Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
İçinde
gök gürültüsü, şimşek, yıldırımlar ve bulutlardan, yağmurun yağdırılmasından
bahsedildiği için bu sureye Ra'd (Gökgürültüsü) adı verilmiştir. 'Korku ve
ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana
getiren O'dur. O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından teşbih
ederler... O yıldırımları gönderir de..." (Ra'd, 12-13) Yağmur veya su, hayat
sebebidir. Hem insanlar hem hayvanlar hem de nebat için gereklidir. Yıldırımlar
ise bazen helak sebebi olabilirler. Bu da rahmet olan suyla zıtlık teşkil eder.
Birbirinin tersi olan iki şeyin bir araya getirilmesi şaşılacak bir olaydır.
[1]
Ra'd
Süresiyle Yusuf suresi arasında konu, hedefler ve Kur'an'ın özelliklerinin
anlatılması bakımından bir bağlantı vardır. Konu bakımından, her iki sure de
peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen kıssalarını, Allah'ın muttaki müminleri
nasıl kurtarıp, kâfirleri ne şekilde helak ettiği mevzularını işlemektir. Her
iki sure de bir ilâhın varibi direksiz yükselten... Allah'tır" (Ra'd, 2).
"De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' Allah'tır' de" (Ra'd,
16).Yine bu surelerde Hakîm olan Yaratan'ın varlığını, kudretinin
mükemmelliğini, ilmini ve bir tek olduğunu gösteren pek çok delil vardır. Yusuf
suresinde Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde nice deliller
vardır ki bu delilleri görürler de onlar hakkında tefekkür etmezler"
(Yusuf, 105). Ra'd suresinde de Allah Tealâ'nın kudretine ve ulûhiyyetine
delâlet eden ayetler vardır ki (2-4.), (8-11.), (12-16.), (30.) ve (33.)
ayetler bunlara misaldir.
Kur'an'ın
özelliklerinin zikredilmesi hususuna gelince Yusuf suresi Kur'an'dan bahsederek
bitmiştir: "Kur'an uydurulabilen bir söz değildir. Fakat kendisinden
önceki kitapları tasdik eden, inanan millete her şeyi açıklayan, doğru yolu
gösteren bir rehber ve rahmettir." Ra'd suresi ise şu ayetle başlar:
"Bunlar Kitab'ın ayetleridir. Sana Rabbinden indirilen kitab haktır. Fakat
insanların çoğu inanmazlar[2]
Ra'd
suresi. Mekkî surelerin maksatlarına benzeven. Medine'de nazil olan surelerin
hedeflerinden bahseder ki bunlar Allah'ın birliği, peygamberliğin ispatı, öldükten
sonra dirilme, hesap ve müşriklerin ortaya attıkları şüpheleri reddetmek gibi
konulardır.
Bu
surenin ele aldığı en önemli konular şunlardır:
1- Sûre, Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine ait göklerin ve yerin,
güneş ile ayın, gece ile gündüzün, dağlar ve nehirlerin, tat, koku ve renk
bakımından farklı farklı olan ekin ve meyvelerin yaratılmasından deliller
getirerek başlamıştır. Bütün bunlar Allah Tealâ'nın yaratma, yoktan var etme,
diriltme, öldürme, fayda ve zarar verme hususlarında tek olduğunu göstermektedir.
2- Kıyamet gününde insanların tekrar dirileceği ve hesabın gerçekleşeceği
ispat edilmiş, ayrıca dünyada da kâfirlerin azaba çarptırılacakları
açıklanmıştır.
3- Allah Tealâ'nın emriyle insanı muhafaza eden ve koruyan meleklerin
bulunduğu bildirilmiştir
4- Hakka ve batıla, sadece Allah'a ibadet edenlere ve putlara tapanlara
örnekler verilmiştir. Bu misallerde sel, selin taşıdığı ve hiçbir işe
yaramayan köpük ve çerçöp ve eriyen maden kullanılmış, temiz ve saf olanın
kalıp ta suyun üstünde görünen pisliğin atıldığı anlatılmıştır.
5- Mutluluğa eren, sabreden ve namaz kılan muttaki kullar, gören kimselere;
buna karşılık Allah'a verdikleri sözü ve diğer ahitlerini bozup yeryüzünü ifsat
eden âsiler de körlere benzetilmiştir.
6- Müttakilere Adn cennetleri müjdelenirken ahdi bozan ve yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar Cehennemle korkutulmuşlardır.
7- Peygamberin görevi -ki bu, sadece Allah'a ibadete ve O'na ortak
koşma-maya davet- açıklanmış ve Ona kendilerini islâma davet konusunda müşriklere
şirin görünmekten sakınması emredilmiştir.
8- Peygamberler, diğer insanlar gibi beşerdir. Onların da eş ve çocukları
vardır. Mucize göstermek onların elinde değil, bilâkis Allah Tealâ'nın
izniyle-dir. Vazifeleri sadece dini tebliğ ile sınırlı olup amellerin karşılığını
bir tek Allah Tealâ verir.
9- Yaratılanların Levh-i Mahfuz'daki kaderleriyle ilgili genel esas sabit
olmakla beraber dünyada bir değişim olayının gerçekleştiği ispat edilmiştir.
10- Yeryüzünün yusyuvarlak olmadığı, aksine yumurta gibi oval olup bir
tarafından eksik olduğu beyan edilmiştir: "Görmüyorlar mı ki Biz yeryüzünü
etrafından gitgide eksiltmekteyiz."
11-
Ne zaman olursa olsun
kâfirlerin peygamberlerine yaptıkları hile ve tuzaklar başarısız kılınmıştır
12- Sûre, Allah'ın, Peygamberi Muhammed (s.a)'in peygamber olduğuna
şehâdetiyle son bulmuştur. Aynı şekilde Ehl-i Kitap müminleri de Rasulullah
(s.a.)'ın emarelerinin kitaplarında bulunduğuna şahit olmuşlardır. Yine bu
surede bu müminlerin ilâhî kitaplardan bildikleri şeyleri tasdik ederek inen
ayetlerle ne kadar sevindikleri bildirilmiştir.
[3]
1- Elif, Lâm, Mim, Râ. Bu ayetler Ki teb'ın
ayetleridir- Sana Rabbinden indi- rilen Kitab haktır. Fakat insanların ço iman
etmezler-
"Su
ayetler Kitab'ın ayetleridir" cümlesinde uzaklık ifade eden işaret ismi
ile, yakın olan bir şey gösterilmiştir. Kitab'ın şanının yüceliği ve makamının
yüksekliğini göstermesi için ayetler uzak makamında tutulmuştur.
"Kitab" kelimesinin başındaki "Elif, Lâm" takısı da onun
büyüklüğünü ifade etmek için gelmiştir. Yani İcazında ve açıklamasında
mükemmel, fevkalâde kitap" demektir.
[4]
"Elif,
Lâm, Mim, Râ" Hece harflerinden meydana gelen hurûf-u mukat-taa'nm Arapça
ve Arapların konuştukları kelimelerin harflerinden oluşmasına rağmen, Kur'an-ı
Kerim'in îcâzına ve onun Allah katından indirildiğine ve asla şüphe edilmeyen
bir hak kitap olduğuna dikkati çekmek için sureye bu harflerle başlanmıştır.
"Bu
ayetler, Kitab'ın ayetleridir" Âyâtül-Kitab kavlindeki izafet
"Min" dan) manasındadır. Veya "Kitap" "Sûre"
demektir. "Bu (tilke)", bu surenin ayetlerine işaret etmektedir. Yani
"Bu ayetler, bütün bir surenin ayetleridir" demektir.
"Sana
Rabbinden indirilen Kitab" Burada umûmî mana husûsiye veya sıfat sıfata
atfedilmiştir. Ya da bu cümle mübteda olup, haberi el-Hakku "haktır."
"Fakat"
Mekkelilerin çoğu veya "insanların çoğu" Kur'an'a farklı bakış açıları
ve hakkında farklı düşünmeleri sebebiyle onun Allah katından olduğuna iman
etmezler."
[5]
Allah
Tealâ, Yusuf suresinin sonunda Kur'an'ın beş özelliğini bildirdikten sonra
burada onun Allah Tealâ'nın katından gelen bir hak olduğu şeklindeki başka bir
özelliğini zikretmiştir.
[6]
"Bu
surenin ayetleri, mükemmel olan Kur'an'ın ayetleridir." Veya bu kadri ve
sânı yüce ayetler Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir
"Ey
Muhammedi Sana Rabbinden indirilen Kur'an'ın tamamı hak olup, asla şüphe
götürmez". Bu mana, ayetlerin, sure demek olması şeklindeki birinci
tefsire göredir. Tafsîlî manadan sonra icmâlî veya husûsî manadan sonra genel
mana zikredilmiştir. Allah Tealâ, bu surenin mükemmel ve yüce bir sure olduğunu
te'yid ettikten sonra bu hükmü Kur'an'ın tamamına şâmil kılmıştır.
"Fakat
insanların çoğu Rabbinden sana indirilenleri tasdik etmez ve Kur'an'daki kanun
ve hükümlerin eşsizliğini, her asır ve zamana uygun maslahatların
gözetilmesini takdir edemezler". Bu ayet, Yusuf süresindeki şu ayete
benzer: "Sen ne kadar yürekten istersen iste bu açıklamaya, açıklık ve
berraklığa rağmen insanların çoğu düşmanlıkları, nifak ve inatları sebebiyle
iman et-mezZer "(Yusuf, 12/103).
Bugün
beşeriyetin içinde bulunduğu duruma bakıldığında dünyadaki nüfusun
çoğunluğunun Kur'an-ı Kerim'e iman etmedikleri, müslümanların ise diğerlerine
nisbetle 1/5 oranında oldukları görülmektedir. Bu da, Mekkeliler gibi geçmişte,
tarih boyunca, bugün ve gelecekteki insanların çoğunun durumunu bildiren
Kur'an-ı Kerim'in mucizesidir[7]
Bu
ayet göstermektedir ki Kur'an ayetleri, îcâz ve anlatımda mükemmellik derecesine
ulaşmış olup, Allah katından indirilen ve kesinlikle şüphe götürmeyen bir
haktır. Zaman onu eskitememiştir. Fakat maalesef inat ve küfürleri, pek çok
insanın Kur'an'ın içindeki yüce hikmetlere, sağlam hükümlere ve muhkem
kanunlara iman etmesine engel olmuştur. Bu, onların varlığını ikrar etmek
değil, bilâkis onları men ve tehdit etmek kabilindendir.
Kıyası
reddedenler bu ayete dayanmışlar ve şöyle demişlerdir: Kıyasla elde edilen
hüküm Allah katından inmemiştir, dolayısıyla hak değildir. Çünkü Allah Tealâ'nın
indirdiğinden başkası hak değildir.
Kıyası
savunanlar ise bu görüşe şöyle cevap vermişlerdir: Kıyasla sabit olan hüküm de
Allah katından inmiştir. Çünkü Allah Tealâ, kıyasla amel edilmesini emredince
kıyasın delâlet ettiği hükümde Allah katından inmiştir. Biz daha önce de
açıklamıştık ki sadece Allah katından indirilen ayetlerin hak olduğunu
gösterse de "el-Hakku" kelimesinin ma'rife olarak gelmesi mananın,
açık veya Kur'an'ın uyulmasını güzel gördüğü kıyas ve diğer usullerle sabit
olanlar gibi zımnî olarak indirilenden daha umumî olduğunu gösterir.
[8]
2-
Gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yaratan sonra Arş'a istiva eden, herbiri
belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan,
işleri yürüten, delilleri uzun uzun açıklayan Allah'tır. Ola ki Rabbinizin
diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak bilirsiniz
3-
Yeri düzleyen, orada sabit dağlar, nehirler var eden, her türlü meyveden çift
çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürü-yen de O'dur. Doğrusu bunlarda düşünen
kimseler için nice deliller vardır.
4-
Yeryüzünde hepsi de aynı su ile SUİa-nan birbirine komşu toprak parçaları, tek
ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil
ve lezzetçe birbirinden farklı kılmı-şızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler
vardır.
"Gündüzü
geceyle bürüyen de O'dur" Burada Allah Tealâ gecenin karanlığı vasıtasıyla
gündüzün aydınlığının giderilmesini, kalın bir örtüye benzetmiş, zahirî eşyanın
maddî örtülerle örtülmesini ifade eden "Yuğşî" lafzını, manevî işler
için müsteâr olarak kullanmıştır.
[9]
"Amed"
direk manasına gelen "ımâd" kelimesinin çoğuludur. Ayet, hiç direklerin
olmadığı veya görülmeyen direklerin mevcut olduğu manalarına gelebilir.
"Allah"
sânına yakışır bir şekilde "arş üzerine istiva eden..." Veya bu ayetin
maksadı mecazîdir. Yani Allah, koruyup işleri idare ederek Arş'a yükseldi,
demektir.
"güneş
ve ayı" devamlı harekete, belirli bir sürate ve benzeri şeylere mecbur
kılarak "buyruğu altına alan," Güneş ve ayın her ikisi de kıyamet
gününe kadar yörüngelerinde yol alırlar "işleri" hikmetle
"yürüten" ve daha önce zikri geçen güneş ve ay gibi kudretini
gösteren "delilleri açıklayan Allahtır.
Ey
Mekkeliler ve onlara benzeyen kâfirler! "Ola ki Rabbinizin
diriltmeye" kudretinin mükemmelliğine kesin olarak inanır ve bu gerçeği
anlarsınız. Böylece güneş ve ay gibi muazzam şeyleri yaratıp idare eden zâtın
öldükten sonra insanları diriltmeye ve yaptıklarının karşılığını vermeye hayli
hayli "kadir olduğunu kesin olarak bilirsiniz" Yakînen, Şüphe kabul
etmeyen kesin bilgi demektir. Yanî Allah'ın insanları yeniden diriltmeye kadir
olduğunu kesin bilirsiniz.
İnsan
ve hayvanların kolayca yürüyebilmeleri ve faydalarından yararlanabilmeleri
için "Yeryüzünü düzleyen ve onu engin ve düz kılan, orada sabit dağlar,
nehirler var eden" nehirler, dağlardan doğup, çıktıkları için ayette
"nehirler", "sabit dağlar" lafzına doğrudan doğruya
atfedilmiştir. "Her türlü meyveden" ifadesi "Orada
yarattı" kavline mütealliktir. Yani orada her çeşit meyveden, tatlı ekşi,
siyah beyaz, küçük büyük ve erkek dişi gibi iki çeşit ve iki sınıf yarattı.
"Gündüzü" aydınlığını "geceyle bürüyen", onu yok eden ve
hava, aydınlıkken karanlık kılan "O'dur."
"Doğrusu"
bu anlatılanlarda delilleri ve Allah Tealâ'nın yaratmasını "düşünen
kimseler için", Allah Tealâ'nın birliğini gösteren "nice deliller
vardır." Çünkü bütün bu varlıkların meydana getirilmesi ve herbirinin özel
bir statüye tâbi tutulması, bunların işlerini yürüten, sebeplerini hazırlayan
hikmet sahibi bir yaratıcının var olduğunu göstermektedir.
"Birbirine
komşu toprak parçaları..."bu birbirine komşu toprak parçalarının kimisi
iyi kimisi çorak, bazısı yumuşak ve gevşek bazısı sert ve katı, bir kısmı ağaç
dikmeye elverişli olmayıp, ekin ekmeye uygun ve bir kısmı da bunun aksidir.
Bitişik olmalarına ve benzer tabiat şartlarına rağmen bu şekilde herbirinin
husûsî kılınması, Allah Tealâ'nın kudretini göstermektedir.
"Düşünen"
ve tefekkür eden "kimseler için bunda" anlatılanlarda deliller ve
"ibretler vardır."
[10]
Allah
Tealâ, insanların pek çoğunun iman etmeyeceklerini açıkladıktan sonra hemen
arkasından Allah'ın birliğine ve ahiret hayatına delâlet eden; göklerin, güneş
ve ayın, dağ ve nehirleriyle yerin, tatları, kokulan ve renkleri ayrı ekin,
meyve ve ağaç gibi nebatatın hallerini beyan etmiştir.
Yine
Allah Tealâ, Kur'an'ın hak olduğunu açıkladıktan sonra o Kur'an'ı indirenin,
her mükemmeli yapmaya muktedir olduğunu ifade etmiştir: Allah'ın meydana
getirdiği eserlere şöyle bir bakın ki, O'nun mükemmel kudretini görebilesiniz.
[11]
Allah
Tealâ, bu ayetlerde mükemmel kudreti ve muazzam kuvvetinden
haber
vermektedir. Gökleri direksiz yaratan O'dur. Bu direkleri gözle göremeyiz.
Aslında göğün direkleri de yoktur. "Gördüğünüz gibi" kavli, göklerin
direksiz olduğunu pekiştirmektedir. Zira maksat, Allah Tealâ'nın varlığını
gösteren bir delil olmazdı. Gökler, Allah Tealâ'nın kudreti ve muhafazası ile
direksiz olarak durmakta ve uzayda O'nun sayesinde varolabilmektedir. Hatta,
yıldızlar arasında çekim kanunu dengesinin olduğu söylense de bunu da yaratan,
Allah Tealâ'dır.
Sonra
Allah Tealâ, sânına yakışır bir şekilde Arşının üzerine istiva etmiştir. Arş,
yaratılmış bir nesnedir. Biz ona Kur'an'ın haber verdiği gibi iman ederiz. O,
göklerden ve yerden daha muazzamdır. Hadiste şöyle buyurulur: "İçindekiler
ve arasındakilerle beraber yedi kat gök, Kürsî'ye nisbetle çöle atılmış bir
halka gibidir. Kürsî ise, Yüce Arş'a nisbetle çöldeki bir halka gibidir."
Diğer bir rivayet de şöyledir: "Arş'ın büyüklüğünü sadece Allah Tealâ
takdir eder".
Allah
Tealâ, güneş ve ayı zelîl ve emre âmâde kılmıştır. Her ikisi de yörüngelerinde
seyretmek, ışık vermek, ortaya çıkmak ve gizlenmek gibi mahlûkâta fayda verecek
hususlarda kendilerinden istenilenleri yaparlar. Diğer ayetlerde güneşin kendi
ekseni etrafında döndüğü, ayın yeryüzü çevresinde hareket hâlinde olduğu
bildirilmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Güneş de yörüngesinde yürüyüp
gitmektedir." Bu, güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın kanunudur. Ay için de
sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya erişmek
güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler."
(Yasin, 36/38-40).
Güneş
ve ay, diğer hareket halindeki yıldızların hepsi belirli bir zamana kadar
yörüngelerinde yürüyüp giderler. Belirli olan bu zaman, dünyanın son bulup,
kıyametin kopması ya da dönmenin tamamlandığı sınırlı olan müddettir. Güneş
dönmesini bir yılda, ay ise bir ayda tamamlar.
Allah
Tealâ, kâinatın işlerini yürütür, irâdesine uygun ve hikmeti gereğince
tasarrufta bulunur. Öldürür diriltir, şerefli kılar zelîî eder, zenginleştirir,
fakir yapar, neticeler için sebepleri hazırlar ve saniye şaşmaz, sabit, hata
etmeyip değişmeyen bir kanun içinde yörüngeleri seyre uygun kılar.
Kendi
varlığını, birliğini, kudretini, hikmetini, ilmini ve rahmetini gösteren
delilleri açıklar.
O,
kendisinden başka ilâh olmadığını ve dilediği zaman, ilk sefer yoktan var
ettiği gibi mahlûkâtı yeniden diriltmeye muktedir olduğunu gösteren delil ve
burhanları açıklar. Umulur ki siz, Allah'ın yeniden diriltmeye, mahlûkâtı eski
haline getirmeye, onları hesaba çekip, yaptıklarının karşılıklarını vermeye ve
ölüleri karada olsun, denizde olsun hatta bir hayvanın karnında dahi olsa ölü
olarak bulundukları yerlerden çıkartıp diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak
bilir, bu gerçeği kabul edersiniz. Veya şüphe götürmeyen kesin bir bilgiyle
öğrenmeniz için Allah, bütün bunları açıklar.
Gökleri,
yeri bunların arasındaki ve içindeki her şeyi yaratmaya muktedir olan, kâinatın
nizamını, hayatı ve mahlûkâtın işlerini fevkalâde bir dikkatle idare eden bir
zâtın mahlûkâtı yeniden diriltmesinin, ruhları bedenlere geri döndürmesinin,
dünyada yaptıklarına karşılık bu ruhların sahiplerini hesaba çekmesinin uzak
bir ihtimal olması, ya da bu zâtın bütün bunlardan âciz olması mümkün
değildir.
İşte
bütün bunlar Allah Tealâ'nın birliğini ve kudretinin mükemmelliğini gösteren
göklerle ilgili delillerdir. Hemen peşinden yeryüzündeki delil ve alâmetler
zikredilmiştir: İnsan ve hayvanların yeryüzünde kolaylıkla bir yerden diğer bir
yere gidebilmeleri, nebat ve madenlerinden yararlanabilmeleri için yeryüzünü
geniş, yaşamaya elverişli, engin ve uçsuz bucaksız kılan Allah Tealâ'dır. Allah
Tealâ şöyle buyurur: "Biz yeryüzünü bir beşik kılmadık mı?" (Nebe,
78/6). Bazı bölgelerinde yaşanması için yeryüzünün yayılması, onun küre
şeklinde olmadığı veya genel hacmi itibarıyla yassı olduğu manasına gelmez.
Zira Kur'an-ı Kerim, diğer ayetlerde yeryüzünün küre şeklinde olduğuna işaret
etmiştir. "Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar" (Zümer, 39/5).
Tekvîr; yuvarlak olan cismi dolamak, sarıp sarmalamak demektir. Bize göre
yeryüzü üzerinde yaşanabilmesi için yayılmış, düz kılınmıştır.
Allah
yeryüzünü yüksek yüksek sabit dağlarla sağlamlaştırmış, ondaki renkleri,
şekilleri, tat ve kokuları farklı meyvaları sulamak için orada nehirler,
ırmaklar ve pınarlar yaratmıştır.
Yine
yeryüzünde bütün meyvelerden erkek ve dişi olarak iki çift yaratmıştır. Ağaç
ve ekinler, erkek ve dişi olmadan meyva veya dâne vermezler. Ayrıca Allah, her
meyveden iki çeşit yaratmıştır. Meyveler, tatlı ve ekşi olarak tat bakımından,
siyah ve beyaz gibi renk bakımından ya da büyük ve narin gibi tabiat
bakımından iki cins yaratılmıştır.
Bu
ayete benzeyen başka bir ayet de şudur: "Biz yeryüzünü bir beşik, dağları
da onun için birer direk kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık" (Nebe,
78/6-8).
Allah,
gündüzün aydınlığını gecenin karanhğıyla bürür ve gecenin karanlığını da
gündüzün aydınlığıyla uzaklaştırır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Uykunuzu dinlenme vakti kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü geçimi
sağlama vakti kıldık"(Nehe, 78/9-11).
"Size
geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak
yarattığımızı görmediler mi?" (Nemi, 27/86). "Geceleyin uyumanız,
gündüz de lütfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir"
(Rum, 30/23).
Allah
Tealâ, ayetin sonunda gök ve yerdeki bu delilleri düşünmenin gerekli olduğuna
dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah'ın yarattıklarında,
acâib şekilde yaratmasında, nimetlerinde ve hikmetinde, bunları düşünen,
onların büyüklüğünden ibret alan, böylece onlarla Allah Tealâ'nın varlığına,
kudretine, ilminin mükemmelliğine ve iradesine delil getirerek kâinatta O'nun
benzerinin bulunmadığını anlayanlar için deliller ve burhanlar vardır. Bütün
bunlar, sadece O'na ibadet etmeyi kuvvetine boyun eğmeyi ve emirlerine
sarılmayı gerekli kılar.
Allah'ın
kudretini gösteren, yerdeki delillerden biri de birbirlerine bitişik olmalarına
rağmen, toprak parçalarının tabiat ve mahiyetlerinin farklılık göstermesidir.
Allah Tealâ şöyle buyurur: Yeryüzünde birbirine komşu olan, birbirinin
yakınında bulunan toprak parçaları vardır. Birbirine komşu olmalarına rağmen
bunların özellikleri değişik ve farklıdır. Bazıları insanların yararlandıkları
mahsulün yetiştiği verimli toprak, bazıları hiçbir şeyin yetişmediği güzel
görünümlü fakat çorak topraktır. Bir kısmı ağaç dikmeye değil, ziraate uygun,
diğer bir kısmı bunun aksidir. Bazıları yumuşak bazıları sert topraklıdır. Yine
bir kısmının renkleri farklı, kimisi kırmızı, kimisi sarı, kimisi beyaz, kimisi
siyahtır. Bir kısmı taşlı, bir kısmı kumlu, bazısı kalın, bazısı ince topraklıdır.
Hepsi de komşu olmalarına rağmen sahip oldukları özellikler değişiktir. Bütün
bunlar, kendinden başka ilâh ve Rab olmayan yüce yaratıcının varlığına delâlet
etmektedir
Yine
yeryüzünde üzüm bağları, insan ve hayvanların gıda ihtiyacını karşılamak için
çeşitli hububat gibi nitelikleri farklı ekinler, çok ve tek köklü hurma ağaçlan
vardır. Ayette geçen sinvan, çok köklü veya nar, incir ve bazı hurma ağaçları
gibi bir kökte toplanmış hurma gödeleri ve diğer ağaçlar gibi bir kök veya
gövde üzerindekiler demektir.
Tirmizî'nin
rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasulullah (s.a.), Hz. Ömer (r.a.)'e şöyle
demiştir: "Amcanın, babanın öz kardeşi olduğunun farkında değil
misin?"
Berâ
(r.a.) da şöyle der: "Sinvan" Bir kökte bulunan hurma ağaçları ve
"Gayrı Sınvan", çok köklü hurma ağaçlan, demektir.
Toprak
parçalan birbirinden farklı, bitkilerin cinsleri muhteliftir. Dikkati çeken
şudur ki bu mahsûlün yetiştiği toprak bir olup aynı suyla sulanırlar. Buna
rağmen lezzetler farklı, tatlar birbirinden üstündür.
Düşünen
ve tefekkür eden kimseler için aynı toprakta yetişip aynı suyla sulanmalanna
rağmen elde edilen mahsûlün bu kadar çeşitli olmasında Allah Tealâ'nın
varlığını ve birliğini gösteren göz kamaştıncı deliller vardır. Şekli, rengi,
tadı, kokusuyla, tatlı, ekşi ve acı olmasıyla meyva ve ekinlerde bu kadar
değişik cins vardır. Yine hepsi de aynı su ve topraktan beslenmelerine rağmen
renkleriyle, kokulanyla, yapraklannın ve çiçeklerinin şaheserliğiyle çiçeklerde
pek çok çeşit vardır. Bütün bu zikredilenlerde anlayanlar için deliller ve yapan,
yüce olan ve herşeye gücü yeten yaratıcının var olduğunu gösteren büyük işaretler
vardır. Yoktan var etmeye, ilk defa yaratmaya muktedir olan zât elbette
öldükten »onra diriltmeye ve ikinci defa meydana getirmeye kadirdir, hatta bu
Onun için daha da kolaydır.
Bu
üç ayet de, "Ola ki Rabbinizin ölüleri diriltmeye kadir olduğunu kesin
olarak bilirsiniz", "Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler
vardır" ve "Düşünen kimseler için ibretler vardır" şeklinde sona
ermiştir. Bu da göstermektedir ki Yaratanın var olduğuna ve birliğine hür
iradeyle kanaat getirebilmek için düşünmek, akledip tefekkür etmek zorunludur.
Zira bu şekilde aklı kullanmak hem İslâm'ın hedefi hem Kur'an'ın emri hem de
dinin aslıdır.
[12]
Ayetler
aşağıdaki şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah, kullarına olan lütuf ve rahmeti, onlara doğru yolu göstermesi
sebebiyle, kullarına delilleri açıklamış ve nazarlarını, varlığım, kudretinin
mükemmelliğini, ilmini ve iradesini gösteren bu delillere çevirmiştir. Yine
sadece O, bu delillerden her birinin pozisyonunu, yerini, özelliğini, tabiatını
ve şeklini diğerlerine tercih etmiştir.
2- Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, yerdekiler ve
göktekiler olmak üzere iki çeşittir. Gökteki deliller üç tanedir: Bunlar,
göklerin direksiz yükseltilmesi, Arş'ın üzerine istiva ve mahlûkâtm
faydalanması, dünyada yaşadıkları müddetçe ve kıyamet kopana kadar kulların
maslahatları için belirli bir zamanda ve muayyen gayelere binaen güneş ve ayın
emre âmâde ve zelîl kılınması, itaat ettirilmesidir. Allah, yoktan var ederek,
yok ederek, diriltip öldürerek, zengin ve fakir yaparak, vahiy indirip,
peygamberler göndererek, kulları mükellef kılarak dilediği şekilde işleri
yürütüp idare eder ve delilleri açıklar. Bütün bunlara kadir olan elbette
ölüleri diriltmeye de kadirdir. Bu sebepten Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Ola ki Rabbinizin ölüleri diriltmeye kadir olduğunu kesin olarak
bilirsiniz." Böylece Allah Tealâ'nın ilâh ve Rab olduğu, ahiret hayatı
ispat edilmiştir. Dolayısıyla hiçbir işin diğerlerinden meşgul ede-miyeceği bir
şekilde Arş'ın zirvesinden toprağın altını idare edebilen bir zât, yine hiçbir
işin diğerlerini yapmaktan meşgul edemiyeceği bir şekilde mahlûkâtı hesaba
çekebilir.
Yerdeki
deliller ise altı tanedir: Bunlar, yaşamanın mümkün olabilmesi için bakan
kimselere nisbetle yeryüzünün düz kılınması, yine yeryüzünün yüksek yüksek
sabit dağlarla sağlamlaştırılması, nehirlerin akıtılıp, pınarların
kaynatılması, ürünlerin erkek-dişi, tath-ekşi, büyük-küçük ve siyah-beyaz gibi
zıt cinslerden yaratılması, gündüzün geceyıe bürünüp, gece karanlığının gündüz
aydınlığıyla dağıtılması ve yerin bitirdiği hububat, ekin, meyve ve çeşitli
hurma gövdesine sahip olduğu pek çok köklü ağaçların bu kadar çeşitli kılınmalarıdır.
Bütün
bu zikredilenler kesin olarak göstermektedir ki bunların hepsi tabiat
sayesinde veya tesadüfen değil, bilâkis her şeyi yapan, her hususta müessir ve
yüce olan Allah'ın işleri idare etmesiyle gerçekleşmektedir.
3- 'Yeri düzleyen O'dur" ve "Ardından yeri düzenlemiştir"
(Naziat, 79/30) ayetlerinden, yeryüzünün küre biçiminde olmadığı anlaşılmaz.
