Rahman
Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:
Kâinattaki
Varlıkların Secdesi Zorunludur:
Allah'ın
Emrine Uyan İle Uymayanın Göreceği Karşılık:
Bilen
Ve Düşünen Akıl Sahiplerinin Amelleri:
Ahdi Bozanların Sonu Ne Olacak ?
Kafirlerin
Durumu Hakkında Bir Analiz:
Şirk
Koşanlar Başkalarının Etkisindedirler:
Muttakîlere
Vaadolunan Cennet:
Kur'an
Varken Arzulara Uyulmaz:
Peygamberler
Kendiliklerinden Mu'cize Getiremezler:
Peygamberlere
Tuzak Kuran Tuzağa Düşer:
Ra'd
Sûresinden Çıkan İlkeler:
Ra'd sûresinin nerede indiği
konusunda ciddî tartışmalar vardır. Tamamının Mekke'de, yine tamamının
Medine'de indiğini nakleden âlimler olduğu gibi, bazı âyetlerinin Mekke'de, diğerlerinin
Medine'de indiğini söyleyen âlimler de vardır.
İbn Abbâs'tan nakledilen görüşe
göre sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Aynı şekilde Taberî'nin bahsettiği bazı
otoritelere göre İbn Abbâs'ın, sûrenin Medine döneminde indiği görüşünde
olduğu nakledilmektedir. Suyûtî, sûrenin Mekkî olduğunu, ama bazı âyetlerinin
Medine'de indiğini söylemektedir. Beğavî ve Râzî de aynı görüştedir.
Sûrenin tamamına baktığımızda
bazı âyetlerin Medine'de indiğini, bazılarının Mekke'de indiğini söyleyebiliriz.
Meselâ, 19-25. âyetleri arasında ahlâkın temel ilkelerini koyan âyetler
Medine'de inmişe benziyor. Çünkü ahlâkî prensiplerin pek çoğu Medine dönemine
rastlamaktadır.
Kitapla başlamış olması sebebiyle
bu sûre Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd ve Yûsuf sûrelerine bağlı
görülmektedir.
Kâinatın yaratılışından,
değişimin sebeplerine, tabiat olaylarının ibadetine, hak ile bâtılın benzetme
ile anlatımına, manevî kör ile görenin farkına, değerler sistemini hayata
geçirenle tersiniyapanlara, Allah'ı anıp düşünmenin manevî etkinliğine,
muttakî-lere vaadedilen cennete, verilen bilgiden sonra nefsin arzularına
uymanın getireceği sonuca varıncaya kadar bir çok konuyu ele alıp işleyen bu
sûre, İslam dininin temellerini oluşturmakta ö-nemli bir yere sahiptir.
43 âyetten ibaret olan bu sûre daha çok kitap, ahlâk ve değişim
üzerinde durmakta, ismini de 13. âyetinde geçen ve gök gürültüsü anlamına gelen
Ra'd kelimesinden almaktadır.[1]
1. Elif, Lam, Mîm, Râ. Şunlar,
kitabın âyetleridir. Sana Rabb'inden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu anlamazlar.
Hurûf-u Mukatta'a adı ile anılan
bu harflerin açıklaması Bakara sûresinin başında yapılmıştır. Burada aynı
açıklamayı tekrarlamayı gereksiz görüyoruz.
a) "Şunlar kitabın âyetleridir." iüb tilke
"şunlar" kelimesinden ya da zamirinden kasdedilen nedir? Bize göre
Ra'd sûresinin âyetleridir. Ra'd sûresinin âyetleri, kitap yani Kur'ân'ın
âyetleridir. Ra'd sûresinin vahyedildiği anı düşünürsek, Yüce Allah Cebrâîl ile
gönderdiği bu sûrenin içindeki mesajın neye ait olduğunu, kitabın âyetleri
olduğundan oraya konması gerektiğini söylemekte olduğunu anlarız.
Buradaki âyât kelimesine
"hükümler, esaslar, ilkeler, kanunlar" manalarını verebiliriz. Âyât
kelimesi "kitabı meydana getiren cümlelerdir" de denebilir.
b) "Sana Rabb'inden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu
inanmazlar." "İndiri-len"den kasdedilen nedir? İlk önce
"âyetler"dir cevabı verilebilir ancak âyetlerin yer aldığı
"kitap" da olabilir. Bu cümle, "sana indirilen kitap, yani
Kur'ân haktır" şeklinde de tercüme edilebilir.
Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e
indirdiği haktır, yani gerçektir. Din adına Allah'ın indirdiğinden başkası hak
değil, bâtıldır; başka bir ifade ile din olarak kabul edilemez.
Hakjan dışında kalan sapıklıktır,
bâtıldır, "İşte O, sizin gerçek Rabb'iniz olan Allah'tır. Artık haktan
sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz" (Yûnus
10/32).
Bu âyet "Yüce Allah'ın
indirdiğinin hak olması gerçektir, doğrudur, evrenseldir, objektiftir"
anlamına gelmektedir. İnsanların düşünceleri eksiktir, taraflıdır, hatalıdır,
ama Yüce Allah'ın indirdiğinde hata, eksiklik ve yetersizlik yoktur.
"İnsanların çoğu buna
inanmazlar" ifadesi ile bu âyet Yûsuf 103'e gitmektedir. İnsanların çoğu
Kur'ân'ı sana Allah'ın indirdiğine ve onun hak olduğuna inanmamaktadır. Hz.
Peygamber döneminde öyle idi, bugün de öyledir. Gelecekte de öyle olacağa
benzemektedir.
Kur'ân'ın hak olduğuna burada
"inanmak", Ra'd 19'da ise "bilmek" ile yaklaşılması
istenmektedir. "İnsanların çoğu onun hak olduğuna inanmıyor"
ifadesinden anlıyoruz ki, inanmada bir zorlayıcılık yoktur, insanlar kendi hür
iradeleriyle inanmamaktadırlar. Çünkü Allah dile-se onların tümünü inandırırdı
(Yûnus 10/99).
Yüce Allah insanları inanıp
inanmamakta serbest bırakmıştır.
"Ve de ki: Hak,
Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf
18/29). Onun içindir ki yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd l'de inanma fiilinin
öznesi insanlardır. Demek ki, insanların çoğu Kur'ân'ın hak olduğuna
inanmamakla tepki göstermektedirler.
