Dünyanın Küreselliği ve Dönmesi:
1- Yeryüzündeki Komşu Araziler:
2- Komşu Yerlerden Farklı Mahsuller:
5- Aynı Sudan Sulanan Farklı Lezzette Yiyecekler:
1- Rahimlerin Eksiltip Artırmaları:
2- Hamile Kadının Ay Hali Olup Olmaması ile İlgili
Görüşler:
4- Hamilelik Süresindeki Ay Hesabı:
6- Ay Hali, Lohusalık Ve Hamilelik Süreleri:
7- Tabiatçıların Bu Husustaki Kanaatleri:
8- Herşeyin Miktarını Tesbit Ve Tayin Eden, Herşeyi Bilen
Yüce Allah'tır:
Gök Gürültüsü ve Yıldırım Esnasında Allah'ı Anmak ve
Teşbih:
2- Ahde Bağlılığın Gereği Ve Tevekkülün Gerçek Mahiyeti:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle
(Mekke'de mi Medine'de mi indiği hususu ihtilaflıdır. Kırküç âyettir)
el-Hasen, İkrime, Ata ve Câbir'in görüşüne göre Mekke'de İnmiştir.
el-Kelbî ve Mu katil'in görüşüne göre Medine'de inmiştir.
îbn Abbas ve Katâde derler ki: Mekke'de inmiş iki âyeti dışında,
Medine'de inmiştir. Bu iki âyet-i kerîme ise yüce Allah'ın: "Eğer
kendisiyle dağların yürütüldüğü... birKur'ân olsaydı" (31. âyet)
âyetinden itibaren İki âyetin (32. âyetin) sonuna kadar ki buyruklardır.[1]
1. Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar
Kitabın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu
İnanmazlar.
Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın âyetleridir»
buyru ğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Sana Rabbinden İndirilen" yani bu Kur'ân "haktır."
Müşriklerin: Sen bunu kendiliğinden uydurmaktasın, dedikleri gibi değildir. O
halde bu Kitaba sımsskı sarıl ve ondaki hükümler gereğince amel et. Mukatil der
ki: Bu âyet-i kerîme müşrikler; Muhammed Kur'ân'ı kendiliğinden uydurmaktadır,
demeleri üzerine inmiştir.
"...en" " Âyetler" üzerine atf ile ref mahallinde
veya müb-tedâ olarak merfu'dur. "Haktır" de onun haberidir. Bununla
birlikte ism-i mevsulun şu takdirde cer mahallinde olması mümkündür: "
Sana indirilenin âyetleri..." Buna göre "haktır" kelimesinin
merfu olması ise mübteda takdiri iledir. Bu da; "İşte hakkın kendisi
odur" şeklindedir. Yüce Allah'ın (el-Bakara, 2/146-147) buyruğunun: "
Onlar bilip, durdukları halde... (bunun) hak olduğunu"şeklindeki okuyuşuna
benzemektedir.
el-Ferrâ der ki: " ...en" başına "vav” harfi gelmiş olsa
dahi "Kitab"ın sıfatı olarak cer mahallinde de kabul edilebilir.
Şöyle denilmesi gibidir: "Bu nıektub bize Ebu Hafs el-Faruk'dan
gelmiştir." (Burada el-Faruk kelimesinin başına "vav" gelmiş
olmakla birlikte Ebu Hafs'ın sıfatıdır). Şairin şu beyiti de bu kabildendir:.
“O efendi himmet ve gayretler sahibi ve savaşın kızıştığı Yerlerde
ordunun arslanı olan o hükümdara."
Bununla "efendi, himmet ve gayretler sahibi, ordunun arslanı
hükümdara" demek istemektedir. "Fakat insanların çoğu
inanmazlar."[2]
2. Allah, O'dur ki gökleri
gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir. Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir.
Güneşe de, aya da emrine boyun eğdirmiştir. Herbiri belirli bir süreye kadar
akıp gider. Her işi yerli yerince düzenler, âyetleri uzun uzadtya açıklar.
Rabbİnize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız diye.
"Allah, O'dur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz
yükseltmiştir..." âyeti ile yüce Allah, bu Kur'ân'ın hak olduğunu beyan
ettikten sonra onu indirenin de kudretinin kemal derecesinde olduğunu beyan
etmektedir. O halde siz O'nun kudretinin kemalini tanıyabilmek için, O'nun
yarattıklarına ibretle bakınız. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Beyit, sıfatlar arasına "vav' getirilmesine tanık olduğundan,
tercümede de buna dikkat edilmiştir.[3]
Gördüğünüz şekilde direksiz" anlamındaki buyruk ile ilgili iki
görüş vardır. Birincisine göre; bu gökler sizin de onu gördüğünüz şekilde
direksiz olarak yükseltilmiştir. Bu açıklamayı Katâde, İyas b. Muaviye ve
başkaları yapmıştır. İkinci görüşe göre ise; bu göklerin direkleri olmakla
birlikte, biz bu direkleri göremiyoruz.
İbn Abbas der ki: Bu göklerin Kaf dağı üzerinde direkleri vardır. Bu görüşe
binaen şöyle demek de mümkündür: Direklerden kasıt gökleri ve yeri kendisiyle
tuttuğu kudretidir ve biz O'nun kudretini göremeyiz. Bu açıklamayı da
ez-Zeccâc nakletmiştir. Yine İbn Abbas, bu direk rnü'minin tevhididir
demektedir. Göğe kâfirin küfründen dolayı parçalanmaya yüz tutması üzerine
direkler konulmuştur. Bu açıklamayı da el-Gaznevî nakletmektedir.Direkler,
kelimesi; ın çoğuludur. Şair Nâbiğa der ki:
"(Ve Allah Hz. Süleyman'a şöyle de demişti:) Ve cinleri emrine
müsahhar kıl,
çünkü Ben onlara izin verdim; Tedmür'ü oldukça enli, ince taşlarla ve
direklerle bina etmelerine,"
"Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir." Buna dair açıklamalar
daha önceden (el-A'raf, 7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Güneşe de, aya da emrine boyun eğdirmiştir." Yani
yarattıklarının faydalarına ve kullarının maslahatına olmak üzere her ikisine
de boyun eğdir-miştir. Esasen herbir yaratığa yaratıcının emrine boyun
eğdirilmiştir.
"Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider." Sözü geçen
"belirli süre" dünyanın yok olması ve Kıyametin kopması vaktidir.
Orada güneş tortop edilecek, ay söndürülecek, yıldızlar karartılacak ve
gezegenler darmadağın olacak,
İbn Abbas der ki: Yüce Allah burada "belirli bir süre" ile
bunların ulaştıkları ve aşmaları söz konusu olmayan derece ve menzillerini
kastetmektedir. "Belirli bir süre"nin ayın yörüngesini bir ayda,
güneşin de yörüngesini bir senede dolaşması anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Her İşi yerli yerince düzenler." Yani dilediği şekilde onu
yapar. "Âyetleri uzun uzadıya açıklar." Bu şu demektir; Bütün
bunları yapmaya kadir olan öldükten sonra tekrar diriltmeye de kadir olandır.
İşte bundan dolayı: "Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız
diye" diye buyurmaktadır.[4]
3. Yeri uzatıp döşeyen, orada
sabit dağlar ve ırmaklar var eden O'dur ve O, meyvelerin hepsinden yine
kendilerinin içinde ikişer ikişer yaratandır. Geceyi, gündüze O buruyor.
Muhakkak bunlarda iyi düşünenler için âyetler vardır.
Yüce Allah göklerdeki âyetleri (belgeleri) beyan ettikten sonra
"yeri uzatıp döşeyen... O'dur" buyruğu İle yeryüzündeki âyetleri
beyan etmektedir. Yani yeri enine, boyuna yayıp döşeyen O'dur.
"Orada
sabit dağlar... var eden" buyruğundaki; " Sabit..ler" kelimesinin
tekili (v.b )dir. Çünkü yeryüzü dağlar vasıtası ile sebat bulmaktadır. da
sebat bulmak anlamındadır. Antere der ki:
"Ben bunu kesinlikle bilerek (nefsimi) buna sabrettirdim,
o da sebat bulmaktadır. Korkağın canı (kaçacak yer bulmak için) bakınıp
durduğunda."
Şair Cemil de der ki:
"Temellerini sapasağlam yerleştiren hakkı için yemin ederim,
seviyorum onu, Öyle bir sevgiyle ki, alametleri ortaya çıktığında o (sevgi)
gizlenir."
İbn Abbas ve Atâ derler ki: Yeryüzünde var edilen ilk dağ, Ebu Kubeys
dağıdır.[5]
Bu âyet-i kerîme yeryüzünün küre gibi olduğunu iddia edenlerin kanaatleri
ile yeryüzünün kapılarının yukarıdan aşağıya doğru üzerine düştüğünü İddia
edenlerin kanaatlerini reddetmektedir. İbnu'r-Râvendî'nİn iddiasına göre yer
aşağı doğru yuvarlanır gibi olmakla birlikte; yerin altında yukarı doğru
yükselen rüzgarı andıran, yukarı doğru çıkan bir cisim de vardır. O bakımdan
yukardan aşağı düşen ile aşağıdan yukarı doğru çıkan hacim ve güç itibariyle
mutedil hale gelerek birbirleriyle uyum sağlamaktadırlar.
Başkaları ise; yerin birisi yukardan aşağı doğru düşen, diğeri ise
aşağıdan yukarı doğru çıkan iki cisimden meydana geldiğini iddia etmişlerdir.
Böylelikle bu İki cisim arasında denge kurulmaktadır. İşte yeryüzünün
durmasının sebebi budur. Müslümanların ve Kitap ehlinin kabul eniği görüş,
yeryüzünün durduğu, sakin olduğu ve uzanıp döşenmiş olduğudur. Yeryüzünün hareketinin
adeten meydana gelen zelzeleler ile ortaya çıktığı şeklindedir.[6]
"Ve ırmaklar" yeryüzü üzerinde akan ve yaratıklar için pek
çok faydalar taşıyan sular "var eden O'dur ve O; meyvelerin hepsinden yine
kendilerinin içinde ikişer ikişer yaratandır." Burada
"ikişer"den kasıt iki çeşit sınıf demektir. el-Ferrâ der ki: Burada
"ikişer ikişer"den kasıt erkek ve dişidir. Ancak bu açıklama nassın
hilafınadır. Bir diğer görüşe göre "ikişer ikişer"den kasıt iki çeşit
demektir. Tatlı-ekşi, yaş-kuru, siyah-beyaz, küçük-büyük gibi.
"Muhakkak bunlarda İyi düşünenler için âyetler" delil olacak
belgeler ve alametler "vardır."[7]
4. Yeryüzünde birbirine komşu
bir çok parçalar, üzüm bağları, ekinler ve çatallı ve çatalsız hurmalıklar
vardır ki; hepsi aynı su ile sulanır. Yine de onlardan bir kısmını
lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunlarda da aklını
kullananlar için âyetler vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[8]
Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde birbirine komşu bir çok kıtalar...
vardır"
buyruğunda bir hazf vardır ki anlamı: Yeryüzünde birbirine komşu olan
ve olmayan bir çok arazi parçaları vardır. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve sizi
sıcaktan koruyan elbiseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğunda da böyledir.
Bunun da anlamı: ... Ve soğuktan koruyan elbiseler... şeklindedir. İşitenin
bilmesi dolayısıyla bu, hazfedilmiştir.
"Birbirine komşu yerler" şehirler ve bayındır yerler
demektir. Komşu olmayan yerler ise çöller ve bayındır olmayan yerler
anlamındadır.[9]
Yüce Allah'ın: "Birbirine komşu" buyruğu birbirine yakın
köyler, kasabalar demekrir. Bunların toprakları bir, suları birdir. Bu köy ve
kasabalarda ekinler ve bahçeler vardır. Ancak bunların mahsulleri, meyveleri,
hurmaları birbirinden Farklıdır. Kimisi tatlı, kimisi ekşi olmaktadır. Aynı
ağacın, aynı dalında bile mahsul küçüklük, büyüklük, renk ve tadı itibariyle
farklı olabilmektedir. İsterse ay ve güneş bunların hepsine aynı şekilde ışık
saçsın.
Bu, şanı yüce Allah'ın vahdaniyetine ve samediyetinin azametine en açık
bir delildir. O'nu tanı yamayıp yoldan sapanların yol göstericisidir.
Şanı yüce Allah: "Hepsi aynı su ile sulanır" buyruğu ile
bütün bunların, ancak O'nun meşiet ve iradesi ile olduğuna, O'nun kudretiyle
meydana geldiğine dikkat çekmektedir. İşte bu da bütün bunların tabiat
kanunları sonucu meydana geldiğini söyleyenlerin görüşünün batıl olduğuna en
açık bir delildir. Zira bu eğer su ve topraktan dolayı böyle olsaydı ve bütün
bunları yapan tabiat olsaydı, hiçbir şekilde böyle bir farklılık meydana
gelmezdi.
Şöyle de denilmiştir: Bu buyrukla getirilen delilin açıklaması
şöyledir: Bu buyrukta toprak parçaları arasındaki farklılıklar dile
getirilmektedir. Kimi toprak iyi ve güzeldir, kimisi kıraçtır. Halbuki bu iki
toprak da birbirine yakın ve komşudur. Bu da aynı şekilde yüce Allah'ın
kudretinin kemaline delil olan hususlar arasındadır. Şanı yüce Allah, zalim ve
inkarcıların söylediklerinden alabildiğine ulu, yüce ve büyüktür.[10]
İnkarcı kâfirler -Allah'ın İaneti üzerlerine olsun- herbir olayın
yaratıcının yaratması ile değil de kendiliğinden meydana geldiğini kabul
etmişler ve ağaçlardan çıkan meyvelerde bunun böyle olduğunu iddia etmişlerdir.
Halbuki bunların sonradan yaratılmış olduğunu kabul etmekle birlikte, bunları
yaratanı inkâr etmektedirler. Ayrıca arazı da kabul etmeyip, İnkâr ederler.
Bir başka kesim de mahsullerin yaratıcı olmaksızın meydana geldiklerini
kabul eder, ancak arazı meydana getiren birisinin olduğunu kabul etmişlerdir.
Meydana gelen bir şeyin (hadisin) mutlaka bir meydana getiricisi (nıuh-disi)
gerektiğinin delili ise; bir şey belli bir zamanda meydana gelirken, onun
cinsinden olan bir başka şey, bir başka zamanda meydana gelmektedir. Eğer o
şeyin kendine ait zamanda meydana gelmesi, o zamanın kendisine tahsis
edilmesinden dolayı ise, o takdirde onun cinsinden olan herbir şeyin de onunla
aynı zamanda meydana gelmesi gerekirdi.
Şayet meydana geldiği zamanın özellikle tahsisi söz konusu değifse, belli
ve özel bir zamanda onun meydana gelmesi, ancak o özel zamanı ona tahsis eden
bir kimsenin varlığından dolayı olabilir. Şayet bu tahsisi yapan zatın tahsisi
söz konusu olmasaydı, meydana gelen o olayın tahsis edilen o zamandan Önce
veya sonra olması arasında herhangi bir fark da bulunmazdı... Bu hususa dair
yeterli ve geniş açıklamalar Kelâm İlmi bahislerindedir.[11]
“Üzüm bağları" buyruğundaki; "Bağlar" kelimesini
el-Hasen "te" harfini esreli olarak; "Orada üzüm bağları
yaratandır" takdiri ile okumuştur. O takdirde bu, yüce Allah'ın
"orada sabit dağlar... varedendir" buyruğuna atfedilmiş olur. Bununla
birlikte -üçüncü âyet-i kerîmedeki-: "Hepsi" kelimesine atf ile cer
olması da mümkündür ve ifadenin takdiri: "Meyvelerin hepsinden ve ...
üzüm bağlarından,.." anlamında olur. Diğerleri ref ile; şeklinde
okumuşlardır. Bu da: Ve aralarında... bağlan vardır" takdirinde olur.
"Ekinler ve çatallı ve çatalsız hurmalıklar..." buyruğunu İbn
Kesir, Ebu Amr ve Hafs "bağlar" anlamındaki kelimeye atf ile merfu
olarak, yani şu takdire göre okumuşlardır: "Yeryüzünde ekinler ve hurmalıklar
da vardır." Diğerleri ise; Üzüm bağları, kelimesine atf-ı ne-sak ile
esreli okumuşlardır. Bu durumda ekinler de, hurmalıklar da "bağlar ve
bahçeler" kabilinden olur. Bununla birlikte -az önce geçtiği üzere üçüncü
âyet-i kerîmedeki-; "Hepsi" kelimesine daha önce; " Ve... bağlar"
kelimesinde geçtiği üzere atf ile okunması da mümkündür.
Mücahid, es-Sülemî ve diğerleri "sad" harfini ötreli olarak;
" Çatallı" şeklinde okumuşlardır, diğerleri ise "sad"
harfini esreli okumuşlardır. İki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekliyle de bu
kelime;ın çoğuludur. Bu da aynı gövdede birleşen bir ya da iki hurma ağacı
demektir. Bundan da baş kısımları dallanır ve böylelikle hurma ağacı olur.
Bunun bir benzeri de; kelimesi olup bunun tekili; " Taze hurma
salkımı" lafzıdır.
Ebu İshak, el-Bera'dan şöyle dediğini rivayet eder: "Çatallı hurmalık"
tabiri bir arada bulunan demektir. "Çatalstz hurmalık" ise
birbirinden ayrı hurmalıklar demektir. en-Nehhâs derki: Bu sözlükte de
böyledir. Eğer bir tek hurma ağacının içinde (kökünden) bir başka hurma ağacı
veya ağaçları çıkıyorsa buna "çatallı" denilir. "Misli ve
benzeri" demektir. Peygamber (sav)ın: "" Kişinin amcası babası
gîbidir"[12]
buyruğu da buradan gelmektedir. Bu kelimenin tesniye ile çoğulu arasında da
fark yoktur, i'rabında da fark yoktur. Eğer çoğul olursa "nun"u i'rab
edilir, tesniye olursa "nun"u esreli gelir. Şair der ki:
"İlim ve bilim (tahammülkârhk, cahillikleri bağışlamak) iki şeref
hasletidir, Kişi için; güzelliktirler, ikisi bir arada olduğunda. Bunlar
birbirinin mislidir, ikisinin de güzelliğinin tamamlanması, Ancak bunun da,
berikinin de bir arada olmasına bağlıdır."[13]
"Hepsi aynı sn ile sulanır." Âdemoğulları gibi, onların
kimisi salihtir, kimisi kötüdür. Babaları ise birdir. Bu açıklamayı en-Nehhâs
ve Buhârî yapmıştır.[14]
Âsim
ve İbn Âmir; şeklinde "ya" ile yani bütün bunlar aynı su ile sulanır
anlamında okumuştur. Diğerleri ise; " Bağlar" kelimesi dolayısıyla
"te" ile okumuşlardır. Ebu Hatim ve Ebu Ubeyde de bu okuyuşu tercih
etmişlerdir. Ebu Amr da der ki; "Te" ile okumak -Yüce Allah'ın:
"Onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz"
buyruğu dolayısıyla "te" ile okumak daha güzeldir. Çünkü burada
görüldüğü gibi; "Onlardan bir kısmı" derken müennes zamir kullanmış,
diye müzekker zamir kullanmamıştır.
Hamza, el-Kisaî ve diğerleri ise; "Üstün kılar" anlamında ve
daha önce geçen: "Her işi yerli yerince düzenler, uzun uzadiya açıklar...
O
Çürüyor." fiillerine uygun olarak "ya" ile okumuşlardır.
Diğerleri İse "Biz üstün kılıyoruz" anlamında "nun" ile
okumuşlardır.
Cabir b. Abdullah rivayetle der ki: Peygamber (sav)ı, Ali (r.a)a şöyle
derken dinledim: "İnsanlar değişik ağaçlardandır. Ben ve sen ise aynı ağaçtan
yaratıldık."[15]
Daha sonra Peygamber (sav) "Yeryüzünde birbirine komşu bir çok
kıtalar..." buyruğunu "hepsi aynı su İle sulanır" buyruğuna kadar
okudu.
"lezzetler" meyvelerCin tatları lezzetleri) demektir. İbn
Abbas der ki--Tatlı, ekşi, kimisi Fârisî (kaliteli) hurmadır, kimisi de bayağı
ve adi hurmadır.
Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayet edilen bir hadise göre Rasûlullah
(sav) yüce Allah'ın: "Yine de onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından
üstün kılıyoruz" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir;
"Kimisi Fârisî türüdür, kimisi bayağıdır, kimisi tatil, kimisi de
ekşidir."[16] Bunu
da es-Sa'lebî nakletmektedir.
el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîmeden maksat misal vermektir. Şam yüce
Allah bunu Âdemoğullarına misal göstertmektedtr. Onlar asılları itibariyle birdirler,
fakat hayır, şer, iman ve küfür bakımından aynı sudan sulanmış mahsullerin
çeşitliliği gibi farklı farklıdırlar. Şairin şu mısraları da bu kabildendir:
"İnsanlar da yetişen bitkiler gibidirler, bitkiler de çeşit
çeşittir, Kimisi sandal ağacıdır, kimisi kâfur, kimisi de sorgun (ban) ağacıdır,
Kimi ağaçtan da ömür boyu katran sızar."
"Şüphesiz bunlarda da aklını kullananlar için âyetler", yüce
Allah'ın buyruklarını anlayıp kavrayacak kalbe sahip olan kimseler için
"alâmetler "vardır."[17]
5. Eğer şaşıyorsan, asıl
şaşılacak olan onların: "Acaba biz toprak olduktan sonra mı, biz mi
yeniden yaratılacağız?" demeleridir. İşte Rabblerini İnkâr edenler
bunlardır. Boyunlarında demir halkalar olacak olanlar da bunlardır. İşte
cehennemlikler de bunlardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
"Eğer
şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan onların... demeleridir." Yani ey Muhammedi
Sen onlar tarafından doğru sözlü ve güvenilir bir kimse olarak biliniyor iken
sonradan seni yalanlamalarına hayret edip şaşırıyor isen şunu bil ki; onların
Öldükten sonra dirilmeyi yalanlamaları, bundan daha çok hayret edilecek bir
şeydir.
Şanı yüce Allah hayret edip şaşırmaz. O'nun hakkında öyle bir şey düşünülemez,
çünkü hayret, sebepleri gizli ve saklı olan şeyler dolayısıyla nefisteki
değişiklikler demektir. Bunu bu şekilde söz konusu etmesi, onların bu
tutumlarına peygamberinin ve mü'minlerin hayret etmeleri içindir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ey Muhammedi Eğer sen onların gökleri, yeri ve aynı yerden yetişen çeşitli mahsulleri yaratanın Ben olduğumu kabul etmelerine rağmen, öldükten sonra dirilişi ve tekrar yaratmayı inkâr edişlerine hayret ediyorsan, şunu bil ki; onların bu sözleri bütün mahlukatı hayrete düşüren, şaşırtıcı bir sözdür. Çünkü yeniden yaratmak ilkin yaratmak anlamındadır.
Âyeti kerîmenin yaratıcıyı inkâr edenler hakkında olduğu da söylenmiştir.
Yani eğer sen değişip duran bir şeyin mutlaka bir değiştiricisi olması gerektiğine
dair apaçık delillere rağmen, onların yaratıcıyı inkâr edişlerine hayret
ediyorsan, bil ki, asıl hayret konusu onların bu inkâr edişleridir.
Âyet-i kerîmenin ifadeleri ve bu ifadelerin sıralanışı, birinci ve
ikinci açıklamaya delil teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah onların: 'Acaba biz
toprak olduktan sonra mı?" diriltileceğiz; "biz mi yeniden
yaratılacağız?" dediklerini nakletmektedir.
"Biz nü?" buyruğu; " Biz" şeklinde de okunmuştur.
(Yani: Sonra mı biz yeniden yaratılacağız? demek olur.)
"Demir halkalar" kelimesi ın çoğuludur. Bu da, etin kendisiyle
boyna bağlandığı bir halkadır. Yani Kıyamet gününde onların boyunlarına böyle
bir halka geçirilecektir. Yüce Allah'ın: "O zaman boyunlarında tasmalar ve
zincirler bulunacak... sonra ateşte yakılacaklar." (el-Mu'min, 40/71-72)
buyruğu buna delildir.
Buradaki "demir halkalar"in onların işleyegeldikleri kötü
amelleri olduğu da söylenmiştir.[18]
6. Bir de senden iyilikten
önce çarçabuk kötülük getirmeni isterler. Halbuki onlardan önce nice örnekler
gelip geçmiştir. Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen İnsanlara yine de mağfiret
edendir ve şüphesiz Rabbin azabı cidden çetin olandır.
7- O küfre sapanlar: "Ona
Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?" derler. Sen ancak bir
uyarıcısın. Esasen herbir topluluğun bir yol göstericisi olmuştur.
"Bir de senden" aşırı inkârları ve yalanlamaları dolayısıyla
"iyilikten önce çarçabuk kötülük" azabı "getirmeni
isterler." Bunun, onların: "Ey Allah! Eğer bü Senin katından hakkın
kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32)
sözlerine işaret olduğu da söylenmiştir.
Katâde der ki: Bunlar afiyetten önce cezayı İstediler. Şanı yüce Allah
ise bu ümmetin cezasını Kıyamet gününe kadar tehir etmeyi hükme bağlamıştır.
"İyilikten önce" buyruğu kendisi sebebiyle imanın ve
iyiliklerin umulduğu imandan önce, diye de açıklanmıştır.
Nice örnekler" ilahi azab ve cezalar... demektir. Tekili;
şeklindedir. el-A'meş'ten onun bu kelimeyi,( akilli ) şeklinde "mim"
har-tini ötreli "se" harfini de sakin olarak okuduğu rivayet
edilmiştir, ki bu da; Müsle'nin çoğuludur. Bununla birlikte; şeklinde
"mim" harfinin ötresinin ağırlığı dolayısıyla üstün ile
değiştirilmesi de mümkündür. (Tekilinin sonundaki) "he" (yuvarlak
te)nin yerine fetha getirilir de söylenmiştir.
el-A'meş'ten bu kelimeyi; şeklinde "mim" harfini üstün,
"se" harfini sakin okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu da
"müsle" kelimesinin çoğuludur. Daha sonra "mim" harfinin
ötresini ağırlığı dolayısıyla hazfetmiştir. Bütün bu açıklamaları en-Nehhâs
-Allah'ın rahmeti üzerine oisun- zikretmektedir.
Ancak cemaatin kıraatine göre bu kelimenin tekili dır. Temimliler ise
bu kelimenin hem "se" harfini, hem "mim" harfini ötreli
okurlar. Onların bu kullanışlarına göre kelimenin tekili; şeklinde
"mim" harfi ötreli, "se" harfi de sakindir.
"Yüksek köşk, odaüar)" demektir. Bunun (müslenin) fiili ise;
şeklinde gelir, mastarında ise "mim" üstün, "se" harfi de
sakindir.
"Doğrusu Rabbİn... mağfiret edendir." Yani iman etmeleri
halinde müşrikleri, tcvbe etmeleri halinde günahkârları affedendir. İbn Abbas
der ki: Yüce Allah'ın Kitabındaki en umut verici buyruk: "Doğrusu Rabbin
zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir" buyruğudur.
"Ve" küfür üzere ısrar ettikieri takdirde, "şüphesiz
Rabbin azabı cidden çetin olandır."
Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Yüce Alfah'ın: "Doğrusu Rabbİn zulümlerine rağmen
insanlara yine de mağfiret edendir ve şüphesiz Rabbin azabı cidden çetin
olandır" âyeti nazil olunca Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: "Allah'ın
affetmesi, rahmeti ve bağışlaması olmasaydı, hiçbir kimse rahat bir hayat
yaşayamazdı ve eğer O'nun cezası, tehdidi ve azabı olmasaydı, herkes de hiçbir
şey yapmaksızın dururdu,"[19]
"O küfre sapanlar, ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?
derler." Yani onlar bir takım mucizelerin gösterilmesini istediklerinde
yüce Allah da peygamberine -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun-: "Sen
ancak bir uyarıcısın" yani bildirip, haber verensin "esasen herbir
topluluğun bir yol göstericisi olmuştur;" onları Allah'a davet eden bir
peygamberi olmuştur, diye buyurdu.
Yol gösterici (el-Hâdî)nİn Allah olduğu da söylenmiştir. Yani sana
düşen uyarıp korkutmaktır. Kendilerini hidayete iletmeyi dilediği herbir kavmi
hidayete ileten de Allah'tır.[20]
8. Allah, her dişinin neye
hamile kalacağını, rahimlerin neyi eksilteceğini, neyi artıracağını bilir.
O'nun katında herşey bir ölçü İledir.
9. O görünmeyeni de, görüneni
de bilendir. O, çok büyüktür, yüceler yücesidir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız;[21]
Yüce Allah'ın: "Allah her dişinin neye hamile kalacağını...
bilir" buyruğu, erkek olsun, dişi olsun, güzel olsun, çirkin olsun, salih
olsun, olmasın neye hamile kaldılarsa onları bilir, demektir.
En'âm Sûresi'nde (6/59. âyet, 1. başlık ve devamında) Gaybın bilgisinin
yalnızca Allah'a ait olduğuna ve bu konuda Allah'ın ortağının bulunmadığına
dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yine orada Buhârî'de yer alan İbn
Ömer'den gelen şu hadisi de zikretmiştik: Rasûlutlah (sav) buyurdu ki:
"Gaybın anahtarları beş tanedir..." ve bunlar arasında: "Rahimlerin
neyi eksilttiğini de Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez" ifadesi de yer
almaktadır.[22]
Yüce Allah'ın; "Rahimlerin neyi eksilteceğini, neyi artıracağını
bilir" buyruğunun te'vili hususunda ilim adamlarının farkh görüşleri
vardır. Katâ-de der ki: Anlamı şudur: Dokuz aydan önce neyi düşürdüğünü ve
dokuz aydan sonra neyi artıracağım bilir, demektir. İbn Abbas da böyle
demiştir.
Mücahid der ki: Kadın hamile iken ay hali olduğu takdirde bu, çocuğunda
bir noksanlık demektir, eğer dokuz aydan fazla hamileliği devam ederse bu da
eksilenin tamamlanması demektir. Yine Mücahid'den şöyle dediği
nakledilmektedir: Eksiltmekten kasıt rahimlerin eksilttikleri kan demektir, artırmaktan
kasıt ise onlardaki kan artışı demektir.
