüş ve onu yüksek bir göreve atamıştır. Bunu yapan devletler ilerleyeceklerdir.
2. "Onunla konuşunca Kral: 'Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin', dedi." Kral, Hz. Yûsuf ile konuştuğunda, onu önemli bir göreve atadığını ve kendisine güvendiğini söyledi. Devlet görevlerinden birine atamanın şartlarından biri bilgi, yani o işin ehli olmak, diğeri de güvenilir olmaktır.
Hz. Yûsuf bilgisi ile geleceği okuduğunu daha önceden rüyayı yorumlamakla göstermiş oldu. Güvenilirliğini de, zindandan çıkmasına karar verildiğinde hemen çıkmayıp, suçsuzluğunun araştırılıp bulunmasından sonra çıkması ile ispat etmişti. İşte bilgi ve güven bir araya gelince atama yapılmıştır.
3. "Beni ülkenin hazinelerine tayin et. Çünkü ben onları çok iyi'korurum ve bu işi bilirim, dedi." Ülkenin hazinelerinden sorumlu birinin olması, günümüzde maliye bakanı veya genel anlamda hazineden sorumlu bakan ya da ekonomiden sorumlu bakan olması anlamına gelmektedir. Âyette hazîne/hazâin kelimesinin olması, o dönemde bile ekonomik meselelerin önde geldiğine işaret etmektedir.
Kaldı ki Hz. Yûsuf, zindanda bulunduğu dönemde Kralın rüyasını yorumlarken de ekonomik bir değerlendirme yapmıştır. O yorumu yapması, o işleri bildiğine işaret etmektedir.
Âyette geçen hafız "koruyucu" kelimesiyle de Hz. Yûsuf, "yedi yıl bollukta hazineye iyi gözcülük yapacağını, gelecek olan yedi yıl kıtlığı birikimleri ile atlatabileceğini ve bunu bilerek yapacağını" ifade etmiş, ayrıca devletin malına ne kendisi ne de başkalarını dokundurmayacağına işaret etmiştir.
Bu âyetten anlıyoruz ki, Hz. Yûsuf'un bu isteği ve konuşması evrensel manada insanlara, "devlet işlerinde görev alırken uzman oldukları işlere talip olunmalıdır" esasını getirmektedir. İşi ehline vermek (Nisa 4/58) ilkesinin içinde bu da vardır. Yönetici ehli olanı seçip emaneti ona verirken, emaneti alan da hangi konuda uzman olduğunu söylemelidir.
Dikkat edilirse, âyette Hz. Yûsuf koruyuculuk ile bilmeyi bir araya getirmiştir. Bilmeyen insan, devletin hazinesini koruyamaz. Çünkü, devlet hazinesinin nereden çalınacağını, nasıl çarçur edileceğini anlayamaz ve bu işlerin önüne nasıl geçilebileceğinin de farkına varamaz.
4. "Ve böylece Yûsuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik."
a) Âyetin bu kısmında geçen mekkennâ kelimesi, "yetki, kudret ve şeref vermek" anlamına gelmektedir. Burada yetkiyi veren kimdir? Bazı âlimler, yetkiyi Kralın verdiğini söylemiştir. Biz bu açıklamaya katılmıyoruz. Bu açıklamaya katılmamamızın delili nedir? Birinci delilimiz âyetin devamıdır. Yüce Allah, rahmetini ve ödülünü dilediğine verdiğini ve güzel davrananları bu şekilde ödüllendirdiğini açıklamaktadır. En'âm 6: Ahkâf 26'da da geçen bu kelimenin öznesi Allah'tır. O zaman bu âyetteki yetkiyi verenin Allah olduğu ortaya çıkmaktadır. Buna şunu misal olarak verebiliriz: Vahyi getiren Cebrail'dir ama onu gönderen Allah'tır. Hz. Yûsuf'a görünüşte yetkiyi veren Kral oluyor ama arka planda Allah'ın takdiri, düzenlemesi vardır. Önceki âyetlerle beraber düşünürsek, Hz. Yûsuf'un karşılaştığı pek çok tuzaktan onu nasıl Yüce Allah kurtardı ise, burada da yetkiyi veren esas makam O olmaktadır.
Burada Yüce Allah gelecek nesillere şu mesajı veriyor: Elde edilen bütün başarılar ve yetkilerin ardında ilâhî iradenin olduğunu bilmelisi-
niz. Bu tip olaylarda insanın gayreti, çalışması ve emeği esas olmakla beraber, o esasın bir esası da Allah'ın irâdesi, takdiri ve lütfudur. "Ben bu yetkiyi, serveti kendi bilgimle elde ettim" (Kasas 28/78) sözü insanı Karun'un ahlâkına döndürür.
b) "Dilediği gibi hareket etmek, üzere" Dilediği gibi hareket etmenin anlamı, Hz. Yûsuf a tam bir yetki ve özgürlük, insiyatifini kullanma fırsatı verildiğidir. Bu durum bize şunu göstermektedir: Kaliteli iş üretebilmek için uzman kişiyi atayacaksın ve ona insiyatifini kullanmakta yetki vereceksin. Güvenilir ve bilgili olan kişiye insiyatif verilirse, kaliteli iş elde edilir. Ayrıca biz buradan şunu da çıkartıyoruz: Kaliteli siyâset, devleti idare eden uzmanlara insiyatifini kullanma yetkisini veren siyâsettir. Her şeye karışan devlet başkanı, kaliteli siyâset üretemez.
Âyete dönersek, bu insiyatifini kullanma yetkisini Hz. Yûsuf'a Allah'ın verdiğini görürüz. Yüce Allah, insanlar âlemini idare ederken insana insiyatifini kullanma yetkisini verdiğine göre, bizim siyasetimizde de aynı uygulamanın olmasını öğretmek için Hz. Yûsuf'un olgusunu Kur'ân'da gündeme getirmektedir.
5. "Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi ulaştırırız ve güzel davrananların ödülünü zayi etmeyiz." Yüce Allah, Hz. Yûsuf a dilediği gibi hareket etme yetkisini vermesini rahmet olarak tanımlamakta, böyle bir rahmeti kime ulaştıracağını kendisi belirlemekte ve böyle bir rahmeti ulaştırmayı da ödüllendirmek olarak görmekte, ama bu rahmeti, yani ödülü muhsin dediği güzel davranışta bulunanlara vereceğini de önceden tesbit etmektedir. Demek ki, önce insan güzel davranacak, ardından Allah ona nimetini ve ödülünü vermeyi dileyecektir. Yüce Allah'ın dilemesini, yeryüzüne rahmet, yani nimet veya ödül olarak indirecek olan etken, insanın güzel davranışlarıdır.
Kralın Hz. Yûsuf'a hazineden sorumlu bakanlığı vermesi veya Hz. Yûsuf'un baştan bunu istemesinden çıkaracağımız altın siyâset kuralı vardır: Bir mü'min, mü'min olmayan bir kraldan görev isteyebilmekte ve kral da bu görevi verebilmektedir. Demek ki, devletin bir makamına
veya bir işine birini atarken onun inancına değil, bilgisine ve güvenilirliğine bakmak gerekiyor. Önemli olan ehil olmaktır, hangi inanca sahip olduğu değil. İşte siyaset yapanlar, halkı inanç bakımından gruplara ayırıp görevleri ona göre dağıtamazlar. Bunu Yûsuf suresinin bu âyetlerinden çıkartıyoruz ve bu kural tüm insanlığın nesillerini yönetenlere hitap etmektedir. Bir de bu âyetten "bir işte ehil olan insanın ille de görev verilmesini beklemesinin gerekli olmadığı, göreve kendisinin de talip olabileceği" sonucunu da çıkartabiliriz.
6. "İman edip de sakınanlar için âhiret mükafatı daha değerlidir." Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a) Yüce Allah bu âyette, bir önceki âyetin sonundaki muhsin kelimesini açıklamaktadır. Muhsin, "iman edip takvaya eren"dir.
Takva sahibi sakınanlar kimlerdir? "Bollukta, darlıkta Allah için harcayanlar, kinlerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i İmrân 3/133-134); başka bir ifade ile "günahlardan, kötülüklerden sakınıp iyilikleri, farzları yerine getirenler"dir. Demek ki iman edip kötülüklerden sakınanlar muhsin olmaktadır.
b) Yüce Allah bu manevî ruh olgunluğuna sahip olanlara hem dünyada hem de dünya nimetlerinin ödülünden daha değerli olanlarını âhirette verecektir. Böylece Yüce Allah "jş- hayr kelimesi ile dünya ödülü ile âhiret ödülünü mukayese etmektedir.
Bunun anlamı şudur: Dünyada muhsin sıfatını kazanacak kadar güzel ameller üreten insanların amelleri kaybolmayıp âhirete kadar u-zanmakta; ödülleri de bu dünya nimeti ile sınırlı kalmayıp âhirette de daha iyisiyle devam edecektir. Bir eylem iki çeşit ödülü beraberinde getirmektedir.
Kral, ekonomi konusunda bütün yetkilerini Hz. Yûsuf a devretti. Kralın rüyasına getirdiği yorum gereği, yedi yıl ziraata önem verdi. O yıllar mahsul yönünden bereketli geçtiği için, ürünün fazlasını anbarlarda biriktirip sakladı. Daha sonra gelen yedi kıtlık yılında bu biriktirip sakladıklarını harcamaya başladı. Ülkenin her yanından, hatta
dışarıdaki ülkelerden gelip o biriktirilen ürünlerden satın alanlar oldu. Bu sefer kıtlık yıllarında da para kazandı. Böylece hem kendi insanını doyurdu hem de ihraç ederek para kazandı.
Buradan şu neticeyi de çıkartıyoruz: Devleti idare eden kral iyi davranıp kaliteli ve uzman olan kişileri iktidara getirince memleketin ekonomik açıdan bereketi artıyor. Halk iyi idareciye paralel olarak iyi davranınca Yüce Allah gökten ve yerden bereketin kapılarını açıyor. "O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve kötülüklerden sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık" (A'râf7/96).[30]
58.Yûsuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. Yûsuf onları tanıdı, ama onlar onu tanımıyorlardı.
59.Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: Sizin bababir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafirperverlerin en iyisiyim.
60.Eğer onu bana getirmezseniz,
artık benim yanımda size verecek bir ölçek erzak yoktur, bana hiç yaklaş
mayın.
61.Dediler ki: Onu babasından istemeğe çalışacağız, kuşkusuz bunu yapacağız.
62.(Yûsuf) emrindeki gençlere
dedi ki: Sermayelerini yüklerinin içine koyun. Olur ki, ailelerine döndükle
rinde bunun farkına varırlar da belki geri gelirler.
1. Yıllar sonra, Hz. Yûsuf un yedi yıl kıtlık olacak dediği zamanlarda, bu kıtlıktan komşu ülkeler de etkilendi. Aynı olguyu Kitab-ı Mukaddes de anlatmaktadır: "Ve Mısır diyarında olan yedi bolluk yılı bitti. Ve Yûsuf un söylemiş olduğu gibi yedi kıtlık yılı gelmeye başladı, ve bütün memleketlerde kıtlık vardı; fakat bütün Mısır diyarında ekmek vardı" (Tekvin, 41, 53-55).
İşte bu kıtlık yıllarının başlaması ile, Yûsuf'un kardeşleri de Mısır'a geldi ve bilmeden, tanımadan kardeşlerinin yanına girdiler. Bu an onların, Yûsuf un ve babaları Ya'kûb'un hayatında çok önemli bir yeri işgal etmiştir. Hz. Yûsuf onları tanıdığı halde, onlar onu tanıyamadı.
Kıskandıkları ve bunun neticesinde ölümünü tasarlayıp sonra da kuyuya atıp terk ettikleri kardeşlerinin huzurunda olduklarını bilmiyorlardı. Onların kıskançlığı, kini ve düşmanlığının, Hz. Yûsuf'un gönlünde merhamet olarak ortaya çıkacağını nereden bilebilirlerdi!
2. Hz. Yûsuf onları tanıdığından dolayı kendi annesinden doğan baba ve anneden aynı olan kardeşi Bünyamin'i
getirmelerini onlardan istedi. Yüklerini hazırladığı kardeşleri bababir, anneden ise ayrı idiler. Bünyamin ise
Hz. Yûsuf ile beraber Hz. Ya'kûb'un hanımı Raşel'dendiler. Hz. Yûsuf yüklerini yüklemekte âdil
davrandı ve onlara en iyi şekilde misafirperverlik yaptı. Bunun karşılığında onlardan kardeşi Bünyamin'i
getirmelerini istedi. Bu demekti ki, bir daha gelebilirler ve erzak alabilirlerdi. Bu konuşması ile onlara bu fırsatı
verdiğini de hissettirdi.
3. Hz. Yûsuf 60. âyette onlara, kardeşlerini getirmekte ne kadar ciddî olduğunu anlatmak için şöyle dedi: "Eğer
onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size verilecek bir ölçek erzak yoktur, (bir daha) bana hiç yaklaşmayın (yani burada bir daha gelmeyin)."
Hz. Yûsuf'un bu kadar ağır konuşmasının sebebi, kardeşlerine o-lan güvensizliği idi. Belki de babası Ya'kûb'un, Bünyamin'i onlara teslim edip göndermeyebileceğini tahmin ediyordu. Çünkü kendisini babası onlara teslim etmiş, onu kuyuya atıp babalarına ağır bir ızdırap yaşatmışlardı. Babası onlara Bünyamin'i teslim edip bir daha böyle ızdırap yaşamak istemeyecekti. Bu nedenle kardeşlerinin işinin çok zor olduğunu biliyordu.
4. "Dediler ki: Onu babasından istemeye çalışacağız, kuşkusuz bunu yapacağız." Hz. Yûsufun kardeşleri iki taş arasında kalmıştı. Bir tarafta erzak aldıkları adam kardeşlerini istiyor, diğer tarafta babalarının, Bünyamin'i onlara vermeme ihtimali duruyordu.
Dikkat edilirse "onu babasından isteyeceğiz" diyorlar da "onu babamızdan isteyeceğiz" demiyorlar. Sanki Bünyamin'in babası onların babası değildir.
5.Hz. Yûsuf, kardeşlerinin bir daha geri dönmelerini sağlamak amacı
ile, yanında çalıştırdığı işçilere, erzak için ödedikleri parayı yüklerinin
içine koymalarını emretti. Kardeşlerin, bu fedakarlığı yapan Hz.
Yûsuf'un bu hareketini anlamaları gerekiyordu.
"Seni taşla döveni, sen ekmekle döv" tekerlemesini Hz. Yûsuf, "seni kuyuya atanı, sen ekmekle döv" şeklinde asırlarca önce tatbik etmişti. Kendisine o ihaneti yapan kardeşlerine erzaklarını tam veriyor, anlayıp bir daha geri gelsinler diye ödedikleri parayı da yüklerine koyup iade ediyor.
Yüce Allah bu örnekle, erdemli olmanın bir boyutunu tüm insanlığa anlatmaktadır. Ekmek söz konusu olduğunda, düşmanlık bile bir kenara bırakılmalıdır. İnsanların kıtlık içinde kaldığı anlarda onlara yardımı, geçmişin yanlışları veya tatsızlıkları ya da düşmanlıkları asla engellememelidir.
Bu dünya idarecilerine şunu haykırıyor: Farklı ideolojiden, hatta düşman tarafından ve farklı siyâsî partiden olsa bile insanların geçimi ile, özlük hakları ile oynanmamalıdır. Burada önemli olan, kişinin, işini başarıp başaramadığıdır. İnanç, ideoloji ve davranış farklılıkları göz ö-nünde tutulmamalı ve ölçü olarak da alınmamalıdır.[31]
63. Babalarına döndüklerinde dediler ki: 'Ey babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimizi bizimle beraber gönder de, ölçüp alalım. Biz onu mutlaka koruyaca-ğız.'
64. Ya'kûb dedi ki: 'Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar (nasıl) güvendiysem, bunun hakkında da size aunı şekilde güveneyim öyle mi? Allah en hayırlı koruyucudur. O merhamet edenlerin en merha-metlisidir.'
65,Eşyalarının açtıklarında
sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: 'Ey babamız!
Daha ne istiyoruz. İşte sermayemiz de bize geri verilmiş. Yine onunla ailemize
erzak getiririz, kardeşimizi
koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu, az bir miktardır.
66.Ya'kûb dedi ki: 'Hepinizin
çepeçevre kuşatılması müstesna, onu bana mutlaka getireceğinize dair Al
lah'tan bir garanti vermedikçe, onu sizinle asla göndermem'. Kardeşleri ona
garanti verince şöyle dedi:
'Şu söylediğimize Allah vekildir.'
67.Ya'kûb şunu da söyledi:
'Oğullarım! Bir tek kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Gerçi ben Al
lah'ın takdir ettiği bir şeyi sizden savamam. Hüküm yalnız Allah 'indir. Ben
yalnız O 'na dayandım. Tevek
kül sahipleri de ona güvenip dayansın.'
68.Babalarının emrettiği
yerlerden kente girdiklerinde, bu onlardan Allah'ın herhangi bir takdirini
uzak
tutamazdı; sadece Ya'kûb'un içindeki bir isteği gerçekleştirmişti. Ya 'kûb,
bizim ona öğretmemizden dola
yı bilgi sahibi idi. Ama halkın çoğu bunu bilmezdi.
Yukarıdaki altı âyeti bir bütün halinde açıklamayı uygun buluyoruz.
1. Hz. Yûsuf, temel ihtiyaçlardan olan beslenme ile kardeşi Bünyamin'le buluşmayı tercih sebebi yapmıştır. Kendisini daha önce kuyuya atan kardeşlerini, Bünyamin'i getirmekle erzak almak konusunda tercihle karşı karşıya bıraktı. Onlara "ya kardeşini getirirsiniz ya da erzak alamazsınız" demişti.
Ya'kûb'un çocukları bu tercihlerini erzaktan yana kullanabilmeleri için babalarından kardeşlerini götürmek için izin almak isterken, Hz. Yûsuf'a daha önce yaptıklarından dolayı olumsuz cevapla karşılaşacak-
larını tahmin ediyorlardı. Bu nedenle "biz onu mutlaka koruyacağız" ifadesine yer vermek zorunda kalmışlardı.
2. "Kardeşimizi götüremezsek erzak alamayacağız" dediklerinde, Hz. Ya'kûb'unpevabı şu olmjıştur: "Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem bunun hakkında da o kadar güveneyim öyle mi? Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en merhamet-lisidir" (âyet, 64). Bu âyetin analizini yaptığımızda şu üç noktaya dikkat çekildiğini görürüz.
a)Babanın çocuklarına güveni. Babalan daha önce Yûsuf konusunda onlara güvenmişti ve bu güveni onlar
istismar etmişlerdi. Hz. Ya'kûb bu âyette lilil âmenüküm "size güvenirim" derken iman kelimesini
kullanmaktadır. İman kelimesi, aynı zamanda "güvenmek" anlamına da gelmektedir.
Âyetin bu kısmından günümüze taşıyacağımız mesaj şudur: Baba ile çocuklar arasında bir güven bunalımı
olmamalıdır. Baba ile çocuklar arasında "güven" önemli bir yer işgal etmektedir ki "güven", nesiller arasında
sağlıklı iletişimin de temelini teşkil etmektedir. Çocuklarına güvenen bir babanın ruh yapısı ile çocuklarına
güvenmeyen babanın ruh yapısını dikkate alırsak, güvenin neler yaptığını rahatlıkla görürüz.
b) "Allah en hayırlı koruyucudur." 63. âyetin sonunda, kendilerinin Bünyamin'i koruyacaklarını söyledikleri halde, Hz. Yak'ûb'un, Allah'ın korumasına sığınmakta olduğuna şahit oluyoruz. "Allah en hayırlı koruyucudur" buyururken, yer verdiği hayr kelimesi"en iyi, en güçlü" anlamını ifade etmektedir.
Onlara, "sizin korumanızdan daha iyi koruyacak olan Allah'ın korumasına onu havale ediyorum" demek istemiştir. Ayrıca çocuklarına bir de Allah'ın koruyucu sıfatını öğretmektedir.
c) "O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." Hz. Ya'kûb, bir bakıma çocuklarının, önceki kardeşlerine merhamet etmediklerini onlara hatırlatmakta ve Allah'ın merhametine sığındığını göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Hz. Ya'kûb güven, korumak ve merhamet gibi önemli değerleri 64. âyette gündeme taşıyarak ahlâk dersi vermektedir.
3. Hz. Ya'kûb, "önceki kardeşiniz konusunda ne kadar güvendiysem bunda da o kadar güveneyim öyle mi?" demekle, aslında çocuklarına güvenmediğini hissettirdi. Çocuklar erzaklarını açınca, Hz. Yûsuf'un erzak için ödedikleri parayı iade ettiğini gördüler ve tekrar erzak almak için babalarının, bir kere daha kardeşlerini kendileri ile göndermesini istediler, onu muhafaza edeceklerini tekrarladılar.
Daha önce 62. âyette Hz. Yûsuf un, onların parasını eşyalarının i-çine koymayı emrederken amacı, onların meseleyi anlayıp tekrar geri dönmelerini sağlamak idi. İşte 65. âyetten anlıyoruz ki, onlar bunun farkına vardılar. Daha fazla erzak alabilme imkanını yakaladıklarını babalarına anlattılar ve ondan Bünyamin'i götürme iznini tekrar istediler. Aldıkları erzakın az olduğunu ve bir deve yükü daha fazla erzak alabileceklerini öne sürdüler. Böylece kıtlık anında temel ihtiyaçlardan beslenmenin önemi burada vurgulanmaktadır.
Aslında Hz. Ya'kûb, Allah'tan aldığı mesajla çocuğunu onlara teslim edecekti. Eğer o peygamber olmasaydı, bunun değerlendirmesi, ekonomik menfaat için çocuğunu rehin vermek şeklinde olacaktı. Olguyu günümüze taşırsak şu neticeye varabiliriz: Ekonomik dengeleri bozulmuş, kıtlıkla, yani ekonomik krizle karşı karşıya kalan toplumlar, pek çok manevî değeri rehin vererek beslenmelerini temin etmek zorunda kalırlar. Ekonomik yoksulluk insanı düşmanının kapısına götürür ve bir çok değerinden fedakarlık ettirir.
4. "(Hz. Ya'kûb): 'Hepinizin çepeçevre kuşatılması müstesna, onu bana mutlaka getireceğinize dair, Allah'tan bir garanti vermedikçe, onu sizinle asla göndermem' dedi. Kardeşleri ona garanti verince de: 'Şu söylediğinize Allah vekildir' dedi."
a) Bu âyette geçen mevsık kelimesi, es-sıka kelimesinden türemiş bir mastardır. "Kendisine güvenilen söz, ahit" demektir[32].
