R A' D     SÛRESİ 3

Meali; 3

İniş Sebebi 3

Muhammed'e (A.S.) İndirilen Kitap Haktır. 3

Âyetler Arasinda Bağlantı 4

Meali: 4

Gökleri Direksiz Yükseltmiştir. 4

Allah Arş Üzerine Saltanatını Kurmuştur. 5

Güneş Ve Ay İçin Belirlenmiş Süre. 5

Allah, İşleri Plânlı Ve Programlı Yürütendir. 5

Yeri Yayan, Sabit Dağları Oluşturan Odur. 6

Bitkilerin Çift Yaratılması 6

Geceyi Gündüze Bürüme. 6

Kesin Bilgi Edinme - Düşünme - Akletme. 7

Ayetler arasında bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîsler. 7

Asıl Şaşılacak Şey. 8

Sapık İnkarcılar Kötülüğün Hemen Gelmesini İstiyorlardı 8

Peygamberden (A.S.) Hemen Büyük Bir Mu'cize İsterler. 9

Son Peygamberin İki Ana Görevi 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali; 9

İlgili Hadîsler. 10

Allah Her Dişinin Rahminde Ne Taşıdığını Bilir. 10

Rahimler Neyi Eksiltir Veya Artırır?. 11

Her Şey Allah Yanında Belli Bir Ölçüye Göredir. 11

Koruyucu Melekler. 11

Her Millet Kader Çizgisini Kendisi Çizer. 11

Allah Kötülük Yapar Mı?. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 13

İniş Sebebi 13

İlgili Hadîsler. 13

Şimşeğin Verdiği Korku Ve Umut 13

Hak Davet, Ancak O'nadır. 14

Güzel Bir Benzetme. 15

Sabah-Akşam Secde Edenler. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İlgili Hadîsler. 16

Allah Hakkinda Yanliş Düşünce Ve Hatalı İnanç. 16

Görmeyenle Gören Bir Olur Mu?. 17

Allah'ın Yarattığı Gibi Yaratma Gücüne Sahip Olan Ortaklar! Mi Vardır?  17

De Ki; Her Şeyi Yaratan Allah'tır. 17

Hak İle Bâtıla Misal 18

Allah'ın Davetine Olumlu Cevap Verenler. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İniş Sebebi 19

İlgili Hadîsler. 19

Hakkın Çağrısına Olumlu Cevap Verenlerin Bazı Özellikleri 20

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadîsler. 22

İnkarcı Maddecilerin Vasıfları 22

Allah Dilediği Kimseye Rızkı Genişletir. 23

Büyük Bir Mu'cize Bekleyenler. 23

Allah'a Gönülden Yönelenler. 23

Yalnız İman Yeterli Midir?. 24

Kalpler Ancak Allah'ı Anmakla Yatışır. 24

Âyetler Arasinda Bağlantı 24

Meali: 24

İniş Sebebi 25

Kur'ân'ın Eğitim Metodu Ve Hakk'ı İnkâr Edenlerin Çokluğu. 25

Rahmâım'ı Tanımazlar. 26

Rahmân'ın Rahmetine Yönelme. 26

Emir Allah'ındır. 26

Neden Bütün İnsanlar Doğru Yola Sokulmadı?. 26

Sanatları Kendi Başlarına Büyük Bir Bela Olarak İnecek.. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali : 28

İniş Sebebi 28

İlgili Hadisler. 28

Mekkeli'lere Gelecek Olan Dünya Azabı 28

Yaratanla Yaratılan Bir Olur Mu?. 28

Allah'ın Saptırdığını Doğru Yola Eriştiren Olmaz. 29

İki Ayrı Azap. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali; 30

İlgili Hadîsler. 30

Cennet'in Bazı Özellikleri 30

Küfrün Ateşi 31

Kitap Verilenler. 31

Kur'ân, Arapça Olarak İndirilen İlâhî Hükümler Mecmuasıdır. 31

Kur'ân İlimleri 32

Âyetler Arasında Bağlantı 33

Meali 33

İniş Sebebi 33

İlgili Hadîsler. 33

Peygamberlere Caiz Olan Sıfatlar. 34

Allah'ın Yazıp Takdir Ettiği Her Şeyin Belli Bir Vakti Vardır. 34

Allah Dilediğini Siler,  Dilediğini Sabit Tutar. 35

Resûlüllah (A.S.), Mekkelilere Va'dedilen Azabı Gördü. 36

Peygamberin  (A.S.) Başariya Erişeceği Müjdeleniyor. 36

İlmî Yönü. 36

Hz. Muhammed'in (A.S.) Peygamberliğine Allah Ve İlim Sahipleri Şahittirler  37


R A' D     SÛRESİ

 

Kur'ân-ı Kerîm'in 13. süresidir. Mekke'de mi, Medine'de mi indiği hak­kında farklı tesbit ve görüşler vardır s

a)  el-Hasan, İkrime, Atâ1 ve Câbir'e göre, Mekke'de inmiştir.

b)  Kelbî ve Mukatil'e göre, Medine'de inmiştir.

c)  İbn Abbas (R.A.) ile Katade'ye göre, iki âyeti dışında tamamı Medi­ne'de inmiştir. [1]

Âyet sayısı       : 43

Kelime   »        : 855

Harf       »         : 3506 [2]

Sûre ismini, 13. âyette geçen ve daha çok gök gürlemesi anlamına gelen «ra'dsdan alır. [3]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Göklerdeki ve yeryüzündeki açık âyet ve belgelerin Allah'ın var­lığına, birliğine delâlet ettiği anlatılır.

2—  öldükten sonra ikinci hayattan ve kıyametle ilgili önemli safha­lardan söz edilir.

3—  İnkarcı azgınların, va'dedilen azabın inmesini -Peygamber ve mü'-minleri yalancılıkla suçlamak için- acele istediklerine dikkatler çekilerek Allah'ın hükmünde hiçbir değişiklik olamıyacağı hatırlatılır.

4— İnsanı gece-gündüz koruyan meleklerin varlığı hakkında bilgi veri­lerek her insanın günlük hayatını böyle bir imân ve düşünce atmosferi için­de disipline etmesi istenilir.

5—  Allah'a ibâdet edenlerle putlara tapınan^- hakkında birtakım tas-vîr ve temsiller verilir, benzetmeler yapılır. Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar övgü ile anlatılırken, Allah'a verdikeri sözü tutm^van dönekler yerilir.

6—  Cennet'in göz ve gönül dolduran vasıflarına temas edilir ve bu arada Cehennem ve kâfirlerin o günkü durumu açıklanarak gereken uya­rılara yer verilir.

7—  Peygamber'den <A,S.) ve insanlığa teblîğ ettiği şeylerden söz edi­lerek, her peygamberin kendi kavminin dili üzere gönderildiği açıklanır. Peygamberlerin de diğer insanlar gibi evlenip yuva kurduklarına temas edilerek onların beşer üstü birer varlık olarak vasıflandırmaması hatır­latılır.

8—  Dünya hayatının hikmeti ve bazı özellikleri üzerinde durulur. Son­ra da Allah'ın, hakkı yalanlayanlardan alacağı intikamdan söz edilerek in­karcılar uyarılır.

9—  Kâfirler tarafından Peygamber'e (A.S.)  karşı hile kurup düzen­bazlık etmelerinin yeni bir şey olmadığı, bu gibi ölçüsüzlük ve hayasızlık­ların her devirde sahnede olduğu anlatılarak Peygamber'e (A.S.) ve mü'-minlere tesellide bulunulur.

Özetliyecek olursak, diyebiliriz ki: Bu sûre, farklı hükümler ve konu­lar getirmekle beraber önceki sûrelerde gecen önemli konulara yer vererek daha geniş bilgiler ve hükümler sergiler. Nitekim Yusuf sûresinin son kısmında Kur'ân'ın uydurma bir söz olmadığı belirtilirken bu sûrenin baş kısmında Kur'ân'ın her yönüyle hak olduğu bildirilir. [4]

 

Meali;

 

1— Elif- Lâm- Mim- Râ. Bunlar Kitab'ın âyetleridir ve sana Rabbın-dan indirilen (Kur'ân) haktır. Ne var ki insanların çoğu (buna) inanmazlar.

Elif- Lâm- Mim- Râ : Diğer sûrelerde olduğu gibi, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Aynı zamanda sûrenin sır ve hikmetinin anahtarıdır. Asıl mana ve hikmetini Allah daha iyi bilir.

 

İniş Sebebi

 

İnkarcı cahillerin, «Muhammed aklına geleni söylüyor» demeleri üze­rine yukarıdaki birinci âyet inmiştir. [5]

 

Muhammed'e (A.S.) İndirilen Kitap Haktır

 

Hak nedir? Kök manası iki şey arasındaki uyum ve uygunluk demek­tir. Kapının kendi kasasına, pencerenin kendi çerçevesine tıpatıp uygun gelmesi ve uyum içinde kapanıp açılması gibi.. Kur'ân da bu mana doğ­rultusunda insan ruhuyla, sağduyuyla, cumhurun akıl ve mantığıyla, varlık alemindeki câri kanunlarla uyum ve uygunluk içinde bulunduğu ve bunları en uygun şekilde açıklayıp insan aklına ve idrakine ışık tuttuğu ve her yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını, sıfat­larını, güzel isimlerini tanıttığı için ona «Hak Kitap» denilmiştir.

Ayrıca hakkın terim ve sıfat olarak geniş ve çok kapsamlı manası var­dır. Onları şöyle özetliyebiliriz :

a)  İlim ve hikmetin gerektirdiği ölçü ve evsafta bir şeyi  icat eden hakkında sıfat olarak «hak» kullanılır. O nedenle Allah'ın 99 isminden biri Hak'tır.

b)  Ayrıca hikmetin gerektirdiği ölçü ve anlamda icat edilen şeye de «hak» denilir. O bakımdan Cenâb-ı Hakk'ın kudret elinden çıkan her şey hak olduğu gibi, O'nun her sözü de haktır.

c)  Bir şeyin varlığına olduğu gibi inanmaya da «hak» denir. Ölüm, ka­bir âlemi, meleklerin suali, ikinci hayat, kıyamet, hesap, ceza ve mükâfat, Cennet ve Cehennem gibi temel inançla ilgili şeyler hak olduğu gibi, on­lara inanan bir kimsenin inancına da «hak» denilebilir.

d)  Bir fiilin, bir sözün gereken şekilde, gerektiği ölçüde ve gereken vakitte meydana gelmesi de haktır, yani o söz veya fiil için «haktır» de­mekte bir sakınca yoktur.

Kur'ân, hikmetin gerektirdiği ölçü ve anlamda insana yeni bir hayat düzeni getirdiği, hayat verici hükümler, kurallar koyduğu; fizik ve fizik-ötesi gerçeklere olduğu gibi inanmayı telkin ettiği ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'in ağzından din adına çıkan âyet ve hadîslerin, vaktinde, ölçü­sünde, gereğinde ve kıvamında olduğunu açıkladığı için «hak» sıfatıyla anılmıştır.

Ne var ki insanların çoğu ona inanmazlar. Çünkü hakkı araştırıp öğ­renmek istemezler, konuya eğilme zahmetine katlanmazlar. Hakk'a ters düşen basit ve çarpık düşünce ve bilgilerle hakkı reddetmeye çalışırlar.

Kur'ân ayrıca bu âyetle çok İnoe bir noktaya işarette bulunarak dü­şünce ufkumuzu açmak istiyor, şöyle ki: «Rabbmdan indirilen...» sözü kullanılmıştır ki bu, Allah'ın her şeyi yaratmakla kalmayıp varlık âleminde Ver alan nesneleri yüksek terbiye sıfatıyla eğitip türünün özelliğine göre mükemmelliğe doğru yükselttiğini ve böylece her şeyi lâyık olduğu yere oturtarak hak ölçüsü içinde hizmete sevkettiğini hatırlatmaktadır. O ba-mdan Rab sıfatının, eşyanın her parçasında tecellisinin damgasını gör­mek, hakkı bulup ortaya çıkarmak demektir; bunu görmemek ise, haktan uzak kalmak, akıl ve zekâyı yerinde kullanmamaktır. ,

Bu inceliği hikmetiyie yansıtan «Rab ve hak» kavramlarının burada bir arada anılması, Kur'ân'ın insan sözü olmadığını bir defa daha isbatla-makta, kelime ve sıfatlan böylesine mükemmel bir akıcılık ve hikmetleri yansıtıcılık ölçüsü içinde cümleye oturtmanın Allah'a has bir düzenleme olduğunu ortaya koymaktadır. [6]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, Kur'ân'ın bütün âyet ve süreleriyle insanın her iki hayatını en uygun şekilde düzene koyan, duygu ve düşüncelerimizi doğru­ya, iyiye, hayra ve mutluluğa yönlendiren hak kitap olduğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın hak olarak Allah'tan indirildiği, astrono­mi, coğrafya ve botanik açılardan belgeler getirilerek isbatlanıyor ve böy­lece insan aklına ışık tutularak bazı önemli konular üzerinde araştırma zevki aşılanıyor. [7]

 

Meali:

 

2—  Allah, öyle bir kudrettir ki, gökleri, gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiş, sonra ARŞ üzerine ilâhî saltanatını kurmuş; Güneş ve Ay'ı (bel­li kanunlara bağlayıp) emrine başeğdirmiştir ki, bunlardan her biri belir­lenmiş bir süreye kadar (kendi yörüngelerinde)   hareketlerini  sağlar;    işi plânlı biçimde kusursuz yürütür ve âyetleri (varlığına delâlet eden belgele­ri) bir bir açıklar; tâ ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgi ^'nesiniz.

3—  Öyle kudret ki O, yeri yayıp onda sabit dağlar ve bir de ırmaklar meydana getirmiş; yeryüzünde her türlü meyva ve ürünü çift çift yaratıp var kılmış; geceyi gündüze bürümüştür. İşte bunlarda iyice düşünen bir millet için belgeler, ibretler ve öğütler vardır.

4—  Yeryüzünde birbirine komşu  kıt'alar,  üzüm  bağları,  ekinler ve dallı dalsız (çatallı çatalsız) hurmalıklar vardır ki, hepsi de aynı su ile su­lanmaktadır; tat ve lezzette bir kısmını diğerinden üstün ve farklı kılıyo­ruz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir millet için belgeler, ibret, öğüt­ler vardır.

 

Gökleri Direksiz Yükseltmiştir

 

«Allah, öyle bir kudrettir kî, gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir.»

Genellikle cisimlerin boşlukta direksiz, dayanaksız duramadığı bilin­diği ve gözlerin hep bu yerçekimi kanununa alışık olduğu için Kur'ân'da, «gökleri direksiz yükseltmiştir» ifadesi kullanılmıştır. Gerçekte ise, Kur'ân bu anlatım şekliyle iki ayrı kanunu anlatmaktadır; Birincisi, yerçekim ka­nunu, ikincisi bu çekim kuvvetinin dışında kalan cisimlerin boşlukta dura­bileceği kanunu.. Nitekim uzayda cisimlerin yerçekim kuvvetinin dışında kalanları bir direk veya dayanak olmadığı halde boşlukta durmaktadırlar. Diğer bir husus ta şudur: Uzayda boşlukta belli kanunlara göre hareketini sürdüren her cisim, yani yıldız, gezegen ve sistem, büyüklüğü oranında yerçekim kuvvetine sahiptir. Örneğin, Güneş'in hacmi, Dünya'nın 330.000 katı, kütlesi ise, 1.300.000 katıdır. Bu bakımdan yerçekimi orada Dünya'ya oranla 27.9 kat daha fazladır. Ay İse, Dünya'dan çok küçük olduğundan yerçekimi Dünya'nınkinden altı kat küçüktür.

Güneş'teki yerçekim kuvveti gezegenleri yörüngelerinde tutmaktadır ki, Dünya'mız da bu gezegenlere dahildir. Böylece uzaya serpilen milyar­larca yıldızlar hep bu kanun doğrultusunda boşlukta durabilmekte ve ara­larındaki yerçekim kanunuyla birbirlerini belli yörüngede tutup hareketle­rini sağlamaktadırlar.

İşte göklerin, yani gökteki cisimlerin direksiz durmasının anlamı bu­dur. Şüphesiz ki, kâinatta düzen ve dengeyi sağlayan bu iki kanun Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını isbat etmektedir.

- Diğer bir husus da, Kur'ân'da gök cisimlerinden daha çok Güneş ile Ay'dan söz edilir. Zira insanlar daha çok bu ikisiyle ilgilenmekte ve dün­yaları onlarla hayat bulmaktadır. [8]

 

Allah Arş Üzerine Saltanatını Kurmuştur

 

«Sonra Arş üzerine ilâhî saltanatını kurmuştur..»

Kur'ân-ı Kerîm'in tam 21 yerinde ilâhî Arş'tan söz edilir. Bunun yedi âyetinde Allah'ın Arş üzerinde istivası belirtilir. Burada üzerinde durmamız gereken iki önemli husus vardır. Biri, Arş'ın büyüklüğü, diğeri, Rahman olan Allah'ın Arş üzerine istivasıdır. Arş'ın büyüklüğü hususunda ilk akla gelen, göklerden, gökteki bütün sistemlerden, galeksi ve saman yolundan, onun, kıyas kabul etmiyecek hacimde büyük olmasıdır. Yerçekim kanunun­dan ve uzayda bu çekimin bir bakıma dışında kalan cisimlerin boşlukta durması ve her birinin kendi sistemine bağlı olması sebebiyle de yine yer-çekime bağlı kalıp belli bir yörüngede hareket etmesi konu edilirken, kâi­nattaki bütün sistemlere hâkim olup hepsini kendi çekim sınırları içinde tutan Arş'ın hâkimiyetine dikkatler çekilmiştir. Nitekim Âyetü'l-Kürsî'de, Arş'a nisbetle bir basamak sayılan Kürsî'nin göklerden ve yerden geniş (büyük) olduğu açıklanıyor. Arş'ın Kürsî'den çok daha büyük olduğu mu­hakkak. O halde uçsuz kâinatta gök cisimleri ve sistemleri arasında nasıl bir çekim bağlantısı ve sağlam bir dengeleme mevcutsa. Arş ile bütün sis­temler arasında ona benzer bir çekim ve dengeleme söz konusudur.

Allah daha iyisini bilir.

Cenâb-ı Hakk'ın Arş üzerine istivası ise, ilim adamlarının çoğuna göre mecazî bir tabirdir. Bununla O'nun kudret ve saltanatının en çok ve en belirgin şekilde Arş üzerinde tezahür ettiğine işaret ediliyor. Zira istiva sözlükte : Eşit ve denk olma, düz ve kapsamlı bulunma, örtme ve kuşatma, ortada tam denge ve düzende bulunma gibi mânalara gelir. el-Müfredat sahibi Râğıb bunlara şu iki manayı da İlâve etmiştir: İki şeyin yanyana eşit şekilde bulunması, bir şeyin kendi kudretiyle ayakta dengede durması..

Ancak İstevâ fiili alâ harfiyle geçişli geldiğinde, istilâ mâ­nasına delâlet eder. Ayrıca ilim adamlarından bir kısmına göre, âyetteki istiva 'nın manası, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de Allah'ın yüksek irâdesine baş eğip denge ve düzende bulunmaktadırlar, demektir. [9]

 

Güneş Ve Ay İçin Belirlenmiş Süre

 

«Güneş ve Ay'ı (belli kcuaniara bağlayıp) emrine baş eğdirmiştir ki, bunlardan her biri belirlenmiş bir süreye ka­dar (kendi yörüngelerinde) hareketlerini sağlar.»

Güneş ve Ay için belirlenmiş süre, kâinat düzeninin bozulmasıyla yani kıyamet olayının meydana gelmesiyle yorumlanır. Kıyametin ne zaman ko­pacağı hakkındaki bilgi ise, Allah'a aittir.

O halde güneş enerjisinin bir gün tükeneçeğiyle ilgili birtakım varsa­yımlar bizi olumlu bir neticeye götürmez. Çünkü kıyametin kopması, güneş enerjisinin tükenmesine bağlı değildir. O, belli bir plâna göre ayarlanmış­tır; tıpkı kurulan saat gibi, vakti gelince çalmaya başlar ve süresi dolunca durur. İşte o süre dolunca, diğer sistemlerle birlikte güneş sistemi de alt­üst olur. Neyin nereye varacağı, sonra da ikinci düzenin nasıl kurulacağı, birtakım tahminler yürütülerek bilinmez.

Diğer önemli bir husus da şudur: Sahîh hadîslerden aniıyoruz ki, kı­yamet olayıyla güneş yörüngesinden çıkınca eski düzen ve dengesi bozul­makla beraber, yeni kurulacak düzende yine yerini alacak. Nitekim «Mah­şer alanında güneş iyice yaklaştırılır» sözü bize bir ip ucu vermektedir. O halde her gün biraz eksilmek suretiyle bir gün gelecek güneş enerjisi tü­kenecek nazariyesi bizce müsbet bir sonuca götürücü değildir. [10]

 

Allah, İşleri Plânlı Ve Programlı Yürütendir

 

«İşi plânlı biçimde kusursuz yürütür ve âyetleri (varlığına delâlet eden belgeleri) bir bir açıklar; tâ ki, Rabbımza kavuşacağınıza kesin bilgi edinesiniz.»

İlgili âyette tedbîr kökünden «yüdebbirü» fiili kullanılmıştır. Bu, işlerin sonunu, fayda ve yararlarını düşünerek harekete geçmek, başlatı­lacak her işi sonucuyla ve sağlayacağı faydalarla değerlendirmek ve öyle­ce plânlı ve programlı şekilde yürütmek anlamına gelir.

Allah (c.c.) varlığına ve birliğine delâlet eden astronomi ile ilgili delil­leri sıraladıktan sonra; işleri düzenli, sağlıklı yürütmede gereken önlem­leri aldığını açıklıyor. Öyle ki, kurduğu düzenin amacını, yararını ve sonu­cunu belirleyip şaşmayan kanunlarıyla yürüttüğünü, akıl sahiplerine ha­tırlatıyor. Zira kâinattaki mükemmel ve ahenkli nizamı insanoğlu daha çok akıl yoluyla çözebilin her düzenin bir düzenleyicisinin, her plân ve her prog­ramın bir proğramlayıcısmın bulunduğunu yine akıl aracılığıyla anlayabilir.

Şüphesiz ki, âyette belirtilen ilmî mu'cizelerin ve akla ışık tutan bel­gelerin bir bir açıklanması, Rabbımızın kudretinin sınırsızlığını ve yüceli­ğini bize öğretirken, eninde, sonunda O'na döndürüleceğimiz hakkında en sağlam bilgileri vermektedir. [11]

 

Yeri Yayan, Sabit Dağları Oluşturan Odur

 

«Öyle kudret ki O, yeri yayıp on-da sabit dağlar ve bir de ırmaklar meydana getirmiştir.»

Yeryüzünü canlıların ve bitkilerin yaşamalarına elverişli biçimde ve verimlilikte yayıp hazırlayan Allah, yarattığı her canlıya, yaratılışındaki özelliğine ve bağlı bulunduğu hayat kanununa uygun bir yaşam ortamı ha­zırlamıştır. O kadar ki, dağlarda, soğuk ve sert iklimlerde yaşayan hayvan türleri ve yetişen birçok bitkiler, kendi iklim şartlarına bağlı birtakım özel­likler arzettikleri için, çölde yaşamaları çok zor, hattâ imkânsızdır.

Dağların su kaynaklarının deposu olduğu ise, bir gerçektir. Ayrıca dağ iklimlerinin özelliklerinden biri de, yeryüzünün çeşitli yüksekliklerin-deki bölgelerin şartlarını bir dizi üzerinde birbirine yakın olarak verme­leridir.

Diğer yandan dağlarda sıcaklığın azalmasıyla birlikte nemlilik oranı da artar. Atmosfer dolaşımının yükseklere yönelttiği hava kütleleri yükse­lirken soğur, nemi yoğunlaştırır da kar ve yağmur olur. Bu yüzden dağ yö­releri alçak yerlerden daha çok yağış alır ve kaynakları besler. Sonra da dağlardaki fazla nemlilik yoğun bir bitki örtüsünün oluşmasına yol açar. Şüphesiz bu da iklim üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirir; toprak kaymasını önler; hayat ve sağlık kaynağı haline gelir. Ekonomiye katkısı ise, ayrı bir konu..

İşte ırmakların meydana gelmesi, daha çok dağların varlığıyla bağlan­tılıdır. Onun için Cenâb-ı Hak, âyette sabit dağlardan hemen sonra «ır­maklar meydana getirmiştir» cümlesine yer vermiştir. [12]

 

Bitkilerin Çift Yaratılması

 

«Yeryüzünde her türlü meyva ve ürünü çift çift yaratıp var kılmıştır.»

Âyette geçen ve Türkçeye «çift çift» diye çevirisini yaptığımız «zev-çeyn» tabiri üzerinde duranlar, az farkla da olsa birtakım yorumlarda bu­lunmuşlardır. Özellikle kelimenin sözlük manası hayli kapsamlı olduğun­dan lûgatçıların birtakım tesbitleri söz konusudur. Onları şöyle özetliye-biliriz:

Zevç: Eş, çift olan iki şeyden her birine denir. Bu bakımdan evli olan erkek ile kadının her birine «zevç» denilmiştir. Ancak dişiyi erkekten tefrik için de kadına «zevce» denilmesi yaygınlaşmıştır. Aynı zamanda hay­vanların cinslerine göre, erkek ve dişisinin her biri hakkında bu isim kul­lanılmaktadır. Bunun gibi, renk, şekil ve desen gibi hususlarda birbirlerine benzeyen veya zıddı olan iki şeyden her birine de «zevç» denildiği vakidir. Kur'ân'dan buna birer misal vermemizde yarar vardır:

«Toplayıp sürün mahşer yerine o zulmedenleri ve zevcelerini (eşlerini, yandaşlarını, benzerlerini) ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri, hepsini Ceriennem'ln yoluna koyun.» [13]

«Kâfirlerden bir kısmına –birbirine benzer ve emsal  sayılacak   ölçüde-   verdiğimiz   servete   gözlerini dik­me...» [14] Görüldüğü gibi, her iki âyette de gecen «ezvac» tabiri, eşler, yandaşlar ve benzerler şeklinde tefsîr edilmiştir.

Diğer bir husus da şöyledir: Allah, bir ve benzersiz olduğu için O'na «tek» denilmiş; eşi, dengi, benzeri ve akranı olan şeylere «çift» mânasına gelen «zevç» denilmiştir. Kur'ân'da bu incelik şöyle belirtilmiştir:

«Her şeyden çift çift yarattık, olur ki düşünüp ibret ve öğüt alırsınız.»

Yani Allah'tan başka her şeyin eşi, dengi, benzeri ve akranı vardır. [15]

Böylece Kur'ân, Allah'tan başka her şeyin birtakım benzerleri, denk­leri ve akranları bulunduğunu belirtmekle kalmıyor, bir de bitkilerin nasıl ürediklerine işarette bulunarak araştırıcılara ip uçları veriyor. Yapılan bi­limsel araştırmalar bizi şu sonuca götürmektedir: Bitkiler, eşeyli üreme, eşeysiz üreme, diye iki ayrı şekle ayrılır. Bitkilerin çoğu eşeyli üreme ile vücut bulur. Şöyle ki: Genç bir bitki önce hücrelerini çoğaltarak büyür, ergin hale gelince, tohum yolu ile kendine benzeyen yeni bitkiler meydana getirir.

Bitkiler âleminin büyük bir şubesini meydana getiren çiçekli bitkiler­de üreme, çiçek vasıtasıyla olur. Yani çiçekler bitkinin üreme organlarıdır. Bu açıdan bakılınca, her bitki kendi benzerini, dengini ürettiğinden, çift ya­ratıldığı ortaya çıkıyor. Aynı zamanda her bitki türünün az farklı çeşitleri bulunduğuna işaret ediliyor. Çift yaratma, her birinden birkaç çeşit mey­dana getirmeyi anlatır.