Onun küre şeklinde olduğu bilimsel, aklî ve hissî delillerle sabittir. Uzayda
yeryüzünün etrafında dönen uydular, hiçbir şüphe ve münakaşayı kabul etmeyecek
şekilde göstermektedir ki yeryüzü küre şeklindedir. Râzî gibi alimlerimiz de
onun küre şeklinde olduğunu asırlar önce açıklamışlardır.[13]
Ayetlerden maksat, yeryüzünün her bölümünün düzmüş gibi görünmesidir. Ama
genel görünümü ve büyük hacmiyle o küre şeklindedir. Zira bu ayette onun sabit
dağlarla sağlamlaştırıldığının bildirilmesi, başka bir ayette, "Dağları da
onun için birer direk kılmadık mı?" buyurulması, ayrıca gecenin gündüze,
gündüzün geceye dolanması bunu göstermektedir. Çünkü tekvir "Yuvarlak
cismi dürüp bükmek" demektir
4- Kurtubî, "Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları
vardır", ayeti hakkında şöyle der: "Bu ayet, Allah Tealâ'nm birliğini
ve O'nun her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz yüce bir varlık olduğunu
gösteren en açık delildir. Burada Allah'ı bilmeyerek sapıklığa düşenlere doğru
yola gösterilmiştir. Zira Allah Tealâ, " 'Aynı su ile sulanan' kavliyle
bütün bunların sırf meşîeti ve dilemesiyle olduğuna, kudretiyle
gerçekleştiğine dikkati çekmiştir. Netice olarak bütün bunların tabiat ananın
eseri olduğu görüşünün ne kadar boş ve batıl olduğu, doğanın sayesinde
gerçekleşmiş olsaydı bu farklılıklar söz konusu olamayacağı kesindir.[14]
5- Allah Tealâ'nın varlığını, kudretinin kemâlini, ilmini ve tek olduğunu
gösteren kâinattaki açık delil ve alâmetlerle aklı kullanıp, hidayet istemek
kuvvetle teşvik edilmiş hatta farz kılınmıştır
6-
Hasan Basri, "Fakat onları
şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışız-dır" ayeti hakkında şöyle
der: "Allah Tealâ, bu ayetle insanoğluna asıllarının bir olduğuna işaret
ediyor. Bu, aynı suyla sulanan mahsûlün birbirinden farklı olduğu gibi
insanların da iyilik ve kötülükte, iman ve küfürde birbirlerine benzemedikleridir.
[15]
5-
Şaşacaksan, onların "Biz toprak olunca mı yeniden yaratılacağız?'
demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar
boyunlarına demir halkalar vurulup, bunlarla sürülenlerdir. İşte onlar
cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır
6-
Müşrikler senden kurtuluştan önce azap isterler. Oysa onlardan önce nice ibret
alınacak cezalar verilmiştir. Doğrusu Rabbinin insanların zulümlerine rağmen
onlara mağfireti vardır. Rabbinin cezalandırması çetindir
7-
Kâfirler "Rabbinden ona (Muham-med'e) bir mucize indirilmeli değil miydi?"
derler. Sen ancak uyarıcısın. Her milletin yol gösteren bir peygamberi vardır.
"Seyyie"
(kötülük) ve "hasene" (iyilik), gösteren" lafızları arasında
tezat vardır.
[16]
"Şaşacaksan"
Ey Muhammedi Kâfirlerin seni yalanlamalarına ve fayda ve zarar vermeyen putlara
ibadet etmelerine şaşacaksan bundan daha şaşılacak olan (veya garipseyerek
şaşılacak olan ya da şaşmaya yaraşan) onların yeniden dirilmeyi yalanlayıp,
inkâr etmeleridir. Şaşmak; Kişinin gerçekleşmesi uzun \>yt Vntmıa\ o\sn,
8nonna\ YAt şeyi gördüğünde değişmesi -ve dehşete düşmesi demektir.
"Eğldl"
Demir "halkalar; iki elin boyuna bağlandığı demir balka demek olan
"ğul" kelimesinin çoğuludur.
"Mesûlât"
ceza manasına gelen "Mesule" kelimesinin cem'idir. Yani onlar gibi
yalancılara nice cezalar verilmiştir. Onlara ne oluyor da bunlardan ibret
almayıp, alay ediyorlar" demektir. Ceza ile suç arasında benzerlik
"Mümasele" olduğundan cezaya "Mesule" denmiştir. Allah
Tealâ şöyle buyurur: "Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir
kötülüktür" (Şura, 40). Katile verilen cezaya kısas denmesi de bu
kabildendir. Çünkü onda da bir benzerlik vardır.
Kendisine
isyan edenleri cezalandırması çetin olan "Rabbinin, insanların zulümlerine
rağmen" mühlet vererek veya cezayı ahirete geciktirerek örtmesiyle
"onlara mağfireti vardır." Yoksa Allah'ı yeryüzünde hiçbir canlı
bırakmazdı.
"Rabbinden
Muhammed'e," Musa'nın asasının yılan olması, elinin güneş gibi bembeyaz
parıldaması ve Salih'in devesi gibi kalıcı "bir mucize indirilmeli değil
miydi?"
Senin
vazifen mucize getirmek değildir "sen ancak uyarıcısın." İnzar, bir
işin neticesinden uyarmak, korkutmak demektir.
"Hadi..."
Peygamberler hukemâ ve alimler gibi insanları hayra, hakka ve doğruya irşat
eden kişi demektir. Yani her milletin, kendi teklifiyle değil Allah'ın ona
verdiği ayetlerle onları Rablerine davet eden bir peygamberi vardır. Bu
peygamber, genellikle insanların güç yetiremedikleri cinsten mucizelerle
takviye edilir demektir.
[17]
Allah
Tealâ, önceki ayetlerde göklerde ve yerde kudretini gösteren delilleri gözler
önüne sermişti. Bundan maksat insanlara, bu muazzam şeylere gücü yeten zâtın
nasıl olup da öldükten sonra insanı tekrar yaratmaya muktedir olamayacağını
anlatmaktır. Zira daha kuvvetli ve mükemmel olanı yaratmaya muktedir olan
elbette daha az ve zayıf olan halketmeye güç yetirir.
"Gökleri
yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de
kadir olduğunu görmezler mi?"
Burada
ise, müşriklerin yeniden dirilmeyi ve kıyameti inkâr ettiklerini anlatmış,
arkasından da başka bir ahmaklığı, kâfirlerin azabı hemen istemelerini dile
getirmiştir. Bütün bunları, insanları acze düşürecek hissî mucizelerin
indirilmesi şeklindeki istekleri takip etmiştir.
[18]
"Ey
Peygamber! Bu müşriklerin Allah'ın dilediği her hususta muktedir olduğuna
dair, yarattığı herşeyde Onun delil ve burhanlarını görmelerine ve her şeyi
O'nun yoktan var edip, hiçbirinin adı sanı yokken onları meydana getirdiğini
itiraf etmelerine rağmen seni yalanlamalarına ve fayda ve zarar veremeyen
putlara ibadet etmelerine şaşacaksan bunlardan daha çok şaşılacak ve
ga-ripsenecek bir şey daha vardır. İşte o da yeniden dirilmeyi ve kıyametin kopmasını
yalanlayarak "Yok olup, kokuştukları ve toprak olduktan sonra yeniden
dirilmek mümkün müdür?" demeleridir". Kâfirlerin inkâr manası taşıyan
bu soruları Kur'an1 da dokuz surede 11 yerde tekrar edilmiştir. Bunlar, Ra'd,
İsrâ, Müminun, Nahl, Ankebût, Secde, Sâffât, Vakıa ve Nâziât sureleridir.
Allah
Tealâ'nın da "Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan
Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet, O her şeye
Kadir'dir." (Ahkaf, 46/33) buyurduğu gibi, bütün bilgili ve akıllı
insanların göklerin ve yerin yaratılmasının insanları yaratmaktan daha büyük
bir iş olduğunu ve mahlûkâtı yoktan var eden zât için onları yeniden
yaratmanın daha kolay olduğunu bilmelerine rağmen bu kâfirler habire bu soruyu
sorup durmuşlardır.
Daha
sonra Allah Tealâ, bunlar hakkındaki üç hüküm vermiş ve bu hükümleri şöyle
açıklamıştır: "İşte onlar Rablerini inkâr edenler..." peygamberini
yalanlayan, inat ve sapıklıklarını sürdüren kâfirlerdir. Çünkü Allah Tealâ'nın
kudretini inkâr eden O'nu inkâr etmiş sayılır. Bu da yeniden dirilmeyi ve kıyameti
inkâr eden herkesin kâfir olduğunu göstermektedir.
"İşte
onlar, zincir ve demir halkalarla bağlanıp, o şekilde sürülürler". Ebû
Hayyân şöyle der: "Görünen o ki onların boyunlarına bukağı gibi gerçek demir
halkalar geçirilecektir"[19]
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak
sürülürler." (Gafir, 40/71). Bu anlatılan gerçektir. Sözü, gerçeğe
hamletmek daha doğrudur.
Yine
onlar, cehennemlik olup, ahirette ebediyyen cehennemde kalacaklardır. İşte
onlar, kâfir olmaları, öldükten sonraki dirilmeyi inkâr etmeleri ve peygamberi
yalanlamaları sebebiyle cehennemden ayrılamayan, orayı hak eden, orada ebedî
olarak kalıp asla uzaklaşmayan cehennemliklerdir. "Hayır, hayır, onların
kazandıkları kalplerini paslandırıp körletmiştir" (Mutaffifin, 83/14). Bu
ayetten maksat, ebedî ve sonsuz azapla tehdit etmektir. Bu da göstermektedir
ki sadece bu ayeti inkâr eden kâfirler, ebedî azaba çarptırılacaklardır.
Kâfirlerin
peygamberi yalanlamaları, sadece ahiret azabını inkâr etmekle olmamış, bilâkis
onlar dünyada başlarına gelecek azabı da reddetmişlerdir. Allah Tealâ şöyle
buyurur: "O öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan
Yahudi
Ka'b b. Eşref, Seyyid, Âkib Uskafey Necrân ve adamları gibi Rasulullah (s.a.)'a
karşı grup oluşturan ehl-i kitap içinde ise sana gelen hakkın bir kısmını inkâr
edenler vardır. İnkâr ettikleri bu ayetler, ya şeriatlarına ya da tahrif
ettikleri hükümlar, senden, cezadan ve onun belâlarından kurtulmaktan önce
ceza isterler." Allah Tealâ şöyle buyurur: "Birisi, olacak azabı
soruyor" (Maaric, 70/1). " 'Allahımız! Eğer bu Ki-tab, gerçekten
Senin katından ise bize gökten taş yağdır...' demişlerdi" (Enfal, 8/32). "Onlar
ise 'Rabbimiz! Bizim cezamızı hesap gününden önce ver ve bizi hesaba erken
çek' derler" (Sad, 38/16).
"Biz,
geçmiş ümmetlere nice cezalar vermiş, onları ders alanlar için ibret ve
hatırlama vesilesi kılmıştık." Diğer bir ifadeyle şöyle demek mümkündür:
Geçmişte, onlara benzeyen yalancılar, sarsıntı, yerin dibine geçirmek ve tufan
gibi nice cezalara çarptırılmışken bu kâfirler senin korkutmanı alaya alarak
hemen cezaya çarptırılmak istiyorlar.
Muhakkak
ki Allah Tealâ, insanların zulmetmelerine, gece gündüz günah işlemelerine rağmen
onları affeder, bağışlar ve günahlarını örter. Eğer Allah Tealâ, halîm ve
affeden olmasaydı insanlar günah işler işlemez onları hemen cezalandırırdı.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah, insanları işlediklerine karşılık
hemen yakalayıverseydi yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi" (Fatır,
35/45). "Bununla beraber Rabbin mağfiret ve merhamet sahibidir. Eğer
onları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek isteseydi azaba uğratmakta
acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır. Ondan kaçıp sığınacak yer bulamazlar"
(Kehf, 18/58).
Netice
olarak, muhakkak ki Allah, insanların günah işleyerek kendilerine
zulmetmelerine rağmen onları affeder.
İbn
Abbâs (r.a.) şöyle der: "Kur'an'da bu ayetten daha ümitvar başka hiçbir
ayet yoktur."
"Allah
Tealâ âsîleri şiddetli cezaya çarptırır." Görülmektedir ki Allah Tealâ,
rahmet sahibi olmasını cezalandırmasının çetin olmasıyla beraber yan-yana
zikretmiştir. Ümitle korkunun ortasını bulmak ve insanın umutla sakınma
arasında gidip gelmesini sağlamak için Kur'an'da bu metod pek sık kullanılmıştır.
Allah Tealâ şöyle buyurur: "Seni yalanlarlarsa 'Rabbinin rahmeti geniştir,
O'nun azabı suçlu milletten geri çevrilmez de' de!" (En'am, 8/147).
"Ey Muhammedi Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğunu, azabımın
can
yakıcı bir azab olduğunu haber ver" (Hıcr, 49-50). "Doğrusu Rabbin,
cezayı çabuk verir. Doğrusu O, bağışlar ve merhamet eder." (A'raf, 7/167).
Ümitle korkuyu bir arada zikreden daha nice ayetler vardır.
İbn
Ebi Hatim (r.a.)'den şöyle rivayet eder. Saîd b. Müseyyib şöyle der:
"Doğrusu Rabbinin insanların zulümlerine rağmen onlara mağfiret
vardır..." ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer
Allah'ın afvı, rahmeti ve müsamahası olmasaydı hiç kimseye yediği yarar
sağlamazdı. Yine Allah'ın tehdidi ve cezalandırması olmasaydı herkes işlerini
O'na havale edip yangelir yatardı."
Allah
Tealâ, müşriklerin, acze düşürmek, küfürde ısrar etmek ve Rasulullah (s.a.)'ın
peygamberliğine dil uzatıp onun doğruluğu hususunda insanları şüpheye düşürmek
maksadıyla geçmiş peygamberler gibi 'Rasulullah (s.a.)'ın da gayet açık
mucizeler göstermesini istediklerini bildirerek şöyle buyurmuştur:
"Müşrikler küfür ve inatlarını kusarak şöyle derler: 'Musa'nın asası, Salih'in
devesi ve İsa'nın sofrası gibi önceki peygamberlerin gönderildiği şekilde bize
de Muhammed'in Rabbi'nden bir mucize gelip, onun bize Safa Tepesini altın
yapması, bizden dağları uzaklaştırıp yerlerine geniş meralar ve nehirler
kılması lazım değil miydi?"
Allah,
kâfirlerin bu şüphesini başka bir ayette reddetmiştir: "Bizi ayetler
göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasında başka bir şey alıkoymadı."
(İsra, 17/59/. "Biz yalancıları cezalandırmakta acele etmeyiz. Çünkü
istedikten sonra kim kendisine gelen mucizelere inanmazsa Biz onları bu
günahları sebebiyle helak ve perişan ederiz. İşte Bizim sünnetimiz ve usulümüz
budur."
Burada
müşriklerin bu isteklerine karşılık verme yerine Rasulullah (s.a.)'m îfâ etmek
için gönderildiği vazifenin açıklanmasına -ki bu vazife insanları isteklerine
boyun eğmek değil bilâkis onları hidayete ulaştırmak ve korkutmaktır-
geçilmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sen ancak bir peygambersin.
Vazifen Allah'ın sana emrettiği dinini tebliğ etmektir, mucize konusu ise sırf
Allah'a aittir". Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Onların
doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidayete
erdirir." (Bakara, 2/272).
Her
ümmet veya milletin peygamberlerden, onları Allah Tealâ'ya, hak dine, hayır ve
olgunluğa çağıran bir davetçisi vardır. Diğer bir ayette Allah şöyle buyurur:
"Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı bulunagelmiştir"
(Fatır, 35/24).
"Hâdin"
kavli "Münzir" lafzına ma'tuf da olabilir. Aralarını "Likülli
kavmin" kavli ayırmıştır. Bu durumda mana "Sen, bütün milletler için
korkutucu ve yol göstericisin" şeklindedir. İkrime ve Ebu'd-Duhâ bu
görüştedir.
Netice
olarak, bu ayet ayın yarılması, ağaçların emrine boyun eğmesi, değneğin kılıç
olması, parmakların arasından suyun akması ve bunlara benzer Rasulullah
(s.a.)'a inen harikulade mucizeleri, mucize kabul etmeyip, inat ederek başka
mucizeler teklif eden müşrik ve kâfirler hakkında nazil olmuştur. Öyleki bu
kâfirler İsrâ ve Furkan surelerinde de belirtildiği gibi Rasulullah (s.a.)'dan
yerden kaynaklar fışkırtmasını, göğe yükselmesini, melek ve hazine getirmesini
istemişlerdi. Bunun üzerine Allah, Peygamberi (s.a)'ne şöyle buyurdu: Sen ancak
diğer peygamberler gibi onları kötü akıbetle korkutan bir uyarıcısın ve sadece
nasihat edersin. Senin vazifen onların teklif ettiklerini getirmek değildir.
Bu teklifler sırf inat yüzündendir. Azap ve helak vakti gelmeden mucize indirilmeyecektir.[20]
Ayetlerden
aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr etmek müthiş şaşılacak bir
hadisedir
Allah
Tealâ elbette şaşırmaz, zaten taaccüb etmesini düşünmek de imkânsızdır. Çünkü
(taaccüb) şaşkınlık 'sebeplerin bilinmemesiyle kişide meydana gelen değişme'
dir. Allah Tealâ bunu sadece, Peygamebr (s.a)'i ve müminler şaşırmasınlar diye
zikretmiştir.
2- Yeniden dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden, kâfirdir. Çünkü bu inkârıyla
o, ilâhî kudreti, Allah'ın ilmini ve verdiği haberin doğruluğunu da kabul etmemiştir.
Bu kâfir, demir halkalar ve zincirlerle cehenneme sürüklenir ve bir daha
ebediyyen oradan çıkamaz. İşte bu üç özellik, öldükten sonra dirilmeyi inkâr
edenlere aittir: "İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar
boyunlarına demir halkalar vurulup bunlarla sürülenlerdir. İşte onlar
cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır."
3- Sadece bu ayeti inkâr edenler ebedî azaba çarptırılacaklardır:
"Başkaları değil sadece onlar, cehennemde temelli kalacaklardır".
Adam öldürmek, yalan yere şahitlik yapmak ve ana babaya isyan gibi büyük günah
işleyen müslümanlar ise cehennemde ebediyyen kalmayacaklardır.
4- Müşriklerin aşın inkârları ve yalanlamaları sebebiyle başlarına
cezanın indirilmesini istemeleri, bir çeşit beyinsizlik ve ahmaklık örneğidir.
Onlara benzeyen yalancıların çarptırıldıkları cezalar, öğüt almaları için yeter
de artar bile. Zira verilen cezalar sayılamayacak kadar çoktur. Bu ayetten
anlaşılmalıdır ki kâfirler sırf küfür ve isyandaki ısrarları sebebiyle helak
olmuşlardır.
5-
Allah Tealâ, bu ümmetin
cezasını kıyamet gününe kadar geciktirmeyi hükme bağlamıştır.
6- Allah Tealâ, iman eden müşriklere, tevbe eden günahkârlara müsamaha
eder. Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre, Allah Tealâ büyük günah işleyenleri tevbe
etmeden önce de affedebilir. Çünkü "alâ zulmihim" kavli
"zulümlerine devam ettikleri halde" demektir. Kişinin zulümle
meşgulken tevbe etmesi mümkün değildir.
İbn
Abbâs (r.a.) şöyle der: "Allah Tealâ'nın Kitabı'ndaki ümit verici ayet,
Doğrusu Rabbinin, insanları zulümlerine rağmen onlara mağfireti vardır' Rad, 6)
ayetidir.
7- Yine Allah, küfürde ısrar ettikleri takdirde kâfirleri şiddetli cezaya
çarptırır.
8-
Rasulullah (s.a.)'ın vazifesi, müşriklerin
istek ve tekliflerini yerine getirmek değil, aksine Allah'ın dinini
öğretmektir. O (s.a), ümmetini korkutan ve onlara dini açıklayan bir rehberdir.
Kendisinden önce de her milletin bir rehberi, bir korkutanı ve davet eden bir
peygamberi vardı.
9- Her milletin, onları Allah'a çağıran bir peygamberi vardır. Ayetteki
"yol gösteren"in Allah, olduğu görüşü de mevcuttur. Bu durumda mana
"Senin vazifen korkutmaktır. Hidayetlerini dilediği zaman milletleri
hidayete erdiren Allah'tır" şeklindedir.
10- Bu ayetin de bildirdiği gibi müşrikler Rasulullah (s.a.)'a üç hususta
dil uzatmışlardır. Onlar, Allah'ın öldükten sonra insanları diriltip, huzurunda
toplaması, Rasulullah (s.a.)'ın onları korkuttuğu helak edici azabın doğruluğu
ve O (s.a)'ndan mucize ve delil isteyerek ileri geri konuşmaları sebebiyle
Rasulullah (s.a.)'m peygamberliğinde kusur aramışlardır.
Bütün
bunların sebebi, müşriklerin Kur'an'ın mucize olmasını nkâr etmeleri ve şöyle
demeleridir: Bu kitap da diğer kitaplar gibidir. Başkalarına benzeyen bir
kitabı getirmek elbette mucize sayılmaz. Asıl mucize, asayla denizi yarmak ve
asanın yılan olması gibi Musa ve İsa (a.s.)'nın mucizelerine benzeyenlerdir.
Bu
ayet, Kur'an'dan başka Rasulullah (s.a.)'ı tasdik eden hiçbir mucizenin
bulunmadığı manasına gelmemektedir. Herhalde kâfirler bu sözü, diğer mucizelere
şahit olmadan önce söylemişler veya Rasulullah (s.a.)'dan, hurma kütüğünün
ağlaması, ayın yarılması, parmaklarından suyun fışkırması ve pek çok insanın az
bir yemekle doyması gibi daha önce gördükleri mucizelerden başka mucizeler
göstermesini istemişlerdi.
Kur'an,
Rasulullah (s.a.)'ın en büyük mucizesi olarak devam edegelmiştir. Çünkü devrine
en uygun olan odur. Oysa Musa (a.s.) zamanında geçerli usul, sihir olduğundan
onların yöntemlerine en yakın olanı mucize kılınmıştır. İsa (a.s.) devrinde ise
tıp çok ileriydi. Dolayısıyla mucizeler de bu konuyla ilgili olmuş, İsa
(a.s.), ölüleri diriltmiş, anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştirmiştir.
Rasulullah (s.a.) dönemine baktığımızda görmekteyiz ki fesahat ve belagat[21]
8- Allah her dişinin
taşıdığını, rahimlerin eksilttiğini ve arttırdığını bilir. O'nun katında her
şey bir ölçüye göredir.
9- Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin
yücesi büyük Allah'tır.
10- O'na göre
aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün
ortaya çıkan arasında fark yoktur.
11- Önünde ardında ve
insanoğlunu ta-kib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Bir millet
kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir milletin
fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah'dan başka
hâmî de bulunmaz.
"Düşürdüğünü"
ile "alıkoyduğunu", "görülmeyeni" ile "görüleni"
"gizleyen" ile "açığa vuran", "gece" ile
"gündüz" ve "gizlenen" ile "ortaya çıkan"
kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
[22]
"Allah her
dişinin taşıdığını" Her dişinin karnında ne taşıdığını veya karnında
taşıdığı ceninin erkek mi kız mı, tek mi birden fazla mı olduğunu, bütün
hepsinin özelliklerini ve diğer hususları "rahimlerin" oluşum, sure
ve adet bakımından "eksilttiğini" cenin tekamül etmeden önce dışarı çıkmak
suretiyle eksilttiği süreyi "ve arttırdığını bilir."
"Her şey bir
ölçüye göredir." Şu ayet de bu manadadır: "Şüphesiz Biz, her şeyi bir
ölçüye göre yaratmışızdır" (Kamer, 54/49). Allah Tealâ, her hadise için
belirli bir vakit ve hal tayin etmiş, neticeye ulaştıran ve onu gerekli kılan
sebepler hazırlamıştır.
Hazır bulunanı veya
"görüleni de görülmeyeni de bilen" Gaib; duyuların ulaşamadıkları
âlem ve şahid: görünen, hazır olan, demektir. Sânı yüce, kahr ve kudretiyle
"yücelerin yücesi olan Allah'tır."
"Ona göre"
Allah Tealâ'nın ilminde "aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve
geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur."
"Önünde ve
ardında" yani dört bir tarafından "insanoğlunu takib edenler
vardır." İnsanoğlunu koruyup gözeterek peşinden giden veya söylediklerini
ve yaptıklarını yazmak için birbiri peşinden gelen melekler vardır. Muakkıbât
gece gündüz birbiri ardından gelerek nöbetleşe insanoğlunu takib eden melekler
manasına kullanılmıştır. Muakkibe'nin cemîsidir. "Ta" te'nis değil
mübalağa 'Ta"sıdır.
"Allah'ın emriyle
onu gözetirler." O'nun yardımıyla veya günah işlediği zaman mühlet
isteyerek ya da onun için istiğfarda bulunarak onu Allah'ın azabından
korurlar. Ya da onu kendisine zarar verecek şeylerden muhafaza ederler.
"Bir millet"
sahip olduğu güzel halleri bırakıp çirkin huylar edinerek, günah işlemeyi adet
haline getirerek "kendini bozmadıkça Allah onların" içinde
bulundukları sıhhat, afiyet ve nimetlerini "değiştirmez," yani
nimetlerini ellerinden çekip almaz.
"Allah bir kavmin
fenalığını" azabım dileyince "artık onun önüne geçilmez".[23]
Allah Tealâ,
müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini ve bunu çok uzak
gördüklerini haber verdikten sonra bütün bunlara muktedir olduğuna dair, her
şeyi ilmiyle kuşatması hususundaki delilleri serdetmiştir. Zira O, anne
karnında bulunan ceninlerle ilgili her şeyi bilir, insan vücudunun lime lime
etrafa saçılan en ufak parçacıklarının tamamını ve karada olsun, denizde olsun
hatta hayvanın midesinde olsun yerlerini bilir ve tekrar bunları eski haline
döndürür.
Yine Allah Tealâ,
müşriklerin Rasulullah (s.a.)'ın getirdiklerinden başka mucizeler istediklerini
açıkladıktan sonra kendisinin bütün bilgilere sahip olduğunu, dolayısyla
onların bir başka mucizeyi doğru yolu bulmak için mi yoksa Rasulullah (s.a.)'ı
üzüp incitmek ve o (s.a)'e karşı çıkmak için mi istediklerini, bu mucizelerden
istifade edecekler mi yoksa küfürdeki ısrarları ve kibirleri mi artacak; bütün
bunları bildiğini beyan etmiştir.
[24]
Allah Tealâ, ilminin
tam olduğunu haber vererek, her şeyi bildiğini beyan etmiştir. O, bütün
hamilelerin karınlarında taşıdıklarını, onların erkek mi, kız mı, tek mi,
birden fazla mı, güzel mi çirkin mi, ne gibi özellik ve sıfatlan taşıdıklarını,
ömrü uzun mu kısa mı olduklarını bilir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenin halinde
iken sizleri çok iyi bilen O'dur" (Lokman, 31/34). "Sizi
annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa
geçirerek yaratmıştır" (Necm, 53/32).
Bugün ceninin erkek mi
kız mı olduğu ultrasonla bilimsel olarak bilinmektedir. Bu, ayete ters düşecek
bir şey değildir. Çünkü bu şekilde Allah'ın ilmi kuşatılmış olmaz. Aksine
O'nun ilmi geniştir ve ceninin diğer özellik ve sıfatları da dahil her şeyi
kuşatmıştır.
"Allah,
rahimlerin eksilttiğini ve artırdığını bilir." Yani, ceninin oluşumu, tam
mı -yoksa düşük mü,- süresi dokuz aydan az mı, dokuz aylık mı yoksa dokuz ay
on gün kadar fazla mı, çocuk zayıf mı yoksa tekâmül edip, gelişmiş midir,
bütün bunların hepsini bilir.
Bilimsel istatistikler
ceninin anne karnında 305 veya 308 günden fazla kalmadığını göstermektedir.
Mâliki mezhebinde, boşanmış kadının iddetinin bir kamerî yıl (354 gün) olduğu
görüşü vardır.
Mezheplerde bildirilen
en uzun hamilelik müddetinin -ki bu müddet Şafiî ve Hanbelîlere göre 4 yıl,
Mâlikîlere göre 5 yıl ve îmam Ebû Hanîfe'ye göre de 2 yıldır- dayanağı
araştırma ve insanların verdiği haberlerdir. İnsanlar ise belirli bir müddet
hamileliğin devam ettiği hususunda hata edebilir ya da bu zehaba
kapılabilirler. Bu konuda sabit şer'î bir nas mevcut değildir.
Allah Tealâ'nın
katında her şey belirli bir müddete veya artıp eksilmeyen bir ölçüye
göredir". Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz, her şeyi bir
ölçüye göre yaratmışızdır" (Kamer, 54/49).
Kütüb-i Sitte'de Ûsâme
b. Zeyd'den rivayet edilen sahih bir hadiste geldiği üzre "Rasulullah
(s.a.)'ın kızlarından birisi ona (s.a) haber göndererek çocuğunun vefat ettiğini
ve Rasulullah (s.a.)'ın gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) da ona haber yollayarak 'Muhakkak ki aldığı ve verdiği her şey
Allah'ındır. O'nun katında her şey belirli bir müddete göredir. Ona şu emrimi
bildirin ki sabretsin ve sevabını Allah'dan istesin' buyurdu."
O, kulların göremediği
gayb alemi olsun, gördükleri şeyler olsun, her hususu bilir. Hiçbir şey O'nun
için gizli değildir. Allah, her şeyden daha büyük ve daha yücedir. O'nun ilmi
her şeyi kuşatmıştır. O, her şeye galiptir. O'nun huzurunda boyunlar bükülmüş,
kullar isteyerek ya da zorla O'na itaat etmişlerdir.
Dikkat edilmelidir ki
bu ayet, Allah Tealâ'nın ilminin mükemmelliğini tam manasıyla açıklamaktadır.
Yeni bir cümle olan ayetin başında Allah Tealâ, meselelerin cüz'ünü ve tek tek
parçalarını bildiğini açıklamıştır. Hemen peşinden eşyanın ölçülerini ve
sınırlarını bildiğini, bu sınırların aşılamayacağını ya da daraltılamayacağını,
ayrıca ezelî ve ebedî meşîeti ve iradesiyle her hadise için belirli bir vakit ve
husûsî bir durum tahsis ettiğini bildirmiştir. Bunlara ilâveten kendisinden
başka hiç kimsenin bilemediği gizli şeylere -ki bunlar Allah'ın gizli ilminin
parçalandır- vâkıf olduğunu haber vermiştir. O, içtekini de dıştakini de, gaybı
da görüneni de bilir. Gaib; duyuların idrak edemedikleri âlem ve Şahid: Hazır
bulunan, göz önünde olan demektir. Yine Allah Tealâ, ilminin her şeyi
kuşattığını, O'nun için gizli ile açık arasında hiçbir farkın bulunmadığını
bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, ilmiyle bütün mahlû-kâtmı
kuşatmıştır. O'na göre onların arasından sözünü gizleyen ile açığa vuran arasında
fark yoktur. Zira O, hepsini işitir, hiçbir şey gizli kalmaz. Yine Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz o gizliyi de gizlinin
gizlisini de bilir" (Taha, 20/7). "Gizlediğiniz ve açıkladığınız
şeyleri bilen Allah'a..." (Neml, 27/25).
Aişe (r.a.) şöyle der:
"Bütün sesleri işiten Allah'ı teşbih ederim. Vallahi, Rasulullah (s.a.)
ile tartışan bir kadın gelmiş, Rasulullah (s.a.)'a kocasını şikâyet ediyordu.
Ben bu sırada evin hemen yanındaydım. Kadının söylediği bazı sözleri
duyamamıştım. Allah ise şu ayeti indirdi: " 'Ey Muhammedi Kocası hakkında
seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir.
Esasen Allah, konuşmanızı işitir. Doğrusu Allah, işitendir görendir"
(Mücadile, 58/1).
Yine Allah, gecenin
zifiri karanlığında evinin içinde gizleneni de bilir. Ayette bu halin
zikredilmesiyle, içinde bulunan kimsenin insanlardan gizlendiği için, hiç
kimsenin kendisini göremeyeceğini zannetme ihtimalinin olduğu her yerde
Allah'ın kontrolönün var olduğuna dikkat çekilmiştir.
