RA'D SURESİ 2

Meal 2

Giriş. 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Direksiz Gökler 3

Arşın Durumu. 4

Yerin Konumu. 4

Yerin Kazıkları Dağlardır 5

Yerin Sükûnet Bulması 6

Yer Altındaki Balık Ve Öküz. 6

Yeryüzündeki Irmaklar 7

Meal 9

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 10

Meal 17

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 17

Meal 22

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 22

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 26

Meal 31

Birayet Ve Rivayet Tefsiri 31

Meal 38

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 38


RA'D SURESİ

Meal

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Elif,  lâm, mim, râ! Bunlar Kitab'ın ayetleridir.  Sana Rabbinin katından indirilen hakkın ta kendisidir. Fakat insanla­rın çoğu inanmazlar.

2- Allah odur ki,  gördüğünüz gibi gökleri   direksiz olarak yükseltti. Sonra arşın üzerine istiva etti. Güneş'i ve Ay'ı kendisine  boyun  eğdirdi.  Bunların  her biri  muayyen bir vakte kadar akıp  gitmektedir.  O Rabbinize kavuşacağınıza kesin ola­rak inanmanız için, işi düzenleyip, ayetleri açıklamaktadır.

3- O arzı döşeyen, orada sarsılmaz dağlar ve ırmaklar kı­lan ve orada meyvelerden iki çift yaratandır. Geceyi de gündü­zün üzerine o örtüyor. Kuşkusuz tüm bunlarda düşünen bir top­luluk için ayetler vardır.

4- Yeryüzünde   birbirine   komşu   kıt'alar,   üzüm   bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların tümü bir su ile sulanır. Onların yenilmeleri hususunda bir kısmını bir kıs­mına üstün kılarız. İşte bunlarda da akıllarını kullanan bir top­luluk için ayetler vardır.   ,

5- (Ey Muhammed!) Eğer onların (seni yalanlamalarına) şaşıyorsan, asıl onların «Biz mi toprak olduğumuz zaman yeni­den yaratılacağız?» demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar Rable-rini inkâr edenlerdir. Ve onlar boyunlarında bukağılar bulunan, ateş ehli olan kimselerdir. Onlar o (ateş) de ebedi kalacaklardır. [1]

 

Giriş

 

Ra'd Suresi 13. suredir ve 43 ayetten meydana gelmiştir. Mek­ke DÖnemi'nde mi, Medine Dönemi'nde mi indiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Surenin içeriği gözönüne alındığında Mekke dönemin­de indiğini söyleyenlerin görüşü daha çok haklılık kazanır. Kuş­kusuz ki en doğrusunu bilen Allah Teâlâ'dar.

Surenin 13. ayetinde gökgürültüsü anlamındaki «Ra'd» keli­mesi zikredildiği için, sureye bu ad verilmiştir.

Büyük müfessir Nesefi, tefsirinde ayet sayısının Kûfelilere göre 43, Şamlılara göreyse 45 olduğunu bildirmektedir.

Îbn'ul-Cevzi, bu surenin nüzulü ile ilgili olarak ihtilaf edildi­ğini ve bu konuda iki görüşün öne sürüldüğünü söylemektedir. Bir görüşe göre bu süre Mekkî'dir. Yani hicretten önce nazil ol­muştur. Bu görüşü Ebu Talha, İtan Atabas'tan rivayet etmektedir. Hasan Basri, Said b. Cübeyr, Ata ve Katade de bu görüştedirler. Ebu Salih'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, iki ayeti (31. ve 43. ayetler) dışında bu sure Mekkî'dir. İkinci görüşe göre bu su­re Medenî'dir. Yani hicretten sonra nazil olmuştur. Bu görüşü Ata el-Horasani İbn Abbas'tan rivayet etmektedir. Cabir b. Zeyd de bu görüştedir. îbn Abbas'tan gelen başka bir rivayete göre, iki aye­ti (31. ve 32. ayetler) dışında bu sure Medenî'dir. Bazıları ise Ra'd Suresi'nin hicretten sonra nazil olan ayetlerinin 13. ile 14. ayetler Olduğunu söylemiştir.

Ra'd Suresi'nin kelime sayısı 855, harf sayısı ise 3506'dır. Ce-laleyn Tefsiri'nde ayetlerin sayısı ile ilgili olarak dört görüş oldu­ğu bildirilmektedir. Yani 43. 44, 45 veya 46 ayet olduğunu söyleyen­ler vardır.

Bu surenin faziletlerini sayan Sâvi,  ki kendisi Celaleyn'e haşiye yazmıştır şöyle demektedir: «Bu sure sekeratta olan bir insanın yanında okunması durumunda, ruhun bedenden çıkmasını kolaylaştırır».[2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Elif, lam, mim, râ. Bunlar kitab'ın...» Bu Ayetin Tefsiri

Müfessirlerin çoğu Mukattâ harfleri hakkında «Neyi kastetti­ğini Allah herkesten daha iyi bilir» diyerek, üstünde fazla dur­mamışlardır. Nitekim en doğrusu da budur. Ancak İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu harflerin anlamı, «Ben Allah'ım, daha iyi "bilir ve her şeyi görürüm» demektir. Yani Elif harfi «Ben»e, lam harfi «Allah»&, mim harfi «daha iyi bilir»e, ra harfi de «Her şeyi görürüm»e işaret etmektedir. Ata'nm İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu harflerin mânâsı, «Ben Rahman ve Melik olan Allah'ım» demektir. El-İktibas'ta bu ibarenin anlamı, «Ben Allah' tm. Herkesten daha iyi bilirim ve sizin yaptıklarınızı, söyledikle, rinizi görürüm» şeklinde açıklanmıştır.

Bazı müfessirler de bu harflerin, bir yemin olduğunu ve Al­lah'ın onlarla yemin ettiğini söylemişlerdir.

Kadı Beyzavi bu harflerin anlamının «Ben Allah'ım, daha iyi bilirim ve her şeyi görürüm» demek olduğuna işaret etmekte ve fakat «Derler ki» şeklinde ihtirazi bir kayıtla, bu görüşün zayıf olduğuna dikkatleri çekmektedir.

«El-Kitab» lafzı ile kastedilen, surenin kendisidir. Yani, «Bun­lar surenin ayetleridir».

«Sana Rabbinin katından indirilen»; yani Kur'an, (Hak keli­mesi marife getirildiğine göre) Hakk'ın ta kendisidir.

«Fakat insanların çoğu inanmazlar» cümlesinde kastedilen kimselerle ya Mekke müşrikleri ya Yahudi ve Hıristiyanlar ya da tüm insanlar kastedilmektedir. Kastedilenin tüm insanlık olması daha makûldür. İnsanlar apaçık hak hususundaki görüşleri kar­maşık olduğu ve bu konuları iyi düşünemedikleri için iman et- memektedirler. Onların inanmayışlan, Kur'an'ın hak oluşuna bağ- lanmıştır. Çünkü Kur'an tasdik veya yalanlama merciidir. Onların inanmayışlan, Kur'an'm münezzel oluşuna bağlanmamıştır. Çün­kü bu cümle Kur'an'm vasfı şeklinde gelmiştir, haber şeklinde değil. [3]

 

Direksiz Gökler

 

(2) «Allah odur ki  gördüğün gibi gökleri...»Bu Ayetin Tefsiri

«Gökleri yükseltti»; yani onları yüksek olarak yarattı. Tıpkı «Fili büyüten, sivrisineği küçülten Allah her türlü ortaktan mü­nezzehtir» ifadesindeki «büyütme», «küçültme» gibi. Fakat Allah Teâlâ, gökleri önce alçak yarattı da, sonra yükseltti şeklinde de-

«Amed» çoğul isimdir, tekili «imad» veya «umud» olarak gelir ve «Direkler» anlamındadır. Duvarlara dikilen mesnedler, tavanla­rın altlarına konan sütunlar karşılığında Kullanılır.

«Terevneha», bazı müfessirlere göre istinâfî cümledir. Yani mukadder bir sorunun cevabıdır. î'rabda mahalli yoktur. Gökle­rin direksiz olarak yüksek bir şekilde yaratılmasının delili olarak getirilmiştir. Adeta birisi, «Buna dair deliliniz nedir?» diye sor­makta ve ona, «Bunun delili onları direksiz olarak görmenizdir» diye cevap verilmektedir. Bu tıpkı, «Gördüğünüz gibi ben kılıçsız ve mızraksızım» sözüne benzemektedir.

Bu cümlenin «Amed» lafzının sıfatı, olması da mümkündür. Oradaki zamir (ha) «Amed» lafzına da raci olabilir. Nitekim bu­nun delili, Ubey b. Ka'b'm zamiri «Teravnehu» şeklinde okuma-sidir. Zahire göre zamir, «Amed»e racidir. Zamirin müzekker ge­tirilmesi «Amed»in çoğul isim olmasından dolayıdır. Cümlenin sı­fat olması durmunda, olumsuzluğun hem sıfata hem de mevsufa yönelmesi ihtimal dahilindedir. Yani, «Ne direk, ne de görülmeyen direk vardır». Olumsuzluğun sadece mevsufa yönelmesi de müm­kündür. Yani, «Direk vardır ama sizler göremezsiniz» veya «gö­rünmeyen direkler vardır».

Mücahid ve bazı müfessirlerden rivayet olunduğuna göre, «Di­rekler» ile kastedilen Allah'ın kudretidir. Çünkü göklerin yere düş­mesine mani olan Allah  Teâlâ'dır.

îbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, gökler dört melek üzerinde durmaktadır. Her bir tarafında bir melek va-zifelendirilmiştir. Allah daha doğrusunu bilir. Muhtemelen bura­daki «melekler» cazibe ve dafia kuvvetlerinden (Başka bir deyişle çekim kanunlarından) kinaye olabilir.

Bazıları da direklerin Kaf Dağı olduğunu, onun yer ile gök­leri tıpkı bir kube gibi kapsadığım söylemişlerdir. Ancak bu yo­rum israiliyat haberlerine benzemektedir.

Alusî de İbn Abbas'tan gelen rivayetin sahih olmadığı görü­şündedir. Gerçek bu olunca, direkler melekler olmayıp, Allah'ın kudretinin ifadesi olmaktadırlar. Ayet, hikmet sahibi ve mutlak yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın varlığının delilidir. Çünkü göklere müsavî olan diğer cisimlerin hepsinin üstünde göğü yaratması, el­bette bu tahsisi yapan bir ustaya ihtiyaç göstermektedir. O usta ne cisimdir ne de cismanidir. Kendi iradesiyle mümkinatm bir kısmını diğerine tercih etmiştir.

El-Keşf'te cümlenin istinâfî olduğu şıkkı tercih edilmiştir. Çünkü göğü direksiz ve yüce olarak yaratmak, bir yaratıcının var­lığına, kuvvet ve kudretinin sonsuzluğuna delil olarak kâfidir. Onun görünür, hissedilir tarzda delil getirilmesi, tahkiki, tekid içindir. Şayet «Terevnaha» kelimesinin sonundaki «ha» zamiri yüksek gök-

lere raci olursa, ayetin zahiri görülen şeyin gökler olduğuna delâ­let eder. Oysa filozoflar açıkça, «Görülen bir buhar kürresi ile sü­hunettir» diyerek buna «Onun mavi görünmesinin nedeni, sürekli olarak yıldızlardan gelen ışınlara maruz kalmasıdır» sözlerini ek lemislerdir. Bu mavi rengin göğün gerçek rengi olması da muhte­meldir. Allah Teâlâ hikmet-i ilâhînin iktiza ettiği şekilde onu böyle renklendirmiştir. Nitekim İmam Kastalânî'nin dediğine göre, rivayet ehli de bu görüşe meyletmişlerdir. Ayrıca bunu destekle­yen bir hadis de vardır. ,Muhtemelen görülen bu renk hayalî (izafî)dir. Allah tarafından yer ile gök arasında doldurulmuş bulunan şeffaf hava tabaka­larından birinin hayali de olabilir. Aslında onun bir rengi vardır İl ve bunun keyfiyetini ancak Allah Teâlâ bilir. Göğün renginin beyaz I olma ihtimali de pek uzak değildir. Nitekim bazı haberler bunu iktiza etmektedirler. Fakat biz onu, o havanın arkasında mavi ola­sı rak görüyoruz. Nitekim beyaz bir cisim, yeşil renkli cismin arka­ca sında yeşil görünür, mavi renkli cismin arkasında da mavi görü-nür.

Bazı rivayetlerde gelen «Göklerin rengi Kaf Dağı'nm renginin aksinden gelmektedir» şeklindeki görüşe, Kaf Dağı diye bir şeyin olmadığı söylenerek itiraz edilmiştir. Nitekim Kaf Dağı hakkında gelen rivayetlerden biri de şu şekildedir: Üzerinde bulunduğumuz yer küresinin çevresini kapsayan bir deniz ve ondan sonra da bir dağ vardır ki Kaf Dağı adını alır. Sonra yer küresi, sonra deniz ve en sonunda da Kaf Dağı vardır. (Ravi bunu yedi kez tekrarla­maktadır.)

Bazıları bu rivayeti Abdullah b. Büreyde'den şöyle nakletmek­tedirler: «Kaf Dağı zümrüttendir. Dünyayı kapsayan ve göklerin iki tarafının altında direk vazifesi gören bir dağdır». Mücahid'den de bunun bir benzeri nakledilmiştir.

«Halli Rumuz» sahibi; «Onun yedi şubesi vardır. Her gök de ondan bir şubedir» demiştir.

Alusî tüm bunları naklettikten sonra, bu rivayetler hakkında kuşkulu olduğunu söylemektedir. «Ben kesinlikle inanıyorum ki, gök ancak Allah'ın kudretinin omuzlarındadtr. Zahire göre de gök her tarafından yer küresini kaplamaktadır. Nitekim bu husus Ha­san Basri'den de rivayet edilmiştir».

Daha önce söz konusu edildiği gibi, göğün mavi renkte olma­sında iki ihtimal vardır. Ayrıca yedi göğün hepsinin görülüp gö­rülemeyeceği meselesi kalmaktadır ki, ayetin zahiri hepsinin gö­rülebileceğini iktiza etmektedir. Ancak bunun görülebildiğini san­mıyorum. Bu hususta ayetlerin zahiri de buna yardımcı olmakta­dırlar. Geri kalan gökler her ne kadar (gerçekte) görünmüyorlar-sa da, görünen göğün hükmündedirler. Çünkü görünen göğün di­rekleri olmadığına göre ondan ötesinde bulunan göklerin de di­rekleri oldukları tasavvur edilemez.

Bu yorum, göğü hakikaten ve hükmen direksiz olarak görme­ye götürür. Muhtemelen ayet ile kastedilen, «onlar (yani onların yücelmesini) görürsün ki hepsi de direksizdirler» şeklindeki bir anlamdır. El-Keşf te bu hususa işaret eden noktalar vardır.

«Terevneha» lafzının sonundaki «ha» zamirinin «Amed» keli­mesine raci olması durumunda, mesele apaçıktır.

Bazılarına göre «Terevneha», zahirde haberdir, fakat mânâsı emirdir. Yani, «Göklere bir bakın bakalım, onun direkleri var mı­dır?» Fakat bu da uzak bir ihtimaldir. [4]

 

Arşın Durumu

 

«Sonra arşın üzerine istiva etti»; yani zâtına layık tarzda is­tiva etti.

Arş, filozofların literatüründe sınırlı bir kürsi demektir. Ri­vayetlerde arşın azameti hakkında insan aklım şaşkınlıklar içinde bırakacak haberler gelmiştir!

Haleften birçok kimse, bu ifadenin temsilî bir istiare olduğu­nu, hıfz ve tedbir için kullanıldığını söylemiştir. Bazı kimseler de «Isteva» fülini «İstevla» şeklinde tefsir etmişlerdir. Yani, «Allah arşı hakimiyeti altına almıştır».

Bu ifade hakkında selefin bakış açısı; bu kelimeleri olduğu gibi, Allah'ın ilâhî maksadı ne ise o şekilde, ona iman etmek ve te­vil etmeksizin aynen bırakmaktır.

İfade, ister halefin isterse selefin anladığı şekilde mânâlandı-nlsın kastedilen Allah Teâlâ'nın arşı varetmek, yaratmak için ona yönelmesi değüdir. Çünkü arşın varedilmesi göklerden öncedir. Arşın göklerden önce yaratılmış olmasıyla birlikte ayeti «Onu varetmeyi irade etti» tarzında yorumlamaya ve «Sümme» lafzının mertebedeki terahiye delâlet ettiğini söylemeye gerek yoktur.

«Güneş ve Ay'ı kendisiTie boyun eğdirdi»; yani irade ettiği hu­susta, onları kendisine itaatkâr kıldı.

«Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmekte­dir»; yani Güneş devrini bir yılda, Ay ise bir ayda tamamlar. Onla­rın bu şekilde akıp gitmeleri asla şaşmaz. Allah Teâîâ, Yusuf Su-resi'nde «Güneş kendisi için tayin edilen bir müstekarra akar. Biz Ay'ı da menzillerle takdir buyurduk» demektedir.

Bazı müfessirler ayete, «Gerek Güneş, gerekse Ay kendileri için belirlenen bir sınıra kadar giderler ve orada dururlar» şeklin­de bir anlam vermişlerdir.

Mücahid, bizim «Muayyen bir vakit» diye mânâ verdiğimiz «Ecel-i Müsemma»ran dünya olduğunu söylemektedir.

İbn Atiyye, zikredilen Güneş ile Ay'ın diğer yıldızlan da içerdi­ğini söylemiştir. Yani «Her biri» lafzıyla hem Güneş ile Ay hem de yıldızlar kastedilmektedir. Fakat bu yorum, ayetin zahirinden uzak görülmüştür.

«İşi düzenliyor»; yani ulvî ve süflî âlemin işini düzenlemekte­dir. Allah Teâlâ hükmeder, takdir eder ve en mükemmel bir şekil­de tasarrufta bulunur.

«Ayetleri açıklamaktadır»; yani onları îmal edip, ayrıntılı bir şekilde tafsil eder. «Ayat» ile Allah tarafından gönderilen kitaplar ve Kur'an ayetleri kastedilmektedir. Bu kelimeyle bunlara işaret eden delillerin kastedilmesi de mümkündür.

«O Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için, işi düzenleyip ayetleri açıklamaktadır». Ki bu sayede düşünesiniz, Al­lah'ın kudretinin kemâlini kesin olarak bilesiniz ve dolayısıyla bu­na kudreti olan Allah'ın insanoğlunu yeniden diriltip, haşre göndermeye, mükâfat ve mücazatını vermeye kadir olduğu gerçeğini idrak edesiniz.

Kısaca, Allah Teâlâ şunu kastetmektedir: «Allah tüm bunları kudretine kesinlikle inanmanız ve buna gücü yeten zatın, inşam haşre göndermeye de gücünün yeteceğini bilmeniz için beyan et­mektedir».[5]

 

Yerin Konumu

 

(3) «O arzı döşeyen, orada sarsılmaz...»Bu Ayetin Tefsiri

«Arzın döşenmesi» ile uzunlaması ve genişlemesi kastedilmek. tedir.

El-Esamm, «Bastaın sonu gelmeyen, sonu görünmeyen nok­taya uzatmak demek olduğunu söylemiştir.

Bu ayette, yerküresinin çapının çok derin, çevresinin çok ge­niş olduğuna işaret edilmektedir.

Bazı müfessirler, arzın toplu olduğunu, Allah'ın Mekke'de Ka­be'nin bulunduğu yerden başlayarak onu yaydığını Öne sürmüş­lerdir. Bazıları da yerküresinin Beyt'ul-Makdis'in yanında toplu olduğunu sonra Allah'ın onu yaydığım söylemektedirler. Ancak bu tür yorumlar israiliyattandır ve azamet makamına uygun değil­dir.

Bazı kimseler de arzın (dünyanın) düz olduğuna ve yuvarlak olmadığına bu ayetle delil getirmişlerdir. Nitekim eski filozoflar da dünyanın düz mü, yuvarlak mı olduğu hususunda ihtilaf etmişler­dir. Çoğu dünyanın yuvarlak olduğu kanaatinde idiler. Uzunlaması­na yuvarlak olmasına gelince, enlemesine birbirine uygun olan ve­ya enlemesine olmayan bir ülke, batıya ne kadar yakın olursa, orada Güneş'in ve diğer yıldızların doğuşu geç olur. Bu ise ancak dairesel bir durum için düşünülebilir. Enlemesine yuvarlak olma­sına gelince, kuzeye doğru giden bir kimse, ilerledikçe kutubun yükseldiğini görür. O ne kadar ilerlerse o derece de kutub yükse­lir. Öyle ki onu tam başımn hizasında görür. Kuzeydeki yıldızlan görebilirken, güneydeki yıldızlar gözünden kaybolur. Güneye doğ­ru dalan bir insanın durumu için de aynı husus geçerlidir. En­lilik ile uzunluk arasındaki yuvarlaklığa gelince, bu onların iki­sinin terkibinden ileri gelmektedir.

İbn Atiyye'nin iddiasına göre, şeriatın zahiri yeryüzünün düz olmasını gerektirmektedir. İbn Atiyye'nin bu sözü, delilin tam hilafınadır. Onlara göre yerküresi üç tabakaya ayrılır. Merkezi iha­ta eden saf tabaka, sonra çamur tabakası, sonra da madenlerin, bitki ve hayvanların, çoğunun kendisinde oluştuğu karışık taba. kalardır. Saf tabaka bazılarına göre renksizdir. İbn Sina'ya göre de renklidir. Bizim katımızda mevcut olan yer tabakası başka maddelerle karışmış olmasına rağmen, biz genellikle onun üzerin­de küle benzer bir renk görmekteyiz. Eğer toprak iddia edildiği gibi  şeffaf olsaydı, madeni tarzda oluşmayan yer parçalarının birinde o şeffaflık görülür ve bu hususta toprağm hükmü, tıpkı su ve hava hükmünde olurdu. Çünkü onlar ne kadar karışırlarsa karışsınlar şeffafiyeti tamamiyle kaybetmemektedirler. Renkli ol­duğunu söyleyenlerden bazıları onun renginin külrengi, bazıları da siyah olduğunu söylemişlerdir. Daha önce geçtiği gibi sahih bir hadiste yerküresine «Gabro,» külrengi tabiri ıtlak edilmiştir. Bu hadisten muhtemelen şu anlaşılabilir: Yerin tüm tabakaları böy­ledir, Ve yine yerin en üst yüzünün de böyle olması muhtemeldir. Nitekim bazı rivayetlerden anlaşıldığı üzere yerin altında beyaz bir toprak vardır. Bu zikredilen tabakalar, bu hususta sahih bir haberle çalışmamaktadır. Yerin yedi tabaka olduğunu, her tabaka­dan diğer bir tabakaya (her gökten diğer bir göğe olduğu gibi) 500 yıllık bir mesafenin bulunduğunu ve bu tabakada canlıların varlığı­nı bildiren rivayetin sıhhati tesbit edilememektedir. Nitekim «Al­lah odur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yarattı» (Ta­lak: 12) ayeti de bunu ispat etmez ve bu husustaki haberin doğru­luğu da kabul edilmemektedir. Bu husustaki haber, tıpkı Ka*b'ul-Ahbar'dan gelen şu haber gibidir:

KaT), Hz. Ömer'e şöyle der: «Allah doğu ile batı arasında 500 yıllık bir mesafe kılmıştır. Doğudaki yüz yıllık mesafede hiçbir canlı, ne cin ne insan ne de hayvan bulunmamaktadır. Orada ağaç yoktur. Batıdaki yüz yıllık mesafe de böyledir. Canlılar ancak iki­sinin arasındaki 300 yıllık mesafede yaşamaktadırlar». Bu rivayet gibi, İbn Ebi Hatim'in, İbn Ömer'den rivayet ettiği «Dünya 500 yıl­lık bir mesafedir. Onun 400 yıllık bölümü haraptır, kimse orada yaşamıyor. Yüz yıllık bölümü ise mamurdur» şeklindeki bu hadis de zayıfdır.

Biz yeryüzündeki harap yerlerin varlığını kabul ediyoruz. Bu­nun mamur yerlerden fazla olduğu da bir gerçektir. Yine biz ma­mur yerlerin çoğunun kuzeyde, azının da güneyde olduğunu ka­bul ediyoruz. Fakat biz inkişafa sebep olarak gösterdikleri şeyle­rin kabul edilemeyeceğini söylüyoruz. Biz yeryüzünün, insanların yaşamasına, bitkilerin yeşermesine uygun bir tarzda varedilmesi-ni, Allah'ın kudret ve seçişine nispet ediyoruz. Aksi takdirde in­saflı bir insan, incelemekle bunun sebebini bilmeye aklın yol bu­lamayacağını takdir eder. (Ravi Allah'ın bunu, yerde sadece hik­mete uygun meşiyeti için yaptığım söylemektedir). [6]

 

Yerin Kazıkları Dağlardır

 

«Orada sarsılmaz dağlar kıldı»; yani nirengi noktasından kay­mayan dağlar kıldı. Çünkü ayette geçen«Revasiye» kelimesi, ağır cisimlerin sabit kalmalarını ifade eden «Rusuv» kökünden gelmek­tedir. Dağların «Revasiye» kelimesiyle tâbir edilmesi «Yerin karar bulması, dağların sabit olmasına bağlıdır» sözünün açıklanmasına matuftur.

Rivayet edildiğine göre, Allah yerküresini yarattığı zaman, yer durmadan sallanıyordu Allah Teâlâ, dağlan yaratınca, yeryü­zü istikrar buldu. Melekler bunun üzerine şöyle dediler:

  «Ey Rabbimiz! Acaba dağlardan daha büyük bir mahlûk yarattın mı?»

Allah Teâlâ:

  «Evet, dağlardan daha büyüğü demirdir». Melekler:

  «Ey Rabbimiz! Demirden daha büyük bir mahlûk yarattın mı?»

Allah Teâlâ:

  «Evet, ateşi yarattım». Melekler:

  «Ey Rabbimiz!   Ateşten  daha büyük  bir mahlûk yarattın mı?»

Allah Teâlâ:

  «Evet, suyu yarattım». Melekler:

  «Ey Rabbimiz!   Sudan   daha büyük   bir mahlûk yarattın mı?»

Allah Teâlâ:

  «Evet, havayı yarattım». Melekler:

  «Ey Rabbimiz! Havadan daha büyük bir mahlûk yarattın mı?»

Allah Teâlâ:

  «Evet, Ademoğlu'nu yarattım. O sağ eliyle sadaka verir, sol elinden onu gizler».

İbn Ebi Hatim'in Ata'dan rivayet ettiğine göre, yeryüzünde ilk yaratılan dağ, Ebu Kubeys Dağı'dır. Yeryüzünün üzerinde gö­rülen dağların sayısı 187'dir. Birinci iklimde 20, ikincide 27, üçün­cüde 33, dördüncüde 55, beşincide 30, altıncıda II ve yedincide 11 dağ vardır.

Filozoflar yerin karar bulmasının, dağların konulmasından ileri gelmediğini söylemektedirler. Fakat neden ileri geldiği husu­sunda da ihtilaf ederler. Yeryüzünün yuvarlak olduğunu söyleyen­lere göre, felekler yerküresini her taraftan çekmektedirler. Bu her taraftan, aynı seviyede çekiş ise onun ortada kalmasını gerekti­rir. Nitekim her tarafında mıknatıs bulunan bir evin içine demir­den yapılmış bir kutu konulduğu takdirde, o kutu dimdik durur. Çünkü o her taraftan aynı kuvvette çekilmektedir.

Onların delillerine birtakım itirazlar yapılmıştır. Geniş bilgi almak isteyenler, Ruh'ul-Meani'nin 13. cildinin 93 ve 94. sayfalarına başvurabilirler. [7]

 

Yerin Sükûnet Bulması

 

Muhakkik filozoflar, yerküresinin sakin olmasının başka bir sebepten olmayıp, zatından ileri geldiğini söylemişlerdir. «Dağlar yeryüzünün istikrarına sebeptir» ve' «Dağlar olmasaydı yeryüzü scllanırdı» şeklindeki görüşleri reddedecek bir delil bulunmadı­ğından,- biz buna iman eder, nedenini bilmesek de ona inanırız. Muhtemelen bunun nedeni şudur:

Allah Te&l& önce yerküresini, hikmetine binaen diğer yıldızla­ra oranla küçük yaratmış ve üzerine belli bir ağırlık koymuştur. Onu suyun istediği noktaya bıraktı ve ondan açık olmasını dile­diği noktayı açığa çıkardı. Bu da Allah'ın hikmete uygun dilemesi sebebiyledir. Başka bir durum bunu gerektirmiş değildir. Kapla-yıcı deniz dalgalarının sarsmasıyla yer sallanmaktan usandı. Al­lah da dağlardan ağırlık yapacakları onun üzerine koydu. Dağla­rın artık onu sarsmaya kaldırmaya güç yetiremeyecekleri bir du­ruma getirdi. Başlangıçta dalgalara dayanıklı bir tarzda yaratılma­sı mümkünken niçin Allah Teâlâ onu dayanıksız yaratmıştır? Dal­galar onu sarsmasın diye ikinci safhada onun üzerine dağlan yer­leştirdi de, niçin bunu başta yapmadı? denilemez. Çünkü Allah'ın daha iyi bildiği birtakım hikmetler vardır ki bu yüzden böyle yap­mıştır. Bu tıpkı şöyle demeye benzer: Allah baştan insanoğlunu niçin acıkmayacağı, susamayacağı şekilde yaratmamıştır? Bu mümkünken Allah neden böyle yapmadı? İnsanoğlunu susuzluğa, açlığa karşı dayanamayacak bir tarzda yarattıktan sonra niçin aç­lığını ve susuzluğunu giderecek maddeleri yarattı? îşte bu tür iti­razlar, ancak Allah'ın kudretiyle meydana gelen şeylerin hikme­tinden gafil olan kimseler tarafından öne sürülebilir.

Söz konusu ayetteki hikmet, Allah'ın azametinin fazlasını me­leklere gösterdiği şeklindedir. Çünkü bu gözaçtıncı bir durum­dur. Melekler daha önce geçtiği gibi, gördüklerini görünce, «Ey Rabbimiz! Acaba sen dağlardan daha büyük bir mahlûk yarattın mı?» diye sormuşlardır. Buna inanmayan bir insana biz de şun­ları sorabiliriz.

O halde eşyanın bir kısmını diğerinden önce yaratmaktaki hik­met nedir? Niçin insanoğlunu ve benzerlerini muhtaç olarak ya­ratmıştır? İhtiyacım giderecek maddeleri yaratmasının nedeni ne­dir? Niçin insanoğlunu ihtiyacı olmayacak tarzda yaratmamıştır?

Şayet bu soruların cevapları verilebilirse, aynı cevaplar yuka­rıdaki sorular için de verilmiş olur. Ayrıca belirtmek gerekir ki, dağların vazifesi sadece yeryüzünü istikrara kavuşturmak, yeryü­züne kazık görevini ifa etmek değildir. Aksine bunda Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği hikmetler vardır. [8]

 

Yer Altındaki Balık Ve Öküz

 

İmam Gazali'den gelen bir nakle göre, Hz. Peygamberce yerin altında ne olduğu sorulduğunda, O bir defasında «Balık var» bir defasında da «Öküz var» diye cevap vermiştir. Hz, Peygamber «Ba­lık» ve «Öküz kelimeleriyle bilinen 12 burçtan iki tanesine işaret etmiş olmaktadır. Bunların her biri sorulduğunda yeryüzünün ka­zıklarıydılar. Eğer o zaman Akrep burcu yeryüzünün kazığı bulun­sa Hz. Peygamber «Akrep var» diyecekti.

Alusî bu nakle şöyle itiraz etmektedir"

«Anlaşılacağı üzere bu, Hz. Peygamber'in kastettiği mânâdan uzaktır». «Yer öküzün, öküz balığın, balık da suyun üzerindedir» şeklindeki hadis Alusî'ye göre görülmemiştir. «Yer öküzün üzerindedir» ibaresinden, o anda yerin kazığının öküz burcu olduğu, «Öküz balığın üzerindedir» ibaresinden, öküz kuzey, balık da gü­ney burçlarından olduğu için, çoğunlukla kuzeydeki burçların yer­yüzünün mamur bölgelerine isabet ettiği ve güney burçlarının üze­rinde sayıldığı, «Balık da suyun üzerindedir» ibaresinden balıkla su arasında kara parçasından başka bir perdenin olmadığı şeklin­de anlamlar çıkartılmış ve yorumlar yapılmıştır. AIusî, böyle bir yoruma ancak merkeplerin yöneleceğini söylemekte, bunun asıl­sız olduğunu ortaya koymaktadır.