Sayılarını kesin tesbit edemediğimiz bunca bitki ve meyvaların renk­leri, kokulan, tatları ve şekilleri değişiktir. Oysa hepsi de aynı su ile su­lanmakta ve hepsi de aynı toprakta yetişmektedir. Çünkü her bitki hak­kındaki ilk ilâhî tecelli, onun bütün özelliklerini genler, yani kalıtım birim­leri ile belirlemiştir. Artık değişmesi söz konusu değildir. O bakımdan her bitki kalıtım birimindeki özelliği taşır; su, toprak ve güneş o özelliğin or­taya çıkması için gereken ortamı oluştururlar.

İlgili âyette «Hepsi de aynı su ile sulanmaktadır..» buyurulması, dikka­timizi bu inceliklere çekmekte ve ciddi araştırma yapmamızı ilham etmek­tedir. [16]

 

Geceyi Gündüze Bürüme

 

«Geceyi gündüze bürümüştür.»

Yerkürenin kendi ekseni ve Güneş'in etrafında bir elips çizerek dön­mesinden meydana gelen gece ve gündüz olayına işarette bulunuluyor. Hayvanların ve bitkilerin yaşayıp gelişmesini sağlayan bu olayın, gelişigüzel olmadığı, belli bir plân ve programa göre yürütüldüğü belirtiliyor. Kâinatı böylesine ince hesaplarla hareket haline sokan ve her hareketin bir baş­langıcı ve hareket ettiricisi bulunduğu gibi, bir sonu ve noktalayıcısının da olduğunu, iyice düşünmemizi ilham eden O Yüce Kudret'in karşısında eği-Up secde etmemiz gerekmiyor mu?

Bütün bu düzenli, faydalı olaylarda düşünebilen bir millet için nice deliller, belgeler, öğütler ve ibretler vardır. [17]

 

Kesin Bilgi Edinme - Düşünme - Akletme

 

Konumuzu oluşturan üc âyette şu üç kavrama yer verilmiştir: Kesin bilgi edinme, düşünme ve akletme.. Bunun için de Allah'ın varlığına ve kudretinin eşsizliğine delâlet eden temel bilgi ve ana fikir mahiyetinde on-beş madde sıralanmıştır:

Bunlardan astronomiyle ilgili beş madde anıldıktan sonra, «Tâ kî Rab-bınıza kavuşacağınıza kesin bilgi edi nesin iz», denilerek, düşünce ve akılla birleşen imqnın lüzumu üzerinde durulmuştur. Coğrafya ve botanikle ilgili beş maddeye daha yer verildikten sonra, «İşte bunlarda iyice düşünen bir millet için belgeler, ibretler ve öğütler vardır», denilerek düşünmenin öne­mi üzerinde durulmuştur. Sonra da yine coğrafya ve botanikle ilgili beş konuya dikkatler çekilerek, «Şüphesiz ki bunda, aklını kullanan bir mîllet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır», buyurulmuştur.

Önce Allah'ın varlığına ve birliğine inandıktan sonra O'na kavuşaca­ğımıza kesin bilgi edinebilmemiz için, aklın temelini oluşturan düşüncemi­zi mevcut düzene çevirmemiz gerekmektedir. Aklımız düşüncemizi yönel­tirken elde ettiği bilgileri imana malzeme olarak verir ve böylece kesin bilgi edinmemiz gerçekleşir.

Yeryüzünde her gün karşılaştığımız iki önemli konu vardır: Coğrafya ve botanik.. Düşüncemizi bu iki konu üzerine teksif edip gereken araştır­mayı akıl ve zekâmızla, edindiğimiz bilgilerle yürüttüğümüz takdirde, bizi doğruya götüren, olumlu sonuçlar elde etmemize yardımcı olan belgeleı

toplamış oluruz. Şüphesiz iyi düşünmenin bu sonuca erişmemizde yeri ve önemi tartışılmaz.

Bitkilerle ilgili genlere, yani kalıtım birimlerine yapılan işaretle, her canlı ve bitkinin türünün bütün özelliklerini o canlının ve bitkinin genlerine yerleştiren Allah'ın ne kadar yüce olduğu belirtilirken, bu konuda aklımızı çok iyi kullanmamız emrediliyor. Çünkü sözü edilen incelikleri anlayabil­mek için mutlaka,akla ve aklın temeli olan düşünceye ihtiyaç vardır. [18]

 

Ayetler arasında bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın sonsuz ilim ve kudretinin damgasını taşı­yan ve O'nun varlığını, birliğini yansıtan onbeş temel bilgi sıralanarak, iyice düşünmemiz ve aklımızı kullanmamız emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca delil ve belgelere rağmen hâiâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin bulunduğu hayretle karşılanıyor ve aklını, düşüncesini iyice kullanmayan o inkarcılar Cehennem azabıyla uyarılıyor-lar. Sonra da fıtratlarındaki din ve Allah duygularını köreltip Hakk'ı ret eden azgınların tehdid edilegeldikleri azabı hemen istemeleri konu ediliyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) istenilen mu'cize veya harikulade olayları kendi­liğinden getirmeye me'zun bulunmadığı belirtilerek O'nun görev sınırı kıs­men hatırlatılıyor. [19]

 

Meali:

 

5—  Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, onların : «Biz toprak olunca mı yeni bir halk (canlı yaratık) olacağız?» sözüdür. İşte bunlar Rablarını tanımadılar ve bunlardır boyunlarında demir halka olanlar! İşte bunlardır Cehennem yaranı. Orada devamlı kalıcılardır bunlar.

6—  (İnkarcı azgınlar) senden iyilikten önce kötülüğün (gelmesini) ace­le isterler. Halbuki onlardan önce ibretli misâl teşkil edecek nice cezalar gelip geçmiştir. Şüphesiz ki, Rabbin insanlara, işledikleri zulümlerine kar­şı yine de mağfiret sahibidir ve şüphesiz ki Rabbin cezası pek şiddetlidir.

7—  O inkâra sapanlar diyorlar ki: «O'na (Muhammed'e) Rabbinden bir mu'cize, bir açık belge indirilseydi ya..» Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavim (ve millet) için yol göstericisindir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki, siz başaçık, çıplak ve sünnetsiz bir halde (diriltilip) Rab-bınıza kovuşacaksınız.» [20]

«Doğrusu, ey insanlar! sizler Allarımıza başaçık, çıplak ve sünnetsîz bir halde neşrolunacaksınız. İlk yarattığımız gibi, sizi tekrar (diriltip) kaldı­racağız. Bu bizim üzerimize bir va'ddır ve elbette biz (o va'dımızı) yerine getireceğiz.» [21]

«İnsanlar kıyamet günü (dirilip) çıplak ve yalınayak haşrolunacaklar.» Bunun üzerine Ümmu Seleme (R.A.) sordu:

  Vay, utanç yerlerimiz (ne olacak), birbirimize mi bakıp duracağız?! Resûlüllah (A.S.) ona şu cevabı verdi:

  İnsanlar o gün için meşguldürler.

  Meşguliyetleri ne olacak?

  Amel sahifeleri açılacak; içlerinde iyilikten ve kötülükten küçücük karıncanın başı, hardal tanesi kadar ne varsa hepsi tartılacak, (İşte meş­guliyet bu olacak). [22]

«İnsanlar kıyamet günü (dirîlip) üç sınıf halinde haşrolu nacaklar:

1.  Yaya yürüyenler.

2.  Binek üzerinde gelenler.

3.  Yüzükoyun sürünüp gelenler.» Bunun üzerine soruldu:

  Yüzükoyun nasıl sürünüp gelebilecekler?

Resûlüllah (A.S.) cevap verdi:

  «Onları ayak üzerinde yürüten kudret, elbette yüzükoyun da yü­rütecektir. Onlar (bir zamanlar dünyada) yüzlerini her tümsekten ve di­kenden sakınırlardı, değil mi?» [23]

 

Asıl Şaşılacak Şey

 

«Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, onların: Biz toprak olunca mı yeni bir halk (canlı yaratık) ola­cağız?! sözüdür.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'de ve çevresinde, hem putperest­lerin, hem kitap ehlinin yanında «el-Emîn» yani güvenilir bir kişi olarak bi­linip tanınırken, kendisine peygamberlik görevi verilince, yüzseksen dere­celik dönüş yapıp bu defa O'nu yalanlamaya başladılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onların bu anlayış ve davranışlarına şaşırdı. Allah da: «Asıl şa^ şılacak şey, onların: Biz toprak olunca mı yeni bir halk (canlı yaratık) ola­cağız? sözleridir.» Aynı zamanda o inkarcılara «Gökîeri ve yeri kim yarat­tı?» diye sorulduğunda, «Allah...» derler. «Sizi ilk yaratan kimdir?» diye soru yöneltiidiği zaman, yine cevap olarak, «Allah...» derler. Hayret değil mi? İlk yaratılışlarının ilâhî irâdeyle vücut bulduğunu kabul ettikleri halde, ikinci yaratılışı akıllarına bir türlü sığdıramayıp inkâr ediyorlar. Oysa ikin­ci yaratmak Allah'a ağır mı gelecek? Bir an farzedelim ki, yaratmakta bir zorluk söz konusudur, o halde bu ilk yaratmak hususunda düşünülebilir. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk'a göre, zor, kolay diye bir şey yoktur. O bir şeyin ya­ratılmasını irâde ettiğinde ona «ol!» der, o da -sebepleri hemen oluşarak-oluverir.

Allah insanları Adem'den yarattığında değişmeyen bir üreme kanunu koyduğu gibi, öldükten sonra tekrar diriltmek için de yeni bir hayat kanu­nu koyamaz mı? İnsanların yarlık alanında hiçbir örnek ve modelleri bu­lunmadığı halde, onları yoktan var kılan Allah, öldürdükten sonra, örnek ve modelleri ortada dururken tekrar yaratmaya gücü yetmez mi? Bunu inkâr etmek daha şaşılacak bir şey değil midir?

Şüphesiz ki, inkarcılar bu görüş ve anlayışlarından vaz geçmedikleri takdirde, kendilerine büyük bir haksızlık etmiş olurlar. Zira bizzat insan vücudu, o yaratanın sonsuz kudretinin en parlak damgasını taşımakta ve O'na ibâdet için yaratıldığını ilân etmektedir. Onu asıl gayesinden alıp baş­ka bir yöne döndürmek haksızlığın en kötüsü, nankörlüğün en fenasıdır. Kıyamet gününde bu haksızlık manadan maddeye dönüşerek sahibinin sır­tına yükletilir ve lâyık olduğu yere gönderilir. [24]

 

Sapık İnkarcılar Kötülüğün Hemen Gelmesini İstiyorlardı

 

«Senden iyilikten önce kötülüğün (gel­mesini) acele isterler,.»

Mekkeli müşrikler bu isteklerinde samimi değillerdi. Sırf alay ve eğ­lence olsun diye bu kabii istekler izhar ederek Hz. Muhammed'i (A.S.) üz­mekten ve O'na imân eden mü'minlerde birtakım yersiz şüpheler uyandır­maktan derin zevk alırlardı.. Çünkü onlara göre, nasılsa bir azap inmiye-cekti. O bakımdan endişeye de mahal yoktu.

Onların bilmediği bir gerçek var, o da : Allah'ın ezelde hazırladığı plâ­nın ve uyguladığı programın şaşmazhğidır. Bir şeyin, bir olayın belirlenmiş vakti ve saati, sebep ve ortamı oluşup ortaya çıkmayınca, sünnetullah hükmünü icra etmez. O bakımdan inkârlarını azgınlık ve haksızlıklarla bir­leştirenler, belli bir çizgiye geldiklerinde, Allah'ın hükmü iner. Bunun en açık misallerini gelip geçen milletlerin ve kavimlerin tarihlerinde görmek­teyiz.

Azabın hemen indirilmemesi, sünnetullaha bağlı bir konudur, demiş­tik. Geciktirilmesinin gerekçesi, Allah'ın rahmet ve mağfiretidir. İnkarcı in­kârından, azgınlar tuğyanlarından, ahlâksızlar tuttukları yoldan vazgeçer­ler diye, onlara mühlet verilmektedir. İlâhî rahmetin bu inceliğini anlama-yıp inkâr ve tuğyanında ısrar edip duranlara gelecek olan azap da o nis-bette ağır olur. İlgili âyetin son cümlesiyle inkarcılar uyarılmaktadır: «Ve şüphesiz ki Rabbın cezası pek şiddetlidir.» [25]

 

Peygamberden (A.S.) Hemen Büyük Bir Mu'cize İsterler

 

«O inkâra sapanlar diyorlar ki: O'na (Muhammed'e) Rabbından bir mu'cize, açık bir belge indirilseydi ya.»

Daha önceki peygamberlerden de büyük mu'cizeler ortaya koymala­rı istenildiğini yine Kur'ân'ın beyânından öğrenmekteyiz. O çağlarda geli­şen bir ilim, göz ve gönül dolduran bir teknik olmadığından peygamberle­rin bir kısmı istenilen mu'cizeieri -Allah'ın izniyle- ortaya koymuşlar ve böylece isteklerinde samimi olanlarla olmayanları birbirlerinden ayırt et­me imkânına kavuşmuşlardı. Musa (A.S.)in Asâ'sı, İbrahim (A.S.)ın ateşe

atılması ve ateşin onu yakmaması, Nuh Peygamberin gemisi ve kopan tu­fan, bunlardan bir kaçıdır. Son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) gelin­ce : O, mu'cizeden ziyade ilim ve yüksek irfanla donatılarak gönderilmiş ve kendisine indirilen Kur'ân baştan sonuna kadar büyük mu'cizelerle dop­dolu olarak hazırlanmıştır. Bu bakımdan O, kâinat kitabının sahifelerini bir bir insanlıktan yana açıp onların düşüncelerine ve akıllarına seslenmiş, ilim adamlarına ip ucu vermek suretiyle yol göstermiş, araştırıcılara ışık tutarak hareket noktalarını belirlemiştir. Çünkü O, artık kıyamete kadar Allah'ın son mesajını tebliğ ile görevlendirildiğinden ilmi esas kabul ede­rek hareket etmiş, insan düşüncesine değer vererek görüş ufuklarını ala­bildiğine genişletmiştir. Hayatta iken bir kaç mu'cize göstermesi, sadece hak peygamber olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Çünkü o çağda Kur'ân'ın getirdiği bilimsel düzeydeki temel bilgileri, ana fikirleri putperestlerin an­layıp takdir etmesi düşünülemezdi. O bakımdan onları tatmin edecek ola­ğanüstü şeylere ihtiyaç vardı. Bugün artık mu'cizeye gerek yoktur, hem mümkün de değildir. Peygamberimizden sonra peygamber gönderilmiye-ceğine göre, mu'cize de tecelli etmiyecektir. Kur'ân her yönüyle açık bir mu'cize olarak önümüzde duruyor. On beş asır önce getirdiği ilmî temel bilgiler, ana fikirler bütün açıklık ve berraklığıyla çağların ve medeniyet­lerin önünde yürümektedir. İlmî araştırmalar gerçekleri bulup çıkardıkça, Kur'ân'ı tasdîk etmekte ve beşer sözü olmadığını bir defa daha isbatla-maktadır. [26]

 

Son Peygamberin İki Ana Görevi

 

«Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavim (ve millet)e yol göstericisin.»

İlgili âyetle, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in insanlıktan yana bütün hiz­metleri iki ana çizgide toplanıyor:

1—  İki hayatın amaç ve gayesine ters düşen yanlış ve tehlikeli yolda yürüyenleri uyarmak,

2—  Doğru yolu göstermek, Allah ile kullan arasındaki engelleri kal­dırmak suretiyle insana muhtaç bulunduğu bilgi ve irfanı vermek..

Bunun için de göklerde ve yerde Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden binlerce âyet ve belgeyi insan düşünce ve ak-lıyîa karşı karşıya getirmek gerekiyor. Hz. Muhammed (A.S.) da bütün bunları belirtilen iki ana çizgi doğrultusunda kusursuz yerine getirmiştir.

Yoksa O, her istenileni anında ortaya koyma, harikulade olayları peşoeşe sıralama ve kâinatta mutlak tasarrufa mâlik olduğu iddiasıyla sah­neye çıkma yetkileriyle gönderilmemiştir. Ancak Allah'ın bildirdiğini bil­miş, O'nun indirdiğini tebliğ etmiştir. Nitekim Kehf sûresinde Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de diğer insanlar gibi bir beşer olduğu şöyle belirtil­mektedir: «De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, (şu farkla ki) ilâhı­nızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolundu. Artık kim Rabbına kavuşmayı arzu ederse, iyi-yararlı amelde bulunsun ve Rabbına ibâdette hiç bir or­tak tutmasın.» [27]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insan aklını ve düşüncesini doğruya yönlendire­cek, göklerde ve yerde bunca delil ve belgelere rağmen, hâlâ öldükten sonra dirilmeye inanmayanların düşünce ve anlayışı hayretle karşılandı. Va'dolunan azabın hemen inmesini isteyenlerin arzularına göre ilâhî kanun­ların ve hükümlerin değişmiyeceğine işaret edildi. Hz. Muhammed'e (A.S.) büyük bir mu'cize indirilmeli değil miydi, diyenlere, Peygamber'in (A.S.) asıl görevinin neler olduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın ilminin ve kudretinin her şeye nüfuz et­tiği anlatılarak ana rahminde oluşan ceninin gelişme safhalarını en ince ayrıntılarına kadar bildiği, bir misal olarak ekleniyor. Sonra da gizli, açık hiç bir şeyin Allah'ın ilminin ve tasarrufunun dışında olmadığı açıklanarak, Allah hakkında bilinmesi gereken temel bilgilerden biri öğretiliyor. [28]

 

Meali;

 

8—  Allah her dişinin (rahminde) ne taşıdığını; rahimlerin neyi eksilt­tiğini, neyi artırdığını bilir. Her şey O'nun yanında belli bir ölçüye göredir.

9—  Görülmeyeni de, görüleni de bilendir. O, çok büyüktür, çok yü­cedir.

10—  Sîzden sözünü gizleyen ve onu açığa vuran, geceleyin gizlenen, gundüzleyin beliren (her şey onun yanında) birdir, farketmez.

11— Her biri için önünden arkasından kendisini izleyen (görevli me-lekjler vardır; onu Allah'ın emriyle korurlar. Bir millet (hayat kanununa uyup) kendi (ahlâk ve düzenini) değiştirmedikçe, Allah, onlar hakkındaki

(hükmünü) değiştirmez. Allah bir millete fenalık yapmayı irâde buyurdu­ğunda, artık onu geri çevirecek yoktur ve onlar için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulunmaz.

 

İlgili Hadîsler

 

(Şüphesîz sizden her birinizin şekli, ana rahminde kırk günde biraraya gelip oluşur. Sonra onun gibi (kırk günde) kan pıhtısına dönüşür. Sonra yi­ne onun gibi (bir kırk günde) et parçasına dönüşür Sonra da Allah ona bir melek gönderir de o melek dört kelime (söz) ile emrol un muştur; Onun rızkını, ömrünü, bedbaht (mutsuz) veya bahtlı (mutlu) olduğunu yazar.» [29]

Açıklama :

Yapılan anatomik araştırmaya göre de, ana rahminde oluşan cenin, üçüncü ayın sonunda organları belirginleşmiş bir et parçası şeklini alır. Dördüncü ayın sonunda, yani 120 günlük bir süre geçtikten sonra şekli iyice teşekkül eder.

Hadîs-i Şerifte ifade edildiği gibi, işte bu dönemde, görevli melek inip ona yerleşmiş bulunan insanî ruhla temasa geçer ve kaderini yazar.

Diğer bir rivayette, yukarıdaki hadîsin sonuna şu fazlalık eklenmiştir: «Melek, ey Rabbım! erkek midir, dişi midir? Ey Rabbım! şakiy midir, saîd midir? Rızkı nelerdir, eceli nedir? diye sorar. Allah ona (bu hususları) em­reder ve o da yazar.» [30]

«Gaybın anahtarı beştir ki, onları ancak Allah bilir: Yarın neler ola­cağını ancak Allah bilir. Rahimlerin neleri eksilttiğini ancak Allah bilir. Yağmurun ne zaman yağacağını (bulutların ne zaman oluşup yağmur in­direceğini) Allah bilir. Her bir canlının nerede öleceğini ancak Allah bilir ve kıyametin ne zaman kopacağını da ancak Allah bilir.» [31]

«Sizin peygamberinize, gayb ile ilgili beş şeyin anahtarı dışında her şey verilmiştir...» [32]

Açıklama :

Peygamberimize anahtarı verilmeyen gayb ile ilgili beş şey, bir önceki hadîste belirtilen hususlardır.

Ancak unutmamak gerekir ki, Allah, bu beş şeyden de dilediğini dile­diği kimseye bildirir.

«Sizi geceleyin bir kısım melekler, gündüzieyîn de bir kısım melekler birbirlerini takip ederek gözetirler ve bunlar (nöbet değiştirmek için) sabah ve ikindi namazlarında biraraya gelirler. Sonra da sizinle geceleyenler gö­ğe çıkarlar. Allah -daha iyisini bildiği halde- onlara sorar: Kullarımı nasıl ve ne halde terkettiniz? Onlar da: Namaz kılarlarken onları terkettik, na­maz kılarlarken onlara gittik, diye cevap verirler.» [33]

Hz. Ali (R.A.) Kûfe'de minber üzerinde halka hitap ederken şu hadisi nakletmiştir: «Aziz ve Celîl olan Rabbınız (kudsî hadîs olarak) buyurdu ki; «İzzet ve celâlim hakkı için ve Arş üzerindeki yüceliğim hakkı için her­hangi bir kasaba veya bir aile efradı, benim hoşlanmadığım bir günah ve kötülük üzere bulunurlar da sonra ondan yüz çevirip benim sevdiğim taât ve ibâdete dönerlerse, mutlaka ben de onların hoşlanmayacağı azabımı onlardan çevirip, kendilerini rahmetimden sevdikleri şeye yöneltirim.» [34]

 

Allah Her Dişinin Rahminde Ne Taşıdığını Bilir

 

«Allah   her   dişinin (rahminde) ne taşıdığını; rahimlerin neyi eksilttiğini, neyi artırdığını bilir.»

Ana rahminde taşman ceninin bizce bilinmeyen, Allah'a ise bütünüy­le malûm olan hususlarını şöyle özetleyebiliriz:

a)  Rahimdeki ceninin babası kimdir?

b)  Doğup dünyaya gözlerini açınca nasıl bir kişi olacaktır?

c)  Ne kadar yaşayacaktır?

d)  İyi, mutlu bir kimse mi olacak, yoksa kötü ve bedbaht olarak mı hayatını noktalayacak?

e)  Cennetlik mi olacak, yoksa Cehennemlikler arasında mı yerini ala­cak?

f)  Allah'a ve diğer esaslara inanacak mı, yoksa inkâr mı edecek?

g) Annesi onu rahminde kaç ay taşıyacak, eksik mi doğacak, tam olarak mı dünyaya getirecek?

İşte bütün bu kapalı hususları ancak Allah bilir, bizler bilemeyir Ama ne var ki, O, dilediğine bunları bildirir. [35]

 

Rahimler Neyi Eksiltir Veya Artırır?

 

Bu, ana rahmine intikal eden sperma hayvancıklarından birinin veya birden fazlasının yumurtalığa ulaşmasıyla yorumlanabileceği gibi; yumur­ta hücresinin X kromozomu taşıyan bir spermayla döllenmesi neticesi kız; Y kromozomu taşıyan bir spermayla döllenmesi neticesi erkek çocuğun rahimde oluşmasıyla da yorumlanabilir. Zira her iki durumda da bir eksil­me ve artma söz konusudur. Ana rahmine intikal eden milyonlarca sper­ma hayvancıklarından sadece birinin veya bazan ikisinin yumurtalığa ge-Cip döllenmesi, bu korkunç sayıdaki hayvancıkların nasıl eksiltilerek döl­lenme dışı bırakıldığını gösterir,

Bir başka yorumla da şöyle diyebiliriz: Ana rahminde oluşan cenine, normal gıda alan bir annenin aktardığı gıdayla, az gıda aian, iyi beslen­meyen bir annenin aktardığı gıda elbetteki farklıdır. Birinde artma, diğe­rinde noksanlaşma söz konusudur.

Klasik tefsirlerde ise bu, ceninin ana rahminde kaldığı süreyle yorum­lanmıştır. Bir kısmı normal süresini tamamladıktan sonra doğar, bir kısmı ise, o süre tamamlonmadan doğar, demişlerdir.Allah daha iyisini bilir. [36]

 

Her Şey Allah Yanında Belli Bir Ölçüye Göredir

 

«Her şey O'nun yanında belli bir ölçüye gö­redir.»

Varlık âleminde mutlak bir düzen hâkimdir. Her şey bu düzende, hıl-katındaki özelliğine, yarar ve zararına göre yerini almıştır. Her birinin ve meydana gelecek her olayın belli sebepleri, çizilmiş sınırları, değişmez öl­çü ve boyutları vardır. Hiç biri ne o sınırını aşabHir, ne ölçüsünü taşabilir. Aksini düşünmek ise, kargaşalık ve düzensizlik doğurur.

Görüldüğü gibi, dünya biraz daha büyük olsaydı, yerçekim nisbeti bi­raz daha artar, bu kadar rahat hareket imkânımız olmazdı. Daha küçük yaratılsaydı, çekim kuvveti o nisbette azalır ve üzerindeki atmosfer tabaka­sını tutamaz duruma gelirdi. Yerkürenin onda yedisinin denizlerle kaplı bulunması, yağış alma ve su kaynaklarını besleme dengesini sağlamakta­dır. Daha az veya daha fazia olsaydı, bu denge ve düzen bozulur; az oldu­ğu takdirde kuraklık, çok olduğu takdirde sel felâketi hüküm sürerdi. At­mosfer tabakası bugünkünden daha kalın olsaydı, soğuktan donar, daha az olsaydı sıcaktan kavrulurduk.

Şüphesiz bu misalleri çoğaltmak mümkün. Kalbin atış temposu ve sayısı; nabzın atış sayısı hep birer ölçü ve belli bir sınırda tutulmuştur. Değiştikleri zaman hayatımız tehlikeye girer. Genlerin, insanın bütün özel­liklerini, atalarının irsî kusur ve meziyetlerini, çok mükemmel bir plân ve programa göre kendinde taşıyıp formüle etmesi, her şeyin mutlak suret­te belli bir hesaba göre yaratıldığını; ifade etmektedir.

Yumurtalığa intikal eden spermanın onunla birleşip geon^*-ik olarak bölünüp çoğalması da bunun bir başka delili sayılır. Vücudumuzdaki hücre­lerin, yapıları aynı olmakla beraber, her birinin yüklendiği programa göre hizmet vererek vücut yapısını ayakta tutmaları, ilgili âyette belirtilen ilâhî beyânı tasdik etmiyor mu?

Zira Allah'ın ilmi her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Onun ilminin dışında, plân ve programının ötesinde hiç bir şey düşünemeyiz. Kendisi gibi, ilmi ve kudreti de sonsuz ve sınırsızdır. [37]

 

Koruyucu Melekler

 

«Her biri için önünden arkasından kendisini izleyen (görevli melek)ler vardır, onu Al­lah'ın emriyle korurlar.»

İnsanı, görünmeyen ve bilinmeyen şeylerden koruyan melekler vardır. Zira insan kendini az-çok görülebilen, bilinebilen şeylerden akıl, zekâ ve iradesiyle koruyabilir. Bu zahirî tehlikelere karşı herkes kendine düşen tedbiri alıp korunmak için belli sınıra gelip dayanınca, Allah'ın yardımı te­celli eder ve böylece korunma gerçekleşir. Göremediğimiz veya bilemedi­ğimiz şeylerden korunmaya gelince, kâinatta sayısı belirsiz cin ve şeytan­ların bulunduğu kesindir. Onların şerrinden ve kötü sinyallerinden koruna-bilmemiz için, önce bu gözle göremediğimiz varlıkların mevcudiyetini ka­bul etmemiz, sonra da her şeyi mutlak tasarrufu altında bulunduran Al­lah'ın yegâne koruyucu bulunduğuna inanmamız gerekmektedir. O açıdan hareketle, Kur'ân ve Sünnet ile tavsiye edilen âyetleri ve duaları okumamız, gerisini Allah'ın yüksek siyanetine ve muhafazasına bırakmamız ted­birlerin en güzeli, tevekkülün en uygunudur.