Yüce Allah eğitimin merkezine
kitabı koymaktadır. Âyette kitap, hak ve iman kelimeleri bir araya gelmektedir.
Kitap önce hakkı, sonra da imanı arkasından sürüklemektedir. Eğitimde
"hak", yani doğru, gerçek, eksiksiz, yeterli ve faydalı olan
öğretilmelidir. Bu bilgilerle donatılmış olmayan kitap eğitimin merkezine
alınamaz. Kitaba layık olan imandır, bilmektir.
Din âlimi ve görevlilerinin Yüce
Allah'ın Hz. Muhammed'e hak olarak indirdiği kitabı bilmeleri gerekiyor. Onu
bilmedikleri takdirde dinin merkezinde olamazlar, din adına konuşma ve bilgi
verme hakkına sahip değillerdir. Allah'ın vahyini bilmeyen kişi, bilimin hangi
seviyesinde olursa olsun din adına konuşamaz, fetva veremez ve bu yetkiyi
kendinde bulamaz.
Din, dolaylı yollarla gelen ve
beşerî görüşlerin karıştığı kanallarla anlatılamaz. Çünkü dinin merkezinde
ilâhî mesajı içine alan Kur'ân bulunmaktadır. Kişi, önce ona inanacak, sonra
da onu bilecek ki o konuda konuşabilsin.[2]
2. Görmekte olduğunuz gökleri
direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istiva eden, Güneş'i ve Ay'ı emrine
boyun eğdiren Allah 'tır. Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp
gitmektedir. O, Rabb 'inize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi
düzenleyip âyetleri açıklamaktadır.
3. Yeri döşeyen, onda oturaklı
dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan
O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen
bir toplum için ibretler vardır.
4. Yeryüzünde birbirine komşu
kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır.
Bunların hepsi bir su ile sulanır, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına
üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
Bu âyetlerin analizinden
varacağımız neticeler olacaktır:
1. Yüce Allah Kur'ân gibi hak kitabı kendisinin gönderdiğine insanları
inandırabilmek için, onlara yarattığı tabiat kitabını anlatmakta, kâinatın
yaratılışı ve onları oluşturan kanunlar hakkında bir ders vermektedir. Bu
âyetlerin birinci âyetle olan bağlantıları bu şekilde düşünülmelidir. Kâinat
hakkındaki bilgi, Kur'ân'a imanı doğurmalıdır.
2. "Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten
Allah'tır." Ra'd ikinci âyetin bu kısmında Yüce Allah "gözlem"
meselesini gündeme getirmektedir. \£y) teravnehâ
'gözlemekte olduğunuz"
cümlesiyle Yüce Allah insanın görme duyusuna hitap etmektedir. Görüyorsunuz
ki, Yüce Allah gökleri direksiz yükseltmiştir. Bunun anlamı göklerin direksiz
nasıl durduğuna dikkat çekmektir.
"Sütunlar, direkler,
dayanaklar, destekler" anlamına gelen 'amed kelimesi 'imâdın çoğuludur.
Dolayısıyla teravnehâ cümlesini amed kelimesini niteleyen bir cümle olarak
kabul edip âyetin anlamını "Allah, gökleri sizin görebileceğiniz direkler
olmadan yükseltti" şeklinde vermemiz de mümkündür. Bu taktirde âyetin
anlamında göklerin direklerinin var olduğu, ancak insanlar tarafından
görülemedikleri sonucu çıkar ki kanaatimizce âyeti böyle anlamlandırmak da
ihtimal dahilinde olmalıdır. Destek ve dayanak olmadan göklerin o şekilde
duruşu Allah'ın kudretini göstermekte ve bu yaratılış kanunu insanı aciz
bırakmaktadır. Bu kanun insanlar tarafından gözlenebilmektedir.
3. "Sonra Arş'a istiva edendir." Bu ifadeyi Bakara 255'te
açıkladık. Ayrıca A'râf 54'e de bakılabilir. Yüce Allah'ın "Arş'a istiva
etmesi", "kendini, yarattığı eserin içine koyması, onu kapsaması,
onunla her an ilgilenmesi, her an onu yenilemesi, her an yaratması"
anlamına gelmektedir. Çünkü Allah mekandan münezzehtir, yani kâinatın hem
içinde hem dışındadır. Onun için "şurada yoktur" diye bir özellik
düşünülemez. Yüce Allah yarattığı varlığı başıboş bırakmaz, her an onunla
ilgilenir.
4."Güneş'i ve Ay'ı emrine boyun eğdiren Allah'tır."
"Boyun eğdirme"nin manası, "istihdam etmek,
görevlendirmek"tir. Bu izah gereği Yüce Allah'ın Güneş ile Ay'a görev
verdiğini anlıyoruz. Nitekim Yüce Allah yarattığı her şeye bir görev
yüklemiştir.
Çünkü Yüce Allah hiçbir varlığı
boş yere yaratmamıştır. Güneş ile Ay'ın görevlerinin ne olduğunun bir kısmı
Yûnus 5'de açıklanmıştı. Işık vermek, yılların sayısı, hesabın bilinmesini
temin etmek ve Allah'ın bir gerçekle bunları yaptığının bilinmesi bu
görevlerdendir.
Ayrıca Güneş'in canlılar için ne
kadar önemli olduğu bilinmektedir. Özellikle bitkiler âlemi ve diğer canlılar
için ne denli yaşamsal önem taşıdığı ortadadır. Yüce Allah, Güneş ile Ay'ı
yarattı ve onları bu görevleri yerine getirmeleri için hizmete sundu.
5. "Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp
gitmektedir." yecrî kelimesi, onların hareket ettiklerini, dön düklerini,
yani akıp gittiklerini ifade etmektedir. Kur'ân, Güneş ve Ay'ın kendi etrafında
ve diğerlerinin de kendilerine tahsis edilen yörüngede döndüklerini asırlar
önce bildirmiştir. Onların bu hareketinin de bir müddeti, bir eceli olduğu da
gündeme getirilmektedir.
Yüce Allah göksel cisimlere de
bir ecel, yani ömür tayin etmiştir. Görevlerini bu süre içinde
sürdüreceklerdir. Böylece göksel cisimlerin sonsuz olmadıkları anlaşılmaktadır.