Bir diğer açıklamaya göre eksiltmek ve artırmak çocuğa raci'dir.
Çocuğun bir parmağının veya başka bir uzvunun eksik gelmesi ve bir parmağının
yahut başka bir uzvunun fazla gelmesi gibi.
Bir diğer açıklamaya göre eksiltmek, ay hali kanının kesilmesi
demektir. "Artırmak" ise doğumdan sonra gelen lolıusalık kanına
işarettir.[23]
Bu âyet-i kerîmede hamile kadının ay hali olacağına delil vardır.
Malik'in ve iki görüşünden birisi de Şafiî'nin kabul etliği görüş budur. Atâ,
eş-Şa'bî ve başkaları ise hamile kadın ay hali olmaz, demişlerdir. Ebu Hanife
de bu görüştedir, delili de (yine) bu âyet-i kerîmedir.
İbn Abbas ise bu âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak şöyle
demektedir: Hamile kadınlar da ay hali olur. İkrime ve Mücahid'den de böyle
rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu Hz. Âişe'nin de görüşüdür. Hz. Âişe hamile
kadınlara gebeliklerinde ay hali olmaları halinde namazı bırakmaları doğrultusunda
fetva verirdi. O sırada Ashab-ı Kiram da mevcuttu ve ashabdan hiçbir kimse onun
bu görüşüne karşı çıkmamıştı. O bakımdan bu İcma gibidir. Bu açıklamayı
İbnu'l-Kassar yapmıştır.
Yine İbnu'l-Kassar'ın naklettiğine göre; iki kişi bir çocuğun
kendilerine ait olduğu hususunda anlaşmazlık gösterdiler. Ömer (r.a)m huzurunda
davalaş-tılar, Hz. Ömer de çocuğu (benzerliklerden hareket ederek, neseb tesbit
eden) kıyafet uzmanlarına arzetti. Kıyafet uzmanları çocuğun her ikisine de ait
olduklarını söylediler. Bu sefer Hz. Ömer elindeki kamçı ile ona vurmak istedi.
Kureyşli bazı kadınlara durumu sorup: Bu çocuğun durumunun ne olduğuna bir
bakınız, dedi. Onlar şu cevabı verdiler: Birinci koca bu kadın ile halvete
girdi, sonra da onu bıraktı. Bu kadın hamile olduğu halde ay hali oldu, sonra
da iddetinin bittiğini zannetti, İkinci koca da bu kadın ile gerdeğe girince,
çocuk ikincisinin suyu ile gelişti. Bunun üzerine Hz. Ömer: Allahu Ek-ber!
diyerek (hayretini izhar etti) ve çocuğun birinci adama ait olduğunu söyledi.
Hamile kadının ay hali olmayacağını söylemediği gibi, Ashab-ı Ki-ram'dan
herhangi bir kimse de böyle bir görüş belirtmemiştir. Bu da bu hususta icma
olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Muhalif kanaati benimseyenler de şöylece görüşlerine delil gösterirler;
Hamile eğer ay hali olsaydı ve kadının gördüğü kan ay hali olarak kabul edilseydi,
cariyenin istibrâsının bir defa ay hali olması şeklindeki hükmün sahih olmaması
gerekirdi. Oysa bu hükümde icmâ' vardır.
İmam Malik'ten de "Muhammed'in Kitabı"nda hamileyken görülen
kanın ay hali olmamasını gerektiren bir görüş de rivayet edilmiştir.[24]
Bu âyet-i kerîmede hamilenin bazen yükünü dokuz aydan daha erken, bazen
de daha fazla bir süre sonra bırakacağına delil vardır. İlim adamları da
hamileliğin asgari süresinin altı ay olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine
onların görüşlerine göre Abdu'l-Melik b. Mervan altı aylıkken doğmuştur.[25]
Sözü geçen altı ay, şeriatçe muteber diğer aylarda olduğu gibi, hilal
ile sabit olan aylardır. Bundan dolayı mezheb(imiz) de Malik'in bazı
arkadaşlarından -zannederim İbn Haris'in kitabında- şu rivayet
kaydedilmektedir: Şayet altı aydan üç gün eksik olduğu anlaşılırsa, çocuğun
kaldığı bu eksik süre, ayların eksik ve fazla çekmelerinin bir sonucu kabul
edilir. Bunu İbn Atiyye nakletmektedir.[26]
İlim adamları azami hamilelik süresi hususunda farklı görüşlere
sahiptir. İbn Cüreyc, Hz. Sa'd'ın kızı Cemile'den, o Âişe'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Hamilelik süresi yün eğirmekte kullanılan kirmenin gölgesinin
yer değiştireceği kadar bir süre dahi iki yıldan fazla olamaz. Bunu Darakutnî
nakletmektedir.[27]
Ubeyd b. Sa'd'ın kızkardeşi, Sa'd kızı Cemile dedi ki: Hamileliğin
azami süresi üç yıldır. e!-Leys b. Sa'd'dan da böyle nakledilmiştir. Şafiî'den
ise dört yıl diye nakledilmiştir. Malik'ten bu hususta gelen İki rivayetten
birisi de böyledir. Ancak ondan meşhur olan rivayet beş yıl olduğudur. Yine
ondan on yılı aşacak olsa dahi, azami bir sınırının olmadığı rivayeti vardır.
Bu da ondan gelen üçüncü bir rivayettir.
ez-Zührî'den altı ve yedi (yıl) rivayeti gelmiştir. Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Ashab-ı Kiram'dan hamileliği yedi yıla kadar uzatanlar
vardır. Şafiî ise bunun azami süresi dört yıldır, demektedir. Kuleliler ise
sadece iki yıldır, derler ve daha fazla bir süre kabul etmezler. Muhammed b.
Abdu'l-Hakem der ki: Hamilelik bir senedir, daha fazlası olmaz. Davud
(ez-Zahirî.) der ki: Süresi dokuz aydır. Ona göre bu süreden daha fazla bir
süre hamile kalınmaz.
Ebu Ömer (b. Abdi'I-Berr) der ki: Bu meselenin içtihaddan başka ve kadınların
hamilelik ile ilgiti bilinen durumlarına havale edilmesinden başka bir dayanağı
yoktur. Başarı Allah'tandır.
Dârakutnî, el-Veiid b. Müslim'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben
Malik b. Enes'e dedim ki: Bana Âişe'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir:
Kadının hamile kalma süresi İki yıldan fazla bir kirmenin gölgesKnin değişmesi)
bir süre kadar dahi artmaz. Bunun üzerine: Subhanallah dedi, böyle bir şeyi kim
söyler? İşte bizim komşumuz Muhammed b. Aclân'ın kansı dört yılda hamile kalır
ve doğumunu yapar. O doğru sözlü bîr kadındır, kocası da doğru sözlü birisidir.
Oniki yıl zarfında üç batm gebe kalmıştır. Herbir batında gebeliği dört
yıldır.[28]
Aynca hunu el-Mübârek'den İbn Mücalıid de naklederek der ki: Bizde meşhurdur,
Muhammed b. Aclân'ın hanımı dört yıllık bir sürede gebe kalır ve doğumunu
yapardı. O bakımdan ona "fil'e hamile kalan kadın" adı verilirdi.
Yine
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir gün Malik b. Dinar oturmakta iken bir
adam ona gelerek şöyle dedi: Ey Ebu Yahya! Dört yıldan beri hamile bulunan ve
artık çok büyük bir sıkıntı içerisinde olan bir kadına dua et. Bunun üzerine
Malik kızdı, mushafi kapattı ve şöyle dedi: Bunlar bizim peygamber olduğumuzu
mu zannediyorlar? Sonra da Kur'ân okumaya devam etti, arkasından dua ettikten
sonra şöyle dedi: Allah'ım şayet bu kadının karnında bir afet var ise onu
derhal karnından çıkart. Eğer karnındaki dişi ise sen onun yerine ona oğlan
ver. Sen dilediğini siler, dilediğini tesbit edersin. Kitabın anası da senin
yanındadır. Malik te dua ederken ellerini kaldırdı, etrafındakiler de ellerini
kaldırıp dua etti. Daha sonra haberci bu istekte bulunan adama gelerek: Koş
hanımına yetiş, dedi. Adam gitti, Malik ellerini indi rmemişti ki adam
mescidin kapısında boynu üzerinde dört yaşında siyah saçlı bir oğlanla çıka
geldi. Dişleri çıkmış ve göbek bağı kesilmemişti,
Yine rivayete göre bir adam Ömer b. el-Hattab'a gelerek şöyle demiş: Ey
Mü'minierin Emiri! İki yıl süreyle evimde değildim. Geldiğimde hanımımın hamile
olduğunu gördüm. Hz. Ömer bu kadını recm etmek hususunda çevre-sindekilerle
istişare etti. Muaz b. Cebel şöyle dedi: Ey Müzminlerin Emiri! Eğer senin bû
kadının aleyhine bir yolun varsa da karnındaki yavruya karşı senin lehine bir
yol yoktur. O bakımdan bu kadına doğum yapıncaya kadar ilişme. Hz. Ömer o
kadına ilişmedi. Nihayet dişleri çıkmış bir oğlan doğurdu. Adam çocuğun
kendisine benzediğini görünce; Kabe'nin Rabbine yemin ederim, benim oğlumdur,
dedi. Bu sefer Hz. Ömer şöyle dedi: Kadınlar Muaz gibisini doğurmaktan
acizdir. Muaz olmasaydı, Ömer helak olup gitmişti.
Yine ed-Dahlıâk der ki: Annem beni iki yıl hamilelikten sonra doğurdu.
Beni doğurduğunda dişim çıkmıştı.
Yine Malik'ten nakledildiğine göre o, annesinin karnında iki yıl kalmıştır.
Üç yıl kaldığı da söylenmiştir. Yİne denildiğine göre Muhammed b. Ac-lân
annesinin karnında üç yıl kalmış ve annesi ona hamileyken vefat etmiş,
annesinin karnında oldukça şiddetli hareket etçiği görülünce karnı yarılarak
çıkartıldığında dişlerinin çıkmış olduğu görülmüş.
Hammad b. Seleme der ki: Herim b. Hayyan'a, "Herim (çok
yaşiı)" denilmesinin sebebi annesinin karnında dört yıl kalmış olmasıdır.
el-Ğaznevî'nin de naklettiğine göre, ed-Dahhâk annesinin karnında iki
yıl süreyle kaldıktan sonra doğmuş ve doğduğunda dişleri çıkmış olduğundan ona
Dahhâk (çok gülen) adı verilmiştir.
Abbâd b. el-Avvâm der ki: Bizim komşumuz olan bir kadın dört yıl hamilelikten
sonra saçları omuzlarına kadar uzamış bir oğlan doğurdu. Yanından uçan bir kuşa
da "kış" diye söylemişti.[29]
İbn Huveyzimendâd der kî: Ay halinin, lohusalığın en az ve azami süreleri
ile hamileliğin asgari ve azami süreleri hep içtihad yoluyla tesbit edilmiştir.
Çünkü bu gibi şeylerin bilgisini yüce Allah insanlara bildirmemiştir. O bakımdan
bunlar hakkında herhangi bir hüküm verilirken ancak bizim için zahir olan
kadarıyla ve kadınlarda nadir veya mutad olarak görünen kadarıyla hüküm
verilir. Biz bir kadının dört veya beş yıl süreyle hamile kaldığını tesbit
edersek, buna dayanarak hüküm veririz. Lohusalık ve ay hali ile ilgili olarak,
istikrar bulmuş bir durum ile karşı karşıya bulunmadığımızdan, kadınlarda
nadiren görülen hususları nazar-ı itibara aldık.[30]
İbnu'l-Arabî der ki: Malikilerden mütesâhil (ilmî delillere itibar
etmekte gereken titizliği göstermeyen, gevşek davranan) bazı kimseler,
hamileliğin azami süresinin dokuz ay olduğunu nakletmektedir. Ancak böyle bir
şeyi (Maliki değil de) ancak Halikı (helake mensub olan) kişi söyler. Bunlar
rahimde hamileliği yönetenlerin yedi gezegen olduğu İddiasında bulunan
tabiat-çılardır. Bunlara göre bu gezegenlerin herbirisi anne karnında çocuğu
birer ay alır, dördüncü ay da güneşe aittir. İşte çocuk bundan dolayı hareket
eder ve kıpırdanmaya başlar. Yedi gezegen arasında yedi ay dolaşması tamamlandıktan
sonra sekizinci ayda Zuhal (Satürn) gezegenine avdet eder. Zuhal gezegeni de
soğukluğuyla onun yetişmesini sağlar. Keşke bunlarla tartışabilsem yahut onlara
karşı çarpışabilsem. Ne diye devre tamamlandıktan sonra yine Zühal'e geri
dönüyor da başkasına dönmüyor? Bu konuda bilgiyi Allah mı size bildirdi? Yoksa
Allah'a İftira mı ediyorsunuz? Eğer iki gezegenden birisine dönmesi mümkün
ise, niçin bu hamileliği düzenleme işi üç veya dört gezegene avdet etmiyor
yahut oniarın hepsine İkişer ya da üçer defa dönmüyor? Bu gizli hususlar
hakkında batıl zanlara dayanarak tahakküm niye?[31]
"O'nun katında herşey bir ölçü iledir." Yani eksiklik olsun,
fazlalık olsun herşeyin ölçüsünü tesbit etmiştir.
"Bir ölçü iledir" buyruğu şöyle de açıklanmaktadır: Çocuğun
annesinin karnından çıkışının ölçüsü ve annesinin karnında çıkacağı vakte kadar
geçireceği sürenin miktarı hep bellidir.
Katâde ise, nztk ve ecel ile ilgilidir, der. "Miktar (ölçü)"
ise miktar anlamındadır. Âyetin genel ifadesi ise bütün bu hususları
kapsamaktadır. Şanı yüce Allah en iyi bilendir.
Derim ki: Bu âyet-i kerîme ile şanı yüce Allah; "O görülmeyeni de,
görüneni de bilendir" buyruğu ile kendi zatını övmektedir. Yani O,
insanların ve mahlukatın görmediklerini de, gördüklerini de bilendir.
"Gayb" gaib (görünmeyen) anlamında mastardır. Şehâdet
(görünen) ise, şahit (görünen) anlamında bir mastardır. Şanı yüce Allah,
bununla gayb bilgisinin yalnız kendisine ait olduğunu, insanlara gizli bulunan
bâtını kendisinin ihata ettiğini belirterek, bu hususa dikkat çekmektedir. Bu
konuda herhangi bir kimsenin kendisine ortak olmasının söz konusu olmadığını belirtmektedir.
Bir takım emare ve alâmetleri delil kabul eden tıp bilginleri ise
görmedikleri hususlara dair kat'î kanaat belirtecek olurlarsa, bu bir
küfürdür. Şayet bu bir deneydir diyecek olurlarsa, o zaman yaptıklarıyla
başbaşa bırakılır ve onların bu durumu (görünmeyeni bilmekle) övülene olumsuz
bir gölge düşür-mez. Çünkü adetin bozulması mümkündür, ilmin değişikliğe
uğraması ise mümkün değildir.
"O çok büyüktür" ki herşey O'ndan aşağıdadır. "Yüceler
yücesidir.” Müşriklerin söylediklerinden çok yücedir. Kudret ve kahrı ile her
şeyin üstündedir. Bu iki isme dair açıklamaları
"Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ"da yeterince yapmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a
hamdolsun.[32]
10. İçinizden birisi İster
sözünü gizlesin, ister onu açıklasın; gece gizlensin ve(ya) gündüzün yoluna
gitsin, hepsi birdir.
"İçinizden birisi İster sözünü gizlesin, ister onu açıklasın"
buyruğun-daki "sözün gizlenmesi" kişinin kendi kendisine söylediği,
içinden geçirdiği sözler demektir. Açığa vurulması ise kişinin başkasına
söylediği sözler demektir.
Bu buyrukla kastedilen de şudur: Şanı yüce Allah, İnsanın hayır ve şer
türünden gizlediği herbir şeyi, tıpkı haytr ve şer türünden açığa vurduğu
her-bir şeyi bildiği gibi bildiğidir.
"
İçinizden birisi" ifadesi ya: "Birdir" kelimesinin sıfatıdır. İfadenin
takdirî anlamı şöyle olur: İçinizden sözünü gizleyenin gizlemesi de, açığa
vuranın açıklaması da birdir.
Bununla birlikte şu anlamda olmak üzere "birdir" anlamındaki
kelimeye taalluku da mümkündür: İçinizden bu şekilde davranan ile öbür türlü
davranan arasında fark yoktur, bîrdir.
Yine ifadenin takdirinin şu anlamda olması da mümkündür: İçinizden sözünü
gizleyenin gizlemesi de, aranızdan sözünü açıklayanın açıklaması da aynı
şeydir. Şöyle de olabilir: Aranızdan sözünü gizli söyleyen de, onu açığa vuran
da eşittir. Bu da "ikisi de adalet sahibidir" anlamında; Zeyd'de adildir,
Amr da demeye benzer. "Birdir" kelimesinin birbirine eşittir anlamında
olduğundan ayrıca hazfedilmiş bir muzaf takdirine ihtiyacı yoktur, da
denilmiştir.
"Gece gizlensin ve(ya) gündüzün yoluna gitsin." Yani yüce
Allah'ın bilgisinde gizli de, açık ta, yollarda açıkça görünen de,
karanlıklarda saklanan da birdir. el-Ahfeş ve Kutrub derler ki:
"Geceleyin gizlenen" açıkça görünen anlamındadır.
Nitekim onu açığa çıkardım, anlamındaki: ifadesi de buradan
gelmektedir. ise o şeyi çıkardım, anlamına gelir. Nitekim kefen soyucusuna
"el-muhtefi" denilmesi de buradan gelmektedir. Şair İmruu'l-Kays da
şöyle demiştir:
"Onlana (saklandıkları) tünellerinden ortaya çıkmaları
Sanki akşam vakti gürültülü yağan yağmurdan çıkışları gibidir."
Gizlenen, gizlenip saklanan yani bir dehlize giren" demektir.
Nitekim yırtıcı hayvanın inine girdiğini anlatmak üzere kullanılan,
ifadesi de buradan gelmektedir.
İbn Abbas der ki: "Gizlenen” bir şeylerin arkasına saklanan ve
görünmez hale gelen, "yoluna giden" ise açıkta olup görünen demektir.
Mücahid der kî: İşlediği masiyetleri "gizleyen" demektir;
"Yoluna giden" ise bu masiyet-leri açıkça işleyen demektir. ın, giden
anlamında olduğu da söylenmiştir.
et-Kisaîder ki: " Gitti, gider, gitmek" demektir. Şair de
şöyle demektedir:
"Bütün herkes erkek develerinin fazla ileri gitmelerini
engellerken, Biz ise erkek devemizin bağını çözdük, işte o serbestçe
gitmektedir."
Ebu Recâ der ki: "Giden" yeryüzünde geçip giden anlamındadır.
Şair de şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki ben gittim, sen ise gitmiyordun."
el-Kutebî der ki: "Gündüzün yoluna giden" ifadesi
ihtiyaçlarını görmek için hızlıca giden demek olup, Arapların; "Su akıp
gitti" ifadelerinden alınmıştır. el-Esmaî der kî: " Yolunu serbest
bırak, gitsin" anlamındadır.[33]
11. Onun önünden de, arkasından
da kendisini Allah'ın emriyle koruyan izleyicileri vardır. Gerçek şu ki; bir
toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip
bozmaz. Allah, bir toplumun da kötülüğünü diledi mi, artık onun geri
çevrilmesine imkân yoktur. Onların, O'ndan başka bir vekilleri de olmaz.
Yüce Allah'ın: "Onun... izleyicileri vardır." Yani yüce
Allah'ın gece ve gündüz bir diğerinin yerine geçen melekleri vardır. Gece melekleri
yukan çıktı mı, onların akabinde gündüz melekleri gelir.
"el-Melâike" kelimesi müzekker olduğu halde;
"İzleyiciler" kelimesinin müennes gelmesi, bu kelimenin çoğulu
olmasından dolayıdır. O bakımdan tekil olarak geldiğinde; "İzleyici
melek" çoğul olarak geldiğinde de; " İzleyici melekler" denilir.
Bundan sonra ise; île cemul-cem' (çokluk çoğulu) yapılır.
Kimisi de bu buyruğu; "Onun önünden de, arkasından da...
izleyicileri vardır" diye okumuşlardır ki burada; kelimesi, ın çoğuludur.
"Melâike"ye; denilmesi ise; lafzına uygun olması içindir.
Meleklerin bu türlerinin çok olmaları dolayısıyla müennes geldiği de
söylenmiştir. "İleri derecede neseb bilgini, çok alim ve çok rivayet
bilen" gibi. Bu açıklamayı da el-Cevherî ve başkaları yapmıştır.
"Teafckub (ardından gelmek, izlemek)" ise başlangıçtan sonra
bir daha geri dönmek demektir. Nitekim Allah en-Neml Sûresi'nde şöyle
buyurmaktadır: "Arkasına bakmaksızın dönüp, gitti." (en-Neml, 27/10)
Arkasına dönmeksizin... demektir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
" Biri diğerinin ardınca tekrarlanan öyle sözler vardır ki, bunları
söyleyen -yahut yapan- asla zarar görmez”[34] dedikten sonra teşbih, tahmid ve tekbiri
zikretmektedir. Ebu'l-Heysem der ki: Bunlara "muakkibât" denilmesinin
sebebi, gittikten sonra bir daha ardı arkasına geri dönmeleridir. Bu da önce
bir iş yapıp sonra tekrar aynı işi yapan kimsenin bu fiilini anlatmak için
kullanılan; den gelmektedir. el-Mu-akkibât kelimesi develer hakkında
kullanılacak olursa, sudan içmek için birbirine karışan ve İtişen develerin
arka taraflarında duran develer demektir. Biri su için gittiğinde onun yerine
bir diğeri girer.
Yüce Allah'ın: "Önünden" İfadesi geceleyin gizlenip saklananı
ve gündüzün yoluna gideni "Allah'ın emriyle koruyan izleyicileri vardır"
buyruğun-daki koruyup gözetleme (hıfz)ın mahiyeti hakkında farkh görüşler
vardır. Bunun, onları yırtıcı hayvanlardan, lıaşerattan ve zararlı şeylerden
korumaları için Allah'tan bir lütuf olarak görevlendirilen melekler olma
ihtimali vardır, denilmiştir. Ancak kader geldi mi bu sefer o insanı bu
zararlı varlıklarla başbaşa bırakırlar. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Ali b. Ebi
Talib (r.a) yapmışlardır.
Ebu Miclez der ki: Murad kabilesinden bir adam Ali (r.a)ın yanına gelerek
şöyle dedi: Kendini iyice koru, çünkü Muradhlardan bazıları seni öldürmek
istemektedir. Hz. Ali şu cevabı verdi: Her kişi ile birlikte onu takdir olunması
hali müstesna, zararlara karşı koruyan (hıfzeden) melekler vardır. Kader geldi
mi bu sefer kişiyi Allah'ın kaderiyle başbaşa bırakırlar. Şüphesiz ecel son
derece sağlam bir kaledir.
Buna göre; “Allah'ın emriyle onu koruyacak..." buyruğu, Allah'ın
emri ve izniyle koruyacak... demek olup harfi (edatı) "be"
anlamındadır. Bu şekilde sıfat harfler biri diğerinin yerini tutabilir. Buradaki
ın, anlamında olduğu da söylenmiştir ki; Allah'ın emrine binaen onu korurlar,
anlamına gelir. Bu da anlam itibariyle birincisine yakındır. Yani onların
korumaları Allah'tan gelen bir emre binaendir, kendiliklerinden değildir. Bu
da et-Hasen'in görüşüdür.
-Benzer bir kullanım olarak-: "Elbisesi olmadığından dolayı ona
elbise giydirdim"; denilir. Şanı yüce Allah'ın; "Kendilerini açlıktan
doyuran..." (Kureyş, 106/4) buyruğu da bu kabildendir ve bu da; ile aynı
anlamı ifade eder.
Bir diğer açıklamaya göre bu melekler o kimseyi azap meleklerinden korurlar
ki ona herhangi bir ceza gelip çatmasın. Çünkü yüce Allah herhangi bir kavim
kendi nefislerindekini küfür üzere ısrar etmek suretiyle değiştirmedikçe
üzerlerindeki nimet ve afiyeti de değiştirmez. Eğer küfür üzere ısrar edecek
olurlarsa, o vakit onlar için tayin edilen sürenin vakti gelir ve intikam
üzerlerine iner. Böylelikle biri diğerini izleyen koruyucular da onların
yanından uzaklaşır.
Bir diğer açıklamaya göre; melekler onları cinlere karşı korurlar. Ka'b
der ki: Eğer yüce Allah üzerinize yemenizde, içmenizde ve avretlerinizde sizleri
himaye edip koruyan melekleri görevlendirmemiş olsaydı, hiç şüphesiz cinler
sizi kapıp giderlerdi.
Azab melekleri de Allah'ın emrindendirler. Özellikle onları "Allah'ın
emri ile" diye anmaktadır. Çünkü melekler gözle görülmezler. Nitekim yüce
Allah: "De ki: ruh Rabbimin emrindendir" (el-tsra, 17/85) diye
buyurmaktadır ki; sizin görebildiğiniz şeylerden değildir, demektir.
el-Ferrâ ise şöyle demektedir: Bu ifadede takdim ve te'hir vardır ve
ifadenin takdiri şöyledir: Onun önünden de arkasından da Allah'ın emriyle izleyicileri
vardır ve bunlar onu korurlar. Bu ifade Mücahid, İbn Cüreyc ve en-Nehaî'den de
rivayet edilmiştir. Azap meleklerinin de, cinlerin de Allah'ın emrinden
oldukları şeklindeki açıklamaya göre ise buyrukta ne takdim vardır, ne de
te'hir.
İbn Cüreyc der ki: Buyruğun anlamı onun amelini, onun için korur ve
tes-bit ederler, şeklindedir ve burada muzâf hazfedil mistir.
Katâde de; bu melekler, onun sözlerini ve fiillerini yazarlar, diye
açıklamıştır. Eğer İzleyiciler melekler İse buyruktaki; "Onun"
lafzındaki zamirin yüce Allah'a -önceden zikrettiğimiz gibi- ait olması mümkün
olduğu gibi, geceleyin gizlenene ait olması da mümkündür. Bu, bu husustaki görüşlerden
birisidir.
Bir diğer görüşe göre: "Onun önünden de, arkasından da İzleyicileri
vardır" buyruğu ile Peygamber (sav) kastedilmektedir. Yani melekler, Hz.
Peygamber'i düşmanlarına karşı korurlar. Zaten Hz. Peygamber'den de yüce
Allah'ın: 'Ona Rabbinden bir âyet İndirilmeli değil miydi? derler. Sen ancak
bir uyarıcısın" buyruğunda söz edilmişti. Yani sizden sözlerini gizlice
söyleyenler ile bunu açıkça söyleyenler arasında -Peygamber (sav)e zarar
verememesi bakımından- fark yoktur. Aksine onun birbirini izleyen melekleri
vardır ve bu melekler onu korurlar. Aynı mananın bütün peygamberler için söz
konusu olması da mümkündür. Çünkü daha önce yüce Allah: "Esasen herbir
topluluğun bir yol göstericisi olmuştur" (er-Râ'd, 11/7) diye
buyurmuştur. Yani bu melekler, bu yol göstericiyi (hidayete ileteni) önünden
de, arkasından da korurlar, muhafaza ederler.
Dördüncü bir görüşe göre âyet-i kerîme ile kastedilen önlerinde de, arkalarında
da koruyucular topluluğu bulunan sultanlar ve emirlerdir. Allah'ın emri
geldiği takdirde, bu koruyucuların kendilerine hiçbir faydası olmaz. Bu
açıklamayı İbn Abbas ve İkrime yapmıştır. ed-Dahhâk da böyle demektedir:
Burada kastedilen Allah'ın emrine karşı kendisini korumaya çalışan ve şirk
koşan sultanlardır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu te'vile göre ifadede hazfedilmiş bir nefy
vardır ki; takdiri şöyledir: Bunlar o kimseyi Allah'ın emrine karşı
koruyamazlar. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir.
el-Mehdevî der ki: Buradaki "izleyiciler"! koruyucular diye
kabul edenlerin görüşüne göre anlam şöyle olur: Bu koruyucuların Allah'ın
emrine karşı kendisini koruduklarını zan ve vehmeder.
Şöyle de açıklanmıştır: Sözünü gizli söyleyen ile açıkça söyleyen
arasında fark yoktur. Onun birbirini izleyen koruyucuları ve yardımcıları
vardır ve bunlar onu masiyet işlemeye iterler, ona verilen herhangi bir öğütten
etkilenmesine karşı onu korurlar.
el-Kuşeyrî der ki: Bu, Rabbin azabın hak olacağı vakte kadar mühlet vermesine
mani değildir. Şöyle ki: Bu isyankâr kişi uzun süre günah üzerinde ısrar etmek
suretiyle nefsinde olanı değiştirecek olursa, bu değiştirme ceza görmesine
sebeb olur. Böylelikle kendi kendisini cezaya çarptıran kendisiy-miş gibi olur.
Buna göre yüce Allah'ın: "Allah'ın emrine karşı onu korurlar"
buyruğu Allah'ın emrine uymaktan onu akkorlar, anlamına gelir.
Abdu'r-Rahman b. Zeyd de der ki: İzleyiciler (el-muakkibât) yüce
Allah'ın kullan hakkında birbirini izleyen ilahi kaza ve takdirleridir.
el-Maverdî der ki: Bu görüşü kabul eden kimselerin kanaatine göre yüce
Allah'ın: "Kendisini Allah'ın emriyle koruyan" buyruğu iki şekilde
açıklanır: Birincisine göre onlar bunu ecel gelmediği sürece ölümden korurlar,
demek olup bunu ed-Dahhâk söylemiştir. İkinci açıklamaya göre İse onu bu
hususta bir kaderinin vakti gelmediği sürece eziyet verici cinlerden ve
haşerattan korurlar, demektir. Bu açıklamayı Ebu Umame ve Ka'b el-Ahbar yapmıştır.
Takdir olunan şeyin vakti geldi mi bu sefer onu korumaktan vazgeçerler.
Sahih olan ise burada sözü geçen "izleyiciler"in melekler
olduğudur, el-Hasen, Mücahid, Katâde ve İbn Cüreyc de böyle demişlerdir. îbn
Abbas'tan da bu görüş rivayet edilmiş olup en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir.