İslâm dini, bütün bu incelikleri dikkatten uzak bulundurmayarak hela­ya bile girerken her türlü habislikten, cin ve şeytandan Allah'a sığınmamı­zı emretmiş; Kur'ân okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekmemizi iste­miştir. Yemek yerken, elbisemizi giyinirken, evimizden dışarı çıkarken, işe başlarken hep Allah'ı anmamızı, bazı yerlerde Eûzü-Besmele çekmemizi, bazı yerlerde sadece Besmele ile yetinmemizi tavsiyede bulunmuştur. [38]

 

Her Millet Kader Çizgisini Kendisi Çizer

 

«Bir millet (Allah'ın koy­duğu kanunlarına uyup) kendi (ahlâk ve fazîlet doğrultusundaki düzenini) değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.»

İlgili âyetle, insanlar için konulmuş zahirî ve bâtını hayat kanunları hatırlatılıyor. Şüphesiz bu kanunlar değişmez. Çünkü bunlar bize uymaz­lar, biz onlara uymak zorundayız. Hepsi de insanı başıboşluktan, disiplin­sizlikten, sorumsuzluktan ve sınırsız hürriyet arzusundan kurtarmaya; ha­yatımızı asıl gayesine yöneltmemize, fıtratımızdaki imân cevherine, ruhu-muzdaki Allah duygusuna uygun bir ömür yaşamamıza yöneliktir. O ba­kımdan bir kavim, bir topluluk, bir millet veya bir aile, hayat kanunlarını bilir, yaratılışının hikmetini anlar, her şeyin belli bir ölçüye göre yaratıldı­ğına inanır ve öylece izlediği yolu ve arzuladığı hedefi ilâhî hoşnutluktan yana belirlerse, mutlu olur ve her iki âlemde de Allah'ın rahmet ve yardı­mına lâyık görülür. Uymaydniar ve belirtilen çizgiden sapanlar ise, mutsuz olurlar. O yüzden kendilerini ilâhî azaba sürükleme basiretsizliği içinde ebedî hayatlarını da karanlığa gömerler.

Unutmayalım ki, varlık âleminde her şey yaratıiişındaki plân ve prog­rama göre, bir gaye ve hizmet için yaratılmıştır. Örneğin: Koyun süt ve yün vermek, aynı zamanda üreyip çoğalmak, her bakımdan kendisinden yararlanmak için yaratılmıştır. O halde onu anoak bu özelliği doğrultusun­da kullandığımız sürece, hem yaşama şansına sahiptir, hem de hılkatında-ki hikmete göre, bize faydalı olur. Onu başka bir amaca çevirdiğimiz za­man, özelliğini kaybetme bedbahtlığına uğrar ve hayat kanunu onu ka­sabın bıçağına teslim eder.

İşte milletler ve aileler de böyledir; var olmalarının hikmetini unutur, hayat kanunlarını dinlemez bir düzeye gelirlerse, verimsiz, hatta zararlı olmaya başlarlar. Varlık alanında yaşamalarının anlam ve hikmeti kalkar.

Kronik bir kumarbazı veya alkolik bir aile reisini düşünün: Her ikisi de fıt­rat ve hılkatlanyla bağlantılı bulunan hikmet ve gayenin dışına çıkmış ve haklarındaki ilâhî programa ters düşmüşlerdir. O nedenle yaşamalarının hikmeti kalmamış, aile reisi veya baba, ya da anne olma özelliklerini yitir­mişlerdir. Faydalı olacakları yerde, hem kendilerine, hem çevrelerindekilere zararlı olmaya başlamışlardır. Pişmanlık duyup dönüş yapmaz, üzerinde bu­lunduğu yolun uçuruma uzandığını idrak edip geri dönmezlerse, sonları elem ve hüsran olur. Zira her şey gibi, insan da hikmetsiz, anlamsız, fayda­sız yaratılmamıştır. O mutlak anlamda birtakım gaye ve amaçlar için ya­ratılmıştır. Önüne değişmiyen hayat kanunları konulmuştur. Amacından saptığı, hayat kanunlarını aştığı takdirde ilk tokatı bu kanunlardan yeme­ğe mahkûmdur.

İlgili âyetle bu inceliklere işaret ediliyor.

«Her birimiz birçok müşterek merkezleri bulunan dairelerle çevrilmiş bulunuyoruz. İlk merkez bizden başlayıp genişler. İçine anayı, babayı, eşi ve çocukları alır. İkinci merkezin içinde ise, akrabalar vardır. Ondan son­rakilerde vatandaşlar, sonuncusunda da bütün insan nesli yer alır.

Bu dünyada Allah'a ve insanlara karşı olan vazifemizi yapabilmemiz için Allah'ın bize bahşetmiş olduğu kudret ve kabiliyeti geliştirmek zorun­dayız. O bize her şeyi vermiştir. O irademize hükmeden ve ona yol göste­ren yüce varlıktır. İnsanlığa ve ondan sonra da Allah'a karşı olan sorumlu­luğumuzu iyilik ile kötülük ve neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bil­gimiz ve inancımız tayin eder.»[39] diyen düşünür, insanın varlıktaki yerine ve yüklendiği sorumluluğa dikkatleri çekmekte, yalnız kendimiz için yaşa­madığımızı hatırlatmaktadır.

O halde iyi bir davranışta, kutsal bir harekette, faydalı bir hizmette bulunduğumuz zaman çok neşeli olmalıyız. Bilmeliyiz ki, bu hayat prog­ramımızda Allah'ın payı çok büyüktür. [40]

 

Allah Kötülük Yapar Mı?

 

«Allah bir kavime (ve mîllete) fe­nalık yapmayı irâd© buyurduğunda, art»k onu geri çevirecek yoktur.»

Allah kimseye kötülük ve haksızlık etmez. O mutlak anlamda âdildir ve merhametlidir. Kâinatın sağlam esaslara bağlı kalması, düzen ve den-

ge içinde süresinin sonuna kadar varlığını koruması için şaşmayan ka­nunlar koymuş ve böylece kâinatı insanın hizmetine vermiştir. İnsanı da kendisine ibâdet etsin diye yaratmış ve bu manayla onu çok şerefli bir düzeyde tutmuştur. Kâinatta yer alan eşyadan her biri yaratıldığı gaye doğrultusunda hizmetini verirken, insanoğlu hilkatinin anlam ve hikmetini düşünmeden ayrı bir hayat yolu seçip ilâhî düzen ve dengenin dışına ta­şarsa, Allah'ın koyduğu hıikat ve hayat kanunları tarafından cezalandırı­lır. İşte Allah'ın bir kavim ya da millete kötüiük etmeyi irâde buyurmasının bir bakıma yorumu budur..

Hatırlatalım ki günahkâr insanın önünde derin uçurumlar vardır. Nef­sine hâkim olmayanları, acı sonuçlar beklemektedir. Hilkat kanununun bağlı bulunduğu gaye ve amaç çizgisinden sapanın, yolunun üzerinde bir­çok tehlikeler pusu kurmuştur. İman ile küfür arasında bocalayıp karar­sızlık içinde zikzak çizenlerin yolu, Allah'tan başkasına uzanmaktadır. [41]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın her şeyi belli hesaplara ve şaşmayan kanunlara göre yarattığı açıklandı. Kadının rahminde taşıdığı ceninin ka­rakter çizgisini Allah'ın çok iyi bildiği belirtilerek, hiçbir şeyin O'ndan gizli kalamıyaçağma atıflar yapıldı. Sonra da insanları birçok manevî kötülük­lerden koruyan meleklerin bulunduğu anlatılarak insanın sahipsiz, başıboş olmadığı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın kudret ve azametine, varlık alemindeki mutlak tasarrufuna işaret edilerek şimşek ve yağmur olayları buna birer misal olarak veriliyor. Gök gürlemesinin belli sebep ve fiziksel kanunlara bağlı bulunduğuna işaretle, yıldırım düşmesinin hikmetlerinden birine par­mak basılıyor. Sonra da ancak Allah'ın ibâdet edilmeye lâyık olduğu ko­nu edilerek, varlıkta her şeyin ilâhî saltanat karşısında baş eğip secde et­tiği açıklanıyor. [42]

 

Meali:

 

12— O öyle kudrettir ki, korku ve ümit (duygusunu vermek için) şim­şeği (oluşturup) size gösterir. Yağmurla ağırlaşan (yüklü) bulutları oluşturur.

13—  Ra'd = gök gürlemesi hamd ile, melekler ise (ilâhî kudretin, aza­met ve yüceliğinin) korkusundan tesbîh ederler. Onlar, Allah hakkında tar­tışıp sürtüşürken, O, yıldırımlar gönderir de, onu dilediğine dokundurur. Oysa O, çekişme ve ceza vermekte çok şiddetlidir.

14—  Gerçek ibâdet ve duâ ancak O'nadır. O'ndan başka duâ ve ibâ­det ettikleri (putlar, şekiller) kendilerine hiçbir şey ile cevap veremezler. Bunlar, ağızlarına ulaşsın diye avuçlarını suya doğru açıp da bir türlü ona ulaşamayan kimseye benzerler. Kâfirlerin duâ ve ibâdeti sapıklık içinde bocalamaktan başka bir anlam taşımaz.

15— Göklerdekller ve yerdekiler de ister istemez Allah'a secde eder­ler; gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde eder.

 

İniş Sebebi

 

Sabit b. Enes (R.A.) anlatıyor:

—ResÛlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün Arap fir'avnlarından birine adam göndererek yanına gelmesini istedi. Peygamber'in (A.S.) elcisi ona gide­rek, «Allah'ın Peygamberi seni çağırıyor!» dedi. O da : «Allah'ın Peygam­beri nedir, neyin nesidir? Sonra Allah nedir, neyin nesidir? O altından mı­dır, gümüşten midir, yoksa bakır mıdır?» şeklinde terbiye ve nezaket dışı bir karşılık vererek elçiyi geri çevirdi. Elçi, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelip durumu arzedince, ResÛlüllah (A.S.) ona : «Sen yine ona git!.» diye emretti. Elçi ikinci defa gitti ve aynı ölçüsüzlük ve hezeyanla karşılaştı. Geri dönerek, «Ya Resûlellah! Daha önce size, bu adamın çok inatçı bir kâfir olduğunu söylemiştim..» deyince, ResÛlüllah (A.S.) Efendimiz, «Sen yine git de onu benim davet ettiğimi söyle!» diye emretti. Elçi tekrar git­ti, yine aynı hezeyanlarla karşılaştı; ama o esnada bir bulut ortaya çıktı, derken bir gürleme ve arkasından yıldırım düştü ve o inatçının başına çar­parak öldürdü. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [43]

Diğer bir olay:

Arap ileri gelenlerinden Âmir b. Tufayl ile Erbed b. Rabi'a Medine'ye gelerek Peygamber (A.S.) Efendimizle görüştüler ve şöyle bir öneride bu­lundular: «Yetkilerinizin yarısını bize bırakırsanız, İslâm'ı din olarak kabul ederiz!» Allah Resulü (A.S.) onların bu İsteğini nezaketle reddetti. Bunun üzerine bu iki şımarık maceracı, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e hakarette bulundular ve: «And olsun ki, senin üzerine tımarlanmış atlar, sakalı bit­medik gençleri sevkedip her taraftan seni kuşatacağız!» diyerek bir de tehdît savurdular. ResÛlüllah (A.S.) onlara : «Şüphesiz ki, Allah size en­gel olacak, Medineli Ansar da engel olacaklardır..» buyurarak uyarıda bu­lundu. Ne var ki, bu iki serseri her işlerini bırakıp Peygamber (A.S.) aley­hine gönüllü asker toplamaya başladılar. Derken Allah (c.c.) Erbed adın­daki adamın üzerine yıldırım indirerek helak etti. Âmir b. Tufayl'in ise gırt­lağında bir habîs tümör meydana geldi ve çok geçmeden o da ıstıraplar içinde öldü. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [44]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kiram'dan Sâiim'in babası (R.A.) anlatıyor:

.__ ResÛlüllah (A.S.) Efendimiz, gök gürlemesini ve yıldırımın düşme­sini işitince şöyle duâ ederdi : «Allahim! Bizi gazabınla öldürme ve aza­bınla bizi yok etme. Bundan önce bize afiyet (ve beden sağlığı, imân ve irfan huzuru) ver.» [45]

Ebû Hüreyre (R.A.) de, gök gürlemesini duyunca şöyle derdi: «Gök gürlemesinin hamd ile tesbîh ettiği Allah'ı tesbîh ve tenzih ederim.» [46]

 

Şimşeğin Verdiği Korku Ve Umut

 

«O öyle kudrettir ki, korku ve ümit (duy­gusunu vermek için) şimşeği (oluşturup) size gösterir.»

Buluttan buluta veya buluttan yere elektrik akmasına yıldırım denir. Yıldırım, şimşek ve gök gürlemesiyle belirir. Şimşek, yıldırım akımı sıra­sında meydana gelen çok parlak ışık çakmasıdır. O halde yıldırım elektrik akımından ibaret olup, yüksek derecede enerji yüklüdür. Bu bakımdan bir yıldırımı meydana getiren elektriği toplamak mümkün olsa, bir milyon am­pul yakılabilir.

Şüphesiz ki bu kadar yüksek voltajda elektrik yüklü yıldırımın mey­dana getirdiği gürültü ve çok parlak ışık, yağmur bekleyenlere umut; mey-vaları dallarda, ürünleri harmanda bulunanlara korku verir. Aynı zamanda düşen yıldırımın nereye, kime' isabet edeceği endişesi söz konusudur.

İlgili âyetle yıldırım, şimşek ve yağmur yüklü bulutların konu edilmesi, elbetteki boşuna değildir. Ortada sürüp gelen birtakım fiziksel kanunlar vardır. Önce bulutlar neden, nasıl elektriklenir? sorusu ortaya çıkmakta­dır. Kimine göre, yükselen bir hava tabakası içine düşen damlacıklardan büyük olanları pozitif, küçükleri de negatif elektrikle yüklenir. Nitekim bu olay daha çok çavlanlarda yapılan deneylerle isbat edilmiştir. Kimine gö­re ise, atmosferin her santimetre küpünde 1000 pozitif ve 800 negatif iyon vardır. Bu küçük iyonların sayıları atmosferin elektrikli tabakalarında da­ha da çok artar. Bu durumda pozitif iyonlar yere doğru inerken negatif iyonlar da yeryüzünden yükselmeye başlarlar. Yağmur bulutları bu iyonlar yüzündenelektriklenmişolur. Bu elektriklenme sonunda da yıldırım, şim­şek meydana gelir.

İster öyle oluşup meydana gelsin, isterse böyle; ortada cari bir sün­net, kusursuz işleyen programlar mevcuttur. Cenâb-ı Hak, bir çoklarının tabiat olayları, doğa kanunları diyerek adlandırdıkları bu fiziksel hadisele­ri belli sebeplere ve şaşmayan kanunlara bağlamış, sebepleri de kendi kudret elinde tutmuştur. Dünya yaratılalıdan beri bu ve benzeri olayların sürüp gelmesi ve bir devridaim halinde insanlara nimetler indirmesi, hiz­metler vermesi, hiç bir zaman tesadüfe bağlanamaz. Çünkü şuursuz ve plânsız tesadüflerin bu kadar ince hesaplar, fiziksel kanunları birer dizi halinde düzenli oluşturup periyodik olarak ortaya koyması mümkün de­ğildir.

Onun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu gibi olaylar karşısında, her şeyden önce Allah'ın sonsuz kudretini hatırlar ve olayların doğuracağı za­rarlardan, tehlikelerden O'na sığınır, hayırlara, rahmetlere vesîle olmasını dilerdi.

Ayrıca ilgili âyette her şeyin mükemmel bir plâna göre hazırlandığına ve kusursuz programlara göre yürütüldüğüne işaretle, çok düşündürücü bir anlatıma yer verilmiştir; o da, tesbîh, ra'd, hamd ve me­lekleri   içine alan sözlerdir.

Önce tesbîh kelimesi üzerinde duralım. Bu, «sebh» kökünden türetil­miştir. Sebh: Suda veya havada, yani boşlukta süratli geçiş anlamına ge-iir. Yıldızların gökte kendi yörüngelerindeki süratli geçişleri hakkında da bu tabir kullanılmıştır. Örneğin, Yâsîn sûresinde güneş ve aydan söz edi­lirken, her birinin kendine has yörüngede seri hareket halinde bulunduğu belirtilir.

Tesbîh kavramı, bütün bu manaları kapsamakla birlikte, ibâdette de seri intikal sağlayıp Cenâb-ı Hakk'ı her türlü noksanlıktan, beşerî sıfat­lardan tenzih etmek; hayırlı işlerde sürat gösterebilmek için O'nun yardı­mını dilemekj kulluk görevini yerine getirmeye çalışırken, fiilî, kavlî ve zih­nî ibâdeti sür'atle birleştirip Hakk'ı tenzîhe yöneltmek gibi incelikleri de içerir.

Diğer yandan ay ve güneş hakkında olduğu gibi, belli bir yörüngede çok seri hareket edip dönen her şey hakkında da «teşbih» tabiri kullanılır. Örneğin, elektronların baş döndürücü bir hızla atom çekirdeğinin etrafın­da dönmesi bunlardan biridir.

O halde şimşeğin, dolayısıyla yıldırımın tesbîhi, yüklendiği program gereği sür'at göstermesi ve plândaki yerini alıp hizmet vermesi ve böylece Hakk'ın irâdesine baş eğip teslîm olması demektir.

Melekler ise, kâinatta her şeyin böylece Hakk'ın emrine baş eğip yüklendiği programı kusursuz yerine getirdiğini gördükçe, Allah'ın sınırsız kudret ve azameti karşısında saygıyla korkup, O'nun kudretinin her te­zahürü, rahmetinin eseri olduğunu düşünerek O'na hamd ederler.

Hem unutmamak gerekir ki, kâinatta meydana gelen her olayı sevk ve idare eden görevli melekler vardır. Bizler ancak olayları meydana ge­tiren sebepleri ve sebepleri oluşturan bazı kanunları görebiliyor ve araş­tırıp anlayabiliyoruz. Perdenin arkasındaki plân ve programı ve onları uy­gulayan görevli melekleri göremiyoruz. Onun için Cenâb-ı Hak, şimşek ve yıldırımdan söz ettikten hemen sonra meleklerin hamd ettiğini belirterek konu üzerinde iyice düşünmemize işarette bulunmaktadır. [47]

 

Hak Davet, Ancak O'nadır

 

(Gerçek ibâdet ve duâ ancak O'nadır.»

«Hak davet» tabiri çok geniş mana ve yorum taşımakta, birçok hü­kümleri kapsamaktadır. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in özelliklerinden biri de, ba-zan esnek sözler, bazan kapalı ifadeler, mecaz ve kinayeler, bazan ana fi­kirler ve temel bilgiler, bazan da işaret ve semboller sergilemesidir. Akla ışık tutmak, araştırma zevkini geliştirmek, gerçeği buluncaya kadar fikir altş-verişinde bulunmak ve ilâhî sözlerin başka sözlere benzemediğini an­layıp kavramak bunun başlıca sebepleri arasında yer almaktadır.

İşte ilgili âyette «Hak davet..» sözü de bunlardan biridir. O nedenle ilim adamlarını hayli araştırmaya ve- farklı yorumlarda bulunmaya sevket-miştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

a)  İbn Abbas'a (R.A.) ve İkrime'ye göre, Lâ ilahe İllallah sözüdür. Zi­ra bu söz Hakk'a davetin esasını teşkil eder.

b)  el-Hasan'a göre, Allah haktır ve çağrısı da haktır. O bakımdan O'na ibâdette bulunup duâ ile yönelmek de haktır.

c)  Allah'a ibâdet hakkın ve doğruluğun, ahde vefanın ta kendisidir.

d)  Keşşafa göre, hak olan davet; bâtıldan uzak olan davettir.

e)  Ancak Allah'a yapılan duâ ve ibâdet haktır. Başkasına yapılan duâ ve ibâdet bâtıldır.

f)  Duadaki iyi niyet ve samimiyet duanın hak olduğuna delildir.

g) Korku anında yapılan duâ, hak duadır, yani katıksızdır.

Bütün bu yorumlar şu noktada birleşmektedir: Allah haktır; ancak doğ­ru ve hak olan duâ ve ibâdeti kabul eder. Bâtıldan, gösteriş ve alayişten yana olan hiçbir duâ ve ibâdeti kabul etmez. [48]

 

Güzel Bir Benzetme

 

«O'ndan başka duâ ve ibâdet ettikleri (putlar, şekiller) kendileri­ne hiç bir şey ile cevap vermezler. Bunlar ağızlarına ulaşsın diye avuç­larını   suya doğru açıp da bir türlü ona ulaşamayan kimseye benzerler..»

Allah'tan başkasına duâ ve ibâdet eden kimse, kuyu dibindeki suya ulaşmak için avuçlarını açan ve fakat bir türlü ona erişemiyen zavallıya benzer. O bakımdan öylelerinin hizmeti boş, yalvarması beyhude, bekle­yişi ahmaklıktır. Allah'tan başkasına e! açıp dua ve ibâdet eden, susuzluk­tan yanıp tutuşan, ona ulaşırım diye avueunu açan hayalciye benzer.

Hz. Ali (R.A.) bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: «Çok susamış kişinin ku­yu kenarına oturup su alabilmek için avueunu açarak kuyunun içine uzat­mıştır; ama ne onun elinin suya ulaşması, ne de suyun onun eline doğru yükselmesi söz konusudur. Allah'tan başkasına duâ ve ibâdet edenin de durumu bundan farksızdır; ne onun duâ ve ibâdeti Hakk'a ulaşıp kabul olur, ne de Hakk'ın rıza ve rahmeti ona erişir.» [49]

 

Sabah-Akşam Secde Edenler

 

«Göklerdekîler ve yerdekiler ister istemez Allah'a secde ederler; gölgeleri de sabah-akşam Allah'a secde eder.»

Secde, genellikle üç manada kullanılır:

1.  Üstün saygı duyup tazim makamında başı eğip alnı yere koymak.

2.  Baş eğip ilâhî buyruğa uymak, bağlı bulunduğu kanun doğrultu­sunda hareket etmek.

3. Saygı duyup Allah'ın ibâdete lâyık olduğunu dile getirmek sure­tiyle O'nun yüksek kudreti karşısında mahviyet ve teslimiyet duymak.

Buna, Yusuf kıssasında temas edildiği gibi, bir dördüncüsünü ilâve edenler olmuştur. O da, büyük bir kişiye saygı duyup biraz eğilmektir. Bu, Yusuf Peygamber'in şeriatında caiz idi. İslâm'a göre, Allah'tan başkası önünde eğilmek caiz değildir.

İlgili âyette geçen secdeyi birinci manada anlayacak olursak, bazı müşkillerle karşılaşırız. Çünkü yeryüzündeki insanların çoğu Allah'a secde etmezler. Ancak cümledeki «men» lafzından yalnız mü'minlerîn kastedildi­ği kabul edilirse, o zaman yorum kolaylaşır. Sadık mü'minler isteyerek, münafıklar ise istemiyerek seede ederler, neticesi ortaya çıkar. Bence bu yorum pek sıhhatli değildir. Âyeti âyetle tefsir etme cihetine gidersek, da­ha sağlıklı bir sonuç elde edebiliriz. NahI Sûresi 48. âyetle buyuruluyor ki: «Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye bakmıyorlar mı ki gölgeleri boyun eğip (bağlı bulundukları kanunlara teslimiyet içinde) Allah'a secde ederek sağa-sola dönüp dururlar.»

Bu âyet ile açıklığa kavuşturulan secdenin üçüncü maddedeki ma­naya delâlet ettiği anlaşılıyor. Varlık âleminde her şey ilâhî sünnet doğrul­tusunda hareket ve değişim halindedir. Bu, her şeyin ister istemez Allah'­ın buyruğuna baş eğip teslimiyet gösterdiğini ifade eder. Yeryüzündeki mevcut eşyanın gölgeleri de öyle,. Onlar da ister istemez dünyanın güneş etrafında ve bir de kendi ekseni etrafındaki hareketine göre sabah ve akşam batıya ve doğuya meylederler, uzanıp kısalırlar..

Hatırlatma:

15. Âyeti okuyan ve işiten mü'minlerin secde etmesi vaciptir.

Yorum ve tahlîl :

«Çekişme ve ceza vermekte çok şiddetlidir» diye mealini verdiğimiz m i h a I  kelimesi, az farkla sekiz mânaya delâlet eder:

1—  İbn Abbas'a göre, şiddetli düşmanlık.

2—  Yine ibn Abbas'a göre, üstün güç ve yetenek.

3—  Hz. Ali'ye (R.A.) göre, şiddetle tutup yakalamak.

4—  Hasan el-Basrî'ye göre, şiddetli öfke ve hışım.

5—  Mücahid'e göre, karşı konulmaz kuvvet ve kudret.

6—  Vehb b. Münîbbih'e göre, önünde durulmaz gazap.

7—  Hastalık, kıtlık ve benzeri afetlerle yok etmek.

- Katade'ye göre, düşmanın hile ve tuzağını alt-üst edip başlarına geçirmek.

Ancak, Allah'ın «şedidü'l-mihal» olması, mutlak rahmet ve adalet öl­çüleri içinde cereyan eder. [50]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî kudretin plânlı ve programlı tecelli ettiğine delil olarak şimşek ve yağmur olayları misal verildi ve böylece her olayın belli ve belirli bir düzenlemeyle meydana geldiğine atıf yapıldı. Allah'tan başkasına tapanların birtakım boş hayaller peşinde ömürlerini heder et­tikleri belirtilerek, kuyudaki suya eli ulaşmayan hayalci kimse misal ve­rildi. Sonra da her şeyin bağlı bulunduğu sebep ve yüklendiği program gereği Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna baş eğip O'nu tesbîh ettiği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, gökleri ve yeri belli esaslara göre yaratıp düzen ve dengede tutan Allah'ın ibâdet edilmeye lâyık yegâne Rab olduğu ha­tırlatılıyor ve bu bakımdan da O'nun dâvetine olumlu cevap vermenin mut­lak saadete vesîle olacağı müjdelenerek, aksine bir yo! izleyenlerin ileride telâfisi gayri mümkün bir pişmanlık ve hasretle yüzyüze gelecekleri anla­tılarak gereken uyarı yapılıyor. [51]

 

Meali:

 

16— De kî: göklerin ve yerin Rabbî kimdir? D© ki: Allah'tır. De ki: böyle iken Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir yarar ne de bir zarar vermeye

mâlik olamıyanları mı dost ve yardımcı ediniyorsunuz? De ki: görmeyenle gören bir midir? Veya karanlıklarla aydınlık eşit midir? Yoksa Allah'ın ya­rattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da o sebeple yaratma hususu on­lar üzerinde bir benzetme mi meydana getirdi? De ki: her şeyin yaratanı Allah'tır. O, birdir, mutlak üstündür, her şeyi kaza ve kader çizgisine, irâ­desine, hükmüne sokan O'dur.

17—  Gökten su indirdi de dereler kendi ölçüşünce dolup taştı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası veya yararlanılacak (baş­ka) bir şey elde etmek amacıyla ateşte ısıtıp erittikleri şeylerden de bu­nun gibi köpük (posa) meydana geiir. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misâl getirir. Köpüğe gelince, uçup gider; insanlara yarar sağlayan şeylere ge­lince, yerde (dipte) kalır. İşte Allah, böylece misâller getirir.

18—  Rablerinin  çağrısına olumlu  cevap verip  gelenlere,  en güzeli vardır. Onun çağrısına olumlu cevap vermeyenler ise, yeryüzündeki (erin hepsi ve bir misliyle beraber onların olmuş olsaydı, (herhalde) onu kurtu­luş fidyesi verirlerdi. İşte bunlara hesabın kötüsü vardır; yurtları Cehen-nem'dir, o ne kötü yataktır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki, Allah'ın benimle gönderdiği doğru yol ve ilim, bir kara parçasına dokunan yağmura benzer. O kara parçasının bir kısmı, suyu kabullenir de çokça çayır-çimen yeşertir. Bir kısmı ise, suyu iyice içine alıp toplar da Allah onunla insanlara yarar sağlar: İçerler, otlatırlar, sular­lar ve ziraat ederler onunla. Bir kısmı da kaygandır, suyu tutmaz, çayır-çi­men de yeşertmez.

