|
|
|
|
|
Ra'd Sûresi
13
|
İndiği Yer
|
: Mekke |
|
İniş Sırası
|
:96 |
|
Ayet Sayısı
|
:43 |
|
Mushaf'taki sıralamada
on üçüncü, iniş sırasına göre doksan
altıncı sûredir. Muhammed sûresinden sonra, Rahman sûresinden önce nazil
olmuştur; Mekke'de mi Medine'de mi indiği hakkında farklı rivayet ve tespitler
vardır. Mushaf'taki tertibe göre sûrenin Mekke'de inmiş olan ve hurûf-İ
mukattaa ile başlayan sûrelerin arasına yerleştirilmiş olması, üslûbunun Mekkî
sûrelere benzemesi, muhtevasında tevhid ilkeleri, müşriklerin kınanması ve
yerilmesi gibi konuların yer alması sebebiyle Mekke'de inmiş olduğu rivayeti
tercih edilmiştir; 31-32. âyetlerinin Mekke'de, diğerlerinin ise Medine'de
indiğini söyleyenler olduğu gibi sûrenin tamamının Medine döneminde indiğini
söyleyenler de vardır.[1]
Sûre adını 13. âyette
Allah'ı teşbih ettiği bildirilen ve "gök gürültüsü" anlamına gelen
ra'd kelimesinden almış ve sahabe döneminden İtibaren sadece bu adla
anılmıştır. Bu durum sûrenin adının Hz. Peygamber aleyhisselâm tarafından konulmuş
olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. [2]
Ra'd sûresinde
Allah'ın varlığı, birliği, ilmi ve kudretinin aklî delillerle ispatı; evrenin
sahibi ve ondaki tasarruf hususunda tek yetkili oluşu, bu nedenle İbadete
lâyık ve müstahak tek mâbud oluşu, peygamberlik ve peygamberlerin doğrulukları,
evlenme, çocuk sahibi olma gibi bazı nitelikleri, vahiy ve Kur'ân-ı Kerîm'in
hak oluşu, Kur'an'm özellikleri, öldükten sonra dirilme, hesap verme, cennet ve
cehennem, samimi müminlerin özellikleri, müşriklerin ortaya attığı şüpheler ve
bunlara verilen cevaplar, Ehl-i kitabın Kur'an karşısındaki tutumu ile
toplumların kaderini etkileyecek derecede önemli birçok ahlâkî konular, tabiat
olayları ve gök cisimleri arasındaki ilâhî nizam vb. konular ele alınmıştır. [3]
Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla... 1, Elif-lâm-mîm-râ. İşte Kitabın âyetleri. Rabbinden sana
indirilen, gerçeğin kendisidir; fakat insanların çoğu inanmaz. 2. Gökleri
görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istiva eden, güneşi
ve ayı enirine boyun eğdiren Allah'tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar
akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; âyetleri de açıklıyor ki rabbinize
kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız. 3. Yeryüzünü enine boyuna uzatan, onda
sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren, orada meyvelerin her birinden çifter
çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O bürüyüp örtüyor. Şüphesiz
bunlarda düşünen insanlar için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu
parçalar, üzüm bağlan, ekinler, bir kökten tek ve çok sürgülü hurma ağaçları
vardır; hepsi bir tek su ile sulanır. Böyle iken yemişlerinde bir kısmını bir
kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan insanlar için
ibretler vardır. [4]
1. Başında
hurûf-i mukattaanın bulunduğu sûrelerde[5] bu
harflerden sonra genellikle kitaptan, âyetlerden veya vahiyden söz edilir.
Nitekim burada da aynı üslûp kullanılarak "İşte kitabın âyetleri"
buyurulmakladır. Kitapları maksadın hangi kitap olduğu konusunda farklı
görüşler olmııkb birlikte millrssiılerin çoğunluğu bunun Kur'an olduğu,
âyetlerin de Kur'an âyetleri veya sadece bu sûredeki âyetler olduğu
kanaatindedir. [6] Bazı müfessirlere göre buradaki kitap bu
sûreyi, âyetler de bu sûrenin âyetlerini İfade eder. [7] "Kitaptan maksat Kur'an'dan önceki
kitaplardır" veya "Tevrat ve İncil'dir" diyenler de vardır. [8]
Âyetleri okuyup anlayarak kitabın hak olduğu sonucuna varmayı teşvik amacıyla
önce âyetlere dikkat çekilmiş, sonra kitabın hak olduğu söylenmiştir. [9]
2.
"Gökler" anlamına gelen semâvât kelimesi yıldızların, güneş
sistemlerinin ve galaksilerin kendi yörüngelerinde seyrettikleri uzayı ifade
eder. Yüce Allah burada bir tabiat kanununa işaret etmekte, gök yüzündeki bu
cisimleri bizim görebileceğimiz bir direk olmaksı.ın kudretiyle yükselttip ve
yönettiğini haber vermektedir. O, bu büyük kütleleri uzay boşluğunda hareket
eden bir sisteme bağlamış, bunları birbirinden uzak tutmak ve birbirine
çarpmamalarını sağlamak için bu kütlelere merkezkaç kuvveti ve kütlesel çekim
gücü yerleştirmiş, böylece bir denge sağlamak suretiyle bunların sonsuz olarak
birbirlerinden uzaklaşmalarını veya birbiri üzerine düşmelerini önlemiştir.
Nitekim Hac sûresinin (22) 65. âyetinde Allah Teâlâ "Kendi izni olmadıkça
yer kürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O'dur" buyurarak bu
cisimler arasındaki ilâhî nizama işaret etmiştir. [10]
Âyette Allah'ın güneşi
ve ayı emrine boyun eğdirdiği, bunları kullarının hizmeti için yarattığı, her
birinin belirlenmiş bir vakte yani kıyamete kadar akıp gideceği
bildirilmektedir. [11] Yukarıda da belirtildiği
üzere bu cisimler durağan değil hareket halinde bir sisteme bağlı
bulunmaktadır. Ay dünya çevresinde, dünya güneş çevresinde, güneş İse
uydularıyla birlikte bir sistem olarak kendi yörüngesinde belirli bir süreye
kadar akıp gidecektir. Bu ifade dünyanın hatta yaratılmış âlemin sonlu olduğuna
işaret eder. Ayrıca âyet bütün olarak evrendeki oluşum ve değişimlerin,
bunlarla ilgili "tabiat kanunları" denilen yasaların tabiatın özünden
kaynaklanma-yıp Allah'ın sonsuz ilim, İTade, kudret ve hikmetinin eserleri
olduğunu da gösterir. "İşleri Allah düzenliyor" mealindeki cümle
bunu açıkça ifade etmektedir. Bütün bunlar Allah'ın kudretini gösteren
alâmetlerdir. Allah bunları açıklıyor ki insanlar onun kudretini tanısın ve
evreni yaratıp yöneten Allah'ın insanları öldükten sonra diriltip huzurunda
toplayabileceğine ve dünyada yaptıklarından hesaba çekebileceğine kesin olarak
iman etsinler. [12]
3. Bir
önceki âyette Allah'ın varlığım, birliğini ve kudretini gösteren gök yüzillideki
delillere değinilmişti. Burada da aynı konularla ilgili olarak yer
kiiresin-deki deliller ele alınmaktadır.
Yeryüzünün enine
boyuna uzatılmasından maksat, yer küresinin çeşitli jeolojik oluşumlar
neticesinde bugünkü halini alması ve arazi yapısı itibariyle üzerinde
dolaşmaya, barınmaya, korunmaya, ziraat yapmaya ve beşerî ihtiyaçların gereği
olan başkaca faaliyetlerde bulunmaya, uygarlık kurmaya elverişli kılınması,
kısaca gerek insan gerekse diğer canlıların hayatlarını sürdürmeleri için lüzumlu
olan özellikleri taşır hale getirilmesidir.
Allah Teâlâ'nın
yeryüzünü yaşamaya elverişli olarak yaratmış olması, bunun için yer küresinin
dengesini sağlayacak sabit, oturaklı yüksek dağlar; tarım ve hayvancılığa
elverişli ovalar, vadiler, yaylalar, nehirler, çeşit çeşit meyveler meydana
getirmiş olması O'nun büyüklüğünü ve kudretini gösteren delillerdir. Allah
canlı varlıkları erkekli dişili yarattığı gibi bitkileri de erkekli dişili
yaratmıştır. Bitkiler de erkek ve dişi tohumların birleşmesiyle ürün verir.