Peygamber (say)in de şu hadisini buna delil göstermiştir: "Gecenin
melekleri ile gündüzün melekleri sizin aranızda biri diğerini izler
dururlar." Bu hadisi, hadis imamları rivayet etmişlerdir.[35]
Yine hadis imamlarının Amr'dan rivayetlerine göre İbn Abbas; " Onun
önünden İzleyicileri, arkasından da gözetleyîcileri vardır ki, kendisini Allah'ın
emri ile korurlar" diye okumuştur.
Kinâne el-Adevî der ki: Osman (r.a), Peygamber (sav)ın huzuruna girerek
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Bana kul ile birlikte kaç meleğin bulunduğunu
haber verir misin? şöyle buyurdu: "Sağında bir melek var, hasenatı yazar.
Solunda bir diğer melek var, bu da seyyiâtı yazar. Sağdaki melek, soldaki
meleğin emiridir. Sen bir iyilik işledin mi on olarak yazılır, bir kötülük
işledin mi sol taraftaki, sağ taraftakine: Yazayım mı? diye sorar. Öbürü:
Hayır, olur ki Allah'tan mağfiret diler yahut O'na tevbe eder, der. Aynı soruyu
üç defa tekrarladı mı: Evet yaz, der. Ondan yana yüce Allah bize rahat versin.
Bu kişi ne kadar kötü bir arkadaştır. Yüce Allah'ın kendisini gözetlediğini ne
kadar az hatırlıyor ve bizden ne kadar az utanıyor? Yüce Allah ise: "O
bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri
vardır." (Kaf, 50/18) İki melek de önünde ve arkanda var. Yüce Allah da:
"Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah'ın emriyle koruyan
izleyicileri vardır" diye buyurmaktadır. Bir melek ise senin alnını
yakalamıştır, Altah için alçak gönüllülük gösterecek olursan, seni yükseltir,
Allah'a karşı büyüklenecek olursan, belini kırar. Dudaklarının üzerinde de iki
melek vardır, bunlar senin ancak Muhammed'e ve aile halkına getirdiğin salat-u
selâmı tesbit ederler. Bir melek de ağzın üzerinde dikilidir. O yılanın ağzına
girmesine ftrsat vermez. Gözlerinin üzerinde de iki melek vardır. İşte herbir
insan üzerinde on melek bunlardır. Gece melekleri ile gündüz melekleri yer
değiştirir, dururlar. Çünkü geceleyin duran melekler, gündüzün duran
meleklerle aynı değildir. İşte herbir insan üzerinde bu şekilde yirmi melek
vardır. İblis de gündüzün Ademoğlu ile birliktedir, onun çocukları ise
geceieyin (onunla birlikte bulunurlar)."[36]
Bunu es-Sa'lebî zikretmektedir.
el-Hasen der ki: Sözü geçen "izleyiciler (el-muakkibât)" her
sabah namazında bir araya gelen dört melektir. Taberî'nin tercihine göre
"el-muakkibât" emirlerin ön ve arkalarında yürüyen ordu ve
kafilelerdir. Buradaki; "O'nun" lafzında ki zamir de önceden geçtiği
gibi bunlara aittir.
İlim adamları -Allah onlardan razı olsun- derler ki: Şanı yüce Allah,
emirlerini iki kısma ayırmıştır. Bunlardan bir kısmının, ilgili kimsenin başına
gelmesi ve vaki olmasını hükme bağlamıştır. Bunu hiçbir kimse önleyemez ve
değiştiremez. Diğer bir kısmı ise geleceğini hükme bağlamakla birlikte, onun
gerçekleşeceğini ve vuku bulacağını hükme bağlamamış, bunun yerine tevbe, dua,
sadaka ve korumakla (hıfz) ile önleneceğini hükme bağlamıştır.
"Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah
da hallerini değiştirip bozmaz." Yüce Ailah bu âyet-İ kerîmede bir toplum
da -ya bizzat kendileri, ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret
edenler, yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse
tarafından- bir değişiklik meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu
değiştirmeyeceğini haber vermektedir. Meselâ, Uhud günü okçuların kendi
nefislerindekini değiştirmeleri sebebiyle yüce Allah bozguna uğrayanların
(önceki) hallerini değiştirmişti. Buna benzer şeriatte görülebilen başka
misaller de vardır. Buna göre âyet-i kerîme; herhangi bir kimse önce bir günah
işlemedikçe ona hiçbir şekilde ceza gelmez anlamında değildir. Aksine
başkalarının günahları dolayısıyla musibetler de gelebilir. Nitekim Peygamber
(sav): Salih kimseler aramızda varken helak edilir miyiz? diye sorulunca,
"Eğer f'ısk ve fücur artacak olursa evet" diye cevabını vermiştir.[37]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Allah bir toplumun da kötülüğünü" helak ve azabım
"diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur." Denildiğine
göre yüce Allah, bir toplumun hastalık ve türlü rahatsızlıklar gibi bir takım
bela ve musibetlere uğramalarını diliyecek olursa, onun belasını hiçbir kimse
geri çeviremez.
Bir
diğer açıklamaya göre yüce Allah, bir kavim hakkında kötülüğü dileyecek
olursa, onların basiretlerini köreltir ve onlar da belâ ihtiva eden şeyi
tercih eder ve onu işlerler. Böylelikle kendi ayaklarıyla helâklarına doğru
yürürler. O kadar ki; onlardan birisi kendi eliyle, kendisini öldürmenin
yollarını araştırır, kendi ayaklan ile kendi kanını akıtmaya doğru yol alır hale
gelir.
"Onların O'ndan başka bir vekilleri" bir sığınakları "da
olmaz." es-Süddî'nin yaptığı açıklamanın anlamı budur. Bir diğer
açıklamaya göre; Allah'ın azabına karşı onları koruyacak bir yardımcıları
olmaz. Şair de der ki:
"Semada Rahman'm dışında hiçbir yardımcı yoktur."
Dost ve yardımcı -vezin itibariyle- Kadir ve kadîr'e benzer.[38]
12. Size korku ve ümit salarak
şimşeği gösteren, yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur.
13.
Gök gürültüsü O'na hamd ile
melekler de korkusundan teşbih ederler. O yıldırımları gönderip onlarla Allah
hakkında mücadele edip dururlarken dilediğini çarpar. O, kudret ve azabı çetin
olandır.
Yüce Allah'ın: "Size korku ve ümit salarak şimşeği gösteren"
yağmur ile "yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur" buyruğundaki;
"Bulutlar" kelimesi çoğul olup bunun tekili; şeklinde gelir. de çoğul
olarak kufknılır.
"Gök gürültüsü O'na hamd ile melekler de korkusundan teşbih ederler.
O yıldırımları gönderip..." Daha önce Bakara Sûresi'nde (.2/14. âyetin
tefsirinde) gök gürültüsü, şimşek ve yıldırıma dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan
onları burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Âyet-i kerîmeden maksat, yüce Allah'ın kudretinin kemalini açıklamak ve
cezayı ertelemesinin acizlikten olmadığını anlatmaktır. Yani O, gökte şimşeği
yolculukta bulunana korku olmak üzere gösterir. Çünkü yolcu karşı karşıya
kalacağı yağmur, dehşet ve yıldırımlar sebebiyle şimşeğin vereceği rahatsızlıktan
korkar. Nitekim yüce Allah da: "Yağmurdan dolayı bir rahatsızlık"
(enrNisa, A/102) diye buyurmaktadır. Yolcu olmayıp ikamel halinde bulunan kimse
de şimşeğin akabinde yağmur ve bolluk geleceğini ümit eder. Bu anlamdaki
açıklamaları Katâde, Mücahid ve başkaları yapmıştır.
el-Hasen der ki: Şimşeğin yıldırımlarından korkarak ve kıtlığı ortadan
kaldıracak yağmuru ümit ederek... demektir.
"Yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur." Mücahid der kî:
Bulutlar su (yağmur) yüklüdür.
"Gök gürültüsü O'na hamd ile... teşbih ederler." Gök
gürültüsünün bulutlann sesi olduğunu söyleyen kimselerin görüşüne göre, gök
gürültüsünün teşbih etmesi onda hayatın yaratılmış olması delil gösterilerek
kabul edilebilir. Bu görüşün sıhhatinin delili de yüce Allah'ın:
"Melekler de korkusundan teşbih ederler" demesidir. Eğer gök
gürültüsü bir melek ise, o da meleklerin kapsamı içerisine girmesi gerekirdi.
Gök gürültüsünün de bîr melek olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre de
"melekler de korkusundan" buyruğu Allah'ın korkusundan... diye
açıklamışlardır. Bu açıklamayı et-Ta-beri ve başkaları yapmıştır.
İbn Ab bas der ki: Melekler yüce Allah'tan korkarlar ama onların korkuları
Âdemoğlunun korkusu gibi değildir. Onlardan bir kimse sağında kim var, solunda
kim var bilmez. Allah'a ibadeti bırakıp yemek veya içmekle uğraşmazlar. Yine
İbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Gök gürültüsü (Ra'd) bulutlan
süren bir melektir. Su buharı onun baş parmağının bir çukuru içerisindedir. Bu
melek bulutlarla görevli olup onları emrolunduğu yerlere sürer ve Allah'ı da
teşbih eder. İşte bu gök gürültüsü teşbih etti mi, gökte teşbih getirip sesini
yükseltmedik hiçbir melek kalmaz. İşte o vakit yağmur yağar. Yine ondan
nakledildiğine göre İbn Abbas gök gürültüsü sesini işitti mi: " Kendisini
teşbih İle andığın zatı ben de teşbih ve tenzih ederim" derdi.
Mâlik, Âmir b. Abdullah'tan, o babasından rivayet ettiğine göre
Abdullah gök gürültüsünün sesini işitti mi "Gök gürültüsünün lıamd ile
meleklerin de korkusundan kendisini teşbih ettiği şanı yüce Allah'ı ben de
teşbih ederim" der; daha sonra da şunları söylerdi: Şüphesiz ki bu,
yeryüzündekiler için çok ağır bir tehdittir.
Denildiğine göre gök gürültüsü gökle arz arasında bir taht üzerinde oturan
bir melektir. Sağında yetmişbin melek, solunda da bir o kadar melek vardır.
Sağına dönüp teşbih etti mi hepsi Allah'ın korkusuyla teşbih ederler. Soluna
yönelip teşbih etti mi hepsi Allah korkusundan dolayı teşbih ederler.
"O yıldırımları gönderip onlarla... dilediğini çarpar."
el-Maverdînin İbn Abbas, Ali b. Ebi Talib ve Mücahid'den naklettiğine göre bu
âyet-i kerîme bir yahudi hakkında inmiştir. Bu yahudi Peygamber (sav)e şöyle
demişti: Sen bana Rabbinin neden olduğunu bildir, İnciden midir? Yakuttan
mıdır? Bunun üzerine bir yıldırım onu çarptı ve yaktı.
Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme Arap kâfirlerinden birisi hakkında
inmiştir. el-Hasen der ki: Bu kişi Arap tâğûtlarından bir adamdı. Peygamber
(sav) bir kaç kişiyi onu Allah'a, Rasûlüne ve İslâm'a davet etmek üzere
gönderdi. Bu azgın kişi onlara şöyle dedi: Bana Muhammed'in Rabbinin mahiyetini,
neden olduğunu, gümüşten mi, demirden mi, bakırdan mı olduğunu haber verin.
Yanına gidenler onun söylediği bu sözden dehşete kapıldılar. Bunun üzerine bu
azgın kişi: Ben Muhammed'in tanımadığı bir Rabbe mi icabet edip çağrısını kabul
edeyim, dedi. Peygamber (sav) defalarca ona elçi gönderdiği halde, o yine ona
benzeri sözler söylüyordu. Ona gidenlerin, onunla tartıştığı ve İslâm'a
çağırdıkları bir sırada aniden bir bulut yükseldi ve bu bulut tepelerinin
üzerinde durdu. Gök gürledi, şimşek çaktı ve bir yıldırım düştü. Onlar
oturuyorken kâfiri de yaktı. Peygamber (sav)e geri döndüklerinde Rasûlullah
(sav)ın ashabından bazıları onlarla karşılaştılar ve karşılaştıklan sahabiler:
Sizin adamınız yandı, dediler. Yanından gelenler: Ner-den bildiniz, diye
sorduklarında, onlar yüce Allah Peygamber (sav)e: "O yıldırımları
gönderip, onlarla... dilediğini çarpar" âyetini vahyetti, dediler.[39]
Bunu da es-Sa'lebî, el-Hasen'den, el-Kuşeyrî de bu manada Hz. Enes'ten rivayet
etmiştir. İleride gelecektir.
Yine denildiğine göre âyet-i kerîme Lebid b. Rabia'nın kardeşi Erbed b.
Rabia ile Âmir b. et-Tufeyl hakkında inmiştir. İbn Abbas dedi ki:
Âmiroğul-lanndan olan Âmir b, et-Tufeyl ile Erbed b. Rabia Peygamber (sav)in
yanına gitmek üzere geldiler. O sırada da Hz. Peygamber mescitte bir grup ashabı
ile birlikte oturmakta idi. Mescide girdiler. Âmir'in güzelliği orada bulunanların
dikkatlerini çekti ve ona baktılar. Bir gözü kördü ama insanların arasında en
yakışıklılardan birisi idî. Peygamber (sav)in ashabından bir adam: Ey Allah'ın
Rasûlü dedi. Âmir b. et-Tufeyl yanına doğru geliyor. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Onu bırak, şayet Allah hakkında hayır diliyor İse hidayete
iletecektir."
Âmir yaklaştı ve Hz. Peygamber'İn yanında ayakta durup: Ey Muhammed
dedi. İslam'a girersem bana ne var? Hz. Peygamber: "Müslümanların lehine
ne varsa, senin de lehine olur. Müslümanlar aleyhine ne varsa, senin de aleyhine
(görevin) olur." Âmir: Peki senden sonra bu işi (başkanlığı.) bana verecek
misin? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu benim işim değildir. Bu Allah'a
aittir ve O bunu dilediğine verir." Bu sefer: Peki çöldekilerin yönetimini
bana verip şehirleri sen alır mısın? deyince, Hz. Peygamber: "Hayır"
diye buyurdu. Âmir: Peki bana ne vereceksin? deyince, Hz. Peygamber şu cevabı
verdi: "Ben sana atların dizginlerini veririm, sen de onlar üzerinde
Allah yolunda gazaya çıkarsın." Bu sefer Âmir: Bu gün de atların
dizginleri benim değil mi? diye sordu. Kalk benimle de, konuşayım, dedi.
Rasûlullah (sav) da kalkıp yanında durdu. Amir İse daha önceden
Erbed'e: Benim onunla konuştuğumu görürsen, sen de arkasından dolaş ve
kılıcınla boynunu vur, diye İşaret etmişti. Peygamber (sav) ile tartışmaya, ona
karşılık vermeye koyuldu. Erbed kılıcını kınından bir kanş kadar çıkarttıktan
sonra Allah onu engelledi ve kınından sıyıramadı. Kılıcı üzerinde eli kurudu,
kaldı. Yüce Allah da bir yaz gününde ortalıkta bulut olmayan bir günde üzerine
bir yıldırım gönderdi ve yaktı. Âmir de kaçarak: Ey Muhammed dedi, sen Erbed
aleyhine Rabbine dua ettin ve sonunda onu öldürdün. Allah'a yemin ederim,
Medine'yi senin başına eğersiz atlarla ve tüyleri bitmemiş genç delikanlılarla
dolduracağım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah ve Kayleoğul-ları senin
bu maksadını gerçekleştirmene engel olacaklardır."
Hz. Peygamber, "Kayleoğulları" ile Evs ve Hazreçlileri
kastetmişti.
Sonra Âmir, Selüloğullanndan bir kadının evinde konakladı. Sabah olduğunda
şöyle diyordu: Allah'a yemin ederim, eğer Muhammed ve onun arkadaşı -bununla
ölüm meleğini kastediyor- sahraya benim yanıma gelecek olurlarsa,
mızraklarımla onları delik deşik ederim. Yüce Allah bir melek gönderdi ve bu
melek kanadıyla ona indirdiği bir darbe ile kaldırıp toprağa yıktı. Anında diz
kapağı üzerinde büyükçe bir gudde meydana geldi. Selüloğulla-rından olan
kadının evine şunları söyleyerek geri döndü: Bu develerin guddesine benzer bir
guddedir. Selullu bir kadının evinde de ölümüm gelecektir. Daha sonra atına
bindi ve atının sırtındayken öldü.[40]
Lebid b. Rabİa kardeşi Erbed hakkında bir mersiye söyledi. Bu mersiyede
şu beyitler de yer almaktadır:
“Ey göz Erbed için ağlamalı değil inisin?Çünkü biz de hasımlarımız da
yorgun ve argın kalkmıştık,
Erbed için Ölümden korkardım ama,
Balık ve aralan yıldızlarının ona musibet vereceğinden korkmazdım.
Gök gürültüsü ve yıldırım canımı yaktı,
O sıkıntılı günlerde imdada yetişen kahraman atlının ölümüne sebeb
olarak."
Yine onun hakkında şunları söylemektedir:
"Şüphesiz, benzersiz en büyük musibet,
Yıldız gibi ışık saçan herbir kardeşi yitirmektir.
Ey hayrın Erbed'i ve üstün şerefli mevkilerin sahibi!
Beni kırık bir boynuz ile yürürcesine tek başıma bıraktın."
Daha sonra Lebid İslâm'a girmişti. -Allah ondan razı olsun.[41]
Ebân, Enes'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Yıldırım aziz ve celil olan Allah'ı zikreden bir kimseye çarpmaz."[42]
Ebu Hureyre (r,a) dedi ki: Peygamber (sav) gök gürültüsü sesini duydu
mu şöyle derdi: "Gök gürültüsünün hamd ile meleklerin de korkusundan
kendisini teşbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir! O herşeye gücü
yetendir." Böyle dediği halde eğer yıldırım ona çarparsa, diyetini ödemek
bana aittir.[43]
el-Hatib de Süleyman b. Alî b. Abdullah b. Abbas'dan, o babasından, o
da dedesi yoluyla şöyle dediğini nakletmektedir: Bir yolculukta Ömer ile birlikte
idim. Gök gürültüsü ve dolu bize isabet etti. Ka'b bize şöyle dedi: Gök
gürültüsünü duyan bir kimse o esnada;
"Gök gürültüsünün hamd ile meleklerinden korkusundan kendisini
teşbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir" diye üç defa söylerse, o gök
gürültüsünde olanlar afiyette olur, kurtulur.[44]
Biz de böyle yaptık ve esenliğe kavuştuk. Sonra Ömer b. el-Hattab (r.a) ile karşılaştım.
Bir dolu tanesinin burnuna isabet edip onda iz bıraktığını gördüm. Ey
mü'mirilerin emiri, bu ne? deyince, o: Burnuma gördüğün gibi iz bırakan bir
dolu tanesi isabet etti, dedi. Ben de: Ka'b gök gürültüsünü duyunca bize şöyle
dedi: Kim gök gürültüsünü işittiğinde, gök gürültüsünün hamdiyle meleklerin de,
korkusundan kendisini teşbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir diye üç defa
söylerse o gök gürültüsü esnasında olacaklardan yana esenliğe kavuşur, dedi.
Biz de böyle dedik ve esenliğe kavuştuk, bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi;
Peki niye bize söylemediniz? Biz de bunu söylerdik.
Bu anfamdaki açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/14. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
" ...Allah hakkında mücadele edip dururlarken" buyruğu ile
yüce Allah hakkında: O nedendir? diye soran yahudinin tartışması
kastedilmektedir. İbn Cüreyc der ki: Bu buyrukla Erbed'in, Peygamber (sav)i
öldürmek kararını vermesi halindeki tartışmasını kastetmektedir. Bununla
birlikte "Allah hakkında mücadele edip dururlarken" buyruğu hal de
olabilir, munkati" da olabilir.[45]
Enes'ten de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) müşriklerden ileri
gelen birisini İslâm'a davet etmek üzere elçi gönderdi. Bu kişi Allalı
Rasûlüne şöyle dedi: Sen bana şu İlahın hakkında haber ver, o gümüşten mi,
al-tındanmı, yoksa bakır'dan mı? Hz. Peygamber'in gönderdiği elçiye böyle bir
şey çok ağır geldi. Hz. Peygamber'e dönüp, durumu bildirdi. Hz. Peygamber
yine: "Ona dön ve yine davet et" diye buyurdu. Adamın yanına döndüğünde
bir yıldırımın çarptığını gördü. Rasûlullah (sav)ın yanına döndüğünde de
"Allah hakkında mücadele edip dururlarken" buyruğu da inmişti.[46]
“O kudret ve azabı çetin olandır." İbnu'l-A'râbî der ki:
"Mekr" demektir. Yüce Allah'ın mekri ise hak ile tedbiri
anlamındadır. en-Nehhâs ise Allah'ın mekri, hak eden kimseye farkına varmadığı
bir yerden, hoşlanmadığı bir şeyi ulaştırmak demektir.
İbnu'l-Yezid'i de Ebu Zeyd'den "O kudret ve azabı çetin
olandır" buyruğu hakkında intikamı çetin olandır, dediğini rivayet
etmektedir.
el-Ezherî der ki: "el-Mihâl": Kuvvet ve şiddet anlamındadır.
"el-Mahl" ise şiddet demek olup buradaki "mim" kelimenin
asıl harflerindendir. tabiri ise "filan ile hangimizin daha güçlü olduğu
ortaya çıkıncaya kadar karşılıklı gücümüzü denedik" demektir.
Ebu Ubeyd der ki: "el-Mihâl" azab ve hoşa gitmeyen şey
demektir. İbn Ara-fe de: Tartışma ve mücadele demektir, diye açıklamaktadır.
Mesela; " hakkında mücadele etti" anlamındadır.
el-Kutebî
der ki: Bu kelime "keyd"i (tuzağı ve tedbiri) çetin olandır, anlamındadır.
Aslı da "hile"den gelmektedir. Başındaki "mim" de
"mekân" mim'i gibidir. Halbuki bunun da aslı "kevn"den
gelmektedir. Diğer taraftan; "Temekkün ettim, imkân ve iktidar
buldum" denilir.
el-Ezherî der ki: "el-Mihâl" kelimesindeki "mim"
harfinin zaid olduğunu söyleyen İbn Kuteybe yanlıştır. Aksine buradaki
"mim" aslî harflerdendir. Eğer bir kelimeyi " vezninde olduğunu
görüp de bunun ilk harfi esreli "mim" ise bilelim ki, kelimenin aslî
harflerindendir. "Mihâd, milâk, miras" ve buna benzer kelimeler
böyledir. Buna karşılık "mifal" veznindeki kelimeler eğer üç harfli
kelimelerden geliyor İse, bu kelimelerdeki vav harfi izhar edilir. Mesela
"mizved, milıvel ve mihver" ile benzeri kelimeler böyledir.
(el-Ezherî devamla) der ki: el-A'rec; şeklinde "mim" harfini üstün
olarak okumuştur. Bu kıraate göre ise; İbn Abbas'tan bunun açıklaması havi tgüç
ve kuvvet) demek olur. Bütün bunları Ebu Ubeyd el-Herevî nakletmektedir. Bundan
tek istisna başta İbnu'i-A'râbî'den naklettiğim izdir. Ashab-ı Kiram ile
Tabiînin görüşleri de bu anlamdadır ve bunlar sekiz görüştür:
1- Düşmanlığı şiddetli olan
demektir. İbn Abbas'ın görüşüdür.
2- Güç ve kuvveti şiddetli ve
çetin olandır. Bu da îbn Abbas'm görüşüdür.
3- Azab ile yakalaması
şiddetli olan demektir. Ali b. Ebi Talib'in görüşüdür.
4- Öfkesi şiddetli ve çetin
olandır. Bu da İbn Abbas'ın görüşüdür.
5- Gücü şiddetli, çetin
olandır. Mücâhid'in görüşüdür.
6- Gazabı çetin olandır. Bu
açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır.
7- Kıtlık ile helak etmesi
çetin olandır. Bunu da el-Hasen söylemiştir.
8- Hilesi şiddetli olandır. Bu
açıklama da Katâde'ye aittir.
Ebu
Ubeyde Ma'mer der ki: "el-Mihâl" ve "el-Mumâhale"
karşılıklı tedbir ve hile yapmak ve birbiriyle yarışmak, yenişmeye çalışmak
demektir, el-A'şâ'nın şu beyitini de nakletmektedir:
"Şeref dalında salınan bir kayın ağacının gece çiği pek çok alan
ince bir dalıdır. Bununla birlikte intikam alıp cezalandırması da çok
çetindir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"O bir, takım kimseler arasına girdi ki onların herbirisi ona
Çeşitli oyunlar ve çeşitli hile ve tuzaklar kurdular."
Abdu'l-Muttalîb de şöyle demektedir:
"Allah'ım şüphesiz kişi kendi evini korur,
Sen de sana yakın yerde ikamet edenleri koru.
Onların haçları, küfür ve inkârları,
Saldırganlık ederek hiçbir zaman senin tedbirine galip gelmesin."[47]
14. Hak davet yalnız O'nadır.
O'nu bırakıp çağırdıkları İse kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler.
Onların dununu, ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye benzer
ki o buna asla ulaşacak değildir. İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır.
"Hak olan davet yalnız O'nadır." Yani doğru olan davet yalnız
Allah'adır.
İbn Abbas, Katâde ve başkaları bundan kasıt: La İlahe illallah'tır,
demişlerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Bundan kasıt: Şüphesiz ki Allah
hakkın tâ kendisidir. Dolayısıyla O'na dua etmek hak olan davet demektir.
Şöyle de açıklanmıştır: Duada ihlaslı olmak hak olan davet demektir. Bunu
da müteahhir ilim adamlarından bazıları söylemiştir. Bir diğer açıklama da
şöyledir: Hak olan davet korku esnasında Allah'a dua etmektir. Çünkü bu durumda
Allah'tan başkasına dua edilmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O'ndan başka dua edip çağırdığınız herkes kaybolur, gider."
(el-İsra, 17/67)
el-Maverdî der ki: Âyetin akışına daha uygun olan açıklama şekli budur.
Çünkü yüce Allah: "Onu bırakıp çağırdıkları" yani heykeller ve putlar
"ise kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler." Onların hiçbir
dualarını kabul edemezler, hiçbir seslenişlerini işitemezler.
"Onların durumu ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye
benzer ki o buna asla ulaşacak değildir." Aziz ve celil olan Allah, suyu
onlann yaptıkları duaların kabul olunmasından yana ümit kestiklerine misal
olarak vermiştir. Çünkü Araplar herhangi bir şekilde erişemeyeceği bir husus
için didinip duran kimseye, elinde suyu tutmaya çalışan kimseyi misal verirler.
Şair der ki:
"Artık benimle onun arasındaki sevgi sebebiyle Elinde su tutan
kimsenin haline döndüm."
Bu misalin anlamına dair üç açıklama yapılmıştır:
1- Allah'tan başka bir ilâha
dua edip tapan bir kimse uzaktan ele geçirmek istediği halde suyu ağzına
gelsin dîye çağıran, bununla birlikte suyu bir türlü diline ulastıramayan,
eliyle suya işaret etmekle birlikte ebediyyen su kendisine ulaşamayan kimsenin
durumuna benzer. Çünkü su hiçbir şekilde çağrıya cevap veremez ve hiçbir zaman su
böyle bir kimseye ulaşamaz. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
2- Allah'tan başkasına dua ve
ibadet eden kimse suda hayalini (aksini) gören susuz kimseye benzer. Bu kimse
elini suya, su ağzına ulaşsın ister. Halbuki o suyun ona ulaşmasına imkân
yoktur. Çünkü onun böyle bir zannı yersizdir, böyle bir şeyi beklemesinin
anlamı yoktur. Bu açıklamayı da İbn Ab-bas yapmıştır.
3- Böyle bir kimse suyu elinde
tutmak kastıyla avuçlarını açmış kimse gibidir. Ancak bu kimsenin avuçlarında
da su namına bir şey kalmaz.
el-Ferrâ buradaki “su"dan kastın kuyu olduğu kanaatindedir. Çünkü
kuyu suyun kaynağıdır. Bu misal buna göre ipsiz ve kovasız olarak elini kuyuya
uzatan kimsenin durumuna dair bir benzetmedir. Bunun tanığı da şairin şu
beyitidir:
"Şüphesiz bu benim babamın ve dedemin suyudur. Onu kazan ve onun
duvarını ören benim."
Ali (r.a.) der ki: Böyle bir kimse kuyu kenarında susuz gibidir.
Kuyunun dibine de ulaşamadığı gibi, su da kendisine doğru yükselemez.
"Ancak... açan kimse" nin anlamı, ancak iki avucunu "suya"
açan kimseye suyun cevap vermesi gibidir. Buna göre mastar (isticâbet: cevap
verme) avucunu açan kimseye izafe edilmiş, sonradan da muzaf hazfedilmiştir.
Mastarın faili ise "su" kelimesidir. Yani ancak iki avucunu suya
uzatanın (çağrışma) icabet edilmesi gibidir. Buna karşılık yüce Allah'ın;
"Ağzına gelsin diye" buyruğundaki "lam" da "avuç
açma" anlamındaki fiile taalluk etmektedir.
"O buna asla ulaşacak değildir" buyruğundaki zamir de suya
aittir, yani su ağzına ulaşacak değildir. Bununla birlikte; "O"
zamirinin ağza ait olması da mümkündür, o takdirde ağız suya ulaşamaz anlamında
olur.
"İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır" Yani kâfirlerin
putlara tapması ancak boştur, boşa çıkacaktır, çünkü şirktir.
Şöyle
de açıklanmıştır: Dualannın boşa gitmesi bu dualannın önlerinden
kay-bolmasıdır. Bu dua sebebiyle ellerine hiçbir şey geçmez. Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da tapına geldiğiniz
şeyler nerede? Onlar gözümüzden kayboldular diyecekler." (el-A'râf, 7/37)
İbn Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Kâfirlerin seslenişleri Allah'a
ulaşamaz, Allah onların dualarını kabul etmez.[48]
15. Göklerde ve yerde
bulunanların kendileri de, gölgeleri de ister İstemez sabah-akşam Allah'a secde
ederler.
Yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde bulunanların kendileri... ister
İstemez... Allah'a secde ederler" buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen,
Katâde ve başkaları derler ki: Mü'min Allah'a isteyerek, kâfir de istemeyerek
kılıç zoruyla secde eder. Yine Katâde'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kâfir
imanın kendisine fayda vermeyeceği vakit istemeyerek Allah'a secde eder.
ez-Zeccâc da der ki: Kâfirin istemeyerek secde etmesinde, itaatle boyun eğmek
namına hiçbir şey yoktur, onun secde etmesi yapmacıktır.
İbn Zeyd der ki: "İster” ile İslâm'a isteyerek giren
"istemez" buyruğu ile de kılıç korkusuyla İslâm'a giren
kastedilmiştir.
Bunun uzun süre müslürnan kalarak secdeye alışanların
"isteyerek" Allah için kendisini zorlayanın da
"istemeyerek" secde etmesi anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna
göre âyet-i kerîme mü'minler hakkındadır. Bu açıklamaya göre "yerde"
İfadesi yerde bulunanların bir kısmı anlamına gelir.
el-Kuşeyrî der ki: Âyet-i kerîme(nLn açıklanması) hususunda İki yol
izlenmiştir. Birincisine göre âyet-i kerîme umumi olmakla birlikte, ondan
kastedilen husustur. Mü'min isteyerek secde eder, kâfirler ise tıpkı
münafıklar gibi zorlanarak ve korkarak secde ederler. Âyet-i kerîme bunlar
hakkında yorumlanmıştır, bu açıklamayı el-Ferrâ nakletmektedir. Bu görüşe
binaen de şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme mü'minler hakkındadır. Mü'minler
arasında kimisi isteyerek secde eder ve secde etmek ona ağır gelmez. Kimisine
de ağır gelir. Çünkü ilâhî tekliflere bağlılıkta bir meşakkat vardır. Fakat
onlar ihlas ve iman ile bu meşakkate katlanırlar, taki hakka alışıncaya ve bunu
kolaylıkla yapacak hale gelinceye kadar.
İkinci yol -ki sahih olan da budur- âyet-i kerîmenin umum olarak alınması
ve açıklanmasıdır. Bunun da İki yolu vardır. Birincisine göre mü'min isteyerek
secde eder, kâfir ise secde etmekle emrolunmuştur ve bundan dolayı
sorgulanacaktır, tkinci şekil -ki hak olan da budur- de şudur: Mü'min bedeniyle,
isteyerek Allah'a secde eder. Mü'min olsun, kâfir olsun, mahlûk olması
itibariyle secde eder. O delaletiyle ve yaratıcıya olan ihtiyacı bakımından
(hükmen) secde eder. Bu da yüce Allah'ın: "Onu hamd ile teşbih etmeyen
hiçbir şey yoktur" (el-İsra, 17/44) buyruğuna benzemektedir ki, bu da ibadet
kastıyla yapılan teşbih değildir, delâleten teşbihtir.
"Gölgeleri de İster istemez sabah-akşam Allah'a secde
ederler." Yani bütün mahlukatın gölgeleri sabah-akşam Allah'a secde
etmektedir. Çünkü özellikle bu vakitlerde gölgeler açıkça ortaya çıkmakta, bir
cihetten diğer bir cihete geçmektedir. Bu da yüce Allah'ın gölgeleri dilediğine
uygun olarak evirip çevirmesi ile olur Bu buyruk yüce Allah'ın: "Allah'ın
yarattığı şeylerin gölgelerinin zillette ve itaat ediciler olarak, durmadan
sağa-sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl,
16/48) buyruğunu andırmaktadır. Bu açıklamayı da tbn Abbas ve başkaları
yapmıştır.
Mücahid der ki: Mü'minin gölgesi isteyerek -mü'minin kendisi de
itaatkâr olduğu halde- secde eder. Kâfirin gölgesi ise -kâfir hoşlanmayarak-
istemeyerek secde eder.
İbnu'l-Enbarî der ki: Gölgelere akıl verilir, onlar da bu akıllan ile
secde eder ve Allah'a saygı ile itaat ederler. Nitekim dağlara anlama ve
kavrama kabiliyeti verilerek onlara hitab edildiği ve onların da hitab
ettikleri belirtilmektedir.
el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü dağ bir
cisimdir. Onun akıl sahibi olması ancak hayat sahibi olmasıyla mümkündür. Gölgeler
ise izdir ve arazdır. Bunların hayat sahibi olmaları düşünülemez.
Burada "secde etmek" meyletmek anlamındadır, gölgelerin secde
etmeleri bir taraftan bir diğer tarafa meyletmeleridir. Nitekim hurma ağacı
secde etti denilirken, meyletti, eğildi anlamındadır.
"Akşam vakitleri" kelimesi;çoğuludur. Bu ise ın çoğuludur. Bu
da ikindi vakti ile güneşin batımı arasındaki zamandır. Çoğulun da çoğulu;
şeklinde gelir. Ebu Zueyb el-Huzelî der ki:
Temin ederim ki sen ahalisine ikramda bulunduğum evin tâ kendisisin Ve
akşam vakitleri gölgelerinde oturduğum."
"Gölgeleri" kelimesinin; "...anlar" üzerine
atfedilmesi de mümkündür. Mübtedâ olarak ıtıerfu olup lıaberi hazfedilmiş de kabul
edilebilir. İfadenin takdiri o zaman şöyle olur: Onların gölgeleri ise, sabah
ve akşam vakitlerinde secde ederler.
"Sabah" kelimesinin mastar olması mümkün olduğu gibi; Sabahın
çoğulu da olabilir. Bunun çoğul olma ihtimalini, "akşam(lar)" kelimesinin
de çoğul olarak kullanılmış olması güçlendirmektedir.[49]
16. De ki: "Göklerin ve
yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." Yine de ki: "Öyle
İken O'rnı bırakıp da btaıt kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar vermeye
güçleri olmayan bir takım veliler mi edindiniz?" De ki: "Gözü
görmeyenle, gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla nur bir olur mu?" Yoksa
Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma
kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki "Herçeyi yaratan
Allah'tır. O birdir, Kahhâr'dır."
Yüce Allah: "De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" buyruğu
ile peygamberine müşriklere: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?"
demesini emretmektedir. Bundan sonra da onlara:"Eğer böyle bir şey
söylemeyecek ve yaratıcının kim olduğunu bilmeyecek olurlarsa onlara karşı
bağlayıcı bir delil olmak üzere; "O Allah'tır" demesini
emretmektedir.
"Yine de ki: Öyle iken O'nu bırakıp da... bir takım veliler mi
edindiniz?" Bu onların yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu itiraf ettiklerine
delildir. Aksi takdirde: "Yine de ki: Öyle iken onu bırakıp da... bir
takım veliler mi edindiniz" demenin bir anlamı olmazdı. Bunun delili de
yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Andolsun onlara: Göklerle, yeri kim
yarattı? diye sorsan, onlar elbette: Allah!diyeceklerdir." (Lukman,
31/25) Yani sizler bunu itiraf ettiğinize göre ne diye O'ndan başkasına ibadet
ediyorsunuz? Hem O'ndan başka taptıklarınızın faydası da yoktur, zararı da
yoktur. Şüphesiz ki bu yerinde ve doğru bir delil getirmedir ve bu delil
bağlayıcıdır.
Daha sonra yüce Allah onlara bir örnek vererek: "Oe ki: Gözü
görmeyenle, gören bir olur mu?" İşte hakkı gören mü'min ile hakkı
görmeyen müşrik de böyledir. Buradaki "görmeyen"in, onların
Allah'tan başka tapındıkları şeylere örnek, "gören"in ise yüce
Allah'a örnek olduğu da söylenmiştir.
"Yahut karanlıklarla, nur bir olur mu?" Yani şirk ile iman
bir olur mu?
İbn Muhaysın, Ebu Bekr, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî fiili önceden de
-bu şekilde- geçmiş olması dolayısıyla;" Bir olur" şeklinde
"ya" ile okumuşlardır. Diğer taraftan; "Karanlıkların te'nisi
(dişilliği) de hakiki müenneslik değildir. Diğerleri ise bu fiili
"te" ile okumuşlardır, Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiş ve şöyle
demiştir: Çünkü müennes ile fiil arasına başka bir kelime girmemektedir.
"Karanlıklar ve nur" iman ve küfrün misalidir. Ancak biz
bunun keyfiyetine vakıf olamayız.
"Yoksa Allah'a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da
yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü?" İşte bu da delil
getirmenin en mükemmel ve eksiksiz şekillerinden birisidir. Yani Allah'tan
başkası, Allah'ın yaratması gibi yarattı ve bu yüzden onlar yaratmaları
birbirine mi benzettiler ve buna bağlı olarak Allah'ın yarattıkları ile
ilahlarının yarattıklarını birbirinden ayırdedemeyecek hale mi düştüler?
"De ki: Herşeyi yaratan Allah'tır." Yani ey Muhammed, onlara:
"Herzeyi yaratan Allah'tır" de. O halde bundan dolayı herşeyin de
yalnız O'na ibadet etmesi gerekir.
Âyet-i kerîme hem müşriklerin iddialarını, hem de Allah'ın yarattığı
gibi yarattıklarını iddia eden Kaderiye'nin iddialarını reddetmektedir.
"O birdir" herşeyden öncedir ve tektir.
"Kahhâr'dır." Herşeye galib olandır. O'nun iradesi irade sahibi
herkesin, her türlü isteğine galib gelir.
el-Kuşeyrî
Ebu Nasr der ki; Âyet-i kerîmenin yaratıcıyı itiraf edip kabul eden kimseler
hakkında varid olması uzak bir İhtimal değildir. Yani sen onlara gökleri ve
yeri yaratana dair soru sor. Çünkü bu hususta onlara karşı delil getirmek
kolaydır ve bu konuda doğru karşılık vermeleri zarurete yakın bir ihtimaldir.
Çünkü cansızların ve bütün mahlukların gökleri ve yeri yaratmaktan aciz
oldukları bilinen bir husustur. Bu kabul edilip yaratıcının yüce Allah olduğu
da ayan beyan ortaya çıktığına göre; Allah'a ortak koşmak nasıl caiz olur?
Daha sonra el-Kuşeyrî sözler arasında şunları da açıklar: Şayet kainatın iki
yaratıcısı olsaydı, bu yaratma arasında benzerlik olurdu. Bu yaratıcının
fiili, diğerininkinden ayırt edilemezdi. peki fiilin iki kişi tarafından
yapıldığı nereden bilinebilirdi?[50]
17.
O gökten bir su İndirdi de
dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük
yüklenip götürür. Bir süs veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri
şeylerden de bunun gibi bir köpük çıkar. İşte Allah hak ile bâtılı böyle örneklendirir.
Ancak köpük atılır, gider. İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, İşte bu,
yerde kalır. Allah örnekleri işte böyle verir.
18. Rabbterinİn çağrısını kabul
edenlere etHusnâ vardır. O'nun çağrısını kabul etmeyenlere gelince,
yeryüzündeki herşey ve onunla beraber bir o kadarı daha kendilerinin olsa,
şüphesiz onları fidye olarak verirlerdi Hesabın kötüsü onlar teindir, barınakları
cehennemdir. O ne kötü yataktır!
19. Rabbinden sana indirilenin
ancak hak olduğunu bilen kimse kör gibi midir? Ancak selim akıl sahipleri iyice
öğüt alır.
Yüce Allah: "O, gökten bir su İndirdi de dereler kendi
nüktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip
götürür..." buyruğunda hak ile bâtıla bir örnek vermektedir. Küfrü suyun
üstündeki köpüğe benzetmektedir. Bu köpük yok olup gider. Kıyılarda dağılır,
rüzgarlar onu itip darmadağın eder. İşte -ileride açıklayacağımız gibi- küfür
de böylece gider ve darmadağın olur.
"Dereler kendi miktarlarınca" yani dolabildikleri kadarıyla
"sel olup taşar." İbn Cüreyc, küçüklük ve büyüklükleri miktarınca
diye açıklamıştır.
el-Eşheb, el-Ukaylîve el-Hasen; " Kendi miktarlannca"
kelimesini "dal" harfini sakin olarak okumuşlardır. Anlam birdir.
Anlamının: Kendileri için takdir olunan miktar kadarıyla, şeklinde olduğu
da söylenmiştir.
"Dereler" kelimesi "vâdî'nin çoğuludur. Buna
"vâdî" adının veriliş sebebi, suyun belli bir yerden çıkması ve
akması dolayısıyladır. Buna göre "vâdr akan suyun adı olmaktadır. Ebu Ali
ise "dereler (vadiler) ...sel olup taşar" tabirinde bir genişletme
vardır. Yani sulan sel olup taşar demek olup, bu anlamdaki kelime
hazfedilmiştir, der. Yine Ebu Ali der ki: "Kendi tnik-tarlannca"
ifadesi de suları kadanyla... demektir. Çünkü vadiler (dere yatakları)
bizatihi kendi miktarları kadar akmaz, (Su aktığı miktarda akar).
"Sel de yüze çıkan" yani su üstünde yükselip çıkan "bir
köpük yüklenip götürür." îfade burada tamam olmaktadır, bunu Mücahid
söylemiştir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bir süs" yani altın ve gümüşten edindikleri bir süs
"veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri" Mücahid der ki:
Demir, bakır ve kurşun gibi "peylerden de bunun gibi bir köpük
çıkar." Bu da ikinci bir misaldir.
Yüce Allah'ın: "Bunun gibi bir köpük" buyruğu şu demektir:
Taşan sel sularının üzerinde bir köpük yükseldiği gibi, bu gibi şeylerin
üzerinde de bir köpük yükselir. Sel sularının üzerinde köpüklerin yükselmesi,
suya yerin toprağının da karışması ve bunun bir köpük oluşturmasından
dolayıdır. Aynı şekilde üzerinde ateş yakılan mücevherat, altın ve gümüş gibi
yeryüzünde dağınık bulunan madenlere de toprak karışmış bulunuyor. Bu madenler
üzerinde ateşin yakılmasının sebebi ise, madenlerin eriyerek yerin toprağının
ondan ayrılmasını sağlamaktır.
"İşte Allah hak ile bâtılı böyle örneklendirir. Ancak köpük
atılır, gider" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid; " Atılır,
gider" tabirini katı olarak (atılır) diye açıklamıştır. Ebu Ubeyde ise
der ki: Ebu Amr b. el-Ala dedi ki: -Aym kökten fiil olan-: tabiri, tencere
köpüğü dökülünceye ve dibinde de katılaşıncaya kadar kaynadı, anlamındadır. Vadinin
uzaklaştırdığı yani bir kenara attığı şey, demektir. Ebu Ubeyde'nin naklettiğine
göre o Ru'be'yi bu kelimeyi; diye okuduğunu dinlemiştir. Ebu Ubeyde der kî:
Tencere köpük atmaya başladığı zaman; denilir. Esen rüzgar bulutu parçalayıp
dağıttığı zaman da; denilir.
"İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu yerde
kalır." Mücâhid der ki: Bu da saf ve katıksız sudur.
Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt su ile anlaştırılmış hale
getirilen altın, gümüş, demir, bakır ve kurşundur. Bu iki örnek de yüce
Allah'ın sebatı itibariyle hakka, yok olup gitmesi itibariyle de batıla
verdiği İki örnektir. Batıl bazı hallerde yükselip kabarsa dahi tıpkı köpüğün
ve işe yaramayan kötü karışımların yok olup gitmesi gibi yok olur, gider.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'e ve onun kalplere
girip etkileyen buyruklarına verdiği bir misaldir. Yüce Allah, Kur'ân-ı
Ke-rîm'i hayrının genelliği, faydasının da kalıcılığı itibariyle yağmura
benzetmektedir. Kalpleri de dere yataklarına benzetmektedir. Bu kalplere
Kur'ân-i Ke-rîm'den girip yerleşeni, dere yataklarına genişlik ve darlıklarına
uygun olarak giren sulara benzetmektedir.
tbn Abbas: "O gökten bir su" Kur'ân "indirdi" diye
açıklamıştır.
"Dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar." İbn Abbas der
ki: Derelerden kasıt kulların kalpleridir. "Sûku'l-Arûs" adlı eserin
sahibi (Ebu Ma'şer et-Taberî) der ki: Eğer bu açıklama sahih olarak gelmişse
yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'e suyu, kalplere dere yataklarını, muhkem buyruklara
saf olanı, müteşabihe de köpüğü misal verip benzetmesi anlamındadır.
Bir diğer açıklamaya göre ise köpük nefsin kibiri, şüphe gaileleridir.
Bunlar sebebiyle nefis sahip olmadığı şeylerle kabarır ve yükseldiği bu
noktalarda ise çırpınıp durur. Tıpkı sel sularının saf ve berrak akarken derede
bulduğu şeyleri suyun üzerine yükseltmesi gibi. Altın ve gümüş süsüne gelince,
bu da üstün ve yüce hallere bir misaldir, tertemiz ahlâka örnektir. Erkeklerin
güzellikleri bunlarla ortaya çıkar, salih ameller bunlarla ayakta durur. Tıpkı
altın ve gümüşün kadınların süsü olması ve eşyaların kıymetlerinin bunlarla
ölçülmesi gibi.
Humeyd, İbn Muhaysın, Yahya, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî ve Hafs; "
Ateş yakarlar" (mealdeki: Ateşte erittikleri anlamındaki fiil.) buyruğunu
"ya" ile okumuşlardır, Ebu Ubeyd de; "İnsanlara fayda
veren" buyruğundan dolayı bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah, bu
buyrukta bir haber vermektedir ve burada muhatab almak söz konusu değildir.
Diğerleri ise ifadelerin baş tarafında yer atan: "Öyle iken Onu bırakıp
da... bîr takım veliler mi edindiniz?" buyruğu dolayısı ile "ta"
ile okumuşlardır. (Bu şekildeki okuyuşa göre de anlam: ... ateşte erittiğiniz
şeylerden... şeklinde olur).
Yüce
Allah'ın: "Ateşte" buyruğu hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir.
Hal mahallindedir. Bunun zülhali ise; Ateşte erittikleri) ifadesindeki
"he"dir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Üzerinde ateşte yakıp
erittikleri esnada ateşte bulunan... demektir. Şanı yüce Allah'ın;
"Ateşte" buyruğunda da zülhalin ismi olan "he"ye ait merfu
bir zamir vardır. "Ateşte" anlamındaki buyruğun;
"Erittikleri" fiiline taalluk etmesi; " Onun üzerinde ateşte
erittim" şeklindeki bir ifade uygun olmayacağından söz konusu olamaz.
Çünkü zaten üzerinde ateş yakılan şey ateşin içerisinde bulunur. O takdirde; ın
ifade ettiği bir anlam olmaz.
"Bir süs... elde etmek için" buyruğu mef ulun leh olur.
"Bunun gibi bir köpük çıkar" anlamındaki buyruk da mübtedâ ve
haber olup selin üzerindeki köpük gibi bir köpük çıkar, anlamındadır.
"Köpük çıkar" ifadesinin haberinin "ateşte" ifadesi
olduğu da söylenmiştir.[51]
el-Kisaî ise şöyle demektedir: "Köpük" kelimesi mübtedâ "bunun
gibi" kelimesi onun sıfatıdır. Haberi ise bundan Önceki cümlede yer alan;
"ateşte erittikleri şeylerden" anlamındaki buyruktadır.[52]
"Allah örnekleri işte böyle verir." Yani yüce Allah bu
örnekleri size açıkladığı gibi, bunları açık ve seçik bir şekilde de verir
demek olup ifade burada sona ermektedir. Daha sonra şöyle buyurmaktadır:
"Rablerİnin çağrısını kabul edenlere..." buyruğundaki; "
Çağrısını kabul edenler" buyruğu; demektir. Bu iki şekil aynı anlamdadır.
Nitekim şair şöyle demektedir:
"O sırada çağrıya cevap veren hiçbir kimse, onun çağrısına cevap
vermedi."
Bu, daha önceden de geçmişti.
Buyruğun anlamı ise: Allah'ın kendisini davet ettiği tevhidi ve
nübüvvet ile ilgili bilgileri kabule davet ettiği .şeylere icabet eden, bunlan
kabul eden demektir. İşte bunlara "el-hüsnâ vardır" (Cennete)
el-hüsnâ denilmesinin sebebi, güzellikte en ileri derecede oluşundan
dolayıdır. Dünyada ilahi yardım, kıyamette ebedî nimetlerin de el-hüsnâ'nın
bir parçası olduğu söylenmiştir.
"O'nun Ona iman etme "çağrısını kabul etmeyenlere gelince
yeryüzündeki her şey" bütün mallar "re onunla beraber bir o kadarı
daha kendilerinin" mülkü "olsa, şüphesiz onları" Kıyamet
gününün azabından kurtulmak İçin "fidye olarak verirlerdi."
Bu buyruğun bir benzeri de Al-i İmran Sûresi'ndedir: "O kâfirlerin
mallarının da, evlatlarının da AllahCın azabın)a karşı asla hiçbir faydası olmayacaktır."
(Ali İmran, 3/10); "Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerin
hiçbirinden, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse bile asla kabul
olunmaz," (Al-i İmran, 3/9)
"Hesabın kötüsü onlar İçindir." Yani bunların hiçbir
iyilikleri kabul olunmayacak ve hiçbir kötülükleri de affedilmeyecektir.
Ferkad es-Sebahî der ki: İbrahim en-Nehaî bana şöyle dedi: Ey Ferkad!
Hesabın kötüsünün ne demek olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır dedim, şöyle
cevap verdi: Kişinin bütün günahları dolayısıyla hesaba çekilmesi ve en ufak
bir şeyinin dahi ihmal edilmemesidir.
"Barınakları" kalacaktan ve yerleşecekleri yer
"cehennemdir. O ne kötü yataktır!" Kendileri için hazırladıkları bu
yatak ne kötüdür!
"Rabblnden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse kör gibi
inidir?" Bu da yüce Allah'ın mü'min ve kâfire verdiği bir örnektir, rivayete
göre bu âyet-i kerîme Hamza b. Abdu'l-Muttalib (r.a) ile Ebu Cehil -Allah'ın
laneti üzerine olsun- hakkında inmiştir. Körlükten kasıt, kalp körlüğüdür. Dini
bilip tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir.
"Ancak selim akıl sahipleri İyice öğüt alır."[53]
20. Onlar Allah'ın ahdini
yerine getirirler, antlaşmalarım bozmazlar.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[54]
Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler..."
buyruğu selim akıl sahiplerinin niteliklerindendîr. Ancak Allah'ın ahdini
yerine getiren selim akıl sahipleri iyice öğüt alır, demektir.
Buradaki "ahid" bir cins ismidir, Allah'ın bütün ahitlerini
yerine getirirler, demektir. Bunlar da Allah'ın kullarına vasiyet ettiği emir
ve yasaklarıdır. Bu lafızların kapsamına bütün farzlara bağlılık, masiyeti
gerektîrici herşeyden de uzak durmak girer.
"Antlaşmalarını bozmazlar" buyruğunda
"antlaşmalar"in cins isim olarak kastedilme ihtimali vardır. Yani
bunlar Allah'a itaat uğrunda herhangi bir ahdi aktedecek olurlarsa, bunu
bozmazlar.
Katâde der ki: Yüce Allah yirmi küsur âyet-i kerîmede kullarına antlaşmalardan söz ederek bunları bozmayı yasaklamıştır. Bu buyrukla muayyen bir antlaşmaya işaret etme ihtimali de vardır ki; buna göre, yüce Allah'ın kullarını ataları Âdem'in sulbünden çıkarttığı sırada onlardan almış olduğu ahit ve misak olabilir. el-Kaffâl der ki: Buradaki ahit onların akıllarında yerleşik bulunan tevlıid ve nübüvvet yoluyla bildirilenlere dair delillerdir.[55]
Ebû Dâvûd ve başkalarının Avf b. Mâlik'ten rivayetlerine göre o şöyle
demiştir: Rasûlullah (sav)m huzurunda yedi yahut sekiz ya da dokuz kişi idik.
Şöyle buyurdu: "Rasûlullah (sav.)a bey'at etmez misiniz?" Henüz yeni
bey'at etmiştik, o bakımdan: Biz sana bey'at ettik ya, dedik. Nihayet aynı sözü
üç defa tekrarladı. Biz de ellerimizi uzatarak ona bey'at ettik. Birimiz: Ey
Allah'ın Rasûlü dedi. Biz sana bey'at etmiş idik. Neye sana bey'at ediyoruz?
Şöyle buyurdu: "O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere Allah'a ibadet
edeceğinize, beş vakit namazı kılacağınıza, dinleyip itaat edeceğinize -sonra
gizlice bir söz söyledi- ve dedi ki: İnsanlardan da bir şey
istemeyeceğinize." (Avf b. Mâlik devamla) dedi ki: Yemin ederim, o
kişilerden kimisinin kamçısı düşer, hiçbir kimseden o kamçısını kendisine
uzatmasını istemezdi.[56]
İbnu'I Arabi der ki: Hatırda tutulması gerek en büyük ahitlerden birisi
de O'ndan başka hiç kimseden bir şey istememektir. Ebu Hamza el-Horasanî,
âbidlerin büyüklerinden idi. Bir takım kimselerin Rasûlullah (sav)a hiçbir kimseden,
hiçbir şey İstemeyeceklerine dair bey'at ettiklerini bildiren hadisi işitti.
Bunun üzerine Ebu Hamza şöyle dedi: Rabbim, burada sözü edilenler peygamberini
gördükleri sırada ona ahit vermişlerdi. Ben de sana hiç kimseden bir şey
istemeyeceğime dair ahit veriyorum. Derken Mekke'ye haccetmek üzere Şam'dan
yola çıktık. Geceleyin yolda gittiği sırada bir mazereti sebebiyle
arkadaşlarından geri kaldı, sonra da onların arkalarına koyuldu. Onlara yetişmek
üzere yolda giderken yolun kenarındaki bir kuyuya düştü. Kuyunun dibine
vardığında, belki birisi sesimi işitir diye imdat isteyeyim, dedikten sonra
kendisine ahit verdiğim zat beni görür ve beni işitir. Allah'a yemin ederim,
insanlara (bu hususta) bir tek kelime dahi söylemeyeceğim, dedi. Aradan fazla
bir vakit geçmeden, o kuyunun yanından bir takım kimseler geçti. Kuyunun yol
kenarında olduğunu görünce, bu kuyunun ağzının kapatılması gerekir, dediler.
Sonra da tahta kesip bu tahtaları kuyunun ağzına yerleştirmeye başladılar ve
üzerlerini toprakla örttüler. Ebu Hamza bunu görünce, bu bir ölümdür dedi ve
arkasından onlardan yardımına koşmalarını istemeyi düşündü, sonra da: Allah'a
yemin ederim (aksi takdirde) ebediyyen buradan çıkamayacağım, dedi. Daha sonra
kendisine dönerek: Sen, sem gören kimseyle ahitleşmedin mi? dedi ve sesini
çıkarmayıp sustu, tevekkül etti. Arkasından durumunu düşünerek, kuyunun dibinde
bir yere yaslandı. Bîr de baktı ki topraklar üzerine düşüyor ve üzerinden
tahtalar kaldırılıyor. Bu esnada da: Elini uzat diyen birisinin sesini işitti.
(Ebu Hamza) dedi ki: Elimi ona uzattım, bir defada beni kuyunun ağzına kadar
çıkardı, fakat çıktığımda kimseyi göremedim. Sahibi görünmeyen bir sesin bana:
Tevekkülün meyvesini nasıl buldun? diye sordu. (Ebu Hamza) daha sonra şu
beyitleri söyledi:
"Senden, utancım, muhabbetimi açıklamana engelledi,
Senin bana ihsan ettiğin bilgi sayesinde bunu açıklamaya muhtaç
etmedin, İşimde bana lütfettin ve benim tanık olunan hallerimi, Benim gaib
olanıma açıkladın. Ve hiç şüphesiz lütuf a, lütuf ile yardıma koşulur. İlim ile
bana göründün ve adeta,Gaybmda benden hoşlanmayan şeyleri uzaklaştırdığını
haber
veriyorsun gibi,Senin heybetinden kendimi yalnızlıkta görüyorken,
Senden yana lütuf ile esirgemekle bana ünsiyet veriyorsun. Ölümü sevgide olan
bir sevene hayat veriyorsun, Bu ise hayret edilecek bir şeydir, ölümle beraber
hayat nasıl olur?"
İbnu'l-Arabî (devamla) der ki: İşte, bu yüce Allah'a ahit veren ve
ahdinde bağlılığının mükâfatını eksiksiz ve kemal derecesinde bulan birisidir.
Siz de böylesine uyunuz. İnşaallah hidayet bulursunuz,
Ancak Ebu'l-Ferec el-Cevzî der ki: Bu adamın böyle bir durumda nefsine
karşı yardımcı olması iddiasıyla tevekkül diyerek, sesini çıkarmaması helal
değildir. Eğer tevekkülün anlamını iyice kavramış olsaydı, böyle bir durumda
yardım ve imdat istemenin tevekküle aykırı olmadığını bilecekti. Nitekim
Rasûlullah (sav) Mekke'den çıkışını saklı tutmakla, bir kılavuzu kiralamakla
ve bu işi gizlemesini isteyip mağarada gizlenmekle (kendilerine yetiştiği
sırada) Sürâka'ya: Bizim bu durumumuzu gizle, kimseye söyleme demekle
tevekkülün dışına çıkmamıştı. Buna göre yasak bir işi yapmakla, şer'an övülen
tevekkül derecesine ulaşılamaz. Kuyuya düşen bu adamın bu şekilde susması ona
yasaktır. Bunu şöyle açıklayalım: Şanı yüce Allah Ade-moğluna kendisine gelecek
zararları bertaraf edecek bir araç ve yine kendisi vasıtasıyla fayda
sağlayacağı bir araç yaratmıştır. Bir kimse tevekkül iddiasıyla Allah'ın
yarattığı bu aracı işletmeyecek olursa, elbetteki bu, tevekkülü bilmemek olur,
tevazu hikmetini reddetmek olur. Çünkü tevekkül kalbin yüce Allah'a güvenip
dayanmasıdır. Yoksa sebebleri kestirip atmak tevekkül için zorunlu bir şey değildir.
Bir kimse acıkıp ölünceye kadar dilencilik yapmayacak olursa, cehenneme girer.