İşte bu misal, Allah'ın dininde anlayışlı ve bilgili olan ve Allah'ın be­nimle gönderdiği şeylerle kendisini yararlandıran kimseye benzer. O hem yararlanır, hem de öğrenir ve öğretir. Ve şu kimse gibi ki, başını kaldırıp bakmaz; Allah'ın benimle gönderdiği hidâyeti (doğru yolu) kabul et-mu... [52]

«Benimle sizin durumunuz, ateş yakıp kelebek ve uçan çekirgelerin gelip ona düşmesine ve onun da o gelenleri ateşten uzaklaştırmaya çalış­masına benzer. Ben, ateşe düşmemeniz için eteğinizden tutup çekerim; sîz ise, elimden kurtulup kaçmaya (ateşe doğru gitmeğe) çalışırsınız!» [53]

 

Allah Hakkinda Yanliş Düşünce Ve Hatalı İnanç

 

«De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? De ki: Allah'tır...»

İlgili âyetle, Mekke ve çevresindeki putperestlerin Allah hakkında doğ­ru bir bilgilen olmadığı, çok yanlış inançlara sahip bulundukları belirtiliyor. Aynı zamanda Allah hakkında yeterli ve köklü bilgiye sahip omayanlar da uyarılıyor.

Nitekim müşriklere, «göklerin ve yerin yaratanı kimdir?» diye soruldu­ğunda, «Allah...» derlerdi. Buna rağmen putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan, Allah'tan istenecek şeyleri isterlerdi de Allah'a yakı­şanı o gibi bâtıl ilâhlara yakiştırıriardi. O yüzden onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.

Allah'tan başka edindikleri ilâhlara tapmadıkları zaman onlara bir za­rar, taptıkları zaman bir fayda veremiyecekleri açık-seçik ortada iken, ba­zı kimseler nasıl oluyor da Allah'ı bırakıp onları dost ve yardımcılar, kur­tarıcı ve şefaatçiler ediniyorlar?! Kur'ân bu olayı açıklarken hayret ifadesi kullanarak, Allah'ın mükemmel ve kusursuz sanatının eşsiz ve benzersiz eseri olan insanın bu kadar küçülmesini ve kendisi gibi, hattâ kendisinden çok aşağı derecede olanları ilâh edinip tapmasını; eliyle yaptığı putların karşısına geçip dua ve ibâdette bulunmasını şaşılacak bir tutum, hayret edilecek bir düşünce ve anlayış olarak vasıflandırıyor. Böyle bir inanç ve düşüncenin körlük üstüne körlük, karanlık üstüne karanlık olduğunu ha­ber vererek; insanların mutlak düzen karşısında akıllarını ve zekâlarını iyi­ce kullanmaları isteniliyor. [54]

 

Görmeyenle Gören Bir Olur Mu?

 

«De ki: Görmeyenle gören bir midir?»

Biri önünü görüp varacağı yeri bilerek yol alır; diğeri yedildiği takdir­de bir yere gidebilir. Yedenle yedilen eşit olur mu? Onun gibi, dosdoğru imân edip içini ve dışını aydınlatanla; inkâr, inat ve ümitsizliğin doğurduğu karanlıklar içinde bocalayanlar bir olur mu? Biri insanlığa rahmet diğeri azaptır. Biri çevresini aydınlatır, diğeri karanlığa boğmaya çalışır. Biri hil­katin hikmetini ve amacını bilip hayatını ona göre düzene sokmakta, diğe­ri gayesizlik havası içinde gününü gün etme ölçüsüzlüğü içinde ömrünü tüketmektedir. Biri Allah'ına inanıp O'na yakın olma gayreti içinde gönül sofasına erişmekte, diğeri Allah'ı inkâr edip iç sıkıntısı içinde bocalamak­tadır.

Bir düşünürün dediği gibi, Allah'ını bulan kimse, ne kaybetmiştir? Al­lah'ını kaybeden ne bulmuştur? Şüphesiz ki, Allah'ını bulan, huzur, sükûn, kanaat, sevgi, saygı, ümit ve güven bulur. Onu kaybeden bunların hepsini kaybetmiş olur.

Şüphesiz ki, Allah'ın yokluğunu isbat etmek mümkün değildir. Ama O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden milyonlarca delil ve belge mev­cuttur. Daha doğrusu kâinatın her parçası O'nun damgasını taşımakta, her şey O'nu tesbîh ve tenzih etmektedir. [55]

 

Allah'ın Yarattığı Gibi Yaratma Gücüne Sahip Olan Ortaklar! Mi Vardır?

 

«Yoksa Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da o sebeple yaratma hususu onlar üze­rine bir benzetme mi meydana getirdi?!»

İlim adamları asırlardır araştırmalar, deneyimler, gözlemler yaptılar da ancak insan bedenini, binadaki tuğlalar misali örüp meydana getiren hücrelerin varlığını tesbit ettiler. Hücre yapısını oluşturan protoplazmayı gördüler, analizini yapıp albuminden oluşan madde olduğunu, yani kar­bon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürtten bileşen bir sıvı maddeden mey­dana geldiğini gün ışığına çıkardılar. Fakat hücredeki canlılık vasfının ve­ya olayının nasıl meydana geldiğini bulamadılar. Hücreyi oluşturan mad­deleri belli ölçü ve terkiplerde biraraya getirebildiler, ama ona canlılık ve­remediler. Onun için Kur'ân-ı Kerîm, ilgili âyetle, «yoksa Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular?» buyurarak, Allah'tan başka yaratma kudretine sahip başka bir varlığın bulunmadığını vurguluyor. Böylece ilim adamlarına, konuyu bu açıdan ele almalarını hatırlatarak hareket nokta­larını belirliyor.

Konuyu biraz daha açıklamak gerekirse, döl yatağına düşen aşılı yu­murtayı misal verebiliriz. Sözü edilen yumurta bölünerek çoğalır ve her bölünme ve çoğalmayla birlikte canlılık vasfı da çoğalır, yani bölünmeden meydana gelen her hüore aynı zamanda canlıdır. Bu bölünme 2, 4, 8, 16, 32, 64... şeklinde, gittikçe çoğalıp hızlanarak devam eder. Yeni canlının hücre çoğalması başlayınca meydana gelen ilk 32 hücre, toparlak bir

hal alır. Bu toparlağın içi sıvı ile doludur. İşte insan olsun, hayvan olsun, meydana gelecek yaratığın başlangıcı bu 32 hücredir. Bir bebeğin doğum zamanı gelinceye kadar bu hücreler 45 defa bölünürler. Bu bölünme so­nucunda hücrelerin sayısı 26 trilyonu bulur. İşte bu yüksek rakam yeni doğan bir bebekteki hücrelerin sayısıdır.

Hangi kimya laboratuvarında böylesine canlı ve düzenli hücreler mey­dana getirilerek istenilen sonuca varılabilir? Bu mümkün müdür? Kim Al­lah ile yarışabilir? Bir hücreyi bile meydana getiremezken, kalkıp Allah'ı inkâr etmek veya O'na ortak koşmak derin bir gafletin, haddini bilmezli­ğin tâ kendisi değil midir?

Kemik hücreleri incelendiğinde, şu harika olay karşımıza çıkmaktadır: Bu hücreler kendi kendilerine vücudumuzdaki kemikleri ne bir eksik, ne de bir fazla meydana getirirler. Deri hücreleri insanın aklının alamıyacağı bir doğrulukla vücudun nerelerini kaplayacağını bilir, ona göre çalışırlar. Sı­cak ve ıslak bir ortamda geçen bu inanılmaz hayat faallyetinae her hücre tam bulunması gereken yeri alır. Deri hücreleri göz hizasında saydamiaşır, saydam tabakayı meydana getirir.

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Ama hatıra gelen bir soru vardır, o da, canlı olan her hücre yüklendiği programı aksatmadan, bir yanlışlığa meydan vermeden nasıl oluyor da yerine getirebiliyor? İşte insan aklının cevap bulup veremediği bu hassas noktada Allah'ın varlığı, ilmi ve kud­reti devreye giriyor. O bakımdan ilgili âyette, Allah hakkında şüpheli olan­ların veya O'na ortak koşanların, ya da büsbütün inkâr edenlerin anlayış ve tutumları hayretle karşılanıyor. [56]

 

De Ki; Her Şeyi Yaratan Allah'tır

 

Allah önce canlının yapısını meydana getirecek hücreyi yaratır ve ona canlılık verir. Bölünüp beili bir düzeye gelince ona insanî ruhu yerleş tirir. Bütün bu kimyasal, biyolojik ve matematiksel olaylar birbirini düzeni şekilde izlerken beşer kudretini aşar. Nitekim günümüze kadar yapılan il-nıî çalışmalar, ancak ilâhî kudret tezgahında oluşturulan bu olayların ana­lizini yapabilmektedir. Eğer ortada böyle bir terkip olmasaydı, analizi de elbette söz konusu olamazdı.

Gerçek bu olunca, canlıdaki canlılığı ve ana rahmindeki ceninin taşı­dığı hayvanı ve insanî ruhları, ilâhî kudrete irca' etmemek, körlük ve basi­retsizlik değil midir? Aynı zamanda karanlık bir cehalet sayılmaz mı? Bir hücreyi olsun yaratamıyanlar, nasıl olur da Allah'ı inkâr edebilirler?! Can­lının cansızdan meydana gelmediği muhakkaktır. O halde canlıyı meydana

getiren Allah'ın kusursuz tezgâhı önünde eğilip O'na secde etmekten başka yol var mıdır? Akıl ve idrâk bu yoldan başka bir yoi gösterebilir mi?

Âyetin son kısmında'Allah hakkında iki sıfat kullanılmıştır ki, her yö­nüyle büyük bir hikmeti ve inceliği yansıtmaktadır:

1.  V â h i d

2.  K a h h a r

Birincisi, Allah'ın ülûhiyette ortağı, dengi ve benzeri olmadığına, tek­rar etmiyen bir olduğuna, eşyanın her parçasında O'nun birliğinin damga­sının bulunduğuna delâlet eder. İkincisi ise, Allah'ın mutlak üstün olduğu­nu, varlık âlemini hüküm ve irâdesi altında tuttuğunu, her şeyin o yüksek kudretin karşısında baş eğip emrine râm olduğunu ifade eder. O halde bir canlı yaratabilmek için, birçok sıfatlarla beraber bu iki sıfatı da kemai mertebesinde taşımak gerekir. O da hiç bir zaman beşer için mümkün de­ğildir. Hakikat bu olunca, yaratan ancak O'dur, kâinat her zerresiyle, ato-muyla O'nun kudretinin ve ilminin tasarrufu altındadır. [57]

 

Hak İle Bâtıla Misal

 

«Gökten su indirdi de dereler kendi ölçüşünce dolup taştı. Sel üste çıkıp köpüğü yüklenip gö­türdü..»

Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle, Allah'ın varlığına, birliğine, mutlak kudreti­ne, yüksek irâdesine delâlet eden ve daha çok ilmî bir anlam taşıyan bel­geleri gözler önüne serdikten sonra, hak ile bâtılın daha iyi anlaşılıp tefrik edilmesi için önce akıl yoluyla duyguya, duygu yoluyla da akla ve her iki yoldan ilme geçişler sağlıyor ve şu iki misali veriyor:

1—  Yağmurun yağması sonucu derelerin kendi ölçülerine göre dolup taşması,

2—  Sel üstüne çıkan köpüğün yüklenip götürülmesi ve bir süre son­ra köpüğün sönüp kaybolması..

Yüce âlemden ilâhî rahmet ve feyiz iner de kalp ve vicdanlar, idrâk ve anlayışlar kendi ölçülerine, imân ve irfanlarına göre onlardan nasiple­rini alırlar ve öylece dolup taşarlar, Üste çıkan şüphe ve tereddüt köpük­leri çok geçmeden sönüp gider.

Hak, şatafatlı değildir; ama o hep güçlüdür, kudretlidir ve mütevazidir. Kendi doğrultusunda hedefine ilerlerken feyiz ve rahmet, adalet ve hakseverlik, Yüce Yaratan'a kulluk ve teslimiyet bırakır. Tıpkı dereleri dol­duran yağmur gibi.. Arazi üzerinden akıp giderken bir yandan ona hayat verir, ekin için yararlı mil bırakır. Oysa o mil suyun içinde seyrederken pek görünmez. Ayrıca yağan yağmurla birlikte toprak için çok faydalı maddeler de iner. Bâtıl ise, şatafatı sever, içi boştur, tıpkı köpük gibi, suyun üstünde yüzer, dikkatleri çeker. Fakat az sonra sönüp gider, geriye yararlı bir şey bırakmaz.

Kur'ân-ı Kerîm Levh-i Mahfuz'dan indikten sonra, gönülleri vadiler mi­sali, anlayış, imân ve irfanları nisbetinde doldurmaktadır; dolup taşınca da oradaki şüphe, cehalet, inat ve benzeri köpükleri üste çıkarır ve çok geç­meden o köpükler sönüp kaybolur.

Gönül vadisi küfür ve azgınlıkla veya nifak ve şikakla tıkanmışsa, Kur'ân'ın feyiz ve bereketine pek yer kalmamış sayılır. Önce o tıkanmaya sebep olan nesneleri Kelime-i Şehadetle temizlemek gerekir.

Süs eşyası ve yararlı şeylerin imal edildiği kıymetli madenler de böy­ledir. Ateşte, türüne göre belli bir ısı derecesinde tutulunca erirler, karışık olan posa ve cüruf ayrılır, asıl cevher meydana çıkar. Hak ile bâtıl kazara birbirine karışır da neyin nesi olduğu pek anlaşılmazsa, Kur'ân'm potasına konulup eritilince, hak bütün sadeliğiyle ortaya çıkar, bâtıl ise posa ve cü­ruf misali bir tarafa atılır.

İlgili âyetle ayrıca, insanlardan yana sadece suyun değil, birçok faydalı madenlerin de yaratıldığı belirtiliyor. Sudan yararlanmaya çalıştığımız gibi, yeraltı ve yerüstü madenlerden de yararlanmamız konu ediliyor. Ancak sözü edilen madenlerin ciddi şekilde analizlerinin yapılmasına, hangisinin hangi ısı derecesinde eridiğinin tesbiti cihetine gidilmesine ihtiyaç söz ko­nusudur ki, âyette bilhassa buna işaret edilmektedir. [58]

 

Allah'ın Davetine Olumlu Cevap Verenler

 

«Rablarının çağrısına olumlu cevap verip gelenlere, en güzeli vardır.»

Cenâb-ı Hak, kendi varlık ve kudretini insanlara, yine onların duygu, akıl, idrâk ve anlayış yollarıyla gösterip öğretmeğe, ilim yoluyla tanıtıp belletmeğe geniş çapta imkân hazırlamış, gereken malzemeyi vermiş ve sonra da onları çağrısına hazır duruma getirmek için kitap indirmiş ve Peygamber göndermiştir.

Böylece hiçbir zaman körükörüne bir davet, boş ve anlamsız bir ses­lenme söz konusu değüdir. Allah önce sofrayı donatıp hazırlamış, sonra da insanları o sofraya davet etmiştir. SGfra ortada yoksa, davet de olamaz.

Rabbü'l-âlemîn olan Allah, rahmet, gufran, inayet, feyiz ve bereketini kullarına eriştirmek için insanı bunları alıp benimseyecek vasıflarda yara­tıyor, sonra da bunlardan yararlanma yol ve yöntemini açıklayan kitap in­diriyor ve bununla da yetinmeyip, o kitabı en güzel şekiide açıklayan pey­gamberler gönderiyor. Her şey tamam olup ortam hazır olunca da davet başlıyor. Olumlu cevap verenlere daha güzeli, daha iyisi veriliyor. Bu da şüphesiz ki, ebedî saadet yurdu olan Cennet'tir ve oradaki nîmetlerin en üstünü- de ilâhî rızadır.

Olumlu cevap vermeyenlere gelince : Artık onlara hazırlanıp takdim edilecek başka bir sofra yoktur. Çünkü ömürleri boyunca önlerine konu­lan ilâhî sofra hep açık vaziyette onları beklemekteydi. Ruhuna gıda ver­mek, vicdanını arındırmak, kalbini feyiz ve rahmetle doldurmak, ümit do­lu bir hayat yaşamak isteyenler, kendi kaderlerini böylece belirlemiş olur­lar. Allah kimseye haksızlık etmez, ama insanlar kendilerine haksızlık eder­ler.

Yarın kıyamet pazarında, düne kadar hayal sandıklan şeylerin, inan­mak istemedikleri safhaların hakikat olduğunu ayan, beyan görünce, iş­ledikleri suçu, yüklendikleri vebali, yaptıkları ihmali anlayacaklar, neden sonra.. Ve işte o zaman dünya dolusu ve bir misli de beraberinde altınları olsa fidye vermekte bir an bile tereddüt etmiyecekler. Ne yazık ki, ne bu imkâna sahiptirler, ne de orada altın ve gümüşün değeri vardır. İşte hesabın kötüsü bunlaradır. Varacakları yer Cehennem'dir ve orası çok kötü bir ya­taktır.. [59]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, gökleri ve yeri belli düzen ve dengede tutan Al­lah'ın ancak ibâdet edilmeğe lâyık olduğu açıklandı. Rab sıfatıyla kâinatı yönlendirdiğine işaretle her şeyin O'nun buyruğuna baş eğdiğine atıf ya­pıldı. Sonra da O'nun hayat veren dâvetine olumlu ve olumsuz cevap ve­renlere nasıl bir karşılık hazırlandığı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hak tarafından indirilen hakkı görenle görmeyenin eşit olmadığı belirtiliyor.. Sonra da bu gerçeği ancak sağduyu sahiplerinin idrâk edeceği hatırlatılarak onların sekiz kadar özellikleri an­latılıyor. [60]

 

Meali:

 

19—  Sana Rabbinden indirilen şeyin gerçekten hak olduğunu bilen kimse, (onu göremiyen) kör gibi midir? Ancak sağduyu sahipleri düşünüp gerçeği anlarlar,

20—  O sağduyu sahipleri ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirirler; güven sağlayan anlaşma ve sözleşmeleri bozmazlar.

21—  Onlar ki, Allah'ın ulaştırıp (yerine getirilmesini) emrettiği şeyi ulaştırırlar, Rablarından saygı ile korkarlar ve hesabın kötüye gitmesinden endişe duyarlar.

22-23-24— Onlar ki, Rablarımn rızâsını dileyerek sabrettiler, namazı dosdoğru kıldılar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli-açık (Allah için, Allah yolunda.) harcadılar ve (hepsiyle birlikte) kötülüğü iyilikle savarlar; işte onlara Dünya yurdunun güzel bir sonucu (tatlı bir ürünü) girecekleri ADN Cennetleri vardır; babalarından, eşlerinden, çocuklarından kendini

düzeltip iyiler sınıfına girenler de onlarla beraber gireceklerdir. Melekler her kapıdan onların yanına girerler de, «sabretmenize karşılık selâm size; burası Dünya yurdunun ne güzel sonucudur» derler.    .

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Yukarıdaki âyetler, Peygamber (A,S.) Efen-dimiz'in amcası Hz. Hamza (R.A.) ile Hişâm oğlu Ebû Cehl hakkında in­miştir. Hz. Hamza (R.A.), Peygamber'e {A.S.) Rabbından indirilenin hak olduğunu akıi ve basîretiyle anlayarak imân etti. Ebû Cehl'in ise bu husus­ta basireti kapandı, aklı işlemez oldu ve o sebeple küfür karanlığı, cehalet bataklığı içinde kaldı.»

Diğer bir rivayette, ilgili âyetler ilk müslümanlardan Ammar b. Yâsir ile İslâm'ın baş düşmanı Ebû Cehl hakkında inmiştir. [61] Burada sebep özel de olsa mana ve hüküm umumilik arzetmektedir. [62]

 

İlgili Hadîsler

 

«Rafım (akraba ile yakın ve sıcak ilgi kurmaktık) Arş'a asılıdır; beni ulaştıranı Allah (rahmet ve gufranına) ulaştırsın; beni kesip koparandan Allah (rahmet ve gufranını) kesip uzaklaşttrsın, der.» [63]

«Rızkının genişlemesini, ecelinin geciktirilmesini arzu eden kimse, ak-rabasıyla yakın ilgi kursun (sila-i rahmde bulunsun).» [64]

«Akrabasından ilgisini kesen kimse Cennet'e giremez.» [65]

«Neslinizden (olanları) yakın ilgi kurabildiğiniz ölçüde tanıyıp Öğren­meğe çalışın. Zira sıla-i rahm (hısımlarla yakın ve sıcak ilgi kurmak, aile bireylerini sevmek) malda çoğalma, ecelde geciktirmedir.» [66]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabına sordu:

— Allah'ın yarattıklarından Cennet'e ilk girecek olanın kim olduğunu biliyor musunuz?

Ashab-ı Kiram şu cevabı verdiler:

__Allah ve Peygamberi daha iyi bilirler.

Bunun üzerine Efendimiz (A,S.) şöyle buyurdu:

__ Cennet'e ilk girecek olanlar, fakir muhacirlerdir. Zira serhatlarda açılan gedikler onlarla kapatıldı, kötülüklerden onlar sebebiyle sakınıldı. Onlardan biri ihtiyacını için için duyduğu halde ölür de onu yerine getir­meye güç ve imkân bulamaz. Allah, meleklerinden dilediklerine buyurur ki: «O kullarıma gidiniz, kendilerini selâmlayınız, dirlik dileyiniz!» Bunun üzerine o melekler derler ki: «Ya Rab! bizler senin göğün sakinleri ve ya­rattıklarının hayırlılarıyız; onlara gidip selâm vermemizi mi emrediyor­sun?!» Allah onlara-. «Evet, ama onlar bana kulluk eden, hiç bir şeyi bana ortak koşmayan kullanırıdır. Açık gedikler onlarla kapatıldı, kötülüklerden onlarla sakınıldı. Onlardan biri ihtiyacını için için duyduğu halde ölür de onu yerine getirme imkânını bulamaz..» Bu emir üzerine melekler onlara gelirler de her kapıdan yanlarına girerler ve : «Selâm size. Sabrettiğinize karşılık ne güzeldir dünya yurdunun sonucu (olan Cennet)» derler..» [67]

İbn Ebî Hâtim'in tesbitine göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz her yıl başında şehitlerin kabirlerini ziyaret ederek şu âyeti okurdu : «Selâm size, sabrettiğinize karşılık ne güzeldir dünya yurdunun sonucu (olan Cennet).»

Rivayetlere göre, dört halîfe de bu sünneti aynen devam ettirmişler­dir.» [68]

 

Hakkın Çağrısına Olumlu Cevap Verenlerin Bazı Özellikleri

 

«O sağduyu sahipleri ki, Allah'a ver­dikleri sözü yerine getirirler; güven sağlayan anlaşma ve sözleşmeleri boz­mazlar....»

Kur'ân'da ilgili âyetlerle hak ile bâtılın, mü'min ile kâfirin durumları birkaç nefis benzetmeyle açıklandıktan sonra, Allah sözünün feyiz pına­rından içip kalbini rahmet ve inayete açık tutarak kendi miktarlarınca o rahmet ve inayetle dolup taşanların birtakım vasıfları belirtiliyor ve onla-nn en güzel mutluluğa erişmelerinin sebeplen sıralanıyor; şöyle ki:

1—  Allah'a verdikleri sözü yerine getirirler.

Gerek ruhları yaratıldığı ve o âlemde Hâhî hitaba mazhar oldukları za­man, Allah'ın onlara: «Ben sizin Rabbınız değil miyim?» sorusuna olumlu cevap vermeleri, gerekse dosdoğru imân ettiklerinde Kelime-i Şehadetle birlikte İslâmiyetin emirlerine sadık kalacaklarına dair zımnen taahhütte bulunmaları, Allah'a verdikleri sözün esasını teşkil eder. İşte gerçek mü'-minler bu sözlerine bağlı kalıp sadakat gösterenlerdir ve aklını iyi yolda kullanan sağduyu sahipleri de bunlardır.

Nitekim mü'minlerin bu güzel vasıfları Kur'ân'ın yirmiden fazla yerin­de anılmıştır.

2—  Anlaşma ve sözleşmeleri bozmazlar.

Bu da gerek kendileriyle Allah arasındaki, gerekse kendileriyle diğer kimseler arasındaki anlaşma ve sözleşmelerdir. Günlük ticarî münasebet­lerimizde elbetteki anlaşma ve sözleşmelerin önemli yeri vardır. Sadakat ve ahde vefa, toplum arasında güven, huzur ve sevgi doğurur, aynı zaman­da toplumu birleştirip bütünleştirir. Hıyanet, vefasızlık, güveni kötüye kul­lanma, döneklik ve ikiyüzlülük, toplumu sarsar, kardeşlik bağlarının kop­masına, güvensizlik duygusunun kökleşmesine neden olur.

3—  Allah'ın ulaştırıp (yerine getirilmesini) emrettiği şeyi ulaştırırlar. Allah'tan saygı ile korkarlar.

Çünkü gerçek imân, Allah için dostluk ve kardeşliğin kesiştiği nokta­dır. Özellikle akraba ile yakın ilgi kurmak, imânı rahmet suyuyla sulamanın en verimli kanallarından biridir. Bu rahmetin önemi ve genişliği, hadîslerde ifadesini bulduğu gibi, rızkın genişlemesine, ömrün uzamasına, belânın geri çevrilmesine sebep olur.

4—  Rablarından saygı ile korkarlar.

Zira insan, bir şeyin kutsallığının derecesini, yüceliğini, üstünlüğünü, yararının nisbetini öğrenip bildiği ve inandığı oranda o şeye saygı duyar ve derin tazim ile ondan korkar. Allah bütün kutsallıkların başı, iyilik ve rah­metlerin kaynağı, feyiz ve bereketlerin menbaıdır. Hak çok yücedir, O'ndan üstün bir şey yoktur. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. O halde en çok saygı duyulmaya, adaletinden korkulmaya O lâyıktır.

İşte iman cevherine lâyık görülen mü'minin dördüncü vasfı budur. O böyle bir imân ve duygu ile yaşar ve aynı hal üzere ölmek için gereken hazırlığını yerine getirir.

5—  Hesabın kötüye gitmesinden endişe duyarlar.

Şüphesiz ki, Allah'a ve âhirete dosdoğru inanan her mü'minde bu duy­gu ve şuur mevcuttur. Toplum bünyesinde böyle bir inanç ve şuura sahip olanlar çoğaldığı nisbette huzur ve güven, sevgi ve saygı, barış ve kardeş­lik havası oluşur. Günümüzde bazı ülkelerde ve toplumlarda huzur ve gü­ven, barış ve kardeşlik duyguları iyice dumura uğramış, kutsal değerler bir tarafa itilerek insanlar yüce amaçlardan yüzlerini basit nesnelere çevir-mişlerse, bunun tek sebebi inançsızlıktır.

6—  Rablarının azasını dileyerek sabrederler.

Unutmayalım ki, olaylar karşısında olsun, ibâdet ve taatte olsun, fa-zîlet ve güzel ahlâk mücadelesinde olsun dayanma gücünü ortaya koya­bilmenin üç dayanağı vardır: Allah'a ve Âhiret'e inanmak, atılan her adım­da, yapılan her işte, sürdürülen her mücadelede Allah rızasını ön plâna al­mak ve neticenin başarıya, esenliğe kavuşacağından şüphe etmemek..

7—  Namazı dosdoğru kılarlar.

Zira namaz, kul ile Allah arasında hem en işlek, hem de en emin yoldur. O nedenle Âdem'den son Peygamber'e kadar gelip geçen her pey­gamber namaz kılmakla emrolunmuştur. Namazsız bir din ve şeriat olma­mıştır. Kur'ân'da peygamberlerin kıssaları anlatılırken, onlara namaz ve zekât ile, bazı yerlerde ise, namaz, oruç ve zekât ile emredildiği açıklanır. Bernaba İncil'inde İsa Peygamber'in namaz kıldığı, sabah namazına devam ettiği beş, altı yerde yazılıdır. Onlardan bir kaçını nakletmemizde yarar var­dır:

«Çalışmalarınızın sadece bedeninizin (ihtiyacına) inhisar etmemesi, nefsinizin aynı zamanda namaz ile meşgul bulunması gerekir. Çünkü ger­çekten O (Allah) ebediyen namazdan kopmamanızı sevip arzular.» [69]

«İsa dedi ki; Allah'a and olsun ki, Allah kelimesini unutmak -ki her şeyi o kelimeyle yaratmış ve sana onunla ebedi hayat takdim etmiştir- bü­yük bir hatadır.»

