RA'D SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Kur'an Haktır. 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Ayetler Arası İlişki 4

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 4

Allah'ın Kudretinin Göklerde Ve Yerdeki Bazı Belirtileri 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Ayetler Arası İlişki 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 7

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederek, Azabın Derhal Gelmesini İstemeleri Ve Rasûlullah (S.A.)'Dan Maddi Mucize Talepleri 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki 9

Açıklaması 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Allah'ın İlminin Herşeyi İhata Ettiğine Delliller. 11

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Allah'ın Uluhiyyetinin, Rububiyyetinin Ve Kudretinin Delilleri 15

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Nüzul Sebebi 16

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Allah'ın Bir Olması Ve Allah'ın Birliği Karşısında Mümin Ve Müşrik Örneği 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Hak Ve Batıla Verilen Örnek Ve Bahtiyarlar İle Bedbahtların Sonu. 21

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 22

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Mutlu, Akıllı İnsanların Özellikleri Ve Onlara Verilen Karşılık.. 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Bedbahtların Özellikleri Ve Onlara Verilen Ceza. 28

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetten Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Rızık Sadece Allah'tandır, Mucizeler Allah'ın Elindedir Ve Allah, Kendisine İman Edenleri Hidayete Ulaştırır  29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Kuranın Azametinin Ve Allah'ın Herşeyi Kuşatan Kudretinin Açıklanması 31

Kelime ve İbareler: 32

Nüzul Sebebi 33

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Cennetin Özellikleri, Ehl-i Kitabın, Rasulullah (S.A.)'A Karşı Tutumları Ve Müşriklerin Şüpheleri 36

İ'rab. 36

Belagat 36

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi 37

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Peygamberin Görevi, Tebliğ Etmektir. Allah, Onu Görmektedir, Hesaba Çekecek Olan Da Odur. O, Kullar Arasında Hükmeder Ve Kâfirlerin Tuzaklarını Boşa Çıkarır. 41

Belagat 41

Kelime ve İbareler. 41

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

RA'D SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

İçinde gök gürültüsü, şimşek, yıldırımlar ve bulutlardan, yağmurun yağdı­rılmasından bahsedildiği için bu sureye Ra'd (Gökgürültüsü) adı verilmiştir. 'Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren O'dur. O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkuların­dan teşbih ederler... O yıldırımları gönderir de..." (Ra'd, 12-13) Yağmur veya su, hayat sebebidir. Hem insanlar hem hayvanlar hem de nebat için gereklidir. Yıl­dırımlar ise bazen helak sebebi olabilirler. Bu da rahmet olan suyla zıtlık teşkil eder. Birbirinin tersi olan iki şeyin bir araya getirilmesi şaşılacak bir olaydır. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Ra'd Süresiyle Yusuf suresi arasında konu, hedefler ve Kur'an'ın özellikle­rinin anlatılması bakımından bir bağlantı vardır. Konu bakımından, her iki su­re de peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen kıssalarını, Allah'ın mut­taki müminleri nasıl kurtarıp, kâfirleri ne şekilde helak ettiği mevzularını işle­mektir. Her iki sure de bir ilâhın varibi direksiz yük­selten... Allah'tır" (Ra'd, 2). "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' Allah'tır' de" (Ra'd, 16).Yine bu surelerde Hakîm olan Yaratan'ın varlığını, kudretinin mükemmelliğini, ilmini ve bir tek olduğunu gösteren pek çok delil vardır. Yusuf suresinde Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde nice deliller var­dır ki bu delilleri görürler de onlar hakkında tefekkür etmezler" (Yusuf, 105). Ra'd suresinde de Allah Tealâ'nın kudretine ve ulûhiyyetine delâlet eden ayet­ler vardır ki (2-4.), (8-11.), (12-16.), (30.) ve (33.) ayetler bunlara misaldir.

Kur'an'ın özelliklerinin zikredilmesi hususuna gelince Yusuf suresi Kur'an'dan bahsederek bitmiştir: "Kur'an uydurulabilen bir söz değildir. Fakat kendisinden önceki kitapları tasdik eden, inanan millete her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir." Ra'd suresi ise şu ayetle başlar: "Bunlar Kitab'ın ayetleridir. Sana Rabbinden indirilen kitab haktır. Fakat in­sanların çoğu inanmazlar[2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Ra'd suresi. Mekkî surelerin maksatlarına benzeven. Medine'de nazil olan surelerin hedeflerinden bahseder ki bunlar Allah'ın birliği, peygamberliğin is­patı, öldükten sonra dirilme, hesap ve müşriklerin ortaya attıkları şüpheleri reddetmek gibi konulardır.

Bu surenin ele aldığı en önemli konular şunlardır:

1- Sûre, Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine ait göklerin ve yerin, güneş ile ayın, gece ile gündüzün, dağlar ve nehirlerin, tat, koku ve renk bakımından farklı farklı olan ekin ve meyvelerin yaratılmasından deliller getirerek başla­mıştır. Bütün bunlar Allah Tealâ'nın yaratma, yoktan var etme, diriltme, öl­dürme, fayda ve zarar verme hususlarında tek olduğunu göstermektedir.

2- Kıyamet gününde insanların tekrar dirileceği ve hesabın gerçekleşeceği ispat edilmiş, ayrıca dünyada da kâfirlerin azaba çarptırılacakları açıklanmıştır.

3- Allah Tealâ'nın emriyle insanı muhafaza eden ve koruyan meleklerin bulunduğu bildirilmiştir

4- Hakka ve batıla, sadece Allah'a ibadet edenlere ve putlara tapanlara ör­nekler verilmiştir. Bu misallerde sel, selin taşıdığı ve hiçbir işe yaramayan kö­pük ve çerçöp ve eriyen maden kullanılmış, temiz ve saf olanın kalıp ta suyun üstünde görünen pisliğin atıldığı anlatılmıştır.

5- Mutluluğa eren, sabreden ve namaz kılan muttaki kullar, gören kimse­lere; buna karşılık Allah'a verdikleri sözü ve diğer ahitlerini bozup yeryüzünü ifsat eden âsiler de körlere benzetilmiştir.

6- Müttakilere Adn cennetleri müjdelenirken ahdi bozan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar Cehennemle korkutulmuşlardır.

7- Peygamberin görevi -ki bu, sadece Allah'a ibadete ve O'na ortak koşma-maya davet- açıklanmış ve Ona kendilerini islâma davet konusunda müşrikle­re şirin görünmekten sakınması emredilmiştir.

8- Peygamberler, diğer insanlar gibi beşerdir. Onların da eş ve çocukları vardır. Mucize göstermek onların elinde değil, bilâkis Allah Tealâ'nın izniyle-dir. Vazifeleri sadece dini tebliğ ile sınırlı olup amellerin karşılığını bir tek Al­lah Tealâ verir.

9- Yaratılanların Levh-i Mahfuz'daki kaderleriyle ilgili genel esas sabit ol­makla beraber dünyada bir değişim olayının gerçekleştiği ispat edilmiştir.

10- Yeryüzünün yusyuvarlak olmadığı, aksine yumurta gibi oval olup bir tarafından eksik olduğu beyan edilmiştir: "Görmüyorlar mı ki Biz yeryüzünü etrafından gitgide eksiltmekteyiz."

11-  Ne zaman olursa olsun kâfirlerin peygamberlerine yaptıkları hile ve tuzaklar başarısız kılınmıştır

12- Sûre, Allah'ın, Peygamberi Muhammed (s.a)'in peygamber olduğuna şehâdetiyle son bulmuştur. Aynı şekilde Ehl-i Kitap müminleri de Rasulullah (s.a.)'ın emarelerinin kitaplarında bulunduğuna şahit olmuşlardır. Yine bu surede bu müminlerin ilâhî kitaplardan bildikleri şeyleri tasdik ederek inen ayetlerle ne kadar sevindikleri bildirilmiştir. [3]

 

Kur'an Haktır

 

 1- Elif, Lâm, Mim, Râ. Bu ayetler Ki teb'ın ayetleridir- Sana Rabbinden indi- rilen Kitab haktır. Fakat insanların ço iman etmezler-

 

Belagat:

 

"Su ayetler Kitab'ın ayetleridir" cümlesinde uzaklık ifade eden işaret ismi ile, yakın olan bir şey gösterilmiştir. Kitab'ın şanının yüceliği ve makamının yüksekli­ğini göstermesi için ayetler uzak makamında tutulmuştur. "Kitab" kelimesinin başındaki "Elif, Lâm" takısı da onun büyüklüğünü ifade etmek için gelmiştir. Yani İcazında ve açıklamasında mükemmel, fevkalâde kitap" demektir. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, Lâm, Mim, Râ" Hece harflerinden meydana gelen hurûf-u mukat-taa'nm Arapça ve Arapların konuştukları kelimelerin harflerinden oluşmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim'in îcâzına ve onun Allah katından indirildiğine ve asla şüphe edilmeyen bir hak kitap olduğuna dikkati çekmek için sureye bu harfler­le başlanmıştır.

"Bu ayetler, Kitab'ın ayetleridir" Âyâtül-Kitab kavlindeki izafet "Min" dan) manasındadır. Veya "Kitap" "Sûre" demektir. "Bu (tilke)", bu surenin ayetlerine işaret etmektedir. Yani "Bu ayetler, bütün bir surenin ayetleridir" demektir.

"Sana Rabbinden indirilen Kitab" Burada umûmî mana husûsiye veya sı­fat sıfata atfedilmiştir. Ya da bu cümle mübteda olup, haberi el-Hakku "haktır."

"Fakat" Mekkelilerin çoğu veya "insanların çoğu" Kur'an'a farklı bakış açı­ları ve hakkında farklı düşünmeleri sebebiyle onun Allah katından olduğuna iman etmezler." [5]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, Yusuf suresinin sonunda Kur'an'ın beş özelliğini bildirdikten sonra burada onun Allah Tealâ'nın katından gelen bir hak olduğu şeklindeki başka bir özelliğini zikretmiştir. [6]

 

Açıklaması

 

"Bu surenin ayetleri, mükemmel olan Kur'an'ın ayetleridir." Veya bu kadri ve sânı yüce ayetler Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir

"Ey Muhammedi Sana Rabbinden indirilen Kur'an'ın tamamı hak olup, asla şüphe götürmez". Bu mana, ayetlerin, sure demek olması şeklindeki birin­ci tefsire göredir. Tafsîlî manadan sonra icmâlî veya husûsî manadan sonra ge­nel mana zikredilmiştir. Allah Tealâ, bu surenin mükemmel ve yüce bir sure ol­duğunu te'yid ettikten sonra bu hükmü Kur'an'ın tamamına şâmil kılmıştır.

"Fakat insanların çoğu Rabbinden sana indirilenleri tasdik etmez ve Kur'an'daki kanun ve hükümlerin eşsizliğini, her asır ve zamana uygun masla­hatların gözetilmesini takdir edemezler". Bu ayet, Yusuf süresindeki şu ayete benzer: "Sen ne kadar yürekten istersen iste bu açıklamaya, açıklık ve berraklı­ğa rağmen insanların çoğu düşmanlıkları, nifak ve inatları sebebiyle iman et-mezZer "(Yusuf, 12/103).

Bugün beşeriyetin içinde bulunduğu duruma bakıldığında dünyadaki nü­fusun çoğunluğunun Kur'an-ı Kerim'e iman etmedikleri, müslümanların ise di­ğerlerine nisbetle 1/5 oranında oldukları görülmektedir. Bu da, Mekkeliler gibi geçmişte, tarih boyunca, bugün ve gelecekteki insanların çoğunun durumunu bildiren Kur'an-ı Kerim'in mucizesidir[7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet göstermektedir ki Kur'an ayetleri, îcâz ve anlatımda mükemmel­lik derecesine ulaşmış olup, Allah katından indirilen ve kesinlikle şüphe götür­meyen bir haktır. Zaman onu eskitememiştir. Fakat maalesef inat ve küfürleri, pek çok insanın Kur'an'ın içindeki yüce hikmetlere, sağlam hükümlere ve muh­kem kanunlara iman etmesine engel olmuştur. Bu, onların varlığını ikrar et­mek değil, bilâkis onları men ve tehdit etmek kabilindendir.

Kıyası reddedenler bu ayete dayanmışlar ve şöyle demişlerdir: Kıyasla el­de edilen hüküm Allah katından inmemiştir, dolayısıyla hak değildir. Çünkü Allah Tealâ'nın indirdiğinden başkası hak değildir.

Kıyası savunanlar ise bu görüşe şöyle cevap vermişlerdir: Kıyasla sabit olan hüküm de Allah katından inmiştir. Çünkü Allah Tealâ, kıyasla amel edil­mesini emredince kıyasın delâlet ettiği hükümde Allah katından inmiştir. Biz daha önce de açıklamıştık ki sadece Allah katından indirilen ayetlerin hak ol­duğunu gösterse de "el-Hakku" kelimesinin ma'rife olarak gelmesi mananın, açık veya Kur'an'ın uyulmasını güzel gördüğü kıyas ve diğer usullerle sabit olanlar gibi zımnî olarak indirilenden daha umumî olduğunu gösterir. [8]

 

Allah'ın Kudretinin Göklerde Ve Yerdeki Bazı Belirtileri

 

2- Gökleri, gördüğünüz gibi direksiz ya­ratan sonra Arş'a istiva eden, herbiri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan, işleri yürüten, delilleri uzun uzun açık­layan Allah'tır. Ola ki Rabbinizin dirilt­meye kadir olduğunu kesin olarak bilir­siniz

3- Yeri düzleyen, orada sabit dağlar, ne­hirler var eden, her türlü meyveden çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürü-yen de O'dur. Doğrusu bunlarda düşü­nen kimseler için nice deliller vardır.

4- Yeryüzünde hepsi de aynı su ile SUİa-nan birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şe­kil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmı-şızdır. Düşünen kimseler için bunda ib­retler vardır.

 

Belagat:

 

"Gündüzü geceyle bürüyen de O'dur" Burada Allah Tealâ gecenin karanlığı vasıtasıyla gündüzün aydınlığının giderilmesini, kalın bir örtüye benzetmiş, zahirî eşyanın maddî örtülerle örtülmesini ifade eden "Yuğşî" lafzını, manevî işler için müsteâr olarak kullanmıştır. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Amed" direk manasına gelen "ımâd" kelimesinin çoğuludur. Ayet, hiç di­reklerin olmadığı veya görülmeyen direklerin mevcut olduğu manalarına gele­bilir.

"Allah" sânına yakışır bir şekilde "arş üzerine istiva eden..." Veya bu aye­tin maksadı mecazîdir. Yani Allah, koruyup işleri idare ederek Arş'a yükseldi, demektir.

"güneş ve ayı" devamlı harekete, belirli bir sürate ve benzeri şeylere mec­bur kılarak "buyruğu altına alan," Güneş ve ayın her ikisi de kıyamet gününe kadar yörüngelerinde yol alırlar "işleri" hikmetle "yürüten" ve daha önce zikri geçen güneş ve ay gibi kudretini gösteren "delilleri açıklayan Allahtır.

Ey Mekkeliler ve onlara benzeyen kâfirler! "Ola ki Rabbinizin diriltmeye" kudretinin mükemmelliğine kesin olarak inanır ve bu gerçeği anlarsınız. Böy­lece güneş ve ay gibi muazzam şeyleri yaratıp idare eden zâtın öldükten sonra insanları diriltmeye ve yaptıklarının karşılığını vermeye hayli hayli "kadir ol­duğunu kesin olarak bilirsiniz" Yakînen, Şüphe kabul etmeyen kesin bilgi de­mektir. Yanî Allah'ın insanları yeniden diriltmeye kadir olduğunu kesin bilirsi­niz.

İnsan ve hayvanların kolayca yürüyebilmeleri ve faydalarından yararla­nabilmeleri için "Yeryüzünü düzleyen ve onu engin ve düz kılan, orada sabit dağlar, nehirler var eden" nehirler, dağlardan doğup, çıktıkları için ayette "ne­hirler", "sabit dağlar" lafzına doğrudan doğruya atfedilmiştir. "Her türlü meyve­den" ifadesi "Orada yarattı" kavline mütealliktir. Yani orada her çeşit meyve­den, tatlı ekşi, siyah beyaz, küçük büyük ve erkek dişi gibi iki çeşit ve iki sınıf yarattı. "Gündüzü" aydınlığını "geceyle bürüyen", onu yok eden ve hava, aydın­lıkken karanlık kılan "O'dur."

"Doğrusu" bu anlatılanlarda delilleri ve Allah Tealâ'nın yaratmasını "dü­şünen kimseler için", Allah Tealâ'nın birliğini gösteren "nice deliller vardır." Çünkü bütün bu varlıkların meydana getirilmesi ve herbirinin özel bir statüye tâbi tutulması, bunların işlerini yürüten, sebeplerini hazırlayan hikmet sahibi bir yaratıcının var olduğunu göstermektedir.

"Birbirine komşu toprak parçaları..."bu birbirine komşu toprak parçaları­nın kimisi iyi kimisi çorak, bazısı yumuşak ve gevşek bazısı sert ve katı, bir kısmı ağaç dikmeye elverişli olmayıp, ekin ekmeye uygun ve bir kısmı da bu­nun aksidir. Bitişik olmalarına ve benzer tabiat şartlarına rağmen bu şekilde herbirinin husûsî kılınması, Allah Tealâ'nın kudretini göstermektedir.

"Düşünen" ve tefekkür eden "kimseler için bunda" anlatılanlarda deliller ve "ibretler vardır." [10]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, insanların pek çoğunun iman etmeyeceklerini açıkladıktan sonra hemen arkasından Allah'ın birliğine ve ahiret hayatına delâlet eden; göklerin, güneş ve ayın, dağ ve nehirleriyle yerin, tatları, kokulan ve renkleri ayrı ekin, meyve ve ağaç gibi nebatatın hallerini beyan etmiştir.

Yine Allah Tealâ, Kur'an'ın hak olduğunu açıkladıktan sonra o Kur'an'ı in­direnin, her mükemmeli yapmaya muktedir olduğunu ifade etmiştir: Allah'ın meydana getirdiği eserlere şöyle bir bakın ki, O'nun mükemmel kudretini görebilesiniz. [11]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, bu ayetlerde mükemmel kudreti ve muazzam kuvvetinden

haber vermektedir. Gökleri direksiz yaratan O'dur. Bu direkleri gözle göreme­yiz. Aslında göğün direkleri de yoktur. "Gördüğünüz gibi" kavli, göklerin direk­siz olduğunu pekiştirmektedir. Zira maksat, Allah Tealâ'nın varlığını gösteren bir delil olmazdı. Gökler, Allah Tealâ'nın kudreti ve muhafazası ile direksiz ola­rak durmakta ve uzayda O'nun sayesinde varolabilmektedir. Hatta, yıldızlar arasında çekim kanunu dengesinin olduğu söylense de bunu da yaratan, Allah Tealâ'dır.

Sonra Allah Tealâ, sânına yakışır bir şekilde Arşının üzerine istiva etmiş­tir. Arş, yaratılmış bir nesnedir. Biz ona Kur'an'ın haber verdiği gibi iman ede­riz. O, göklerden ve yerden daha muazzamdır. Hadiste şöyle buyurulur: "İçin­dekiler ve arasındakilerle beraber yedi kat gök, Kürsî'ye nisbetle çöle atılmış bir halka gibidir. Kürsî ise, Yüce Arş'a nisbetle çöldeki bir halka gibidir." Diğer bir rivayet de şöyledir: "Arş'ın büyüklüğünü sadece Allah Tealâ takdir eder".

Allah Tealâ, güneş ve ayı zelîl ve emre âmâde kılmıştır. Her ikisi de yörün­gelerinde seyretmek, ışık vermek, ortaya çıkmak ve gizlenmek gibi mahlûkâta fayda verecek hususlarda kendilerinden istenilenleri yaparlar. Diğer ayetlerde güneşin kendi ekseni etrafında döndüğü, ayın yeryüzü çevresinde hareket hâ­linde olduğu bildirilmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir." Bu, güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya eriş­mek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler." (Yasin, 36/38-40).

Güneş ve ay, diğer hareket halindeki yıldızların hepsi belirli bir zamana kadar yörüngelerinde yürüyüp giderler. Belirli olan bu zaman, dünyanın son bulup, kıyametin kopması ya da dönmenin tamamlandığı sınırlı olan müddet­tir. Güneş dönmesini bir yılda, ay ise bir ayda tamamlar.

Allah Tealâ, kâinatın işlerini yürütür, irâdesine uygun ve hikmeti gere­ğince tasarrufta bulunur. Öldürür diriltir, şerefli kılar zelîî eder, zenginleştirir, fakir yapar, neticeler için sebepleri hazırlar ve saniye şaşmaz, sabit, hata etme­yip değişmeyen bir kanun içinde yörüngeleri seyre uygun kılar.

Kendi varlığını, birliğini, kudretini, hikmetini, ilmini ve rahmetini göste­ren delilleri açıklar.

O, kendisinden başka ilâh olmadığını ve dilediği zaman, ilk sefer yoktan var ettiği gibi mahlûkâtı yeniden diriltmeye muktedir olduğunu gösteren delil ve burhanları açıklar. Umulur ki siz, Allah'ın yeniden diriltmeye, mahlûkâtı eski haline getirmeye, onları hesaba çekip, yaptıklarının karşılıklarını vermeye ve ölüleri karada olsun, denizde olsun hatta bir hayvanın karnında dahi olsa ölü olarak bulundukları yerlerden çıkartıp diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak bilir, bu gerçeği kabul edersiniz. Veya şüphe götürmeyen kesin bir bil­giyle öğrenmeniz için Allah, bütün bunları açıklar.

Gökleri, yeri bunların arasındaki ve içindeki her şeyi yaratmaya muktedir olan, kâinatın nizamını, hayatı ve mahlûkâtın işlerini fevkalâde bir dikkatle idare eden bir zâtın mahlûkâtı yeniden diriltmesinin, ruhları bedenlere geri döndürmesinin, dünyada yaptıklarına karşılık bu ruhların sahiplerini hesaba çekmesinin uzak bir ihtimal olması, ya da bu zâtın bütün bunlardan âciz olma­sı mümkün değildir.

İşte bütün bunlar Allah Tealâ'nın birliğini ve kudretinin mükemmelliğini gösteren göklerle ilgili delillerdir. Hemen peşinden yeryüzündeki delil ve alâ­metler zikredilmiştir: İnsan ve hayvanların yeryüzünde kolaylıkla bir yerden diğer bir yere gidebilmeleri, nebat ve madenlerinden yararlanabilmeleri için yeryüzünü geniş, yaşamaya elverişli, engin ve uçsuz bucaksız kılan Allah Tealâ'dır. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Biz yeryüzünü bir beşik kılmadık mı?" (Nebe, 78/6). Bazı bölgelerinde yaşanması için yeryüzünün yayılması, onun kü­re şeklinde olmadığı veya genel hacmi itibarıyla yassı olduğu manasına gel­mez. Zira Kur'an-ı Kerim, diğer ayetlerde yeryüzünün küre şeklinde olduğuna işaret etmiştir. "Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar" (Zümer, 39/5). Tekvîr; yuvarlak olan cismi dolamak, sarıp sarmalamak demektir. Bize göre yeryüzü üzerinde yaşanabilmesi için yayılmış, düz kılınmıştır.

Allah yeryüzünü yüksek yüksek sabit dağlarla sağlamlaştırmış, ondaki renkleri, şekilleri, tat ve kokuları farklı meyvaları sulamak için orada nehirler, ırmaklar ve pınarlar yaratmıştır.

Yine yeryüzünde bütün meyvelerden erkek ve dişi olarak iki çift yaratmış­tır. Ağaç ve ekinler, erkek ve dişi olmadan meyva veya dâne vermezler. Ayrıca Allah, her meyveden iki çeşit yaratmıştır. Meyveler, tatlı ve ekşi olarak tat ba­kımından, siyah ve beyaz gibi renk bakımından ya da büyük ve narin gibi tabi­at bakımından iki cins yaratılmıştır.

Bu ayete benzeyen başka bir ayet de şudur: "Biz yeryüzünü bir beşik, dağ­ları da onun için birer direk kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık" (Nebe, 78/6-8).

Allah, gündüzün aydınlığını gecenin karanhğıyla bürür ve gecenin karan­lığını da gündüzün aydınlığıyla uzaklaştırır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Uykunuzu dinlenme vakti kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü geçimi sağ­lama vakti kıldık"(Nehe, 78/9-11).

"Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydın­lık olarak yarattığımızı görmediler mi?" (Nemi, 27/86). "Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir" (Rum, 30/23).

Allah Tealâ, ayetin sonunda gök ve yerdeki bu delilleri düşünmenin gerek­li olduğuna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah'ın yarattıkla­rında, acâib şekilde yaratmasında, nimetlerinde ve hikmetinde, bunları düşü­nen, onların büyüklüğünden ibret alan, böylece onlarla Allah Tealâ'nın varlığı­na, kudretine, ilminin mükemmelliğine ve iradesine delil getirerek kâinatta O'nun benzerinin bulunmadığını anlayanlar için deliller ve burhanlar vardır. Bütün bunlar, sadece O'na ibadet etmeyi kuvvetine boyun eğmeyi ve emirlerine sarılmayı gerekli kılar.

Allah'ın kudretini gösteren, yerdeki delillerden biri de birbirlerine bitişik olmalarına rağmen, toprak parçalarının tabiat ve mahiyetlerinin farklılık gös­termesidir. Allah Tealâ şöyle buyurur: Yeryüzünde birbirine komşu olan, birbi­rinin yakınında bulunan toprak parçaları vardır. Birbirine komşu olmalarına rağmen bunların özellikleri değişik ve farklıdır. Bazıları insanların yararlan­dıkları mahsulün yetiştiği verimli toprak, bazıları hiçbir şeyin yetişmediği gü­zel görünümlü fakat çorak topraktır. Bir kısmı ağaç dikmeye değil, ziraate uy­gun, diğer bir kısmı bunun aksidir. Bazıları yumuşak bazıları sert topraklıdır. Yine bir kısmının renkleri farklı, kimisi kırmızı, kimisi sarı, kimisi beyaz, ki­misi siyahtır. Bir kısmı taşlı, bir kısmı kumlu, bazısı kalın, bazısı ince topraklı­dır. Hepsi de komşu olmalarına rağmen sahip oldukları özellikler değişiktir. Bütün bunlar, kendinden başka ilâh ve Rab olmayan yüce yaratıcının varlığına delâlet etmektedir

Yine yeryüzünde üzüm bağları, insan ve hayvanların gıda ihtiyacını karşı­lamak için çeşitli hububat gibi nitelikleri farklı ekinler, çok ve tek köklü hurma ağaçlan vardır. Ayette geçen sinvan, çok köklü veya nar, incir ve bazı hurma ağaçları gibi bir kökte toplanmış hurma gödeleri ve diğer ağaçlar gibi bir kök veya gövde üzerindekiler demektir.

Tirmizî'nin rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasulullah (s.a.), Hz. Ömer (r.a.)'e şöyle demiştir: "Amcanın, babanın öz kardeşi olduğunun farkında değil misin?"

Berâ (r.a.) da şöyle der: "Sinvan" Bir kökte bulunan hurma ağaçları ve "Gayrı Sınvan", çok köklü hurma ağaçlan, demektir.

Toprak parçalan birbirinden farklı, bitkilerin cinsleri muhteliftir. Dikkati çeken şudur ki bu mahsûlün yetiştiği toprak bir olup aynı suyla sulanırlar. Bu­na rağmen lezzetler farklı, tatlar birbirinden üstündür.

Düşünen ve tefekkür eden kimseler için aynı toprakta yetişip aynı suyla sulanmalanna rağmen elde edilen mahsûlün bu kadar çeşitli olmasında Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini gösteren göz kamaştıncı deliller vardır. Şekli, rengi, tadı, kokusuyla, tatlı, ekşi ve acı olmasıyla meyva ve ekinlerde bu kadar değişik cins vardır. Yine hepsi de aynı su ve topraktan beslenmelerine rağmen renkleriyle, kokulanyla, yapraklannın ve çiçeklerinin şaheserliğiyle çiçeklerde pek çok çeşit vardır. Bütün bu zikredilenlerde anlayanlar için deliller ve yapan, yüce olan ve herşeye gücü yeten yaratıcının var olduğunu gösteren büyük işa­retler vardır. Yoktan var etmeye, ilk defa yaratmaya muktedir olan zât elbette öldükten »onra diriltmeye ve ikinci defa meydana getirmeye kadirdir, hatta bu Onun için daha da kolaydır.

Bu üç ayet de, "Ola ki Rabbinizin ölüleri diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak bilirsiniz", "Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır" ve "Düşünen kimseler için ibretler vardır" şeklinde sona ermiştir. Bu da göster­mektedir ki Yaratanın var olduğuna ve birliğine hür iradeyle kanaat getirebil­mek için düşünmek, akledip tefekkür etmek zorunludur. Zira bu şekilde aklı kullanmak hem İslâm'ın hedefi hem Kur'an'ın emri hem de dinin aslıdır. [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki şu hususlara işaret etmektedir:

1- Allah, kullarına olan lütuf ve rahmeti, onlara doğru yolu göstermesi se­bebiyle, kullarına delilleri açıklamış ve nazarlarını, varlığım, kudretinin mü­kemmelliğini, ilmini ve iradesini gösteren bu delillere çevirmiştir. Yine sadece O, bu delillerden her birinin pozisyonunu, yerini, özelliğini, tabiatını ve şeklini diğerlerine tercih etmiştir.

2- Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, yerdekiler ve göktekiler olmak üzere iki çeşittir. Gökteki deliller üç tanedir: Bunlar, göklerin direksiz yükseltilmesi, Arş'ın üzerine istiva ve mahlûkâtm faydalanması, dünyada ya­şadıkları müddetçe ve kıyamet kopana kadar kulların maslahatları için belirli bir zamanda ve muayyen gayelere binaen güneş ve ayın emre âmâde ve zelîl kılınması, itaat ettirilmesidir. Allah, yoktan var ederek, yok ederek, diriltip öl­dürerek, zengin ve fakir yaparak, vahiy indirip, peygamberler göndererek, kul­ları mükellef kılarak dilediği şekilde işleri yürütüp idare eder ve delilleri açık­lar. Bütün bunlara kadir olan elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir. Bu sebep­ten Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ola ki Rabbinizin ölüleri diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak bilirsiniz." Böylece Allah Tealâ'nın ilâh ve Rab olduğu, ahiret hayatı ispat edilmiştir. Dolayısıyla hiçbir işin diğerlerinden meşgul ede-miyeceği bir şekilde Arş'ın zirvesinden toprağın altını idare edebilen bir zât, yi­ne hiçbir işin diğerlerini yapmaktan meşgul edemiyeceği bir şekilde mahlûkâtı hesaba çekebilir.

Yerdeki deliller ise altı tanedir: Bunlar, yaşamanın mümkün olabilmesi için bakan kimselere nisbetle yeryüzünün düz kılınması, yine yeryüzünün yük­sek yüksek sabit dağlarla sağlamlaştırılması, nehirlerin akıtılıp, pınarların kaynatılması, ürünlerin erkek-dişi, tath-ekşi, büyük-küçük ve siyah-beyaz gibi zıt cinslerden yaratılması, gündüzün geceyıe bürünüp, gece karanlığının gün­düz aydınlığıyla dağıtılması ve yerin bitirdiği hububat, ekin, meyve ve çeşitli hurma gövdesine sahip olduğu pek çok köklü ağaçların bu kadar çeşitli kılın­malarıdır.