Bazıları da bu meseleyi şöyle açıklamaktadırlar:

Bu hadis, yeryüzünün imarının çiftçiliğe dayandığını, bunun da sürekli dolaşmayı, sağa sola koşmayı gerektirdiğini gösterir, Öküz o dönemde çiftçiliğin yegâne vasıtasıydı. Balık ise görüldüğü gibi sürekli hareket halindedir. Bu bakımdan hadiste, «Öküz ba­lık üzerinde, balık da su üzerindedir» denmiştir. Hadisin sahih ol­ması durumunda, Hz. Peygamber'den gelene inanmak gerekir. Fel­sefecilerin zikretmiş oldukları tertib herhangi bir açık delile da­yanmamaktadır. Zandan başka bir şey ifade etmeyen birtakım ak­li faraziyeler ileri sürülmektedir. Dolayısıyla hissin yalanladığı, akl-ı selimin kabul etmediği bir tertibi öne sürmek doğru değil­dir. Eğer Şâri'den böyle bir tertib gelmişse bile, onun tevili vacip, tir. Çünkü şeriatla felsefeyi meczetmek isteyen bir kimse, iki zıd­dı birleştirmeye çalışıyor demektir. [9]                                           

 

Yeryüzündeki Irmaklar

 

«Orada ırmaklar kıldı». Allah Teâlâ'nın yeryüzünde meydana getirdiği ırmaklar çoktur .Bazılarına göre sayıları 196, bazıları­na göre daha fazladır. Nehirlerin dördünün cennetten geldiği hu­susunda hadisler vardır. Nitekim Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a); «Seyhan, Ceyhan, Fırat ve NÜ cennet nehirlerindendir» diye buyurmuştur. (Müslim)

Ceyhan nehri Adana'dadır. Cevherî'nin «Sıhah» ında, Ceyhan' in Şam'da bir nehrin adı olduğu şeklindeki sözü yanlıştır. Hadis­te geçeri Seyhan ile Ceyhan, Seyhun ile Ceyhun'dan başkadır. Çün­kü Seyhun Hindistan'daki bir nehrin adıdır. Hindistan'ın en yük­sek bölgesinden çıkarak, Habeş Denizi'ne dökülür. 400 fersah uzun­luğundadır. Ceyhun ise, Belh yakınlarındaki bir nehrin adıdır. O da çeşmelerden çıkıp, Havarzam'a kadar uzanır. Orada çeşitli kol­lara ayrılır ve geri kalan kısmı Cürcane'nin üzerinde bulunduğu göle dökülür. Cürcane Havarzam'ın altmda bulunmaktadır. Ge­miler o gölden bu nehre geçerler. Nehrin uzunluğu bir aylık bir mesafededir. Eni de buna yalandır.

Kadı İyaz'ın bunların İslâm âleminin en büyük nehirleri ol­duğu, Nil'in Mısır'da, Fırat'ın Irak'ta, Seyhan (Seyhun) ve Ceyhan (Ceyhun) nehirlerinin ise Horasan'da oldukları şeklindeki sözleri­ne gelince, İmam Nevevî bunda birçok yanlışlıklar olduğunu söy­lemektedir.

1) Fırat'ın Irak'ta olduğu söylenmektedir. Oysa Fırat, Şam ile Cizre'nin arasım ayıran bir nehirdir.

2)  Seyhan ve Ceyhan veya Seyhun ve Ceyhun şeklindeki ifa­de de doğru değildir. Çünkü Seyhan ile Seyhun, Ceyhan ile Ceyhun ayrı ayrı nehirlerdir.

3) Seyhan ile Ceyhan'ın Horasan'da olduğu söylenmektedir. Oysa bu iki nehir Tarsus ve Adana civarında, Şam'ın yakınında-dırlar.

Bu nehirlerin cennetten gelmeleri iki şekilde yorumlanmış­tır.

a) Sulan cennet sularına benzetilmiştir. Rivayetler bunların diğer nehirlerden daha üstün olduğunu göstermektedirler.

b) Kadı İyaz'm, bu nehirlerden içen kimselerin cennete gide­ceğini ifade eden sözü bir değer taşımaz. Eğer o, bunların cen­net  nehirleri gibi olduklarını ve müminlerin cennet sularından içecekleri gibi bu nehirlerin sularından da içtiklerini söylemiş ol­saydı, daha makul bir yorum yapmış olurdu.

İmam Nevevî, «En sahih görüşe göre, bu hadiste söz zahiri üzerine hamledilir. Yani bu nehirlerin cennetten gelen bir madde­si vardır. Ehli sünnet bugün de buna inanmaktadır» demiştir. An­cak böylece Sahih-i Müslim'de yer alan ve İsra hadisinin bir kıs­mım teşkil eden, birinci tevili reddetmiş olmaktadır. Çünkü o ha­diste, Hz. Peygamber, İsra gecesi dört nehir gördüğünü, kayna­ğından çıktıklarım, ikisinin zahir, ikisinin bâtın olduğunu söyle­yerek Cebrail'e bu nehirlerin nerede olduklarını sorar. Cebrail de cevap olarak, bâtın olan nehirlerin Selsebil ve Kevser, zahir olan nehirlerin ise Fırat ve Nü olduğunu söyler. Kaynaklan Sid-ret'ul-Münteha'dadır. Çünkü Buhari'de ve diğer eserlerde bu hu­sus açıkça belirtilmektedir.

Kadı İyaz'ın, «Bu hadis, Sidret'ul-Münteha'nın kaynağının arzda olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Nil ve Fırat arzdan çık­maktadırlar» şeklindeki sözüne İmam Nevevî şöyle itiraz etmek­tedir: «Nil ve Fırat'ın arzdan çıkmaları Sidret'ul-Münteha'nın yer­yüzünde olmasını gerektirmez. Belki hadisin mânâsı şudur. Nehir­ler kaynaklarından (Sidret'ul-Münteha'dan) çıkarak Allah'ın dile­diği bir noktaya doğru akıp giderler ve böylece arzdan fışkırırlar, yeryüzünde akarlar. Buna np akıl ne de şeriat mâni değildir. Ha­disin zahiri de buna delâlet ettiğinden, böyle bir görüşü tercih etmek gerekir».

Bazı haberlerde merfu olarak rivayet edildiğine göre, iki mümin, iki de kâfir nehir vardır. Mümin olan nehirler Nil ve Fırat, kâfir olanlar ise Dicle ve Ceyhun'dur. Bu hadiste Hz. Peygamber kendilerinden kolayca yararlanıldığı için bu iki nehri mümine, son iki nehri de kendilerinden zorlukla yararlanıldığı için kâfire benzetmiştir. Çünkü bu nehirlerden sular, çoğu kez vasıtalarla ve zorlukla elde edilebilmektedir. Yoksa bir nehrin küfründen veya imanından bahsedilmesi sözkonusu değildir.

Tüm bunlan zikrettikten sonra, nehirlerin en faziletlisinin —bir çok alimin de belirttiği gibi— Nil olduğuna işaret etmek is­teriz. Diğer nehirler ise fazilet bakımından müsavidirler. Bazıları cennetten- gelen nehirler arasında Dicle'yi de sayarak, bu hususta Mukatil'in İkrime ve İbn Abbas'tan rivayet ettikleri bir haberi de­lil olarak göstermişlerdir. Ancak bu, güvenilir bir görüş değil­dir.

«Orada meyvalardan iki çift yaratandır»; yani meyvalann hepsinden yeryüzünde iki çift yaratandır.

«Zevceyn», erkekle dişi gibi zevç ve zevceden mürekkep bir çift eş demektir. Bunun aynca «İsneyn» diye «iki» ile vasıflandı-rılması tekid için ya da «ikişer» anlamında tevzi için olduğu söy­leniyorsa da, bunun taksim için olması daha anlaşılırdır. Şöyle ki, her meyvanm çiçeğinde canlılann erkek ve dişisi gibi bir çift eş vardır ki meyva bunların aşılanmasından olur. Nitekim Allah Teâlâ, «Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik» diye buyurmuş­tur. Bu çiftler de iki kısımdır. Bir kısmı ayn ayn menşelerde ye­tişir. Sözgelimi incirin erkeği başka, dişisi başka ağaçtadır. Bir kısmı hem erkek hem de dişi uzvunu haiz olan Hunsa halinde aynı menşelidir. Çiçeklerin çoğu böyledir. İşte Zevceyn tabiriyle her meyvada çiftleşen mutlak erkek ile dişi, isneyn tabiriyle de bun-ların hunsa olanı ile hunsa olmayanı anlatılmak istenmiştir. Hur­ma, incir gibi bazı meyvalarda erkek ve dişinin bulunduğu ve ürününün hasıl olması için bunların aşılanması gerektiği daha önçeleri biliniyorduysa bile her meyva ve çiçeğin zevceyni (çifti) oldu­ğu yalan zamanlara kadar bilinmiyordu. Bu durum, Fizyoloji'de kaydedilen ilerlemelerden sonra meydana çıkmıştır. Bu bakımdan müfessirlerin ayette geçen «Zevceyni İsneyni» tabirine ait açıkla­maları kapalılıktan hâli değildir. Bunu, iki sınıf veya iki zıd mef­huma irca ederek, özeli genel ile yorumlarcasma izaha çalışmışlar­dır. Ancak hurma, incir gibi tüm meyvalarda baba-ana mesabesin. de erkek-dişi birleşimi olduğuna genellikle hükmedememişlerdir. Fakat Pahruddin Razi ile Zemahşeri'nin tefsirlerinde buna yakın anlamlar vardır. Bu balomdan biz, Botanik (Nebatpt) biliminin şahitliğiyle, ^u ayetin bu-cümlesinde başlı başına bir ilmî mucize­nin olduğunu anlıyoruz. Bu, bir gerçeğin yüzlerce yıl önce Kur'an' da haber verilmiş olması nedeniyle onun Allah'ın Kitabı olduğuna ve bunu getirenin de Hak Peygamber bulunduğuna zahir ve açık bir delil teşkil etmektedir. (Bu hususta geniş bilgi almak isteyen­ler, Elmalılı Hamdi Yazır'ın, Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsirinin 4. cildinin 2956. sahifesine başvurabilirler).

«Geceyi de gündüzün üzerine örtüyor»; yani Allah Teâlâ, tıp: ki elbisenin insanı örttüğü gibi gece ile gündüzü, gündüz ile geceyi örtmektedir.

Bu ayette gecenin gündüzü örttüğü söylenirken, gündüzün ge­ceyi Örttüğü söylenmemektedir. Çünkü bu zaten bilinen bir hu­sustur. Ayrıca ayetin lafzı da bu mânâyı mütehammildir. Yani, «en-Nehhar» lafzını ötre ile okursak, bunun tam aksini ifade et­miş oluruz.

«Kuşkusuz tüm bunlarda düşünen bir topluluk için ayetler vardım; zira bunları düşünmek, insanı tüm bunları harikulade bir şekilde yaratan Zat'ın, ancak hikmet ve sonsuz kudret sahibi bir yaratıcı olduğu sonucuna vardırır. Bu yaratıcı dilediğini yapmak­ta, dilediğine hükmetmektedir. İnsanoğlu sırf düşünme yeteneğiy­le diğer canlılardan ayrıldığı ve düşünme ayırdedici bir özellik olduğu için, Allah Teâlâ böyle buyurmuştur. Düşünmek düşünme melekesini akim bakışına göre harekete geçirmektir. Bu özellik ise sadece insanda vardır ve diğer canlılarda yoktur.

(4) «Arzda birbirine komşu kıt'alar...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu başlı başına bir bölümdür ve Allah'ın varlığına dair birçok mucizeleri kapsamaktadır. Yeryüzünde değişik özellikleri haiz kit'alar bulunmaktadır. Kimi verimli ve münbit topraklara sahip­tir, kimi çorak ve bitkiye elverişli değildir. Kiminin yumuşak, ki­minin sert toprakları vardır. Bazıları ziraate elverişlidir ama ağaç ekilmeye elverişli değildir. Bazıları da ağaç bakımından müsaittir de, ziraat bakımından değildir. Bütün bunlarda birbirleri ile sıkı ilişkileri bulunan hususlar vardır. Yani birbirleriyle bitişik olan yerlerde, değişik özelliklere sahip bölgelerin yaratılması, bunun tabiatm kendi marifeti olmayıp, tabiatı da yaratan hakim-i mut­lak olan Allah'ın bir eseridir.

Ebu Şeyh'in Katade'den rivayet ettiğine göre, ayetin mânâsı, «Yeryüzünde birbirine yakın köyler vardır» şeklindedir.

Rivayet tefsirinin en şazz ve akla en uzak yorumu, Katade'nin Hasan Basri'den rivayet ettiği {(Yeryüzünde birbirine yakın ola­rak Ehvas, Faris, Küfe ve Basra adlı bölgeler vardır» şeklinde aye­ti mânâlandıran görüştür. Sorumluluğu ravinin olmakla birlikte bu yorum cidden uzak bir ihtimaldir. Allahu âlem, bu rivayetin Hasan Basri'ye ait olduğu da pek kesin (mevsuk) değildir.

«Üzüm bağları, ekinler, çatallı, çatalsız hurmalıklar vardır». Bu ifadede üzüm bağları daha önce zikredilmiştir. Çünkü üzüm­de, akılları hayrette bırakan bir durum vardır. Adeta içinde don­durulmuş suların bulunduğu ince zarflar gibidir. Bazıları Öyle şeflaftır ki bakıldığında içi görülebilir. İşte bu noktadan hareketle bazı Hadis-i Kudsi'lerde şöyle buyurulmaktadır: «Ben üzümün yaratıcısı olduğum halde beni nasıl inkâr edebilirsiniz?»

Ebussuud Efendi, «İrşad'ul-Akl'ı-Selim» adlı tefsirinde şöyle demektedir: bağlarının, ekinlerden ve hurmalıklardan önce zikredilmesinin nedeni, onların ihtilaflı durumlarının apaçık olu­şu ve diğer bitkilerle aralarında farklılıklar bulunmasıdır. Onlarda­ki bu farklılık daima göze çarpar».

«Bunların tümü bir su ile sulanır»; yani sulanma durumları aynıdır. Fakat buna rağmen değişik renkler, zevkler ve tadlar ta­şımaktadırlar. İster yağmur suyu, ister nehir suları ile olsun, ta­biatı aynı olan su ile sulanmaktadırlar. Ancak yine de değişik Özel­liklere, değişik tadlar ve renklere sahiptirler. İşte bu gerçek, bu­rada hakîm olan bizzat tabiat olmayıp, tabiatı da yaratan zâtın olduğunu gösterir.

«Onların yenilmeleri hususunda, bir kısmını, bir kısmına üs­tün kılarız»; yani üzüm üzüme benzemez. Hatta bir ağaçta yan-yana biten İM meyvadan biri diğerinden daha tatlı olabilir. De. mek ki, tabiat halen değişip durmaktadır. Bu herkesin gördüğü ve kolayca anlayabileceği bir husustur ve kuşkusuz mebdein vahda­niyetinde, tafsil ve tafdilde aklım kullanan bir topluluk için ayet­ler olduğuna delâlet eder^ Aklı olan ve akim gereğince hareket eden birey ve. toplumlar, mutlaka tabiat üzerindeki bu değişiklik­leri meydana getiren yaratıcı kudretin, yapmaya ve yeniden iade etmeye de kadir olduğu gerçeğini teslim ederler. Böylece O'nun huzurunda tüm mahlûkatın biraraya gelerek hesap vermeleri ka-ziyyesi de anlaşılmış olur. Ayrıca bu ayette müşriklerin ve kâfir­lerin akıllı kimseler olmadıklarına da bir ta'riz vardır.

Nitekim şair şöyle diyor:

Yeryüzü ibret almak isteyenler için bir derstir.

Kudretli bir padişahın sanatı olduğunu haber verir.

Bir tek su ile ağaçlar sulanmaktadır.

Küre olarak aynıdır o ağaçların yeri,

Hepsi de güneşten, havadan yararlanırlar;

Fakat tadlan birbirinden farklıdır.

Eğer bu, doğanın kendinden olsaydı,

Eğer bu yaratıcının sanatı olmayıp;

Bir tesadüf eseri olsaydı,

Bu farklılıklar meydana gelmez, hepsi aynı olurdu.

Acaba çocuklar babalarına benzemezler mi?

Ey inatçı kimse!

Güneş ile hava, su ile toprak- aynı şeydir.

O halde bu meyvaları birbirinden üstün kılan nedir?

Hikmet sahibi zat değil mi?

İbn-Cerir Hasan Basri'den şöyle rivayet etmektedir: Bu bir Darb-ı Meseldir. Allah Ademoğlu'nun kalbi için bunu zikretmiştir. Yeryüzü Allah'ın kudretinde, bir çamurdu. Allah onu yaydı ve bir­birine komşu kıt'alar meydana geldi... Bulutlardan su inmekte ve toprağın bir kısmı çiçekler, meyvalar, ağaçlar, bitkiler yetiştirir­ken, diğer kısmı da çorak, tuzlu ve habaset doludur. Oysa iki kı­sım da, aynı su ile sulanmaktadır. Eğer su bazı kimselerin dediği gibi tuz olsaydı, bu tuzlu (çorak) kısmın sudan olduğu iddia edi­lecekti. İşte insanlar da böyledir. Hepsi Adem'den yaratılmıştır. İnsanlara gökten hatırlatma, mucize ve Öğütler inmiştir. Bazı kalpler rikkate gelmiş, korkmuş ve Allah'a kulluk etmiştir. Bazı kalpler de katılaşmış, oyun ve eğlenceye dalmıştır».

Bu rivayeti nakleden, şöyle demektedir: «Vallahi! Kutan ile oturan bir kimse, Kur'an'ın yanından ya bir fazlalık ya da bir eksiklik ile kalkar. Çünkü Allah, «Biz Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olacak şeyler indirdik. Kur'an zalimlerin ancak hüsra­nını artırır» diye buyurmuştur».

(5) «(Ey Muhammed) Eğer onların... Bu Ayetin Tefsiri

Yani, eğer şaşıyorsan, asıl onların, «Biz mi toprak olduğumuz zaman yeniden yaratılacağız?» demeleri şaşılacak bir şeydir. Yani asıl şayan-ı hayret olan, onların böyle diyerek ahireti inkâr etmiş olmalarıdır. Âlem'de bunca tehavvulat ve tebeddülat varken, Al­lah'ın kudretiyle yeniden dirilişi (yani ölümden sonra haşre gön. derilmeyi) uzak bir ihtimal saymaları kadar acayip sebepsiz ve anlamsız bir şey yoktur. İşte hasrı inkâr eden, bunca büyük mu­cizelere, kendilerini inkâra götürecek onca delillere rağmen iman­sızlıkta direnen kimseler, Allah'ın kudretini ve dolayısıyla Allah'ı inkâr etmektedirler. Çünkü mabud aciz olmaz. Yeniden dirilişi in­kâr etmek, hem Allah'ı, hem de Adem'den Hz. Muhammed'e ka­dar gönderilen tüm peygamberleri inkâr etmek demektir.

«Ve onlar boyunlarında bukağılar bulunan, ateş ehli olan kim­selerdir»; Yani boynunda bukağı olan kimseler nasıl sağa-sola ba-kamazlarsa, onlar da sağa-sola bakıp hakkı bilmek için ibret ala­mamaktadırlar. Onlar dalâlet bağlarıyla bağlıdırlar. Kurtulacak­ları ümidi yoktur ve durumları ahirette belli olacaktır. Allah ger­çekten onların boyunlarına bukağılar ve ayaklarına zincir ta­kacaktır. Bu takdirde ifadede bir tevil yapılması sözkonusu de­ğildir. Söz zahiri üzere kalmış olmaktadır. Nitekim, «Hatırlat o zamanı ki, bukağılar onların boyunlarında ve zincirler ayaklarm-dadır» diye Duyurulmuştur.

Hasan Basri'den rivayet olunduğuna göre, mânâ şöyledir: «Kuşkusuz ki, bukağılar cehennem halkının boyunlarına Allah'ı aciz kabul ettiklerinden değil, yaptıkları kendilerini düşürüp te ate­şin derinliklerine dalsınlar diye takılmıştır».

İşte boyunlarına bukağı ve tomruklar takılan bu kimseler ateş ehlidirler. Yani ateşi haketmiş ve ondan ebediyyen ayrılmayacak­lardır. [10]

 

Meal

 

6- (Kâfirler)   Senden  iyilikten önce kötülüğü acilen  isti­yorlar. Oysa onlardan önce (ibret alınacak birçok)  örnekler ge-lip-geçmiştir. Gerçekten Rabbin insanlar zulmettikleri halde on­lar için mağfiret edicidir. Ancak Rabbinin azabı da pek şiddet­lidir.

7- Kâfirler şöyle derler: «Ona Rabbinden bir ayet  (muci­ze)   indirilmeli değil miydi?»   Sen sadece  bir uyarıcısın.  Elbette her toplumun bir yol göstericisi vardır.

8- Allah her dişinin   (rahminde)   taşıdığını  ve rahimlerin neyi düşürüp, neyi alıkoyduğunu bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.

9- o gaybı da, müşahade edileni de bilendir.   O pek bü­yüktür, yücedir.

10- Sizlerin arasından sözü gizleyenle, onu açığa vuran, ge­celeyin gizlenenle, gündüzün yürüyen (O'nun nezdinde)   aynıdır.

11- O (insan) in önünden ve ardından izleyenler vardır. Onu Allah'ın emrinden gözetip-korumaktadırlar. Gerçekten Allah, ken­dilerinde olanı değiştirmedikçe hiç bir topluluğun durumunu de­ğiştirmez. Allah bir topluluğa kötülük diledimi artık onu geri çe­virecek bir kuvvet de yoktur. Onlar için O'ndan başka bir veli (yardımcı) da yoktur.

12- O  sizlere  korku  ve  ümit  içinde  şimşeği   gösteren  ve (yağmur dolu) ağır bulutları meydana getirendir.

13- Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de  O'na olan korkularından teşbih ederler. O yıldırımları gönderip, bununla di­lediğini çarpar.  Onlar ise  Allah hakkında  çekişip  tartışmakta­dırlar. (Oysa) O kudreti pek çetin olandır. [11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6)   «(Kâfirler) senden, iyilikten Önce kötülüğü...» Bu Ayetin Tefsiri

«Seyyie» ceza, «Hasene» ise afiyet ve selâmet mânâları kar­şılığında kullanılmıştır. Yani onlar afiyet ve selâmetten önce, ce­zayı isterler. Hz. Peygamber'in «Siz küfürde ısrar ederseniz, Allah'ın cezası gelecektir» sözüne itibar etmedikleri ve bunu alaya aldıkları için, cezayı daha önce istemiş olmaktadırlar.

İbn Cerir ve bazı müfessirler, Katade'den şöyle rivayet etmek­tedirler: Allah Teâlâ, bu ayeti Arap müşrikleri hakkında gönder­miştir. Onlar hayırdan Önce şerri istiyorlar ve «Ey Allahım! Eğer şu senin katından gelen hakkın ta kendisi ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici azap gönder» diyorlardı.

«Mesûlat» kelimesi çoğuldur ve «rezil edici cezalar» anlamın­da kullanılmıştır.

îbn Abbas, bu kelimenin, azayı kökünden yok eden ceza an­lamında olduğunu söylemiştir.

Bu kelime «Benzerlik» mânâsım ifade eden, «mumaselet» kö­künden gelmektedir. Bu kelimenin, cezaya, azaba karşılık kullanıl­masının nedeni, azap ile azabı gören kimse arasındaki benzerlik­ten ileri gelmektedir. Bu kelimenin «kısas» anlamındakidsatoden gelmesi de mümkündür. Darb-ı meselden alınmış da olabilir. Yani, «Onlar senin uyarmalarını ve azabın geleceğini haber vermeni cid­diye almayarak, azabı, alayla acele istemektedirler. Oysa onlar gi­bi yalanlayan ve alay edenlerin başına da rezil edici azap gelmiş-ti».

«Gerçekten Rabbin insanlar zulmettikleri halde, onlar için mağfiret edicidir» cümlesi ehli sünnetin kaidelerine göre gayet açıktır. Çünkü ehli sünnete göre Allah tevbe olmaksızın da küçük ve büyük günahları affedebilir. Nitekim Allah Teâlâ, burada «zu­lüm» ile «Mağfiret»! birlikte zikrederek, adeta «Rabbin günah ile beraber affeder» demektedir. Bu ancak tevbeden öncedir. Çünkü tevbe eden kimse, günahsız bir kimse gibidir.

«Mağfiret» kelimesindeki tenvin, tazim ifade eder. Mutezile ayetteki «Affetmek» ile kastedilenin, büyük günahlardan kaçma rak, küçük günahları işleyenlerin affedilmesi olduğunu söylemiş­tir.

Allah Teâlâ'nın tevbe eden kimselerin büyük günahlarını af­fettiği şeklinde bir mânâ da anlaşılabilir. Mağfiret kelimesinden «örtü» anlamı da kastedilmiş olabilir. Yani Allah böyle bir kimse­ye mühlet vermek azabını Ahiret'e ertelemek suretiyle onun gü­nahlarım örter. Sanki ayet şöyle demektedir: «İnsanlar zalim ol­salar dahi, Allah onlara azabı acilen vermez. Aksine onu geciktir­mek suretiyle, o kimselerin ayıplarını örter».

Fakat Mutezile'nin tahsis yapmalarına, «Genel manâlı olan bir kelime delilsiz olarak tahsis edilemez» denilerek itiraz edilmiştir.

Allame Tayyibî'ye göre, Mutezile'nin söyledikleri şekülerden birisiyle tevü etmek gerekir. Aksi takdirde, ayetin zahiri zulme teşvik gibi olur. Çünkü Allah zulümle birlikte büyük bir mağfiret va'detmektedir.

Allame Tayyibî'nin bu. sözüne el-Keşf'in sahibi, şöyle bir ce­vap vermektedir: «Bu itirazı düşünmek gerekir. Çünkü uslûb, on­ların mağfiretin zıddına müstehak olmalarına rağmen, Allah'ın onlar hakkındaki mağfiretinin çok büyük olduğunu göstermekte, dır. Fakat zahire göre, ayette Mutezile'ye binaen tevil yapılabilir. Ehli Sünnet'e göreyse, eğer zulüm küfrü de kapsıyorsa o zaman tevile gerek vardır».

Keşf sahibi sözlerine daha sonra şöyle devam etmekte­dir: «Mağfireti, örtmek ve mühlet vermekle tevil etmek daha gü­zeldir. Çünkü «Kuşkusuz Rabbin şiddetli azap edicidir» cümlesi onlara savrulan tehdidin tahkiki içindir. Onlar her ne kadar Al­lah'ın örtüsü ve mühleti altında olsalar da kesinlikle o ceza onlara gelecektir. İşte bu cümle Allah Teâlâ'nın cezayı ihmal etmediğine, mühlet verdiğine delâlet eder».

Ayette geçen «Nas» lafzı ile ya azabı acilen isteyen belli insan­lar ya da bütün insanlar kastedilmektedir. İkinci şıkka göre, ayet helak olanların çokluğuna delâlet etmektedir. Çünkü ayet hem onları hem de benzerlerini kapsamaktadır.

Müfessirlerden birçoğu, burada sadece kâfirlerin değil, tüm insanların kastedildiğini söylemişlerdir. Bu görüşü İbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyh'in Said b. Müseyyeb'ten rivayet ettikleri şu hadis des­teklemektedir:

Said b. Müseyyeb şöyle anlatıyor: Bu ayet indiğinde Hz. Pey­gamber, «Eğer Allah'ın affı olmasaydı, hiç kimse hayattan tad ala­mazdı. Eğer Allah'ın tehdidi ve cezası olmasaydı, mutlaka herkes O'nun affına dayanarak tembelleşirdi» diye buyurmuştur.

Bu ayetin nüzulüne sebep olan müşrikler, «Ey Rabbimiz! Eğer bu (Kutan) senden gelen bir hak ise hemen üstümüze gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap gönder» deyince bu ayet nazil olmuştur.

(7) «Kâfirler şöyle derler: Ona Rabbinden...» Bu Ayetin Tefsiri

«Ayet» kelimesi, mucize, açık delil, hüccet ve burhan demek­tir. Yani onlar, «Hz. Musa ile Hz .İsa'nın yaptıkları gibi, asayı yı­lana çevirmek, ölüleri diriltmek şeklinde niçin Muhammed de mu­cizeler göstermiyor, ona mucizeler inmiyor?» diyorlardı. Onların bu sözleri, inad ve tekebbüre dayanmaktadır. Çünkü Hz. Peygam-ber'e inen Kur'an ayetlerinin hakikatlarma ibret gözüyle bakılma­sı durumunda, akü sahibi kimseler için onlarda yeterli derecede mucizeler, deliller ve burhanlar vardır.

«Sen sadece bir uyarıcısın» cümlesi Hz. Peygamber'in sadece cezanın şiddetinden, kötülüğünden korkutmak, Allah'ın yasakla­rından sakındırmak için geldiğini ifade etmektedir. Kendisinden önceki peygamberlerin görevi de aynıydı. Yani, «Senin, peygam­berliğini açıklayan bir delili getirme gücün yoktur. Üstelik pey. gamberliğinin hakikatim açıklayan birçok deliller geldiğinden, böyle diyenleri mutlaka ilzam etmeye gerek yoktur».

«Elbette her toplumun bir yol göstericisi vardır»; yani onları hakka davet eden, onlara uygun olan ve zamanlarıyla uyum sağla­yan bir mucize ile hakka işaret eden bir peygamber vardır.

«Hâd» kelimesinin nekra olmasının nedeni, ibham içindir. Ni­tekim bu görüş Mücahid. ve Katade'den de rivayet edilmiştir. Bu yoruma göre, sekizinci ayet mukadder bir sorunun cevabı olmak­tadır. Yani niçin müşriklerin istekleri kabul edilmemiştir. Veril­seydi belki de onların dilleri tutulur, ağızlan kapatılır ve hidayet bulabilirlerdi. Bu, işte bu sorulara cevaptır. Yani bu durum, ilmin sonsuzluğuna, kudretin doruk noktasına varan bir müdebbi­rin emridir. O alâlade ya da bozuk fikirlerin ittibaından meydana gelmemiştir.

Bazı müfessirler (İbn Abbas, Dahhak ve İbn Cübeyr) ayette­ki Hâdî kelimesiyle Allah Teâlâ'nm zâtının kastedildiğini söyle­mektedirler. Yani «Her toplum için bir yol gösterici, (yani Allah) vardır». Bu takdirde Hâd lafzındaki tenvin, tefhim ve tazim için­dir. Buna göre, ayet şöyle yorumlanır: Taklitten meydana gelen küfür inadlarmdan ötürü ayetleri inkâr ettiklerinden veya ayetler hususunda düşünmediklerinden, şöyle denilmiştir: «Sen sadece bir uyarıcısın, hidayet verici değilsin ki onların göğüslerinde iman meydana getiresin, inkârlarından çeviresin. Böyle yapmak Allah'a mahsustur. Buna sadece Allah'm kudreti yeter». Bu yoruma göre, ayetin başındaki «Allah» lafzı mukadder bir mübtedamn ha­beri olmaktadır. Yani, «O, hidayet edici Allah'tır». Bu ifade hida­yet edicinin beyanıdır. Bu bakımdan «Her dişinin taşıdığını bilir» tarzında gelen cümle takdir edici bir cümledir ve bu ism-i zahiri zamir yerine koymak kabilindendir. Adeta ayetin anlamı şöyle ol­maktadır: «O yüce Rabbimiz, kendisinin hâdî olduğunu bilir». Fa­kat ilk yorum uzaktır.

îbn Merduveyh, îbn Abbas'tan, İbn Cerir ise İkrime ile Ebu Duha'dan, uyarıcı ve hidayet vericinin Hz. Peygamber olduğunu rivayet etmişlerdir. Bunun nedeni, «Hâdî» kelimesinin «Munzir» kelimesi üzerine atıf olmasıdır. «Her toplum için» ifadesi ise, ona taalluk etmektedir. Ondan önce zikredilmesi, sadece ayetin fasıla­larının aynı vezinde gelmesi içindir.

Bu ayette Hz. Peygamber'in çağrısının ve risaletinin cihanşü­mul olduğunun delili vardır. Bazılarına göre, «Hâdî» kelimesi mu­kadder bir mübtedamn haberidir: Yani, «O hidayet edicidir» veya «Sen hidayet edicisin».

Ebu'l-Aliye hâdî lafzının amel olduğunu, her toplumun da bir hadîsi (ameli) bulunduğunu söylemektedir.

Ali b. İsa ise bu kelimenin hidayete koşan demek olduğunu öne sürmüştür. Yani, «Her toplumun kendinden önce hidayete ulaşmış bir öncüsü vardır». Ebu Hayyan, «Kelime bu anlama gel­mesi durumunda, Hz. Peygamber'e râci olur; zira o toplumdan önce hidayete ulaşmıştır» demektedir.

Ebu Salih ise kelimenin hayra ve şerre götürücü öncü demek olduğunu söylemiştir.

Şiiler de «Hâdî» kelimesinin Hz. Ali'den kinaye olduğunu söy­lerler. Bu hususta da birçok rivayetler nakletmişlerdir. Sünniler-den de el-Kuşeyri bu görüştedir.