«İsa bu sözleri söyledikten sonra namaz kıldı...» [70]

«İsa sabah namazı kıldıktan sonra bir ağacın altına oturdu..» [71]

8—  Kendilerine verdiğimiz azıklardan gizli-açık (Aliah için, Allah yo­lunda) harcarlar..

Cömertlik, yardımseverlik, imânın feyizli ürünlerinden biridir. Cenâb-ı Hak cömertliği kendi sıfatları arasında anmış ve bununla yardımsever bir insan olmanın, onun yanında nasıl bir değer taşıdığına işarette bulunmuş­tur. Onun için diyebiliriz ki, imânı namazdan ve Allah için harcamaktan ay­rı tutup sıyırdığımızda geriye meyvasız ve gölgesiz bir ağaç kalır. Bu neden­le Resûlüilah (A.S.) Efendimiz, İbn Abbas'm (R.A.) tabiriyle, esen rüz­gârdan daha cömert idi. Namazı ise, gözünün aydınlığı olarak anmıştır.

9— Kötülüğü iyilikle savarlar.

Bu, yukarıda geçen sıfatları tamamlayan ve onların tabii ürünü olan bir haslettir. Allah ancak peygamberleri günah ve kötülük işlemekten ko­rumuştur. Diğer insanlar, kendi iman ve irfanlarına, beşerî zaaflarına gö­re iyiliklerle kötülükler arasında zikzak çizip giderler. İyiliği ağır basanlar, iyi insanlardır; kötülükleri ağır basanlar ise, kötü insanlardır. Bu bakımdan gerçek mü'minlerin her zaman iyilikleri kötülüklerinden çok fazladır. Çün­kü aldıkları terbiye ve öğütle, bir kötülük işledikleri zaman vakit kaybet­meden onu bastıracak, tesirsiz yapacak iyilik işlerler. Karştfarına çıkan kötülüğü iyilikle savmasını bilirler. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezler..

Böylece mü'minler bu güzel hasletleriyim İslâm ve güzel ahlâk adına hem çevrelerindeki insanlara, hem kendilerinden sonra gelecek olanlara en güzel örnekleri bırakırlar.

O halde iman, verilen sözün yerine getirilmesini; bu ikisi, anlaş­ma ve sözleşmelere sadık kalınmasını; bu üçü, hısım ve akrabayla sıcak ilgi kurulmasını; bu dördü, Allah'tan her zaman ve her yerde derin saygıy­la korkmayı gerektirir. Bütün bunlar, hesabın kötüye gitme endişesini do­ğurarak çok dikkatli davranmayı ilham eder. Bu altı sıfat biraraya gelince, sabırlı olma azmini doğurur. Hepsi birden Allah'a yönelmeyi, namaz kılma­ya devam etme'yi telkin eder. Sekiz sıfat birleşince, Allah için harcama duy­gusunu geliştirir. Dokuzuncu sıfat bunlara eklenince, insanı olgunlaştırır, o kadar k'i, kötülükler azalır, iyilikler çoğalır; mü'minin karşısına bir kötü­lük çıkınaa onu iyilikle geri çevirme faziletini gösterir.

Şüphesiz ki, bu dokuz basamağa yükselip olgunlaşan bir insana Âhi-ret'te verilecek mükâfat elbetteki büyük olacaktır. Nitekim ilgili âyetlerde o mükâfatlar çok anlamlı ve duyarlı bir anlatımla şöyle belirtilmektedir: «İşte onlara dünya yurdunun güzel bir sonucu (tatlı bir ürünü), girecekleri Adn cennetleri vardır....», «Melekler her kapıdan onların yanına girerler de, «sabretmenize karşılık selâm size; burası dünya yurdunun ne güzel so­nucudur,» derler.» [72]                                                                                        ,

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'tan indirilen kitabın insanlığa getirdiği ha­kikatleri görenlerle görmeyenlerin hiçbir zaman eşit tutulmayacağı belir­tildi. Bu arada aklın ve sağduyunun önemine parmak basılarak gerçek mü'­minlerin dokuz kadar özelliği anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, sözü edilen sıfatların ve özelliklerin tam aksine bir yol tutanların, dönüş yapmadıktan takdirde ilâhî lanete çarpılacakları hatırlatılıyor. Mevcut nimetlerle ciddi şekilde bir sınav geçirdiğimize atıf yapılarak iki hayat arasındaki farkın çok açık olduğuna dikkatler çekiliyor. Birkaç günlük zevki ebedî saadete terçîh etmenin makul hiçbir yanı bu­lunmadığı hatırlatılıyor. Sonra da doğru yolu seçebilmek için aklı ve sağ­duyuyu, irâdeyi ve idrâki en iyi şekilde kullanmanın gereğine işaret edili­yor ve arkasından ir^ân edenlerin kalplerinin Allah ile yatışması konu edi­lerek en doyurucu bilgiler veriliyor. [73]

 

Meali:

 

25—  Allah'a verdikleri sözü, sağlam-güvenli bir and ile pekiştirdik­ten sonra bozanlar ve Allah'ın ulaştırılmasını emrettiğini koparanlar ve yer­yüzünde fesat çıkaranlar var ya, işte lanet onlaradır ve onlar için kötü bir yurt vardır.

26—  Allah dilediğine rızkı genişletir ve bir ölçüye göre de daraltır. (İnkarcı maddeciler) ise, Dünya hayatıyla sevinirler. Oysa Dünya hayatı Âhiret'e göre ancak az bir geçimlik ve çok az bir yararlanmadan ibarettir.

27— O inkâr edenler derler ki, «Ona Rabbinden bir mu'cize indirilsey-di ya...» De ki: «Şüphesiz Allah dilediğini saptırır ve kendisine gönül verip yöneleni de doğru yola eriştirir.»

28—  Bunlar, dosdoğru imân edip kalpleri Allah'ı anmakla yatışıp hu­zur duyanlardır. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışıp huzur bulur.

29—  İmân ettikten sonra güzel ve yararlı amellerde bulunanlara müj­de ve mutluluk; bîr de dönülecek güzel bir yer var.

 

İlgili Hadîsler

 

«Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdi­ğinde, yerine getirmez. Kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder.» [74]

«Dünya âhiretin yanında ancak, sizden birinizin parmağını suya so­kup çıkarması gibidir. Bir baksın da parmağı ne (kadar ıslaklık) ile dön­müştür?» [75]

Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Seni görüp de imân edene Tûbâ olsun. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :

  Sonra beni görmeden imân edenlere de Tûbâ olsun, yine Tûbâ ol­sun, yine Tûbâ olsun! Hazır bulunanlardan biri sordu:

  Tûbâ nedir, ya Resûlellah!

Cevap verdi:

— Cennet'te bir ağaç vardır ki o, yüz yıllık mesafeyi kaplar. Cennet ehlinin elbiseleri bu ağacın tomurcuklarından (filizlenip) çıkar.» [76]

«Şüphesiz Cennet'te bir ağaç vardır; süvari onun gölgesinde yüz yıl yürür de bitiremez.» [77]

Kutsî hadîs :

«Ey kullarım! eğer sizin önce gelenleriniz ile sonrakileriniz, insanınız ve cinnîniz tek bir toprak üzerinde dursalar da benden :cteseler, ben de herkese istediğini versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez; ancak iğnenin denize sokulup çıkarılması sonucu denizden ne eksiltirse, işte onun gibi (bir şey)..» [78]

 

İnkarcı Maddecilerin Vasıfları

 

«Allah'a verdikleri sözü, sağlam-güvenli bir and ile pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın ulaştırılmasını emrettiğini koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya, işte lanet onlaradır ve onlar için kötü bir yurt var­dır.»

İlgili âyetle doğru yoldan sapan maddecilerin bazı vasıfları açıklan­maktadır. Bundan önceki âyetlerle gerçek mü'minlerin bazı özellikleri anı­larak onlara ne gibi mükâfatların hazırlandığından söz edilmiş ve bu ara­da insan aklına ışık tutan, malzeme olan birtakım belgelere yer verilmişti. Bütün bu uyarı ve acık belgelere rağmen hâlâ inkâr ve tuğyanda ısrar edenler için ne gibi cezaların hazırlandığı belirtilerek, müşrikler uyarılıyor. Bu cezaları gerektiren vasıf ve karakterleri beş madde halinde sıralanır­ken hayatımıza yön vermemiz ilham ediliyor i

1— Onlar hakkı inkâr eden maddecilerdir. Madde onların tek amacı ve değişmeyen gayeleridir.

2—  Allah'a karşı -gerek çok büyük tehlike anında, gerekse ruhları, ruhlar âleminde- verdikleri sözü, and ile pekiştirdikleri halde korkmadan bozarlar.

3—  İnsanlarla olan anlaşma ve sözleşmelere sadık kalmazlar. Akrabalarıyla dünya menfaati uğruna bozuşup ilgilerini keserler.

5— Yeryüzünde -her şey, her olay onların yararına olsun diye- dur­madan bozgunculuk yaparlar, başkalarına çamur atıp iftirada bulunurlar.

Anlaşıldığı gibi, imansızlık ihanete, ihanet hıyanet ve sadakatsızlığa ve bunların hepsi ilgisizliğe ve sonunda fitne ve fesada kapı açıyor da biri diğeriyle tamamlanıyor.

Böylesine bir aşağılık, bencillik ve ihtirasın cezası, imansızlıkla birle­şip bütünleştiği için ilâhî lanete çarpılma, yani O'nun rahmet ve inayetin­den uzaklaştırılma ve kötü bir yurt olan Cehennem ile noktalanmadır. [79]

 

Allah Dilediği Kimseye Rızkı Genişletir

 

«Allah dilediğine rızkı genişletir ve bir ölçüye göre de daraltır.»

İlâhî İrâde kulun tutumuyla, davranış ve niyetiyle paralellik sağlar. Her şeye rağmen Allah'a yönelmeyen, yetenek ve enerjisini sadece midesi ve şehveti uğruna kullanan inkarcı şaşkınların kazancından feyiz ve bereket kalkar. Bir bakıma varlık içinde darlık çeker. Aç gözlülük, doymazlık ve ihtiras kalp gözlerini iyice kapatır. Bu durumda gerçeği görme, hakkın se­sini duyma, doğru yolu bulma hayal olur. Bazan da dünyalık her yandan başlarına dökülür de, büsbütün madde ve lüks cennetinde kutsallık adına ne varsa her şeyi unuturlar ve buna orantılı olarak küfür ve azgınlıkları, bencillik ve şımarıklıkları artar. Bu hal ölüm gelinceye kadar sürüp gider.

Demek oluyor ki, şükrü yerine getirilmeyen geniş nîmet, felâketin ha­bercisi, ebediyen hüsrana uğramanın belirtisidir. Ne var ki, bu gerçeği ve­ya Cenâb-i Hakk'ın bu uyan sinyalini anlamazlar.

Diyebiliriz ki, aynı sınav mü'minler hakkında da az değişik ölçüyle söz konusudur. Mal sevgisini Allah sevgisinin üstüne çıkardıkları takdirde, uh-revî saadet kapıları kapanmaya yüz tutar da dönüş ve uyanma olmazsa, sınav daha da genişletilir ve öylece mal ve servet dört yandan akıp gel­meye başlar. Şüphesiz ki, kendini bu duruma getiren mü'minleri sık sık uyarmak gerekir. Çünkü dönüş yapmaları için onlarda büyük bir ümit var-

dır. Bazan da sınav değişik şekilde tezahür eder, mal ve servet akıp gider, sıkıntılar baş gösterir, derken mü'min bunalmaya başlar. Daldığı gafletten uyanır da dayanma gücünü ortaya koyar ve Cenâb-ı Hakk'a sıdk-u selâ­metle yönelirse, sınavı tehlikesiz atlatmış olur. Zira mü'min için her sıkın­tı Allah'ın bir sevgi ve rahmet tokatıdır. Tıpkı yavrusunu gönülden seven annenin, o sevgi havası içinde çocuğunu tokatla okşaması gibi..

Böylece Cenâb-ı Hak her kişiyi değişik şeylerle imtihana tabi tutar, Kâfirin başına dünyalık döker, mü'minin başına dert ve sıkıntı indirir. Çün­kü ebedî saadeti kaybeden bir kişiden -zulme sapmadığı sürece- Allah dünya saadetini çekip almaz; aynı zamanda öylesine rahmet ve şefkat to-kati da vurmaz. Ama bir mü'min için aynı şey söz konusu değildir. Allah, ebedî saadete namzet olan o kulundan dünyalığı çekip alır da daldığı gaf­letten uyanmasını murat eder. O bakımdan zaman zaman rahmet ve şef­kat tokatlan birbirini izler.

İşte ilgili âyette belirtilen rızkın genişleme ve daralmasının anlamı bu­dur. [80]

 

Büyük Bir Mu'cize Bekleyenler

 

«O inkâr edenler derler ki: O'na Rabbından bir mu'cize indirilseydi ya.»

Mekkeli putperestler, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsi­yetiyle ortaya konulan yüzlerce mu'cizelere, kâinat kitabında birer dizi halinde gözler önüne serilen binlerce âyet ve belgelere kalplerini, kafala­rını, idrâk ve akıllarını çevirmeyip, Uhut dağının altına döndürülmesini ve­ya Mekke'yi dört tarafından kuşatan dağların ve tepelerin kaldırılarak ve­rimli arazi haline sokulmasını istediler. Şüphesiz ki, Allah bunları ve bun­lardan fazlasını yapmaya kadirdir; ancak O'nun böyle cari bir sünneti yok­tur. Aynı zamanda müşrikler bu tür istek ve temennilerinde samimi değil­lerdi; amaçları, Hz. Muhammed'i (A.S.) acze düşürmek ve O'na inananların kafalarında şüpheler doğurmaktı. Onun için tarihin her döneminde pey­gamberlerden buna benzer isteklerde bulunmak, kâfirlerin küfür ve azgın­lıkta devam edeceklerinin belirtisi olmuştur.

Allah'a yönelmesini bilmeyen, kalbini O'na çevirmeyen kişiler nasıl doğru yolu bulabilirler? Allah ile kulları arasında imkân ve irade sınırı var­dır. Kullar kendilerini o sınıra getirmedikleri sürece, ilâhî hidâyet tecelli et-mez. O bakımdan âyette: «Allah dilediğini saptırır.» sözünün anlamı bu­dur. Zira Cenâb-ı Hak onların elinden tutup da kendilerini o sınıra getirmez; gelmek isteyene asla engel olmaz. Dileseydi bütün insanları o sınıra getirtebilirdi. Ama o zaman da insan aklının, irâde ve düşüncesinin değeri kalmaz; iyilerle kötüler ayırt edilmez olur; aynı zamanda insanın dünyaya geliş gayesine ters düşerdi.

«Dilediğini doğru yola eriştirir» sözünden maksat, imkân ve irâde sı­nırına gelenleri, dilediği takdirde doğru yola eriştirmesidir. Çünkü onlar sı­nıra gelmek suretiyle kendilerine düşeni yerine getirmiş olurlar, gerisi Al­lah'ın irâdesine kalmıştır, dilerse hidâyet verir, dilerse vermez.. Nitekim âyetin son kısmında «Kendisin© gönül verip yönelenleri d© doğru yola eriş­tirir.» buyurulması, hem buna işarettir, hem de sözü edilen sınıra gelip dayananların niyetlerindeki ıhlâs söz konusudur. [81]

 

Allah'a Gönülden Yönelenler

 

«Kendisine gönül verip yöneleni de doğru yola eriştirir.»

Şüphesiz ki, katıksız niyetin, zevkini tadarak yönelmenin ayrı bir maz­hariyeti vardır. Her ne kadar belirlenmiş ölçülere göre ibâdet etmek, farz ve vacibi yerine getirme bakımından geçerliyse de, amacına erişme, ilâhî hoşnutluğa mazhar kılınma bakımından yeterli değildir, hâlis niyet ve se­lim bir zevk ile birleşmesi söz konusudur. İlgili âyetle bilhassa bu inceliğe işaret edilmekte ve kul ile Allah arasındaki şüphelerin, dünyevî maksatla­rın kalkmasının gereği belirtilmektedir.

Gönül yatışkanlığı için Allah'a yönelen mü'minlerin üc önemli vasıf­ları daha vardır, âyette özellikle onlar üzerinde durulmakta ve en sağlam kıstas verilmektedir. Şöyle ki:

a) Onlar her türlü şüpheyi, vesveseyi atıp imanlarını kalplerinin derin­liğine kök salacak şekilde sağlamlaştırmışlardır.

b) alpleri Allah'ı sık sık anmakla, namaz kılmakla yatışıp huzur bul­makta ve ruhlarına en yüksek anlamda gıda vermektedirler.

c) Gönülleri Allah ile yatışıp huzur bulmuştur.

İman bu düzeye gelince, en verimli ürünü olan sâlih ameller mü'minin söz ve davranışlarında kendini göstermeye başlar ve bu hal bir rahmet havası içinde sürüp gider.

Cenâb-ı Hak, belirtilen düzeye gelen mü'min kullarına iki mükâfat va'dediyor: Kurtuluş müjdesi, ebedî mutluluk ve dönüp varılacak güzel bir yer., [82]

 

Yalnız İman Yeterli Midir?

 

İslâmî ölçülere göre, imân : Küfür karanlığını kalp ve kafadan silip gi­deren aydınlıktır. Gelişip verimli düzeye gelmesi için iyi, yararlı amellere ihtiyaç vardır. Zira hem ic yapımızı kirleten, hem de dış dünyamızı bulan­dıran günahları, kötülükleri, azgınlık ve aşırılıkları ancak iman temeli üze­rinde yükselen salih amellerle gidermek mümkündür. Her kötülüğü iyilikle savmanın anlamı budur.

O halde imânı elektrik akımına benzetirsek, bizi ve çevremizi aydınla­tabilmesi için ampullara ihtiyaç vardır. Onu bir ağaca benzetirsek, yaprak, çiçek ve meyvasıyla verimlilik ve yararlık sağlaması mümkündür. Ama unutmayalım ki, elektrik akımı yoksa, ampulün veya herhangi bir elektrikli cihazın değeri yoktur. Ağaç yoksa, çiçek ve meyva da yoktur. O bakımdan Kur'ân'da imândan hemen sonra «sâlih ameller»den söz edilir, ilgili âyet­te olduğu gibi.. [83]

 

Kalpler Ancak Allah'ı Anmakla Yatışır

 

«Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışıp huzur bulur.»

İlgili âyetle bize çok hassas bir konu hatırlatılıyor veya öğretiliyor. Şöyle ki: İnkarcı sapıklar, mal, makam ve servetle gönül yatışkanlığına kavuşmaya çalışırlar. Kadından başka dünyası olmayan sapıklar, kadın­larla teselli bulup huzur ararlar. Makam hastası olanlar, daha yüksek ma­kamlara erişmekle rahat edeceklerini, huzur bulacaklarını sanırlar. Dinle­rini dünyalarına alet edinenler, erişmek istedikleri nesnelere kavuşmakla iç rahatlığına kavuşacaklarını zannederler. Oysa bunların hiç biri gönül­leri dolduracak, kalbe huzur ve yatışkanlık verecek değerler değillerdir. Hepsi de sabun köpüğü misali gelip geçicidir ve bir süre sonra sönüp be­lirsiz olmaya mahkûmdur.

Günümüzde birçok kimseler, bir sıkıntı, üzüntü, felâket, başarısızlık ve musîbet, ya da hastalık ile karşılaştıkları zaman, sigara içmekte, içki kul­lanmakta teselli ararlar. Oysa bunlarda deva yok dert var; huzur ve sükûn yok, sahte bir oyalanma ve geçici bir mahmurluk söz konusudur. Hic biri ruhta meydana gelen boşluğu doldurmaya, kalpte acılan gediği kapatmaya elverişli değildir. Sonu tedrici intihar ve karanlık bir ölümdür.

Ruhun boşluğunu dolduran, gıdasını sağlayan; kalbe neşe ve huzuru, gönüllere yatışkanlık ve ferahlığı dolduran ve insanın önünü aydınlatan,geleceğine umut ışığı tutan ve ebedîyen mutlu olmayı gerçekleştiren en büyük dayanak ve en üstün teselli ve güven, Allah'a dosdoğru inanmak, O'nu severek, sayarak, umut besleyerek anmaktır. Kur'ân bilhassa bundan başka gönül yatışkanlığı veren ikinci bir iksirin bulunmadığını belirterek bizi uyarıyor. [84]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, sağduyu sahipleri gerçek mü'minlerin özellikleri belirtildi ve mükâfatlarının ne olacağı açıklanarak, bütün hayırların, fazî-letlerin Allah yanında bulunduğuna işaret edildi. Sonra da iman edenlerle etmiyenler arasındaki açık farklara dikkatler çekildi. İnsanın kalp ve kafa­sının ancak Allah'ı anmakla yatışıp huzur duyacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, her peygamber gibi, Hz. Muhammed'in de (A.S.) bu hakikatleri insanlara teblîğ edip öğretmek üzere gönderildiği açıklanı­yor. Ne var ki, müşriklerin iiâhî rahmeti idrak edecek bir kalp ve kafaya sahip olmadıkları için Rahman olan Allah'ı inkâra saptıkları belirtiliyor. Ön­yargıdan kurtulmaları gereği üzerinde duruluyor. [85]

 

Meali:

 

30—  Böylece biz seni de, kendilerinden önce bir çok ümmetlerin ge­lip geçtiği gibi, bir ümmete (kendi ümmetine), -sana vahyettiğimizi onlara okuman için- peygamber gönderdik. Bunlar Rahman (olan Allah)! tanımaz­lar. De ki: O benim Rabbimdir, O'ndan başka ilâh yoktur. Ancak O'na yö-nelip dayanırım, tevbem ve dönüşüm de O'nadır.

31—  Eğer bu Kur'ân ile dağlar yürütülseydi veya yer onunla parça parça edilseydi, ya da ölüler onunla konuşturul saydı, (emin ol Peygambe­rim, inkarcı azgınlar yine de imân etmezlerdi veya bu gibi haller ve olaylar ancak Kur'ân ile mümkün olabilirdi). Ne var ki, bütün emir (ve hüküm) Al­lah'ındır. O imân edenler (inkarcılardan umut kesip) anlamadılar mı kî, Al­lah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi. O küfredenlerin işle­dikleri sanatları durmadan başlarına belâ indirecek veya yurtlarının he­men yambaşına düşecek de bu hal Allah'ın va'dî gelinceye kadar (sürüp gidecek). Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez.

 

İniş Sebebi

 

Kureyş kabilesinin azgın müşriklerinden başta Ebû Cehl olmak üzere birkaç kişi Kabe'nin gölgesinde oturup sohbet ederlerken, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in oradan geçtiğini gördüler ve Onu acze düşürmek için şöyle bir öneride bulundular: «Ya Muhammedi eğer sana indiğini iddia ettiğin Kur'ân marifetiyle şu Mekke'yi çeviren dağları başka yerlere yürütür de sahamızı genişletirsen, herhalde sana inanırız.»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [86] Diğer bir rivayet: bn Abbas (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, müşriklere: «Putları bırakm da Rahmân'a secde edin!» diyerek onları Allah'ın birliğine imâna davet etti. Onlar da : «Rahman nedir?» diyerek inkârlarını artırdılar. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [87]

 

Kur'ân'ın Eğitim Metodu Ve Hakk'ı İnkâr Edenlerin Çokluğu

 

 

İnkârda ısrar edip puta tapmaya devam eden müşrikler, sadece Hz. Peygamber (A.S.) devrine mahsus değil, O'ndan önceki peygamberler za­manında da hem çoğunluğu teşkil etmiş, hem de peygamberlere her türlü hakareti reva görmüşlerdir. Bu tür olaylar hep böyle tekerrür edip gelmiş ve Hz. Muhammed (A.S.) risalet göreviyle ortaya çıkınca, büsbütün alev-İönip iyice tuğyan etmiş ve müşrikler Hakk'ın nurunu söndürmek için her çareye baş vurmaktan çekinmemişlerdir.

Görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerîm sadece olup biten olaylardan söz et­miyor, eğitilmemiş kavim ve milletleri çok yönlü eğitmek için onların ba-zan duygularına, bazan düşüncelerine, bazan vicdanlarına, bazan da akıl ve mantıklarına, idrâk ve iz'anlarına seslenmek suretiyle geniş çapta te­mel bilgi ve ana fikirler ortaya koyuyor. Zira bir şeyin kötülüğünü anlat­makla veya sadece onu yermekle olumlu bir sonuç elde etmek mümkün değildir; yani böyle bir metot eğitici olmaktan uzaktır. O nedenle Kur'ân'ın, sapık toplumları, şaşkın müşrikleri eğitmede uyguladığı metot çok ince hesaplara, yönlendirici hikmetlere, kalp ve kafalara ışık tutup aydınlatıcı esaslara dayanmaktadır. Bunları şöyle özetliyebiliriz :

1__ Kur'ân her vesileyle Allah'ın varlığını ve birliğini, eşi ve ortağı bu­lunmadığını, duygulara neşter vurarak anlatır. Düşünce ufkunu genişlete­rek seslenir.

2—  Sonra aynı gerçeği vicdanlara ve idrâklere seslenerek açıklarken bol malzeme verir. Böylece konuyu etraflıca ele alma ve netice çıkarma im­kânlarını oluşturarak kalp ve kafalarda hakikat kıvılcımını parlatmış olur.

3—  Arkasından beşer aklını ve düşüncesini, çevrenin kötü âdetlerin­den, önyargının tesirinden uzak tutmak için, akla malzeme olacak, düşün­ce çemberini genişletecek ölçü ve muhtevada âyetler, belgeler ve deliller getirir.

4—  Dördüncü kademede ise, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, fazileti reziletten tefrik etmenin yol ve yöntemlerini sıralar. İn­sanın Allah yanında ne kadar aziz ve şerefli olduğuna dikkatleri çeker. Kâinatın her parça ve sistemiyle insanın hizmetine verildiğine atıflarda bu­lunarak, bu kadar üstün ve muazzez bir varlığın, kendisinden aşağı mah­lûklara ve fanilere tapmasının makul ve mantıkî hiçbir yanı olmadığını, be­lirtir.

5—  Beşinci kademede, geçmiş milletlerin hayatından, yıkılıp yok edil­me sebeplerinden söz ederek tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini hatırlatır. Sonra da yeryüzünde yıkılıp yok olan medeniyetlerin, krallık ve imparator­lukların kalıntılarını gezip görmelerini tavsiye ederek gerçekleri daha iyi görmelerini ve ona göre hayatlarını tanzim etmelerini tavsiye eder,

6—  Bütün bu sıralamadan sonra konuyu «Âhiret Âlemisne irtîîkal et­tirir; korku ve umut havasını çok tesirli bir anlatımda gönüllere işlemeye çalışır. Öldükten sonra kimin nereye, niçin varacağını, ne gibi karşılık gö­receğini işleyerek ebedî hayat zevkini bütün çekiciliğiyle anlatır ve buna paralel olarak ebedî azabın nasıl bir felâket olduğunu en düşündürücü ve korkutucu safhalarıyla birer tablo misali gözler önüne serer.

7—  Yedinci kademede ise, kafalarda beliren bazı sorulan cevaplan­dırır, meydana gelen şüpheleri gidermek için ilâhî kudreti yansıtan ilmî de-iileri peşpeşe getirir..