Bazı türlerde erkek ve dişi organlar ayrı bitkilerde olduğu halde çoğunda aynı
çiçekte olur. Bunlar Allah'ın kudretini gösteren delillerdir. [13]
4, Bunlar
yeryüzündeki birbirine komşu, bitişik veya birbirinden uzak kıtalar ve bölgeler
olup her birinin kendine özgü özellikleri vardır. Şekilleri, renkleri, yer altı
ve yer üstü zenginlikleri, verimlilikleri farklı olduğu gibi üzerinde yaşayan
canlılar ve bitkiler de farklıdır. Bir tek kökten bazan bir ağaç meydana
gelirken ba-zan da çatallanarak veya ayn sürgüler sürerek birden fazla ağaç
meydana gelmekte, dal budak salarak büyümekte ve ürün vermektedir. Her bir
ağaç aynı suyu gövdesine aldığı halde ondan kendisine yüklenen programa uygun
olarak farklı yararlanmakta ve şekli, rengi, tadı farklı meyveler vermektedir. [14]
5. Eğer şaşacağın bir şey varsa o da onların,
"Biz toprak olduğumuz zaman gerçekten yeniden mi yaratılacakmışız?"
demeleridir. Onlar, rablerini inkâr edenlerdir; onlar boyunlarında demir
halkalar bulunanlardır; yine onlar cehennemliklerdir; orada ebedî
kalacaklardır! 6. Senden, iyiliği bırakıp çabucak kötülüğü istiyorlar. Oysa
onlardan önce nice benzerleri gelip geçmiştir. Şüphesiz Rabbin zulümlerine
rağmen insanları bağışlayandır. Şüphesiz rabbinin azabı da çok çetindir. 7.
İnkarcılar, "Ona rabbinden bir mucize indiriise ya!" diyorlar. Sen
ancak bir uyarıcısın; her toplumun da bir kılavuzu vardır. [15]
5. Bunca deliller bu evreni yaratan bir gücün varlığını göstermesine
rağmen Allah'ın inkâr edilmesi nasıl şaşırtıcı ise öldükten sonra dirilmeye
inanmamak da o kadar şaşırtıcıdır. Şüphe yok ki evreni ve hayatı yaratan Allah,
ölümden sonra hayatı yeniden yaratacak güce sahiptir. Âyet-i kerîme Allah'ın
kudret ve hikmetini inkâr eden o kâfirlerin mantıkî tutarsızlığına işaret ve
âhiretteki durumlarını tasvir etmekte, boyunlarına takılan halkalarla
güdüleceklerini ve cehenneme sürüleceklerini habeT vermektedir. Âyet mecaz
olarak alındığı takdirde inkarcıların, tabuların ve şartlanmışlıkJarın tutsağı
olduklarını ifade eder. Bu anlamı destekleyen başka âyetler de vardır. [16]
6. Müşrikler Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve haber verdiği azabın geleceğine
inanmadıkları için yaptığı uyarılara kulak asmamışlar, onunla alay ederek
geleceğini söylediği azabın çabucak gelmesini istemişlerdir; hatta Kur'an'in Allah'tan
gelmediğini ve dinin hak olmadığını ortaya çıkarmak için kendilerinin aleyhine
olmak üzere Allah'a dua etmişlerdir; Allah Teâlâ da Hz. Peygamber aralarında
bulunduğu veya onlar tövbe edip Allah'tan bağış diledikleri müddetçe onları
cezalandırmayacağını haber vermiştir. [17] Oysa önceki kavimlerde bu tür sözler
söyleyerek peygamberleriyle alay etmeye kalkışmışlar, sonunda inanmadıkları
felâket başlarına inmiş, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdi. [18]
7. "Uyarıcı" diye tercüme ettiğimiz münzir kelimesi
"korkulu haber vererek kişiyi o konuda uyaran" anlamında bir
sıfattır. Bu anlamda birçok âyette peygamberlerin, Özellikle Hz. Peygamber'İn
vasfı olarak kullanılmıştır [19]Kılavuz"
diye çevirdiğimiz hâdî kelimesi ise "yol gösteren, hayır ve mutluluk
veren bir hedefe rehberlik eden" mânasına gelir. Kur'an'da birçok yerde
Allah'ın İsmi olarak "insana hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan
tıkıl, muhakeme ve zaruri bilgileri veren; ebedî mutluluğunu sağlayacak manevî
yolu ona gösteren" anlamlarında kullanılmış olan kelime, bu âyette
peygamberlerin vasfı olarak kullanılmıştır. [20] İnkarcılar, Hz. Muhammed'in Allah tarafından
görevlendirilmiş bir peygamber olduğuna dair ondan mucize istiyorlardı; onların
bu tutumu başka âyetlerde de ifade edilmiştir. [21] Oysa Peygamberin asıl görevi mucize göstermek
değil, insanları uyarmak, yanlışlık, haksızlık ve sapıklıktan sa-kındırmaktır.
Yüce Allah her millete uyarıcı olarak peygamber göndermiştir. [22] Allah
Teâlâ peygamberlerini mucizelerle desteklemiş olmakla beraber O izin vermedikçe
hiçbir peygamber mucize gösteremez.
Ayetin
son bölümü müfessirler tarafından üç şekilde yorumlanmıştır: a) Sen sadece bir
uyarıcısın; her toplumun senin gibi bir yol göstericisi yani peygamberi vardır.
Bizim yorumumuz bununla örtülmektedir, b) Sen sadece bir uyarıcı, aynı zamanda
bütün insanlar için bir yol göstericisin. Bu yorum, Kur'an mesajının evrenselliğini
vurgulamaktadır, c) Sen sadece sana emanet edilen mesajı tebliğ etmekle
görevli bir uyarıcısın, insanların gönlünü imana ısındıran asıl hidayet edici
ise yalnızca Allah'tır.
Hâdî
kelimesinin sözlük anlamından hareketle son cümleyi, "Her toplumun yol
gösteren önderi, lideri veya davetçisi vardır" şeklinde yorumlayanlar da
olmuştur. [23]
8, Allah her dişinin karnında neyi taşıdığını,
rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını bilir. O'nun katında her şey ölçü
iledir. 9. O, görüneni de görünmeyeni de bilir; O, büyüktür, yücedir. 10.
Sizden, sözü gizleyenle onu açıkça söyleyen, geceleyin gizlenenle gündüzün
yürüyen O'na göre eşittir, 11. Kişinin önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu
kayıt ve koruma altına alan takipçiler vardır. Bir toplum kendisindekini
değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah herhangi bir
toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi
mümkün değildir. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. 12. Size
korku ve ümit duyguları içinde şimşeği gösteren ve yağmur dolu bulutları
meydana getiren O'dur. 13. GÖk gürültüsü Allah'ı överek tenzih eder; O'nun
korkusundan dolayı melekler de buna katılır. Onlar Allah hakkında tartışıp
dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O'nun azabı pek
şiddetlidir. 14. Dua edilmeye lâyık olan O'dur. O'nun dışında el açıp dua ettikleri
şeyler, onların hiçbir isteğini karşılayamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye
iki avucunu suya doğru açıp yalvaran kimse gibidir. Halbuki bu yoldan su asla
onun ağzına gelecek değildir. Kâfirlerin duası hep boşa gider. 15. Göklerde ve
yerde bulunanlar, bunların gölgeleri sabah akşam, isteseler de istemeseler de
Allah'a secde ederler. [24]
8-10. İnsanların bilgisi sınırlı, eksik ve değişmeye
açıktır. Allah'ın ilmi ise sonsuz, tam ve kesindir. İnsanın ana rahmine
düşmesinden son nefesine kadar geçireceği hayat safhalarına ait bitgi
bakımından da insan bilgisi, ilâhî bilgi ile kıyaslanamayacak kadar eksiktir.
"Rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağı" ifadesini müfessirler,
"rahimdeki ceninin yaratılışındaki eksikliği, fazlalığı; sayısını ve kalma
süresini yani rahimdeki yavrunun vaktinden önce mi, sonra mı yoksa normal
zamanında mı dünyaya geleceğini Allah bilir" şeklinde yorumlamışlardır. [25]
Allah katında her şeyin ölçü ile olmasından maksat da her şeyin yaratıldığı
özel amaca, var olmasının gerektirdiği şartlara ve Allah'ın yaratına planında
oynaması öngörülen role uygun olarak yaratılmış olmasıdır. [26]
11. Müfessirler, "takipçiler" diye çevirdiğimiz
muakkibât kelimesini "koruyucu melekler" olarak yorumlamışlardır. [27] Yüce
Allah İnsanların bütün düşünce ve davranışlarını bildiği, gözetlediği ve her
şeye kadir olduğu halde sünneti ve engin hikmeti gereği her insanın önünde,
arkasında, sağında ve solunda görev yapan, onu bazı kötülüklerden koruyan ve
amellerini yazan melekler tayin etmiştir. Hz. Peygamber de insanları gece ayrı
gündüz ayrı meleklerin izlediğini haber vermiştir. [28] Müfessirlere
göre kişinin sağ tarafında bulunan melek iyi amellerini, sol tarafında bulunan
melek ise kötü amellerini yazmaktadır. Önünde ve arkasında bulunan melekler
ise onu korumakla görevlidirler. [29]
Anlatıldığına göre bir adam Hz. Ali'ye gelip "Seni öldürmek isteyenler
var, koruman iyi olur" demiş, Hz. Ali ona şöyle cevap vermiştir:
"Her insanla birlikte onu kaderinde olmayan şeylerden koruyan iki melek
vardır. Fakat kader geldiğinde melekler kişi
ile kaderin arasından çekilirler. Şüphesiz ki ecel sağlam bir kalkandır
(yani eceli gelmeyen ölmez)" [30]
Muakkibât
tabirini, 11. âyetle bağlantılı olarak "dünyevî güçler" şeklinde yorumlayanlar
da vardır. Buna göre cümlenin yorumu şöyle olur: Allah'ın ilmine göre gizlice
yapılan işlerle açıkça yapılanlar, gecenin karanlığında kendini saklayan kimse
İle gün ışığında ortalıkta dolaşan kimse aynıdır. Gecenin karanlıklarına sığman
kimse Allah'ın takdirini kendinden savamadığı gibi gün ışığında
koruyucu-larıyla dolaşan kimse de O'nun takdirini önleyemez. [31]
12-13. Şimşek hem yağmurun müjdecisi hem de yıldırımın
habercisidir. Kendisi veya malı açıkta bulunanlar yıldırımdan, gürültüden ve
ıslanmaktan korkarlar, yağmur bekleyenler ise habercisini görünce sevinirler.