îbn Cerir, ibn Merduveyh, Deylemî ve İbn Asakir, îbn Abbas' tan şöyle rivayet etmektedirler: «Sen sadece bir korkutucusun» ayeti indiği zaman Hz. Peygamber (s.a) elini göğsüne koymuş ve «Uyarıcı benim» dedikten sonra, eliyle Hz. Ali'ye işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Ey Ali! Hâdî sensin. Benden sonra gelenler senin vasıtanla hidayet bulacaklardır».

Abdullah b. Ahmed, babasının «Müsned»win zevaidinde, Ta-barani «Evsat»ınd& ve ayrıca İbn Ebi Hatim, Hakim, İbn Asakir, Hz. Ali'den şöyle rivayet etmektedirler: «Bu ayette söz konusu edi­len uyarıcı, Rasûlullah'tır, Hâd' de benim». Hadisin başka bir riva­yetinde ifade şöyledir: «Hâdî Beni Haşim'den bir kimsedir».

Şiiler bu ayetle, Hz. Ali'nin hilafetine delil getirerek, Hz. Pey-gamber'den sonraki halifenin fasılasız o olduğunu iddia etmişler­dir.

Biz bu iddiaya cevaben şöyle deriz:

Öncelikle hadisin sahih olduğunu kabul etmiyoruz. Hakim'in hadisin sahih olduğunu söylemesine gelince, bunun muhaddisler nezdinde itibara değecek bir değeri bulunmamaktadır. Ayette ise onların iddialarına mesned olabilecek hiçbir delil yoktur. Son tah­lilde denecek şu ki, elbette Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ali'nin vesilesiyle birçok kimse hidayet bulmuştur. Ancak bu irşad göre­vinin sadece Hz. Ali'ye mahsus olduğu anlamına gelmez. Bu baş­ka bir mesele, bizim söylediğimiz hilafet makamı ise başka bir meseledir. Bizce aralarında birbirini gerektirici bir husus (tela-züm) sözkonusu değildir.

(8)  «Allah her dişinin (rahminde) taşıdığım...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayetin, önceki ayetlerle olan ilişkisi farklı açılardan ortaya konmuştur. Mesela önceki ayetlerde kâfirlerin hasrı inkâr ettikleri açıklanıp onların «ölen insanların cesedleri parçalanır, birbirlerine karışırlar ve öyle bir hale gelirler ki birbirlerinden ayırdedilmeleri mümkün olmaz» şeklindeki sözleri aktarılırken, bu ayette Allah Teâlâ'nın ilminin kapsayıcı olduğu ve birbirine kan­san zerreleri ayırd etmeye gücünün yettiği beyan olunmaktadır.

Bazılarına göre, bu ayetle diğerleri arasındaki ilişki şu şekil­dedir: Onlar afiyetten önce cezayı istediler. Allah Teâîâ da ilminin her şeyi kapsayıcı olduğunu o azabı ne zaman gönderirse yararlı olacağını biliyor olması gerçeğini ifade etmek için  bu ayette or­taya koydu.

Allah, rahimlerin eksilttiğini ve içindekinin cüssesini artırdı­ğım, onun müddetini bilir. Meselâ zamanından önce doğup, meydana geleni veya doğum zamanından daha uzun bir zaman sonra, ya da bu iki devre arasında meydana geleni bilir.

Bazı ravilerin naklettiğine göre, meşhur müfessir Dahhak, annesinin rahminde iki yıl, Kayyan oğlu Heren de 4 yıl kaldığın­dan dolayı ihtiyarlık anlamına gelen «Herem» ismini almıştır.

İmam Şafii'ye göre, cenin ana rahminde dört yıl kalabilir. Bu süre İmam Maük'e göre beş, İmam Ebu Hanife'ye göreyse iki yıl­dır. Ebu Hanife'nin bu görüşü, Hz. Aişe'den gelen şu hadisle des­teklenmektedir.

«Çocuk ana rahminde bir eğirme aletinin kıpırtısı kadar dahi fazfa kalamaz.»

Allah Teâlâ rahimlerin ne taşıdığını, kaç tane taşıdığını (bir mi, daha fazla mı) bilir.

Ebu Hanife «Adet olarak dörtten fazla olmaz» demektedir. İmam Şafii ise, Yemenli bir şahsın, hanımının birkaç kez doğum yaptığını ve her defasında beş çocuk doğurduğunu kendisine söy­lediğini bildirmiştir. Bazı kimselerin bir doğumda 40 çocuk ola­bileceği şeklindeki sözlerine ise itibar edilmez.

Bir cemaatten rivayet olunduğuna göre, ayette kastedilen, âdet kanınm eksilme ve artmasının Allah tarafından bilineceği husu­sudur. Fakat bu görüşe şu şekilde itiraz edilmiştir: «Rahimdeki kan yerdeki su gibidir. Bazen nebean (kaynar) eder, bazen de ba­tar.»

«O'nun katında her şey bir ölçüye göredir»; yani o ölçüyü ne geçer ne de ondan az olur. Çünkü meydana gelen araz ve cevherin her biri oluşum safhalarının bir dönemine aittir. Onların başlan­gıçları belli bir zamandadır, durumları özeldir, onu aşamazlar.

Eğer ayetteki «Şey» kelimesi mevcutlara denilirse, o takdirde ma­lumun hali delâlet itibarıyla Allah'ın bilgisine dahil olmuş olur.

«Onun katında» ifadesiyle kastedilen ilminin katı veya katın­daki ilimdir. Çünkü eşyanın, kendisinde vücudun hangi mertebe­sinde olduğu ve onun buna kabiliyeti Allah'a nisbeten ilimdir. Bazı müfessirler ayette geçen «indehu» (Onun yanında) ibaresinin «O'nun hükmünde» demek olduğunu söylemişlerdir.

(9) «O Gaybı da, müşahade edileni de...» Bu Ayetin Tefsiri

«Gaybı bilir»; Yani duyulardan gaib olan her şeyi bilir. «Mü­şahade edileni de bilir»; Yani hazır (mevcud) olanı da bilir.

îbn Ebi Hatim'in, îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre; «Gayb sırdır, müşahade aleniyettir». Bazıları da «Gayb madum, müşaha-de mevcuttur» demişlerdir. Bazılarından rivayet olunduğuna gö­re; «Allah gaybı bilmez. Çünkü hiçbir şey O'na göre gayb değiU dir». Daha önce mevcud olmayan şeyler de O'nun katında malum­durlar. Ancak böyle bir söz her ne kadar tevil edilse de, böyle bir sözü söylemek, Allah'a karşı cesaret olur ve «Allah Gaybtn Alimidir» ayetiyle de çelişir. Hiçbir müslümana bu tür tevilli söz­ler söylemesi yakışmaz.

«El-Kebir», şanı yüce olan her şeyin kendisinin altında, aşa­ğısında olduğu zat demektir.

«El-Muteat» ise, haddi zatında, ilminde ve diğer sıfatlarında her şeyden daha yüce olan demektir.

Allame Tayyibî, el-Kebir'uUMuteal ibaresinin kendisinden ön­ce geçen  «O gaybı da müşahade edileni de bilir» ifadesine nispet edilmesi halinde, şanı mahlukatın sıfatlarından yüce olan Allah demek olduğunu söylemiştir.

(10) «Sizlerin arasından sözü gizleyenle, onu...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet şu anlamdadır: «Allah Teâlâ, insanın nefsinde gizlediği ve söylemediği bir sözü, sanki söylemişcesine bilir». İn­sanoğlunun geceleyin dahi gizlediği ve gece karanlığından daha fazla gizlilik isteyen şeylerle gündüzleyin apaçık görünen şeyler Allah'ın ilmine nispetle eşittirler.

«Saribun» kelimesi ism-i faildir ve «kendi yoluna devam eden» manasındaki bir kökten gelir. Bu bakımdan kelime, «Dilediği şe­kilde tasarruf eden» anlamına da gelir. Bazı müfessirlerin sözle­rinden anlaşıldığına göre bu, zahirde olan, görünende kullanılan bir tabirdir.

(11) «O (insan)ın önünden ve ardından izleyenler...» Bu Ayetin Tefsiri

«O'nun» zamiri daha önce bahsi geçen kimseye racidir. Yani «sözü nefsinde gizleyen veya açığa vuran, Allah'ın ilmince aynı­dır» ifadesinde sözkonusu edilen kimseye racidir.

«İzleyenler» ile kastedilen, onu korumak için nöbetleşe bek­leyen meleklerdir. Ayetin mânâsı da şöyle anlaşılır: «Koruyucular her taraftan onu ihata etmişlerdir». Veya; «Koruyucular onun da­ha önce ve daha sonra yaptığı amelleri (tüm yaptıklarını) kay­detmektedirler». Bazılarına göre anlam; «O'nu Allah'ın şiddetin­den koruyorlar» şeklindedir. Yani, o günah işlediği zaman melek-ler onun azabının geciktirilmesi veya onun için af talep etmek

suretiyle Allah'a yalvarırlar. İşte onların bu yalvarışları nedeniyle o kimse korunmuş olur. Allah ona ya mühlet verir, ya da azabı geciktirir ki tevbe edebilsin. Veya melekler Allah Teâlâ'dan, ona hiçbir zaman azap etmemesi, onu affetmesi için talepte bulunur­lar.

Müfessirlerin çoğu «izleyenler» ile meleklerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bir hadiste zikredildiğine göre, «Sizin üzerinizde nöbetleşe duran gece ve gündüz melekleri vardır. Bu melekler sa­bah ve ikindi namazlarında biraraya gelerek nöbetlerini birbir­lerine devrederler» diye buyurulmuştur (Buhari). Ayrıca Kira-men Kâtibin meleklerinden başka kul ile hafaza melekleri de bu devir-teslimde beraberdirler.

Yine Hz. Ali'den rivayet olunduğuna göre; «Her kul için ha­faza melekleri vardır ve o kulu korurlar. O kul için takdir edilen ilahî kader gelinceye kadar herhangi bir duvarın üzerine yıkılma­sını, bir kuyuya düşerek helak olmasını veya bir hayvanın saldı­rısına maruz kalmasını önlerler, bu belalardan onu korurlar. Ka­der geldiği zaman ise, hafaza melekleri ondan uzaklaşırlar. Ken­disine isabet etmesi Allah tarafından irade olunan şeyler ona isa­bet ederler». (Ebu Davud, İbn Munzir, İbn Ebi Dünya)

İbn Cerir, Kinane el-Advî'den şöyle bir rivayet nakletmekte­dir:

«Hz. Osman, Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna girerek; «Ey Allah'ın Rasûlü! Bana bildir ki bir kulla beraber kaç melek var­dır?» diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) ise ona şöyle cevap verdi: «Sağında, senin hasenelerini yazan ve solundaki meleğin emiri olan bir melek vardır. Bir hasene işlediğin zaman, o melek onu, on hasene olarak yazar. Bir seyyie işlediğinde de, sol tarafındaki melek sağındaki meleğe sorarak; «O seyyieyi yazayım mı?» der. 'Sağ taraftaki melek «Hayır yazma! Umulur ki o istiğfar eder de Allah onun tevbesini kabul eder» diye cevap verir. Sol taraftaki melek, bunu üç defa sorduktan sonra sağdaki melek: «Evet, artık yazabilirsin. Allah bizi onun şerrinden korusun, ne kötü bir ar­kadaştır o. Allah'ı gözetmesi ve Allah'tan utanması amma da az­mış!» diye cevap verir».

Kur'an'da bir kimsenin bir söz söylediğinde, mutlaka onu bir gözetleyenin var olduğundan sözedilmiştir. Yani iki melek önün­de iki melek te arkasında vardır. Allah Teâlâ bu hususta «onu (insanoğlunu) önünde ve arkasında Allah'ın emrinden koruyan, izleyen melekler vardır» diye buyurmuştur.

Bir melek insanın perçeminden tutarak ona; «Allah'a tevazu-da bulunduğun zaman Allah seni yüceltir. Ona karşı tekebbür gös­terdiğinde ise senin belini kırar» der. Bir melek de insanın ağzının koruyucusudur. Onu ağzına bir yılanın veya benzerinin girmesin­den korur. İki melek te iki gözünün üzerindedir. İşte bunlar top. 5 luca on tanedir. Ademoğullan'nın üzerine gündüzleri inerler. Ay-m şekilde onlar gibi on melek te geceleri iner.

Bu hususta gelen rivayetler çoktur. «Allah'ın takdir ettikleri mutlaka olur, takdir etmediği de olmaz meselesi var iken, hafaza meleklerinin durumu nasıl izah edilebilir?» sorusu, müşkil kabul edilmiştir. «Melekler insanoğlunu neden, hangi şeyden muhafaza 5 edeceklerdir» şeklinde bir itirazda bulunulmuştur. Cevaben şöyle deriz: Kaza ve kaderin muallak (havada) olan bir kısmı vardır ki işte hafaza melekleri insanı bundan korurlar. Bu bakımdan sebep­leri elde etmeye çalışmak hoş görülmüştür. Aksi takdirde elde et­mek istediğimiz bir şeyin varlığı mukadder ise, mutlaka olacak­tır denilebilir. Eğer o şeyin yokluğu mukadderse, o hiçbir zaman gerçekleşmeyecek demektir. Bu takdirde çalışıp çabalamanın, se­beplere yapışmanın ne yararı vardır?

Bu müşkilata şöyle cevap verilmiştir:

Bunun güzel olması bizim malumumuzun olmamasından ileri gelmektedir. Biz istediğimizin muallak olup olmadığını bilmediği­miz için, bu istek bize nisbeten güzeldir. Görüldüğü gibi Allah Te-âlâ duyumlanabilir (hissedilebiür) nesnelerde, yine hissedilebi-lir (duyularla algılanabilir) sebepler yaratmıştır. Sebeplerle mu-sebbepleri birbirine bağlamıştır. Açık hikmeti nasıl gerektiriyor­sa, ilişkilerini o şekilde peydah etmiştir. Eğer Allah dilerse, se­bepsiz de müsebbebatı meydana getirebilir. Çünkü onun zatı her şeyden müstağnidir. Madem ki .durum budur, mahsus (hissedil­meyen şeylerde) sebepler yaratması ve müsebbeblere bağlaması mümkündür. İşte o zaman, Allah Teâlâ'run hafaza meleklerini hıf­zın sebepleri olarak kıldığı söylenir. Bu.da meleklerin Allah'ın kaza ve kaderinde kesin olmayan bir olaydan o kulu korudukları anlamına gelir. Bizler hikmetleri bizzat bilmekle sorumlu tutul­madığımız için, Allah'ın fiilleri hikmet ve maslahattan hâli değil­dir şeklindeki bir yaklaşım icmalen bir mü'mine yeterlidir. İşte Kiramen Kâtibin hususunda da bu, aynen geçerlidir. Onların mev­cudiyeti Kur'an nassı ile sabittir. Allah Teâlâ onları kulun amel­lerini hıfzedici olarak kılmıştır. Nitekim bu hususa daha önce de değinilmişti. Biz buna iman eder ve «kalemi, mürekkep ve kâğıt­ları, yazıları nasıldır, yerleri nerededir, Allah'ın ikab ve sevap hu­susundaki ilmi yeterli olmakla beraber, onların hikmeti nedir?» şeklindeki soruların cevabını bilemeyiz,

Fahruddin Razi tefsirinde, «Meleklerin insanlara niçin koru­yucu olarak tayin edildikleri meselesi» hakkında uzun uzun açık­lamalar yaptıktan sonra şöyle der:

«Amelleri hıfzeden meleklerin yararlarından biri şudur: Kul meleklerin kendisini murakabe ettiklerini, yanında hazır bulun­duklarını ve yaptıklarını teker teker kaydettiklerini bildiği tak­dirde, günah işlemekten sakınır. Nitekim kimse kralın yardımcılarından olan üeri gelenlerin yarımdayken, isyana teşebbüs et­mez.

Kelâm alimleri yazılan sahifelerin yararlan hususunda işte şöyle demişlerdir: «Onlar kıyamet gününde tartılacaklardır. Ki­min terazisi ağır basarsa o razı olunacak bir hayata (cennete), ki­min terazisi hafif gelirse o da cehenneme girecektir. İnsanlar bu iki yerden birine mukakkak götürüleceklerdir».

Kadı İyaz bu görüşü, uzak bir ihtimal olarak değerlendirmiş­tir. Çünkü tüm deliller, herkesin ölümünden önce sekerat anında said mi, şaki mi olduğunu bildiğine delâlet eder. Bu bakımdan bu hususun büinmesini, tartıya bağlamak doğru değildir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: Tartmak mümteni değil­dir. Çünkü bu kulun diğer mahlûkatm yanında Allah'ın kulların­dan olduğunu Öğrenerek, sevinmesine neden olur. Allah'ın düş­manlarından olan kimseler hakkında ise bunun tam tersi tecelli eder. İşte bu yorum «tartılanlar sahifelerdir» hükmüne binaen ve­rilmiştir. Ancak sahifelerin tartılan nesnelerden olduğu hususu sadece bu meseledeki ihtimallerden biridir. Büyük alimlerden bir grup, «Bitâkat» (yazı kâğıdı) hadisi olduğundan dolayı bu görüşü benimsemişlerdir. Ehli Hadis burada «Yogı»nın zahiri anlamına hamîedileceği görüşündedir.

Fahruddin Razi, İslam hukemasından daha farklı bir anlam nakletmektedir: «Yazmak ıstılahî bazı özel mânâların bilinmiş, konulmuş nakışlarından ibarettir. Eğer o nakışların, o mânâların bizzat kendilerine delâlet ettiğini takdir edersek, sözkonusu yaz­ma daha kuvvetli ve daha kâmil olur. İşte o vakit biz deriz ki, insan bir ameli birkaç defa arka arkaya yaparsa, bu yaptıkların, dan dolayı onun nefsinde kuvvetli ve sarsılmaz bir meleke mey­dana gelir. Bu meleke ruhanî saadetlerde yararlı olan amellerde gerçekleşirse, insanın ölümden sonraki mutluluğu pek büyük olur.

Eğer bu meleke, ruhanî hallerde zarar veren bir kuvvet ise, ölüm-den sonra bununla zarar görmesi de oldukça büyük ihtimaldir.»

Razi bunları söyledikten sonra, şunları da eklemektedir:

Biz deriz ki, birçok defa tekrar etmek, eğer o yerleşecek me­lekenin oluşmasına sebepse, o amellerin her birinin o melekenin oluşmasında bir etkisi vardır. Bu etki her ne kadar gözle görül­mezse de hakikatte vardır. Bu bilindikten sonra ortaya şu ger­çek çıkıyor. İnsanoğlunun herhangi bir saniyesi, salisesi, dakika­sı, saati, hareket ve sükunu yoktur ki o hareketinden nefsinin cev­herinde saadet ve şekavetin izlerinden biri az veya çok meydana gelmiş olmasın.

İşte amellerin yazılması hususunda hukemanın tesbit ettiği maksatlar bunlardır. Allah Teâlâ, işlerinin gerçeğini en iyi bilen­dir.

Bilinmelidir ki ayet ve hadisler bu yorumların tam tersini or­taya koymaktadırlar. Bu bakımdan böyle durumlarda mümkün olduğunca zahirden ayrılmamalıyız. Hak apaçıktır ve Hak'tan son­ra ancak sapıklık vardır.

Bazı müfessirler «Lehu» (onun) zamirinin Hz. Feygamber'e raci olduğunu; zira bunun siyaktan anlaşıldığını söylemektedir­ler. Nitekim daha önce «Niçin onun üzerine bir ayet inmedi?» aye­ti hususunda Hz. Peygamber'den (s.a) bahseden haberler geçmiş­ti. Zamirin Hz. Peygamber'e (s.a) raci olduğunu öne süren kim­seler şu hadisle istidlal etmektedirler.

Ata b. Yesar ve İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Kays' in oğlu Erbat ile Tufeylin oğlu Amr, Medine'ye Hz. Peygamber' in (s.a) yanma gelirler. Amr; «Eğer müslüman olursam bana ne kılacaksın?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a); «Müslümanlar için ne varsa, senin için de onu kılacağım! Müslümanların boy­nunda ne (sorumluluk) varsa, senin boynuna da onu yükleyece­ğim» diye buyurdu.   Amr; «Eğer müslüman olursam, senden son­ra senin yerine geçmemi bana kılar mısın? (bana bir hak olarak tanırmısın?) dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Bu ne senin ne de kavminin hakkıdır. Fakat sana atların şiddetini kılarım (İs­lâm savaşçılarım üzerine gönderirim)». Amr; «Yünü bana toprağı kendine kıl» deyince Hz. Peygamber yine «Hayır» diye cevap ver­di. Bunun üzerine Amr yüzünü çevirerek, Hz. Peygamberin (s.a) yanından çıkarken şunları söyledi: «Yemin ederim Medine'yi se. nin aleyhinde olmak üzere atlılarla ve yayalarla dolduracağım». Hz. Peygamber (s.a) ise; «Allah seni bundan menedece'ktir» diye buyurdu. (Hadisin başka bir rivayetinde Hz. Peygamberin bu sö­zü, «Allah ve Kayle'nin çocukları seni bundan menedecektir» şek­linde nakledilmiştir. «Kayle'nin çocukları» ile kastedilen ise, Me­dine'nin yerlileri olan Evs ve Hazrec kabileleridir. Her ikisi de (Erbat ile Amr)  Hz. Peygamberin huzurundan çıktıktan sonra Amr; «Ey Erbat! Ben Muhammed'i konuşmakla meşgul ederken sen de ona kılıcınla vur. Onu öldürdüğünde halk diyete razı olmak­tan başka bir şey istemeyecektir. Çünkü halk savaştan çekinir. Biz de onlara diyetlerini veririz» der. Erbatta «peki» diye cevap verir. İkisi de tekrar Hz. Peygamberin yanma dönerler ve Amr; Ey Mu­hammedi Benimle gel seninle konuşacağım» der. Hz. Peygamber de kalkıp, onunla gider ve bir duvarın yanma gelirler, Amr, Hz. Peygamber ile konuşurken Erbat kılıcını çekmeye yeltenir ve fa­kat elini kılıcın kabzasına koyar koymaz, eli kılıcın kabzasma ya­pışarak kurur. Elini çekmeye gücü yetmez. Amr, Erbat'm gecikti­ğini görünce kuşkulanır. Bu esnada Hz. Peygamber (s.a) dönüp baktığında, Erbat'ı ve neler yapmak istediğini görür. Yanlarından ayrılır. Amr hemen Erbat'a niçin vurmadığını sorar ve Erbat eli­ni kılıcının kabzasına koyduğunda, elinin kuruduğunu söyler, iki­si de oradan ayrılırlar ve «er-Rakım» denilen yere vardıklarında dururlar. Yanlarında Sa'd b. Muaz ile Esid b. Hudeyr (Hadir) ge­lir. Esid onlara «Ey Allah'ın düşmanları! Allah sizlere lanet etsin!

Siz kimsiniz?» diyerek hakaret eder. Amr, Sa'd b. Muaz'a kendi­lerine hakaret eden bu adamın kim olduğunu sorar. Sa'd; «Bu Hu-dayril Ketaib'in oğlu Esid'dir» deyince Amr; «Vallahi, Hudeyr be­nim dostumdu» der. Sonra Allah, Erbad'ın üzerine bir yıldırım göndererek canım alır. Amr da yoluna devam ederek Cerid Vadi-si'ne varır. Allah onun bedenine de bir yara musallat kılar ve ölüm böylelikle ona yetişmiş olur. (Bir rivayette onun, «Ey Amr'ın ta­lihsizliği» diye bağırmaya başladığı ve develerde görülen guddeler gibi birtakım guddelerin bedeninde çıktığı, sonunda da tuvalette heîâk olup gittiği bildirilmektedir). (İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Ha­tim, Tabarani, îbn Merduveyh, Ebu Nuaym).

Allah Teâlâ sekizinci ayetten onbirinci ayete kadar olan bö­lümü, bu ikisi (Amr ile Erbat) hakkında inzal etmiştir. Müfessir bunları söyledikten sonra; «Bu takip eden melekler Hz. Muham-med'i Allah'ın emriyle korurlar» demiştir. Aynı zattan gelen bir başka görüşe göre, sözkonusu ayet sadece Hz. Peygamber için gel­miştir. Fakat müfessirlerin çoğu, ayetin umum ifade ettiği görü-şündedirler. Zaten nüzul sebebinin özel (hass) olması, onun genel (amm) olmasına bir halel getirmez.

«Gerçekten Allah kendilerinde olanı değiştirinceye kadar, bir topluluğun durumunu değiştirmez»; yani Allah bir kavme bir ni­met, bir afiyet, bir selâmet verirse onlar güzel ahlâklarım değiş­tirmedikçe, Allah onlardan o nimeti almaz.

«Değiştirmek» ile kastedilen, güzel ahlâkı bırakıp, çirkin dav­ranışları yapmaktır. Nitekim Hz. Ali'den merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:

«İzzet ve celalime, arşımın üzerindeki yüceliğime andolsun ki, bir şehir, bir ev halkı, hatta çöldeki bir bedevi, benim hoşuma git­meyen bir günah üzerindeyken, bundan dönerse, bana sevimli ge­len taatlara yönelirse ben de onların hoşuna gitmeyecek olan azabımdan, onların hoşuna gidecek olan rahmetime dönerim. Fakat bir şehir, bir ev halkı, hatta çöldeki bir bedevi benim hoşuma gi­den bir taat üzerinden, benim hoşuma gitmeyen bir günaha dö­nerse, ben de onların sevdiği rahmetimden .onların hoşuna git­meyecek olan azabıma dönerim.» (İbn Ebi Şeybe, Ebu Şeyh ve İbn Merduveyh).

Bu ayetin zahir anlamı, çözülmesi müşkil bir meseledir. Çün­kü ayet bir kavmin günah ile güzel ahlâkını değiştirmedikçe, on­lara verilen nimetlerin geri alınmayacağına delâlet etmektedir. Oysa bu şeriatın, takrir ettiğinin tam zıddıdır. Çünkü şeriatın tak­rir ettiğine göre, havassın günahlarından dolayı avam da ceza çe-g] ker. Nitekim Kur'an'da «Öyle bir fitneden korunun ki, sizden sa­dece zalimlere isabet etmez» buyurulmuştur. Yine Hz. Peygam­ber (s.a); «Bizim içimizde salih kimseler varken helak olur mu­yuz?» şeklindeki bir soruya, «Evet, aranızda pislik çoğaldığında helak olursunuz» diye cevap vermiştir. Başka bir hadiste ise «İn­sanlar zalimi gördüklerinde, onun iki eline yapışmazlarsa, Allah' m onların hepsine cezayı tatbik etmesi yaklaşır» diye buyur uîmus tur. Allah bir kulun başına bazı musibetler gönderir ve o musibet­lerin vesilesiyle onun ecrini artırır. Bazen bir günahkâra Allah

musibet vermemekle, onu kandırır. İbn Atiyye bu ayeti yukarıda­ki itirazlar sebebiyle şöyle tevil etmektedir. Yani Allah bir kavmi onlardan veya içlerindeki birinden herhangi bir fesad sadır olma­dan nimetinden mahrum bırakmaz. Meselâ Allah Teâlâ, Uhud Sa-vaşı'nda kaçan sahabiler ve okçuların yerlerini terketmelerî ne­deniyle nimetlerini geri almıştır. Bu bakımdan gerçek şudur: Aye­tin ifade buyurduğu anlam, Allah'ın olaylar üzerinde cari olan ge­nel adetini anlatmaktadır. Yoksa bu, Allah'ın bir kavme ancak on­lardan günah sadır olursa musibet göndereceği anlamına gelmez.

Denilebilir ki; «Allah bir topluluğa kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur» cümlesi daha önceki cüm­lenin tamamlayıcısıdır ve önceki itirazları bertaraf etmek için getirilmiştir. Ancak bu cümlenin gerçekten önceki cümlenin tamam­layıcısı olup olmadığını iyi düşünmek gerekir.

«Onlar için O'ndan başka bir veli (yardımcı)da yoktur» cüm­lesi bazı müfessirlere göre; «Allah'ın muradının tersinin olması muhaldir» anlamındadır.

Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir: Bu ayet, Allah'ın bir top­luluğa kötülük irade etmesi durumunda onun meydana gelmesi­nin vucûbiyetine delâlet eder. Ancak ayet Allah'ın her muradının böyle olduğuna ve Allah'ın iradesinin hilafının muhal olduğuna de­lâlet etmez. Sadece Allah'ın iradesinin hilafının olmamasına delâ­let eder.

(12) «O sizlere korku ve ümit içinde...» Bu Ayetin Tefsin

İbn Abbas'a göre, «yıldırımlardan korkmak, yağmur umma­nız için size şimşeği gösterir» demektir:

Ebu Şeyh'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre, «denizde deniz ehlinin korkusu, kara ehlinin ümidi için, size şimşeği gös. terendir» demektir.

Katade'ye göre, «seferdeki kimsenin yağmurun eziyetinden korkması, mukim kimsenin de yağmurun bereketinden ümitvar ol­ması için size şimşeği gösterendir» demektir.

Maverdi ise ayeti, «ikabtan korkmak, sevabı ummak» şeklin­de yorumlamıştır.

«el-Berk» ile kastedilen «Şimşek» anlamıdır, tbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, burada «el-Berk» ile «Su» kastedilmiştir.

Fakat bu mecazdır ve ancak gerçek   mânânın   elverişli   olmadığı yerlerde mecazî mânâ aranabilir.

«Ağır bulutlar»   ile   kastedilen   ise, havadaki sistir. Yani su (yağmur) ile dolu olan bulutlardır.

(13) «Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de...» Bu Ayetin Tefsiri

«er-Ra'd», belli bir sesin ismidir. «Gök gürültüsü hamdeder» ifadesinin anlamı, «Gürültüyü işitenler hamdeder» demektir. Yani o gürültüyü işitenler, Allah'ın hamdına bürünerek veya «Subhanal-i      lafı ve'l-Hamdulillah» demek    suretiyle yakararak Allah'a yalva­rırlar.

Muhaddislerin çoğu bu ayetteki isnadın hakiki olduğuna ka-'İ ildirler. Yani hamdı yapan gerçekte de Ra'd'dır ve «Ra'd» bulut-* lan sevkeden meleğin adıdır. Nitekim îbn Abbas'tan rivayet edil­diğine göre, Yahudiler Hz. Peygamber'e; «Şu gürültü nedir? Bize haber ver!» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a); «O Allah'ın melek­lerinden biridir. Bulutların vekilidir. Etinde ateşten yapılmış bir kamçı, bir tokmak vardır, O tokmak ile bulutları, Allah'ın emret­tiği yere sevkeder» buyurur. Yahudiler, «Peki bu işitmekte oldu-| ğumuz ses nedir?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a), ftO meleğin sesidir» dedi. Yahudiler de bunun üzerine, «Evet, doğru söyledi» dediler. (İmam Ahmed, Tirmizi, Nesei, Tirmizi hadisin sahih ol­duğunu söylemiştir).

Bu hususta birçok hadis gelmiştir. Ancak bazı alimler, «Eğer bu gerçekten bir meleğin özel ismi   olsaydı, «Ra'd»   kelimesinin î      nekra getirilmesi caiz olmazdı. Oysa Bakara Suresi'nde bu kelime nekra getirilmiştir» demektedirler.

Cevaben şöyle deriz: Bu kelime iki mânâda kullanılmıştır. Bi­rincisi o sesin adıdır (ki bu takdirde nekra getirilmesinin bir za­rarı yoktur). İkincisi meleğin adıdır ve marife getirilmiştir.

İbn Atiyye'ye göre —ki bu yorum aynı zamanda İbn Abbas' tan da rivayet edilmektedir— bulutlar arasında eserek, sarsıntı meydana getiren rüzgârın adıdır Ra'd.

İbn Merduveyh'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadise göre, rüzgâr estiği veya gök gürültüsü işitildiği zaman, Hz. Pey-gamber'in (s.a) beti-benzi atar ve yüzüne bakan herkes hemen bu­nu farkederdi. Sonra da Hz. Peygamber şu duayı okurdu: «Sub-hane men sebbahat Lehur-Ra'du verrihu Allahumme ec'al leha rah-meten vela tec'al leha azaben» (Ra'd ve rüzgârın kendisini teşbih ettiği Allah ortaktan münezzehtir. Allahım! Bunu (sesi veya rüz­gârı) rahmet kıl, azab kılma!).

İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) gök gürültüsünü veya yıldırımları işittiğinde şöyle dua ederdi: «Allahumme! La tektulna bigadapike ve la tuhlikna biazabike ve âfina kable zalike» (Allahım! Bizi gazabınla öldürme, bizi azabın­la helak etme ve ondan Önce bize afiyet ver!) (İmam Ahmed, Bu-hari (Edeb'ul-Müfred), Tirmizi, Nesei).