Bütün bu zikredilenler kesin olarak göstermektedir ki bunların hepsi tabi­at sayesinde veya tesadüfen değil, bilâkis her şeyi yapan, her hususta müessir ve yüce olan Allah'ın işleri idare etmesiyle gerçekleşmektedir.

3- 'Yeri düzleyen O'dur" ve "Ardından yeri düzenlemiştir" (Naziat, 79/30) ayetlerinden, yeryüzünün küre biçiminde olmadığı anlaşılmaz. Onun küre şek­linde olduğu bilimsel, aklî ve hissî delillerle sabittir. Uzayda yeryüzünün etra­fında dönen uydular, hiçbir şüphe ve münakaşayı kabul etmeyecek şekilde gös­termektedir ki yeryüzü küre şeklindedir. Râzî gibi alimlerimiz de onun küre şeklinde olduğunu asırlar önce açıklamışlardır.[13] Ayetlerden maksat, yeryüzü­nün her bölümünün düzmüş gibi görünmesidir. Ama genel görünümü ve büyük hacmiyle o küre şeklindedir. Zira bu ayette onun sabit dağlarla sağlamlaştırıldığının bildirilmesi, başka bir ayette, "Dağları da onun için birer direk kılma­dık mı?" buyurulması, ayrıca gecenin gündüze, gündüzün geceye dolanması bu­nu göstermektedir. Çünkü tekvir "Yuvarlak cismi dürüp bükmek" demektir

4- Kurtubî, "Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları vardır", ayeti hakkında şöyle der: "Bu ayet, Allah Tealâ'nm birliğini ve O'nun her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz yüce bir varlık olduğunu gösteren en açık delildir. Burada Allah'ı bilmeyerek sapıklığa düşenlere doğru yola gösterilmiştir. Zira Allah Tealâ, " 'Aynı su ile sulanan' kavliyle bütün bunların sırf meşîeti ve di­lemesiyle olduğuna, kudretiyle gerçekleştiğine dikkati çekmiştir. Netice olarak bütün bunların tabiat ananın eseri olduğu görüşünün ne kadar boş ve batıl ol­duğu, doğanın sayesinde gerçekleşmiş olsaydı bu farklılıklar söz konusu ola­mayacağı kesindir.[14]

5- Allah Tealâ'nın varlığını, kudretinin kemâlini, ilmini ve tek olduğunu gösteren kâinattaki açık delil ve alâmetlerle aklı kullanıp, hidayet istemek kuvvetle teşvik edilmiş hatta farz kılınmıştır

6-  Hasan Basri, "Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışız-dır" ayeti hakkında şöyle der: "Allah Tealâ, bu ayetle insanoğluna asıllarının bir olduğuna işaret ediyor. Bu, aynı suyla sulanan mahsûlün birbirinden farklı olduğu gibi insanların da iyilik ve kötülükte, iman ve küfürde birbirlerine ben­zemedikleridir. [15]

 

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederek, Azabın Derhal Gelmesini İstemeleri Ve Rasûlullah (S.A.)'Dan Maddi Mucize Talepleri

 

5- Şaşacaksan, onların "Biz toprak olun­ca mı yeniden yaratılacağız?' demeleri­ne şaşmak gerekir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunları­na demir halkalar vurulup, bunlarla sü­rülenlerdir. İşte onlar cehennemlikler­dir, orada temelli kalacaklardır

6- Müşrikler senden kurtuluştan önce azap isterler. Oysa onlardan önce nice ibret alınacak cezalar verilmiştir. Doğ­rusu Rabbinin insanların zulümlerine rağmen onlara mağfireti vardır. Rabbi­nin cezalandırması çetindir

7- Kâfirler "Rabbinden ona (Muham-med'e) bir mucize indirilmeli değil miydi?" derler. Sen ancak uyarıcısın. Her milletin yol gösteren bir peygamberi vardır.

 

Belagat:

 

"Seyyie" (kötülük) ve "hasene" (iyilik), gösteren" lafızları arasında tezat vardır. [16]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şaşacaksan" Ey Muhammedi Kâfirlerin seni yalanlamalarına ve fayda ve zarar vermeyen putlara ibadet etmelerine şaşacaksan bundan daha şaşılacak olan (veya garipseyerek şaşılacak olan ya da şaşmaya yaraşan) onların yeniden dirilmeyi yalanlayıp, inkâr etmeleridir. Şaşmak; Kişinin gerçekleşmesi uzun \>yt Vntmıa\ o\sn, 8nonna\ YAt şeyi gördüğünde değişmesi -ve dehşete düşmesi demektir.

"Eğldl" Demir "halkalar; iki elin boyuna bağlandığı demir balka demek olan "ğul" kelimesinin çoğuludur.

"Mesûlât" ceza manasına gelen "Mesule" kelimesinin cem'idir. Yani onlar gibi yalancılara nice cezalar verilmiştir. Onlara ne oluyor da bunlardan ibret almayıp, alay ediyorlar" demektir. Ceza ile suç arasında benzerlik "Mümasele" olduğundan cezaya "Mesule" denmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Bir kötülü­ğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür" (Şura, 40). Katile verilen cezaya kı­sas denmesi de bu kabildendir. Çünkü onda da bir benzerlik vardır.

Kendisine isyan edenleri cezalandırması çetin olan "Rabbinin, insanların zulümlerine rağmen" mühlet vererek veya cezayı ahirete geciktirerek örtmesiyle "onlara mağfireti vardır." Yoksa Allah'ı yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.

"Rabbinden Muhammed'e," Musa'nın asasının yılan olması, elinin güneş gibi bembeyaz parıldaması ve Salih'in devesi gibi kalıcı "bir mucize indirilmeli değil miydi?"

Senin vazifen mucize getirmek değildir "sen ancak uyarıcısın." İnzar, bir işin neticesinden uyarmak, korkutmak demektir.

"Hadi..." Peygamberler hukemâ ve alimler gibi insanları hayra, hakka ve doğruya irşat eden kişi demektir. Yani her milletin, kendi teklifiyle değil Al­lah'ın ona verdiği ayetlerle onları Rablerine davet eden bir peygamberi vardır. Bu peygamber, genellikle insanların güç yetiremedikleri cinsten mucizelerle takviye edilir demektir. [17]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, önceki ayetlerde göklerde ve yerde kudretini gösteren delilleri gözler önüne sermişti. Bundan maksat insanlara, bu muazzam şeylere gücü ye­ten zâtın nasıl olup da öldükten sonra insanı tekrar yaratmaya muktedir ola­mayacağını anlatmaktır. Zira daha kuvvetli ve mükemmel olanı yaratmaya muktedir olan elbette daha az ve zayıf olan halketmeye güç yetirir.

"Gökleri yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi?"

Burada ise, müşriklerin yeniden dirilmeyi ve kıyameti inkâr ettiklerini anlatmış, arkasından da başka bir ahmaklığı, kâfirlerin azabı hemen istemele­rini dile getirmiştir. Bütün bunları, insanları acze düşürecek hissî mucizelerin indirilmesi şeklindeki istekleri takip etmiştir. [18]

 

Açıklaması

 

"Ey Peygamber! Bu müşriklerin Allah'ın dilediği her hususta muktedir ol­duğuna dair, yarattığı herşeyde Onun delil ve burhanlarını görmelerine ve her şeyi O'nun yoktan var edip, hiçbirinin adı sanı yokken onları meydana getirdi­ğini itiraf etmelerine rağmen seni yalanlamalarına ve fayda ve zarar vereme­yen putlara ibadet etmelerine şaşacaksan bunlardan daha çok şaşılacak ve ga-ripsenecek bir şey daha vardır. İşte o da yeniden dirilmeyi ve kıyametin kop­masını yalanlayarak "Yok olup, kokuştukları ve toprak olduktan sonra yeniden dirilmek mümkün müdür?" demeleridir". Kâfirlerin inkâr manası taşıyan bu soruları Kur'an1 da dokuz surede 11 yerde tekrar edilmiştir. Bunlar, Ra'd, İsrâ, Müminun, Nahl, Ankebût, Secde, Sâffât, Vakıa ve Nâziât sureleridir.

Allah Tealâ'nın da "Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet, O her şeye Kadir'dir." (Ahkaf, 46/33) buyurduğu gibi, bütün bilgili ve akıllı insanların göklerin ve yerin yaratılmasının insanları yaratmaktan daha büyük bir iş ol­duğunu ve mahlûkâtı yoktan var eden zât için onları yeniden yaratmanın daha kolay olduğunu bilmelerine rağmen bu kâfirler habire bu soruyu sorup dur­muşlardır.

Daha sonra Allah Tealâ, bunlar hakkındaki üç hüküm vermiş ve bu hü­kümleri şöyle açıklamıştır: "İşte onlar Rablerini inkâr edenler..." peygamberini yalanlayan, inat ve sapıklıklarını sürdüren kâfirlerdir. Çünkü Allah Tealâ'nın kudretini inkâr eden O'nu inkâr etmiş sayılır. Bu da yeniden dirilmeyi ve kıya­meti inkâr eden herkesin kâfir olduğunu göstermektedir.

"İşte onlar, zincir ve demir halkalarla bağlanıp, o şekilde sürülürler". Ebû Hayyân şöyle der: "Görünen o ki onların boyunlarına bukağı gibi gerçek demir halkalar geçirilecektir"[19] Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Boyunlarında hal­kalar ve zincirler olarak sürülürler." (Gafir, 40/71). Bu anlatılan gerçektir. Sö­zü, gerçeğe hamletmek daha doğrudur.

Yine onlar, cehennemlik olup, ahirette ebediyyen cehennemde kalacaklar­dır. İşte onlar, kâfir olmaları, öldükten sonraki dirilmeyi inkâr etmeleri ve pey­gamberi yalanlamaları sebebiyle cehennemden ayrılamayan, orayı hak eden, orada ebedî olarak kalıp asla uzaklaşmayan cehennemliklerdir. "Hayır, hayır, onların kazandıkları kalplerini paslandırıp körletmiştir" (Mutaffifin, 83/14). Bu ayetten maksat, ebedî ve sonsuz azapla tehdit etmektir. Bu da göstermekte­dir ki sadece bu ayeti inkâr eden kâfirler, ebedî azaba çarptırılacaklardır.

Kâfirlerin peygamberi yalanlamaları, sadece ahiret azabını inkâr etmekle olmamış, bilâkis onlar dünyada başlarına gelecek azabı da reddetmişlerdir. Al­lah Tealâ şöyle buyurur: "O öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan

Yahudi Ka'b b. Eşref, Seyyid, Âkib Uskafey Necrân ve adamları gibi Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturan ehl-i kitap içinde ise sana gelen hakkın bir kısmını inkâr edenler vardır. İnkâr ettikleri bu ayetler, ya şeriatlarına ya da tahrif ettikleri hükümlar, senden, ce­zadan ve onun belâlarından kurtulmaktan önce ceza isterler." Allah Tealâ şöyle buyurur: "Birisi, olacak azabı soruyor" (Maaric, 70/1). " 'Allahımız! Eğer bu Ki-tab, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır...' demişlerdi" (Enfal, 8/32). "Onlar ise 'Rabbimiz! Bizim cezamızı hesap gününden önce ver ve bizi he­saba erken çek' derler" (Sad, 38/16).

"Biz, geçmiş ümmetlere nice cezalar vermiş, onları ders alanlar için ibret ve hatırlama vesilesi kılmıştık." Diğer bir ifadeyle şöyle demek mümkündür: Geçmişte, onlara benzeyen yalancılar, sarsıntı, yerin dibine geçirmek ve tufan gibi nice cezalara çarptırılmışken bu kâfirler senin korkutmanı alaya alarak hemen cezaya çarptırılmak istiyorlar.

Muhakkak ki Allah Tealâ, insanların zulmetmelerine, gece gündüz günah işlemelerine rağmen onları affeder, bağışlar ve günahlarını örter. Eğer Allah Tealâ, halîm ve affeden olmasaydı insanlar günah işler işlemez onları hemen cezalandırırdı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah, insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi" (Fatır, 35/45). "Bununla beraber Rabbin mağfiret ve merhamet sahibidir. Eğer onları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek isteseydi azaba uğratmakta acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır. Ondan kaçıp sığınacak yer bula­mazlar" (Kehf, 18/58).

Netice olarak, muhakkak ki Allah, insanların günah işleyerek kendilerine zulmetmelerine rağmen onları affeder.

İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Kur'an'da bu ayetten daha ümitvar başka hiç­bir ayet yoktur."

"Allah Tealâ âsîleri şiddetli cezaya çarptırır." Görülmektedir ki Allah Tealâ, rahmet sahibi olmasını cezalandırmasının çetin olmasıyla beraber yan-yana zikretmiştir. Ümitle korkunun ortasını bulmak ve insanın umutla sakın­ma arasında gidip gelmesini sağlamak için Kur'an'da bu metod pek sık kulla­nılmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Seni yalanlarlarsa 'Rabbinin rahmeti ge­niştir, O'nun azabı suçlu milletten geri çevrilmez de' de!" (En'am, 8/147). "Ey Muhammedi Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğunu, azabımın

can yakıcı bir azab olduğunu haber ver" (Hıcr, 49-50). "Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O, bağışlar ve merhamet eder." (A'raf, 7/167). Ümitle kor­kuyu bir arada zikreden daha nice ayetler vardır.

İbn Ebi Hatim (r.a.)'den şöyle rivayet eder. Saîd b. Müseyyib şöyle der: "Doğrusu Rabbinin insanların zulümlerine rağmen onlara mağfiret vardır..." ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer Allah'ın afvı, rahmeti ve müsamahası olmasaydı hiç kimseye yediği yarar sağlamazdı. Yine Allah'ın tehdidi ve cezalandırması olmasaydı herkes işlerini O'na havale edip yangelir yatardı."

Allah Tealâ, müşriklerin, acze düşürmek, küfürde ısrar etmek ve Rasulul­lah (s.a.)'ın peygamberliğine dil uzatıp onun doğruluğu hususunda insanları şüpheye düşürmek maksadıyla geçmiş peygamberler gibi 'Rasulullah (s.a.)'ın da gayet açık mucizeler göstermesini istediklerini bildirerek şöyle buyurmuş­tur: "Müşrikler küfür ve inatlarını kusarak şöyle derler: 'Musa'nın asası, Sa­lih'in devesi ve İsa'nın sofrası gibi önceki peygamberlerin gönderildiği şekilde bize de Muhammed'in Rabbi'nden bir mucize gelip, onun bize Safa Tepesini al­tın yapması, bizden dağları uzaklaştırıp yerlerine geniş meralar ve nehirler kılması lazım değil miydi?"

Allah, kâfirlerin bu şüphesini başka bir ayette reddetmiştir: "Bizi ayetler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasında başka bir şey alıkoymadı." (İsra, 17/59/. "Biz yalancıları cezalandırmakta acele etmeyiz. Çünkü istedikten sonra kim kendisine gelen mucizelere inanmazsa Biz onları bu günahları sebe­biyle helak ve perişan ederiz. İşte Bizim sünnetimiz ve usulümüz budur."

Burada müşriklerin bu isteklerine karşılık verme yerine Rasulullah (s.a.)'m îfâ etmek için gönderildiği vazifenin açıklanmasına -ki bu vazife insan­ları isteklerine boyun eğmek değil bilâkis onları hidayete ulaştırmak ve kor­kutmaktır- geçilmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sen ancak bir peygambersin. Vazifen Allah'ın sana emrettiği dinini tebliğ etmektir, mucize konusu ise sırf Allah'a aittir". Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Onla­rın doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir." (Bakara, 2/272).

Her ümmet veya milletin peygamberlerden, onları Allah Tealâ'ya, hak di­ne, hayır ve olgunluğa çağıran bir davetçisi vardır. Diğer bir ayette Allah şöyle buyurur: "Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı bulunagelmiştir" (Fatır, 35/24).

"Hâdin" kavli "Münzir" lafzına ma'tuf da olabilir. Aralarını "Likülli kav­min" kavli ayırmıştır. Bu durumda mana "Sen, bütün milletler için korkutucu ve yol göstericisin" şeklindedir. İkrime ve Ebu'd-Duhâ bu görüştedir.

Netice olarak, bu ayet ayın yarılması, ağaçların emrine boyun eğmesi, değneğin kılıç olması, parmakların arasından suyun akması ve bunlara benzer Rasulullah (s.a.)'a inen harikulade mucizeleri, mucize kabul etmeyip, inat ede­rek başka mucizeler teklif eden müşrik ve kâfirler hakkında nazil olmuştur. Öyleki bu kâfirler İsrâ ve Furkan surelerinde de belirtildiği gibi Rasulullah (s.a.)'dan yerden kaynaklar fışkırtmasını, göğe yükselmesini, melek ve hazine getirmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Allah, Peygamberi (s.a)'ne şöyle bu­yurdu: Sen ancak diğer peygamberler gibi onları kötü akıbetle korkutan bir uyarıcısın ve sadece nasihat edersin. Senin vazifen onların teklif ettiklerini ge­tirmek değildir. Bu teklifler sırf inat yüzündendir. Azap ve helak vakti gelme­den mucize indirilmeyecektir.[20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr etmek müthiş şaşılacak bir hadisedir

Allah Tealâ elbette şaşırmaz, zaten taaccüb etmesini düşünmek de imkânsızdır. Çünkü (taaccüb) şaşkınlık 'sebeplerin bilinmemesiyle kişide mey­dana gelen değişme' dir. Allah Tealâ bunu sadece, Peygamebr (s.a)'i ve mümin­ler şaşırmasınlar diye zikretmiştir.

2- Yeniden dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden, kâfirdir. Çünkü bu inkârıyla o, ilâhî kudreti, Allah'ın ilmini ve verdiği haberin doğruluğunu da kabul etme­miştir. Bu kâfir, demir halkalar ve zincirlerle cehenneme sürüklenir ve bir da­ha ebediyyen oradan çıkamaz. İşte bu üç özellik, öldükten sonra dirilmeyi in­kâr edenlere aittir: "İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunları­na demir halkalar vurulup bunlarla sürülenlerdir. İşte onlar cehennemlikler­dir, orada temelli kalacaklardır."

3- Sadece bu ayeti inkâr edenler ebedî azaba çarptırılacaklardır: "Başkala­rı değil sadece onlar, cehennemde temelli kalacaklardır". Adam öldürmek, ya­lan yere şahitlik yapmak ve ana babaya isyan gibi büyük günah işleyen müslümanlar ise cehennemde ebediyyen kalmayacaklardır.

4- Müşriklerin aşın inkârları ve yalanlamaları sebebiyle başlarına cezanın indirilmesini istemeleri, bir çeşit beyinsizlik ve ahmaklık örneğidir. Onlara benzeyen yalancıların çarptırıldıkları cezalar, öğüt almaları için yeter de artar bile. Zira verilen cezalar sayılamayacak kadar çoktur. Bu ayetten anlaşılmalı­dır ki kâfirler sırf küfür ve isyandaki ısrarları sebebiyle helak olmuşlardır.

5-  Allah Tealâ, bu ümmetin cezasını kıyamet gününe kadar geciktirmeyi hükme bağlamıştır.

6- Allah Tealâ, iman eden müşriklere, tevbe eden günahkârlara müsama­ha eder. Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre, Allah Tealâ büyük günah işleyenleri tevbe etmeden önce de affedebilir. Çünkü "alâ zulmihim" kavli "zulümlerine de­vam ettikleri halde" demektir. Kişinin zulümle meşgulken tevbe etmesi müm­kün değildir.

İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Allah Tealâ'nın Kitabı'ndaki ümit verici ayet, Doğrusu Rabbinin, insanları zulümlerine rağmen onlara mağfireti vardır' Rad, 6) ayetidir.

7- Yine Allah, küfürde ısrar ettikleri takdirde kâfirleri şiddetli cezaya çarptırır.

8-  Rasulullah (s.a.)'ın vazifesi, müşriklerin istek ve tekliflerini yerine ge­tirmek değil, aksine Allah'ın dinini öğretmektir. O (s.a), ümmetini korkutan ve onlara dini açıklayan bir rehberdir. Kendisinden önce de her milletin bir rehbe­ri, bir korkutanı ve davet eden bir peygamberi vardı.

9- Her milletin, onları Allah'a çağıran bir peygamberi vardır. Ayetteki "yol gösteren"in Allah, olduğu görüşü de mevcuttur. Bu durumda mana "Senin vazi­fen korkutmaktır. Hidayetlerini dilediği zaman milletleri hidayete erdiren Al­lah'tır" şeklindedir.

10- Bu ayetin de bildirdiği gibi müşrikler Rasulullah (s.a.)'a üç hususta dil uzatmışlardır. Onlar, Allah'ın öldükten sonra insanları diriltip, huzurunda toplaması, Rasulullah (s.a.)'ın onları korkuttuğu helak edici azabın doğruluğu ve O (s.a)'ndan mucize ve delil isteyerek ileri geri konuşmaları sebebiyle Rasulullah (s.a.)'m peygamberliğinde kusur aramışlardır.

Bütün bunların sebebi, müşriklerin Kur'an'ın mucize olmasını nkâr etme­leri ve şöyle demeleridir: Bu kitap da diğer kitaplar gibidir. Başkalarına benze­yen bir kitabı getirmek elbette mucize sayılmaz. Asıl mucize, asayla denizi yar­mak ve asanın yılan olması gibi Musa ve İsa (a.s.)'nın mucizelerine benzeyen­lerdir.

Bu ayet, Kur'an'dan başka Rasulullah (s.a.)'ı tasdik eden hiçbir mucizenin bulunmadığı manasına gelmemektedir. Herhalde kâfirler bu sözü, diğer muci­zelere şahit olmadan önce söylemişler veya Rasulullah (s.a.)'dan, hurma kütü­ğünün ağlaması, ayın yarılması, parmaklarından suyun fışkırması ve pek çok insanın az bir yemekle doyması gibi daha önce gördükleri mucizelerden başka mucizeler göstermesini istemişlerdi.

Kur'an, Rasulullah (s.a.)'ın en büyük mucizesi olarak devam edegelmiştir. Çünkü devrine en uygun olan odur. Oysa Musa (a.s.) zamanında geçerli usul, sihir olduğundan onların yöntemlerine en yakın olanı mucize kılınmıştır. İsa (a.s.) devrinde ise tıp çok ileriydi. Dolayısıyla mucizeler de bu konuyla ilgili ol­muş, İsa (a.s.), ölüleri diriltmiş, anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyi­leştirmiştir. Rasulullah (s.a.) dönemine baktığımızda görmekteyiz ki fesahat ve belagat[21]

 

Allah'ın İlminin Herşeyi İhata Ettiğine Delliller

 

8- Allah her dişinin taşıdığını, rahimle­rin eksilttiğini ve arttırdığını bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göre­dir.

9-  Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi büyük Allah'tır.

10- O'na göre aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasın­da fark yoktur.

11- Önünde ardında ve insanoğlunu ta-kib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Bir millet kendini bozmadık­ça Allah onların durumunu değiştir­mez. Allah, bir milletin fenalığını dile­yince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah'dan başka hâmî de bulunmaz.

 

Belagat:

 

"Düşürdüğünü" ile "alıkoyduğunu", "görülmeyeni" ile "görüleni" "gizleyen" ile "açığa vuran", "gece" ile "gündüz" ve "gizlenen" ile "ortaya çıkan" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [22]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah her dişinin taşıdığını" Her dişinin karnında ne taşıdığını veya kar­nında taşıdığı ceninin erkek mi kız mı, tek mi birden fazla mı olduğunu, bütün hepsinin özelliklerini ve diğer hususları "rahimlerin" oluşum, sure ve adet bakımından "eksilttiğini" cenin tekamül etmeden önce dışarı çıkmak suretiyle eksilttiği süreyi "ve arttırdığını bilir."

"Her şey bir ölçüye göredir." Şu ayet de bu manadadır: "Şüphesiz Biz, her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır" (Kamer, 54/49). Allah Tealâ, her hadise için belirli bir vakit ve hal tayin etmiş, neticeye ulaştıran ve onu gerekli kılan se­bepler hazırlamıştır.

Hazır bulunanı veya "görüleni de görülmeyeni de bilen" Gaib; duyuların ulaşamadıkları âlem ve şahid: görünen, hazır olan, demektir. Sânı yüce, kahr ve kudretiyle "yücelerin yücesi olan Allah'tır."

"Ona göre" Allah Tealâ'nın ilminde "aranızdan sözü gizleyen ile açığa vu­ran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur."

"Önünde ve ardında" yani dört bir tarafından "insanoğlunu takib edenler vardır." İnsanoğlunu koruyup gözeterek peşinden giden veya söylediklerini ve yaptıklarını yazmak için birbiri peşinden gelen melekler vardır. Muakkıbât ge­ce gündüz birbiri ardından gelerek nöbetleşe insanoğlunu takib eden melekler manasına kullanılmıştır. Muakkibe'nin cemîsidir. "Ta" te'nis değil mübalağa 'Ta"sıdır.

"Allah'ın emriyle onu gözetirler." O'nun yardımıyla veya günah işlediği za­man mühlet isteyerek ya da onun için istiğfarda bulunarak onu Allah'ın aza­bından korurlar. Ya da onu kendisine zarar verecek şeylerden muhafaza eder­ler.

"Bir millet" sahip olduğu güzel halleri bırakıp çirkin huylar edinerek, gü­nah işlemeyi adet haline getirerek "kendini bozmadıkça Allah onların" içinde bulundukları sıhhat, afiyet ve nimetlerini "değiştirmez," yani nimetlerini elle­rinden çekip almaz.

"Allah bir kavmin fenalığını" azabım dileyince "artık onun önüne geçilmez".[23]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini ve bu­nu çok uzak gördüklerini haber verdikten sonra bütün bunlara muktedir oldu­ğuna dair, her şeyi ilmiyle kuşatması hususundaki delilleri serdetmiştir. Zira O, anne karnında bulunan ceninlerle ilgili her şeyi bilir, insan vücudunun lime lime etrafa saçılan en ufak parçacıklarının tamamını ve karada olsun, denizde olsun hatta hayvanın midesinde olsun yerlerini bilir ve tekrar bunları eski ha­line döndürür.

Yine Allah Tealâ, müşriklerin Rasulullah (s.a.)'ın getirdiklerinden başka mucizeler istediklerini açıkladıktan sonra kendisinin bütün bilgilere sahip ol­duğunu, dolayısyla onların bir başka mucizeyi doğru yolu bulmak için mi yoksa Rasulullah (s.a.)'ı üzüp incitmek ve o (s.a)'e karşı çıkmak için mi istediklerini, bu mucizelerden istifade edecekler mi yoksa küfürdeki ısrarları ve kibirleri mi artacak; bütün bunları bildiğini beyan etmiştir. [24]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, ilminin tam olduğunu haber vererek, her şeyi bildiğini beyan etmiştir. O, bütün hamilelerin karınlarında taşıdıklarını, onların erkek mi, kız mı, tek mi, birden fazla mı, güzel mi çirkin mi, ne gibi özellik ve sıfatlan taşıdıklarını, ömrü uzun mu kısa mı olduklarını bilir. Allah Tealâ şöyle buyur­muştur: "Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenin halin­de iken sizleri çok iyi bilen O'dur" (Lokman, 31/34). "Sizi annelerinizin karın­larında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır" (Necm, 53/32).

Bugün ceninin erkek mi kız mı olduğu ultrasonla bilimsel olarak bilin­mektedir. Bu, ayete ters düşecek bir şey değildir. Çünkü bu şekilde Allah'ın il­mi kuşatılmış olmaz. Aksine O'nun ilmi geniştir ve ceninin diğer özellik ve sı­fatları da dahil her şeyi kuşatmıştır.

"Allah, rahimlerin eksilttiğini ve artırdığını bilir." Yani, ceninin oluşumu, tam mı -yoksa düşük mü,- süresi dokuz aydan az mı, dokuz aylık mı yoksa do­kuz ay on gün kadar fazla mı, çocuk zayıf mı yoksa tekâmül edip, gelişmiş mi­dir, bütün bunların hepsini bilir.

Bilimsel istatistikler ceninin anne karnında 305 veya 308 günden fazla kalmadığını göstermektedir. Mâliki mezhebinde, boşanmış kadının iddetinin bir kamerî yıl (354 gün) olduğu görüşü vardır.

Mezheplerde bildirilen en uzun hamilelik müddetinin -ki bu müddet Şafiî ve Hanbelîlere göre 4 yıl, Mâlikîlere göre 5 yıl ve îmam Ebû Hanîfe'ye göre de 2 yıldır- dayanağı araştırma ve insanların verdiği haberlerdir. İnsanlar ise belirli bir müddet hamileliğin devam ettiği hususunda hata edebilir ya da bu zehaba kapılabilirler. Bu konuda sabit şer'î bir nas mevcut değildir.

Allah Tealâ'nın katında her şey belirli bir müddete veya artıp eksilmeyen bir ölçüye göredir". Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz, her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır" (Kamer, 54/49).

Kütüb-i Sitte'de Ûsâme b. Zeyd'den rivayet edilen sahih bir hadiste geldiği üzre "Rasulullah (s.a.)'ın kızlarından birisi ona (s.a) haber göndererek çocuğu­nun vefat ettiğini ve Rasulullah (s.a.)'ın gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) da ona haber yollayarak 'Muhakkak ki aldığı ve verdi­ği her şey Allah'ındır. O'nun katında her şey belirli bir müddete göredir. Ona şu emrimi bildirin ki sabretsin ve sevabını Allah'dan istesin' buyurdu."

O, kulların göremediği gayb alemi olsun, gördükleri şeyler olsun, her hu­susu bilir. Hiçbir şey O'nun için gizli değildir. Allah, her şeyden daha büyük ve daha yücedir. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O, her şeye galiptir. O'nun huzu­runda boyunlar bükülmüş, kullar isteyerek ya da zorla O'na itaat etmişlerdir.

Dikkat edilmelidir ki bu ayet, Allah Tealâ'nın ilminin mükemmelliğini tam manasıyla açıklamaktadır. Yeni bir cümle olan ayetin başında Allah Tealâ, meselelerin cüz'ünü ve tek tek parçalarını bildiğini açıklamıştır. Hemen peşin­den eşyanın ölçülerini ve sınırlarını bildiğini, bu sınırların aşılamayacağını ya da daraltılamayacağını, ayrıca ezelî ve ebedî meşîeti ve iradesiyle her hadise için belirli bir vakit ve husûsî bir durum tahsis ettiğini bildirmiştir. Bunlara ilâveten kendisinden başka hiç kimsenin bilemediği gizli şeylere -ki bunlar Al­lah'ın gizli ilminin parçalandır- vâkıf olduğunu haber vermiştir. O, içtekini de dıştakini de, gaybı da görüneni de bilir. Gaib; duyuların idrak edemedikleri âlem ve Şahid: Hazır bulunan, göz önünde olan demektir. Yine Allah Tealâ, il­minin her şeyi kuşattığını, O'nun için gizli ile açık arasında hiçbir farkın bu­lunmadığını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, ilmiyle bütün mahlû-kâtmı kuşatmıştır. O'na göre onların arasından sözünü gizleyen ile açığa vuran arasında fark yoktur. Zira O, hepsini işitir, hiçbir şey gizli kalmaz. Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz o gizliyi de giz­linin gizlisini de bilir" (Taha, 20/7). "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah'a..." (Neml, 27/25).