Demek ki Hz. Ya'kûb çocuklarına, "siz bana güvenilir bir söz vermedikçe, ben Bünyamin'i sizinle göndermeyeceğim" demek istemiştir. Âyetteki İni mevsıkan minellâh ifadesi de, "Allah'ı şahit tutarak yapılacak yemin" demektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ya'kûb'in çocukları Allah'a yemin etmenin kültürünü almışlardı. İnsanın insana düz anlamda söz vermesi değil de, Allah'ı devreye sokarak insanın insana söz vermesi gerekiyor. Hz. Ya'kûb onlardan Allah'a yemin ederek kendisine söz vermelerini istemiştir.
b) "Hepinizin çepeçevre kuşatılması müstesna." Âyette geçen itit yuhâta kelimesine Mücâhid "helak olmak" manasını vermiştir.[33] Çepeçevre kuşatılmanın anlamı, "helak olmak" demektir. Mücâhid'in verdiği bu manayı nasıl ispat ederiz? Kehf suresinin 42. âyetinde şu ilâhî ifade yer almaktadır: "Onun bütün ürünleri helak oldu"
İşte bu âyetteki .ühîta kelimesi, "helak olmak, tarumar olmak" anlamında kullanılmıştır.
Yine Râzî'nin nakli ile Katâde, söz konusu ifadeye "ancak mağlup ve hakir olarak dönmeniz müstesna" manasını vermiştir.
Kısaca Hz. Ya'kûb çocuklarına ölüm hali müstesna Bünyamin'i mutlaka geri getirmelerini söylemişti. Dikkat edilirse, sûrenin başında Hz. Yûsuf'u onlara verirken böylesine şartlar koşmamıştı. Bu sefer böyle davranmasından anlıyoruz ki, tecrübe ona çok şeyler kazındırmıştı. "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" tekerlemesi burada da geçerliliğini korudu.
c) Bünyamin'in kardeşleri, Hz. Ya'kûb'a, yani babalarına Allah'a yemin ederek ona garanti verince, Hz. Ya'kûb, söylenenlere, yani yemine Allah'ı vekîl tuttu, Allah'ın da o yemine şahit olduğunu söyledi.
Bundan anlıyoruz ki, baba çocuklarına güvenmekte zorluk çektiği için onlara yemin ettiriyor ve Allah'ı şahit tutuyor. Verdiği sözde ciddî olmanın ve onu tutmanın en etkili boyutu, Allah'ın ona şahit olduğunu bilmek, sonra da Allah'ı ona vekil tutmaktır.
"Söylediklerimize Allah vekildir" cümlesi ne anlama gelmektedir? Bu cümle, "Allah, verdiğiniz sözde durursanız sizi ödüllendirir; durmazsanız sizi cezalandırır" demektir. Dikkat edilirse Hz. Ya'kûb, "Allah, söylediklerinize vekildir" demiyor da, "Allah, söylediklerimize vekildir" ifadesini kullanıyor. Kendisini antlaşmanın tarafı olarak kabul ediyor, diğer taraftan antlaşmaya dinî ve manevî bir nitelik kazandırmak için Allah'ı da vekil olarak belirliyor.
5. "Ya'kûb şunu da söyledi: Oğullarım! Bir tek kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Gerçi ben Allah'ın takdir ettiği bir şeyi sizden savamam. Hüküm yalnız Allah'ındır. Ben yalnız O"na dayandım. Tevekkül sahipleri de ona güvenip dayansın."
a) Hz. Ya'kûb'un çocuklarına böyle bir öğütte bulunup, ayrı ayrı kapılardan girmelerini söylemesinden anlıyoruz ki, yabancı bir ülkeye gidiyorlardı. Çünkü aynı ülkenin insanları niçin ayrı ayrı kapılardan girsin.
Tek kapıdan girselerdi ne olabilirdi? Bu sorunun cevabı bize göre, kardeşler kalabalık oldukları için oradaki halkın dikkati çekebilir ve onlara karşı kötü bir saldın olabilirdi. Başka bir ifadeyle ile şehir halkı onların kötü niyetli bir grup olduklarını zannedebilirlerdi.
Başka bir açıdan bakarsak, büyük bir kardeş grubunu kıskanma ihtimali olabileceğini de söyleyebiliriz. Bazı müfessirler, onlara nazar de-ğebileceğini söylemişlerdir, ama kıskanma ihtimalini biz onun önüne geçiriyoruz.
b) "Gerçi ben Allah'ın takdir ettiği bir şeyi sizden savamam." Hz. Ya'kûb, kendi nasihatinin, gücünün nereye yetebileceğini iyi biliyordu. İlâhî takdire karşı koyamayacağını, ancak tedbir için onlara öğüt verdiğine işaret etmektedir.
Diğer taraftan bu ifade, Hz. Ya'kûb'un Allah'a olan teslimiyetini de gündeme getirmektedir. "Tedbir kuldan, takdir ise Allah'tandır." İlâhî takdirin bazen, kulun tedbirine göre olacağını da unutmamak gerekiyor.
Ama Yüce Allah bir kere takdir ettiği zaman onun önünde kimse duramaz.
Hz. Ya'kûb'un bu açıklaması, yani takdir ile tedbirin ilişkisi konusunda verdiği bu dersin kaynaklandığı temel ilke nedir? Bu sorunun cevabı âyetin devamında gelmektedir:
c) "Hüküm yalnız Allah'ındır." İnsanın iradesinin üstünde olan konularda hüküm yalnız Allah'a aittir. Ama insanın iradesinin dahilinde olan durumlarda teşebbüs kuldan; hüküm, yani takdir yine Allah'tandır. Demek ki kainat ve onun içindeki varlıklar aleminde, öyle durumlar vardır ki insanın hiçbir etkinliği olmadan hükmü sadece Allah'a aittir. Fakat öyle durumlar da vardır ki insanın niyeti, iradesi ve teşebbüsü alt yapıyı oluşturur, hüküm yine Allah'tan gelir. Hüküm deyince, mahkemede verilen hüküm anlamında alınmamalı, kâinattaki bütün oluşumların takdiri ve hayata geçirilmesi anlamına alınmalıdır.
d) "Ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül sahipleri de ona güvenip dayansın." Hz. Ya'kûb, Yüce Allah'ın hükmüne güvenip dayanma konusunda hem çocuklarına hem de Kur'ân vasıtasıyla tüm insanlığa bir ders vermektedir, yani tevekkülün, çalışmadan istemek, tedbir almadan havale etmek olmadığı konusunda bir ders vermektedir. Çocuklarına tek bir kapıdan girmeyip, ayrı ayrı kapılardan girme tedbirini aldırdıktan sonra Allah'a güvenip dayanmalarını öğütlemektedir. Aynı şekilde kendisi, çocuklarına Allah adma yemin ederek delil getirdikten sonra onlara Bünyamin'i teslim edebileceğini söylemesi de tevekkülün nasıl yapıldığının delili olmaktadır.
Bu şuna benzer: Tarlayı kazıp tohumunu ektikten sonra Allah'a tevekkül edilecektir. Tohumu tarlaya atmadan işi Allah'a havale edip tevekkül etmenin bir anlamı yoktur.
6. "Babalarının emrettiği yerden kente girdiklerinde, bu onlardan Allah'ın herhangi bir takdirini uzak tutmamıştı; sadece Ya'kûb'un içindeki bir isteği gerçekleştirmişti."
a) Bir önceki, yani 67. âyette Hz. Ya'kûb: "Gerçi ben Allah'ın takdir ettiği bir şeyi sizden sav amam" buyurmasını 68. âyetin ilk kısmı tasdik etmektedir. Kente ayrı ayrı girmeleri, Allah'ın takdir edeceği birşeyi engelleyemezdi demek istiyor.
Ancak Hz. Ya'kûb'un söylediği tedbir, insanların planladığı bir kötülüğü önlemek içindi. Çünkü Allah kuluna, durup-dururken hiçbir neden olmadan kötülüğü takdir etmez. Yüce Allah kulu için, kuluna kötü olacak bir şeyi sebepsiz yere takdir etmez. Onun için, Hz. Ya'kûb'un tedbiri, kulların onlara kötülük yapmasına karşı idi, Allah'ın takdirine karşı değildi.
b) Onlar. Hz. Ya"kûb"un içindeki bu isteği yerine
getirerek şehre ayrı ayrı yerlerden girdiler. Bundan şunu çıkarıyoruz: Çocuklar
babalarının nasihatini yerine getirmelidirler. Eğer o nasihat, iyilik adına
bir şey
getirmese bile, kötülük de getirmiyorsa onu tutmakta bir sakınca yoktur. Çünkü
çocuklar şunu bilmelidirler: Babalar çocuklarına, asla kendilerine zararlı
olacak herhangi bir şeyi tavsiye etmezler. Babalarının vicdanı,
gönlü, aklı hep çocuklarının iyi olmasını ister. Bir baba ahlaken suflî (düşük)
olsa bile çocuğunun ahlâklı olmasını ister. Babaların çocuklarına karşı olan bu
düşünce, tavır ve niyetlerinden dolayı, onların öğütlerini
tutmakta yarar vardır. Çocuklar şunu da iyi bilmelidirler: Babaları hayatın
çilesini çekmiş, hayatın okulunda okumuş ve engin tecrübeler kazanmışlardır.
7. "Ya'kûb, bizim ona öğrettiğimizden dolayı bilgi sahibi idi. Ama halkın çoğu bunu bilmezdi." Yüce Allah Hz. Adem'e öğrettiği gibi Hz. Ya'kûb'a da öğretmişti. Hz. Ya'kûb'un Yûsuf suresinde şu ana kadar yaptığı yorumlar ve verdiği öğütler vardır. İşte bunların kaynağında ilâhî öğretim vardır:
a) "Yavrucuğum! dedi. Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır" (Yûsuf 12/5).
b) "İşte böylece Rabb'in seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kûb'un soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabb'in çok iyi bilendir, hikmet sahibidir" (Yûsuf 12/6).
c) "Ya'kûb dedi ki: Bilakis nefisleriniz size kötü bir işi güzel gösterdi. Artık bana düşen hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında bana yardım edecek olan, ancak Allah'tır" (Yûsuf 12/18).
d) "Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir" (Yûsuf 12/64).
e) "Ya'kûb dedi ki: Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka
getireceğinize dair Allah adına bana sağlam bir söz vermediğiniz takdirde onu
sizinle göndermem. Ona teminatlarını verdiklerinde dedi ki: Söyledikle
rimize Allah şahittir" (Yûsuf 12/66).
f) "Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar" (Yûsuf 12/67).
Yûsuf suresinde yer alan Hz. Ya'kûb ile ilgili bu söylevler, ilâhî öğretim olmadan söylenemez. Onun için 68. âyette "Şüphesiz o ilim sahibi idi, çünkü ona biz öğretmiştik" ifadesine yer verilmişti. Bu durumu, yani Yüce Allah'ın insana doğrudan bilgi öğreteceğini insanların çoğu bilmez veya bilmek istemez ve dolayısıyla da anlamazlar.
Netice olarak diyebiliriz ki, 64-68. âyetler arasında Hz. Ya'kûb, Yüce Allah'ın koruyuculuğunu, merhametini, Allah adına söz vermeyi, Allah'ın şahitliğini, O'na güvenip dayanmayı, hükmün yalnız O'na ait olduğunu çocuklarına öğretmektedir. Bu konuları, çocukları ile olan karşılıklı konuşmalarına dantel gibi örmüştür. Konuşarak öğretmenin tatbikatı bu olsa gerek. Konuşarak muhatabı hatta kendi çocuklarını eğitmenin en güzel örneklerinden birini bu diyalogun sahibi Hz. Ya'kûb'da görmekteyiz.[34]
69. Yûsuf'un yanına girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı ve: 'Bilesin ben senin kardeşinim. Onların yaptıklarına üzülme' dedi.
70.Yûsuf, onların yüklerini hazırlatırken değerli bir kaseyi öz kardeşinin yüküne koydu. Sonra da bir çağırıcı arkalarından: 'Ey kafile siz mutlaka hırsızlarsınız', diye seslendi.
71.Yûsuf'un kardeşleri, sesin geldiği taraftakilere dönerek: 'Ne kaybettiniz?' diye sordular.
72.Çağırıcı ile birlikte olanlar:
'Hükümdarın kasesini kaybettik; bulup getirene bir deve yükü bahşiş var' de
diler. Çağırıcı: 'Ben de buna kefilim' diye ilave etti.
73.Onlar: 'Allah 'a yemin ederiz
ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz.
Bir hırsız da değiliz' dediler.
74.Yûsuf'un adamları dediler ki: 'Peki siz yalancı iseniz, bunun cezası nedir?'
75.Dediler ki: 'Cezası, kayıp eşya
kimin yükünde bulunduysa, odur. Biz haksızları (hırsızları) böyle ceza
landırırız. '
76.Bunun üzerine Yûsuf,
kardeşlerinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da eşyayı,
kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbir öğrettik: yoksa
Kralın kanununa göre kardeşini
alıkoyamayocaktı. Ancak Allah'ın dilemesi hariç. Biz kimi dilersek onu
derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim
sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.
77.'Eğer, o çalmışsa, daha önce
de onun bir kardeşi çalmıştı' dediler.
Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara
açmadı. Yûsuf içinden 'çok kötü durumdasınız ve Allah anlattığınızı daha iyi
bilir' dedi.
78.(Kardeşleri): Ey Aziz! Doğrusu, onun yaşlı kalmış bir
babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğru
su, iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz' dediler.
79.(Yûsuf): 'Allah korusun! Biz
malımızı kimde bulmuşsak, ancak onu akkoruz. Yoksa haksızlık etmiş olu
ruz ' dedi.
80.Ondan ümitsizliğe düşünce,
konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri şöyle dedi: 'Babanızın,
Allah adına sizden kesin söz aldığını ve daha önce Yûsuf'a yaptığınız işi
bilmiyor musunuz? Babam bana i-
zin verene veya hükmedenlerin en iyisi olan Allah benim için hüküm verinceye
kadar, bu yerden ayrılmayacağım.
81.Siz babanıza dönün, ve deyin ki: 'Ey babamız! Doğrusu, oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizden başka bir şey görmedik. Gaybı da bilmeyiz.
82.Bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde geldiğimiz kervana da sorabilirsin. And olsun, doğru söylüyoruz.'
Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır.
1. Öz ve üvey kardeşlik, insanlığın tarihine bu sûrede bir olgu olarak sunulmuştur. Üvey kardeşlerin kıskançlığı öz kardeşte en aşağı seviyeye inmektedir.
Hz. Yûsuf un üvey kardeşleri, onun öz kardeşini de yanlarına alıp huzuruna çıktılar. Hz. Yûsuf kardeşi Bünyamin'i yanına aldı ve onun öz kardeşi olduğunu ona söyledi. Müfessirler Hz. Yûsuf un, yanına alıp öz kardeşi olduğunu kendisine söylemesine kadarki kısmı bir haberle tamamlamaktadırlar.
Bu haberin doğruluğunu tartışıp sorgulamadan, haberin çekiciliği ve konuya uygun düşmesine bakmadan anlatmayı uygun buluyoruz:
Hz. Yûsuf yanına giren kardeşlerine ikramda bulunup onları misafir olarak ağırladı. Yemek yerken onları ikişer ikişer oturttu. Bünyamin tek kaldığından, "kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, o da beni yanına oturturdu", dedi. Bunun üzerine Hz. Yûsuf onu yanına oturttu. Daha sonra, onları yine ikişer ikişer olarak odalarına yerleştirdi. Yine Bünyamin tek kaldı. Hz. Yûsuf onu yanma aldı. Hz. Yûsuf, ölen kardeşinden (yani kendinden) dolayı Bünyamin'in üzüldüğünü görünce, onun kardeşinin yerini almasını istedi. Bünyamin, onun gibi bir kardeşin bulunamayacağını söyledi. Ama onun Ya'kûb ve eşi Rahiyl'in oğlu olmadığını söyledi. İşte bunun üzerine Hz. Yûsuf ona sarılıp öz kardeşi Yûsuf un. kendisi olduğunu söyledi.
Anlatılan bu olaydan anlıyoruz ki, "onu yanına aldı" ifadesi, onu barındığı meskenine aldığına işaret ediyor. Yıllar sonra Hz. Yûsuf öz kardeşine, Bünyamin de ona kavuşmuş oluyordu.
Hz. Yûsuf'un o buluşmada Bünyamin'e söylediği sözlerin içinden birini Yüce Allah seçip bize nakletmektedir: "Onların yaptığına üzülme." Hz. Yûsuf'a karşı onların yaptıklarına üzülmemesini veya her ikisini babalarından kıskanıp ona karşı soğutmaları için yaptıklarına karşı üzülmesi adına onu (Bünyamin'i) teselli etmiştir. "V lâ tebte'is "Üzülme" kelimesinden anlaşılıyor ki, Bünyamin ona üzüldüğünü söylemişti.
Demek ki üvey olan büyük kardeşler küçüklerini kıskanmaktadır. Baba, yaşlı olduğu bir dönemde doğan küçük kardeşleri bir dede makamında seveceğinden, sanki onlara farklı davranmış gibi olacaktır. Bu kıskançlık, küçükleri üzecek seviyede olayları oluşturacaktır. Yüce Allah Yûsuf sûresinde bu olguyu en ince detayına kadar anlatarak aile eğitimi yapmaktadır.
Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyamin'e "onların yaptıklarına üzülme" derken, "kendi duygu âlemini onların yanlışları yüzünden tahrip etme" demek istemiş, başkalarının yaptığı yanlışları, içinde uzun zaman saklamanın zararını ve yanlışlığını ona söylemiştir.
2. Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyamin'in devamlı yanında kalmasını istiyordu. Ama o dönemde Kralın yaptığı kanuna göre kardeşini sebepsiz alıkoyması mümkün değildi (âyet, 76).
Böylesi sıkışık bir durumda Yüce Allah ona bir "tedbir" öğretti (â-yet, 76); bu tedbiri Hz. Yûsuf uygulamaya koydu. Tedbir şuydu: Hz. Yûsuf, kardeşlerinin yüklerini hazırlarken değerli bir kaseyi veya maşrabayı öz kardeşi Bünyamin'in yüküne koydurdu. Kardeşler çıkıp giderken arkalarından bir çağına gönderip onların hırsızlık yaptıklarını söyletti. Yûsuf'un kardeşleri de ne kaybettiklerini sordular. Hükümdar'in değerli kâsesinin veya maşrabasının kaybolduğunu, bulana büyük bir ödül konduğunu söylediler.
Buraya kadar olan haber, olgunun alt yapısını oluşturmaktadır. Bundan sonra olgunun neticeleri, yani üst yapısı ortaya çıkmaktadır.
a) Bir suçluyu bulana veya getirene ödül konmaktadır. Günümüzde de uygulanan bu sistemin kökleri çok eskiye dayanmaktadır. Hatta bu, yazılı olmayan hukukun bir parçası haline gelmiştir.
b) "Allah'a yemin olsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz."
Hz. Yûsuf un kardeşleri, almış oldukları din eğitimde Allah'a yemin etmeyi öğrenmişlerdi; aynı zamanda delil olmadığı yerde yemin etmenin gerekliliğini de biliyorlardı. Çünkü kaide şudur: Delil iddia edene; yemin de inkâr edene düşmektedir. Onlar çaldıklarını kabul etmediklerinden dolayı yemin etmişlerdir.
Diğer taraftan Hz. Yûsuf'un kardeşleri, hırsızlığın bir bozgunculuk ve ahlâksızlık olduğunu bilecek kadar da kültürlü idiler.
Kendilerinin hırsız olmadığını, niyetlerinin bozgunculuk yapmak olmadığını söylerken, Hz. Yûsuf un gönderdiği çağmanın ve onun ya-nındakilerin bilgisini, yani kendilerini tanımalarını da delil olarak gösterdiler. Belli ki, onların daha önce böyle bir işi yapmayacakları kadar tanınmışlık durumları vardı.
Demek ki hırsız olarak nitelenen Hz. Yûsuf un kardeşleri yemin ve bilinmeyi öne sürerek suçsuz olduklarını ispat etme uğraşısını verdiler.
c) Yûsuf'un adamları yalan söyleyenin cezasının ne olacağını sordular. İşte bu noktada hukukun devrimi olan bir kural ile cevap verirler:
3. "Dediler ki: Cezası, kayıp eşya kimin yükünde bulunduysa, karşılığı kendisidir. Biz zalimleri (hırsızları, haksızları) böyle cezalandırırız."
Bunun anlamı şudur, değerli eşya kimin yükünden çıkarsa cezayı o çeker. Yani burada cezanın ferdî olduğu gündeme getirilmiş, bütün kardeşlerin cezalandırılmayacağı söylenmişti. İşte hukukta buna, suç ve onun gerektirdiği cezanın ferdîleşmesi denmektedir.
"Cezası, bizzat onu çalandır" denmesinin başka bir yorumu da, o kişinin kendisinin ceza olması şeklindedir. Demek ki, o kişi alıkonacak
ve böylece serbest dolaşımı, sılasına dönmesi engellenmiş olacaktı. Bir bakıma hırsızlık yapanın cezası, özgürlüğünün elinden alınması olacaktı.
Diğer taraftan Yûsuf'un kardeşleri hırsızlığı zulüm olarak nitelen-dilmektedirler: byJ^1 <ij£ iLp^ "Biz zâlimleri, (hırsızları) böyle cezalandırırız" (âyet, 75) derken, hırsızın zâlim olduğunu ve onların elinden özgürlüklerinin alınması ile cezalandırılmaları gerektiğini söylemişlerdir.
Böylece burada kendi ülkelerinin hukukunda suçun ve cezanın ferdî olduğunu, dolayısıyla cezanın da özgürlüğünü kısıtlama şeklinde verildiğini söylemiş oldular. Böylece Yüce Allah Hz. Yûsuf'un olgusu ile bir hukuk dersi vermektedir.
4. "Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce, diğer üvey kardeşlerinin yüklerini aramaya başladı. Sonra da eşyayı kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yûsuf a böyle bir tedbir öğrettik; yoksa Kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamayacaktı. Ancak Allah'ın dilemesi hariç. Biz kimi dilersek onu derecelerle, yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır."
Yûsuf sûresinin 76. âyeti olan bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
1. Bir önceki âyette Hz. Yûsuf'un kardeşleri hırsızın cezasının ne olması gerektiğini söyleyince, Hz. Yûsuf'un gönderdiği çağına, onların erzak yüklerinin araştırılması gerektiğini söyledi ve onları tekrar Hz. Yûsuf'un huzuruna getirdi.