Böylece insanlar şimşek parladığında korku ile ümidi yaşamış olurlar. Yağmurdan
fayda görenler onun gelmesine sevinirken, zarar görenler üzülürler. Bulutların
elektrik yüklerinin çatışmasından gök gürültüsü doğar. 13. âyette gök
gürültüsünün Allah'ı överek teşbih ettiği yani Allah'ın ortaklardan, noksan
sıfatlardan uzak ve şanının yüce olduğunu ifade ettiği haber verilmektedir.
Müfessirler gök gürültüsünün Allah'ı teşbih etmesini birkaç türlü
yorumlamışlardır:
a) Burada teşbih (Allah'ın eksiksizliğinin dile getirilmesi) hakikat
mânasında kullanılmıştır; her şey gibi gök gürültüsü de Allah'ı teşbih eder,
fakat insanlar onun dilini anlayamazlar. [32]
b) Gök gürültüsünün Allah'ı teşbih etmesi mecazdır. Aslında Allah'ı
teşbih eden, gök gürültüsünü işitip yağmur bekleyen kullardır; gök gürültüsü
kulların teşbihine sebep olduğu İçin teşbih ona isnat edilmiştir.
c) "Gök gürültüsü" anlamına gelen Ra'd kelimesi bir meleğin
ismi, işitilen ses de o meleğin teşbihidir. [33]
14.İnsanoğlu daima kendisinden daha güçlü bir varlığa sığınma, tapınma, yalvarma
ve yardım isteme ihtiyacında olmuştur, Allah'ın gönderdiği hak dine ve peygamberlere
inananlar Allah'a sığınmış, O'na tapmış ve O'ndan yardım dilemişlerdir. Hak
dine inanmayanlar ise çeşitli bâtıl tanrılara tapıp, onlardan yardım istemişlerdir.
İşte âyet-İ kerîme insanların bu durumunu bir benzetme ile tasvir ederek sonucu
ortaya koymaktadır: Su almak için uzaktan avuçlarını suya uzatan kimsenin
ağzına su kendiliğinden gelip onun ihtiyacına cevap vermeyeceği gibi
bâtıl tanrılara sığınıp onlardan yardım isteyenlerin istek ve dileklerine de
hiçbir şekilde cevap verilmeyecektir. Zira tann diye taptıkları o varlıklar
yaratan değil, yaratılmış varlıklardır; bu sebeple başkalarının ihtiyaçlarını
karşılamaktan âcizdirler.
Şüphe
yok ki kendisine el açıp yalvarılmaya lâyık olan tek tanrı yüce Allah'tır. Evrendeki
her şeyin yaratıcısı olan Allah, kullarına şah damarından daha yakındır, kalplerinden
geçenleri dahi bilir; onların açıktan ve gizli yakarışlarını işitir, ihtiyaçlarını
karşılar, istedikleri şey mevcut değilse yaratır. Kendilerine tann diye tapılan
şuursuz putlar veya diğer tanrılar ise yaratıcı güce sahip olmadıkları için insanların
dua ve isteklerine cevap verecek durumda değillerdir. Bu nedenle onlara dayanıp
sığınmak ve onlardan yardım istemek bâtıldır, yararsızdır; bu tanrılara yapılan
dualar boşa gitmiş, hedefini şaşırmış dualardır. Âyet-i kerîmenin son cümle
si bunu ifade etmektedir. [34]
15. "Allah'a kulluk etmek ve O'na boyun eğmek" anlamına gelen
secde ihtiyarî (serbest) ve zorunlu olmak üzere iki kısımdır. Birincisi
insanlara mahsus olup insanlar serbest iradeleriyle Allah'a secde yani itaat
ederek bununla sevap kazanırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok yerde bu anlamda
kullanılmıştır. [35] İkincisi ise zorunlu secdedir. Bu anlamda
insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların tamamı Allah'a secde etmektedir. [36]
Nitekim tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede göklerde ve yerde
bulunan ne varsa hepsinin istese de İstemese de Allah'a secde ettiği
bildirilmiştir. Âyetteki "İstese de İstemese de" ifadesi, Allah'ın
hükmünün her şey İçin geçerli olduğunu, hiçbir şeyin O'nım iradesi, buyruğu ve
kanunlarının dışına çıkamayacağını belirtir. İnkarcılar, iradeye bağlı
davranışlarda O'na baş eğmeye istekli olmasalar bile evrende hüküm süren kural
ve kanunlarına boyun eğmek zorundadırlar.
Gölgelerin
sabah akşam Allah'a secde etmesi de güneşin hareketine bağlı olarak sabahları
batıya doğru uzaması, öğle vaktinde sıfırlanması veya en kısa haline gelmesi
öğle-akşam arasında doğuya doğru uzamasıdır. Âyet-i kerîmede gölgelerin bu
durumu, secdeye kapanan insanın durumuna benzetilmiştir, İşte yeryüzünde
gölgelerin bu şekilde uzayıp kısalması Allah'ın koyduğu nizama ve tabiat
yasalarına boyun eğmelerinin bir ifadesidir. Şu halde tabiatta gölgesi bulunan
her şeyin hem kendisi hem de gölgesi Allah'a boyun eğmekte ve secde etmektedir.
Aynı mânada bir başka âyet-i kerîmede Allah'ın yarattığı varlıkların
gölgelerinin küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döndüğü ifade
edilmiştir. [37]
16. "(löklerin ve yerin rabbi kimdir?"
diye sor; "Allah'tır" diye de cevap ver; sonra de ki: "Öyle ise
O'nu bırakıp da kendilerine bile fayda
sağlayacak veya zararı savacak
güce sahip olmayanları velîler yerine
mi koyuyorsunuz?", "Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla
aydınlık eşit olur
mu?" diye de sor. Yoksa Allah'ın yarattığı gibi
yaratan ortaklar koştular da bu iki yaratma arasındaki benzerlikten dolayı mı
şaşırdılar?" De ki: "Her şeyi yaratan Allah'tır, O birdir, karşı
konulamaz güce sahiptir."
17.0, gökten su indirdi de vadiler doluşunca sel
olup aktı. Bu sel, üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Yaktıkları ateşin
üzerine koyup eriterek süs eşyası veya alet yapmak istedikleri madenlerden de
buna benzer köpük çıkar. Eşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük
atılıp gider; insanlara fayda veren şeye gelince, o dünya durdukça durur. İşte
Allah böyle misaller getirir. 18. Rableri-nin emrine uyanlar için mükâfatın en
güzeli vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tamamı ve ek
olarak bir misli daha onlann olsa (kurtuluş
için) onu mutlaka feda ederlerdi. Onlar
var ya, hesabın en kötüsü işte onları bekliyor; varacakları yer de
cehennemdir. Orası ne kötü yataktır! [38]
16, Hz, İbrahim zamanından itibaren Arap yarımadasında
Allah'ın birliği inancı yerleşmişti; ancak zamanla bu inanç dejenere olmuş ve
yarımadada putperestlik yaygın bir hal almıştı. Bununla birlikte Araplar
evreni Allah'ın yarattığına inanıyor ve bunu ifade ediyorlardı; fakat onlara
göre insan, doğrudan Allah'a ibadet edecek nitelikte olmadığı için kendilerini
Allah'a yaklaştıracağına inandıkları aracı tanrılara tapıyor ve bunlardan
yardım istiyorlardı. [39] İşte yüce Allah bu
müşrikleri kınayan bir üslûpla Hz. Peygamber'e göklerin ve yerin rabbinin kim
olduğunu onlara sormasını ve "Allah' tır" diye cevap vermesini
emretmektedir. Sûrenin başındaki (2-4) âyetlerde geçtiği üzere gökleri ve yeri
yöneten, ayı ve güneşi insanların hizmetine sunan, bulutlardan yağmur yağdırıp
yeryüzünde insanlara çeşit çeşit nzıklar veren Allah'tır. İşte âyette, bu
durumu bilerek Allah'a ortak koşan müşriklerin çelişki içerisinde olduklarına
işaret edilmektedir. Zİra onlar Allah'ı bırakıp yaratıcılık vasfına sahip
olmayan, başkası tarafından yaratılmış olan, kendilerine dahi bir yarar
sağlamaya veya başlarına gelecek zararı savmaya gücü yetmeyen varlıklara
tapıyorlardı, Allah Teâlâ misaller getirerek, gerçeği gösteren bunca delili
görmeyen müşrikleri köre, görüp ibret alan müminleri gören kimseye, küfür ve
cehaleti karanlıklara, ilim ve imanı da aydınlığa benzeterek hem İnkârın
psikolojik sebeplerine ışık tutmakta hem de müşrikleri uyarmaktadır.