"Gündüz ortaya
çıkanı da gündüz ortasında yürüyeni, meydana çıkanı da bilir. Çünkü zikredilen
her iki kişi de Allah'ın ilminde birdir.Yine Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Ey Muhammedi Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dâir Kur'an'-dan ne
okursanız okuyun, ne yaparsanız yapın; yaptıklarınıza daldığınız anda mutlaka
Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan
daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitaptadır'.(Yunus, 10/61).
Bundan sonra Allah
Tealâ, her şeyi bilmesine rağmen, yapılanlarla sahiplerini yüzleştirmek için
bilgileri te'yid ile bunları ve olayları tescil yollarını bildirmiştir:
"İnsanoğlunu muhafaza edip gözeten melekler vardır." Gündüz meleklerinden
nöbeti devralan gece melekleri ve gece meleklerinin peşinden gelen gündüz
görevli melekler vardır. Bu melekler, insanı korumak, zarar verecek şeylerden
muhafaza etmek ve durumunu kontrol etmek için birbirleriyle yar-dımlaşırlar.
Ayrıca kulların iyi olsun kötü olsun yaptıkları işleri, kaydedip yazarak takip
ederler. "İnsanoğlunu" kavlindeki zamir, "aranızdan sözü
gizleyen ile açığa vuran arasında fark yoktur" kavlindeki "min"e
râcîdir. Bu zamirin, "Görüleni de görülmeyeni de bilen Allah"
kavlindeki lafz-ı celâle râcî olduğu, görüşü de vardır.
Bu koruyucu meleklerin
birçok görevleri vardır: Bazıları insanı Allah'ın izni ve emri ile gece ve
gündüz, ona zarar verecek şeylerden ve kazalardan korurlar. Bu görevi belirli
melekler üstlenmiştir. Bunlar iki tane olup, biri arkada diğeri de önde, bu
vazifeyi yerine getirir. Bazı melekler, iyi ve kötü amelleri yazarlar. Bunlar
da iki kişi olup, insanın sağında ve solundadırlar. Sağdaki melek iyilikleri soldaki
ise kötülükleri yazar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sağında ve
solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü
olarak söylediği her sözü zaptederler." (Kaf, 50/17-28). Dolayısıyla her
insanın yanında gündüzleyin dört melek, geceleyin dört başka melek vardır.
Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de amelleri yazan melektir.
Buharî'de geçen bir
sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizi geceleyin bir gurup melek,
gündüzün de bir gurup melek takip eder. Sabah ve ikindi namazlarında bir araya
gelirler. Sizinle beraber geceleyen melekler Allah'ın huzuruna çıkarlar. Allah,
sizi en iyi şekilde bildiği halde onları 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye
sorar. Melekler de 'Onların yanına geldiğimizde namaz kılıyorlardı.
Bıraktığımızda da aynı haldeydiler' derler".
Başka bir hadiste
şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki tuvalete gitmeniz ve cima yapmanız
dışında sizden hiç ayrılmayanlar vardır. Onlardan çekinin ve onlara hürmet
edin".
İbn Abbâs (r.a.) 11.
ayet hakkında şöyle der: "İnsanoğlunun ardında ve önünde kendisini koruyan
melekler vardır. Allah'ın takdiri geldiği zaman, onu terkederler.
Etrafında gözcülük
yapan meleklerin, amellerini kontrol ettiklerini, söz ve davranışlarını
kaydettiklerini bilen bir kimse, Rabbinin emirlerine karşı gelmekten son
derece sakınır ve aleyhine kaydedilip kıyamet günü aniden karşısına çıkmasın
diye isyandan ve günahlardan uzak durmaya çalışır. Bu durum aynen, erginlik
çağından vefata kadar kayıt yapılan bir teyp kasetine benzer.
"Allah'ın emri ve
izniyle onu gözetirler." Onlar insanı, Allah kendilerine bunu emrettiği
için korurlar. Veya insan günah işlediği zaman, tevbe etmesini ve Allah'a
dönmesini ümit ederek onun için dua edip, Rabbinden ona mühlet vermesini
isteyerek onu Allah'ın azabından korurlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"De ki: '"Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmandan kim
koruyabilir?'" (Enbiya, 21/42).
Allah Tealâ, burada
suç yokken cezalandırmanın olmayacağını bildirerek ihsan ve adaletinin ne kadar
şümullü olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bir millet",
toplum yapısını yıkan, milletin tabiatını bozan zulme, isyana, bozgunculuğa,
kötülüklerin ve günahların işlenmesine bünyesinde izin vererek "kendini
bozmadıkça Allah, onların içinde bulundukları" nimetleri, sıhhat ve
afiyeti "değiştirerek", bu nimetleri onlardan uzaklaştırmaz ve bu şekilde
"onları cezalandırmaz".
Ebu Davud, Tirmizi ve
İbni Mace, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.)'dan, Rasulul-lah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "İnsanlar zâlimi görüp de ona manî
olmazlarsa, Allah'ın azabının o milleti kuşatması yakındır." Şu ayet de,
bu manayı pekiştirmektedir: "Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak
fitneden sakının." (Enfal, 8/25).
İslâm tarihinin geçmiş
asırlardaki olayları açık bir şekilde göstermektedir ki Allah Tealâ, İslâm
ümmetinin içinde bulunduğu izzet, kuvvet, refah, istiklâl, ilim, siyaset,
ekonomi ve toplum hayatındaki basan gibi nimetleri, ancak onlar kendi hallerini
değiştirip, Kur'an'dan başka sistemleri geçerli kılarak dinlerini ihmal
ettikten, Peygamberlerinin (s.a) sünnetini terkedip, başkalarını taklit ederek
aralarındaki yardımlaşma bağlan zayıfladıktan, ahlâklan kötüleşerek aralannda
büyük günahlar yayıldıktan sonra değiştirmiştir. Allah, yeryüzünü onu ıslah
edip düzeltenlere vaadederek şöyle buyurmuştur: "Yeryüzüne ancak onu iyi
ve doğru bir şekilde imâr eden kullarımın mirasçı olduğunu..." (Enbiyâ,
21/105). "Yeryüzü şüphesiz Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı
kılar. Sonuç, Allah 'a karşı gelmekten sakınanlarındır" (A'raf, 7/128).
Daha sonra Allah
Tealâ, azap etmeye mutlaka kadir olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:
"Allah, bir millete fakirlikle, hastalıkla, işgal edilmekle veya benzeri
belâlarla azab etmeyi dileyince hiçkimse onlardan bu azabı uzaklaştıramaz.
Onlar için Allah Tealâ'dan başka, işlerini üzerine alan, onlara fayda sağlayıp
zararı uzaklaştıran bir yardımcı da yoktur. Şu ilâh oldukları iddia edilen
putlar ise faydalı şeyi yapmaktan ve zarar veren bir eziyeti def etmekte âciz
oldukları için ilâh olmaya asla müstehak değildirler".
Bütün bunlar
göstermektedir ki Allah, ne zaman olursa olsun insanlara azab etmeye
muktedirdir. Dolayısıyla azabı hemen istemek ne aklın ne de hikmetli olmanın
gereğidir.
[25]
Ayetler, şu hususlara
işaret etmektedir:
1- Muhakkak
ki Allah Tealâ, her şeyin cüzünü ve tamamını, geçmişi, şu anı ve geleceği,
gizliyi ve açığı, kulaklarımızın, gözlerimizin algılayamadıklarını ve mevcut
olup görüneni bilir.
2- İmam
Mâlik ve Şafiî, "Rahimlerin eksilttiğini ve arttırdığını bilir"
aye-tiyle hamile olan kadının hayız göreceğine delil getirmişlerdir.
İbn Abbâs (r.a.), bu
ayeti tefsir ederken "Bu ayetten maksat hamilelerin hayız görmesidir"
der. Aişe (r.a.) de bu görüşte olup, hamile kadınların hayızlı oldukları zaman
namazı bırakmaları şeklinde fetva vermiştir. Atâ, Şa'bî, diğer fakihler ve İmam
Ebû Hanîfe şöyle derler: "Hamile kadın hayız görmez. Çünkü hamile kadın
eğer hayız görse ve gördüğü kan hayız kanı olsa; hayız gören cariyenin hamile
olmadığı hükmü sahih olmazdı. Oysa ki bu hüküm icmâ ile sabittir. Rahmin hayız
kanını tutması, onun ceninle meşgul olduğunun, aksi ise içinde cenini
barındırmadığının işaretidir. Hamilelik ile hamile olmamanın aynı anda olması
imkânsızdır. Çünkü iki durumun aynı anda olması halinde hayız görmek, hamile
olmamaya delil olamaz."
3- Yine bu
ayet göstermektedir ki hamile kadın, çocuğunu 9 aydan önce veya sonra dünyaya
getirebilir. Alimler, hamilelik müddetinin en az altı ay olduğu hususunda icmâ
etmişlerdir. Meselâ Abdülmelik b. Mervân, altı ayda dünyaya gelmiştir. Onun
gibi daha niceleri vardır.
Bu altı ay, İslâm'ın
diğer ibadetlerinde olduğu gibi kamerî aya göredir.
En uzun hamilelik
müddeti hakkında alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmam Mâlik,
meşhur olan görüşünde 5 sene, İmam Şafiî ve Ahmed, 4 sene ve İmam Ebû Hânife
de 2 yıl demişlerdir. Bu meselede ictihad ve kadınlarla ilgili örften başka bir
delil yoktur.
İbnü'l-Arabî şöyle
der: "Malikilerden bazı müsamahakâr alimler, en uzun hamilelik müddetinin
dokuz ay olduğunu nakletmişlerdir/'[26]
4- Mümkün
olan şeylerin özelliklere ve belirli vasıflara has kılınması ilâhî kudretin
mükemmelliğini gösterir. Delili ise şu ayettir: "O'nun katında her şey bir
ölçüye göredir." O ne aşılabilir ne de eksiltilebilir. "Mikdar"
kavli "Eksik ve fazla olmayan" demektir.
Katâde şöyle der:
"Rızık ve ecel konusunda her şey bir ölçüye göredir. Mikdar: miktar, ölçü
demektir. Çocuğun, anne karnından çıkma müddeti ve karnından çıkana kadar
orada kalma müddetidir de denilmiştir. Kurtubî şöyle der: "Ayetin genel
manası, bütün bunları içine almaktadır."
5- Allah,
mahlûkât için gayb olam da, onların gördüklerini de bilir." Bu ayet, Allah
Tealâ'nın tek basma gaybı bildiğine, mahlûkâtın bilemediği iç âlemi kuşattığına
ve bu hususta hiç kimsenin O'na ortak olamayacağına dikkati çekmektedir.
Allah Tealâ'nın sânı
yüce olup, her şey O'ndan aşağıdadır. O, müşriklerin söylediklerinden yüce,
kudret ve kahrıyla her şeye üstündür.
Allah Tealâ, insanın
açıktan yaptığı iyilik ve kötülükleri bildiği gibi aynı şekilde gizlediği
iyilik ve kötülüklerini de bilir. Yine O'nun ilminde gece gizlenenle gündüz
ortaya çıkan, yani gizliyle açık ve yollarda ortaya çıkanla karanlıklarda
gizlenen birdir.
6- Allah'ın
tahsis etmesiyle insanın yanında gece ve gündüz dört melek vardır. Bunlardan
ikisi onu korurken diğer ikisi yaptıklarını kaydederler. Bu melekler gece ve
gündüz nöbetleşerek, insanın amellerini takibata alıp yazarak muhafaza ederler.
Hasan Basrî şöyle der:
"İnsanı takib eden dört melek vardır ve bunlar sabah namazında bir araya
gelirler."
"Allah'ın emri ve
izniyle" demektir. "Min", ile manasınadır. Sıfat harfleri
birbirlerinin yerine kâimdirler. Ferrâ der ki: "Ayette takdim tehir
vardır. Takdiri: İnsanoğlunu, Allah'ın emriyle takibedenler vardır. Onu
ardında ve önünde gözetirler, şeklindedir."
Meleklerin bizi
korumakla görevlendirilmeleri, bizi hayırlı işler yapmaya ve Allah'a itaat
etmeye teşvik eder. Ayrıca bu sayede insan günahlara karşı daha çok tetikte
olur.
Kulların yaptıkları
amellerin yazılması konusunda ise kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Yazılan
bu sayfalar, tartıldıklarında hangi kefenin ağır geldiğini anlamaya yarar. Zira
Allah'a yapılan ibadetlerin konulduğu kefe ağır basarsa sahibinin cennet
ehlinden olduğu anlaşılır. Eğer aksi olursa sahibi, cehennemliklerdendir."
7- Bir
millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez. Bir
millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da
herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ:
Uhud günü okçular Rasulullah (s.a.)'ın emrine isyan edip kendilerini değiştirdikleri
için Allah da müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğratmıştır.
Müfessirlere göre
ayetten maksat şudur: "İnsanlar, Allah'a isyan edip, hallerinde bozulma
meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları
nimetleri ellerinden almaz."[27]
Bu mana, cemaate
yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle
karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması şart
değildir.
Rasulullah (s.a.)'a
"İçimizde salih kimseler bulunduğu halde helak olabilir miyiz?" diye
sorulunca Buharî'nin menakıbmda rivayet ettiği gibi, O (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Evet, fısk-ı fücur, yani kötülük ve haramlar çoğaldığında". Allah
Tealâ da şöyle buyurmuştur: "Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak
fitneden sakının" (Enfal, 8/25).
8- Eğer
Allah, insanlara hastalık gibi bir belâ vermek isterse artık o belânın önüne
geçilmez. Denilmiştir ki: "Ayetin manası şöyledir: 'Eğer Allah, bir
milletin azabını dilerse onların basiretlerini köreltir, onlar da belâya sebep
olacak şeyleri seçip onu yapar, helak olmaya ayaklarıyla giderler. Dolayısıyla
kötü akıbetlerini elleriyle aramış, kanlarını akıtmaya tıpış tıpış gitmiş
olurlar. Allah'ın dilemesi ve azabı karşısında hiç kimse ne bir sığınak ne de
bir yardımcı tefsir etmek daha doğrudur: "İnsanlık için, Allah dan başka kimse
yoktur; tanrı oldukları iddia edilen put ve benzerden \se\ı\ç\nr şey yapabilecek
durumda değildirler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sizlerin Allah'ı
bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile. yaratmayacaklardır.
Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de istenen de
âciz!" (Hacc, 22/73).
[28]
12- Korku ve ümide
düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren
O'dur.
13- O'nu gök gürlemesi
hamd ile, melekler de korkularından teşbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan
Allah hakkında çekişirken, O yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar.
14- Gerçek davet ve
dua ancak O'na yapılandır. O'ndan başka dua ettikleri putlar, onlara hiçbir
cevap vermezler. Durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış
bekleyen adama, benzer. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı
da böyle, boşunadır.
15- Yerde ve
göklerdeki kimseler de, gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a secde
ederler.
"Korku" ile
"ümit" ve "isteyerek" ile "istemeyerek"
kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Avuçlarını açmış
bekleyen adam gibi...". Burada teşbih-i temsili vardır. Putlara dua eden
kâfirlerin durumu, suyu avucuyla içmek için onu avuçlamak isteyen kimsenin
haline benzetilmiştir. Veya putların kendilerine dua edenlere cevap vermemeleri,
uzaktan avuçlarını açan kimseye, suyun cevap vermemesine benzetilmiştir.
[29]
"Korku ve ümide
düşürmek için" "Yıldırımlarla korkutmak ve yağmurla ümitlendirmek
için. Burada mahzuf bir muzâf vardır. Yani korku ve ümide düşürmek için veya
korkutarak ve ümitlendirerek demektir. Ya da bu lanzlar hal olup, korktuğunuz
ve ümitlendiğiniz halde demektir. Masdar, mübalağa için mef ûl ya da fail
manasına kullanılır. Bu halde yıldırımlar düşmeye başlayınca şimşek çaktığında
korkulur, yağmurla ümitlenir demektir, "size şimşeği gösteren" Gök
cisimlerinin birbirleriyle çarpışması neticesinde gökte meydana gelen ve ışık
saçan kıvılcımlar, yani "şimşeği gösteren, yağmurla yüklü" havada
sev-kedilen "bulutları meydana getiren O'dur".
"O'nu gök
gürlemesi" Gök cisimlerinin birbirleriyle sürtünmesi neticesinde
bulutlardan duyulan ses. Yani, zıt kutuplu elektrik yüklü iki bulutun
birbiriyle çarpışmasıyla şimşek oluşur. Arkasından şimşeğin meydana getirdiği
havadan bir bölümün ayrılmasından dolayı şimşeğin sevkettiği bu havada sürtünme
olur ve böylece gök gürültüsü meydana gelir "hamd ile, melekler de
korkularından teşbih ederler."
"O, yıldırımlar
gönderir de" Bulutların yere yaklaştıkları anda buluttaki elektrikle
yerdeki elektrik akımı arasında meydana gelen elektriksel sürtünme sebebiyle
oluşan bir enerjidir. Bu enerjiden düştüğü yeri yakan yıldırım meydana gelir,
"onlar" yani kâfirler, Allah Tealâ hakkında Rasulullah (s.a.) ile
"çe-kişirlerken, onlarla dilediğini çarpar."
"O'ndan başka dua
ettikleri putlar" istedikleri şeylerden hiçbirine "cevap vermezler.
Durumları" putların cevap vermeleri, "suyun" kuyudan yükselerek
"ağzına gelmesi için avuçlarını" kuyunun ucundaki suya "açmış
bekleyen adamın durumuna benzer. Hiçbir zaman suya kavuşamaz." Aynı
şekilde putlar da kendilerine ibadet edip, dua edenlere hiçbir zaman karşılık
verecek değillerdir. "İşte kâfirlerin" putlara tapmaları veya onlara
"yalvarışları da böyle boşunadır."
"Yerde ve
göklerdeki kimseler de ister istemez Allah'a secde ederler". Ayetteki secdenin
gerçek manasında olması muhtemeldir. Çünkü melekler, insanlar, cinler, hem
sıkıntı anında hem de rahatlıkta isteyerek Ona secde ederler. Kâfirler ise
sıkıntı ve zaruret esnasında istemeyerek secde ederler. Münafıklar kâfir
olduklarından onlar da istemeyerek secde ederler. Ayetten maksadın şu şekilde
olması da mümkündür: Onlar, ister istemez Allah'ın kendileri hakkında dilediği
şeyleri yapmaya boyun eğerler. Bunları yapmamaya muktedir değillerdir.
"gölgeleri
de..." Dikine duran şeylerin güneş ışınlarını engellemesi sebebiyle
meydana gelen hayalî gölgelerdir. Yani onların gölgeleri de secde eder. Veya
Allah'ın iradesi karşısında onların gölgeleri de boyun eğerek uzar, kısalır,
yayılır ve yok olur, demektir.
[30]
13. ayetin indirilme sebebi
ile ilgili raviler iki nüzul sebebi bildirmişlerdir: Taberanî, İbn Abbâs
(r.a.)'den şöyle rivayet eder: "Erbed b. Kays ve Amir b. et-Tufeyl,
Medine'ye gelerek Rasulullah (s.a.)'ın huzuruna girdiler. Âmir şöyle dedi:
- Yâ Muhammedi
Müslüman olursam bana ne gibi haklar vereceksin?
- Müslümanların lehine
ve aleyhine olan her şey senin de lehine ve aleyhinedir.
- Senden sonra
hâkimiyeti bana verir misin?
- Hakimiyet ne sana ne
de kavmine geçecektir.
İkisi de Rasulullah
(s.a.)'m huzurundan çıktılar. Amir "Ben konuşarak Muhammed'i lafa
tutacağım. Sen de kılıçla ona vur" dedi. Tekrar geri döndüler. Âmir
"Ey Muhammedi Kalk da biraz konuşalım" dedi. Rasulullah (s.a.) ayağa
kalktı. Ayakta konuşmaya başladılar. Erbed, kılıcını sıyırmaya yeltendi. Kılıcını
tutmak isterken eli çolak oldu. Rasulullah (s.a.), donuverdi ve onu gördü.
Hemen yanlarından uzaklaştı. Onlar da orayı terkettiler. Rakm denilen yere
vardıklarında Allah, Erbed'e bir yıldırım gönderdi. Hemen oracıkta geberdi. Allah
da, " 'Allah, her dişinin rahminde taşıdığını bilir' kavlinden" 'Pek
kuvvetli olan' kavline kadar ki ayetleri indirdi. Âmir'in başına ise vebayı
belâ etti. Onda deve vebası gibi bezeler çıktı ve veremliler yurdunda
öldü."
Enes (r.)'ten rivayet
edildiğine göre Rasulullah (s.a.), Arap firavunlarından bir zorbaya bir adam
gönderdi. Dedi ki: "Git, o zorbayı bana çağır". Adam: "Ya
Rasulallah (s.a.)! O, kibirli bir zorbadır" dedi. Rasulullah (s.a.)
tekrar: "Git, onu bana çağır" buyurdu. Adam zorbaya gitti ve
"Rasulullah (s.a.) seni çağırıyor" dedi. Zorba: "Allah,
nasıldır? O, altından mı, gümüşten mi yoksa bakırdan mıdır?" dedi. Elçi,
Rasulullah (s.a.)'a döndü ve olanları anlattı, dedi ki: "Onun ki-birinden
dolayı buraya gelmeyeceğini size söylemiştim". Rasulullah (s.a.):
"Ona bir daha git ve onu bana çağır" diye emretti. Elçi gitti ve
zorba aynı şeyleri söyledi. Elçi tekrar Rasulullah (s.a.)'a gelip olanları
anlattı. Rasulullah (s.a.) yine: "Ona git" dedi. Üçüncü sefer de
zorba aynı ukalâlığı yaptı. Elçi diyor ki: "Biz bu şekilde tartışırken
başının üzerine bir bulut geldi. Gök gürledi, yıldırım düştü ve o adamı çarptı.
Bunun üzerine Allah Tealâ, "Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında
çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar" ayetini
indirdi.[31]
Allah Tealâ, bir milletin
azabını dileyince, artık onun önüne geçilemeyeceğini bildirerek kullarını
korkuttuktan sonra hemen arkasından üç hususu içine alan bu ayetleri
zikretmiştir. Bu üç husus, Allah'ın kudretini ve hikmetini gösteren deliller,
bazen nimet ve ihsana benzeyen deliller ve bazen de azap, kahır ve
cezalandırmaya benzeyen delillerdir.
[32]
Şimşeğe boyun eğdiren
Allah Tealâ'dır. Şimşek, zıt kutuplu elektrik yüklü iki bulutun birbirine
yaklaşması sebebiyle buluttan yayılan parlak ışıktır. Onu korkutmak için size
gösterir. Yolcu olan da, ekin tanelerini harmanda toplayan çiftçi de ondan
korkar. Her insan, onun gözü kamaştıran çakışından veya her önüne çıkanı katıp
götüren sellere sebep olmasından çekinir. Yine onu Allah, ümitlendirmek için
size gösterir. Ekinlerini, ağaçlarını sulamak için yağmura ihtiyacı olanlar,
havanın topraktan, kumdan, dumandan ya da mikroplardan temizlenmesi için
yağmuru bekleyenler onu ümitle gözlerler. Genel olarak insanlar iki kısımdır:
Birinci gurup, kendisine göre hayır saydığı şeylerle sevinir ve ümitlenir.
İkinci gurup ise, başına gelen ve kötü, zararlı saydığı şeyler sebebiyle
kötümser, bezgin ve asık suratlıdır.
Su dolu, yağmur yüklü
bulutlan meydana getiren Allah Tealâ'dır. Bu bulutlar, suyunun çokluğu
sebebiyle ağır ve yere yakındır.
Mücâhid şöyle der:
"Su yüklü, bulutlardır."
Gök gürlemesi, sözle
değil, aksine lisân-ı hâl ile Yaradanı ortaktan ve acizlikten tenzih eder,
O'na boyun eğdiğini ilân ederek, kudreti ve hikmeti karşısında O'na mutî'
olduğunu bildirir. Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O'nu hamd ile
teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız"
(İsra, 17/44).
Melekler de Allah'dan
korktuklarından ve O'nu yücelttiklerinden, Rableri-ne teşbih eder ve O'nu eş ve
çocuktan münezzeh kılarlar.
Allah, azab etmek için
yıldırımlar gönderir ve bunlarla dilediklerini cezalandırır. Bu sebepten âhir
zamanda yıldırımlar çoğalacaktır.
Ahmed b. Hanbel, Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Kıyamet yaklaşınca yıldırımlar çoğalır. Öyle ki kişi bir kavme
gelir ve 'Güneş doğmadan önce kimleri yıldırım çarptı' der. Onlar da 'Falanca,
falanca, falanca yıldırımla helak oldu' derler."
Gök gürlemesi ve
şimşeğin her ikisi de ya hayır müjdecisidir ya da kötülükle korkuturlar. Bu
sebepten Rasulullah (s.a.) gök gürültüsü duyulduğunda veya şimşek görüldüğünde
dua etmemizi emretmiştir.
Buharî Ahmed b.
Hanbel, Sâlim'den babası tarikiyle Rasulullah (s.a.)'ın gök gürlemesi ve
yıldırımları işittiği zaman şöyle dua ettiğini rivayet ederler: "Ey
Allah'ım! Gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi yok etme. Bundan önce kötülüğü
bizden defet"
Şimşek ve gök
gürlemesi esnasında şöyle denilmesi sünnettir: "Korku ve ümide düşürmek
için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları getiren O'dur. O'na gök
gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından teşbih ederler."
îmam Malik
Muvatta'ında, Abdullah b. Zübeyr (r.a.)'dan gök gürlemesini duyduğu zaman
konuşmayı bırakıp ve şöyle dua ettiğini rivayet eder: "Gök gürültüsünün
hamd ile meleklerin korku ile teşbih ettikleri Yüce Allah, noksan sıfatlardan
uzaktır."
Ahmed b. Hanbel, Ebû
Hüreyre (r.) den, rivayet ediyor; O gök gürültüsünü işittiği zaman şöyle dua
ederdi: "Gök gürültüsünün hamd ile teşbih ettiği Yüce Allah, noksan sıfatlardan
uzaktır."
Enes (r.a.),
Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yıldırım, Allah
Tealâ'yı zikreden kimseyi çarpmaz."
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), gök gürültüsünü işittiğinde şöyle
dua ederdi: "Gök gürültüsünün hamd ile ve meleklerin korku ile teşbih
ettikleri Yüce Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. O'nun her şeye gücü
yeter." Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle derdi: "Kim bu duayı okur da onu
yıldırım çarparsa, diyeti bana aittir."
Allah'ın kudretini ve
ilâh olduğunu gösteren bunca delile rağmen kâfirler, mücadele edip, Allah
Tealâ'nm azameti ve O'ndan başka ilâhın olmadığı konusunda şüpheye düşerler.
Mücâhid şöyle der: "Bir Yahudi, Rasulullah (s.a.) ile tartışarak ona Allah
Tealâ'nın hangi şeyden olduğunu sordu."
Allah Tealâ, pek
kuvvetli ve anında yakalayandır. Mumahale düşmana çok hileli davranmak
demektir. Allah Tealâ, onlar farkına varmadan şiddetli azabı indirmek için
ustaca tasarrufta bulunur. Temahhale"Hile yapmaya çalıştı, gayret
etti" manasına kullanılır.
O, üstünüzden ve
altınızdan size azâbetmeye kadirdir. "Hilelerinin sonunun nasıl olduğuna
bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik" (Nemi,
27/51). "Allah, kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar. Yakalaması
da şiddetli ve elimdir." (Hud, 11/102).
Bu ayette Rasulullah
(s.a.) teselli edilmiştir. Zira kâfirler, sadece Onun peygamberliğini inkâr
etmekle kalmamışlar, bilâkis daha da ileri giderek Allah'ın ulûhiyyetini de
inkâr etmişlerdir.
Doğru davet, dua ve
yakarış, ilâh edinilen putlara, totemlere, meleklere ya da insanlara değil
sadece Allah Tealâ'ya mahsustur.
İbn Abbâs (r.a.),
Katâde ve diğer alimler şöyle der: Ayette geçen "Davetü'l-Hakk", Lâ
ilahe illallah kelime-i tevhididir. Yani, 'Mahlûkâtm bir kabul etmesi ve
ihlâslı ibadet etmesi gereken tek varlık Allah'dır' demektir."
Keşşaf da bu ayetle
ilgili iki vecih zikredilmiştir. Birincisi: "Davet", batılın zıddı
olan Hakk'a muzâf kılınmıştır. Yani "îslâm daveti, İslâm'a mahsus hak
davasıdır" demektir. İkincisi: "Davet" "Allah Tealâ"
demek olan Hakk'a muzâf kılınmıştır. Manası "Dua, ancak işiten ve kabul
eden, hak olan Allah'adır" şek-
[33]
Bu ve bundan önceki
ayetler, Rasulullah (s.a.) ile onları tehdit ettiği ceza hususunda mücadele
ettiklerinden dolayı kâfirleri korkutmaktadır. Ebû Hay-yân, "Gerçek dua ve
ibadet ancak O'nadır" kavli hakkında şöyle der: "Görünen o ki
ayetteki bu izafet, mevsufun sıfata izafeti kabîlindendir. 'Ahiret yurdu' kavli
de böyledir. Takdiri şöyledir: 'Gerçek ve hak davet, başkalarına değil, sadece
Allah'a mahsustur. Çünkü Allah'dan başkasına yapılan davet batıldır'. Mana
şöyledir: 'Gerçek davet, sadece Allah Tealâ'ya yapılan davettir'. Bu ayet,
kâfirlerin Allah ile beraber ilâhlar ihdas etmelerini reddetmektedir. Kim Allah'a
dua ederse bu yaptığı dua haktır. Onlar yüzünden Allah hakkında mücadele
ettikleri putlarına dua etmeleri ise bunun aksidir. Zira bu dua batıl olup,
hiçbir yarar sağlamaz. Bu sebepten Allah, "O'ndan başka dua ettikleri
putlar..." diye buyurmuştur.[34]
Allah'dan başka, putlara
ve asılsız mâbudlara dua edenlerin -ki onlar müşriklerdir- isteklerini, bunlar
kesinlikle karşılamaz, onların dualarını kabul etmez, yakarışlarını duymaz ve
onlara fayda temin edemeyip zararı da onlardan uzaklaştıramazlar. Bunların
durumu, susuz olduğu halde ağzına gelmesi için uzaktan kendisine avuçlarını
açmış bekleyen bir kimseye, suyun karşılık vermesine benzer. Su, cansız varlık
olup duayı anlayamaz, sese karşılık veremez ve onu hissedemez. Bu teşbihin ne
kadar canlı ve gerçekçi olduğuna ve Allah'a dua eden kimsenin açtığı gibi
avuçların açıldığına dikkat edilmelidir.
Bu, Allah'ın
kendisinden başkalarına ibadet edenlerin, onların dualarına karşılık
vermelerinden ümitsizliğe düşmeleri için vermiş olduğu bir misaldir. Maksat
akıllarım ve hislerini harekete geçirmektir. Araplar, erişemeyeceği bir şey
için gayret gösterip çabalayan kimseye, suyu avuçla alan kişiyi misal vermiştir.
Şair şöyle der:
"Onunla aramızda
olan aşk yüzünden suyu açık bir avuçla alan kimseye benzedim.
İşte kâfirlerin putlara
ibadeti de böyle, ziyandır, kayıptır ve boşunadır. Zira onların hem putlara
yaptıkları dualar karşılıksızdır hem de Allah, bunların dualarını kabul etmez.