Hz. Yûsuf, Bünyamin'in dışındaki kardeşlerinin yükünü aramaya başladı ve en sonunda Bünyamin'in yüküne baktı. Aranan kıymetli maşraba Bünyamin'in yükünden çıktı. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Hz. Yûsuf kıymetli maşrabayı kardeşinin yüküne kendisi koydu ve sonra kendisi buldu. Bu bir hîle değil midir? Bünyamin'in onurunu diğer kardeşlerinin yanında yaralamaz mı?
Bu sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir. "İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbir öğrettik." Âyetin bu kısmında geçen kidnâ "tedbir öğrettik" ifadesi, "hile, tuzak" manalarına gelen el-keyd kelimesinden türetilmiştir. Bu hileyi, tuzağı öğreten Allah Te'âlâ olduğundan, ona hile, tuzak değil de "tedbir" manası verilmesi daha uygun olacaktır.
Demek ki tedbiri Hz. Yûsuf kendisi bulup uygulamadı. Bu tedbiri ona Yüce Allah öğretti. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah bu tedbiri niye alıp işe müdahale etti? Âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır.
5. "Yoksa Kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamayacaktı." Yûsuf sûresinin can alıcı noktalarından biri de 76. âyetin bu kısmında yer almaktadır.
Dînü'l-melik "kralın dini" ifadesinden, "din" kavramının "kanun" anlamına geldiğini görüyoruz. "Allah'ın dini" dediğimizde "Allah'ın kanunu" ya da genel manada "Allah'ın hukuku"; "kralın kanunu" dendiğinde de "kralın kanunu" ya da "kralın hukuku" da denebilir.
O zaman hukuk sistemleri içerisinde "beşerî hukuk"un da olabileceği ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah, kralın kanunu veya kralın hukuku demekle, "beşeri hukukun varlığını" kabul etmiş oldu. Öyle anlaşılıyor ki, kralın kanuna göre hiç kimse suçsuz yere serbest dolaşım özgürlüğünden alıkonularak engellenemez. Ancak, hırsızlık yapan biri alıkonabilirdi. İşte kanunu bozmadan gerçekleştirilecek çareyi Yüce Allah bu şekilde Hz. Yûsuf'a öğretti. Böylece Hz. Yûsuf hem kralın kanununa ters düşmedi hem de Yüce Allah'ın tasdikini almış oldu. Demek ki o devirde Mısır'da sebepsiz yere, kimsenin alıkonulup serbest dolaşım özgürlüğü elinden alınamazdı.
Onun için âyetin devamındaki "Ancak Allah'ın dilemesi hariç" ifadesine yer verilmektedir. Allah Te'âlâ'nın dilemesi devreye girerek, kralın kanunu ile çatışmayı önleyecek tedbir alınmış oldu.
Âyetin bu kısmından şu neticeyi de çıkartıyoruz: Hukukun veya kanunun saf dışı bırakılması veya delinmesi asla doğru değildir. İşleri
kesinlikle hukuka göre düzenlemek gerekiyor. Yüce Allah buradaki anlatımı ile bunu tüm geleceğin nesillerine öğretmektedir.
6. "Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır."
a) Yüce Allah, vahy göndermekle bütün insanları yüceltmeyi amaç edinmekte, yani dilemektedir. Yüce Allah bu dileğini A'râf 176'da gündeme getirmekte ve âyetleri ile insanı yüceltmek istediğine dikkat çekmektedir. Yüce Allah'ın bu dileğinin yerine gelmesi için insanın ona layık olması gerekiyor.
Buradaki "derecelerle yükseltme" öncelikle Hz. Yûsuf ile alakalıdır. Peki Hz. Yûsuf ne ile derecelerle yükseltmiştir? Cevabı "ilim öğretmekle" şeklinde verebiliriz:
i. "İşte Böylece Rabb'in seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecek" (âyet, 21).
ii. "Yûsuf ergenlik çağına erişince ona hükmetme yeteneği ve ilim verdik" (âyet, 22).
iii. "Böylece biz kötülük ve fuhşu
ondan uzaklaştırdık" (âyet, 24).
iv. "Biz dilediğimiz kimseye
rahmetimizi ulaştırırız" (âyet, 56).
v. "İşte biz Yûsuf a böyle bir tedbir öğrettik" (âyet, 76).
Bu âyetlerden anlıyoruz ki Yüce Allah Hz. Yûsuf u derece bakımından kardeşlerinin üstüne çıkarmıştır. O zaman akla şu gelir: Yüce Allah birini çıkartıyor, diğerlerini geri mi bırakıyor? Derece olarak yükseltmesinin alt yapısını kulun davranışlarının belirlemekte olduğunu da hatırlatarak şu âyeti bu sorunun cevabı olarak verebiliriz:
"Ve güzel davrananların ödülünü zayi etmeyiz" (Yûsuf 12/56). Demek ki derecelerle yükseltmek bir ödüldür. Bu ödül de güzel davrananlara verilmektedir. Düşüncesi, inanışı ve davranışı ile insan buna layık olmalıdır.
b) "Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır." Âyetin bu kısmım insanla Allah arasındaki ilişkide ele alabiliriz. "Her ilim sahibinin üstende daha iyi bilen Allah vardır" diyebiliriz. İnsan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, bilgi bakımından Allah onun üstündedir. Bunu Yüce Allah insanlara öğretiyor ki insan, bilgisi ile gurura kapılmasın.
Âyete insanla insan arasındaki ilişki açısından da bakabiliriz. Her bilenin üstünde daha iyi bilen bir insan olabilir. Hiçbir insan kendisini en bilgin insan olarak görmemelidir. Yüce Allah bunu bir ilim ahlâkı kuralı olarak öğretmektedir. Bilmede en üstün olduğunu iddia etmek edebe aykırıdır.
7. "Eğer o çalmışsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı, dediler. Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı. Yûsuf, içinden 'çok kötü durumdasınız ve Allah anlattığınızı daha iyi bilir' dedi."
a) Onlar Bünyamin'in gerçekten hırsız
olduğunu sandılar. Daha
önce erzak yüklerinin
içinde paralarını gizli olarak koyup iade edenin, o değerli maşrabayı
oraya koyabileceğini tahmin
edemediler. Ama
Bünyamin'in
öz kardeşi Yûsuf'un hırsızlık yaptığını söyleyerek
iftirada bulundular.
b) Hz. Yûsuf, değerli maşrabayı
Bünyamin'in yüküne kendisinin koyduğunu onlara söylemedi, içinde sakladı; çünkü
kendisinin onların
kardeşi olduğunu ilan etme
zamanının henüz gelmediğini düşünüyordu. Hz. Yûsuf, içinden şunu, yani dile
getirmediği şu düşünceleri geçiriyordu:
i. "Çok kötü durumdasınız." Kardeşleri, Bünyamin'in hırsızlık yapabileceğine inanmaları ve Hz. Yûsuf a iftira etmeleri onları çok kötü duruma düşürmüştü.
ii. "Allah anlattığınızı daha iyi bilir." Bu ifadesi ile Hz. Yûsuf, içinde kanayan yaraya rağmen işi Allah'a havale etti. Yüce Allah Yûsuf 77'de Hz. Yûsuf un içinden geçenleri anlatmakla, insanın içinden geçirdiği niyetleri, düşünceleri ve orada kopan bütün fırtınaları bildiğini, kulunu içerden ve dışarıdan kuşattığını açıklamaktadır.
Din eğitiminde Yüce Allah'ın ilmini ve ihata edişini anlatırken verilecek en ilginç örneklerden biri de bu âyettir. Yüce Allah her şeyi içeriden ve dışarıdan kuşatır ve bilir. Hiçbir şey Yüce Allah'ın ilminin dışında kalamaz. Yüce Allah insana şah damarından daha yakın olduğu için (Kâf 50/16) içindeki bütün sırlarını bilir.
İşte Hz. Yûsuf, kardeşleri için içinden, "sizin söylediklerinizi Allah sizden daha iyi bilmektedir" düşüncesini geçirdi. Böylece o, "insanın kendisini bilmesinden daha iyi onu Allah'ın bildiği" esasını koymaktadır.
8. "Ey Aziz! Doğrusu yaşlı kalmış bir babası vardır. Bizden'birini onun yerine al. Doğrusu senin, iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz, dediler." Yûsuf 66"da Hz. Ya'kûb, Yûsuf un kardeşlerinden Bünyamin'i geri getireceklerine dair Allah adına bir söz almıştı. Bünyamin'i geri getirmeyi garanti ettikten sonra babalarından izin aldılar. Değerli maşraba Bünyamin'in yükünden çıkınca onun alıkonacağını anlayıp şöyle dediler: "Bizden birini onun yerine al." Çünkü babalarına karşı ikinci büyük hatayı yapmış olacaklardı. Verdikleri sözü yerine getirebilmeleri için Bünyamin'in yerine birisinin kalmasını uygun buldular. Babalarının yaşlı olduğunu bahane olarak gösterdiler ve Hz. Yûsuf un iyi davrananlardan biri olduğuna da sığınmak istediler. Muhsin kelimesini kullanarak, Hz. Yûsuf'u değerlendirmelerinden anlıyoruz ki Hz. Ya'kûb'un çocukları oldukça kültürlü idiler.
Hz. Yûsuf'un kardeşlerinin, Yûsuf'u kuyuya atmalarından sonra davranış bakımından oldukça değişime uğradıklarını da bu âyetten anlıyoruz. Daha önce babalarına verdikleri sözü tutmayıp Hz. Yûsuf'u kuyuya attılar. Bu sefer, kendilerinden birini alıkoyup onu, yani Bünyamin'i babalarına götürmeyi teklif ettiler. İşte bu, onların gönüllerinde ve davranışlarında köklü bir değişimin olduğuna delil teşkil etmektedir.
Bundan günümüze şunu getirebiliriz: İnsan değişime açık bir varlıktır. Onu eğiten insanlar, değişimi gerçekleşebilmesi için beklenti içine girmelidirler. Beklenti de sabrı gerekli kılmaktadır. Onun için insanlar hakkında hemen karar verip değerlendirme yapılmamalıdır. Hz. Ya'kûb'un çocuklarının değişimi oldukça uzun zaman almıştır. Eğitim sihirli bir değnek olmadığından hemen etkisini gösteremeyebilir ve eğitilen insanın da değişime olan eğilimi de uzun zaman alabilir. Beklenti ve sabır bunun en iyi halledici metodları olmaktadır.
İşte Yûsuf 18'de: "Artık bana düşen hakkıyla sabretmektir" buyururken Hz. Ya'kûb, sabrın etkinliğine dikkat çekmektedir.
9. "Allah korusun! 'Biz malımızı kimde bulmuşsak ancak onu alıkoruz. Yoksa haksızlık etmiş oluruz' dedi."
Onların, Bünyamin'i serbest bıraktırıp kendilerinden birini alıkoymasına dair tekliflerine Hz. Yûsuf işte bu cevabı vermiştir:"Allah korusun!" Yani "Allah'a sığınırız" demesinde çok önemli öğretici bir boyut vardır: "Suçu işleyenin yerine başka birini alıkoymak zulümdür". Hz. Yûsuf, bu zulmü işlemekten Allah'a sığınmaktadır. Suçu birinin işleyip cezayı başkasının çekmesi hukuken bir zulüm olacağı için Hz. Yûsuf onların teklifini geri çevirdi.
Böylece hukuk, verilen sözün üstüne çıkmakta, hukukun karşısında herkes eşit olmaktadır. Birinin toplumdaki statüsünün yukarıda olması, kanunun ona uygulanmasını engellememelidir.
10. "Ondan ümitsizliğe düşünce meseleyi konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri: 'Babanızın, Allah adına sizden kesin söz aldığını ve daha önce Yûsuf a yaptığınız işi bilmiyor musunuz? Babam bana izin verene veya hükmedenlerin en iyisi olan Allah benim için hüküm verinceye kadar, bu yerden ayrılmayacağım' dedi." a)Hz. Yûsuf ile yaptıkları konuşma neticesinde kardeşleri, istediklerini kabul ettirmekten ümitlerini kestiler. Çünkü 78. âyette "güzel davranan" sıfatını verdikleri Aziz, onların haksız tekliflerini kabul edemezdi. Halkın isteği nasıl olursa olsun, idareciler hukuku uygulamaktan vazgeçemezler. Hz. Yûsuf un kardeşleri çok kötü bir durumla karşıkarşıya kaldılar. Ama bu durum, hukukun uygulanmasına engel olamazdı.
b) Azizin yanında tartışmanın edebe aykırı olacağını bildiklerindenkenara çekilip konuyu tartışmaya başladılar. Büyükleri (Rubîl/Ruben) onlara iki şeyi dikkate almalarını söyledi:
i. "Babanız, Allah adına sizden söz aldı." Büyük kardeş, diğerlerine Yûsuf 66'daki "Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına bana sağlam söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem. Ona teminatını verdiklerinde, dedi ki: Söylediklerimize Allah şahittir" şeklindeki bu sözleşmeyi hatırlattı.
ii. "Daha önce Yûsuf'a yaptığınızı (bilmiyor musunuz?)" Önceki olayda babalarına verdikleri ızdırabı, ken
dilerinin yalan söyleyip babalarının güvenini kaybettiklerini de onlara anımsattı.
Bize göre büyükleri durumun analizini yaparken, babaları ile olan ilişkiyi göz önüne aldı ve olaya oradan baktı. Analizde hiç hata olmamakla beraber, bu iki hatırlatma da içinde bulundukları durumu çözmüyordu. Bu olgu bize şunu anlatıyor: Sosyal olaylar üzerine yapılan analizler doğru olabilir, ama şartlar o analizlerin hayata geçirilmesini engelleyebilir.
O zaman olayın analizine başka açılardan girmek gerekiyor. Hz. Yûsuf'un yapmak istediği ile onların istekleri çatışmıştır. Her iki tarafın istekleri de haklıydı ama bu haklılık kendi yanlarında kalıyordu. Ama Hz. Yûsuf'un idareci makamından olması onun olaya hâkim olmasını temin ediyordu.
c) Büyükleri, kardeşi Bünyamin'i almadan dönmeyeceğini şu şekilde ifade ediyordu:
i. "Babam bana izin verene kadar bu ülkeden ayrılmayacağım." Bunun anlamı, "babası Bünyamin'i oraya bırakıp dönebilirsin" diyene kadar geri dönmeyeceğim" şeklindedir.
ii. "Allah, benim için hüküm verinceye kadar (buradan ayrılmayacağım). Çünkü hükmedenlerin en iyisi O'dur."
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Yûsuf un anneden ayrı olan kardeşlerinin en büyüğü, hüküm verenlerin en iyisinin Allah olduğunu biliyordu, bu kültürü babasından almıştı. Diğerlerine de "Hz. Yûsuf'a yaptıklarınızı bilmiyor musunuz?" derken, kendisinin işe karışmadığını belirtmiş oldu.
11. "Siz babanıza dönün ve deyin ki: Ey babamız! Doğrusu oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizden başka bir şey görmedik. Gaybı da bilmeyiz." Ağabey, onlara ne yapmaları gerektiğini öğretmektedir.
Kardeşler, ancak bildikleri şeyin şahitliğini yapabileceklerini, gaybın bekçileri, yani bilenleri olmadıklarını söyleyerek babalarını ikna edeceklerdi. Burada dikkat edilecek konu ağabeyin, gayb kavramından haberdar olduğu ve bunu çevresindekilere öğretmesidir.
"Biz bildiğimizden başka bir şey görmedik" derken bildikleri sadece "maşrabanın Bünyamin'in yükünden çıkmış olmasıdır". Onu oraya kimin koyduğunu, Bünyamin'in mi yoksa başkasının mı koyduğundan haberleri yoktu ki bu durum hakkında da "buna şahadet edemeyiz", demektedirler.
"Gaybın bekçileri değiliz" derken, buradaki
gayb
ne olabilir? Râzî bunu şöyle
cevaplandırıyor: Hz. Ya'kûb çocukları dönünce
onlara: "Farz edin ki. o hırsızlık yaptı. Kral İsrailoğullarının hukukuna göre hırsızlık yapanın köle olarak
alıkonacağını nasıl bildi? Hayır,
bunu ona, bir gayenizden dolayı siz söylemişsinizdir", dediğinde onlar: "Biz bu kanunu, henüz bu olay başımıza
gelmeden önce söylemiştik. İçine
düştüğümüz bu şeyin,
başımıza
geleceğini o esnada bilemezdik", demişlerdir. Âyetteki "gaybın
bekçileri de değiliz" ifadesi buna
işarettir. Ama bunu söylemeyi onlara ağabey olan büyük kardeş yani Ruben veya Rubîl öğretmişti.
Böylece ağabey olan büyük kardeş yani Ruben veya Rubîl, bilgi, şahitlik ve gaybı bilme konularında onlara bir ders vermektedir.
12. "Bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde geldiğimiz kervana da sorabilirsin. Andolsun doğru söylüyoruz, (deyin, dedi)."
Ağabey olan büyük kardeş yani Ruben veya Rubîl, onlara 81. âyette kendilerinin üzerine ne söylemeleri gerektiğini öğretirken, 82. âyette bulundukları ülkenin halkına ve beraber geldikleri kervana sormasını babalarına teklif etmelerini de öğretmiş oldu.
82. âyetin son kelimesi doğrulukla bitmektedir. Çocuklar, babalarına Allah adına verdikleri sözü yerine getirememenin sonucunda duydukları mahcubiyetin ve suçluluğun giderilmesinin çaresini burada "doğru olduklarını" söyleyerek dile getirmeye çalışmışlardır.
İşte tam bı noktada geleceğin nesillerine yönelik bir mesaj olarak baba-çocuk ilişkilerinde en hassas noktalara girilmekte, kuyuya attıkları kardeşlerinin onlara olan merhametine dikkat çekilmektedir.[35]
83. Babaları dedi ki: 'Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O, bilendir, hikmet sahibidir.'
84. Onlardan yüz çevirdi ve 'âh Yûsuf'um ah!' diye sızlandı. Kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz
geldi.
85.Oğulları: 'Allah'a and olsun ki sen hâlâ Yûsuf'u anıyorsun. Sonunda hasta olacaksın ya da büsbütünhelak olacaksın', dediler.
86.Ya 'kûb: 'Ben, sadece gam ve kederimi Allah 'a arzediyorum. Ve ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahy ile) biliyorum', dedi.
87.(Ya'kûb, konuşmasına
devamla): 'Ey oğullarım! Gidin de
Yûsuf'u ve kardeşini iyice araştırın. Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın
rahmetinden ümit kesmez' dedi.
Ağabey olan büyük kardeş yani Ruben veya Rubîl, kardeşlerine, babalarına diyecekleri sözü öğretmişti. Onlar da bu sözleri aynen babalarına söylediler. O sözleri bir daha hatırlayalım:
"Siz babanıza dönün. 'Ey babamız! Doğrusu oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizden başka bir şey görmedik. Gaybı da bilmeyiz. Bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde geldiğimiz kervana da sorabilirsin. And olsun doğru söylüyoruz' deyin, dedi" (Yûsuf 12/81-82).
Onların bu sözüne karşı Hz. Ya'kûb şu şekilde cevap verdi:
1. "Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe
sürükledi." Hz. Ya'kûb. sebep-sonuç ilişkisi içerinde onların yaptıklarını onlara açıklamakta, kötü davranışın sebebi ya da kaynağı olarak nefsi belirlemekte, sonuç olarak da yaptıkları ameli göstermektedir.
a) Hz. Ya'kûb. yukarıdaki sözünde nefsin canlı bir varlık olarak hareket ettiğine ve insanın içinde bir eylem meydana getirdiğine işaret etmektedir.
Hz. Ya'kûb, nefsin eylemini sevvele fiili ile ifade etmektedir. Bu kelime, "sarkmak, gevşemek" manasına gelen şevle kökünden türemiştir. Sevvele kalıbı, ""bir şeyi birine sevdirmek, teşvik etmek" manalarına gelmektedir.
Bu kelime Kur'ânda bir kere şeytan, üç kere de nefisle beraber kullanılmaktadır.
i. "Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir" (Muhammed 47/25). Bu âyetteki sevvele "sürükleyen" kelimesinin öznesi, şeytan olmaktadır.
ii."(Sâmirî de): 'Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin eserinden (izinden) bir avuç alıp onu attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi" (Tâhâ 20/96). Bir eylemi nefsin hoş göstermesini gündeme getirerek Sâmirî de kendi eyleminin sebebini nefis olarak belirlemektedir.
iii. Söz konusu kelime, Yûsuf 18 ve 83'de de "nefsin bir insanı kötü bir işe sürüklemesi" anlamına gelmektedir.
Kur'ân'da bu dört âyette geçen sevvele kelimesinin eş anlamlısı Mâide 30'da geçen tavva'a kelimesidir. O da, "iyi gösterip teşvik etmek" anlamına gelmektedir. Oradaki faili de, burada olduğu gibi nefistir.
b) Demek ki "sürükleme" işini kimi zaman "şeytan", çoğu zaman da "nefis" yapmaktadır. Hz. Ya'kûb, nefislerinin bu işe onları sürüklediğini söylerken, nefislerinin onların irâdesini ortadan kaldırdığına da işaret etmektedir.
Nefis, insanın kendi içinde var olan bir güçtür. Nefis, bütün psikolojik, yani manevî güçleri bir tarafa atarak onları devre dışı bırakarak insanı kötü bir eyleme sürüklemektedir.
Bunu söylemekle Hz. Ya'kûb çocuklarına kötü eylemlerinin kaynağı ve sebebi hakkında bir ders vermiş olmaktadır.
2. "Bana düşen güzel bir sabırdır." Hz. Ya'kûb, Hz. Yûsuf olayının ardından da bu sözü 18. âyette
söylemişti. Şimdi Bünyamin'in olayında da aynı sözü söylemektedir.
Başkalarının nefislerinin itmesi ile yaptıkları kötü bir fiile karşı takınılacak psikolojik, yani manevî tavır, sabır;
sadece "sabır" da değil, "güzel bir sabır" olmalıdır. "Güzel sabır" ne anlama geliyor ya da etkinliği nedir? Bize
göre "güzel sabır" âyetin sonunda geldiği gibi ümidi yitirilmeyen sabırdır yani, çocuklarına karşı nefreti getirmeyen ve sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmayı getiren bir sabırdır.
3. "Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü
O,'bilendir, hikmet sahibidir." İşte "gü
zel sabır" bu ümidi doğurup besliyor. Hz. Ya'kûb tam bir teslimiyet içinde
Allah'a tevekkül ettiğini yani O'na güvenip dayandığını bu sözü ile ispat
etmektedir.