"Yoksa
Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar koştular da bu iki yaratma arasındaki
benzerlikten dolayı mı şaşırdılar?" mealindeki soru müşriklerin gülünç duruma
düştüklerini göstermektedir. Çünkü tanrının yaratma gücüne sahip olması
gerekir, onlann taptığı tanrılar ise yaratma gücüne sahip değillerdir; bilâkis
kendi- leri yaratılmışlardır. İnsanların meydana getirdiği en üstün sanat eseri
dahi önceden Allah tarafından yaratılmış olan unsurların yeni bir terkip
içerisinde bir araya getirilmesinden ibarettir. Oysa Allah yoktan
yaratmaktadır; Allah'ın yaratmasıyla kulların yaratması arasında mahiyet
bakımından fark vardır; gerçek anlamıyla yaratma gücüne sahip olan sadece
Allah Teâlâ'dır. Bu nedenle kendisine ibadet edilmeye, dua ve niyazda
bulunulmaya lâyık olan da O'dur. [40]
17. Müminlerin kalpleri su biriktiren yerlere benzer; iman nuru onların
kapasitelerine göre kalplerine yerleşir, bundan kendileri hidayet buldukları
gibi başkalarının hidayetine de vesile olurlar. Böylece ölmüş kalpler dirilir,
porsumuş vicdanlar merhametli olma özelliği kazanır. İman neticesinde sayılamayacak
kadar faydalar meydana gelir. Yüce Allah bâtılı su yüzündeki köpüğe dolaylı
olarak bâtıl ehlini de yeryüzünde su biriktirmeyen tepeler ve çorak yeryüzü
katmanlarına benzetmiştir; köpük suyun üstünde geçici bir varlık gösterse de
kısa zamanda yok
olup gider; hiçbir şeye faydası olmaz. Bâtıl da böyledir, kısa zamanda yok olmaya
mahkûmdur. Su tepe ve çorak yerlerde birikmediği gibi iman nuru da buna hazır
olmayanların kalplerine giremez; böylece haktan kendileri yararlanmadıkları gibi
başkalarına da faydalı olmazlar.
Âyette
ikinci bir benzetme daha yapılmıştır: Saflaştrnlıp süs eşyası veya kap kaçak
yapmak için ateşte eritilen madenlerin üzerinde de cüruf birikir; ancak cüruf
atılır, yok olup gider, yararlı olan cevher kalır. İşte hak karşısındaki batılın
durumu da böyledir. Bâtıl bir süre hakkın önüne geçmiş, üstüne yükselmiş olsa
da sonunda gerçek ortaya çıkar. Hak kalıcı, bâtıl ise köpük ve cüruf gibi
değersiz ve geçicidir. [41]
18. Müfessİrler, mükâfatın en güzelini "cennet, son derece büyük ve
güzel menfaat, kesintiye uğramayacak olan üstün iyilik" şeklinde
yorumlamışlardır. [42] Âyet, bir önceki âyetten
bağımsız olarak ele alınırsa şöyle yorumlanır: Allah Teâtâ, çağrışma icabet
edip emrine uyanlar için bu güzel mükâfatı vaad etmektedir. Çağnsına uymayanların
hakkı da cezadır. Onlar âyette bildirilen bütün imkânlarını feda etseler
cezadan kurtulamazlar.
Âyet
bir önceki âyetin devamı olarak ele alındığı takdirde yorum şöyle olur: Allah
rablerinin çağrısına güzel bir karşılık veren müminlerle, çağnsına icabet etmeyen
inkarcılar için bu misalleri getirmektedir; müminlerin durumu örneklerde tasvir
edilen faydalı ve güzel şeylere, inkarcıların durumu İse faydasız şeylere benzetilmiştir. [43]
19.
Sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu gören kimse görmeyen gibi olur mu?
Bunu ancak akıl sahipleri anlar. 20. Onlar, Allah'a verdikleri sözü yerine
getirirler, yeminlerini asla bozmazlar. 21. Onlar Allah'ın, korunmasını
emrettiği bağı koruyan, rablerine saygıda kusur etmeyen, hesabın kötü sonuç
vermesinden korkan kimselerdir. 22. Ve onlar rablerinin rızasını elde etmek
için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden
Allah yolunda gizli açık harcayan, kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte
dünya hayatının güzel sonu (cennet) sadece onlarındır. 23-24.0 güzel son,
babalarından, eşlerinden ve çocuklarından lâyık olanlarla birlikte girecekleri
adn cennetleridir; melekler de "Sabretmenize karşılık elde ettiğiniz
esenlik daim olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzel oldu!" diyerek her kapıdan
onların yanma girerler. 25. Allah'a verdikleri sözü pekiştirdikten sonra
bozanlar, Allah'ın korunmasını emrettiği bağı koparanlar ve yeryüzünde fesat
çıkaranlar var ya işte lanet de onlar içindir; dünyanın kötü sonu da onlar
içindir. 26. Allah dilediğinin rızkım bollaştırır, dilediğininkini de daraltır.
Onlar dünya hayatıyla sevinip mutlu oluyorlar, oysa âhiretin yanında dünya
hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir. [44]
19-22. Allah Teâlâ 19. âyette Kur'an'ın hak olduğuna
inanmayanı köre benzetmekte, inananların bu körle eşit olmayacağını, bunu
ancak akıl ve sağ duyu sahiplerinin kavrayabileceklerini bildirmiştir. Akı]
sahiplerinin nitelikleri ise müteakip âyetlerde şöyle sıralanmaktadır: Bunlar
Allah'a vermiş oldukları sözden dönmezler, dinî, ahlâkî, hukukî ve toplumsal
bütün yükümlülüklerini yerine getirirler; Allah'ın, gözetilmesini emrettiği
şeyleri gözetirler, yani insanlık, akrabalık, komşuluk, din kardeşliği ve
benzeri insanlar arası ilişkilerden doğan haklara riayet ederler; rablerine
karşı kulluk görevlerinde kusur etmemeye çalışırlar; Allah huzurunda
hesaplarının kolay olmasını dilerler; Allah'ın rızâsını kazanmak için uğrunda
karşılaştıkları her türlü sıkıntılara sabrederler; namazlarını vaktinde
dosdoğru kılarlar; Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetlerden gizli açık
Allah yolunda harcarlar; kötülüğü iyilikle savarlar yani haksızlığa karşı
adaletle, yalancılığa karşı doğrulukla, rezilliğe karşı da erdemle mücadele
ederler. İşte dünya yurdunun güzel sonu yani cennetler bunlarındır. Bu güzel
sonun ne olduğu bundan sonraki (23-24,) âyetlerde açıklanmıştır. [45]
23-24. Sözlükte "devamlı ikamet edilen yer, bir şeyin merkezi ve ortası,
bir cevher veya madenin aslı, yatağı" mânalarına gelen adn kelimesi
Kur'an'da cennet kelimesi ile birlikte zikredilerek insanın aslının (Âdem)
yaratıldığı ve âhirette müminlerin sonsuza kadar kalacağı çeşitli cennetleri
tasvir etmek üzere kullanılır. Kur'an'da on bir yerde söz konusu edilen adn
cennetleri, "içinde güzel meskenlerin, tahtların, altın ve incilerle
süslenmiş ince ipekten yeşil elbiselerin, sabah akşam ikram edilen türlü
yiyeceklerin, eşlerine bağlı hurilerin ve çeşitli ırmakların bulunduğu ebedî
bir yurt" olarak tasvir edilmektedir. [46] Hadislerde ise eşyaları altın ve gümüşten olan
değişik adn cennetlerinin bulunduğu, burada bulunanların her an Allah'ı
görebilecek kadar yüksek bir mevki sahibi olacakları bildirilmiştir. [47]
Tefsirlerde
adn cennetinin arşın altında, diğer cennetlerin ortasında bulunan, mukarrebûn
(peygamberler, şehidler, sıddîklar ve âlimler) zümresine tahsis edilmiş bir
şehir veya saray olduğu[48] burada altından yapılmış, inci ve yakutlarla
süslenmiş, yiyecekler ve hurilerle donatılmış sarayların bulunduğu, içinde
tesnîm ve selsebîl pınarlarının aktığı, arşın altından misk kokulu rüzgarlar]
n estiği, yani "hiçbir insan gözünün görmediği hayalinin canlandırmadığı
nimetlerle dolu olduğu zikredilir. [49]
20-22.