Bundan sonra Allah
Tealâ, kudretinin, azametinin ve kuvvetinin mükemmelliğini açıklayarak şöyle buyurmuştur:
"Her şey Allah'a boyun eğip itaat eder. Müminler ve melekler, hem
sıkıntıda hem rahatlıkta isteyerek boyun eğerken kâfirler sıkıntı anında
istemeyerek itaat ederler. Aslında insan, hayvan, nebat ve cansız varlıklar,
bütün mahlûkat kendilerini yaratan ve meydana getiren Yaratana boyun eğip,
itaat ederler. Aynı şekilde adı geçen bütün bu varlıklardan gölgesi olanların
gölgeleri de güneş doğuncaya kadar sabahın erken saatlerinde ve gündüzün
sonunda Allah'a secde eder ve boyun eğerler." Gölgenin uzaması ve
çekilmesi bu vakitlerde meydana geldiği veya Arapların kullanageldikleri gibi
devam ifade etmek için bu iki vakit özellikle zikredilmiştir. Allah'a secde
edilmesi, O'nun Rab olduğuna delâlet eder. Allah Tealâ'dan başkası ibadet
edilmeye lâyık değildir.
[35]
Ayetler, aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- Allah
Tealâ'nın mükemmel kudreti açıklanmıştır. Asilerin cezasının gecikmesi acizlik
sebebiyle değildir. Ayette bahsedilen şimşek, bulutlar, gök gür-lemesi ve
yıldırımlar; hepsi, Allah Tealâ'nın kudretini ve O'nun pek kuvvetli ve şiddetli
yakalayan olduğunu gösteren elle tutulur delillerdir. Mihal veya mumahale; hile
ile aldatmak, birbirini yenmeye çalışmak demektir. Meselâ şimşeğin meydana
gelmesi, Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden şaşılacak bir delildir. Çünkü
bulut, sulu gazlı ve ateşli kısımlardan oluşmuştur. Sulu kısım, daha çoktur.
Su, soğuk ve yaş bir maddedir. Ateş ise sıcak ve kurudur. Birbirinin zıddı
olan ateşin suya baskın çıkması ancak tek başına karar veren zıt olan bir şeyi
zıddından meydana getiren bir yaratıcıyla olur.
Buluttan su yüklü
parçalarının bazıları, hava boşluğunda meydana gelir ya da denizlerin
buharlaşmasıyla oluşur denilse de meydana gelmesi, son nokta ancak her şeye
kadir, yoktan var eden hikmet sahibi bir zâtın meydana getirmesiyle olur.
Şimşek yüzünden
havadan parçaların ayrılması sonucunda hava kütlelerinin birbirlerine çarpması
sebebiyle meydana gelen o korkunç gök gürlemesi de ilâhî kudrete başka bir
delildir. Yine korkutan, yerlebir eden, buluttan kaynaklanan ve bulutta yüklü
olan elektrikle yerde yüklü olan bir varlığa apaçık bir delil ve burhandır.
2- Mevcut
olan her insan, hayvan, nebat, cansız varlık, cin ve melek, Allah'ı hamd ile
teşbih ederler. Gök gürlemesi Allah'ı hamd ile teşbih eder. Melekler de
Allah'dan korktuklarından ve O'nu yücelttiklerinden hamd ile teşbih ederler.
Ancak insanlar, kendilerinden başka varlıkların teşbihlerini anlamazlar.
3- Bu
kâfirler, Allah'ın mükemmel kudretini gösteren bunca delile rağmen yine de
Allah hakkında mücadele eder ve O'nun varlığı ve ilâhlığı konusunda insanları
şüpheye düşürürler. Allah, pek kuvvetli, şiddetle yakalayan, pek çetin
cezalandıran ve batılla mücadele edip, insanları şüpheye düşüren o kâfirleri
perişan edendir.
4- Gerçek
davet ve dua Allah'a mahsustur. Kim Allah'a davet eder ya da dua ederse işte bu
gerçek davet ve duadır. Putlara ya da Allah'dan başka, benzeri uydurma
tanrılara yapılan dua ise beyhude olup, bir işe yaramaz.
5-
Kâfirlerin, Allah'ı bırakıp da dua ettikleri ilâhlar, hiç kimsenin isteğini
yerine getiremezler. Onların bu durumu, suyun, avuçlarını kendisine doğru açıp
onu bekleyen kimseye karşılık vermesine benzer. Su, cansız olup, hiç kimseyi
ve kendisine ihtiyaç duyulmasını hissedemez. Kendisi çağıran kimseye cevap
veremez. Aynı şekilde Allah'dan başka dua edilenlerde cansız olup, kendilerine
yapılan duaları anlayamaz, onlara karşılık veremeyip fayda da sağlayamazlar.
6-
"Allah'a secde ederler" kavli göstermektedir ki yerde ve göklerde bulunan
herkesin isteyerek veya istemeyerek Allah'a secde etmeleri zorunludur. Bu
vucûbiyet, 'secde ederler' buyrularak, yani secdenin meydana geldiği bildirilerek
ifade edilmiştir. Veya göklerde ve yerde bulunan herkes, Allah Tealâ'ya
kulluğunu itiraf etmektedir. Bu husus Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir:
"And olsun ki
onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir'?' diye sorsan 'Allah'tır'
derler." (Lokman, 31/25).
Denilmiştir ki: Secde,
boyun eğmek, itaat etmek ve vaz geçememekten ibarettir. Bu manada göklerde ve
yerdeki herkes Allah'a secde halindedir. Çünkü Allah'ın kudreti ve iradesi,
herkese nüfuz etmiştir.
7- "Gölgeleri
de sabah akşam Allah'a secde ederler" kavli, mümin olsun kâfir olsun her
şahsın gölgesinin Allah'a secde ettiğini göstermektedir.
Mücâhid şöyle der:
"Müminin gölgesi Allah'a isteyerek secde eder ve onun kendisi itaatkardır;
kafirin gölgesi ise Allah'a istemeyerek secde eder ve onun kendisi de
isyankardır." Denilmiştir ki: Mahlûkatın gölgelerinin secde etmesinden
maksat, bir taraftan diğer tarafa meyletmeleridir. Bu gölgeler, güneşin inip
yükselmesi yüzünden uzayıp kısalarak farklılık gösterir. Aynı zamanda uzarken,
kısalırken ve bir taraftan diğer tarafa meylederken boyun eğmiş, teslim
olmuşlardır. Gölgeler, sabah ve akşam büyüyüp, çoğaldıkları için özellikle bu
iki vakit zikredilmiştir.
[36]
16- De ki:
"Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?", "AUah'tır" de. "Onu
bırakıp kendilerine bir fayda ve zararı oımayan dostlar mı edindiniz?' de. Kör
ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir? de. Yoksa Allah'a,
Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi
benzettiler? De ki: .Her şeyi yaratan
AUah'tır. O, her şeye üstün gelen tek ilâhtır."
"Allah'tır,
de" Burada hazif yoluyla icaz vardır. Yani "gökleri ve yeri yaratan
Allah'tır" demektir.
"Kör" ile
"gören" ve "karanlık" ile "aydınlık" kelimeleri
arasında tezat sanatı vardır. "Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla
aydınlık bir midir?" Burada iki istiare vardır. Allah Tealâ,
"kör" lafzını müşrik, "gören" lafzını mümin için istiare
olarak kullanmıştır. Aynı şekilde "karanlık" ve "aydınlık"
kelimelerini küfür ve iman için kullanarak istiare yapmıştır.
[37]
Yâ Muhammedi Kavmine
"de ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir1?" Gökleri ve yeri yaratan,
işlerini idare eden kimdir?" Eğer cevap vermezlerse yaratan
"Allah'tır de" başka cevap yoktur. Zaten onlar da başka cevap
veremezler. Ayrıca bu, münakaşa götürmez apaçık bir cevaptır veya Allah,
onlara cevabı öğretmiştir.
"Onu
bırakıp" Allah'ı bırakıp nasıl O'ndan başkasını, ibadet ettiğiniz putları,
ilah edindiniz? Maksat, böylece Allah'ın, onların putlar edinmelerini ak-len,
olması zor bir kötülük olarak tescil etmesidir. Ayetteki soru ve tehdit ifade
etmektedir, "kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz.
"Onlar, kendilerine fayda sağlamaya veya kendilerinden zararı
uzaklaştırmaya güç yetiremezler. Nasıl olur da başkalarına fayda sağlayıp,
onlardan zararı defedebilirler? Siz nasıl olur da göklerin ve yerin sahibini
terkedersiniz? Bu, sapıklıklarına ve kendilerine şefaat etmelerini ümit ederek
putlar edinmelerindeki bozuk düşüncelerine ikinci bir delildir.
"Kör ile"
bilmeyen kâfir ile "gören" bilen akıllı mümin "bir olur mu? veya
karanlık ile aydınlık" küfürle iman "bir midir?" Elbetteki
hayır.
"Allah'ın
yarattığı gibi yaratan" Bu kavil, "ortaklar" lafzının sıfatı
olup, inkârın şumûlü içindedir, "ortaklar buldular da yaratmaları birbirine
mi benzettiler?" Allah'ın yaratmasıyla ortakların yaratmasını birbirine
mi benzettiler?". Mana şöyledir: Onlar, Allah'a Onun gibi yaratan
ortaklar koşmadılar ki yaratmaları birbirine benzetip "Onlar da Allah'n
yarattığı gibi yaratırlar ve Allah'ın ibadete lâyık olduğu gibi ibadete
layıktırlar" desinler. Bilâkis onlar, -yaratanın kadir olduğu şeyler bir
tarafa- insanların güç yetirdiği şeylere bile güç yetiremeyen aciz ortaklar
edindiler.
Bu, inkâr manası
taşıyan bir soru şeklidir. Yani vaziyet öyle değildir. İbadete ancak yaratan
layıktır demektir.
"De ki: Her şeyi
yaratan Allah 'tır." Allah'tan başka yaratan yoktur ki O'na ibadet
edilmekte ortak olsun. Onun ne yaratma da ne de ibadet edilme de bir ortağı
vardır. Mana şöyledir: "Allah, yaratmayı ibadet için gerekli bir unsur
kıldı" Hemen arkasından Allah Tealâ, şu sonuca ulaşmak için yaratma
fiilini, kendisinden başka her şeyde yok saymıştır: "O, her şeye üstün
gelen bir tek ilâhtır."
[38]
Allah Tealâ, göklerde
ve yerde bulunan herkesin kendisine secde edip, kudreti ve azametine boyun
eğdiğini açıkladıktan sonra putlara tapanlara cevap vermeye dönmüştür. Bundan
maksat, birliğini ispat ve tek ilâh, tek rab olduğunu kesin bir dille ifade
etmektir. Tâ ki kâfirler bunu itiraf etmekten başka çare bulamasınlar.
[39]
Ey Peygamber!
Müşriklere de ki: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?'. Sonra onlara kesinlikle
belli olan cevabı ver. Zaten onlar, bu cevabı ikrar da etmişlerdir. Çünkü
Allah'ın tek yaratan olduğunu itiraf ediyorlardı. Allah Tealâ, şöyle
buyurmuştur: "And olsun ki onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye
sorsan 'Allah'tır' derler." (Lokman, 31/25). O halde onlara de ki: Allah,
o ikisini yaratan, onların Rabbi ve işlerini idare edendir.
Zemahşerî şöyle der:
"Allah'tır de" kavli, kâfirlerin itirafını anlatmakta ve Allah'ı
zihinlerine nakşetmektedir. Çünkü eğer Rasulullah (s.a.) onlara sadece
'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' deseydi onların 'Allah' demelerine gerek kalmazdı."
Onlar, bu hususu iyice
kavradıktan sonra yine de ki: "Niçin Allah'ı bırakarak mâbudlar
edindiniz." Üstelik onlar cansızdırlar. Eğer Allah'ın varlığını ikrar
ediyorsanız size ne oluyor da Allah'tan başka aciz yardımcılar ve ibadet ettiğiniz
dostlar edindiniz. Hem de onlar kendilerine ne fayda sağlayabilirler ne de
zararı uzaklaştırabilirler.
Eğer bu ilâhlar,
kendileri için fayda sağlayamayıp, zararı uzaklaştırama-yanlarsa tatbiki
kendilerine ibadet edenlere fayda ve zarar veremeyeceklerdir. Hiç Allah ile
beraber bu ilâhlara ibadet edenlerle, sadece ortağı olmayan Allah'a ibadet
edenler bir olur mu? Elbette ikinciler Rablerinden bir nur üzeredirler. Bu
sebepten Allah şöyle buyurmuştur: "Sapık inançlarını açıklayarak onlara de
ki: 'Hiçbir şey görmeyen kör ile hakkı idrak edip, gören kimse bir olur
mu?" Veya karanlıkla aydınlık bir midir?" Hak yol tek olduğu, batıl
ve inkâr yolları çok çeşitli olduğu için "karanlıklar" çoğul olarak
"aydınlık" ise tekil olarak getirilmiştir.
Bu kavilden maksat
şudur: "Bir kimsenin, kâfir ile müminin, küfür ile imanın eşit olduğunu
söylemesi mümkün değildir. Zira kâfir, kör bir kimseye; inkâr, karanlıklara
benzerken mümin, gören; iman ise aydınlık gibidir."
Onlar Allah'a ortaklar
buldular. Yani, o müşrikler Allah ile beraber Rabbe benzeyen ve yaratma
hususunda O'nun gibi olan ilahlar buldular. İşte o anda onlara göre ortakların
yaratmasıyla Allah'ın yaratması birbirine benzeyip karıştı. Onlar, Allah'a,
O'nun yarattığı gibi yarattıklarını iddia ettikleri ortaklar koşunca bu işin
içinden çıkamayıp, hiçbir şey yaratamayıp kendilerinin yaratılmış olmasına
rağmen bu ortaklara ibadet etmeye başladılar. Onlar nasıl olur da ibadet
ederken Allah'a ortak koşarlar. Hiç yaratan, yaratmayana benzer mi! Bu, şu
ayetin manasına benzer:" "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir
araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır." (Hacc, 22/73).
Ayetten maksat şudur:
Vaziyet göründüğü gibi değildir. Zira Allah Tealâ'ya hiçbir şey benzetilemez ve
hiçbir şey O'na benzemez. O'nun ne benzeri ne yardımcısı ne çocuğu ve ne de eşi
vardır. O müşrikler, ilahların Allah tarafından yaratıldıklarını ve
kendilerinin de Allah'ın kulu olduklarını itiraf ettikleri halde yine de o
ilâhlara taparlar. Onlar, bu durumu telbiyelerinde de ifade etmişlerdir:
'Lebbeyk, senin hiç ortağın yoktur. Ancak bir "ortağın vardır ki, o
senindir. Sen, hem onun hem de onun sahip olduğu şeylerin sahibisin1. Allah
Tealâ da onların durumunu şöylece haber vermiştir: " Onlara, bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz '"(Zümer, 39/3).Bu kavildeki soru,
onların bu davranışlarına hayreti, onu inkârı ve onlarla dalga geçmeyi ifade
etmektedir.
Allah Tealâ, onların
sapık inançlarını inceden inceye hesaba çekip, Allah ile beraber, aczi ve
kuvvetsizliği sebebiyle O'ndan başka ilâh edinmek için bunu mümkün kılacak bir
sebebin bulunmadığını açıkladıktan sonra şu kesin neticeyi ifade etmiştir:
"Yâ Muhammed! Hakkın ne olduğunu açıklayarak onlara de ki: Her şeyi
yaratan Allah'tır." Hem sizi, hem putlarınızı ve hem de bütün mahlûkâtı
yaratmıştır. Eğer doğru bir şekilde düşünürseniz Allah'ın tek yaratan ve tek
yoktan var eden, tek ilâh, ibadete tek lâyık ve her şeye üstün olduğunu
görürsünüz. Buna rağmen nasıl olur da fayda ve zarar vermeyen putlara
taparsınız!
[40]
Ayet, şu mevzulara
delâlet etmiştir:
1- Sonsuz ve
ebedî gerçek kesin olarak ifade edilmiştir. Bu gerçek; gökleri, yeri ve bütün
mahlûkâtı yaratan sadece Allah Tealâ'dır.
Yaratma ve yoktan var
etme özelliklerine sahip olan, ancak ibadet edilmeye ve yüceltilmeye lâyıktır.
2-
"O'nu bırakıp dostlar mı edindiniz?' de!" kavli, müşriklerin,
yaratanın Allah olduğunu itiraf ettiklerini göstermektedir. Diğer bir ayette
aynı mana zikredilmiştir: "And olsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan,
güneşi ayı buyruğu altında tutan kimdir1?' diye sorarsan şüphesiz Allah'tır'
derler." Mana şöyledir: "Eğer yaratanın Allah olduğunu itiraf
ediyorsanız niçin O'ndan başkasına tapıyorsunuz? Bu taptıklarınız ne fayda ne
de zarar verebilir" Bu, reddelimesi veya dil uzatılması imkânsız kesin bir
delille yapılmış sahih bir kabul ettirmedir.
3- Allah,
müşriklere 'kör' ile kâfir için 'gören' ile de mümin için misal vermiştir.
Eğer her insan nezdinde kör ile görenin bir olmayacakları teslim olunmuş bir
esas ise aynı şekilde hakkı gören mümin ile hakka karşı kör olan müşrikin eşit
olmayacakları da tartışmasız kabul edilmesi gereken bir esastır.
Hemen arkasından Allah
Tealâ, karanlık ve nur' ile şirk ve imana misal vermiştir.
4- Allah,
müşriklerin aklını yok etmiştir. Onlar, daha önce zikredilenlerle ikna olmamış,
aksine Allah'a ilâh olmanın en önemli unsuru olan yaratma ve yoktan var etme
özelliği bulunmayan ortaklar koşmuşlardır. Bu ortaklar, en küçük bir şeyi bile
yaratmaktan âcizdirler. Durum böyle olunca onların, Allah'ın mahlûkâtıyla boy
ölçüşmeleri bile mümkün değildir. Eğer bu âlemi yaratan iki kişi olsaydı o
zaman yaratma işi karışabilir, birinin yaratması diğerininkinden ayrılamazdı.
Peki, yaratmanın iki kişi tarafından gerçekleştirildiği ne ile bilinecekti?
Müşrikler, Allah'ın yarattığı gibi, mahlûkâtı yaratan ilâhlar edinince akıllan
durdu. Bir yaratılanı Allah mı yarattı ilâhlar mı yarattı bilemez oldular.
Bütün bunlar, onlarla istihza etmekten başka bir şey değildir. Çünkü onlar,
gerçekte her şeyi Allah'ın yarattığını, ilâhların ise hiçbir şey yaratmadıklarını
görüyorlar. Bununla beraber yine de Allah'ı bırakıp onlara tapıyorlar.
5- Her şeyi
yaratan Allah'tır. Bu sebepten her şeyin O'na ibadet etmesi gerekir. Bu ayet,
kulların fiillerinin yaratıcısının kendilerinin olduğunu iddia eden Kaderiyye
mezhebinin görüşlerini reddetmektedir. Allah Tealâ, her şeyden önce tek
olandır. O, bütün isteyenlerin dilemesi karşısında hezimete uğradığı, her şeye
galip gelen, kahredendir. Bütün bunlardan sonra nasıl olur da hâlâ Allah'ın
ortağı olduğu söylenebilir!
6- Ehl-i
sünnet, bu ayeti kulların fiillerinin nihai noktada Allah Tealâ tarafından
yaratılmış olduğuna delil getirmiştir. Kul, kendi yapacağı işi yaratamaz.
Çünkü insanın fiili de bir 'şey' dir ve Allah her 'şey'i yaratmıştır. İnsan ancak
çalışıp kazanır, fiillerini yönlendirir ve Allah'ın kendisi için yarattığı
şeyleri seçer.
Mutezile mezhebi şöyle
der: Kul, yapar ve yeniden meydana getirir. Biz "O, Allah Tealâ'nın
yarattığı gibi yaratır" diyemeyiz. O, ancak yarar sağlamak ve zararı
uzaklaştırmak için fiilde bulunur. Allah Tealâ, bütün bunlardan münezzehtir.
Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar koştular, prensibi insanlar
için geçerli değildir.
Mucbira (Cebriye)
mezhebinin görüşü de şöyledir: Allah Tealâ'nın yarattığı şey bizatihi kulun kazancı
ve fiilidir demek şirkin ta kendisidir. Çünkü bu takdirde ilahla kul, bu
fiillerin yaratılmasında iki ortak gibidirler. Her ortağın, diğerinin fiilinde
hakkı vardır.
[41]
17- Allah, gökten su indirir, vadiler, onunla
dolar taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süslenmek veya faydalanmak
için ateşte erittiklerinin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah,
hak ve batıl için böyle misal verir. Köpük yok olup gider, insanlara fayda
veren ise yerde kalır. Allah bunun gibi daha nice misaller verir.
18- Rablerinin çağrısına gelenlere en güzel
karşılık vardır. O'nun çağrısına uymayanlar ise yeryüzünde olan her şey ve daha
bir katı onların olsa (kurtulmak için) fidye verirlerdi. İşte hesapları kötü
olanlar bunlardır. Varacakları yer cehennemdir; ne kötü konaktır!
19- Ey Muhammedi Sana
Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer
mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.
"Allah, gökten su
indirir" Yüce Allah, hak ve batılı teşbih-i temsili sanatı ile arz etti.
Çünkü bu teşbihte vech-i şebeh çok yönlüdür. Hakkı, yer katmanlarına yerleşen
saf suya ve madenlerden insanların faydalanacağı saf cevhere benzetti. Batılı
da suyun yüzünde görünen kir ve çerçöpe ve çok geçmeden çözülüp dağılan maden
tortusuna benzetti.
"Vadiler onunla
dolar taşar" Bu, bir mecaz-ı aklîdir. Dolup taşarak akan vadiler değil
sudur. Aslı "derelerin sulan aktı" şeklindedir. "Allah, hak ve
batıl için böyle misal verir." Burada hazif yoluyla îcaz vardır. Yani, hak
ve batılın misallerini şöyle verir demektir.
"Rablerinin
çağrısına gelenlere" "O'nun çağrısına uymayanlar". Bu iki cümle
arasında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.
"... onu bilmeyen
köre benzer mi?" Câhil kâfir, istiare yoluyla köre benzetilmiştir.
[42]
"Allah, gökten
su" buluttan veya gök cihetinden yağmur "indirir. Vadiler dolup
taşar." "Evdiye". Bu kelime, "Vadi"nin çoğuludur. Çok
suyun aktığı yer demektir. Sonra, 'bu yerde akan su' için kullanılmaya
başlanmıştır. Yağmur, bölgelere nöbetleşe yağdığı için nekra olarak
gösterilmiştir. Allah Tealâ'nın faydalı olacağını bildiği miktarda veya büyük
büyüklüğü, küçük küçüklüğü kadar, her biri kendi miktarınca su akar.
"Sel" üstte çıkan, kabaran "köpüğü taşır". Ayette geçen
"Zebed" "Suyun üzerinde beliren köpük, çerçöp ve benzeri şeylerdir".
"Süslenmek veya
faydalanmak için ateşte erittiklerinin" altın, gümüş, bakır ve demir gibi
yerin cevherlerinin insanların faydasına eritilerek yapılan kap kaçak, harp ve
ekin aletleri ve süs eşyaları gibi erittiklerinin "üzerinde de buna benzer
bir köpük vardır. Allah hak ve batıl için" zikredilenlerle hakka ve
batıla, herbirinin ehline "böyle misal verir."
İnsanların
faydalandığı su ve madenler; belirli bir müddet yerde kalır ve insanlar
bunlardan yararlanmaya devam ederler. Aynı şekilde batıl da, azar azar çözülür
ve belirsizleşir. Bazı zamanlar hakka üstün görünse de hak sabit ve ebedîdir.
Yani, elde edilmesi ve devamlılığı hususunda hak, yeryüzünün katmanlarında
mevcut olan faydalı suya ve zinet yapımında ve çeşitli eşyaların elde
edilmesinde yararlanılan madenlere benzer. Zira her ikisinden de uzunca bir
müddet yararlanılır. Pek az yarar sağlaması ve çabucak yok olup gitmesi
hususunda batıl ise suyun köpüğü ve çerçöpü ve madenin kiri ve pası gibidir.
"Allah bunun gibi
daha nice misaller verir". Allah, şüpheli ve karışık olan şeyleri
açıklamak için bu zikredilenler gibi daha nice misalleri açıklar.
"Rablerinin
çağrısına gelenlere" Allah'ın davetine itat ederek karşılık veren
müminlere "en güzel karşılık" cennet "vardır".
"O'nun davetine
uymayan" kâfirler "ise yeryüzünde olan her şey ve daha bir katı
onların olsa" azaptan kurtulmak için "fidye verirlerdi"
"İşte"
yaptıkları her şeyden kötü bir şekilde "hesaba çekilecek olanlar bunlardır".
Onların yaptıkları hiçbir şey bağışlanmaz. Veya işledikleri günahlar sebebiyle
inceden inceye hesaba çekilecek olanlar bunlardır. Onların hiçbir günahı
bağışlanmaz.
"Varacakları yer
cehennemdir. O, ne kötü konak" ve döşektir. Kötülenen şey hazfedilmiştir.
"Efemen"
Buradaki "hemze" inkâr ifade eden soru için kullanılmıştır. Yani
"Ey Muhammedi Hamza (r.a.) gibi, sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu
bilip iman eden ve davetini kabul eden kimse "Ebû Cehil gibi kalbi körel-miş,
peygambere iman etmeyene benzer mi?" demektir. Maksat "Benzemez, bir
değildir" demektir.
[43]
Allah Tealâ, önceki
ayetlerde hakka davet ve batıla davet olmak üzere iki davetin bulunduğunu,
Allah'ın davetinin hak, Allah'ı bırakarak insanların taptıkları ilâhlara
yapılan davet ve duanın da batıl olduğunu zikretmişti. Yine Allah Tealâ, mümin
ve kâfir ile iman ve küfrü, gören kimseye ve köre, aydınlığa ve karanlığa
benzetmişti. Bütün bunlardan sonra burada iman ve inkâra başka bir misal
vermiş, hak ve ehli için, batıl ve avaneleri için verilen bu misalleri
açıklamıştır. Hak ve ehlinin sabit oluşunu ve ebediliğini, gökten inip toprağa
ve insanlara fayda veren suya ve zinet yapımında, çeşitli kap ve âletlerin
elde edilmesinde yararlanılan, madenlere benzetmiştir. Yine batılın azar azar
çözülmesini, süratle yok olup gitmesini ve faydasının boşa çıkmasını da, selin
fırlatıp attığı köpüğüne, çerçöpüne ve madenin eridiği zaman üzerinde kalan
kirine, pasına benzetmiştir.
[44]
Birinci ayet, Kur'an
veya iman demek olan hakkın sabit oluşuna, ebedîliğine ve yararlı oluşuna ve
inkâr manasına gelen batılın azar azar çözülmesine ve yok olup gitmesine
verilen iki misali ihtiva etmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Gökten su
indirir..." Yani Allah Tealâ, bulutlardan yağmur indirir. Her vadi ve
nehir, büyüklük ve küçüklüğüne göre bu yağmurdan payını alır. Aynı zamanda
burada, tamamen imanla kaplı ya da imanı derece derece zayıf kalplere işaret
edilmiştir. Bu yağmurdan oluşan sel, üzerinde meydana gelen köpükleri ve
çerçöpü beraberinde sürükler götürür. İşte hak ve batıla ya da iman ve inkâra
verilen ilk örnek budur.
Bundan sonra Allah
Tealâ ikinci örneği zikretmiştir: "Ve madenlerden de..." Yine hak
veya iman, altın, gümüş, demir ve bakır gibi faydalı madenlere benzer. Öyle ki
bu madenler, ateşte eritilerek toprak ve pastan arındırılır ve süs eşyası, kap
kaçak, silah ve diğer faydalı metal eşyalar yapılır. Bunların erimeleri
sırasında üzerlerinde pas ve kir oluşur. İşte bu da batıla örnektir.
"İşte Allah, hak
ile batıla böyle örnekler verir..." Allah, böylece bahsi geçenleri, hak
ve batıl biraraya geldiğinde onlara misal olarak verir. Sabit ve faydalı olan
hak, yine sabit ve faydalı suya, temiz ve saf madene benzer. Yok olup giden ve
fayda vermeyen batıl ise selin etrafına fırlatıp attığı köpük, çerçöp ve
eriyince madenden çıkan kir ve pas gibidir. Netice olarak hak karşısında batılın
devam edebilme imkânı yoktur.
Bundan sonra Allah
Tealâ, batılın yavaş yavaş çözüldüğünü ve kaybolup gittiğini zikrederek şöyle
buyurmuştur: "Köpüğe gelince" "Suyun üzerinde oluşan köpük ve
çerçöp dağılıp, yok olarak selin etrafında kalır ve oraya buraya takılır.
Rüzgâr da onları savurarak alıp götürür. Kendisinden yararlanılan su ve maden
ise yeryüzünde kalıcıdır. Suyu içer ve ekinlerimizi sularız. Madenlerden de
süs eşyası, kap kaçak, silah ve diğer eşyaları yaparak istifade ederiz. Allah
Tealâ, demir hakkında şöyle buyurmuştur: "Pek sert olan ve insanlara
birçok faydası bulunan demiri var ettik. '"(Hadid, 57/25).
"İşte Allah,
örnekleri böyle vermektedir" Allah Tealâ, size bu misalleri açıkladığı
gibi aynı şekilde iman ve inkâr, hak ve batıl gibi aslî inançların esasları
arasındaki farkları izah etmek için daha nice apaçık misaller verir.
Netice olarak hakkın
ve iman nurunun vücut bulduğu Kur'an-ı Kerim kalplere hayat veren iman; yer
ölüyken onu dirilten suya ve insanlara pek çok yarar sağlayan saf ve temiz
madenlere benzetmiştir. Küfür, şirk sapıklığı ve müşriklerin batıl itikatları
ise; hiçbir yarar sağlamayıp çabucak yok olur "Fev-ran" dağılıp
gider. Bütün bunlar, suyun ve selin yavaş yavaş çözülen ve rüzgârın savurup
götürdüğü köpük ve çerçöpüne ve madenlerin uzaklaştırılıp bir tarafa atılan
kir ve pasına benzer.
Bu mükemmel misal,
sadece insanın hayrı için verilmiştir. Öyle ki akıbetini hazırlamak ve ahiret
hayatında kendisini bekleyen mutluluk ve bedbahtlığı elde etmek, bu insanın
elindedir. Kıyamet günü gelip çattığında, insanlar ve yaptıkları Rablerine arz
olununca batıl hemen bir tarafa meyleder ve yok olur. Hak ehli ise haktan
faydalanırlar.
Allah Tealâ, Bakara
suresinin başında münafıklar için ateş ve sudan iki misal vermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Onlar, çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye
benzerler ki..." (Bakara, 2/17). "Bir kısmı da karanlıklarda gök
gürlemeleri ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutunup, yıldırımlardan
ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayan kimseye benzer". (Bakara,
2/19).
Yine Allah Tealâ, Nur
suresinde de kâfirler için iki misal vermiştir: "inkâr edenlerin işleri
engin çöllerdeki serap gibidir." (Nur, 24/39). Bilindiği gibi serap, aşın
sıcakta olur. "Veya engin denizin karanlıklarına benzer." (Nur,
24/40).
Hadislerde de benzeri
misaller zikredilmiştir. Rasulullah (s.a.), sünnetinden yararlananları, suyun
düştüğü üç toprak parçasının durumuna benzetmiştir.