Kabul edelim ki, hemen her insanın, özellikle inkarcıların kafasında dönüp dolaşan bir sürü sorular vardır. Meselâ t Neden Allah bütün insan­ları melekler kadar temiz ve günahsız yaratmadı? Neden insanı azıtıp/sap­tıran nefsi ve İblîs'i yarattı? Madem ki Cennet'i daha önce yaratmıştır; ne^ den insanları şu çileli hayata itti? Dünyaya gönderilmenin anlam ve hik-rneti ne olabilir? Madem ki öldükten sonra tekrar dirileceğiz, o halde öl­mek neye? Neden Cennet ve Cehennem yaratılmıştır? O dileseydi herkes iyi insan olur da Cennet'e girerdi.

İşte Kur'ân-i Kerîm, bütün bu ve benzeri soruları cevaplamakta, her türlü şüpheyi giderecek şekilde insana bilgi ve ana fikir vermektedir.

Kur'ân'ın sergilediği bu yüce ve bol çeşitli, aynı zamanda eğitici ve öğretici metoduna eğildiğimiz takdirde, ondaki ilâhî kudreti anlayabiliriz. Aksi halde, hikmetini kavrayamadığımız tekrarlara rastladıkça hevesimiz kırılabilir ve bu yüzden Kur'ân'la aramızda bir mesafe meydana gelebilir.

Her çağda hakkı inkâr edip yalanlayanlar, eşyayı ilâh edinip tapınan-lar, ya da taparcasına gönül verenler çoğunlukta olmuştur. Bir düşünceyi, bir inancı veya bir sistemi işlemenin en kestirme yolu, eğitim ve öğretim­dir. Kur'ân, birbirini tamamlayan bu iki kurumu işler duruma getirmek için bol malzeme getirmiştir. Ayrıca her toplumu, her milleti, her aile ve ferdi çeşitli yönleriyle dikkate alıp, onların psikolojik yapılarının değişik olaca­ğını hesaba katarak, ona göre insanlara hitap etmeyi tavsiye etmiş, top­lumları eğilimlerine göre ele alıp doğru yola davet etmenin başarılı sonuç­lar vereceğini sırası geldikçe misallerle açıklamıştır. [88]

 

Rahmâım'ı Tanımazlar

 

«Bunlar Rahman (olan Allah)ı tanımazlar..»

Neden bu sıfat üzerinde durulmuş ve müşriklere «Rahmân'a ibâdet edin!» denilmiştir? Şüphesiz ki bu da, sözünü ettiğimiz o yüksek metodun bir basamağını yansıtır. Daha çok vicdanlara ve idrâklere seslenir. Çün­kü Rahman sıfatı, Allah'ın geniş rahmetinin çok cömertçe varlık âleminin her parçasına yansıdığını anlatır. Onu güneşe benzetebiliriz; güneş nasıl ışınlarını etrafa yayarken, kendini ona açık bulunduran her şeye ışık ve enerji vermekte kusur etmezse, ilâhî rahmet de böyledir. İnsanlar küfür ve zulmü, ahlâksızlık ve azgınlığı bu rahmete karşı engel koymadıkları sürece, onun feyizlerinin çoğundan veya tamamından yararlanabilirler.

O bakımdan diyebiliriz ki, her şey o rahmete muhtaçtır. Kâinat o rah­metle ayakta durmakta, denge ve düzenini sürdürmektedir. Eşya o rahme­tin izlerini kendi üzerinde taşımakta, canlılar âlemi o rahmetle neslini de­vam ettirmektedir. Gönüllerin de o rahmetten nasiplerini alabilmeleri, onun damgasını taşıyabilmeleri için, ona engel teşkil eden inkâr, nifak, haksızlık ve ahlâksızlık duvarlarını kaldırmaları şarttır.

Böylece Kur'ân insan idrakine gerçekleri yansıtmakta, Allah ile kul­ları arasında muttasıl devam eden rahmetin anlam ve-kapsamını anlatmak için, inkarcıları önce o rahmetin gerçek kaynağı olan Allah'a ibâdete ça­ğırmış, bunun için de «Rahman» sıfatını kullanmıştır. [89]

 

Rahmân'ın Rahmetine Yönelme

 

Rahmân'm geniş rahmetinden nasip alabilmek için, inanan kişinin şu dört hususu kendi düşünce odağında biraraya getirmesi gerekir:

1—  Rahmân'm en güzel yetiştirici ve olgunlaştırıcı olduğuna inanma­sı, her şeyin üstünde O'nun damgasını görmesi,

2—  Her şeyin ancak Rahmân'm eseri olduğunu idrak etmesi, O'ndan başka hakiki ilâh olmadığına kalp ve kafasının yatışması,

3—  O'nun kudretinin her şeyin üstünde bulunduğunu, tasarrufunun mutlak anlamda eşyayı bütünüyle kapsayıp kuşattığını anlaması.

Her şeyin O'ndan geldiğine ve yine O'na döndürüleceğine inan­ması; tevbem ve dönüşüm O'nadır, diyerek teslimiyet göstermesi.. [90]

 

Emir Allah'ındır

 

«Eğer bu Kur>ân île dağlar yürütülseydi veya yer onunla parça parça edilseydi, ya da ölüler onunla konuşturulsaydı....»

Kudreti her zerreye nüfuz eden, kâinattaki, güneş sistemi dahil bütün sistemlerin en küçük misal ve modelini atoma sığdıran Allah, elbette dile-seydi, Kur'ân ile dağlan yürütebilir, yeri bölüp parçalar ve ölüleri konuş­tururdu. Ama böyle dilememiştir. Çünkü dünya sistemini ve şartlarını, hil­kat kanununun bağlı bulunduğu hikmete göre düzenlemiş ve insan için belli bir ortam hazırlayarak hayat dümenini ona doğru çevirmiştir. Aynı zamanda insanı birtakım yeteneklerle donatmış ve zıt kuvvetlerin çatıştığı bir ortama getirmiştir. Böylece insan mevcut şartlar ve ortam içinde hem dünyadaki, hem âhiretteki yerini belirlemek üzere hür iradesiyle başbaşa bırakılmıştır. O halde yukarıda sözünü ettiğimiz mu'cizeler Kur'ân ile or­aya konulmuş olsaydı, ne ortamın, ne iradenin, ne hilkat kanununun bağ-» bulunduğu hikmetin anlamı kalır; Cennet, Cehennem, hesap, ceza ve mükafat birer müeyyide olmaktan çıkardı. Kısacası, dünya ve insan haya-Wla ilgili sünnetullah arasında bir bağ kurmak mümkün olmazdı. [91]

 

Neden Bütün İnsanlar Doğru Yola Sokulmadı?

 

«Allah  dileseydi   bütün   insanları doğru yola eriştirirdi..»

Allah'ın irâdesi bu yolda tecelli etseydi, o takdirde insanın melekle hayvan arasında, her ikisinden bazı sıfatları kendinde toplayıp biraraya getiren ayrı bir varlık olarak yaratılmasının hikmeti meçhul kalırdı. Çünkü meleklerin hepsi hidâyet üzere yaratılmışlardır, onlarda hayvanî sıfatlar yoktur; nefis denilen dürtücü, sürükleyici şehevî kuvvet de onların iç âle­mine yerleştirilmemiştir. Hepsi de istisnasız Allah'ı anar, O'nun emirlerini kusursuz yerine getirirler. Onların gıdaları, Hakk'ın buyruğuna baş eğ­mekte, verilen emirleri istenildiği şekilde yerine getirmektedir. Sayılarını ise ancak Allah bilir. O halde insanlar da doğru yol üzere yaratılıp nefis denilen dürtücü kuvvetten arınmış tutulsalardı, artık insan olarak değil, melek olarak yaratılmaları, yani hayvanî sıfatlardan tamarmyla soyutlan­maları gerekirdi. O takdirde de dünya denilen aşağı âleme gönderilme­lerine lüzum kalmazdı. Lüzum kalsa bile hayatın akışı durur, bugünkü şek­liyle bir dünya olmazdı.

Diğer yandan insanlar mevcut özellikleriyle birlikte, ilâhî irâdenin te-cellisiyle hep doğru yolda yürüyen melek tabiatlı canlılar olarak hayat sah­nesine çıkarılmış olsalardı, yine hayat durur, medeniyet, rekabet diye bir duygu ve düşünce kalmazdı. Aynı zamanda, iyileri kötülerden ayırt etme kıstası bulunmazdı. Oysa dünya hayatından amaç, bu değildir. Dünya bü­tünüyle hayatın zevkini verecek, insanı üzücü ve sevindirici günlerden ge­çirecek, yüksek nimetin değerini öğretecek, yaratanın kudretini tanıtacak bir eğitim, bir hazırlık ve sınav yeridir. O bakımdan dünya hayatında zıtla-rın karşılaştırılmasına, sürtüşme ve tartışmaların devam etmesine, müca-deleli bir ömür sürmeye ihtiyaç söz konusudur.

Bu sebeple bütün emir ve irâde Allah'a aittir. O en güzelini, en hik­metlisini ve en faydalısını yaratıp hayat sahnesine çıkarmıştır. İsterse kâ­firler hep inat edip inanmasınlar; O'nun plân ve programı değişmez, va'di mutlaka yerine getirilir. [92]

 

Sanatları Kendi Başlarına Büyük Bir Bela Olarak İnecek..

 

«O küfredenlerin işledikleri sanatları durmadan başlarına belâ indirecek veya yurtlarının yanıbaşıno düşecek de bu hal Allah'ın emri gelinceye ka­dar (sürüp gidecek).»

İlgili âyetle, daha çok geleceğe yönelik önemli bir habere dikkatler çe­kiliyor. Şöyle ki, âyette, inkarcı sapıkların sanat, yani tekniğinden söz edi­liyor; aynı zamanda bu tekniğin hayra, barışa, ahlâka yönelik olmayacağı, daha doğrusu Kur'ân ahlâkı doğrultusunda geliştirilmiyeceği için Allah'ın emri gelinceye, yani kıyamet kopuncaya kadar daha çok onu imal ve icat edenlerin başlarına düşeceği, onlar için büyük bir belâ halini alacağı ve zaman zaman ülkelerinin yanıbaşına bir felâket halinde ineceği haber ve­riliyor.

Bugün gerek Amerika'da, gerek Rusya'da, gerekse Avrupa ve diğer bazı ülkelerde imal edilen nükleer silahlar dünyayı bir baştan bir başa yok edecek boyutlara ulaşmıştır. Silah yarışından yana harcanan para, dün­yada açlığı önleyecek, fakirliği kaldıracak, birçok ülkeleri bayındır hale ge­tirecek nisbettedir. Ne yazık ki, böylesine büyük bir ekonomik güç, hayra değil, şerre vasıta kılınmıştır. İş bu kadarla da kalmamış, bir de milletler arasındaki kuvvet dengesini bozmuş, korkunç silâhlar ve ona paralel eko­nomik güç tam sömürü araoı haline getirilmiş ve dünyanın bazı bölgele­rinde soğuk harp sürerken, bazı bölgelerinde sıcak harp başlatılmış ve üçüncü bir cihan harbinin çıkmasına ramak kalmıştır.

Birinci ve ikinci cihan harbi, Kur'ân'ın bu haberini bir defa daha doğru­lamış, korkunç silâhlar, onları knal edenler için de büyük bir belâ olmuş­tur. Diyebiliriz ki, son bir asır içinde medeniyet iki defa hurdahaş olmuş, üçüncü defa hurdahaş olmak üzeredir.

Şunu da ilâve edelim ki, Kur'ân'da ilgili âyette kullanılan sanat ve tek­niğin yapacağı tahribatı, getireceği büyük felaketi yalnız nükleer silahların ateşlenmesinde değil; onu sinema, tiyatro, radyo, televizyon, basın, kitap ve diğer sanat ve yayım organlarında da düşünmek gerekir. Zira «sana û» fiili, sanat kökünden türetilmedin Bu, sanat adına ortaya çıkarılan her şe­yi kapsamına alır. O fiilden sonra «kpria» tabiri kullanılmıştır ki bu, maddî ve manevî alanlarda olmak üzere başa, beyne şiddetle inip çarpan ve insanı iyice sersemleştiren, uyuşturup bitik hale getiren veya öldüren bomba, gülle ve benzeri şey demektir.

Böylece sanat bir yandan nükleer silâhlan doğurup insanlığı tehdit ederken, bir yandan da çeşitli eserleri doğurup inanç ve ahlâkı tahrip et­mekte, ruhen ve vicdanen cılız kalmış nesiller oluşturmaktadır. Öyle ki, sa­natın bu yöndeki tahribatı, bir atom savaşından daha beter sonuçlara ne­den olmuştur ve olmaktadır.

Görüldüğü gibi, ilim, sanat, teknik; hak dinle, yüksek ahlâk ve fazîlet-le, adalet ve hakseverlikle birleşip bütünleşmedikçe, çoğu zaman böyle yıkıcı ve yok edici olacak; dünyada, toplumda, ailede huzur ve sükûn ha­vasını kesecek, ruhları katledecektir.

Mü'minlere gelince: Onlar da gelişen ilim ve tekniğe imân ve ahlâk ölçüleri içinde sahip olmak zorundadırlar. Zira Kur'ân âyetleri birbirlerini açıklamakta, mana ve hükümlerini tamamlamaktadırlar. Nitekim Enfai sû­resinde mü'minlerin üstün ve caydırıcı bir güoe sahip olmasının lüzumu belirtilerek şu emir verilmektedir: «Onlara karşı gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti ve (savaş için) beslenen atları (ve gereken araç ve silâhları) hazırlayın!» [93]

İşte böyleoe Cenâb-ı Hak, inkarcı milletlerin ortaya koyduğu sanatın, yani tekniğin nasıl bir sonuç doğuracağını on beş asır önce haber verir­ken, bunun ilâhî bir va'd, yani söz ve sünnet olduğunu hatırlatarak, «Şüp­hesiz ki Allah sözünden dönmez.» buyurmuştur. Çünkü O'nun ilmi yanıl-maz, tesbit edip yazdıkları aynen ortaya çıkar.

Sanat medeniyetin imzasıdır, diyenler medeniyetten neyi kasdetmiş-lerdir. Kur'ân'a göre, gerçek medeniyet, harcında, jmân, ahlâk, fazîlet ve adalet mayası bulunan maddî ve manevî kalkınmadır. Sanat böyle bir me­deniyete imzasını attığı gün, asıl değerini bulmuş ve amacına yönelmiş olur. Onun için «Sanat bizi Allah'a götüren köprüdür.» diyenler, ona en isabetli teşhisi koyanlardır. [94]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların hemen her devirde çoğunlukta oldukları ve bunların, insanlıktan yana rahmet dolu sayısız nimetler ha­zırlayıp veren Rahmân'ı tanımadıkları belirtildi. Sonra da Kur'ân'ın indiril­mesinden amacın ne olduğuna değinildi ve inkarcıların imân ve ahlâktan kopuk olan sanatlarının daha çok kendi başlarına belâ olacağı, yurtlarının üzerine düşeceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı zâlimlerin önceki peygamberleri de aiava aldıkları ve o yüzden onlar hakkında ilâhî hükmün indiği bildiriliyor. Allah'a ortak koşmanın, O'nu inkâr etmenin derin bir gaflet, büyük bir basiretsiz­lik olduğu konu edilerek, sözü edilen inkarcıların dönüş yapmadıkları tak­dirde hem dünyada, hem de âhirette elim azaba uğratılacakları hatırlatılı­yor. [95]

 

Meali :

 

 

 °'SUn kİ' Senden önceki Peygamberlerle de alay edil-?J İnkâr edenl6re »>ir süre vermiştim; sonra onlar, (azabımla)  (bîr görseydin) verdiğim ceza nasıldı?!

tuttular ûi!^keSîn kazandlÖ'nı görüp gözeten (Allah nasıl inkâr edilir?!); tuttular Allaha ortak koştular.De ki: Onlara ad takın (takabildiğiniz ka-v ,nlar?) Y°kSa güzünde bilmediği şeyi mi O'na haber  Yoksa anlamsız sözle mi (kendinizi avutuyorsunuz?) Ne var ki inkâra sapanlara düzenbazlıkları süslü gösterildi de doğru yoldan alikondular. Artık Allah kimi saptırırso onu doğru yola eriştiren bulunmaz.

34— Onlara Dünya hayatında azap vardır. Âhiret azabı ise daha ağır ve daha üzücüdür. Onları Allah'ın (adaletinden) koruyacak bir kimse de yoktur.

 

İniş Sebebi

 

Mekkeli putperestler sözü edilen mu'cizeyi sırf lâf olsun, şüphe uyan­dırsın diye istemişlerdi. Onların bu alaylı ve ölçüsüz tutum ve davranışları, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'! üzmüştü. Cenâb-ı Hak, daha önce gönderilen peygamberlerin de bu gibi ölçüsüz isteklerle karşılaşıp alay edildiklerini bildirerek teselli mahiyetinde yukarıdaki âyetleri indirmiştir, [96]

 

İlgili Hadisler

 

«Allah şüphesiz ki zâlime -azabıyla yakalayıncaya kadar- biraz müh­let verir. Yakalayınca da artık o, O'nun (kahır elinden) kurtulamaz.» [97]

«Doğrusu dünya azabı, âhiret azabına nisbetle çok hafiftir. Çünkü dünya azabının bir sonu ve sınırı vardır, ama âhiret azabı Cehennem'de ebedidir..» [98]

 

Mekkeli'lere Gelecek Olan Dünya Azabı

 

İlgili âyetlerle, inkarcı azgınlara verilecek azabın yakın olduğu bildi­rilmekte; daha önce gelip geçen peygamberleri de alaya alan inkarcılara böylesine az bir mühletin verildiği, sonra vakti gelince Allah'ın azabının on­ları yakaladığı misal olarak hatırlatılmaktadır. Böylece tarihin tekerrür etti­ği ve edeceği bir ihtar mahiyetinde haber verilerek küfür ve ahlâksızlıkta ısrar edenler bir defa daha uyarılmaktadırlar.

Nitekim çok geçmeden Medine'ye hicret ve arkasından Bedir ve Uhud savaşları, sonra da Mekke'nin fethi birbirini izleyerek gerçekleştirilmiş ve böylece küfürde inatla ısrar eden elebaşlar hakettikleri azaba uğratıjmışlardır. Bedir savaşında küfrü temsil eden elebaşılardan çoğu, inkâr ve tuğya­nın kerih kokuları içinde son nefeslerini vererek her şeylerini kaybetme felâketini kendilerine hazırlamışlardı. [99]

 

Yaratanla Yaratılan Bir Olur Mu?

 

Küfrün, diğer bir tabirle Allah'ı ve âhireti ret ve inkâr edenin gözü kör, kulağı sağır, kalbi tıkalı, idrâki kısır, vicdanı silik, aklı mefluç ve düşünce ile duygusu dümensizdir. O nedenle yaratanla yaratılanı bir tutup Allah'a ortak koşar.

Oysa her canlının neler kazandığını, neler elde ettiğini ve edeceğini, hangi noktadan başlayıp hangi noktaya varacağını, kaderini nasıl çizece­ğini görüp gözeten Allah; hiçbir şeyi görüp gözetemiyen, yaratma kudreti bulunmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, hattâ insanların elleriyle yontulup şekillendirilen putlar ve doğum ile ölüm kanununa bağlı olup ilâhî kudret ve tasarrufun altında bulunan fanilerle bir tutulabilir mi? Aralarında kıyas ölçüsü var mıdır? O putlara isimler takın, yağmur tanrıçası deyin, si­ze yağmurla ilgili kanunları, sebepleri yaratıp yağmur yağdırabilir mi? Her yere, her alana dikilen bu putlar neyin nesi? Ülkeyi mi kurtaracaklar, in­sanlara ilim ve irfan mı verecekler?

Kur'ân bu ve benzeri sorularla beyni küfürle yıkanmış müşriklerin akıllarını harekete geçirmeyi, daha etraflı ve detaylı düşünmelerini sağla­mayı amaçlar. Yüce Yaratan Allah'a verilen isim ve sıfatlar putlara verile­bilir mi? Demek oluyor ki, gerçek ilim ve irfandan mahrum kalan, pey­gamber terbiyesinin dışında tutulan bir toplum, kendini inkâr edeoek, eş­yadaki ilâhî damgayı görmeyecek, kendinden aşağı nesneleri ilâhlaştıra-cak kadar bayağilaşır ve idrâkini kaybeder. Arap Yarımadası'nda cehaletin bu düzeyine gelen kabilelerin Lat, Uzza, Menat ve Hubei gibi isimler yakış­tırdıkları putlar edinmeleri, onları her bakımdan insanlık şeref mertebe­sinden aşağıya indirmemiş miydi? O yüzden ne kurulu bir devletleri, ne birlik sağlayan otoriteleri, ne hakları savunan mahkemeleri, ne adaleti ayakta tutan hükümetleri, ne onları eğitip öğreten kadroları, ne de irfan yuvaları vardı.

Yirminci asırda da ayrı bir putperestlik hüküm sürmektedir. Sayılan birçok güçler mevcut olmasına rağmen toplum ilâhî hidâyetin, peygamber terbiyesinin dışında'tutulduğu için milletlerin öteden beri arzu ettikleri ka­rakterde nesiller yetiştirilememiştir. Ne var ki, inkarcılara, kurdukları dü­zenleri, uyguladıkları sistemleri ve metotları çok süslü gösterildiğinden, meydana gelen büyük boşluğun sebeplerini anlayamamışlardır. [100]

 

Allah'ın Saptırdığını Doğru Yola Eriştiren Olmaz

 

«Artık Allah kimi saptırırca onu doğru yola eriştiren bulunmaz.»

Allah'ın koyduğu sünnete uymayan, niçin yaratıldığını anlamayan ve anlamak da istemeyen; insan olarak yaratılmasının hikmetine akıl erdire­meyen, bu hususta ilmî bir araştırma zahmetine katlanmayan; hayatı bü­tünüyle madde ve şehvetten ibaret sayan maddecileri, Allah nasıl doğru yola eriştirsin? Kişide doğru yolu bulma inancı, duygu ve düşüncesi ol­mayınca, Allah'ın hidâyet kapısı açılmaz. Bu, ezelde konulan bir hüküm­dür ki değişmez. O hikmete dayalı olarak ilgili âyette, «Artık Allah kimi sap-tırırsa onu doğru yola eriştiren bulunmaz.» buyurulmuştur. Gerçek bu olun­ca, o gibilerde hakkın sesini duymaya bir eğilim baş gösterdiği takdirde, peygamberin sözü, kitabın beyânı tesir eder. [101]

 

İki Ayrı Azap

 

«Onlara dünya hayatında azap vardır. Âhiret azabı ise, daha ağır ve daha üzücüdür.»

İnkarcı maddecilere iki ayrı azabın verileceği bildiriliyor. Hemen belir­telim ki, kendini madde cenderesine sokup silik hale getiren kişiler, kendi arzu ve iradeleriyle bu iki azabı hazırlamış sayılırlar. Zira Allah mutlak an­lamda âdildir, hiç kimseye zulmetmez. O, insan için en uygun hayat or­tamını hazırlamış, başka hiçbir canlıya vermediği üstün yeteneklerle onu donatmış, ayrıca yol gösterici olarak da kitap indirmiş ve peygamber gön­dererek onu serbest bırakmıştır. İnsan bütün bu imkânları kendi lehine de­ğerlendirmekte hürdür, hiçbir müdahale söz konusu değildir. Bakara sûre­sinde belirtildiği gibi, dinde hiçbir zorlama yoktur. Buna rağmen kişi, mevcut ortamı ters yönüyle ele alır ve aklının, idrâkinin değil, nefsi­nin ve İblîs'in sesine kulak vererek bütün kutsal değerleri birer fan­tezi sayıp hidâyet yoluna girmezse, kendi hür iradesiyle her iki hayatında varacağı sonucu kendisi belirlemiş ve hazırlamış olur.

O bakımdan ilgili âyette, ona iki ayrı azap vardır, deniliyor. Birincisi, dünyada büyük bir umutsuzluk içinde ölümü bekler. İkinci hayata inanma­dığından hayat dizginini bütünüyle nefsinin eline teslim eder. Şüphesiz ki, böyle bir düşünce ve hayat işkenceden başka bir şey değildir. Bunun dı­şında bir de karşısına bazı onur kırıcı olaylar çıkar ve Hakk'a güvenmediği, O'na dayanmadığı için manevî boşluk içinde bocalar, durur ve bazan bu­nun sonu intiharla noktalanır. İkincisi, âhirette öldüğü hal üzere diriltilip kaldırılması ve ilâhî rahmetten mahrum edilmesidir ki, .bunun sonu ebedî .azap ve umutsuzluktur. Artık kendini böylesine elim bir çizgiye getirip bü­tün imkân ve fırsatları kaçıran bir kimseyi koruyacak, kurtaracak bir kuv­vet de söz konusu değildir. [102]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekkeli müşriklere, sonra da inkarcı maddecile­re, geçmişte benzerlerinin nasıl başarısızlığa uğradıkları ve işledikleri zu­lüm ve küfürlerinden dolayı ilâhî hükmün inmesiyle her şeylerini kaybettik­leri bir uyarı mahiyetinde hatırlatıldı. Allah'ı bırakıp başka başka şeyleri ilâhlaştıranların, her şeyi inkâr edip maddeyi esas kabul edenlerin nasıl derin bir çıkmaz içinde bocaladıkları belirtilerek beşer ruhunun bu gibi sapıklıklardan dolayı tedirgin olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'tan korkup hayatını böyle bir iman ve irfan çerçevesinde düzene sokan ve doğru yol üzere ömrünün son noktasına doğru güvenle, umutla ilerleyenler için hazırlanan sonsuz nimetlerin çeki­ciliği tasvir ediliyor. Sonra da Kitap Ehlinin Kur'ân hakkındaki farklı inanç ve görüşlerine yer verilerek, peygamberleri beşerî ihtiyaçlar dışında tutma­nın doğru olmayacağına atıflar yapılıyor ve başta Peygamber (A.S.) olmak üzere, O'nun yolunda yürüyen mürşitlerin, din adına taviz veremiyecekleri, bunun için hiçbir gayri müslimin arzu ve hevesine göre bir hüküm getire-miyeçekleri hatırlatılıyor. [103]

 

Meali;

 

35—  Takva sahiplerine (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara) va'd olunan Cennet'in vasfı: altından ırmaklar akar; yiyecekleri devamlıdır, gölgeleri de hep öyle.. İşte bu, Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanların (varacakları en) mutlu sonuçtur. Kâfirlerin varacağı sonuç ise, ateştir.

36—  Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen şey (Kur'ân) ile se­vinirler. (İslâm aleyhin© birleşen) gruplardan kimi ise onun bir kısmını in­kâr eder. De ki: ben ancak Allah'a kulluk etmek ve O'na ortak koşmamak-la emrolundum. Ancak O'na davet ederim ve dönüşüm de O'nadır.

37—  Ve işte böylece Kur'ân'ı Arapça bir hüküm (ve hikmet) olarak indirdik. Artık (ey peygamber!) sana gelen (bunca) ilimden sonra onların heveslerine uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir yardımcı dost, ne de bir koruyucu vardır.

 

İlgili Hadîsler

 

Güneş tutulma olayı meydana geldi. Bunun için namaz kılındı. Ashab-i Kiram, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e dediler ki: «Bulunduğunuz yerde eli­nizi bir şeye uzattığınızı, sonra da geri çektiğinizi gördük?!» Peygamber (A.S.) Efendimiz, bu hareketini şöyle açıkladı: «Cennet bana gösterildi ve bir salkım üzüm sunuldu (veya bir salkım üzüme gözüm ilişti de) elimi uza­tıp almak istedim. Eğer o salkımı alsaydım, dünya durdukça ondan yiyebi­lecektiniz.» [104]

«Adam Cennet'teki meyvadan koparınca, onun yerinde derhal başka bir meyva biter.» [105]

«Cennet ehli yiyip içerler; ama sümkürmezler; tabii ihtiyaç (küçük ve büyük abdest) gidermezler. Yiyeceklerinin posası, hafif misk kokulu bir geğirmedir. Nefes alıp verdikleri gibi, teşbih ve takdis ile '"--.,. olunur­lar.» [106]

«Şüphesiz ki Cennet'te bir ağaç vardır, iyi koşan rahvan atla, adam onun gölgesinde yüz yıl yürür de sonuna varamaz.» [107]

 

Cennet'in Bazı Özellikleri

 

«Takva sahiplerine (Allah'tan korkup kötülük­lerden sakınanlara) va'd olunan Cennet'in vasfı..»