Aişe (r.a.) şöyle der: "Bütün sesleri işiten Allah'ı teşbih ederim. Vallahi, Rasulullah (s.a.) ile tartışan bir kadın gelmiş, Rasulullah (s.a.)'a kocasını şikâ­yet ediyordu. Ben bu sırada evin hemen yanındaydım. Kadının söylediği bazı sözleri duyamamıştım. Allah ise şu ayeti indirdi: " 'Ey Muhammedi Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Esasen Allah, konuşmanızı işitir. Doğrusu Allah, işitendir görendir" (Mücadile, 58/1).

Yine Allah, gecenin zifiri karanlığında evinin içinde gizleneni de bilir. Ayette bu halin zikredilmesiyle, içinde bulunan kimsenin insanlardan gizlendi­ği için, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini zannetme ihtimalinin olduğu her yerde Allah'ın kontrolönün var olduğuna dikkat çekilmiştir.

"Gündüz ortaya çıkanı da gündüz ortasında yürüyeni, meydana çıkanı da bilir. Çünkü zikredilen her iki kişi de Allah'ın ilminde birdir.Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dâir Kur'an'-dan ne okursanız okuyun, ne yaparsanız yapın; yaptıklarınıza daldığınız anda mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitaptadır'.(Yu­nus, 10/61).

Bundan sonra Allah Tealâ, her şeyi bilmesine rağmen, yapılanlarla sahip­lerini yüzleştirmek için bilgileri te'yid ile bunları ve olayları tescil yollarını bil­dirmiştir: "İnsanoğlunu muhafaza edip gözeten melekler vardır." Gündüz me­leklerinden nöbeti devralan gece melekleri ve gece meleklerinin peşinden gelen gündüz görevli melekler vardır. Bu melekler, insanı korumak, zarar verecek şeylerden muhafaza etmek ve durumunu kontrol etmek için birbirleriyle yar-dımlaşırlar. Ayrıca kulların iyi olsun kötü olsun yaptıkları işleri, kaydedip ya­zarak takip ederler. "İnsanoğlunu" kavlindeki zamir, "aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran arasında fark yoktur" kavlindeki "min"e râcîdir. Bu zamirin, "Görüleni de görülmeyeni de bilen Allah" kavlindeki lafz-ı celâle râcî olduğu, görüşü de vardır.

Bu koruyucu meleklerin birçok görevleri vardır: Bazıları insanı Allah'ın iz­ni ve emri ile gece ve gündüz, ona zarar verecek şeylerden ve kazalardan ko­rurlar. Bu görevi belirli melekler üstlenmiştir. Bunlar iki tane olup, biri arkada diğeri de önde, bu vazifeyi yerine getirir. Bazı melekler, iyi ve kötü amelleri ya­zarlar. Bunlar da iki kişi olup, insanın sağında ve solundadırlar. Sağdaki me­lek iyilikleri soldaki ise kötülükleri yazar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sa­ğında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler." (Kaf, 50/17-28). Dolayısıyla her in­sanın yanında gündüzleyin dört melek, geceleyin dört başka melek vardır. Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de amelleri yazan melektir.

Buharî'de geçen bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizi geceleyin bir gurup melek, gündüzün de bir gurup melek takip eder. Sabah ve ikindi namaz­larında bir araya gelirler. Sizinle beraber geceleyen melekler Allah'ın huzuruna çıkarlar. Allah, sizi en iyi şekilde bildiği halde onları 'Kullarımı ne halde bırak­tınız?' diye sorar. Melekler de 'Onların yanına geldiğimizde namaz kılıyorlardı. Bıraktığımızda da aynı haldeydiler' derler".

Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki tuvalete gitmeniz ve cima yapmanız dışında sizden hiç ayrılmayanlar vardır. Onlardan çekinin ve onlara hürmet edin".

İbn Abbâs (r.a.) 11. ayet hakkında şöyle der: "İnsanoğlunun ardında ve önünde kendisini koruyan melekler vardır. Allah'ın takdiri geldiği zaman, onu terkederler.

Etrafında gözcülük yapan meleklerin, amellerini kontrol ettiklerini, söz ve davranışlarını kaydettiklerini bilen bir kimse, Rabbinin emirlerine karşı gel­mekten son derece sakınır ve aleyhine kaydedilip kıyamet günü aniden karşısı­na çıkmasın diye isyandan ve günahlardan uzak durmaya çalışır. Bu durum aynen, erginlik çağından vefata kadar kayıt yapılan bir teyp kasetine benzer.

"Allah'ın emri ve izniyle onu gözetirler." Onlar insanı, Allah kendilerine bunu emrettiği için korurlar. Veya insan günah işlediği zaman, tevbe etmesini ve Allah'a dönmesini ümit ederek onun için dua edip, Rabbinden ona mühlet vermesini isteyerek onu Allah'ın azabından korurlar. Allah Tealâ şöyle buyur­muştur: "De ki: '"Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmandan kim koruyabilir?'" (Enbiya, 21/42).

Allah Tealâ, burada suç yokken cezalandırmanın olmayacağını bildirerek ihsan ve adaletinin ne kadar şümullü olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyur­muştur: "Bir millet", toplum yapısını yıkan, milletin tabiatını bozan zulme, is­yana, bozgunculuğa, kötülüklerin ve günahların işlenmesine bünyesinde izin vererek "kendini bozmadıkça Allah, onların içinde bulundukları" nimetleri, sıhhat ve afiyeti "değiştirerek", bu nimetleri onlardan uzaklaştırmaz ve bu şe­kilde "onları cezalandırmaz".

Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.)'dan, Rasulul-lah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "İnsanlar zâlimi görüp de ona manî olmazlarsa, Allah'ın azabının o milleti kuşatması yakındır." Şu ayet de, bu manayı pekiştirmektedir: "Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalma­yacak fitneden sakının." (Enfal, 8/25).

İslâm tarihinin geçmiş asırlardaki olayları açık bir şekilde göstermektedir ki Allah Tealâ, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu izzet, kuvvet, refah, istiklâl, ilim, siyaset, ekonomi ve toplum hayatındaki basan gibi nimetleri, ancak onlar kendi hallerini değiştirip, Kur'an'dan başka sistemleri geçerli kılarak dinlerini ihmal ettikten, Peygamberlerinin (s.a) sünnetini terkedip, başkalarını taklit ederek aralarındaki yardımlaşma bağlan zayıfladıktan, ahlâklan kötüleşerek aralannda büyük günahlar yayıldıktan sonra değiştirmiştir. Allah, yeryüzünü onu ıslah edip düzeltenlere vaadederek şöyle buyurmuştur: "Yeryüzüne ancak onu iyi ve doğru bir şekilde imâr eden kullarımın mirasçı olduğunu..." (Enbiyâ, 21/105). "Yeryüzü şüphesiz Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kı­lar. Sonuç, Allah 'a karşı gelmekten sakınanlarındır" (A'raf, 7/128).

Daha sonra Allah Tealâ, azap etmeye mutlaka kadir olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah, bir millete fakirlikle, hastalıkla, işgal edilmekle ve­ya benzeri belâlarla azab etmeyi dileyince hiçkimse onlardan bu azabı uzak­laştıramaz. Onlar için Allah Tealâ'dan başka, işlerini üzerine alan, onlara fay­da sağlayıp zararı uzaklaştıran bir yardımcı da yoktur. Şu ilâh oldukları iddia edilen putlar ise faydalı şeyi yapmaktan ve zarar veren bir eziyeti def etmekte âciz oldukları için ilâh olmaya asla müstehak değildirler".

Bütün bunlar göstermektedir ki Allah, ne zaman olursa olsun insanlara azab etmeye muktedirdir. Dolayısıyla azabı hemen istemek ne aklın ne de hik­metli olmanın gereğidir. [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususlara işaret etmektedir:

1- Muhakkak ki Allah Tealâ, her şeyin cüzünü ve tamamını, geçmişi, şu anı ve geleceği, gizliyi ve açığı, kulaklarımızın, gözlerimizin algılayamadıkları­nı ve mevcut olup görüneni bilir.

2- İmam Mâlik ve Şafiî, "Rahimlerin eksilttiğini ve arttırdığını bilir" aye-tiyle hamile olan kadının hayız göreceğine delil getirmişlerdir.

İbn Abbâs (r.a.), bu ayeti tefsir ederken "Bu ayetten maksat hamilelerin hayız görmesidir" der. Aişe (r.a.) de bu görüşte olup, hamile kadınların hayızlı oldukları zaman namazı bırakmaları şeklinde fetva vermiştir. Atâ, Şa'bî, diğer fakihler ve İmam Ebû Hanîfe şöyle derler: "Hamile kadın hayız görmez. Çünkü hamile kadın eğer hayız görse ve gördüğü kan hayız kanı olsa; hayız gören cariyenin hamile olmadığı hükmü sahih olmazdı. Oysa ki bu hüküm icmâ ile sabittir. Rahmin hayız kanını tutması, onun ceninle meşgul olduğunun, aksi ise içinde cenini barındırmadığının işaretidir. Hamilelik ile hamile olmamanın aynı anda olması imkânsızdır. Çünkü iki durumun aynı anda olması halinde hayız görmek, hamile olmamaya delil olamaz."

3- Yine bu ayet göstermektedir ki hamile kadın, çocuğunu 9 aydan önce veya sonra dünyaya getirebilir. Alimler, hamilelik müddetinin en az altı ay ol­duğu hususunda icmâ etmişlerdir. Meselâ Abdülmelik b. Mervân, altı ayda dünyaya gelmiştir. Onun gibi daha niceleri vardır.

Bu altı ay, İslâm'ın diğer ibadetlerinde olduğu gibi kamerî aya göredir.

En uzun hamilelik müddeti hakkında alimler farklı görüşler ileri sürmüş­lerdir. İmam Mâlik, meşhur olan görüşünde 5 sene, İmam Şafiî ve Ahmed, 4 se­ne ve İmam Ebû Hânife de 2 yıl demişlerdir. Bu meselede ictihad ve kadınlarla ilgili örften başka bir delil yoktur.

İbnü'l-Arabî şöyle der: "Malikilerden bazı müsamahakâr alimler, en uzun hamilelik müddetinin dokuz ay olduğunu nakletmişlerdir/'[26]

4- Mümkün olan şeylerin özelliklere ve belirli vasıflara has kılınması ilâhî kudretin mükemmelliğini gösterir. Delili ise şu ayettir: "O'nun katında her şey bir ölçüye göredir." O ne aşılabilir ne de eksiltilebilir. "Mikdar" kavli "Eksik ve fazla olmayan" demektir.

Katâde şöyle der: "Rızık ve ecel konusunda her şey bir ölçüye göredir. Mik­dar: miktar, ölçü demektir. Çocuğun, anne karnından çıkma müddeti ve kar­nından çıkana kadar orada kalma müddetidir de denilmiştir. Kurtubî şöyle der: "Ayetin genel manası, bütün bunları içine almaktadır."

5- Allah, mahlûkât için gayb olam da, onların gördüklerini de bilir." Bu ayet, Allah Tealâ'nın tek basma gaybı bildiğine, mahlûkâtın bilemediği iç âlemi kuşattığına ve bu hususta hiç kimsenin O'na ortak olamayacağına dikkati çek­mektedir.

Allah Tealâ'nın sânı yüce olup, her şey O'ndan aşağıdadır. O, müşriklerin söylediklerinden yüce, kudret ve kahrıyla her şeye üstündür.

Allah Tealâ, insanın açıktan yaptığı iyilik ve kötülükleri bildiği gibi aynı şekilde gizlediği iyilik ve kötülüklerini de bilir. Yine O'nun ilminde gece gizle­nenle gündüz ortaya çıkan, yani gizliyle açık ve yollarda ortaya çıkanla karan­lıklarda gizlenen birdir.

6- Allah'ın tahsis etmesiyle insanın yanında gece ve gündüz dört melek vardır. Bunlardan ikisi onu korurken diğer ikisi yaptıklarını kaydederler. Bu melekler gece ve gündüz nöbetleşerek, insanın amellerini takibata alıp yazarak muhafaza ederler.

Hasan Basrî şöyle der: "İnsanı takib eden dört melek vardır ve bunlar sa­bah namazında bir araya gelirler."

"Allah'ın emri ve izniyle" demektir. "Min", ile manasınadır. Sıfat harfleri birbirlerinin yerine kâimdirler. Ferrâ der ki: "Ayette takdim tehir vardır. Tak­diri: İnsanoğlunu, Allah'ın emriyle takibedenler vardır. Onu ardında ve önünde gözetirler, şeklindedir."

Meleklerin bizi korumakla görevlendirilmeleri, bizi hayırlı işler yapmaya ve Allah'a itaat etmeye teşvik eder. Ayrıca bu sayede insan günahlara karşı da­ha çok tetikte olur.

Kulların yaptıkları amellerin yazılması konusunda ise kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Yazılan bu sayfalar, tartıldıklarında hangi kefenin ağır geldiğini anlamaya yarar. Zira Allah'a yapılan ibadetlerin konulduğu kefe ağır basarsa sahibinin cennet ehlinden olduğu anlaşılır. Eğer aksi olursa sahibi, cehennem­liklerdendir."

7- Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştir­mez. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ: Uhud günü okçular Rasulullah (s.a.)'ın emrine isyan edip kendilerini değiştir­dikleri için Allah da müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğ­ratmıştır.

Müfessirlere göre ayetten maksat şudur: "İnsanlar, Allah'a isyan edip, hal­lerinde bozulma meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz."[27]

Bu mana, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işle­miş olması şart değildir.

Rasulullah (s.a.)'a "İçimizde salih kimseler bulunduğu halde helak olabilir miyiz?" diye sorulunca Buharî'nin menakıbmda rivayet ettiği gibi, O (s.a) şöyle buyurmuştur: "Evet, fısk-ı fücur, yani kötülük ve haramlar çoğaldığında". Al­lah Tealâ da şöyle buyurmuştur: "Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalma­yacak fitneden sakının" (Enfal, 8/25).

8- Eğer Allah, insanlara hastalık gibi bir belâ vermek isterse artık o belâ­nın önüne geçilmez. Denilmiştir ki: "Ayetin manası şöyledir: 'Eğer Allah, bir milletin azabını dilerse onların basiretlerini köreltir, onlar da belâya sebep ola­cak şeyleri seçip onu yapar, helak olmaya ayaklarıyla giderler. Dolayısıyla kötü akıbetlerini elleriyle aramış, kanlarını akıtmaya tıpış tıpış gitmiş olurlar. Al­lah'ın dilemesi ve azabı karşısında hiç kimse ne bir sığınak ne de bir yardımcı tefsir etmek daha doğrudur: "İnsanlık için, Allah dan başka kimse yoktur; tanrı oldukları iddia edilen put ve benzerden \se\ı\ç\nr şey yapa­bilecek durumda değildirler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile. yaratmayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âciz!" (Hacc, 22/73). [28]

 

Allah'ın Uluhiyyetinin, Rububiyyetinin Ve Kudretinin Delilleri

 

12- Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bu­lutları meydana getiren O'dur.

13- O'nu gök gürlemesi hamd ile, melek­ler de korkularından teşbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar.

14- Gerçek davet ve dua ancak O'na ya­pılandır. O'ndan başka dua ettikleri putlar, onlara hiçbir cevap vermezler. Durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen adama, benzer. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle, boşu­nadır.

15- Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.

 

Belagat:

 

"Korku" ile "ümit" ve "isteyerek" ile "istemeyerek" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Avuçlarını açmış bekleyen adam gibi...". Burada teşbih-i temsili vardır. Putlara dua eden kâfirlerin durumu, suyu avucuyla içmek için onu avuçlamak isteyen kimsenin haline benzetilmiştir. Veya putların kendilerine dua edenlere cevap vermemeleri, uzaktan avuçlarını açan kimseye, suyun cevap vermemesi­ne benzetilmiştir. [29]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Korku ve ümide düşürmek için" "Yıldırımlarla korkutmak ve yağmurla ümitlendirmek için. Burada mahzuf bir muzâf vardır. Yani korku ve ümide dü­şürmek için veya korkutarak ve ümitlendirerek demektir. Ya da bu lanzlar hal olup, korktuğunuz ve ümitlendiğiniz halde demektir. Masdar, mübalağa için mef ûl ya da fail manasına kullanılır. Bu halde yıldırımlar düşmeye başlayınca şimşek çaktığında korkulur, yağmurla ümitlenir demektir, "size şimşeği göste­ren" Gök cisimlerinin birbirleriyle çarpışması neticesinde gökte meydana gelen ve ışık saçan kıvılcımlar, yani "şimşeği gösteren, yağmurla yüklü" havada sev-kedilen "bulutları meydana getiren O'dur".

"O'nu gök gürlemesi" Gök cisimlerinin birbirleriyle sürtünmesi neticesinde bulutlardan duyulan ses. Yani, zıt kutuplu elektrik yüklü iki bulutun birbiriyle çarpışmasıyla şimşek oluşur. Arkasından şimşeğin meydana getirdiği havadan bir bölümün ayrılmasından dolayı şimşeğin sevkettiği bu havada sürtünme olur ve böylece gök gürültüsü meydana gelir "hamd ile, melekler de korkuların­dan teşbih ederler."

"O, yıldırımlar gönderir de" Bulutların yere yaklaştıkları anda buluttaki elektrikle yerdeki elektrik akımı arasında meydana gelen elektriksel sürtünme sebebiyle oluşan bir enerjidir. Bu enerjiden düştüğü yeri yakan yıldırım mey­dana gelir, "onlar" yani kâfirler, Allah Tealâ hakkında Rasulullah (s.a.) ile "çe-kişirlerken, onlarla dilediğini çarpar."

"O'ndan başka dua ettikleri putlar" istedikleri şeylerden hiçbirine "cevap vermezler. Durumları" putların cevap vermeleri, "suyun" kuyudan yükselerek "ağzına gelmesi için avuçlarını" kuyunun ucundaki suya "açmış bekleyen ada­mın durumuna benzer. Hiçbir zaman suya kavuşamaz." Aynı şekilde putlar da kendilerine ibadet edip, dua edenlere hiçbir zaman karşılık verecek değillerdir. "İşte kâfirlerin" putlara tapmaları veya onlara "yalvarışları da böyle boşuna­dır."

"Yerde ve göklerdeki kimseler de ister istemez Allah'a secde ederler". Ayet­teki secdenin gerçek manasında olması muhtemeldir. Çünkü melekler, in­sanlar, cinler, hem sıkıntı anında hem de rahatlıkta isteyerek Ona secde eder­ler. Kâfirler ise sıkıntı ve zaruret esnasında istemeyerek secde ederler. Müna­fıklar kâfir olduklarından onlar da istemeyerek secde ederler. Ayetten maksa­dın şu şekilde olması da mümkündür: Onlar, ister istemez Allah'ın kendileri hakkında dilediği şeyleri yapmaya boyun eğerler. Bunları yapmamaya mukte­dir değillerdir.

"gölgeleri de..." Dikine duran şeylerin güneş ışınlarını engellemesi sebebiy­le meydana gelen hayalî gölgelerdir. Yani onların gölgeleri de secde eder. Veya Allah'ın iradesi karşısında onların gölgeleri de boyun eğerek uzar, kısalır, yayı­lır ve yok olur, demektir. [30]

 

Nüzul Sebebi

 

13. ayetin indirilme sebebi ile ilgili raviler iki nüzul sebebi bildirmişlerdir: Taberanî, İbn Abbâs (r.a.)'den şöyle rivayet eder: "Erbed b. Kays ve Amir b. et-Tufeyl, Medine'ye gelerek Rasulullah (s.a.)'ın huzuruna girdiler. Âmir şöyle dedi:

- Yâ Muhammedi Müslüman olursam bana ne gibi haklar vereceksin?

- Müslümanların lehine ve aleyhine olan her şey senin de lehine ve aleyhi­nedir.

- Senden sonra hâkimiyeti bana verir misin?

- Hakimiyet ne sana ne de kavmine geçecektir.

İkisi de Rasulullah (s.a.)'m huzurundan çıktılar. Amir "Ben konuşarak Muhammed'i lafa tutacağım. Sen de kılıçla ona vur" dedi. Tekrar geri döndüler. Âmir "Ey Muhammedi Kalk da biraz konuşalım" dedi. Rasulullah (s.a.) ayağa kalktı. Ayakta konuşmaya başladılar. Erbed, kılıcını sıyırmaya yeltendi. Kılıcı­nı tutmak isterken eli çolak oldu. Rasulullah (s.a.), donuverdi ve onu gördü. Hemen yanlarından uzaklaştı. Onlar da orayı terkettiler. Rakm denilen yere vardıklarında Allah, Erbed'e bir yıldırım gönderdi. Hemen oracıkta geberdi. Al­lah da, " 'Allah, her dişinin rahminde taşıdığını bilir' kavlinden" 'Pek kuvvetli olan' kavline kadar ki ayetleri indirdi. Âmir'in başına ise vebayı belâ etti. On­da deve vebası gibi bezeler çıktı ve veremliler yurdunda öldü."

Enes (r.)'ten rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), Arap firavunlarından bir zorbaya bir adam gönderdi. Dedi ki: "Git, o zorbayı bana çağır". Adam: "Ya Rasulallah (s.a.)! O, kibirli bir zorbadır" dedi. Rasulullah (s.a.) tekrar: "Git, onu bana çağır" buyurdu. Adam zorbaya gitti ve "Rasulullah (s.a.) seni çağırıyor" dedi. Zorba: "Allah, nasıldır? O, altından mı, gümüşten mi yoksa bakırdan mı­dır?" dedi. Elçi, Rasulullah (s.a.)'a döndü ve olanları anlattı, dedi ki: "Onun ki-birinden dolayı buraya gelmeyeceğini size söylemiştim". Rasulullah (s.a.): "Ona bir daha git ve onu bana çağır" diye emretti. Elçi gitti ve zorba aynı şeyleri söy­ledi. Elçi tekrar Rasulullah (s.a.)'a gelip olanları anlattı. Rasulullah (s.a.) yine: "Ona git" dedi. Üçüncü sefer de zorba aynı ukalâlığı yaptı. Elçi diyor ki: "Biz bu şekilde tartışırken başının üzerine bir bulut geldi. Gök gürledi, yıldırım düştü ve o adamı çarptı. Bunun üzerine Allah Tealâ, "Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar" aye­tini indirdi.[31]

Allah Tealâ, bir milletin azabını dileyince, artık onun önüne geçilemeyece­ğini bildirerek kullarını korkuttuktan sonra hemen arkasından üç hususu içine alan bu ayetleri zikretmiştir. Bu üç husus, Allah'ın kudretini ve hikmetini gös­teren deliller, bazen nimet ve ihsana benzeyen deliller ve bazen de azap, kahır ve cezalandırmaya benzeyen delillerdir. [32]

 

Açıklaması

 

Şimşeğe boyun eğdiren Allah Tealâ'dır. Şimşek, zıt kutuplu elektrik yüklü iki bulutun birbirine yaklaşması sebebiyle buluttan yayılan parlak ışıktır. Onu korkutmak için size gösterir. Yolcu olan da, ekin tanelerini harmanda toplayan çiftçi de ondan korkar. Her insan, onun gözü kamaştıran çakışından veya her önüne çıkanı katıp götüren sellere sebep olmasından çekinir. Yine onu Allah, ümitlendirmek için size gösterir. Ekinlerini, ağaçlarını sulamak için yağmura ihtiyacı olanlar, havanın topraktan, kumdan, dumandan ya da mikroplardan temizlenmesi için yağmuru bekleyenler onu ümitle gözlerler. Genel olarak in­sanlar iki kısımdır: Birinci gurup, kendisine göre hayır saydığı şeylerle sevinir ve ümitlenir. İkinci gurup ise, başına gelen ve kötü, zararlı saydığı şeyler sebe­biyle kötümser, bezgin ve asık suratlıdır.

Su dolu, yağmur yüklü bulutlan meydana getiren Allah Tealâ'dır. Bu bu­lutlar, suyunun çokluğu sebebiyle ağır ve yere yakındır.

Mücâhid şöyle der: "Su yüklü, bulutlardır."

Gök gürlemesi, sözle değil, aksine lisân-ı hâl ile Yaradanı ortaktan ve aciz­likten tenzih eder, O'na boyun eğdiğini ilân ederek, kudreti ve hikmeti karşı­sında O'na mutî' olduğunu bildirir. Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anla­mazsınız" (İsra, 17/44).

Melekler de Allah'dan korktuklarından ve O'nu yücelttiklerinden, Rableri-ne teşbih eder ve O'nu eş ve çocuktan münezzeh kılarlar.

Allah, azab etmek için yıldırımlar gönderir ve bunlarla dilediklerini ceza­landırır. Bu sebepten âhir zamanda yıldırımlar çoğalacaktır.

Ahmed b. Hanbel, Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet yaklaşınca yıldırımlar çoğalır. Öyle ki kişi bir kavme gelir ve 'Güneş doğmadan önce kimleri yıldırım çarptı' der. On­lar da 'Falanca, falanca, falanca yıldırımla helak oldu' derler."

Gök gürlemesi ve şimşeğin her ikisi de ya hayır müjdecisidir ya da kötü­lükle korkuturlar. Bu sebepten Rasulullah (s.a.) gök gürültüsü duyulduğunda veya şimşek görüldüğünde dua etmemizi emretmiştir.

Buharî Ahmed b. Hanbel, Sâlim'den babası tarikiyle Rasulullah (s.a.)'ın gök gürlemesi ve yıldırımları işittiği zaman şöyle dua ettiğini rivayet ederler: "Ey Allah'ım! Gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi yok etme. Bundan önce kö­tülüğü bizden defet"

Şimşek ve gök gürlemesi esnasında şöyle denilmesi sünnettir: "Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları getiren O'dur. O'na gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından teşbih ederler."

îmam Malik Muvatta'ında, Abdullah b. Zübeyr (r.a.)'dan gök gürlemesini duyduğu zaman konuşmayı bırakıp ve şöyle dua ettiğini rivayet eder: "Gök gü­rültüsünün hamd ile meleklerin korku ile teşbih ettikleri Yüce Allah, noksan sıfatlardan uzaktır."

Ahmed b. Hanbel, Ebû Hüreyre (r.) den, rivayet ediyor; O gök gürültüsünü işittiği zaman şöyle dua ederdi: "Gök gürültüsünün hamd ile teşbih ettiği Yüce Allah, noksan sıfatlardan uzaktır."

Enes (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yıldı­rım, Allah Tealâ'yı zikreden kimseyi çarpmaz."

Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), gök gürül­tüsünü işittiğinde şöyle dua ederdi: "Gök gürültüsünün hamd ile ve meleklerin korku ile teşbih ettikleri Yüce Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. O'nun her şeye gücü yeter." Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle derdi: "Kim bu duayı okur da onu yıldırım çarparsa, diyeti bana aittir."

Allah'ın kudretini ve ilâh olduğunu gösteren bunca delile rağmen kâfirler, mücadele edip, Allah Tealâ'nm azameti ve O'ndan başka ilâhın olmadığı konu­sunda şüpheye düşerler. Mücâhid şöyle der: "Bir Yahudi, Rasulullah (s.a.) ile tartışarak ona Allah Tealâ'nın hangi şeyden olduğunu sordu."

Allah Tealâ, pek kuvvetli ve anında yakalayandır. Mumahale düşmana çok hileli davranmak demektir. Allah Tealâ, onlar farkına varmadan şiddetli azabı indirmek için ustaca tasarrufta bulunur. Temahhale"Hile yapmaya çalış­tı, gayret etti" manasına kullanılır.

O, üstünüzden ve altınızdan size azâbetmeye kadirdir. "Hilelerinin sonu­nun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik" (Nemi, 27/51). "Allah, kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar. Ya­kalaması da şiddetli ve elimdir." (Hud, 11/102).

Bu ayette Rasulullah (s.a.) teselli edilmiştir. Zira kâfirler, sadece Onun peygamberliğini inkâr etmekle kalmamışlar, bilâkis daha da ileri giderek Al­lah'ın ulûhiyyetini de inkâr etmişlerdir.

Doğru davet, dua ve yakarış, ilâh edinilen putlara, totemlere, meleklere ya da insanlara değil sadece Allah Tealâ'ya mahsustur.

İbn Abbâs (r.a.), Katâde ve diğer alimler şöyle der: Ayette geçen "Davetü'l-Hakk", Lâ ilahe illallah kelime-i tevhididir. Yani, 'Mahlûkâtm bir kabul etmesi ve ihlâslı ibadet etmesi gereken tek varlık Allah'dır' demektir."

Keşşaf da bu ayetle ilgili iki vecih zikredilmiştir. Birincisi: "Davet", batılın zıddı olan Hakk'a muzâf kılınmıştır. Yani "îslâm daveti, İslâm'a mahsus hak davasıdır" demektir. İkincisi: "Davet" "Allah Tealâ" demek olan Hakk'a muzâf kılınmıştır. Manası "Dua, ancak işiten ve kabul eden, hak olan Allah'adır" şek- [33]

Bu ve bundan önceki ayetler, Rasulullah (s.a.) ile onları tehdit ettiği ceza hususunda mücadele ettiklerinden dolayı kâfirleri korkutmaktadır. Ebû Hay-yân, "Gerçek dua ve ibadet ancak O'nadır" kavli hakkında şöyle der: "Görünen o ki ayetteki bu izafet, mevsufun sıfata izafeti kabîlindendir. 'Ahiret yurdu' kavli de böyledir. Takdiri şöyledir: 'Gerçek ve hak davet, başkalarına değil, sa­dece Allah'a mahsustur. Çünkü Allah'dan başkasına yapılan davet batıldır'. Mana şöyledir: 'Gerçek davet, sadece Allah Tealâ'ya yapılan davettir'. Bu ayet, kâfirlerin Allah ile beraber ilâhlar ihdas etmelerini reddetmektedir. Kim Al­lah'a dua ederse bu yaptığı dua haktır. Onlar yüzünden Allah hakkında müca­dele ettikleri putlarına dua etmeleri ise bunun aksidir. Zira bu dua batıl olup, hiçbir yarar sağlamaz. Bu sebepten Allah, "O'ndan başka dua ettikleri putlar..." diye buyurmuştur.[34]

Allah'dan başka, putlara ve asılsız mâbudlara dua edenlerin -ki onlar müşriklerdir- isteklerini, bunlar kesinlikle karşılamaz, onların dualarını kabul etmez, yakarışlarını duymaz ve onlara fayda temin edemeyip zararı da onlar­dan uzaklaştıramazlar. Bunların durumu, susuz olduğu halde ağzına gelmesi için uzaktan kendisine avuçlarını açmış bekleyen bir kimseye, suyun karşılık vermesine benzer. Su, cansız varlık olup duayı anlayamaz, sese karşılık vere­mez ve onu hissedemez. Bu teşbihin ne kadar canlı ve gerçekçi olduğuna ve Al­lah'a dua eden kimsenin açtığı gibi avuçların açıldığına dikkat edilmelidir.