Buharı ve Müslim'de
Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, yağan yağmur
gibidir. Bu yağmur, bazen öyle bir toprağa düşer ki, bir kısmı suyu içer ve
çayır ile bol ot bitirir, bir kısmı da kurak olup suyu üstünde tutar. Allah, bu
sudan insanları faydalandırır. Hem içerler, hem hayvanlarını sularlar, hem de
ziraatte kullanırlar. Bir de yağmur, düz ve kaypak bir toprağa düşer ve bu
toprak, ne üstünde su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, tıpkı Allah'ın dinini
anlayan, Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan, öğrenen ve
öğüten kimseyle, buna başını bile kaldırıp bakmayan ve Allah'ın benimle gönderdiği
hidayeti kabul etmeyen kimse gibidir".Bu, Allah Tealâ'nın münafıklar için
verdiği misale benzeyen suyla ilgili bir darb-ı meseldir.
İmam Ahmed, Buharî ve
Müslim, Ebû Hüreyre (r.a.)'den Rasulullah s.aj'm şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Benim ve sizin durumunuz, çevresini aydınlatmak için ateş
yakan kimseye benzer. Kelebekler ve şu birtakım hay-:anlar kendilerini ateşe
atmaya başlarlar. Adam, onlara mâni olmaya çalışır. Bu hayvanlar adama galip
gelip ateşe dalıverirler. İşte bu, benimle sizin durucunuza benzer. Ben, sizi
cehennemden korumaya çalışırım. Ateşten geri durun.
Siz de bana aldırmayıp
cehenneme koşarsınız".Bu da ateşle ilgili bir misal olup, Rasulullah
(s.a.), burada ümmetini cehennemden uzaklaştırmak için ne kadar aşırı gayret gösterdiğini
ve insanların bir kısmının, kelebeklerin ateşe hücum ettikleri gibi birbiri
ardınca cehenneme kayıverdiklerini açıklamıştır. Bu misal, Allah'ın münafıklar
için verdiği misal gibidir.
Hemen arkasından Allah
Tealâ, yeni bir cümle ile teşvik edip korkutarak hak ehlinin ve batıl
taraftarlarının akıbetlerini ve mutlu olanlarla bedbahtların sonunu beyan
etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İcabet edenlere..." Cennet, Allah ve
Rasulü'ne itaat eden, Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'nun geçmiş ve
gelecekle ilgili haberlerini tasdik edenler için, "en güzel
karşılık," cennet nimetleri ve büyük sevap "vardır". Yine Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "İyi davranıp, salih amel işleyenlere, daima
daha iyisi ve üstünü verilir." (Yunus, 10/26).
"Ama iman edip,
sâlih amel işleyene, mükâfat olarak güzel şeyler vardır, ona buyruğumuzdan
kolay olanı söyleriz." (Kehf, 18/88).
Ve "Uymayanlar
ise" Allah ve Rasulü'ne itaat etmeyenler, ahirette, dünyada sahip
oldukları herşeyi ve daha bir katını fidye olarak verseler, bu onlara hiçbir
yarar sağlamaz. Yani, onların ahiret yurdunda yeryüzü dolusu altını ve daha bir
katını fidye vererek Allah'ın azabından kurtulmaları mümkün değildir. Eğer
onlar bu servete sahip olsalar, gözlerini kırpmadan verirler. Fakat Allah,
bunu kabul etmez. Çünkü Allah Tealâ, kıyamet gününde onların fidye ve
tevbelerini kabul etmeyecektir.
İşte Allah'a itaat
etmeyenler için ahiret yurdunda kötü bir azap vardır. Onlar, yaptıkları herşey
için inceden inceye hesaba çekilir, hiçbir günahları bağışlanmaz. Kim ince bir
hesaba tâbi tutulursa sonu azaptır. Onların varacakları yer cehennemdir.
Konaklayacakları yer, ne kötü konaktır. Bu ayetde Allah ve Rasulü (s.a)'ne
itaat etmeyenleri, Rablerinin emirlerine uymayıp şehvetlere dalmaları hususunda
gafillikleri sebebiyle şiddetli bir şekilde korkutmaktadır.
Arkasından İbn Abbâs
(r.a.)'ın da belirttiği gibi Hamza (r.a.) ve Ebû Cehil hakkında indirilen şu
ayet gelmektedir: "Ey Muhammedi İnsanlardan sana Rabbinden indirilenin
şüphe götürmeyen, içinde hiçbir karışıklık bulunmayan bilâkis her şeyiyle doğru
olan bir hak olduğunu, bütün haberlerinin doğru, emir ve yasaklarının adaletli
olduğunu bilen ile bunları bilmeyen bir değildir. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "'Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı"
(En'am, 8/115).Yani, 'Verilen haberler doğru ve istekler adaletlidir' demektir.
Muhammed (s.a)'in getirdiklerini tasdik eden ile tasdik etmeyen bir olamaz.
Zira tasdik etmeyen kördür, görmez, hayra ulaşamaz ve onu anlayamaz. Eğer
anlayabilse zaten boyun eğer, tasdik eder ve tâbi olur. Bu misallerden ancak
selim akıl sahipleri doğru fikirlere ve olgun görüşlere sahip olanlar
yararlanabilir, ibret ve öğüt alabilir ve onları kavrayabilir.
Şu ayet de aynı manayı
ihtiva etmektedir: "Cehennemliklerle cennet ehli bir değildir. Kurtuluşa
ermiş kimseler cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).
[45]
Ayetler, şu üç hususu
açıklamıştır:
1- Hak ve
iman, sabit suya ve temiz saf madene benzetilirken;batılla inkâr da suyun
üzerindeki köpük ve çerçöpe benzetilmiştir. Çünkü bu köpük ve çer-çöp, yavaş
yavaş çözülür vadinin kenarlarına takılır ve rüzgâr tarafından savrulup yok
edilir. Batıl ve inkâr bir de eriyen madenin üzerindeki kir ve pasa
benzetilmiştir. Zira inkâr, şüpheleri ve vehimleri de aynı şekilde çözülür,
yoko-lup gider. Geriye saf olan asıl su ve arınmış maden kalır.
Allah'ın, sabit ve
devamlı olan hak ve çözülüp giden batıl için vermiş olduğu bu iki misal,
dikkatleri işlerin sonucuna çevirmektedir.
Denilmiştir ki -bu
görüş aynı zamanda İbn Abbâs (r.a)'dan da rivayet edilmiştir: Bu ayette Kur'an
ve onun kalplere tesiri, yağmura benzetilmiştir. Çünkü yağmurun hayır ve
bereketi umumî ve faydası kalıcıdır. Kalpler de vâdî ve nehirlere
benzetilmiştir. Genişlik ve darlıklarına göre vâdî ve nehirlere dâhil olunduğu
gibi Kur'an da kalplere nüfuz eder.
2- Allah'ın
davet ettiği tevhid akidesine ve peygamberliği tasdike icabet eden mutluluk
ehli itaatkâr müminlere güzel bir karşılık vardır. Bu karşılık, dünyada zafer
ve galibiyet yarın ahirette de devamlı ihsan edilen nimetlerdir.
Muhammed(s.a)'in
peygamberliğine iman etmeyi kabul etmeyen, ahirette yeryüzü dolusu altın ve
daha bir katı fidye karşılığında kendilerini kurtaramayan bedbaht âsîlere de
kötü bir azap vardır. Onlar için hiçbir iyilik kabul edilmezken, hiçbir
günahlarına da müsamaha edilmez. Onların yurtlan ve kalacak yerleri
cehennemdir. Kendileri için hazırladıkları ne kötü döşektir! İşte dört cins
azap ve ceza: a) Fidye kabul edilmemesi, b) Kötü bir hesaba çekilmeyle yüzyüze
gelme, c) Varacakları yerin cehennem olması, d) Cehennemin çok kötü konak
olması.
3- Mümin ve
kâfire başka bir misal verilmiştir. Bu ayetin, Hamza b. Ab-dulmuttalib (r.a.)
ve Ebû Cehil (Allah onu zelil kılsın) hakkında indirildiği rivayet edilmiştir.
Allah'dan Peygamberi (s.a)'ne indirilenlere iman eden, onun doğruluğunu
gerçekten bilen ve Kur'an'dan kendisine ulaşanlarla amel eden kimse anlayışlı
akılla gören kimsedir. Kâfir ise kalbi körelmiş dini bilmeyen kimsedir. Bütün
bunlardan ancak akıl sahipleri öğüt ve ibret alır.[46]
20- Onlar, Allah'ın
ahdini yerine getirirler, anlaşmayı (misakı) bozmazlar.
21- Onlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği
şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar, kötü hesaptan ürkerler.
22-24- Onlar,
Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine
verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça infak ederler. İyilik yaparak kötülüğü
ortadan kaldırırlar. İşte onlara ahiret yurdundaki övgüye layık son, girecekleri
Adn cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının sâlih olanları da
oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip "Sabretmenize
karşılık size selâm olsun, sizin sonunuz ne güzeldir" derler.
"Gizlice"
ile "açıkça" ve "iyilik" ile "kötülük" kelimeleri
arasında tezat sanatı vardır.
[47]
"Onlar Allah'ın
ahdini yerine getirirler" ahid insanların kâlûbelâda ('Evet' dedikleri
zaman) Allah'ın Rab olduğunu itiraf ederek verdikleri söz veya Allah Tealâ'nın,
kitaplarında onlardan aldığı sözdür. "Ve misakı bozmazlar...." Onlar,
kendileriyle Allah Tealâ veya kullar arasındaki anlaşmaları bozmazlar. Nakz
etmek iman'ı veya farzları terkederek verilen sözü bozmak demektir. İkinci
cümle, hususî hükümden sonra genel hükmü ifade etmiştir.
"Onlar Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler." Onlar, bütün
peygamberlere (a.s.) iman etmek, akraba bağlarını kesmemek ve müminlerle dost
olmak gibi Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. İnsanlarla
ilgili tüm hakları gözetmek de bu konunun kapsamındadır.
'Ve Rablerinden
korkarlar." Kalpleri, Rablerinin korkusu ve azametiyle doludur.
"Haşyet" korkulan kimseyi bilerek korkmak, demektir."Ve kötü
hesaptan ürkerler." Kötü hesaptan ürküp, hesaba çekilmeden önce kendi
nefislerini hesaba çekip, muhasebesini yaparlar. Hesabın tehlikesinden
korkarlar. 'Ye sabrederler" Onlar, öğünmek ve şöhret gibi dünya
menfaatleri için değil, sırf Rableri-nin rızasını dileyerek Allah'a itaata,
belalara ve günah işlememeye sabrederler, "namazı doğru kılarlar"
farz namazları kılarlar, "infak ederler". Allah'a itaat ederek O'nun
nzık olarak verdiklerinin bir kısmını harcayıp, infak ederler. "kötülüğü
iyilikle def ederler." iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırır, eziyete
sabrederek, cahilliğe yumuşakça muamele ederek, kötülüğe iyilikle karşılık verirler.
Veya bir kötülüğün peşinden hemen iyilik yaparlar ki kötülüğün izi silinip
gitsin.
"Babaların,
eşlerinin ve çocuklarının salih olanları da..." onların derecelerine
yükseltilirler. Bu ayet, cennetteki derecelerin şefaat sayesinde yükseleceğini
göstermektedir. Cennetteki derecelerin yükselebilmesi için 'sâlih olma1 nın
şart koşulması, sadece soy bağının fayda vermeyeceğini göstermektedir.
"Melekler her
kapıdan..." Cennetin her kapısından veya bulundukları makamın
kapılarından "yanlarına girip" Melekler ilk sefer cennet ehlini kutlamak
için oraya girerler. Dünyada "sabretmenize karşılık Selam olsun"
Selâmet ve esenliğin devamını müjdeleyerek Selâmün Aleyküm (Allah'ın selâmı
üzerinize olsun) "sizin sonnuuz ne güzeldir, derler."
[48]
Bu ayet, kendisinden
önceki ayetlerle bağlantılıdır. Burada akıllı insanlar için övgüye lâyık
özellikler veya "Ey Muhammed! Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu
bilen kimse..." kavlinde işaret edilen sıfatlar zikredilmiştir. Kim bu
özelliklere sahip olursa dünya ve ahiret saadetini kazanmış olur.
[49]
Allah Tealâ, Muhammed
(s.a)'in peygamberliğini gerçekten bilen ve O'na indirilenlerin hak ve doğru
olduğuna inanan akıl sahibi müminleri şu özelliklerle vasıflandırmaktadır:
1-Ahde Vefa
Onlar, Allah Tealâ'nın
Rab olduğunu itiraf ederek, bu konuda verdikleri sözü yerine getirirler. Ayrıca
kendileriyle Allah arasında ve yine kendileriyle kullar arasındaki ahitlere
sadık kalırlar.
"Allah'ın
ahdi" doğruluğu hususunda aklî ve naklî delil bulunan her şey demektir.
"Ahit", cins isimdir. Yani, "Allah'ın kullarına vasiyet ettiği
emir ve yasakları şeklindeki O'nun bütün farzları" demektir. Bütün
farzlara sarılıp, bütün günahlardan kaçınmak, bu hükmün içinde mütâlâ edilir.
2- Andlaşmaları Bozmamak
Verdikleri sözün
icaplarını yerine getirirler. Rablerine karşı verdikleri iman sözünü ve
insanlarla yaptıkları alış veriş ve diğer muamelelerle ilgili anlaşmaları
bozmazlar. Çünkü söz verdiğinde sözünde durmayan, biriyle mücâdele ettiğinde
din ve ahlâk sınırını aşan, konuştuğunda yalan söyleyen ve kendisine bir şey
emanet edildiğinde hıyanette bulunan münafıklar gibi olmak istemezler.
Buharî, Müslim ve
Neseî'de Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz
verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanette
bulunur''.Diğer bir rivayette bu alâmetler dört olup, şu şekildedir:
"Ahitleştiğinde sözünde durmaz ve biriyle mücâdele ettiğinde din ve ahlâk
sınırını aşar"
Birçok alime göre;
anlaşmayı bozmamakla, ahde vefa göstermek birbirine yakın manalardır. Bu ikisi,
farklı olsalar da birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur. Ahde vefa etmek manası
pekiştirilmek için anlaşmayı bozma yasağı vazedilmiştir. Veya bu, husûsî hükmün
açıklanmasından sonra genel mananın ifade edilmesidir.
Katâde şöyle der:
"Allah, emrini muhafaza etmek ve önemine işaret etmek için Kur'an'da tam
20 küsur yerde ahde ve anlaşmalara vefa göstermeyi zikretmiştir".
3- Sıla-i Rahim (Akrabalarla İlişkiyi Kesmemek), Allah
ve Kullarla İlgili Gözetilmesi Zorunlu Olan Bütün Haklara Riayet Etmek
Onlar, Allah'ın, kendi
haklarından birleştirilmesini emrettiği ve koparılmasını yasakladığı her şeyi
birleştirirler. Bu haklardan bazıları, Rasulullah (s.a.)'a cihatta ve cihadın
dışında yardım etmek, kulların haklarını gözetmek ve sıla-i rahimdir.
Buharî ve Müslim Enes
(r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim
rızkının genişlemesini, ömrünün uzamasını arzu ediyorsa akrabalarıyla bağını
arttır sın". Yine fakir ve muhtaçlara yardım edip iyilikte bulunmak da
Allah hakkına bir misaldir. Bu özellik, önceki iki sıfatın içinde yer almasına
rağmen, manayı pekiştirmek ve ahde vefanın sadece insanla Allah Tealâ arasında
sınırlı kaldığı zannedilmesin diye tekrar zikredilmiştir.
4- Allah 'tan Korkmak
Onlar yaptıkları ve
terkettikleri amellerde Rablerinden korkar ve her işlerinde O'nu gözetirler.
"Haşyet" Ta'zim göstererek ve korkulan kimseyi bilerek korkmak"
demektir. Bu sebepten Allah, sadece alimlerin Allah'dan daha çok korktuklarını
beyan etmiştir: "Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak
alimlerdir" (Fatır, 35/28).
5- Azaptan Korkmak
Onlar, ahiret yurdunda
kötü bir şekilde ve inceden inceye hesaba çekilmekten sakınır ve korkarlar.
Çünkü ince bir hesaba tabî tutulan kimseye azab edilir. Onlar, hesaba
çekilmeden önce nefislerini muhasebe ederler. Çünkü küçük büyük her şey, hesaba
dâhildir. Hesaba çekilmekten korkan kimse Allah'a itaata yönelir ve günahlardan
sakınır. Dikkat edilmelidir ki dördüncü özellik, Allah'tan korkmaya işaret
etmektedir. Bu da Allah'ın azametinden ve büyüklüğünden korkmayı icab ettirir.
Bu özellik ise dikkatleri kötü bir şekilde hesaba çekilmekten korkmaya
yöneltmektedir.
6- Sabretmek
Sabır, nefsi
hoşlanmadığı şeylere karşı tutmak, demektir. Onlar, Allah'a itaata, günah
işlememeye ve belâlara sabrederler. Böylece Allah'a itaata ve mükellef kıldığı
şeylere devam eder, Allah'a isyandan ve günahlardan ya da çirkin şeylerden uzak
olur ve başlarına musibet ve belâ geldiğinde Allah'ın takdirine razı olurlar.
Onlar, riya ya da şöhret için değil bilâkis Allah Tealâ'nın rızasını ve
sevabını kazanmak için sabrederler.
7- Namazı Dosdoğru Kılmak
Yine onlar, namazı
rükün ve şartlarına tam riayet ederek, kalpler Allah Tealâ'ya huşu içinde O'nun
rızasına uygun şekilde namaz kılarlar.
8- Hayır İçin Malı Çeşitli Şekillerde Sarfetmek
Onlar, kendilerine
rızık olarak verdiklerimizden bir kısmını duruma göre gizlice ve açıktan
sarfederler. Riya ve gösteriş olmasın diye yaptıkları infâkı kendileriyle
Rableri arasında gizli tutar, bazen de teşvik etmek, insanlara öğretmek ve
örnek olmak için açıktan sarfederler. Bu, ister eşler, çocuklar ve fakir
akrabalar için yapılan "farz olan" harcama olsun isterse yakın
olmayan fakir ve miskinler için yapılan "mendup infak" olsun
değişmez.
9- Kötülüğe İyilikle Karşılık Vermek
Onlar, cahilliğe karşı
yumuşakça muamele etmek ve eziyete karşı sabretmek gibi kötülüklere iyilikle
mukabele ederler. Allah Tealâ "şöyle buyurur: "Bilgisizler
kendilerine laf attığı zaman onlara güzel ve yumuşak söz söylerler"
Furkan, 125(63); "Faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip,
vakarla geçerler." (Furkan, 25/72). Yine izini silmesi için kötülüğün
arkasından hemen bir iyilik yaparlar.
İmam Ahmed, Ebû Zer
(r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir
kötülük yaptığın zaman hemen peşinden bir iyilik yap ki onu silip yok
etsin."
Yine Ahmed, Tirmizi,
Hakim ve Beyhaki de Ebû Zer (r.a.)'in rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onu yok etsin.
İnsanlara güzel ahlâkla muamele et." Bilinmektedir ki kötülük yapanlara ve
diğer insanlara güzel bir şekilde davranmak daha faziletli, daha cömertçe bir
muamele ve daha tesirlidir. Çünkü bu, işleri kolaylaştırır, kini defeder ve
neticesi daha emindir.
Allah, akıllı
müminlerin bu övgüye lâyık özelliklere sahip olduklarını açıkladıktan sonra
onların hak ettikleri karşılığı zikretmiştir.
"İşte onlar için
mutlu son vardır." Zikredilen bu özelliklere sahip kimselere dünya ve
ahirette güzel son ve mutluluk vardır. Öyleki dünyada düşmanlarına karşı onlara
yardım edilir, ahirette de cenneti elde ederler.
Hemen peşinden Allah,
bu sonu daha da belirginleştirerek şöyle buyurmuştur: "Adn
cennetleri" Bu güzel akıbet, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir.
Hem onlar ve hem de
eşlerinden, baba ve çocukları cihetinden sâlih müminler bu cennetlere
girerler. Bu ayet, cennetteki derecelerin şefaatla yükselebileceğini
göstermektedir. Yine 'sâlih olmanın' şart koşulması delâlet etmektedir ki sırf
soy bağı bir işe yaramamaktadır. Neseb bağı, eğer sâlih amelle birlikte
olmazsa hiçbir şey ifade etmez. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sûra üflendiği
zaman, o gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez." (Mü'minün, 23/101).
"Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda
vermeyeceği gün..." (Şuara, 26/88-89).
Tirmizi'nin
rivayetinde, Rasulullah (s.a.), ölüm hastalığı sırasında Fatıma (r.a.)'ya şöyle
demişti: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Malımdan dilediğini iste. Ancak
Allah'ın hakkımdaki takdiri karşısında sana hiçbir şekilde fayda
sağla-yamam."
Onlar cennete girerken
melekler "Dünyada sabrettiğiniz için Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize
olsun. Devamlı emniyet ve selâmet içinde olun. Dünyanın sonucu cennet olması
ne güzeldir" diyerek çeşitli kapılardan girip yanlarına gelirler.
"Selâm" kavli, bir mahzûfu ihtiva eder ki takdiri "Selâmün
aley-küm derler" şeklindedir.
İbni Cerir ve İbni Ebi
Hatim'in Ebu Umâme (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) her yılın
başında şehitlerin kabirlerini ziyaret eder ve şöyle derdi: "Sabretmenize
karşılık size selâm olsun. Sizin sonunuz ne güzeldir." Aynı şekilde
Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a.)'da böyle yaparlardı.
[50]
Ayetler, şu hükümlere
işaret etmektedir:
1- Ahde vefa
göstermek farzdır. Ahid, Allah ile ilgili bütün hakları, farzları ve kul
haklarını içine almaktadır.
2- Allah ile
ve kullarla ilgili yapılan anlaşmaları bozmak haramdır. Eğer insan Allah'a
itaat etmeye veya diğer insanlarla beraber ahitleşmiş veya söz vermişse bunu
bozması caiz değildir.
3-
Akrabalarla bağı kesmemek, Allah ve kullarla ilgili bütün haklara uymak
farzdır. Allah'a tam manasıyla itaat etmek ve bütün kitap ve peygamberlere
iman etmek bu konunun içinde yer alır.
4- Kötü bir
şekilde hesaba çekilmekten korkulur. Kötü hesaptan maksat, amellerin sonuna dek
incelenmesi ve inceden inceye hesaba çekilmektir. Buha-rî ve Müslim'in Aişe
(r.a.)'den rivayet ettikleri gibi kimin hesabı inceden inceye görülürse o kimse
azaba uğrar.
5- Sadece
Allah Tealâ için O'na itaata, günah işlememeye ve imtihan, musibet ve
belâlara, kaza ve felâkete sabredilir.
6- Namaz,
gereklerine dikkat edilerek, huşu içinde ve vaktinde kılınır.
7- Malın bir
kısmı gizliden ve açıkça sarfedilir. Ki bu farz olan zekât veya Allah Tealâ'nın
yolunda nafile sadaka vermek şeklinde olur.
8- Yapılan
kötülükler, sâlih amel ile bertaraf edilir. Meselâ, bilgisizliğe yumuşak
davranılarak, eziyete sabredilerek insanların kötülüklerine güzel ahlâkla
mukabele edilir, kötülük iyilikle savılır ve izini silmek için kötülüğün peşinden
hemen iyilik yapılır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Doğrusu iyilikler
kötülükleri giderir ".(Hud, 11/114).
Ahmed Tirmizi, Hakim
ve Beyhaki'nin Ebu Zer (r.a.)'den rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onun izini
silsin. İnsanlara güzel ahlâkla muamele et"
9- Ahiretteki
akibet, Allah'a itaat eden mutlu müminleredir. Çünkü onlara cehennem yerine
cennet vardır. Orada insanların karşısına iki yurt çıkacaktır, itaat edenler
cennete, asiler cehenneme gireceklerdir. Adn cennetleri, cennetin ortasında
olup, tavanı Rahmân'ın Arşı'dır. Sahîh-i Buhârîâe şöyle geçer: "Allah'tan
isterken Firdeusi isteyin. O, cennetin tam ortası ve en yüksek derecesidir.
Rahman'm Arş'ı üzerindedir. Cennetin nehirleri, oradan kaynar"
10- Sâlih
müminlerin, babaları, eşleri ve çocukları, onlar gibi amel etmeseler de, eğer
doğru olup, iyi ve salih ameller işlerlerse onlarla beraber cennete girerler.
Salih amel, iman gibi şarttır. Fakat salih müminin cennete akrabalarıyla
biraraya gelip, sevinç duyması ve ailesinin kendisiyle birlikte cennete girmesi,
Allah Tealâ'nın bir ihsanı, mümine yapılan bir ikram ve itaat edene verilen
bir mükafattır. Adalet açısından her insan kendi ameliyle cennete girerse de
ihsan ve fazl-ı kerem sahibi Allah Tealâ'nm bu bir rahmetidir.
11-
"Babalarının... sâlih olanları da oraya girerler" ayetiyle 'sâlih
olmanın' şart koşulması, sadece soy bağının fayda vermeyeceğini göstermektedir.
Zira neseb yakınlığı, eğer sâlih amelle birleşmezse hiçbir yarar sağlamaz.
12- Melekler
gruplar halinde müminleri tebrik ederek ve onlara emniyet ve selâmet içinde
olduklarını müjdeleyerek cennetin değişik kapılarından yanlarına girerler. Bu
sırada onlara şöyle derler: "Artık bela ve sıkıntılardan selâmete
erdiniz." Veya bu ifade dua manası taşıyan bir haberdir. "Sizin
selâmet ve esenliğinizin devamı için dua ediyoruz. Allah, sizi afiyette
kılsın" Bu ifade kulluğu itiraf manasını ihtiva eder. "Allah'a
devamlı itaat ederek ve günahlardan kaçınarak gösterdiğiniz sabrınız sebebiyle
size selâm olsun. Daha önce içinde bulunduğunuz, amel ettiğiniz yurdun sonucu
ne güzeldir. Şu anda ikâmet ettiğiniz vatan ne güzel bir akıbettir". Bu
manaya göre "akıbet" isimdir. İbn Selâm bu görüştedir. Veya
"cehennemin yerine ya da dünyaya karşılık cennet ne güzeldir". Bu
görüş ise Ebû İmrân Cevnî'ye aittir.
13- Bazı
alimler, bu ayeti meleklerin, insanlardan daha üstün olduklarına delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Tealâ, insanların mutluluğunun son
merhalesinin; meleklerin selâmlamak, hürmet ve ta'zim göstermek kabilinden
yanlarına girmeleri olduğunu bildirmiştir. Böylece melekler, insanlardan daha
yüksek mertebede olmuşlardır. Eğer insanlardan daha düşük mertebede olsalardı
selâm vermek için onların yanlarına girmeleri, insanların derecelerinin yüksek,
mertebelerinin şerefli olmasını icab ettirmezdi."[51]
25- Sağlam söz
verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar, Allah'ın birleştirilmesim emrettiğini
ayıranlar ve yeryuzunde bozgunculuk yapanlar, işte la'net onlara
"Sağlam söz
verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar". Bu kavil, Allah'ın ahdini
yerine getiren ilk guruba karşılık zikredilmiştir, "yeryüzünde de bozgunculuk
yapanlar..." Yeryüzünü inkâr edip, zulüm ve haksızlık yapıp, isyan ve günahlarla,
fitne ateşini körükleyerek bozgunculuk yapıp fesada uğratanlar, "işte
lanet" İşte Allah'ın rahmetinden kovulan "ve kötü yurt" ve yine
onlara ahiret yurdundaki kötü akıbet "onlaradır." yani cehennem veya
dünyanın kötü sonu vardır. Çünkü bu kaçınılmaz son, mutlular için var olan
güzel akıbete karşılıktır.
[52]
Allah Tealâ, mutlu
olanların özelliklerini ve kerem yurdunda onlar için hazırlanan mükâfatları
açıkladıktan sonra burada bedbahtların durumunu ve onlara hazırladığı cehennem
azabını zikretmiştir. Denge ve karşılaştırma için Kur'an'ın âdeti olduğu üzere
vaadden sonra tehdid, sevaptan sonra ceza getirilmiştir. Ayrıca bundan maksat
bir de açıklamanın tam olarak yapılması, böylece itaat etmeye ve kötülük
işlenmesine manî olmaya daha tesirli olarak çağırmadır: "Sağlam söz verdikten
sonra Allah'ın ahdini bozanlar"...[53]
Allah Tealâ,
bedbahtları şu üç özellikle vasıflandırmıştır:
1- Ahdi
bozmak: Onlar, Allah'ın kullarını mecbur ederek emrettiği ahdini bozarlar. Bu
ahit, O'nun birliğine, kudretine ve iradesine iman etmek, nebilerine,
resullerine, kitaplarına ve peygamberlerine vahyedilenlere gönülden inanmak
gibi Allah Tealâ'yla alâkalı olsun veya insanların haklarıyla ilgili olsun
birdir, durum değişmez.
Ahdi bozmak, esasen
Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delilleri düşünmemek veya düşünüp,
doğruluğunu anlayıp sonra inat edip gereğini yapmamak ya da onlardan şüphe
edip hakkın aksine inanmak demektir.
"Söz verdikten
sonra" sözü, doğruluğunu ikrar edip kabullendikten sonra demektir.
2- Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği bağları koparmak: Yani, Allah'a ve peygamberlerine
iman etmek, akrabalarla ilişkiyi kesmek, müminlere ve diğer hak sahipleriyle
bağları kopartmak ve onlarla yardımlaşmamak ve Allah'ın farz kıldığı bütün
bağları kesmek.
3-
Yeryüzünde bozgunculuk yapmak: Onlar, kötü ve çirkin işleriyle yeryüzünü ifsat
eder, kendilerine ve diğer insanlara zulmeder ve Allah'ın dinine değil, başka
sapıklıklara davet ederler. Yine onlar, şahıslara ve mallara haksızlık etmekten
geri durmaz, ülkeyi harab etmeye, fitne, savaş ve perişanlık ateşini
tutuşturmaya vesile olan her haltı işlerler.
Bundan sonra Allah
Tealâ, bu insanların hak ettikleri cezayı bildirerek şöyle buyurmuştur:
"İşte bu özelliklere sahip olanlar, laneti", Allah'ın rahmetinden
kovulmayı, dünya ve ahiretin hayır ve iyiliklerinden uzaklaştırılmayı "hak
etmişlerdir."
"Onlara kötü
akıbet vardır." Bu akıbet cehennem azabıdır. Oraya giren sadece kötülük
görür.Yine Allah Tealâ, daha önce şöyle buyurmuştu: "Varacakları yer
cehennemdir; ne kötü olacaktır!" (Ra'd ,18).
[54]
Ayetin ortaya koyduğu
hükümler şunlardır:
1- Allah'a
iman etmek ve insanların haklarını yerine getirmek şeklindeki ilâhî ahdi bozmak
haramdır. Öyle ki Allah Tealâ, bu ahid ile ilgili aklî ve naklî delilleri
gözler önüne sermiş, Kur'an'da ve
peygamberlerine indirdiği ilâhî kitaplarda bu ahde uymayı farz kılmıştır.
2- Akrabalık
ilişkileri sıcak tutmak, bütün peygamberlere iman etmek ve müminlerle
yardımlaşmak gibi Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağları kesmek
haramdır.
3- İnkâr
ederek, isyan edip günah işleyerek, zulmederek, fitneler çıkartarak, ülkenin
tahribatına ve perişan olmasına götüren her türlü melaneti işleyerek, mallan
ve hakları telef edip gasbederek ve onlara tecâvüz ederek yeryüzünde
bozgunculuk yapmak haramdır.