Cennet'teki hayat şartları değişiktir. O kadar ki, dünyadaki hayat şart­larıyla kıyası mümkün değildir. Önce gece ile gündüzün birbirlerini izleyip kovalaması yoktur. Orası hep aydınlıktır. Güneş görülmez, sıcak ve soğuk duyulmaz. Yiyecekleri posasızdır; yenildikten sonra hafif misk kokulu bir geğirme ile arta kalan kısmı atılır. Küçük ve büyük abdest söz konusu de­ğildir, yani helaya çıkılmaz. Ölüm, yaşlanma, hastalık, üzüntü, sıkıntı, elem

ve keder diye bir şey yoktur. Cennetin genişliği, Allah'ın kudret eliyle de­kore edilmesi ve sık sık dekorların değişmesi, her saat yepyeni bir hayat, taze bir güzellik, bambaşka bir manzara arzeder. Böylece usanmak, bık­kınlık duymak, acizlenmek gibi bir duygu doğmaz.

İlgili âyette Cennet'in daha şu üç özelliği anlatılmaktadır:

1—  Altlarından ırmaklar akar.

Bu, suyun insan hayatı üzerindeki olumlu tesirlerini yansıtır. Zira in­sanın her yerde bir akar su görmek istediği, görünce de derin zevk aldığı bir gerçektir. Cennet gibi ebediyete uzanan saadet yurdunda elbetteki bu nîmetin yeterince bulunması çok tabiidir.

2—  Yiyecekleri devamlıdır.

Cennet her yönüyle ve yanıyla dinlenme ve huzur yeridir. Orada çalış­mak, toprakla uğraşmak, teknik konularda bir şeyler yapmak veya icat et­mek de söz konusu değildir. Çünkü bu gibi şeylerle uğraşmak, birtakım ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Cennet'te ihtiyaç diye bir mesele yok­tur. Her nîmet en güzel şekliyle ilâhî kudret eliyle hazırlanmıştır. Cennet nasıl ebediyse, ondaki nimetler de öyle. Hadîs-i Şerifte ifadesini bulduğu gibi, koparılan bir meyvanın yerinde hemen bir başkası biter. Melekler hiz­met için beklerler. Âyette «Yiyecekleri daimîdir.» buyurulması, bu hakikat­lere işarettir.

3—  Cennet'teki gölgelikler de öyle, hep daimidir.

Cennet'i aydınlatan güneş değil, bizim bilmediğimiz ve düşünemediği­miz ilâhî nurun tecellileri vardır. Güneş onun yanında çok önemsiz ve sö­nük kalır. Ne sıkıp terletecek kadar sıcaktır, ne de üşütecek kadar soğuk­tur. Bu nurun aydınlığı altında mevcut ağaçların gölgesi hep devam eder.

Âyetin anlatımından iki önemli husus hatırımıza gelmektedir: Biri, Cen­net'teki ağaçların gölgelerinin daimi olması, Cennet'in hareket halinde ol­madığına işaret olabilir. Diğeri, Cennet de her sistem gibi hareket halinde­dir, onu aydınlatan ilâhî nur, belli bir merkezde bulunup Cennet'in hare­ketine paralel bir hareket göstermektedir.

Bütün bunlar bizim yorumlanmızdır. Allah daha iyisini bilir.

İşte, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanların mükâfatı insan ha­yalinin de ötesinde bir güzelliğe sahip olan cennetlerdir. Bu, Allah'ın mü'-minlere olan bir va'didir ki, mutlaka gerçekleşecektir. [108]

 

Küfrün Ateşi

 

«Kâfirlerin varacağı sonuç ise, ateştir.»

Küfür, aslında manevî bir ateştir ki insanın içine yerleşince, imân, ir­fan, hakseverlik, sorumluluk gibi fazîlet fidelerini yakar. Nefis ve şehvet yakıtını tutuşturup hayatı behimîleştirir. İblîs de ateşten yaratıldığı için, tutuşan bu ateşle derhal uyum sağlar ve birleşir.

İç âlemini böyle bir ateşe maruz bırakan inkârckyeya maddeci, aklını ve idrâkini hislerinden sıyırıp gerçeği aramaya koyulmaaTğı takdirde, o ate­şi söndürecek olan ilâhî rahmetin giriş kapısı kapanır. Bu hal üzere yaşa­yıp ölen kimse, Cehennem ateşini bir bakıma beraberinde götürmüş sa­yılır. Artık o âlemde başkalarını kınama hakkına sahip değildir. Onun için Cenâb-ı Hak : «Kâfirlerin varacağı sonuç ise, ateştir.» buyurmuştur. [109]

 

Kitap Verilenler

 

«Kendilerine kitap verdikle­rimiz, sana indirilen şey (Kur'ân) ile sevinirler.»

Kitap Ehli denilince, ilk akla gelen, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bunun kapsamını geniş tutanlar da olmuştur. Fakat daha yaygın olanı, sözünü et­tiğimiz iki milletle yorumlanmasıdır.

Kitap Ehlinin din bilginlerinden Tevrat ve İncil üzerinde ciddi araştır­ma yapıp, önyargıdan kendini kurtararak meseleyi tarihî belgeler ve kut­sal kitaplardaki açıklamalar doğrultusunda değerlendirenleri, Kur'ân âyet­leri inince, onların ilâhî olduğunu anlamakta gecikmediler ve Allah'ın in­sanlara son mesajı gönderdiğine sevindiler. Abdullah b. Selâm, Vehb b. Münebbih, Selmân el-Fârisî ve Kâb el-Ahbar bu insaflı ilim adamlarından bir kaçıdır..

Kutsal kitaplar üzerinde ciddi araştırma yapan bu din bilginleri, Kur'-an âyetlerini inceledikleri zaman şu hakikat ile yüzyüze geldiler: Kur'ân, hem Allah'ın en son mesajıdır, hem Tevrat ve İncil'i tasdik etmekte, hem de onlarda -insan elinin ve sözünün karışmasıyla- meydana gelen yanlışları düzeltmektedir. Bütün bunların da üstünde ve ötesinde, Kur'ân'ın en kısa suresinin olsun bir benzerini meydana getirmenin mümkün olmadığını çok 'yi anladıkları söz konusudur. Ayrıca Kur'ân'ın son peygamberin gelece­ğiyle ilgin ilâhî belge ye. beyânların Tevrat ve İncil'de yazılı bulunduğunu.

ancak bilgisiz ve garazkâr kişiler tarafından onların kısmen olsun değişti­rildiklerini haber vermesi, adı gecen din bilginlerini daha çok insaf ve iz'âna davet ediyordu.

Bunların tam hilâfına İslâm aleyhine birleşen hiziplerden bir kısmı, Kur'ân'ın bazı âyetlerine, örneğin Tevrat ve İncil'i tasdik eden, Musa ve İsa Peygamberleri (salât-ü selâm onlara olsun) öven, Allah'ın varlığından ve kudretinin sınırsız ve sonsuzluğundan bahseden belgelerine inanırlardı da diğer hükümlerine inanmazlardı. Bu durumda Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'e gereken aşağıdaki emri bir defa daha dile getirip, üzerinde bulunduğu doğru yolu açıklayarak dâvetine devam etmekti. Nitekim 36. âyette Cenâb-ı Hak O'na şu emri vermiştir: «De ki: ben ancak Allah'a kulluk etmek ve O'no ortak koşmamakla emrolundum. Ancak O'na davet ederim ve dönüşüm de O'nadir.»

Kurbân, Hz. Muhammed'e (A.S.) Tevhîd'in esasını bir defa daha ilân etmeyi tavsiye ederken, dolayısıyla Kitap Ehlinden Allah'a ortak koşanları uyarmaktadır. Allah'ı bırakıp İsa (A.S.) ile Meryem'i ilâhlaştırmanın Tevrat ve İncil'de aslı var mıdır? Allah böyle bir beyânda bulunmuş mudur? Ya­ratılanı Yaratan'a ortak koşmak, denk tutmak, O'ndan bir parça kabul et­mek küfür değil midir? [110]

 

Kur'ân, Arapça Olarak İndirilen İlâhî Hükümler Mecmuasıdır

 

«Ve işte böylece Kur'ân'ı Arapça bir hü­küm (ve hikmet) olarak indirdik.»

Her peygamber bağlı bulunduğu kavim ya da milletinin içinden se­çilip görevlendirilmiştir. Aynı zamanda kendi kavminin diliyle onlara Al­lah'ın buyruklarını tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed'den (A.S.) önoeki çağ­larda her kavim ve millete birer uyarıcı, doğru yolu gösteren peygamber­ler gönderildiğini de dikkate alırsak, konunun hikmeti daha iyi anlaşılır. O çağlarda genel anlamda bütün milletlere seslenecek, ilâhî emaneti bütün insanlara duyuracak imkânlar da mevcut değildi. O bakımdan peygamber­lerin görev sınırı, kendi bölgelerini pek aşmazdı. Ulaşım imkânları ve ha­berleşme gelişince en son peygamber bütün insanlara, yani her kavim ve millete gönderildi. Tabii bu peygamberin bir milletten seçilmesi ve bütün milletlere Allah'ın emirlerini kusursuz teblîğ etmesi gerekliydi. Öyle ki, kı­yamete kador Cenâb-ı Hakk'ın emir ve tavsiyelerini, tazeliğine bir halel gelmeden, indiği gibi korunup insan sözü karıştırılmadan ve insan düşüncesinin bütün inceliklerine, çok yönlü duygusuna, akıl ve mantığına en te­sirli şekilde seslenecek, ruhları cilalayacak bir dil seçmek söz konusudur. Allah, diğer dillere nisbetle kelime haznesi daha zengin olan, insan ruhu­nun ve düşüncesinin bütün inceliklerine seslenecek güçte olan Arapçayi seçmiştir. Böyleee Arapça Kur'ân için temel dil ve felsefe olmuş, onun ta­şıdığı geniş manaları, esneklikleri, eşanlamlı sözleri, ilâhî murada ters gel-miyecek şekilde yansıtma kudretini sürdürmüştür ve kıyamete kadar da sürdürecektir. O bakımdan bu husus Kur'ân'ın on yerinde anılmıştır. [111]

Vahanın uçsuzluğu ve boşluğu içinde genişleyen insan muhayyilesinin ürettiği çok zengin olan ve belirtilen vasıfları kendinde toplayan Arapça, Kur'ân için en uygun dil olarak seçilme şansına erişmiştir. O bakımdan Kur'ân bir bakıma Arapça, bir bakıma Ailahçadır.Nitekim 37. âyetle Kur'ân'ın dil bakımından bu özelliğine dikkatler çe­kiliyor; O'nun Arapça bir hüküm ve hikmet kudretini taşıdığı belirtiliyor.

Kur'ân'm Arapça hüküm olduğunu, özetliyerek, şöyle tefsîr edebiliriz:

a)  İlâhî buyrukları en güzel ve en anlamlı şekilde bu dil ile ifade etmek çok daha kolay ve uygundur.

b)  İnsan ruhunun, duygu ve düşüncesinin sezebildiği, algılayabildiği bütün inceliklere seslenir. Ruhlara gıda, hislere tercüman, düşüncelere ye­terli malzeme verir. Az kelimeyle çok mana, az söz ile çok hüküm kudretini taşır.

c)  Kutsal  kitaplarda   meydana  gelen  değişiklikleri,  yanlışları  tashih eder; Allah sözüyle insan sözünü birbirinden ayırır. Böylece Kur'ân gerek lafzıyla, gerekse manasıyla, insan kafasjnın ürünü olan bütün sözlerden, sistemlerden hem ayrılır, hem hepsi üzerinde üstünlüğünü kabul ettirir. Zi­ra insan eseri, insan kadar noksanlık içindedir ve fânidir. Allah'ın eseri, Allah'ın sıfatları gibi mükemmeldir ve bakidir.

O bakımdan hiçbir zaman Kur'ân'ın tercümesi, ashna, ruhuna, özüne, mayasına, hikmetine ve yüksek kudretine sadık kalınarak yapılamaz. Çün­kü birisi Allah'ın, diğeri insanın ifadesidir. Bu incelikleri göz önünde bu­lunduran ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: «Kur'ân'daki ilâhî beyân ve hükümleri, hikmet ve felsefesiyle onun tercümesinden anlayıp çıkarmak hemen hemen mümkün değildir. Mutlaka geniş tefsîre ihtiyaç vardır.»

Bunun için Kur'ân'ın ancak meali ve tefsîri yapılabilir, tercümesi yapılamaz. Meal ise, kişinin bilgi seviyesine, kelime haznesinin genişliğine ve ilâhî muradı anlama yeteneğine göre bir derece alır. [112]

 

Kur'ân İlimleri

 

«Sana gelen bunca ilimden sonra onların heveslerine uyacak olursan, senin için Allah'­tan ne bir yardımcı dost, ne de bir koruyucu vardır.»

Kur'ân ilimleri, insanın her iki hayatını bütünüyle kapsadığı için, mü'-min doğru yolda yürürken, faziletli bir ömür sürme gayretini güderken, gayr-i müslimlerin heves ve arzularına uymaz, onların yaşayışlarını taklit et­mez. Nitekim ilgili âyetle Peygamber (A.S.) Efendimiz'e seslenilirken do­layısıyla kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere de seslenilmekte ve ah­lâklı, faziletli, huzurlu, güvenli bir hayat için aranılan bütün esas ve pren­siplerin Kur'ân'da mevcut olduğu belirtilmektedir.

O bakımdan Kur'ân ilimleri genel anlamda, biri fizik, yani madde ale­miyle; diğeri fizikötesi, yani madde dışında mâna alemiyle ilgili olmak üze­re iki kısma ayrılır.

Birinci kısım : İnanç, ibâdet, hukuk, ahlâk, ekonomi, sosyoloji, botanik, anatomi, sağlık, tarih felsefesi, harp sanatı, eğitim ve öğretim, astronomi gibi konuları kapsar.

İkinci kısım : Ruh, ruhlar âlemi, dünya hayatının amaç ve hikmeti, ru­hun bazı fonksiyonları, doğuştan insanda mevcut olan din ve Allah duy­gusu, insanın Aliah'a olan ihtiyacı, inanmanın lüzumu ve yararı, Allah'ın varlığı, birliği, kudreti, tasarrufu, kemal sıfatları, tecellileri, kaza ve kader, meleklerin varlığı ve görevleri, peygamber ve kitap, ölüm, kabir, yeniden dirilme, ikinci hayat, hesap, ceza ve mükâfat. Cennet ve Cehennem, ebe­dîlik, ölümsüzlük, sonsuz mutluluk gibi konuları kapsar.

Kur'ân, belirtilen konulardan bir kısmının ayrıntılarına inmez, sadece birer özetini, diğer bir tabirle temel bilgisini, ana fikrini vermekle yetinir. İl­mî araştırma meraklılarına hareket noktası belirler de konunun detayını onlara bırakır. Bununla Kur'ân iki önemli hususu beşer idrâkine seslene­rek ortaya koyar: Birincisi, onbeş asır önce bir kimsenin bu kadar doğru ve mükemmel, aynı zamanda reddi gayri mümkün ana fikirlerden, temel bilgilerden söz etmesi düşünülemez. O halde Kur'ân bütünüyle Allah sö­züdür, ona insan sözü karıştınlmamıştir. İkincisi, İslâm, Allah'a dosdoğru imân düzeyinde akla geniş yer veren, ilmi esas kabul eden, insan idrâkine

seslenen son dindir. Aklı harekete geçirmek için ana fikir verir. İlmî araş­tırma yapabilmek için temel bilgi ve ip ucu vererek hareket noktası be­lirler. O halde Kur'ân'ın muhatabı düşünce, akıl ve ilimdir. Duygu ve vic­dan bunları izler.

Bu bakımdan nezih, düzenli, sorumluluk ölçüleriyle içice, imân, ah­lâk ve fazîletle yoğrulmuş bir hayat sürebilmek için Kur'ân ve onu açıkla­yan Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sözleri yeter, başka milletlerin kültürü­ne hayranlık duyup kapıları açmaya hiç gerek yok.

İşte ilgili âyetle bu gerçeğe parmak basılmakta ve müzminler uyarıl­maktadırlar. Aksine bir yol tutmak, bizi yabancıların kültür potasında şe­killendirmekten, kendi öz hasletlerimizden uzaklaşmamızı hızlandırmaktan başka bir şeye yaramaz. [113]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, takva sahiplerine hazırlanan cennetlerin bazı özellikleri üzerinde duruldu. Kitap ehlinden bazı insaflf ilim adamlarının Kur'ân'ı tasdîk edebilecekleri belirtildi. Sonra da Kur'ân'ın Arapça indiril­diği konu edilerek bu husus üzerinde iyice düşünmemiz- istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, peygamberlerin ancak ilâhî direktifle hareket et­tikleri, hiç birinin kendiliğinden bir mu'cize ortaya koyma yetkisinin bu­lunmadığı, zira olayların bir programa göre düzenlenip yürütüldüğü açık­lanıyor. Ana Kitab'ın Allah'ın yanında olduğu hatırlatılarak, inkarcılar aley­hine yazılan hükümlerin bir bölümünün, henüz Hz. Muhammed (A.S.) ve­fat etmeden gerçekleşeceği haber veriliyor. [114]

 

Meali

 

38—  And olsun ki, senden önce de peygamberler gönderdik; onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan herhangi bir peygambe­rin bir âyet getirmesi (mümkün) değildir, olamaz da. Her vakit için bir yazı; yazılı her emir için de belirlenmiş bir vakit vardır.

39—  Allah dilediğini siler, dilediğini isbât eder (yerinde sabit bırakır).

Ümmü'l-Kitap {= Ana Kitap) O'nun yanındadır.

40—  Onlara va'dettiğimiz azabın ya bir kısmını sana gösteririz ya da (göstermeden) senin ruhunu tutup alırız. Sana düşen ancak tebliğdir; bize de hesap görmek düşer.

41—  Yeryüzünü çevresinden eksilttiğimizi görmediler mi? Allah hep hükmeder; O'nun hükmünü takip ve reddedecek; kazasını bozacak yoktur. O, hesabı çarçabuk görendir.

42—  Onlardan öncekiler de düzen ve tuzak kurdular; sonunda bütün düzen ve tuzakların (cezasını vermek) Allah'a aittir. O, her kişinin kazan­dığı ne ise onu bilir. Kâfirler de o yurdun (mutlu) sonucu kimin olacak, bi­leceklerdir.

43—  İnkâr edenler, «Sen peygamber değilsin» derler. De ki: benimle sizin aramızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitap bulunanlar yeter,

 

İniş Sebebi

 

Kelbî diyor ki: «Yahudilerden birkaç kişi, Hz. Muhammed'i (A.S.) ev­lendiği, aile yuvası kurup bu gibi konularla da ilgilendiği için ayıplıyor ve eğer Muhammed (A.S.) iddia ettiği gibi hak peygamber olsaydı, kadınlarla değil, vakitlerinin tamamını zikir, duâ, zühd ve ibâdetle geçirmesi gerekirdi.Bunun üzerine yukarıdaki 38 ve 39. âyetler inmiştir.» [115]

Mekkeii müşriklerden de bir kısmının Peygamberi (A.S.) sözü edilen konularla ayıpladıkları bilinmektedir.

Yine Mekkeii müşriklerden başta Abdullah b. Umeyye olduğu halde birkaç kişi, Hz. Peygamberin (A.S.). büyük mu'cizeler göstermesini ve an­cak o takdirde kendisine inanabilecekierini söylediler. Oysa daha önce Onun peygamberliğini isbat edecek kadar mu'cizeler gösterilmişti. Kaldı ki, Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyeti ve Kur'ân âyetlerinden her biri bir mu'cize idi. Kaldı ki istenildiği zaman Peygamberin (A.S.) mu'cize gösterme yetkisi yoktur. Bu tamamıyla Allah'ın irâdesine bağlı bir husus­tur. O sebeple 39. âyetin indirildiği rivayet edilir. [116]

Diğer bir rivayet:

Azap ile tehdit edilen müşrikler, o azabın hemen gelmesini istiyorlardi. Çünkü onlara göre, Muhammed (A.S.) peygamber değildi ve dedikleri de ciddiye alınamazdı. Bunun üzerine 39. âyetin indiği söylenir. [117]

İnkarcı azgınlar, maddeci sapıklar, Kur'ân'daki ilâhî metodu anlaya­madıkları, Onun hikmetini kavrayamadıkları için, «Bu nasıl bir peygamber?! Dün başka söyledi, bugün başka söylüyor; O'nun iddia ettiği gibi, Kur'ân Allah sözü olsaydı, hiç değişir miydi?» diyorlardı. Bunun üzerine 40. âyet inmiştir. [118]

 

İlgili Hadîsler

 

Huzayfe b. Üseyd (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimiz'den şöyle işit­tiğini anlatmıştır:

«Ana rahmine intikal eden nutfe (sperma) üzerinden 42 gece geçtik­ten sonra Allah ona bir melek gönderir. Melek onu (hilkatinin özelliğine göre) şekillendirir; kulak, göz, deri, et ve kemiği için gerekli ortamı oluştu­rur. Sonra da «Ya Rab! erkek mi, kız mı?» diye sorar. Allah bu durumda dilediğini hükmeder de melek yazar. Sonra yine melek sorar: «Ya Rab! bu­nun eceli ne kadar?» Allah da, «Rabbin dilediği olur» buyurur, o da yazar. Sonra melek: «Ya Rab! bunun rızkı nedir?» diye sorar. Allah, «Rabbın di­lediği olur» buyurur. Melek onu da yazar. Sonra da melek sahifeyi (göğe) çıkarır. Artık ondaki yazılı olan hiçbir hüküm üzerine fazla ve noksan bir şey konulmaz ve eksiltilmez.» [119]

«Sizin hilkatiniz ana rahminde kırk gün nutfe olarak (yumurtalıkta) biraraya gelip oluşur. Sonra bunun gibi (kırk gün de) kan pıhtısı haline, sonra yine bunun gibi, et parçası haline gelir. Sonra Allah ona bir meleğini şu dört kelimeyle gönderir: Melek onun rızkını, ecelini, saîd (mutlu) veya şakî (mutsuz) olacağını yazar. Sonra ona (insanî) ruh üflenir. Kendisinden başka ilâh olmayan kudrete yemin ederim ki, sizden biriniz cennet ehlinin amelini işler de kendisiyle Cennet arasında bir zira' (yaklaşık 60 cm.) kalır; derken yazılı kitap(taki hüküm ve kader) önüne geçer ve o da bu sebeple cehennem ehlinin amelini işlemeye yönelir ve Cehennem'e girer. Yine siz­den biriniz cehennem ehlinin amelini işler de, o kadar ki, kendisiyle Ce­hennem arasında bir zira' kalır; derken yazılı kitap(taki hüküm ve kader) önüne geçer ve o da bu sebeple oennet ehlinin amelini işlemeye yönelir ve Cennet'e girer.» [120]

Bu hadis daha sahih kabul edilmiştir.

«Bana gelince: Ben hem oruç tutarım, hem fftr«" ederim, hem gece kalkıp ibâdet ederim, hem uyurum, hem de kadınlarla evlenirim. Artık kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.» [121]

«Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Güzel koku sürünmek, evlenmek, misvak kullanmak ve kına yakmak.» [122]

«Doğrusu adam işlediği günah sebebiyle rızkından mahrum edilebilir. Kaderi ancak duâ geri çevirir. Ömrü de ancak iyilikte bulunmak artırır.» [123]

«Hz. Ömer'in (R.A.) Kabe'yi tavaf ederken şöyle duâ ettiği işitilmiştir: Allahım! eğer üzerime bir şekavet (mutsuzluk) veya günan yazdıysan, onu sil. Çünkü sen dilediğini siler, dilediğini sabit kılarsın; ana kitap senin ya­nındadır.» [124]

 

Peygamberlere Caiz Olan Sıfatlar

 

«And olsun ki, senden önce de peygamberler gönderdik; onlara da eşler ve çocuklar verdik..»

Âyetin açık delâletinden anlaşıldığı üzere, peygamberler de bizim gibi, erkekle dişinin evlenmesinden doğan insanlardır. Onlar da yemek yerler, su ve meşrubat içerler, evlenirler, uyurlar, alınvsatımda bulunurlar. Bütün bu ve benzeri sıfatlar onlar hakkında caizdir. Ne var ki, onlara vahiy iner; dinî konularda ve bazı çok önemli dünyevî işlerde Allah'tan alır, öyle konu­şurlar. Ayrıca onların birtakım vacip olan sıfatları da vardır; Doğruluk, kes­kin zekâ, seyyal bir akıl, günahlardan korunmuşluk, emredilen şeyleri nok­sansız ve ilâvesîz teblîğ etmek ve güvenilir olmak..

İsa (A.S.) ile Yahya (A.S.) ve bir rivayete göre, Üzeyr (A.S.) evlenme­mişlerdir. Diğer peygamberler ise, evlenmişlerdir. Bu iki peygamberin ev­lenmemesinde bazı sebepler söz konusudur. Onlardan biri ve belki başta geleni, Yahudilerle olan çetin mücadeleden baş kaldırıp evlenme imkânı bulamamalarıdır. Aynı zamanda her ikisi de genç yaşta dünyadan ayrılmış­lardır.

Sonra da Kur'ân'ın açık anlatımından anlıyoruz ki, bir peygamberin evlenmesi, bir diğerinin evlenmemesi ilâhî emre bağlıdır. Nitekim, «Allah'ın izni olmadan herhangi bir peygamberin bir âyet getirmesi (mümkün) de­ğildir, olamaz da.» mealindeki âyet, sözü edilen hususa işaret etmektedir. [125]

 

Allah'ın Yazıp Takdir Ettiği Her Şeyin Belli Bir Vakti Vardır

 

«Her vakit için bir yazı; yazılı her emir için de be-lirlenmiş bir vakit vardır.»

Ne bir mu'cize vakti saati gelmeden ortaya çıkarılabilir, ne va'dedilen bir azap, ya da mutlu bir sonuç, belirlenmiş vakti gelmeden gerçekleşir. Ne bir kimse eceli gelmeden ölür, ne de ömrü dolmadan bir millet yıkılır.

Cenâb-ı Hakk'ın ezelle ebed arasını kapsayan ilmi -geçmiş ve gelecek söz konusu olmaksızın- kıyamete kadar bütün olmuş, olacak olayları se­bepleriyle birlikte tesbit edip ana kitaba yazmıştır. Misal âleminde de her birinin misalini sergilemiştir. Onun ilmi yanılmaz, tesbitinde hatâ yapmaz. Ancak bunlardan dilediğini siler, dilediğini yerinde sabit bırakır. Ana ki­tap O'nun yanındadır. Sebepler O'nun kudret elinde toplanmıştır. Dilediği­ni dilediği anda silip yerine başkasını yazar.

Daha önce tefsirimizin birkaç yerinde bu konuyu açıklamış ve büyük kalemle küçük kalemlerin yazdiklarıyla ilgili Şeyh Muhyiddin Arabi'nin yo­rumunu nakletmiştim. Bir cümleyle hatırlatmamız gerekirse, şöyle diyebi­liriz : Büyük kalemin yazdıkları ana deftere geçmiş, mürekkebi kurumuş ve sahifeler durulmuştur. Küçük kalemlerin yazdıkları ve yazacakları ise, ba-zan silinir, yerine başkası yazılır. [126]

 

Allah Dilediğini Siler,  Dilediğini Sabit Tutar

 

«Allah dilediğini siler, diledi­ğini isbat eder (yerinde sabit bırakır). Ümmü'l-Kitap (Ana Kitap) O'nun ya­nındadır.»

Allah'ın ilmi, insanların ömürlerinin nasıl noktalanacağına göre hüküm koymuştur. Artık bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, ilâhî ilim (A)nın küfür üzere öleceğini tesbit etmişse, artık bu bilgi ve tesbit yanıl­maz ve değişmez. Olay aynen meydana gelir. Onun gibi ilâhî ilim (B)nin önce küfür üzere bir hayat süreceğini ve fakat ömrünün sonuna doğru imâna gelip içini temizleyeceğini ve o temizlik üzere öleceğini tesbit etmişse, artık onun öyle olması gerekir. İlimle malûmat arasındaki bağ ve genel kai­de budur.