Bu, Allah'ın kendisinden başkalarına ibadet edenlerin, onların dualarına karşılık vermelerinden ümitsizliğe düşmeleri için vermiş olduğu bir misaldir. Maksat akıllarım ve hislerini harekete geçirmektir. Araplar, erişemeyeceği bir şey için gayret gösterip çabalayan kimseye, suyu avuçla alan kişiyi misal ver­miştir. Şair şöyle der:

"Onunla aramızda olan aşk yüzünden suyu açık bir avuçla alan kimseye benzedim.

İşte kâfirlerin putlara ibadeti de böyle, ziyandır, kayıptır ve boşunadır. Zi­ra onların hem putlara yaptıkları dualar karşılıksızdır hem de Allah, bunların dualarını kabul etmez.

Bundan sonra Allah Tealâ, kudretinin, azametinin ve kuvvetinin mükem­melliğini açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Her şey Allah'a boyun eğip itaat eder. Müminler ve melekler, hem sıkıntıda hem rahatlıkta isteyerek boyun eğerken kâfirler sıkıntı anında istemeyerek itaat ederler. Aslında insan, hay­van, nebat ve cansız varlıklar, bütün mahlûkat kendilerini yaratan ve meyda­na getiren Yaratana boyun eğip, itaat ederler. Aynı şekilde adı geçen bütün bu varlıklardan gölgesi olanların gölgeleri de güneş doğuncaya kadar sabahın er­ken saatlerinde ve gündüzün sonunda Allah'a secde eder ve boyun eğerler." Gölgenin uzaması ve çekilmesi bu vakitlerde meydana geldiği veya Arapların kullanageldikleri gibi devam ifade etmek için bu iki vakit özellikle zikredilmiş­tir. Allah'a secde edilmesi, O'nun Rab olduğuna delâlet eder. Allah Tealâ'dan başkası ibadet edilmeye lâyık değildir. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Allah Tealâ'nın mükemmel kudreti açıklanmıştır. Asilerin cezasının ge­cikmesi acizlik sebebiyle değildir. Ayette bahsedilen şimşek, bulutlar, gök gür-lemesi ve yıldırımlar; hepsi, Allah Tealâ'nın kudretini ve O'nun pek kuvvetli ve şiddetli yakalayan olduğunu gösteren elle tutulur delillerdir. Mihal veya mumahale; hile ile aldatmak, birbirini yenmeye çalışmak demektir. Meselâ şimşeğin meydana gelmesi, Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden şaşılacak bir delildir. Çünkü bulut, sulu gazlı ve ateşli kısımlardan oluşmuştur. Sulu kı­sım, daha çoktur. Su, soğuk ve yaş bir maddedir. Ateş ise sıcak ve kurudur. Bir­birinin zıddı olan ateşin suya baskın çıkması ancak tek başına karar veren zıt olan bir şeyi zıddından meydana getiren bir yaratıcıyla olur.

Buluttan su yüklü parçalarının bazıları, hava boşluğunda meydana gelir ya da denizlerin buharlaşmasıyla oluşur denilse de meydana gelmesi, son nokta ancak her şeye kadir, yoktan var eden hikmet sahibi bir zâtın meydana getirmesiyle olur.

Şimşek yüzünden havadan parçaların ayrılması sonucunda hava kütleleri­nin birbirlerine çarpması sebebiyle meydana gelen o korkunç gök gürlemesi de ilâhî kudrete başka bir delildir. Yine korkutan, yerlebir eden, buluttan kaynak­lanan ve bulutta yüklü olan elektrikle yerde yüklü olan bir varlığa apaçık bir delil ve burhandır.

2- Mevcut olan her insan, hayvan, nebat, cansız varlık, cin ve melek, Al­lah'ı hamd ile teşbih ederler. Gök gürlemesi Allah'ı hamd ile teşbih eder. Me­lekler de Allah'dan korktuklarından ve O'nu yücelttiklerinden hamd ile teşbih ederler. Ancak insanlar, kendilerinden başka varlıkların teşbihlerini anlamaz­lar.

3- Bu kâfirler, Allah'ın mükemmel kudretini gösteren bunca delile rağmen yine de Allah hakkında mücadele eder ve O'nun varlığı ve ilâhlığı konusunda insanları şüpheye düşürürler. Allah, pek kuvvetli, şiddetle yakalayan, pek çe­tin cezalandıran ve batılla mücadele edip, insanları şüpheye düşüren o kâfirle­ri perişan edendir.

4- Gerçek davet ve dua Allah'a mahsustur. Kim Allah'a davet eder ya da dua ederse işte bu gerçek davet ve duadır. Putlara ya da Allah'dan başka, ben­zeri uydurma tanrılara yapılan dua ise beyhude olup, bir işe yaramaz.

5- Kâfirlerin, Allah'ı bırakıp da dua ettikleri ilâhlar, hiç kimsenin isteğini yerine getiremezler. Onların bu durumu, suyun, avuçlarını kendisine doğru açıp onu bekleyen kimseye karşılık vermesine benzer. Su, cansız olup, hiç kim­seyi ve kendisine ihtiyaç duyulmasını hissedemez. Kendisi çağıran kimseye ce­vap veremez. Aynı şekilde Allah'dan başka dua edilenlerde cansız olup, kendi­lerine yapılan duaları anlayamaz, onlara karşılık veremeyip fayda da sağlaya­mazlar.

6- "Allah'a secde ederler" kavli göstermektedir ki yerde ve göklerde bulu­nan herkesin isteyerek veya istemeyerek Allah'a secde etmeleri zorunludur. Bu vucûbiyet, 'secde ederler' buyrularak, yani secdenin meydana geldiği bildirile­rek ifade edilmiştir. Veya göklerde ve yerde bulunan herkes, Allah Tealâ'ya kulluğunu itiraf etmektedir. Bu husus Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir:

"And olsun ki onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir'?' diye sorsan 'Al­lah'tır' derler." (Lokman, 31/25).

Denilmiştir ki: Secde, boyun eğmek, itaat etmek ve vaz geçememekten iba­rettir. Bu manada göklerde ve yerdeki herkes Allah'a secde halindedir. Çünkü Allah'ın kudreti ve iradesi, herkese nüfuz etmiştir.

7- "Gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler" kavli, mümin olsun kâ­fir olsun her şahsın gölgesinin Allah'a secde ettiğini göstermektedir.

Mücâhid şöyle der: "Müminin gölgesi Allah'a isteyerek secde eder ve onun kendisi itaatkardır; kafirin gölgesi ise Allah'a istemeyerek secde eder ve onun kendisi de isyankardır." Denilmiştir ki: Mahlûkatın gölgelerinin secde etmesin­den maksat, bir taraftan diğer tarafa meyletmeleridir. Bu gölgeler, güneşin inip yükselmesi yüzünden uzayıp kısalarak farklılık gösterir. Aynı zamanda uzarken, kısalırken ve bir taraftan diğer tarafa meylederken boyun eğmiş, tes­lim olmuşlardır. Gölgeler, sabah ve akşam büyüyüp, çoğaldıkları için özellikle bu iki vakit zikredilmiştir. [36]

 

Allah'ın Bir Olması Ve Allah'ın Birliği Karşısında Mümin Ve Müşrik Örneği

 

16- De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?", "AUah'tır" de. "Onu bırakıp kendilerine bir fayda ve zararı oımayan dostlar mı edindiniz?' de. Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir? de. Yoksa Allah'a, Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler?  De ki: .Her şeyi yaratan AUah'tır. O, her şeye üstün gelen tek ilâhtır."

 

Belagat:

 

"Allah'tır, de" Burada hazif yoluyla icaz vardır. Yani "gökleri ve yeri yara­tan Allah'tır" demektir.

"Kör" ile "gören" ve "karanlık" ile "aydınlık" kelimeleri arasında tezat sa­natı vardır. "Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir?" Bu­rada iki istiare vardır. Allah Tealâ, "kör" lafzını müşrik, "gören" lafzını mümin için istiare olarak kullanmıştır. Aynı şekilde "karanlık" ve "aydınlık" kelimele­rini küfür ve iman için kullanarak istiare yapmıştır. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

Yâ Muhammedi Kavmine "de ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir1?" Gökleri ve yeri yaratan, işlerini idare eden kimdir?" Eğer cevap vermezlerse yaratan "Allah'tır de" başka cevap yoktur. Zaten onlar da başka cevap veremezler. Ayrı­ca bu, münakaşa götürmez apaçık bir cevaptır veya Allah, onlara cevabı öğret­miştir.

"Onu bırakıp" Allah'ı bırakıp nasıl O'ndan başkasını, ibadet ettiğiniz put­ları, ilah edindiniz? Maksat, böylece Allah'ın, onların putlar edinmelerini ak-len, olması zor bir kötülük olarak tescil etmesidir. Ayetteki soru ve tehdit ifade etmektedir, "kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz. "On­lar, kendilerine fayda sağlamaya veya kendilerinden zararı uzaklaştırmaya güç yetiremezler. Nasıl olur da başkalarına fayda sağlayıp, onlardan zararı defede­bilirler? Siz nasıl olur da göklerin ve yerin sahibini terkedersiniz? Bu, sapıklık­larına ve kendilerine şefaat etmelerini ümit ederek putlar edinmelerindeki bo­zuk düşüncelerine ikinci bir delildir.

"Kör ile" bilmeyen kâfir ile "gören" bilen akıllı mümin "bir olur mu? veya karanlık ile aydınlık" küfürle iman "bir midir?" Elbetteki hayır.

"Allah'ın yarattığı gibi yaratan" Bu kavil, "ortaklar" lafzının sıfatı olup, inkârın şumûlü içindedir, "ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi ben­zettiler?" Allah'ın yaratmasıyla ortakların yaratmasını birbirine mi benzetti­ler?". Mana şöyledir: Onlar, Allah'a Onun gibi yaratan ortaklar koşmadılar ki yaratmaları birbirine benzetip "Onlar da Allah'n yarattığı gibi yaratırlar ve Al­lah'ın ibadete lâyık olduğu gibi ibadete layıktırlar" desinler. Bilâkis onlar, -ya­ratanın kadir olduğu şeyler bir tarafa- insanların güç yetirdiği şeylere bile güç yetiremeyen aciz ortaklar edindiler.

Bu, inkâr manası taşıyan bir soru şeklidir. Yani vaziyet öyle değildir. İba­dete ancak yaratan layıktır demektir.

"De ki: Her şeyi yaratan Allah 'tır." Allah'tan başka yaratan yoktur ki O'na ibadet edilmekte ortak olsun. Onun ne yaratma da ne de ibadet edilme de bir ortağı vardır. Mana şöyledir: "Allah, yaratmayı ibadet için gerekli bir unsur kıldı" Hemen arkasından Allah Tealâ, şu sonuca ulaşmak için yaratma fiilini, kendisinden başka her şeyde yok saymıştır: "O, her şeye üstün gelen bir tek ilâhtır." [38]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, göklerde ve yerde bulunan herkesin kendisine secde edip, kudreti ve azametine boyun eğdiğini açıkladıktan sonra putlara tapanlara ce­vap vermeye dönmüştür. Bundan maksat, birliğini ispat ve tek ilâh, tek rab ol­duğunu kesin bir dille ifade etmektir. Tâ ki kâfirler bunu itiraf etmekten başka çare bulamasınlar. [39]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Müşriklere de ki: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?'. Sonra onlara kesinlikle belli olan cevabı ver. Zaten onlar, bu cevabı ikrar da etmişler­dir. Çünkü Allah'ın tek yaratan olduğunu itiraf ediyorlardı. Allah Tealâ, şöyle buyurmuştur: "And olsun ki onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye sor­san 'Allah'tır' derler." (Lokman, 31/25). O halde onlara de ki: Allah, o ikisini yaratan, onların Rabbi ve işlerini idare edendir.

Zemahşerî şöyle der: "Allah'tır de" kavli, kâfirlerin itirafını anlatmakta ve Allah'ı zihinlerine nakşetmektedir. Çünkü eğer Rasulullah (s.a.) onlara sadece 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' deseydi onların 'Allah' demelerine gerek kal­mazdı."

Onlar, bu hususu iyice kavradıktan sonra yine de ki: "Niçin Allah'ı bıraka­rak mâbudlar edindiniz." Üstelik onlar cansızdırlar. Eğer Allah'ın varlığını ik­rar ediyorsanız size ne oluyor da Allah'tan başka aciz yardımcılar ve ibadet et­tiğiniz dostlar edindiniz. Hem de onlar kendilerine ne fayda sağlayabilirler ne de zararı uzaklaştırabilirler.

Eğer bu ilâhlar, kendileri için fayda sağlayamayıp, zararı uzaklaştırama-yanlarsa tatbiki kendilerine ibadet edenlere fayda ve zarar veremeyeceklerdir. Hiç Allah ile beraber bu ilâhlara ibadet edenlerle, sadece ortağı olmayan Al­lah'a ibadet edenler bir olur mu? Elbette ikinciler Rablerinden bir nur üzere­dirler. Bu sebepten Allah şöyle buyurmuştur: "Sapık inançlarını açıklayarak onlara de ki: 'Hiçbir şey görmeyen kör ile hakkı idrak edip, gören kimse bir olur mu?" Veya karanlıkla aydınlık bir midir?" Hak yol tek olduğu, batıl ve in­kâr yolları çok çeşitli olduğu için "karanlıklar" çoğul olarak "aydınlık" ise tekil olarak getirilmiştir.

Bu kavilden maksat şudur: "Bir kimsenin, kâfir ile müminin, küfür ile imanın eşit olduğunu söylemesi mümkün değildir. Zira kâfir, kör bir kimseye; inkâr, karanlıklara benzerken mümin, gören; iman ise aydınlık gibidir."

Onlar Allah'a ortaklar buldular. Yani, o müşrikler Allah ile beraber Rabbe benzeyen ve yaratma hususunda O'nun gibi olan ilahlar buldular. İşte o anda onlara göre ortakların yaratmasıyla Allah'ın yaratması birbirine benzeyip ka­rıştı. Onlar, Allah'a, O'nun yarattığı gibi yarattıklarını iddia ettikleri ortaklar koşunca bu işin içinden çıkamayıp, hiçbir şey yaratamayıp kendilerinin yara­tılmış olmasına rağmen bu ortaklara ibadet etmeye başladılar. Onlar nasıl olur da ibadet ederken Allah'a ortak koşarlar. Hiç yaratan, yaratmayana benzer mi! Bu, şu ayetin manasına benzer:" "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir ara­ya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır." (Hacc, 22/73).

Ayetten maksat şudur: Vaziyet göründüğü gibi değildir. Zira Allah Tealâ'ya hiçbir şey benzetilemez ve hiçbir şey O'na benzemez. O'nun ne benzeri ne yardımcısı ne çocuğu ve ne de eşi vardır. O müşrikler, ilahların Allah tara­fından yaratıldıklarını ve kendilerinin de Allah'ın kulu olduklarını itiraf ettik­leri halde yine de o ilâhlara taparlar. Onlar, bu durumu telbiyelerinde de ifade etmişlerdir: 'Lebbeyk, senin hiç ortağın yoktur. Ancak bir "ortağın vardır ki, o senindir. Sen, hem onun hem de onun sahip olduğu şeylerin sahibisin1. Allah Tealâ da onların durumunu şöylece haber vermiştir: " Onlara, bizi Allah'a yak­laştırsınlar diye kulluk ediyoruz '"(Zümer, 39/3).Bu kavildeki soru, onların bu davranışlarına hayreti, onu inkârı ve onlarla dalga geçmeyi ifade etmektedir.

Allah Tealâ, onların sapık inançlarını inceden inceye hesaba çekip, Allah ile beraber, aczi ve kuvvetsizliği sebebiyle O'ndan başka ilâh edinmek için bu­nu mümkün kılacak bir sebebin bulunmadığını açıkladıktan sonra şu kesin ne­ticeyi ifade etmiştir: "Yâ Muhammed! Hakkın ne olduğunu açıklayarak onlara de ki: Her şeyi yaratan Allah'tır." Hem sizi, hem putlarınızı ve hem de bütün mahlûkâtı yaratmıştır. Eğer doğru bir şekilde düşünürseniz Allah'ın tek yara­tan ve tek yoktan var eden, tek ilâh, ibadete tek lâyık ve her şeye üstün oldu­ğunu görürsünüz. Buna rağmen nasıl olur da fayda ve zarar vermeyen putlara taparsınız! [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, şu mevzulara delâlet etmiştir:

1- Sonsuz ve ebedî gerçek kesin olarak ifade edilmiştir. Bu gerçek; gökleri, yeri ve bütün mahlûkâtı yaratan sadece Allah Tealâ'dır.

Yaratma ve yoktan var etme özelliklerine sahip olan, ancak ibadet edilme­ye ve yüceltilmeye lâyıktır.

2- "O'nu bırakıp dostlar mı edindiniz?' de!" kavli, müşriklerin, yaratanın Allah olduğunu itiraf ettiklerini göstermektedir. Diğer bir ayette aynı mana zikredilmiştir: "And olsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ayı buyru­ğu altında tutan kimdir1?' diye sorarsan şüphesiz Allah'tır' derler." Mana şöyle­dir: "Eğer yaratanın Allah olduğunu itiraf ediyorsanız niçin O'ndan başkasına tapıyorsunuz? Bu taptıklarınız ne fayda ne de zarar verebilir" Bu, reddelimesi veya dil uzatılması imkânsız kesin bir delille yapılmış sahih bir kabul ettirme­dir.

3- Allah, müşriklere 'kör' ile kâfir için 'gören' ile de mümin için misal ver­miştir. Eğer her insan nezdinde kör ile görenin bir olmayacakları teslim olun­muş bir esas ise aynı şekilde hakkı gören mümin ile hakka karşı kör olan müş­rikin eşit olmayacakları da tartışmasız kabul edilmesi gereken bir esastır.

Hemen arkasından Allah Tealâ, karanlık ve nur' ile şirk ve imana misal vermiştir.

4- Allah, müşriklerin aklını yok etmiştir. Onlar, daha önce zikredilenlerle ikna olmamış, aksine Allah'a ilâh olmanın en önemli unsuru olan yaratma ve yoktan var etme özelliği bulunmayan ortaklar koşmuşlardır. Bu ortaklar, en küçük bir şeyi bile yaratmaktan âcizdirler. Durum böyle olunca onların, Al­lah'ın mahlûkâtıyla boy ölçüşmeleri bile mümkün değildir. Eğer bu âlemi yara­tan iki kişi olsaydı o zaman yaratma işi karışabilir, birinin yaratması diğerininkinden ayrılamazdı. Peki, yaratmanın iki kişi tarafından gerçekleştirildiği ne ile bilinecekti? Müşrikler, Allah'ın yarattığı gibi, mahlûkâtı yaratan ilâhlar edinince akıllan durdu. Bir yaratılanı Allah mı yarattı ilâhlar mı yarattı bile­mez oldular. Bütün bunlar, onlarla istihza etmekten başka bir şey değildir. Çünkü onlar, gerçekte her şeyi Allah'ın yarattığını, ilâhların ise hiçbir şey ya­ratmadıklarını görüyorlar. Bununla beraber yine de Allah'ı bırakıp onlara tapı­yorlar.

5- Her şeyi yaratan Allah'tır. Bu sebepten her şeyin O'na ibadet etmesi ge­rekir. Bu ayet, kulların fiillerinin yaratıcısının kendilerinin olduğunu iddia eden Kaderiyye mezhebinin görüşlerini reddetmektedir. Allah Tealâ, her şey­den önce tek olandır. O, bütün isteyenlerin dilemesi karşısında hezimete uğra­dığı, her şeye galip gelen, kahredendir. Bütün bunlardan sonra nasıl olur da hâlâ Allah'ın ortağı olduğu söylenebilir!

6- Ehl-i sünnet, bu ayeti kulların fiillerinin nihai noktada Allah Tealâ ta­rafından yaratılmış olduğuna delil getirmiştir. Kul, kendi yapacağı işi yarata­maz. Çünkü insanın fiili de bir 'şey' dir ve Allah her 'şey'i yaratmıştır. İnsan ancak çalışıp kazanır, fiillerini yönlendirir ve Allah'ın kendisi için yarattığı şeyleri seçer.

Mutezile mezhebi şöyle der: Kul, yapar ve yeniden meydana getirir. Biz "O, Allah Tealâ'nın yarattığı gibi yaratır" diyemeyiz. O, ancak yarar sağlamak ve zararı uzaklaştırmak için fiilde bulunur. Allah Tealâ, bütün bunlardan mü­nezzehtir. Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar koştular, prensibi in­sanlar için geçerli değildir.

Mucbira (Cebriye) mezhebinin görüşü de şöyledir: Allah Tealâ'nın yarattı­ğı şey bizatihi kulun kazancı ve fiilidir demek şirkin ta kendisidir. Çünkü bu takdirde ilahla kul, bu fiillerin yaratılmasında iki ortak gibidirler. Her ortağın, diğerinin fiilinde hakkı vardır. [41]

 

Hak Ve Batıla Verilen Örnek Ve Bahtiyarlar İle Bedbahtların Sonu

 

17-  Allah, gökten su indirir, vadiler, onunla dolar taşar. Sel, üste çıkan kö­püğü alır götürür. Süslenmek veya fay­dalanmak için ateşte erittiklerinin üze­rinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah, hak ve batıl için böyle misal ve­rir. Köpük yok olup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. Allah bu­nun gibi daha nice misaller verir.

18-  Rablerinin çağrısına gelenlere en güzel karşılık vardır. O'nun çağrısına uymayanlar ise yeryüzünde olan her şey ve daha bir katı onların olsa (kur­tulmak için) fidye verirlerdi. İşte hesap­ları kötü olanlar bunlardır. Varacakları yer cehennemdir; ne kötü konaktır!

19- Ey Muhammedi Sana Rabbinden in­dirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.

 

Belagat:

 

"Allah, gökten su indirir" Yüce Allah, hak ve batılı teşbih-i temsili sanatı ile arz etti. Çünkü bu teşbihte vech-i şebeh çok yönlüdür. Hakkı, yer katmanla­rına yerleşen saf suya ve madenlerden insanların faydalanacağı saf cevhere benzetti. Batılı da suyun yüzünde görünen kir ve çerçöpe ve çok geçmeden çö­zülüp dağılan maden tortusuna benzetti.

"Vadiler onunla dolar taşar" Bu, bir mecaz-ı aklîdir. Dolup taşarak akan vadiler değil sudur. Aslı "derelerin sulan aktı" şeklindedir. "Allah, hak ve batıl için böyle misal verir." Burada hazif yoluyla îcaz vardır. Yani, hak ve batılın mi­sallerini şöyle verir demektir.

"Rablerinin çağrısına gelenlere" "O'nun çağrısına uymayanlar". Bu iki cümle arasında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.

"... onu bilmeyen köre benzer mi?" Câhil kâfir, istiare yoluyla köre benzetil­miştir. [42]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah, gökten su" buluttan veya gök cihetinden yağmur "indirir. Vadiler dolup taşar." "Evdiye". Bu kelime, "Vadi"nin çoğuludur. Çok suyun aktığı yer demektir. Sonra, 'bu yerde akan su' için kullanılmaya başlanmıştır. Yağmur, bölgelere nöbetleşe yağdığı için nekra olarak gösterilmiştir. Allah Tealâ'nın fay­dalı olacağını bildiği miktarda veya büyük büyüklüğü, küçük küçüklüğü kadar, her biri kendi miktarınca su akar. "Sel" üstte çıkan, kabaran "köpüğü taşır". Ayette geçen "Zebed" "Suyun üzerinde beliren köpük, çerçöp ve benzeri şeyler­dir".

"Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittiklerinin" altın, gümüş, bakır ve demir gibi yerin cevherlerinin insanların faydasına eritilerek yapılan kap kaçak, harp ve ekin aletleri ve süs eşyaları gibi erittiklerinin "üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah hak ve batıl için" zikredilenlerle hakka ve batıla, herbirinin ehline "böyle misal verir."

İnsanların faydalandığı su ve madenler; belirli bir müddet yerde kalır ve insanlar bunlardan yararlanmaya devam ederler. Aynı şekilde batıl da, azar azar çözülür ve belirsizleşir. Bazı zamanlar hakka üstün görünse de hak sabit ve ebedîdir. Yani, elde edilmesi ve devamlılığı hususunda hak, yeryüzünün kat­manlarında mevcut olan faydalı suya ve zinet yapımında ve çeşitli eşyaların el­de edilmesinde yararlanılan madenlere benzer. Zira her ikisinden de uzunca bir müddet yararlanılır. Pek az yarar sağlaması ve çabucak yok olup gitmesi hususunda batıl ise suyun köpüğü ve çerçöpü ve madenin kiri ve pası gibidir.

"Allah bunun gibi daha nice misaller verir". Allah, şüpheli ve karışık olan şeyleri açıklamak için bu zikredilenler gibi daha nice misalleri açıklar.

"Rablerinin çağrısına gelenlere" Allah'ın davetine itat ederek karşılık ve­ren müminlere "en güzel karşılık" cennet "vardır".

"O'nun davetine uymayan" kâfirler "ise yeryüzünde olan her şey ve daha bir katı onların olsa" azaptan kurtulmak için "fidye verirlerdi"

"İşte" yaptıkları her şeyden kötü bir şekilde "hesaba çekilecek olanlar bun­lardır". Onların yaptıkları hiçbir şey bağışlanmaz. Veya işledikleri günahlar sebebiyle inceden inceye hesaba çekilecek olanlar bunlardır. Onların hiçbir gü­nahı bağışlanmaz.

"Varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü konak" ve döşektir. Kötülenen şey hazfedilmiştir.

"Efemen" Buradaki "hemze" inkâr ifade eden soru için kullanılmıştır. Yani "Ey Muhammedi Hamza (r.a.) gibi, sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğu­nu bilip iman eden ve davetini kabul eden kimse "Ebû Cehil gibi kalbi körel-miş, peygambere iman etmeyene benzer mi?" demektir. Maksat "Benzemez, bir değildir" demektir. [43]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, önceki ayetlerde hakka davet ve batıla davet olmak üzere iki davetin bulunduğunu, Allah'ın davetinin hak, Allah'ı bırakarak insanların taptıkları ilâhlara yapılan davet ve duanın da batıl olduğunu zikretmişti. Yine Allah Tealâ, mümin ve kâfir ile iman ve küfrü, gören kimseye ve köre, aydınlı­ğa ve karanlığa benzetmişti. Bütün bunlardan sonra burada iman ve inkâra başka bir misal vermiş, hak ve ehli için, batıl ve avaneleri için verilen bu mi­salleri açıklamıştır. Hak ve ehlinin sabit oluşunu ve ebediliğini, gökten inip toprağa ve insanlara fayda veren suya ve zinet yapımında, çeşitli kap ve âletle­rin elde edilmesinde yararlanılan, madenlere benzetmiştir. Yine batılın azar azar çözülmesini, süratle yok olup gitmesini ve faydasının boşa çıkmasını da, selin fırlatıp attığı köpüğüne, çerçöpüne ve madenin eridiği zaman üzerinde kalan kirine, pasına benzetmiştir. [44]

 

Açıklaması

 

Birinci ayet, Kur'an veya iman demek olan hakkın sabit oluşuna, ebedîli­ğine ve yararlı oluşuna ve inkâr manasına gelen batılın azar azar çözülmesine ve yok olup gitmesine verilen iki misali ihtiva etmektedir. Allah Tealâ şöyle bu­yurmuştur:

"Gökten su indirir..." Yani Allah Tealâ, bulutlardan yağmur indirir. Her va­di ve nehir, büyüklük ve küçüklüğüne göre bu yağmurdan payını alır. Aynı za­manda burada, tamamen imanla kaplı ya da imanı derece derece zayıf kalplere işaret edilmiştir. Bu yağmurdan oluşan sel, üzerinde meydana gelen köpükleri ve çerçöpü beraberinde sürükler götürür. İşte hak ve batıla ya da iman ve inkâ­ra verilen ilk örnek budur.

Bundan sonra Allah Tealâ ikinci örneği zikretmiştir: "Ve madenlerden de..." Yine hak veya iman, altın, gümüş, demir ve bakır gibi faydalı madenlere benzer. Öyle ki bu madenler, ateşte eritilerek toprak ve pastan arındırılır ve süs eşyası, kap kaçak, silah ve diğer faydalı metal eşyalar yapılır. Bunların eri­meleri sırasında üzerlerinde pas ve kir oluşur. İşte bu da batıla örnektir.

"İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir..." Allah, böylece bahsi geçen­leri, hak ve batıl biraraya geldiğinde onlara misal olarak verir. Sabit ve faydalı olan hak, yine sabit ve faydalı suya, temiz ve saf madene benzer. Yok olup gi­den ve fayda vermeyen batıl ise selin etrafına fırlatıp attığı köpük, çerçöp ve eriyince madenden çıkan kir ve pas gibidir. Netice olarak hak karşısında batı­lın devam edebilme imkânı yoktur.

Bundan sonra Allah Tealâ, batılın yavaş yavaş çözüldüğünü ve kaybolup gittiğini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Köpüğe gelince" "Suyun üzerinde olu­şan köpük ve çerçöp dağılıp, yok olarak selin etrafında kalır ve oraya buraya takılır. Rüzgâr da onları savurarak alıp götürür. Kendisinden yararlanılan su ve maden ise yeryüzünde kalıcıdır. Suyu içer ve ekinlerimizi sularız. Madenler­den de süs eşyası, kap kaçak, silah ve diğer eşyaları yaparak istifade ederiz. Allah Tealâ, demir hakkında şöyle buyurmuştur: "Pek sert olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri var ettik. '"(Hadid, 57/25).

"İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir" Allah Tealâ, size bu misalleri açıkladığı gibi aynı şekilde iman ve inkâr, hak ve batıl gibi aslî inançların esasları arasındaki farkları izah etmek için daha nice apaçık misaller verir.

Netice olarak hakkın ve iman nurunun vücut bulduğu Kur'an-ı Kerim kalplere hayat veren iman; yer ölüyken onu dirilten suya ve insanlara pek çok yarar sağlayan saf ve temiz madenlere benzetmiştir. Küfür, şirk sapıklığı ve müşriklerin batıl itikatları ise; hiçbir yarar sağlamayıp çabucak yok olur "Fev-ran" dağılıp gider. Bütün bunlar, suyun ve selin yavaş yavaş çözülen ve rüzgâ­rın savurup götürdüğü köpük ve çerçöpüne ve madenlerin uzaklaştırılıp bir ta­rafa atılan kir ve pasına benzer.

Bu mükemmel misal, sadece insanın hayrı için verilmiştir. Öyle ki akıbeti­ni hazırlamak ve ahiret hayatında kendisini bekleyen mutluluk ve bedbahtlığı elde etmek, bu insanın elindedir. Kıyamet günü gelip çattığında, insanlar ve yaptıkları Rablerine arz olununca batıl hemen bir tarafa meyleder ve yok olur. Hak ehli ise haktan faydalanırlar.

Allah Tealâ, Bakara suresinin başında münafıklar için ateş ve sudan iki misal vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Onlar, çevresini aydınlatmak için ateş ya­kan kimseye benzerler ki..." (Bakara, 2/17). "Bir kısmı da karanlıklarda gök gürlemeleri ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutunup, yıldırımlar­dan ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayan kimseye benzer". (Ba­kara, 2/19).