4- Bu kötü
ve çirkin işleri yapanlar, Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırılırlar.
Onlara kötü bir dönüş yeri vardır ki o da cehennemdir.
[55]
26- Allah, dilediği
kimsenin rızkını genişletir ve daraltır. Dünya hayatıyla övünenler bilsinler
ki dünyadaki hayat ahiret yanında sadece bir geçimlikten ibarettir.
27- İnkâr edenler:
"Rabbinden (Muham-med'e) bir mucize indirilmeli değil miydi?"
derler. De ki: "Doğrusu Allah dileyeni saptırır ve kendisine yöneleni
doğru yola eriştirir"
28- Onlar inanmış ve
kalpleri Allah'ı zikretmekle huzura kavuşmuş insanlardır. Dikkat edin, kalpler
ancak Allah'ı zikretmekle huzura kavuşur.
29- İman eden ve sâlih
amel işleyen kimseler için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer vardır.
"Genişler"
ile "daraltır" ve "saptırır" ile "doğru yola
eriştirir" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Sadece bir
geçimlikten ibarettir". Yani dünya hayatı, sadece insanın çanak ve
benzeri şeyler gibi evinde geçici ihtiyaçları için faydalandığı bir eşya gibidir.
Zira onlar gibi önemsiz olup, çabucak yok olur gider, demektir. Burada teşbih
edatı ile vech-i teşbih hazfedildiği için teşbîh-i belîğ sanatı vardır.
[56]
"Allah dilediği
kimsenin rızkını genişletir ve daraltır." Veya sadece yetecek kadar verir.
Ayetin manası şöyledir: Kâfirler, dünyada elde ettikleri nimetlerle azdılar. Bu
nimetleri, ahiret nimetlerine ulaştıracak olan yolda kullanamadılar. Aksine
yaran az, çok çabuk yok olup giden şeylerle aldandılar.
"Dünya
hayatıyla" dünyada kendilerine cömertçe verilen ve nail oldukları
nimetlerle "övünenler" yani Mekke halkı "bilsinler ki dünyadaki
hayat ahiret yanında sadece bir geçimlikten" yani sadece bir müddet fayda
veren, yararlanılıp yok olup giden az bir şeyden" "ibarettir".
"İnkâr edenler" yani Mekkeli kâfirler sorarlar "Rabbinden"
Muhammed (s.a)'e "bir mucize" Musa'nın asası ve elinin nurlanması,
Salih'in devesi gibi bir mucize "indirilmeli değil miydi?" derler.
"Doğrusu Allah dilediğini saptırır" Çünkü o inat etmiş ve haktan yüz
çevirmiş olduğu için doğrusu Allah'ın indireceği mucizeler böyle bir kimseye
fayda vermez. Sanki Allah Tealâ, onlara şöyle demiştir: "Sizin şu
inadınız ne kadar aca-iptir! Doğrusu Allah, sizin gibi olanlardan dilediklerini
dalâlete düşürür. Artık bütün mucizeler gösterilse bile onların hidayet üzere
olabilmelerine imkân yoktur. İnattan vazgeçip kendisine yöneleni ise doğru yola
eriştirir."
"Ve kendisine
yöneleni doğru yola eriştirir. "İnattan vaz geçip hakka yönelen kimseyi
de dinine ulaştırır. Bu kâfirlerin sözlerine hayret ifadesi taşıyan bir
cevaptır.
Müminlerin
"kalbleri ancak Allah'ı zikretmekle" Allah'ın vahdaniyyetini
(birliğini) ve vaadinin hak olduğunu bilmekle "huzura kavuşur". Mana
şöyledir: "Müminlerin kalpleri, Allah'ın birliğiyle ve vadini
hatırlayarak sükûnete kavuşur ve yalnızlığını unutur. Böylece Allah'a güvenip,
Ondan ümit eder ve huzura kavuşur".
"Tuba" iyi,
güzel anlamındaki "tîyb" lafzının mastarıdır. Yani "Onlar için
hoş bir hayat, nimetler, iyilikler, mutluluk, güzel akıbet ve ikram
vardır" demektir. "Tuba" nın "Cennet'te yolcunun,
gölgesinde 100 yıl yürüdüğü bir ağaç" olduğu da söylenmiştir.
"Meab" "Dönülecek yer" demektir.
[57]
Allah Tealâ, mümin ve
müşriklerin akıbetini bildirdikten sonra kendisinin, dünyada rızıkları
bollaştırıp azalttığını açıklamıştır. Çünkü dünya, imtihan yurdudur. Kâfirin
rızkının bol olması onun izzet ve şerefine delâlet etmediği gibi aynı şekilde
bazı müminlerin darlık içinde olması da onların hakir görüldükleri manasına
gelmez. Rızkın küfür ve imanla bir bağlantısı yoktur. Belki de müminlerin
yerine kâfirlere bol rızık verilmesi, hemen cezalandırılmaları onlara verilen
bir mühlettir. Kâfirlerin değil de müminlerin rızkının daraltılması ise
onların ecir ve sevaplarını arttırmak içindir.
Bunun peşinden Allah
Tealâ, müşriklerin sözlerini zikretmiştir. Bu istekler, Kur'an'da pek çok kere
hikâye edilmiştir. Onlar, Muhammed (s.a)'in peygamberliğini gösteren elle
tutulur maddi bir mucize istiyorlardı. Çünkü Kur'an'm peygamberliğe delâlet
eden bir mucize olmasını kabul etmiyorlardı. Allah, onların bu saçma
isteklerini reddederek, peygamberlerin mucize getirmelerini teklif etmenin
cahillik olduğunu bildirmiştir.
Daha sonra Allah
Tealâ, muttaki müminlerin durumunu ve Allah Tealâ katında elde ettikleri
sevapları beyan etmiştir. Burada müşrik ve müminlerden bahsedilmesi, daha önce
zikri geçen mümin ve müşriklerin akıbetinin açıklanmasına uygun düşmektedir.
[58]
Allah Tealâ, müşrikler
için kötü yurt ve cehennemin var olduğunu ifade edince hemen arkasından
dünyadaki rızık taksiminin açıklanması ve rızkın iman ve küfürle bir alâkasının
bulunmadığının bildirilmesi uygun düşmüştür. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Allah Tealâ, dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğininkini de
daraltır." Çünkü bunda insanın mümin ve kâfir olmasına bakılmaksızın
Allah'ın hikmet ve adaleti söz konusudur. Allah, müminin rızkını imtihan ve
ibtilâ sebebiyle, sevabını ve ecrini arttırma için kısmış olabilir. Yine
kâfirin rızkını da birden cezalandırmayıp mühlet vermek ve ahirette onu
nimetlerden mahrum etmek için bol vermiş olabilir. Böylece adalet tahakkuk
eder. Yoksa kâfirin rızkının genişliği, onun aziz ve şerefli olduğunu, Allah'ın
ondan razı olduğunu, müminin darlık içinde olması da onun değersizliğini ve
Allah'ın ona gazap ettiğini göstermez. Allah Tealâ, kâfirin rızkı konusunda
şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine mal
ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler?
Hayır, farkında değiller." (Mü'minun, 23/56).
"Ayetlerimizi
yalanlayanları, bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına
yaklaştıracağız." (A'raf, 7/182).
Allah Tealâ, bundan
sonra zenginlik içindeki müşriklerin durumunu beyan etmiştir. "Mekkeli
müşrikler, dünya hayatında sahip oldukları nimetlere çok sevinip, onlardan
ötürü kibirlenmişler, gözleri başka hiç bir şey görmemiştir. Tabiî ki Allah
katındaki nimetleri idrak edememişlerdir. Ancak dünyadaki nimetler, ahiret
yanında sadece çabucak yok olup giden basit bir faydadan ibarettir.
İmam Ahmed, Müslim ve
Tirmîzi'de Benî Fehr'in kardeşi Müstevrid'in rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ahiret karşısında dünyanın durumu, birinizin şu
parmağını denize daldırması gibidir. O kimse ne elde ettiğine şöyle bir
baksın." Bu sırada Rasulullah (s.a.), şehadet parmağını göstermiştir.
Tirmizî'de İbn Mesûd
(r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.), hasırın üstünde uyumuştu. Kalktığında
bir tarafı hasırın izleriyle doluydu. 'Yâ Rasülallah (s.a.)! Sana bir döşek
hazırlasak!' dediysek de O 'Dünyadan bana ne! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın
altında gölgenip yola koyulan, orasını terkedip giden yolcuya benzer.'
buyurdu."
Allah Tealâ, müşriklerin
dünya hayatının sağlamış olduğu menfaatlerle aldandıklanm ve maddiyâtın onların
duygularını ve kalplerini körelttiğini belirtirken aldanmanın ve maddenin
esiri olmanın kaçınılmaz sonucunu da ifade etmiştir. Şöyle ki müşrikler,
Rasulullah (s.a.)'dan peygamberliğinin doğruluğunu gösteren maddî bir mucize
istemişlerdir. Çünkü onlar, Kuran'ın tasdik eden bir mucize ve istedikleri
hususta kesin bir delil olduğuna inanmıyorlardı. Zira maddeciydiler. Onların
nezdinde akla hitabedebilmek imkânsızdı. Bu görüşü ileri sürenler, Abdullah b.
Ebî Umeyye ve arkadaşlarıydı.
Allah Tealâ, bu
tekliflerini şöylece hikâye eder: "Mekkeli müşrikler, şöyle bir istekte
bulunurlar: 'Muhammed'e de Musa ve İsa (as)'nın mucizeleri gibi bir delil veya
herkesi susturan, belirgin, maddî bir mucize indirilmeli değil miydi?' O
kâfirler başka bir sefer de şöyle demişlerdi: "Haydi önceki peygamberler
gibi o da bize bir mucize getirsin." (Enbiya, 21/5).
Allah, onların
istediklerini yapmaya elbette muktedirdir. Fakat bir hadiste şöyle
buyrulmuştur: "Mekkeli kâfirler, Rasulullah (s.a.)'dan Safa Tepesini altın
madenine çevirmesini, pınarlar fışkırtmasını, Mekke'nin etrafındaki dağları
uzaklaştırıp yerlerine geniş meralar ve bahçeler yapmasını isteyince Allah,
peygamberine şöyle vahyetti: 'Ey Muhammedi Dilersen onlara bütün bunları
veririm. Ancak yine de inkâr ederlerse, âlemlerden hiç kimseye yapmadığım şekilde
onlara azab ederim. İstersen de onlara tevbe ve rahmet kapısını açık tutarım.
' Rasulullah (s.a.) şöyle dedi: 'Yâ Rabbi! Onlara tevbe ve rahmet kapısını açık
tut.
Allah, onların bu
isteklerini reddederek, mucizelerin indirilmesinin hidayet ve sapıklıkla bir
alâkasının bulunmadığını, bilâkis her şeyin Allah'ın elinde olduğunu
bildirmiştir: "Siz ne kadar inatçı ve inkârda ne kadar kararlısınız! Eğer
Allah, hidayete ermenizi istemezse size mucizelerin indirilmesinin hiçbir
faydası yoktur. Sizin gibi küfürde kesin kararlı ve inatçı olanların bütün mucizeler
indirilse de hidayete ermeleri imkânsızdır. Çünkü dalâlet ve hidayet Allah'ın
elindedir. Allah, dilediğini sapıklığa düşürür. Bazı mucizeler indirildikten
sonra sizi sapıklığa düşürüp, onlardan ibret almanızı engellediği gibi başka
mucizeler indirilirken de sizi saptırır. İnat etmeyi bırakıp hakka veya İslâm'a
ya da "Kendisine yöneleni, doğru yola eriştirir." kavli,
"Kendisine selim bir kalp ile dönen kimseyi dinine ve kendisine itaata
ulaştırır." takdirindedir.
Bu ayete benzer pek
çok ayet vardır: "Eğer Biz, onlara melekleri indirir-sek, ölüler onlarla
konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de
inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar." (En'am, 6/111).
"İnanmayacak bir millete, ayetler ve uyarmalar fayda vermez." (Yunus,
10/101). "Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, can yakıcı azabı
görene kadar kendilerine her türlü belge gelse bile iman etmezler."
(Yunus, 10/96-97).
Allah Tealâ, peşinden
hidayeti hak edenleri zikretmiştir: "Allah, Kendisini ve Rasulünü tasdik
edenleri, kalpleri içtenlikle, güvenerek ve ümit ederek Allah'ın bir tek
olmasıyla ve O'nun vaadiyle sükûnete kavuşanları hidayete ulaştırır. Dikkat
edin, müminlerin kalpleri ancak Allah'ı hatırlamak, ayet ve delillerini
düşünmek ve mükemmel kudretini yakînen bilmekle huzura kavuşur, onların sıkıntı
ve huzursuzlukları yok olur. Zira bu kalplere artık iman nuru
yerleşmiştir." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sonra hem derileri ve
hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer, 39/23).
Mümin, Allah'ın cezalandırmasını hatırladığı zaman korkar. Allah şöyle buyurmuştur:
"Müminler ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri
titrer." (Enfal, 8/2). Yine mümin, Allah Tealâ'nın sevap ve rahmet
vaadini hatırladığında kalbi huzura kavuşur ve sükûnete erer. "Ayetleri
okunduğu zaman bu onların imanlarını arttırır ve Rablerine güvenirler."
(Enfal, 8/2).
Allah Tealâ,
müminlerin mükâfatını bildirerek şöyle buyurmuştur: "İman eden ve sâlih
amel işleyen kimseler için hoş bir hayat, nimetler, iyilikler, güzel ecirler ve
dönülecek güzel bir yer vardır."
İbn Abbâs (r.a.)'ın
görüşüne göre "Tûbâ" cennettir. Cennetde bir ağaç olduğu görüşü de
ondan rivayet edilmiştir. Kurtubî, Tûbânın cennette bir ağaç olduğu görüşünü
tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Doğru görüş, onun ağaç olmasıdır. "[59]
Çünkü bu hususta Utbe b. Abdussulemî'den merfû olarak rivayet edilen şu hadis
mevcuttur: " 'Tûbâ' ismi verilen ağaç, ne güzel ağaçtır." Süheylî'nin
belirttiğine göre bu hadis sahihtir.
Yine İmam Ahmed, Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den merfû olarak şu hadisi rivayet etmiştir: "
'Tûbâ', cennette bir ağaçtır. 100 yıllık bir mesafeyi kaplar. Cennet ehlinin
elbiseleri, onun yemiş kapçıklarından çıkar."
Buharî ve Müslim, Sehl
b. Sa'd (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Muhakkak ki cennetde yolcunun gölgesinde 100 yıl yürüyüp de katedemediği
bir ağaç vardır." Allah'ın ihsanına ve kudretine sınır yoktur.
Neseî hariç Kütübi
Sitte'de Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivayet ettiği hadise göre cennette
"Orada gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insan aklının düşünemediği
nice şeyler vardır."
[60]
Ayetler, şu hususlara
işaret etmektedir:
1- Rızkın
kaynağı Allah Tealâ'dır. Hikmetinin ve adaletinin gereği olarak dilediği
kimselerin rızkını çoğaltır, dilediklerininkini ise daraltır.
2- Kâfirler ve
maddî çekişmelere taraf olanlar dünya jmalı ile sevinip onun dışında hiçbir
şeyi tanımazlar. Tabi ki Allah katındaki sayısız ihsan, nimet ve iyiliklerden
de habersizdirler.
3- Ahiret
yanında dünya, sadece çabucak yok olup giden basit bir faydalanmadan ibarettir.
4- Bütün
mucizelerin yerini tutan, doğruluğu, peygamberliğin ve vahyin sıhhatini ve onun
Allah kelâmı olduğunu gösteren Kuran mucizesini gördükten sonra Rasulullah
(s.a.)'a, daha başka mucizeler getirmesini teklif etmek cehaletten başka bir
şey değildir.
5- Rızkın,
iman ve inkâr ile bir bağlantısı yoktur. Allah, birden cezalandır-mayıp mühlet
vermek için kâfiri rızıklandınrken imtihan etmek ve denemek için de mümini
nzıktan mahrum bırakabilir.
6- Sapmak ve
hidayete ermek, Allah'tandır. İnsan her ikisinde de kendisini gösterir. Kâfir,
inat eder, karşı çıkar ve iman etmez. Dolayısıyla Allah da ona hidayet etmez.
Mümin ise iman edip, sâlih ameller işler, Allah da hidayetini arttırır.
7- Sâlih ve
güzel amel işleyen müminler için cennet, iyilik, nimetler, sevinç ve dönülecek
güzel bir yer vardır. Bu ayet, Allah'a itaat etmeye teşvik etmekte, isyandan,
günah işlemekten, kötü bir şekilde cezalandırılmaktan ve fena akibetten
sakındırmaktadır.
[61]
30- Sana
vahyettiğimizi okuman için, seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği
bir ümmete gönderdik. O ümmet Rahman'ı inkâr eder. De ki: "O, benim
Rabbimdir. O'ndan başka bir ilah yoktur.
Yalnız O'na güvendim. Dö-
nüşüm de o,nadır,,
31-"Eğer Kuran
ile da*lar yürütülmüş veya yeryüzü
yarılmış yahut ölüler ko- »»Şturulrnuş olsaydı, kâfirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler, Allah'a
aittir' inananlar "Ml*h dilerse bütün
insanları doğru yola eriştirebilir" gerçeğini bilmediler mi?
AUah'ın sözü yeri- ne gelinceye kadar, yaptıkları işler se- bebiyle inkâr
edenlere bir belânın do- kunması veya yurtlarının yakınına inmesi devam eder
durur- Allah, verdiği sözden şüphesiz
caymaz.
32- And olsun ki
senden önce de nice peygamberler alaya
alınmıştı. İnkâr edenlere önce süre
tanıdım, sonra ceza- larını verdim. Cezalandırmam nasıldı?
33- Herkesin yaptığını gözeten Allah, bunu
yapamayan putlarla bir olur mu? Onlar Allah'a ortak koştular. Ey Muhammedi De
ki: "Onlara bir ad bulun bakalım. Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a
haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Fakat inkâr edenlere,
küfürleri güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldular. Zaten Allah'ın
saptırdığına yol gösteren bulunmaz.
34- Onlara dünya
hayatında azab vardır, ahiret azabı ise daha çetindir.Allah'a karşı onları bir
koruyan da yoktur.
Senden önceki
peygamberleri gönderdiğimiz gibi "Seni de onlardan önce nice ümmetlerin
gelip geçtiği bir ümmete sana vahyettiğimizi" Kuran'ı "okuman için
gönderdik. Onlar" Rahman'a secde etmeleri emredildiğinde, "Rahman da
nedir?" diyerek"Rahman'ı" merhametli olan Allah'ı "inkâr
ederler." Yani onlar, sonsuz rahmeti inkâr ederler ve Allah'ın nimetlerine
şükretmezler. Onlara "de ki:" Ey Muhammedi "O'ndan başka
ilah" ve ibadete layık hiç kimse "yoktur." Size karşı bana
yardım edilmesi hususunda sadece "O'na tevekkül ettim." Yalnız O'na
güvenirim ve sizin de benim de "dönüşüm O'nadir."
"Eğer Kuranla
dağlar yürütülmüş," yerlerinden başka mahallere nakledilmiş olsaydı
"veya" yeryüzü "yarılmış" ve içinden pınar ve nehirler akar
hale getirilmiş veya Kuran okunurken Allah korkusundan yarılıp çatlamış olsaydı
"yahut ölüler" diriltilerek "konuşturulmuş olsaydı kafirler yine
de inanmazlardı. Oysa bütün işler" her şeye kadir olmak başkasına değil
sadece "Allah'a aittir. " Kafirlerin teklif ettikleri şeyler onlara
verilse de başkaları değil yalnızca O'nun iman etmelerini dilediği kimseler
mümin olabilir. Bu, ayet'in taşıdığı olumsuz manayı pekiştirmektedir. Yani
"Oysa Allah, kâfirlerin istedikleri mucizeleri getirmeye muktedirdir.
Ancak O'nun irâdesi, buna bağlı değildir. Çünkü O, müşriklerin kalplerinin
Allah'a karşı yumuşamayacağını bilir" demektir.
"Yey es "den
murad "Bilir" demektir. Bu, Hevâzin lügatidir. Birçok âlim de bu
görüştedir. Bu kavlin, "ümit kesmek" manasına geldiği de
söylenmiştir. Buna göre mana; "Müminler, 'Allah dilese bütün insanları
doğru yola eriştirebilir' gerçeğini bilmelerine ve kâfirlerin durumunu
görmelerine rağmen onların iman etmelerinden, ümit kesmediler mi?"
şeklindedir.
"En" edatı,
"Enne"den muhaffefedir. Yani "Allah dilese, bütün insanları bir
tek mucize ve belge bile olmaksızın iman etmeye hidayet eder." demektir.
Bu, şu manaya gelir: "Allah, bazı insanların hidâyetlerini dilemediği
için, onların doğru yola erişebilmeleri söz konusu değildir."
"İnkâr
edenlere," Mekkeli kâfirlere inkârları "yaptıkları sebebiyle bir belânın"
öldürülme, esir edilme, savaş ve kuraklık gibi çeşitli şekillerde ansızın
başlarına gelip onları korkutan ve dehşete düşüren bir belânın "dokunması
veya yurtlarının yakınına inmesi devam eder durur; Allah'ın sözü yerine
gelinceye kadar" yani müminlere, kâfirlere karşı zafer nasib etmesi, ölüm,
kıyamet veya Mekke'nin fethi gelinceye kadar bu böyle devam eder.
"Muhakkak ki Allah" yalan söylemesi mümkün olmadığı için
"verdiği sözden dönmez." Hakikaten Rasulullah (s.a.) Hudeybiye'ye
kadar yaklaşmış ve neticede Mekke fethedilmişti.
"Veya belânın
inmesi" Burada Rasulullah (s.a.)'e hitab edilmiş olması da mümkündür.
Çünkü O, Hudeybiye senesinde ordusuyla kâfirlerin evlerinin yakınına kadar
yaklaşmış daha sonra Mekke'ye girmiştir.
"And olsun ki
senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı." Bu ayet, Rasulullah
(s.a.)'ı teselli etmektedir."Onlara uzun bir süre tanıdım sonra cezalarım
verdim." Yani seni alaya alanların durumu da aynıdır, onlara da böyle
yapacağım. Bu kavil de Rasulullah (s.a.) için bir tesellidir.
"Herkesin
yaptığını gözeten" ve koruyan o Allah yaptığı iyilik ve kötülükleri ile
bu sıfatlara sâhib olmayan "putlar gibi midir? Asla! Ey Muhammed! "De
fa Onların adlarını söyleyin" ve niteliklerini anlatın ki, bakalım ibadete
hak kazanabilecekleri bir şeyleri var mı?' 'Yeryüzünde bilmediği bir şeyi
mi" ortağı ■n "Allah'a haber veriyorsunuz?" Buradaki soru
inkâr manası taşımaktadır, lani Onun hiçbir ortağı yoktur. Eğer olsaydı zaten
onu bilirdi, demektir.
Yoksa kuru sözlere mi
aldanıyorsunuz?" Fakat kâfirlere inkârları güzel gösterildi ve doğru
yoldan", hidayet yolundan "alıkonuldular."
"Onlara, dünya hayatında"
öldürülme ve esir edilme şeklinde "azap vardır. " "Ahiret azabı
ise" dünyadakinden daha şiddetli ve daha can yakıcıdır, "daha
çetindir. Allah'ın azabına karşı onları bir koruyan" veya bir engel olan
"da yoktur."
[62]
31. Ayetin indiriliş
sebebi ile ilgili Taberâni ve diğerleri İbn Abbâs r.a.)'dan şöyle rivayet eder:
"Kâfirler Rasulullah (s.a.)'a dediler ki: 'Eğer dediğin doğruysa bize,
bizden önceki atalarımızı göster de ölü olan bu insanlarla konuşalım. Bizim
için, şu etrafımızı kuşatan Mekke dağlarını daha ilerilere götürerek
genişlet.' Bunun üzerine 'Eğer Kuran ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü
yarılmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı...' ayeti nazil oldu.
İbn Cerîr ve Ebî Şeyh
İbn Hayyân el-Ensârî'nin yine İbn Abbâs (r.a.)'dan gelen rivayetde ise kâfirler
şöyle dediler: "Kuran ile dağları yürüt, yeryüzünü yar ve yine onunla
ölülerimizi mezarlarından çıkart." Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
İbni Ebi Hatim ve İbni
Merduveyh, Atıyye el-Avfî'den şöyle rivayet eder: "Kâfirler, Rasulullah
(s.a.)'a şöyle dediler: "Bizim için Mekke dağlarını yürüt-sen de
toprağımız genişleyip onu eksek. Veya Süleyman'ın milleti için rüzgârla yardığı
gibi yeryüzünü bizim için yarsan. Yahut da İsa'nın kavmine mucize için
dirilttiği gibi ölüleri bizim için diriltsen." Bunun üzerine Allah, 'Eğer
Kuran üe...' ayetini indirmiştir."
İbni Ebi Şeybe, İbni
Münzir ve diğerleri Şa'bî'den şöyle rivayet eder: "Ku-reyş, Rasulullah
(s.a.)'a dedi ki: 'Eğer iddia ettiğin gibi peygambersen Mekke nin iki dağını
birbirinden uzaklaştır. İkisi arasında dört veya beş günlük bir mesafe olsun.
Çünkü orası dardır. Böyle yap ki orasını ekip hayvanlarımızı otlatalım. Ölü
olan atalarımızı dirilt ki bizimle konuşup senin peygamber olduğunu haber
versinler. Yaptığını iddia ettiğin gibi bizi de Şam'a veya Yemen'e ya da
Hayra'ya götür de biz de bir gecede oralara gidip gelelim.' Bunun üzerine bu
ayet nazil oldu."
[63]
Allah bize
müşriklerin, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini isbat eden mucizeler
istediklerini anlattıktan sonra Muhammed (s.a.)'in de milletleriyle karşı
karşıya gelen diğer peygamberler gibi olduğunu beyan etmiştir. Geçmiş milletler
de peygamberlerinden mucizeler istemişler, Allah öncekilerin bu isteklerini
yerine getirmiş fakat yine de iman etmemişlerdir. Bunun üzerine Allah,
müşrikleri mahv-ı perişan ederek onlara azab etmiştir.
"Eğer onlar bir
mucize istiyorlarsa işte biz sana bu Kitab'ı verdik. Sen onu okuyorsun. Allah,
müşriklerin istedikleri her şeyi yerine getirmeye kadirdir. Fakat bu, maksadı
gerçekleştirmez." Bundan sonra Allah, onları başlarına gelecek belâlarla
tehdit etmiş ve peşinden kâfirlerin Rasulullah (s.a.) ile alay etmelerine
karşılık onu teselli etmiştir.
[64]
Ey Muhammed! Geçmiş
ümmetlere peygamberler gönderdiğimiz gibi Allah'ın dinini ve sana
vahyettiklerimizi kendilerine bildirmen için seni de bu ümmete gönderdik.
Senden önceki peygamberler yalanlandı. Onlar sana birer örnektir. Onlara
şiddetli azabımızı indirip, cezalandırdığımız gibi bunlar da başlarına cezanın gelmesinden
sakınsınlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Allah'a and
olsun ki, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. " (Nahl, 16/63)
"Senden önce nice peygamberler yalanlandı ve kendilerine yardımımız
gelene kadar yalanlanmalarına ve eza edilmeye katlandılar. Allah 'm sözlerini
değiştirebilecek yoktur. And olsun ki peygamberlerin haberi sana da
geldi." (En'am, 6/34).
Netice olarak mana
şöyledir: Muhakkak ki Biz, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdiğimiz
gibi seni de insanlara teblîğ ettiğin ve okuduğun bir Kitap ile gönderdik.
Peygamberler yalanlanınca bak onlara nasıl yardım edip, onları ve onlara
uyanları dünya ve ahirette mutlu sona eriştirdik.
Seni kendilerine
gönderdiğimiz bu ümmet, rahmeti her şeyi kaplayan Rahmân'ı inkâr eder, Onu
ikrar etmez, nimetlerine ve ihsanına şükretmez ve 'O'nun ortağı vardır' derler.
Onlara de ki: 'Ben,
sizin inkâr ettiğiniz Rahmân'a iman ediyor, O'nu itiraf edip, Rab ve ilâh
olarak tanıyorum. O, benim her işimi idare eder ve benim ya-ratıcımdır. O,
benim kendisinden başka ilâh olmayan Rabbimdir. Ondan başka ne rab ne de mabud
vardır.'
Bütün işlerimde O'na
tevekkül ettim. Her işimi O'na havale edip O'na güvendim. Dönüşüm de O'nadır.
Çünkü O'ndan başka hiç kimse buna lâyık değildir. Veya tevbem O'nadır."
İkinci mana, "Suçunun bağışlanmasını dile" (Gafir, 55) ayetindeki
manayla aynıdır.
Bundan sonra Allah
Tealâ, Kuran'ın azametini, sânını ve daha önce indirilen diğer kitaplar
üstünlüğünü açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Eğer daha önce indirilen
kitaplara arasında bir kitap olup onu okumakla dağlar yerlerinden yürütülmüş
veya yeryüzü parçalanıp yarılmış ve nehirler, pınarlar fışkırtılmış yahut onu
okumakla kabirlerindeki ölüler diriltilerek konuşturulmuş olsaydı, bu
özelliklere sâhib olan kitap başkası değil yine bu Kuran olurdu. Hatta içindeki
îcâz sebebiyle öncelikle o olurdu. Öyle ki insanlar ve cinler, ne onun gibi bir
kitabı ne de her hangi bir suresinin benzerini getirmeye güç yetirebilirlerdi.
Yine o, önünden ve arkasından içine batılın giremiyeceği bir kitaptır. Çünkü
yaratıcının varlığını gösteren yaratılışla ilgili delilleri, insanlığı düzelten
ve onları dünya ve ahirette mutlu kılan kanun ve hükümleri ihtiva etmektedir.
Şu ayet de zikri geçen ayetin benzeridir: "Ey Muhammedi Eğer Biz, Kuranı
bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu
görürdün." (Haşr, 59/21).
Oysa bütün işlerin
döneceği yer Allah Tealâ'dır. Eğer bir işi O dilerse olur, aksi takdirde olmaz.
Allah, kimi sapıklığa düşürürse ona kimse doğru yolu gösteremez. Hidayete
erdirdiklerini de hiç kimse delâlete düşüremez. Allah Tealâ, mutlak iradesi ve
hükmüyle mucizeleri indirir. O, her şeye kadirdir. Eğer kâfirlerin isteklerini
gerçekleştirmek uygun olup, hikmet ve maslahatı ihtiva etseydi onları yapardı.
Ancak Kuran, akıllı insanlar için mucize olarak yeter de artar. İlâhî irade,
bundan başkasına bağlı değildir. Çünkü Allah Tealâ, onların bu isteklerinin
fayda vermiyeceğini ve kalplerinin yumuşamıyacağını bilmektedir. Onların kalpleri
taşlaşmış hatta daha da katı olmuştur. Sapıklığa düşürmek ve hidayet,
sebep-sonuç prensibine bağlıdır. Allah, Kuranda hidâyete yetecek ayetler
indirmiştir. Kim bunlardan yüz çevirirse sapıklığa düşer. Dolayısıyla ayetleri
terketmek, dalâlete düşme sebebidir.
Müminler, eğer dilerse
Allah'ın Kuran ile bütün insanları imana hidayet etmeye kadir olduğunu
bilmediler mi? Veya, iman edenler, bütün mahlûkâtın imanından ümit kesip, eğer
dilerse Allah'ın bütün insanları dinine hidayet edebileceğini bilmiyorlar veya
düşünmüyorlar mı? Zira akıl ve gönüllere bu Ku-ran'dan daha üstün gelen ve daha
çok tesir eden bir delil ve mucize söz konusu değildir."