âyetlerde özellikleri anlatılan müminlerin bu ccnnnleıv jjirm'fli vııml
edilmektedir, İnsanoğlu şuur ve
duygularına göre cennette bile mutlu olabilmek için yakınlarının da orada
olmasını ister. Bu arzu 23. âyette müsbet karşılanmakla beraber bir şarta
bağlanıyor: İman, ahlâk ve iyiliklerle buna lâyık olmak. Aksi halde yalnızca
cennetlik kimselerin yakını, sevgilisi olmak kişiye oraya girme hakkı
vcrııu-ya-ektir. [50]
25-26. Gerek Allah'a gerekse kullara verdikleri sözden dönen, yaptıkları anlaşmaları
bozan, iıkr.ıba, konu komşu ve diğer insanlarla ilişkilerini kesen, fakir fukarayı
gözetmeyen, yeryüzünde fesat çıkarıp insanların arasını bozan kimseler bu kötü
fiillerden dolayı dünyada Allah'ın, meleklerin ve insanların lanetine uğrarlar;
âhirette İse cehenneme gireceklerdir. [51]
İslâm'ın
ilk dönemlerinde Hz, Peygamber'e genellikle maddî bakımdan zayıf kimseler
inanmıştı. Mekkenin varlıklı müşrikleri bunları gördüklerinde "Allah'ın
kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de bunlar mı!" [52]
diyerek
müminleri küçümsüyor, "Onlar Allah'ın sevdiği kimseler olsa, Allah onları
böyle sıkıntılar içinde bırakmaz" diyorlardı. Kanaatlerine göre Allah'ın
kendilerine zenginliği lâyık görmesi onları sevdiğinin bir alâmetiydi. Oysa
Allah Teâlâ hikmeti gereği kullarından dilediğinin rızkını bol, dîlediğininkini
de kıt verir, Allah'ın bir kimseye bol rızık vermesi onun Allah katında değerli
olduğunu göstermediği gibi, herhangi birinin rızkını daraltması da onun Allah
katında sevilmeyen biri olduğunu göstermez, Dünya varlığı, insanlar katında
bir değer olmakla birlikte Allah'ın rızâsına uygun olarak kullanılmadığı
takdirde Allah katında bir değer ifade etmez; fâni dünyanın nimet ve zîneti
cennette olanlarla karşılaştırıldığı takdirde dünyadaki çok sönük, renksiz ve
tatsız kalır. [53]
27. İnkarcılar, "Ona rabbinden bir mucize
indirilseydi ya!" diyorlar. De ki: "Allah dilediğini saptırır;
kendisine yöneleni de gerçeğe ulaştırır. 28. Bunlar, iman edenler ve Allah'ı
zikrederek gönülleri huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller ancak Allah'ı
zikrederek huzura kavuşur. 29. îman edip iyi işler yapanlara ne mutlu!
Varılacak güzel yurt onlar içindir. 30. İşte seni de kendilerinden önce nice
benzerlerinin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki sana vahyettiğimizi onlara
okuyasm. Onlar ise Rahmân'ı inkâr ediyorlar. De ki: Benim rabbim O'dur, O'ndan
başka tanrı yoktur; sadece O'na güvenip dayandım, dönüş de yalnız O'nadır. 31.
Eğer gelmesi sebebiyle dağların yürütüldüğü veya yerin parçalandığı yahut
ölülerin konuşturulduğu bir Kur'an olsaydı (yine
inanmazlardı). Fakat bütün işler
Allah'a aittir. Müminler hâlâ anlamadılar mı ki Allah dileseydi bütün insanları
hidayete erdirirdi? Allah'ın vaadi gelinceye kadar yaptıklarından dolayı inkâr
edenler ya kendileri felâkete uğrayıp duracaklar veya felâket onların yurtlarının yakınına
inecektir. Allah, vaadinden asla dönmez. 32. Andolsun, senden önceki
peygamberlerle de alay edildi; ancak ben inkâr edenlere bir süre mühlet verdim,
sonra da onları yakaladım. Görülsün işte azabım nasılmış? [54]
27-28. Bir uyarıcı ve bir müjdeleyici olarak Peygamber'in
görevi mucize göstermek değil, insanları uyarmak; onlara hakkı, adaleti, güzeli
ve doğruyu göstermek; haksızlık, adaletsizlik ve sapkınlıktan sakındırmaktır.
Allah Teâlâ bir lütuf olarak gönderdiği peygamberleri mucizelerle de
desteklemiştir; ancak inkarcılar Hz. Peygamber'in getirdiği mucizeleri yeterli
bulmuyor, herkesin kabule mecbur kalacağı bir mucize istiyorlardı. Böyle bir
mucize ise imtihan amacını ortadan kaldıracağı için İlâhî hikmete uygun
değildi. Gerçek şu ki, burada eksik olan mucize değil, doğruyu bulma
arzusudur, onlarda doğruyu bulma arzusu olmadığı için Peygamber'in getirdiği
mucizelere rağmen inatla inkarcılıklarını sürdürmüşlerdir. Allah Teâlâ
tercihini bu yönde kullanan kimseleri zorla doğru yola iletmez. Bilâkis onları
kendi iradeleri ve tercihleriyle baş başa bırakır, sapkınlıkları içerisinde
bocalar dururlar; inkarcılık ruhlarına yerleştikten sonra inanma güçleri
zayıflamış olacağı için îman da edemezler. İşte Allah'ın dilediğini
saptırmasından maksat budur. Nitekim yüce Allah 27. âyetin son cümlesinde
doğruyu arayıp ona yönelenleri yani tercihlerini bu yönde kullananları
hidayete erdireceğini haber vermekte, 28. âyette ise doğru yolu arayanların
vasıflanın bildirmektedir. Âyetin bağlamı dikkate alındığı takdirde Allah'ı
zikretmekten maksadın Kur'an olduğu düşünülebilir. Zira bîr önceki âyette
inkarcıların kabul etmedikleri şey Kur'an'dı; buna karşılık müminlerin
gönüllerini huzura kavuşturan zikir de yine Kur'an'dır. Ayrıca Kur'ân-ı
Kerîm'de birçok yerde zikr kelimesi Kur'an'm adı olarak geçmektedir. [55] Bununla birlikte zikr masdar olarak
"anmak" mânasına gelir; âyette bu mânanın yani dil veya kalp ile
Allah'ın anılmasının kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Allah'ın hidayete
erdirdiği kimseler Allah'a ve Kur'an'a gönülden ve samimi olarak inanan,
Kur'ân-ı Kerîm'i okumakla ve Allah'ın adını anmakla kalpleri huzur, ruhları
sükûnet bulan kimselerdir. [56]
29."Ne mutlu!" diye tercüme ettiğimiz tûbâ kelimesi, sözlükte
"cennet, bahçe, güzellik, hayır, şeref ve gıpta" anlamlarına gelir. İsim
olarak, "cennette bir ağacın adı" veya "cennetin isimlerinden
bir isinTdir. [57] terim olarak, iman eden
ve sâlih amel işleyenlere dünyada verilecek güzel bir hayatı, âhirette ise
içinde sürekli kalacakları güzel bir yurdu ve bu yurtta yaşayacakları mutlu
hayatı ifade etmektedir. "Varılacak güzel yurt" anlamına gelen hüsnü
meâb tamlaması da bu mânayı destekler. [58]
30.Müşriklerin Hz. Peygamber'in getirdiği mucizeleri kabul etmeyip kendi kafalarına
göre ondan mucize istemelerinin hiçbir değeri olmadığına işaret eden bu âyet
dolaylı olarak onların bu taleplerini reddetmektedir. Zira yüce Allah Hz. Muhammed'i
şerefli bir görev ile görevlendirmiş ve ona duyu organlarıyla algılanan
(hissi) mucizelerin yanında Kur'an gibi manevî ve ebedî bir mucizeyi de vermiştir.