Yine Allah Tealâ, Nur suresinde de kâfirler için iki misal vermiştir: "inkâr edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir." (Nur, 24/39). Bilindiği gibi serap, aşın sıcakta olur. "Veya engin denizin karanlıklarına benzer." (Nur, 24/40).

Hadislerde de benzeri misaller zikredilmiştir. Rasulullah (s.a.), sünnetin­den yararlananları, suyun düştüğü üç toprak parçasının durumuna benzetmiş­tir.

Buharı ve Müslim'de Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, ya­ğan yağmur gibidir. Bu yağmur, bazen öyle bir toprağa düşer ki, bir kısmı suyu içer ve çayır ile bol ot bitirir, bir kısmı da kurak olup suyu üstünde tutar. Allah, bu sudan insanları faydalandırır. Hem içerler, hem hayvanlarını sularlar, hem de ziraatte kullanırlar. Bir de yağmur, düz ve kaypak bir toprağa düşer ve bu toprak, ne üstünde su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, tıpkı Allah'ın dinini anla­yan, Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan, öğrenen ve öğ­üten kimseyle, buna başını bile kaldırıp bakmayan ve Allah'ın benimle gönder­diği hidayeti kabul etmeyen kimse gibidir".Bu, Allah Tealâ'nın münafıklar için verdiği misale benzeyen suyla ilgili bir darb-ı meseldir.

İmam Ahmed, Buharî ve Müslim, Ebû Hüreyre (r.a.)'den Rasulullah s.aj'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benim ve sizin durumunuz, çevre­sini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzer. Kelebekler ve şu birtakım hay-:anlar kendilerini ateşe atmaya başlarlar. Adam, onlara mâni olmaya çalışır. Bu hayvanlar adama galip gelip ateşe dalıverirler. İşte bu, benimle sizin duru­cunuza benzer. Ben, sizi cehennemden korumaya çalışırım. Ateşten geri durun.

Siz de bana aldırmayıp cehenneme koşarsınız".Bu da ateşle ilgili bir misal olup, Rasulullah (s.a.), burada ümmetini cehennemden uzaklaştırmak için ne kadar aşırı gayret gösterdiğini ve insanların bir kısmının, kelebeklerin ateşe hücum ettikleri gibi birbiri ardınca cehenneme kayıverdiklerini açıklamıştır. Bu misal, Allah'ın münafıklar için verdiği misal gibidir.

Hemen arkasından Allah Tealâ, yeni bir cümle ile teşvik edip korkutarak hak ehlinin ve batıl taraftarlarının akıbetlerini ve mutlu olanlarla bedbahtla­rın sonunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İcabet edenlere..." Cennet, Al­lah ve Rasulü'ne itaat eden, Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'nun geçmiş ve gelecekle ilgili haberlerini tasdik edenler için, "en güzel karşılık," cennet nimet­leri ve büyük sevap "vardır". Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "İyi davra­nıp, salih amel işleyenlere, daima daha iyisi ve üstünü verilir." (Yunus, 10/26).

"Ama iman edip, sâlih amel işleyene, mükâfat olarak güzel şeyler vardır, ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz." (Kehf, 18/88).

Ve "Uymayanlar ise" Allah ve Rasulü'ne itaat etmeyenler, ahirette, dünya­da sahip oldukları herşeyi ve daha bir katını fidye olarak verseler, bu onlara hiçbir yarar sağlamaz. Yani, onların ahiret yurdunda yeryüzü dolusu altını ve daha bir katını fidye vererek Allah'ın azabından kurtulmaları mümkün değil­dir. Eğer onlar bu servete sahip olsalar, gözlerini kırpmadan verirler. Fakat Al­lah, bunu kabul etmez. Çünkü Allah Tealâ, kıyamet gününde onların fidye ve tevbelerini kabul etmeyecektir.

İşte Allah'a itaat etmeyenler için ahiret yurdunda kötü bir azap vardır. Onlar, yaptıkları herşey için inceden inceye hesaba çekilir, hiçbir günahları ba­ğışlanmaz. Kim ince bir hesaba tâbi tutulursa sonu azaptır. Onların varacakla­rı yer cehennemdir. Konaklayacakları yer, ne kötü konaktır. Bu ayetde Allah ve Rasulü (s.a)'ne itaat etmeyenleri, Rablerinin emirlerine uymayıp şehvetlere dalmaları hususunda gafillikleri sebebiyle şiddetli bir şekilde korkutmaktadır.

Arkasından İbn Abbâs (r.a.)'ın da belirttiği gibi Hamza (r.a.) ve Ebû Cehil hakkında indirilen şu ayet gelmektedir: "Ey Muhammedi İnsanlardan sana Rabbinden indirilenin şüphe götürmeyen, içinde hiçbir karışıklık bulunmayan bilâkis her şeyiyle doğru olan bir hak olduğunu, bütün haberlerinin doğru, emir ve yasaklarının adaletli olduğunu bilen ile bunları bilmeyen bir değildir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamam­landı" (En'am, 8/115).Yani, 'Verilen haberler doğru ve istekler adaletlidir' de­mektir. Muhammed (s.a)'in getirdiklerini tasdik eden ile tasdik etmeyen bir olamaz. Zira tasdik etmeyen kördür, görmez, hayra ulaşamaz ve onu anlaya­maz. Eğer anlayabilse zaten boyun eğer, tasdik eder ve tâbi olur. Bu misaller­den ancak selim akıl sahipleri doğru fikirlere ve olgun görüşlere sahip olanlar yararlanabilir, ibret ve öğüt alabilir ve onları kavrayabilir.

Şu ayet de aynı manayı ihtiva etmektedir: "Cehennemliklerle cennet ehli bir değildir. Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir." (Haşr, 59/20). [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu üç hususu açıklamıştır:

1- Hak ve iman, sabit suya ve temiz saf madene benzetilirken;batılla inkâr da suyun üzerindeki köpük ve çerçöpe benzetilmiştir. Çünkü bu köpük ve çer-çöp, yavaş yavaş çözülür vadinin kenarlarına takılır ve rüzgâr tarafından sav­rulup yok edilir. Batıl ve inkâr bir de eriyen madenin üzerindeki kir ve pasa benzetilmiştir. Zira inkâr, şüpheleri ve vehimleri de aynı şekilde çözülür, yoko-lup gider. Geriye saf olan asıl su ve arınmış maden kalır.

Allah'ın, sabit ve devamlı olan hak ve çözülüp giden batıl için vermiş oldu­ğu bu iki misal, dikkatleri işlerin sonucuna çevirmektedir.

Denilmiştir ki -bu görüş aynı zamanda İbn Abbâs (r.a)'dan da rivayet edil­miştir: Bu ayette Kur'an ve onun kalplere tesiri, yağmura benzetilmiştir. Çün­kü yağmurun hayır ve bereketi umumî ve faydası kalıcıdır. Kalpler de vâdî ve nehirlere benzetilmiştir. Genişlik ve darlıklarına göre vâdî ve nehirlere dâhil olunduğu gibi Kur'an da kalplere nüfuz eder.

2- Allah'ın davet ettiği tevhid akidesine ve peygamberliği tasdike icabet eden mutluluk ehli itaatkâr müminlere güzel bir karşılık vardır. Bu karşılık, dünyada zafer ve galibiyet yarın ahirette de devamlı ihsan edilen nimetlerdir.

Muhammed(s.a)'in peygamberliğine iman etmeyi kabul etmeyen, ahirette yeryüzü dolusu altın ve daha bir katı fidye karşılığında kendilerini kurtarama­yan bedbaht âsîlere de kötü bir azap vardır. Onlar için hiçbir iyilik kabul edil­mezken, hiçbir günahlarına da müsamaha edilmez. Onların yurtlan ve kalacak yerleri cehennemdir. Kendileri için hazırladıkları ne kötü döşektir! İşte dört cins azap ve ceza: a) Fidye kabul edilmemesi, b) Kötü bir hesaba çekilmeyle yüzyüze gelme, c) Varacakları yerin cehennem olması, d) Cehennemin çok kötü konak olması.

3- Mümin ve kâfire başka bir misal verilmiştir. Bu ayetin, Hamza b. Ab-dulmuttalib (r.a.) ve Ebû Cehil (Allah onu zelil kılsın) hakkında indirildiği riva­yet edilmiştir. Allah'dan Peygamberi (s.a)'ne indirilenlere iman eden, onun doğ­ruluğunu gerçekten bilen ve Kur'an'dan kendisine ulaşanlarla amel eden kim­se anlayışlı akılla gören kimsedir. Kâfir ise kalbi körelmiş dini bilmeyen kimse­dir. Bütün bunlardan ancak akıl sahipleri öğüt ve ibret alır.[46]

 

Mutlu, Akıllı İnsanların Özellikleri Ve Onlara Verilen Karşılık

 

20- Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirir­ler, anlaşmayı (misakı) bozmazlar.

21-  Onlar, Allah'ın birleştirilmesini em­rettiği şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar, kötü hesaptan ürkerler.

22-24- Onlar, Rablerinin rızasını dileye­rek sabrederler, namazı kılarlar, kendi­lerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça infak ederler. İyilik yaparak kö­tülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara ahiret yurdundaki övgüye layık son, gi­recekleri Adn cennetleri vardır. Baba­larının, eşlerinin, çocuklarının sâlih olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip "Sabretmenize karşılık size selâm olsun, sizin sonunuz ne güzeldir" derler.

 

Belagat:

 

"Gizlice" ile "açıkça" ve "iyilik" ile "kötülük" kelimeleri arasında tezat sa­natı vardır. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler" ahid insanların kâlûbelâda ('Evet' dedikleri zaman) Allah'ın Rab olduğunu itiraf ederek verdikleri söz veya Allah Tealâ'nın, kitaplarında onlardan aldığı sözdür. "Ve misakı bozmazlar...." Onlar, kendileriyle Allah Tealâ veya kullar arasındaki anlaşmaları bozmazlar. Nakz etmek iman'ı veya farzları terkederek verilen sözü bozmak demektir. İkinci cümle, hususî hükümden sonra genel hükmü ifade etmiştir.

"Onlar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler." Onlar, bütün peygamberlere (a.s.) iman etmek, akraba bağlarını kesmemek ve müminlerle dost olmak gibi Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. İnsanlarla ilgili tüm hakları gözetmek de bu konunun kapsamındadır.

'Ve Rablerinden korkarlar." Kalpleri, Rablerinin korkusu ve azametiyle do­ludur. "Haşyet" korkulan kimseyi bilerek korkmak, demektir."Ve kötü hesaptan ürkerler." Kötü hesaptan ürküp, hesaba çekilmeden önce kendi nefislerini hesaba çekip, muhasebesini yaparlar. Hesabın tehlikesinden korkarlar. 'Ye sabre­derler" Onlar, öğünmek ve şöhret gibi dünya menfaatleri için değil, sırf Rableri-nin rızasını dileyerek Allah'a itaata, belalara ve günah işlememeye sabreder­ler, "namazı doğru kılarlar" farz namazları kılarlar, "infak ederler". Allah'a ita­at ederek O'nun nzık olarak verdiklerinin bir kısmını harcayıp, infak ederler. "kötülüğü iyilikle def ederler." iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırır, eziyete sabrederek, cahilliğe yumuşakça muamele ederek, kötülüğe iyilikle karşılık ve­rirler. Veya bir kötülüğün peşinden hemen iyilik yaparlar ki kötülüğün izi sili­nip gitsin.

"Babaların, eşlerinin ve çocuklarının salih olanları da..." onların derecele­rine yükseltilirler. Bu ayet, cennetteki derecelerin şefaat sayesinde yükselece­ğini göstermektedir. Cennetteki derecelerin yükselebilmesi için 'sâlih olma1 nın şart koşulması, sadece soy bağının fayda vermeyeceğini göstermektedir.

"Melekler her kapıdan..." Cennetin her kapısından veya bulundukları ma­kamın kapılarından "yanlarına girip" Melekler ilk sefer cennet ehlini kutla­mak için oraya girerler. Dünyada "sabretmenize karşılık Selam olsun" Selâmet ve esenliğin devamını müjdeleyerek Selâmün Aleyküm (Allah'ın selâmı üzerinize olsun) "sizin sonnuuz ne güzeldir, derler." [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet, kendisinden önceki ayetlerle bağlantılıdır. Burada akıllı insanlar için övgüye lâyık özellikler veya "Ey Muhammed! Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse..." kavlinde işaret edilen sıfatlar zikredilmiştir. Kim bu özelliklere sahip olursa dünya ve ahiret saadetini kazanmış olur. [49]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, Muhammed (s.a)'in peygamberliğini gerçekten bilen ve O'na indirilenlerin hak ve doğru olduğuna inanan akıl sahibi müminleri şu özellik­lerle vasıflandırmaktadır:

1-Ahde Vefa

Onlar, Allah Tealâ'nın Rab olduğunu itiraf ederek, bu konuda verdikleri sözü yerine getirirler. Ayrıca kendileriyle Allah arasında ve yine kendileriyle kullar arasındaki ahitlere sadık kalırlar.

"Allah'ın ahdi" doğruluğu hususunda aklî ve naklî delil bulunan her şey demektir. "Ahit", cins isimdir. Yani, "Allah'ın kullarına vasiyet ettiği emir ve yasakları şeklindeki O'nun bütün farzları" demektir. Bütün farzlara sarılıp, bütün günahlardan kaçınmak, bu hükmün içinde mütâlâ edilir.

2- Andlaşmaları Bozmamak

Verdikleri sözün icaplarını yerine getirirler. Rablerine karşı verdikleri iman sözünü ve insanlarla yaptıkları alış veriş ve diğer muamelelerle ilgili anlaşmaları bozmazlar. Çünkü söz verdiğinde sözünde durmayan, biriyle mücâde­le ettiğinde din ve ahlâk sınırını aşan, konuştuğunda yalan söyleyen ve kendi­sine bir şey emanet edildiğinde hıyanette bulunan münafıklar gibi olmak iste­mezler.

Buharî, Müslim ve Neseî'de Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildi­ğinde hıyanette bulunur''.Diğer bir rivayette bu alâmetler dört olup, şu şekilde­dir: "Ahitleştiğinde sözünde durmaz ve biriyle mücâdele ettiğinde din ve ahlâk sınırını aşar"

Birçok alime göre; anlaşmayı bozmamakla, ahde vefa göstermek birbirine yakın manalardır. Bu ikisi, farklı olsalar da birbirinden ayrılmayan iki mef­humdur. Ahde vefa etmek manası pekiştirilmek için anlaşmayı bozma yasağı vazedilmiştir. Veya bu, husûsî hükmün açıklanmasından sonra genel mananın ifade edilmesidir.

Katâde şöyle der: "Allah, emrini muhafaza etmek ve önemine işaret etmek için Kur'an'da tam 20 küsur yerde ahde ve anlaşmalara vefa göstermeyi zikret­miştir".

3- Sıla-i Rahim (Akrabalarla İlişkiyi Kesmemek), Allah ve Kullarla İlgili Gözetilmesi Zorunlu Olan Bütün Haklara Riayet Etmek

Onlar, Allah'ın, kendi haklarından birleştirilmesini emrettiği ve koparıl­masını yasakladığı her şeyi birleştirirler. Bu haklardan bazıları, Rasulullah (s.a.)'a cihatta ve cihadın dışında yardım etmek, kulların haklarını gözetmek ve sıla-i rahimdir.

Buharî ve Müslim Enes (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim rızkının genişlemesini, ömrünün uzamasını arzu ediyor­sa akrabalarıyla bağını arttır sın". Yine fakir ve muhtaçlara yardım edip iyilik­te bulunmak da Allah hakkına bir misaldir. Bu özellik, önceki iki sıfatın içinde yer almasına rağmen, manayı pekiştirmek ve ahde vefanın sadece insanla Allah Tealâ arasında sınırlı kaldığı zannedilmesin diye tekrar zikredilmiştir.

4- Allah 'tan Korkmak

Onlar yaptıkları ve terkettikleri amellerde Rablerinden korkar ve her işle­rinde O'nu gözetirler. "Haşyet" Ta'zim göstererek ve korkulan kimseyi bilerek korkmak" demektir. Bu sebepten Allah, sadece alimlerin Allah'dan daha çok korktuklarını beyan etmiştir: "Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak alimlerdir" (Fatır, 35/28).

5- Azaptan Korkmak

Onlar, ahiret yurdunda kötü bir şekilde ve inceden inceye hesaba çekil­mekten sakınır ve korkarlar. Çünkü ince bir hesaba tabî tutulan kimseye azab edilir. Onlar, hesaba çekilmeden önce nefislerini muhasebe ederler. Çünkü küçük büyük her şey, hesaba dâhildir. Hesaba çekilmekten korkan kimse Allah'a itaata yönelir ve günahlardan sakınır. Dikkat edilmelidir ki dördüncü özellik, Allah'tan korkmaya işaret etmektedir. Bu da Allah'ın azametinden ve büyüklü­ğünden korkmayı icab ettirir. Bu özellik ise dikkatleri kötü bir şekilde hesaba çekilmekten korkmaya yöneltmektedir.

6- Sabretmek

Sabır, nefsi hoşlanmadığı şeylere karşı tutmak, demektir. Onlar, Allah'a itaata, günah işlememeye ve belâlara sabrederler. Böylece Allah'a itaata ve mükellef kıldığı şeylere devam eder, Allah'a isyandan ve günahlardan ya da çirkin şeylerden uzak olur ve başlarına musibet ve belâ geldiğinde Allah'ın tak­dirine razı olurlar. Onlar, riya ya da şöhret için değil bilâkis Allah Tealâ'nın rı­zasını ve sevabını kazanmak için sabrederler.

7- Namazı Dosdoğru Kılmak

Yine onlar, namazı rükün ve şartlarına tam riayet ederek, kalpler Allah Tealâ'ya huşu içinde O'nun rızasına uygun şekilde namaz kılarlar.

8- Hayır İçin Malı Çeşitli Şekillerde Sarfetmek

Onlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden bir kısmını duruma göre gizlice ve açıktan sarfederler. Riya ve gösteriş olmasın diye yaptıkları infâkı kendileriyle Rableri arasında gizli tutar, bazen de teşvik etmek, insanlara öğ­retmek ve örnek olmak için açıktan sarfederler. Bu, ister eşler, çocuklar ve fa­kir akrabalar için yapılan "farz olan" harcama olsun isterse yakın olmayan fa­kir ve miskinler için yapılan "mendup infak" olsun değişmez.

9- Kötülüğe İyilikle Karşılık Vermek

Onlar, cahilliğe karşı yumuşakça muamele etmek ve eziyete karşı sabret­mek gibi kötülüklere iyilikle mukabele ederler. Allah Tealâ "şöyle buyurur: "Bil­gisizler kendilerine laf attığı zaman onlara güzel ve yumuşak söz söylerler" Furkan, 125(63); "Faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip, vakarla geçerler." (Furkan, 25/72). Yine izini silmesi için kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yaparlar.

İmam Ahmed, Ebû Zer (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Bir kötülük yaptığın zaman hemen peşinden bir iyilik yap ki onu silip yok etsin."

Yine Ahmed, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki de Ebû Zer (r.a.)'in rivayetine gö­re Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kötülüğün arkasından hemen bir iyi­lik yap ki onu yok etsin. İnsanlara güzel ahlâkla muamele et." Bilinmektedir ki kötülük yapanlara ve diğer insanlara güzel bir şekilde davranmak daha fazilet­li, daha cömertçe bir muamele ve daha tesirlidir. Çünkü bu, işleri kolaylaştırır, kini defeder ve neticesi daha emindir.

Allah, akıllı müminlerin bu övgüye lâyık özelliklere sahip olduklarını açık­ladıktan sonra onların hak ettikleri karşılığı zikretmiştir.

"İşte onlar için mutlu son vardır." Zikredilen bu özelliklere sahip kimselere dünya ve ahirette güzel son ve mutluluk vardır. Öyleki dünyada düşmanlarına karşı onlara yardım edilir, ahirette de cenneti elde ederler.

Hemen peşinden Allah, bu sonu daha da belirginleştirerek şöyle buyur­muştur: "Adn cennetleri" Bu güzel akıbet, içinde ebedî olarak kalacakları cen­netlerdir.

Hem onlar ve hem de eşlerinden, baba ve çocukları cihetinden sâlih mü­minler bu cennetlere girerler. Bu ayet, cennetteki derecelerin şefaatla yüksele­bileceğini göstermektedir. Yine 'sâlih olmanın' şart koşulması delâlet etmekte­dir ki sırf soy bağı bir işe yaramamaktadır. Neseb bağı, eğer sâlih amelle birlik­te olmazsa hiçbir şey ifade etmez. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sûra üflen­diği zaman, o gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez." (Mü'minün, 23/101). "Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün..." (Şuara, 26/88-89).

Tirmizi'nin rivayetinde, Rasulullah (s.a.), ölüm hastalığı sırasında Fatıma (r.a.)'ya şöyle demişti: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Malımdan dilediğini iste. Ancak Allah'ın hakkımdaki takdiri karşısında sana hiçbir şekilde fayda sağla-yamam."

Onlar cennete girerken melekler "Dünyada sabrettiğiniz için Allah'ın selâ­mı ve rahmeti üzerinize olsun. Devamlı emniyet ve selâmet içinde olun. Dün­yanın sonucu cennet olması ne güzeldir" diyerek çeşitli kapılardan girip yanla­rına gelirler. "Selâm" kavli, bir mahzûfu ihtiva eder ki takdiri "Selâmün aley-küm derler" şeklindedir.

İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim'in Ebu Umâme (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) her yılın başında şehitlerin kabirlerini ziyaret eder ve şöyle derdi: "Sabretmenize karşılık size selâm olsun. Sizin sonunuz ne güzeldir." Aynı şekilde Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a.)'da böyle yaparlardı. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hükümlere işaret etmektedir:

1- Ahde vefa göstermek farzdır. Ahid, Allah ile ilgili bütün hakları, farzları ve kul haklarını içine almaktadır.

2- Allah ile ve kullarla ilgili yapılan anlaşmaları bozmak haramdır. Eğer insan Allah'a itaat etmeye veya diğer insanlarla beraber ahitleşmiş veya söz vermişse bunu bozması caiz değildir.

3- Akrabalarla bağı kesmemek, Allah ve kullarla ilgili bütün haklara uy­mak farzdır. Allah'a tam manasıyla itaat etmek ve bütün kitap ve peygamber­lere iman etmek bu konunun içinde yer alır.

4- Kötü bir şekilde hesaba çekilmekten korkulur. Kötü hesaptan maksat, amellerin sonuna dek incelenmesi ve inceden inceye hesaba çekilmektir. Buha-rî ve Müslim'in Aişe (r.a.)'den rivayet ettikleri gibi kimin hesabı inceden inceye görülürse o kimse azaba uğrar.

5- Sadece Allah Tealâ için O'na itaata, günah işlememeye ve imtihan, mu­sibet ve belâlara, kaza ve felâkete sabredilir.

6- Namaz, gereklerine dikkat edilerek, huşu içinde ve vaktinde kılınır.

7- Malın bir kısmı gizliden ve açıkça sarfedilir. Ki bu farz olan zekât veya Allah Tealâ'nın yolunda nafile sadaka vermek şeklinde olur.

8- Yapılan kötülükler, sâlih amel ile bertaraf edilir. Meselâ, bilgisizliğe yu­muşak davranılarak, eziyete sabredilerek insanların kötülüklerine güzel ah­lâkla mukabele edilir, kötülük iyilikle savılır ve izini silmek için kötülüğün pe­şinden hemen iyilik yapılır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir ".(Hud, 11/114).

Ahmed Tirmizi, Hakim ve Beyhaki'nin Ebu Zer (r.a.)'den rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onun izini silsin. İnsanlara güzel ahlâkla muamele et"

9- Ahiretteki akibet, Allah'a itaat eden mutlu müminleredir. Çünkü onlara cehennem yerine cennet vardır. Orada insanların karşısına iki yurt çıkacaktır, itaat edenler cennete, asiler cehenneme gireceklerdir. Adn cennetleri, cennetin ortasında olup, tavanı Rahmân'ın Arşı'dır. Sahîh-i Buhârîâe şöyle geçer: "Al­lah'tan isterken Firdeusi isteyin. O, cennetin tam ortası ve en yüksek derecesidir. Rahman'm Arş'ı üzerindedir. Cennetin nehirleri, oradan kaynar"

10- Sâlih müminlerin, babaları, eşleri ve çocukları, onlar gibi amel etmese­ler de, eğer doğru olup, iyi ve salih ameller işlerlerse onlarla beraber cennete girerler. Salih amel, iman gibi şarttır. Fakat salih müminin cennete akrabala­rıyla biraraya gelip, sevinç duyması ve ailesinin kendisiyle birlikte cennete gir­mesi, Allah Tealâ'nın bir ihsanı, mümine yapılan bir ikram ve itaat edene veri­len bir mükafattır. Adalet açısından her insan kendi ameliyle cennete girerse de ihsan ve fazl-ı kerem sahibi Allah Tealâ'nm bu bir rahmetidir.

11- "Babalarının... sâlih olanları da oraya girerler" ayetiyle 'sâlih olmanın' şart koşulması, sadece soy bağının fayda vermeyeceğini göstermektedir. Zira neseb yakınlığı, eğer sâlih amelle birleşmezse hiçbir yarar sağlamaz.

12- Melekler gruplar halinde müminleri tebrik ederek ve onlara emniyet ve selâmet içinde olduklarını müjdeleyerek cennetin değişik kapılarından yan­larına girerler. Bu sırada onlara şöyle derler: "Artık bela ve sıkıntılardan selâ­mete erdiniz." Veya bu ifade dua manası taşıyan bir haberdir. "Sizin selâmet ve esenliğinizin devamı için dua ediyoruz. Allah, sizi afiyette kılsın" Bu ifade kul­luğu itiraf manasını ihtiva eder. "Allah'a devamlı itaat ederek ve günahlardan kaçınarak gösterdiğiniz sabrınız sebebiyle size selâm olsun. Daha önce içinde bulunduğunuz, amel ettiğiniz yurdun sonucu ne güzeldir. Şu anda ikâmet etti­ğiniz vatan ne güzel bir akıbettir". Bu manaya göre "akıbet" isimdir. İbn Selâm bu görüştedir. Veya "cehennemin yerine ya da dünyaya karşılık cennet ne gü­zeldir". Bu görüş ise Ebû İmrân Cevnî'ye aittir.

13- Bazı alimler, bu ayeti meleklerin, insanlardan daha üstün olduklarına delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Tealâ, insanların mutluluğunun son merhalesinin; meleklerin selâmlamak, hürmet ve ta'zim göstermek kabilinden yanlarına girmeleri olduğunu bildirmiştir. Böylece melekler, insanlardan daha yüksek mertebede olmuşlardır. Eğer insanlardan daha düşük mertebede olsa­lardı selâm vermek için onların yanlarına girmeleri, insanların derecelerinin yüksek, mertebelerinin şerefli olmasını icab ettirmezdi."[51]

 

Bedbahtların Özellikleri Ve Onlara Verilen Ceza

 

25- Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar, Allah'ın birleştirilmesim emrettiğini ayıranlar ve yeryuzunde bozgunculuk yapanlar, işte la'net onlara

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar". Bu kavil, Allah'ın ahdini yerine getiren ilk guruba karşılık zikredilmiştir, "yeryüzünde de bozgun­culuk yapanlar..." Yeryüzünü inkâr edip, zulüm ve haksızlık yapıp, isyan ve gü­nahlarla, fitne ateşini körükleyerek bozgunculuk yapıp fesada uğratanlar, "işte lanet" İşte Allah'ın rahmetinden kovulan "ve kötü yurt" ve yine onlara ahiret yurdundaki kötü akıbet "onlaradır." yani cehennem veya dünyanın kötü sonu vardır. Çünkü bu kaçınılmaz son, mutlular için var olan güzel akıbete karşılık­tır. [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, mutlu olanların özelliklerini ve kerem yurdunda onlar için hazırlanan mükâfatları açıkladıktan sonra burada bedbahtların durumunu ve onlara hazırladığı cehennem azabını zikretmiştir. Denge ve karşılaştırma için Kur'an'ın âdeti olduğu üzere vaadden sonra tehdid, sevaptan sonra ceza getiril­miştir. Ayrıca bundan maksat bir de açıklamanın tam olarak yapılması, böyle­ce itaat etmeye ve kötülük işlenmesine manî olmaya daha tesirli olarak çağır­madır: "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar"...[53]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, bedbahtları şu üç özellikle vasıflandırmıştır:

1- Ahdi bozmak: Onlar, Allah'ın kullarını mecbur ederek emrettiği ahdini bozarlar. Bu ahit, O'nun birliğine, kudretine ve iradesine iman etmek, nebileri­ne, resullerine, kitaplarına ve peygamberlerine vahyedilenlere gönülden inan­mak gibi Allah Tealâ'yla alâkalı olsun veya insanların haklarıyla ilgili olsun birdir, durum değişmez.

Ahdi bozmak, esasen Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delilleri dü­şünmemek veya düşünüp, doğruluğunu anlayıp sonra inat edip gereğini yap­mamak ya da onlardan şüphe edip hakkın aksine inanmak demektir.

"Söz verdikten sonra" sözü, doğruluğunu ikrar edip kabullendikten sonra demektir.

2- Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağları koparmak: Yani, Allah'a ve peygamberlerine iman etmek, akrabalarla ilişkiyi kesmek, müminlere ve diğer hak sahipleriyle bağları kopartmak ve onlarla yardımlaşmamak ve Allah'ın farz kıldığı bütün bağları kesmek.

3- Yeryüzünde bozgunculuk yapmak: Onlar, kötü ve çirkin işleriyle yeryü­zünü ifsat eder, kendilerine ve diğer insanlara zulmeder ve Allah'ın dinine de­ğil, başka sapıklıklara davet ederler. Yine onlar, şahıslara ve mallara haksızlık etmekten geri durmaz, ülkeyi harab etmeye, fitne, savaş ve perişanlık ateşini tutuşturmaya vesile olan her haltı işlerler.

Bundan sonra Allah Tealâ, bu insanların hak ettikleri cezayı bildirerek şöyle buyurmuştur: "İşte bu özelliklere sahip olanlar, laneti", Allah'ın rahme­tinden kovulmayı, dünya ve ahiretin hayır ve iyiliklerinden uzaklaştırılmayı "hak etmişlerdir."

"Onlara kötü akıbet vardır." Bu akıbet cehennem azabıdır. Oraya giren sa­dece kötülük görür.Yine Allah Tealâ, daha önce şöyle buyurmuştu: "Varacakla­rı yer cehennemdir; ne kötü olacaktır!" (Ra'd ,18). [54]

 

Ayetten Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetin ortaya koyduğu hükümler şunlardır:

1- Allah'a iman etmek ve insanların haklarını yerine getirmek şeklindeki ilâhî ahdi bozmak haramdır. Öyle ki Allah Tealâ, bu ahid ile ilgili aklî ve naklî delilleri gözler önüne sermiş,  Kur'an'da ve peygamberlerine indirdiği ilâhî ki­taplarda bu ahde uymayı farz kılmıştır.

2- Akrabalık ilişkileri sıcak tutmak, bütün peygamberlere iman etmek ve müminlerle yardımlaşmak gibi Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağları kes­mek haramdır.