Ebu Davud'un «Merasiminde Ubeydullah b. Ebi Cafer'den ri­vayet ettiğine göre, bir topluluğun gök gürültüsünü dinleyerek tekbir getirdiğini gören Hz. Peygamber bunun üzerine onlara şöy­le der: «Gök gürültüsünü işittiğinizde teşbih edin ve tekbir geti­rin».

İbn Ebi Şeybe ise, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Ra-sulûllah gök gürültüsünü işittiğinde; «Subhanallah bihamdihi Sub-hanallah'il-Azim» (Allah her ortaktan münezzehtir. Bunu O'nun hamdıyla söylüyorum. Yüce Allah her ortaktan münezzehtir) der­di.

İbn Merduveyh ve İbn Cebir, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet etmşilerdir: Hz. Peygamber (s.a) gök gürültüsünü işittiği zaman; «Subhane men yüsebbihur-Râ'du bihamdihi» (Hamdıyla Ra'd'ın (gök gürültüsünün) teşbih ettiği Allah her ortaktan münezzehtir) derdi.

Melekler de Allah'ın heybetinden, azametinden ve korkusun­dan O'nu teşbih ederler. Bazı müfessirler «Hifetihi» kelimesinde­ki zamirin Allah'a değil Ra'd'a raci olduğunu, yani meleklerin «Ra'd» denilen meleğin veya gökgürültüsünün korkusundan teşbih ettiklerini söylemişlerdir. Bu takdirde Ra'd ile kastedilen, «Ra'd» adlı meleğin yardımcıları olan meleklerdir. Allah onları kendisin­den korktukları ve kendisine baş eğdikleri Ra'd'ın emri altına ver­miştir.

«Sevaik» kelimesi «Saika»nın çoğuludur ve «Büyük sarsıntı» demektir. Burada «Sevaik» ile kastedilen, şiddetli gürültü ile be­raber bulutlardan inen ateş yığınlarıdır. Allah'ın dilediği kimseye bunlar isabet eder ve o kimse de helak olur. Bu ateşin nereden geldiği hususunda değişik görüşler vardır. Bazılarına göre bulut parçalarının birbirine sürtüşmesinden çıkmaktadır. Yani pozitif ve negatif akımlardan meydana gelmektedir. Buna delil olarak, İbn Munzir ve İbn Merduveyh'in, İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadis gösterilmektedir.

«Ra'd bir melektir. Bu onun sesi, sesi de onun teşbihidir. Onun sevketmesi şiddetlendiğinde bulutlar sürtüşürler. Onun kor­kusundan birbiriyle çarpışmakta ve aralarından bu ateşler çık­maktadır».

Filozoflara göre, bulutların içinde hapsedilen duman indiğin­de, bulutu parçalar ve öyle olur ki bazen o ısının kuvvetiyle mey­dana gelen şiddetli hareket ve sürtüşmeden alevler çıkar. Alevlen­diği zaman da onun latif kısmı söner ki ona «Berk» denilmekte­dir. Şimşek çaktığında onun yoğun kısmı yerküresine varıncaya kadar sönmez. İşte ona da «Saika» denir. Yer küresine vardığı za­man, çoğu kere lâtif olur ve yerin yakın noktalarına girer. Yeri yakmaz fakat onda siyah bir iz bırakır. Yoğun cisimlerden değ­diği yeri eritir. Meselâ kesede bulunan altın ve gümüşü eritir ama keseyi yakmaz. Erimiş altın ve gümüşten kesenin yanması ise, bundan başka bir şeydir.

îbn Sina'dan gelen bir rivayete göre, bunun maddesi ateşimsi cisimlerdir. Onlardan sükûnet ayrılmıştır. Soğukluk ise cevherle­rini istila ettiği için yoğundurlar. İmam, İşarat'm şerhinde şöyle demektedir: «Şeyh'ten gelen nakle binaen, saikaların bazen demi­re, bakıra ve bazen de taşa benzeyebileceğini söyleyebiliriz. Durum gösteriyor ki, onun maddesi böyle değildir. Aksi takdirde değişik­lik olmaz».

İşte bu noktadan hareketle, onun maddesinin buharlar ile bu cisimlerin maddelerine benzeyen dumanlar olduğu söylenmiştir.

Bazı zayıf görüşlere göreyse «Saika»; bulutlan idare eden me­leğin ağzından çıkan ateştir. Ancak bu görüş îsrailiyyat'tan alın-mışa benzemektedir.

Said b. Mansur ile îbn Munzir îbn Abas'tan şöyle rivayet et­mişlerdir:

—«GÖkgürültüsiinü işitip, (Subhanellezi yusebbihur-Râ'du bihamdihi ve'l-melâiketu min hîfetihi ve huve ala külli şey'in kâ-dirun) diyen kimseye yıldırım isabet ederse onun diyeti boynumun üzerine olsun». Nitekim merfu bir hadis, bu görüşü teyid etmekte­dir.

MÜcahid şöyle rivayet ediyor:

— «Yahudinin biri Hz. Peygamberle münazara ederken bir yıldırım inerek onun başının derisini alıp görtürdü ve bu ayet onun hakkında nazil oldu».

Bazıları da bu ayetin Hz. Peygamber'in (s.a) bir arap şefine müslüman olması için haber gönderdiğinde, onun «Bana Muham* med'in mabudundan kaber verin. O mabud inciden mi, altından mı, bakırdan mı?» demesi üzerine, bir yıldırım düşüp onu helak etmesinden sonra indiğini söylemişlerdir.

«Onlar ise Allah hakkında çekişip tartışmaktadırlar»; yani kâ­firler ve Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlayanlar ayetleri inkâr ve Allah hususunda mücadele ederler. Çünkü onlar, sadık olan Pey-gamber'e Allah'ın vermiş olduğu kâmil ilim, kâmü kudret, vahda-niyyet, Ahiret gibi haberleri yalanlamaktadırlar. Bu bakımdan Al­lah hakkında tartışmak ile kastedilen Hz. Peygamber'in Allah'tan naklettiği hususlarda tartışmaktır.

«Yucadilune» fiili şiddetli husumet anlamında «cedel» kökün-den gelmektedir. Aslında, örülmek suretiyle meydana getirilen ip mânâsına gelen «cedl»den türemiştir. İpin kuvvetlüiğine (çetin oluşuna) binaen bu tabir kullanılmıştır.

Tayyibi'nin iddiasına göre, nazmın telifine en uygun olan gö­rüş şudur:

Bu ayet Hz. Peygamber için bir tesellidir. Çünkü Allah Teâlâ Kureyş kâfirlerinin Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın mucizelerine ben-zer mucizeler istemeleri ve Peygamber'in getirdiği ayetleri inkâr etmeleri hallerinde bununla Peygamber'! teselli etmektedir. Allah Teâlâ Hz. Feygamber'e (s.a) şöyle demektedir:

Tayyibi'nin bu sözleri üzerinde düşünmek gerekir.

«Oysa O kudreti pek çetin olandır»; yani helak etmesi pek şid­detlidir.

«Mihal» kelimesi «Kîtal» kelimesi gibi mastardır. Kuvvet an­lamındadır. Yani O'nun kuvveti pek şiddetlidir. Hilekârlara karşı, aldığı tedbirler çok güçlüdür.

Ebu Zeyd'e göre «ehMihal» kelimesi «Hikmet» anlamındadır ve azabın şiddetini ifade eder. İbn Arefe'ye göre «eUMihal», cidal demektir. Yani, «O'nun cidali pek şiddetlidir».

Bu kelimenin «Mehal» şeklinde okunması da mümkündür. Bu takdirde anlam, sırttaki boğumlar, fıkaralar, sırt direği demek olur. El-Esas'ta «Feresun kaviyyuUmehal» (Mehali kuvvetli at) yani sırtındaki kemiklerin, fakaratın kuvvetli olduğu at örneği verilmiştir. Nitekim sahih bir hadiste, «Allah'ın pazusu daha kuv­vetli, usturası daha keskindir» diye buyurulmuştur. Yani Allah'ın kuvvet ve kudreti her şeyden üstündür. Çünkü kişinin bel fıkara-sının kuvvetli olması, kuvveti şiddetli demektir. Ayeti bu mânâya hamletmek durumunda, Allah için cismiyetin ispatı gerekmez.

— «Sıkılma! Çünkü sadece sen bu felâkete maruz kalmış de-

ğilsin. Açık mucizelerin tüm netliğine rağmen ve tevhidin delille­rine karşılık, onlar ortaklar edinmek suretiyle Allah hakkında ona çocuklar isnad etmek hususunda daha Önce de tartışmışlardı. Yi­ne onlar Allah'ın ilminin şamil, kudretinin kâmil olmasına karşı­lık yeniden dirilmeyi de kabul etmediler. Allah'ın delillerinin gü­cüne, safvetinin şiddetine rağmen hileye ve inada başvurdular. O halde sen onlar için üzülme!» [12]

 

Meal

 

14- Hak dua (ibadet) ancak O'nundur. O'na  (Allah'a)   ya­pılır.   O'ndan  başka  çağırdıklan  ise,   onların  isteklerine   hiçbir şekilde cevap veremezler.  (Onların misali) tıpkı  (suyun kıyısın­da durup) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kim­senin misaline benzer. Halbuki su o(nun ağzın) a (kendiliğinden) gelecek değildir. Kâfirlerin duası, işte böylece boşa gitmiştir.

15- Göklerde ve yerde bulunan kimseler  ister  istemez Al­lah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam  (Allah'a secde et­mektedirler) .

16- De ki: «Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?» De ki: «Allah' tır». De ki:  «O'nu bırakıp ta kendilerine dahi fayda veya zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?» De ki: «Kör­le gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu hiç?». Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma  kendilerince  birbirine  benzer mi  görüldü?  De ki: «Allah her şeyi yaratandır. O birdir ve kahredicidir».

17- (Allah)   gökten   (buluttan)    bir su   indirdi de  dereler kendi ölçülerince sel olup aktılar. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya faydalanmak için ateşte erittikleri şeylerde de buna benzer bir köpük vardır. İşte Allah Hak ile Bâtıl'a böyle misal verir. Köpük atılıp gider, insanlara fayda veren şeye ge­lince,  yeryüzünde  kalır.  İşte Allah böyle misaller getirir.

18- Rablerinin  çağrısına  uyanlar   için   en   güzeli  vardır. O'na uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların hepsi ve bu­nun yanında bir misli daha kendilerinin olsa   (Allah'ın azabın­dan kurtulmak için), onu mutlaka fidye verirler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlarındır. Varacakları yer de cehennem­dir. O ne kötü bir beşiktir! [13]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(14) «Hak dua (ibadet) ancak O'na...» Bu Ayetin Tefsiri

«Da'vet'ul-Hakk» ya hak dua, yalvarış anlamındadır ya da korku anındaki gerçek dua demektir. Çünkü korku anında kâfir, müslüman herkes Allah'a yalvarır. Veyahutta bu ifade yönelmeyi, teveccühte bulunmayı anlatmaktadır ki o zaman kastedilen ibadet olur. Yani ancak Allah'a yönelinir veya ancak Allah'a yönelme is­tenir. Kısaca ayet şunu anlatmaktadır: Kendisine ibadete lâyık olan sadece Allah'tır.

Hasan Basri'den gelen bir yoruma göre, «Hakk»tan maksad Allah Teâlâ'dır. El-Hakk, Allah'ın sıfatıdır ve onunla kastedilen de O'dur. Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle olur: «Gerçek dua ancak Allah'a yapılandır. Çünkü asıl kendisine dua edilen, hak olarak çağrılan O'dur. O işitir ve icabet eder».

Ancak burada «el-Hakk» kelimesinin «el-Bâtıl» kelimesinin karşılığı olması daha doğru görünmektedir. Çünkü zahirden an­laşılan da budur. Yok eğer bu isim Allah Teâlâ'nm «Esma'nl-Hus-nakşından ise, o zaman tekid ifade etmiş olur.

Müfessirlerden bazıları bu cümlenin, «Azabı şiddetlidir» cümlesiyle olan, münasebetini şöyle açıklamaktadırlar. Eğer bu ayet daha önce geçtiği gibi «Erbal ile Artır hadisesi» üzerine inmişse, o iki kâfirin habersizlerken helak olmaları, Allah'tan gelen bir şid­detli azap ile Hz. Peygamber'in duasının kabulü demek olur. Çün­kü rivayete göre, Hz. Peygamber; «Yarabbi! Dilediğinle o ikisini benden uzaklaştır. (Şerlerinden beni koru)» diye dua etmiştir. Bu Allah Teâlâ'nın rasûlünü hakka muttali kılması da olabilir.

Şayet ayetin nüzul sebebi «Erbat-ile Amr olayı» değüse iki ayet arasındaki münasebet şu şekilde kurulabilir: Önceki ayet kâ­firlerin Hz. Peygamberle mücadele ettiklerine dair bir tehdid-i ilâhîdir ki bu azabın onların başına geleceği ve peygamberin on­lar aleyhindeki duasının kabul edileceği bildirilmektedir. Veyahut onların Allah'tan başkasına ibadet etmek hususundaki görüşlerinin dalâlet ve fasid olduğunun beyanıdır.

«O'ndan başka çağırdıkları iset onların istediklerine hiçbir şe­kilde cevap veremezler»; yani o putları onların ne çağrılarını du­yabilirler ne de onlara cevap verebilirler.

Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetle ilgili şunları söylemektedir (özetle); «İki cevherin birinden diğerine eser geçebilecek, tebliğ ve tebellüğ vâki olabilecek surette münasebetleri meselesi filozof­ları hayrette bırakan en müşkil meselei felsefiyedir. Bir madde kendinden ayrı olan diğer bir maddeye nasıl icrayi tesir edebili­yor? Ruh cisme, cisim ruha nasıl tesir geçirebiliyor? Bu öyle bir hadisedir ki ancak Allah'ın birliğine iltica etmekle hallolunabilir. Eğer kâinattaki ayrı ayrı eşyanın hepsinin üzerinde hakim olan Al­lah'tan kafi nazar edilecek olursa bütün âlem ikisi bir yere gel­mek ihtimali olmayan darmadağınık, ayrı ayn şeylerden ibaret kalır ve aralarında yekdiğerine teati edecekleri hiçbir münasebet bulunmaz. Şimşekler çakmaz, bulutlar inşa edilmez, yağmurlar yağmaz, yıldırımlar düşmez, Zeyd'in feryadının. Amr'ın kulağına varması, onun vicdanına nüfuz etmesi şöyle dursun sesi bile çıkmaz. Hatta kendisi de vücuda gelmezdi. Bunlar olabiliyorsa hiç şüphe yok ki hepsi de Rabbulâlemin'in emrü tedbiri ile oluyor. Onun için dua hakkı da ancak O'nundur. Şimdi herhangi bir ih­tiyacı için dua edip imdat isteyen şahıs Allah'tan başka neye ve kime müracaat etse kendisinden ayrı ve uzaktırlar. Kendisindeki bir şeyi, bir hissi diğerine nakletmesine imkân yoktur. Susuz bir kimse, suya el açmakla susuzluğunu suya duyuramayacağı ve su­yun kendi kendine gelip ağzına girmeyeceği gibi, bir insan karşı­sında tüm varlıklar da böyledir. Allah'ın izni olmayınca insan ha­va içinde nefes bile alamaz. Nitekim ecel gelip Rabbin emri olan ruh kat'olunduğu zaman dünyanın bütün tabipleri toplansa öyle bir nefes veremezler. Bir insanın feryadı ve sığınması diğer insan­ların veya meleklerin işitebilmesi sen'u beşere sahip Allah'ın em-ru müsaadesi sayesinde olduğu gibi mümkün olan icabat ve yar­dımda bulunabilmeleri de öyledir. Yoksa Allah müsaade etmeyin­ce, duyan kulaklar duymaz, işiten gönüller işitmez oluverir. İşte Allah'tan başkaları nefislerinde birbirlerinden uzak oldukları, biz­zat bir şeyi halketmekten de aciz bulundukları için kendilerinden bir muhtacın duasına hiçbir şeyle icabet edemezler. Fakat gayb ve şehadet alimi olan Allah herkese kendinden bile daha yakındır. En gizli duaları bile işitir, icabet eder. Vereceği mevcud değilse yaratır. Çünkü haliktır. Birbirinden ayn olan şeyleri kudretiyle yekdiğerine ulaştırır.  Dilerse insanı suyun yanma, dilerse suyu onun ağzına götürür. Bütün eşya arasındaki bağlantı hep onun ya-ratmasıyladır.»  [14]

Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre, bu ayette bir kuyunun ke­narında bulunup elinde herhangi bir kova ve ip bulunmayan ve kuyunun derinliklerindeki suya ağzı yetişmeyen, suyun da kendi­sine yükselip-gelmediği bir kimsenin hali tasvir edilmektedir.

Ebu Ubeyde ise, bu benzetmenin suyu avuçlayan bir kimsenin benzetmesi olduğunu; zira o herhangi bir şeye sahip olmadığı gibi ona benzetilenin de aynı durumda bulunduğunu söylemektedir.

Keyfiyet ne olursa olsun ayette geçen «Bâsü» kelimesiyle kas­tedilen suya elini uzatan şahıstır.

Bazı rivayetlerde, bununla Hz. Adem'in oğlu Kabil'in kaste­dildiği söylenmiştir. Çünkü o kardeşi Habü'i öldürdükten sonra Allah kendisine azap olarak şunu vermiştir: O nasiyesine denizin içinde iken tutunuyordu. Onunla su arasında ancak bir parmak mesafe bulunduğu ve suyu istediği halde bir türlü suya ulaşamı­yor du.

Ancak böyle bir rivayete güvenilemez; zira İsrailiyat'tandır.

{(Kâfirlerin duası işte böylece boşa gitmiştir»; yani zayi ol­muştur, bâtıldır, yarar vermez. Eğer bu duadan maksat putlarına yönelik duaları, bağırıp çağırmaları ise zaten açıkça ortadadır ki putlar hiçbir duaya karşılık veremezler. Fakat bu mânâ daha ön­ce de belirtilmişti. Bu bakımdan tekid için tekrar edilmiştir. Yok eğer onların dualarından maksat, Allah'a yönelik dua ve yakarma-lan ise problem (işkal) vardır. Çünkü bazen Allah kâfirin duasını kabul eder. Nitekim kâfirlerin önderi olan Şeytan'm duasını bile Allah Teâlâ, onun ecelini tehir etmek suretiyle kabul etmiştir.

Cevaben deriz ki; kâfirlerin Ahiret ile ilgili duaları kabul olun­maz. Nitekim İbn Abbas'tan gelen rivayet te bu şekilde yorumlan-malıdır: «Kâfirlerin sesleri Allah'tan perdelidir. Allah onların du­asını işitmez».

Bazı kimselere göre ayetin mânâsı, «Hiç kaydedilmeksizin on­ların duaları mutlak olarak kabul edilmez» demektir.

«Göklerde ve yerde bulunan kimseler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani melekler, insan ve cinler ister istemez Allah'a secde eder­ler. Ayette akıllı varlıklar için kullanılan «men» lafzı getirilmiştir. Akıl sahibi olanların dışındaki her şey Allah'a itaat ettiği halde, sadece akıllı varlıkların itaatinin özellikle zikredilmesi, onların esas olması nedeniyledir. Onların itaat etmeleri, diğer mahluka-tm itaatine delildir. İlerideki ayetlerde de bunun izahı vardır.

Bazı müfessirlere göre buradaki «men» lafzı akıllı-akilsız tüm varlıkları kapsamaktadır. Yani bütün varlıklar, mahlukat yerde veya gökte, ister istemez Allah'a secde ederler. Burada «madem ki akûlı-akilsız tüm mahlukat kastediliyor, o halde niçin sadece akıl­lı varlıklara mahsus olan bir lâfız kullanılmşıtır?» denilirse, bu­nun tağlib için olduğu söylenir. Yani akıllı olan varlıklar birtakım Özelliklerinden dolayı, diğerlerinden daha belirleyici kabul edile­rek, onları ifade eder bir lâfızla ayet nazil olmuştur. Yani bütün varlıklar Allah'ın azametine baş eğerler ve O'na itaat ederler. Çün­kü Allah onlarda varlığın ve yokluğun hükümlerinden dilediğini vazetmiştir. İster istesinler, ister istemesinler, Allah'ın hükmün­den başkasının orada müdahalesi yoktur. Aynı zamanda kendile­rinden ister-istemez secde sadır olan kimselerin gölgeleri de Al­lah'a boyun eğmiştir.

Beyzavi'nin «Şihab» haşiyesinde şöyle denmektedir:

«Zamirin yeryüzünde olanlara raci olması daha uygundur, çünkü göktekiler kesif cisim olmadıklarından dolayı gölgeleri yok­tur.»

Burada «Tağlib»in mecazi olarak kullanıldığı da söylenebilir. Gölgenin Allah'a itaat etmesinin mânâsı, gölgenin Allah'ın tasarrufuna uzatılmak ile kısaltılmak, durmak ile zail olmak hususunda Allah'ın tasarruf ve dilemesine (Meşiyetine) tâbi olmasıdır.

Ferra'nın da dediği gibi, gölgenin esası cisimler için ortaya çıkan hayaldir. Sabah ve akşam tabirlerinden kastedilen ise, sü­rekliliktir. Çünkü bu tabir süreklilik, ebediyet için kullanılır. Aye­tin metninde geçen «el-Guduv», «Gadat»m çoğuludur, Gadat ise öğleye kadar olan zamandır. «El-Asal»r «Asitsin çoğuludur. Bu da ikindi ile akşam namazı arasındaki zaman demektir. Bazı kimse­ler; gölgelerin secdeleri ile sahiplerine tabi olmak suretiyle ken­dilerinde secde şeklinde görünen durumun kastedildiğini soylo-mislerdir.

Katade'nm yorumuna göre, burada secde ile özel bir şekil kastedilmiştir.

İsteyerek secde etmek melek ve müminlerin, istemeyerek sec­de etmek ise kılıçla İslâm'a girenlerin secdesidir. Çünkü kılıçla İslâm'a giren istemeyerek secde eder. Ya münafıklık yapar ya da en azından ilk zamanlarda böyle bir isteği yoktur. Eğer imanı sa­hih olsa bile, onun ilk başlardaki durumu budur.

Bazıları isteyerek secde eden kimsenin, kendisine secdenin ağır gelmediği kişi olduğunu söylemişlerdir. Bunun gibi isteme­yerek secde eden kimse de, secdenin kendisine ağır geldiği kişi­dir.

Îbn'ul-Enbari'den gelen bir rivayete göre, isteyerek secde eden islâmiyeti uzayan kimsedir. Secde ile arasında ülfiyet peydah ol­muştur. İkincisi ise ülfiyet peydah oluncaya kadar İslâm'a yeni giren kimsenin secdesidir.

Bu yorumların hangisi kabul edilirse edilsin ayette geçen «men» lâfzı umum ifade eder. Fakat onda bir hususun tahsisi söz konusudur. Çünkü bunun içinden secde etmeyenler çıkıyor. Ba­zıları da bu lâfzın akıl sahibi varlıkların tüm çeşitlerini kapsadı­ğını söylemişlerdir. Secde ile kastedilen, secdenin gerekliliğidir. Burada gereklilik vukuen yani olmuş gibi ifade edilmiştir.

Gölgeler ile kastedilen şahıslar olduğunu öne süren müfessir. lerin bu görüşü yanlıştır. Gölgeleri dağlara kıyas eden İbn'ul-En-bari'nin görüşü de bir kıymet ifade etmez. Çünkü hayatın takdir edilmesi şartıyla dağın aklının olması mümkündür. Gölge ise araz­dır. Onda herhangi bir hayat tasavvur edilemez. Onun secde et­mesinin anlamı bir taraftan diğerine kayması ve hallerinin deği­şik olmasıdır. Bu da Allah'ın dilemesine göre değişir.

Ebussuud Efendi tefsirinde şöyle demektedir: Kâfirin ızdırap ve şiddet halinde Allah'a secdesinin tahsis edilmesi hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü onun istek ve genişlik halinde puta secde etme­si, câr ve mecrûrun takdiminden istifade edilen hasrı ihlâl et­mektedir. Bu bakımdan en uygunu secde kelimesini inkiyad mâ­nâsına almaktır. Çünkü yapmakta ve yok etmekte hepsinin Allah'a inkiyad etmesinin kesinliği Allah'tan başka dost edinmelerinin kı­nanmasına daha fazla tesir etmektedir. Evet bu onların secdele­rinin Allah'a olması durumundan daha etkilidir.

Bütün bu görüşlerde zeki bir insana gizli olmayan birtakım uzaklıklar mevcuttur.

(16) «De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?..» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey Muhammed! Şu Allah'tan başka dost (veli) edinen kimselere de ki: «Şu ulvî ve suflî cisim ve varlıkların sahibi kim­dir?»

Allah Teâlâ, daha önce yer ve göklerde bulunan bütün maz­rufların, (yani bu zarfa dahil olan bütün mazrufların) kendisine itaat ettiklerim söyledikten sonra .bunun bir delili olarak bu aye­ti göndermiştir. Yani şu büyük, yüce ve akılları hayrete düşüren yaratan, müdebbir Allah Teâlâ'ya diğerlerinin secde etmesi bir zorunluluktur.

«De ki: Allah'tır». «De ki» hitabı Hz. Muhammed'edir ve ce­vabı ifade eden bir emir, insanlara Hz. Muhammed'in cevap için namzet olduğunu sezdirmektedir. Bu bakımdan Peygamber ile onun hasmı olanlar bunu takrirde eşittirler. Yani hasmı bunu tak­rir etmek zorunda olduğu gibi, Hz. Peygamber de aynı şekilde takrir ve iman etmek zorundadır. Bu aynı zamanda bir telkin için de olabilir ki Hz. Peygamber (s.a) onlar için onların üzerinde bu­lunduğunu açıklasın, onların bildiklerine muhalefet ettiklerini iz­har etsin.

Bazı müfessirler bunun, onların itiraf etmesini hikâye ettiği­ni söylemişlerse de, ayetin siyakı bunun hilafınadır.

Mekkî; «Onlar cevabı unutmuşlardı ve Hz. Peygamber'den bunu talep ettiler. Allah da Rasûlüne cevabı onlara söylemesini emretti» demektedir. Fakat Mekki'nin bu yorumu, başka bir ayet­le reddedilmektedir. O ayet şudur: «Onlara gökleri ve yeri kimin yarattığım sorsan, muhakkak ki «Allah yarattı» diyeceklerdir». Durum böyleyken; «onlar cevabı bilmiyorlardı. Hz. Peygamber' den onu istediler» nasıl denilebilir?

Begavî'den gelen bir rivayete göre, «Hz. Peygamber (s.a) bunu müşriklere sorduğunda, müşrikler kendisine yönelerek, «Bu so­runun cevabını sen ver» dediler. Allah da Peygamberine bu şekil­de cevap vermesini emretti».

Begavî'den gelen bu rivayet sahih olsa bile, onlann cehaleti­nin varlığına delâlet etmez.

«De ki: O'nu bırakıp da kendilerine dahi fayda veya zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mi edindiniz?»; yani ey Mu-hammed! Onları ilzam etmek, susturmak için de ki: Kendiniz için Allah'tan başka aciz ve iş görmez dostlar mı edindiniz?

O dostlar kendilerine bir yarar sağlayamadıkları1 gibi, kendi­lerinden bir zararı da def edemezler. Bizzat kendine karşı olan durumu bu olan kimse, size nasıl bir yarar getirebilir veya sizden nasıl bir zararı defedebilir?

Burada «Hemze» inkâr içindir. Onların karmaşık görüş ve düşüncelerini açıkça ortaya dökmek için Allah Teâlâ, Rasûlüne; sor onlara, «körle gören bir olur mu?» diye emretmiştir.

Ayette «Kör» ile ibadetten cahil, ibadetin gerçeğini bilmeyen müşrikler, «Gören» ile de Allah'ı birleyen tevhid ehli kastedilmiş­tir.

Bazıları da «birincisiyle (körle) hücceti, delili ve benzerlerini bilmeyen cahil kimseler, ikincisiyle (görenle) bu delilleri bilen alim kimseler kastedilmiştir» demektedirler.

Bazıları ise, sözün burada teşbih üzerine bina edildiğini ve ayetin mümin ile kâfirin, kör ile görenin bir olmadığı gibi bir olmadıklarına işaret ettiğini söylemişlerdir ki o takdirde mecaz sözkonusu değildir.

Bazıları da, birincisiyle gafil mabudun, ikincisiyle her şeyi bilen mabudun (Allah'ın) kastedildiğini iddia etmişlerdir. Fakat bu zorlama bir yorumdur.

«Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu hiç?»; yani küfür ve dalâletin her çeşidinden olan karanlıklarla (Zulümat), tevhid-den ibaret olan aydınlık (nur) bir olur mu hiç?

Karanlıklar çoğul olarak zikredilmiştir ki küfrün tüm çeşit­lerini kapsasın. Yani Hıristiyanların, Mecusilerin, Yahudilerin ve diğer küfür zümrelerinin hepsini. «Küfür tek millettir» hadisine gelince, orada kastedilen mesele bundan başkadır.

Allah Teâlâ daha sonra, daha önce vasıflan ortaya konan müşriklerin yanıldıklarını beyan ederek; «Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma (kendilerince) bir. birine benzer mi görüldü?»- diye buyurdu. Yani onlar Allah'a Al­lah'm yarattığı gibi yaratan ortaklar mı kıldılar?

Bu takdirde «hemze» böyle bir şeyin mevcudiyetini inkâr içindir. Onların böyle kılması inkâr noktası değildir. Bunun mev­cudiyeti inkâr edilmektedir. Yani böyle bir yaratılma hiç olma­mıştır. İnkâr edilen nokta Allah'ın yarattığı gibi bir yaratmadır. Dolayısıyla ayet şöyle anlaşılır: «Onlar Allah'ın yarattığı gibi ya­ratan ortakları O'na hiçbir zaman ortak kılamadılar». Bundan do­layı da «Allah'ın yarattığı gibi bunlar da yaratUlar ve Allah'ın iba-de müstehak olduğu gibi bunlar da ibade müstehak oldular» di­yemediler ki onların yanlışlıklarının menşei bu olsun. Aksine on­lar aciz varlıkları Allah'a ortak kıldılar. Kıldıkları ortaklar insan­ların güç yetirdiklerine bile güç yetiremezler. Nerede kaldı ki ya­ratanın gücüne güç yetirsinler.

Ayette inkâr ve nefyden kayd ile mukayyed beraber kastedil­mektedir.

«El-İntisaf» adlı eserde «O'nun yarattığı gibi yarattılar» cüm­lesi inkârın siyakmdandır. Onlarla alay etmek için getirilmiştir. Çünkü Allah'tan başkası, ne Allah'a eşit, ne de Allah'ın yarattığından daha aşağı olmak suretiyle hiçbir şey yaratamazlar. Bu da inkâr hususunda yeterlidir. Eğer daha önceki şey olmasaydı, ilâh edindiklerinin yaratmadığına bu bile kâfi gelirdi.

Gerçek şu ki bu ayet onların perişan halini ortaya sermekle birlikte onlarla alay da etmektedir. Çünkü kendisine bir yarar getirmeyen ve bir zararı kendisinden uzaklaştıramayan bir kim­se, onlara yarar vermekten uzaktır. Durum böyle olunca, o nasıl olur da yaratıcı olarak vehmedilebilir?

Hakkın tahkiki ve müşriklerin irşadı için Allah Teâlâ, râsûlü-ne şöyle emretmektedir:

«De ki: Allah her şeyi yaratandır»; yani cevher-araz ne varsa hepsinin yaratıcısı Allah'tır. O'ndan başka'yaratıcı yoktur. Yine O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık da yoktur. Bu hususlar, da O'na ortak olabilecek kimse de yoktur.

Ehli sünnet, bu ayetin umumu ile kulların fiillerinin yaratıcı­sının Allah olduğu hususunda istidlal etmiştir. Çünkü «Allah'tan başka yaratıcı yoktur» denildiğinde bu fiillerde sözün kapsamına girmiş olurlar.

Allah'ın mahlûkatm fiillerinin yaratıcısı olmadığı görüşünde olan Mutezile, bu ayetin mahlukatın fiillerinin dışındaki şeyleri kapsadığı şeklinde ayetin tahsis edilebileceğini söylemişlerdir.

Bazı kimseler de ehli sünnetin mezkûr görüşünü, daha önce­ki ayette de ispat ettiğini söylemektedirler.

(17) Allah) gökten (buluttan) bir suindirdi de...»Bu Ayetin Tefsiri

«Sema» (Gök), göğün görülen tarafını anlatır bir ifadedir. Yani Allah suyu (yağmuru) o taraftan göndermiştir.

Bazı müfessirler, «Göğün ta kendisinden yağmur gönderdi» demişlerdir ki bu takdirde ifade mecaz olmaz. Göğün kendisinden yağmurun gönderildiğini ispat maksadıyla birtakım rivayetlerle is­tidlal edilmeye kalkışılmıştır. Ancak bu rivayetlerin sahih olup olmadıklarını Allah daha iyi bilir.