6. "Her işi yerli yerinde düzenler." Ayetin bu kısmından
Yüce Allah'ın kâinattaki bütün işleri dilediği şekilde düzenleyip idare
ettiğini anlıyoruz. Burada O'nun hür irâdesine ve idaresine kimsenin müdahale
edemeyeceğine işaret edilmektedir.
Âyette geçen yüdebbiru kelimesi
Nisa 82'de açıklanmıştır. Kur'ân'da "yönetmek, anlamak, sırtını dönmek,
çekip gitmek, yerine getirmek, kalıntı, kök, arka ve düşünmek" manalarına
gelen bu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "yönetmek"
anlamını ifade etmektedir.
"Yüce Allah kâinatın bütün
işini düzenleyip idare etmektedir" ifadesinden, O'nun her an kâinata
müdahale ettiğini, onunla ilgilendiğini anlıyoruz.
7. "O, Rabb'inize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için
âyetleri açıklamaktadır." "Âyetleri açıkla-mak"tan kasıt,
"göksel kanunları açıklamak"tır. Göklerin direksiz durması, Güneş ve
Ay'ın çalışma sistemi ve onların yaratılışı birer âyet ol-maktadır. Ayât,
"kanunlar, kâinatın yaratılış ve işleyiş kanunları" anlamına
gelmektedir.
Yüce Allah'ın, bu kanunları
açıklamaktaki amacı, kendisine kavuşacağımız güne, yani âhirete iman etmemizi
temin etmektir. Âyetteki oyŞjj tûkınûn kelimesi, "iyice bilmek, tam manası
ile inanmak, bilerek inanmak" yani, dış âlemdeki kanunlardan hareket
ederek Allah'a kavuşulacağına inanmaktır. Bilimsel bilgiye dayanan bir imanı
gerçekleştirmek için, dış âlemdeki kanunlar da bazen Kur'ân'da
açıklanmaktadır.
Demek ki insan dış âlemin
kanunlarına ya da onlardan birine takılsa, Allah'a varabilir ve gönlünde
âhirete iman teşekkül edebilir.
8. "Yeri döşeyen onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve
orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur." Yüce Allah uzaktan
yakına metodunu kullanarak, ikinci âyette göklerden, güneş ve aydan bahsederken
üçüncü âyette yeryüzüne inmekte ve oradaki kanunları ele almaktadır. Göklerdeki oluşumlar uzağı; yeryüzündeki oluşumlar da
yakını teşkil etmektedir.
a) "Yeri döşeyen" ifadesi, "yayıp genişleten"
anlamına gelmektedir. Buradaki manayı anlamak için şu açıklamayı yapmamız
gerekiyor: Yüce Allah canlıların yeryüzünde yaşayabilmesi için onlara uygun bir
maddî ortam hazırlamıştır. Özellikle canlıların son halkası olan insan için
yeryüzünü bir döşek, bir beşik olarak hazırlamıştır.
"O Rabb ki, yeri sizin için
bir döşek, göğü de bir tavan yaptı" (Bakara 2/22).
b) "Onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan
O'dur." Dağ ve nehirlerin
yeryüzünde yerleştirilmesi de ilâhî kudrete işaret etmekte ve ona delil
olmaktadır. Yeryüzünün maddî yapısının incelenmesini de Yüce Allah bir ödev
olarak insanın önüne koymaktadır.
c) "Orada meyvelerden
çifter çifter yaratan Ö'dur." Yüce Allah hayvan ve insanları çifter
yarattığı gibi, meyveleri de öyle yarattığına dikkat çekmektedir. Erkek ve
dişiliğin bitkiler âleminde olması, botanik ilminin konuları arasında yer
almaktadır. Bitkiler âleminde de döllenmenin olduğunu ve bunu rüzgarla
yaptığını Yüce Allah Hicr 22'de söylemektedir.
d) "Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor." Allah, zamanın
gece ve gündüz kısımlarını ve bu kısımların ilişkisini, gecenin gündüzü
örtmesinin ne anlama geldiğinin açıklanması işlemini de bir ödev olarak
insanlara vermekte, böylece
dağ, nehir, meyvelerdeki çifterlik, gece-gündüz
ilişkileri gibi yerel bilimlerin konulan arasında yer almasını ön görmektedir.
Ra'd ikinci âyette göksel konular; üçüncü âyette de yerel konuların incelenmesi
istenmekte ve bu konuların incelenmesi ile varılacak nihâî noktanın, Yaratıcı
gücün varlığının tesbit edilmesi olduğu vurgulanmaktadır.
e) "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için âyetler
vardır." Dikkat edilirse ikinci âyetin sonunda "bilinçli iman";
üçüncü âyetin sonunda da "düşünmek" hedef alınmaktadır. Demek ki, dış
âlemin göksel ve yerel kanunlarını, işleyiş tarzını incele- menin amacı
düşünceyi harekete geçirip iman etmektir. Hem iman hem de düşünce toplumsal
nitelikli konulardır. Allah'a kavuşulacağına iman ve ibret alacak bir toplumsal
düşünce hedeflenmektedir. Üçüncü âyetin sonundaki âyât kelimesi,
"kanunlar, ibretler, çıkartılacak genellemeler" anlamına gelmektedir.
g. "'Yeryüzünde birbirine konîşu kıtalar, üzüm bağları,
ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile
sulanır. Böyle iken yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız.
İşte-bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır."
Yine dördüncü âyette insanın
sofrasında yer alan üzüm, tahıl, hurma cinsinden yemiş ve gıdalara dikkat
çekilmektedir. Bunlardan şu konunun incelenmesi ve ondan ibret alınması
istenmektedir: Bu meyvelerin yetiştiği tarlalar birbirine komşu olmalarına ve
aynı su ile sulanmalarına rağmen yemişlerindeki farklılık, aynı bölgenin
arazisi ve aynı su ile sulanmasına rağmen tadı farklı meyvelerin yetişmiş
olmasının üzerine akılla yaklaşılması insanoğlundan istenmektedir. Bazı
hurmaların çatallı, bazılarının da çatalsız olması ilginçtir.
Yüce Allah dördüncü âyetin
sonunda, bu durumlarda aklını kullanan toplum için ibretler olduğunu
söylemektedir.