Bunu Süfyan es-Sevrî ve başkaları söylemiştir. Çünkü yüce Allah esenlik yolunu
da göstermiştir. Bir kimse bu esenlik yolunu tutmayıp oturacak olursa, kendi
aleyhine (şeytana) destek vermiş olur.
(Devamla) Ebu'l-Ferec der ki; Dolayısı ile Ebu Hamza'nın: "Bir
arslan geldi ve beni çıkarttı" şeklindeki sözüne de bakılmaz. Öyle bir
şey olsa dahi bu, tesadüf olabilir. Yüce Allah'ın cahil bir kula lütfü da
olabilir. Yüce Allah'ın böyle birisine lütfettiği de inkâr olunmaz, buna tepki
gösterilmez. Ancak bizzat kendisinin fiili olan olumsuz davranışı red olunur.
Bu da yüce Allah'ın kendisine emanet olarak vermiş olduğu nefsinin aleyhine iş
yapmaktır. Oysa Allah ona nefsini korumasını emretmiştir.[57]
21. Onlar Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler. Rabb-lerinden korkarlar ve kötü
hesaptan endişe ederler.
22. Onlar Rabblerinin rızasını
isteyerek sabrederler. Namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz
rızıktan gizli ve açık in-fak ederler. Kötülüğü, iyilikle savarlar. İşte yurdun
akıbeti bunlaradır.
23. O Ada cennetleridir. Onlar
oraya ana ve babalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden salih olanlarla
birlikte gireceklerdir. Melekler de her kapıdan onların yanma girip;
24. "Sabrettiğiniz şeylere
karşılık selâm sizlere) Yurdun ne güzel sonucudur bu!" (derler.)[58]
21- "Onlar Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" buyruğu sıla-i rahim
hakkında zahir (açık bir deli)dir. Bu Katâde ve müfessirlerin çoğunun
görüşüdür. Bununla birlikte bütün itaatleri de kapsamına alır.
"Rabblerlnden" bir görüşe göre akrabalık bağını kesmek
hususunda, bir diğer görüşe göre bütün masiyetler konusunda "korkarlar ve
kötü hesaptan endişe ederler." Kötü hesap, hesaba çekilirken bütün
inceliklere varıncaya kadar inceden inceye hesaba çekilmek demektir. İnceden
inceye hesaba çekilen kişi de azaba uğratılır.
İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr yüce Allah'ın: "Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" buyruğunun anlamı bütün
kitaplara ve bütün peygamberlere iman etmektir, derler. el-Hasen ise; bu
Muhammed (sav)in hukukuna riayet etmek ve onun hakkını gözetmektir, diye
açıklamıştır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali vardır. O da imana salih ameli
bitiştirmeleridir ve Allah'ın kendilerine bitiştirilmesini emrettiği hususlarda
"Kabblerlnden korkarlar ve" bu emri terketmek konusunda "kötü
hesaptan endişe ederler."
Bununla birlikte birinci görüş -belirttiğimiz gibi- bu görüşleri de
kapsamaktadır. Başarımız Allah'tandır.[59]
22-
"Onlar Rabblerinin rızasını isteyerek
sabrederler." Buradaki; "Onlar'ın yeni bir cümle olduğu söylenmiştir.
Çünkü; "Sabrederler (sabrettiler)" fiili mazi olup;
"Bitiştirirler" şeklindeki (muzari) fiile atfedilemez.
Bunun, önce sözü edilenlerin sıfatlarından olduğu da söylenmiştir.
Sıfat ise kimi zaman mazi lafzı ile kimi zaman müstakbel (müzari) lafzı ile
yapılabilir. Çünkü buyruk; kim bunu yaparsa, ona şu vardır anlamındadır.
"Onlar" anlamındaki kelime aynı zamanda şart manasını da ihtiva
ettiğinden ve şart cümlesinde de mazi tıpkı müstakbel (muzari) gibi olduğundan
da bu şekilde fiilin gelmesi mümkün olmuştur. Bundan dolayı önce "onlar...
yerine getirirler" diye (muzari fiil ile) buyurulduktan sonra (mazi fiil
ile): "onlar... sabrederler" diye buyurulmakta, daha sonra da ona
"kötülüğü iyilikle savarlar" diyerek (yine muzari fiil kullanılarak)
atıf yapılmaktadır.
İbn Zeyd der ki: Bunlar hem Allah'a itaate sabrettiler. Hem de Allah'ın
ma-siyetlerine karşı sabrettiler. Atâ da der ki: Bunlar musibetlere ve acılara,
türlü türlü büyük musibetlere sabrettiler, Ebu İmran ei-Cevnî de der ki:
Bunlar Allah'ın rızasını arıyarak, dinleri üzere sabır ve sebat gösterdiler.
"Namazı dosdoğru kılarlar." Namazı farzlanyla, huşu'uyla,
vakitlerinde edâ ederler.
"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak
ederler." İbn Abbas'tan nakledildiğine göre bununla farz zekât
kastedilmektedir. Bu hususta açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/3-
âyet, 25. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Kötülüğü iyilikle savarlar." Yani salih amel ile kötü
amelleri uzaklaştırırlar. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İbn Zeyd der ki:
Bunlar şerri hayır İle savar ve bertaraf ederler. Said b. Cübeyr de: Münkeri,
maruf ile bertaraf ederler diye açıklamıştır. ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre;
onlar kötü ve çirkin sözleri selâm ile; Cüveybir'e göre zulmü affetmek ile; İbn
Şecere'ye göre günahı tevbe île; el-Kutebî'ye göre cahilin saygısızlık ve
edebsizliğîni hilm ile bertaraf ederler. Buna göre saygısızlık, edebsizlik
(sefeh) kötülük, hilm ise iyilik olmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bir kötülük işlemek istediklerinde ondan vazgeçer
ve Allah'tan mağfiret dilerler. Bir diğer açıklamaya göre şirki, lâ ilahe illallah
ile uzaklaştırırlar.
İşte bu hususta toplam dokuz ayrı açıklama ve görüş. Hepsinin de anlamı
birbirine yakındır. Bunların birincisi ise umumî bir anlam ifade ettiğinden
hepsini kapsamaktadır.
Bu buyruğun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler,
kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) buyruğudur. Hz. Peygamber'in, Muâz b.
Cebel (r.a)a söylediği: "Ve kötülüğün ardından hemen iyiliği yetiştir ki
onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin[60]
buyruğu da bu kabildendir.
"İste yurdun" yani âhiretin "akıbeti bunlaradır."
Bu da cehennem yerine cennettir. Yurt demek olan "eddâr" yarın iki
tanedir. İtaat edenlere cennet, isyan edenlere de cehennemdir. Yüce Allah,
burada itaatkârları söz konusu ettiğine göre, onların da yurdu elbetteki
kaçınılmaz olarak cennettir.
Buradaki "yurt" ile dünyanın kastedildiği de söylenmiştir.
İşledikleri itaatlerin karşılığı, dünya yurdunda da onlara verilecektir, demek
olur.[61]
23- "O Adn cennetleridir."
Yani onlar için Adn cennetleri vardır. Buna göre "Adn cennetleri"
anlamındaki buyruk "âkıbefden bedeldir. Bununla birlikte "yurdun
akıbeti" ifadesinin tefsiri de olabilir. Yani Adn cennetlerine girmek ile
onlara mükâfat verilecektir. Çünkü "yurdun akıbeti" terkibi meydana
gelecek bir olayı anlatmaktadır. "Adn cennetleri" ise ayn (nesne)dir.
Hades (olay) yine onun gibi bir hades ile açıklanır. O halde hazfedilmiş mastar
mef'ule izafe edilmiştir. Bununla birlikte "Adn cennetleri"rün
hazfedilmiş bir mü btedanın haberi olması da mümkündür. "Adn
cennetleri" cennetin ortası, onun en yüksek yeridir. Buranın tavanı da
Rahmân'ın Arşıdır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî Ebu Nasr Abdu'l-Melik yapmıştır.
Buhârî'nin, Sahilı'inde de şöyle denilmektedir: "Allah'tan dilekte
bulunduğunuz vakit O'ndan Firdevs'i isteyiniz. Çünkü Firdevs cennetin en orta
yeri ve en yüksek yeridir. Onun üstünde de Rahmân'ın Arş'ı vardır, cennetin
bütün nehirleri de oradan kaynar."[62]
Eğer bu (el-Kuşeyrînin açıklaması) sahih ise, bu şekilde birçok cennetlerin
olma ihtimali de vardır.
Abdullah b. Amr der ki: Cennette "Adn" diye anılan bir köşk
vardır. Etrafında burçlar ve yeşil bahçeler vardır. Bu sarayın bin kapısı
vardır. Herbir kapının üzerinde beşbin tane çizgili Yemen örtüsü vardır. Buna ancak
peygamber, sıddîk veya şehid olanlar girebilecektir.
"Adn" kelimesi, bir yerde ikamet etti anlamındaki; dan alınmadır.
Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar Kehf Sûresi'nde
(18/31. âyetin tefsirinde) gelecektir.
"Onlar oraya ana ve babalarından, eşlerinden, zürriyetlerindea
salih olanlarla birlikte gireceklerdir." Bu buyruğun daha önce geçen;
" Bunlar"a atfedilmesi de mümkündür, anlam şöyle olur: İşte bunlarla
birlikte ana ve babalarından, eşlerinden, zürri yeti erin den salih olanlara
da, yurdun akıbeti bunlaradır.
Bununla birlikte bu buyruğun; Onlar oraya... gireceklerdir"deki
merfu zamire (onlar zamirine) atfedilmesi de mümkündür. (Mealde böyle
yapılmıştır.) Böyle bir atıf, aralarında nasbedilmiş bir zamirin girmesinden dolayı
uygundur. Anlam şöyle de olabilir: Onlar da oraya gireceklerdir. Ana ve
babalarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. Yani oraya nesebleri
dolayısıyla girmeyecekler, girenler salih oldukları için oraya gireceklerdir.
"Olanlartda ki... anlarVın şu takdirde nasb mahallinde olması da
müjnkündür: Onlar oraya ana-babalarından salih olanlarla birlikte gireceklerdir,
Bunlar kendileri gibi amel işlememiş olsalar dahi, yüce Allah, onlara bir ikram
ve lütuf olmak üzere yakınlarını da kendilerine katacaktır.
İbn Abbas der ki: Buradaki salih oluş, Allah'a ve Rasûlüne imandır.
Eğer onların (salih amelde bulunanların yakınlarının) iman İle birlikte başka
İtaatleri de varsa cennete kendi itaatleri sebebiyle girmiş olurlar, yoksa
yakınlarına tabi olmak suretiyle değil.
el-Kuşeyrî der ki: Ancak bu tartışılabilir bir görüştür. Çünkü zaten
iman olmadan olmaz ve mutlaka (cennete girmek İçin gerekli) bir şeydir. O halde
salih amelin şart olduğu hususunda söz söylemek, imanın da şart olduğunu
söylemek gibidir. Zahir olan (kuvvetli olan) odur ki, buradaki salih oluş,
genel olarak bütün ameller hakkındadır. Yani yüce Allah onlan cennette akrabaları
ile birlikte bir araya getirmek suretiyle yann (kıyamet gününde) bunlar
üzerindeki nimet tamamlanmış olacaktır. Her ne kadar cennete herkes kendi
ameliyle girecek olsa dahi, yine de yüce Allah'ın rahmetiyle cennete girilecektir.
"Melekler de her kapıdan onların yanına girip" yani onlara
ikramda bulunmak üzere Allah tarafından getirdikleri hediyeler ve armağanlarla
onların yanlarına girip;[63]
24- "Sabrettiğiniz şeylere
karşılık selâm sizlere" diyeceklerdir. Burada "diyeceklerdir"
sözü zikredilmemiştir. Selâm sizlere ise siz her türlü afet ve mihnetten yana
esenliktesiniz artık, demektir.
Bunun -her ne kadar esenlikte bulunuyor iseler dahi- esenliklerinin devamı
için onlara yapılacak bir dua olduğu da söylenmiştir. Yani Allah, size selâmet
ve esenlik versin, demektir. Bu da kip olarak haber olmakla birlikte dua
anlamındadır ve ubudiyyeti itiraf anlamını da ihtiva etmektedir.
"Sabrettiğiniz şeylere karşılık" sabretmeniz sebebiyle, sabretmeniz
karşılığında demektir. Çünkü fiil ile birlikte mastar anlamını verir. başındaki
"be" harfi de "selâm sizlere" buyruğunun anlamına taalluk
etmektedir. Hazfedilmiş bir kelimeye taalluku da mümkündür, "Bu üstün
ikram sabrınız sebebiyledir" demektir. Allah'ın emir ve yasaklarına
sabretmeniz sebebiyledir, anlamındadır. Bu açıklamayı da Said b. Cübeyr
yapmıştır.
Dünyada fakirliğe sabretmeniz... diye de açıklanmıştır ki bu Ebu İmran
el-Cevnî'ye aittir.
Allah yolunda cihada sabretmeniz sebebiyle diye de açıklanmıştır. Nitekim
Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. Rasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Allah'ın yarattıkları arasından cennete kimlerin gireceğini biliyor
musunuz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Kendileri vasıtasıyla serhadlerin korunduğu, onlar sebebiyle
hoş olmayan şeylerden korunulan ve onlardan birisi öldüğünde ihtiyacını içinde
gizlemiş ve onu gerçekleştirememiş olarak ölen mücalıidlerdir. Melekler
bunlara gelir, her kapıdan onların yanına girip: Sabrettiğiniz şeylere karşılık
selâm sizlere, yurdun ne güzel sonucudur bu!" (derler.)[64]
Muhammed b. İbrahim de der ki: Peygamber (sav) her sene şehitlerin kabirlerine
gider ve şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere,
yurdun ne güzel sonucudur bu." Ebu Bekr, Ömer ve Osman (r.anhum) da böyle
yaparlardı. Bunu el-Beylıakî de Ebu Hureyre'den zikrederek şöyle der:
Peygamber (sav) şehitlere giderdi. Dağlar arasından açılan yolun ağzına
geldiğinde (Uhud şehidlerine) şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık
selam sizlere. Yurdun ne güzel sonucudur bu." Daha sonra Hz. Ebu Bekir de
Peygamber (sav)den sonra bunu yapardı. Hz. Ebubekir'den sonra Hz. Ömer de aynı şeyi
yaptı, Hz. Ömer'den sonra Hz. Osman da aynı şeyi yaptı.
Hasan-ı Basrî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Dünyada
(ihtiyaç) fazlası olan şeylere karşı sabrettiğiniz için selam sizlere...
demektir. Bir diğer açıklamaya göre itaatlere devam, masiyetlerden uzak kalmak
suretiyle "sabretmenize karşılık..." demektir. Bu anlamdaki
açıklamayı el-Fudayl b. İyad yapmıştır.
İbn Zeyd de der ki: Sevdiğinizi kaybetmenize rağmen "sabretmeniz
sebebiyle..."
Yedinci bir anlama gelme ihtimali de vardır: Şehvetlerin, isteklerin
arkasına takılmaya karşı sabrettiğiniz için...
Abdullah b. Selam ile Ali b. el-Huseyn (r.anhum) dediler ki: Kıyamet günü
geldiğinde bir münadi: Sabreden kimseler ayağa kalksın, diye seslenir. İnsanlar
arasından bir grup insan kalkar. Onlara, haydi cennete doğru gidin, denilir.
Melekler onları karşılar ve: Nereye derler, onlar da: Cennete derler. Melekler,
hesabınız görülmeden önce mi? diye sorarlar. Onlar evet, diyecekler. Melekler:
Siz kimlersiniz? diye soracaklar, onlar da: Biz sabreden kimseleriz
diyecekler. Yine melekler: Sizin sabrınızın mahiyeti neydi? diye soracaklar.
Onlar: Biz nefislerimizi Allah'a İtaat üzere sabrettirdiğimiz gibi Allah'a
ma-siyetlere karşı da sabrettirdik. Dünyada bela ve mihnetlere karşı da sabrettirdik.
Ah b. el-Huseyn der ki: Bu sefer melekler onlara: Haydi cennete girin. Salih
amellerde bulunanların mükâfatı ne güzeldir, diyeceklerdir. İbn Selâm ise
şöyle der: Melekler onlara: Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere!
diyeceklerdir.
"Yurdun ne güzel sonucudur bu!" Yani sizin önceden içinde
bulunduğunuz yurdun ne güzel sonucudur bu! Siz o yurtta iken, neticede sizi
içinde bulunduğunuz bu hale ulaştıracak amellerde bulundunuz. Buna göre
"sonuç (anlamındaki el-ukbâ)" bir isimdir "yurftan kasıt ise
dünyadır.
Ebu İmran el-Cevnî der kir "Yurdun ne güzel sonucudur buJ"
buyruğu cehennem yerine cennet ne güzeldir, demektir. Yine ondan nakledildiğine
göre dünyadan sonra cennet ne güzeldir, diye açıklamıştır.[65]
25. Allah'a verdikleri sözü
andlanyla sağlamlaştırdıktan sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesin!
emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesad çıkaranlar (var ya)! İşte lanet de
onlaradır, yurdun kötüsü de onlaradır.
26. Allah rızkı dilediğine
genişletir, daraltır. Onlar ise dünya hayatı dolayısı ile sunardılar. Halbuki
dünya hayatı âhirete nisbet-le sadece bir geçimliktir.
Yüce Allah ahdini yerine getirenleri, emrini bitiştirip ifa edenleri
söz konusu edip onların mükâfatlarını da zikrettikten sonra "Allah'a
verdikleri sözü andlanyla sstğlamlasurdıktan sonra bozanlar..." buyruğu
ile de onların aksini söz konusu etmektedir.
"Ahdin bozulması (misak'ın nakzedilmesi)" Allah'ın emrinin
terk edilmesi demektir. Akıllarını ihmal etmeleri anlamında olduğu da
söylenmiştir. Bunlar yüce Allah'ı tanımak üzere akıllarını kullanıp düşünmeyen
kimselerdir.
"Allah'ın bitiştirilmesin i emrettiği şeyi" akrabalık
bağlarını ve bütün peygamberlere iman etmeyi "koparanlar, yeryüzünde"
küfür ve masiyetleri işlemek suretiyle "fesad çıkaranlar (yar ya)! İşte
lanet" yani ilâhî rahmetten kovulmak ve uzaklaştırılmak "de
onlaradır, yurdun kötüsü" yani dönülecek kötü yurt -ki o da cehennemdir-
"de onlaradır."
Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin
ederim ki burada sözü geçenler Harurî'lerdir (Haricîlerdir.)
Yüce Allah'ın: "Allah rızkı dilediğine genişletir" buyruğuna
gelince; yüce Allah, mü'minin akıbeti ile müşrikin akıbetini söz konusu
ettikten sonra, dünya hayatında rızkı genişletip yayanın bizzat kendisi
olduğunu beyan etmektedir. Çünkü dünya bir imtihan yurdudur. Kâfire geniş bir
nzık verilmesi, onun üstün ve değerli olduğuna delil değildir. Bazı mü'minlere
az rı-zik verilmesi de onların hakir olduk la nna, küçüklüklerine delil
değildir.
" Daraltır" demektir. Yüce Allah'ın: Rızkı kendisine daraltılan
kimse..." (et-Talâk, 65/7) demektir. "Daraltır")n yeteri kadar
verir anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Onlar ise dünya hayatı dolayısıyla sunardılar." Bununla
Mekke müşriklerini kastetmektedir. Onlar dünya hayatı dolayısıyla sunardılar
ve ondan başkasını tanımayıp Allah'ın nezdindekileri bilemediler. Bu buyruk
"yeryüzünde fesad çıkaranlar" buyruğuna atfedilmiştir. Âyet-i
kerîmede takdim ve tehir vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir:
Sağlamiaştınlmasından sonra Allah'ın ahdini bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesin!
emrettiği şeyi kesenler, yeryüzünde fesad çıkartanlar ve dünya hayatı dolayısı
ile şımaranlar (var ya; işte lanet onlaradır,..)
"Halbuki dünya hayatı âhîrete nisbetle" âhiretin yanında
"sadece bir geçimliktir." Yani eşyalardan bir eşya gibidir. Tencere
ve küçük bir tepsi gibi bir şeydir. Mücahid de; geçip giden azıcık bir şey
demek olup günün yükseldiğini anlatmak için kullanılan; Gün yükseldi"
tabirinden alınmıştır. Böyle bir günün ise mutlaka zeval bulması kaçınılmazdır,
der. tbn Abbas der ki: Dünyanın geçimliği, çobanın azığı gibi bir azıktır,
demektir.
Bir diğer açıklamaya göre, dünya hayatının geçimliği dünyada iken kendisinden
yararlanılan şeyler demektir.
Geçimliğin, âhiret için dünyadan edinilen azık anlamında olduğu da
söylenmiştir. Takva ve salih amel gibi.
Yüce Allah ''yurdun kötüsü de onlaradır" diye durumlarını
belirttikten sonra "Allah rızkı dilediğine genişletir, daraltır"
buyurarak rızkı dilediğine genişletip yayacağını, dilediğinin rızkını da
daraltacağını bildirmekte ve daha sonra da şöyle buyurmaktadır:[66]
27. Kâfir olanlar:’Kendisine
Rabbinden bîr âyet indirilmeli değil miydi?" derler. De ki: "Şüphesiz
Allah dilediğini saptırır ve kendisine yönelenleri de doğru yola iletir."
28. Bunlar İman edenlerdir,
gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki; kalpler
ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.
Yüce Allah: "Kâfir olanlar: Kendisine Rabbİnden bir âyet
indirilmeli değil miydi? derler" buyruğunda olduğu gibi, Peygamberlerin
doğruluğuna delâlet eden tek bir âyet (mucize) gördükten sonra onlara
mucizeler gösterme teklifinde bulunmanın bir cahillik olduğunu bir kaç yerde
açıklamaktadır.
Bu sözleri söyleyen kişi Abdullah b. Ubeyy ile onun arkadaşlarıdır. Peygamber
(sav)den bir takım mucizeler "âyetler" göstermesini istediklerinde bu
sözleri söylemişlerdi.
"De ki: Şüphesiz Allah" azze ve celle "dilediğini
saptırır." Yani bir takım âyetleri indirdikten ve sizleri bunları delil
olarak kullanmaktan mahrum ettikten sonra sapıklıkta bıraktığı gibi,
başkalarının inmesi esnasında da sizleri saptırır "ve kendisine
yönelenleri de doğru yola iletir."Kendisine" buyruğundaki zamir hakka
yahut İslâm'a veya yüce Allah'a racîdir. Yani: O, kalbiyle kendisine dönen
kimseleri dinine ve kendisine itaate hidayet eder. Zamirin Peygamber (sav)e
ait olduğu da söylenmiştir.
"Bunlar iman edenlerdir" buyruğundaki: "Bunlar"
nasb mahal-lindedir. Çünkü mef'uldür; Allah iman eden bu kimseleri hidayete
iletir demektir. Bunun "kendisine yönelenler" buyruğundan bedel
olduğu da söylenmiştir, o da yine nasb mahallinde olur.
"Gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır." Yani yüce
Allah'ı tevhid ile kalpleri sükûna erer. Teselli bulur ve böylelikle huzura
kavuşur. Yani bunların kalpleri dilleriyle birlikte Allah'ı zikretmeye devam
etmek suretiyle huzur bulur. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır.
Mücahid, Katâde ve başkaları da derler ki: Allah'ın zikrinden kasıt
Kur'ân-ı Kerîm'dir. Süfyan b. Uyeyne ise, Allah'ın emridir diye açıklamıştır.
Mukatİl Allah'ın va'di diye açıklamıştır.
İbn Abbas, Allah'ın adıyla yemin ederek... diye açıklamıştır. Yahut
onların kalpleri Allah'ın lütuf ve nimetlerini hatırlayarak huzur bulur, tıpkı
O'nun adalet, intikam ve kazasını hatırlamakla titrediği gibi.
"Allah'ın zikri ile" buyruğunun, onlar Allah'ı anarlar, O'nun
âyetleri üzerinde dikkatle düşünürler ve böylelikle basiretli bir şekilde
kudretinin ne kadar mükemmel olduğunu bilip, tanırlar, anlamına geldiği de
söylenmiştir.
"Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur
bulur."
Buradaki "kalpler"den kasıt mü'minlerin kalpleridir, İbn
Abbas der ki: Bu, yemin etmek hakkındadır. Bir kimsenin hasmı Allah adı ile
yemin ettiği takdirde, kendisine yemin olunanın kalbi huzura kavuşur.
"Allah'ı anmakla" Allah'a itaat etmekle diye açıklandığı
gibi; Allah'ın mü-kâfatıyla, Allah'ın va'diyle diye de açıklanmıştır. Mücahid
der ki: Bunlar Peygamber (sav)in ashabıdır.[67]
29. İman edip salih amel
işleyenlere ne mutlu![68]
Güzel dönüş yeri de onlarındır.
Yüce Allah'ın: "İman edip salih amel İşleyenlere ne mutlu"
buyruğu mübtedâ ve haberdir. Anlamının: "Onlara ne mutlu" şeklinde olduğu
söylenmiştir. Buna göre; " Ne mutlu" kelimesi mübtedâ olarak
merfudur. Bununla birlikte şu takdirde nasb mahallinde olma imkânı da vardır:
Allah onlara Tuba'yı takdir etmiştir. Buna; "Güzel dönüş yeri de
onlarındır" buyruğu da sözü geçen iki şekilde de atfedilebilir ve merfu
veya mansub olabilir.
Abdu'r’Rezzak naklederek der ki: Bize Ma'mer, Yahya b. Ebi Kesir'den haber
verdi. O, Amr b. Ebi Yezid el-Bikâlî'den, o Utbe b. Abd es-Sülemî'den dedi ki:
Bedevî bir Arap Peygamber (sav)in yanına gelerek cennete ve Havza dair ona soru
sordu ve: Orada meyve var mıdır? dedi. Hz. Peygamber: "Evet, bir de Tûbâ
diye adlandırılan bir ağaç da vardır." Bedevi: Ey Allah'ın Rasûlü bizim
yerleri mi zdeki ağaçlardan hangisine benzer? Hz. Peygamber:
"Senin bulunduğun yerdeki ağaçlardan hiçbirisine benzemez. Şam’a
hiç gittin mi? Orada ceviz diye bilinen bir ağaç vardır. O ağaç bir gövde
üzerinde yükselir ve üst tarafı da yayılır. " Bedevi:
"Ey Allah’ın Rasulü, peki bunun kökünün büyüklüğü ne
kadardır?" diye sorunca Hz. Peygamber:
"Şayet yakınlarına ait dört yaşını bitirmiş bir dişi deveye
binecek olsan, aşırı yaşlılıktan dolayı göğsünün kemiği kırılıncaya kadar sen
bunun gövdesinin etrafnı dolaşamazsın" dedi. (ve ravi) hadisin geri kalan
bölümünü zikretti.[69]
Biz bu hadisin tamamını "et-Tezkire" adlı kitabımızın cennet ile
ilgili bahislerinde zikrettik. Yüce Allah’a hamdolsun.
İbnü’l-Mubarek de şöyle demektedir: Bize Ma’mer el-Eş’as’tan, o
Abdullah’tan, o Şehr b. Havşeb’ten, o Ebu Hureyre’den naklen dedi ki: Cennette
Tuba denilen bir ağaç vardır. Yüce Allah ona: "Kulum için istediği her
şeyi yarılarak içinden çıkar", diye buyurur. Bu ağaç da yarılarak ona
içinden eğeri, dizginleri ve dilediği bir şekilde bir at çıkartır. Yine içinden
dilediği şekilde üzerinde eğer takımları ve dizginleri, yuları bulunan deve
çıkartır. İstediği gibi en güzel develeri ve elbiseleri de çıkartır.[70]
İbn Vehb de Şehr b. Havşeb yoluyla, o Ebu Umame el-Bahili’den şöyle
dediğini nakletmektedir: "Tuba cennetteki bir ağaçtır. Bu ağaçtan bir
dalın bulunmadığı tek bir ev yoktur. Ne kadar güzel kuş varsa mutlaka o
ağaçtadır, ne kadar güzel meyve varsa mutlaka o ağaçtandır.
Şöyle de denilmiştir: Bu ağacın gövdesi Peygamber (s.a.v.)’in
cennetteki köşkündedir. Sonra dalları cennet ehlinin köşklerine yayılır. Tıpkı
ilim ve imanın ondan bütün dünyaya yayıldığı gibi.
İbn Abbas der ki: "Onlara
Tubâ vardır." Yani onlara sevinç ve göz aydınlığı vardır. Yine ondan
nakledildiğine göre "Tubâ" Habeşçe’de cennetin adıdır. Said b. Cübeyr
de böyle demiştir. Er-Rabi b. Enes der ki: Tuba, Hint dilinde bahçe demektir.
el-Kuşeyri der ki: Eğer bu doğru ise her iki dil arasında bu kelimede bir uyum
var, demektir.
Yine Katade der ki: "Onlara
Tubâ vardır." Onlara güzellik vardır, demektir. İkrime, onlara bol
nimetler vardır, İbrahim en-Nehai onlara hayır vardır diye açıklamıştır
Yine İbrahim en-Nehai’den Allah’tan onlara bir lütuf vardır, diye
açıkladığı nakledilmiştir. ed-Dahhak ise onlara imrenilecek şeyler vardır, demiştir.
En-Nehhas der ki: Bütün bu açıklamalar birbirine yakındır. Çünkü “Tubâ”
kelimesi “et-Tayyib” kelimesinden “Fu’lâ” vezninde bir kelimedir. Yani hoş ve güzel geçim onlaradır. Bütün bunlar da
"tayyib" (hoş ve güzel) olan şeye racidir. ez-Zeccâc der kî: Tûbâ
kelimesi "et-tayyib"den "fu'lâ" vezninde bir kelimedir ki,
bu da onların hoşlanacakları bir durum demektir. Kelimenin aslı ise; şeklinde olup "ya" harfi sakin
ondan önceki harf ötreli olduğundan dolayı "vav"a dönüşmüştür.
Tıpkı; Zengin, yakîn sahibi dedikleri gibi.