3- İnkâr ederek, isyan edip günah işleyerek, zulmederek, fitneler çıkarta­rak, ülkenin tahribatına ve perişan olmasına götüren her türlü melaneti işleye­rek, mallan ve hakları telef edip gasbederek ve onlara tecâvüz ederek yeryü­zünde bozgunculuk yapmak haramdır.

4- Bu kötü ve çirkin işleri yapanlar, Allah'ın rahmetinden kovulup uzak­laştırılırlar. Onlara kötü bir dönüş yeri vardır ki o da cehennemdir. [55]

 

Rızık Sadece Allah'tandır, Mucizeler Allah'ın Elindedir Ve Allah, Kendisine İman Edenleri Hidayete Ulaştırır

 

26- Allah, dilediği kimsenin rızkını ge­nişletir ve daraltır. Dünya hayatıyla övünenler bilsinler ki dünyadaki hayat ahiret yanında sadece bir geçimlikten ibarettir.

27- İnkâr edenler: "Rabbinden (Muham-med'e) bir mucize indirilmeli değil miy­di?" derler. De ki: "Doğrusu Allah dile­yeni saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir"

28- Onlar inanmış ve kalpleri Allah'ı zikretmekle huzura kavuşmuş insan­lardır. Dikkat edin, kalpler ancak Al­lah'ı zikretmekle huzura kavuşur.

29- İman eden ve sâlih amel işleyen kimseler için hoş bir hayat ve dönüle­cek güzel bir yer vardır.

 

Belagat:

 

"Genişler" ile "daraltır" ve "saptırır" ile "doğru yola eriştirir" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Sadece bir geçimlikten ibarettir". Yani dünya hayatı, sadece insanın ça­nak ve benzeri şeyler gibi evinde geçici ihtiyaçları için faydalandığı bir eşya gi­bidir. Zira onlar gibi önemsiz olup, çabucak yok olur gider, demektir. Burada teşbih edatı ile vech-i teşbih hazfedildiği için teşbîh-i belîğ sanatı vardır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve daraltır." Veya sadece yetecek kadar verir. Ayetin manası şöyledir: Kâfirler, dünyada elde ettikleri nimetlerle azdılar. Bu nimetleri, ahiret nimetlerine ulaştıracak olan yolda kullanamadı­lar. Aksine yaran az, çok çabuk yok olup giden şeylerle aldandılar.

"Dünya hayatıyla" dünyada kendilerine cömertçe verilen ve nail oldukları nimetlerle "övünenler" yani Mekke halkı "bilsinler ki dünyadaki hayat ahiret yanında sadece bir geçimlikten" yani sadece bir müddet fayda veren, yararlanılıp yok olup giden az bir şeyden" "ibarettir". "İnkâr edenler" yani Mekkeli kâfir­ler sorarlar "Rabbinden" Muhammed (s.a)'e "bir mucize" Musa'nın asası ve eli­nin nurlanması, Salih'in devesi gibi bir mucize "indirilmeli değil miydi?" derler. "Doğrusu Allah dilediğini saptırır" Çünkü o inat etmiş ve haktan yüz çevirmiş olduğu için doğrusu Allah'ın indireceği mucizeler böyle bir kimseye fayda ver­mez. Sanki Allah Tealâ, onlara şöyle demiştir: "Sizin şu inadınız ne kadar aca-iptir! Doğrusu Allah, sizin gibi olanlardan dilediklerini dalâlete düşürür. Artık bütün mucizeler gösterilse bile onların hidayet üzere olabilmelerine imkân yoktur. İnattan vazgeçip kendisine yöneleni ise doğru yola eriştirir."

"Ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir. "İnattan vaz geçip hakka yöne­len kimseyi de dinine ulaştırır. Bu kâfirlerin sözlerine hayret ifadesi taşıyan bir cevaptır.

Müminlerin "kalbleri ancak Allah'ı zikretmekle" Allah'ın vahdaniyyetini (birliğini) ve vaadinin hak olduğunu bilmekle "huzura kavuşur". Mana şöyle­dir: "Müminlerin kalpleri, Allah'ın birliğiyle ve vadini hatırlayarak sükûnete kavuşur ve yalnızlığını unutur. Böylece Allah'a güvenip, Ondan ümit eder ve huzura kavuşur".

"Tuba" iyi, güzel anlamındaki "tîyb" lafzının mastarıdır. Yani "Onlar için hoş bir hayat, nimetler, iyilikler, mutluluk, güzel akıbet ve ikram vardır" de­mektir. "Tuba" nın "Cennet'te yolcunun, gölgesinde 100 yıl yürüdüğü bir ağaç" olduğu da söylenmiştir. "Meab" "Dönülecek yer" demektir. [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, mümin ve müşriklerin akıbetini bildirdikten sonra kendisi­nin, dünyada rızıkları bollaştırıp azalttığını açıklamıştır. Çünkü dünya, imti­han yurdudur. Kâfirin rızkının bol olması onun izzet ve şerefine delâlet etmedi­ği gibi aynı şekilde bazı müminlerin darlık içinde olması da onların hakir gö­rüldükleri manasına gelmez. Rızkın küfür ve imanla bir bağlantısı yoktur. Bel­ki de müminlerin yerine kâfirlere bol rızık verilmesi, hemen cezalandırılmaları onlara verilen bir mühlettir. Kâfirlerin değil de müminlerin rızkının daraltıl­ması ise onların ecir ve sevaplarını arttırmak içindir.

Bunun peşinden Allah Tealâ, müşriklerin sözlerini zikretmiştir. Bu istek­ler, Kur'an'da pek çok kere hikâye edilmiştir. Onlar, Muhammed (s.a)'in pey­gamberliğini gösteren elle tutulur maddi bir mucize istiyorlardı. Çünkü Kur'an'm peygamberliğe delâlet eden bir mucize olmasını kabul etmiyorlardı. Allah, onların bu saçma isteklerini reddederek, peygamberlerin mucize getir­melerini teklif etmenin cahillik olduğunu bildirmiştir.

Daha sonra Allah Tealâ, muttaki müminlerin durumunu ve Allah Tealâ katında elde ettikleri sevapları beyan etmiştir. Burada müşrik ve müminlerden bahsedilmesi, daha önce zikri geçen mümin ve müşriklerin akıbetinin açıklan­masına uygun düşmektedir. [58]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, müşrikler için kötü yurt ve cehennemin var olduğunu ifade edince hemen arkasından dünyadaki rızık taksiminin açıklanması ve rızkın iman ve küfürle bir alâkasının bulunmadığının bildirilmesi uygun düşmüştür. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, dilediği kimsenin rızkını genişle­tir ve dilediğininkini de daraltır." Çünkü bunda insanın mümin ve kâfir olma­sına bakılmaksızın Allah'ın hikmet ve adaleti söz konusudur. Allah, müminin rızkını imtihan ve ibtilâ sebebiyle, sevabını ve ecrini arttırma için kısmış olabi­lir. Yine kâfirin rızkını da birden cezalandırmayıp mühlet vermek ve ahirette onu nimetlerden mahrum etmek için bol vermiş olabilir. Böylece adalet tahak­kuk eder. Yoksa kâfirin rızkının genişliği, onun aziz ve şerefli olduğunu, Al­lah'ın ondan razı olduğunu, müminin darlık içinde olması da onun değersizliği­ni ve Allah'ın ona gazap ettiğini göstermez. Allah Tealâ, kâfirin rızkı konusun­da şöyle buyurmuştur:

"Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır, farkında değiller." (Mü'minun, 23/56).

"Ayetlerimizi yalanlayanları, bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına yaklaştıracağız." (A'raf, 7/182).

Allah Tealâ, bundan sonra zenginlik içindeki müşriklerin durumunu be­yan etmiştir. "Mekkeli müşrikler, dünya hayatında sahip oldukları nimetlere çok sevinip, onlardan ötürü kibirlenmişler, gözleri başka hiç bir şey görmemiş­tir. Tabiî ki Allah katındaki nimetleri idrak edememişlerdir. Ancak dünyadaki nimetler, ahiret yanında sadece çabucak yok olup giden basit bir faydadan iba­rettir.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmîzi'de Benî Fehr'in kardeşi Müstevrid'in ri­vayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ahiret karşısında dünyanın durumu, birinizin şu parmağını denize daldırması gibidir. O kimse ne elde ettiğine şöyle bir baksın." Bu sırada Rasulullah (s.a.), şehadet parmağı­nı göstermiştir.

Tirmizî'de İbn Mesûd (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.), hasırın üstünde uyumuştu. Kalktığında bir tarafı hasırın izleriyle doluydu. 'Yâ Rasülallah (s.a.)! Sana bir döşek hazırlasak!' dediysek de O 'Dünyadan bana ne! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgenip yola koyulan, orasını terkedip gi­den yolcuya benzer.' buyurdu."

Allah Tealâ, müşriklerin dünya hayatının sağlamış olduğu menfaatlerle aldandıklanm ve maddiyâtın onların duygularını ve kalplerini körelttiğini be­lirtirken aldanmanın ve maddenin esiri olmanın kaçınılmaz sonucunu da ifade etmiştir. Şöyle ki müşrikler, Rasulullah (s.a.)'dan peygamberliğinin doğruluğu­nu gösteren maddî bir mucize istemişlerdir. Çünkü onlar, Kuran'ın tasdik eden bir mucize ve istedikleri hususta kesin bir delil olduğuna inanmıyorlardı. Zira maddeciydiler. Onların nezdinde akla hitabedebilmek imkânsızdı. Bu görüşü ileri sürenler, Abdullah b. Ebî Umeyye ve arkadaşlarıydı.

Allah Tealâ, bu tekliflerini şöylece hikâye eder: "Mekkeli müşrikler, şöyle bir istekte bulunurlar: 'Muhammed'e de Musa ve İsa (as)'nın mucizeleri gibi bir delil veya herkesi susturan, belirgin, maddî bir mucize indirilmeli değil miydi?' O kâfirler başka bir sefer de şöyle demişlerdi: "Haydi önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize getirsin." (Enbiya, 21/5).

Allah, onların istediklerini yapmaya elbette muktedirdir. Fakat bir hadis­te şöyle buyrulmuştur: "Mekkeli kâfirler, Rasulullah (s.a.)'dan Safa Tepesini al­tın madenine çevirmesini, pınarlar fışkırtmasını, Mekke'nin etrafındaki dağla­rı uzaklaştırıp yerlerine geniş meralar ve bahçeler yapmasını isteyince Allah, peygamberine şöyle vahyetti: 'Ey Muhammedi Dilersen onlara bütün bunları veririm. Ancak yine de inkâr ederlerse, âlemlerden hiç kimseye yapmadığım şe­kilde onlara azab ederim. İstersen de onlara tevbe ve rahmet kapısını açık tuta­rım. ' Rasulullah (s.a.) şöyle dedi: 'Yâ Rabbi! Onlara tevbe ve rahmet kapısını açık tut.

Allah, onların bu isteklerini reddederek, mucizelerin indirilmesinin hida­yet ve sapıklıkla bir alâkasının bulunmadığını, bilâkis her şeyin Allah'ın elinde olduğunu bildirmiştir: "Siz ne kadar inatçı ve inkârda ne kadar kararlısınız! Eğer Allah, hidayete ermenizi istemezse size mucizelerin indirilmesinin hiçbir faydası yoktur. Sizin gibi küfürde kesin kararlı ve inatçı olanların bütün muci­zeler indirilse de hidayete ermeleri imkânsızdır. Çünkü dalâlet ve hidayet Al­lah'ın elindedir. Allah, dilediğini sapıklığa düşürür. Bazı mucizeler indirildik­ten sonra sizi sapıklığa düşürüp, onlardan ibret almanızı engellediği gibi başka mucizeler indirilirken de sizi saptırır. İnat etmeyi bırakıp hakka veya İslâm'a ya da "Kendisine yöneleni, doğru yola eriştirir." kavli, "Kendisine selim bir kalp ile dönen kimseyi dinine ve kendisine itaata ulaştırır." takdirindedir.

Bu ayete benzer pek çok ayet vardır: "Eğer Biz, onlara melekleri indirir-sek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedik­çe yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar." (En'am, 6/111). "İnanmayacak bir millete, ayetler ve uyarmalar fayda vermez." (Yunus, 10/101). "Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, can yakıcı azabı görene kadar kendilerine her türlü belge gelse bile iman etmezler." (Yunus, 10/96-97).

Allah Tealâ, peşinden hidayeti hak edenleri zikretmiştir: "Allah, Kendisini ve Rasulünü tasdik edenleri, kalpleri içtenlikle, güvenerek ve ümit ederek Al­lah'ın bir tek olmasıyla ve O'nun vaadiyle sükûnete kavuşanları hidayete ulaş­tırır. Dikkat edin, müminlerin kalpleri ancak Allah'ı hatırlamak, ayet ve delil­lerini düşünmek ve mükemmel kudretini yakînen bilmekle huzura kavuşur, onların sıkıntı ve huzursuzlukları yok olur. Zira bu kalplere artık iman nuru yerleşmiştir." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer, 39/23). Mümin, Allah'ın cezalandırmasını hatırladığı zaman korkar. Allah şöyle buyurmuştur: "Mümin­ler ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer." (Enfal, 8/2). Yi­ne mümin, Allah Tealâ'nın sevap ve rahmet vaadini hatırladığında kalbi huzu­ra kavuşur ve sükûnete erer. "Ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını arttırır ve Rablerine güvenirler." (Enfal, 8/2).

Allah Tealâ, müminlerin mükâfatını bildirerek şöyle buyurmuştur: "İman eden ve sâlih amel işleyen kimseler için hoş bir hayat, nimetler, iyilikler, güzel ecirler ve dönülecek güzel bir yer vardır."

İbn Abbâs (r.a.)'ın görüşüne göre "Tûbâ" cennettir. Cennetde bir ağaç oldu­ğu görüşü de ondan rivayet edilmiştir. Kurtubî, Tûbânın cennette bir ağaç ol­duğu görüşünü tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Doğru görüş, onun ağaç olması­dır. "[59] Çünkü bu hususta Utbe b. Abdussulemî'den merfû olarak rivayet edilen şu hadis mevcuttur: " 'Tûbâ' ismi verilen ağaç, ne güzel ağaçtır." Süheylî'nin belirttiğine göre bu hadis sahihtir.

Yine İmam Ahmed, Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)'den merfû olarak şu hadisi ri­vayet etmiştir: " 'Tûbâ', cennette bir ağaçtır. 100 yıllık bir mesafeyi kaplar. Cennet ehlinin elbiseleri, onun yemiş kapçıklarından çıkar."

Buharî ve Müslim, Sehl b. Sa'd (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak ki cennetde yolcunun gölgesinde 100 yıl yürüyüp de katedemediği bir ağaç vardır." Allah'ın ihsanına ve kudretine sınır yoktur.

Neseî hariç Kütübi Sitte'de Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivayet ettiği hadise gö­re cennette "Orada gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insan aklının düşü­nemediği nice şeyler vardır." [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususlara işaret etmektedir:

1- Rızkın kaynağı Allah Tealâ'dır. Hikmetinin ve adaletinin gereği olarak dilediği kimselerin rızkını çoğaltır, dilediklerininkini ise daraltır.

2- Kâfirler ve maddî çekişmelere taraf olanlar dünya jmalı ile sevinip onun dışında hiçbir şeyi tanımazlar. Tabi ki Allah katındaki sayısız ihsan, nimet ve iyiliklerden de habersizdirler.

3- Ahiret yanında dünya, sadece çabucak yok olup giden basit bir fayda­lanmadan ibarettir.

4- Bütün mucizelerin yerini tutan, doğruluğu, peygamberliğin ve vahyin sıhhatini ve onun Allah kelâmı olduğunu gösteren Kuran mucizesini gördükten sonra Rasulullah (s.a.)'a, daha başka mucizeler getirmesini teklif etmek ceha­letten başka bir şey değildir.

5- Rızkın, iman ve inkâr ile bir bağlantısı yoktur. Allah, birden cezalandır-mayıp mühlet vermek için kâfiri rızıklandınrken imtihan etmek ve denemek için de mümini nzıktan mahrum bırakabilir.

6- Sapmak ve hidayete ermek, Allah'tandır. İnsan her ikisinde de kendisi­ni gösterir. Kâfir, inat eder, karşı çıkar ve iman etmez. Dolayısıyla Allah da ona hidayet etmez. Mümin ise iman edip, sâlih ameller işler, Allah da hidayetini arttırır.

7- Sâlih ve güzel amel işleyen müminler için cennet, iyilik, nimetler, se­vinç ve dönülecek güzel bir yer vardır. Bu ayet, Allah'a itaat etmeye teşvik et­mekte, isyandan, günah işlemekten, kötü bir şekilde cezalandırılmaktan ve fe­na akibetten sakındırmaktadır. [61]

 

Kuranın Azametinin Ve Allah'ın Herşeyi Kuşatan Kudretinin Açıklanması

 

30- Sana vahyettiğimizi okuman için, seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik. O ümmet Rahman'ı inkâr eder. De ki: "O, benim Rabbimdir. O'ndan başka bir  ilah yoktur. Yalnız O'na güvendim. Dö-

 nüşüm de o,nadır,,

31-"Eğer Kuran ile da*lar yürütülmüş  veya yeryüzü yarılmış yahut ölüler ko- »»Şturulrnuş olsaydı, kâfirler yine de  inanmazlardı. Oysa bütün işler, Allah'a aittir' inananlar "Ml*h dilerse bütün  insanları doğru yola eriştirebilir" gerçeğini bilmediler mi? AUah'ın sözü yeri- ne gelinceye kadar, yaptıkları işler se- bebiyle inkâr edenlere bir belânın do- kunması veya yurtlarının yakınına inmesi devam eder durur- Allah, verdiği  sözden şüphesiz caymaz.

32- And olsun ki senden önce de nice  peygamberler alaya alınmıştı. İnkâr  edenlere önce süre tanıdım, sonra ceza- larını verdim. Cezalandırmam nasıldı?

33-  Herkesin yaptığını gözeten Allah, bunu yapamayan putlarla bir olur mu? Onlar Allah'a ortak koştular. Ey Mu­hammedi De ki: "Onlara bir ad bulun bakalım. Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Fakat inkâr edenlere, küfürleri güzel gösteril­di ve doğru yoldan alıkonuldular. Za­ten Allah'ın saptırdığına yol gösteren bulunmaz.

34- Onlara dünya hayatında azab vardır, ahiret azabı ise daha çetindir.Allah'a karşı onları bir koruyan da yoktur.

 

Kelime ve İbareler:

 

Senden önceki peygamberleri gönderdiğimiz gibi "Seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete sana vahyettiğimizi" Kuran'ı "okuman için gönderdik. Onlar" Rahman'a secde etmeleri emredildiğinde, "Rahman da nedir?" diyerek"Rahman'ı" merhametli olan Allah'ı "inkâr ederler." Yani onlar, sonsuz rahmeti inkâr ederler ve Allah'ın nimetlerine şükretmezler. Onlara "de ki:" Ey Muhammedi "O'ndan başka ilah" ve ibadete layık hiç kimse "yoktur." Size karşı bana yardım edilmesi hususunda sadece "O'na tevekkül ettim." Yal­nız O'na güvenirim ve sizin de benim de "dönüşüm O'nadir."

"Eğer Kuranla dağlar yürütülmüş," yerlerinden başka mahallere nakle­dilmiş olsaydı "veya" yeryüzü "yarılmış" ve içinden pınar ve nehirler akar hale getirilmiş veya Kuran okunurken Allah korkusundan yarılıp çatlamış olsaydı "yahut ölüler" diriltilerek "konuşturulmuş olsaydı kafirler yine de inanmazlar­dı. Oysa bütün işler" her şeye kadir olmak başkasına değil sadece "Allah'a ait­tir. " Kafirlerin teklif ettikleri şeyler onlara verilse de başkaları değil yalnızca O'nun iman etmelerini dilediği kimseler mümin olabilir. Bu, ayet'in taşıdığı olumsuz manayı pekiştirmektedir. Yani "Oysa Allah, kâfirlerin istedikleri mu­cizeleri getirmeye muktedirdir. Ancak O'nun irâdesi, buna bağlı değildir. Çün­kü O, müşriklerin kalplerinin Allah'a karşı yumuşamayacağını bilir" demektir.

"Yey es "den murad "Bilir" demektir. Bu, Hevâzin lügatidir. Birçok âlim de bu görüştedir. Bu kavlin, "ümit kesmek" manasına geldiği de söylenmiştir. Bu­na göre mana; "Müminler, 'Allah dilese bütün insanları doğru yola eriştirebilir' gerçeğini bilmelerine ve kâfirlerin durumunu görmelerine rağmen onların iman etmelerinden, ümit kesmediler mi?" şeklindedir.

"En" edatı, "Enne"den muhaffefedir. Yani "Allah dilese, bütün insanları bir tek mucize ve belge bile olmaksızın iman etmeye hidayet eder." demektir. Bu, şu manaya gelir: "Allah, bazı insanların hidâyetlerini dilemediği için, onların doğru yola erişebilmeleri söz konusu değildir."

"İnkâr edenlere," Mekkeli kâfirlere inkârları "yaptıkları sebebiyle bir belâ­nın" öldürülme, esir edilme, savaş ve kuraklık gibi çeşitli şekillerde ansızın başlarına gelip onları korkutan ve dehşete düşüren bir belânın "dokunması ve­ya yurtlarının yakınına inmesi devam eder durur; Allah'ın sözü yerine gelinceye kadar" yani müminlere, kâfirlere karşı zafer nasib etmesi, ölüm, kıyamet veya Mekke'nin fethi gelinceye kadar bu böyle devam eder. "Muhakkak ki Allah" ya­lan söylemesi mümkün olmadığı için "verdiği sözden dönmez." Hakikaten Rasulullah (s.a.) Hudeybiye'ye kadar yaklaşmış ve neticede Mekke fethedilmiş­ti.

"Veya belânın inmesi" Burada Rasulullah (s.a.)'e hitab edilmiş olması da mümkündür. Çünkü O, Hudeybiye senesinde ordusuyla kâfirlerin evlerinin ya­kınına kadar yaklaşmış daha sonra Mekke'ye girmiştir.

"And olsun ki senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı." Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmektedir."Onlara uzun bir süre tanıdım sonra ceza­larım verdim." Yani seni alaya alanların durumu da aynıdır, onlara da böyle yapacağım. Bu kavil de Rasulullah (s.a.) için bir tesellidir.

"Herkesin yaptığını gözeten" ve koruyan o Allah yaptığı iyilik ve kötülükle­ri ile bu sıfatlara sâhib olmayan "putlar gibi midir? Asla! Ey Muhammed! "De fa Onların adlarını söyleyin" ve niteliklerini anlatın ki, bakalım ibadete hak kazanabilecekleri bir şeyleri var mı?' 'Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi" ortağı ■n "Allah'a haber veriyorsunuz?" Buradaki soru inkâr manası taşımaktadır, lani Onun hiçbir ortağı yoktur. Eğer olsaydı zaten onu bilirdi, demektir.

Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz?" Fakat kâfirlere inkârları güzel gösterildi ve doğru yoldan", hidayet yolundan "alıkonuldular."

"Onlara, dünya hayatında" öldürülme ve esir edilme şeklinde "azap var­dır. " "Ahiret azabı ise" dünyadakinden daha şiddetli ve daha can yakıcıdır, "da­ha çetindir. Allah'ın azabına karşı onları bir koruyan" veya bir engel olan "da yoktur." [62]

 

Nüzul Sebebi

 

31. Ayetin indiriliş sebebi ile ilgili Taberâni ve diğerleri İbn Abbâs r.a.)'dan şöyle rivayet eder: "Kâfirler Rasulullah (s.a.)'a dediler ki: 'Eğer dedi­ğin doğruysa bize, bizden önceki atalarımızı göster de ölü olan bu insanlarla konuşalım. Bizim için, şu etrafımızı kuşatan Mekke dağlarını daha ilerilere gö­türerek genişlet.' Bunun üzerine 'Eğer Kuran ile dağlar yürütülmüş veya yer­yüzü yarılmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı...' ayeti nazil oldu.

İbn Cerîr ve Ebî Şeyh İbn Hayyân el-Ensârî'nin yine İbn Abbâs (r.a.)'dan gelen rivayetde ise kâfirler şöyle dediler: "Kuran ile dağları yürüt, yeryüzünü yar ve yine onunla ölülerimizi mezarlarından çıkart." Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

İbni Ebi Hatim ve İbni Merduveyh, Atıyye el-Avfî'den şöyle rivayet eder: "Kâfirler, Rasulullah (s.a.)'a şöyle dediler: "Bizim için Mekke dağlarını yürüt-sen de toprağımız genişleyip onu eksek. Veya Süleyman'ın milleti için rüzgârla yardığı gibi yeryüzünü bizim için yarsan. Yahut da İsa'nın kavmine mucize için dirilttiği gibi ölüleri bizim için diriltsen." Bunun üzerine Allah, 'Eğer Kuran üe...' ayetini indirmiştir."

İbni Ebi Şeybe, İbni Münzir ve diğerleri Şa'bî'den şöyle rivayet eder: "Ku-reyş, Rasulullah (s.a.)'a dedi ki: 'Eğer iddia ettiğin gibi peygambersen Mek­ke nin iki dağını birbirinden uzaklaştır. İkisi arasında dört veya beş günlük bir mesafe olsun. Çünkü orası dardır. Böyle yap ki orasını ekip hayvanlarımızı ot­latalım. Ölü olan atalarımızı dirilt ki bizimle konuşup senin peygamber oldu­ğunu haber versinler. Yaptığını iddia ettiğin gibi bizi de Şam'a veya Yemen'e ya da Hayra'ya götür de biz de bir gecede oralara gidip gelelim.' Bunun üzerine bu ayet nazil oldu." [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah bize müşriklerin, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini isbat eden mucizeler istediklerini anlattıktan sonra Muhammed (s.a.)'in de milletleriyle karşı karşıya gelen diğer peygamberler gibi olduğunu beyan etmiştir. Geçmiş milletler de peygamberlerinden mucizeler istemişler, Allah öncekilerin bu is­teklerini yerine getirmiş fakat yine de iman etmemişlerdir. Bunun üzerine Al­lah, müşrikleri mahv-ı perişan ederek onlara azab etmiştir.

"Eğer onlar bir mucize istiyorlarsa işte biz sana bu Kitab'ı verdik. Sen onu okuyorsun. Allah, müşriklerin istedikleri her şeyi yerine getirmeye kadirdir. Fakat bu, maksadı gerçekleştirmez." Bundan sonra Allah, onları başlarına ge­lecek belâlarla tehdit etmiş ve peşinden kâfirlerin Rasulullah (s.a.) ile alay et­melerine karşılık onu teselli etmiştir. [64]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Geçmiş ümmetlere peygamberler gönderdiğimiz gibi Al­lah'ın dinini ve sana vahyettiklerimizi kendilerine bildirmen için seni de bu ümmete gönderdik. Senden önceki peygamberler yalanlandı. Onlar sana birer örnektir. Onlara şiddetli azabımızı indirip, cezalandırdığımız gibi bunlar da başlarına cezanın gelmesinden sakınsınlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Allah'a and olsun ki, senden önceki ümmetlere peygamberler gön­derdik. " (Nahl, 16/63) "Senden önce nice peygamberler yalanlandı ve kendileri­ne yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve eza edilmeye katlandılar. Al­lah 'm sözlerini değiştirebilecek yoktur. And olsun ki peygamberlerin haberi sa­na da geldi." (En'am, 6/34).

Netice olarak mana şöyledir: Muhakkak ki Biz, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdiğimiz gibi seni de insanlara teblîğ ettiğin ve okuduğun bir Kitap ile gönderdik. Peygamberler yalanlanınca bak onlara nasıl yardım edip, onları ve onlara uyanları dünya ve ahirette mutlu sona eriştirdik.

Seni kendilerine gönderdiğimiz bu ümmet, rahmeti her şeyi kaplayan Rahmân'ı inkâr eder, Onu ikrar etmez, nimetlerine ve ihsanına şükretmez ve 'O'nun ortağı vardır' derler.

Onlara de ki: 'Ben, sizin inkâr ettiğiniz Rahmân'a iman ediyor, O'nu itiraf edip, Rab ve ilâh olarak tanıyorum. O, benim her işimi idare eder ve benim ya-ratıcımdır. O, benim kendisinden başka ilâh olmayan Rabbimdir. Ondan baş­ka ne rab ne de mabud vardır.'

Bütün işlerimde O'na tevekkül ettim. Her işimi O'na havale edip O'na gü­vendim. Dönüşüm de O'nadır. Çünkü O'ndan başka hiç kimse buna lâyık değil­dir. Veya tevbem O'nadır." İkinci mana, "Suçunun bağışlanmasını dile" (Gafir, 55) ayetindeki manayla aynıdır.

Bundan sonra Allah Tealâ, Kuran'ın azametini, sânını ve daha önce indiri­len diğer kitaplar üstünlüğünü açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Eğer daha ön­ce indirilen kitaplara arasında bir kitap olup onu okumakla dağlar yerlerinden yürütülmüş veya yeryüzü parçalanıp yarılmış ve nehirler, pınarlar fışkırtılmış yahut onu okumakla kabirlerindeki ölüler diriltilerek konuşturulmuş olsaydı, bu özelliklere sâhib olan kitap başkası değil yine bu Kuran olurdu. Hatta için­deki îcâz sebebiyle öncelikle o olurdu. Öyle ki insanlar ve cinler, ne onun gibi bir kitabı ne de her hangi bir suresinin benzerini getirmeye güç yetirebilirlerdi. Yine o, önünden ve arkasından içine batılın giremiyeceği bir kitaptır. Çünkü yaratıcının varlığını gösteren yaratılışla ilgili delilleri, insanlığı düzelten ve on­ları dünya ve ahirette mutlu kılan kanun ve hükümleri ihtiva etmektedir. Şu ayet de zikri geçen ayetin benzeridir: "Ey Muhammedi Eğer Biz, Kuranı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça ol­duğunu görürdün." (Haşr, 59/21).

Oysa bütün işlerin döneceği yer Allah Tealâ'dır. Eğer bir işi O dilerse olur, aksi takdirde olmaz. Allah, kimi sapıklığa düşürürse ona kimse doğru yolu gös­teremez. Hidayete erdirdiklerini de hiç kimse delâlete düşüremez. Allah Tealâ, mutlak iradesi ve hükmüyle mucizeleri indirir. O, her şeye kadirdir. Eğer kâfir­lerin isteklerini gerçekleştirmek uygun olup, hikmet ve maslahatı ihtiva etsey­di onları yapardı. Ancak Kuran, akıllı insanlar için mucize olarak yeter de ar­tar. İlâhî irade, bundan başkasına bağlı değildir. Çünkü Allah Tealâ, onların bu isteklerinin fayda vermiyeceğini ve kalplerinin yumuşamıyacağını bilmektedir. Onların kalpleri taşlaşmış hatta daha da katı olmuştur. Sapıklığa düşürmek ve hidayet, sebep-sonuç prensibine bağlıdır. Allah, Kuranda hidâyete yetecek ayetler indirmiştir. Kim bunlardan yüz çevirirse sapıklığa düşer. Dolayısıyla ayetleri terketmek, dalâlete düşme sebebidir.