Hz. Muhammed'in elçi olarak gönderilmiş olması benzeri görülmemiş yeni bir
olay değildir. [59] Nitekim daha önce gelmiş geçmiş ümmetlere de peygamberler
gönderilmiştir. [60]
Müşrikler
rahmeti her şeyi kuşatmış olan ve âlemlere rahmet olmak üzere Hz. Peygamber'i
ve Kur'an'ı gönderen yüce Allah'ın rahman ismini inkâr ediyor- lar,
"Rahman da neymiş?" diyerek bu isimde bir ilâh tanımadıklarını
söylüyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ elçisine -âyette ifade edildiği üzere-
Rahmân'ın, yüce Allah 'in kendisi olduğunu onlara bildirmesini emretti. [61]
31. Rivayete göre Resûlullah Mekkeli müşriklere İslâm'ı anlattığı bir gün
müşrikler, "Mekke'nin şu dağlarım buradan kaldır da yerimiz genişlesin
veya araziyi parçalara ayırıp içinden ırmaklar akıtarak tarıma elverişli hale
getir; yahut atalarımızdan ölmüş olan falan ve falan şahısları dirilt de senin
bu söylediklerinin doğru olup olmadığını onlara soralım" demişler; bunun
üzerine bu âyet indirilerek onların isteklerine göre mucizeler gösterilse dahi
iman etmeyeceklerine işaret edilmiştir. [62]Nitekim
bir başka âyet-i kerîmede bu durum açıkça ifade buyurulmuştur. [63] Yüce
Allah gönderdiği Peygamber vasıtasıyla bu tür mucizeleri göstermekten âciz
olmamakla birlikte peygamberin gönderilmesinden ve Kur'an'ın indirilmesinden
maksat bu talepleri karşılamak değil, insanları hidayete erdirmek, kalpleri
Allah'ın zikri ile huzura kavuşturmak, aklın önüne ışık tutmaktır.
Âyetteki
şart cümlesinin cevabı mealimizde "yine inanmazlardı" şeklindedir.
Cevap, "O yine bu Kur'an olacaktı" diyenler de vardır. Buna göre
onların istedikleri mucize gerçekleştiritseydİ yine bu Kur'an'la
gerçekleştirilirdi, ancak onlar mucizeleri görür de Kur'an'a yine de
İnanmazlardı. Çünkü onlar bu tür mucizeleri gerçeği bulmak için değil
Peygamber'le alay etmek için istiyorlardı ve Kur'an'ın muhtevasını kabule hazır
değillerdi.
Âyetin
"yerin parçalandığı" diye tercüme ettiğimiz kısmını "kendisiyle
mesafe alındığı" veya "kendisiyle uzak mesafenin
yakmlaştırıldığı" şeklinde anlayanlar da olmuştur. Kureyşliler Suriye ve
Filistin'e ticaret kervanları gönderiyorlardı; fakat Mekke ile bu bölgeler
arasındaki mesafe uzun, yollar elverişsiz, iklim kurak, arazi ise çoraktı;
ticaret kervanları yollarda sıkıntı çekiyordu. Bu sebeple müşrikler Hz.
Süleyman'ın rüzgâr vasıtasıyla iki aylık yolu bir günde gitmesine[64]
benzer bir mucize ile Hz. Peygamber'in de bu mesafeyi kısaltıp yakınlaştırmasını
istemişlerdir. [65] Oysa onların teklif ettiği bu olağan üstü
şeyler peygamberin değil, Allah'ın elindedir. O dilese bu tür mucizeleri de
gösterir; ancak inkârda ısrar edenlerin kalpleri katılaşmış olduğu için hiçbir
mucizeye inanmazlar.
Müşriklerin
mucize getirilmediği için iman etmediklerini zannedip üzülen müminlerin
üzüntülerini gidermek maksadıyla yüce Allah "Müminler hâlâ anla-madıliir
mı ki Allah dilcseydi bütün insanları hidayete erdirirdi?" mealindeki so-
ruyu sormuştur. Şüphe yok ki Allah istese inkarcıları doğru yola iletir, kimse
buna engel olamaz; ancak O'nun bu anlamdaki istemesi zorlama olacağından sorumluluğu
ortadan kaldırır. Halbuki Allah insanları sorumlu kılmak İçin onlara akıl,
irade ve tercih yeteneği vermiştir. Onların, tercihlerini inkâr yönünde
kullanmalarına rağmen Allah onları zorla hidayete erdirmez. Yaptıkları kötülükler
yüzünden ölünceye kadar başlarına musibetler gelecek veya yurtlarının yakınına
felâketler inecek de sürekli olarak korku içinde yaşayacaklardır.
"Felâket
onların yurtlarının yakınına inecektir" cümlesindeki felâket, "savaşta
yenilgi, öldürülme, esirlik veya kuraklık, kıtlık" gibi anlamlarla
açıklanmıştır. [66] Bu cümledeki fiil hem üçüncü tekil şahsın
müennesi hem de ikinci tekil şahıs için kullanıldığından, bu cümlede "Sen
onların yurtlarının yakınına ineceksin" şeklinde Hz. Peygamber'e hitap edildiği
de düşünülebilir. Bu takdirde âyet hicretin 6. yılında Mekke yakınlarında
yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması'na işaret etmiş olur. [67]
32.
Peygamber'le alay etmek yeni bir olay değildir. Önceki peygamberlerle de alay
edilmiş, onların getirdiği mesajlar da reddedilmiştir. [68]Âyette
de ifade buyurulduğu üzere Allah'ın alaycı ve inkarcılara bir süre mühlet
vermesi onları şımartabilir, ancak Allah onların cezasını ihmal etmez, verdiği
süre içerisinde pişman olup tövbe etmedikleri tadirde onları şiddetle cezalandırır. [69]
33. Herkesi hak ettiğine göre yönetip gözeten Allah,
-bir de O'na ortaklar koşuyorlar- hiç başkalarıyla bir olur mu? De ki:
"Söyleyin bakalım onların isimlerini? Siz Allah'a yeryüzünde bilmediği
bir şeyi mi bildiriyorsunuz? Yoksa kuru laf mı söylüyorsunuz?" Doğrusu
inkâr edenlere tuzaklan güzel göründü de doğru yoldan saptırıldılar. Allah'ın
saptırdığı kimseyi doğru yola iletecek yoktur. 34. Onlar için dünya hayatında
büyük bir azap vardır; âhi-ret azabı ise elbette daha çetindir; onları Allah'a
karşı koruyacak kimse de yoktur. 35, Takva sahiplerine vaad olunan cennetin
özellikleri şöyledir: Zemininden ırmaklar akar; yemişleri ve gölgesi
süreklidir. İşte bu, kendilerini koruyanların mutlu sonudur; inkâr edenlerin
sonu ise ateştir. 36. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler sana indirilen
Kur'an'dan memnun olurlar. Fakat inanç gruplarından onun bir kısmını inkâr
eden de vardır. De ki: "Bana, sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak
koşmamam emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır.
37, Aynı şekilde biz Kur'an'ı Arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Sana
bu ilim geldikten sonra, eğer onlarm arzularına uyarsan, (bil ki) Allah
tarafından senin ne bir dostun ne de bir koruyucun olur. [70]
33. Müfessirler, "Söyleyin bakalım onların
isimlerini?" mealindeki cümleyi sahte tanrıların hiçbir isimlendirmeye,
nitelendirmeye veya tanımlamaya değmeyecek kadar anlamsız şeyler olduğuna
işaret eden küçültücü bîr ifade olarak yorumlamışlardır. Bir görüşe göre de bu
cümle tehdit ifade etmektedir yani, "İddia ettiğiniz gibi onları ilâh
olarak İsimlendirin, sonunda ne olacağını göreceksiniz!" anlamındadır. [71]
"Kuru
laf diye tercüme ettiğimiz "zahir mine'1-kavl" ifadesini müfessirler,
"gerçek olmayan, yok olmaya mahkûm, boş, yalan söz veya müşriklerin
iddiasına göre zahirî bir delil" anlamlarında yorumlamışlardır[72]Yerlerde
ve göklerde olup biten her şeyden haberdar olan yüce Allah sahte tanrıların
şefaatçi olacaklarına dair iddiaların bâtıl olduğunu da bilmektedir. Buna
rağmen müşrikler O'na ortak koştukları için, "Siz Allah'a yeryüzünde
bilmediği bii şeyi mi bildiriyorsunuz? Yoksa kuru laf mı söylüyorsunuz?"
sorusuyla onları kınamaktadır. Allah'm yeryüzünde ortağının bulunmadığının
ifade edilmesi başka yerlerde bulunduğu anlamına gelmez. Şüphesiz ki gökte de
yerde de ilâh sadece Allah'tır. [73]
Allah'ın
saptırmasından maksat, inkarcılıkta ısrar edenleri kendi hallerine bırakmasıdır.
Allah'ın yardımsız olarak kendi haline bıraktığı kimseyi doğru yola iletecek
kılavuz yoktur. Boyleleri hem dünyada hem de âhirette Allah'ın azabını hak
etmişlerdir.