"Allah, onları bana getirir" ifadesinden iki önemli konuya dikkat çekmek istiyoruz.
a) "Onlar" derken kimler kasdedilmektedir? Buradaki kasıt, Hz.Yûsuf, Bünyamin ve en büyük kardeşleridir. Çünkü 80. âyette en büyük kardeşleri: "Babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım" demişti. Bundan anlıyoruz ki büyük kardeşleri de Mısır'da kalmıştı.
Onun için Hz. Ya'kûb 83. âyette çoğul zamiri kullanmıştır.
b) "Allah onları bana getirir" derken, Allah'ın onları babalarına kavuşturacak şartlan düzenleyeceğini ifade
etmektedir.
İşte tevekkülün can alıcı noktasını bu ifade teşkil etmektedir. Çocukların babalarına kavuşması iyi bir iş olduğu için, onu takdir edip hayata geçirecek olan Allah'tır ve yine burada Hz. Ya'kûb'a düşen tevekkülün alt yapısını "güzel bir sabırla" oluşturmaktır.
Hz. Ya'kûb burada Yüce Allah'ın bilme ve hikmet sahibi olma sıfatlarını gündeme getirerek kendi içindekini ve çocuklarının yaptıklarını çok iyi bildiğini ve o bilgisine uygun takdir ve lütufta bulunacağını söylemektedir. Bilen ve yaptığı işi yerli yerinde eksiksiz yapan Yüce Allah, onu çocuklarına kavuşturacaktı.
Böylece bu avene Allah'a tevekkül, O'na sığınma ve O'ndan bekleme konusunda evrensel bir ders verilmektedir. Başkalarının yanlış davranışlarına maruz kalan insan güzel bir sabırla Allah'a sığınmalıdır. Böylece tevhîd inancının etkinliği de açıklanmaktadır. İnsanların kötülüklerinden, şeytanın ve nefsin kötülüğe itmesinden kaçıp sığınılacak makamı belirleyen bilince "iman" denmektedir.
4. "Onlardan yüz çevirdi ve "âh Yûsuf um âh!' diye sızlandı ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi."
a) Hz. Ya'kûb oğlu Yûsuf un ismini anarak âh çekti; âhını diğer çocuklarına duyurmamak için onlardan ayrıldı ve bir köşede bu ahini çekti. Bu durum onun edebini göstermektedir. Neden Yûsuf için âh çekti? Bünyamin'in kaybolması, Hz. Yûsuf'un kaybolmasından dolayı içindeki üzüntü yarasını bir kere daha kanatmış oldu. Keder çıbanı bir kere
daha deşildi. Bünyamin alıkonduğu için, sağ anlamına geliyordu. Ama diğer oğlu Yûsuf'un yeri hiç belli değildi.
Yüce Allah'ın bu konulan bize anlatmasının sebebi, evlat acısının hiçbir acıya benzemediğini öğretmektir. Evlat acısı, insanın vücut yapısının kimyasını değiştirmekte ve insanın içinde sönmeden yanan bir ateşi andırmaktadır.
b) "Kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi." Yüce Allah burada psikolojik bir durumun, biyolojik yapıyı nasıl etkilediğini anlatmakta, dışa vurulmayan üzüntünün, zamanla biyolojik yapıda bazı hastalıklara neden olacağına dikkat çekmektedir. Hz. Ya'kûb kederini içine gömdü, ama bu nedenle gözlerini kaybetti.
Âyetin bu kısmında geçen kezîm kelimesi, "saklamak, gizlemek, yutmak" manasına gelmektedir. Kapı ile kullanılınca "kapamak"; nehirle kullanılınca "önünü çevirmek"; kapla kullanılınca "kapı doldurup ağzını kapamak": deve ile kullanılınca "devenin burnunu iple bağlamak" manalarına gelmektedir. Bu anlamlarından hareketle söz konusu kelimenin "öfkesini yutmak, susmak" manalarına da geldiğini ifade edebiliriz.
1. Kinini yutmak.
"O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler" (Âl-i İmrân 3/134). Bu âyette kâzımîn kelimesi, ğayd "kin" ile beraber kullanıldığından "yutmak, kinini gizlemek, saklamak" manasına gelmektedir.
2. Yutkunmak.
"Onları yaklaşan felaket günü hakkında uyar! Yürekler gırtlaklara dayanmıştır; habire yutkunurlar"
(Mü'min 40/18). Bu âyetteki kâzımîn kelimesi, "korkunun boğaza verdiği hareket tarzı"nı anlatmaktadır.
3. Dertli.
Bu kelime, Kalem 48'de mekzûm kalıbında, "hıçkırık, dertli" manasına gelmektedir.
"Sen Rabb'inin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabb'ine niyaz etmişti."
Yüce Allah Hz. Ya'kûb'un üzüntüsünden gözlerinin kör olmasını bize anlatırken psikolojik oluşumla biyolojik yapının etkilenmesine dikkat çekmektedir. Bu olguyu şu şekilde yorumlamak da mümkündür: Aşırı üzüntü biyolojik gözleri kör ettiği gibi, gönül gözünü de kör edip sağlıklı düşünceyi ortadan kaldırır.
Onun içindir ki. insanlar kederlerini, üzüntülerini, hüzünlerini dışa vurmalı, anlatmalı ve böylece onların çökertici ağırlıklarından kurtulmalıdırlar. Üzüntüler anlatıldıkça ve paylaşıldıkça azalırlar.
5. "Oğullan: 'Allah'a andolsun ki sen hâlâ Yûsuf u anıyorsun, donunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helak olacaksın' dediler." Ayette geçen ijiütef-te'u/fete'e kelimesi, "birini bir işten dolayı teskin etmek, ateşi söndürmek, bir şeyden feragat edip tamamen unutmak" anlamına gelmektedir. Fütû', "hiç durmadan o işi yapmak" demektir ve âyette "Hz. Yûsuf'u anmaktan asla geri durmama"yı ifade etmektedir.
Hz. Ya'kûb'un çocukları, babalarının ardı-arkası kesilmeyecek şekilde Hz. Yûsuf u anmasına şaşırıyorlardı. Babalarının bu durumunu değerlendirirken, ona olacak olan iki etkiyi gündeme getirmektedirler.
a) "Hasta olacaksın." Âyetin bu kısmında O>'J- harad kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin anlamı, "üzüntü ve kederden dolayı aklın ve bedenin denge bozukluğuna uğraması"dır.
Bu kelimeyi fiil kalıbında kullanınca: "Çok yorulmak, bitkin düşmek, âciz olmak, bozmak, ölümle karşı karşıya kalmak, aklın tuttuğu yol, ahlâkı bozuk olmak"; harida kalıbından alınınca "elbisenin kenarla-
rı eskiyip çürümek, üzüntü ve sevgiden dolayı vücudu eritmek, kendini helak etmek, teşvik etmek, tahrik etmek" manalarına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'ân'daki diğer manaları Nisa 85'de açıklandı.
Böylece Hz. Ya'kûb'un çocukları aşırı sevginin getirdiği üzüntünün, bedenî ve ruhî melekeleri etkileyip hasta edeceğini biliyorlardı.
b) "Büsbütün helak olacaksın." "Hz. Yûsuf'un sevgisi, seni öldürmeden peşini bırakmayacak" demek istiyorlar.
Hz. Ya'kûb'un, çocuğunu bu kadar sevmesi, kaybından dolayı bu kadar üzülmesi doğru mudur? Bu durum Tevbe 24'e ters düşmez mi? Bu soruların cevabını Yûsuf 86'da Hz. Ya'kûb'un kendisi vermektedir.
6. "Ya'kûb: 'Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arz ediyorum. Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından biliyorum' dedi." Hz. Ya'kûb'un "Allah tarafından bilmesi"nin anlamı, "Allah'ın ona vahy ile bilgi aktarması, ne olup bittiğini ona vahyetmesi"dir. Yûsuf sûresinin 4. âyetinde Hz. Yûsuf'un, 11 yıldız ile güneş ve ayın ona secde ettiğine, Yûsuf 6'da getirdiği yorum bunu ifade etmektedir.
Aynı şekilde Yûsuf 6'da Hz. Ya'kûb, oğlu Yûsuf'a Yüce Allah'ın onu seçeceğini söylemişti. Hz. Ya'kûb, oğlu Yûsufun öldüğüne inanmıyordu, ama ondan uzak kalmanın ızdırabını çekiyordu.
Yüce Allah, Hz. Ya'kûb'a, olacak olan olayları yorumlama lütfunu bahsetmişti. Aslında Hz. Ya'kûb, "Hüküm Allah'tan başkasının değildir" ya da "hüküm sadece Allah'a aittir" ve bu nedenle inananların sadece Allah'a güvenip dayanmaları gerektiğini söylemekle kendi bilgi ve irâdesi ile Allah'ın bilgi ve irâdesinin farkını ortaya koymuştu.
86. âyetteki ifadesinden anlıyoruz ki, Hz. Ya'kûb, hükmün kime ait olduğu, kime güvenip dayanacakları ve durumlarını kime arz edecekleri konusunda çocuklarına ve tüm insanlığa öğretimde bulunmaktadır. Hüküm Allah'a ait olduğuna göre, O'na güvenip dayanılacak ve yardım da O'ndan beklenecektir. İşte Yûsuf sûresinin temel öğretilerinden biri de budur.
7. "Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf u ve kardeşini
iyice araştırın. Alkfh'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." Hz. Ya'kûb, bu sözü ile de öğretimine devam etmektedir. Sanki çok kıymetli açıklamalarını normal sözlerinin içine koyup çocuklarına sunmaktadır.
a) "Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini iyice araştırın."
Âyette geçen tehassesû/hasse kelimesinin açıklaması
Âl-i İmrân 92'de yapılmıştır. Burada ilgili kelime "bir şeyi duyu organlarıyla
araştırmak" anlamında tehassüs kalıbında getirilmiştir.
Halbuki Yûsuf 17"de çocukları, Hz. Ya'kûb'a "onu kurt yedi" demişlerdi. Bu âyette de babası, Yûsuf un
araştırılmasını emretmektedir. Böylece Hz. Ya'kûb, onlara oğlu Yûsuf un ölmediğini, mutlaka yaşadığını ve o
nedenle araştırmalarını emretmektedir. Bu emri onlara verirken iş yâ büneyye ifadesi ile onlara "yavrularım"
diye hitap etmekte, yani onlara çok nazik davranmaktadır.
b) "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez."
Âyetin bu kısmı, ilahiyatın en can alıcı konularından birini teşkil etmektedir.
i. Allah'ın rahmetinden ümit kesilmemeli. Bu âyet, "rahmet" ile "ümid"i yan yana getirmektedir. Burada yer alan
ravh kelimesine âlimler şu yorumu getirmişlerdir: "Ravh, insanın hissettiği ve kendisinde huzur bulduğu tatlı ve
hafif rüzgar"a denir. Râ harfi ile vâv harfi "hareketi ve deprenişi" ifade etmektedirler. "İnsanın, kendisi ile hafif
hafif harekete geçtiği ve varlığından lezzet duyduğu şey"e ravh denmektedir. İbn Abbâs, bu kelimeye "rahmet",
Katâde "fadl", İbn Zeyd de "genişlik" manalarını vermişlerdir. Râ harfi u seslendiricisi ile, yani ^ ruvh şeklinde
okunduğunda "rahmet" anlamına geldiği de söylenmektedir[36]. Bu kelime, "hayat bahşedi-ci rahmet" anlamına da
gelmektedir[37].
Allah'ın rahmetinden, yani hayat bahşeden rahmetinden ümit kesilmez. Zümer 53'de de "Allah'ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin" buyurulmaktadır. Çünkü "Rabb'iniz, rahmeti kendisine yazdı" (En'âm 6/54). Rahmeti, yani
merhameti kendi zatına görev olarak yazan Yüce Allah'ın rahmetinden u-mut/ümit kesilir mi? İşte Hz. Ya'kûb
oğullarına bu dersi vermektedir.
b) Hz. Ya'kûb onları, "Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmek" gibi büyük bir yanlıştan caydırmak için şöyle
dedi: "Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez." Hz. Ya'kûb burada çok ince bir analiz yapmaktadır. "İnkâr"ın insanın ümidini/umudunu ortadan kaldırdığına işaret ederek inkârın psikolojik tahribatını vurgulamaktadır. İnkar psikolojisi Allah ile kul arasına girdiği gibi, insanın umudu ile Allah'ın arasına da girmektedir.
Mü'min insan, her an "Allah'ın bir iyilik edeceği ümidi" içinde olur. İyiliği görünce de bu halinin içinde hamd ve şükür bulunur.[38]
88. (Ya'kûb'ım oğulları, tekrar Mısır'a, Yûsuf un) yanına döndüklerinde dediler ki: 'Ey Aziz, bize ve çocuklarımıza darlık dokundu, değersiz bir sermaye ile geldik, ama sen bizim için tam ölçü ver, bize bağışta bulun. Şüphesiz Allah bağışta bulunanları ödüllendirir.
89. Yûsuf dedi ki: 'Sizler cahil iken, Yûsuf'a ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?'
90.'A, yoksa sen Yûsuf musun?'
dediler. 'Ben Yûsuf'um, bu da kardeşimdir',
dedi. 'Allah bize lütfetti.
Doğrusu kim Allah 'tan sakınır ve sabrederse, Allah iyilik edenlerin ecrini
zayi etmez.'
91.(Kardeşleri): 'Vallahi' dediler, 'Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!'
92.(Bunun üzerine Yûsuf): 'Bugün size kınamak yok, Allah sizi bağışlar. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir' dedi.
Hz. Yûsuf ile kardeşlerinin buluşması, peygamberler tarihinde öne çıkan bir olgudur. Buluşmanın en önemli yönü, Hz. Yûsuf un onları af-fetmesidir. Yukarıda yer alan âyetlerin açıklamasından çıkacak neticelerde bunu görmemiz mümkün olacaktır.
1. Hz. Ya'kûb'un çocukları tekrar Mısır'a zahire almak için gidip
Hz. Yûsuf'un huzuruna çıktılar ve şöyle dediler: "Bize ve çocuklarımıza darlık dokundu. Değersiz de bir sermaye ile geldik; ama sen yine de bizim için tam ölçü ver. Bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah bağışta bulunanları ödüllendirir."
Hz. Yûsuf'un kardeşleri, "çocuklarımıza darlık dokundu" derken, darlığı ekonomik kriz yerine kullanmaktadırlar. Aynı zamanda darlık "açlık, kıtlık" manasına da gelir. Cümlede "darlık" özne durumundadır. Dokunma işini "darlık"' yapmaktadır. Âyetin bu kısmında geçen ehl kelimesi, "çocuklar" manasına geldiği gibi, "aile, halk" manasına da gelir.
"Çocuklarımıza ya da ailemize darlık dokundu" demek, "fakirlik ve ihtiyaç dokundu" anlamına da gelmektedir.
"Değersiz bir sermaye ile geldik" şeklindeki âyetin bu kısmında geçen müzcât/izcâ' kelimesi, "azar azar vermek" anlamına gelmektedir. Onun mastarı olan tecziye de "yavaş yavaş götürmek" anlamında kullanılmaktadır ki "Görmez misin ki Allah bir takım bulutları sürüp götürüyor" şeklindeki Nûr 43'te de yüzcî kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:
Âyette geçen bidâ'a kelimesi "bedel, yani bir şeyin satın a-lınması için verilen para, mal" anlamına gelmekte, müzcât kelimesi ile tamlama olunca, "zorla öne sürülen bedel" anlamını ifade etmektedir. Bu manadan hareketle âyetteki ifadeye "pek değeri olmayan bedel" manası verilebilir.
Bundan şunu çıkartıyoruz: Az bir para olsa bile, o para karşılığında alabilecekleri zahire bulamıyorlardı. Demek ki, öyle bir kıtlık yaşanıyordu ki, paralan olsa bile başka yerden zahire alamıyorlardı.
Getirdikleri bedelin, paranın tam karşılığı olan zahireyi almak istediler ve "(Yine de) bizim için tam ölçü ver" derken bunu kasdettiler.
Ayrıca onlar fazla zahire istediklerini de şu cümleleri ile ortaya lar: "Bize bağışta bulun." Demek ki, Hz. Ya'kûb'un koydular:
oğulları karşılıksız yardım denen tasadduk kavramını da biliyorlardı.
Onların kültüründe, hayatlarında böyle bir kavramın yeri vardır.
Bu kısmı bir önceki kısımla birleştirirsek şu neticeyi çıkarabiliriz: Ellerindeki az paranın karşılığında zahire aldıktan sonra, karşılıksız olarak da zahire istiyorlar. Paralarının karşılığında zahire almadan, "biz fakiriz, bize yardımda bulunun" demiyorlar. Elinde az da olsa olan parayı gizleyerek dilenmiyorlar, onu harcadıktan sonra istiyorlar. İşte gerçek ihtiyaç sahibinin kimler olduğunu bu âyet gündeme getirmektedir: "İhtiyaç sahibi", az olan imkanlarını gizleyip isteyen değil, imkanlarını kullanıp da imkanları yetişmeyenlerdir.
'"Şüphesiz Allah bağışta bulunanları ödüllendirir." Hz. Ya'kûb"un çocukları, bu ifadeleri ile ne kadar dinî tahsil gördüklerini ortaya koymaktadırlar. Nitekim Yüce Allah'ın, "karşılıksız yardımda bulunanları ödüllendireceğini" söylemeleri manidardır. Aynı zamanda bu kardeşler, karşılıksız yardımda bulunan kişinin, karşılığını Allah'tan beklemesi gerektiğinin bilincine de sahiptiler.
Âyetten öyle anlıyoruz ki bunlar, Aziz'in huzurunda kısa ve açık bir şekilde isteklerini ifade etmişlerdir.
2. Hz. Yûsuf, onların daha önce yaptıklarını söyleyerek, gizlilik perdesini ortadan kaldırıyor: "Sizler câhil iken Yûsuf a ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?" Hz. Yûsuf, "siz câhilken" ifadesi ile câhil kelimesine farklı bir mana vermektedir. Buradaki câhil kelimesi, "hamlığı, gelişmemişliği" ifade edeceği gibi, "kıskançlığın eyleme dönüşüp kötülük yaptırması" anlamına da gelir. Yani bu kelime, "insanı kötü eyleme sevk eden hamlık, ge-lişmemişlik, bilgisizlik" anlamına gelmektedir.
Hz. Yûsuf, "biliyor musunuz" derken de, "hatırlıyor musunuz" demek istemektedir. Bu sözlerden, yani sorudan anlaşılıyor ki, kardeşleri onu kuyuya attıkları zaman, Yûsuf onları tanıyacak, kardeşi Bünyamin de Yûsuf'a yapılanları anlayacak yaşta idi.
3. Hz. Yûsuf'un 89. âyetteki bu konuşmasının ardından 90. âyette kardeşleri onun Yûsuf olduğunu anladılar ve "â, yoksa sen Yûsuf musun?" dediler. Daha önce Hz. Yûsuf onları tanıdı ama onlar onu tanıyamamıştı. Çünkü onlar onu kuyuya attıklarında Yûsuf henüz çocuktu; büyüyüp geliştiği için onu tanıyamadılar. İşte o anda Yûsuf olduğunu itiraf etti. Ayrıca Bünyamin'in de ana-baba bir kardeşi olduğunu söyledi.
90. âyette Hz. Yûsuf artık geçmişi değil de kendisini ve kardeşini ele alıp değerlendirdi.
a) "Allah bize lütfetti." Hz.Yûsuf un, kuyuya atıldıktan sonra başından geçen olayları bir ilâhî lütuf olarak
değerlendirmesi, hayata ne kadar iyimser baktığını göstermektedir.
Mısır'da gelmiş olduğu sosyal seviyeyi kendisinin elde ettiğini değil de, bunun Allah'ın bir lütfü olduğunu söylemekle, Allah'a ne kadar teslim olduğunu ifade etmiştir.
b) "Doğrusu kim Allah'tan sakınır ve sabrederse, Allah iyilik edenlerin ecrini zayi etmez." Hz. Yûsuf bu konuşması ile bir ilahiyat dersi vermekte, takva, sabır ve muhsin kavramları arasında bir ilişki kurmaktadır.
Hz. Yûsuf, öncelikle muhsinin kim olduğunu tanımlamaktadır. Haramlardan sakınan ve Allah'a karşı yapılması gereken ibadetleri yapan ve sabreden kişi "muhsin"dir. Takva ile sabır insana güzel ameller ürettirir. Yüce Allah, bu ruh olgunluğuna sahip olan insanların ödülünü asla zayi etmeyecektir.
Sakınma ile sabır, ruhun, aklın ve gönlün eylemidir. İçteki eylemler dışa, güzellikleri üretme şeklinde yansımaktadır. Sakınma ile sabır, yani takva ile sabır insanın içinde dururken, küpün içindekinin dışına sızması gibi dışarı sızmaktadır.
Takva ve sabrın içinde bulunduğu küp dışarıya ihsan denen güzellikleri sızdırmakta ve böylece insan muhsin sıfatını almaktadır. İçi boş olan küp dışarıya hiçbir şey sızdırmadığı gibi vurunca tın tın da öter. Ama içinde takva denen sakınma ve sabır eylemleri olan küp de dışarıya
güzel eylemler sızdırır ve biz o küpe vurduğumuzda dolu olduğunu anlarız. Takva ile sabır, insanın şahsiyetini doldurur ve onun dolu şahsiyete sahip olduğunu gösterir.
İşte Hz. Yûsuf, kardeşlerine bu konuda güzel bir ders vermiş, geldiği yere takva ve sabır neticesinde ilâhî lütufla geldiğini anlatmış oldu.
4. "Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik." 91. âyette geçen âsera kelimesi, "tercih etmek, üstün kılmak" anlamına gelmektedir, lekad âserekellâhü 'aleynâ ifadesi, "Allah seni bize tercih etti, yani seni bize üstün kıldı" yani. "akıl. bilgi, statü bakımından bize üstün kıldı" demek istemişlerdir. Üstün kılma işini Allah'a bağlamaları da onların ma'nen değişime ve gelişime uğradıklarını ifade etmektedir.
90. âyette yer alan "takva ve sabır" ile 91. âyette yer alan "tercih" arasında bir bağlantı kurmak gerekiyor. Yüce Allah tercihini kimden yana kullanıyor? Bu sorunun cevabını verebilmek için Hz. Yûsuf'un geçirdiği serüvenlerde gösterdiği sabır ve sakınma eylemlerinin, tercih edilmesinin alt yapısını teşkil eniğini bilmekte yarar vardır: Zina teklifinde bulunan kadına karşı Allah"a sığınması, kendini temize çıkarmaması, olayları yorumlama ilmini Allah'ın ona öğretmesi, işini tam manası ile yerine getirmesi, âdil olması tercih edilmesini sağlamıştır.