Çoğu müfessire göre, «Sema», «Bulut» demektir ve bizatihi göğün kendisi değildir.

«Su indirdi»; yani bol su veya suyun bir çeşidi ki o da yağ­murdur. Çünkü yağmurun aslı da sudur. Şöyle ki; Felekî cisimler buharın yükselmesinden etkilenirler ve bulutlar meydana gelerek yağmur yağar.

«Evdiyye» kelimesi «Vad»ın (derenin) çoğuludur. Dere su­yun çoklukla aktığı yerin adıdır. Bu nedenle iki dağın arasına dere denilmiştir. Bazen dere, akan suya da ıtlak olunur. Yani «Zikri mahal, iradet'ul-Hal» olur. Sözgelimi «Dere taştı» denildiğinde kastedilen suyun taşmasıdır. Bu bakımdan «Dereler taştı» ifade­sinde ya isnadda mecaz vardır ya da İmam'm dediği gibi bir mu-zaf takdir edilir. Yani «Derenin suları taştı». Bu takdirde isnad hakikidir, çünkü su hakikaten taşar. Dere ise yerinde kalır.

«Dereler kendi ölçülerince sel olup aktılar. Sel üste çıkan kö­püğü yüklenip götürdü»; yani derelerden akan su üzerinde birta­kım çer çöpü de götürdü. Burada «akan su» anlamında kullanılan «seyl» kelimesi, «es-Seyl» şeklinde marife olarak getirilmiştir. O malûmdur; zira daha önce «dereler» ile birlikte kullanılmıştır.

«Seyl» kelimesinin tekil olarak kullanılmasının nedeni, Rağıb el-İsfehani'nin de ifade ettiği gibi masdar olmasıdır. Masdarlardan müfred, tesniye, cem (tekil, ikil, çoğul) anlamlarının hepsi anla­şılır.

«Süs veya faydalanmak için ateşte erittikleri şeylerde de bu­na benzer bir köpük vardır» cümlesinde geçen «erittikleri» ifade­siyle altın, gümüş, demir, bakır, kalay ve benzeri madenler kaste­dilmiştir. «Zebed» ise derelerin, sellerin çevreye fırlattıkları çer-çöp anlamındadır. Seller dehşetle akıp-giderken bunları çevreye atarlar. «Rabiyen» kelimesi ise şişerek suyun üzerinde olan şey­lerdir. «Hilye» süs eşyası, «Meta» ise kaplar, aletler gibi demir, bakır veya başka madenlerden yapılan, kullanılan eşyalardır. «Atılma» anlamına gelen «cufaen» kelimesi bazı kıraatlerde «Cifa-len» şeklinde okunan «hemze» yerine «lâm» getirilmiştir. «Cifal» savrulmuş, dağılmış, her biri bir tarafa atılmış anlamındadır. Ya­ni gerek selden, gerekse ateşte eritilen maddelerden çıkan çer-çöp darmadağınık olarak çevreye atılırlar.

«Cifalen» şeklindeki okuyuş, «Ru'be» adlı bir «kâri»ye nis­pet edilmiştir. İbn Ebi Hatim bu kimse hakkında, «Bu kişinin ki-raatiyle Kur'an okunmaz. Çünkü o sıçan yerdif kaba bir bedeviy­di)» demiştir. Yani ondan gelen bir kıraata itibar edilmez.

Bu iki ayetin (16-17) kısaca delâlet ettiği mânâ şudur:

Allah Teâlâ birinci ayette insanları gören kimseye, hakkı ay­dınlığa (nura), inanmayanları kör bir kimseye, bâtılı ise karanlık­lara benzetmiştir. İkinci ayette ise daha değişik bir benzetme ya­parak hakkı ve hak ehlini gökten inen yağmura, bâtılı ve bâtıl eh­lini de suyun üstündeki köpüğe benzetmiştir. Yağmur yağdığında nasıl derelerden sular akar, insanlar bundan çeşitli şekillerde ya­rarlanırlar, kurumuş topraklar hayat bulur, toprak katmanlarında biriken su, çeşmeler halinde fışkırır ve   ondan da insanlar yararlanırlarsa, tıpkı hak ve hak ehli de böylesine yarar doludurlar. Hak geldiğinde ölü kalpler dirilir. Kararmış vicdanlar merhametli olma özelliği kazanırlar ve iman sonucunda sayılamayacak denli yararlar meydana gelir. Bâtıl ise selin üstündeki köpüğe benzetil­miştir. Çünkü köpük çok çabuk kaybolup gider ve hiçbir yaran da yoktur. Bundan başka insanlar süs ve diğer eşyaları yapmak için ateşte eritilen altın, gümüş, bakır ve benzeri madenlere ben­zetilmiştir ki bunlar gerçekten yararlı şeylerdir. Bu madenler eri-tildiklerinde artıklar (posalar) meydana gelir ki bunlar hiçbir de­ğer taşımazlar. İşte hak ve bâtıl ehli bu şekildeki bir benzetmeyle anlatılmışlardır.

(18) «Rdblerinin çağrısına uyanlar için en güzeli..,» Bu Ayetin Tefsiri

«El-Hüsna», en güzel anlamında kullanılmıştır. Kata-de ve bazı müfessirler bu kelimeyi «cennet» ile tefsir etmişler­dir. Fakat Mücahid'den gelen bir yoruma göre, bu kelime «en gü­zel saf ve içinde hüzün bulunmayan mutlu bir hayat» demektir. İbn Abbas «Onlar için en güzeli, yani en güzel kelimenin mükâfa­tı vardır, o kelime de La ilahe İllallah'Ur» demiştir.

Bazı müfessirler «En güzel» ile kastedilenin Allah Teâlâ'nın cennette göstereceği Cemalullah olduğunu söylemişlerdir.

«O'na uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların hepsi ve bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa (Allah'ın aza­bından kurtulmak için), onu mutlaka fidye verirler» cümlesi ilâ­hî bir tehdiddir. Onların karşılaşacakları azabın, dille açıklanma­sının izahının mümkün olmadığına işaret edilmiştir.

«Hesabın en kötüsü» ile kastedüen kötü hesaptır. Nitekim İb­rahim en-Nehai ve Hasan Basri'den gelen rivayetlere göre, «Onlar bütün günahlanyla hesaba çekilirler ve günahlarından hiçbir şey bağışlanmaz». İşte münakaşadan maksat da budur.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre mânâ şöyledir: «Onlar hesaba çekilirler, iyilikleri (hasene) kabul edilmez, günahları (seyyie) bağışlanmaz».

«El-Mihad» istikrar bulacakları yer demektir. Yani onların is­tikrar bulacakları gidecekleri yer ne kötüdür!

Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde şöyle demektedir.

«Lilleziyne'stecabu» ibaresindeki «lâm» harfi, «Yedribu'lla-hu'l-Emsale» ibaresindeki «yedribu» fiiline bağlıdır. «El-Husna» kelimesi ise bir masdarın sıfatıdır. Yani en güzel bir şekilde AL lah'a icabet ettiler. «İcabet etmeyenler» cümlesine gelince, o daha önceki mevsule atfolunur. «Lev enne lehum» ibaresi ise müsta' nife bir sözdür. Yani icabet etmeyenler için Allah'ın kendilerine hazırladığı sonun beyanıdır.

Zemahşeri'nin bu yorumuna göre, ayet şöyle anlaşılır: «Allah kendisine tabi olan müminler ve tabi olmayan (inad eden) kâfir­ler için işte böylece misaller verir». Yani bunların ikisi bu iki gru­bun misalidir.

Ebu Havyan, «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde daha önceki yorumun, Zemahşeri'nin yorumundan daha uygun olduğunu söy­lemiştir. Ona göre, önceki yorumda mesellerin verilmesi bu iki meseleye bağlı değildir. Ayrıca Allah bu iki meselede ve diğerle­rinde birçok darb-ı meseller beyan etmiştir. İlk yorumda icabet edenlerin sevabı zikredilirken, ikincisinde bu yoktur. Nitekim «el' Hüswa»dan önce «isticabe» kelimesini takdim etmenin nedeni «isticabe»nin kayıtlı oluşuna işaret içindir. Onun karşılığı mutlak olarak «isticabe»yi yok etmek değildir. Onun karşılığı ancak en güzel «isticabe»wn yok olmasıdır. Oysa Allah, isticabeyi mutlak olarak kâfirlerden nefyetmiştir. Ayrıca Zemahşeri'nin yorumuna kail olursak, «Lev enne lehum» ibaresi o takdirde elden kaçmış olur. Çünkü o takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Allah müminler ve kâfirler için meseller vermektedir. Eğer yeryüzündeki bütün var-hklar veya bunların bir misli kâfirlerin olsaydı, fidye için onları vermekte bir an bile tereddüt etmezlerdi». Burada daha önceki söze bağlayan bir şey bulunsaydı, o takdirde tefellut ortadan kal­kardı. Üstelik Zemahşeri'nin yorumu, iki grubun da zamirde müş­terek oldukları vehmini vermektedir. Oysa bunun kâfirlere mah­sus bir durum olduğu ortadadır.

Ebu Hayyan'a ise şöyle itiraz edilmiştir:

Birinci tefsirin daha uygun olduğu hususunda bir itiraz yok­tur. Ancak Ebu Hayyan'ın birinci tefsirin daha uygun olduğuna dair öne sürdüğü deliller tenkid edilebilir bir mahiyet arzetmek-tedir. Çünkü ikinci yorumda umumi olarak darb-ı meselleri bu iki husus ile tahsis eden bir istek söz konusu değildir. «Kezalike» lâfzına hiç dikkat edilmiyor mu? Ayrıca burada icabet edenlerin sevabının beyanı da vardır. Zarfın takdiminden istifade edilen hasra hiç bakılmıyor mu? Yine «eLHusna» kelimesi, kaşif bir sıfat­tır ve mefhumu yoktur. Çünkü Allah'a icabetin hepsi hüsna (en güzel) dir. Keza, «Lev enne lehum» tabirinde iflat nasıl olabilir? Oysa müfessirler bunun müstakil bir söz olduğunu ve icabet eden­lerin halini beyan etmek için getirildiğini söylemişlerdir. Yani müfessirler bunun icabet edenlerin halinin dönüşeceği noktadan sorulan bir sorunun cevabı olarak beyanı bir istinaftır. Ayrıca «iştirak» nasıl vehmedilebilir ki bunun kâfirlere mahsus olduğu ortadadır.

Ebussuud Efendi, «îrşad'ul-AH'is-Selim» adlı tefsirinde son yorumu nakledip, meselleri de önceki darb-ı mesellere hamlettik­ten sonra şöyle demektedir:

Bilinmektedir ki Allah'a icabet eden veya etmeyen envanı ile temsilin emri üzerinde dönüşmekte olan nokta arasmda bir müna­sebet yoktur. Daha çok kullanılan, «Lam» harfinin darb-ı meselle hatırlatılması, kastedilene dahil olmasıdır. Bu mânâ da böyle gel­miştir. Nitekim Allah Teâlâ «Allah müminler için Firavun'un ha­nımını misal olarak gösterdi» (Tahrim: 11) diye buyurmuştur. Bununla beraber darb-ı mesellerin bazıları, hele bu söze bitişik olan son darb-ı mesel sadece icabet edenle etmeyenin misali de­ğildir. Aksine hak ile bâtılın misalidir. Ayrıca iki gruba bir misa­lin verümesi caiz değildir. Belki bu darb-ı mesel, şöyle bir hüküm­dedir: «Allah işte böylece insanlar için misaller verir». Bu takdir­de onları icabet edenle etmeyene dönüştürmek, delilin gerektirdiği bir şey değildir. Keşşafta denildiği gibi, «Litteziyne'stecabu» iba­resini darb-ı mesellerin tamamlayıcısı kılıp, sonra «Yedrubu» fii­linin sılasj değildir demek zoraki bir tevildir. Çünkü bunların iki­si de hak ile bâtıla misaldirler ve «Yedribu» sılasından daha uzak­tırlar. Darb-ı meseller ancak akıl sahipleri için açıklanır.

Bunlardan sonra darb-ı mesellerden maksadın, geçmiş darb-ı meseller olmasına gelince, bu şu noktaya bina edilmiştir. Daha önce birçok mesel geçmiştir ama meşhuru bunların iki mesel ol­duğudur. Nitekim İbn Cerir ve bazıları Katade'den bu ayet ile ilgili şu sözü nakletmektedir: «Bunlar üç darb-% meseldir. Fakat Allah bunları bir misalde beyan etmiştir».

Bu nakillerden sonra, ilk yorumun «kıylu kal»den daha sağ­lam kaldığı anlaşılmıştır. Kur'an'ın nazmı da bunu iktiza eder. Çünkü fasilenin güzelliğinin tamamı ismi gibi olmaklığıdır. Sele­fin ayetten anladığı da budur. Bu nedenledir ki kıraat alimlerinin çoğu «el-Emsal» üzerinde vakf yaparlar ve sonra «Liîleziyne'ste-cabu»dan başlar, devam ederler. Hatta «el-Mürşid»   sahibi   «Bu Zemheri ortada olan bir husustur [15],

 

Meal

 

19- Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen bir kim­se hiç kör gibi olur mu? Fakat bunu ancak akıl sahipleri anlar.

20- Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sö­zü bozmazlar.

21- Onlar ki Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri gö­zetir, Rablerinden sakınır ve kötü hesaptan korkarlar.

22- İşte onlar Rablerinin  rızasını isteyerek,  sabreden,   na­mazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz   nzıklardan   gizli ve açık olarak Allah için harcayan, kötülüğü iyilikle defeden kim­selerdir. İşte onlar var ya yurdun  (dünyanın)  sonucu  (cennet) sadece onlarındır!

23- (Bu sonuç)  Adn cennetleridir. Oraya kendileriyle bir­likte babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salih olanlar gi­rerler. ,.JMelekler de her kapıdan yanlarına girerler:

24- «Sabretmiş olmanıza karşılık size selâm olsun!   (Dün­ya)  yurdun (un)  sonu ne güzeldir»   (derler).

25- Allah'a verdikleri  sözü kuvvetlice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği (bağlan) koparan­lar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar  (var ya), işte lanet onların üzerinedir ve kötü yurt (cehennem)  onlarındır!

26- Allah dilediği kimsenin  rızkını   bollastınr   ve daraltır. Onlar dünya hayatıyla sevindiler.  Oysa Ahiret'in yanında dün­ya hayatı basit bir metadan başka birşey değildir.

27- Kâfir olanlar:   «Ona Rabbinden bir ayet   (mucize)   in­dirilmeli değil miydi?»  diyorlar. De ki:  «Kuşkusuz Allah diledi­ğini   saptırır*   (hakka)   yöneleni  de  kendisine  iletir.»

28- Onlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükû­nete erenlerdir.  İyi bilin  ki kalpler ancak Allah'ı anmakla sü­kûnet bulurlar![16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(19-21) «Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu...» Su Ayetlerin Tefsiri

Ayetlerin başındaki «hemze» inkâr içindir (istifam-ı inkâriye-dir). Hemzeden sonra «Fe» harfinin getirilme nedeniyse, vehmedi­len benzetişin doğru olmadığını ifade etmeye matuftur. Allah Te-âlâ adeta şöyle demektedir: Bu iki grubun durumu beyan edilip, iki grup için de nelerin var olduğu bildirildikten sonra, acaba ara­larında bir benzerliğin olup-olmadığı vehmedilebilir mi? Böyle bir vehme kapılanlar var mı? Bu iki grup arasındaki farklılık ve uzaklık ancak akıl sahipleri tarafından hatırlanıp, anlaşılır. Yani ancak buna akıl sahipleri vakıf olurlar. Vehmin çelişkilerinden ve körü körüne taklidden kurtulmuş olan selim akıllar bunu id­râk edebilir.

«Ulu'l-Elbab» lâfzındaki «elbab», «Lub» kelimesinin çoğulu­dur. Halis olan, bâtıl ve vehimden uzak akıl demektir. Yani akıl­dan daha özel bir mânâ taşımaktadır. Bazı müfessirler «Lub» ke­limesinin «akıl» kelimesi ile müteradif yani eşanlamlı olduğunu söylemişlerdir. Böylelikle Allah Teâlâ kâfirlerin «akıllı» olduğu vehmini ortadan kaldırmaktadır. Yani kâfirlerde akıl yoktur, sa­dece maişet aklı vardır. İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre bu ayet Hz. Hamza ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Yani, «Rabbin-den sana indirilenin hak olduğunu bilen Hamza ile bunu bilme­yen (veya kör olan) Ebu Cehil hiç bir olur mu?» Bazı müfessirler bu kimselerin Hz. Ömer ile Ebu Cehil, bazı müfessirler de Ammar b. Yasir ile Ebu Cehil olduğunu söylemişlerdir.

Ayetin genel olarak mânâsı şöyledir:

«Ey Muhammed! Rabbinden sana indirilen seksiz ve şüphe­siz haktır. Onda bir şüphe yoktur. Tümü haktır, bir kısmı, diğer bir kısmını tasdik etmektedir. Bir ayet diğeriyle çelişmez. Ayet­lerin verdikleri haberlerin, emir ve yasakların hepsi hak ve ada­leti tazammun eder. Bunlan bilen bir kimse ile gerçeği görmeyen, hayra muttali olmayan bir kör hiç bir olur mu? jSlbette olmaz!»

«Fakat bunu ancak akıl sahipleri anlar»; yani ancak selim akıllar, sahih akıllarına göre meseleleri irdeleyenler, gerçeği gö­renler Kur'an'dan ibret alırlar. Onunla nasihatdar olurlar. Aklını çalıştırmayan bir kimse, bunlardan öğüt ve ibret alamaz. Öğüt ve ibret almayan bir kimse ise kör demektir.

Ayetin bu bölümü, hakkın selim akıllara yerleştirilmiş oldu-ğuna delâlet eder. Böyle akıllar ise, vahiyle karşılaştiklannda he­men öğüt alırlar. Öğüt almayan kalplere gelince, onlar artık iyice körleşmişlerdir. Böyle bir halin ise tezahürleri ortaya çıkar ki iş- || te bundan dolayı Allah Teâlâ, bu ayetten sonra iki grubun da özel liklerini zikretmiş, önce hak ehlinin, sonra da diğerlerinin vasıf­larını bildirmiştir.                                                                                     

Kendisinde hak ehlinin vasıflanın görenler, hidayette olan lardandır. Ancak kendisinde bâtıl ehlinin vasıflannı bulanlar za timlerdendir. Bu vasıflar şunlardır

1. Allah'ın ahdini yerine getirirler.

2. Verdikleri sözü çiğnemezler.                                                      

3. Allah'ın riayet edilmesini emrettiği hususlan gözetirler

4. Allah'tan korkarlar.

5. Kötü hesaptan çekinirler.

6. Rablerinin rızasını isteyerek sabrederler.

7. Namazı dosdoğru kılarlar.

8. Kendilerine nzık olarak verilenlerden, gizli-açık (sadaka­ti    zekât) Allah yolunda sarfederler.

9.  Kötülüğü iyilikle savarlar.

İşte böyle davranan kimseler, Kur'an'ın hakkın tâ kendisi ol­duğunu bilirler. Allah'ın ahdi ile kastedilen O'nun rububiyetine şehadet etmektir. Onlar Allah'ın Rab, kendilerininse kul olduğunu ikrar ederler. Allah ile veya diğer kullarla aktettikleri anlaşmaları bozmazlar. Allah'ın riayet edilmesini emrettiği hususlar arasında, sıla-i rahim, akrabalara ihsan, fakirlere ve muhtaçlara infak ve marufu emr gibi sorumluluklar vardır. İmam Nesefi, «bu cümle­li ye Hz. Peygamber'in akrabalarını gözetmekle, iman vesilesiyle müslümanlar arasında sabit olan yakınlık da girmiş olur» demek­tedir. Çünkü müslümanlann kardeş olmalan ancak herkesin gücü nisbetinde bir diğerine infak etmesine, yardımlaşmalanna, birbir­lerini savunmalarına ,saygı göstermelerine, selâmlaşmalanna, hastaları ziyaret etmelerine bağlıdır. Hak sahiplerinin haklannı, || hizmetçilerin, komşuların, arkadaşların, yolculukta kazanılan dostların haklanın gözetmek te bu cümledendir.

(22)   «İşte onlar Rablerinin rızasını isteyerek...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sabretmek»    fiiline bütün haramlar karşısında sabretmek, günahlardan uzaklaşmak, musibetlere karşı metanet göstermek dahildir. Tüm bunları «Amma da sabırlı, dayanıklı imiş» desinler diye değil, Allah'ın rızasını kazanmak için yapmak gerekir.

Seyyid Kutub, tefsirinde bu hususla ilgili şunları söylemekte, dır:

Sabrın çeşitleri ve birtakım gerekleri vardır.

1. Amelde, cihadda, tebliğde ve çalışmada sabır.

2. Nimetlere ve şiddetlere karşı sabır. Nitekim nimet içinde yüzüp de azgınlaşmayan, nankörlük yapmayan ve bunlara karşı sabreden insanlar pek azdır.

3. İnsanlardan gelen cehaletlere,  yanlışlara karşı sabır. Ki insanın bu cehaletler yüzünden göğsü daralır ve insan ancak bun­dan sabretmekle kurtulabilir. Elbette bunlar insanların «şu kişi. ler sabretti veya sabretmedi» demeleri için olmamalıdır. Sabrın ardında, bir yarar sağlamak düşüncesi bulunmamalı veya bir fe­lakette gelen zararı savmak isteği olmamalıdır. Sabrın bir tek he­defi vardır. O da Allah'ın rızası!.. Nimetler, belalar karşısında sa­bır, kazaya teslim olmak, ilâhi iradeye boyun eğmek, hükme rıza göstermek, Allah'ın verdiklerine   kanaat ve sabır    göstermektir. Gizlice vermek farz olmayan sadakada, daha üstündür. Farz olan sadakada ise, açıkça vermek daha üstündür. Kini güzelce defetmek, yani başkasından gelen bir hakarete, küfre  eğer zilleti gerektir-miyorsa güzellikle karşılık vermek, onun acısına katlanmak, onu yapanın cahilliğine vererek bu işi affetmek, akrabaları, din kar­deşleri mahrum olduklarında onlara infak etmek, zulme uğradı­ğında bundan vazgeçmek,   sıla-i rahim kesildiğinde   sila-i rahim yapmak, bir günah işlendiği zaman tevbe etmek uzaklaştıktan son­ra yeniden Allah'a dönmek, bir münker görüldüğünde onu orta­dan kaldırmaya çalışmak, işte bunların hepsi sabırdır.

Kötülüğü iyilikle defetmek, günlük muamelelerde kötülüğe iyilik ile karşılık vermek demektir. Yoksa Allah'ın dininde böyle bir şey olmaz. Kötülüğe iyilik ile   karşılık vermek, nefislerdeki kötülükleri kırar, insanları hayra yöneltir. Şerrin ateşini söndü­rür, şeytanın iğvâsmı geri çevirir. Böylelikle kötülüğün Önüne ge­çilmiş ve kötülük ortadan kaldırılmış olur. Ancak kötülüğün kö­künü kazımak gerektiğinde şerrin böbürlenmemesi, kötülerin cü­ret kazanmaması ve tekebbürde bulunmaması için iyilikle muka­beleden vazgeçilir. Kötülüğü iyilikle savmak, kişisel ilişkilerde ge­çerlidir, iki eşit insar arasında bu olur. Allah'ın dininde ise böy­le bir şey yoktur, Çünkü sahtekârlara, zalimlere ancak köklü bir savunma yarar sağlar. Yeryüzünde fesat çıkaranların kötülükleri­ni, ancak onlar karşısında kesin bir tavır almakla ortacjan kaldır-mak mümkündür.

Allah'ın zikrettiği bu vasıflara sahip olan bir kimse, hakkı ta­nımaya herkesten daha elverişli durumdadır. O, Allah'ın hidayeti ile hidayet bulmuştur. Allah Teâlâ'nın hak ehli için hazırladığı ni­metlere hak kazanmıştır. Dünya hayatının sonucu (cennet) işte bu kimseler içindir. Çünkü dünyanın sonucu ve ehlinin dönüş yeri budur.»

(23-24)   «(Bu sonuç) Adn Cennetleridir. Oraya...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Adn'm lügat anlamı, ikamet yeri, yani ikamete elverişli cen­netler, ehlinin ebediyyen orada kalacağı cennetler demektir. Bu vasıflara sahip olan bir kimse, âbâ ve ecdadından müslüman olan ailesi ve zürriyetinden de müslüman olanlarla birlikte orada ka­lır.

İbn Kesir şöyle demektedir: «Onlar Adn (ikamet) cennetle­rinde ahbablar ve birbirlerini seven kimseler olarak biraraya ge­lirler ki gözleri aydınlansın, en küçük dereceye sahip olan, en bü­yük derece sahipleri seviyesine yükselsin. Bu, Allah'ın onlar üzerindeki nimet ve ihsanıdır. Yoksa en yüksek dereceye sahip olan kimsenin derecesinin eksilmesi sözkonusu değildir».

Nesefi'ye göre onların salihlikle vasıflandırümalannm nede­ni, soyun insana hiçbir yarar temin etmediğinin bilinmesidir. Soy, ancak salâhat ve imanın olması durumunda kişiye yarar verir. «Onların ataları (babaları)» ile kastedilen hem anne hem de baba tarafından olan ecdatlarıdır.

Melekler hediyelerle, Allah'ın rızasının müjdeleriyle, her cen­netin her kapısından, onların yanına girip «Sabretmiş olmanızdan dolayı selâm üzerinize olsun! (Bu karşılıklar haram zevklerden kaçınıp, dünyada Allah'ın emirlerine sarılmanızdan ötürüdür)» derler. Bu ayet bütün iyilikleri, iyi vasıfları ahlâkın içerdiğine de­lâlet etmektedir. Yine bu ayet insanın amellerinin, cennete' veya cehenneme gitmesinde rol oynadığını göstermektedir.

îbn Kesir ayetle ilgili olarak şöyle demektedir:

Melekler, onların cennete girmelerini kutlamak için surdan burdan onların yanma girerler. Yani müminler cennete girdikle­rinde, melekler onlara selâm verirler. Nimet ve selâm yurdunda sıddıklarla, peygamberlerle beraber olacaklarından dolayı onları kutlarlar. Hakkı tammayan ve O'na doğru yönelmeyen kör şakilere gelince, Allah Teâlâ onların vasıflarını aşağıdaki ayetlerde şöyle belirtmektedir.

(25)  «Allah'a verdikleri sözü kuvvetlice pekiştirdikten...» Bu Ayetin Tefsiri

Kâfirler, birincisi Allah'a verdikleri sözü kuvvetlice pekiştir­dikten sonra bozarlar. İkincisi, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağlan koparırlar. Üçüncüsü, yeryüzünde fesad çıkarırlar. Yani küfür ve zulümle bozgunculuk yapar, şirkten ve dinsizlikten gelen örf ve âdetleri uygulayarak fesat çıkan rlar. Allah'ın yoluna yö­nelenlere mâni olarak da bozgunculuk yaparlar. İşte onlar Allah' in rahmetinden uzaklaştırılmış ve dünyanın kötü akibetine hak kazanmış kimselerdir.

(26) «Allah dilediği kimsenin rızkını bollastırır...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet nzkın bollaştınlmasınm ve daraltılmasının Allah'a ait olduğuna delâlet etmektedir. Yani rızkı genişleten ve daraltan sa­dece Allah'tır, başkası değil. Hiç kimse bu güce sahip değildir.

Bu cümle Allah'ın el-Kâbıd ve el-Bâsıt isimterine işaret etmek­tedir. Yani rızkı tutan, yayan .daraltan, genişleten sadece O'dur. Bu ayet aynı zamanda Allah'ın varlığım ispatlayan delillerden bi­rini teşkil eder. Çünkü kabz ile bast kâinatta ister mal, ister baş­ka hususlarda olsun, ancak yaratan ve her şeyi yerine yerleştiren bir zatın varlığıyla mümkündür. Böyle bir zat olmasa kabz ve bastın olması nasıl düşünülebilir?

«Onlar dünya hayatıyla sevindiler»; yani kendilerine bolca ve­rilen dünya nimetleriyle sevinip, aşırı gittiler. Aksi takdirde, Al­lah'ın fazl ve nimetiyle sevinmek kötü bir şey değil, bir ibadettir. Ancak onlar şaşkın bir şekilde dünyaya sarıldılar, bunun karşılı­ğında gerekli olan şükrü, Allah'a karşı eda etmediler. Eğer bunu yapsaydılar, kendilerine ecir olarak Ahiret nimeti verilecekti. Oysa Ahiret'e nisbeten dünya hayatı çok değersizdir. Yolcunun aceley­le istifade etmek istediği bir nimet gibi gelip geçicidir. Kâfirler bundan gafildirler. Ancak tam manasıyla iman edenler bunu ha­tırlarlar.

Bu hususta, îbn Kesir'den iki hadis gelmektedir.

1) Beni Fahr kabilesinden olan el-Müstevrit'ten rivayet edil­diğine göre Hz. Peygamber;  «Ahiret'e nisbeten dünya herhangi birinizin denize parmağım sokması gibidir. Parmağını sokan bir baksın ki parmağı geriye ne getirmiştir» diye buyurarak serçe par­mağını gösterdi. (İmam Ahmed, Müslim)

2) Hz. Peygamber murdar ve kulakları kesik bir hayvan le­şinin yanından geçerken; «Allah'a yemin ederim ki, şu hayvanın sahipleri bunu attıkları zaman, bunun kendileri yanındaki kıyme. ti ne kadarsa, dünya da Allah katında bundan daha kıymetsizdir» buyurdu.[17]  

(27) «Kâfir olanlar: Ona Rabbinden bir ayet...» Bu Ayetin Tefsiri

Kâfirler iman etmek için, peygamberlerden zaman zaman mu­cize talebinde bulunmuşlardır. Öyle ki sanki iman etmeyi gerek­tiren deliller eksikmiş veya yenilerine ihtiyaç varmış gibi. Oysa gerçekten Allah'a iman etmek için delil ve mucize istiyorlarsa Al­lah'ın varlığına delâlet eden delilleri fazlasıyla bulacaklardır. Yok eğer Peygamber'e iman konusunda delil ve mucizeler istiyorlarsa, işte Kur'an en büyük mucizedir. Fakat Kur'an'a iman etmek için delil istiyorlarsa, Kur'an'da öyle mucizevi ayetler vardır ki ihata edilmesi bile mümkün değildir. Bu yüzden Allah Teâlâ cevaben şöyle buyurmuştur: De ki: «Kuşkusuz Allak dilediğini saptırır, (hakka) yöneleni de kendisine iletir» yani Allah kalbiyle dinine yönelen bir kimseyi, dinine iletir, irşad eder.

Hz. Peygamber onların istekleri doğrultusunda mucize getir­sin veya getirmesin, hidayet ve dalâletin bunlara bağlı olmadığını, dalâlete götürenin veya hidayet edenin ancak Allah olduğunu ayet açıkça ortaya koymaktadır.

«Allah onunla sadece fasıkları saptırır» (Bakara: 26) ayetine göre dalâlete götürülenlerin, dalâlet sebeplerinin onların fasıklık-ları olduğu çok açıktır. Yani mutlak mânâda dalâlete götürmeye gücü yeten Allah durup dururken kullarını dalâlete götürmez. AL lah bu güce sahipse de dalâlete gidenler, dalâlete gitmeyi gerekti. ren davranışlarda bulundukları için Allah onları saptırmıştır. Hi­dayete erdirilenler de keza Öyle...

(28) «Onlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın...» Bu Ayetin Tefsiri

Hidayete erdirilen kimseler iman etmiş ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olmuş kimselerdir. Böyle bir kimse Allah'a yö­nelmiş, O'nun güç ve kuvvetiyle, O'nun yardımına sığınmış, yal-varıp-yakarmıştır. Teşbih, tahlil, istiğfar ve Kur'an okumak gibi Allah'ın zikriyle kalbi sükûnet bulmuştur. Kalpler sürekli Allah'a meyleder, yardımcı olarak O'na razı olurlar.

«Allah'ın zikriyle»; yani zikrinden dolayı müminlerin kalp­leri sükûnet bulur, itminana kavuşur.

Alusî, Allah'ın zikri ile kastedilenin önünden ve ardından bâ­tılın kendisine yaklaşamadığı, muciz olan Kur'an olduğunu söy­lemektedir. Nitekim Mukatil'den de bu şekilde rivayet edilmiştir. Kur'an'a «zikir» dendiği yaygındır. Hatta Allah Teâlâ, bir ayette «Bu mübarek bir zikirdir», başka bir ayette, «Zikri biz indirdik. Onu koruyacak da biziz» diye buyurmuştur.