Şimdi bu kaidenin ışığı altında, «Allah dilediğini siler, dilediğini isbat eder (yerinde sabit bırakır)., mealindeki âyeti inceleyelim. İmam Bağavî'nin senetsiz olarak rivayet ettiği hadîste deniliyor ki: «Şanı yüce Allah gece­den üç saat kalınca (ilmiyle, kudretiyle) iner. Birinci saatte kendisinden başka hiçbir kimsenin bakamadığı kitaba bakar da dilediğini siler, diledi­ğini sabit tutar.» [127]

İlim adamlarımızı çok araştırmaya ve derin düşünmeye sevkeden il­gili âyet ve hadîsleri biraraya getirmek suretiyle bir sonuca varmak olduk­ça zor olmuştur. O bakımdan farklı yorumlar ortaya çıkmıştır:

a)  Daha önce indirilen hükmü kaldırıp, yeni hüküm koymak demektir. Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında meydana gelen nesih olayı gibi.

b)  Önceki semavî kitapları yürürlükten kaldırmak, Kur'ân'ı yürürlüğe koymak manasına delâlet eder.

c)  Hafeze denilen melekler, insanın bütün iyilik ve kötülüklerini yazar­lar. Allah onlardan dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır, demektir. Bu, Dahhak'ın yorumudur.

d)  Kelbî'ye göre, sözlerin hepsi yazılır. Perşembe günü olunca, içinde ne sevap, ne de günah anlamında olmayanları çıkarılır, gerisi sabit kalır, şeklinde yorumlanabilir.

e)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, kişi Allah'a ibâdet ederek yaşar, derken dönüş yapıp küfre sapar ve o sapıklık üzere ölür. Böylece imânı silinip kü­für onun yerine geçerek sabit kalır demektir.

f)  el-Hasan'a göre, eceli geleni ayırıp sevkeder, gelmeyeni yerinde tu­tar, demektir.

g)  Saîd b. Cübeyr'e göre, Allah, kulunun günahlarından dilediğini si­lip bağışlar, dilediğini sabit tutup bağışlamaz, demektir.'

h) İkrime'ye göre, Allah, insanların günahlarından dilediğini onların tevbeleri sebebiyle siler, iyiliklerini sabit tutup ana deftere geçer, demektir.

i)  Süddî'ye göre, Allah, Ay'ın, Güneş'ten gelen aydınlığını siler, güne-Şin ise, ışık ve enerjisini sabit tutar, demektir.

i) er-Rebî'a göre, uyuyanlardan dilediğinin ruhunu ondan çekip alır, dilediğini ona çevirip sabit tutar, demektir.

k) Allah önceden tesbit edilen dert, belâ ve musibetlerin bir kısmını duâ, sadaka ve benzeri iyiliklerle siier, diğerlerini yerinde bırakır, demek­tir.

Ehl-i Sünnete göre ise, kaderler önceden tesbit edilip ana kitaba yazıl­mış ve kalemin mürekkebi kurumuştur. Bu durumda bazı şeylerin silinmesi nasıl mümkün olur? İlim adamlarından çoğu buna şu cevabı vermişlerdir: Silinen de, sabit kalan da önceden bilinip ona göre yazılmıştır.

Âyeti bir de tekvîn ve teşri' açısından yorumlayanlar olmuştur. Gerçi yukarıdaki nakillerde teşri'le ilgili bazı görüşlere yer verdikse de yeterli değildir, biraz daha açıklamakta fayda vardır:

Tekvînî yönden:

  Vücudumuzdaki hücrelerden günde milyonlarcasının ölmesi ve yer­lerine yeni hücrelerin sevkedilmesi,

  Bir kara parçasının kayması sonucu yerinde su çıkması,

  Toprak aşınması, kapalı denizlere dökülen   nehirlerin   sürükleyip getirdikleriyle düz ovaların meydana gelmesi,

  Bir milletin yıkılıp yok olması, yerine başka bir milletin geçmesi, ül­kelerin el değiştirmesi,

  Yanardağların harekete geçmesi ve böylece bazı yerlerin silinmesi,

  Kasırga, tayfun ve benzeri afetlerin gelmesiyle bazı köy ve kasa­baların yıkılıp silinmesi gibi fizik âleminde meydana gelen olaylar bu cüm­ledendir.

Teşri'î yönden :

  İlk indirilen sahifelerin, kitaplarla kaldırılması; Kur'ân'ın inmesiyle ae diğer kutsal kitapların hükümlerinin kaldırılması,

  Kur'ân'daki bir hükmün, diğer yeni bir hükümle kaldırılması, bu cümledendir.

Şimdi bir de bu hassas konuyu, keşif ve müşahedeleriyle ün yapmış Büyük Veli Şeyh Abdülaziz Dabbağ'in verdiği oevabı ve Şeyh Muhyiddin Arabi'nin yorumunu naklederek açıklayalım.-

Ahmed b. Mübarek diyor ki:

«Şeyhim Abdülaziz Debbağ Hazretlerinden, «Allah dilediğini siler, dilediğini isbat eder (yerinde sabit bırakır)» mealindeki âyetin mânasını sor­dum. Tefsir âlimleri bu âyet üzerinde görüş ayrılığı izhar etmişlerdir. On­ların dediklerinin bir kısmını şeyhime naklettim. Allah kendisinden razı olsun, şöyle buyurdu : Ben bu âyeti size ancak Peygamber (A.S.) Efendi-miz'den işittiğim şekilde tefsir edeceğim. Dün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bize bu âyetin tefsirini (mâna âleminde) şöyle yaptı: «Kâinatla ilgili du­rumlarda kulların hatırlarına gelen şeyler genellikle iki kısma ayrılır: Bir kısmı olagelmez. Buna «Allah dilediğini siler..» âyetiyle işaret edilmiştir. Bir kısmı da olagelir. Buna da «dilediğini sabit kılıp bırakır» âyetiyle işaret edilmiştir. Şöyle ki:

Gelecekteki durumlarla bağlantılı olan hatıralar, -yağmur yağması, birinin seferden gelmesi ve yeni bir olayın meydana çıkması gibi- bunlar­dan bir kısmı silinenleridir ki olagelmez. Bir kısmı da cevapsız kalmayan­larıdır ki, bunlar silinmez sabit kalır. Çünkü ana kitap O'nun yanındadır. Ana kitaptan maksat, Allah'ın hiç kaybolmayan, silinmeyen v^k olmayan öncesiz ilmidir.»

İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyeti bize böyle tefsir etti, buna tamamen güven ve başkasından işittiğini kafandan at..» [128]

Şeyh Muhyiddin Arabi diyor ki:

«Allah yanında iki ayrı Levh vardtr. Biri «Levh-i Mahfûz»dur ki, oraya yazılanlar artık silinmezler. Zaten «mahfuz» sözünün kullanılması, silin­mekten korunmuş olduğunu ifade eder. Diğeri ise, «Levh-i Mahv ve'l-İsbat» tır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, «Mi'rac gecesi göklere çıktığımda kalem­lerin gıcırtı seslerini işittim!» buyurması, bu ikinci Levh ile ilgilidir. Pey­gamberlere indirilen sahifeler, kitaplar ve şeriatlar bu ikinci Levh'ten in­miştir. Onun için şeriatlere nesih girer; biri gelir de diğerinin ya kısmen, ya da tamamen hükmünü kaldırır.» [129]

 

Resûlüllah (A.S.), Mekkelilere Va'dedilen Azabı Gördü

 

«Onlara va'dettiğimiz azabın ya bir kısmını sana gösteririz, ya da (göstermeden) senin ruhunu tutup alı­rız..»

Mekke müşriklerine va'dedilen azabı, Allah (C.C) Bedir ve Uhud sa­vaşlarıyla ve sonra da Mekke'nin fethiyle Peygamberine göstermiştir. Zi­ra âyetin açık delâletinden gelecek azabın yakın olduğu, Peygamber (A.S.) Efendimizin de görevinin tamamlanmak üzere bulunduğu anlaşılıyordu. Ni­tekim bu âyet indiği zaman ashab-ı kiramdan bir kısmı hem sevinmiş, hem de üzülmüşlerdi. Ancak âyetin asıl delâlet ettiği mana daha başkadır. O da şöyledir; Mekkeli müşriklere yakın gelecekte mutlaka bir azap ine­cektir. Sen ya bu azabı görebileceksin, ya da ömrün vefa etmeyip görme­yeceksin. Aslında sen görevini yerine getirmiş bulunuyorsun. Gerisi bü­tünüyle Allah'a aittir, seni fazla ilgilendirmez. Hem sen Allah'ın va'dinin mutlaka gerçekleşeceğine de inanırsın. O bakımdan görmenle görmemen fazla bir şey ifade etmez.

Nitekim âyetin son kısmında bu hususa işaret edilerek, «Sana düşen ancak tebliğdir. Bize de hesap görmek düşer.» [130]

 

Peygamberin  (A.S.) Başariya Erişeceği Müjdeleniyor

 

Tek başına ortaya çıkıp Arap Yanmadası'nı karşısına alan Hz. Mu-hammed (A.S.)ın şüphesiz ki, Allah'tan başka gönülden dostu ve yardım­cısı pek yoktu. Ama aradan çeyrek asır geçmeden kurduğu büyük İslâm Devleti'nin temelini en sağlam şekilde attı ve dört yandan inkarcıları çe­virerek her geçen gün yeryüzünü onlara daralttı. O kadar ki, yeryüzü dört yanından makasla kesiliyor ve müşriklerin hareket alanları daraltılıyordu. Bu her yönüyle İslâm'ın başarıya ulaştığını simgeliyor, risâleti, tebliğin he­define ulaştığını müjdeliyordu.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu mutlu olay şöyle tasvîr edilmektedir: «Yeryüzünü çevresinden eksilttiğimizi görmediler mi? Allah hep hükmeder. O'nun hük­münü takip ve reddedecek, kazasını bozacak yoktur. O, hesabı çabuk gö­rendir.»

Bir zamanlar müşrikler Mekke ve çevresini Müslümanlara daraltarak onlara kan kusturmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu haksızlığın cezasını kendi cin­sinden vererek, çok geçmeden durum tersine çevrildi; bu defa Arap Yarımadası müşriklere daraltıldı. Kur'ân'da Allah'ın mü'minlerden yana bu açık tecellisi şu âyetle şöyle belirtilir: «Onlardan öncekiler de düzen ve tu­zak kurdular; sonunda bütün düzen ve tuzakların (cezasını vermek) Allah'a aittir..»

Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tebliğ ve irşat görevini kusursuz

yerine getirince, Allah da kendine düşeni yaptı. Müşriklerin bütün hile ve tuzaklarını başlarına geçirdi, ayaklarına doladı. Düne kadar alaya atıp yurt­larından sürüp çıkardıkları Hz. Muhammed'in (A.S.) önünde bugün baş­larını yere eğip affına sığınmaları, ilâhî inayetin haktan yana nasıl tecelli ettiğinin en güzel örneklerinden biri değil midir? [131]

 

İlmî Yönü            

 

«Yeryüzünü çevresinden ek­silttiğimizi görmediler mi?..»

İlgili âyet bir yandan yeryüzünün müşriklere iyice daraltıldığını belir­tirken, diğer yandan ilim adamlarına ipucu ve temel bilgi olacak ilmî bir hakikatten haber veriyor; o da yerkürenin kutuplardan basık olması konu­sudur. Bilindiği gibi. Dünya şekli itibariyle küreye çok yaklaşu. Kutuplarda basık, ekvatorda şişkindir.

Bunun da, hem gece ile gündüzün ve mevsimlerin oluşmasında, hem de kuzey yarımküre ile güney yarımkürenin güneş ışınlarından düzenli ya­rarlanmasında olumlu tesirleri söz konusudur.

Önbeş asır önce dünya coğrafyası üzerinde henüz bilimsel bir araştır­ma yapılmadığı tarihî bir gerçek iken ve dünya'nın bir küre biçiminde boş­lukta belli bir yörüngede hareket ettiği bilinmezken, Kur'ân'da Dünya'nın kutuplarda basık olduğundan söz edilmesi, onun ilâhî kaynaktan indiril­diğinin bir başka delili değil midir? [132]

 

Hz. Muhammed'in (A.S.) Peygamberliğine Allah Ve İlim Sahipleri Şahittirler

 

«İnkâr edenler: Sen Peygamber değilsin, derler. De ki: Benimle sizin aramızda şahit olarak Allah ve bir de yanlarında kitap bilgisi bulu­nanlar yeter.»

Güneşi balçıkla sıvamak mümkün müdür? Hz. Muhammed'in (A.S.) getirdiği hakikatler, koyduğu esaslar, gerçekleştirdiği mükemmel düzen ve başardığı inkılâp tarihin akışını değiştirmiş, cehalet uykusunda asırlar­dır ömür tüketen kabile ve milletlerin uyanıp silkinmelerini sağlamış, inşana insanlığının mana ve hikmetini öğretmiş, ilme kapı açmak suretiyle dün­yaya yepyeni bir hareket ruh ve enerjisi getirmiş; zulmün karanlığında bo-caiayan milletlere gerçek medeniyetin ışığını sunmuş ve Kur'ân'da yer alan bilimsel anlamdaki ana fikirlerle, temel bilgilerle ilim adamlarına ha­reket noktalarını belirlemiştir. O'nun peygamberliğine, büyüklüğüne, insan­lıktan yana eşsiz hizmetlerine bunca delil ve belge yetmez mi? İlim O'nun getirdiği hakikatleri doğrulamakta; ilim adamlarından insaflı ve gerçekçi olanlar, O'nun mânevi huzurunda saygı duymaktadırlar. O bakımdan Allah indirdiği kitap ile O'nun peygamberliğine şahit bulunmaktadır. Gerek kut­sal kitapları, gerekse diğer ilmî eserleri ve Hz. Muhammed'in (A.S.) haya­tını okuyan ilim adamları O'nu tasdîk etmektedirler. Buna bir misal verme­miz gerekirse, ünlü Fransız tarihçisi ve şâiri Lamartine'i gösterebiliriz. Onun Hz. Muhammed (A.S.) hakkındaki şu takdirkâr sözleri şahitlerden sadece biri olarak tarihe geçmiştir:

«Dünyada hiçbir insan ister kendi irâdesini kullanarak, ister kullan­madan bu kadar yüksek bir gayeye nefsini vakfetmiş değildir. Yaratılan ile yaratan arasına sokulmuş olan bâtıl inançları yıkmak, Allah'ı insana ve insanı Allah'a kavuşturmak, putperestlerin kendi elleriyle şekillendirdik­leri maddî ilâhlar karşısında rasyonel ve kutsal ilâhlık düşüncesini yeni­den canlandırmaktan ibaret olan bu gaye elbetteki cok yüksektir. Çünkü insan gücünün üstündedir. Dünyada hiçbir insan bu kadar büyük ve de­vamlılık arzeden bir inkılâbı tamamlamış değildir. Müslümanlık ortaya çı­kışından iki asır sonra sulh yolu ile ve bazan da silah kuvvetiyle Arabis­tan'ın tamamını kontrolü altına almakla kalmamış, üc kıta üzerinde haki­miyet kurmuştur. İran'ı, Horasan'ı, Hazer'i, Batı Hindistan'ı, Suriye'yi, Mı­sır'ı, Habeşistan'ı, Kuzey Afrika'nın bilinen bütün topraklarını, Akdeniz'in birçok adalarını, İspanya'yı ve Gal diyarının bir kısmını fethetmiş bulunu­yordu.    

Eğer başarılan işin büyüklüğü, kullanılan vasıtanın küçüklüğü ve elde edilen neticenin genişliği insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin hangi siyasi şahsiyeti Muhammed'le (A.S.) mukayese edilebilir Tarihin en ünlü şahsiyetleri ya kılıçları, ya kanunları, ya da imparatorlukları ile şöh­ret kazanmışlardır. Eğer bir şey kurmuşlarsa, kurdukları şey mutlaka mad­dî olmuş ve ekseriya kendilerinden önce yıkılıp gitmiştir. Hz. Muhammed (A.S.) ise, yerleşilen dünyanın üçte biri üzerinde orduları, kanunları, im­paratorlukları, milletleri, hanedanları ve. yüz milyonlarca insanı harekete geçirmiştir. Bundan başka fikirleri, inançları, ruhları da harekete geçirme­yi ihmal etmemiştir. Her harfi bir kanun haline gelmiş olan kutsal bir kitap üzerine çeşitli ırklara mensup ve çeşitli dilleri konuşan milletlerden oluşan ruhanî bir milliyet kurmuştur. Şüphesiz ki, Müslümanlık milliyetçiliği için

tesbit etmiş olduğu hâkim karakter, sahte ilâhlara'karşı duyulan kin ve bir olup maddî oimayan hakiki Allah'a karşı beslenilen sınırsız sevgi ve bağlılıktır.

Filozof, hatip, kanun koyucusu, savaşçı, fikirler fâtihi, rasyonel bir akidenin, tasvirsiz bir dinin mimarı, dünyq üzerinde yirmi kadar imparator­luğun ve onların hepsine hâkim olan bir tek mânevi imparatorluğun kuru­cusu..

İşte Hz. Muhammed (A.S.) budur! İnsanların büyüklüğünü ne ile öl­çerlerse ölçsünler, dünyada hiçbir insan Ondan büyük olamamıştır.» [133]

Şüphesiz ki, Müslümanlığı bütün özellikleriyle anlayabilmek için Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini göz önüne almakla beraber, İslâm dininde Peygamber'in (A.S.) şahsına ayrılan oidukca mütevazi yeri de dik­katten kaçırmamak gerekir.

Diğer bir misali ise, tarihin gerilerine uzanarak vermek istiyoruz: Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz risalet göreviyle sahneye çıkınca, o tarihlerde Tevrat ve İncil'i dikkatle okuyup ciddi çalışmalar yapan ünlü Arap bilgini Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Selâm Onu tasdîk etmekte asla tereddüt göstermediler.

Çağımızda da Batılı bazı ünlü ilim adamlarının son birkaç yıl içinde İslâmiyeti seçmeleri de yeterli delillerden biri sayılabilir.

Görülüyor ki, Kur'ân, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak nebî olduğunu iyi­ce anlayabilmek için önce ilim sahibi oimayı, sonra da Tevrat, İnci! ve Kur'ân'ı gözden geçirip mukayese imkânı sağlamayı tavsiye etmektedir. Nitekim Paris Tıp Akademisi üyelerinden Dr. Maurice BUCAILLE, 1976'da yayınladığı Tevrat, İnciller ve Kur'ân adlı eserinde ciddi bir mukayese ya­parak Kur'ân'ın her kelimesinin ilâhî olduğunu bilimsel açıdan isbat etme basîretini ortaya koymuştur.

Bu üç kutsal kitabı okumayanlar, ne kadar bilgin geçinirlerse geçin­sinler, ne Kur'ân, ne de Hz. Muhammed (A.S.) hakkında sağlıklı bir görüş ortaya koyamazlar. Gazete sütunlarından aldıkları basit bilgilerle Hz. Mu­hammed (A.S.), Kur'ân ve İslâmiyet hakkında rastgele söz söyleyip ahkâm kesmeğe kalkışmaları ayrı bir cehaletin, derin bir gafletin neticesi değil de nedir?

Gerçek dışı konuşup ortaya iddia atmakta mahir olanlar, hakikatleri araştırıp bulma sanatını pek öğrenemezler. Hissinin esiri olup aklını, idrâkini hakkı bulup çıkarmada kullanmaya alışmayanlar, hayatları boyunca hakka ve hakikate sırt çevirme inatlarını yenemezler. Allah'ın hidâyet ver­dikleri müstesna..

Ra'd Sûresinin tefsiri burada biterken, bizi muvaffak kılan Yüce Rab-bımıza hamd; bize manevî ışık ve rehber olan Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar olsun,.

Rabbım vaki kusurlarımızı iyi niyetimize, samimi duygularımıza bağış­lasın. Âmin. [134]

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî:  9/287

[2] Lübabu't-te'vîl;  3/48

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3018.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3018-3019.

[5] Lübabu't-te'vîl:  3/48 - Tefsîr-i Kurtubt:  9/278

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3020.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3020-3022.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3022.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3023-3024.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3024-3025.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3025.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3026.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3026-3027.

[13] Saffat Sûresi: 22

[14] Hicr         »      : 88

[15] Zâriyat Sûresi: 49

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3027-3028.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3029.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3029-3030.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3030.

[20] Buharî/enbiyâ : 8, 48- Tirmizî/tefsîr: 80- Nesâî/cenâiz: 118, 119. İbn Mâ-ce/zühd:  33- Dâremî/rikak:  80, 82- Ahmed:  1/220, 223, 229, 235, 253, 398- 6/55

[21] Buharî/enbiyâ: 8, 48- Tirmizî/tefsîr: 80- Nesâî/cenâiz: 118, 119. tbn Mâ-ce/zühd:  33- Dâremî/rikak:  80, 82- Ahmed:   1/220, 223, 229, 235, 253, 398- 6/55

[22] Taberânî el-Evsat'ta :  Ümmü Seleme  (R.A.)dan

[23] Tirmizî: Hadistin hasenün - Ahmed: 4/447- 5/3

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3032.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3033.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3034.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3034-3035.

[27] Kehf Sûresi:   110

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3035-3036.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3036.

[29] Buharı/enbiyâ:  1, bed-i halk:  6, kader:  1, tevhîd:  28- Müslim/kader: 1- Ebû Dâvud/sünnet: 16- Tirmizî/kader: 4- îbn Mâce/mukaddeme: 16

[30] Buharî/enbiya: 1, bed-i halk: 6r kader: 1, tevhîd: 28- Müslim/kader: 1-Ebû Dâvud/sünnet:  16- Tirmizî/kader: 4- Îbn Mâce/mukaddeme:  16

[31] Buharl/tefsîr:  1/6 - 2/31 - Ahmed:  2/122

[32] Ahmed:  1/445

[33] Buharî/mevakiyt: 16, tevhîd: 23, 33- Müslim/mesacid: 21- Nesâî/salât: 21- Taberânî/sefer:  82- Ahmed:  2/258, 312, 486

[34] İbn Ebî Şeybe: Hz. Ali (R.A.)den - İbn Kesîr :  2/504

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3038-3039.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3039-3040.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3040.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3040-3041.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3041-3042.

[39] Samuel - Vazife : 1969/tstanbul

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3042-3043.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3043-3044.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3044.

[43] Esbab-ı Nüzul Îİ-Nlsaburl - Tefsîr-i îbn Kesir

[44] Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Kurtubl - Tefsîr-i Alûsl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3046.

[45] Tirmizî/daavat:   49

[46] Taberânî/kelâm :  26

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3047.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3047-3049.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3049-3050.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3050.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3050-3052.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3052.

[52] Buharı/ilim : 20- Müslim/fezâü :  15- Ahmed: 4/399

[53] Buharî/enbiyâ: 40, rikak :  26- Müslim/fezâil:  17, 18, 19- Tirmizî/edeb: 28- Ahmed: 2/244, 312 - 3/392

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3054.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3055.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3055-3056.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3056-3057.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3057-3058.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3058-3059.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3059-3060.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3060.

[61] Lübabu't-te'vîl

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3062.

[63] Müslim/birr:   17- Ahmed:  2/163,  190, 193. 209

[64] Buharî/edeb:   12, büyü':   13- Müslim/birr:   20, 21- Ahmed:   3/156,  247, 266 - 5/279

[65] Müslim/birr: 18, 19- Ahmed: 2/484- 3/14, 83- 4/399

[66] Tirmizî/birr; 49- Ahmed: 3/374

[67] Müsned-i Ahmed- Taberânî: Abdullah b. Amr (R.A.)

[68] Tefsîr-i İbn Kesîr : 2/511

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3062-3063.

[69] Bernaba İncil'i  75/12-14

[70] >            >81/5

[71]>            »    106/1

 

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3063-3066.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3067.

[74] Buharî/şehadat: 28- Müslim/iman: 107, 109- Tirmizî/iman:  14

[75] Müslim/cennet: 55

[76] Ahmed:   3/71,  155-5/248,  257,  264

[77] Buharî/bed-i halk : 8, tefsir: 56, rikak: 51- Müslim/cennet: 6, 8- Tirmi-zî/cennet; 1, 9, tefsîr: 56- tbn Mâce/zühd: 39- Dâremî/rikak: 114- Ahmed: 2/257, 401, 418, 438, 452, 455, 462, 482- 3/110, 135, 164,  185, 207, 234-4/14

[78] Buharı/enbiyâ:   3,  9-  tefsîr:   17-  Müslim/iman: .327,  birr:   55-   Tirmizİ/ kıyamet:  10, 8, cennet: 20- Ahmed;  1/4- 2/318. 435- 3/16- 4/407

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3068-3069.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3069-3070.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3070-3071.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3071-3072.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3072.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3073.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3073-3074.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3074.

[86] Lübabu't-te'vîl - îbn Kesîr - Kurtubî

[87] Tefsîr-i Kurtubî:  9/318

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3076.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3076-3078.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3078-3079.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3079.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3079.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3080.

[93] Enfâl Süresi: 60

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3081-3082.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3082-3083.

[96] Lübabu't-te'vîl - Tefsîr-i îbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3084.

[97] Buharî/tefsîr:  5/11- Müslim/birr:  62- Îbn Mâce/menakıb:  56- Ahmed: 4/14, 15

[98] Ebû Dâvud/talâk:   27-  Ahmed:   1/238,  239,  310-  2/19,  42-  Müslim/liân: 4- Tİrmizî/talâk; 22, tefsîr: 24- Nesâî/talâk: 41- Dâremî/nikâh: 39

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3084.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3084-3085.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3085.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3086.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3086-3087.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3087.

[104] Buharı/ezan: 91, küsûf: 9, nikâh: 88- Müslim/küsûf :   17- Nesâ-î/küsûf: 17- Taberânî/küsûf:  2- Ahmed:   1/289, 358

[105] Taberânî: Sevbân (R.A.)den

[106] Buharî/bed-i halk :   8, enbiyâ:   1- Müslim/cennet:   15,  19- Tirmizî/cen-net: 7- İbn Mâce/zühd:  39- Dâremî/rikak:  104- Ahmed:  2/232, 253, 384, -3/316, 349, 364, 384

[107] Buharî/bed-i halk : 8, .tefsir: 56, rikak: 51- Müslim/cennet: 6, 8- Tirmi-zî/cennet:  1, tefsir:  56- İbn Mâce/zühd:  99- Daremî/rikak:  114- Ahmed:  2/257, 404, 438-3/110,   135,   164,   183,  207,  234

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3089.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3089-3090.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3091.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3091-3092.

[111] Bilgi için bak : Nahl: 102- Şuârâ : 195- Yusuf: 2- Tâhâ: 113- Zümer: 28-Pussilet: 3- Şûra: 7- Zuhruf : 3- Ahkaf : 12. âyetlerin tefsîri

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3092-3094.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3094-3095.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3095.

[115] Esbab-i Nüzul - Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i Alüsl

[116] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-te'vîl

[117] Buharî/tevhîd:   28, enbiya :   1, bed-i halk :  6-  Müslim/kader:   16-   Tir-mizî/Kader: 4- İbn Mâce/mukaddeme:  10

[118] Lübabu't-te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3097-3098.

[119] >          »

[120] Müslim/kader :  3

[121] Buhari/nikâh :  1- Müslim/nikâh: 5- Nesâî/nikâh: 4- Dâremî/nikâh:  3-Ahmed: 2/158- 3/241, 259, 285- 5/409

[122] Ahmed:  2/18- 4/4  -5/40,  140

[123] Tirmizî/kader: 6- İbn Mâce/mukaddeme:  10, fiten:  22- Ahemd:  - 5/277, 280, 282

[124] îbn Cerîr et-Taberî- Tefsîr-i Kurtubî: Sevban (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3098-3099.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3099-3100.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3100.

[127] Lübabü't-te'vîl Fi-maani't-Tenzîl :   3/66

[128] el-îbriz Tereemesi/Celâl YILDIRIM:   1/463, 464

[129] el-Fütuhatü'l-Mekkiyye :  3/61

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3100-3103.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3103-3104.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3104-3105.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3105.

[133] Lamartine : Histoire de la Turquie, Paris/1854

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3105-3108.