Daha sonra sözlerinin devamında kardeşleri: "doğrusu biz suç işlemiştik" diyerek, hatalarını itiraf ettiler. Bu itirafları bir bakıma özür dilemeleri idi.
5. "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlar. O. merhamet edenlerin en merhametlisi-dir." Âyetteki c^Jj tesrîb kelimesi. ^»JUl es-serb kelimesinden türemiştir. Serb "içorganları/işkembeyi saran yağ, başa kakmak, azarlamak, koğuşturma ve kınamak" anlamına gelmektedir.
Hz. Yûsuf bu sözü ile onları bağışladığını, Allah'ın da onları affedeceğini gündeme getirmektedir. Bunu söylerken 92. âyetin sonunda yer alan Allah'ın merhamet sıfatına dikkat çekmiştir.
Bu noktadan hareket ederek Hz. Yûsuf'un olgusunu günümüze getirebiliriz. Ne kadar kötü muamele ile karşılaşırsan karşılaş, çözüm özür dilemek ve ardından da affetmektedir. Kardeşler arasındaki kıskançlığın sebep olduğu kötülüklerin silinmesi affa bağlıdır. Kul affedince, Allah da affedecektir. Yüce Allah Hz. Yûsuf örneği ile, affetmenin erdemini bize anlatmaktadır. Affm bulunduğu yerde kin, düşmanlık ve kan davaları olmaz.
Böylece Hz. Ya'kûb'un dediği yıllar sonra gerçekleşmiştir: "Andolsun ki bu yaptıklarını, kendilerine haber vereceksin" (Yûsuf'l2/15).[39]
93.Şu benim gömleğimi götürün de
onu babamın yüzüne koyun, görecek duruma gelir. Ve bütün ailenizi
bana getirin.
94.Kafile Mısır'dan ayrılınca
babaları (yanındakilere): 'Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yû
suf'un kokusunu alıyorum' dedi.
95.Onlar da: Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın' dediler.
96.Müjdeci gelince,
gömleği onun yüzüne
koyar koymaz, görür oldu. (Bunun üzerine Hz. Ya 'kûb): 'Ben
size: Allah tarafından (vahy ile) sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim
mi!' dedi.
97.(Oğullan t dediler ki: 'Ey babamız! Allah 'tan bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkarlar idik.'
98.(Ya'kûb): "Sizin için Rabb'imden af dileyeceğim.
Çünkü O, affedicidir, merhamet sahibidir.'
Yûsuf sûresinin geneline baktığımızda bu sûrede gömlek üçüncü kez gündeme gelmektedir. "Gömleğin üstünde sahte bir kan ile geldiler" (Yûsuf 12/Î8). Yûsuf'u kurdun yediğini kanlı gömlekle ispat etmek istediler.
"Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir. Gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, şüphesiz, bu sizin tuzağınızdır, sizin tuzağınız gerçekten büyüktür, dedi" (Yûsuf 12/26-28). Bu sefer de gömlek, Hz. Yûsuf'un suçsuz olduğuna delil olmuştur.
Şimdi de 94-96. âyetlerde gömlek, bir mu'cize olarak babası Hz. Ya'kûb'un görmesini sağlamıştır. Şüphesiz gömlek aynı gömlek değildir ama Hz. Yûsuf'un gömleği ilginç oluşumların odak noktasında yer almıştır.
1. "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun. Görecek duruma gelir." Yûsuf 84'de kederini içine gömmesinden dolayı babasının gözüne boz indiği söylenmişti. "Boz inmesi", "kör olmak" anlamına gelir mi? Yoksa görmesinin çok zayıfladığını mı ifade ediyor? Bu sorulara 93. âyette yer alan şu ifade: "görecek duruma gelir" ile "(gömleği onun yüzüne koyar koymaz) görür oldu" (Yûsuf 12/96) ifadesi cevap olmaktadır. İster görmesi çok zayıf olsun, isterse tamamen kör olmuş olsun, gömleğin yüzüne konması ile geri gelen bir görme olayı vardır.
Gömlek, burada Hz. husufun yaşadığının bir delili olmaktadır. Yûsuf'un hayatta olmasının delili, gözlere de hayat vermektedir.
Bu mu'cizeyi bizim uygulamamız mümkün değildir. O zaman bizim için bu olay, bir hikayeden ibret olarak mı kalacaktır? Yoksa günümüze ve geleceğe yarayacak olan bir şeye mesaj mı veriyor?
Biz bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsanlar ilmî araştırmalarda ve hukuk davalarında delil bulamadıklarında bir kör gibi hareket ederler. Delili bulduklarında gözleri yani beyinleri açılacak ve neticede konuyu açıklama veya ispat etme imkanına kavuşacaklardır. Bilimsel ve hukukî deliller bizim beynimize atılan Hz. Yûsuf'un gömleğini andırırlar.
Fâtır sûresinin 19-22. âyetlerine gidince iman etmeyenlere Yüce Allah kör, karanlık ve yaşayan ölü demiyor mu? Aynı âyetlerde iman eden insana gören, ışık sahibi ve diri demiyor mu? İşte bir delilin peşine takılıp Allah'a varan kişi gerçekten gören kişi oluyor, onun gönlü görüyor.
İşte dinî, ilmî ve hukukî alanlarda deliller insanın beyninin ve gönlünün görmesini temin ediyor. Bize göre Hz. Yûsuf un gömleğini anlatan bu âyetler günümüze böyle yansımalıdır.
2. "Bütün ailenizi bana getirin." İşte bu tanışmanın ardından Hz. Yûsuf ailesini yanına istedi. Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Bir aileden yetişen kişinin veya bir ailenin yetiştirdiği kişinin o aileye bir ödül olarak faydası dokunacaktır. Onlara farklı davranması bir haksızlık değil, onların bir ödülüdür. İnsanlığa faydası dokunan bir şahsiyeti yetiştiren ailenin ödülü ilgidir. Hz. Yûsuf da bu
siyeti yetiştiren ailenin ödülü ilgidir. Hz. Yûsuf da bu ilgiyi ailesine göstermesi için onları yanına istedi.
Aslında akla şu soru gelebilir: Hz. Yûsuf'un, ailesini ziyaret etmesi gerekmez miydi? Neden onları yanına çağırdı? Soruların ikisine birden şöyle cevap verilebilir. Hz. Yûsuf ailesini Mısır'a devlet makamına çağırarak onore etmek istemiş, böylece onların belki hiçbir zaman giremeyecekleri yerlere ve makamlara girmelerini temin etmiştir. Onun için Hz. Yûsuf'un çağrısında bir kibir görmemek ve aramamak gerekiyor. Bilginler Hz. Yûsuf un ailesinin çok kalabalık olduğunu söylemekte, yetmiş ve yetmişin üstünde bir nüfusa sahip olduğunu da nakletmektedirler.
Bir bakıma Hz. Yûsuf günümüzde kırsal kesimde yaşayan ailesini şehre getirerek medeniyetin ürünlerini görmelerini sağlamıştır.
3. "Kafile Mısır'dan ayrılınca, babalan (yanındakilere): 'Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yûsuf un kokusunu alıyorum' dedi." Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a) Hz. Ya'kûb gerçekçi bir insandı. Etrafındakilere kaybolmuş oğlunun kokusunu alıyorum demesinin mantığa ters düşeceğini biliyordu. Oğullarının Mısır'dan ayrılışına denk düşen bir anda Hz. Ya'kûb yanındakilere Yûsuf un kokusunu aldığını söylemesi mu'cize niteliği taşımaktadır.
b) Hz. Ya'kûb, oğlunun kaybolmasından sonra yıllar geçmesine rağmen hiçbir zaman ümidini kesmediğini ifade etmektedir. İşte bu durum, sevginin ümidi beslediğine, ümitsizliği ortadan kaldırdığına delildir.
4. "Onlar da: 'Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığindasın' dediler."' Hz. Ya'kûb'un 'Yûsuf'un kokusunu alıyorum' demesini etrafındakiler şaşkınlık olarak nitelendirmişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, onlar onun sözünü normal dışı olarak görmüşler, ilk kaybettiği dönemlerdeki şaşkınlıkla mukayese ederek değerlendirmişlerdir.
Âyetteki dalâl kelimesi, "sapıklık" manasına gelmektedir. Ancak peygamberler için bu mana saygısızlık doludur. Hz. Peygamber için de "seni şaşırmış olarak bulup da kılavuzluğunu üstlenmedi mi?" (Duhâ 93/7) ifadesi vardır.
"Eski şaşkınlık" ifadesinden, onların Hz. Ya'kûb'un değişime uğramadığını düşündüklerini anlıyoruz.
Başlangıçtaki ızdırabı, şaşkınlığı ne idiyse o şaşkınlık yıllar sonra da aynen devam ediyordu. İşte bu durum, aynı zamanda yanındakilerin, Hz. Ya'kûb'un oğlunun kokusunu aldığını söylemesine karşılık gösterdikleri tepkinin de nedeni olmaktadır. Onların bu değerlendirmesinin içinde, Hz. Ya'kûb'un durumuna üzüldükleri de vardır.
5. "Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koyar koymaz
Ya'kûb görür oldu. Ben size: 'Allah tarafından (vahy ile) sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim mi?' dedi." 96. âyetten çıkaracağımız bazı neticeler olacaktır.
a) Âyetin birinci kısmında "gömleği koydu" ifadesindeki
fiilin faili kimdir? İlk bakışta gömleği Hz. Ya'kûb'un yüzüne müjdeci koymuş
gibi anlaşılmaktadır. Ama bu fiilin faili Hz. Ya'kûb'un kendisi de olabilir.
Burada önemli olan gömleği Hz. Ya'kûb'un yüzüne kimin koyduğuya da attığı
değildir; önemli olan onun gözlerinin görür hale gelmesidir. "Görür
oldu" ifadesi, yani "görmesi geri döndü" anlamına gelmektedir.
Buradaki üji irtedde kelimesi, "daha önceki eski haline dönmesi" anlamına
gelmektedir. Gözün görür
hale gelmesi,
kendiliğinden olmamış, Allah
onu eski haline
getirmişti. Böylece
"gömlek" Yûsuf'un hayatında üçüncü kez görevini icra etmişti.
b) "Ben size: 'Allah tarafından (vahy ile) sizin
bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mü' dedi." Hz. Ya'kûb, gözleri
görür hale gelince, bunu yani gözlerinin göreceği veya oğlunun sağ olduğu
bilgisini kendisine bağlamayıp, Allah'ın vahyi ile bildiğini gündeme
getirmektedir. Zaten daha önce 86. âyette aynı ifadeyi
kullanmıştı.
Böylece Hz. Ya'kûb, geleceğe yönelik bilginin kaynağında Allah'ın olduğunu söyleyerek insanın bilgi üretmesindeki sınırı belirlemiş olmaktadır.
6. "(Oğulları) dediler ki: Ey babamız! Allah'tan bizim için af dile! Çünkü biz gerçekten günahkarlar idik.' (Bunun üzerine Hz. Ya'kûb da): 'Sizin için Rabb'imden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, merhamet edendir' dedi." Yûsuf sûresinin 97-98. âyetlerini beraber ele almamız doğru olacaktır. Hz. Ya'kûb'un çocuklarının ona söylediklerinden şunu anlıyoruz:
a) Onun çocuklarında büyük bir değişim meydana gelmiş ve günahkar olduklarını itiraf etmişlerdir. Sözlerinde hem günah denen zenbhem de hatâ kelimesine yer verdiler. Geriye dönüp kardeşleri Hz. Yûsuf a yaptıklarına ve babalarına söyledikleri yalanlarına bakınca günahkar ve hatalı olduklarını görebilmiş ve değerlendirmelerini o doğrultuda yapabilmişlerdir.
Diğer taraftan bu itiraflarıyla kardeşlerin, kendi kendilerini tenkit edebilme seviyesine ulaştıklarını da görüyoruz. Âyette günah ve hata kelimelerine yer vermektedirler. Bunun anlamı şudur: "Günah, Allah'a karşı işlenen yanlış davranış" olurken "hata da, babalarına karşı işledikleri suç" olmaktadır. Günah dinî bir kavram olurken suç da dünyevî bir kelime olmaktadır.
Kardeşlerini kuyuya atarken hem Allah'a karşı günah işlediler hem de kardeşlerine karşı suç işlediler. Babalarına yalan söylerken hem Allah'a karşı günah işlediler hem de babalarına karşı suç işlediler. İşte bu nedenle âyette günah ve hata kavramını kullanarak davranışlarının analizini iyi yapmışlardır.
b) Babalarından günahlarına af dilemelerini istemelerinden anlıyoruz ki, bir kimse başka birinin günahı
sebebi ile Allah'tan af dileyebilir. Zaten babalan Hz. Ya'kûb da onlara "sizin için Rabb'imden af dileyeceğim"
cevabını vermiştir. Bir mü'minin, başka bir mümin için af dileyeceği hükmünü buradan çıkarıyoruz. Hz.
Ya'kûb'un, oğulları için
Allah'tan af dilemesi, kendisine karşı işledikleri suçları affettiği anlamına da gelmektedir.
c) Hz. Ya'kûb'un, oğulları için Allah'tan af dilemesinin dayanağı Yüce Allah'ın ğafûr "affedici" sıfatı ile "merhamet etmek" anlamına gelen rahîm sıfatı olmaktadır. Böylece Hz. Ya'kûb, hem oğullarına hem de tüm dünya insanlığına Yüce Allah'ın hangi sıfatlarına göre af dileneceği konusunda bir ders verip eğitimini yapmakta, Yüce Allah'ın af ve merhamet sıfatlarına sığınarak günahlarına istiğfar etmenin evrensel kuralını öğretmektedir.[40]
99. Nihayet Yûsuf'un huzuruna vardıklarında Yûsuf, ana-babasına sarılıp onları kucakladı. Ve şöyle dedi: 'Allah'ın dileğiyle emniyet içinde Mısır'a girin.'
100. Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı. Hepsi, Yûsuf'un önünde secde eder gibi eğildiler. Yûsuf dedi: 'Babacığım, işte bu, benim önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabb'im onu gerçekleştirdi. O, bana çok güzel lütuflarda bulundu. Çünkü şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, O, beni zindandan çıkardı. Sizi de çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabb'im dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.'
Âyetlerin analizinden çıkaracağımız genellemeler olacaktır:
1. "Nihayet Yûsuf'un huzuruna
vardıklarında Yûsuf, ana-babasına sarılıp onları kucakladı." Bu âyette kucaklamak anlamına gelen ^.ı âvâ kelimesi, evâ fiilinden türemiştir ve "inmek, konmak, sakin olmak, yanına almak, sığınmak, acımak, merhamet etmek, terketmek, dönmek, yaranın iyileşmesi, yakın olmak"; te'vâ kalıbı "toplanmak, kuşlar veya insanlar birikmek"; me'vâ kalıbı da "barınak" anlamına gelmektedir.
Bu kelime Kur'an'da daha çok cennet ve cehennem için me'vâ kalıbında geçmektedir.
1) Sığınmak.
"Hani, o gençler mağaraya sığındıkları zaman" (Kehf 18/10). Bu âyette ilgili kelime evâ şeklinde kullanılmaktadır. Aynı anlamda Hz. Nuh'un oğlu da Hûd 43'de bir dağa sığınacağını söylemişti ki bu âyette de âvî kalıbında gelmekte ve her iki kullanımda da "bir şeyden kaçıp bir yere sığınma" anlamını ifade eden bir mana taşımaktadır.
2) Dayanmak, yaslanmak.
"Ne olurdu size karşı koyabilecek gücüm olsaydı, diye hayıflandı ya da sırtımı dayayabileceğim bir dayanak." (Hûd 11/80). Buradaki âvî "dayanmak" anlamına gelen bu kelime
aynı zamanda, "manen güç almak" anlamının yanında "sığınmak" anlamına da gelmektedir.
"Olacak şey mi, bu dedi. O kayanın yanında dinlenmek için yaslandığımda/durduğumda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum" (Kehf 18/63). Buradaki eveynâ kelimesi de "dayanmak, yaslanmak" anlamına gelmektedir.
3) Himaye etmek.
"Ve yeryüzünde azınlıkta ve çaresiz olduğunuz, insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz günleri hatırlayın ki, Allah sizi himaye etti/barındırdı, sizi yardımıyla destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz" (Enfâl 8/26). Bu âyetteki âvâ kelimesi "barındırmak, himaye etmek" anlamına gelmektedir. Aynı manada bu kelime, Duhâ 6 ve Me'âric 13'te de geçmektedir.
4) Kol-kanat germek.
"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler ve muhacirlere kol-kanat gerip yardım edenler var yâ..." (Enfal 8/72). Buradaki âvev kelimesi de bir önceki anlamı yani himaye etmek anlamını çağrıştırmaktadır.
5) Eriştirmek, yerleştirmek.
"Meryem oğlunu ve annesini de bir delil kıldık, onları yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye eriştirdik" (Mü'minûn 23/50). Bu âyetteki âveynâ fiili, "yerleştirmek" anlamına gelmektedir.
6) Almak.
"Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın" (Ahzâb 33/51). Buradaki tü'vî kelimesine "almak" anlamı vermek gerekir.
7) Varılacak yer.
Bu anlamda Kur'an'in pek çok âyetinde geçmekte ve me'vâ kalıbı ile yer almaktadır: "Azan ve dünya hayatını ahirete tercin edinenin varacağı yer o yakıcı ateştir" (Nazi'ât 79/37-39).
8) Sarılıp kucaklamak.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 99'da âvâ kalıbında "bağrına basmak, sarılıp kucaklamak" anlamına gelmektedir.
Böylece Hz. Yûsuf senelerce ayrı kaldığı ana-babasını bağrına basarak hasret giderdi.
2. "Ve şöyle dedi: Allah dilerse emniyet içinde Mısır'a girin." Mısır'a girmenin anlamı orada yerleşmektir. Hz. Yûsuf "girin" emrini kendisi vermiş, güven içinde olmalarını Allah'a bağlamıştır. Allah'ın iradesi, yani dilemesi ile Mısır'a girip yerleşmelerini ve güven içinde olmalarını söyledi. Âminîn kelimesinden anlıyoruz ki, o devrin hükümdarı ülkeyi güvenli bir ülke haline getirmişti.
Buradaki emînlik. yani "güvenlik" kelimesi, "kıtlığın zararından uzak olmak" anlamına da gelebilir. Hem sosyal hem de siyasal açıdan Hz. Yûsuf, "inşallah". "Allah dilerse" demekle işin kesin olmasını istemiştir. Geleceğe yönelik konuşmada mutlaka "Allah dilerse" demek zorunluluğu vardır ve Hz. Yûsuf bu zorunluluğu yerine getirmiştir. "Allah'ın dilemesine bağlanmadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için, bunu yarın yapacağım deme" (Kehf 18/23-24).
Dinin en önemli konularından biri, "inşallah" diyerek bir işe başlamak veya geleceğe yönelik bir iş için konuşmaktır. Bu konuyu felsefeciler bilemez, bunu ancak din koyar ve peygamberler öğretirler. Hz. Yûsuf hem gelecekle ilgili olarak konuşurken kendini ve işi garantiye almakta hem de kardeşlerine öğretim yapmaktadır. Günümüzde inşallah diyene güvenilmemektedir, çünkü inşallah deyip işini yapmayanlar çoğalmışlardır. Oysa bu cümle, işi Allah'a havale edip gereğini yapmamak değil, tam aksine gereğini yapıp sonucunu Allah'ın takdirine terk etmektir.
3. "Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı. Hepsi, Yûsuf'un önünde secde eder gibi eğildiler."
a) Âyette geçen 'arş kelimesi Kur'an'da, insan için de kullanılmaktadır:
i. "Süleyman dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana''gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını (arşını) bana getirebilir?" (Nemi 27/38).
ii. "Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı" (Yûsuf 12/100).
b) Kur'an'da bu kavram, Yüce Allah için pek çok âyette geçmektedir. Bu âyetlerden bir örnek verebiliriz:
"Rahman arşa istiva etmiştir" (Tâhâ 20/5).
Şimdi bu kelimenin anlamını ve hangi kelimeden türediğini açıklayabiliriz: 'araşe fiili, "çardak kurmak, gölgelik yapmak; taht yapmak; ikamet etmek"; 'arişe kalıbı, "borçluyu sıkıştırmak; meyletmek, sapmak, hayran kalmak"; 'arraşe kalıbı, "evi tavanlamak"; işle kullanılınca "işi geciktirmek", "kuş yükselip kanatları ile aşağıya gölge yapmak" anlamına gelmektedir el-'Arş kalıbı, "mülk, padişah tahtı, izzet, şeref, şan, işin kıvamı, bir şeyin rüknü, evin tavanı, gölgelik, çadır" manalarına gelmektedir.
i. Bu kelimenin ya'rişûn kalıbı A'râf 137'de geçmektedir. "Firavun ve kavminin yapmakta ve yükseltmekte olduklarını ise darmadağın ettik." Buradaki "yükseltirler" ifadesi ile "yüksek bina yapmak" anlatılmaktadır. Buradaki maksat ise "yaptıkları köşk ve yüksek binalar"dır.
ii. Diğer taraftan Nahl 68'de "kovan veya çardan yapmak" anlamında yer almaktadır. "Rabb'in bal arısına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (arı kovanlarından) evler edin' diye vahyetti."
iii. Bakara 259'da çoğul olarak 'urûş olarak "çatılar" anlamını ifade etmektedir: "Yahut görmedin mi o kimseyi ki evlerinin duvarları çadırları üzerine çökmüş bir kasabaya uğradı."
iv. En'âm 141'de me'rûşât kalıbı yer almaktadır, "Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O'dur." Buradaki me'rûşât kelimesi, "çardaklı" anlamına gelmektedir.
v. Kur'an'da bir de 'arş kalıbı yer almaktadır ki buralarda ilgili kelime "taht" anlamına gelmektedir. 'Arşın yer aldığı pek çok âyet vardır. Bunlardan biri de yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçmektedir.
"Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı" şeklindeki meali "ana-babasını en yüksek onur katma çıkardı" şeklinde vererek 'arş kelimesini "onur, izzet, şan, şeref manalarına da alabiliriz.
Kurtubî'nin naklettiğine göre Katâde buradaki 'arş kelimesini "divan" olarak manalandırmıştır[41].
c) "Hepsi Yûsuf un önünde secde eder gibi eğildiler." Âyetin bu kısmında şu soruyu yöneltiyoruz: Bir insana secde yapılır mı? Âyetten öyle anlaşılıyor ki, ana-babası da Hz. Yûsuf un kardeşleri ile beraber secde etmişlerdir. Sorunun cevabını verebilmek için öncelikle Yûsuf suresinin 4. âyetine gitmemiz gerekiyor:
"Bir zamanlar Yûsuf babasına demişti ki: Ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm." Buradan hareket edersek secde doğrudan Hz. Yûsuf a yapılmış gibi görünmektedir.