Müminlerin kalplerinin zikirle sükûnet bulmasının sebebi şu­dur: Müminler bilirler ki Kur'an'dan daha büyük bir mucize yoktur. Bu bakımdan  diğerlerinin  istedikleri  mucizeleri  istemeyip Kur'an'la yetinmektedirler.

Ayetin son cümlesine iyi dikkat edilmelidir: «İyi bilin ki kalp­ler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulurlar». Başka bir şeyle de­ğil! Yani nefislerin meylettiği dünyevî lezzetlerle kalpleri itminan olmazlar.

Eğer burada zikrin dışındaki diğer mucizeler kastedilirse, yani ayet diğer mucizelerin hiçbiriyle değil, kalpler sadece zikir­le itminana kavuşur şeklinde yorumlanırsa, vakit hasrın mânası şöyle olur: «O mucizeleri görmeyen bir kimseye nisbetle, Kutan" %n vermiş olduğu itminanı onlar temin edemezler». Çünkü Kur' an Kıyamet'e kadar baki bir mucizedir. Herkes onu görmekte ve kalplerin tamamı onunla mutmain olmaktadır. Diğer mucizeler ise gelip geçicidir.

Ayetin işaret ettiği mânâ şudur:

Kâfirlerin gerçek mânâda kalpleri yoktur. Onların kalpleri ne­va ve hevesten ibarettir. Onlar Kur'an'la mutmain olmazlar. Kur'-an en zahir ve en hayret verici bir mucize olduğu halde onu mu-cize olarak kabul etmezler.

Ayetin bu cümlesinde bir muzaf takdir edilmiştir. Yani oala-nn kalpleri Allah'ın rahmetini, mağfiretini zikrettikten sonra sai-lantıdan, izdiraptan itminana kavuştu, Allah korkusundan itminan buldu. Nitekim başka bir ayette, «Sonra onların derileri ve kalp­leri Allah'ın   zikriyle yumuşar» buyurulmuştur.

Bazılarına göre ayette geçen «Zikir»den maksad Allah'ın bir­liğine delâlet eden delillerdir. «İtminan» ise şek ve şüphenin iz-dırabından kurtulmaktır.

Bu yorum küfrün zikrine ve buna karşılık düşmesine müna­siptir.

Bazıları da «Allah'ın zikri» ile Allah ile olan ünsiyetin kaste­dildiğini, bunun Allah'a yönelmek demek olduğunu- söylemişler­dir. Onlara göre ibadet ile onun devamı kastedilmiştir. Bazı kim­seler bu yorumun da küfür vakıasına uygun olduğunu; zira Allah'­ın bir olduğu söylendiğinde kâfirlerin kalplerinin burkulduğunu belirtmişlerdir.

Bazı yorumlara göre de, zikir ile Allah adına yemin etmek kastedilmiştir. Bu yeminle kalplerin itminan bulması şöyle olur: Mümin bir kimsenin kalbi, Allah adına yemin edildiğinde sükûnet bulur. Fakat bu yorum siyak ve sibak ile münasip değildir.

Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil ol­duğu zaman Hz. Peygamber ashabına bunun anlamını bilip bil­mediklerini sorar. Ashab; «Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!» diye cevap verince Hz. Peygamber; «Kim Allah'ı, onun Rasûlü'nü ve ashabımı severse (kalbi sükûnet bulurJ» dedi.

Hz. Ali'den gelen rivayete göre, Hz. Peygamber bu ayet na­zil olduğu zaman; «Kim Allah'ı, Rasûlü'nü, ehli beytimi, hazır ol­duklarında ve olmadıklarında ve müminleri de gıyaben severse» diye buyurmuştur.

Bu tarzdaki rivayetler, zikrin anlamının böyle olduğu anlamı­na gelmez. Aksine bu sıfatlara sahip olan kimselerin Allah'ı ve Rasûlü'nü de sevdiklerine işaret etmektedir.

Mezkûr ayetle «Allah'ın adı zikredildiğinde kalpleri ürperir» ayeti arasında herhangi bir zıtlık bahis mevzuu değildir. Çünkü bu ayetteki «ürperme, korkma», Allah'ın heybetinden, azametin­den ileri gelmektedir. Yoksa itminanı selbeden bir korku değil­dir.

İmam, kalbin Allah'ın zikriyle sükûnet bulması hususunda bir­çok vecihin bulunduğunu belirtmiştir:

Varlıklar üç kısmıdır.

a) İyi etki yapar ama kendisi etkilenmez.

b) Kendisi etkilenir ama başkasını etkilemez.

c) Başkasını etkiler ve kendisi de etkilenir.

İlki Allah Teâlâ'dır. İkincisi cisimlerdir. Çünkü cismin deği­şik etkilerini ve ayrı vasıflarını kabul etmekten başka bir özelliği yoktur. Üçüncüsü ise ruhanî varlıklardır. Zira bunlar ilâhî huzura teveccüh ettikleri zaman oradan gelen feyizleri kabullenmektedir­ler. Onlar cisimlerin âlemlerine yöneldikleri zaman, onlarda ta­sarruf etme iştiyakına kapılırlar. Çünkü ruhlar âlemi, cisimler âleminin idarecisidir. Bunu bildikten sonra anla ki kalp, cisimler âlemini mütalaa etmeye yöneldikçe onda ızdırap, sallantı ve. kalbi istila eden şiddetli meyi başgösterir. Onda tasarruf etme meyli belirir. İlâhî huzurun mütalaasına yöneldiğinde ise, semadani nur­lar kendisinde var olduğu için sakinleşir ,itminan bulur. Ayrıca kalp herhangi bir makama vardıkça ondan daha üstün olanına intikal etmek ister. Çünkü cisim âleminde mutluluk yoktur, ancak var olan mutluluğun üstünde başka bir mertebe vardır. Kudsî ruhlar ilâhî marifetlerle dolu mutluluk mertebesine vardığında sabit olur, karar bulur, oradan intikal etmeye artık hiçbir zaman güç yetiremez. Çünkü ondan daha yüce ve daha mükemmel bir mutluluk mertebesi yoktur. Ayrıca iksirden bir zerre, bakır bir cismin üzerine düşerse, o altın olur ve uzun zaman durur. Ateşle meydana gelen eritmeye karşılık gösterilir. Bu bakımdan Allah nurunun iksiri bir kalbe düştü mü onu nuranî, safî, tağyir ve te­beddülü (değişmeyi)  kabul etmeyen baki bir cevhere çevirmesi daha evlâdır. İşte bu bakımdan Allah Teâlâ; «İyi bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulurlar» diye buyurmaktadır. (İmamın sözleri burada bitmiştir).

En uygunu şudur: İtminanın sebebi bir nurdur. Allah onu zikrinden ötürü müminin kalbine akıtır. Kalpteki kabalık, vahşet ve benzeri kötü hasletler silinip, süpürülür. [18]

 

Meal                    

 

29- İman edip salih amel işleyenler için mutluluk ve varılacak güzel bir yurt vardır.

30- Böylece biz seni kendilerinden önce birçok ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki sana vahyettiğimizi- onlaa ra okuyasın, oysa onlar Rahmanı inkâr ediyorlar. De ki: «O benim Rabbimdir. O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece Ona tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadir».

31- Eğer  bir Kur'an ki onunla  dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut da onunla   ölüler konuşturul-saydı (o Kur'an bu kitap olurdu). Hayır bütün emir Allah'a ait­tir. İman edenler hâlâ bilmedilermi ki Allah dileseydi bütün in­sanları hidayete erdirirdi.  Allah'ın va'di gelinceye dek devamlı       S olarak inkâr edenlere yaptıklarından dolayı ya ansızın bir belâ dokunacak veya  (o belâ) evlerinin yakınına inecektir. Ta ki Al­lah'ın va'di gelinceye dek.   Kuşkusuz   Allah va'dine   muhalefet etmez.

32- Andolsun senden önce gelen nice peygamberlerle alay edildi ve ben onlara mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Acaba azabım nasılmış?

33- Her nefsin kazandığını gözetleyip murakabe edene (hiç •ortak koşulur mu?). Oysa onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki:

«Onları adlandırın. Yoksa siz O'na yeryüzünde bilemeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz veya anlamsız sözlerden mi (bahse­diyorsunuz?)». Aslında inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.

34- Dünya hayatında onlara bir azap vardır. Ahiret azat» ise daha şiddetlidir. Onları Allah'tan koruyacak kimse de yoktur! [19]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(29) «İman edip, salih amel işleyenler...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet müminler için bir müjdedir. Ayetin metninde geçen «Tuba» kelimesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bazıları­na göre bu kelime «Hayr ve güzellik», İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Ferahlık ve göz aydınlığı», Dahhak'a göre «Gıpta edilmek», Katade'ye göre «En güzel», Nehai'den gelen bir rivayete göre «Çok hayr», bir rivayete göreyse «Keramet» anlamın­dadır. Bu mânâların hepsi de sonuçta güzel geçim ve hayat anla­mına gelmektedir.

İbn Abbas ve İbn Cübeyr'den gelen bir rivayete göre mezkur kelime Habeş dilinde «Cennet» anlamına gelmektedir. Bazıları ise «Tuba»mn Hind dilinde bu anlama (Cennet) geldiğini söylemiş­lerdir.

Kurtubî'ye göre en doğru yorum, Tuba'nın Cennet'te bir ağaç olduğu şeklindeki yorumdur. Nitekim Kutbe b. Abd'dan ri­vayet olunduğuna göre, bedevinin biri Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek Cennet'te meyva olup olmadığını sorar ve Hz. Peygamber de ona; «Evet var. Cennet'te ismi Tuba olan bir ağaç vardır ki o Firdevs'in kemeri mesabesindedir» der.    Bedevi;    «Tuba   bizim   aramızdaki   ağaçlardan   hangısine benzemektedir?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a); «Sizin bil­diğiniz ağaçlardan hiçbirine benzemez. Fakat sen hiç Şam'a gittin mi?» der, bedevî «Hayır» deyince Hz. Peygamber (s.a) «Tuba, Şam'da bulunan ve el-cezve denilen bir ağaca çok benzer. Bir kök üzerinde yetişir, sonra tepede âaVbu&ak salar» şeklinde ona bir cevap verir. Bedevî «Onun aslı amma da büyükmüş!» diye şaş­kınlığını belirtince, Hz. Peygamber (s.a); «Eğer ehlinin develerin­den beş yaşındaki bir deve onun altından yürüdüğünde o devenin ihtiyarlıktan iki boyun kemiği de kırılmadıkça onun kökünü ihata etmesi mümkün değildir» buyurur. (Hz. Peygamber bu sözü ağa­cın büyüklüğünü belirtmek için kinaye olarak kullanmıştır. Yani o bedevinin anlayabileceği tarzda konuşmuştur). Bedevî: «Cen­net'te üzüm de var mı?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) «Evet» diye cevap verir. Bedevî bu sefer Cennet'teki üzümün salkımının büyüklüğünü sorunca, Hz. Peygamber (s.a); «Alaca karganın bir aylık mesafesi kadar» şeklinde cevap verir. (Hz. Peygamber bu sözü de, üzüm salkımının büyüklüğünden kinaye olarak kullan­mıştır ve soranın seviyesine inerek, onun anlayacağı bir tarzda konuşmuştur.) (îmam Ahmed, îbn Cerir, îbn Ebi Hatim, îbn Hib-ban, Tabarani)

Tuba'nın Cennet'te bir ağaç olduğunu açıkça bildiren rivayet­lerin çok olduğu bilinmelidir.

(30) «Böylece biz seni kendilerinden önce...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani; «Biz seni daha önce gönderilenlerinkinden üstün bir gönderilme ile peygamber olarak gönderdik». Allah Teâlâ bunu ifade ettikten sonra Rasûlullah'ı nasıl gönderdiğini açıklayarak onu, kendisinden önce birçok ümmetin geçtiği bir ümmete gön­derdiğini ve onun da peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildir­miştir.

îbn Atiyye ayetle ilgili olarak şöyle demiştir: «Yani, Önceki ümmetlerde adeti icra ettiğimiz gibi (dalalet ve hidayete götür­memizin onların istediği mucizelerle olmayıp, vahiyle olduğu gibi) bu ümmet üzerinde de aynı adeti icra ederek, seni onlara vahiyle gönderdik, onların vuku bulmasını istediği mucizelerle değil, iş­te böylece dilediğimizi saptırır ve tevbe edenleri de hidayete ulaş­tırırız».

Bazı müfessirler ayette geçen «fi» harf-i çerinin «bi» (e, a) an­lamında olduğunu söylemişlerdir. Yani, seni bir ümmete (o üm­mete^ gönderdik. Bazıları da «fi» harf-i çerinin asıl mânâsında (de, da, içinde) olduğunu söylemişlerdir. Yani, seni onların içinde ola­rak gönderdik. Onların bir ferdi olarak, aralarında yetişmiş bir kişi olarak gönderdik.

Katade, îbn Cerir, îbn CÜreyc ve Mukatü'den gelen bir riva­yete göre, Hz. Peygamber (s.a) için bir teselli mahiyetinde olan bu ayet, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hudeybiye Günü'nde sulh için yazılan mektubu görmüşlerdi.

Hz. AH mektubun başına «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla» yazınca müşriklerin temsilcisi olarak orada bulunan Sü­heyl b. Amr; «Biz Rahman olarak sadece Müseyleme'yi biliyoruz» diye itiraz etmiş ve bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil olmuş­tur.

tbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Ku-reyş kâfirlerine, «Rahman'a secde edin» diye emrettiği zaman on­lar: «Rahman da ne imiş?» dediler ve bu -yet nazil oldu

Ancak tüm bu rivayetler uygun görülmediklerinden dolayı za­yıf olarak kabul edilmişlerdir. Çünkü bu rivayetlerin hepsi de, müşriklerin bu ismi Allah'a vermeyi inkar ettiklerini bildirmektedir. Oysa zahire göre onlar bu ismin, müsemmasını inkâr ediyor­lardı.

Şeyhülislam Ebussuud Efendi tefsirinde, «Ve ileyhi Metab» cümlesini «Benim tevbem O'nadır» şeklinde yorumlamıştır. Tıpkı «Günahın için af talebinde bulun» ayetinde olduğu gibi. Yani bu­rada Hz. Feygamber'e tevbe etmesi emredilmiştir. Böylece tevbe-nin fazileti ve Allah katındaki derecesi beyan edilmiş olmaktadır. Ayrıca tevbe etmenin peygamberlerin bir özelliği olduğu da orta­ya çıkmıştır. Dolayısıyla kâfirler de üzerinde bulundukları küfür­den en beliğ ve en ince bir şekilde tevbeye davet edilmektedirler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bu emir geldiğinde, o böyle bir tevbeyi gerektirici herhangi bir günahtan beriydi. Az da olsa böyle bir tev­beyi gerektirici bir günah işlememişti. Madem ki günahı olmadığı halde tevbe kendisine emredilmektedir, o halde küfür ve güna­hın her çeşidine batmış olan kâfirler için de tevbe gereklidir.

Kadı Beyzavî bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: «Benim ve si-zin dönüşünüz Allah'adır. Yani Hz. Peygamber adeta şöyle demiş olmaktadır: «Allah bana merhamet edecek, sizden de intikam ala­caktır. Nitekim Rahman'dan gelen intikam, «Allah'a halimin gaza­bından sığmıyorum» denildiği gibi daha şiddetlidir».

Beyzavi'ye şu şekilde itiraz edilmiştir: Eğer hazfedilenin mu-zafunileyhi mütekellim mealgayr (Biz) zamiri olsa ayetin anlamı «Dönüşümüz sadece O'nadır» şeklinde olur. Bu takdirde «Benim ve sizin dönüşünüz» ifadesi onun tafsilatıdır. Bunu «Metab» keli­mesinin sonundaki «be» harfini esre ile (Metâbi) okuyan hiçkim-se söylememektedir. Çünkü «be» harfinin esre ile okunması, haz­fedilenin «ye» harfi olmasını gerektirir. Ayrıca dönüşümüz tarzın­daki yorum, önceki cümleyle mutabakat sağlamaz. Muhtemelen Beydavi burada, ayette iktifa kaidesinin olduğunu söylemek iste­miş ve buna itibar etmemiştir. Yani «Benim de sizin de dönüşü­müz sadece O'nadır». Söz ilzamen buna delâlet eder.

(31) «Eğer bir Kutan ki onunla dağlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayette kastedilen ya Kur'an'm şanının azametini be­lirtmek onu takdirden aciz olan kâfirlerin düşüncesini çürütmek ya da onların dalâlet ve fesadda inat ettiklerini, aşın tekebbür gösterdiklerini açıklamaktadır.

İlk yoruma göre ayetin mânâsı şöyle olur: Eğer bir Kur'an ki onunla (indirilmesi ve okunmasıyla) dağlar yürütülseydi veya onunla (Tur Dağı'nda olduğu gibi) yer parçalansaydı, o Kur'an bu kitap olurdu. Veya kendisiyle yer parçalanıp içinden nehir ve çeş­meler çıksaydı (ki Hz. Musa'nın taşı yarması böyleydi) ve bu bir kitap ile gerçekleşseydi o bu Kur'an olurdu. Ya da (Hz. İsa'da ol­duğu gibi) okunması ve indirilmesiyle ölüler diriltiiseydi, Ölülerin konuşturulacağı bir kitap bu Kur'an olurdu. Çünkü bu Kur'an Al­lah'ın kudretinin tezahürünü, harikuladeliklerini ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim bir ayette, «Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağın üze­rine indirmiş olsaydık, kesinlikle o dağın Allah korkusundan baş eğerek paramparça olduğunu görürdün» (Haşr: 21) diye buyurul-muştur.

Bazı kimseler de meseleyi şöyle izah etmektedirler: Kur'an'-m muciz bir kitap olduğu açıkça ortadadır, öğüt verme ve inzar etme hususundaki üslûbu gayet mükemmeldir. Müşrikler ayette ge­çen mucizelerin Hz. Peygamberdin (s.a) eliyle zahir olmasını, ger­çekleşmesini istiyorlardı. Onların isteği bunların Kur'an ile mey­dana gelmesi değildi. Ancak onların istekleri Kur'an'ın bu tür ha­rikuladelikleri kapsamadığı noktasında toplandığı için bu mucize­lerin meydana gelmesini Allah Teâlâ Kur'an'a bağladı ve böylece harikaları biraraya getirme hususundaki şanını mübalağalı bir şe­kilde beyan buyurarak, Kur'an'ın her harikuladeliğin kaynağı ve aslı olabileceğini bildirdi. Böylece müşriklerin Kur'an'ın şanı hak­kındaki çarpık fikirleri de ortaya konulmuş oldu.

Müşriklere adeta şöyle denilmektedir:

«Sizin istedikleriniz, eğer hikmetin gereklerinden olsaydı, ke-. sinlikle onların meydana geldiği yer bu Kur'an olurdu».

İşte bu ayette Kur'an'ın yüce şanının belirtilmesiyle, onun mu­arızlarının akli dengelerinin karmaşık olduğu gerçeği gözler önü­ne serilmektedir.

El-Keşf'te şöyle denilmektedir:

Eğer bu sureyi güzelce tahkik edersen buradaki konuşmanın Kur'an'ın hak kitap olduğuna, dünya ve Ahiret mutluluğunu içer. diği noktaya teksif edildiğini göreceksin. Ve yine göreceksin ki saidin saadeti, şakinin şekaveti Kur'an'a karşı takındıkları tavra bağlanmaktadır. Meselâ bir ayette, «Sana Rabbinden indirilen hakkın tâ kendisidir» duyurulurken, sonra onların inkârlarını hay­ret edilecek şekilde belirtmek için «Kâfir olanlar «Niçin ona Rab­binden bir ayet indirilmedi?» derler» diye buyurulrnakta, başka bir ayette de, «Onun davası haktır» denilmektedir. Böylece Kur' an'ın hak oluşu hüccetle sabittir. Daha sonra Allah Teâlâ «Gök. ten bir su indirdi» ayetinde Kur'an'dan ibaret olan hakka misal verdi. Yine sonra, «Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bi­len bir kimse ile, kör olan hiç bir olur mu?» şeklinde sonuç ola­rak bir delil getirdi. «Kâfirler» demek suretiyle onların inkârlarını gözler önüne serdi. Şu anda tefsirini yaptığımız ayetle de Kur'an' m hak olduğunu bir kez daha bildirerek, onun gerçekliğini en be­liğ biçimde ortaya koydu .«Böylece seni gönderdik» ayetiyle önce Peygamber'in, sonra da Peygamber'e inen Kur'an'm azametini be-lirtmekle beraber, onların şiddetle inkarcı olduklarını ve inkârla­rında direttiklerini göstermiş oldu. «Biz onu Arabî bir hüküm olarak indirdik» ayeti ve surenin sonundaki «Allah kâfidir» cümle­siyle Kur'an'in hak olduğunu teyid etti.

«Hayır! Bütün emir Allah'a aittir»; yani oluşumların nirengi noktasının varlık veya yokluk yönünden üzerinde dönmekte oldu­ğu emir Allah'a aittir. O dilediğini yapar ve istediğine hükmeder. Hikmeti neyi iktiza ediyorsa onu yapar .

Buradaki «idrab», şart cümlesinin mantuku itibariyle değil, mucibi mueddası itibanyla iktiza ettiği ölümsüz mânâdadır. Yani eğer bu Kur'an söylenenleri yapsaydı, kesinlikle o, bu Kur'an olur­du. Ancak Allah Teâlâ bunu yapmamış, aksine şu andaki durum ne ise onu yapmıştır. Çünkü emrin tamamı Allah'a aittir.

Bazıları bunun mukadder bir cümlenin yerine atıf olduğunu söylemektedirler. Yani Ey Muhammedi Senin elinde emirden hiç­bir şey yoktur. Aksine emrin tamamı Allah'a aittir!

Ayette geçen «Yey'ese» fiili Kasım b. Muan'ın dediğine göre Hevazin dilinde «Ya'îemu» (bilirler) anlamına gelmektedir. İbn Kelbi bunun en-Neha'dan bir kabilenin dili olduğunu söylemekte­dir. Zahire göre bu fiilin «Ya'lemu» yerine kullanılması hakikat ifade eder, mecaz değildir.

Bazıları bu fiilin aslında ümitsizlik anlamına geldiğini ve fa­kat bilmeyi kapsadığından dolayı —çünkü bir şeyden ümitsiz olan bir kimse onun olmayacağını bilir— «Bilmediler mi?» mânâsında kullanıldığını söylemişlerdir. Ancak bu görüş sahiplerine, «Bu tak. dirde ye's yokluğun bilgisini iktiza eder. Oysa bu fiil varlığın bil­gisi anlamında kullanılmıştır» şeklinde itirazda bulunulmuştur. Cevap olarak ise şöyle denilmiştir: «Yokluğun Umi, mutlak ilmi içerdiğinden dolayı ye's burada ilim karşılığında kullanılmıştır».

«Ye's» kelimesinin «ilim» karşılığında kullanıldığına delil olarak Hz. Ali, İbn Abbas, Ali b. Hüseyin, İkrime, îbn Ebi Müleyke, el-Cuhderî ve Ebu Yezid el-Mederî'nin mezkur ibareyi «Efelem-yetebeyyen» şeklinde okumaları gösterilmiştir. Çünkü bu fiil «bil­dim» anlamına gelen «Tebeyyentu fcesasdan alınmadır. Bu kıraat Hz. Peygamber'e isnad edilmiştir. Bu ümmetin kıraat alimlerinin çoğunluğuna muhalefet değildir. Çünkü onlar «Ye's» kelimesini hemze olmaksızın yazmışlardır. İmam Suyuti'nin aktardığına gö­re Ebu Ubeyde, Said b. Mansur, İbn Münzir, İbn Abbas'tan onun bu kelimeyi «Efelemyey'eselleziyne amenu» şeklinde okuduğunu rivayet etmişlerdir. Bunun anlamı da bilmektir. Yani «Bilmediler mi?»

İbn Cerir, Îbn'ul-Enbari (el-Mesahif), İbn Abbas'tan onun iba­reyi «Efelemyetebeyyen» şeklinde okuduğunu, kendisine mushaf-ta «Efelemyey'es» yazdığı halde niçin böyle okuduğu sorulduğun­da, «Sanırım kâtip bunu uyuklarken böyle yazmıştır» dediğini ri­vayet etmektedirler.

Bu rivayete müthiş derecede kızıp, ona şiddetle hücum eden Alûsi, «Kâtip uyukladığı halde bunu yazıp da «sin» harfinin dişle-rini düz kılmıştır» tarzındaki söz, mtilhid oğlu bir zındık sözü­dür» demektedir. Nitekim bu mesele, Ebu Hayyan'ın «El-Bahr'ul-Muhit» adli tefsirinde izah edilmiştir. Bu bakımdan «El-Durr'ul-Mensur»dan bunu bu şekilde İbn Abbas'tan nakletmek doğru de­ğildir.[20]  

İbn Cerir'in Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre o, mezkur iba­reyi «Efelemyetebeyyen» şeklinde okuyordu.

Îbn'ul-Münzir, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim'in îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre o, «Yey'es»in, «Ya'lem» anlamında olduğunu söylemiştir.

Et-Tasti'nin rivayet ettiğine göre, Nafi b. Ezrak, îbn Abbas'-tan bu kelimenin anlamını sorduğunda o, Beni Malik'in lehçesinde «Efelemyey'es»in «Efelemya'lem» anlamında olduğunu söyler. Na-fi Arapların «Yey'es»uı «Ya'lem» anlamına geldiğini bilip bilme­diklerini sorunca, İbn Abbas Arapların böyle kullandıklarını Ma­lik b. Avf'ın bir şiiriyle istidlal ederek göstermiştir.

Malik b. Avf'ın şiiri şudur:

«Elem tey'esi'UAkyamu enni ene ibnühu Ve in kuntu an Ard'ul-Aşira naiyen»

Îbn'ul-Enbari, Ebi Salih'ten mezkûr fiilin Hevazin dilinde «Efelemya'lem» anlamında olduğunu söyleyerek. Malik b. Avf'ın yukarıdaki şiirini okumuştur.

Ebu Şeyh'in Katade'den rivayet ettiğine göre, mezkûr fiil «Efelemya'ref» (Tanımadılar mı?) anlamındadır.

Ebu Şeyh'in îbn Zeyd'den rivayet ettiğine göreyse, yine bu fiil «Efelemya'lem» anlamındadır. Bazı kimseler bunu «Efetem yete'. beyyen» diye okumuşlardır. Yani Allah'ın bunu yaptığını bilmele­ri için akıl erdirmediler mi ki Allah'ın dilediğini yaptığım bilerek ümitsiz olmasınlar!

îbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, Ebu'l-Aliye'den bu ayetin anla­mının; «Müminler onların hidayetlerinden ümit kestiler. Oysa Al­lah dilerse tüm insanlara hidayet eder» demek olduğunu rivayet etmişlerdir.[21]  

«Bütün insanları hidayete erdirirdi» ifadesi, «müşriklerin istedikleri mucizeleri Peygamber üzerinde göstermek suretiyle tüm insanları hidayete erdirirdi» demektir. Veya, «Onlar tüm emrin Al­lah'a ait olduğunu bildiler, fakat bu bilginin bahsi geçen konuları ilzam ettiğini bilmediler».

Ayetin yorumu nasıl yapılırsa yapılsın, buradaki inkârın red-didir. Gerçeğin, nefsulemirde olanın inkârı değildir, Yani inkâr sadece şart cümlesinin içeriğini bilmediklerine matuf değildir. Ak­sine onun mukaddimelerini (öncülerini) bilmediklerini de kapsar. Adeta şöyle denilmek istenmiştir: «Bilmediler mi ki Allah onların hidayetini dileseydi, onları hidayete erdirirdi. Fakat O bunu dile­medi». Bu yorum tbn Abbas'tan gelen rivayete göredir. Çünkü kâ­firler Hz. Peygamberden (sa) o mucizeleri istediklerinde, mü­minler o mucizelerin Allah tarafından verilmesini arzuladılar ki onlarla iman üzerinde biraraya gelsinler.

«Yey'es» fiili ümitsizlik anlamındaki «Ye's»ten gelmektedir ve meşhur (yaygın) mânâsı da budur. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «İman edenler onların halini bilmediler ki onların iman etmesinden Ümitsiz olmasınlar». Bilmediklerinin delili on­ların Hz. Peygamberden (s.a) istedikleri mucizelerin olmasını istemeleridir. Ayetteki inkâr, bu takdire göre hem atfedilene hem de matufa yöneliktir. Ebu Hayyan başka bir ihtimal daha bulun­duğunu söyleyerek, «Söz, «müminler bilmediler mi ki» bölümün­de tamamlanır, yani bu tam ve takriri bir sözdür. «Müminler, bu imansızların iman etmesinden ümitsiz oldular» anlamındadır» de­miştir.

«En lev Yeşau» cümlesi hazfedilmiş bir yeminin cevabıdır. Yani, «Yemin ederim ki Allah dileseydi tüm insanları hidayete er­dirirdi».

îbn Ebi Şeybe ve îbn Münzir, Şa'bi'den şöyle rivayet etmekte­dirler:

Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a) şu teklifi getirdiler: «İddia ettiğin gibi eğer peygamber sen, Mekke'nin bu iki dağım, sağ ve solundaki dağlan, dört veya beş günlük bir mesafeye kaydır. Ki meydan açılsın ve biz de orada ziraat yapalım, hayvanlarımızı otla­talım. Ayrıca Ölmüş atalarımızı bize getir ki bizimle konuşsunlar da senin peygamber olduğunu bize haber versinler. Ya da bizi Şam'a, Yemen'e veya Hire'ye götür de bir gecede gidip-gelelim. Çünkü sen zaten bunu yaptığını iddia ediyorsun!» îşte bunun üze­rine mezkûr ayet nazil oldu.

İbn Cerir ile Ebu Şeyh'in îbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e; «Şu Kur'an ile dağlan yürüt, onunla arzı parçala ve yine onunla bizim ölülerimizi dirilt» deme­leri üzerine bu ayet nazil olmuştur.

Bu rivayet gibi, bu fiillerin Kur'an'a isnad edilmesi şeklinde herhangi bir mazerete ihtiyaç yoktur. ŞaTri'nin rivayetindeki yerin parçalanması ile kastedilen, yürümek suretiyle yeri kesmektir. Daha önceki gibi yorumlamamızın delili Ebu Nuaym'ın Delail'ia-de Zübeyr b. Avvam hadisidir;

Bu hadise göre «En yakın akrabalarını korkut» ayeti nazil olduğunda Hz. Peygamber Ebu Kubeys Dağı'na çıkarak; «Ey Ab­di Menafin aile efradı! Muhakkak ki ben bir uyana ve bir pey. gamberim» diye seslenince, tüm Kureyşlüer Hz. Peygamber'in (s.a) etrafını çevirdi. Hz. Peygamber onları teskin etmeye, uyarmaya devam etti. Onlar: «Sere kendisine vahyedilen bir peygamber oU duğunu iddia ediyorsun. Oysa Süleyman'a rüzgâr ve dağlar, Mu­sa'ya deniz boyun eğdirünûşti. Sen de madem ki peygambersin, o halde Allah'a dua et de, şu dağlan bizden uzaklaştırsm. Topraktan bize ırmaklar çıkarsın ki biz de orayı nadas edelim, ziraat yapahm veya Allah'a dua et de bizim için Ölüleri diriltsin. Biz onlarla, onlar da bizimle konuşsun ya da Allah'a dua et de şu ayağının al­tındaki kaya parçalanm altına çevirsin. Biz onlan söküp kışın ve yazın Şam'a, Yemen'e yaptığımız o zorlu yolculuklarda zengin ola' hm. Çünkü sen o peygamberler gibi olduğunu iddia ediyorsun» dediler ve işte o zaman İsra Suresi'nin 59-61. ayetleriyle Ra'd Suresi'nin 31. ayeti nazil oldu.

«Allah'ın va'di gelinceye dek devamlı olarak inkâr edenlere yaptıklarından dolayı ya ansızın bir belâ dokunacak veya (o belâ) evlerinin yakınına inecektir». Burada sözkonusu edilen «karia» (Belâ) bir şeyi diğerine çarpmak, vurmak anlamındaki «el-Kar» kökünden gelmekte ve ayet içinde «sahibinin kalbini parçalayan felaket» anlamında kullanılmaktadır.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «Karia»6sn maksat, Hz. Peygamber'in gönderdiği küçük askeri gruplar (seriyyeler) dır. Onlar Allah'ı inkâr eden müşriklerin mallarını talan eder, on­lara ani baskınlar düzenler ve evlerinde onlara hücum ederlerdi.

Bazıları «Ev tefıellu» fiilinin faili olarak Hz. Peygamber'i (s.a) göstermektedirler. Kastedilen Hz* Peygamber'in müşriklerin yurt­larına yakın bir yere konması, yani Hudeybiye'ye gelmesidir. Bu yoruma göre «Allah'ın va'di» ise Mekke fethidir. Taberi, bu yoru­mu îbn Abbas, Mücahid ve Katade'ye nispet etmektedir. Bu görüş aynı zamanda Mukatil ve îkrime'den de rivayet edilmiştir.