Şimdi dördüncü âyete aklımızla
yaklaştığımızda çıkaracağımız kanun şudur: Birbirine komşu arazileri aynı
topluma benzetebiliriz. Aynı su ile sulanmasını da aldıkları aynı eğitim olarak
düşünebiliriz. Aynı toplumun çocuklarının aynı eğitimi almalarına rağmen farklı
farklı şahsiyette ve nitelikte yetişmiş olmaları anlatılmaktadır. Burada
insanın doğası, yani veraset ile eğitimin gücü anlatılmaktadır. Eğitimin gücü
sonsuz olsaydı aynı eğitimi alan insanlar aynı şahsiyette, beceride, nitelikte
ve karakterde olurlardı. Demek ki, eğitimde verasetin de bir ağırlığı vardır.
Aynı su ile sulanmasına rağmen bağların çatallı ve çatalsız hurmalar verdiği
gibi meyvelerin tatları da farklıdır. Aynı şekilde aynı eğitimi almalarına
rağmen birbirinden çok farklı nitelikte insanlar yetiştirilir. Burada eğitimin
ürünlerini farklılaştıran unsur, insanın doğası olmak- tadır. İşte dördüncü
âyetin içerdiği konuya aklımızla yaklaştığımız zaman, ondan bu şekilde bir
netice çıkartıyoruz. Başkaları daha farklı neticeler çıkartabilir. Kur'ân
mu'cize olduğu için, farklı neticeler çıkartmaya müsaade edecektir.
Âyetin sonunda toplumsal akıldan
bahsedilmektedir. Amaç toplumsal aklı harekete geçirmektir. İkinci âyette
toplumsal iman, üçüncü âyette toplumsal düşünce, dördüncü âyette toplumsal
akıl devreye sokulmaktadır.
Bundan şunu anlıyoruz: İnsan, dış
âlemin kanunlarına aklı, düşüncesi ve imanı ile yaklaşmalıdır. Akıl ve düşünce
beynin; iman da gönlün yaklaşımıdır. Böylece Yüce Allah göksel ve yerel
kanunlara insanın yaklaşımının hangi boyutlarda olacağını açıklamaktadır.
Yukarıdan aşağıya baktığımızda iman, düşünce ve akıl sıralamasını görürüz.
Aslında aşağıdan yukarıya doğru bakarsak akıl, düşünce ve iman sıralamasını
görürüz. Aşağıdan yukarıya bakmamız daha doğru olacaktır.
Diğer taraftan bu âyetten şu
neticeyi de çıkarabiliriz: Din âlimi ve görevlilerinin dini anlatabilmeleri
için tabiat bilimlerinin temel kanunlarını bilmeleri gerekiyor. Yüce Allah'ın
kudreti, ilmi ve yaratıcılığı konularının anlatımında bu bilimlerin
kanunlarından yardım almak gerekiyor. O bilimlerin kanunlarını uzaktan yakına,
yahut yakından uzağa metodları ile anlatmanın ilahiyat bilimine yardımı
olacaktır. Ayrıca bundan, Yüce Allah'ın göksel ve yerel bilimleri inceleyecek
kuruluşların, fakültelerin kurulmasını da ön gördüğü anlaşılabilir. Bu eğitim
sisteminin aklı kullanmayı, düşünmeyi ve iman etmeyi hedef alması da ön
görülmelidir. Bu bilimleri inceleyenler, doğru düşünme sanatını öğrenmeli ve
yaratıcı gözü görüp inanmalıdır.
Demek ki, medenî insan olmanın
yolu, dış âlemin varlıklarına, kanunlarına yaklaşım tarzımızdan geçmektedir.
En medenî insan onlara akıl, düşünce ve bilinçli imanla yaklaşır ve ilişki
kurar.[3]
5. Şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey
onların: 'Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?' demeleridir.
İşte onlar, Rabb'lerine nankörlük edenlerdir. Ve onlar, boyunlarında tasmalar
bulunanlardır. Onlar a-teş ehlidir. Onlar arada uzun süreli kalacaklardır.
Âyetin analizinden çıkaracağımız
önemli neticeler olacaktır:
1. Hz. Peygamber, kâfirlerin kendisini yalanlamalarına şaşmaktadır.
Yüce Allah şaşıyorsan ifadesini kullanırken Hz. Peygamber'in neden dolayı
şaştığını söylememektedir. Kur'ân'in başka âyetlerine giderek bu şaşkınlığın
nedenini bulmaya çalışacağız:
a) "Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu
biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorlar" (En'âm 6/33). Demek ki kâfirler Hz.
Peygamber'i yalanlıyorlardı ve bundan dolayı da üzülüyordu. En'âm 33'te geçen
"üzülmek", Ra'd 5'de "şaşmak, hayret etmek" şekline
dönüşmektedir.
b) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin" (Yâsîn 36/76).
Buradaki kavlühüm "sözleri" ifadesi, "yalanlamaları"
anlamına gelmektedir.
c) "İnkârda yarışanlar seni üzmesin. Çünkü onlar Allah'a
hiçbir zarar veremezler" (Âl-i İmrân 3/176).
d) "İnkâr edenin inkârı seni üzmesin" (Lokman 31/23).
Demek ki yalanlamak ve inkâr etmek Hz. Peygamberi hayrete düşürüyor ve
üzüyordu.
Yalanlama ve inkâr, kâfirlerin
Hz. Peygamber'e gösterdikleri aşırı bir tepki olmaktadır. Dünyada tepki
görmeyen hiçbir peygamber olmamıştır. Bu olumsuz tepkiler peygamberlerin
ölümüne kadar varmıştır. (Âl-i İmrân 3/21; Nisa 4/155). Hz. Peygamber'e karşı
en ağır tepki inkâr ve yalanlama olmakla beraber, memleketini terk edecek
şekilde ağır baskı da olmuştur. Diğer taraftan Hz. Ömer başlangıçta onu
öldürmek için yola çıkmış, Kureyş kâfirlerinin öldürme kararını tatbikata
koymak istemişti.
2. "Asıl şaşılacak şey onların: 'Biz toprak olduğumuz zaman
yeniden mi yaratılacağız?' demeleridir." Yüce Allah şaşılacak şeyin
onların öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin olduğunu söylemektedir.