Buharî'de bulunan
sahih hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir peygamber
yoktur ki ona, insanların iman etmiş olduğu bir mucize verilmiş olmasın. Ancak
bana verilen, Allah'ın bana vahyettiği Kuran'dır. Ben, kıyamet gününde ümmeti
en çok olan peygamber olmayı ümit ediyorum." Mana şudur: Her peygamberin
mucizesi vefatıyla son bulmuştur. Bu Kuran ise ebe-diyyete kadar bakî olan bir
delildir. İnsanı hayrete düşüren unsurları tükenmez, pek çok kere
reddedilmesine rağmen benzeri ortaya konamaz. Alimler ona doyamaz. O eğlence
için olmayıp kesin bir sözdür. Onu terkeden zâlimi Allah mahveder. Kuran'dan
başka yerde doğru yolu arayanı Allah sapıklığa düşürür.
"Seni
yalanlamaları ve sonuna kadar inkârlarına devam etmeleri sebebiyle dünyada
öldürülme, esir edilme ve mallarının ganimet olarak zorla alınması gibi musibet
ve belâların, kâfirlerin başlarına veya öğüt ve ibret almaları için
etrafındakilerin başlarına gelmesi devam eder durur." Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "And olsun ki çevrenizde bulunan bir çok kasabaları yok
etmişizdir.
Belki doğru yola
dönerler diye ayetleri türlü türlü anlatmışızdır." (Ahkaf, 46/27).
"Onlara karşı
sana yardım ederek onlar hakkındaki sana olan vaadini yerine getirene kadar...
"Bu vaad, İbn Abbâs (r.a.) ve diğer alimlerin de belirttiği gibi Mekke'nin
fethidir. Veya bu âlem diğer kâfirler için son bulana kadar."
"Doğrusu
Allah", sana söz verdiği kâfirlere karşı zafer "vadini yerine getirir.
Peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara dünya ve ahirette yardım edeceği
hususundaki verdiği sözü bozmaz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sakın Allah'ın
peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlüdür, öç
alandır." (İbrahim, 14/47).
Bundan sonra Allah, bu
mucizeleri isteyerek kâfirlerin alay etmelerine ve kavminden bazılarının
yalanlamalarına karşılık Peygamberin (s.a.)'e bir teselli olarak ve bu sebepten
kendisine zor gelen hâli hafifleten bir ayet indirmiştir: "Eğer kavminden
bazıları seni yalanlar ve müşrikler seninle alay eder, inat ve kibir olsun diye
senden mucizeler isterlerse onların eziyetlerine sabret. Senden önceki
peygamberlerde senin için örnekler vardır." Hemen peşinden Allah Tealâ,
onlara nasıl davranacağını bildirmiştir: "İnkâr edenleri bir müddet beklettim,
onlara süre tanıdım. Sonra onlara azap ettim. Bak bakalım, onları cezalandırmam
nasıldır?" Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Nice kasabalara, haksız
oldukları halde, mehil vermiştim. Sonunda onları yakalayıverdim. Dönüş ancak
Banadır." (Hacc, 22/48).
Buharî ve Müslim'de
Rasulullah (s.a.), "Şüphesiz Allah, zâlime mühlet verir. Nihayet onu
yakaladığında zâlim O'nun elinden kurtulamaz." buyurmuş sonra da "Allah,
kasabaların zâlim halkını yakalayınca böyle yakalar; yakalaması da şiddetli ve
elimdir." (Hûd, 11/102) ayetini okumuştur. Ayetten maksat şudur:
"Şüphesiz Ben, o geçmiş ümmetlerden öç aldığım gibi bu kâfirlerden de öç
alacağım."
Burada Allah Tealâ, kâfirlerin
içinde bulundukları durumu ve aklî yapılarını kınamış ve onların bu hâline
şaşılması gerektiğini belirtmiştir: Doğrusu Allah, her nefsi ve işlediği iyilik
ve kötülükleri bilmektedir. O, her şeyi bilir ve her şeye kadirdir. Allah şöyle
buyurmuştur: "Ey Muhammedi Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dâir Kuran'dan
ne okursanız okuyun; ne yaparsanız yapın, yaptıklarınıza daldığınız anda
mutlaka Biz, sizi görürüz." (Yunus, 10/61). "Düşen yaprağı ancak O
bilir." (En'am, 6/59). 'Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak
Allah'a aittir. O, canlıları babalarının sulbünde kararlaşmış ve analarının
rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Herşey apaçık bir
Kitap'ta-dır."(Hûd, 11/6).
Allah, her şeye
kadirken ve her şeyi bilirken nasıl olur da o kâfirler kadir olan ve bilen bir
zâtı, ne kendisi ne de başkası için fayda ve zarar vermeye güç yetirebilir bir
varlıkla bir tutarlar. Nasıl olur da böyle bir varlığı rab edinip de ondan
kendilerine fayda sağlamasını ve zararı uzaklaştırmasını isteyebilirler!"
Ayet, aralarında benzerliğin olmadığını ispat etmektedir.
Allah Tealâ, geçen
manayı pekiştirerek şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'a ortaklar
koştular." Allah'a, putlar ve eşlerden ortaklar koşarak, O'nunla beraber
bu ortaklara taptılar.
Arkasından bir kere
daha onları kınamış ve azarlamıştır: "De ki: 'Onları bize anlatıp,
bildirdin. Üzerlerindeki sis perdesini aralayın da insanlar onları tanısınlar.
Zira onlar gerçek değildir. Fayda ve zarar veremedikleri için de ibadet
edilmeye asla lâyık değillerdir."
"Yeryüzünde
bilmediği bir şeyi mi" Yoksa Allah'a, mevcut olmayan fakat ibadet edilen
ortakları mı "haber veriyorsunuz?" Çünkü eğer bu ortaklar yeryüzünde
bulunsalardı Allah, mutlaka onları bilirdi. Zira O, her şeyi bilir. Ayet, ortakların
mevcudiyetini iptal etmiştir. Soru ise, kınama ve azarlama manası taşımaktadır.
"Yoksa kuru
sözlere mi aldanıyorsunuz?" Yoksa onların fayda ve zarar verdiklerini
zannederek mi veya boş yere batıl olarak bunu söyleyerek mi onlara
ortaklar' diyorsunuz.
Yani, siz bu putlara ancak fayda ve zarar verdikleri zannıyla taparak, onlara
ilâh adını verdiniz." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
Bunlar sizin ve
babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah, onları
destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve canlarının istediğine
uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi
gelmiştir." (Necm, 53/23).
Netice olarak
"Herkesin yaptığını gözeten Allah..." ayetinde, müşriklerle mücadele
edilmiş, kınanıp azarlanmışlar ve onların kafa yapılarına şaşılıp hayret
edilmiştir. Böylece bu ortakların ibadet edilmeye lâyık oldukları hususundaki
aklî ve naklî deliller ortadan kaldırılmıştır.
Kâfirlerle yapılan bu
münakaşa ve mücadelenin hiç bir faydası yoktur. Çünkü onlara, inkârları, içinde
bulundukları sapıklık ve gece gündüz buna çağırmaları güzel gösterilmiştir.
Allah Tealâ şöyle buyurur: '[Onların yanına bir takım yardakçılar koyarız da
geçmişlerini geleceklerini onlara güzel gösterirler " (Fussilet, 41/25).
Onlara, içinde bulundukları sapıklık doğru ve güzel gösterilmesi sebebiyle hak
yolundan, Allah yolundan ve mutedil din yolundan doğru yoldan
alıkonuldular."
Zâten Allah, küfrü ve
isyanı sebebiyle kimi hor ve zelil kılarsa, onu hidâyete, kurtuluş ve mutluluk
yolunda yürümeye muvaffak kılacak hiç kimse yoktur. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı
senin elinden bir şey gelmez." (Maide, 5/41). "Ey Muhammedi Onların
doğru yolda olmalarına ne kadar özensen, yine de Allah saptırdığını doğru yola
iletmez. Onların yardımcıları da olmaz." (Nahl, 16/37).
Bundan sonra Allah
Tealâ, onların çekecekleri cezayı bildirerek şöyle buyurmuştur: Onlara dünyada
müslümanlann eliyle öldürülme, esir edilme, zelîl cima ve savaş gibi şiddetli
bir ceza veya bedenlerine isabet eden belâlar yada benzeri musibetler vardır.
"Âhiret
azabı" dünyadaki azaptan "daha şiddetli" ve daha can yakıcıdır.
Müslim de İbn Ömer (r.a.)'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.),
biribirlerine lanet eden iki kişiye şöyle demiştir: 'Şüphesiz dünya azabı,
ahiret azabından daha kolaydır.' Çünkü dünya azabı bir süre içindir. Diğeri
ise cehennemde ebedî ve devamlıdır. Ahiretteki azap, dünyadakinin 70 katı
fazladır.
"Allah'a"
azabına karşı "onları bir koruyan", muhafaza eden ve himaye eden
kimse de "yoktur". Allah katında O'nun izni olmadan hiç kimseye
şefaat da edilmez.
[65]
Ayetler, şu hususları
dile getirmektedir:
1- Muhammed
(s.a.)'in gönderilmesinden önce peygamberlerin yollanması apaçık bir gerçektir.
Milletlerinden bir kısmı onlara iman ederken pek çoğu da yalanlamış ve Rahman
olan Allah'ı inkâr etmişlerdir.
2- Allah,
ümmetlere peygamberler gönderip onlara, kendilerine okunan Kitaplar verdiği
gibi peygamberi Muhammed (s.a.)'e de Kur'an'ı ihsan etmiştir. Rasulullah (s.a.)
da onu ümmetine okuyordu. Durum böyleyken o kâfirler niçin Kur'an'dan başka
mucizeler isterler?
3- Allah,
kendisinden başka ilâh ve mabud bulunmayan gerçek ilâhtır. Sıfatları farklı
olsa da O, zâtıyla tektir. Kullar, sadece O'na tevekkül eder, dayanır ve
güvenir. Yarın kullar yalnız O'na döneceklerdir. Mümin kul, takdirine rıza
gösterip hükmüne teslim olarak bugün de yarın da her zaman O'na tevekkül eder.
4- Eğer
dağları yerinden hareket ettiren, nehirler ve pınarlar fışkırtan, yeryüzünü
yaran ve diriltmek için ölüleri konuşturan semavî bir kitap olsaydı, bu kitap,
Kur'an olurdu. Eğer bütün bunları sizin Kur'an'ınızdan önceki Kitap yapsaydı
sizin Kur'an'ınız da aynısını yapardı.
5- İnsanlar
bilmelidir ki eğer Allah dilerse, insanlar burdan ve mucizeleri görmedikleri,
yaratılış delillerini düşünmedikleri halde bütün insanlara hidayet eder. Fakat
Allah Tealâ, bütün insanların doğru yola erişmesini dilememiş-tir.
6-
Rasulullah (s.a.)'ı alaya alan Kureyş ileri gelenlerinin başına geldiği gibi
kâfirlere de yıldırım, esir edilme, kuraklık, zelzele, yanardağ patlaması ve
benzeri helak edici azap ve belâlar her zaman iner durur.
Bazen bu azap yakın
çevrelerinde bulunan insanlara da iner ve onlar, bu azaptan da etkilenirler.
"And olsun ki,
senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı" ayeti, Rasulullah
(s.a.)'ın teselli edildiğini ve kavminin beyinsizliğine karşı onun aydınlatıldığını
göstermektedir. Zira kavminin seni alaya aldığı gibi diğer peygamberlerin
milletleri de onlarla alay etmişlerdir. Yine bu ayet, kâfirlerin tehdit
edildiklerine işaret etmektedir. Çünkü Allah Tealâ, onlardan kendisinin iman
edeceklerini bildiği kimselerin mümin olması için onlara kısa bir süre verir.
Sonra takdir edilen zaman gelince onları yakalayıp cezalandırır. Mekkeli müşriklerden
önceki kâfirlere ne yaptıysa, o müşriklere de, hatta her devirde yaşayan bütün
kâfirlere de aynısını yapacaktır.
8- Kulların
yapmış oldukları işler sebebiyle onlara fayda ve zarar veren Allah Tealâ ile
fayda ve zarar veremeyen putlar arasında kesinlikle bir benzerlik yoktur.
Sadece Allah Tealâ, her şeye kadirdir ve her şeyi bilmektedir. Ayetin takdiri
şöyledir: "Herkesin yaptığını gözeten ve muhafaza eden Allah, fayda ve
zarar veremeyen ortaklarıyla bir olur mu!"
9- Putlar
gerçek olmayıp, Allah'a koşulan ortaklar da mevcut değildir. Müşrikler, ancak
şüphesiz gerçeği ifade etmeyen mücerret bir zanna ve hiç bir işe yaramayan boş
ve batıl bir söze bel bağlamışlardır. İşin gerçek yüzü şudur: Şeytan onlara
kötü itikatlarını güzel göstermiş ve Allah yolundan, hak dininden onları
alıkoymuştur. Veya onlara sapıklıklarını ve küfürlerini güzel göstermiştir.
10- Allah'ın
hor ve zelil kılıp, doğru yolu bulamayacağını bildiği kimselere, doğru yolu
gösterebilecek, onları muvaffak kılacak ve ellerinden tutup kurtu-iuş ve saadet
yoluna sokabilecek hiç kimse yoktur.
11- Haktan
ve tevhîd dininden alıkoyan müşriklere dünyada öldürülme, yurtlarından sürülme,
esir edilme, kınanma, hakir görülme şeklinde bir çok azap ve daha nice
hastalıklar ve belâlar vardır. Fakat azabın daha şiddetlisi ahirettedir.
Allah'ın azabının onlara ulaşmasına engel olan veya azabı uzaklaştıran bir
kimseleri de yoktur.
Bu ayet, Allah
Tealâ'nın kâfirlere hem dünya azabını hem de ondan daha çetin olan ahiret
azabını beraberce tatbik edeceğini ve gerek dünyada gerekse ahirette buna hiç
kimsenin engel olamayacağını haber vermektedir.
[66]
35- Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara vaadedilen cennet: Altından ırmaklar akar. Oranın
yiyecekleri devamlıdır, gölgeleri de. Bu, elde edeceği sonuçtur. İnkarcıların
varacağı sonuç ise ateştir.
36- Kendilerine Kitap
verdiklerimiz, sana indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde ise,
onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a kulluk
etmekle ve O'na asla ortak koşmamakla emrolundum. Hepinizi ancak O'na
çağırıyorum ve dönüşüm O'nadır."
37- Böylece Biz,
Kuran'ı arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra
onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah'tan senin için ne bir
yardımcı vardır, ne de bir koruyucu.
38-And olsun ki,
senden önce nice peygamberler gönderdik, onlara eşler ve Aliahın nlmnnan çocuklar verdik. Allah'ın izni
olmadan hiçbir peygamber bir mucize getiremez. Her zamanın yazılmış bir hükmü
vardır.
39- Allah dilediğini
siler, dilediğini bırakır. Ana Kitap, O'nun katmdadır.
"Cennet"
kavli, mübteda merfûdur. Haberi ya mahzuf olup takdiri, "Size okunan
ayetlerde cennet şöyledir:" şeklindedir, ki bu, Sîbeveyh'in görüşüdür.
(Meal de buna göredir). Ya da, "altından ırmaklar akar" kavlidir. Bu
da Ferrâ'nm görüşüdür.
[67]
"Böylece Biz,
Kuran'ı... indirdik." cümlesinde teşbih vardır. Buna mürsel mücmel teşbih
denir.
"Oranın yiyecekleri
devamlıdır, gölgeleri de." cümlesinde hazif yoluyla îcâz vardır.
"Gölgeleri de devamlıdır." demektir. Önceki cümleden anlaşıldığı
için, bu cümlenin haberi hazfedilmiştir.
"Bu, Allah'tan
sakınanların elde edeceği sonuçtur. İnkarcıların varacağı sonuç ise
ateştir." ifadesinde mukabele adı verilen edebî bir sanat vardır. "De
ki: Ben ancak Allah'a kulluk etmekle emrolundum.'" cümlesinde kasr sanatı
vardır. Bu, kasr-ı izafî olup mevsûfun sıfata tahsîsi türündendir. Yani
"Sana Allah'a kulluk etmekten başka bir şey emredilmemiştir"
demektir.
"Nice
peygamberler gönderdik" cümlesinde iştikak cinası vardır.
"Onların
heveslerine uyarsan" cümlesi; tahrik etmek ve heyecanlandırmak
kabilindendir. Ayrıca dinleyenleri dinde sebat etmeye, tavizsiz olmaya,
delilleri iyice kavradıktan sonra şüphelerden etkilenmemeye teşvik etmektedir.
Yoksa Rasulullah (s.a.)'m en ufak bir taviz bile vermesi söz konusu değildir.
Siler...
bırakır." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
[68]
"Cennetin"
alışılmışın dışındaki "özellikleri" oranın "yiyecekleri"
oranın mahsûlü kesintiye uğramaz ve bitmez "devamlıdır."
"Zil" kavli,
"zılal" lafzının tekilidir. Burada haber mahzuftur. Yani "Cennetin
gölgesi devamlı olup, güneş onu yok edemez. Çünkü orada güneş yoktur" demektir.
"Bu" cennet,
şirkten "sakınanların elde edeceği sonuç" ve neticedir.
"İnkarcıların
varacağı sonuç ise sadece ateştir." İki nazmın peşpeşe zikredilmesi
müttakileri umutlandırırken, kâfirleri ümitsizliğe sevketmektedir.
Yahudi müminlerden
Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (r.a.) ve iman eden hristiyanlar gibi;
müslüman olan "Kitap Ehli", ey Muhammed! "sana indirilene
sevinirler." Bunlar toplam 80 kişiydi. 4O'ı Necranlı, 8'i Yemenli, 32si
veya tamamı Habeşliydi. Zira onlar, kendi kitaplarına muvafakat eden ayetlerin
indirilmesine memnun oluyorlardı.
"Ahzab"
kavli; savaş, entrika ve benzeri sebeplerden bir araya toplanmış grup, demek
olan "hızb" lafzının çoğuludur. Onlar, yahudi Ka'b b. Eşref ve arkadaşları
gibi Peygamberimize karşı bir araya gelen müşrik ve yahudilerdi.
"Onun bir kısmını
inkâr edenler vardır." İnkâr ettikleri şeyler, kendi şeriatlarına karşı
çıkan, şeriatlarından tahrif ettikleri hükümleri onaylayan, Rah-mân'm zikrinin
ve kıssaların dışında kalan ayetlerdir.
İnkâr edenlere cevap
olarak de ki: "Ben ... Allah'a kulluk etmekle ve O'na asla ortak
koşmamakla emrolundum." Bana indirilen ayetlerde Allah'a ibadet etmem ve
O'nu bir kabul etmem emredildi. O'nu inkâr etmeye imkân yoktur. Sizin
şeriatlarınıza karşı çıkan ayetleri inkâr etmenize gelince, feri meseleler-deki
hükümlerde şeriatların ve ilâhî kitapların farklı olması yeni meydana gelen
bir hadise değildir.
"Hepinizi"
başkasına değil "ancak O'na çağırıyorum ve"" yaptıklarımın
karşılığı için "dönüşüm" başkasına değil yalnız "O'nadir."
İşte bütün peygamberler arasında ittifak edilip, esas kabul edilen hususlar
bunlardır. Bunların dışında kalan ferî hükümler ise zamana ve milletlerin
farklı yapılarına göre değişir. Dolayısıyla ilâhî kitaplar arasındaki
farklılıkları inkâr etmelerinin hiçbir manası yoktur.
"Biz,"
dinlerin, üzerinde icmâ edilen esaslarına şâmil olan ayetlerimizi indirdiğimiz
gibi hikmetin gerektirdiği şekilde insanların arasındaki problemlere ve
olaylara hükmeden "Kuranı" ezberlemeleri ve anlamaları kolay olsun
diye Arapların dilinde "arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik."
"Sanu" bu
şekilde davranmamanı sağlayan "ilim geldikten sonra" Kabe, kıble
olarak tayin edildikten sonra kıblelerine doğru namaz kılman gibi farz-ı misal
seni dinlerine çağırdıklarında "onların heveslerine"eğer kâfirlere
"uyarsan andolsun ki Allah'tan" Allah'ın azabından "senin için
ne bir yardımcı vardır, ne de bir koruyucu." O'na engel olan bir yardımcı,
yani sana yardım edecek, cezalandırılmanı engelleyecek hiç kimse yoktur. Bu
ayet, kâfirlerin ümitlerini boşa çıkarmakta ve müminleri dinlerinde sebat etme
hususunda harekete geçirmektedir.
"Allah'ın
dilemesi ve iradesi olmadan hiçbir peygamber, Allah katında" kendisinden
istenen "bir ayeti" veya hükmü "getiremez. Zaten böyle bir şey
doğru da değildir. Çünkü onlar Allah Tealâ'nın önünde boyun eğmiş
kullarıdır."
"Her zaman
yazılmış hükmü vardır." Yani, her vaktin ve müddetin, kulların iyi ve
sâlih olmalarının gerektirdiği şekilde onlar için yazılmış bir sınırı yada
belirli bir hükmü vardır.
"Allah,
dilediğini siler," neshedilmesini doğru gördüğü şeyin hükmünü ortadan
kaldırır. Hikmetinin gerektirdiği şekilde "dilediği hükümleri de yerinde
bırakır." Denilmiştir ki: Allah, tevbe edenin günahlarını silip, yerine
sevaplarını bırakır.
"Ana kitap"
olan Levh-i Mahfuz, "O'nun katındadır." Bu Kitap'ta hiçbir şey
değişikliğe uğramaz, o, Allah'ın ezelde yazdığı Kitap'tır. Olan herşey veya
ilâhî ilim, o Kitapta yazılıdır.
[69]
38. ayetin nüzul
sebebi ile ilgili olarak, Kelbî şöyle der: "Yahudiler, Rasulullah (s.a.)'ı
ayıplayarak şöyle dediler: Bu adamın, kadınlar ve evlenmekten başka bir
düşüncesi olmadığını görüyoruz. Eğer iddia ettiği gibi peygamber olsaydı,
peygamberlik görevi onun kadınlarla meşgul olmasını engellerdi. Bunun üzerine
Allah Tealâ, şu ayeti indirdi: 'And olsun ki senden önce nice peygamberler
gönderdik. Onlara eşler ve çocuklar verdik. "[70]
Mücâhid şöyle der:
"'Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremez.' ayeti
indirilince Kureyş şöyle dedi: Ey Muhammedi Senin bir şeye sa-hib olduğunu
görmüyoruz. Rabbin artık ayet indirmiyor. Bunun üzerine Allah Tealâ, 'Allah,
dilediğini siler, dilediğini bırakır.' ayetini indirdi."[71]
Allah Tealâ,
kâfirlerin dünya ve ahirette görecekleri azabı zikretmiş, hemen peşinden
müttakilerin sevabını ve müminlere hazırladığı Naîm cennetlerini haber
vermiştir. Bu, Kuran-ı Kerim'in özelliğidir. Ne zaman cehennemi ve azabı
anlatsa akabinde cenneti ve nimetlerini haber verir. Furkan suresinde Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "Zaten onlar, kıyamet saatini de yalanladılar. O
saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır. Bu
ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler.
Elleri boyunlarına bağlanarak dar bir yerden atıldıkları zaman, orada, yok olup
gitmeyi isterler. "Bir kere yok olmayı değil, birçok defa yok olmayı
isteyin." denir. De ki: "Bu mu iyidir yoksa Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara mükâfat ve gidilecek yer olarak söz verilen ebedî cennet mi daha
iyidir?" Temelli kalacakları cennette diledikleri şeyleri bulurlar. Bu,
Rabbinin yerine getirilmesi istenen bir vaadidir." (Furkân, 25/11-16).
Bundan sonra Allah
Tealâ, ehl-i kitap müminlerinin, Rablerinden kendilerine indirilenlerle
Kuran'ın birbirine uygunluğu sebebiyle sevindiklerini, diğer bir grubun ise
bunu inkâr ettiklerini haber vermiştir.
Arkasından Allah
Tealâ, müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'m peygamberliğini geçersiz saymak için
çok hanımla evlenmesine ve mucize getirmekten âciz olduğu şeklindeki gibi çeşitli
şüphelerini ortaya koymuş sonra bunları şu şekilde reddetmiştir: Muhammed
(s.a.) de diğer peygamberler gibi olup onun da hanım ve çocukları vardır.
Mucize getirilmesi ise başkasına değil sadece Allah Tealâ'ya ait bir iştir.
Azabın indirilmesi, belirli bir müddetle sınırlıdır. Her olacak şeyin belirli
bir vakti vardır.
[72]
Sana anlattıklarımızda
veya sana okunanlarda alışılmışın dışındaki misallere benzeyen cennetin
özellikleri vardır. Allah'ın muttakîlere vaadettiği bu cennetin, yanlarından,
kenarlarından ve ehlinin dilediği şekilde akan nehirleri vardır. Bu nehirler,
çağlaya çağlaya akar ve cennet ehlinin dilediği şekilde yol alırlar. Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen
cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları,
içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada
her türlü ürün ve Rablerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli
kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu
gibi olur mu?" (Muhammed, 47/15).
Orada yenilen
meyvelere ve yiyeceklere, içilen içeceklere ne ara verilir ne de bunlar son
bulur. Aynı şekilde gölgesi de devamlıdır, yok olup gitmez. Orada ne güneş ne
sıcak ne de soğuk vardır." "Orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk
görmezler." (İnsan, 76/13).
Buharî ve Müslim'de
İbn Abbas (r.a.), Kusûf (güneş ve ay tutulması) namazından bahsederken şöyle
demiştir: Sahabe dedi ki: Yâ Rasulallah! Seni, şurada durduğun yerde bir
şeyler yerken gördük. Sonra korkup, çekinip uzaklaş-tın. Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: Doğrusu ben, cenneti gördüm. Ondan bir salkım yedim. Eğer onu
alsaydım dünya durdukça ondan yerdiniz."
Allah Tealâ, cennetin
bu üç özelliğini zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: Bu cennet, muttakîlerin
elde edeceği sonuç ve neticedir. İnkârları ve günahları sebebiyle kâfirlerin
âkibeti ise cehennemdir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Cehennemliklerle
cennet ehli bir değildir. Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir."
(Haşr, 50/20).
Ayetten maksat şudur:
Allah'tan korkanların sevabı şaibelerden uzak ve devamlı olup sahibine fayda
verir. Yine ayet, muttaki müminleri umutlandırırken, kâfirleri ümitsizliğe
düşürür.
Bundan sonra Allah
Tealâ, Ehl-i Kitab'ın Kuran karşısında iki gruba ayrıldıklarını bildirmiştir.
Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar iki gruba ayrılmıştır.
Verilen kitapla amel edenler sana indirilen Kuran-ı Ke-rim'e sevinirler. Çünkü
onların kitaplarında Kuran'ın doğruluğunu gösteren şahitler ve müjdeler vardır.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Kendilerine verdiğimiz Kitab'ı gereğince
okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar." (Bakara, 2/121).
Onlar, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi bir grup yahudi ve bir grup
hristiyandır. Habeşistan, Yemen ve Necran'dan 80 kişiydiler.
Yahudi Ka'b b. Eşref,
Seyyid, Âkib Uskafey Necrân ve adamları gibi Rasulullah (s.a.)'a karşı grup
oluşturan ehl-i kitap içinde ise sana gelen hakkın bir kısmını inkâr edenler
vardır. İnkâr ettikleri bu ayetler, ya şeriatlarına ya da tahrif ettikleri
hükümlere muvafakat etmemiştir.
Yahudi ve Hristiyanlar
arasındaki Kuran-ı Kerim ile ilgili bu fikir ayrılığı karşısında Allah Tealâ,
kurtuluş ve mutluluk yolunu zikrederek şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed!
De ki: 'Ben sadece, ortağı olmayan Allah'a ibadet için gönderildim. Benden
önceki peygamberler de bu maksatla gönderilmişlerdi, insanları sadece O'nun
yoluna, O'na itaat etmeye ve O'na kul olmaya çağırıyorum. Yaptıklarımızın
karşılığını görmek ve hesaba çekilmek için benim de sizin de, dönüşümüz yalnız
O'nadır.'"
Şu ayet de bu
manadadır: "De ki: Ey Kitap Ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir
şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere,
bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin. Eğer yüz çevirirlerse 'Bizim
müslüman olduğumuza şâhid olun.' deyin." (Âl-i İmran, 3/64).
Bu ayet, öldükten
sonra kıyamet gününde dirilme, hesaba çekilme ve yapılanların karşılığını
görme esaslarına işaret ettiği gibi aynı şekilde Allah'ın birliği ve şirki reddetme
temellerine de dikkati çekmektedir.
"Biz, senden önce
peygamberler gönderip onlara kitaplar indirdiğimiz gibi aynı şekilde sana da
içinde hiçbir eğrilik bulunmayan, apaçık olan, anlamaları ve ezberlemeleri
kolay olsun diye kavminin dilinde Arapça olarak Kuran-ı Ke-rim'i
indirdik." Bu ayet, göstermektedir ki bütün peygamberler, milletlerinin
konuştuğu dille gönderilmişlerdir. Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Milletlerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin
diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4).
"Hükmen"
kavlinden maksat şudur: Kuran, hak ile batılı birbirinden ayırır, helâl ile
haramı, dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıran kanun ve nizamları açıklayarak
her hususta hükmeder.
Bundan sonra Allah
Tealâ, farz-ı misal kabilinden şöyle buyurmuştur: Eğer sen, kıble Kabe'ye
döndürüldükten sonra Beyt-i Makdis'deki kıblelerine yönelmek gibi onların görüş
ve güzel sözlerine uyarsan, and olsun ki Allah'a karşı sana yardım eden, seni
Allah'ın cezalandırmasından koruyup, ona engel olan ve seni azaptan kurtaran
çıkmaz." Bu ayet, aslında Rasulullah (s.a.)'m ümmetine hitap etmektedir.
Aynı şekilde hak dini iyice anladıktan sonra sapık insanların yoluna uyan
alimleri şiddetle tehdit etmektedir. Ayrıca bu ayet, kâfirlerin ümitlerini
tamamen boşa çıkarmakta ve müminleri dinlerinde sebat etmeye teşvik
etmektedir. Ayette Rasulullah (s.a.)'a hitap edildiği halde asıl hedef
ümmetidir.
Hemen peşinden Allah
Tealâ, müşriklerin çok evlilikle Rasulullah (s.a.)'a dil uzatmalarını
reddetmiştir: "Ey Muhammed! Seni müjdeleyici bir peygamber olarak
gönderdiğimiz gibi aynı şekilde senden önceki peygamberleri de müjdeleyici
olarak gönderdik. Onlar da yemek yiyor, sokaklarda geziyor, evleniyor ve çoluk
çocuk sahibi oluyorlardı." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben
de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu
vahyolunuyor.'" (Kehf, 18/90).
Buhari ve Müslim'de
Enes (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bana gelince... Bazen oruç tutar bazen tutmam. Bazen geceyi ibadetle
geçirir bazen uyurum. Et yerim, evlenirim. Kim sünnetimden yüz çevirirse o,
benim ümmetimden değildir."
İmam Ahmed ve Tirmizi
Ebû Eyyûb (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Şu dört şey, peygamberlerin sünnetindendir: Koku sürünmek, evlenmek,
misvak kullanmak ve kınalanmak."