îbn Atiyye'ye göre «kâfirler» ile Kureyş ve Arap kafirleri, «Karia» ile de Hz. Peygamber'in onlara baskın yapan askeri bir-likleri kastolunmaktadm

Hasan Basri ile îbn Said'den gelen rivayete göre, «Kâfirler» ile dünyadaki tüm kâfirler kastedilmektedir. Çünkü bu husus Kı-yamet'e kadar tüm kafirler için geçerlidir.

Kadı Beyzavi  ayetle ilgili  olarak şunları  söylemektedir: Bu ayet Allah'ın va'dinden dönebileceğini öne süren kimsenin iddia­sını iptal etmektedir. Ayet her ne kadar kâfirler hakkında inmiş-de lafzın umumuna bakılmalıdır. Sebebin özel oluşuna itibar dilmez. Bu umum fasıklar hakkında gelen tüm tehditleri içer-inektedir.

îmam, «Hulf (va'dden dönmek) ayrı, umumu tahsis etmek ayrı bir şeydir. Biz, «Allah va'dinden döner» demeyiz, fakat affa delâlet eden ayetlerle, tehditle ilgili umumları tahsis ederiz» de­mektedir.

(32) «Andolsun senden önce gelen nice...» Bu Ayetin Tefsiri

«Emleytu» fiili, «Bir zamana kadar onları yaptıklarıyla haş­haşa bıraktım» demektir.

Bu ayet Hz. Peygamber (s.a) için bir teselli olduğu kadar, müşriklerin alaylarına maruz kaldığından dolayı kendisi için bir sabır ve telkindir. Allah Teâlâ, yalanlandığı, getirdiği ayetlere iti­bar edilmediği ve kendisinden başka mucizeler istendiği için, pey­gamberini teselli etmektedir. Bütün bunlar esasında istihzadır ve kâfirler için de ilâhî bir tehdittir. Allah Teâlâ burada Rasûlü'ne şöyle demektedir: «Bu, sadece senin için geçerli bir durum değil­dir. Senden önceki peygamberlerin de başına aynı şeyler gelmiş­tir. Ancak o peygamberlere bu şekilde davrananlara bir zamana kadar mühlet vermişiz, sonra da yaka-paça yakalayarak, helak et­mişizdir». Bu ayet ayrıca peygamberlerle alay etmenin de küfür olduğuna işaret etmektedir.

(33) «Her nefsin kazandığım gözetleyip...» Bu Ayetin Tefsiri

«Kaimun» murakıp, yardımcı demektir. Her insanın işlediği hayn ve şerri murakabe eden, kendisine hiçbir şeyin gizli kalma­dığı, her fiile müstahak olduğu cezayı mutlaka veren, ancak Allah Teâlâ'dır.

Kurtubi'nin Dahhak yoluyla naklettiği bir rivayette bildirilen, «Bununla insanları korumakla görevlendirilen melekler kastedil­mektedir» şeklindeki yorum, ayetin ruhuna kesinlikle ters düş­mektedir. Hiç kimse böyle bir yoruma itibar etmemiştir.

«Men» lafzı mübtedadır ve haberi hazfolunmuştur. Yani «Bu vasıflara sahip olan zatı kibriya, bunlara sahip olmayan bir kimse gibi olur mu?.. Buradaki «hemze» istifam-ı inkâriyedir. Hemzeden sonra gelen «Fe» harfi ise inkârı mümaselete yöneltmek içindir. Yani Allah'ın peygamberlerle alay edenlerin başına getirdiği felâ­ket ve bir süre mühlet verdikten sonra, onları azaba duçar etme­si bilindikten sonra böyle bir münasebet mümkün değildir.

«Oysa onlar Allah'a ortaklar koştular» cümlesi müsta'nifedir ve daha önce mukadder olduğunu söylediğimiz habere delâlet eder.

Bazı müfessirler, bu cümlenin «kesebet» üzerine atfedilebile­ceğini söylemişlerdir. Fakat bu da oradaki «ma» edatının maşta-riyye olması, mevsul olmaması halinde böyledir. Bu cümlenin «hâl» olması da mümkün görülmüştür. Yani; «Vasıfları böyle olan zaUı kibriyat bunlara sahip olmayan kimse gibi midir? Oysa onlar Allah'a bir değil birçok ortaklar kılmışlardır».

Hall'il-Ukad sahibi, mâna hal olması üzerinedir. Yani «her nefis Üzerine kaim olan, onu murakabe eden ve onun işlediğini gözetleyen varken, ©nlar O'nun için birçok ortaklar edinmişler­dir» demektedir.

Burada Allah Teâlâ'nın ismini açıkça zikretmeyip onun yerine bir sıfat kullanılması tefhim içindir.

«Onları adlandırın!» ifadesi susturma üzerine susturmadır. Yani o Allah'a ortak kıldıklarınızın adlarını söyleyin! Kimdir on­lar? İsimleri nedir?

Ebu Hayyan, tefsirinde şöyle demektedir:

Yani, Allah'a ortak koştuklarınız anılmaya, isim almaya bile lâyık değillerdir. Çünkü ancak yarar ve zarar verebüen bir şey isimlendirilebilir. Bunlar içinse böyle bir şey sözkonusu bile de­ğildir.

Allah Teâlâ, bu ifadeyi tehdit olarak kullanmaktadır. Yani is­ter adlandırın, ister adlandırmayın, onlar hakaret derecesinde Öyle bir derekeye düşmüşlerdir ki akıllı bir insanın dönüp kendile­rine bakmasına, iltifat etmesine bile müstehak olamamışlardır.

zYoksa siz G'na yeryüzünde bilemeyeceği bit şeyi mi haber veriyorsunuz?»; yani ibadete müstehak olan ve Allah'ın da bilme­diği şeyleri mi 0'na haber veriyorsunuz? Oysa böyle bir şey yok­tur. Çünkü Allah'ın ilminden zerre kadarı dahi ne yeryüzünde ne de gökyüzünde gizli değildir. Madem ki Allah bunları bildirmiyor, demek ki bunların hakikati yoktur.

Ayette özellikle «Yeryüzü»ntin zikredilme nedeni şudur: Müş­riklerin iddiasına göre Allah'ın ortaklan sadece yeryüzündedir, gökyüzünde değil. Bizahirin min'eUKavl»; yani asanda mevcut olmayan bir mânâ ile sadece sözün kabuğuyla, onların Allah'ın ortaklan ol­duğunu söylüyorsunuz. Mesela zenciye «Kafur» denir. Oysa zenci «Kafur» değildir. Sadece Kafur gibi simsiyahtır.

Bu ifade, «Bunlar onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir» ayetindeki ifade gibidir.

Dahhak ve Katade «KavVın zahiri» ile «Bâtıl sözün» kastedil­diğini söylemişlerdir. Zahirin, zail mânasında olduğunu öne sü­renler olmuşsa da bu tür yorumlar birer zorlamadır.

Cübbai'ye göre, bu tabir ile kastedilen, «Allah'ın indirdiği ve içinde putlara «Hak mabud» adının verildiği bir kitabın zahirin­den mi haber veriyorsunuz? (veya haber verin)» şeklindeki bir anlamdır.

Ayetin anlamı kısaca, o ortak koştuklarının ibadete lâyık ol-la tedir.

duklanna dair akli ve nakli delilin bulunmadığını ihsas ettirmek-

«Aslında inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi»; yani onlar önce putlarının Allah'ın ortaklan olduğuna inandılar. Bâtılı çeşit­li şekillerde hakikat olmadığı halde hakikat imiş gibi gösterdiler. Bundan sonra dalâlet üzerinde çok yürüdüklerinden dolayı onu bir şey zannettiler. Yani onların kendi nefislerini aldatmaları on­lara süslü gösterildi.

«Ve onlar doğru yoldan alıkondular». Onlan hak yoldan alı­koyan, ya onların kendi hileleridir ya da Allah Teâlâ'dır ve onların kalbini mühürlemiştir. Veya şeytandır ki onlan vesvese ile yol­dan çıkarmıştır.

Kıraat alimlerinden îbn Kesir, Nâfi, Ebu Amr ve İbn Amr, «Suddu» (meçhul fiil) yerine «Saddu» (malum fiil) okumuşlar: dır. Yani onlar, halkı iman etmekten alıkoydular.

(34) «Dünya hayatında, onlara bir azap.,.» Bu Ayetin Tefsiri

Dünya hayatında onlar için olan o zor azap, öldürülmeleri, tutsak edilmeleri ve kendilerine isabet eden diğer felaketlerdir. Tüm bunlar küfürlerine karşılık, Allah Teâlâ'nın bir cezası olarak kendilerine verilmiştir. Mümin bir kimsenin başına böyle bir şey gelmesine gelince, o da sevap ve derecelerinin yükselmesi nedeniy­ledir. Ahiret azabı daha şiddetli ve sürekli olduğundan dolayı, bun­dan daha şiddetli ve daha korkunçtur.

«Onları Allah'tan koruyacak kimse de yoktur»; yani onlan Al­lah'ın azabından koruyacak kimse yoktur. [22]

 

Meal

 

35- Takva sahiplerine va'dolunan cennetin misali şöyledir: Altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgesi daimidir. İşte bu sa­kınanların sonudur. Kâfirlerin sonu ise  ateştir.

36- Kendilerine kitab verdiklerimiz, sana indirilenden dola­yı hoşnut olurlar. Fakat  (karşıt)  gruplardan onun bir kısmını inkâr eden vardır. De kî: «Bana sadece Allah'a kulluk  etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu.  Ben yalnız Ona  sığını­rım ve dönüşüm yalnız O'nadir».

37- İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak, indir­dik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyar­san işte o zaman senin için Allah tarafından ne bir dost ne de bir koruyucu olur!

38- Andolsun senden önce nice peygamberler gönderdik. On­lara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmaksızın hiçbir peygamber için bir ayet  (mucize)  getirme imkânı yoktur. Her şeyin yazılı bir süresi vardır.

39- Allah dilediğini silip, iptal eder, dilediğini de sabit kı­lar.  (Tüm)  kitab(lann) aslı Onun yanındadır.

40- Biz onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstersek de veya (ondan önce)  seni öldürsek de, sana ancak tebliğ etmek düşer. Hesab yalnız bîze aittir.

41- Bizim yeryüzüne gelip, onu   uçlarından   eksilttiğimizi görmediler mi? Allah  (dilediği gibi) hükmeder. O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur ve O hesabı çabuk görendir.

42- Onlardan öncekiler de  (peygamberlere   ve müminlere) tuzak kurmuştu. Oysa bütün tuzaklar Allah'ın elindedir. Çünkü her nefsin ne kazanacağını bilir. Bu yurdun  (dünyanın)  sonu­nun kimin olduğunu (yakında) kâfirler de bilecektir! [23]

 

Birayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(35,) «Takva sahiplerine va'dolunan cennetin...» Bu Ayetin Tefsiri:

Ayetin başındaki «Mesel», durum, sıfat anlamında kullanılmış­tır. Yani Cennet'in sıfatı, misali demek oluyor. Ebu Şeyh bu görü­şü İkrime'den rivayet etmiştir.

Nitekim «mesel» kelimesi başka bir ayette de sıfat anlamın­da kullanılmıştır: «En yüce mesel Allah içindir»; yani en yüce. sı­fat Allah'ındır.

Ebu Ali'ye göre «mesel» kelimesinin lügat bakımından bu mâ­nâda kullanılması doğru değildir. Çünkü lûgatta bu kelimenin «sı­fat» anlamına geldiği görülmemektedir. Kelimenin buradaki anla­mı benzetmedir. Yani muttakiler için cennetin misali (teşbihi) an­lamındadır.

MÜdekkiklerden bazılarına göre, «mesel» kelimesi üç anlam­da kullanılmıştır:

1) Teşbih (benzetme)

2) Darb-ı mesel (Örnek verme)

3) Garip sıfat

Müfessirlerin çoğu, ayette geçen kullanımı üçüncü şıkla tef* sir etmişlerdir.

«Mesel» kelimesi grainatik bakımdan mübtedadır. Sibeveyh'e göre haberi hazfolunmuştur. Yani Cennet'in sıfatı sana okunan (veya anlatılan) Kur'an'da belirtilecektir.

«Yemişleri ve gölgesi daimidir» cümlesinde geçsn «yemiş» ile orada yenilen her türlü nimet kastedilmektedir. Meallerde oldu­ğu gibi sadece meyvalarla yorumlanmamalıdır. Daimi olmasının anlamı tükenmez, bitmez demektir. İbrahim et-Teymî'ye göre, dai­mi olması lezzetinin sürekli olması demektir. Yani insan acıkınca lezzeti fazla olur, doyunca azalmaz. Lezzet süreklidir.

Ancak bu yorum ifadenin, zahirine ters düşmektedir. Bazı nıü-fessirler meallerde olduğu gibi, yiyecekleri meyvalarla tefsir et­mektedirler. Çünkü dünya bağlarında, bahçelerinde (Arapçası cennetlerde) sadece meyvalar vardır. Ancak Ahiret'teki cennette meyvalardan başka nimetler de va'd olunmaktadır.

«Zili» (gölge) kelimesi aslında, Güneş'in zıddıdır. Gölgenin de­vam etmesi onun hiçbir zaman yok olmamasıdır. Dünyadaki göl­geler Güneş'le ortadan kalkar, ama Cennet'teki gölgeler ortadan kalkmaz. Çünkü orada rivayet ehlince yaygın olan kanaate göre Güneş yoktur ya da varsa bile etkisi yoktur.

«Zili» kelimesiyle izzet ve refah da kastedilmiş olabilir. Yani Cennet'teki izzet, rahat ve refah hayatı süreklidir.

Harice b. Mus'ab'tan tbn Münzir ile Ebu Şeyh'in rivayet et­tiklerine göre, o Cehn b. Safvan ve takipçilerini Cennet'in sürek­liliğini inkâr ettikleri için tekfir etmiştir.

El-Kadı bu ayetle, Cennet'in şu anda (hâlen) yaratılmış olmadığına delil getirmiştir. Çünkü eğer Cennet şu anda yaratılmış ol­saydı, yokluğa gitmesi, yiyeceklerinin kesilmesi gerekirdi. Çünkü Allah Teâlâ, «Allah'ın zatı hariç her mahlûk helak olacaktır» diye buyurmuştur. Ancak bizim tefsire çalıştığımız ayet ise Cennet'te­ki yiyeceklerin tükenmeyeceğini anlatmaktadır. Bu bakımdan Cennet henüz yaratılmış değildir. Şu anda göklerde bir Cennet'in olduğunu ve Allah Teâlâ'nın peygamberleri, şehit ve sıddıklan ora­larda nimetlendirdiğini inkâr ediyor değiliz. Ancak dediğimiz şu­dur: Ebedî Cennet insanlar haşrolunduktan sonra yaratılacaktır.

İmam, el-Kadı'nın görüşüne şu şekilde itiraz etmektedir;

O iki delille, yani «Allah'ın zatı hariç her mahlûk helak ola­caktır» ve «Cennet'in yemişleri ve gölgesi daimidir» ayetiyle istid­lal etmiştir. Biz bu iki kaziyyeden birini tahsis ettiğimizde, delil sakıt olur. Biz bunlardan birini, şu anda mahlûk olduğuna delâ­let eden delillerle tahsis ettiğimizden, el-Kadı'nın delili çürütül­müş olmaktadır.

Bazıları da cevap olarak şöyle demişlerdir:

Daimilik üe kastedilen hakiki mânâdır. Yani mutlak anlamda ona yokluk (fena) isabet etmez. Yemişlerin devamından maksat ise nev'inin devamıdır. Yine ayetteki helâktan maksat, şahısların helakidir. Şahısların helakıyla birlikte nev'in kesilmemesi müm­kündür. Yani her muayyen şahsın helaki ancak benzerinin varlı­ğından sonra olur. îşte bu yorum alimlerin çoğunun, «Cennet üze­rinde bir lâhza dahi olsa yokluk tarayan etmez» demesine bina-endir. Fakat bazı kimselerin «Cennet üzerine bir an yokluk gelir» demeleri nedeniyle böyle bir delil tamam değildir. Çünkü bundan anlaşılıyor ki nev'i de kesinlikle sonuçlanacaktır.

(36) «Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana...» Bu Ayetin Tefsiri

Maverdi'nin ifade ettiğine göre bu ayet, İncil ve Tevrat ehlin­den iman edenler hakkında nazil olmuştur. Abdullah b. Selam gibi Yahudilerle, Hıristiyanlardan iman eden seksen kişi. Bunlardan kırkı Necranlı, sekizi Yemenli, otuz ikisi de Habeş Hıristiyanlany-dı.

Kastedilen bu kimseler olduğu takdirde, «Kitap» ile anlatıl­mak istenen Tevrat ve İncil'dir. Bu ayetteki «gruplar»6an maksat da Tevrat ve İncil ehlinin gruplarıdır. Bunlar Hz. Peygamberce karşı tavır almışlardı. Meselâ Ka*b b. Eşref ve arkadaşları veya Necranlı papazlardan es-Seyyid ile Akib bunlar arasındadır. Çün­kü «Ahzab», «Hizb»ia çoğuludur. Hizb ise bir hususla ilgili olarak biraraya gelen bir grup insan demektir. Onlar Hz. Peygamber'e düşmanlık için biraraya gelmişlerdi. Kur'an'ın kendi kitaplarına uygun olmayan kısımlarını inkar ediyorlardı. Hoşlanmasalar bile, kitaplarına uygun olan kısımları inkâr etmezlerdi.

tbn Abbas ve îbn Zeyd'den gelen rivayete göre bu ayet, sade­ce Yahudilerden müslüman olanlar hakkındadır. Bu rivayete gö­re, «eUKitap» ile kastedilen Tevrat'tır. Gruplar ise Yahudilerin kâ­firleridir.

Mücahid, Hasan Basri ve Katade'den gelen rivayete göre, «el-leziyne» üe bütün ehl-i kitap kastedilmektedir. Çünkü onlar kendi kitaplarına uygun plan Kur'an ayetleriyle sevinirlerdi. Bazılarına göre ayetten anlaşılan şudur: Onlardan bir kısmı, kitaplarına uy­gun olan ayetlerle sevinirler, bir kısmı da üzülürler ve kitapları­na uygun düsen ayetleri inkâr ederlerdi ki içlerinden kimse recm meselesinde olduğu gibi Hz. Peygamber'e inanmasın.

Bazıları «elleziyne» ile mutlak manâda müslümanların kaste­dildiğini ve ehl-i kitaptan ya da ehl-i Kur'an'dan olmalarının far-ketmeyeceğini söylemektedirler. Gruplar ile kastedilen de, Yahu­di, Hıristiyan ve Mecusilerdir. Çünkü bunlar Kur'an'ın birçok kıs­sasını inkâr etmektedirler.

İbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre, «eUKitap» ile kastedilen Kur'an'dır. Onların sevinmeleri ise, sevinçlerinin sürek­liliği ve arttığıdır.

Diğer müfessirlerden bazıları ise gruplar ile cahiliye dönemin­deki Arap müşriklerinin gruplarının kastedildiğini söylemişlerdir. Mukatil ise daha ileri giderek, gruplar ile iman etmezden önceki Beni Ümeyye, Beni Muğire ve Âl-i Ebu Talha'nın kastedildiğini id­dia etmiştir.

«De ki: Bana sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koş­mamam emrolundu» cümlesi Ebussuud Efendi'nin de buyurduğu gibi kafirleri ilzam etmek ve inkârlarını reddetmek içindir. Yani onlara de ki: «Bana indirilenin içinde Allah'a kulluk etmekle ve Ö'nu birlemekle emrolundum. Sizin bunu inkâr etmeye gücünüz yetmez. Çünkü tüm peygamberler ve gelen tüm kitaplar bunun üzerinde ittifak halindedir; O halde sizler niçin Üzeyr'i ve İsa'yı Allah'a ortak koşuyorsunuz?». Görüldüğü gibi bu anlam, grupları İncil ve Tevrat ehlinin kâfirleriyle yorumlamamız halinde bu şe­kildedir.

îmam'a göre bu ayet yaratma ve diriltme konusunda kişinin muhtaç olduğu her hususu içermektedir. Mesela, «De ki: Bana sa­dece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu» cümlesi de aynı şekilde sorumluluk konusu olan her şeyi içine almaktadır.

«Ben yalnız Allah'a çağırırım» cümlesi de Hz. Muhammed'in  (s.a) nübüvvetine  işaret  etmektedir.   «Dönüşüm yalnız Ö'nadır» cümlesi ise haşr ve Kıyamet'in meydana geleceğine işarettir.

(37)  «İşte böylece biz Onu...» Bu Ayetin Tefsiri

İlk gelen şer'i meselelerin veya nesholunanlann yerine gelen meselelerin inkârına gidenlerin, buradaki hikmet beyan olunmak suretiyle reddine başlanmaktadır.

«Kesalike» (Böylece) ism-i işareti «Enzelna» fiilinin mâsdan-dır ki bu takdirde manâ «Esasları içeren ve üzerinde ittifak edilen çeşitti muvafık fer'leri kapsayan tenzil gibi sana Arapça bir hük­mü indirdik» şeklinde olur.

Kur'an'ın bir kısmının hüküm olmamasına rağmen hüküm ola­rak bu ayette belirtilmesinin nedeni, onu gözetmenin ve koruma­nın vacip olmasının hakikatim ifade etmek içindir. «Arap diliyle tercüme edildiği halde sana bir hüküm indirdik» demek Kur'an'­ın dilinin Arapça olmasının onların ihtilaf ettikleri noktalardan birisi olduğunu göstermektedir. Yani diğer kitaplara muhalif olan noktalardan biri de onun Arapça nazil olmasıdır. Oysa Arapça in­mesi, gerçeğin muktezasıdır ve bu şekilde indirilmesi anlaşılması­nı kolaylaştırır. Araplara nisbetle onun muciz oluşunu ispatlar. Diğer milletlere nisbetle, muhtemelen bunun hikmeti, bu ayetin zikredilenlerin bilinmesine vesile olacak ilimlerin Öğrenilmesine insanları çağırmasıdır.

Bazılarına göre, «Kezalike» ile yapılan işaret diğer peygamber­lere indirilen kitaplardır. Yani nasıl senden önceki peygamberlere kitaplar indirdiysek onun gibi sana da bu kitabı indirdik.

Nitekim «Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler» İfadesi, Allah'ın o kitapları indirdiğini tazammun eder. «Arapça Kur'an» ifadesi, önceki kitapların, gönderildikleri kavmin diliyle indirilmiş olmaları gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, «Biz her peygamberi kavmi­nin diliyle gönderdik» buyurmuştur.

Şii müfessirlerden Tabersî, ayetteki «Hükm» kelimesinin «hik­met» anlamında olduğunu söylemektedir. Nitekim «Ona hükm   nübüvvet verdik» ayetindeki «hükm» kelimesi de ona göre «hik­met» anlamında kullanılmıştır.

Mutezile, bu ayetle Kur'an'ın «Hadis» olduğuna dair birçok delil getirmiştir.

1- Allah Teâlâ Kur'an'ın münezzel olduğunu ifade etmekte­dir. Münezzel olmak ancak hadis (sonradan) olmakla mümkün, dür.

2- Allah Teâlâ Kur'an'ı Arapça olmakla vasıflandırmakta­dır. Arapça ise sonradan olmuştur ki, bu da Kur'an'ın muhdes ol­duğunu gösterir.

3- Mezkur ayet Kur'an'ın Arapça bir hüküm olarak geldiği­ne delâlet eder. Kılınan bir nesne ise muhdestir.

İmam, Mutezilece cevaben şöyle demektedir:

«Harf ve seslerden olanın muhdes olması Eşarilere ve Mute-zile'ye göre su götürmez bir hakikattir. Hanbelilere gelince, onlar laîzî kelâmın kadîm olduğunu savunmaktadırlar»,

«Eğer sana gelen bu ilimden scmra, onların arzularına uyar­san, işte o zaman senin için Allah tarafından ne bir dost ne de bir koruyucu olur» tarzındaki ilâhî tehditler kâfirlerin, Hz. Peygam­ber'in kendilerine tabi olabileceğine dair ümitlerini kesmek ve müminleri do din Üzerinde sebat etmeye teşvik içindir. Bu gibi ilâhî tehditler Hz. Peygamber'in bu tehditlere, uyarmalara muhtaç olduğu anlamına gelmez. îşte bu noktadan hareketle bazı alimler hitabın burada Hz. Peygamber'e. olmayıp, başkalarına olduğunu söylemişlerdir.

(38) «Andolsun senden önce nice peygamberler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, senin nasıl eşlerin ve çocukların varsa, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin de eşleri ve çocukları vardı.

Îbn'ul-Kelbi'nin rivayet ettiğine göre, Yahudiler Hz. Peygam­ber'! (s.a) ayıplayarak; «Bu adamın kadınlardan ve onları nikâh-Utmaktan başka bir gayesi yok. Eğer iddia ettiği gibi peygamber olsaydı, bu iş onu kadınlardan alıkoyardı» dediler. Bunları red­detmek için de mezkûr ayet nazil oldu. Çünkü bu ayet, evlenmenin peygamberliğe ters olmadığını ortaya koymaktadır. Peygamberlik ile evliliğin arasını cemetmek mümkündür. Nitekim daha Önceki peygamberler de bu yolu izlemişlerdir. Zikredildiğine göre Hz. Süleyman'ın tiçyüzü nikâhlı olmak üzere yediyüz hanımı vardı. Hz. Davud'un ise yüz hanımı bulunuyordu. Bu Hz. Peygamber'in hanımlarının hakkını en mükemmel şekilde yerine getirdiği hu­susunda, hem melekî hem de beşerî kemalinin fazlalığına delâlet eden bir delildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bazen birkaç gün aç kalırdı. Mübarek karnının üzerine bir taş bağlar, buna rağmen ay­nı gecede bütün hanımlarının odalarını ziyaret edebilirdi. Açlık onu bu vazifeyi yapmaktan alıkoymazdı.

Hz. Peygamber'in birçok hanımla evlenmesinin birçok hikmet ve yararları vardır. Eğer onlardan hiçbiri olmasaydı da sadece hanımların onun alenî taraflarına vakıf olmaları sözkonusu olsay­dı, yine yeterliydi. Bunun nedeni şudur: Kadınlar ne olursa olsun sırlarını saklayamazlar. Şayet Hz. Peygamber'den gizliliğine ve aleniyetine muhalif bir durum olsaydı, kadınlar çok olmalarına rağmen onu bilirlerdi. Eğer onu bilselerdi —ki bu kadınların tabi­atının bir icabıdır. Hele kumaların durumu, o da böyledir onu ifşa ederlerdi. Rivayetlere muttali olan ve bu t ahir kadınlardan nakledilen haberleri bilen kimseler, onların Hz. Peygamber'in giz­li yönleriyle ilgili gizli bir tek şey bırakmayıp, her şeyi ifşa ettik­lerini bilirler. Nitekim bu hususta, şu rivayeti nakletmek yeterli­dir:

«Sahabeler cinsi ilişkide bulunan bir kimsenin menisi gelme-diği takdirde, kendisine gusletmenin vacip olup olmadığı husu­sunda ihtilaf ederler ve bu hususu Hz. Aişe'ye sorarlar. Hz. Aişe ise şöyle der: «Dinde utanma olmaz! Biz Hz. Peygamber ile bunu yaptık ve ikimiz de yıkandık».

Rivayetlere göre Yahudiler, Hz. Peygamber'in evlenmesine ve kendileri tarafından istenilen mucizeleri getirmemesine hücum et­tiklerinde, şu ayet nazil olmuştur: ((Allah'ın izni olmaksızın hiçbir peygamber için bir ayet (mucize) getirme imkânı yoktur»; yani buna daha Önceki peygamberlerin gücü de yetmezdi.

«Ecel» kelimesi vakit, süre, «Kitap» kelimesi ise muayyen bir hüküm anlamındadır. Yani her vakit için muayyen bir hüküm vardır ki kulların üzerine yazılmıştır. Bu da hikmetin iktizasına göre olmuştur. Çünkü bütün şeriatlar dünyada ve Ahiret'te insan­ların hallerini ıslah etmeyi gaye edinmişlerdi. O halde zamanın değişmesiyle, hallerinin değişmesi bu hikmetin gereğidir. Tıpkı hastanın durumunun değişmesiyle birlikte kendisine verilen ilâç­ların da değiştirilmesi gibi.

Bu ayet bazılarına göre, birtakım hükümlerin neshi dolayısıyla müşriklerin Peygamber'in getirmiş olduğuna saldırmalarını reddetmektedir. Nitekim daha önceki cümlede, «O bizim istediği­miz mucizeleri getirmiyor» diye Peygamber'e yönelttikleri ten-kidler de reddedilmişti.

(39) «Allah dilediğini silip iptal eder..,» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette Allah'ın dilediği ile kastedilen nedir? Yine silip iptal ettiği nedir? îşte bu hususta çeşitli görüşler öne sürülmüştür.

İkrime; «Allah tevbeden dolayı bütün günahları siler, onların yerine iyilikleri koyar. Nitekim Allah tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen müminlerin günahlarını iyiliklerle değiştirece­ğini buyurmuştur» demektedir.

İbn Cübeyr ise, «Allah kullarının günahlarından dilediğini af­feder, dilediğini affetmez» demektedir. Yine aynı kişi, «Allah eceli yaklaşan kimseden» dilediğini affeder, dilediğini sabit kılar» de­mektedir.

Hz. Ali ise, «Allah nesillerden dilediğini siler, dilediğini sabit küar. Nitekim ayetlerde «Kendilerinden önceki nesillerden helak ettiklerimizin ne kadar çok olduklarını görmüyorlar mı?», «O he­lak olanların ardından başka nesiller inşa ettik» diye buyurulmuş-tur» demektedir.

Er-Rabi, «Bu silip iptal veya tespit etmek işi, uyku halindeki ruhlarda olur. Allah Teâlâ kimin aniden ölmesini dilerse, onun ruhunu kabzeder, bırakmaz. Kimin bekasını irade ederse, onun da ruhunu kendisine geri gönderir» demektedir. Delü ise «Allah Ölümleri anında, nefisleri öldürür» ayetidir.

îbn Abbas ve Dahhak'tan gelen bir rivayete göre, ayetin anla­mı şöyledir: «Allah Teâlâ, hafaza meleklerinin defterinden hasene ve seyyie olmayan şeyleri siler. Çünkü melekler her söz ve fiili yazmakla mükelleftirler. Allah, hasene ve seyyie olan söz ve fiil­leri o defterde sabit kılar».

Bazılarına göre, Allah bazı varlıkları siler, insanlardan hay­vanlardan, bitkilerden ve ağaçlardan bazılarının da vasıf ve hal­lerini tesbit eder. Bazılarına göre de Allah dünyayı siler, Ahiret'i sabit kılar.

Hasan Basri'nin yorumu ise şöyledir:

«Bu ayet Ademoğullan'nm ecelleri hakkında gelmiştir. Allah Teâlâ, Kadir Gecesi'nde onlan yazar ve Şaban'ın ortasında gece­leyin Ölülerin ecellerini yazar. Böylece diriler divanından (defte­rinden Jbazı insanları siler ve ölüler defterinde sabit kılar».

Süddi, ayetin yorumu hakkında; «Allah Ay'ı siler, Güneş'i sa­bit kılar» demekte ve delil olarak «Biz gecenin ayetini sildik yeri. ne gündüzün ayetini aydınlatıcı kıldık» (îsra: 12) ayetini göster­mektedir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Allah kullarının yaptık­larından dilediğini siler, dilediğini tesbit eder. Ancak saadet, şe­kavet ve ecellerde silme olmaz. (Bu rivayeti îbn Merduveyh «Mer-fu» olarak rivayet etmiştir).

Bazılarına göre, bu ayet rızk, ecel, saadet ve şekavet gibi hu­susların hepsini kapsar. Yani Allah bunlardan dilediğini süer di­lediğini tesbit eder. Bu görüş sahabe ve tabiinden bir gruba nis­pet edilmiştir. Çünkü onlar kendilerini said kılması için Allah'a yalvarır, yakanrlardı.

îbn Ebi Şeybe, «Musannaf»mö& îbn Mesud'dan onun şöyle buyurduğunu nakleder:

«Ey minnet sahibi olup, hiç kimsenin minneti altında olma­yan! Ey celâl ve ikram sahibi! Ey nimet sahibi! Senden başka İlâh (mabud) yoktur. Ey kendine sığınanların melcei! Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Ey korkanların güvene kavuştuğu! Eğer beni katındaki ümm'ul-Kitab'da «Şaki» yazmışsan, şekaveti ben­den sil, beni katında said kü. Yok eğer beni katındaki ümm'ul-Kitab'da «mahrum» yazmışsan, rızkımı dar olarak tesbit etmiş­sen ,benden mahrumiyeti sil, rızkımı genişlet ve beni katında said olarak tesbit et, hayra muvaffak kıl. Muhakkak ki sen, indirmiş olduğun Kitab'da; «Allah dilediğini siler ve dilediğini tesbit eder. Ummul-Kitab O'nun kalındadır» diye buyurmuşsun!»