Diğer taraftan İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir görüşe göre, "onlar onun için, yani onu buldukları için Allah'a secdeye kapandılar. Netice olarak bu secde, bir şükür secdesi olup secde edilen varlık da Allah Te'âlâ idi"[42].
Bu secdenin bir benzeri de Bakara 34'de geçen meleklerin Hz. Adem'e secdesine benzemektedir. Meleklere Hz. Adem'e secde etmelerini emreden Yüce Allah idi. O emri yerine getiren melekler de aslında Allah'a secde etmiş oldular. Orada secde edilen Hz. Adem'in bilgisi idi. Bilgiyi Allah öğrettiğinden, secde de Allah'a olmuştur. Burada secde edilmesine neden olan konu, Hz. Yûsuf un bulunması idi. Onları buluşturan Allah'a bir şükür secdesi yapılmıştı. Secde konusunun geniş açıklaması için Bakara 34'e bakılabilir. Biz burada din eğitimi adına şunu söyleyebiliriz: Allah'a secde ederken tapınıyoruz; insanın önüne eğilirken/secde ederken saygımızı ifade ediyoruz. Bu farkı belirleyen şey, secdeyi yapının niyetidir.
4. "Yûsuf dedi ki: Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabb'im onu gerçekleştirdi." Geriye dönüp Yûsuf sûresinin 4. âyetinde Hz. Yûsuf un rüyasının nakledildiğini, 6. âyette de Hz. Ya'kûb'un rüyayı yorumlamasını buluruz. Hz. Ya'kûb'un yorumunda secde edileceğinden bahis olmadığını görürüz. On bir yıldız, güneş ve ayın secde etmesinin ne anlama geldiğini ve bu anlamın gerçekleşmesini Yûsuf 100'de buluyoruz.
Hz. Yûsuf rüyanın gerçekleşmesinin Allah tarafından olduğunu söylemekle, kimin neyi yaptığı konusunda da öğretim yapmaktadır. Rüyayı Hz. Yûsuf'a gösteren Allah, onu da gerçekleştirmiştir. Rüyanın görülmesi ile gerçekleşmesi arasında seneler geçmiştir.
5. "O bana çok güzel lütuflarda bulundu. Çünkü şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra O, beni zindandan çıkardı. Sizi de çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabb'im dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O, çok iyi bilendir. hikmet sahibidir."
Hz. Yûsuf, babası Hz. Ya'kûb'a Yüce Allah'ın kendisine yaptığı iyilikleri anlatmaktadır.
a) Görmüş olduğu rüyayı Yüce Allah'ın gerçekleştirmiş olması, ona bir lütuf olmuştur. 100. âyetin başında bunu söyledi.
b) "Beni zindandan çıkardı." Hz. Yûsuf zindandan çıkıp kurtulmasını Allah'a bağlamaktadır. Bu ifadeden bizim çıkaracağımız önemli neticeler olmalıdır. İnsanlar bazen suçsuz yere insanları zindana atarak cezalandırırlar, Allah da doğrusu ne ise onu gerçekleştirir. Hz. Yûsuf böyle bir muameleye maruz kaldı ve Allah tarafından kurtarıldı. Burada önemli olan Allah'a sığınıp tevekkül etmektir. Böyle bir olgu karşısında insan kendine pay çıkarmadan işi Allah'ın yaptığını söylemesi gerçek mü'min olmanın gereğidir.
c)"Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi." Âyetin bu kısmında geçen el-bedv kelimesi el-bâdiye denen "çöl" anlamını ifade etmekte, ayrıca "uzaktan görülen düz ve
geniş arazi anlamına gelmektedir. Kelimenin aslı, "ortaya çıkmak" manasını ifade eden u bedâdır[43]. Râzî bu
manayı Vâhidî'nin verdiğini söylemektedir. Hz. Ya'kûb Ken'an diyarında ziraat ve hayvancılıkla
meşguldü ve yerleşmiş olduğu bölge de çölümsü bir yerdi.
Hz. Yûsuf, bir önceki bölümde zindandan çıkarmayı Allah'a bağlarken, ana-babasırtı çölden getirme işini de Allah'a bağlamıştır. Bu sefer de, Hz. Ya'kûb'a Yüce Allah'ın bildirdiği konular gerçekleşiyordu. Allah tarafından sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi!" (Yûsuf 12/96).
Hz. Yûsuf un "sizi çölden getirdi" ifadesinin başka bir neticesi şudur: Sizi ben getirtmedim. Çocuğun, babasını ayağına getirtmesi doğru değildir. Ama Hz. Yûsuf, "sizi buraya Allah getirdi" diyerek bir ahlâk anlayışı ve nezâket kuralını öğretmiş olmaktadır. Hz. Yûsuf ana-babasma kavuşmasını bir ilâhî lütuf olarak görmektedir.
Diğer taraftan Hz. Yûsuf kardeşleri ile arasını bozanın şeytan olduğunu söylerken, kardeşlerinin şeytanın etkisinde kaldığına işaret etmektedir.
Âyette geçen nezeğa fiili, "fitne ile etki altına ve etki alanına almak"tır. Bu kelimenin anlamı, "kötüye teşvik, kışkırtma, tahrik, şeytanın gizli sözleri ve imaları ile etki altına alması"dır. Kur'an'da dört âyette geçen bu kelime, daima şeytanın fiili olarak geçmektedir. Nezğ denen
şeytanın etkisi altına kalmayacak insan yoktur; peygamberleri bile etkilemiştir. Onun için şeytanın bu etkisinden kurtulmanın yolu Allah'a sığınmaktır (A'raf 7/200; Fussılet 41/36).
Demek ki, Hz. Yûsuf kardeşleri ile arasına kıskançlığı düşmanlık haline getirip kötü eylemi yapmalarına itenin şeytan olduğunu söyleyerek onlara yaptıkları hareketin kaynağını öğretmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Yûsuf kardeşlerinin ona yaptıklarını kafasında uzun zaman düşünüp çözüme ulaştırmış, kardeşler arasındaki bozgunculuğun arka planında şeytanın olduğu gerçeğine varmıştı. Bu gerçek, evrensel manada günümüzde ve gelecekte yaşayacaktır.
Gerek biyolojik, gerekse manevi kardeşler arasında veya aynı ülkenin kaderini paylaşan sosyal kardeşler arasında düşmanlık tohumu ekip ayrılıklar çıkaran gücün şeytan olduğu; ama bunu anlamayanların iradesini etki altına alıp ona mağlup oldukları gerçeği burada anlatılmaktadır. Kardeşler arasını bozan taraf, şeytanın etkisi altında kalmıştır.
d) "Şüphesiz ki Rabb'im dilediğine lütfedicidir." Yüce Allah dilediğine lütfediyor ise, dilemediği insanlar da var mıdır? Başkasına dilememek haksızlık olmaz mı?
Bu sorulara şu şekilde cevap verebiliriz. Yüce Allah lütfederken, kullarının gönlüne bakmakta, oradaki oluşumlara, niyetlere, samimiyete göre takdirini yapmakta, lütfunu göndermektedir. Lütfunun alt yapısını kulunun gönlü ve davranışları oluşturmaktadır. Aslında ana-babası ve kardeşlerinin Hz. Yûsuf a kavuşmaları da onlar için bir lütuf olmuştur. Ama Hz. Yûsuf kendisine lütuf olmasını değerlendirmeye almamaktadır.
e) "Kuşkusuz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir." Yüce Allah, bir işi yaparken sonsuz bilgisine dayanır; insanların iç âlemini bildiğinden dolayı kime hangi lütufta bulunacağını ona göre takdir etmekte, sonsuz bilgisine dayandığı için de yaptığı işi yerli yerinde yapmaktadır. Yaptığı işlerde noksanlık yoktur.[44]
202. Rabbim! Bana hükümranlık verdin ve bana rüyada görülen olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni iyiler arasına kat.
Hz. Yûsuf un bu duası, evrensel bir nitelik taşıdığı için Yüce Allah Kur'ân'da ona yer vermiştir. Aslında bu dua Hz. Yûsuf'un hadisi niteliğindedir. Yüce Allah, onu bize öğretmek için âyet haline getirmiştir.
1. "Ey Rabb'im! Bana hükümranlık verdin ve bana rüyada görülen olayların yorumunu da öğrettin." Hz. Yûsuf duasının bu kısmında Yüce Allah'ın ona bahşettiği iki şeyi gündeme getirmektedir.
a) Hükümranlık.
Âyette mülk kelimesinin min edatı ile kullanılmış olmasının anlamı, hükümranlığın bir parçasını, olayların da bazılarını yorumlamasını ifade etmektedir.
b) Olayların yorumu.
Hz. Yûsuf bu iki işi, yaratıp besleyen ve eğiten anlamına gelen "Rabb" sıfatına bağlamakta, "Ey Rabb'im!" derken bu mana ile o nimetler arasında bir bağlantı kurmakta, diğer taraftan dünya insanlığına da şu ilkeyi bırakmaktadır:
Hükümranlıktan nasibini alan, böyle bir makama gelme fırsatını yakalayan kişi sosyal olayları ve olguları iyi anlayıp yorumlayabilmeli-dir.
Bütün devlet yöneticileri görülen olayların yorumunu Allah'tan öğrenemez, ama olayların ve olguların yorumu konusunda öğretim görmeli ve o yetenekte olmalıdır. En azından kendisine sosyal olayların yorumunu yapanların yorumunu anlayabilmelidir. Hz. Yûsuf un dönemindeki Kralın kendisi yorumlayamadı ama Hz. Yûsuf'un yorumunu anladı.
Bir ülkede siyâsî, sosyal, kültürel, ekonomik ve dinî olaylar cereyan ederken, üst idareciler bu olayları yorumlayıp akış mecralarını ve sonuçlarının nereye varacağını anlayabilmeli ve anlayanlara danışmalı-dırlar. Onların önceden görme ve yorumlama kapasiteleri ve kültürleri olmalıdır.
İşte Hz. Yûsuf'un bu duasından günümüze ve geleceğe kalacak o-lan öğreti budur. Hz. Yûsuf ilâhî öğretim vasıtası ile bu bilgileri almıştı. Artık günümüzün ve geleceğin yöneticileri bu bilgileri üniversitelerden alacaklardır.
2. "Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim sahibimsin." Hz. Yûsuf, Yüce Allah'ın JoM fâtır sıfatına duasında yer vermiştir. Bu kelime, "yoktan yaratmayı, yani ilk yaratmayı" ifade etmektedir.
Jai Fetara kelimesi, "yarmak, bir işi ilk defa icat etmek, hamuru mayalandırmaksızm ekmek yapmak, devenin azı dişinin belirip çıkması, koyunun memesini baş ve şahadet parmağı ile sağmak, oruçlunun orucunu bozması"; fevâtır kalıbı, "baharda biten ilk otluklar, ergenlik çağında yüzde çıkan kabarcık"; jA futar kalıbı, "ağzında çatlak olduğundan kesmez kılıç": o Jaî fıtrat kalıbı da, "yaratılış, hilkat, tınet, din ve millet" manalarına gelmektedir. Fâtır kalıbı ise "yaratan" anlamını ifade etmektedir.
1) İlk kez yaratmak.
"Ben hanîf olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim" (En'âm 6/79). Bu kelime fetara kalıbından "yaratıcı" anlamında Şûra 11'de de yer almaktadır.
2) Din, kanun.
"Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur: fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm 30/30). Buâyette geçen fıtrat kelimesi, ""din" anlamına gelmektedir.
3) Paramparça olmak.
Meryem 90'da yetefettarne kalıbında fiil halinde gelmekte ve paramparça olmak anlamını ifade etmektedir: "Bundan dolayı, neredeyse gökler paramparça olacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir."
4) Yarılmak.
"Gökşüzü varıldığı zaman" (İnfitâr 82/1). Buradaki infetara kelimesi "yanlamk" anlamındadır.
5) Kusur, bozukluk.
"Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" (Mülk 67/3). Bu âyetteki futûr kelimesi "kusur, bozukluk" anlamına gelmektedir.
Hz. Yûsuf, âyetin birinci bölümünde "Ey Rabbim" diyerek dua e-derken ikinci bölümünde "Ey gökleri ve yeri yaratan!" diyerek duasına devam etmekte ve göklerin ve yerin ilk yaratıcısı olarak nitelendirdiği Yüce Allah'ı dünya ve âhirette velî, yani sahip olarak görmektedir.
Velî kelimesi, "yanında olmak, korumak, yardımcı olmak, sahip çıkmak" anlamını ifade etmektedir.
"Yaratıcı" kelimesi ya da eylemi ile "sahip çıkmak" arasında derin bir bağ vardır. Yaratmadan sonra hemen sahip çıkıp korumak gerekiyor. Bunu insan alemine aktarırsak, doğurmak yeterli değildir, sahip çıkmak gerekiyor. Yüce Allah yarattığı varlığa sahip çıktığı gibi, doğuran insan da çocuğuna sahip çıkmalıdır.
3. "Beni müslüman olarak öldür ve beni iyiler arasına kat."1 Duanın bu kısmında Hz. Yûsuf un kendi imanını garanti etmediğini ve bu nedenle müslüman olarak ölebilmesi için Allah'tan yardım istediğini görüyoruz. Yüce Allah mü'minlere verdiği şu emri Hz. Yûsuf dua şeklinde Allah'tan istedi: "Ancak müslümanlar olarak can verin" (Âl-i İmrân 3/102). Müslüman olarak ölmek büyük bir lütuf olmaktadır.
Müslüman olarak öldükten sonra istenecek diğer bir nimet de âhirette iyilerle beraber olmaktır. Onun için Hz. Yûsuf. Yüce Allah'tan kendisini sâlihlere katmasını istemektedir. Hz. Yûsuf un "iyiler" dediği kimlerdir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Nisa 69'a gitmemiz gerekiyor: "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şahitler ve iyi kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!"
İşte Hz. Yûsuf, âhirette bu âyette sayılan insanlarla, şahsiyetlerle beraber olma isteğini Yüce Allah'a
sunmaktadır. Yûsuf 101. âyetin ikinci ve üçüncü bölümü, din eğitiminde duanın nasıl yapılacağını öğretmek
tedir. Kimse ölümünde imanını muhafaza edebileceğini ve müslüman olarak öleceğini garanti edemez ve
etmemelidir. Bunun için Allah' a yal-varmalı ve O'nun müdahalesini almalıdır. Bir peygamber bile, âhirette
sâlihlerle beraber olacağı meselesinde kesin garantide olamadığı için, bu konuda da Allah'ın yardımını
istemektedir.[45]
102. /jte Yûsuf'un olgusu gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman, sen onların yanında değildin.
Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:
1. Bu âyet, Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığına delil
olmaktadır. Çünkü Hz. Yûsuf olgusunu, Hz. Muhammed'in bilmesi mümkün değildi.
Hz. Yûsuf un kardeşleri tuzak kurarken Hz. Muhammed yanlarında değildi:
"Yoksa, Kur'ân'ı kendisi uydurdu mu diyorlar?" (Hûd 11/13) sorusunun
cevabı bu âyet, yani Yûsuf 102
olmaktadır.
Hz. Yûsuf'un olgusunu bu kadar detaylı bir şekilde anlatabilmek için yanlarında olmak gerekirdi. Demek ki bu
olgu bilgisinin kaynağında ilâhî vahy vardır.
2. Bu olgu/kıssa diğer taraftan Hz. Muhammed'in ilâhî vahy aldığını da ispat etmektedir. Bu. onun aynı zamanda
peygamberliğinin ispatıdır.
"Gayb haberleri" ifadesinden anlıyoruz ki, olmuş bir olgu da gayb alanına girebilmektedir. O zaman gayb kelimesini şu şekilde tanımlayabiliriz: "Gözlemini yapamadığımız, gerçekleştiğinde orada bulunup içinde rol alamadığımız gerçekleşmiş olgular da gayb alanına girmektedir." Hz. Peygamber Hz. Yûsuf'un olgusunu ne görmüş ne orada bulunmuş ne de onu birinden dinlemişti. Demek ki, Hz. Yûsuf'un olgusu gerçekleşmişti ama Hz. Muhammed için bu olgu gayb, yani bilinmeyenler alanına giriyordu.
Şimdi buradan şu gerçeği yakalıyoruz. Kur'ân'da anlatılan peygamberlerin olguları Hz. Peygamber için gayb niteliğini taşımakta ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini ve Kur'ân'ı onun yazmadığını ispat etmektedir. Bu
olguların anlatımının ana amaçlarından biri bu olmaktadır.[46]
103. Sen ne kadar üstüne düş sen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.
104. Halbuki sen bunun için onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür.
Âyetlerin açıklamasından şu neticelere varıyoruz:
1. Hz. Peygamber'e Hz. Yûsuf'un kıssasını sordular. Hz Peygamber
bu olguyu vahy ile öğrenip onlara anlattığında onların iman edeceklerini
sanmıştı. Fakat iman etmediler. Âyetin birincisi Hz. Peygamber'i
teselli etmek için gelmiştir[47].
Demek ki Hz. Yûsuf'un olgusu, Hz. Peygamber'in vahy alan bir peygamber olduğunu
ispat edip imana gelmelerini temin etmek için vahyedilmişti.
2. İnsanların imana gelmeleri peygamberlerin isteğine göre olmamaktadır. Peygamberler ilâhî mesajı tebliğ eder yani insanlara ulaştırır, ama onların hidâyeti, yani iman etmeleri önce kendi dilemelerine, ardından da ilâhî eğitimin alanına girmektedir.
"Onları doğru yola erdiremezsin; bilakis Allah dileyeni doğru yola iletir. Ve doğru yola girecekleri en iyi o bilir" (Kasas 28/56).
Bu âyeti Yûsuf 103'ün yanına getirdiğimizde, görüyoruz ki, insanın doğru yola, hidâyete yani imana gelmesi Allah'ın müdahale alanına girmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Doktor ameliyatı yapmadan önce hemşireler, asistanlar ve hasta ile ilgilenen diğer personel hastayı ameliyata hazırlarlar. Onların bu hazırlığından sonra doktor gelip bıçağı vurur ve operasyonu gerçekleştirir. Aynı şekilde Peygamber ilâhî mesajı tebliğ ederek insanların gönlünü ilâhî operasyon için hazırlarlar. Hasta, ilâhî müdahaleye müsait ise. Yüce Allah onun kalbinde bir operasyon yaparak hidâyete, yani imana gelmesini temin eder. Demek ki, hidâyet, peygamberlerin arzu ve isteği bağlı olarak değil de hazırlık safhası ile ilâhî müdahaleye bağlıdır.
Bu noktada bir soru sorabiliriz: İbrahim sûresinde Hz. Peygamber'in insanları Kur" ân ile karanlıklardan aydınlığa çıkarması amaçlanmıyor mu? Bu soruya cevap verebilmek için o âyetlerin tamamına bakmamız gerekiyor. Hz Peygamber bu görevini, yani Kur'ân ile karanlıklardan aydınlığa çıkarma işini Allah'ın izni ile yapabileceğini gündeme getirmektedir. Şûra 52de de nûr olan Kur'ân ile Yüce Allah, doğru yola iletecek sonra da Hz. Peygamber doğru yola iletecektir. Aynı şekilde Enbiyâ 73"de hidâyete ancak Allah'ın emri ile ulaştırılacağı vurgulanmaktadır.
3. İnsanların iman etmesine peygamberin hırs göstermesi, yani tutku derecesinde bunu arzu etmesi doğru değildir. Çünkü denge itibari ile, hiçbir peygamber tamamı mü"min olan bir toplum oluşturamamıştır. Yüce Allah "insanların çoğu iman edecek değildir" buyururken mü'min ve kâfirlerin toplumlarda bir arada yaşayacağına işaret etmiştir.
Âyetteki 'js\ ekser kelimesi %50'nin üstündeki bir oranı ifade etmektedir. Yüce Allah âyette bu oranı bildirirken bir taraftan Hz. Peygamber'i teselli etmekte, diğer taraftan da dini ve sosyal gerçekliği gündeme getirmektedir. "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şu'arâ 26/3). Peygamberlerin ve nihayet din âlimlerinin amacı insanların tevhîd inancına sahip olmaları, yani iman etmeleridir, ama iman etmeyenler için de tutku derecesine varan bir üzüntü içinde olmaları da doğru değildir. Onun içindir ki, din âlimi ve görevlilileri bu âyeti göz önünde bulundurarak ve asla unutmayarak insanlarla iletişim kurmalıdırlar.
4. Peygamberler görevlerini maddî karşılık almadan yapsalar bile, insanların imana gelmemeleri bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Dini tebliğ etme konusunda maddî karşılık beklememek, peygamberlerin ahlâkı olması bakımından din görevlilerinin de aynı ahlâk ile ahlâklanmaları gerekiyor.
Burada din âlimlerine ve görevlilerine gerekli olan bilgi şudur: "Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür." Âyetin bu kısmında geçen zikr kelimesi, "öğüt, nasihat" anlamına gelmektedir.
oüüül el-'Âlemîn de "alemler yani, insanlar ve cinler âlemi" anlamına
gelmektedir. 'Alemin kelimesinin anlamı için Fâtihâ sûresinin ikinci
âyetine bakılabilir.
Kur'ân'in bütün insan ve cinler için öğüt olmasının bir anlamı da onda zorlayıcı bir ilkenin olmamasıdır. Kur'ân iyinin, güzelin, doğrunun ve faydalı olanın, yani hakkın öğretisini yaptığı için insanı incitecek bir ilkeyi onda bulamayız.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Yûsuf 104. âyetin başı "halbuki sen bunun için onlardan bir ücret istemiyorsun" ile "Kur'ân âlemler için ancak bir öğüttür" şeklindeki son kısım arasında ne bağlantı vardır? Birinci bölüm Hz. Peygamber'in yaptığı görev karşılığı ücret almamasından, ikinci bölüm de Kur'ân'in görevinden bahsetmektedir. Her iki bölümü bir araya getirirsek soruyu şöyle cevaplandırırız: Kur'ân para ile satılamaz. Kur'ân'in öğüt görevini yerine getiren din âlimi ve görevlileri de Kur'ân okumaktan ücret almamalıdırlar. Çünkü insanın ücret alması, Kur'ân'in öğüdünün etkinliğini, faydasını engelleyecektir.
Burada soracağımız diğer bir soru da şudur: Peygamber insanlardan görevi gereği bir ücret almayacak ama onun bir karşılık bekleme hakkı yok mudur? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
i. "Benim ücretimi verecek olan ancak âlemlerin Rabb'idir" (Şu'arâ 26/109). Bütün peygamberler bu şekilde toplumlarına söylemiş ve beklentilerini açıklamışlardır.
ii. "De ki: Ben buna karşılık sizden Allah'a daha yakın olma sevgisinden başka bir ücret istemiyorum" (Şûra 42/23).