Rasulullah (s.a.)'ın
54 yaşından sonra -ki genellikle bu yaştaki erkekler kadınlara fazla ilgi
duymazlar- birden fazla hanımla evlenmesinin sebepleri şunlardır: İslâm
davetini yaymak, Arap kabileleri arasındaki yakınlaşmayı sağlamadaki maslahatı
gözetmek, ahlâk ve hanımlar arasında adaletli davranmada müslumanlara örnek
olmak, cihat ve diğer sebeplerden dolayı kaybettiği kocasının yerine geçerek
bazı kadınlara merhametli davranmak.
Burada Allah,
kâfirlerin Rasulullah (s.a.)'ın, mucize isteklerine karşılık vermekten aciz
olduğunu söyleyerek ona dil uzatmalarını reddetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah izin vermeden hiçbir peygamber milletine bir mucize ya da
harikulade bir şey getiremez." Zaten bu doğru da değildir. Bu iş, onunla
değil bilâkis Allah Tealâ ile ilgilidir. O, dilediğini yapar ve istediği
şekiide hükmeder. Size, bütün zamanlara karşı ebedî bir mucize olan Kuran-ı
Kerim gelmiştir. O, Allah Tealâ'nın katından olduğunu ispat ederek, insanlara
meydan okumakta ve hasımlarını delillerle susturmaktadır.
"Her zamanın
yazılmış bir hükmü vardır." Ayetler ve mucizeler, hikmet sebebiyle
vaktinde ve Allah'ın bildiği bir zaman içinde gelirler. Allah katında her şey
bir ölçüye göredir: 'Şüphesiz Biz, her şeyi bir ölçüye göre
yaratmışızdır.'" (Kamer, 49). Bu şu ayete benzemektedir: "Her
haberin, gerçekleşeceği bir zaman vardır." (En'am, 6/67). Zemahşerî şöyle
der: "Her vaktin, kulların iyi ve sâ-lih olmalarını gerektiren unsurun
kullara zorunlu kılındığı bir hükmü vardır. Vaz' olunan şeriatlar, durum ve
zamana göre değişebilen maslahatlardır. Musa ve İsa (a.s.) gibi geçmiş
peygamberlerin, sonra Muhammed (s.a.)'in şeriatları zamanlarına uygun olarak
gelmişlerdir. İnsanların ömürlerinin, ecellerinin, rı-zıklarınm ve işlerini
yapabilmelerinin belirli vakitleri vardır. Bunlar, ne bir saniye öne geçer ne
de bir saniye gecikebilirler." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Vakitleri
dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler." (A'raf, 7/34).
Allah, dilediği ve
hükmünün kaldırılmasını doğru gördüğü şeriatları nes-heder. Yerine bırakmayı
istediği ve bırakılmasında maslahat gördüklerini de yerinde bırakır. Bu,
Kuran-ı Kerim'dir. Bu sebepten Allah, onu peygamberine indirmiştir. Veya nesh
edilmeden 'bırakmiştır.
Ya da bu yazılanlardan
dilediğini ehlinin başına getirerek siler ve onu gerçekleştirir."
Bütün kitapların aslı
olan Levh-i Mahfuz O'nun katındadır... Çünkü her olacak şey orada yazılıdır.
Veya içinde hiçbir şeyin değişmediği kitap O'nun katındadır. Ya da Allah'ın
ilmi ve meleklerin sahifelerinde bulunan her şeyi ancak o Kitapta bulunanlara
uygundur. O Kitap, bu sebepten dolayı asıldır."
İbn Ömer (r.a.) der
ki: "Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: 'Allah, mutluluk,
bedbahtlık ve ölüm dışındaki dilediği şeyleri siler, dilediklerini yerinde
bırakır.'"
İbn Abbâs (r.a.) da
şöyle der: "Allah, bazı şeyler dışında dilediklerini siler, dilediklerini
yerinde bırakır. Bunlar, yaratılış, ahlâk, ecel, rızık, saadet ve bedbahtlıktır."
İbn Kesîr şöyle der:
Ayetin manası şu şekildedir: "Allah, ilâhî hükümden dilediklerinin hükmünü
kaldırır, dilediklerini yerinde bırakır." İmam Ahmed, Neseî ve İbn
Mace'nin Sevbân (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis, bu görüşe dikkat etmeyi
gerektirebilir: "Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kişi, işlediği günâh
sebebiyle rızıktan mahrum bırakılır. İlâhî takdiri sadece dua geri çevirir.
Ömrü ancak iyilik uzatır." Hâkim'den gelen diğer bir rivayet ise şöyledir:
"Dua, ilâhî takdiri geri çevirir. İyilik, rızkı artırır. Kul, işlediği
günâh sebebiyle rızıktan mahrum edilir." Sahih bu hadiste, akrabalarla
ilişkileri devam ettirmenin, ömrü arttırdığı zikredilmiştir. Diğer bir hadis
de şöyledir: "Şüphesiz dua ve Allah'ın takdiri, gökle yer arasında
birbiriyle tutuşup çekişirler."
Netice olarak bu ayet,
her hususu içine almaktadır. Silmek ve yerinde bırakmak, hepsi için
geçerlidir. Kitab'ın aslı değişmez. Mutluluk, bedbahtlık, yaratılış, ahlâk ve
rızık müstesna kılınmıştır. Çünkü bunlar, değişmeyen hususlardır. Onları,
düşünce ve içtihatla idrak etmek mümkün değildir. Ancak bunlar, Rasulullah
(s.a.)'dan öğrenilir. Eğer hadis sahih ise onu almak farzdır.[73]
Ayetlerden şu hükümler
çıkarılır:
1- Cennet,
yaratılmış olup, Allah onu müttakiler için hazırlamıştır. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış, eni
gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun." (Al-i İmran, 3/133).
2- Cennet
ürünleri kesintiye uğramaz, gölgesi yok olmaz. Bu ayet, Ceh-miyye mezhebinin
görüşünü reddetmektedir. Zira onlar, cennet nimetlerinin yok olup biteceğini
iddia ediyorlardı.
3- Aynı
şekilde cehennem de yaratılmış olup Allah onu kendisini yalanlayan kâfirler
için hazırlamıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O takdirde inkâr edenler
için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının." (Bakara,
2/24).
4-
Habeşistan'dan gelen İbni Selâm ve Selman Fârisî (r.a.) gibi bazı Yahudi ve
Hristiyanlar kendi kitaplarını tasdik ettiği için Kuran-ı Kerim'e seviniyorlardı.
Aynı şekilde Tevrat'da çokça geçtiği için Kuran'da "Rahman" lafzının
zikredilmesine memnun oluyorlardı.
Alimlerin pek çoğu
şöyle demiştir: "Vahyin başlangıcında Kuran'da 'Rahman' lafzı az
zikredilmişti. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (r.a.) müslüman olunca 'Rahman'
lafzının Kuran'da az zikredilmesi onları üzmüştü. Çünkü Tevrat'ta çok daha
fazla geçmekteydi. Rasulullah (s.a.)'a bunun sebebini sordular. Bunun üzerine
şu ayet nazil oldu: 'De ki: 'Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini
derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur.' (İsra, 17/110). Bu sefer de Kureyş
dedi ki: 'Muhammed'e ne oluyor, bir tek ilâha davet ediyordu, şimdi ise iki
ilâha, hem Allah'a hem de Rahmân'a birden çağırmaya başladı! Allah'a yemin
olsun ki Yemâme'nin rahmân'ından başka rahman tanımayız.' Bundan maksatları
Müseylemetü'l-Kezzâb idi. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu: 'Rahmanın
Kitabını işte onlar inkâr ederler.' (Enbiyâ, 6/36). 'O ümmet Rahmân'ı inkâr
eder.' (Ra'd, 30). Ehl-i Kitap müminler, 'Rahman' lafzının zik-redilmesiyle
sevindiler. Bunun üzerine Allah Tealâ, şu ayeti indirdi: 'Kendilerine Kitap
verdiklerimiz, ey Muhammed, sana indirilenden memnun olurlar.'"
5- Mekkeli
müşrikleri; Yahudi, Hristiyan ve mecusîlerden iman etmeyenler veya Rasulullah
(s.a.)'a karşı cephe oluşturan Araplar içinde ise Kuran-ı Kerim'deki bazı
ayetleri inkâr edenler vardır. Çünkü onların arasında bazı peygamberleri
tanıyanlar ve Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu kabul edenler
vardı.
6-
Rasulullah (s.a.)'ın insanları daveti, sadece, ortağı olmayan Allah'a ibadet
etmeye ve öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye ve yapılanların karşılığının
görüleceğine iman etmeye çağırmakla sınırlıdır. Çünkü Allah Tealâ Peygamberimize
şöyle demesini buyurmuştur: "İnsanları sadece Allah'a ibadet etmeye
çağırıyorum ve bütün işlerimde döneceğim yer yalnız Onun makamıdır."
7- Allah
Tealâ, diğer peygamberlere kitapları milletlerinin diliyle indirdiği gibi aynı
şekilde Kuran-ı Kerim'i de Rasulullah (s.a.)'a Arap dilinde indirmiştir.
"Hükmen" içinde bulunan hükümleri kastetmektedir.
8- Kim,
Kuran-ı Kerimin ve Rasulullah (s.a.)'ın mesajının doğruluğunu gösteren kesin
ilmî delili gördükten sonra Allah Tealâ'nın dışındakilere ibadet ederek,
Kabe'den başka taraflara yönelerek müşriklerin arzularına uyarsa Allah'ın
azabına karşı ona yardım edecek veya azaba engel olacak hiç kimse yoktur.
9- Bütün
peygamberler insandır. Allah'ın helâl kıldığı dünya şehvetlerini tadarlar.
Eşleri ve çocukları vardır. Sırf vahiy sebebiyle hususî kılınmışlardır.
10-
"Onlara eşler ve çocuklar verdik." ayeti, evlenmeye teşvik edilmesi
gerektiğini göstermektedir. Bu ayete göre, zâhitlik yapmak için evlenmeyi
terket-mek yasaklanmıştır. Bu ayetin de ifade ettiği gibi evlenmek,
peygamberlerin sünnetidir. Beyhâki'nin rivayet ettiği zayıf bir hadiste
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evleniniz. Zira ben, diğer ümmetlere
çokluğunuzla övüneceğim." Yine Taberânî'nin Enes (r)'dan rivayet ettiği
zayıf bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evlenen kimse, imanının
yarısını tamamlayıp, kemâle erdirmiştir. Geri kalan yarısında da Allah'tan
sakınsın." Bütün bunlar göstermektedir ki evlenmek, kişiyi zinadan korur,
iffetli kılan. İffetli olmak ise, Rasulullah (s.a.)'m cennete kefil olduğu iki
vasıftan biridir.
Muvatta'da bulunan bir
rivayette Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kimi iki şeyin
şerrinden korursa o kişi cennete girer. Bu iki şey, iki çene kemiği arası ve
iki bacak arasıdır." "Bazen gece namaz kılar bazen uyurum, kadınlarla
evlenirim. Kim sünnetimden yüz çevirirse, benim ümmetimden değildir. "
hadisi daha önce zikredilmişti.
11- Bir
peygamberin kendi iradesiyle harikulade bir mucize getirmesi mümkün değildir.
Bu ancak Allah'ın izni ve dilemesiyle olur.
12- Allah'ın
takdir ettiği her şey, O'nun katında yazılıdır. Allah bu yazılanlardan
dilediğini ehlinin başına getirerek siler ve onu gerçekleştirir. Dilediğini de
vakti gelene kadar erteler. İçinde hiçbir şeyin değişmediği Kitab'ın aslı Onun
katındadır. Kâfirlere azabın indirilmesinin, müminlere yardım edilmesinin
belirli özel vakitleri vardır.
"Silmek",
insanların kaderine de şâmildir. Dua, kaderin geri çevrilmesinde fayda verir.
İnsan, işlediği günâh sebebiyle nzıktan mahrum olabilir. Aynı şekilde sıla-i
rahim ve akrabalara iyilik yapmakla kişinin ömrü uzayabilir. Aşağıdaki hadis
daha önce zikredilmişti:
Buharî ve Müslim'de
Ebû Hureyre (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim, rızkının bollaşmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse akrabalarıyla
ilişkilerini devam ettirsin."
Yaratılış, huy ve
ahlâk, ecel, rızık, mutluluk ve bedbahtlık şeklindeki aslî şeyler değişmezler.
Kıyametin kopması, insanların kabirlerinde kalma müddeti, ecel ve diğer
hususlar da yazılan her şey gibi Allah'ın ilminde mevcut olan hususlar olup
sabittir, değişikliğe uğramaz.
İkrime şöyle der:
"Allah tevbe ile bütün günahları siler. Günâhların yerine sevapları
bırakır." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ancak tevbe eden, iman edip
sâlih amel işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Allah bağışlar ve merhamet eder." (Furkan, 25/70).
Netice olarak,
akidemize göre Allah Tealâ'nın takdiri değişmez. Allah'ın silmesi ve yerinde
bırakması takdirinden öncesiyle ilgilidir. Allah'ın takdirinin bir kısmı hemen
gerçekleşir. İşte bu sabittir, değişmez. Bir kısmı ise sebeplere bağlanmıştır.
İşte bunlar da silinebilenler kapsamındadır. Bunlar, ya dua ile ya sıla-i rahim
ve akrabalara iyilik yapmakla ya da işlenen günâhla silinirler.
"Silme", şeriatların kaldırılmasına da şâmildir. Bazı şeriatlar,
diğerleriyle nes-hedilmişlerdir. Meselâ Kuran, kendi dışındaki bütün
şeriatların hükmünü kaldırmıştır. Çünkü bunda insanlar için maslahat ve hikmet
vardır. Aynı şekilde kıble olarak Beyt-i Makdis'e yönelme neshedilmiş ye kıble
Kabe cihetine çevrilmiştir. Buna benzer örnekler çoktur.
Her şey, Allah'ın kaza
ve kaderiyledir. Bütün işler, kendileri için takdir edilen vakte bağlıdır.
[74]
40- Ey Muhammedi
Onlara vadettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de senin canını alsak da
vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek Bize düşer.
41- Görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü etrafından
gitgide eksiltmekteyiz. Hüküm Allah'ındır. O'nun hükmünü takip edip iptal
edecek yoktur. O, hesabı çabuk görür.
42- Onlardan öncekiler
de tuzak kurdular, oysa Allah'ın tedbirinin dışındaki bütün planlar anılmaya
lâyık değildir. O, herkesi yaptığını bilir. İnkarcılar da, neticenin kimin
olduğunu görecekler-
43- İnkâr edenler:
"Sen peygamber değilsin." derler. De ki: "Benimle sizin aranızda
şahit olarak Allah ve Kitab'ı bilenler yeter."
'Vazifen sadece tebliğ
etmektir" cümlesinde kasr sanatı vardır. Bu, kasr-ı izafî olup mevsûfun
sıfata tahsisi türündendir. Yani senin tebliğ vazifenden başka bir vazifen yok
demektir.
[75]
Mekkeliler
"görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü" içinde yaşadıkları toprakları
"etrafından" onların topraklarını müslümanlara fethettirerek
"gitgide eksiltmekteyiz. Hüküm Allah'ındır." Allah, mahlûkatı
hakkında dilediği şekilde hükmeder.
"O'nun hükmünü
takip edip ibtal edecek hiç kimse yoktur." "Muakkib;" bir şeyi
takib edip onu tenkit ederek iptal eden, demektir. Hak sahibine de
"muakkib" denir. Çünkü o da hakkını istemek için borçlunun peşine
düşer. Ayetin manası şöyledir: "Allah, İslâm'a koşuşulmasma ve küfürden
uzaklaşılması-na hükmetmiştir. Olması icabeden budur, değiştirmek mümkün
değildir."
"O, hesabı çabuk
görür." Onlara dünyada öldürülmek ve yurtlarından sürülmek şeklinde azâb
ettikten sonra ahirette de yakında yaptıklarından dolayı hesaba çeker.
"Onlardan
öncekiler de tuzak kurdular." Kâfirlerin sana tuzak kurduğu gibi onlardan
önceki ümmetler de peygamberlerine tuzak kurdular." "Mekr," bir
şeyi gizlice planlamak, demektir.
"Allah'ın
planı" ve tedbiri "dışındaki hiç bir plan" değersizliğinden
"anılmaya" ittifakla "lâyık değildir". Çünkü başkası değil
sadece O, planların ve tedbirlerin maksadını elde etmeye kadirdir.
"O, herkesin
yaptığını bilir", dolayısıyla da karşılığını hazırlar. İşte bütün bunlar
tuzak hazırlamak ve tedbirdir. Zira bunları o kâfirler hissetmeden başlarına
geçirir.
Ahiret yurdundaki
övünülecek âkibetin kandilerinin mi yoksa Rasulullah (s.a.) ile ashabının mı olduğunu
bütün kâfirler göreceklerdir. "De ki:" doğruluğum hususunda
"benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve Kitabı bilenler yeter."
[76]
Allah Tealâ,
müşriklerin mucizeler indirilmesini, azabın hemen gelmesini istemelerini bildirdikten
sonra burada kâfirlerin tehdit edildikleri azabın gerçekleşebileceğini,
Rasulullah (s.a.)'ın vazifesinin tebliğ olduğunu, bu tehditlerin izlerinin ve
alâmetlerinin müslümanlann yeryüzünün toprak parçalarını fethetmesiyle ortaya
çıkıp kuvvetlendiğini ve Kendisinin, mahlûkâtı hakkında dilediği şekilde
hükmettiğini haber vermiştir.
Bundan sonra Mekkeli
müşriklerin ve onlardan önce yaşayan kâfirlerin hile ve tuzaklarının
müslümanlara hiç bir şekilde zarar veremediklerini, zaferin müslümanlann
lehine olacağını, hezimet ve azabın da onların dışındakilerin başına
geleceğini bildirmiştir.
Peşinden de Rasulullah
(s.a.)'ın peygamberliğini inkâr eden yahudileri reddederek, Rasulullah (s.a.)'m
doğruluğuna şâhid olduğunu, Allah'ın ve ehl-i kitap müminlerinin şehâdetinin,
onun için yeterli olduğunu beyan etmiştir.
[77]
Ey Muhammed! Sen
hayattayken müşrik olsun olmasın tüm düşmanlarına dünyada vadettiğimiz belâ ve
cezanın bir kısmını sana göstersek de, bunları göstermeden önce senin canını
alsak da vazifen sadece Rabbinin mesajını tebliğ etmektir. Biz seni ancak
Allah'ın risâletini insanlara ulaştırasın diye gönderdik. Sen, sana emredilen
görevi yerine getirdin. Onları doğru insanlar yapmak senin vazifen değildir.
Aksine hesaba çekmek ve yaptıkları iyilik ve kötülüklerin karşılığını vermek
Bize düşer. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Sen öğüt ver!
Esasen sen sadece bir öğüt verensin. Sen, onlara zor kullanacak değilsin. Ama
kim yüz çevirir, inkâr ederse Allah onu en büyük azaba uğratır. Doğrusu
onların dönüşü Bizedir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize
düşmektedir." (Gaşiye, 88/21-26).
Mekke'deki o müşrikler
Bizim yeryüzünü gitgide eksiltmekte olduğumuzu unuttular veya bundan şüphe mi
ediyorlar? Öyle ki Biz, sana toprak üstüne topraklar fethettiriyoruz. Sen
onlara galip geliyor, İslâm toprakları genişlerken küfrün arazisi daralıyor.
İnsanlar, gruplar halinde Allah'ın dinine giriyorlar." Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Şimdi memleketlerini her yandan eksilttiğimizi görmüyorlar
mı? Üstün gelen onlar mıdır?" (Enbiya, 21/44).
Bilimin ışığında bu
ayet göstermektedir ki yeryüzü elips biçiminde geniş ve düz olup, yusyuvarlak
değildir. Aksine yanlarından daralmış bir şekle sahiptir.
Geçmişte ise, biraz
önce belirttiğim gibi bu ayetten, İslâm'ın gitgide şirki yok etmesi
anlaşılıyordu. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "And olsun ki çevrenizde
bulunan birçok kasabaları yok etmişizdir." (Ahkaf, 46/27).
İbn Abbâs (r.a.) şöyle
der: "Bu ayetten maksat, yeryüzünün ileri gelenlerinin, eşrafının, alimlerinin
ölmesi, sâlih ve iyi insanların yok olup gitmesidir." Fakat, Vâhidî'nin de
dediği gibi, birinci görüş en uygun olan görüştür.
"Allah, tam
manasıyla hükmeder." O'nun yerine getirilmesi zorunlu olan hükmü geri
çevrilmez. Takdirinin önünde kimse duramaz. Hiç kimse O'nun hükmüne dil
uzatamaz veya onu iptal edemez ya da eleştiremez. Allah Tealâ'nm hükmünden
birisi de yeryüzüne adaletle, ıslâh ve imar ederek sâlih kullarının vâris
olmalarıdır."
Allah, kullarını
yakında ahirette hesaba çekecektir. Cezalandırması yakındır, kaçış yoktur.
Onların cezalandırılması için acele etme. Zira Allah, dünyada onlara
öldürülme, esir edilme, rezil rüsvay ve zelil olma ve cezalandırılma şeklinde
azab ettikten sonra ahirette de azaba çarptıracaktır.
42. ayet, milletinin
hile ve tuzaklarına karşı Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmekte ve onların
eziyetlerine sabretmeye davet etmektedir. Zira zafer sonuçta kesinlikle
Rasulullah (s.a.)'ındır. Mana şöyledir: "Geçmiş ümmetlerdeki kâfirler,
peygamberlerine tuzaklar kurdular. Onları, memleketlerinden çıkarmak istediler.
Nemrut'un İbrahim'e, Firavun'un Musa'ya, Yahudilerin İsa'ya ve Âd, Semûd ve Lût
kavminin yaptığı gibi onlara eziyet edip çektirdiler. Allah da hile ve
tuzaklarını başlarına geçirdi ve hayırlı âkibeti müttakilere nasib etti. Yani,
kâfirlerin zulüm ve fesatları sebebiyle, onların helak olmalarını sağlayan plan
ve tedbirleri gerçekleştirdi."
"Allah'ın plan ve
tedbiri dışındaki hiç bir tedbir zikredilmeye lâyık değildir. " Allah
Tealâ'nm izni .olmadan hilecilerin tuzakları zarar vermez. Bunlar ancak, O'nun
dilemesi ve takdiriyle tesirli olabilirler. Sadece Allah'tan korkulur."
Bu, Hicretten az önce
müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'a kurdukları tuzaktan bahseden şu ayete
benzemektedir: "inkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya
öldürmek ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da
düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en hayırlısıdır." i Enfal,
8/30).
"Onlar bir düzen
kurdular, Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Hilelerinin sonunun nasıl
olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte
zulümlerine karşılık çökmüş bulunan evleri!" (Nemi, 27/50-52).
"Allah
Tealâ," bütün sırlan ve gizli olan "her şeyi bilir." Herkesin
amelinin karşılığını verecek, dostlarına yardım edip hilecileri
cezalandıracaktır."
Bu ayet, hile yapıp
tuzak kuran tüm kâfirleri müthiş bir şekilde tehdit etmekte ve Rasulullah
(s.a.)'ı teselli edip, onların tuzaklarına karşı emin olduğunu bildirmektedir.
"Kıyamet gününde
kâfirler neticenin kimin olduğunu" övgüye lâyık âkibe-tin mümin ve
kâfirlerden hangi gruba ait olduğunu "yakînen göreceklerdir." Dünya
ve ahiretteki netice, peygamberlere tâbi olanlarındır. Onlar dünyada zafer,
ahirette de cenneti elde ederler.
Bundan sonra Allah,
Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr edenleri reddederek şöyle buyurur:
Senin peygamberliğini inkâr eden kâfirler der ki: Sen, Allah katından
gönderilmiş bir peygamber değilsin. İnsanları yalnız, ortağı olmayan Allah'a
ibadet etmeye çağırmıyor, onları karanlıklardan nura, putlara tapmaktan bir tek
olan Allah'a ibadete, zulüm ve fesattan adalet, salâh ve doğruluğa
ulaştırmıyorsun."
İbni Merduveyh'den İbn
Abbâs (r.a.) şöyle der: "Uskuf, Yemen'den Rasulullah (s.a.)'ın huzuruna
geldi. Rasulullah (s.a.) ona 'Siz İncil'de hiç peygambere rastladınız mı?' diye
sordu. Uskuf 'Hayır' dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ, 'İnkâr edenler: 'Sen
peygamber değilsin' derler...' ayetini indirdi."
Ey Muhammedi Onlara de
ki: Allah'ın, risâletimin doğruluğuna şahit olması, bana indirdiği mucize
Kuran'la, doğruluğumu gösteren apaçık ayetlerle davetimi desteklemesi bana
yeter. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bütün dinlerden üstün kılmak
üzere, peygamberini, doğruluk rehberi Kuran ve hak din ile gönderen O'dur.
Şahit olarak Allah yeter." (Fetih, 48/28).
"Allah'ın
şehâdetinden sonra yahudi ve hristiyanlardan iman eden ehl-i kitap alimlerinin
ellerindeki Tevrat ve İncil'de buldukları risâletimin müjdeleri ve benden
başkasına uymayan özellikler sebebiyle yine şahit olmaları da bana yeter."
Bunlar aslen yahudi olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıdır.
İbni Cerir ve İbni
Münzir, Katâde'den şöyle rivayet eder: "Ehl-i Kitap'tan hakka şehâdet
edip, onu bilen bir grup insan vardı. Abdullah b. Selâm, el-Câ-rûd, Temîm
ed-Dârî ve Selman Farisî (r.a.), bunlardan bazılarıdır."
Şu ayet de bu manaya
delâlet etmektedir: "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, Muhammed'i
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile
hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146).
[78]
Ayetler, şu hususlara
işaret etmektedir:
1-
Rasulullah (s.a.)'m vazifesi, ümmete İslâm dinini tebliğ etmekle sınırlıdır.
Onları düzeltip hidâyete ulaştırmak O'nun işi değildir.
2- Hadise ve
olayları gerçekleştiren sadece Allah Tealâ'dır. O, sözünü ve tehdidini yerine
getirir ve çetin azabını ne zaman isterse indirir. Bu, ister Rasulullah (s.a.)
sağken isterse vefatından sonra olur.
3- Yaptıkları
iyilik ve kötülüklere karşılık, kulları hesaba çekmeye kefil olan sadece Allah
Tealâ'dır.
4- İslâm
topraklarının genişleyip, İslâm fethinin artması; küfrün hüsrana uğrayıp, kâfir
ülkelerinin toprak kaybetmesi sadece Allah Tealâ'nın elindedir.
5- Yeryüzü
yusyuvarlak olmayıp, bilâkis elips biçiminde yayılıp genişletilmiş ve
etrafından eksütilmiştir.
6- Allah
Tealâ'nın takdirini kimse geri çeviremez, O'nun hükmünü hiç kimse takip edip
bozamaz. Yine hiç kimse, Allah'ın hükmünü eksiltemez, tenkit edemez, iptal
edip değiştiremez.
7- Allah
Tealâ, kâfirleri çarçabuk cezalandırır, müminlere de derhal mükâfatlarını
verir.
8- Kâfir
düşmanların bütün planları, hile ve tuzakları Allah Tealâ'nın tedbiri önünde
boşa çıkıp, neticesiz kalır. Allah Tealâ'nın izni olmadıkça onların tuzakları
zararsızdır. Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmekte, kararlılığını arttırmakta
ve neticede zaferin onun olduğunu ve kâfirlerin de hezimete uğrayacaklarını
bildirmektedir.
9- Allah,
herkesin yaptığı iyilik ve kötülükleri bilir ve ona göre karşılıklarını verir.
10-
Kâfirler, dünyada sevap ve cezayı kimlerin hak ettiğini veya ahiret yurdundaki
sevap ve cezanın kimlere âit olduğunu göreceklerdir. Bu bir tehdit ifadesidir.
11-
İstedikleri mucizeleri getirmediği için müşrik Arapların ve Yahudilerin
Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr edip "Sen ne bir nebî ne de bir
rasul-sün, olsa olsa bir yalancısın" demeleri gerçeği hiç bir şekilde
değiştirip gizleye-memektedir. Allah'ın o'nun doğruluğuna şahit olması kâfidir.
Aynı şekilde Abdullah b. Selâm, Selman Fârisî, Temîm ed-Dârî (r.a.) Necaşî ve
tabiîleri gibi ehl-i kitap müminlerinin şehâdeti de o'na yeter.
Fakat İbn Cübeyr şöyle
der: "Bu sure, Mekke'de nazil olmuştur. İbn Selâm (r.a.) ise, bu sureden
sonra Medine'de müslüman olmuştur. Ayetin İbn Selâm (r.a.)'e hamledilmesi doğru
değildir. "Kitabı bilenler" kavlinden maksat Cibril (as)'dir."
İbn Abbâs (r.a.) da bu görüştedir.
Hasen, Mücâhid ve
Dahhâk ise O, Allah Tealâ'dır, derler.
Onlar, bütün
müminlerdir, diyenlerin görüşü de doğrudur. Çünkü her mümin, Kitabı bilir, onun
i'câzını kavrar ve Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğuna şeha-det eder. Bu görüşe
göre, "Kuran-ı Kerim"dir.[79]
Bu kavilden maksadın
"Tevrat ve İncil bilgisine sahip olanlar" şeklinde olması da
mümkündür. Yani, "Bu iki Kitabı bilen herkes, onların Muhammed (s.a.)'in
geleceği müjdesini ihtiva ettiğini bilir. Eğer bu bilgiye sahip olan kişi,
insaf eder yalan söylemezse, Muhammed (s.a.)'in Allah Tealâ'nın katından gelen
hak peygamber olduğuna şahittir," demektir.[80]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/83.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/83.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/83-84.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/85.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/85.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/85.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/85-86.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/86.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/87.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/87-88.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/88.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/88-91.
[13] Razî, XTX/2-3
[14] Kurtubî TV/98
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/92-93.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/94.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/94-95.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/95.
[19] el-Bahru'l-Muhit, V/336.
[20] el-Bahru'l-Muhit, V/367.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/95-98.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/98-100.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/101.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/101-102.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/102.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/102-106.
[26] İbnu 1-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, III/1097.
[27] Razî, XK/22.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/106-108.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/109.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/109-110.
[31] Vahidî, Esbabun-Nüzül, 156; İbni Kesir, 11/505;
Kurtubî, K/296-298; Zemahşerî, 11/162.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/110-111.
[33] Zemahşerî, 11/162. Ebu Hayyan diyor ki: Zemahşeri'nin
zikrettiği ikinci vecih doğru değildir. Çünkü buna göre (lillahi Davetullah)
demektir. Bu terkib ise doğru değildir.
[34] el-Bahrul-Muhit, V/376.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/111-114.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/114-116.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/117.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/117-118.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/118.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/118-119.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/120-121.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/122.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/123.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/123-124.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/124-126.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/127.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/128.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/128-129.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/129.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/129-132.
[51] Razî, XIX/45-46.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/132-134.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/135.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/135.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/135-136.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/136.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/137.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/137-138.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/138.
[59] Kurtubî, 1/317; İbn Kesir, 11/512.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/139-141.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/141-142.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/144-145.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/145.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/146.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/146-150.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/150-151.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/152.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/152-153.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/153-154.
[70] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, 158.
[71] İbni Ebî Hatim, Suyûtî'nin Celâleyn Tefsiri'nin
hamişinde bulunan "Lübâbu'n-Nukûl fi Esbâbi'n-Nüzul", 334.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/154-155.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/155.
[73] Kurtubî, DC325.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/155-159.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/159-161.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/162.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/162-163.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/163.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/163-165.
[79] Kurtubî, K/336-337.
[80] Razî, XIX/70.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/165-166.