Derim ki: Sahih olan "Tûbâ"nın bir ağaç olduğudur, çünkü
sözünü ettiğimiz merfu hadis bunu gerektirmektedir ve es-Süheylî'nin
belirttiğine göre de bu sahili bir hadistir. Ayrıca Ebu Ömer bu hadisi
et-Temhîd'de de nak-letmektedir.[71]
Biz de hadisi oradan naklettik. Yine bu hadisi es-Sa'lebî de Tef-sir'inde
zikretmektedir. el-Mehdevî ile el-Kuşeyrî de Muaviye b. Kurre'den, onun da
babasından naklettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: Tûbâ
cennetteki bir ağaçtır, Allah onu kendi eliyle dikmiştir. Ona ruhundan üflemiş
olup bu ağaç süs eşyalarını ve güzel elbiseleri bitirir. Bu ağacın dalları
cennetin Sur'unun arkasından dahi görülür."[72]
Bu tür haberleri daha fazla görmek isteyen es-Sa'lebnin tefsirin )i mütalaa
etsin.
İbn Abbas der ki; "Tûbâ" cennettteki bir ağaç olup, onun kökü
Hz. Ali'nin köşkündedir. Her mü'minin evinde de bunun bir dalı bulunur.
Ebu
Ca'fer Muhammed b. Ali de der ki: Peygamber (sav)e yüce Allah'ın: "Onlara
tûbâ vardır. Güzel dönüş yeri de onlarındır" buyruğu hakkında soruldu da
şöyle buyurdu: "O kökü benim köşkümde bulunan dallan da cennette uzanan
bir ağaçtır." Sonra o ağaç hakkında bir defa daha ona soruldu şöyle
buyurdu: "O kökü Ali'nin köşkünde, dallan ise cennete eğilmiş bir ağaçtır"
dedi. Bu sefer ona: Ey Allah'ın Rasûlü, onun hakkında sana sorulmuştu, sen:
"O kökü benim köşkümde, dallan cennette" diye cevap vermiştin. Sonra
bir daha onun hakkında sana soruldu, bu sefer; "O kökü Ali'nin köşkünde,
dalları da cennettedir" diye cevap verdin. Bu sefer Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Şüphesiz ki benim de köşküm, Ali'nin de köşkü yarın cennette
birdir ve aynı yerdedir." Yine Hz. Peygamber'den şöyle dediği nakledilmektedir:
"O kökü benim köşkümde bulunan bir ağaçtır. Sizin herbirini-zin köşkünde
de mutlaka ondan sarkan bir dal vardır,"
"Güzel dönüş yeri de onlaradır" buyruğundakî: "Dönüş
yeri" ile aynı kökten olmak üzere; Döndü, demektir.
İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: İman edip gönülleri
Allah'ın zikri ile itminana kavuşanlara ve salih amel işleyenlere Tûbâ vardır.
(Onlara ne mutlu)![73]
30. Seni de öylece,
kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana
vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik. Halbuki onlar Rahmanı inkâr
ediyorlar. De ki: "O, benim Rabbimdlr. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Dönüşüm de yalnız O'nadır."
"Seni de öylece, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş
olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi" yani Kur'ân-ı Kerîm'i
"kendilerine okuman İçin gönderdik." Senden önce pek çok peygamber
gönderdiğimiz gibi, seni de peygamber olarak gönderdik, demektir. Bu
açıklamayı el-Hasen yapmıştır.
Şöyle de açıklanmıştır: Kendilerine Muhammed (sav)in peygamber olarak
gönderildiği kimselere ihsan olunan ni'met, ondan önceki peygamberlerin
kendilerine gönderilmiş olduğu kimselere İhsan olunmuş nimetlere benzetilmiştir.
"Halbuki onlar Rahman! İnkâr ediyorlar." Mukatil ve İbn
Cüreyc der ki: Bu buyruk, Hudeybiye barışı esnasında barış şartlarını yazmak
istedikleri sırada inmiştir. Bu sırada Peygamber (sav), Ali (r.a)'a:
"Bismillahirrahmanirra-hîm, yaz" dîye emretmişti. Süheyl b. Amr ile
müşrikler ise: Biz Rahman olarak ancak Yemame'nİn sahibini biliyoruz. Bunlarla
Müseylime el-Kezzâb'ı kastetmişlerdi. O bakımdan "Bismikellalıumme (senin
adınla ey Allah'ım)" diye yaz, dediler. İşte cahîliye dönemi insanları
böyle yazıyorlardı.
Peygamber (sav) de bunun üzerine Hz. Ali'ye: "Yaz, bu Allah'ın
Rasûlü Muhammed (sav)in üzerinde barış yaptığı şartlardır" dedi. Ancak
Kureyş müşrikleri: Sen gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğun halde buna rağmen biz
seninle savaşsak ve seni engellemiş olsak, elbette sana zulmetmiş oluruz. Ama
bunun yerine sen: "Bu Abdullah'ın oğlu Muhammed'İn üzerinde barış yaptığı
şartlardır" diye yaz, dediler.
Peygamber (sav)in ashabı: Bize izin ver de bunlarla çarpışalım, dedilerse
de Hz. Peygamber: "Hayır, bunun yerine istedikleri gibi yaz" dedî ve
bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
İbn Abbas da der kî: Bu buyruk, Kureyş kâfirleri hakkında Peygamber
(sav) kendilerine: "Rahman'a secde edin" dediği esnada onlar: Rahman
da kimmiş? demeleri üzerine inmiştir.
Ey Muhammed onlara "de ki O" Sizin inkâr ettiğiniz
"benim Rabbimdir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" O'ndan başka
ma'bud yoktur. O zatıyla bir ve tektir, isim ve sıfatlan farklı farklı olsa
dahi.
"Ben yalnız O'na tevekkül ettim" güvenip, dayandım
"dönüşüm de yalnız O'nadır." Yarın O'nun huzuruna döneceğim. Bugün
de aynı şekilde ben O'na, kazasına nza göstererek, emrine teslim olarak güvenip
dayandım.
Denildiğine göre Ebu Cehil, Rasûlullah (sav)ı (Ka'be'nin) Hicr'inde:
"Ey Allah, ey Rahman..." diye dua ettiğini işitince, şöyle demiş:
Muhammed bize ilahlara ibadet etmeyi yasaklıyordu. Şimdi kendisi iki ilaha dua
etmektedir. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme ve yüce Allah'ın: "De ki:
İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın..." (el-İsra, 17/110)
buyruğu nazil oldu.[74]
31. Eğer kendisiyle dağların
yürütüldüğü veya onunla yerin parça parça edildiği, kendisiyle ölülerin
konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı... (bu olurdu). Fakat bütün emirler yalnız
Allah'ındır. İman edenler hâlâ şu gerçeği bilmediler mi ki; Allah dikseydi,
elbette İnsanların tümünü hidayete erdirirdi. Allah'ın va'di gelinceye kadar
da o kâfirlerin başına İşledikleri yüzünden ya an-sızın büyük bir musibet gelip
çatacak yahut yurtlarının yakına konup duracakta-. Şüphesiz Allah va'dinden
dönmez.
Yüce Allah'ın: "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân
olsaydı" şeklindeki bu buyruk, daha önce geçen: "Kendisine Rabbinden
bir âyet indirilmeli değil miydi?" (er-Râ'd, 13/27) buyruğu ile ilgilidir.
Şöyle ki: Mahzumoğullanna mensup olan Ebu Cehil ve Abdullah b. Ümeyye'nin de bulunduğu
Mekke müşriklerinden bir topluluk Kâ'be'nin arka tarafında oturdular. Sonra
Rasûlullah (sav)a haber gönderdiler. O da yanlarına geldi. Abdullah kendisine;
Eğer bizim sana tabi olmamız seni sevindirecek (memnun edecek) ise haydi
Kur'ân ile Mekke'nin dağlarını gözümüzün önünde yürüt ve bu dağlan bizden
uzaklaştır ki ortalık biraz genişlesin. Çünkü burası dar bir arazidir. Bu
şehirde bizim için pınarlar ve nehirler akıt, ta ki ağaç dikelim, ekin ekelim.
Sen, senin iddia ettiğin gibi Rabbin nezdinde Davud'dan daha önemsiz değilsin,
Davud'a ise Rabbi dağlan müsahlıar kılmıştı ve dağlar onunla birlikte
yürüyordu. Rüzgarları da bize müsahlıar kıl, biz bu rüzgarlara binip Şam'a
kadar gidelim. Yiyeceklerimizi ve ihtiyaçlarımızı rüzgarın üzerinde oraya
giderek görelim. Sonra da aynı günümüzde geri dönelim. Çünkü senin iddia
ettiğine göre Süleyman'a da rüzgâr musahhar kılınmıştı. Şüphesiz ki sen Rabbin
nezdinde Davud'un oğlu Süleyman'dan daha önemsiz değilsin. Yîne bize senin
büyük atan Kusay'ı veya senin istediğin ölülerimizden herhangi bir kimseyi
dirilt te ona soralım: Gerçekten senin bu söylediğin bir hak mıdır? Yoksa batıl
mıdır? Çünkü İsa ölüleri diriltirdi ve hiç şüphesiz sen Allah nezdinde ondan
daha ehemmiyetsiz değilsin. Bunun üzerine yüce Allah da: "Eğer kendisiyle
dağların yürütüldüğü... bîr Kur'ân olsaydı" âyetini indirdi. Bu anlamdaki
açıklamayı ez-Zübeyir b. el-Avvâm, Mücahid, Katâde ve ed-Dahhâk yapmışlardır.
Buyrukta cevap hazfedilmiş otup, takdiri şöyledir: ... (böyle) bir
Kur'ân olsaydı, elbetteki bu Kur'ân olurdu. Ancak takdiri cevap îcâz (özlü)
olsun diye hazmedilmiştir. Çünkü kelâmın zahirinde zaten buna delâlet vardır.
Şair İm-ruu'l-Kays'in şu beyitinde olduğu gibi:
"Eğer o bir defada ölen bir nefis olsaydı...
Fakat o (hastalığım sebebiyle) parça parça dökülen canlar
durumundadır."
Burada canım bir defada çıkmış olsaydı, bana kolay olurdu, demek istemektedir.
Katâde'nin görüşünün anlamı budur. O der ki: Eğer size indirilen bu
Kur'ân'dan önce herhangi bir Kur'ân (okunan kitap) böyle bir şeyi yapmış
olsaydı, sizin Kur'ân'ımz da bunu yapardı.
Cevabın önceden geçtiği ve İfadede takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir.
Yani: Onlar yine Rahman'ı inkâr ederler. İstersek Biz, Kur'ân'ı indirip onların
teklif ettikleri şeyleri yapsak dahi. el-Ferrâ der ki: Cevabın şu şekilde
olmass da mümkündür: Eğer onların bu dedikleri yapılacak olsa hiç şüphesiz ontar
yine de Rahman'ı inkâr ederler.
ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın: "Eğer kendisiyle dağların
yürütüldüğü... bir Kur'ân olsaydı" yine iman etmezlerdi. Burada gizli
bulunan cevap yüce Allah'ın: "Eğer Biz onlara gerçekten melekleri
indirseydik... yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi"(el-En'âm,
6/111) buyruğunda açıkça ifade edilmiştir.
"Fakat bütün emirler yalnız Allah'ındır." Yani bütün
emirlerin mutlak mâliki, onlardan dilediğini yapan O'dur. Yoksa sizin bu
istedikleriniz Kur'ân İle olacak şeyler değildir, bunlar ancak Allah'ın emri
ile olur.
"İman edenler hâlâ şu gerçeği bitmediler mi ki" buyruğundaki;
Nehaiiların şivesinde "bildi" anlamındadır. el-Kuşeyrî de bunu İbn
Abbas'tan nakletmiştir. Dİlmcdiler mi ki, demektir. el-Cevherî de "es
Sıhâh" adlı eserinde bunu böyle açıklamıştır.
Hu kelimenin bu anlamda kullanslmasının Hevazinlilerin şivesi olduğu da
söylenmiştir. Bilmedi(ler) mi ki demek olduğu, İbn Abbas, Mücahid ve
el-Hasen'den nakledilmiştir. Ebu Ubeyde der ki: Onlar bilmediler ve açıkça anlamadılar
mı ki, anlamındadır. Ebu Ubeyde bu hususta Malik b. Avf en-Nasrî'ye ait[75]
şu beyiti de nakletmektedir:
"Benim kimin payına düşeceğimi tesbit etmek için oklarla kur'a
çektiklerinde,
yol ağzında onlara diyordum ki:
Siz benim Zehdem atlısının oğlu olduğumu bilmez misiniz?"
el-Bakant Sûresi'nde (2/219. âyetin tefsirinde) de bu beyit geçmiş
bulunmaktadır. Bu beyitteki; " Benim kimin payına düşeceğimi tesbit etmek
için kur'a çektiklerinde" anlamındaki ifade; "Beni esir aldıklarında"
şeklinde de rivayet edilmiştir.
Rebâhb. Adîdeder ki:
"Bunlar benim onun oğlu olduğumu bilmiyorlar mı ki?
Her ne kadar aşiretimin topraklarından uzakta bulunuyor isem
dahi."
lcKitabu'r-Redd''â.e de; " Benim onun oğlu olduğumu..." şeklinde
rivayet edilmiştir. el-Ğaznevî de bunun bu şekilde "bilmedi...îer mi"
anlamında olduğunu nakletmiştir.
Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: İman edenler bitmediler mi ki
eğer Allah dilese hiç şüphesiz mucizeleri (âyetleri) görmeksizin dahi bütün
insanları hidayete erdirirdi.
Bu kelimenin bilinen anlamı İle "ye's"den geldiği de
söylenmiştir. Yani iman edenler hâlâ bu kâfirlerin iman edeceklerinden yana
ümit kesmediler mi? Çünkü iman edenler şunu bilirler ki; şüphesiz Allah eğer
onların hidayete gelmelerini dilemiş olsaydı, elbette onları hidayete
erdirirdi. Çünkü mü'minler kâfirlerin iman etmelerini arzu ederek mucizelerin
indirilmesini temenni etmişlerdi.
Ali ve İbn Abbas ise; "İman edenler açıkça bilmediIer mi
ki..." diye okumuşlardır.
el-Kuşeyrî der ki; İbn Abbas'a yazılı olan şekliyle "bilmediler mi
ki" anlamındadır, demeleri üzerine, o şu cevabı vermiş: Kâtibin bunu
uykulu iken yazdığını zannediyorum. Yani bununla bazı harfleri ziyade ederek
"bildi" anlamındaki kelime ortaya çıktı.
Ancak Ebu Bekir el-Enbarî şöyle demektedir: İkrime'den, o îbn Ebi
Ne-cih'den; "İman edenler açıkça bilmediler mi ki..." şeklinde
okuduğu rivayet edilmiştir. Tilavette bunun doğru olduğunu iddia edenler de
bunu delil gösterirler. Ancak böyle bir rivayetin İbn Abbas'tan geldiği
batıldır. Çünkü Mücahid ve Saİd b. Cübeyr, İbn Abbas'tan bu kelimeleri Mushaf
taki şekliyle, Ebu Amr'ın kıraati ve onun Mücahid'den ve Said b. Cü-beyr'den
ikisinin de İbn Abbas'tan rivayet ettiği şekliyle okumuşlardır. Dîğer taraftan
eğer onlann bu kıraatinin "açıkça bilmediler mi ki" anlamındaki kıraat
ile eğer Allah'ın, kendilerinin icma'a muhalif olarak okudukları o lafzın
anlamını murad ettiğini kabui ediyorlarsa, bizim kıraatimiz zaten o manayı
veriyor ve o kıraatin anlamı İle aynı neticeye varıyor. Eğer yüce Allah
"bilmek" anlamında olmayan "ümit kesmek" şeklindeki diğer
anlamı murad etmiş ise; bu muhalif kıraati tercih edenlerin maksatları ortadan
kalkmış olur.
Böyle bir maksadın düşmesi ise Kur'ân-ı Kerîm'i iptal eder ve bu
görüşün sahiplerinin iftiracı olmalarını gerektirir.
"Allah dleseydi" buyruğun da ki; şeddeli "nun"dan
tahfif edilmiştir ki; "şüphesiz Allah dikseydi" anlamındadır. "
... elbette insanların tümünü hidâyete erdirirdi." Bu da Kaderiye'nin vb.
kanaatlerini reddetmektedir.
"Allah'ın va'di gelinceye kadar da o kâfirlerin başına işledikleri
yüzünden ya ansızın büyük bir musibet gelip çatacak" yani küfür ve
inatları sebebiyle ummadıkları bir zamanda bîr musibet gelip onları bulacak.
" Musibet" kelimesi ile aynı kökten olmak üzere; "Bir iş
başına geldi, bir musibetle karşılaştı" denilir. Çoğulu da; şeklindedir.
Bunun mastar olarak asıl anlamı vurmak, çalmaktır. Şair der ki:
"Eskiden beri sahip olduğum, miras aldığım malları da sonradan
topladığım bağ, bahçe ve akarları da tüketti. Şarap kâselerini sürahilerin ağızlarına
yapıştırmam."
Buyruğun anlamı şudur: Müşriklerin elebaşıları olup alay edenlerin başına
geldiği gibi, Erbed'e isabet ettiği şekilde bir yıldınm) yahut öldürülen ya da
esir edilenlerin başına geldiği gibi, öldürme, kıtlık ve bunun dışında çeşitli azab
ve bela türlerinden helak edici bir musibet onlara gelip çatacaktır.
İkrime, İbn Abbas'tan (âyet-i kerîmede geçen ve musibet anlamındaki)
el-kâria hakkında musibet demektir, dediğini nakletmektedir. Yine İbn Abbas ve
ikrime derler ki: Kâria, Rasûluliah (sav)ın onlar üzerine göndermiş olduğu
gözcü birlikler ve küçük askeri birliklerdir.
"Yahut" -Katide ve el-Hasen'in dediğine göre- bu musibet
"yurtlarının yakınına konup, duracaktır." İbn Abbas da der ki: Yahut
sen onların yurtlarına yakın bir yerde konacaksın, anlamındadır.
Denildiğine göre; âyet-i kerîme Medine'de inmiştir. O zaman anlam şöyle
olur: Musibetler onlara isabet edip duracak, onların yurtlarına yahut Medine
ve Mekke'nin yakınındaki kasabalar gibi onlara yakın yerlere de inmeye devam
edecektir.
"Allah'ın" Katâde ve Mücahidin dediklerine göre Mekke'nin
fethine dair "va'di gelinceye kadar."
Bu âyet-i kerimenin Mekke'de İndiği söylenmiştir. Yani musibetler onlara
isabet edip duracak ve sen ey Muhammed, onların yanlarından çıkıp Medine'ye
gideceksin. Onların yurtlarına yakın bir yerde yahut onları muhasara etmek
üzere onların yakınına konacaksın. Sözü geçen bu muhasara Taiflilere ve Hayber
kalelerine yapılmıştı. İşte o vakit onlarla savaşmak ve onları kahretmek
hususunda sana izin vermek suretiyle Allah'ın va'di de gelecektir. el-Hasen
der ki: Allah'ın va'dinden kasıt kıyamet günüdür.[76]
32. Andolsun senden önceki
peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere mühlet verdim. Sonra da
onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasılmış?
33. Her nefisin bütün
kazandığını gözetleyen (Allah ile putları bir) mi? Halbuki onlar Allah'a
ortaklar koştular. De ki: "Bunların adla rmi söyleyin. Siz yeryüzünde O'na
bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa siz üstün körü söz mü
söylüyorsunuz?" Hayır, bilakis o kâfirlere tuzakları süslü gösterildi ve
onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi şaşırtırsa, artık ona hidayet verecek
hiçbir kimse yoktur.
34. Onlar İçin dünya hayatında
bir azap vardır. Âhlret azabı ise elbette daha zorludur. Onları Allah'a karşı
koruyacak hiçbir kim seleri de yoktur.[77]
32- "Andokun senden önceki
peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kafirlere mühlet verdim, sonra da
onları yakalayıverdim." "Alay et-
me"nin
anlamına dair açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/14. âyetin
tefsirinde) "mühlet verme"ye dair açıklamalar da Âl-İmran Sûresi'nde
(3/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yani o peygamberlerle alay edildi, onlar küçümsendiler. Ben de kâfirlere
ilmimde aralarından iman edecek olan kimseler iman etsin diye bir süre mühlet
verdim. Hükmümün gelmesi hak olunca, gönderdiğim ceza ile onları yakaladım.
"Benim cezalandırmam nasdmış?" Yani Benim onlara yapağımı
nasıl buldun? İşte senin kavminin müşriklerine de böyle yaparım.[78]
33- "Her nefsin kazandığını
gözetleyen mi?" buyruğundaki; "Gözetleyen" kelimesindeki
"kıyam" oturmanın zıttı olan bir kıyam değildir. Buradaki bu kıyam
mahlukatm işlerini görüp gözetmek, çekip çevirmek anlamındaki kıyamdır.
Nitekim; "Filan kişi bu iş için ayağa kalktı (bu işi gördü)"
denilmesi de bu kabildendir.
Buyruğun anlamı şöyledir: Herbir nefsin kazandıklarını görüp, gözeten
yani herbir nefse kazanma gücünü veren, onu yaratan, onu rızıklandıran, onu
koruyan ve yaptıklarının karşılığını ona verecek olan O'dur. Bu da O herbir
şeyi gözetleyen, koruyandır, asla gafil değildir, demektir.
Şartın cevabı hazmedilmiştir, yani koruyup gözetleyen ve hiçbir şekilde
gafil olmayan, gafil olan gibi midir? Anlamın: "Her nefsin bütün
kazandığını gözetleyen" yani bilen... demek olduğu da söylenmiştir. Bu
açıklamayı da el-A'meş yapmıştır. Şair de der ki:
"Eğer Kureyş'ten izzet sahibi bir takım adamlar olmasaydı... Allah
bildiği halde, siz Beyt'in örtülerini çaldınız."
Buna göre buyruk, Allah herbir nefsin kazandığını bilendir, demektir.
Bununla kastedilenin Ademoğulları üzerinde görevli melekler oldukları da
söylenmiştir ki, bu görüş ed-Dahhâk'dan nakledilmiştir.
"Halbuki onlar Allah'a ortaklar koştular." Buradaki
"halbuki onlar... koştular" anlamındaki buyruk haldir. Onlar ortak
da mı koşuyorlar? dernek olur. "Alay edilmişti" buyruğuna ati edilmiş
de olabilir, yani onlarla alay edilmişti ve Allah'a da ortak koştular demek
olur.
"Allah'a" bir takım putları İlah kabul ederek "ortaklar
koştular. De ki: Bunların adlarını söyleyin." Yani ey Muhammed, sen
onlara: "bunların adlarını söyleyin" yani isimlerini acımayın, de.
Bit da onları tehdit etmek anlamındadır, Yahut: Onlar ancak bu putlara Lat,
Uzza, Menat ve Hübel adlarını verebilirler.
"Siz yeryüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz?" buyruğundaki istifham (soru), onları azarlamak içindir. Siz
O'na böyle bir şeyi mi haber vermeye kalkışıyorsunuz demekıir. Bu buyruk mana
itibariyle daha Önceden geçmiş bir soruya atfedilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Bunların adlarını söyleyin" buyruğunun anlamı, bunlar yaratanların
isimlerini mi taşımaktadırlar "yoksa siz yeryüzünde O'na bilmediği bir
şeyi mi haber veriyorsunuz?" şeklindedir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlara de ki: Siz Allah'a O'nun
bilmediği gizli bir şeyi mi haber veriyorsunuz "yoksa siz" O'nun
bildiği "zahir bir şeyi mi haber veriyorsunuz" demektir. Eğer onlar;
Onun bilmediği gizli bir şeyi haber veriyoruz diyecek olurlarsa, imkansız bir
şey söylemiş olurlar. Şayet O'nun bildiği zahir ve açıkta olan bir şeyi
söylüyoruz derlerse, onlara; O halde bunların adlarını söyleyin? de. Eğer Lat
ve Uzza isimlerim sayacak olurlarsa, onlara: "Allah kendisinin herhangi
bir ortağı olduğunu bilmiyor, de."
Yüce Allah'ın: "Yoksa siz... O'na... mi haber veriyorsunuz?"
buyruğunun yüce Allah'ın: "Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen
mi?" buyruğuna atfedildiği de söylenmiştir. Yani herbir nefsi gözetleyen
olan Allah'a mı siz bilmediği bir şeyi haber veriyorsunuz? Yani siz Aüah'ın
ortağı olduğunu iddia etmektesiniz. Allah ise kendisinin ortağı olduğunu
bilmemektedir. Kendisinin bilmediği ve yeryüzünde O'nun ortağı olan bir
kimsenin varlığım mı O'na haber vereceksiniz? Yerin dışında ortağı bulunmamakla
birlikte- özellikle yeryüzünde ortağı olmasını reddetmesi onların yerde
Allah'ın ortakları olduğunu iddia etmeleri dolayısıyladır.
"Yoksa siz zahir bir söz mü söylüyorsunuz?" Yani Allah'ın
peygamberlerine indirmiş olduğu açık bir sözü mü söylemektesiniz? Katâde: Batıl
bir söz mü söylüyorsunuz? diye açıklamıştır. Şairin şu bey iti de bu
kabildendir:
"Sen onların sütleri ve etleri dolayısıyla mı bizi ayıplıyorsun,
Ey Rayta'nm oğlu, bunun utanılacak bir şey olduğu zahirdir (yani
batıldır)."
ed-Dahhâk ise yalan bir sözü mü ona haber vermektesiniz, diye açıklamıştır.
Beşinci bir manaya gelme İhtimali de vardır: Zahir olan söz, onların
söyleyecekleri sözlerle açığa çıkacak olan bir delil olabilir. O takdirde
buyruğun anlamı şöyle olur: Siz bu hususa tanıklık edenler olarak mı bunu ona
haber veriyorsunuz, yoksa delil getirerek mi söylemektesiniz?
"Hayır, bilakis o kâfirlere tuzakları süslü gösterildi." Yani
bu işi bir kenara bırak, aksine kâfirlere onların yaptıkları hile ve tuzaklar
süslü gösterilmiştir. Bunun, bu şekilde bir istidrâk (yani sonradan getirilen
bir açıklama) olduğu da söylenmiştir. Yani Allah'ın hiçbir ortağı yoktur, ama
kâfirlere yaptıkları hile ve tuzaklar süslü gösterilmiştir.
İbn Abbas ve Mücalıid bu anlamdaki buyruğu; "Hayır, o kâfirlere
tuzakları (bunu) süslü gösterdi" şeklinde malum fiil ile okumuşlardır. Çoğunluğun
kıraatine göre ise kâfirlere hile ve tuzaklarını süslü gösteren yüce Allah'tır,
bu işi yapanın şeytan olduğu da söylenmiştir. Diğer taraftan küfrün hile ve
tuzak (mekr) diye adlandırılması da mümkündür. Çünkü onların Allah Rasûlüne
hile ve tuzak hazırlamaları bir küfür idi,
*Ve onlar doğru yoldan alıkondular." Allah onları doğru yoldan
alıkoydu demektir. Hamza ve el-Kİsaî'nin kıraati bu şekildedir, diğerleri ise;
"Alıkondular" fiilindeki "sâd"i üstün ile okumuşlardır,
başkalarını alıkoydular, demektir.
Ebu Hatim de yüce Allah'ın: "Allah yolundan alıkoydular."
(el-Enial, 8/47) buyruğu ile; "Onlar, kâfir olanlar sizleri Mescid-i
Haram'dan... alıkoyanlardır." (el-Fetlı, 48/25) buyruklarını nazar-ı
itibara alarak üstün ile okumuştur.
"Süslü gösterildi" buyruğu ile "alıkondular"
buyruklarında ötrelı okuyuş da aynı şekilde güzeldir. Çünkü ehl-i sünnetin
görüşüne göre bunu yapanın yüce Allah olduğu bilinmektedir. Bu okuyuşun
anlamında kaderin kabulü de vardır, Ebu Ubeyd'İn tercih ettiği kıraat de budur.
Yahya b. Vessâb ile Alkame; "Alıkondular" buyruğunu
"sâd" harfini esreli olarak okuduğu gibi aynı şekilde; "İşte bu
bedellerimiz de bize iade edilmiş'' (Yusuf, 12/65) şeklinde "ra"
harfi esreli olarak, meçhul fiil şeklinde okumuştur. "Alıkondular"
anlamındaki fiilin ash; şeklinde; "iade edilmiş" anlamındaki fiilin
aslı da; şeklindedir. Birinci "dal" ikincisine idgam edilince onun
harekesi makabline (önceki harfe) nakledilerek esreli olmuştur.
"Allah kimi" yardımsız bırakması suretiyle "şaşırtırsa,
artık ona hidayet verecek" hidayette muvaffak kılacak "hiçbir kimse
yoktur." İşte bu buyruk,
Kûfeliler ile onlara uyanların kıraatinin doğruluğunu ortaya
çıkarmaktadır. Çünkü yüce Allah: "Allah kimi şaşırtırsa" diye
buyurmaktadır. "Alıkondu-lar" buyruğu da bu şekildedir.
Kıraat âlimlerinin çoğunluğu "ya"sız olarak "dal"
harfi üzerinde vakıf yaparlar. (33. âyet-i kerîmenin son kelimesine işaret
edilmektedir). Aynı şekilde; "Vekil, yardımcı" (er-Ra'd, 13/11.
âyetin son kelimesi) ile; " Koruyucu" (34. âyetin son kelimesi)
üzerinde de bu şekilde vakıf yapılır.
Çünkü; "Bu kadıdır, vekil ve yardımcıdır ve doğruya ileticidir"
denildiğinde sakin olduğundan ve tenvin ile karşılaştığından dolayı
"ya" harfi hazfedilir. Bununla birlikte; "Ona hidayet verecek
hiçbir kimse yoktur" şeklinde ve; "Dost ve yardımcı" "
Koruyucu" şeklinde "ya" ile de okunmuştur. Bu da " Bu
davetçidir, bu vekil ve yardımcıdır, bu koruyucudur" diye "ya"
harfini telaffuz edenlerin söyleyişine uygundur.
Çünkü "ya" harfinin hazfedilmesi, tenvin ile karşılaşması
dolayisı ile vasıl halinde söz konusudur. Biz vakıf yaparak, bundan yana
kendimizi güvenliğe almış bulunuyoruz. O bakımdan "ya" harfi tekrar
geri getirilerek bu kelimeler "Hidayete ileten, dost ve yardımcı ve
koruyucu" şeklinde olur. el-Halil de "kadı"ya nida edildiğinde;
"Ey kadı" diye "ya" harfinin tesbit ile kullanıldığını
kabul etmiştir. Zira nida ile birlikte tenvin söz konusu değildir. " Davet
edici, üstün, yüce" kelimelerinde de tenvin olmayacağı gibi.[79]
34- "Onlar için" yani
Allah'ın yolunu engelleyen müşrikler için öldürülmek, esir alınmak,
çoluk-çocukla/ının esir düşmesi ve bunun dışında çeşitli hastalık ve
musibetler ile "dünya hayatında bir azab vardır. Âhiret azabı ise elbette
daha zorludur" daha çetindir.