Kur'ân'ın âhiret inancı ile ilgili en önemli konularından biri, öldükten sonra
dirilmektir. İnsanlar, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmekte çok
zorlanmışlardır. Kimi zaman derin şüphe içinde olmuşlar (Hac 22/5), kimi zaman
da inkâr etmişlerdir. İnkarlarını çeşitli şekillerde dile getirmişlerdir.
a) "Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?"
(Ra'd 13/5). Kâfirler, inkâr eder nitelikte soru sorarak reddettiklerini ifade
ediyorlardı.
b) "Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye
kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor" (Yâsîn
36/78).
c)"Bir de onlar
dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken,
yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi?" (İsrâ 17/49).
d) "Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman, gerçekten biz mi
yeniden yaratılacağız? derler. Doğrusu onlar Rabb'lerine kavuşmayı inkâr
etmektedirler" (Secde 32/10) Sonsuz ilim ve kudrete sahib olan bir
varlığın yoktan yaratması olgusu ile karşı karşıya olan ve bunun farkına varan
insanın, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmesi hayret edilecek, şaşılacak bir
şeydir. Kâinat eserini müşahede etmek ne kadar şaşırtıcı ise, kendi
yaratılışını bilen insanın, yeniden yaratılmayı inkâr etmesi ve böyle
insanların olması da en az o kadar şaşırtıcıdır.
3. "İşte onlar Rabb'lerini inkâr edenlerdir." Yüce Allah
burada bir sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Allah'ı inkâr edenler ancak
öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler. Allah'ı inkâr etmek sebep, öldükten
sonra dirilmeyi inkâr da sonuç olmaktadır. Demek ki, öldükten sonra dirilmeyi
inkâr edenin Allah'a iman etmek konusunda sıkıntısı vardır.
4. "işte onlar boyunlarında tasmalar bulunanlardır."
Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde bu el-eğlâl "tasma" kelimesi geçmekte
ve hep kâfir olanların boynuna vurulduğu veya vurulacağı ifade edilmektedir
(Sebe' 32/33; Ğâfir 40/71; Yâsîn 36/8; İnşân 76/4).
Bu âyetlerde el-eğlâl kalıbında
yer alan bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 161'de yapılmıştır.
Kâfirlerin boyunlarına takılan bu
"tasmalar" hem bu dünyada hem de âhirette gerçekleşecektir. Aslında
"tasma" kavramı ile gerçekleşen bu anlatım temsîlî bir anlatımdır.
Bunun bu dünyada insanların hürriyetsizliğini, yani Muhammed Esed'in dediği
gibi bir takım sahte değerlere bağlanıp kendilerini sorumsuzca çarpık yaşam
tarzlarına teslim edenlerin içine düştükleri ruhsal tutsaklığı dile getiren
mecazî bir ifadedir.
Kâfirlerin boynuna tasmanın bu
dünyada vurulduğunu nasıl ispat ederiz? A'râf sûresinin 157. âyetinde Hz.
Peygamber'in görevleri anlatılırken şöyle denir: "Ağırlıklarını ve
üzerlerindeki zincirleri indirir."
Demek ki inkâr psikolojisi
insanın beynine ve gönlüne şeytanın vurduğu zincirdir. Bu zincir insanın
hürriyetinin elinden alındığını ifade etmekte ve onun tutsak haline
getirildiğine işaret etmektedir. İşte Hz. Peygamber insanın elinden
özgürlüğünün alındığını gösteren bu zincirleri kırmak için gönderilmiştir.
Diğer taraftan insanlar
ölümlerine kadar inkârlarında ısrar ederlerse, bu tasmalar âhirette de
vurulacaktır. Tasmanın boyuna vurulması, çıkmamasını ifade ederken, sürekli
öyle kalacağına da işarettir.
Yüce Allah'ın, kendisini inkâr
edip öldükten sonra dirilmeyi reddeden bu insanların boyunlarına zincir
vurdurması şaşılacak bir şey değildir. Çünkü bu insan kendisi hayattayken
boynuna zincir vurdurarak kendini tutsak haline getirmiştir.
Aslında boyun, beyin ile gönül
arasındaki bir organ olduğu için boyuna vurulan zincir her iki tarafın da
zincire vurulduğuna işaret etmektedir. Boynuna zincir vurdurmak, irâdesini,
hür düşüncesini ve bağımsızlığını ortadan kaldırmak demektir. İşte inkâr
psikolojisi insanı bu hale getirmektedir.
5. "Ve onlar ateş ehlidir. Onlar orada uzun süreli
kalacaklardır." İnkâr, aynı zamanda bir taklittir. Taklit boyuna vurulan
bir tasma, yani bir zincirdir. Bu zincir insanı ateşe götürür. İnkâr etmekle
bir insan aslında boynuna bir zincir vurdurmakta, bu zincirle şeytan onu
alevli cehenneme götürmektedir. "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun'
dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız,' derler.
Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!" (Lokman
31/21). Demek ki, inkârda taklit, boynuna tasmayı vurup şeytana teslim
olmaktır. Şeytanın o zincirle götüreceği yer de alevli cehennemdir. O cehennem
çok uzun süreli olacaktır.
Bu dünyada insan kime boyun
eğiyorsa, onun zinciri boynuna vurulacaktır.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz: İnkâr şeytanın dediğini yapmak olduğuna göre, onun zincirini
boynuna geçirmek anlamına gelmektedir.
A'râf 157'ye göre Hz. Peygamber
bu zincirden insanları kurtarmak için gönderilmiştir. O zaman din eğitimi de
Hz. Peygamber'in bu görevini devam ettirmeli ve insanları inkâr psikolojisinin
tutsağı olmaktan kurtarmalıdır.
Öldükten sonra dirilme ve Allah'a
iman etmek konusunda yoğun bir eğitim vererek insanları bu zincirden kurtarmak
din eğitiminin birinci amacıdır. İnkâr psikolojisinin içinde olanlar, aslında
beyin ve gönüllerine zincir vurmuş insanlardır. Onların bu durumuna şaşmak
gerekiyor. Bu insanlar dağda ve büyük bir enkaz altında kurtarıcı bekleyen,
mahsur kalmış insanlardır. Onlar aslında mahsur kaldıklarının, boyunlarına zincir
vurduklarının bile farkında değillerdir. Din eğitimi onlara el atıp zincirlerini
koparmalı ve enkazın altından çekip çıkarmalıdır.