Demek ki Hz. Peygamber görevi gereği bir sevgi beklemektedir. Bu sevgi, Kur'ân'm öğüdünü dinlemekle meydana gelecek olan köklü değişimin kendisidir.[48]
J05. Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlardaki delillerden yüzlerini çevirip geçerler.
106. Onların çoğu şirke bulaşmış olmadan Allah'a iman etmezler.
107. Allah tarafından kuşatıcı
bir felaket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısın
da kendilerini emin/güvende mi gördüler?
Bu âyetler 103. âyetin devamı durumundadır ve 103. âyetle ilgili olarak sorulacak soru veya soruları cevaplandırmaktadır.
1. İnsanların çoğu neden iman etmez? Bu sorununu cevabını 105. âyette buluyoruz: "Göklerde ve yerde pek çok delil, âyet, yani mu'cize olmasına rağmen onlar, bunların üzerinde düşünmeden sırtlarını çevirip giderler."
Yûsuf 102'den anlıyoruz ki, Yüce Allah, gaybî olgulardan olan Hz. Yûsuf'un olgusunu vahyetmekle Hz. Peygamber'in peygamberliğini ve Kur'ân'in vahyedilen bir kitap olduğunu ispat etmektedir. Onlar buna inanmamakla beraber, 105. âyette kâinattaki delillere rağmen-Allah'a inanmamakta olduklarını gündeme
getirmektedir.
Onlar maddî âlemdeki delillere aldırış etmediklerine göre, tarihsel olgulara aldırış ederler mi? Demek ki kainattaki mu'cize niteliğinde olan oluşumlar üzerinde düşünmemeleri ve onlardan yüz çevirip gitmeleri iman etmelerini engellemektedir.
2. Yüce Allah, kâinat kitabının okunmasını, oradaki tabiat olaylarının üzerinde düşünülmesini ödev olarak insanın önüne koymaktadır. Bu ödevi yerine getiren, onu yapanlar iman etme erdemine ulaşıyor; ödevi yapmayanlar da imandan uzakta kalıyor. 105'deki âyet kavramı"kanun, delil, mu'cize" anlamına gelmektedir. Buradaki âyet Allah'ın varlığına ve birliğine delil olan tabiat olayları demektir.
i. Göklerde meydana gelen şimşek de bir delildir (Rûm 30/24).
ii. Göğün ve yerin Allah'ın buyruğu ile boşlukta durması bir delildir (Rûm 30/25).
iii. Rüzgarları gönderip bulutları kaldırıp göklerde yayması, bulutların arasından yağmur göndermesi Allah'ın delillerindendir (Rûm 30/48).
Bunlara benzer nice göksel ve yerel mu'cize ve tabiat kanunları kâinatta cereyan etmektedir. Bunları görmezlikten gelmeleri onların i-man etmelerine engel olmaktadır.
iv. Yüce Allah "hakikati yakalayabilmek için dış alemdeki kanunlar ile iç alemindeki kanunları görmek gerekiyor" esasını koymaktadır
(Fussılet 41/53).
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah'ın yarattığı tabiat/kainat kitabına sırtını dönenler Allah'a sırtlarını dönmüş olurlar. Tabiat kanunlarının kitabına sırt çevirenler, bilimden imana gidişe sırtlarını dönmüş ve o fırsatı kaçırmış olurlar.
Diğer taraftan şu genellemeye varabiliriz: İnsanları imana davet etmek için din âlimi ve görevlileri tabiat bilimlerinin temel kanunlarını öğrenmeli ve bu kanunlar vasıtası ile Allah'ın varlığını ve birliğini onlara anlatmalıdırlar. Din eğitimi programlarında tabiat bilimlerine mutlaka yer verilmelidir. İşte Yüce Allah, Kur'ân'in pek çok âyetinde tabiat kanunlarına dikkat çekmekte ve onları dinî bir görünüm içinde öğretmekte, maddî âlemin kanunlarını arkasındaki yaratıcı gücü görebilecek şekilde insanlara sunmaktadır. İşte Allah'ın varlığına ve birliğine inanmaya giden yol, kâinattaki delil, yani kanunlardan geçmektedir. Bu yola girebilmek için, o delilleri gözlemek, onlar üzerinde düşünmek ve onları öğrenmek gerekiyor.
3. "Onların çoğu şirke bulaşmış olmadan Allah'a iman etmezler." Bazı insanlar Allah'a inanırlar ama ona şirk koşmaktan da uzak kalamazlar. Kâinatın yaratıcısı olarak Allah'ı bilir ve inanırlar ama bu imanlarına şirki karıştırırlar; şirke düşmeden iman etmeleri mümkün değildir.
Bu âyet, tarihî olgu olarak Mekke müşriklerine işaret etmekle beraber, böyle insanların her çağda olabileceğini de düşünmemiz gerekiyor.
a) "Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, "elbette Allah" derler. O halde nasıl haktan çevrilip döndürülüyorlar?" ('Ankebût 29/61).
b) "Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "elbette
Allah" derler. De ki: Öyleyse övgü de yalnız Allah'a aittir; ama onların çoğu bilmezler" (Lokman 31/25). Benzer ifadeler Yunus 10/31 ve Mü'minûn 23/84-89'da da vardır.
İşte Yûsuf 106'da anlatılan insanlar bunlardır ve pek çok insanın şirke düşmeden iman etmesi imkansızdır.
Günümüzde de Allah'a inanıp, çeşitli hareketleriyle şirke düşenler vardır. Din eğitimi, hem mü'min hem de müşrik olanların durumunu ele alıp derinlemesine ve ısrarla üzerine durmalıdır. Allah'a inanan müşrik çoktur. Din eğitimi, imanı kirleten bu şirkle mücâdele vermelidir. Genelde "gizli şirk" diyebileceğimiz bu şirk çeşidinin insanın gönlüne sızmasının yollarını din eğitimi tanıtmalıdır.
Allah ile insan arasına, aracıların "saygı" adı altında girmesi; Allah'a yaklaştırma şeklindeki anlayışla sızması; "insan tek başına Allah'a varamaz ve ona birinin aracı olması gerekir" diyerek masum bir düşüncenin arkasına sığınması; birinin hürmetine Allah'tan yardım istemek, yahut bir ölüden yardım dilemek şeklinde ortaya çıkması, tevhîd inancını kirletip insanları şirke düşürmektedir. Bu şekildeki şirk, öylesine masum bir eda ile gelmektedir ki, insanın onu tanıması mümkün değildir. Bu masum çehreyi tanıtma işi din eğitimine düşmektedir.
i. "Yahudiler, 'Üzeyir Allah'ın oğludur', dediler. Hıristiyanlar da, 'Mesih Allah'ın oğuldur' dediler. Bu onların ağızları ile geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!" (Tevbe 9/30). Böylece Yahudi ve Hıristiyanlar imanlarına şirk karıştırıyorlardı. Başka bir ifade ile şirk karıştırmadan iman edemiyorlardı.
ii. "Allah'ı bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: "Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz" derler" (Zümer 39/3). Bu âyette müşriklerin, şirk kavramını aklileştirmekte olduklarını görüyoruz.
iii. "Biz azabı birazcık kaldıracağız, ama siz yine (eski inancınıza) döneceksiniz" (Duhân 44/15).
iv. "İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rabb'lerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca bakarsınız ki onlardan bir grup yine Rabb'ine ortak koşuyorlar" (Rûm 30/33).
4. "Allah tarafından kuşatıcı bir felaket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin/güvende mi gördüler?"
a) "Allah tarafından kuşatıcı
bir felaket gelmesi'" ifadesinde yer alan Lid ğâşiye kelimesi,
"örtüp bürüyen, kap-
layıcı" anlamına gelmektedir.
Kuşatıcı azabın gelmesi nasıl olacaktır? Bu sorunun cevabı 'Ankebût 55"dedir. "O günde azap. hem üstelerinden hem ayaklarının altından saracak ve Allah Saptıklarınızı tadın', diyecektir." Yüce Allah, müşriklerin, böyle bir azabın gelmesinden emin olup olmadıklarını sormaktadır.
b) "Veya farında olmadan kıyametinkopmasından emin, yani güvencede olup olmadıklarını" sormaktadır.
Âyetin her iki bölümünden şunu anlıyoruz: Şirk koşmadan inanmayanların veya mü'min olduğu halde şirk koşanların ağır bir cezaya çarptırılma ihtimalleri vardır. Bu ceza şekillerinin içinde kıyametin ansızın kopması da vardır. Kıyametin ansızın gelişini açıklarken Yüce Allah "farkında olmadan" ifadesine yer vermektedir. Şirk koşan insan azaptan emin olmalıdır. Azaptan emin olmayan kimse ise, şirk koşmamalıdır. Demek ki şirk, azaba dönüşmektedir.[49]
108. De fci: '/jte benim yolum budur. Ben, Allah'a bir basiret üzere çağırıyorum. Beni izleyenler de. Allah'ı tenzih ederim ki ben ortak koşanlardan değilim.'
Bu âyetin analizinden varacağımız neticeler vardır:
1. Hz. Peygamber Allah'a çağırıyordu. Demek ki peygamber kendine değil de Allah'a çağırmalıdır. İnanmayanların, "Muhammed kendine çağırıyor, kendisini tanrılaştırıyor" dememesi için Yüce Allah ona Allah'a çağıran bir yolda olduğunu söylemesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in yolu Allah'a çağırma yoludur ki bu yol, ferdî manada se-bîl; ama insanlık anlamında sırat adıyla söz konusu olmaktadır.
Buradan şu noktaya geliyoruz: Hz. Peygamber Allah'a çağırdığına göre din âlimi ve görevlileri de sadece Allah'a çağırmalıdırlar.
Hz. Peygamber'in "benim yolum" dediği yol, "Allah'ın yolu"dur. Çünkü Allah'ın yolundan başka bir yol yoktur. Peki, Yüce Allah'ın, "benim yolum" dediği yolun Allah'ın yolu olduğunu söyleyen bir âyet var mıdır? "Sen Rabb'inin yoluna hik-met ve güzel öğütle çağır" (Nahl 16/125). Demek ki, Hz. Peygamber'in çağırdığı ve kendisinin de üzerinde bulunduğu yol sadece Allah'ın yoludur.
2. Bu yol "aydınlık yoF'dur. Ayette geçen 'alâ basîratin ifadesi, "basiret üzere, aydınlık üzere, bir bilinç üzere, akıl ve kavrayış üzere" anlamına gelmektedir. Bu terime, Nahl 125 ile cevap verirsek "hikmet üzere" de diyebiliriz. Çünkü "hikmet" de "aydınlık" anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed ve ona tâbi olanlar aydınlık üzere olduklarından Allah'ın yoluna davet edebilmektedirler. İnsan aklı, kavrayışı ve aydınlık denen gönül gözü Allah'ın yoluna götürmektedir. Allah'ın yolu aydınlık yoldur.
Aklın, hikmetin ve aydınlığın yolu aynı zamanda "tevhîd inancının yoludur", şirkten temizlenmiş inancın, yani Kur'ân'ın yoludur. Bu yolun şirkten arınmış tevhîd inancının yolu olduğunu nasıl ispat ederiz? Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 108'in devamı bunu cevaplandırmaktadır.
3. "Allah'ı tenzih ederim. Ve ben ortak koşanlardan değilim." "Yüce Allah'ı tenzih etmek", onu noksan sıfatlardan uzak tutmaktır. Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutan, aynı zamanda şirk koşmuyor demektir. Bunun karşıt anlamı olarak bu kişi, tevhîd inancına sahip demektir. İşte aydınlığın yolu, aynı zamanda tevhîd inancının da yolu olmaktadır. Tersini söylersek tevhîd inancı aydınlığın yoludur. Hz. Peygamber tevhîd inancının yolunda olduğundan, onunla da Allah'a davet etmektedir. İşte Kur'ân'ın öğüdü birinci manada şirki temizleyip tevhîd inancının yolunu açmak ve insanlığı onun aydınlığına kavuşturmaktır.
Şimdi biz bu âyeti nasıl uygulayacağız? Din âlimi ve görevlileri, Yüce Allah'a bir basîret, bir ışık, bir kavrayış, bir anlayış yolu olan akıl ve tevhîd inancı yolu üzerinde davet etmelidirler. Bu durum hem Allah'ın emri hem de peygamberin yolu, yani metodudur. Allah'tan başkasına çağırmak, tevhîd inancından ve aklın aydınlığından çıkmaktır.
İnsanlara noksan sıfatlardan münezzeh olan varlığı, Allah'ı anlatmak ve O'na şirk koşmaktan uzak tutmak, din eğitiminin önde gelen görevidir. Şirk koşarak iman etmekten (âyet, 106) insanları kurtararak tevhîd inancına sahip olan bir imanı onların gönlüne yerleştirmek gerekiyor. Biz buna tevhîd inancı eğitimi dersi de, aydınlık yolunun eğitimi de, şirk ile mücâdelenin öğretimi de diyebiliriz. Hz. Peygamber'in bu metodu üzerinden Allah'a çağırma bütün din eğitimcileri için uyulması zorunlu bir metod olmalıdır.[50]
Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Kâfirler yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! Sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha iyidir. Hala aklınızı kullanmıyor musunuz?
110. Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdiri-lir. Suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez. 111. Andolsun onların olgularında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Kur'ân), uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat Kur'ân, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan; iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidâyettir.
109. âyetin iniş sebebi olarak şu nakledilmektedir: "Eğer Yüce Allah peygamber göndermek isteseydi, melek gönderirdi; mesajı kendileri gibi ölümlü insana göndermesi doğru değildir" şeklinde itiraz edenlere bu âyet bir cevap niteliğindedir[51].
Âyetin iniş sebebini verdikten sonra analizine geçebiliriz:
1. Peygamberler kendi toplumlarının yani insanların içinden seçilir. Geçmiş toplumlara da peygamberleri kendi içlerinden seçilip gönderilmişti. Bunun sebebi ne olabilir? Bir toplumun hayatını, kültürel yapısını, sosyal ilişkilerini, ahlâkî anlayışlarını, öne çıkardıkları değerleri bilen ve içinde yaşayan birinin peygamber olması gerekiyor. İnsanlar topluluğuna meleğin veya meleklerin peygamberlik yapması mümkün değildir.
Yüce Allah'ın bu uygulamasından, yani sünnetinden, kanunundan şunu çıkartıyoruz: Bir toplumun öğreticileri yani eğitimcileri ile yöneticileri kendi içinden çıkmalıdır. Yabancı idareci ve eğitimciye toplum teslim edilemez. Eğitimciler, o toplumu iyi tanıyan, ahlâkını, kültürünü, çilesini, ızdıraplarını bilen ve ona gönül veren birileri olmalıdır.
2."Kâfirler yeryüzünde hiç gezmediler mi ki. kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler."
a) Yüce Allah âyetin bu kısmında sosyolojik bir gerçeği gündeme getirmektedir. Her toplum canlı bir organizma gibi doğar, büyüyüp gelişir, ihtiyarlayıp ölür. Tarih boyunca çok uzun süreli bir şekilde yaşayan bir toplum olmamıştır. Çünkü "Her toplumun bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalır ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49).
b) Tarih sahnesinden silinen toplumların geriye bıraktıkları tarihî kalıntıların incelenip o toplumların sonlarının nasıl olduğunun tesbit edilmesi gerekiyor. Âyetteki fe yenzurû ifadesi, "baksınlar" anlamına gelmektedir. Bakmak, hem gözlem yapmak hem de araştırmak, incelemek anlamına gelmektedir. "Yeryüzünde hiç gezmediler mi?" sorusu da, tarihî araştırmalar için yapılacak olan bilimsel geziyi ifade etmektedir. Âyetin devamı, böylesine tarihî eserleri, kalıntıları incelemenin amacını belirlemektedir.
"Önceki kavimlerin sonlarının nasıllığının araştırılması" Yüce Allah tarafından istenmektedir. keyfe sözcüğü, "nasıl", anlamına gelmektedir. Geçmiş toplumların yıkılışlarının ""nasıl" olduğu, onların sonunun "nasıl" geldiğinin tesbiti istenmektedir. Demek ki, tarihî araştırmalarda öne çıkan boyut "nasıl"dır. "Nasıl"' tesbit edilip bilinir hale gelmezse, o tarihsel olgunun, gelecek nesilleri etkileyip onları doğruya, güzele çağıracak tarafı kalmayacaktır. Toplumları sona, yani çöküşe götüren olayların "nasıl"' gerçekleştiği mutlaka tesbit edilmelidir. Olguların "nasılı" bilinirse, işte o zaman rna'nen etkili olacaklardır.
Olguları bir hikaye gibi tesbit edip anlatmak değil, onların sonuçlarının nasıllığını tesbit etmek önemlidir. Tarihsel olguların sonucu da tesbit edilmelidir. Toplumları çöküşe götüren nedenlerin bilinmesi, gelecek toplumlar için siyâsî, ahlâkî, ekonomik ve eğitim bakımından aydınlatıcı da olacaktır. O zaman tarihî olguların sonucu ve nasıllığı iyi tesbit edilip öğrenilirse, bu olguların her biri birer öğretmek olacaktır.
3. "Sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?" Âyetin bu kısmından da çıkaracağımız neticeler olacaktır.
a) Yüce Allah dünya hayatı ile âhiret yurdunun mukayesesinin yapılmasını istiyor ve bunun için de mukayeseyi kendisi yapıyor. hayr sözcüğü bu âyette de olduğu gibi "'daha iyi" anlamına gelmektedir.
O zaman şu genellemeye varıyoruz: Madem ki Yüce Allah Kur'ân'da mukayeseler yaparak "daha iyi" olanı tesbit edip öğretiyor, öyleyse din eğitiminin temel konularından biri de bu olmalıdır.
Meselâ: Kur'ân'da "daha iyi olanlar" konusunda bazı örnekler verebiliriz:
i. Tövbe etmek, günahta ısrar etmekten daha iyidir (Bakara 2/54).
ii. İnanmış köle, inanmamış insandan daha iyidir (Bakara 2/221).
iii. İyi söz, başa kakılan sadakadan daha iyidir (Bakara 2/263).
iv. Âhiretteki ödüller, dünya nimetinden daha iyidir (Âl-i İmrân 3/14-15).
v. Takva elbisesi, normal elbiseden daha iyidir (A'râf 7/26).
vi. Takva üzerinde kurulan bir bina, yarın kenarına kurulandan daha iyidir (Tevbe 9/109).
"Daha iyi" olan, daha faydalı, daha kalıcı, daha güzel, daha etkili, daha sağlam manalarına gelmektedir. Dini insanlara öğretirken "daha iyi" olanının neler olduğunu titizlikle anlatmak gerekiyor.
Ayette "sakınanlar" dediğimiz kişiler, "takva sahipleri"dir, yani "Allah'a karşı sorumluluk bilincinde olanlar"dır. Demek ki takvanın parçalarından ya da unsurlarından biri. âhiretin daha değerli olduğunu bilerek ve inanarak davranmaktır. "Daha iyi" olana göre tercihini kullanıp davranışta bulunmak takva denen ruh olgunluğunu gerekli kılmaktadır. Takva sahibi insanlar farkı fark edenler, daha iyiyi tesbit edip tercihini ondan yana kullanabilme asaletini gösterenler ve kısa vadeli dünya hayatı ile uzun vadeli âhiret yurdunun farkını gören ve âhireti tercih e-denlerdir.
b) Bu noktada şu soruyu sormamız gerekiyor: Daha iyiyi nasıl seçip davranışlarımıza yansıtacağız1 Daha iyinin ne olduğunu eğitim vasıtasıyla öğreneceğiz, ama öğrendiklerimizi hayata geçirmemiz ve daha iyiden yana tercihimizi kullanmamız ne ile olacaktır? Bu soruların cevabını, yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 109. âyet vermektedir. "Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Yaşamakta olan nesiller geçmişteki toplumların sonuçlarının nasıl olduğunu, âhiret hayatının dünya hayatından daha iyi olduğunu anlayabilmeleri için akıllarını kullanacaklardır. Bu dünyadaki sosyal olgularla,
âhiret hayatının değerine akıl ile yanaşmanın zaruretini Yüce Allah bu sorguyla gündeme getirmektedir.
Takva denen ruh olgunluğuna ulaşan mü'min, tarihsel olguların arasına akılla girer; âhiret ile dünyanın değerini anlamak için aklını harekete geçirir; daha iyiyi Allah öğretir, tercihini akıl yapar ve hayata geçirir.
Hac sûresinin 46. âyeti aynı mesajı vermektedir:"(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin sineler içindeki kalpler kör olur."
Yeryüzünde gezmek, daha önce yaşamış toplumların kalıntılarını gözlemek, Yüce Allah'ın yarattığı tabiat kitabının diğer sayfalarını görmek, insanın aklını harekete geçirip düşündürecektir. Sinelerdeki gözleri açmak, manevî kalbi harekete geçirip körlükten kurtarmak, takva denen ruh olgunluğunu doğuracağı gibi. takva da onu temin etmiş olacaktır.
Tabiat kanunları ile sosyal olguların beyne girişi, aklın onları ele alıp yoğurması neticesinde sinelerdeki gönül gözünü açmakta ve takva denen sakınma kapasitesini geliştirmektedir. Böylece Yüce Allah Hz. Yûsuf'un ve diğer peygamberlerin olgularına akılla yaklaşılmasını istemektedir.
4. "Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir."
Yûsuf 110. âyetin bu kısmında geçen zann kelimesi Bakara 46'da geniş bir şekilde açıklanmıştır. "'Sanmak, inanmak, farz etmek, tahmin etmek, tasavvur etmek, addetmek, düşünmek, bilmek, kabul etmek" manalarına gelen zann, "şüphe, faraziye, tahmin ve kat'î olmayan şey" anlamına da gelmektedir. Kur'ân'da ise bu kelime, "bilmek, inanmak, hakikat payı olmayan sanı" anlamına gelmektedir. Zannın, iyi zan, kötü zan, cahiliye zannı, günah olan zan şeklinde de çeşitleri vardır.
Râzî bu âyette geçen zann kelimesini "kesin bilme" anlamına almaktadır. Buna göre âyet, o peygamberler ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını, artık bundan sonra iman etmeyeceklerini iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler. Yüce Allah da, o kavimlerin üzerine, köklerini kazıyan bir azap gönderdi [52].