Müminler, eğer dilerse Allah'ın Kuran ile bütün insanları imana hidayet etmeye kadir olduğunu bilmediler mi? Veya, iman edenler, bütün mahlûkâtın imanından ümit kesip, eğer dilerse Allah'ın bütün insanları dinine hidayet ede­bileceğini bilmiyorlar veya düşünmüyorlar mı? Zira akıl ve gönüllere bu Ku-ran'dan daha üstün gelen ve daha çok tesir eden bir delil ve mucize söz konusu değildir."

Buharî'de bulunan sahih hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir peygamber yoktur ki ona, insanların iman etmiş olduğu bir mucize ve­rilmiş olmasın. Ancak bana verilen, Allah'ın bana vahyettiği Kuran'dır. Ben, kıyamet gününde ümmeti en çok olan peygamber olmayı ümit ediyorum." Mana şudur: Her peygamberin mucizesi vefatıyla son bulmuştur. Bu Kuran ise ebe-diyyete kadar bakî olan bir delildir. İnsanı hayrete düşüren unsurları tüken­mez, pek çok kere reddedilmesine rağmen benzeri ortaya konamaz. Alimler ona doyamaz. O eğlence için olmayıp kesin bir sözdür. Onu terkeden zâlimi Allah mahveder. Kuran'dan başka yerde doğru yolu arayanı Allah sapıklığa düşürür.

"Seni yalanlamaları ve sonuna kadar inkârlarına devam etmeleri sebebiy­le dünyada öldürülme, esir edilme ve mallarının ganimet olarak zorla alınması gibi musibet ve belâların, kâfirlerin başlarına veya öğüt ve ibret almaları için etrafındakilerin başlarına gelmesi devam eder durur." Allah Tealâ şöyle buyur­muştur: "And olsun ki çevrenizde bulunan bir çok kasabaları yok etmişizdir.

Belki doğru yola dönerler diye ayetleri türlü türlü anlatmışızdır." (Ahkaf, 46/27).

"Onlara karşı sana yardım ederek onlar hakkındaki sana olan vaadini ye­rine getirene kadar... "Bu vaad, İbn Abbâs (r.a.) ve diğer alimlerin de belirttiği gibi Mekke'nin fethidir. Veya bu âlem diğer kâfirler için son bulana kadar."

"Doğrusu Allah", sana söz verdiği kâfirlere karşı zafer "vadini yerine geti­rir. Peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara dünya ve ahirette yardım edeceği hususundaki verdiği sözü bozmaz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sakın Al­lah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlü­dür, öç alandır." (İbrahim, 14/47).

Bundan sonra Allah, bu mucizeleri isteyerek kâfirlerin alay etmelerine ve kavminden bazılarının yalanlamalarına karşılık Peygamberin (s.a.)'e bir teselli olarak ve bu sebepten kendisine zor gelen hâli hafifleten bir ayet indirmiştir: "Eğer kavminden bazıları seni yalanlar ve müşrikler seninle alay eder, inat ve kibir olsun diye senden mucizeler isterlerse onların eziyetlerine sabret. Senden önceki peygamberlerde senin için örnekler vardır." Hemen peşinden Allah Tealâ, onlara nasıl davranacağını bildirmiştir: "İnkâr edenleri bir müddet bek­lettim, onlara süre tanıdım. Sonra onlara azap ettim. Bak bakalım, onları ceza­landırmam nasıldır?" Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Nice kasabalara, haksız oldukları halde, mehil vermiştim. Sonunda onları yakalayıverdim. Dönüş an­cak Banadır." (Hacc, 22/48).

Buharî ve Müslim'de Rasulullah (s.a.), "Şüphesiz Allah, zâlime mühlet ve­rir. Nihayet onu yakaladığında zâlim O'nun elinden kurtulamaz." buyurmuş sonra da "Allah, kasabaların zâlim halkını yakalayınca böyle yakalar; yakala­ması da şiddetli ve elimdir." (Hûd, 11/102) ayetini okumuştur. Ayetten maksat şudur: "Şüphesiz Ben, o geçmiş ümmetlerden öç aldığım gibi bu kâfirlerden de öç alacağım."

Burada Allah Tealâ, kâfirlerin içinde bulundukları durumu ve aklî yapıla­rını kınamış ve onların bu hâline şaşılması gerektiğini belirtmiştir: Doğrusu Allah, her nefsi ve işlediği iyilik ve kötülükleri bilmektedir. O, her şeyi bilir ve her şeye kadirdir. Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dâir Kuran'dan ne okursanız okuyun; ne yaparsanız yapın, yaptıklarınıza daldığınız anda mutlaka Biz, sizi görürüz." (Yunus, 10/61). "Dü­şen yaprağı ancak O bilir." (En'am, 6/59). 'Yeryüzünde yaşayan bütün canlıla­rın rızkı ancak Allah'a aittir. O, canlıları babalarının sulbünde kararlaşmış ve analarının rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Herşey apaçık bir Kitap'ta-dır."(Hûd, 11/6).

Allah, her şeye kadirken ve her şeyi bilirken nasıl olur da o kâfirler kadir olan ve bilen bir zâtı, ne kendisi ne de başkası için fayda ve zarar vermeye güç yetirebilir bir varlıkla bir tutarlar. Nasıl olur da böyle bir varlığı rab edinip de ondan kendilerine fayda sağlamasını ve zararı uzaklaştırmasını isteyebilirler!" Ayet, aralarında benzerliğin olmadığını ispat etmektedir.

Allah Tealâ, geçen manayı pekiştirerek şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'a ortaklar koştular." Allah'a, putlar ve eşlerden ortaklar koşarak, O'nunla bera­ber bu ortaklara taptılar.

Arkasından bir kere daha onları kınamış ve azarlamıştır: "De ki: 'Onları bize anlatıp, bildirdin. Üzerlerindeki sis perdesini aralayın da insanlar onları tanısınlar. Zira onlar gerçek değildir. Fayda ve zarar veremedikleri için de iba­det edilmeye asla lâyık değillerdir."

"Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi" Yoksa Allah'a, mevcut olmayan fakat ibadet edilen ortakları mı "haber veriyorsunuz?" Çünkü eğer bu ortaklar yeryü­zünde bulunsalardı Allah, mutlaka onları bilirdi. Zira O, her şeyi bilir. Ayet, or­takların mevcudiyetini iptal etmiştir. Soru ise, kınama ve azarlama manası ta­şımaktadır.

"Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz?" Yoksa onların fayda ve zarar ver­diklerini zannederek mi veya boş yere batıl olarak bunu söyleyerek mi onlara

ortaklar' diyorsunuz. Yani, siz bu putlara ancak fayda ve zarar verdikleri zan­nıyla taparak, onlara ilâh adını verdiniz." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah, onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve canlarının is­tediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehbe­ri gelmiştir." (Necm, 53/23).

Netice olarak "Herkesin yaptığını gözeten Allah..." ayetinde, müşriklerle mücadele edilmiş, kınanıp azarlanmışlar ve onların kafa yapılarına şaşılıp hayret edilmiştir. Böylece bu ortakların ibadet edilmeye lâyık oldukları husu­sundaki aklî ve naklî deliller ortadan kaldırılmıştır.

Kâfirlerle yapılan bu münakaşa ve mücadelenin hiç bir faydası yoktur. Çünkü onlara, inkârları, içinde bulundukları sapıklık ve gece gündüz buna ça­ğırmaları güzel gösterilmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurur: '[Onların yanına bir takım yardakçılar koyarız da geçmişlerini geleceklerini onlara güzel gösterir­ler " (Fussilet, 41/25). Onlara, içinde bulundukları sapıklık doğru ve güzel gös­terilmesi sebebiyle hak yolundan, Allah yolundan ve mutedil din yolundan doğru yoldan alıkonuldular."

Zâten Allah, küfrü ve isyanı sebebiyle kimi hor ve zelil kılarsa, onu hidâ­yete, kurtuluş ve mutluluk yolunda yürümeye muvaffak kılacak hiç kimse yok­tur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez." (Maide, 5/41). "Ey Muhammedi Onların doğru yolda olmalarına ne kadar özensen, yine de Allah saptırdığını doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da olmaz." (Nahl, 16/37).

Bundan sonra Allah Tealâ, onların çekecekleri cezayı bildirerek şöyle bu­yurmuştur: Onlara dünyada müslümanlann eliyle öldürülme, esir edilme, zelîl cima ve savaş gibi şiddetli bir ceza veya bedenlerine isabet eden belâlar yada benzeri musibetler vardır.

"Âhiret azabı" dünyadaki azaptan "daha şiddetli" ve daha can yakıcıdır. Müslim de İbn Ömer (r.a.)'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), biribirlerine lanet eden iki kişiye şöyle demiştir: 'Şüphesiz dünya azabı, ahiret azabın­dan daha kolaydır.' Çünkü dünya azabı bir süre içindir. Diğeri ise cehennemde ebedî ve devamlıdır. Ahiretteki azap, dünyadakinin 70 katı fazladır.

"Allah'a" azabına karşı "onları bir koruyan", muhafaza eden ve himaye eden kimse de "yoktur". Allah katında O'nun izni olmadan hiç kimseye şefaat da edilmez. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususları dile getirmektedir:

1- Muhammed (s.a.)'in gönderilmesinden önce peygamberlerin yollanması apaçık bir gerçektir. Milletlerinden bir kısmı onlara iman ederken pek çoğu da yalanlamış ve Rahman olan Allah'ı inkâr etmişlerdir.

2- Allah, ümmetlere peygamberler gönderip onlara, kendilerine okunan Kitaplar verdiği gibi peygamberi Muhammed (s.a.)'e de Kur'an'ı ihsan etmiştir. Rasulullah (s.a.) da onu ümmetine okuyordu. Durum böyleyken o kâfirler niçin Kur'an'dan başka mucizeler isterler?

3- Allah, kendisinden başka ilâh ve mabud bulunmayan gerçek ilâhtır. Sı­fatları farklı olsa da O, zâtıyla tektir. Kullar, sadece O'na tevekkül eder, daya­nır ve güvenir. Yarın kullar yalnız O'na döneceklerdir. Mümin kul, takdirine rı­za gösterip hükmüne teslim olarak bugün de yarın da her zaman O'na tevekkül eder.

4- Eğer dağları yerinden hareket ettiren, nehirler ve pınarlar fışkırtan, yeryüzünü yaran ve diriltmek için ölüleri konuşturan semavî bir kitap olsaydı, bu kitap, Kur'an olurdu. Eğer bütün bunları sizin Kur'an'ınızdan önceki Kitap yapsaydı sizin Kur'an'ınız da aynısını yapardı.

5- İnsanlar bilmelidir ki eğer Allah dilerse, insanlar burdan ve mucizeleri görmedikleri, yaratılış delillerini düşünmedikleri halde bütün insanlara hida­yet eder. Fakat Allah Tealâ, bütün insanların doğru yola erişmesini dilememiş-tir.

6- Rasulullah (s.a.)'ı alaya alan Kureyş ileri gelenlerinin başına geldiği gi­bi kâfirlere de yıldırım, esir edilme, kuraklık, zelzele, yanardağ patlaması ve benzeri helak edici azap ve belâlar her zaman iner durur.

Bazen bu azap yakın çevrelerinde bulunan insanlara da iner ve onlar, bu azaptan da etkilenirler.

"And olsun ki, senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı" ayeti, Rasulullah (s.a.)'ın teselli edildiğini ve kavminin beyinsizliğine karşı onun ay­dınlatıldığını göstermektedir. Zira kavminin seni alaya aldığı gibi diğer pey­gamberlerin milletleri de onlarla alay etmişlerdir. Yine bu ayet, kâfirlerin teh­dit edildiklerine işaret etmektedir. Çünkü Allah Tealâ, onlardan kendisinin iman edeceklerini bildiği kimselerin mümin olması için onlara kısa bir süre ve­rir. Sonra takdir edilen zaman gelince onları yakalayıp cezalandırır. Mekkeli müşriklerden önceki kâfirlere ne yaptıysa, o müşriklere de, hatta her devirde yaşayan bütün kâfirlere de aynısını yapacaktır.

8- Kulların yapmış oldukları işler sebebiyle onlara fayda ve zarar veren Allah Tealâ ile fayda ve zarar veremeyen putlar arasında kesinlikle bir benzer­lik yoktur. Sadece Allah Tealâ, her şeye kadirdir ve her şeyi bilmektedir. Ayetin takdiri şöyledir: "Herkesin yaptığını gözeten ve muhafaza eden Allah, fayda ve zarar veremeyen ortaklarıyla bir olur mu!"

9- Putlar gerçek olmayıp, Allah'a koşulan ortaklar da mevcut değildir. Müşrikler, ancak şüphesiz gerçeği ifade etmeyen mücerret bir zanna ve hiç bir işe yaramayan boş ve batıl bir söze bel bağlamışlardır. İşin gerçek yüzü şudur: Şeytan onlara kötü itikatlarını güzel göstermiş ve Allah yolundan, hak dinin­den onları alıkoymuştur. Veya onlara sapıklıklarını ve küfürlerini güzel göster­miştir.

10- Allah'ın hor ve zelil kılıp, doğru yolu bulamayacağını bildiği kimselere, doğru yolu gösterebilecek, onları muvaffak kılacak ve ellerinden tutup kurtu-iuş ve saadet yoluna sokabilecek hiç kimse yoktur.

11- Haktan ve tevhîd dininden alıkoyan müşriklere dünyada öldürülme, yurtlarından sürülme, esir edilme, kınanma, hakir görülme şeklinde bir çok azap ve daha nice hastalıklar ve belâlar vardır. Fakat azabın daha şiddetlisi ahirettedir. Allah'ın azabının onlara ulaşmasına engel olan veya azabı uzaklaş­tıran bir kimseleri de yoktur.

Bu ayet, Allah Tealâ'nın kâfirlere hem dünya azabını hem de ondan daha çetin olan ahiret azabını beraberce tatbik edeceğini ve gerek dünyada gerekse ahirette buna hiç kimsenin engel olamayacağını haber vermektedir. [66]

 

Cennetin Özellikleri, Ehl-i Kitabın, Rasulullah (S.A.)'A Karşı Tutumları Ve Müşriklerin Şüpheleri

 

35- Allah'a karşı gelmekten sakınanlara vaadedilen cennet: Altından ırmaklar akar. Oranın yiyecekleri devamlıdır, gölgeleri de. Bu, elde edeceği sonuçtur. İnkarcıların varacağı sonuç ise ateştir.

36- Kendilerine Kitap verdiklerimiz, sa­na indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde ise, onun bir kısmını in­kâr edenler vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na asla or­tak koşmamakla emrolundum. Hepinizi ancak O'na çağırıyorum ve dönüşüm O'nadır."

37- Böylece Biz, Kuran'ı arapça bir hü­küm ve hikmet olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların hevesleri­ne uyarsan, and olsun ki, Allah'tan senin için ne bir yardımcı vardır, ne de bir koruyucu.

38-And olsun ki, senden önce nice peygamberler gönderdik, onlara eşler ve Aliahın  nlmnnan çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getire­mez. Her zamanın yazılmış bir hükmü vardır.

39- Allah dilediğini siler, dilediğini bı­rakır. Ana Kitap, O'nun katmdadır.

 

İ'rab

 

"Cennet" kavli, mübteda merfûdur. Haberi ya mahzuf olup takdiri, "Size okunan ayetlerde cennet şöyledir:" şeklindedir, ki bu, Sîbeveyh'in görüşüdür. (Meal de buna göredir). Ya da, "altından ırmaklar akar" kavlidir. Bu da Ferrâ'nm görüşüdür. [67]

 

Belagat

 

"Böylece Biz, Kuran'ı... indirdik." cümlesinde teşbih vardır. Buna mürsel mücmel teşbih denir.

"Oranın yiyecekleri devamlıdır, gölgeleri de." cümlesinde hazif yoluyla îcâz vardır. "Gölgeleri de devamlıdır." demektir. Önceki cümleden anlaşıldığı için, bu cümlenin haberi hazfedilmiştir.

"Bu, Allah'tan sakınanların elde edeceği sonuçtur. İnkarcıların varacağı sonuç ise ateştir." ifadesinde mukabele adı verilen edebî bir sanat vardır. "De ki: Ben ancak Allah'a kulluk etmekle emrolundum.'" cümlesinde kasr sanatı var­dır. Bu, kasr-ı izafî olup mevsûfun sıfata tahsîsi türündendir. Yani "Sana Al­lah'a kulluk etmekten başka bir şey emredilmemiştir" demektir.

"Nice peygamberler gönderdik" cümlesinde iştikak cinası vardır.

"Onların heveslerine uyarsan" cümlesi; tahrik etmek ve heyecanlandırmak kabilindendir. Ayrıca dinleyenleri dinde sebat etmeye, tavizsiz olmaya, delilleri iyice kavradıktan sonra şüphelerden etkilenmemeye teşvik etmektedir. Yoksa Rasulullah (s.a.)'m en ufak bir taviz bile vermesi söz konusu değildir.

Siler... bırakır." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [68]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Cennetin" alışılmışın dışındaki "özellikleri" oranın "yiyecekleri" oranın mahsûlü kesintiye uğramaz ve bitmez "devamlıdır."

"Zil" kavli, "zılal" lafzının tekilidir. Burada haber mahzuftur. Yani "Cenne­tin gölgesi devamlı olup, güneş onu yok edemez. Çünkü orada güneş yoktur" demektir.

"Bu" cennet, şirkten "sakınanların elde edeceği sonuç" ve neticedir.

"İnkarcıların varacağı sonuç ise sadece ateştir." İki nazmın peşpeşe zikre­dilmesi müttakileri umutlandırırken, kâfirleri ümitsizliğe sevketmektedir.

Yahudi müminlerden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (r.a.) ve iman eden hristiyanlar gibi; müslüman olan "Kitap Ehli", ey Muhammed! "sana indirilene sevinirler." Bunlar toplam 80 kişiydi. 4O'ı Necranlı, 8'i Yemenli, 32si veya ta­mamı Habeşliydi. Zira onlar, kendi kitaplarına muvafakat eden ayetlerin indi­rilmesine memnun oluyorlardı.

"Ahzab" kavli; savaş, entrika ve benzeri sebeplerden bir araya toplanmış grup, demek olan "hızb" lafzının çoğuludur. Onlar, yahudi Ka'b b. Eşref ve ar­kadaşları gibi Peygamberimize karşı bir araya gelen müşrik ve yahudilerdi.

"Onun bir kısmını inkâr edenler vardır." İnkâr ettikleri şeyler, kendi şeri­atlarına karşı çıkan, şeriatlarından tahrif ettikleri hükümleri onaylayan, Rah-mân'm zikrinin ve kıssaların dışında kalan ayetlerdir.

İnkâr edenlere cevap olarak de ki: "Ben ... Allah'a kulluk etmekle ve O'na asla ortak koşmamakla emrolundum." Bana indirilen ayetlerde Allah'a ibadet etmem ve O'nu bir kabul etmem emredildi. O'nu inkâr etmeye imkân yoktur. Sizin şeriatlarınıza karşı çıkan ayetleri inkâr etmenize gelince, feri meseleler-deki hükümlerde şeriatların ve ilâhî kitapların farklı olması yeni meydana ge­len bir hadise değildir.

"Hepinizi" başkasına değil "ancak O'na çağırıyorum ve"" yaptıklarımın karşılığı için "dönüşüm" başkasına değil yalnız "O'nadir." İşte bütün peygam­berler arasında ittifak edilip, esas kabul edilen hususlar bunlardır. Bunların dışında kalan ferî hükümler ise zamana ve milletlerin farklı yapılarına göre değişir. Dolayısıyla ilâhî kitaplar arasındaki farklılıkları inkâr etmelerinin hiç­bir manası yoktur.

"Biz," dinlerin, üzerinde icmâ edilen esaslarına şâmil olan ayetlerimizi in­dirdiğimiz gibi hikmetin gerektirdiği şekilde insanların arasındaki problemlere ve olaylara hükmeden "Kuranı" ezberlemeleri ve anlamaları kolay olsun diye Arapların dilinde "arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik."

"Sanu" bu şekilde davranmamanı sağlayan "ilim geldikten sonra" Kabe, kıble olarak tayin edildikten sonra kıblelerine doğru namaz kılman gibi farz-ı misal seni dinlerine çağırdıklarında "onların heveslerine"eğer kâfirlere "uyar­san andolsun ki Allah'tan" Allah'ın azabından "senin için ne bir yardımcı vardır, ne de bir koruyucu." O'na engel olan bir yardımcı, yani sana yardım ede­cek, cezalandırılmanı engelleyecek hiç kimse yoktur. Bu ayet, kâfirlerin ümitle­rini boşa çıkarmakta ve müminleri dinlerinde sebat etme hususunda harekete geçirmektedir.

"Allah'ın dilemesi ve iradesi olmadan hiçbir peygamber, Allah katında" kendisinden istenen "bir ayeti" veya hükmü "getiremez. Zaten böyle bir şey doğ­ru da değildir. Çünkü onlar Allah Tealâ'nın önünde boyun eğmiş kullarıdır."

"Her zaman yazılmış hükmü vardır." Yani, her vaktin ve müddetin, kulla­rın iyi ve sâlih olmalarının gerektirdiği şekilde onlar için yazılmış bir sınırı ya­da belirli bir hükmü vardır.

"Allah, dilediğini siler," neshedilmesini doğru gördüğü şeyin hükmünü or­tadan kaldırır. Hikmetinin gerektirdiği şekilde "dilediği hükümleri de yerinde bırakır." Denilmiştir ki: Allah, tevbe edenin günahlarını silip, yerine sevapları­nı bırakır.

"Ana kitap" olan Levh-i Mahfuz, "O'nun katındadır." Bu Kitap'ta hiçbir şey değişikliğe uğramaz, o, Allah'ın ezelde yazdığı Kitap'tır. Olan herşey veya ilâhî ilim, o Kitapta yazılıdır. [69]

 

Nüzul Sebebi

 

38. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, Kelbî şöyle der: "Yahudiler, Rasulullah (s.a.)'ı ayıplayarak şöyle dediler: Bu adamın, kadınlar ve evlenmek­ten başka bir düşüncesi olmadığını görüyoruz. Eğer iddia ettiği gibi peygamber olsaydı, peygamberlik görevi onun kadınlarla meşgul olmasını engellerdi. Bu­nun üzerine Allah Tealâ, şu ayeti indirdi: 'And olsun ki senden önce nice pey­gamberler gönderdik. Onlara eşler ve çocuklar verdik. "[70]

Mücâhid şöyle der: "'Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremez.' ayeti indirilince Kureyş şöyle dedi: Ey Muhammedi Senin bir şeye sa-hib olduğunu görmüyoruz. Rabbin artık ayet indirmiyor. Bunun üzerine Allah Tealâ, 'Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır.' ayetini indirdi."[71]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, kâfirlerin dünya ve ahirette görecekleri azabı zikretmiş, he­men peşinden müttakilerin sevabını ve müminlere hazırladığı Naîm cennetle­rini haber vermiştir. Bu, Kuran-ı Kerim'in özelliğidir. Ne zaman cehennemi ve azabı anlatsa akabinde cenneti ve nimetlerini haber verir. Furkan suresinde Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Zaten onlar, kıyamet saatini de yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır. Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce onun kaynamasını ve uğultusunu işitir­ler. Elleri boyunlarına bağlanarak dar bir yerden atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler. "Bir kere yok olmayı değil, birçok defa yok olmayı isteyin." denir. De ki: "Bu mu iyidir yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanlara mükâfat ve gidilecek yer olarak söz verilen ebedî cennet mi daha iyidir?" Temelli kala­cakları cennette diledikleri şeyleri bulurlar. Bu, Rabbinin yerine getirilmesi iste­nen bir vaadidir." (Furkân, 25/11-16).

Bundan sonra Allah Tealâ, ehl-i kitap müminlerinin, Rablerinden kendile­rine indirilenlerle Kuran'ın birbirine uygunluğu sebebiyle sevindiklerini, diğer bir grubun ise bunu inkâr ettiklerini haber vermiştir.

Arkasından Allah Tealâ, müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'m peygamberliğini geçersiz saymak için çok hanımla evlenmesine ve mucize getirmekten âciz olduğu şeklindeki gibi çeşitli şüphelerini ortaya koymuş sonra bunları şu şekil­de reddetmiştir: Muhammed (s.a.) de diğer peygamberler gibi olup onun da ha­nım ve çocukları vardır. Mucize getirilmesi ise başkasına değil sadece Allah Tealâ'ya ait bir iştir. Azabın indirilmesi, belirli bir müddetle sınırlıdır. Her ola­cak şeyin belirli bir vakti vardır. [72]

 

Açıklaması

 

Sana anlattıklarımızda veya sana okunanlarda alışılmışın dışındaki mi­sallere benzeyen cennetin özellikleri vardır. Allah'ın muttakîlere vaadettiği bu cennetin, yanlarından, kenarlarından ve ehlinin dilediği şekilde akan nehirleri vardır. Bu nehirler, çağlaya çağlaya akar ve cennet ehlinin dilediği şekilde yol alırlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ır­makları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onla­ra orada her türlü ürün ve Rablerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?" (Muhammed, 47/15).

Orada yenilen meyvelere ve yiyeceklere, içilen içeceklere ne ara verilir ne de bunlar son bulur. Aynı şekilde gölgesi de devamlıdır, yok olup gitmez. Orada ne güneş ne sıcak ne de soğuk vardır." "Orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görmezler." (İnsan, 76/13).

Buharî ve Müslim'de İbn Abbas (r.a.), Kusûf (güneş ve ay tutulması) na­mazından bahsederken şöyle demiştir: Sahabe dedi ki: Yâ Rasulallah! Seni, şu­rada durduğun yerde bir şeyler yerken gördük. Sonra korkup, çekinip uzaklaş-tın. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: Doğrusu ben, cenneti gördüm. Ondan bir salkım yedim. Eğer onu alsaydım dünya durdukça ondan yerdiniz."

Allah Tealâ, cennetin bu üç özelliğini zikrettikten sonra şöyle buyurmuş­tur: Bu cennet, muttakîlerin elde edeceği sonuç ve neticedir. İnkârları ve gü­nahları sebebiyle kâfirlerin âkibeti ise cehennemdir. Allah Tealâ şöyle buyur­muştur: "Cehennemliklerle cennet ehli bir değildir. Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir." (Haşr, 50/20).

Ayetten maksat şudur: Allah'tan korkanların sevabı şaibelerden uzak ve devamlı olup sahibine fayda verir. Yine ayet, muttaki müminleri umutlandırır­ken, kâfirleri ümitsizliğe düşürür.

Bundan sonra Allah Tealâ, Ehl-i Kitab'ın Kuran karşısında iki gruba ay­rıldıklarını bildirmiştir. Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar iki gruba ayrılmıştır. Verilen kitapla amel edenler sana indirilen Kuran-ı Ke-rim'e sevinirler. Çünkü onların kitaplarında Kuran'ın doğruluğunu gösteren şahitler ve müjdeler vardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Kendilerine verdi­ğimiz Kitab'ı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar." (Ba­kara, 2/121). Onlar, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi bir grup yahudi ve bir grup hristiyandır. Habeşistan, Yemen ve Necran'dan 80 kişiydiler.

Yahudi Ka'b b. Eşref, Seyyid, Âkib Uskafey Necrân ve adamları gibi Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturan ehl-i kitap içinde ise sana gelen hakkın bir kısmını inkâr edenler vardır. İnkâr ettikleri bu ayetler, ya şeriatlarına ya da tahrif ettikleri hükümlere muvafakat etmemiştir.

Yahudi ve Hristiyanlar arasındaki Kuran-ı Kerim ile ilgili bu fikir ayrılığı karşısında Allah Tealâ, kurtuluş ve mutluluk yolunu zikrederek şöyle buyur­muştur: "Ey Muhammed! De ki: 'Ben sadece, ortağı olmayan Allah'a ibadet için gönderildim. Benden önceki peygamberler de bu maksatla gönderilmişlerdi, in­sanları sadece O'nun yoluna, O'na itaat etmeye ve O'na kul olmaya çağırıyo­rum. Yaptıklarımızın karşılığını görmek ve hesaba çekilmek için benim de sizin de, dönüşümüz yalnız O'nadır.'"

Şu ayet de bu manadadır: "De ki: Ey Kitap Ehli! Ancak Allah'a kulluk et­mek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benim­sememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin. Eğer yüz çevirir­lerse 'Bizim müslüman olduğumuza şâhid olun.' deyin." (Âl-i İmran, 3/64).

Bu ayet, öldükten sonra kıyamet gününde dirilme, hesaba çekilme ve ya­pılanların karşılığını görme esaslarına işaret ettiği gibi aynı şekilde Allah'ın birliği ve şirki reddetme temellerine de dikkati çekmektedir.

"Biz, senden önce peygamberler gönderip onlara kitaplar indirdiğimiz gibi aynı şekilde sana da içinde hiçbir eğrilik bulunmayan, apaçık olan, anlamaları ve ezberlemeleri kolay olsun diye kavminin dilinde Arapça olarak Kuran-ı Ke-rim'i indirdik." Bu ayet, göstermektedir ki bütün peygamberler, milletlerinin konuştuğu dille gönderilmişlerdir. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Milletlerine apa­çık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik." (İbra­him, 14/4).

"Hükmen" kavlinden maksat şudur: Kuran, hak ile batılı birbirinden ayı­rır, helâl ile haramı, dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıran kanun ve nizamla­rı açıklayarak her hususta hükmeder.

Bundan sonra Allah Tealâ, farz-ı misal kabilinden şöyle buyurmuştur: Eğer sen, kıble Kabe'ye döndürüldükten sonra Beyt-i Makdis'deki kıblelerine yönelmek gibi onların görüş ve güzel sözlerine uyarsan, and olsun ki Allah'a karşı sana yardım eden, seni Allah'ın cezalandırmasından koruyup, ona engel olan ve seni azaptan kurtaran çıkmaz." Bu ayet, aslında Rasulullah (s.a.)'m ümmetine hitap etmektedir. Aynı şekilde hak dini iyice anladıktan sonra sapık insanların yoluna uyan alimleri şiddetle tehdit etmektedir. Ayrıca bu ayet, kâ­firlerin ümitlerini tamamen boşa çıkarmakta ve müminleri dinlerinde sebat et­meye teşvik etmektedir. Ayette Rasulullah (s.a.)'a hitap edildiği halde asıl he­def ümmetidir.

Hemen peşinden Allah Tealâ, müşriklerin çok evlilikle Rasulullah (s.a.)'a dil uzatmalarını reddetmiştir: "Ey Muhammed! Seni müjdeleyici bir peygam­ber olarak gönderdiğimiz gibi aynı şekilde senden önceki peygamberleri de müjdeleyici olarak gönderdik. Onlar da yemek yiyor, sokaklarda geziyor, evle­niyor ve çoluk çocuk sahibi oluyorlardı." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor.'" (Kehf, 18/90).

Buhari ve Müslim'de Enes (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Bana gelince... Bazen oruç tutar bazen tutmam. Bazen ge­ceyi ibadetle geçirir bazen uyurum. Et yerim, evlenirim. Kim sünnetimden yüz çevirirse o, benim ümmetimden değildir."