Allah
Teâlâ önceki âyetlerde inkarcıların peygamberlere karşı tutumlarını ve
bunların sonlarını hatırlattıktan sonra burada da müminlerin âhiretteki durumlarına
dair bilgi vermektedir. Âhirette ne yakıcı sıcak ne de dondurucu soğuk olacak[74] ne
ay ne de güneş bulunacak fakat, cennetliklerin rahat edip mutlu olacakları
mutedil ve sürekli bir gölge olacaktır. [75]
Mekke
döneminde ve hicretin ilk yıllarında Medine'de Ehl-i kitapla ilgili olarak
inmiş olan âyetlerden bu dönemlerde Ehl-i kitabın müslümanlara bir ölçüde
sıcak baktığı ve onlarla dostça ilişkiler içerisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. [76]
Ancak hicretten sonra Medine'deki Arap kabilelerinin İslâm'ı kabul etmeleri ve
Hz. Peygamber'in etrafında kenetlenmeleri özellikle yahudilerin beklentilerini
boşa çıkarmış, kendilerinin siyasî ve ekonomik geleceklerinin tehlikede
olduğunu düşünerek Kıır'an'a ve müslümanlara cephe almışlar, hatta
müslümanların siyasî geleceklerini önlemek için Mekkeli müşriklerle iş birliği yapmışlardır.
Bir
görüşe göre Allah'ın kendilerine kitap verdiği kimseler müslümanlar, verdiği
kitap ise Kur'an'dır. Onun inmesine sevinenler de yine müslümanlardır.
Kur'an'ın bir kısmını inkâr edenlerin kimler olduğu âyet-i kerîmede açıklanmadığı
için müfessirler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir; "Bunlar
Ehl-i kitabın bazı grupları ile putperestlerdir" diyenlerin görüşü bizim
de tercihimizdir. Hz. isa'nın Allah'ın elçisi olduğunu ifade eden âyetleri bazı
yahudiler inkâr ederken, onun Allah'ın oğlu olmadığını bildiren ve teslîsi
reddeden âyetleri de bir kısım hı-ristİyanlar kabul etmemişlerdir. Müşrikler
İse Allah'ın .varlığına inanıp kâinatı O'nun yarattığını kabul ettikleri halde
putperestlik ve inkarcılığı kınayan âyetleri reddetmişlerdir. [77]
37. Hz. Peygamber ve yakın çevresinin Arap olması Kur'an'ın Arapça olarak
indirilmesinin başlıca sebeplerindendir. [78] yüce
Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların
diliyle göndermiştir ki peygamber Allah'ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça
anlatsın[79] Kur'an'ın Arap dili ile
indirilmiş olması onun sadece Araplar'a indirilmiş olduğunu ifade etmez.
Nitekim bazı âyetler onun, bütün insanlığa hitap eden evrensel bir mesaj
olduğunu göstermektedir. [80]
Bu
âyette "dili Arapça olarak" değil, "hükmü Arapça olarak"
denilmiştir.
Hükmü
dil olarak yorumlamak mümkün olmakla beraber, hakikî mânasına daha yakın olarak
şöyle anlamak da mümkündür: Kur'an'da beşerî tasavvur, ihtiyaç ve kültür olarak
Araplar'a hitap edilmiş, evrensel mesaja vasıta kılınan bu kültüre uygun bir
kurgu yapılmıştır. Bu şekilde Araplar'in kolayca anladıkları, içinde kendilerini
buldukları, ihtiyaçlarını karşıladıkları Kur'an'ın evrensel mesajı da onlar
aracılığı ile insanlığa ulaşmıştır.
Allah
Teâlâ hikmetinin gereği olarak Kur'an'ı gönderip önceki kitapların bazı
hükümlerini kaldırmış, bazılarını tekrarlamış, bu arada gerektiği kadar da yeni
hükümler ve bilgiler göndermiştir. Bu nedenle Kur'an'dan önceki ilâhî
kitapların hükümlerinden Kur'an'ın onaylamadığı herhangi bir hükümle amel etmek
caiz değildir.
Kur'an
tercümelerinden hüküm çıkarmak isteyenlerin de metindeki mâna ve nüansların
tercümede olabildiğince en iyi bir şekilde aktarıldığından emin olmaları
gerekir. Bunun için en azından tefsirlere bakmak ve uzmanlara danışmak kaçınılmazdır. [81]
38. Andolsun senden önce de peygamberler göndermiş,
onlara da eş ve çocuklar vermiştik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber
mucize getiremez. Süreli her şeyin bir kaydı vardır. 39. Allah dilediğini
siler, dilediğini de yerinde bırakır; ana kitap onun katındadır. 40. Onlara
haber verdiğimiz azabın bir kısmını sana ister gösterelim, ister (bundan önce) seni
vefat ettirelim, senin görevin sadece tebliğ etmektir; hesaba çekmek bize
aittir. 41. Bizim, yeryüzünü etrafından nasıl eksiltip durduğumuzu görmüyorlar
mı? Allah hükmeder, O'nun hükmünü denetleyecek yoktur; O'nun hesaba çekmesi de
hızlıdır. 42. Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı; oysa bütün tedbirlere hâkim olan Allah'tır. O,
herkesin ne elde ettiğini bilir, inkâr edenler dünya hayatından kimin kazançlı
çıkacağını yakında anlayacaklardır! 43.0 inkarcılar, "Sen peygamber
değilsin" diyorlar. De ki: "Benimle sizin aramızda şahit olarak bir
Allah, bir de kitap bilgisine sahip olanlar yeter." [82]
38. Müşrikler peygamberin insan üstü varlık olacağını
sanıyor1 Hz. Muhammed'in eş ve çocukları olduğu için onun peygamberliğine
itiraz ediyorlardı. Oysa Kur'ân-ı Kerîm beşerî özellikler bakımından peygamberlerin
insan üstü varlıklar olmadığını, onların da birer insan olduğunu[83] eş
ve çocukları bulunmasının peygamber olmaya engel teşkil etmediğini haber
vermektedir. Mucizeye gelince o da peygamberin elinde değil, Allah'ın kudretinde
olup ancak onun ezelî ilminde belirlediği zaman meydana gelir. Müşriklerin
istediği mucizenin hemen gelmemesi onun hiç gelmeyeceğini göstermez. Allah'ın
hikmet ve takdiri onun ne zaman gerçekleşmesini gerektiriyorsa o zaman
gerçekleşir.
"Süreli
her şeyin bir kaydı vardır" mealindeki cümlede yer alan kayıt kelimesinin
âyetteki karşılığı "kitap"tır. Buradaki kitabı "şeriat
vahyi" olarak anlayıp âyeti "Allah'ın takdir ettiği her süre için
gönderdiği bir kitap vardır" şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. [84]
39. "Ana kitap" diye tercüme ettiğimiz ümmü'l-kitâb tamlaması, "kitabın anası, kitabın aslı"
anlamlarına da gelir. Müfessirler "ana kitap"tan maksat "levh-i
mahfuzdur" veya "Allah'ın ezelî ilmidir" demişlerdir. Bizim
tercihimiz ikincisidir, yani ana kitap, Allah'ın ezelî ilmidir. Evrende
değişecek veya değişmeyecek olan her şey O'nun ezelî ilminde mevcuttur. Bu âyet
bir önceki âyetin "Süreli her şeyin bir kaydı vardır" mealindeki
bölümünü tamamlayıcı mahiyette olup Allah'ın her alanda dilediği değişikliği
yapabilecek irade ve kudrete sahip olduğunu ifade etmektedir; Allah'ın
yaptığından sorumlu tutulamayacağını bildiren âyet de bu mânayı destekler
(Enbiyâ 21/23). Bu mealdeki âyetlerle sahabeden bazılarının yaptığı dualardan
kaderin dahi değişebileceği sonucunu çıkaranlar olmuştur. Meselâ Hz. Ömer'in
Kabe'yi tavaf ederken ağlayarak şu şekilde dua ettiği rivayet
edilmiştir: "Allahım eğer beni şekavet ehlinden (bedbaht) yazdıysan beni
oradan sil, saadet ve mağfiret ehli arasına yaz. Çünkü sen dilediğini siler,
dilediğini bırakırsın, ana kitap senin kalındadır. [85]
40. Geleceği haber verilen azap er veya geç mutlaka gelecektir. Hz. Peygamber'in
bunu görmesi veya görmemesi önemli değildir; o, müşriklere verilecek cezanın
bir kısmına şahit olabilir, bir kısmını da görmeden vefat edebilir. 38. âyette belirtildiği
üzere her şeyin takdir ve tayin edilmiş bir zamanı vardır; zamanı geldiğinde
gerçekleşecektir. Nitekim Bedir, Huneyn ve benzeri savaşlarda müşriklerin ileri
gelenlerinden birçoğu öldürülmüş, Hz. Peygamber bu olaylara bizzat şahit olmuştur.