"Daha
zorludur" kelimesi; "Şu şey bana zor, ağır geldi, gelir"
tabirinden gelmektedir.
"Onları Allah'a karşı koruyacak hiçbir kimseleri de yoktur."
Onlara gelecek Allah'ın azabına hiçbir kimse engel olamaz ve hiçbir kimse o
azabı önleyemez. Bu buyruktaki; ise fazladan gelmiştir.[80]
35. Takva sahiplerine
va'dolunan cennetin durumu şudur: Altından ırmaklar akar, oranın yiyecekleri de
devamlıdır, gölgeleri de. Takva sahiplerinin akıbeti işte budur. Kâfirlerin
akıbeti ise ateştir.
Yüce Allah'ın: "Takva sahiplerine vaadolunan cennetin durumu
şudur"
buyruğundaki; " Durumu" kelimesinin merfu gelmesi ile ilgili
olarak nahivcilerin farklı görüşleri vardır.
Sibeveyh der ki: Bu kelime mübtedâ olarak ref olunmuştur, haberi ise
haz-fedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyledir; "Size okunan buyruklar
arasında cennetin misali şudur..."
el-Halil de der ki: Bu kelime mübtedâ olarak ref edilmiş olup bunun da
haberi "altından ırmaklar akar" buyruğudur. Yani takva sahiplerine
vaadolunan cennetin niteliği, altından ırmaklar akar... anlamındadır. Bu da
bir kimsenin: "Benim dediğim Zeyd ayağa kalkar" demesine benzer.
Buna göre "benim dediğim" anlamındaki ifade mübtedâ "Zeyd ayağa
kalkar" anlamındaki ifade de onun haberidir.
" Durumu" kelimesi; burada "sıfatı" anlamındadır.
Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Su onların Tevrat'taki meseli
(sıfatıjdır. İncil'deki meselleri (sıfatları)na gelince..." (el-Feth,
48/29) Bir başka yerde de: "En yüce mesel Allah'ındır." (en-Nahl,
16/60) diye buyuruimaktadır ki, en yüce sıfat anlamındadır.
Ancak Ebu Ati (el-Farisî) bunu kabul etmeyerek der ki: Mesel kelimesinin
sıfat anlamına geldiği Araplardan İşitilmiş değildir. Bunun anlamı ancak
"şebeh (benzerlik)"dır. Nitekim bu kelimelerden birinin diğerinin
yerine kullanıldığı da görülmektedir. Mesela; "Senin mislin birisine
uğradım" denildiği gibi, " Senin benzerin birisine uğradım" da
denilir. Ebu Ali der ki: Diğer taraftan bu anlam bakımından da uygun değildir.
Çünkü "mesel" kelimesi eğer "sıfat" anlamında kullanılırsa,
ifadenin takdiri; "İçinde nehirlerin bulunduğu cennetin sıfatı..."
şeklinde olur ki bu uygun bir anlam olmaz. Zira cennetteki nehirler bizatihi
cennetin içindedir, yoksa cennetin niteliği değildir.
ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah bizim için gayb olan hususları gördüğümüz
şeylerle bize misallendirmiş, örneklendirmiştir. Yani: Cennetin misali altından
ırmaklar akan bir cennettir.
Ancak Ebu Ali bunu da kabul etmeyerek şöyle der: Onun bu açıklamasına
göre "mesel" kelimesi yine ya "sıfat" veya
"şebehfbenzerlik)" anlamlarından birisini İhtiva eder. Her İki
şekilde de onun bu dediği uygun düşmemektedir. Çünkü "sıfat"
anlamında olursa mana sahili olmaz. Zira sen: Cennetin sıfatı... bir cennettir
diyecek olup da "cennet"i haber yapacak olursan, bu da uygun
değildir. Çünkü "cennet" sıfat olamaz, aynı şekilde cennetin bir
benzeri... bir cennettir demek de uygun değildir. Çünkü "benzerlik
(şe-beli)" iki benzer şey arasındaki benzerlik (mümâselet)dir. Bu ise bir
olay hakkında kullanılır, cennet ise bir olay değildir. Dolayısıyla
birincisiyle İkincisi aynı şeyler olamazlar.
el-Ferrâ da der ki: (Bu buyruktaki) "mesel" kelimesi te'kid
için Fazladan getirilmiş olup, anlam şöyledir: " Takva sahiplerine
vaadolunan cennetin altından ırmaklar akar." Araplar bu şekildeki
kullanımı "mesef" kelimesinde çokça kullanırlar. Şanı yüce Allah'ın:
O'nun misli hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğuna benzerdir ki;
bu da; "O'na benzer hiçbir şey yoktur" demektir.
İfadenin takdirinin şöyJe oiduğu da söylenmiştir: Takva sahiplerine
va'do-lunan cennetin niteliği "altından ırmaklar akan" bir cennettir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Güzellik, nimet ve ebedilikte takva
sahiplerine va'dolunan cennet; azab, şiddet ve ebedilikte cehenneme benzer. Bu
açıklamayı da Mukatil yapmıştır.
"Oranın yiyecekleri de devamlıdır" kesintisizdir, ardı arkası
kesilmez. Haberde: "Sen bir meyve aldın mı bir diğeri onun yerini
tutar" denilmektedir. Biz bu hususları "et-Tezkire" adlı
eserimizde açıkladık.”
Gölgeleri de" gölgesi de aynı şekildedir demek olup, "aynı
şekildedir" anlamındaki ifade hazfedilmiştir. Yani cennetin meyveleri de
kesintisizdir, onun gölgesi de zeval bulmaz, İşte bu, Cehmiye'nin cennetin
nimetleri zail olur ve yok olur, şeklindeki iddialarını reddetmektedir.
"Takva sahiplerinin akıbeti işte budur. Kâfirlerin akıbeti İse
ateştir." Yani yalanlayanların sonunda varacakları yer ve onların son
duraklan, içine girecekleri cehennem ateşi olacaktır.[81]
36.
Kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat güruhlar arasında onun bir kısmını
inkâr eden kimseler de vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a ibadet edip O'na
ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O'na davet ederim, dönüşüm de yalnız
O'nadır.”
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene
sevinirler." Yani kendilerine kitap verilenler arasından bazıları
Kur'ân-ı Kerîm'e sevinirler. İbn Selam, Selman, Habeşistan'dan gelen kimseler
gibi. Lafız umumî olmakla birlikte maksat Özel kimseleredir. Katâde der ki:
Bunlar Muhammed (sav)ın arkadaşlarıdır, bunlar Kur'ân'ın nuru ile sevinirler. Mücahid
ve İbn Zeyd de böyle demiştir.
Yine Mücahid'den nakledildiğine göre bunlar kitap ehlinden iman eden
kimselerdir. Bunların yahudi ve hristiyanlardan meydana gelen kitap ehlinden
bir topluluk olduğu da söylenmiştir. Bunlar kendi kitaplarını tasdik etmesi
dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünden sevinen kimselerdi.
îitm adamlarının çoğu da şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'in ilk İnen
buyrukları arasında "er-Rahman" adından az söz ediliyordu. Fakat
Abdullah b. Selam ve arkadaşları İslâm'a girince Tevrat'ta çokça anılmasına
rağmen Kur'ân-ı Kerîm'de "er-Rahman" adının az zikredilmesi onları
üzdü. Peygamber (sav)e bunun sebebini sormaları üzerine yüce Allah da şu âyet-i
kerîmeyi indirdi: "De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye
çağırın. Hangisiyle çağırırsanız, çağırın, esasen en güzel isimler
O'nundur." (el-İsra, 17/110) Bunun üzerine de Kureyşliler şöyle dediler:
Muhammed'e ne oluyor ki önceleri bir tek ilâha davet ederken bugün Allah ve
Rahman olmak üzere İki ilâha davet etmeye başladı. Allah'a yemin ederiz ki biz
Rahman diye ancak Yemame'nin rahmanını biliriz. Bu sözleriyle
Müseylimetu'l-Ke22ab'ı kastediyorlardı. Bunun üzerine de yüce Allah'ın:
"Halbuki onlar Rahmân'ın zikrini inkâr edenlerdir," (et-Enbiyâ,
21/36); "Halbuki onlar Rahmân'ı inkâr ediyorlar" (er-Ra'd, 13/30)
buyrukları indi. Kitap ehlinin iman edenleri de "Rahman" adının anılmasından
dolayı sevindiler. Yüce Allah da: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler
sana İndirilene sevinirler" buyruğunu indirdi.
"Fakat güruhlar arasında..." buyruğu ile kastedilenler Mekke
müşrikleri ile yahudi, hristiyan ve mecusilerden iman etmeyen kimselerdir.
Bunların Peygamber (sav) aleyhine bir araya gelen çeşitli gruplar (hizipler)
oldukları da söylenmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre: Müslümanların düşmanları arasından Kur'ân-ı
Kerîm'deki buyrukların bir bölümünü inkâr eden kimseler de vardır. Çünkü onlar
arasında peygamberlerin kimisini itiraf edip kabul edenler vardı. Kimisi
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığını da itiraf ediyordu.
"De ki: Ben ancak Allah'a ibadet edip O'na ortak koşmamakla
emro-lundum" buyruğundaki; "(İlgili): Ortak koşmam..."
anlamındaki buyruk; "İbadet etmek" buyruğuna atf edilerek.nasb ile
okunmuştur. Ebu Halid ise yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere ref ile
okumuştur. Yani O'na hiçbir ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet ederim ve
müşriklerden uzak olduğumu, Mesih Allah'ın oğludur, Üzeyr Allah'ın oğludur
diyenlerden, yahu-diler gibi teşbihe itikad edenlerden uzak olduğumu da
belirtirim.
"Ben ancak Ona davet ederim." Yani insanları yalnızca O'na
ibadete çağırırım. "Dönüşüm de yalnız O'nadir." Bütün işlerimde
yalnız O'na dönerim.[82]
37. İşte Biz, onu böylece
Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra
onların hevâ ve heveslerine uyarsan, senin Allah'a karşı ne bir yardımcın
olur, ne de bir koruyucun.
"İşte Biz, onu böylece Arapça bir hüküm olarak indirdik."
Yani Kur'ân-ı Kerîm'i sana indirip güruhlardan bazıları onu inkâr ettikleri
gibi, Biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik.
Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerîm'i bu şekilde nitelendirmesinin sebebi,
Muhammed (sav)in üzerine onu Arapça bir Kur'ân olarak indirmekle birlikte Ahzab
(güruhlar)ın da bu hükmü yalanlamalarından dolayıdır. Âyetin nazmının şöyle
olduğu da söylenmiştir: Senden önceki peygamberlere kitapları kendi dilleriyle
İndirdiğimiz gibi, aynı şekilde sana da Kur'ân-ı Kerîm'i Arapça bir hüküm
olarak indirdik. Yanı Arapların dili ile bir hüküm olmak üzere indirdik.
"Hüküm" ile içindeki ahkâmı kastetmektedir. "Arapça bir
hüküm" ile Kur'ân'ın tümünün kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırd eder ve hüküm de koyar.
"Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların" yani
Allah'tan başkasına ibadet ve Ka'be'den başka bir tarafa dönmek hususunda
müşriklerin "neva ve heveslerine uyarsan, senin Allah'a karşı ne bir
yardımcın"
sana yardımcı olacak bir kimsen"olur ne de" O'nun azabından
seni koruyacak "bir koruyucun." Burada hitab Peygamber (sav)e
olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir.[83]
38. Andolsun Biz senden önce
peygamberler göndermiş, onlara da eşler ve evlâtlar vermişizdir. Allah'ın izni
olmaksızın herhangi bir âyeti getirmek hiçbir peygamberin yapabileceği bir iş
değildir. Herbir va'denin yazılmış bir hükmü vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[84]
Denildiğine göre yahudiler Peygamber (sav)i hanımları dolayısıyla ayıpladılar
ve bundan dolayı ona dil uzatıp şöyle dediler: Bu adamın kadınlardan ve
nikâhlanmaktan başka bir şey düşündüğünü görmüyoruz. Eğer peygamber olsaydı,
peygamberlik onu kadınlarla uğraşmaktan alıkordu. Bunun üzerine yüce Allah bu
âyeti kerîmeyi indirdi ve onlara Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın durumunu
hatırlatarak: "Andolsun kt Biz senden önce peygamberler göndermiş, onlara
da eşler ve evlatlar vermişizdir" diye buyurmuştur. Yani Biz onları
Allah'ın helal kılmış olduğu dünya arzularını, isteklerini gerçekleştiren
insanlar kıldık. Peygamberin özelliği ise vahiy almaktan İbarettir.[85]
Bu âyet-i kerîme nikâhlanmanın ve evliliğin teşvik edildiğine ve
kadınlardan uzak kalmanın yani nikâhlanmamanın da yasak olduğuna delil vardır.
Çünkü bu âyet-i kerîmenin de açıkça belirttiği gibi, nikahlanmak peygamberlerin
sünnetidir, Sünnet-i seniyye'de de bu anlamda buyruklar vârid olmuştur. Hz.
Peygamberi "Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı
övüneceğim."[86]
diye buyurmuştur ki, bu hadis-i şerif daha önceden Al-i İmran Sûresi'nde
(3/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Evlenen kişi dinin yarısını tamamlamış olur. Öbür yarısında
da Allah'tan korksun."[87]
Bu, nikâhın kişiyi zinadan alıkoyduğu anlamındadır. Zinadan uzak durmak
ve iffetini korumak ise Rasûlullah (sav)ın, yerine getirilmeleri halinde
cenneti taahlıüd ettiği iki hususiyetten birisidir. Şöyle buyurmuştur:
"Allah kimi iki şeyin kötülüğünden korursa, o kimse cennete girer. İki
çenesi arasındaki ile iki bacağı arasındaki." Bunu Muvatta' ve başkaları
rivayet etmiştir.[88]
Buhârînin, Sahihinde de Enes (r.a)dan şöyle dediği nakledilmektedir: Üç
kişi Peygamber ('sav)in hanımlarının evlerine gelerek Peygamber (sav)in ibadeti
hakkında soru sordular. Onlara durum haber verilince, onun ibadetlerini
azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sav) nerede?
Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış bulunuyor. Onlardan
birileri söyle dedi: Ben geceleyin devamlı namaz kılacağım. Diğeri: Ben de hiç
oruç açmamak üzere yıl boyunca oruç tutacağım. Bir diğeri ise: Ben de
evlenmemek üzere kadınlardan uzak duracağım dedi. Rasûlullah (sav) onların
yanına gelerek şöyle dedi: "Şöyle, şöyle diyenler sizler misiniz? Bana gelince
Allah'a yemin ederim, aranızda Allah'tan en çok korkan kişi benim. O'ndan en
çok sakınan kişi benim. Fakat ben hem oruç tutarım, hem yerim. Hem namaz
kılarım, hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz
çevirirse benden değildir."[89]
Bu hadisi Müslim de bu manada rivayet etmiştir. Bu daha açıktır.
Müslim'İn, Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği
nakledilmektedir: Osman (b. Maz'un) kadınlardan uzak kalmak istedi, Peygamber
(sav) ona bunu yasakladı. Şayet ona bunu caiz kılmış olsaydı, hiç şüphesiz biz
de hayalarımızı burardık.[90]
Yine Al-i İmran Sûresi'nde (3/37. âyetin tefsirinde) çocuk istemenin
teşvik edildiğine ve bunu cahillik edip kabul etmeyenlerin kanaatlerinin reddedildiğine
dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Ömer b. el-Hattab (r.a.)ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben böyle
bir şeye ihtiyacım olmadığı halde bir kadınla evlenirim. Arzu etmediğim halde
iki ravi bulunduğu kaydıyla: el- Heysemî,
kadınla ilişki kurarım. Ona: Peki ey mü'mirilerin emiri, seni bu şekilde
davranmaya iten nedir? diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: Yüce Allah'ın,
kıyamet gününde Peygamber (sav)in diğer peygamberlere karşı ümmetinin çokluğu
ile öğüneceği bir kimseyi de benim zürriy e timden çıkarma arzusudur. Çünkü ben
onu şöyle derken dinledim: "Bakire kızlarla evlenmeye bakınız. Çünkü
onların ağızlan daha tatlı, huylan daha güzel, rahimleri daha doğurgandır.
Kıyamet gününde ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı öğüneceğim."[91]
Hz. Peygamber'in: "Rahimleri daha doğurgan" buyruğu, çocuk
doğurma imkânları daha çok anlamındadır. Çokça çocuk doğuran kadına da aynı kökten
gelmek üzere; denilir. Çünkü böyle bir kadın adeta çocukları atarcasına
doğurur.
Ebû Dâvûd da Ma'kit b. Yesar'dan şöyle dediğini rivayet eder: Bir adam
Rasûlullalı (savla gelerek şöyle buyurdu: Ben makam ve mevkisi yerinde ve
güzellik sahibi bir kadın buldum. Ancak çocuk doğurmuyor, onunla evleneyim mi?
Hz. Peygamber: "Hayır" diye buyurdu. İkinci bir defa daha ona geldi,
Hz. Peygamber yine yapmamasını söyledi- Üçüncü bir defa daha geldiğinde, Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Candan seven ve çok doğurgan kadınlarla
evleniniz, çünkü ben diğer ümmetlere karşı (kıyamet gününde) sizin
çokluğunuzla öğüneceğim."[92]
Ebu Muhammed Abdu'l-Hakt[93]
bunun sahih olduğunu belirtmiştir ki, onun bu kanaati yeter.
"Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti getirmek hiçbir peygamberin
yapabileceği bir iş değildir." Bu sûrede Önceden sözü edilen gösterilmesini
tektif ettikleri âyetler mucizelerle bir daha dönmektedir. Yüce Allah bu
buyruğu onlar hakkında indirmiştir. İfadenin zahiri yasaklamaktır ve fakat
manası nefydir. Çünkü esasen bir kimsenin güç yetiremediği bir şeyi yasaklamak
söz konusu olmaz.
"Herbir vadenin yazılmış bir hükmü vardır." Yani Allah'ın
hükme bağladığı herbir işin Allah nezdinde yazılmış, yazı ile tesbit edilmiş
bir hali vardır. Bunu el-Hasen ifade etmiştir.
Buyrukta takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir. Mana; "Herbir
yazının bir va'desi vardır" şeklindedir. Bu açıklamayı el-Ferrâ ve
ed-Dahhâk yapmıştır ki yüce Allah'ın yazmış olduğu herbir işin bilinen bir
vakti, belli bir süresi vardır, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:
"Herbir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" (el-En'âm, 6/67)
buyruğudur.
Bununla yüce Allah, azabın indirilmesinin ümmetlerin bu konudaki tekliflerine
göre olmayıp aksine herbir va'denin yazılmış bir süresi olduğunu açıklamaktadır.
Anlamın herbir sürenin meleklerin kendisine vakıf olamadığı yazılmış
bir vadesi ve takdir edilmiş bir durumu vardır, şeklinde olduğu da söylenmiştir
ki bunu et-Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l- Usul" adlı eserinde Şehr b.
Hav-şeb'den, o da Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir. Ebu Hureyre dedi ki: Musa
-Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- Tur-u Sina'ya yükselince Cebbar (olan
Allah) onun elinde bir yüzük bulunduğunu gördü ve -O, daha iyi bildiği halde-:
Bu nedir, Ey Musa diye sordu. Hz. Musa da şöyle dedi: Bu erkeklerin bir süs
eşyasıdır. Yüce Allah şöyle buyurdu: Peki onun üzerinde Benim isimlerimden
yahut kelamımdan yazılı herhangi bir şey var mıdır? diye sorunca, hayır dedi.
Bu sefer yüce Allah ona: Sen onun üzerine: "Herbir vadenin yazılmış bir
hükmü vardır" yaz, diye buyurdu.[94]
39. Allah dilediğini siler ve
bırakır. Ana kltab ise O'nun nezdindedir.
"Allah
dilediğini siler ve bırakır." Yani yüce Allah, o yazılı olandan ilgililerinin
başına getirmek ve gerçekleştirmek İstediği şeyi o Kitaptan siler (yani
gerçekleştirir.) "Ve" dilediğini "bırakır." Bu da onu vakti
gelinceye kadar erteler demektir. Çünkü;" Kitabı (yazıyı) sildim"
İfadesi onun izini giderdim manasınadır. Âyet-i kerimedeki "ve
bırakır" buyruğu "onu bırakır" anlamındadır. Yüce Allah'ın:
"Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) buyruğu
gibidir ki, Allah'ı çokça anan kadınlar, demektir.
İbn Kesir, Ebu Amr ve Âsim; "Bırakır" buyruğunu şeddesiz okurlarken
diğerleri şeddeli okumuşlardır. Bu da İbn Abbas'ın kıraati olup Ebu Hatim ve
Ebu Ubeyd'in tercih ettiği de budur. Çünkü bu şekilde okuyanlar hem sayıca
çoktur, hem de bir başka yerde: "Allah iman edenlere dünya hayatında da...
sebat verir." (İbrahim, 14/25) buyruğunda şeddeli kullanılmıştır.
İbn Ömer der ki: Ben Peygamber (sav)i şöyle buyururken dinledim:
"Allah dilediğini siler, dilediğini de bırakır. Bahtiyarlık, bedbahtlık ve
ölüm müstesna."[95]
İbn Abbas da şöyle demektedir: Allah bazı şeyler müstesna dilediğini siler
ve bırakır. (Bu müstesna şeyler) yaratmak, ahlâk, ecel, rmk, bahtiyarlık ve
bedbahtlıktır. Yine ondan nakledildiğine göre bunlar, Ümmül-Kitab'ın dışında
iki kitabtır. Allah bunlardan dilediğini siler, dilediğini de bırakır.
"Ana kîtab ise O'mın nezdindedir," Kendisinden hiçbir şeyin
değişikliğe uğramadığı kitap demektir. el-Kuşeyrî der ki: Denildiğine göre
bahtiyarlık, bedbahtlık, yaratmak, ahlâk ve nzık değişikliğe uğramazlar. O
halde âyet bunun dışındaki şeylere dairdir. Ancak böyle bir görüşte bir çeşit
tehakküm vardır.
Derim ki: Bu gibi şeyler rey ve içtiiıad ile kavranamaz. Bunlar ancak
tev-kîfî olarak (sağlam rivayetlerden) öğrenilebilir. Eğer bu konuda rivayet sahih
olursa, onu kabul etmek gerekir ve bu rivayetin yanında durmak icab eder. Aksi
takdirde âyet-i kerîme herşey hakkında umumî olur, daha zahir olan da budur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu anlamda Ömer b. el-Hattab (r.a)dan da İbn
Mes'ud, Ebu Vail, Ka'b el-Ahbar ve diğerlerinden de rivayet gelmektedir.
el-Kelbî'nin kabul ettiği görüş de budur.
Ebu Osman en-Nehdî'den nakledildiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a) ağlayarak
Beyti tavaf ediyor ve şöyle diyordu: Allah'ım, eğer Sen beni bahtiyar kimseler
arasında yazdı isen onlar arasında beni bırak. Şayet beni bedbaht ve günahkâr
kimseler arasında.yazdı isen, onlar arasından beni sil ve beni bahtiyar ve
mağfirete nail olan kimseler arasında yaz. Çünkü Sen dilediğini siler,
dilediğini bırakırsın ve Ana kitab da Senin nezdindedir.
İbn Mes'ud da der ki: Allah'ım, eğer Sen beni bahtiyar kimseler
arasında yazdı isen, beni aralarında bırak. Şayet benî bedbaht kimseler
arasında yazdı isen, beni bedbahtlar arasından sil ve bahtiyar kimseler
arasında yaz. Çünkü Sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da
Senin nezdindedir.
Ebû Vail de çokça şöylece dua ederdi: Allah'ım, eğer bizleri bedbaht
kimseler olarak yazdı isen sil ve bizleri bahtiyar kimseler olarak yaz. Eğer
bizi bahtiyar kimseler olarak yazdı isen onlar arasında bırak. Çünkü Sen dilediğini
silersin, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da Senin nezdindedir.
Ka'b da Ömer b. el-Hattab'a şöyle demiş: Eğer Allah'ın kitabındaki bir
âyet olmasaydı, kıyamet gününe kadar neler olacağını sana bildirebilirdim. Bu:
"Allah dilediğini siler ve bırakır. Ana kitab ise O'nun
nezdindedir." buyruğudur.
Malik b. Dinar da kendisine dua ettiği bir kadın hakkında şöyle
demiştir: Allah'ım, eğer onun karnındaki yavru kız İse Sen onu erkek olarak
değiştir, çünkü Sen dilediğini silersin, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da
senin nez-dindedir.
Buhârî ile Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle dediğine dair nakledilen rivayet
önceden geçmiş bulunmaktadır: Ben Peygamber (sav)i şöyle buyururken dinledim:
"Her kim rızkının genişletilmesini, ecelinin geciktirilmesini istiyor ve
bundan memnun oluyorsa o halde akrabalık bağını gözetsin.[96]
Bunun bir benzeri Enes b, Malik'ten de rivayet edilmiştir. Buna göre
Rasûlullah (say) şöyle buyurmuştur: "Kim... severse" diyerek aynı
lafız ile bu hadisi rivayet etmiştir.[97]
Bu hadis iki türlü yorumlanmıştır: Birisine göre bu geciktirme
manevidir, bu da ondan sonra dünyada kendisi hakkında baki kalan güzel övgü,
güzel bir anıhş, tekrarlanıp duran ecir ve mükâfattır. Bu durumdaki bir kimse
ölmemiş gibidir.
Diğer bir açıklamaya göre yüce Allah, Levh-i Mahfuz'da yazılı oian ecelini
erteler. Allah'ın ilminde olan ise sabittir, onun herhangi bir değişikliğe
uğraması söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah: "Allah dilediğini siler
ve bırakır. Ana kitab İse O'nun nezdindedir" diye buyurmaktadır.
İbn
Abbas, Rasûlullah (sav)dan: "Allah'ın Ömrünü ve ecelini uzatmasını, rızkını
genişletmesini seven bir kimse Allah'tan korksun ve akrabalık bağını
gözetsin" şeklindeki sahih hadisi rivayet eniğinde İbn Abbas'a: Ömür ve
ecelde nasıl artış yapılır? diye sorulunca, o da şu cevabı vermiştir: Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "O sizi çamurdan yaratandır, sonra bir ecel takdir
edendir. O'nun katında belirli bir ecel daha vardır." (el-En'âm, 6/2) Birinci
ecel, kulun annesinin kendisini doğurduğu andan öleceği vakte kadardır. İkinci
ecel -yani Allah'ın nezdindeki belirti ecel- ise kişinin vefatından itibaren
Berzah'ta yüce Allah'ın huzuruna çıkacağı güne kadarki eceldir ve bunu
Allah'tan başka kimse bilmez. İşte kul Rabbinden korkar ve akrabalık bağını
gözetirse, yüce Allah Berzah'taki ecelinden birinci (dünyadaki) ömrünün
eceline dilediği kadarını İlave eder. Bu kişi şayet isyan eder ve akrabalık
bağını koparacak olursa, Allah da dünyadaki ömründen bunu dilediği kadarıyla
eksiltir ve Berzah'taki eceline bunu ilave eder. Eğer yüce Allah'ın ezelî
ilmindeki ecel kesinleşirse artık onda bir artış veya eksilme söz konusu
değildir. Çünkü yüce Allah: "Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince
ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler" (el-A'raf, 7/34)
diye buyurmuştur. Böylelikle rivayet ile âyet arasında bir uygunluk olduğu ortaya
çıkmaktadır. Görüldüğü gibi bu ümmetin en büyük aliminin tercih ettiği görüşe
göre bu artış, bizzat ömrün kendisinde ve ecelde -lafzın zahirine göredır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Mücahid de der ki: Yüce Ailah bir senenin işlerini Ramazan ayında
mulı-kemleştirir. Dilediğini siler, dilediğini de bırakır. Bundan tek istisna
hayat, ölüm, bedbahtlık ve mutluluktur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
ed-Dahhâk da der ki: Şanı yüce Allah hakkında sevap ve ikabın söz konusu
olmadığı, Hafazaların sicillerinde bulunanlardan dilediğini siler, hakkında
sevap ve cezanın söz konusu olduğu şeyleri de bırakır. Bu anlamdaki bir
açıklamayı da Ebu Salih, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
el-Kelbî ise der ki: Allah nzık türünden dilediğini siler ve dilediğini
arttırır. Ecel türünden de dilediğini siler ve onda dilediği şeyleri arttınr.
Yine bunu Peygamber (sav)dan de rivayet etmiştir. Daha sonra el-Kelbî'ye bu
âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda o şu cevabı vermiş: Yüce Allah bütün sözleri
yazar. Nihayet perşembe günü geldi mi hakkında sevab ve İkabın bulunmadığı
herbir şeyi bir kenara bırakır. Yedim, içtim, girdim, çıktım vb. şeyleri doğru
olarak söylemesi gibi. Sevab ve cezanın hakkında söz konusu olduğu şeyleri de
bırakır.
Katâde, İbn Zeyd ve Said b. Cübeyr ise der ki: Allah farz, ve
nafilelerden dilediğini siler, nesli eder ve değiştirir. Dilediğini de olduğu
gibi bırakır ve nesh etmez. Bütün nâsih de, mensûh da O'nun nezdinde
Ümmü'l-Kitab'ta-dır. Buna benzer bir açıklamayı en-Nehhâs ve el-Melhdevî, İbn
Abbas'tan nak-letmişlerdir, en-Nehhâs der ki: Bize Bekr b. Sehl anlattı dedi
ki: Bize Ebu Salih anlattı, o Muaviye b. Salih'ten, o Ali b. Ebi Talha'dan, o
İbn Abbas'tan dedi ki: "Allah dilediğini siler." Yüce Allah buyuruyor
ki; Allah Kur'ân-ı Ke-rîm'den dilediğini değiştirir, nesli eder; “ve
bırakır”dilediğini de değiştirmek-sizin bırakır. "Ana kitab ise O'nun
nezdindedir." Yani bütün bunlar O'nun nezdinde Ümmü'l-Kitab'tadır. Nâsih'i
ile de, mensûh'u ile de.