İmam Ahmed ve Tirmizi Ebû Eyyûb (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şu dört şey, peygamberlerin sünnetindendir: Koku sürünmek, evlenmek, misvak kullanmak ve kınalanmak."

Rasulullah (s.a.)'ın 54 yaşından sonra -ki genellikle bu yaştaki erkekler kadınlara fazla ilgi duymazlar- birden fazla hanımla evlenmesinin sebepleri şunlardır: İslâm davetini yaymak, Arap kabileleri arasındaki yakınlaşmayı sağlamadaki maslahatı gözetmek, ahlâk ve hanımlar arasında adaletli davran­mada müslumanlara örnek olmak, cihat ve diğer sebeplerden dolayı kaybettiği kocasının yerine geçerek bazı kadınlara merhametli davranmak.

Burada Allah, kâfirlerin Rasulullah (s.a.)'ın, mucize isteklerine karşılık vermekten aciz olduğunu söyleyerek ona dil uzatmalarını reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah izin vermeden hiçbir peygamber milletine bir mucize ya da harikulade bir şey getiremez." Zaten bu doğru da değildir. Bu iş, onunla de­ğil bilâkis Allah Tealâ ile ilgilidir. O, dilediğini yapar ve istediği şekiide hükme­der. Size, bütün zamanlara karşı ebedî bir mucize olan Kuran-ı Kerim gelmiş­tir. O, Allah Tealâ'nın katından olduğunu ispat ederek, insanlara meydan oku­makta ve hasımlarını delillerle susturmaktadır.

"Her zamanın yazılmış bir hükmü vardır." Ayetler ve mucizeler, hikmet se­bebiyle vaktinde ve Allah'ın bildiği bir zaman içinde gelirler. Allah katında her şey bir ölçüye göredir: 'Şüphesiz Biz, her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.'" (Kamer, 49). Bu şu ayete benzemektedir: "Her haberin, gerçekleşeceği bir za­man vardır." (En'am, 6/67). Zemahşerî şöyle der: "Her vaktin, kulların iyi ve sâ-lih olmalarını gerektiren unsurun kullara zorunlu kılındığı bir hükmü vardır. Vaz' olunan şeriatlar, durum ve zamana göre değişebilen maslahatlardır. Musa ve İsa (a.s.) gibi geçmiş peygamberlerin, sonra Muhammed (s.a.)'in şeriatları zamanlarına uygun olarak gelmişlerdir. İnsanların ömürlerinin, ecellerinin, rı-zıklarınm ve işlerini yapabilmelerinin belirli vakitleri vardır. Bunlar, ne bir sa­niye öne geçer ne de bir saniye gecikebilirler." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler." (A'raf, 7/34).

Allah, dilediği ve hükmünün kaldırılmasını doğru gördüğü şeriatları nes-heder. Yerine bırakmayı istediği ve bırakılmasında maslahat gördüklerini de yerinde bırakır. Bu, Kuran-ı Kerim'dir. Bu sebepten Allah, onu peygamberine indirmiştir. Veya nesh edilmeden 'bırakmiştır.

Ya da bu yazılanlardan dilediğini ehlinin başına getirerek siler ve onu ger­çekleştirir."

Bütün kitapların aslı olan Levh-i Mahfuz O'nun katındadır... Çünkü her olacak şey orada yazılıdır. Veya içinde hiçbir şeyin değişmediği kitap O'nun ka­tındadır. Ya da Allah'ın ilmi ve meleklerin sahifelerinde bulunan her şeyi an­cak o Kitapta bulunanlara uygundur. O Kitap, bu sebepten dolayı asıldır."

İbn Ömer (r.a.) der ki: "Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: 'Al­lah, mutluluk, bedbahtlık ve ölüm dışındaki dilediği şeyleri siler, dilediklerini yerinde bırakır.'"

İbn Abbâs (r.a.) da şöyle der: "Allah, bazı şeyler dışında dilediklerini siler, dilediklerini yerinde bırakır. Bunlar, yaratılış, ahlâk, ecel, rızık, saadet ve bed­bahtlıktır."

İbn Kesîr şöyle der: Ayetin manası şu şekildedir: "Allah, ilâhî hükümden dilediklerinin hükmünü kaldırır, dilediklerini yerinde bırakır." İmam Ahmed, Neseî ve İbn Mace'nin Sevbân (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis, bu görüşe dikkat etmeyi gerektirebilir: "Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kişi, işlediği günâh sebebiyle rızıktan mahrum bırakılır. İlâhî takdiri sadece dua geri çevirir. Ömrü ancak iyilik uzatır." Hâkim'den gelen diğer bir rivayet ise şöyledir: "Dua, ilâhî takdiri geri çevirir. İyilik, rızkı artırır. Kul, işlediği günâh sebebiyle rızıktan mahrum edilir." Sahih bu hadiste, akrabalarla ilişkileri devam ettirmenin, öm­rü arttırdığı zikredilmiştir. Diğer bir hadis de şöyledir: "Şüphesiz dua ve Allah'ın takdiri, gökle yer arasında birbiriyle tutuşup çekişirler."

Netice olarak bu ayet, her hususu içine almaktadır. Silmek ve yerinde bı­rakmak, hepsi için geçerlidir. Kitab'ın aslı değişmez. Mutluluk, bedbahtlık, ya­ratılış, ahlâk ve rızık müstesna kılınmıştır. Çünkü bunlar, değişmeyen husus­lardır. Onları, düşünce ve içtihatla idrak etmek mümkün değildir. Ancak bun­lar, Rasulullah (s.a.)'dan öğrenilir. Eğer hadis sahih ise onu almak farzdır.[73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden şu hükümler çıkarılır:

1- Cennet, yaratılmış olup, Allah onu müttakiler için hazırlamıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlan­mış, eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun." (Al-i İmran, 3/133).

2- Cennet ürünleri kesintiye uğramaz, gölgesi yok olmaz. Bu ayet, Ceh-miyye mezhebinin görüşünü reddetmektedir. Zira onlar, cennet nimetlerinin yok olup biteceğini iddia ediyorlardı.

3- Aynı şekilde cehennem de yaratılmış olup Allah onu kendisini yalanla­yan kâfirler için hazırlamıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O takdirde in­kâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının." (Ba­kara, 2/24).

4- Habeşistan'dan gelen İbni Selâm ve Selman Fârisî (r.a.) gibi bazı Yahu­di ve Hristiyanlar kendi kitaplarını tasdik ettiği için Kuran-ı Kerim'e sevini­yorlardı. Aynı şekilde Tevrat'da çokça geçtiği için Kuran'da "Rahman" lafzının zikredilmesine memnun oluyorlardı.

Alimlerin pek çoğu şöyle demiştir: "Vahyin başlangıcında Kuran'da 'Rah­man' lafzı az zikredilmişti. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (r.a.) müslüman olunca 'Rahman' lafzının Kuran'da az zikredilmesi onları üzmüştü. Çünkü Tev­rat'ta çok daha fazla geçmekteydi. Rasulullah (s.a.)'a bunun sebebini sordular. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: 'De ki: 'Gerek Allah deyin, gerek Rahman de­yin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur.' (İsra, 17/110). Bu se­fer de Kureyş dedi ki: 'Muhammed'e ne oluyor, bir tek ilâha davet ediyordu, şimdi ise iki ilâha, hem Allah'a hem de Rahmân'a birden çağırmaya başladı! Allah'a yemin olsun ki Yemâme'nin rahmân'ından başka rahman tanımayız.' Bundan maksatları Müseylemetü'l-Kezzâb idi. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu: 'Rahmanın Kitabını işte onlar inkâr ederler.' (Enbiyâ, 6/36). 'O ümmet Rahmân'ı inkâr eder.' (Ra'd, 30). Ehl-i Kitap müminler, 'Rahman' lafzının zik-redilmesiyle sevindiler. Bunun üzerine Allah Tealâ, şu ayeti indirdi: 'Kendileri­ne Kitap verdiklerimiz, ey Muhammed, sana indirilenden memnun olurlar.'"

5- Mekkeli müşrikleri; Yahudi, Hristiyan ve mecusîlerden iman etmeyen­ler veya Rasulullah (s.a.)'a karşı cephe oluşturan Araplar içinde ise Kuran-ı Kerim'deki bazı ayetleri inkâr edenler vardır. Çünkü onların arasında bazı peygamberleri tanıyanlar ve Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ka­bul edenler vardı.

6- Rasulullah (s.a.)'ın insanları daveti, sadece, ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeye ve öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye ve yapılanların karşılığı­nın görüleceğine iman etmeye çağırmakla sınırlıdır. Çünkü Allah Tealâ Peygam­berimize şöyle demesini buyurmuştur: "İnsanları sadece Allah'a ibadet etmeye çağırıyorum ve bütün işlerimde döneceğim yer yalnız Onun makamıdır."

7- Allah Tealâ, diğer peygamberlere kitapları milletlerinin diliyle indirdiği gibi aynı şekilde Kuran-ı Kerim'i de Rasulullah (s.a.)'a Arap dilinde indirmiştir. "Hükmen" içinde bulunan hükümleri kastetmektedir.

8- Kim, Kuran-ı Kerimin ve Rasulullah (s.a.)'ın mesajının doğruluğunu gösteren kesin ilmî delili gördükten sonra Allah Tealâ'nın dışındakilere ibadet ederek, Kabe'den başka taraflara yönelerek müşriklerin arzularına uyarsa Al­lah'ın azabına karşı ona yardım edecek veya azaba engel olacak hiç kimse yok­tur.

9- Bütün peygamberler insandır. Allah'ın helâl kıldığı dünya şehvetlerini tadarlar. Eşleri ve çocukları vardır. Sırf vahiy sebebiyle hususî kılınmışlardır.

10- "Onlara eşler ve çocuklar verdik." ayeti, evlenmeye teşvik edilmesi ge­rektiğini göstermektedir. Bu ayete göre, zâhitlik yapmak için evlenmeyi terket-mek yasaklanmıştır. Bu ayetin de ifade ettiği gibi evlenmek, peygamberlerin sünnetidir. Beyhâki'nin rivayet ettiği zayıf bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evleniniz. Zira ben, diğer ümmetlere çokluğunuzla övüneceğim." Yine Taberânî'nin Enes (r)'dan rivayet ettiği zayıf bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evlenen kimse, imanının yarısını tamamlayıp, kemâle er­dirmiştir. Geri kalan yarısında da Allah'tan sakınsın." Bütün bunlar göster­mektedir ki evlenmek, kişiyi zinadan korur, iffetli kılan. İffetli olmak ise, Rasulullah (s.a.)'m cennete kefil olduğu iki vasıftan biridir.

Muvatta'da bulunan bir rivayette Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kimi iki şeyin şerrinden korursa o kişi cennete girer. Bu iki şey, iki çene kemiği arası ve iki bacak arasıdır." "Bazen gece namaz kılar bazen uyurum, ka­dınlarla evlenirim. Kim sünnetimden yüz çevirirse, benim ümmetimden değil­dir. " hadisi daha önce zikredilmişti.

11- Bir peygamberin kendi iradesiyle harikulade bir mucize getirmesi mümkün değildir. Bu ancak Allah'ın izni ve dilemesiyle olur.

12- Allah'ın takdir ettiği her şey, O'nun katında yazılıdır. Allah bu yazılan­lardan dilediğini ehlinin başına getirerek siler ve onu gerçekleştirir. Dilediğini de vakti gelene kadar erteler. İçinde hiçbir şeyin değişmediği Kitab'ın aslı Onun katındadır. Kâfirlere azabın indirilmesinin, müminlere yardım edilmesi­nin belirli özel vakitleri vardır.

"Silmek", insanların kaderine de şâmildir. Dua, kaderin geri çevrilmesinde fayda verir. İnsan, işlediği günâh sebebiyle nzıktan mahrum olabilir. Aynı şe­kilde sıla-i rahim ve akrabalara iyilik yapmakla kişinin ömrü uzayabilir. Aşağıdaki hadis daha önce zikredilmişti:

Buharî ve Müslim'de Ebû Hureyre (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Kim, rızkının bollaşmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse akrabalarıyla ilişkilerini devam ettirsin."

Yaratılış, huy ve ahlâk, ecel, rızık, mutluluk ve bedbahtlık şeklindeki aslî şeyler değişmezler. Kıyametin kopması, insanların kabirlerinde kalma müdde­ti, ecel ve diğer hususlar da yazılan her şey gibi Allah'ın ilminde mevcut olan hususlar olup sabittir, değişikliğe uğramaz.

İkrime şöyle der: "Allah tevbe ile bütün günahları siler. Günâhların yerine sevapları bırakır." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ancak tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder." (Furkan, 25/70).

Netice olarak, akidemize göre Allah Tealâ'nın takdiri değişmez. Allah'ın silmesi ve yerinde bırakması takdirinden öncesiyle ilgilidir. Allah'ın takdirinin bir kısmı hemen gerçekleşir. İşte bu sabittir, değişmez. Bir kısmı ise sebeplere bağlanmıştır. İşte bunlar da silinebilenler kapsamındadır. Bunlar, ya dua ile ya sıla-i rahim ve akrabalara iyilik yapmakla ya da işlenen günâhla silinirler. "Silme", şeriatların kaldırılmasına da şâmildir. Bazı şeriatlar, diğerleriyle nes-hedilmişlerdir. Meselâ Kuran, kendi dışındaki bütün şeriatların hükmünü kal­dırmıştır. Çünkü bunda insanlar için maslahat ve hikmet vardır. Aynı şekilde kıble olarak Beyt-i Makdis'e yönelme neshedilmiş ye kıble Kabe cihetine çevril­miştir. Buna benzer örnekler çoktur.

Her şey, Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Bütün işler, kendileri için takdir edilen vakte bağlıdır. [74]

 

Peygamberin Görevi, Tebliğ Etmektir. Allah, Onu Görmektedir, Hesaba Çekecek Olan Da Odur. O, Kullar Arasında Hükmeder Ve Kâfirlerin Tuzaklarını Boşa Çıkarır

 

40- Ey Muhammedi Onlara vadettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de se­nin canını alsak da vazifen sadece teb­liğ etmektir. Hesap görmek Bize düşer.

41-  Görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Hü­küm Allah'ındır. O'nun hükmünü takip edip iptal edecek yoktur. O, hesabı ça­buk görür.

42- Onlardan öncekiler de tuzak kurdu­lar, oysa Allah'ın tedbirinin dışındaki bütün planlar anılmaya lâyık değildir. O, herkesi yaptığını bilir. İnkarcılar da, neticenin kimin olduğunu görecekler-

43- İnkâr edenler: "Sen peygamber değilsin." derler. De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve Kitab'ı bi­lenler yeter."

 

Belagat

 

'Vazifen sadece tebliğ etmektir" cümlesinde kasr sanatı vardır. Bu, kasr-ı izafî olup mevsûfun sıfata tahsisi türündendir. Yani senin tebliğ vazifenden başka bir vazifen yok demektir. [75]

 

Kelime ve İbareler

 

Mekkeliler "görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü" içinde yaşadıkları toprak­ları "etrafından" onların topraklarını müslümanlara fethettirerek "gitgide eksiltmekteyiz. Hüküm Allah'ındır." Allah, mahlûkatı hakkında dilediği şekilde hükmeder.

"O'nun hükmünü takip edip ibtal edecek hiç kimse yoktur." "Muakkib;" bir şeyi takib edip onu tenkit ederek iptal eden, demektir. Hak sahibine de "muakkib" denir. Çünkü o da hakkını istemek için borçlunun peşine düşer. Aye­tin manası şöyledir: "Allah, İslâm'a koşuşulmasma ve küfürden uzaklaşılması-na hükmetmiştir. Olması icabeden budur, değiştirmek mümkün değildir."

"O, hesabı çabuk görür." Onlara dünyada öldürülmek ve yurtlarından sü­rülmek şeklinde azâb ettikten sonra ahirette de yakında yaptıklarından dolayı hesaba çeker.

"Onlardan öncekiler de tuzak kurdular." Kâfirlerin sana tuzak kurduğu gi­bi onlardan önceki ümmetler de peygamberlerine tuzak kurdular." "Mekr," bir şeyi gizlice planlamak, demektir.

"Allah'ın planı" ve tedbiri "dışındaki hiç bir plan" değersizliğinden "anıl­maya" ittifakla "lâyık değildir". Çünkü başkası değil sadece O, planların ve tedbirlerin maksadını elde etmeye kadirdir.

"O, herkesin yaptığını bilir", dolayısıyla da karşılığını hazırlar. İşte bütün bunlar tuzak hazırlamak ve tedbirdir. Zira bunları o kâfirler hissetmeden baş­larına geçirir.

Ahiret yurdundaki övünülecek âkibetin kandilerinin mi yoksa Rasulullah (s.a.) ile ashabının mı olduğunu bütün kâfirler göreceklerdir. "De ki:" doğrulu­ğum hususunda "benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve Kitabı bilenler yeter." [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, müşriklerin mucizeler indirilmesini, azabın hemen gelmesini istemelerini bildirdikten sonra burada kâfirlerin tehdit edildikleri azabın ger­çekleşebileceğini, Rasulullah (s.a.)'ın vazifesinin tebliğ olduğunu, bu tehditle­rin izlerinin ve alâmetlerinin müslümanlann yeryüzünün toprak parçalarını fethetmesiyle ortaya çıkıp kuvvetlendiğini ve Kendisinin, mahlûkâtı hakkında dilediği şekilde hükmettiğini haber vermiştir.

Bundan sonra Mekkeli müşriklerin ve onlardan önce yaşayan kâfirlerin hile ve tuzaklarının müslümanlara hiç bir şekilde zarar veremediklerini, zafe­rin müslümanlann lehine olacağını, hezimet ve azabın da onların dışındakile­rin başına geleceğini bildirmiştir.

Peşinden de Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr eden yahudileri reddederek, Rasulullah (s.a.)'m doğruluğuna şâhid olduğunu, Allah'ın ve ehl-i kitap müminlerinin şehâdetinin, onun için yeterli olduğunu beyan etmiştir. [77]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Sen hayattayken müşrik olsun olmasın tüm düşmanları­na dünyada vadettiğimiz belâ ve cezanın bir kısmını sana göstersek de, bunları göstermeden önce senin canını alsak da vazifen sadece Rabbinin mesajını teb­liğ etmektir. Biz seni ancak Allah'ın risâletini insanlara ulaştırasın diye gön­derdik. Sen, sana emredilen görevi yerine getirdin. Onları doğru insanlar yap­mak senin vazifen değildir. Aksine hesaba çekmek ve yaptıkları iyilik ve kötü­lüklerin karşılığını vermek Bize düşer. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğüt verensin. Sen, onlara zor kullanacak değilsin. Ama kim yüz çevirir, inkâr ederse Allah onu en büyük aza­ba uğratır. Doğrusu onların dönüşü Bizedir. Şüphesiz sonra hesaplarını gör­mek de Bize düşmektedir." (Gaşiye, 88/21-26).

Mekke'deki o müşrikler Bizim yeryüzünü gitgide eksiltmekte olduğumuzu unuttular veya bundan şüphe mi ediyorlar? Öyle ki Biz, sana toprak üstüne topraklar fethettiriyoruz. Sen onlara galip geliyor, İslâm toprakları genişlerken küfrün arazisi daralıyor. İnsanlar, gruplar halinde Allah'ın dinine giriyorlar." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Şimdi memleketlerini her yandan eksilttiğimi­zi görmüyorlar mı? Üstün gelen onlar mıdır?" (Enbiya, 21/44).

Bilimin ışığında bu ayet göstermektedir ki yeryüzü elips biçiminde geniş ve düz olup, yusyuvarlak değildir. Aksine yanlarından daralmış bir şekle sa­hiptir.

Geçmişte ise, biraz önce belirttiğim gibi bu ayetten, İslâm'ın gitgide şirki yok etmesi anlaşılıyordu. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "And olsun ki çevre­nizde bulunan birçok kasabaları yok etmişizdir." (Ahkaf, 46/27).

İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Bu ayetten maksat, yeryüzünün ileri gelenleri­nin, eşrafının, alimlerinin ölmesi, sâlih ve iyi insanların yok olup gitmesidir." Fakat, Vâhidî'nin de dediği gibi, birinci görüş en uygun olan görüştür.

"Allah, tam manasıyla hükmeder." O'nun yerine getirilmesi zorunlu olan hükmü geri çevrilmez. Takdirinin önünde kimse duramaz. Hiç kimse O'nun hükmüne dil uzatamaz veya onu iptal edemez ya da eleştiremez. Allah Tealâ'nm hükmünden birisi de yeryüzüne adaletle, ıslâh ve imar ederek sâlih kullarının vâris olmalarıdır."

Allah, kullarını yakında ahirette hesaba çekecektir. Cezalandırması ya­kındır, kaçış yoktur. Onların cezalandırılması için acele etme. Zira Allah, dün­yada onlara öldürülme, esir edilme, rezil rüsvay ve zelil olma ve cezalandırılma şeklinde azab ettikten sonra ahirette de azaba çarptıracaktır.

42. ayet, milletinin hile ve tuzaklarına karşı Rasulullah (s.a.)'ı teselli et­mekte ve onların eziyetlerine sabretmeye davet etmektedir. Zira zafer sonuçta kesinlikle Rasulullah (s.a.)'ındır. Mana şöyledir: "Geçmiş ümmetlerdeki kâfir­ler, peygamberlerine tuzaklar kurdular. Onları, memleketlerinden çıkarmak is­tediler. Nemrut'un İbrahim'e, Firavun'un Musa'ya, Yahudilerin İsa'ya ve Âd, Semûd ve Lût kavminin yaptığı gibi onlara eziyet edip çektirdiler. Allah da hile ve tuzaklarını başlarına geçirdi ve hayırlı âkibeti müttakilere nasib etti. Yani, kâfirlerin zulüm ve fesatları sebebiyle, onların helak olmalarını sağlayan plan ve tedbirleri gerçekleştirdi."

"Allah'ın plan ve tedbiri dışındaki hiç bir tedbir zikredilmeye lâyık değil­dir. " Allah Tealâ'nm izni .olmadan hilecilerin tuzakları zarar vermez. Bunlar ancak, O'nun dilemesi ve takdiriyle tesirli olabilirler. Sadece Allah'tan korku­lur."

Bu, Hicretten az önce müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'a kurdukları tuzaktan bahseden şu ayete benzemektedir: "inkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurar­ken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en hayırlısıdır." i Enfal, 8/30).

"Onlar bir düzen kurdular, Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Hilele­rinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte zulümlerine karşılık çökmüş bulunan evleri!" (Nemi, 27/50-52).

"Allah Tealâ," bütün sırlan ve gizli olan "her şeyi bilir." Herkesin amelinin karşılığını verecek, dostlarına yardım edip hilecileri cezalandıracaktır."

Bu ayet, hile yapıp tuzak kuran tüm kâfirleri müthiş bir şekilde tehdit et­mekte ve Rasulullah (s.a.)'ı teselli edip, onların tuzaklarına karşı emin olduğu­nu bildirmektedir.

"Kıyamet gününde kâfirler neticenin kimin olduğunu" övgüye lâyık âkibe-tin mümin ve kâfirlerden hangi gruba ait olduğunu "yakînen göreceklerdir." Dünya ve ahiretteki netice, peygamberlere tâbi olanlarındır. Onlar dünyada za­fer, ahirette de cenneti elde ederler.

Bundan sonra Allah, Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr edenleri reddederek şöyle buyurur: Senin peygamberliğini inkâr eden kâfirler der ki: Sen, Allah katından gönderilmiş bir peygamber değilsin. İnsanları yalnız, or­tağı olmayan Allah'a ibadet etmeye çağırmıyor, onları karanlıklardan nura, putlara tapmaktan bir tek olan Allah'a ibadete, zulüm ve fesattan adalet, salâh ve doğruluğa ulaştırmıyorsun."

İbni Merduveyh'den İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Uskuf, Yemen'den Rasulul­lah (s.a.)'ın huzuruna geldi. Rasulullah (s.a.) ona 'Siz İncil'de hiç peygambere rastladınız mı?' diye sordu. Uskuf 'Hayır' dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ, 'İn­kâr edenler: 'Sen peygamber değilsin' derler...' ayetini indirdi."

Ey Muhammedi Onlara de ki: Allah'ın, risâletimin doğruluğuna şahit ol­ması, bana indirdiği mucize Kuran'la, doğruluğumu gösteren apaçık ayetlerle davetimi desteklemesi bana yeter. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bütün din­lerden üstün kılmak üzere, peygamberini, doğruluk rehberi Kuran ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter." (Fetih, 48/28).

"Allah'ın şehâdetinden sonra yahudi ve hristiyanlardan iman eden ehl-i kitap alimlerinin ellerindeki Tevrat ve İncil'de buldukları risâletimin müjdeleri ve benden başkasına uymayan özellikler sebebiyle yine şahit olmaları da bana yeter." Bunlar aslen yahudi olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıdır.

İbni Cerir ve İbni Münzir, Katâde'den şöyle rivayet eder: "Ehl-i Kitap'tan hakka şehâdet edip, onu bilen bir grup insan vardı. Abdullah b. Selâm, el-Câ-rûd, Temîm ed-Dârî ve Selman Farisî (r.a.), bunlardan bazılarıdır."

Şu ayet de bu manaya delâlet etmektedir: "Kendilerine Kitap verdikleri­miz, Muhammed'i oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146). [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususlara işaret etmektedir:

1- Rasulullah (s.a.)'m vazifesi, ümmete İslâm dinini tebliğ etmekle sınırlı­dır. Onları düzeltip hidâyete ulaştırmak O'nun işi değildir.

2- Hadise ve olayları gerçekleştiren sadece Allah Tealâ'dır. O, sözünü ve tehdidini yerine getirir ve çetin azabını ne zaman isterse indirir. Bu, ister Rasulullah (s.a.) sağken isterse vefatından sonra olur.

3- Yaptıkları iyilik ve kötülüklere karşılık, kulları hesaba çekmeye kefil olan sadece Allah Tealâ'dır.

4- İslâm topraklarının genişleyip, İslâm fethinin artması; küfrün hüsrana uğrayıp, kâfir ülkelerinin toprak kaybetmesi sadece Allah Tealâ'nın elindedir.

5- Yeryüzü yusyuvarlak olmayıp, bilâkis elips biçiminde yayılıp genişletil­miş ve etrafından eksütilmiştir.

6- Allah Tealâ'nın takdirini kimse geri çeviremez, O'nun hükmünü hiç kimse takip edip bozamaz. Yine hiç kimse, Allah'ın hükmünü eksiltemez, ten­kit edemez, iptal edip değiştiremez.

7- Allah Tealâ, kâfirleri çarçabuk cezalandırır, müminlere de derhal mükâ­fatlarını verir.

8- Kâfir düşmanların bütün planları, hile ve tuzakları Allah Tealâ'nın ted­biri önünde boşa çıkıp, neticesiz kalır. Allah Tealâ'nın izni olmadıkça onların tuzakları zararsızdır. Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmekte, kararlılığını arttırmakta ve neticede zaferin onun olduğunu ve kâfirlerin de hezimete uğra­yacaklarını bildirmektedir.

9- Allah, herkesin yaptığı iyilik ve kötülükleri bilir ve ona göre karşılıkla­rını verir.

10- Kâfirler, dünyada sevap ve cezayı kimlerin hak ettiğini veya ahiret yurdundaki sevap ve cezanın kimlere âit olduğunu göreceklerdir. Bu bir tehdit ifadesidir.

11- İstedikleri mucizeleri getirmediği için müşrik Arapların ve Yahudilerin Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr edip "Sen ne bir nebî ne de bir rasul-sün, olsa olsa bir yalancısın" demeleri gerçeği hiç bir şekilde değiştirip gizleye-memektedir. Allah'ın o'nun doğruluğuna şahit olması kâfidir. Aynı şekilde Ab­dullah b. Selâm, Selman Fârisî, Temîm ed-Dârî (r.a.) Necaşî ve tabiîleri gibi ehl-i kitap müminlerinin şehâdeti de o'na yeter.

Fakat İbn Cübeyr şöyle der: "Bu sure, Mekke'de nazil olmuştur. İbn Selâm (r.a.) ise, bu sureden sonra Medine'de müslüman olmuştur. Ayetin İbn Selâm (r.a.)'e hamledilmesi doğru değildir. "Kitabı bilenler" kavlinden maksat Cibril (as)'dir." İbn Abbâs (r.a.) da bu görüştedir.

Hasen, Mücâhid ve Dahhâk ise O, Allah Tealâ'dır, derler.

Onlar, bütün müminlerdir, diyenlerin görüşü de doğrudur. Çünkü her mümin, Kitabı bilir, onun i'câzını kavrar ve Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğuna şeha-det eder. Bu görüşe göre, "Kuran-ı Kerim"dir.[79]

Bu kavilden maksadın "Tevrat ve İncil bilgisine sahip olanlar" şeklinde ol­ması da mümkündür. Yani, "Bu iki Kitabı bilen herkes, onların Muhammed (s.a.)'in geleceği müjdesini ihtiva ettiğini bilir. Eğer bu bilgiye sahip olan kişi, insaf eder yalan söylemezse, Muhammed (s.a.)'in Allah Tealâ'nın katından ge­len hak peygamber olduğuna şahittir," demektir.[80]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/83.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/83.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/83-84.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/85.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/85.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/85.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/85-86.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/86.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/87.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/87-88.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/88.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/88-91.

[13] Razî, XTX/2-3

[14] Kurtubî  TV/98

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/92-93.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/94.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/94-95.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/95.

[19] el-Bahru'l-Muhit, V/336.

[20] el-Bahru'l-Muhit, V/367.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/95-98.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/98-100.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/101.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/101-102.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/102.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/102-106.

[26] İbnu 1-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, III/1097.

[27] Razî, XK/22.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/106-108.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/109.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/109-110.

[31] Vahidî, Esbabun-Nüzül, 156; İbni Kesir, 11/505; Kurtubî, K/296-298; Zemahşerî, 11/162.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/110-111.

[33] Zemahşerî, 11/162. Ebu Hayyan diyor ki: Zemahşeri'nin zikrettiği ikinci vecih doğru değil­dir. Çünkü buna göre (lillahi Davetullah) demektir. Bu terkib ise doğru değildir.

[34] el-Bahrul-Muhit, V/376.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/111-114.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/114-116.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/117.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/117-118.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/118.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/118-119.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/120-121.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/122.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/123.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/123-124.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/124-126.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/127.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/128.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/128-129.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/129.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/129-132.

[51] Razî, XIX/45-46.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/132-134.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/135.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/135.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/135-136.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/136.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/137.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/137-138.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/138.

[59] Kurtubî, 1/317; İbn Kesir, 11/512.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/139-141.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/141-142.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/144-145.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/145.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/146.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/146-150.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/150-151.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/152.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/152-153.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/153-154.

[70] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, 158.

[71] İbni Ebî Hatim, Suyûtî'nin Celâleyn Tefsiri'nin hamişinde bulunan "Lübâbu'n-Nukûl fi Esbâbi'n-Nüzul", 334.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/154-155.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/155.

[73] Kurtubî, DC325.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/155-159.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/159-161.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/162.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/162-163.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/163.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/163-165.

[79] Kurtubî, K/336-337.

[80] Razî, XIX/70.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/165-166.