Vefatından sonraki olaylarda cezalandırılanları İse görmemiştir. Peygamber'in
görevi insanları cezalandırmak veya onların cezalandırıldığını görmek değil,
ne pahasına olursa olsun Allah'ın gönderdiği vahyi insanlara tebliğ etmektir. Hesap
sorup ona göre amellerin karşılığını vermek Allah'a aittir. [86]
41, "Yerin etrafının eksiltilmesi" olayını müfessirler hakikat
ve mecaz olmak üzere başlıca iki şekilde yorumlamışlardır:
a) Hakikat anlamına göre yerin etrafından eksiltilmesi, "yağmur,
sel, rüzgâr, deprem ve benzeri tabiat güçlerinin etkisiyle toprağın yerinden
kayması, dağ ve tepelerin aşmması"dır (erozyon).
b)Mecazi anlamda ise "inkarcıların ülkelerinin fethi ile onların
topraklarının azalmasıdır. Bunların dışında âyeti, imar edilmiş ülkelerin harap
olması, ülke halkının helak olması, ileri gelenlerin, önderlerin ve ilim
adamlarının yok olması, toprağın ürünlerinin eksilmesi gibi başka anlamlarda
yorumlayanlar da olmuştur. [87]
Râzî'ye göre bundan maksat, yeryüzünde talihin değişmesidir yani başarı ve yükselişin
çöküşe, hayatın ölüme, gurur ve ihtişamın aşağılanmaya, kemalin acze ve
eksikliğe dönmesi, birinin diğeri ile yer değiştirmesidir. [88] İşte
bunların hepsi Allah'ın hükmü olup evrende O'ndan başka hiç kimsenin hükmü
geçerli değildir. [89]
42, Tarihte Nemrut, Firavun gibi zalimlerin her biri kendi zamanındaki peygambere
tuzak ve şeytanca düzenler kurmuş[90] ancak
Allah'ın peygamberlerine yardımıyla bunların tuzakları boşa çıkmıştır. İşte
yüce Allah müşriklerin Hz, Peygamber'e karşı tutumunu bunların tutumuna
benzeterek Hz. Peygamber'i teselli etmekte, düşmanlarını ise uyarmakta, böylece
Allah Teâlâ öncekilerin hile ve tuzaklarını boşa çıkararak peygamberlerine
yardım ettiği gibi Hz. Peygamber'e de yardım edip düşmanlarının tuzaklarını boşa
çıkaracağına işaret buyurmaktadır. [91]
43. Peygamber için "onun gerçek bir Allah elçisi" olduğunu
Allah'ın, kendisinin ve bu konuda bilgi sahibi olanların bilmesi yeterlidir.
İnanmayanların ona "Sen peygamber değilsin" demeleri tabii ve
etkisizdir.
"Kitap
bilgisine sahip olanlar"dan maksadın kimler olduğu konusunda iki ihtimal
vardır:
Bundan
maksat Tevrat ve İncil bilgisine sahip olan yahudİ ve hıristiyan âlimleridir;
çünkü yukarıda belirtildiği üzere[92] Kur'an amelî konularda bazı farklılıklar
getirse de dinin esasları itibariyle önceki kitaplarla uyuşuyor ve onları
tastık ediyordu[93] ayrıca onların kitaplarında
Hz. Peygamber'in evsafı İle ilgili bilgiler ve geleceğine dair müjdeler vardı;
dolayısıyla Ehl-i kîtap'tan kendi dinlerine samimiyetle bağlı olanlar Hz. Mulıammed'e
indirilen Kur'an'dan da hoşlanıyor ve memnun oluyorlardı; Bu sebeple yüce Allah
Hz.'Muhammed'in hak peygamber olduğuna dair onların şahit gösterilmesini
elçisine emretmiştir.
Bunlar
Varaka b. Nevfel gibi Mekkel iler'den olup yahudi veya hıristiyan olmadıkları
halde Tevrat ve İncil'i bilen kimselerdir. Nitekim Hz. Peygamber'e ilk vahiy
geldiğinde eşi Hz. Hatice onu Varaka'nın yanma götürmüş o da Hz. Muhammed'e
vahiy getiren meleğin daha önce Hz. Musa'ya vahiy getiren melek
olduğunu söylemişti, Mekkeliler de bu olaydan haberdar olmuşlardı. [94]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/247
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/247.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/247.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/248.
[5] Bakara 2/1
[6] İbn Kesîr, IV, 350; İbn Âşûr, XIII, 78; El-malıh, IV,
2942
[7] Zemahşerî, II, 348
[8] bk. Taberî, XIII, 61
[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/248-249.
[10] bu konuda bk. Bakara 2/22,29,164; Allah'ın arşa istiva
etmesi konusunda bilgi için bk. A'râf 7/54
[11] Güneş ve ayın hareketleri hakkında bilgi için bk.
Yâsîn 36/38-40
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/249.
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/249-250.
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/250.
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/251.
[16] meselâ bk. Yâsîn 36/8
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/251.
[17] Enfâl 8/32-33
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/251.
[19] krş. Sâd 38/4,65; Kaf 50/2; Nâziât 79/45.
[20] bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, "Hâdî", DİA,
XV, 9
[21] bk. İsrâ 17/90-93; Furkan 25/7-8
[22] Fâ-tır 35/24
[23] Taberî, XIII, 71-72; Esed, 11,486
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/251-252.
[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/253.
[25] Şevkânî, III, 65
[26] Esed, II, 486; gayb ve şehâdet hakkında bilgi için bk.
Bakara 2/3
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/253.
[27] Şevkânî, III, 65
[28] bk. Buhârî, "Tevhîd", 23
[29] İbn Kesîr, IV, 359
[30] Taberî, XIII, 79-80
[31] Râzî, XIX, 21; Esed, II, 487; toplumların ahlâkı ile
ilâhî nimetler ve lütuflar arasındaki sebep sonuç ilişkisi konusunda bk. Enfâl
8/53
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/254.
[32] İsrâ 17/44
[33] bu yorumlar için bk. Râzî, XIX, 25-26; Şevkânî, III,
68; melekler hakkında bk. Bakara 2/30; Ahmet Saim Kılavuz, "Melek", İFAV
Ans…III, 187
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/254-255.
[34] dua hakkında bk. Bakara 2/186; A'râf 7/55
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/255.
[35] meselâ bk, Necm 53/62
[36] bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "scd"
md.
[37] Nahl 16/48
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/255-256.
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/256-257.
[39] Zümer 39/3
[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/257-258.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/258.
[42] Râzî, XIX37
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/258.
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/259.
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/260.
[46] krş. Tevbe 9/72; Nahl 16/31; Meryem 19/61; Fâtır 35/33
[47] bk. Buharı, "Tefsir", 55/1 2; Müslim,
"îmân", 296
[48] İbn Kesir, IV, 373
[49] Râzî, XVI, 132-133
[50] bu konuda ayrıca bk. Tûr 52/21; adn cennetleri
hakkında bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, "Adn", Dİ A, 1,390-391
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/260-261.
[51] Allah'a verilen söz ve onu bozanlar hakkında bilgi
İçin bk. Bakara 2/27
[52] En'âm 7/53
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/261.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/262.
[55] meselâ bk. Hicr 15/9; Nahl 16/44; Enbiyâ 21/50;
Fussilet41/41 vd
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/262-263.
[57] Taberî, XIII, 98-101; Kurtubî, IX, 316-317
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/263.
[59] Ahkaf 46/9
[60] ümmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128, 134,
141,213; Hûd 11/118-119
[61] Rahman hakkında bilgi için bk. Fatiha 1/1
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/263-264.
[62] Taberî, XIII, 102; Râzî, XIX, 52-53
[63] En'âm 6/111
[64] Sebe' 34/12
[65] Taberî, XIII, 103; İbn KesîrJV, 382
[66] Şevkânî, III, 95-96
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/264-265.
[68] Hûd 11/38, 54, 87; Zuhruf 43/52
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/.265
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/266.
[71] Şevkânî, III, 81
[72] Şevkânî, III, 81
[73] Zuhruf 43/84
[74] bk. İnşân 76/13
[75] cennet hakkında bilgi İçin bk. Bakara 2/25
[76] Ankebût 29/46-47
[77] bk. Şevkânî, [II, 83
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/266-267.
[78] bilgi için bk. Yûsuf 12/2
[79] İbrâhîm14/4
[80] meselâ bk. Bakara 2/185; Al-i İmrân 3/138; A'râf
7/158; Sebe' 34/28
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/267-268.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/268-269.
[83] İbrahim 14/11; Kehf 18/110; Fussilet 41/6
[84] Şevkânî, III, 100;
Esed, II, 494
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/269.
[85] Taberî, XIII, 112
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/269.
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/270.
[87] Şevkânî, III, 86
[88] XIX, 67
[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/270.
[90] Râzî, XIX, 68
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/270.
[92] âyet 36
[93] Mâide 5/48
[94] Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 3
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/270-271.