Said b. Cübeyr de der ki: O kullarının günahlarından dilediğini
mağfiret eder, dilediğini de bırakır, mağfiret etmez.
İkrime der ki: Yüce Allah -tevbe ile- bütün günahları siler. Günahlar
yerine de hasenatı bırakır (yazar.) Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler
müstesna."(el-Furkan, 25/70) Yine el-Hasen der ki; "Allah" eceli
gelen kimselerden "dilediğini siler ve" eceli gelmemiş oları
kîmseleri"bırakır." Yine el-Hasen der ki: Allah babalan siler,
oğulları bırakır. Yine ondan nakledildiğine göre; O Haraza meIeklerine dilediği
günahları unutturur. Kendisine ise asla unutturuimaz.
es-Süddî der ki: "Allah dilediğini" yani ayı "siler ve”
güneşi "bırakır." Bunun açıklaması da yüce Allah'ın şu
buyruğundadır: "Gece âyetini sildik. Gündüz âyetini de gösterici
kıldık." (el-İsrâ, 17/12)
er-Rabîl b. Enes te der ki: Bu husus uyku halinde ruhlar hakkındadır Uyku
esnasında Allah ruhları kabzeder, sonra o kimsenin ani bir ölümünü mu-rad
ederse ruhunu tutar, bırakmaz. Hayatta kalmasını dilediği kimseye ise ruhunu
geri iade eder. Bunun da açıklaması yüce Allah'ın şu buyruğunda yer almaktadır:
"Allah ölümleri vaktinde ruhları alır..." (ez-Zümer, 59 42)
Ali b, Ebi Talib de der ki; Yüce Allah nesillerden dilediklerini siler.
Yi-ce Allah'ın: "Kendilerinden önce nice nesiller kelâk ettiğimizi...
görmezler mi?"(Yasin, 36/31) buyruğunda olduğu gibi. Yine bu nesillerden
dilediklerini de bırakır, Yüce Allah'ın: "Bunlardan sonra başka bir nesil
var ettik' (el-Mu'minun, 23/33 ) buyruğunda olduğu gibi. Yüce Allah böylelikle
bir nesli silerken, bir başka nesli bırakmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Burada yüce Allah'ın silmesinden kasıt, uzun
bir zaman Allah'a İtaat gereğince amel eden, sonra da Allah'a masiyet ile amel
edip sapıklığı üzere vefat eden kimsedir. İşte yüce Allah'ın sildiği kişi
budur. Bıraktığı (sebat verdiği) kişi ise uzun bir süre Allah'a isyan ile amel
ettikten sonra tevbe eden kimsedir. Allah da böyle bir kimseyi kötülükler
işleyenlerin arasından siler, iyilik işleyen kimselerin arasına yazar. Bunu da
es-Sa'le-bî ve el-Maverdî, İbn Abbas'tan nakletmişlerdir.
Bir diğer görüşe göre; yüce Allah dilediğini -yani dünyayı- siler ve
âhire-ti de bırakır.
Kays b. Ubade de Receb ayının onuncu günü hakkında şöyle demektedir:
Bu, Allah'ın kendisinde dilediğini sildiği ve dilediği şeyi de bıraktığı bîr
gündür. Mücahid'den ise bunun Ramazanda gerçekleştiğine dair rivayet önceden
geçmiş bulunmaktadır.
Yine İbn Abbas der ki: Yüce Allah'ın beşyüz yıllık mesafe devam eden,
kırmızı yakuttan iki kapağı bulunan, beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz'u vardır.
Hergün yüce Allah buna üçyüzaltmış defa nazar eder ve dilediğini bırakır,
dilediğini siler.
Ebu'd-Derdâ da, Peygamber (sav)den şöyle dediğini rivayet eder:
"Şüphe yok ki şanı yüce Allah, gecenin geri kalan üç saatinde zikri açar.
Kendisinden başka hiçbir kimsenin nazar etmediği kitaba bakar. Dilediğini bırakır,
dilediğini siler. "[98]
Akide'de kabul edilen husus ise, Allah'ın kaza (ve kader)inin
değişikliğe uğramadığı şeklindedir. Bu silmek ve bırakmak da, hakkında kazanın
ezelden beri takdir edildiği şeyler arasındadır. Kazanın mutlaka meydana gelecek
ye gerçekleşecek şeyler olduğuna daiF açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
İşte olduğu gibi kalan (sabit) budur. Kimi şeylerin de bazı sebeplere bağlı
olarak da bertaraf edilmesi takdir edilmiştir. İşte silinen de bunlardır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Gaznevî der ki: Benim kanaatime göre Levh'de bulunan şey bazı meleklerin
onu görebileceğinden dolayı gaybm kapsamından çıkmış olur. Bunun değişikliğe
uğrama ihtimali vardır, çünkü yaratıkların yüce Allah'ın bütün ilmini
kuşatmalarına imkân yoktur. O'nun özel bilgisinde bulunan eşyanın takdirine
ait hususlar asla değişikliğe uğramaz.
"Ana kitap ise O'nun nezdindedir." Yani ecel vb. yazılan
şeylerin aslı O'nun nezdindedir.
Ümmü'l-Kitab (ana kitabın) hiçbir şekilde değişmeyen, değişikliğe uğramayan
Levh-i Mahfuz olduğu söylendiği gibi; onda bir takım değişikliklerin cereyan
ettiği de söylenmiştir. Değişikliğin diğer salıifelerde meydana geldiği de
söylenmiştir.
İbn Abbas'a Ummü'I-Kitab hakkında sorulmuş ve şu cevabı vermiştir:
Ummü'1-Kitab; Allah'ın yaratacağı şeyleri ile yarattıklarının yaptıklarını
bilmesi-dir. O ilmine: Bir kitap ol, dedi (.oldu.) Allah'ın ilminde hiçbir
değişiklik olmaz. Yine îbn Abbas'tan nakledildiğine göre Ummü'l-Kitab'tan
kasıt "zikir"dir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Andolsun ki
Biz Zikir'den sonra Tevrat'ta... diye yazdık" (e!-Enbiya, 21/105)
buyruğudur Bu da onun açıkladığı ilk anlama raci'dir, Ka'b'ın görüşünün anlamı
da budur. Ka'b el-Ahbar der ki: Ana kitab şanı yüce Allah'ın yarattığı ve
yaratacağı şeyleri bilmesi demektir.[99]
40. Onlara va'dettiğimizin bir
kısmını sana göstersek de yahut canını alsak da, sana düşen ancak tebliğ
etmektir. Hesap görmek de yalnız Bize aittir.
41. Görmediler mi ki Biz arza
geliyoruz da, onu etrafından eksiltip duruyoruz. Allah hükmeder. O'nun hükmünü
koğuşturup bozacak yoktur. O, hesabı pek çabuk görendir.
"Onlara va'dettiğinüzîn bir kısmını sana göstersek de"
anlamındaki buyrukta yer alan; fazladan gelmiştir. İfade onlara
va'dettiğimizin yani azabın bir kısmını sana göstersek de... takdirindedir.
Burada gösterileceğinden söz edilen şeyin "azab" olduğunun gerekçesi
(yine bu sûrede yer alan) yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında bir
azab vardır." (er-Râ'd, 13/34) buyruğu ile: "O kâfirlerin başına
işledikleri yüzünden ya ansızın büyük bir musibet gelip, çatacak yahut..."
(er-Râ'd, 13/31.) buyruklarıdır. Yani Biz onlara va'dettiğimiz azabın bir
kısmını sana gösterecek olursak "yahut canını alsak da sana düşen ancak
tebliğ etmektir." Senin üzerinde tebliğden başka bir görev yoktur.
"Hesab görmek" yani amellerinin karşılığını vermek ve cezalandırmak
"de yalnız Biz'e aittir."
"Görmediler mi ki?" buyruğunda kastedilenler Mekkelilerdir.
"Biz arza geliyoruz da onu etrafından eksiltip duruyoruz." Bu hususta
farklı görüşler vardır.
İbn Abbas ile Mücahid "onu etrafından eksiltip duruyoruz"
oranın alimlerinin ve sahillerinin vefatıyla eksiltip duruyoruz diye
açıklamışlardır. el-Kuşeyrı der ki: Bu açıklamaya göre arzın etrafından kasıt,
onun en şereflileridir.
İbnu'l-Arabî der ki: (Etrafın tekili olan): et-taraf ve et-tarf
şerefli, üstün adam demektir. Ancak buna göre bir açıklama uzak bir ihtimaldir.
Çünkü âyetten maksat şudur: Biz onlara işlerindeki eksiklikleri gösterdik ki,
azaplarının ertelenmesinin Bizim acizliğimizden kaynaklanmadığını bilsinler
diye. Ancak İbn Abbas'ın görüşü yahudİ ve hristiyanlann büyük ilim adamlarının
ölümlerine yorumlanırsa, uygun bir açıklama olarak görülebilir. (Çünkü âyet-i
kerîme kâfirlere tehdit mahiyetindedir).
Yine Mücahid, Katâde ve el-Hasen derler ki: Bunda kastedilenler müşriklerin
eljerinde bulunup da müslümanlarıh galip gelerek ellerine geçirdikleri
şeylerdir. Bu açıklama, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Yine ondan nakledildiğine
göre, bundan kasıt, ümranın yeryüzünün yalnızca bir tarafında söz konusu
olacağı noktaya kadar harab olması demektir. Mücahid'den nakledildiğine göre
yeryüzünün etrafının eksilmesi, harab olması ve yeryüzü halkının ölmesi
demektir.
Vekî b. el-Cerralı, Talha b. Umeyr'den, o Ata b. Ebi Rebah'tan rivayete
göre o, yüce Allah'ın; "Görmediler mi ki Biz arza geliyoruz da onu
etrafından eksiltip, duruyoruz" buyııjğu hakkında dedi ki: Kasıt
fukahâsının ve ahalisinin hayırlılarının gitmesidir.
Ebu Ömer b. AbdFl-Berr de der ki: Atâ'nın âyet-i kerîmenin te'vili ile
ilgili açıklaması gerçekten güzeldir. İlim ehli bu açıklamayı kabul ile
karşılamıştır.
Derim ki: el-Mehdevî de aynı açıklamayı Mücahid ve İbn Ömer'den nakletmektedir.
Bu da birinci görüşün aynısıdır, Süfyan, Mansur'dan, o Müca-hid'den: "Onu
etrafından eksiltip duruyoruz" buyruğu hakkında şöyle dediğini
nakletmektedir: Kasıt fukaha ve ilim adamlarının vefat etmesidir. Dilde
bilindiğine göre ise "ettaıf" herşeyin en değerli ve üstün olanıdır.
Bu ise Ebu Nasr Abdu'r-Rahim b. Abdü '1-Kerim'in, İbn Abbas'ın beğendiği
görüşünden daha farklıdır.
İkrİme ve eş-Şa'bî derler ki: Bundan kasıt noksanlık ve nefislerin
kabze-dilmesidir, Onlardan birisi de der ki: Eğer yeryüzü gerçek anlamda
eksilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kişinin defi hacette bulunacak yeri dahi
kalmazdı. Bir diğeri de şöyle demektedir: Hiç şüphesiz def-i hacetini yapacağın
daracık bir yer dahi bulamazdın, demiştir.
Yine denildiğine göre bu buyrukla kastedilen Kureyşlilerden önceki ümmetlerden
helak olanların, helak edilmesi, onlardan sonra da kaldıkları yerlerin,
toprakların helak edilmesidir. Yani Kureyşliler kendilerinden öncekilerin
helak edildiğini, onlardan sonra da arazilerinin harab olduğunu görmediler mi?
Bunun gibi bir şeyin başlarına gelmesinden korkmuyorlar mı?
Bu görüş aynı şekilde İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cüreyc'den de rivayet
edilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre bundan kasıt, yeryüzünün
bereketlerinin, mahsullerinin ve yaşayan insanlann eksilmesidir. Bir diğer
açık-iamaya göre yeryüzünün eksilmesi, yöneticilerinin zulmü ile olur.
Derim ki: Bu, mana itibariyle doğrudur. Çünkü zulüm ve haksızlıklar
ül-keİeri, ora ahalisinin öldürülmesi ve halkının topraklarından sürülmesi sonucunda
tahrib eder ve yeryüzünden bereketin kaldırılmasına sebeb olur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
"Allah hükmeder, O'nun hükmünü kovuşturup, bozacak yoktur."
Yani hükmünü eksiltmek veya değiştirmek suretiyle kimse O'nun hükmünü bozamaz.'
"O hesabı pek çabuk görendir." Kâfirlerden intikamı da
çabucak alır, mü'minlerin mükâfatını da çabucak verir.
Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah'ın -bundan önce el-Bakara
Sûre-sî'nde (2/202. âyet, 2. başlıkta) geçtiği üzere- hesaba çekmek İçin düşünmeye
ve bu maksatla parmak ile saymaya (vb. tekniklere) ihtiyacı yoktur.[100]
42. Onlardan öncekiler de
tuzaklar kurmuştu. Fakat bütün bu tuzakları boşa çıkarmak, Allah'a aittir.
Herkesin ne kazandığını O bilir. Kâfirler de pek yakında bu yurdun sonunun kimin
olacağını bileceklerdir.
"Onlardan öncekiler" yani Mekke müşriklerinden öncekiler
"de tuzaklar kurmuştu." Peygamberlere karşı tuzaklar kurmuşlar,
onlara karşı hileler düzenlemişler ve onları inkâr etmişlerdi.
"Fakat bütün bu tuzakları boşa çıkarmak, Allah'a aittir."
Yani tuzak kuranların tuzaktan da Allah'ın bir yaratığıdır. Bu tuzaklann
Allah'ın İzni olmaksızın zararları olmaz. Bir diğer açıklamaya göre Allah
tuzağın en hayırlısını kurandır. Yani O kurdukları tuzaklara karşılık verendir,
cezalandırandır.
"Herkesin" hayır ve şer türünden "ne kazandığım O
bilir" ve ameline göre ona karşılık verir. "Kâfirler de pek yakında
bu yurdun sonunun" yani sevab, mükâfat ve ceza itibariyle dünya yurdunun
sonunun, yahut âhiret yurdunda mükâfat ve cezanın "kimin olacağını
bileceklerdir." Bu buyruk, bu şekliyle bir tehdittir. "Kâfirler"
anlamındaki buyruğu Nâfî', İbn Kesir ve Ebû Amr; şeklinde: Kâfir diye tekil
olarak okumuşlardır. Diğerleri ise çoğul okumuşlardır. Bununla Ebu Cehü'in
kastedildiği de
[101]söylenmiştir.[102]
43. O kâfir olanlar: "Sen
gönderilmiş bir peygamber değilsin" derler. De ki: "Benimle sizin
aranızda bir şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar
yeter."
"O kâfir olanlar, sen gönderilmiş bir peygamber değilsin,
derler." Katâde der ki: Burada kasıt Arap müşriktendir, yani sen bir
peygamber veya bir Rasûl değilsin. Sen ancak uydurma bir söz söyleyensin, Hz.
Peygamber, onların teklif ettikleri mucizeleri göstermeyince onlar bu sözleri
söylediler.
"De ki" yani ey Muhammed onlara de ki: "Benimle sizin
aranızda” benim doğru söylediğime, sizin de yalan söylediğinize dair "bir
şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar yeter." Bu, Arap
müşriklerine karşı getirilen bir delildir. Çünkü onlar tefsirlerde
belirtildiğine göre kitab ehlinden -aralarından iman eden kimselere- müracaat
ediyorlardı.
Şöyle de açıklanmıştır: Kitab ehlinin şahitlikleri davalaşan tarafların
arasında hükmü neticeye bağlayacak bir tanıklık idi. Bunlar ise Abdullah b. Selâm,
Selman-ı Farisî, Temim ed-Dârî, Necaşî ve arkadaşları gibi, kitab ehlinin iman
edenleridir. Bunu da Katâde ve Said b. Cübeyr ifade etmiştir.
Tirmizî, Abdullah b. Selâm'tn kardeşinin oğlundan naklen, şöyle dediğini
rivayet eder: Hz. Osman'ın öldürülmesi istenince Abdullah b. Selam geldi. Hz.
Osman ona: Gelişine sebeb nedir? diye sorunca, O: Sana yardımcı olmaya geldim,
dedi. Bunun üzerine Hz. Osman şöyle dedi: O halde insanların karşısına çık ve
onların benden uzaklaşmalarını söyle, çünkü senin çıkışın benim için içeri
girmenden daha hayırlıdır. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm insanların karşısına
çıkarak şöyle dedi: Ey insanlar! Şunu bilin ki benim cahiliye döneminde adım
filan idi. Rasûlullah (sav) bana Abdullah adını verdi. Benim hakkımda Allah'ın
Kitabından bir takım âyet-i kerîmeler İndi. Benim hakkımda yüce Allah'ın:
"Eğer o Allah tarafından gönderilmiş iken siz onu inkâr etmiş iseniz ve
İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benzeri üzere şahitlik edip iman
etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz, gerçek şu ki Allah zalimler
topluluğuna hidayet vermez" (el-Ahkaf, 46/10) buyruğunu İndirmiştir.
Yine'benim hakkımda: "De ki; Benimle sizin aranızda bir şahit olarak Allah
ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar yeter." âyetini indirmiştir...[103]
Biz bu hadisi bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde nakletmiş
bulunuyoruz. Ebu İsa da bu hadis hakkında şöyle demektedir: Bu hasen, garib bir
hadistir.
Abdullah b. Selam'ın cahiliye dönemindeki adı Husayn idi. Peygamber
(sav) ona Abduliah adını vermiştir.
Ebu Bişr der ki: Said b. Cübeyr'e: "Ve yanında kitabın bilgisi
bulunanlar" dan kasıt kimdir? diye sordum. O: O kişi Abdullah b.
Selâm'dır, dedi.
Derim ki: Bu kişi nasıl Abdullah b. Seİâm olabilir? Bu sûre Mekke'de inmiştir.
Abdullah b. Selâm ise ancak Medine döneminde müslüman olmuştur.
Bunu es-Sa'lebî nakletmektedir, el-Kuşeyrî de der ki: İbn Cübeyr dedi
ki: Sûre Mekke'de inmiştir. İbn Selam ise bu sureden sonra Medine'de İslâm'a
girmiştir. O bakımdan bu âyet-İ kerîmenin İbn Selâm hakkında yorumlanması caiz
olamaz. "Yanında kitabın bilgisi bulunan" dan kasıt, Hz. Cebrail'dir,
Aynı zamanda bu, İbn Abbas'ın da görüşüdür.
el-Hasen, Mücahid ve ed-Dahhâk der ki: Bu yüce Allah'tır. Onlar bu
buyruğu; "Kitabın bilgisi O'nun nezdinden gelmiştir" diye okurlar ve:
Burada kasıt Abdullah b. Selâm ile Selman'dır diyenlerin kanaatlerini
reddediyorlardı. Çünkü onların görüşüne göre sûre Mekke'de inmiştir, bunlar
ise Medine'de İslâm'a girmişlerdir.
Peygamber (sav)den de bu buyruğu aynı şekilde okuduğu zayıf olmakla birlikte- da rivayet edilmiştir. Yine bunu Süleyman b. Erkarn, ez-Zührî'den, o Salim'den, o da babasından, o da Peygamber (sav)den yoluyla rivayet etmiştir. Mahbub da, İsmail b. Muhammed el-Yemanî'den naklettiğine göre, o da aynı şekilde; "Nezdinden" şeklinde mim, ayn ve dal harfleri-ni esreli olarak; "Kitabın alameti, işareti" anlamında "ayn" harfini ötreli ve "kitab" kelimesini de merfu olarak okumuştur. Abdullah b. Atâ der ki: Ben Ebu Cafer b. Ali b. el-Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib (r. anhum)a şöyle dedim: Yanında kitabın bilgisi bulunan kişinin Abdullah b. Selâm olduğunu iddia etmişlerdir. O şöyle dedi: Hayır, bu kişi Ali b. Ebi Talib (r.a)dır. Muhammed b. el-Hanefiye de böyle demiştir. Bütün mü'minlerdir, diye de açıklanmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî der ki: Bu kimsenin Hz. Ali olduğunu
söyleyen iki esastan birisine dayanır: Ya o kimsenin kanaatine göre Hz. Ali
mü'minle-rin en bilginidir; ama gerçek öyle değildir. Çünkü Ebu Bekir, Ömer ve
Osman (r.anlıum) ondan daha bilgilidirler. Diğer bir sebeb ıe Peygamber (sav)a
atfedilen: "Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır", sözü dol ayısı yi
ad ir, bu da batıl bir hadistir. Peygamber (sav) İlmin şehridir, ashab'ı da bu
şehre açılan kapılardır. Bu kapıların kimisi oldukça geniştir, kimisi orta
büyüklüktedir ve bu onların ilimlerdeki derecelerine göre değişir. Burada
"kitabın bilgisi"ne sahib olanların bütün mü'mi nler olduğunu
söyleyenlerde doğru söylemişlerdir. Çünkü herbir mü'min Kitab'ı bilir ve onun
hangi yönden muciz olduğunu idrâk eder. Peygamber (sav)in doğru söylediğine de
tanıklık eder.
Derim ki: Buna göre Kitab'tan kasıt Kuı'ân-ı Kerîm'dir. Kitabın
bilgisine sahip olan kimsenin Abdullah b. Selâm olduğunu söyleyenler ise
Tirmizî'nİn belirttiği hadise dayanmaktadır. Abdullah b. Selâm hakkında
herhangi bir buyruğun inmesine mani bir durum olmadığı gibi, kendisi de bütün
mü'minleı lafzının kapsamına girmektedir. Bunu, ifadeler anısında yer alan:
"O kâfir olanlar" buyruğu da desteklemektedir ki, bununla
kastedilenler Kureyşlilerdır. O halde Kitab bilgisine salıip olanlar
yahudilerden olsun, hristiyanlardan olsun iman eden kimselerdir. Çünkü bunlar
nübüvveti ve Kitabı puta tapı-cılara göre daha iyi bilirler.
en-Nehhâs der ki: Bu kimseden kasıt Abdullah b. Selam ve başkalarıdır,
diyenlerin kanaatlerinin de doğru olma ihtimali vardır, çünkü deliller sahih
olup da Kur'ân-ı Kerîm'den önce indirilmiş kitabı okuyan kimseler de bu
dlilleri tanıyacak olurlarsa artık bu kesin bir husus olur. İşin hakikatini en
iyi bilen Allah'tır.[104]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/421.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/421-422.
[3] Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12. sûre 6, Ayrıca bk.
Tefsir 2. sûre, 38.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/422-423.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/424.
[6] Burada merhum müfessirimiz, kendi döneminde dile
getirilen bir takım görüşleri ele alıp bunları kendisine göre eleştirilere tabi
tutmaktadır. Ancak şunu da belirtelim ki; müslümanlara bu hususta nispet ettiği
görüşün, müslümanlarca benimsenen tek görüş olmadığı da bilinen bir husustur.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/425.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/425-426.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/426.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/426.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/426-427.
[12] Müslim, Zekât 11; Ebû Dâvûd, Zekât 22; Tirmizi, Menâkıb
28; Müsned, I, 94, II, 322, IV, 165.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/427-428.
[14] Buhârî, Tefsir 13. sûre
[15] Bu kadarıyla, ancak Hz. Ali'ye değil de, hazır
olanlara hitap olarak: Taberanî, el-Evsat, V, 89. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid,
IX, 100'de hadisi kaydettikten sonra; "senedinde hem tanımadığım hem
hakkında ihtilaf edilmiş raviler vardır' kaydını düşmüştür.
[16] Tirmizî, Tefsir 13. sûre 2, "hasen-garip bir
hadistir" kaydıyla
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/428-429.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/430-431.
[19] Rivayet, bu şekliyle görüldüğü gibi mürseldir. Bununla
beraber, Suyutf, ed-Durru'l-Mensur, IV, 607de İbn Cerir'in, İbn Abbas'tan diye
rivayet ettiğini belirtmektedir.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/431-433.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/433.
[22] Buhârî, İstiska 29, Tefsir 6. sûre 1; Müsned, II, 24,
52, 58, 122.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/433-434.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/434-435.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/435.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/435.
[27] Darakutnî, III, 322
[28] Darakutni, III, 322.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/435-437.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/437.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/437-438.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/438.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/439-440.
[34] Müslim, Mesâcid 144, 145; Tirmizi, Deavât 25; Nesâî,
Sehv 92.
[35] Buhârî, Mevâkît 16, Tevhîd 23, 33; Müslim, Mesâcid
210; Nesâî, Salat 21; Muvatta', Kasru's-Salâti fı's-Sefer 82; Müsned, II, 257,
312, 486.
[36] Güvenilir herhangi bir hadis kitabında yer almayan bu
rivayeti, Suyûtî, ed-Durru'l-Men-sür, IV, 615-6l6'da İbn Cerir'in Kinâne
el-Adevi’den gelen bir rivayet olarak zikrettiğini belirtmektedir.
[37] Buharı, Fiten 4, 28, Menakıb 25, Enbiyâ 7; Müslim,
Fiten 1, 2; Tirmizi, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9: Muvatta. Ke1am 22; Müsned VI,428-429.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/441-446.
[39] Bk. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 625-626.
[40] Bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 611-612.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/447-451.
[42] Abdullah b. Ebi Zekeriyyâ'dan bana ulaştığına göre,
gök gürültüsü sesini işitip de "Subhanallah ve bi hamdihi: Allah'i hamd
ile teşbih ederim" diyene yıldırım çarpmaz. (Suyuti, ed-Durru'l-Mensûr,
IV, 624).
[43] Suyuti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 624'de ibn Abbâs'm sözü
olarak.
[44] Suyuti, ed-Durru'l-Mensûr,
IV, 624-625
[45] Munkatı olması halinde anlam şöyle olur: "O
yıldırımları gönderip onlarla dilediğini çarpar. Onlarsa Allah hakkında
mücadele edip dururlar."
[46] Suyuti, ed-Durru'l-Mensür, IV, 625
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/451-454.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/454-456.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/456-458.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/458-460.
[51] Buna göre ifadenin anlamı: Bunun gibi bir köpük de
ateşte çıkar, şeklinde olur.
[52] Buna göre de anlam şöyle olur: Bunun gibi bir köpük de
ateşte erittikleri şeylerden çıkar.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/460-464.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/464-465.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/465.
[56] Müslim, Zekat 108; Ebû Dâvûd, Zekât 27; Nesâi, Salât
5; İbn Mâce, Cihâd 41 (nisbeten kısa olarak); Müsned, VI, 27.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/465-467.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/467-468.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/468.
[60] Tirmizî, Birr 55; Müsned, V, 228, 236'da Muâz b.
Cebel’den 153, 177'de Ebû Zerr'den.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/468-470.
[62] Buhari, Cihad 4, Tevhîd 22; Tirmizi, Sıfatu'l-Cenne 4;
Müsned, II, 335.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/470-471.
[64] Müsned, II, 168, daha uzunca ve: "...
mürâhîdlerdir" yerine: "... fakirler ve muhacirlerdir..."
şeklinde. Ayrıca ''Abdullah b. Ömer'den" değil, "Abdullah b. Amr b.
el Âs'dan,"
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/471-473.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/473-474.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/475-476.
[68] Veya: "İman edip salih amel işleyenler var ya!
Onlara Tûba vardır"
[69] Taberâni, el-Evsat 1, 255-256; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, III, 320-321; el-Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, X, 413.
[70] Suyuti, ed-Durru’l-Mensur, IV, 643.
[71] III, 320-321
[72] Suyûti, ed-Durru'l-Mensâr, IV, 643-644.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/476-478.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/479-480.
[75] Merhum Kurtubî, bu beyiti daha önce, el-Bakara, 2/219.
âyet, 4. başlıkta zikretmiş ve şairin Suhaym b. Vesil el-Yarbuî olduğunu
belirtmişti. Beyiti çeşitli vesilelerle zikreden başkaları da aynı adı
verirler; Taberî, Câmiu'l-Beyân, XIII, 153; İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, VI, 260;
İbn Hişam, Katru'n-Nedâ, s. 61-62: Kurtubî, -Dâru'l-Hadis baskısı-, IX, 329
not: 2
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/480-485.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/485.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/486.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/486-489.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/489.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/489-491.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/491-493.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/493-494.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/494.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/494.
[86] Ebû Dâvûd, Nikâh 5; Nesai, Nikah 11; Müsned, III, 158,
245.
[87] "...dinin yarısı” yerine "imanın
yarısı..." ve zayıf oldukları da, sika (güvenilir) oldukları da söylenen
[88] Muvatta, Kelam 11; yakın mana ve lafızlarla: Buhâri,
Rikaak 23.
[89] Buharî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5, Nesâi, Nikâh 4,
Müsned, III, 241.
[90] Buhâri, Nikah 8; Müslim, Nikâh 6-8: Tirmızi, Nikâh 2;
Nesâi, Nikâh 4; İbn Mâce, Nikâh 2; Darimî, Nikâh 3; Müsned, I, 176, 183.
[91]
Hz. Ömer ile muhatapları arasındaki konuşma ile “öğünme..." bölümü
olmaksızın, yakın manada, Hz. Câbir'den ve senedinde zayıf ravi olduğu
kaydıyla: el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, IV, 259; Ibn Mâce, Nikâh 7.
[92] Ebû Dâvûd, Nikâh 3; Nesâî, Nikâh 11.
[93] el-Kettânî, er-Risâktu'l-Mustatrafe, s, 173'de onu
tanıtırken şu ifadeleri de kullanmaktadır: "... fakîh, hadisi ve
illetlerini bilen, ricali tanıyan... 581 ya da 582'de vefat eden..."
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/494-497.
[95]
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 43, senedinde zayıf râvi bulunduğu kaydıyla.
[96] Buhârî, Edeb 12
[97]
Buharî, Buyu 13, Edeb 12; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Davûd, Zekât 45
[98] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XIII. 170.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/497-502.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/502-504.
[101] Merhum müfessiriıniz bir sonraki âyeti de bu âyet ile
birlikte kayd etmiş ve tefsirlerini bir arada yapmıştır. Ancak bizler, bir
arada verilmelerini zorunlu görmediğimizden ve sonuncu âyetin tefsirinin buna
göre uzun olmasından ayrı ayrı kaydetmeyi uygun bulduk.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/505.
[103] Tirmizî, Tefsir 46. sûre 1, Menâkıb 36.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 9/505-508.