Din eğitiminin bunu yaparken,
zincirleri kırarken kullanacağı en önemli silah bilgidir, ilâhî vahyin ve
bilimsel bilginin kendisidir. Onun için Yüce Allah, Ra'd 2-4. âyetlerde göksel
ve yerel kanunları gündeme getirmektedir.[4]
6. Senden iyilikten önce kötülüğü
çabucak istiyorlar. Halbuki önlerinden pek çok örnek gelip geçti. Doğrusu
insanlar kötülük ettikleri halde Rabb'in onlar için affedicidir. Rabb 'inin
azabı elbette çok şiddetlidir.
Âyetin analizinden varacağımız
genellemeler olacaktır.
1. "Senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar."
Âyetin bu kısmında Hz. Peygamber'e karşı bir meydan okuma vardır. Hz. Peygamber
onları imana ve iyi davranışa davet ederken ve bu konuda onları
bilgilendirirken onlar ona karşı koyuyorlardı. Hz. Peygamber onlara, yanlış
yaptıkları müddetçe ceza göreceklerini söylerken, onlar cezanın acele gelmesini
istemişlerdi.
Onların "kötülük"le
cezayı istediklerini nasıl ispat ederiz? Buna cevap olarak şu âyetleri
gösterebiliriz.
a) "(Salih) dedi ki: Ey kavmim! İ-yilik dururken niçin
kötülüğe koşuyorsunuz?" (Nemi 27/46).
b) "De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz
azabın bir kısmı
herhalde yakında başınıza gelecektir" (Nemi 27/72).
c) "Onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlar"
(Şu'arâ 26/204).
d) "Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah
vaadinden asla dönmez" (Hacc 22/47).
e) "Senden, azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin
edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı" ('Ankebût
29/53).
Bütün bu âyetleri Ra'd 6'ya
götürürsek anlaşılacaktır ki kâfirler, yani ilâhî azabın gerçek olduğunu kabul
etmeyenler Hz. Peygamber'den onun acele etmesini ve azabın da acele gelmesini
istemişlerdir.
Nemi 46'da olduğu gibi, insanlar
kötülüğü işlemekte, iyiliği işlemekten daha çabuk hareket ederler. Kötülüğün
işlenmesinde acele ettikleri gibi, azabın gelmesinde de acele etmektedirler.
Aslında onların acelesi, öyle bir azabın geleceğini inkâr etmelerinden
kaynaklanmaktadır.
2. "Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri
gelip geçmiştir." Âyetin bu kısmında geçen el-mesülât kelimesi el-misl
kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin okunuş biçimini ve anlamının analizini
Râzî şöyle yapmaktadır: Araplar el-mesülât kelimesinin türediği el-müslenin
'"ukûbât, ceza" anlamına geldiğini söylemekte ve
mesule
ve el-müsle şeklinde kullanıldığını nakletmektedirler. İbnu'l-Enbârî'ye göre
müsle "cezalandırılan kimsede iz bırakan bir ceza"dır yani, bedende
çirkin bir izin kalacağı şekilde değişimin olmasıdır. Bedende devamlı kalan ve
asla gitmeyen ize müsle denir. Vahidî'ye göre, mesülâtın aslı, benzer manasına
gelen müsldür. Bu manada aslolan, cezanın suça denk olmasıdır. Onun için ceza
ile suç arasındaki benzerliğe, denkliğe müsle denmiştir.[5]
Râzî'nin yaptığı bu analizden biz
"bedende silinmeyen ve utanç verici cezanın bıraktığı iz" manasını
anlıyor ve âyete uyarlıyoruz.
İnsanlık tarihinde izi silinmesi
mümkün olmayan cezalara ve silinmesi mümkün olmayan târihî olgulara mesülât
denmektedir. Ama bu târihî olgular; ilâhî cezanın bıraktığı bir iz olarak devam
edecektir. Onların unutulması mümkün değildir. Bunlar, bedene kazınmış yaranın
izi gibi, tarihe kazınmış olgulardır. Meselâ: Hz. Nuh'un tufanı, Hâbil ile
Kabil'in olgusu, Hz. îsâ'nun doğumu, İslâm'ın doğuşu, İstanbul'un fethi gibi
tarihî olgular gibi, toplumların batışı, yani helak oluşları da örnek teşkil
etmektedir. Nûh, 'Âd, Semûd kavimlerinin helaki buna örnek verilebilir.
Yüce Allah şunu söylemektedir:
Geçmişte öyle cezalandırma örneklerimiz vardır ki, onlardan ibret alırlarsa
azabın acele gelmesini istemezlerdi. Geçmiş toplumların başına gelenler onların
başına da gelebilir. Geçmiş toplumların başına gelenlerden ibret alırlarsa
ilâhî cezayı inkâr etmezler. Tarihte izi kalan ceza şekillerinden hareket
ederek ilâhî cezanın gelebileceğine inanırlardı.
İşte geçmişin olguları yaşamakta
olan insanlara böylesine ışık tutmalı ve onun için de öğretimde yer
almalıdırlar.
3. "Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabb'in onlar
için mağfiret sahibidir. Bununla beraber Rabb'inin azabı da çok
şiddetlidir." Yüce Allah günah işleyen kullarına dönme ihtimalleri
olabilir diye mühlet vermektedir. Bu
mühlet verme işi, onun affedici
olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Affedici olması aynı zamanda onların
değişime ve tövbeye açık olmaları demektir.
Yüce Allah günah işleyen
kullarına affı ile muamele etmesini burada anarken onların tövbe edip
inançlarını değiştirmelerini ve âyetin devamında azabının şiddetli olduğunu
söyleyerek onları caydırmak istemekte; dikkat edilirse affediciliğini önce,
azap ediciliğini ise sonra gündeme getirmektedir.