Buradan şunu çıkartıyoruz: Peygamberler öylesine ağır olumsuz tepki ile karşılaştılar ki, kendi dönemlerindeki halkın iman etmelerinden ümitlerini kestiler. Kendilerinin de yalancı durumuna düştüklerini zannettiler. Burada sosyal tepkinin onlarda meydana getirdiği psikolojik durumun analizi yapılmaktadır. Sosyal tepki onlarda ümitsizlik ve yalana/yalancıya çıkmış olmanın zannını doğurdu.
Bu çıkarımı günümüzde, din âlimi ve görevlilerine, siyâsîlerine uygulayabiliriz. Bazı siyasîler bazen iyi siyaset yürütmelerine rağmen toplumun irâdesi kötülerin elinde olması nedeniyle aşırı bir şekilde o-lumsuz tepki ile karşılaşırlar. Böyle durumlarda bu kişiler, ümitlerini yitirmemelidirler. Kendileri hakkında şüpheye kapılmamalıdırlar. Yûsuf sûresinin 110. âyetindeki mesajı günümüze böyle aktarabiliriz.
Diğer taraftan, ilâhî mesajı tam ve kaynağından alıp öğreten din â-limi ve görevlileri de olumsuz tepki ile karşılaşabilirler. Bu tepkinin karşısında ümidini yitirmemek ve kendinden şüphe etmemek, insanların iman etmemesi konusunda karamsarlığa kapılmamak gerekiyor.
Onlar bilmelidirler ki Yüce Allah'ın yardımı hiç ummadıkları bir anda gelebilir. Önemli olan. kendi niyetlerini iyi tutmaları ve gayretlerini elden bırakmamalarıdır. Onlann gönlüne göre Yüce Allah'ın yardımı dilemesi mümkün olacaktır.
Yüce Allah'ın dinini tebliğ etmekle görevli olan Hz. Peygamber ve ona inanan mü'minler de ağır olumsuz tepkiler karşısında çaresiz kalmış ve ilâhî yardım için dua etmişlerdir. "Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve
beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman!' dediler Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara 2/214).
Demek ki sıkıntı çekmeden ilâhî yardım gelmiyor. Bir iş ir-san elbette sıkıntı çekecektir. Sıkıntılar ümitsizliğe dönüştüğünde Yüce Allah iyi kullarına yardım etmekte, hem sıkıntıyı hem de ümitsizliği ortadan kaldırmaktadır. Onun içindir ki Bakara 214'de Allah'ın yardımının yakın olduğu söylenmekte, yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 110'da da "Onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir" buyurulmaktadır.
İyi insanların, din âlimi ve görevlilerinin iyilik uğruna, Allah adına çektikleri çileler ilâhî aleme yücelir, oradan ilâhî yardımı alıp gelir ve bu yardım da onlar için kurtuluş olur.
Âyetin bu kısmına Kasas 15'i dikkate alarak bakabiliriz: Peygamberlerin gördüğü tepki kimi zaman düşmanlarından, kimi zaman da kendi taraftarlarından olmuştur.
Düşmanların olumsuz tepkileri, peygamberlere inanan kimseleri peygamberlerinin başarısı hakkında tereddüde düşürmüş olabilir. Böylece peygamberler kendi taraftarlarınca da tereddütle karşılanabilirler. Bu oluşumların kaynadığı sosyal ortamdan ilâhî yardım doğmaktadır. İman etmesinden ümidi kesilenlerle iman edip tereddüt içine düşenlerin oluşturduğu bir hava peygamberlerin etrafını daima sarmış ve havanın dağılması için ilâhî yardım gelmiştir. İlâhî yardım nasıl gelmiştir? Bu sorunun cevabı 110. âyetin sonunda yer almaktadır.
5. "Suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilemez." Vüce Allah iman etmeyen insanları "suçlular topluluğu" olarak ilan etmekte ve onlara azap ederek inananlara yardım edip onları kurtarmaktadır. Düşmanı mahvederek, sıkıntıda olan mü'minlere yardım etme şeklini burada görüyoruz.
Yalnız Yüce Allah, mücrimlere takdir ettiği azabın geri çevrilemeyeceğini söyleyerek geri dönüşü olmayan cezayı gündeme getirmektedir. O zaman geri dönmesi mümkün olan azap ve ceza var mıdır? 110. âyetin son kısmına zıt anlamda yaklaşırsak bunun olduğunu söylememiz müm-kündür: "Allah'a kulluk edin. Oha karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin" (Nûh 71/3-4). Demek ki kulun iyiden yana göstereceği değişim ile cezanın kalkacağına bu âyette işaret edilmektedir. Ama iman etmesinden ümit kesilen insanların cezasında geri dönüş yoktur.
Şimdi 110. âyeti 109. âyete ilgi kurarak da açıklayabiliriz: Yüce Allah kendilerinden önceki toplumların sonucunun nasıllığını araştırmanın ve o olgular üzerinde aklını kullanıp neticelere ulaşmanın örneği olarak 110. âyetin içeriğini vermektedir. Yüce Allah, iyilere, ilâhî yardımın ve kurtuluşun nasıl geldiği, suçluların nasıl helak edildiği meselesinin incelenip yaşanan dönemin siyâsî, ahlâkî, dinî ve ekonomik olgularına ışık tutulmasını istemiştir.
6. "Andolsun onların olgularında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır." 111. âyetin bu kısmında "kasas", "ibret" ve '"elbâb" kelimeleri yer almaktadır.
a) el-Kasas kelimesini biz "olgu" anlamına alıyoruz. Ancak bu kelimeye "tarihte geçen olgular" manasını vermemiz daha doğru olacaktır. Öncelikle peygamberlerin başından geçen, sonra da diğer toplumların yaşadıkları tarihsel olaylara "olgu" manasını verdiğimiz bilinmelidir. Çünkü olgu ile olay arasında büyük bir fark vardır. Öyle sosyal olaylar vardır ki, tarihe mal olmazlar; ama öyle olaylar vardır ki, tarihe mal olurlar ve bir daha tekrar etmezler. Bunlara sosyoloji dilinde "olgu" denmektedir. Peygamberlerin kıssaları da, onların dönemindeki "olguları" anlatmaktadır. O kıssalar, bir hikaye, bir masal anlamında alınmamalıdır. Tam tersine onlar, canlı birer varlık gibi tarihte yaşarlar ve daima öğretici özelliklerini taşırlar.
b) el-'İbret: Kur'ân'da "rüya yorumlamak, yolculuğa çıkmak, ders" anlamına gelen 'ibret kelimesinin geniş açıklaması Âl-i İmrân, 3'de yapılmıştır. Râzî'nin dediği gibi, 'ibret, "bilinen bir taraftan, bilinmeyen bir tarafa geçmek"tir. Bundan kasdedilen, "düşünmek"tir[53]. Demek ki ibret, "bilinen olgulardan, bilinmeyenleri çözebilmek için yapılan zihnî sıçrayış"tır. Bu kelimenin bir anlamı da "göz yaşı akıtmak"tır. İnsan çok hislendiği, kederlendiği ve üzüldüğü zaman gözlerinden yaş akar; geçmişin olguları üzerinde düşünen insanların zihninde de düşünce akacağı için aynı kelime ile ifade edilmektedir.
Demek ki geçmişteki peygamberlerin olgularında dersler vardır. Bu dersleri "akıl sahipleri" çıkaracaktır. Gözden yaş aktığı gibi, akıl sahiplerinin beyninden de dersler, yani ibretler akar. "Göz yaşlan", duyulan duygunun işareti; "ibret" de çalışmanın, düşünmenin, aklını kullanmanın işareti olmaktadır.
c) el-EIbâb, lübb kelimesinin çoğuludur. Lübb, "en içteki i-lik, öz, çekirdek içi, cevher, ruh, buğday tanesi, bir takım ağaçlarda gövde veya dalın içindeki yumuşak öz, meselenin ruhu. hulasası, asıl, en iyi parça, kalp, zeka, zihin, akıl ve anlamak" manalarına gelen bu kelime fiil olarak kullanıldığında "bir yerde kalıp yerleşmek, kırıp çekirdeğini çıkarmak, akıllı olmak, davarın göğsüne kayış vurmak, ekinin meyvelerinin belirmesi" anlamını da ifade etmektedir.
Lebebe kalıbında kullanılınca, "biriyle düşmanlık durumunda iken elleriyle yakasını tutup çekmek; ekin tanesinin içi bağlaması ve bir hususta tereddüt etmek" demektir. Telebbebe kalıbı, "silah kuşanmaktır. Lübâb kalıbı, "her şeyin özü, lekesizi, hâlisi, cevizin içi ve gerdanlık yeri" anlamına gelmektedir. ^jJ Lebîb kalıbı da, "bir hususa, bilgiye, inanca bağlanıp vazgeçmeyen akıllı" demek olur. Ayrıca bu kelime, "kalpteki şefkat ve merhamet damarları" manasında da kullanılmaktadır [54].
1. Düşünmek.
Yüce Allah Ra'd 19'da lübb denen aklın işlevini "düşünmek" olarak verirken aynı zamanda tanımını da yapmaktadır.
"Rabb'inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, o kör olan kimse gibi midir? Ancak selîm akıl sahipleri iyice düşünürler." Şimdi bu âyette geçen lübb kelimesinin "lekesiz, hâlis" manalarından hareket e-
dersek ülü'l-elbâb ifadesine, "selim akıl sahibi" anlamını verebiliriz. Yanı, bu kelime, "hak ile bâtılı; doğru ile yanlışı; anlayan ile anlayamayanı ortaya çıkaran düşünceyi üreten akıl" demektir.
Bu manada selîm akıl, bilinenden bilinmeyene sıçrayıp onu bilinir hale getirir, önündeki engel olan çukurları ve barikatları, yani cehaletin engellerini aşıp gider. Yani selî akıl, meselenin dışındaki bilinmezlik kabuğunu kırarak konunun özüne inen; özü harekete geçirip dışındaki kabuğu kırdırıp dışarı filiz olarak çıkartan bir güçtür.
2. Bir şeye bağlanmak.
Düşünen selîm akıl sahipleri verdikleri sözde dururlar, ahde vefa gösterirler. Aklın doğasında böyle davranmak vardır. Ra'd 20'de bu an-lam veya eylem yer almaktadır: "Onlar ki, Allah'a olan sözlerini yerine getirirler."
3 Seçmek.
Zümer sûresinin 17 ve 18. âyetlerinde selim akla sahip olan insanın, seçiminde isabet edeceği ele alınmaktadır, 'Tâğût'tan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah'a yönelen-lere müjdeler vardır. O halde kullarımı müjdele. Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. Bunlar Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği selim akıl sahipleri olanların tâ kendileridir."
4. Allah'ın emirlerine muhatap olmak.
Yüce Allah lübb denen selim akla hitap etmektedir. İman etmek, takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak, iyi davranmak, karanlıktan aydınlığa çıkmak, düşünmek gibi eylemler aklın etrafında cereyan etmektedir (Talâk 65/10-11).
5. İbret ve öğüt almak.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 111'de ve Sâd 29'da söz konusu sözcük, bu anlama gelmektedir "Bu, âyetleri insanlar iyice düşünsünler ve selîm akıl sahipleri
öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." Düşünüp öğüt, ibret, ders almak selîm aklın işidir.
Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Yûsuf 111'e dönersek şu genellemeye varabiliriz: Peygamberlerin olgularını Yüce Allah bize anlatırken sanki onları bir ceviz kabuğunun içinde bize sunduğu öz gibi sunmaktadır. Yüce Allah, selîm akıl sahiplerine diyor ki, o cevizin kabuğunu kır, içindeki özü dışarı çıkar veya cevizi mümbit olan bir araziye ekerek özünün dışarı çıkıp filizlenmesini sağla. Geçmişin olgularını beynin mümbit eylemlerine ekersek veya onun kabuğuna selîm akılla vurup kırarsak özü dışarı çıkarmış olacağız. İşte o zaman olgular canlanıp filizlenecek ve bize bir ders olacaklardır.
Peygamberlerin olguları olunca din eğitimi; genel tarihi olgular düşünülürse genel eğitim, selim akılla tarihî olguları bir araya getirmekle yükümlüdür. Selîm akıl ile olguların bir araya gelmesinden bir ibret, yani ciddi bir ders doğmuş olacaktır.
7. "Kur'ân uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat Kur'ân her şefi açıklayan, iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidâyettir."
Ne Yûsuf'un kıssası, yani olguları ne de onu anlatan Kur'ân uydurulmuş olabilir. Bu açıdan bakınca âyetin bu kısmının Hûd 13'e bağlı olduğu görülecek ve oradaki soruya bir cevap olduğu anlaşılacaktır. Â-yetin bu kısmını analiz ettiğimizde âyetin bu bölümünün, Kur'ân'ın şu özelliklerini gündeme getirdiğine şahit oluyoruz:
a)Kur'ân. uydurulmuş değildir. Yûsuf sûresinin içinde geçen olgular zinciri dikkate alındığında çıkaracağımız en önemli ders, onu anlatan kitabın bir insan tarafından uydurulamayacağı, yani yazılamayacağıdır.
b) Kur'ân. kendinden öncekileri tasdik eder. Yûsuf sûresinin Tevrat'taki anlatımla bir farkının olmadığı
görülecektir. Demek ki, Kur'ân, Hz. Yûsuf'un olgusunu anlatan Tevrat'ı tasdik etmektedir. Aynı zamanda diğer peygamberlere gelen ilâhî mesajlarda yer alan esasların bazı ilavelerle aynısını ve doğrusunu bize sunmaktadır.
"Allah sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncîl'i ve Furkân'ı indirmiştir" (Âl-i İmrân 3/3-4). Kur'ân bu özelliği ile, kendinden önce gönderilen kitapların bir özetini sunmakta, ortadan kal-dırmayıp onları tasdik etmektedir.
c) Kur'ân, her şeyi açıklıyor. Kur'ân, din adına ne varsa onu açıklamakta, dinin sınırlarını belirlemekte, içeriğini tesbit etmekte, kapsamına giren her şeyi düşünen, anlayabilen akıl sahiplerine açıklamaktadır. Onun için Kur'ân'da müşkil yoktur; müşkil onu anlamayan beyinlerdedir. Her şeyi açıklaması, onun apaçık olmasını ifade etmektedir. Her şeyi açıklayan Kur'ân'da çözülemeyen, yani müşkil âyetler var demek ona bir iftiradır.
d) Kur'ân, iman edenler için bir rehberdir. Kur'ân'ın iki çeşit rehberliği
vardır. Birisi iman etmemiş olanı imana getirmesi, yoldan çıkmışı yola
getirmesi; diğeri de iman edenin imanını kaybetmemesi için o sevi
yede kalmasını temin etmesidir.
Kur'ân'ın, kötüyü iyiye; iman edeni daha iyiye götürme görevi vardır. Demek ki, her çeşit insan Kur'ân'ın rehberliğinden istifade edebilir.
İnanmayanlar için Kur'ân'ın hidâyeti, köklü değişimle imana gelmelerini sağlamasıyken iman edenler için de "kâmil insan" olmaları için onları geliştirmesidir. Kur'ân, şeytan ve nefis âleminin toz-duman haline getirdiği insanlığı, iman edenleri selâmete çıkaran bir kitaptır. Kur'ân, kişinin elinden tutup aydınlık yoluna girmesini temin etmektedir.
e) Kur'ân, inananlar için bir rahmettir. Kur'ân, suyun tabiata yaptığını insanın iç alemine ve hayatına yapmaktadır. Kur'ân gelmekle ona inananlar için geçmiş kabahatlarına yönelik genel af ilân etmiştir. Kur'ân,
hiç kimseyi dışlamayan, herkesi içine alacak genel bir çağrı getirmiştir. Kendisinin gelmesi ile imana gelen kâfir ve müşriklerin geçmiş günahları için genel af ilan etmesi bakımından rahmet olmuştur.
Kur'ân, inananlara ilâhî lütfü sunmakla/celbetmekle de rahmet olmuştur. Rahmeti merhamet anlamına alırsak, mü'minleri koruması, onlara acıması ve onları doğru yolda tutması bakımından da inananları merhametin kaynağına getirmiştir.
Böylece Yüce Allah Yûsuf sûresine son verirken, olgu, ibret, selîm akıl, Kur'ân ve onun özelliklerini gündeme getirmiştir. Kur'ân ile başlayan Yûsuf sûresi Kur'ân ile bitmiştir. Bir daire gibi başladığı yerde bitmiş; başlangıcı bitişi ile birleşmiştir. Aynı şekilde akılla başlamış akılla bitmiştir.[55]
1. Yûsuf sûresinde kitab eğitimin merkezine alınıp Kur'ân'ın, insanın aklını kullanıp düşünmesi için indirildiği bilgisi insanlara sunulmuştur (âyet, 1-2).
2. Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf olgusu ile hedeflenen husus, Kur'ân'ın uydurulmadığını ve Hz. Muhammed'in o olguyu önceden bilmediğini ispat etmektir (âyet: 3, 102, 111).
3. Hz. Yûsuf'a Yüce Allah, rüyada görülen olayların yorumunu
öğretip ona bu özelliği, bir mu'cize olarak vermiştir. Aslında bu yorumlama
yeteneğinin, sosyal olaylara karşı da kullanılabileceğine bu sûrede
işaret edilmektedir (âyet: 6, 100-101).
4. Bu sûrede Hz. Yûsuf un gömleği motif olarak kullanılmakta ve bu örnekle de delilin ne kadar önemli olduğu insanlığa öğretilmektedir. (âyet: 18, 26-28, 96).
5. Aile ilişkilerinde kardeşler arasındaki kıskançlığın nelere mal olduğu anlatılırken psikoloji ile sosyal olaylar arasındaki bağlantının sebep-sonuç ilişkisi ile kurulduğu bu sûrede anlatılmaktadır (âyet: 8-19).
6. Zina gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalan delikanlının Allah'a sığınması ile Allah'ın onu kurtaracağının evrensel ilkesi bu sûrede konulmaktadır (âyet: 23-25. 31-35).
7. Haklı çıkan, yani suçsuz olduğu anlaşılan birinin sosyal baskıdan dolayı haksız yere zindana atılabileceği de yine bu sûrede dile getirilmktedir (âyet; 35).
8. Köle olarak satın alınan birinin devlet kademelerinde nasıl yükselip en yüksek makama gelebileceği de bu sûrede anlatılmakta ve bu fırsatı veren yönetim tanıtılmaktadır (âyet: 43-52, 54-56).
9. Bütün suçsuzluğuna ve günahsızlığına rağmen insanın kendini tezkiye etmesinin doğru olamayacağı, çünkü
nefsin daima kötüyü emredeceği ilke olarak bu sûrede konmaktadır. Bunun istisnası ancak. Yüce Allah'ın
merhamet edeceği nefistir (âyet, 53).
10. Kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetme örneğini göstererek affetmenin erdem oluşu da burada öğretilmektedir t âyet: 92
11.Bu sûrede, Hz. Ya'kûb'un ne denli tevekkül sanırı olduğu örneklerle anlatılarak imanın tevekküle dönüşünün öne rzulanmakta, tevekkülün, sabırla olan ilişkisi açıklanmakladır. (ayet, 18, 67, 83).
12. Bu sûrede, kardeşler arasına şeytanın gir.r onları nasil ayırdığının değerlendirmesi evrensel bir ilke olarak insanlığa bırakılmaktadır. (âyet, 100).
13. Bir peygamberin bile müslüman olarak ölebilmesi ve iyi insanlara katılabilmesi için Allah'a dua etmesi bu sûrede işlenmektedir. Bunun anlamı, bütün mü'minler bu duayı yapmalıdırlar (âyet, 101).
14. İnsanların imana girmesi peygamberin isteğine bağlı değildir.
Onların hidâyeti kulun isteği ve ilâhî takdire kalmıştır. Peygamber sadece
tebliğ eder. Ama insanların çoğu yine de müslüman olmaz. İşte bu
gerçeklik, burada işlenmektedir (âyet, 103-1061.
15. Peygamber Allah'a bir aydınlık üzere davet etmektedir. Din âlimi ve görevlilerinin de aynı metodu uygulamaları gerektiği yine bu sûrede önerilmektedir (âyet, 108).
16. Genel olarak Yûsuf sûresinde baba ile çocuklar ve kardeşler arasındaki ilişkilere dikkat çekilmekte ve işini iyi bilen yöneticinin devlet işlerini ehline vermesinin önemi vurgulanmakta; cinsel ahlâk ve bu konudaki iftiranın neticeleri ele alınmakta; yokluk zamanları için ekonomik açıdan nasıl tedbirlerin alınacağına ışık tutulmakta ve bu konulara ilâhî müdahalenin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.
Böylece Kur" ânı eğitimde Yûsuf sûresinin ışık tuttuğu alanlar ortaya çıkmaktadır: Ahlâk; devlet idaresi, aile ilişkileri, hukuk, tevekkül ve ilâhî müdahale gibi konulara kaynaklık edecek nitelikler bu sûrede işlenmektedir. Yûsuf sûresi insan doğasının hür bir şekilde nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir akış izlediğini anlatmaktadır.[56]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/367-368.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/369-373.
[3] Râzî, age, XIII, 164.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/374-380.
[5] Zemahşerî, age, II, 304.
[6] İbn, Abbas'tan rivayetle
Râzî, age, XIII, 167.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/380-385.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/386-388.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/388-392.
[10] Râzî, age, XIII, 188.
[11] Tekvin, bab 37, âyet 24-28.
[12] İkrime, Şa'bî, Râzî, age,
XIII, 192.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/392-397.
[14] Râzî, age, XIII, 198.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/397-399.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/399-402.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/403-408.
[18] Râzî, age, XII, 219.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/408-411.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/411-415.
[21] Râzî, age, XIII, 243-247.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/415-424.
[23] Râzî, age, XIII, 255.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/425-435.
[25] Tirmizî, Da'av ât, 69.
[26] Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 3.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/436-440.
[28] Râzî, age, XIII, 265-266.
[29] Râzî, age, XIII, 266.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/440-447.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/447-450.
[32] Râzî, age, XIII, 285.
[33] Râzî, age, XIII, 285.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/450-459.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/460-474.
[36] Râzî, age, XIII, 326; bk.
Taberi, age, XIII, 32-33.
[37] Tâcu'l-'Arûs, rvh maddesi.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/474-483.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/483-489.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/489-495.
[41] Kurtubî, age, IX, 399.
[42] Râzî, age, XIII, 345.
[43] Razî. age, XIII, 349.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/495-503.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/504-508.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/508-509.
[47] bkz. Kurtubî, age, IX, 409.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/509-512.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/512-516.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/517-518.
[51] Râzî, age, XIII, 365;
Muhammed Esed, age, 481.
[52] Râzî, age, XIII, 366.
[53] Râzî, age, XIII, 368.
[54] İbn Manzûr, age, L bb
maddesi.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/519-531.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/532-534.