Abd b. Humeyd, Hz. Ömer'den şöyle rivayet etmektedir:

Hz. Ömer Kabe'yi tavaf ederken; «Ey Allah'ım! Eğer üzerime şekavet veya bir günah yazmışsan onu sil. Onu benim için saadet ve mağfiret ile değiştir. Kesinlikle sen dilediğini tesbit edersin. Muhakkak ki Umm'uUKitab senin yanındadır» diyordu.

îbn Cerir, Şakik Ebu Vail'den, onun şu duayı çokça yaptığım rivayet etmektedir: «Ey Allahim! Eğer sen bizi şakilerden yazmış-san, bunu sil, bizi saidlerden yaz! Eğer bizi saidlerden yazmışsan, bunu sabit ve daim kıl. Muhakkak ki sen dilediğini tesbit edersin».

îbn Sa'd ve bazıları Kelbi'den, onun şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: «Allah rızıktan dilediğini siler, dilediğini artırır». Bunun üzerine Kelbi'ye, «Bunu sana kim söyledi?» diye sorulunca o cevap olarak; «Ebu Salih, Cabir b. Abdullah b. Rabi' eUEnsari' den, o da Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet etti» demiştir.

Ebu Hayyan, bu rivayetlerde sahih bir taraf varsa, onu tevil etmenin uygun olacağını; zira saadet ve şekavetin, nzk ve ecelin değişmezliğinin bilindiğini söylemektedir. Ebussuud Efendi de bu görüşe kail olmuştur. O bu görüşlerin çoğunu naklettikten sonra, «En münasibi, silmeyi de, iptali de genelleştirmektir. Ki bütün durumları kapsasın» demektedir.

îbn Cerir'in rivayet ettiğine göre, Ka b'ul-Ahbar Hz. Ömer'e; «Ey müminlerin emiri! Eğer Allah'ın kitabında bir ayet olmasay­dı, sana Kıyamet'e kadar olacak bütün olayları haber verirdim» deyince, Hz. Ömer ona, bu ayetin hangisi olduğunu sorar. Ka b da «Allah dilediğini silip, iptal eder, dilediğini de tesbit eder» ayetini okur.

Bilindiği gibi, sümek ve tesbit etmek meleklerin ellerindeki defterlere nisbet edildiğinde, saadet, şekavet, nzk, ecel ve diğer hu­susların hepsi silinebilir, tesbit edilebilir olur. Fakat Allah'ın il­minde olana nispet edilirse, o takdirde nzık, ecel, saadet ve şeka­vet ve hiçbir husus silinmeyi kabul etmez. Çünkü ilim olduğu gibi onunla bağlanmıştır. Aksi takdirde bu «cehl» olur. Olduğu gibi olan bir şeyde değişme düşünülemez. Dördün çift olduğu nasıl de­ğişebilir? Onun teke düşmesi, nasıl dört olmak keyfiyeti ile birlik­te düşünülebilir? Bu genelleştirmeye, «Allah'ın dilediği olur» tar­zındaki delillerin umumu mâni olamaz. Çünkü Allah'ın dilemesi ilme tabidir. Bir şeyi bilmek, onun nefsulemirde üzerinde bulun­duğu duruma tâbidir. Allah Teâlâ ise, ancak nefsulemirde bir şe­yin üzerinde bulunduğunu bilir.

Bazı müfessirler, ilmin «değişme» kabul etmesi hususuna, «Umm'uUKitab ancak O'nun katındadır» cümlesinin delâlet etti­ğini söylemektedirler. Çünkü ümm'ul-Kitab ile kastedilen ilimdir. Meleklerin defterlerinde ve diğer yerlerde yazılı olanlar, ancak sa­bit olana uygunsa, konulması gereken yere konulur. Bu bakımdan ilim, her şeyin aslıdır. Adeta şöyle denmektedir: «Allah meleklerin defterinde yazılı olanlardan neyin silinmesini, neyin de tesbit edil­mesini diliyorsa, onu tesbit eder».

Allah katında ezeli ilim sabittir. O ilim ki hiçbir şey ona uy­gun olmadıkça (var) olamaz. Umm'ul-Kitab'ı «Allah'ın ilmi» şek­linde yorumlamak Abdurrezzak ile İbn Cerir'in Kaş'tan rivayet ettiğine dayanır. Ancak meşhur olanı, Umm'ul-Kitab'ın «Lehv-i Mahfuz» şeklinde yorumlanmasıdır. Müfessirler, onun kitapların aslı olduğunu; zira giderden ve sabit olandan ne varsa onda yazı­lı bulunduğunu söylemektedirler. Anlaşılan odur ki giden ve sabit olandan maksat dünya ile ilgili olandan, giden ve sabit olanlar­dır. Dünya ve Ahiret ile beraber olanlar, bağlı olanlar değildir. Çünkü aklî delil, derinlikleri olan, köşeleri bulunan bir şeyin mut­laka sonuçlu olduğuna delâlet eder. Nakli delil ise, Levh-i Mahfuz* un sonuçlu tarafları olduğunu göstermektedir. Çünkü gelen riva­yetlere göre, Levh-i Mahfuz beyaz incidendir. îki tarafı yakuttan­dır. Uzunluğu beşyüz yıllık bir yürüyüşle takdir edilmiştir. Böyle olunca sonuçlu olan bir nesnenin, sonuçsuz olana zarf olması as­la mümkün değildir.

Bazılarına göre, Umm'ul-Kitab, Levh-i Mahfuz'âUT. Orada olan bozulmaz. Bozulma ancak meleklerin saflarında olur.

Alusî şöyle demektedir:

«Bağdat hadisesinde kaybolan ve bazı alimlerin bu mesele,ile ilgili olarak telif etmiş oldukları bir nüshada, «Her şeyde ve hat­tâ ezeli hükümde bile, tağyir ve tebdil Allah için mümkündür» ya­zılıdır ve delil olarak ta şunlar söylenmektedir:

«Hz. Peygamber Kunut duasında «Hükmettiğinin şerrinden be­ni koru» demiştir. Görüldüğü gibi burada ezelî hükmün şerrinden korunma talebi vardır. Eğer ezelî hükümde, tağyir mümkün olma­saydı, bu talep doğru olmazdı. İkincisi, teravih hadisinde, çıkma dığından dolayı Hz. Peygamber Allah'a özür beyan etmiştir. Halk Hz. Peygamber'i (s.a) beklemek ve teravihi kılmak üzere toplan­mışken, Hz. Peygamber dışarı çıkmamış ve ertesi gün, «Teravi­hin size farz kılınmasından ve onu eda hususunda aciz kalacağınız­dan korktuğum için çıkmadım» demiştir. Eğer ezelî hüküm «de­ğişme» kabul etmeseydi, Hz. Peygamber'in bu korkusunun ne an­lamı olurdu? Üçüncüsü Hz. Peygamber şiddetli rüzgârın estiği ge­celerde huzursuz olur, hatta bu yüzden gözlerine uyku girmezdi. O böyle bir durumda şöyle diyordu: «Kıyametin kopmasından korkuyorum». Allah Teâlâ, Kıyametten önce birçok alâmetleri (Mehdi nin çıkışı, DeccaFin gelişi, İsa'nın nüzulü, Yecüc, Mecüc, Dabbet'ul-Arz, Güneş'in batıdan doğması v.s.) haber verdiğine gö­re, eğer Hz. Peygamber (s.a) ezelî hükmün değiştirilebileceğini ve Kıyamet'ten önce ortaya çıkması şart koşulan şeylerin değiş­tirilmesinin mümkün olmadığını biliyorduysa niçin korkuyordu? Dördüncüsü, Cennetle müjdelenen sahabiler, herkesten daha çok ateşten korkuyorlardı. Öyle ki onlardan biri, «Keşke annem beni doğurmasaydı» demiştir. Yine Hz. Ömer, «Eğer bir münadi, bü­tün insanlar Cennettedir ,ancak bir kişi müstesna diye bağırsa, onun ben olduğumu sanırdım» derdi. ?3ğer ezelî kazanın bozulma­sı (tağyiri) mümkün olmasaydı, Hz. Peygamber'in (s.a) Hz. Ömer'e ve cennetle müjdelenen kimselere bu müjdeyi vermiş olması du­rumunda, onların bu şekilde konuşmamaları gerekirdi. Beşincisi, eğer ezelî hüküm değişme kabul etmeseydi, o takdirde duanın ne anlamı olurdu? Çünkü duada istenilen şey ya ezelî hükümde «Bu olacaktır» şeklinde sabittir ve o gerçekleşecektir ki o zaman dua­nın bir anlamı (yaran) olmaz. Ya da, «Bu olmayacaktır» şeklinde sabittir ve o gerçekleşmiyecektir ki yine o zaman duanın bir an­lamı olmaz. Duanın sadece kulluğun ortaya konması, Allah'a muh-taç olmanın gözönüne serilmesi ve bunların da yeterli nedenler olduğunun söylenmesi, «Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim» ayetiyle çelişmektedir.»

Dahhak'ın îbn Abbas'tan rivayet ve tasrih ettiğine göre, «Sakınmak» kader yönünden hiçbir yarar sağlamaz. Ancak Allah dua yoluyla kaderden dilediğini siler.

İbn Merduveyh ve tbn Asakir'in rivayet ettiklerine göre, Hz. Ali Hz .Peygamber'den «Allah dilediğini siler» ayetini sorar ve Hz. Peygamber «Hem senin, hem de benden sonra gelecek olanların gözünü bu ayetin tefsiriyle aydınlatacağım. Allah rızası için, yer­li yerine verilen sadaka, ana-babaya merhamet ve yapılan iyilik­ler, şekaveti saadete çevirir, ömrü artırır, insanı kötü rüyalardan korur» diye buyurur. Şayet ezelî kaza, değişme kabul etmiyorsa, bu mesele nasıl hal olunabilir? Oysa rivayetlerde ezelî kazanın de­ğişme kabul etmesinin imkân dahilinde olduğunu belirten sayısız olaylar aktarılmıştır. Muallak kazanın olabileceğini söyleyenlere göre, muallak kaza da ileride kesin kazaya dönüştüğünden dolayı, bu söylenenler karşısında, meseleyi gidip muallak kazaya bağla­mak da bir yarar sağlamaz. Ayrıca değişme olduğunu bildiren hükme yapılan itirazların giderilmesinde de bir yaran yoktur.

«Ezeli hükümdeki değişme, Allah'ın zatında değişmeyi gerek­tirir. Çünkü bu, ilmin değişmesine, ilmin değişmesi ise zattaki bir sıfattan başka birine geçmeyi ve cehli gerektirir» şeklindeki itiraz felsefecilerin çoğu tarafından öne sürülen, «Durmadan değişen cüzleri Allah bilmez» şeklindeki şüphe dolu itirazlarından alınma­dır. Nitekim felsefeciler şöyle derler: Sözgelim  Allah'ın Zeyd'in şu anda evde olduğunu bildiği andan sonra, Zeyd evden çıkarsa ya Allah'ın o ilmi ortadan kalkar ve Allah onun evde olduğunu bil­mez ya da o ilim olduğu gibi baki kalır. Birincisinde Allah'ın zatın­da değişme gerekli olur. İkincisinde cehl vakidir. Değişme de, cehl de eksikliktir.

Felsefecilerin bu husustaki şüpheyi gidermek için serdettik-leri delillerle, Allah'ı bunlardan uzak tutmak (tenzih etmek) va­ciptir. Bu delil Mevakıf'ın şerhinde zikrolunmuştur. Şöyle ki; «Al­lah'ın zatında değişmenin gerekliliği memnudur. Değişme ancak izafeten olur. Çünkü ilim bize (felsefecilere) göre özel bir izafe­dir, bilen ile bilinen arasındaki bir bağdır. Veya ilim gerçek bir sıfattır, izafe sahibidir. İlk görüşe göre ilmin kendisi bozulur, ikin­cisine göre, ilmin sadece izafeleri bozulur. Bu iki takdir üzerinde de mevcut bîr sıfatta değişmenin olacağı gerekli değildir. Aksine değişme, itibari bir mefhumda meydana gelmiştir ki bu da pekâ­lâ mümkündür».

Eşarilerin bir çoğu ve Mutezile buna şu cevabı vermiştir:

«Bir şeyin mevcudiyetini bilmek, onun daha sonra varacağını bilmekle aynı şeydir. Çünkü «Zeyd yarın şehre gelecektir» şeklin­de bilgisi olan bir kişi, «Yarın» olduğu zaman bu bilgi ile Zeyd'in

i şehre geldiğini bilmektedir. Elbette onun bilgisi, gaflet olmaksı­zın sürüyorsa böyledir. Fakat bizden herhangi bir kimseye, ancak ilk bilgiyi silen bir gaflet arız olursa, «Zeyd şu anda gelecektir» diye yenilenen bir bilgiye muhtaç olur. Allah ise kendisi için gaf­letin sözkonusu olmadığı yegâne zattır. Onun var olana ilişkin bil­gisi, var olacak olanın da bilgisidir. Bilinenin değişmesinden do-layı, ilimde bir değişmenin olması gerekmez.

îmam'ın bu husustaki sözü şöyle son bulmaktadır:

«Allah'ın ilminde olan şeyin değişmesi mümkündür. Aksi tak­dirde Allah'a ya fiil veya mecburiyet gerekecektir. Böyle bir ge­rekte, gizli olmayan bir mecburiyet sözkonusu olmuş olur. İlmin taalluk ettiği noktalardaki değişme zarar vermez».

îmam'a şöyle itiraz edilmiştir: «Bu görüşe göre, haşr, neşr gi-bi gaybi hususların hiç birine güven kalmaz. Ayrıca Hz. Peygam-ber'in, Peygamberlerin sonuncusu olduğu şeklindeki habere de güven olmaz. Çünkü bu yoruma göre, Allah'ın haber verdiği zamanı bilmiş sonra ilmi onun hilafına bağlanmış olması caizdir. Ancak Allah ilmin hilafa bağlandığını bildirmiştir. İlk haberlerde bir eksiklik yok. Çünkü bu, ilmin bağlanmış olduğu noktadan haber ver­mektir. Ayrıca bundan nefsulemrin yok olm&sı veya nefsulemre uygun bir şekilde maluma bağlanmasının yok olması gerekir.»

Bu iki yokluk üzerinde de İrnam'ın delil olarak dayandığının cevabı kalmış oluyor. Bazıları cevap vermek bakımından ortada-dır, açıktır. Bazıları da tefekkürü gerektirmektedir.

Allah Teâlâ için «Betonın caiz olduğunu öne süren bazı Şii alimler, delil olarak bu ayeti göstermişlerdir. Ancak delilleri ikna edici ve yeterli değildir.

Alusî tefsirinde, bu ayet ile ilgili olarak hiçbir müfessir tara­fından Öne sürüldüğüne şahit olmadığı şöyle bir mânânın, kalbi­ne geldiğini söylemektedir:

Beyhaki, «Medhal» adlı eserinde ve diğerleri de îbn Abbas' tan rivayet etmişlerdir. îbn Cerir ve Katade'den de bu yorum gel­mektedir.

Mezkûr ayet, «Fer'i hükümler hakkındadır» şeklinde tahsis edilir. Ümm'ul-Kitab ile kastedilen asli hükümlerdir. Çünkü asli hükümler nesh kabul etmedikleri gibi, kitabın esasıdırlar. Şu iti­barla ki orada bulunan fer'i hükümler ancak onları getirenlerle sahih olur. Ancak bu mânâya seleften gelen rivayetler izin verme­mektedirler. Fakat bu makama münasip olan budur ve nitekim bu durum gizli de değildir.

Dahhak ve Perra'nın iddiasına göre, ayette «Kalb (yer değiş­tirme) vardır. Ayetin aslı «Her kitab için bir süre vardır» şeklin­dedir.

Ancak onlara söyle itiraz edilmiştir. «Kalb» iddiası sadece şiir zaruretinde olabilir. Bu yüzden burada bunun «Kalb» olması için bir neden yoktur. Hatta bu iddiaya fesad bile terettüp eder. Hangisi olursa olsun, «eZ-Kitab»taki harf-i tarif cins içindir. O bir­çok kitabı kapsamaktadır. Bu bakımdan birçok müfessir bu ke­limeyi cem'i olarak tefsir etmişlerdir.

(40) «Biz onlara va'dettiğimizin bir kısmîm...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, burada Peygamberİ'ne şöyle demektedir: «Kâfir­ler için va'dettiğimiz azabın bir kısmını sen ölmeden önce (dün­yada iken) sana göstersek de, o azap gelmezden önce seni öldür-sek de senin görevin sadece Allah'ın emrini tebliğ etmektir. Onla­rı hesaba çekmek ise bize aittir. Biz onu insanlardan soracağız. Sen tebliğin ötesini hiç düşünme! Biz onu hallederiz. Sana va'det-tiğimizi tamama erdiririz. Zaferin gecikmesi seni üzmesin. Çünkü onu biz bildiğimiz birtakım maslahatlar nedeniyle geciktiriyoruz».

(41) «Bizim yeryüzüne gelip, onu uçlarından...» Bu Ayetin Tefsiri:

Ayetteki soru, istifham-ı inkâriyedir. İstifham (soru) harfin­den sonra gelen atıf harfi ise, mukadder bir cümle üzerine, bu cümleyi atfetmektedir. Yani onlara va'dettiğimiz (azab)ın inece­ği hakkında onlar bunu inkâr mı ediyorlar? Şüpheye mi düşüyor lar? Onlara bakıp da görmüyorlar mı?

Biz kâfirlerin topraklarına gelip, onu etrafından eksiltiriz. Ya­ni onu peyderpey müslümanlara fethettirmek suretiyle, îslâm dev­letine katarız. Öldürmek, esir almak, sürgün etmek suretiyle ora­daki kâfirleri süieriz. İşte bu onun (va'din) bir mukaddimesi (başlangıcı) değil inidir?

Bu anlamda Kur'an'da başka bir ayet daha bulunmaktadır: «Bizim gerçekten arza gelip onu uçlarından eksiltmekte olduğu­muzu görmüyorlar mı?» (Enbiya: 44)

Bu âyetlerdeki «Arzın çevresinin (uçlarının) eksiltilmesin de­ğişik şekillerde yorumlanmıştır.

Hakim'in tbn Abbas'tan rivayet ederek, sahih olduğunu söy­lediği bir haberde, «Arztn eksiltilmesin ile kastedilenin, yeryüzün­deki eşrafın ve büyüklerin ölümü ve alimlerin (Ahiret'e) intikal etmesi olduğu söylenmektedir.

Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayet edilen hadis ile bunun yeryüzündeki alimlerin ölümüne işaret ettiği bildirilmektedir. Bu görüş, aynı zamanda Mücahid'den de nakledilmiştir. Bu yoruma göre, «Arz» ile yerin cinsi kastedilmiş olmaktadır. Arzın etrafı ise —denildiği gibi— yeryüzünde yaşayan şerefli kimselerdir. İbare­nin bu anlama geldiğine dair Sa'lebi'den de bir rivayet nakledil­mektedir. Îbn'ul-Arabi'nin, «Taraf, kerim kimse demektim şeklin­deki sözü de bu anlama yakındır.

Bazı kimseler, «Her şeyin tarafı, onun en hayırlı olanıdır» de­mektedirler. Nitekim Hz. Ali'nin şu sözü de bu manâya hamledil-miştir.

«İlimler vadilerdir. Hangi vadide ondan alırsan zarar eder­sin. Öyleyse her şeyin tarafını alın!»

îbn Atiyye'ye göre, Hz. Ali «Her şeyin tarafı» sözüyle «Her şe­yin hayırlısını» kastetmektedir ve ayetin mânâsı şöyle takdir edil­miş olmaktadır: «Onlar bizim dünyada değişik durumlar meydana getirdiğimizi, mamureleri harabeye çevirdiğimizi, hayattan sonra ölümü, izzetten sonra zilleti, kemalden sonra noksanlığı ge­tirdiğimizi   görmüyorlar   mı?».   Bunların   hepsi   duyularla   idrâk edilebilen değişikliklerdir. Allah'ın durumu onların aley­hine çevirmesinden, aziz olduktan sonra onları zelil kılmak­tan, kahir olduktan sonra kahrolmaktan onları emin kılan nedir?

Bazı müfessirlere göre, «Arztn eksütilmesi» ile kastedilen da­ha önce gelmiş, yaşamış ve helak olmuş kavimlerdir. Yani onlar kendilerinden önce yaşayan ümmetlerin, ülkelerinin harap, ehlinin de helak olduğunu görmüyorlar mı? Aynı şeyin kendi başlarına gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirler?

Görüldüğü gibi, daha önceki müfessirler, «Arzın etrafının ek-sütilmesi» olayını mecazi anlamda değerlendirerek, tefsir etmiş­lerdir. Ancak ayetin lafzı anlamı gözönüne alındığında, bu ifade­nin «erozyon» denilen toprağın yağmur, sel ve rüzgâr gibi tabiat güçlerinin etkisiyle yerinden kayması, dağların, tepelerin aşınma­sı veya yerküresinde meydana gelen olaylar sonucunda kürenin hacminin eksilmesi şeklinde yorumlanması da mümkündür.

(42) «Onlardan öncekiler de...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, bu ayette Mekkeli müşriklerden önce de gelip geçmiş olan kâfirlerin peygamberlerine ve onlara iman edenlere karşı hilelere başvurduklarını bildirmektedir. Bu rivayet Hz. Pey-gamber (s.a) için bir tesellidir. Allah Teâlâ adeta şöyle demekte­dir: Mekke müşriklerinin ve diğerlerinin tuzaklarına, hilelerine iti­bar etme. Onların bir etkisi olmaz. Gerçekte onun bir varlığı yok­tur. Mekr'in tamamı Allah'ın yed-i kudretindedir. Kâfirlerin mek-ri (hilesi) sözkonusu bile değildir. Çünkü o istenilmeyen bir şeyi başkası sezmeden, başkasına isabet ettirmektir. Madem kj onların bütün yaptıkları, ettikleri Allah'ın izniyledir ve onlara ne fiil ne etki değil de onun varlığı sözkonusu bile değildir. Allah Teâlâ her­kesin ne kastettiğini bilir. İşte bunun sonucu   olarak, O dostlarım korur, dostlarına tuzak kuranları da azaba duçar eder. Dolayı­sıyla herkese kesbettiğinin karşılığını vermiş olur. Böylece kâfir­lerin hilelerinin kendileri için yapmakta olduklarına nisbeten ne aslı ne de etkisi olduğu ortaya çıkar. Allah Teâlâ, onları kesbettik-lerinden dolayı —hem de hiç tahmin etmedikleri bir anda— mua­heze edeceğinden, mekrin tamamı O'nun elindedir.

«Bütün tuzaklar Allah'ın elindedir» cümlesinin mânâsı hakkın­da bazıları, «Allah'tan başkasının mekrine itibar edilmez» demek­tedirler. Çünkü Allah Teâlâ, bizzat kudret sahibidir. O mekirden kastedilene, onun isabet ettirilmesine Allah Teâlâ, bizzat kadir­dir. O'ndan başkası buna güç yetiriyorsa eğer, Allah ona izin ver­miş demektir. Bu bakımdan mekrin tümü Allah'a raci olmuş olur.

Zemahşeri tefsirinde, «Allah her nefsin ne kazanacağım bilir» cümlesinin, «Bütün tuzaklar Allah'ın elindedir» cümlesinin tefsi­ri olduğunu söylemektedir. Çünkü her nefsin ne kazanacağını bi­len zat, ona karşılığını da hazırlamıştır. İşte bu kendisi için bir mekrdir. Çünkü onlara, bilmedikleri bir anda gelir. Bu onların gaflette oldukları bir sırada vuku bulur.

Bazılarına göre, «Bütün tuzaklar Allah'ın elindedir» cümlesin­de bir muzaf hazf edilmiştir. Yani, «Bütün tuzakların cezası Allah' tn elindedir».

«El-Mekr»deki «eliftâm»m hasra delâlet etmesi de mümkün görülmüştür. Yani onların yapmış oldukları mekrin tümü Allah' m elindedir, kendilerinin değil. Bu kendileri tarafından peygam­berlerin başına getirilen bir mekr değildir. Bu, Allah'ın kendileri için getirdiği bir mekr-i ilâhidir. Ancak onlar bunu sezememekte-dirler. Çünkü kötü bir mekrin cezası, o mekri hazırlayanı da kap­samaktadır.

«Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu (yakında) kâfirler de bilecektir»; yani sonunda kâfirler dünyanın kimin ya­rarına olduğunu veya kimin mülkü bulunduğunu bileceklerdir. Ya da bu husus, kendilerine bildirilecektir. [24]

 

Meal

 

43- Kâfir olanlar: ccSen gönderilmiş bir kimse değilsin!» demektedirler. De ki: «Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitabın ilmi bulunanlar yeter!» [25]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(43) «Kâfir olanlar: Sen gönderilmiş...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sen gönderilmiş bir kimse değilsin» sözünü Hz. Peygamber'e (s.a) Yahudilerin ileri gelenleri söylemişlerdir.

tbn Merduveyh, İbn Abas'tan şöyle rivayet etmektedir «Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna Yemen'den üç keşiş geldi, Hz. Pey­gamber onlara, «Siz benim peygamber olarak gönderildiğimi İn­cil'de yazılı olarak buluyor musunuz?» diye sordu. Onlar «Görmü­yoruz» diye cevap verince, bu ayet nazil oldu».

Bu rivayete göre, Hz. Peygamber'e (s.a) «Sen gönderilmiş de­ğilsin» diyen kâfirler, Yemenli keşişlerdir.

«De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter»; yani Allah Teâlâ, rasûlünün peygamberliğine dair o kadar delil ve hüc­cet ortaya sermiştir ki, başka t>ir şahidin şehadetine ihtiyaç kal­mamıştır. Allah'ın bu yaptıklarına «Şahitlik» denmesi mecazidir. Yani şahitlik ortada olduğunda nasıl hasım susturulursa, Allah' in şahitliği daha kuvvetli bir şekilde hasmı susturduğundan dola­yı bu yapılana, «Şahitlik» denmiştir.

«Yanında Kitab'm ilmi bulunanlar» ile Kur'an'ın ilmine va­kti olan ve Kur'an'ın muciz nazmını bilen kimseler kastedilmektedir. Yani «O alimler benimle sizin aranızda şahit olarak kâfi­dir».

O alimlerin şahitlikte yeterli olması, mutlaka şahitlik yapma­sına bağlı değildir. Çünkü şahitlerden şahitliği yapanlar «emin», yapmayanlarsa «hain» şahitlerdir. Bu bakımdan ayette, «Eğer in­saf etseydiler şahitlik edeceklerdi» şeklinde çok beliğ (ince) bir tariz vardır.

Bazılarına göre «el-Kitab» ile kastedilen, Tevrat ve İncil'dir. Yanında Tevrat ve İncil'in ilmi bulunan kimseler ise (Abdullah b. Selam gibi) ehli kitaptan müslüman olanlardır. Onlar Hz. Pey­gamber'in (s.a), kendi kitaplarındaki sıfatlarına şahitlik etmiş­lerdir. Katade bu görüştedir.

Abdurrezzak, îbn Cerir ve tbn Münzir'in Katade'den rivayet ettiklerine göre, Ehli Kitap'tan hakka şahitlik eden ve Hz. Peygam­berdin nübüvvetini tasdik eden kimseler vardı.

Abdullah b. Selâm, el-Carut, Temim ed-Dari, Selmani Farisi bu kimselerdendi.

Mücahidin ve bazılarının îbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, kastedilen Abdullah b. Selam'dır. Bundan başkasını zik-retmemişlerdir.

îbn Merduveyh, Abdulmelik b. Umeyr tarikiyle Cündüp'ten şöyle rivayet etmektedir.

«Abdullah b. Selâm geldi. Mescid'in kapısına yapıştıktan sonra, «Allah'a yemin ederim ki, «Yanında Kitab'm ilmi buluva-nm şahitliği yeterlidir» diye Kur'an'da bahsi geçen kimsenin ben olduğumu biliyor musunuz?» diye sordu. Sahabe «ya Rabbi! Bi­zi muaheze etme! Evet biliyoruz» dedi.

îbn CÜbeyr bu rivayeti kabul etmemektedir. Yani böyle bir olay vuku bulmamıştır.

Said b. Mensur ve bir grup şöyle rivayet etmektedirler: «îbn Cübeyr'e «Yanında Kitab'ın ilmi bulurum kimse, Abdullah b. Se­lâm mıdır?» diye sorulduğunda o, «Bu nasıl mümkün olabilir ki? Bu sure Mekke'de hicretten önce nazil olmuştur. Abdullah b. Se­lâm ise hicretten sonra Medine'de müslüman olmuştur» diye ce­vap verdi.

Tefsir alimlerinden ŞaTbi, Kur*an'da hiçbir ayetin Abdullah b. Selâm hakkında nazil olmadığını söylemiştir. Ancak bu söze pek güvenilmez. Çünkü ezberleyen, ezberlemeyenden üstündür, îbn Cübeyr'in şahitliğine gelince, ona şöyle cevap verilir: Müfessir-ler bu surenin genel olarak Mekke'de hicretten önce nazil olduğu, nu, ancak bazı ayetlerinin Medine'de hicretten sonra indiğini söy­lerler. İşte bu bakımdan Abdullah b. Selâm hakkında gelen bu ayet te Medine DÖnemi'nde nazil olanlardan olabilir. Fakat bunun için bir rivayetin bulunmasının gerekliliği bilinmelidir.

Ebu Hayyan, tefsirinde şöyle der:

(ttbn Cübeyr'in sözleri, bu ayet Medine'de nazil olsaydı müs* takim olurdu. Oysa cumhur-u ulema bu ayetin Mekki olduğunu söylemiştir».

Bu söze şöyle cevap verilmiştir: «Ayetin Mekki olması, bu yo­ruma mani değildir. Çünkü belki bu haber gelecekte şahitlik yapa­cak olan bir kimse hakkındadır. Ayetin Mekki olması ve kâfirler ile Mekkelilerin kastedilmesi, yanında Kitab'ın ilmi olanın ise, Ya­hudi ve Hıristiyan olması mümkündür». Nitekim îbn Cerir, bu hususu el-Ufi yoluyla Îbn Abbas'tan rivayet etmektedir.

Kısaca cevap şöyledir: «Siz Kitab ehli değilsiniz. Gidin bu me­seleyi Kitab ehlinden sorun. Çünkü onlar sizin komşunuzdur».

Şeyhülislam Ebussuud Efendi, bu ayetin Medenî olduğu hu­susunda ittifak edildiğini söylemektedir. Ancak Şeyhülislâm muh­temelen bunu ayetle ilgili mezkûr ihtilâflara vakıf olmadığı için söylemiş olmalıdır.

Mücahid ve Zeccac'dan rivayet olunduğuna göre» «el-Kitab» ile «Levh4 Mahfuz», «Katında Kitab'ın ilmi bulunan» ile de «Al­lah Teâlâ» kastedilmektedir.

Hasan Basri, «Hayır Valafü! Bu ayet ancak Allah Teâlâ'yı kastetmektedir» demiştir.

Ayetin anlamı Keşşafta olduğu gibidir. Yani ibadete müste-hak olan bu hususta kâfidir. Levh-i Mahfuz'un ilmini kendisinden başka kimsenin bilmediği zat, benimle sizin aranızda şahit olarak kâfidir.

îbn Ebİ Hatim'in, îbn Cübeyr'den naklettiğine göre, «el-Ki­tab» ile «Levhi Mahfuz», «Yanında Kitab'ın ilmi bulunan» ile de «Cebrail» kastedilmiştir.

Muhammed b. el-Hanefiyye ve Ebu Cafer, «Yanında Kitabın ilmi bulunan» ile kastedilenin Hz. Ali olduğunu söylemişlerdir. Za­hire göre «Kitab» ile kastedilen ise Kur'an'dır. Evet Hz. Ali'nin yanında Kur'an'ın ilmi mükemmel olarak vardır. Lâkin ayetin za­hirine bakılacak olursa, burada Hz. Ali'nin kastedümediği görüle­cektir.[26]  

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/505.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/506-507.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/508-509.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/509-513.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/513-515.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/515-517.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/518-520.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/520-521.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/521-522.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/522-531.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/533.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/534-558

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/560.

[14] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cilt: 4, sh: 2969-2971

[15] Ahisi, Ruh'ul-Meani, cüt: 13, sh

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/561-578.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/580.

[17] Said Havva, el-Esas fi'Tefsir, cilt: 5, sh: 2750-2754

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/581-593.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/7.

[20] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 13, sh: 156

[21] Suyutİ, ed-Durr*uI-Mensur, cilt: 4, sh: 63

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/8-24.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/26.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/28-49.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/51.

[26] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 13, sh: 176

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/52-55.