Demek ki af önce, cezalandırma
sonra gelmelidir. Bu durum ilâhî ahlâktır. Bu ahlâkı yeryüzüne indirecek olan
insanlardan devlet adamları, öğretmenler, ana-babalar ve işverenler önceliği
affa verip cezalandırmayı sona bırakmalıdırlar. Din eğitimi de bu sistem üzere
verilmelidir. Her yer ve zamanda af önde, ceza da son çare olarak düşünülmeli
ve tatbikata konmalıdır. Bu aynen şu olaya benzer: Doktor hastasına operasyon
uygulamadan önce çeşitli yollarla onu tedâvî etmeye çalışır, operasyonu son
çare olarak görür. Eğitimde ceza son çare olarak devreye sokulmalıdır. Eğitimde
ceza merhalesini tıptaki operasyon şeklinde düşünmek eğitime bilimselliği
getirmek olacaktır. Eğitimciler öğrencilerin değişebileceğini, o nedenle
beklenti ve sabır içinde olmaları gerektiğini bir ilke olarak kabul etmelidirler.[6]
7. Kâfirler diyorlar ki: 'Ona
Rabb'inden bir mu'cize indirilseydi ya!' Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun
da bir rehberi vardır.
Genelde peygamberlerin geldiği
toplumlar peygamberleri inkâr e-dip yalanlarken bu inkârlarını aklîleştirmek,
yani haklı çıkarmak için ona, 'şöyle olsaydı, böyle olsaydı' demişler; 'öyle
olmadığı için biz ona inanmıyoruz' demek istemişlerdir. Hz. Peygamber de bu
tavırdan, onların böyle konuşmasından nasibini almıştır.
1. "Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabb'inden bir mu'cize'
indirilseydi ya!" Demek ki, Hz. Peygamber'e inanmayanlar kendilerine göre
bazı isteklerde bulunmuşlardı.
a) "Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni
istiyor" (Nisa 4/153).
b) "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: 'Bize ya melekler
indirilmeliydi ya da Rabb'imizi görmeliydik' dediler" (Furkân 25/21).
c) "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli
değil miydi?' dediler" (Furkân 25/32).
d) "Ona Rabb'inden bir melek indirilse ya! dediler"
(En'âm 6/8).
Bu tarz konuşmalar, onların
inkârlarından kaynaklanmıştır ve bunlar, inkârlarını aklîleştirmekten başka
bir şey de değildir. Onların bu temennileri, istekleri yerine gelmiş olsaydı
inanacaklar mıydı? Bu sorunun cevabını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz
gerekiyor:
i. "'Eğer sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de
onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: 'Bu, apaçık
büyüden başka bir şey değildir', derlerdi" (En'âm 6/7).
ii. "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlara
konuşsaydı veher şeyi toplayıp karşılarına getirseydik Allah dilemedikçe yine
de inanacak değillerdi" (En'âm 6/111).
iii. "Gerçekten haklarında Rabb'inin sözü (hükmü) sabit
olanlar, kendilerine bütün mu'cizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı
görünceye kadar inanmayacaklardır" (Yûnus 10/96-97).
iv. "Eğer okunan bir kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla
yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı" (Ra'd 13/31).
Demek ki, istedikleri tüm
mu'cizeler onların önüne konsa bile, i-mana meyilli olmayan, bu niyeti
taşımayan ve bu değişime müsait olmayanlar ikna olmayacaklar ve imana
gelmeyeceklerdir.
Yüce Allah burada kâfirlerin
gönüllerinin inkârdan imana geçiş gibi köklü değişimi gerçekleştiremeyeceğini,
onların hastalığının gönüllerinin hakikate kapalı olduğunda aranması
gerektiğini ifade etmiştir. İnanmamalarında neden, mu'cizenin çok ve değişik
olması değil, onların beyinlerinin kapalılığıdır. Hata öğrencide ve vericide
değil; hata onların psikolojilerinin açık olmamasındadır.
2. "Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehBeri
vardır."
a) Bu kısımda yer alan uyarıcı Hz. Muhammed; rehber de Allah
olmaktadır. O zaman açıklamayı şu şekilde yapabiliriz: Kâfirleri imana getirme
işi Hz. Peygamber'e düşmemektedir. Ona düşen, insanlara uyarıda bulunmaktır,
ama onların gönüllerinde meydana gelecek olan köklü değişim, yani hidâyet ise
Allah'a kalmaktadır. Çünkü Allah bütün insanların rehberi, yani hidâyet
edenidir. Böyle bir yorumun doğruluğunu nasıl ispat ederiz?
Yüce Allah, gönülde köklü değişim
anlamına gelen hidâyeti kendine ayırmaktadır: "Onlara hidâyet etmek
(doğru yola iletmek) sana ait değildir. Lâkin Allah dileyeni doğru yola
iletir." (Bakara 2/272). "Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin bilakis
Allah isteyene hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir"
(Kasas 28/56). Bu iki âyette de Yüce Allah, hidâyet isteğinin insandan gelmesi
durumunda o isteği onaylayacağını, son kararın O'na ait olduğunu ifade
etmektedir.
b) "Her toplumun bir rehberi vardır" ifadesindeki
rehberin peygamberler olması mümkün müdür? O zaman buradaki "ili hâd
kelimesi rasûl anlamına gelmektedir. Delilimiz şu âyetlerdir:
i. "Her ümmetin bir peygamberi vardır" (Yûnus 10/47).
işte bu âyetteki rasûl, yani peygamber, yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 7'de
"rehber" anlamına gelmektedir.
ii. "Onları, emrimiz
uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık" (Enbiyâ 21/73).
iii. "Fakat biz Kur'ân'ı kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle
doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu
göstermektesin" Şu'arâ 42/52). O zaman Hz. Peygamber'in bir uyarıcı
olduğu, her toplumun da bir peygamberinin olduğuna burada işaret edilmiş
olmaktadır.
c) Âyetin bu kısmından çıkaracağımız üçüncü netice şu olabilir. Bu
ifade, Hz. Peygamber'in bir uyarıcı ve aynı zamanda bütün insanlığın yol
göstericisi olduğuna işaret etmektedir. Onun yol göstericiliğinin evrensel
olduğunu, belli bir toplumun sınırları ile sınırlanamayacağı da Kur'ân'da
vurgulanmaktadır. Bunun ispatını da "Biz seni ancak bütün insanlara
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" (Sebe' 34/28) âyetiyle
yapabiliriz.
Uyarıcılık ile rehberliğin öne
çıkan yönleri, zorlayıcı olmamalarıdır. Âyetin birinci bölümü ile bağlantı
kurarsak, mu'cize göstermek peygamberlerin görevleri değildir, diyebiliriz.
Önce insanlara kötülüklerin dünya ve âhiret hayatında insana vereceği zararları
anlattıktan sonra, doğru yolun ne olduğunu ve hangi iyi amellerle örülü
olduğunu bildirmek gerekiyor: Birincisi uyarı, ikincisi de rehberlik.[7]
8. Allah, her dişinin neyi
taşıyacağını (taşımakta olduğunu, gebe kalacağını), rahimlerin neyi eksiltip
neyi artıracağını bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır.
9. O, gaybı da, görünen âlemi de
bilendir. Çok büyüktür, yücedir.
10. Sizden sözü saklayan da
açıklayan da, geceye sığınıp gizlenen de gündüz yol alan da O 'nun için
birdir.
Âyetler, Yüce Allah'ın bazı
sıfatlarını açıklamakta ve bu sıfatların canlılar âlemi ile özellikle insan ve
hayvanlar âlemi ile olan ilişkisini gündeme getirmektedir.
1. "Allah, her dişinin neyi taşıyacağını (gebe kalacağını),
rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını bilir."
a) Âyette geçen ünsâ, "insan ve hayvan için dişi"yi ifade
etmektedir. teğîd (ğayd) kelimesi de "normal vaktinden, yani yedi aydan
önce gerçekleşen erken doğum" anlamına gelmekte yani, "yedi aylıktan
önce doğrulan cenin"i ifade etmektedir. Rahimlerin eksiltme olayı bu
anlama gelmektedir. Âyette geçen ilSJj tezdâd "artırmak" da,
"gebeliğin normal vaktinden sonraya uzanması ve doğumun vaktinden sonra
gerçekleşmesi" anlamına gelebilir. Demek ki, erken doğuma a-zaltmak, geç
doğuma da uzatmak, yani artırmak manası verilmektedir.
Âyetteki teğîd
"eksiltmek", "düşük yapmak manasına"; tezdâd
"artırmak" da "normal vaktini aşan doğumu" ifade etmiş
olabilir.
Eksiltmeden kasıt, çocuğun
biyolojik yapısında bir noksanlık bulunarak doğmuş olması anlamına da
gelebilir. Artırmaktan kasıt da organlarındaki fazlalık demek olabilir. Diğer
taraftan artırmaktan kasıt, doğan çocuğun, yavrunun birden fazla olması
manasına da gelebilir.
Dişiden kasıt hayvanlar ise, her
canlının dişisi aynı sayıda yavru doğurmaz. Kimisi daha az, kimisi daha çok
doğurabilir. İnsan dişinin normal doğumu tek olmakla beraber, ikiz doğuranı da
vardır. İkiz doğurmanın üstündeki fazla doğumlar istisnaîdir. Ama öyle hayvan
cinsleri vardır ki, çoğunlukla ikiden fazla yavru doğururlar.
Demek ki âyetteki "eksiltme
ve artırma" işlevi canlı cinsleri arasındaki yavru doğurmadaki miktar
farkı için de düşünülebilir.
Bu âyete şöyle de izah
getirilebilir: Buradaki rahimlerin eksiltmesinden kasıt, normal üreme
sistemleri içerisinde döllenmeyen hücrelerin dışarı atılması, artırmadan kasıt
da normal üremenin gerçekleştirilmesi olabilir. Çünkü insan ve hayvan hücreleri
içerisinde yumurta ile birleşen hücre veya hücrelerin dışındaki hücreler vücut
yani rahim tarafından dışarı atılıyor ki yumurta ile birleşen hücre yavru
halini alabilsin. Rahimlerin artırdığı ise canlılık kazanan tek veya daha
fazla sayıdaki embriyolardır. Dolayısıyla bu âyet, kanaatimce bilimsel bir
gerçeğin de işaretini içermektedir.
b) Âyette dikkati çeken başka bir konu da eksiltmekle ve artırmanın
öznesinin "rahimler" olmasıdır. Sanki rahimler azaltıyor ve çoğaltıyor.
Burada önemli olan, rahimlerin durumu olduğu için, bazı rahimler erken,
bazıları da geç doğum yapmış olur. Rahmin durumu, çocuğu saklama işlevi, doğum
olayında önemli rol oynadığı için Yüce Allah, faaliyeti onun yürütmesi
şeklinde göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Yüce Allah'ın sonsuz ilmi, canlıların üreme sistemini de kapsamına almaktadır.
Bir önceki âyette kâfirler Hz. Peygamber'e Rabb'inden bir mu'cize indirmesini
istemişlerdi. Yüce Allah gebe kalma ve doğum olgusunun bir mu'cize olduğunu bu
âyette gündeme getirmektedir.
Diğer taraftan bu âyetle Yüce
Allah'ın, canlıların doğurarak üremelerini araştırmak üzere insanlara bir ödev
verdiğini de söyleyebiliriz.
Yüce Allah kadın doğum konusunda
yapılacak araştırmaların dinî bakımdan ulaşacakları neticeyi de vermektedir.
Bütün bunları Yüce Allah biliyor ve yaratıyor. İşte bilimden imana geçişi
gerçekleştirmenin yolu budur. Bilimsel araştırmaların Allah'ın bilgisine
götürüp imanı mayalandırması, bilimin doruk noktasını ve en yüksek amacını
gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir.
2. "Onun katında her şey ölçü iledir."
Yüce Allah yarattığı her şeyi bir
ölçü ile yaratmıştır. Bu ölçü hem zaman hem biyolojik yapı hem de şekil itibari
ile bir bütünlük oluşturmaktadır, "Biz her şeyi bir ölçüye göre
yarattık" (Kamer 54/49).
Âyette geçen mikdâr kelimesi
"kader" anlamına da gelir. Her şeyin kaderi Allah katındadır.
Yüce Allah dişilerin karnında
yarattığı her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır, eksiklik veya fazlalık
insanlardan kaynaklanmaktadır. Onun için noksanlaştırma ile artırmanın öznesi
olarak rahimleri göstermiştir. Yüce Allah her şeyi tam yaratırken, insanların
müdahalesi ona noksanlık getirmektedir.
Meselâ, akraba evliliği sonunda
doğan normal olmayan çocukların suçu Allah'ın değil, o evliliğindir. Alkol alan
eşlerin çocuklarında meydana gelen noksanlık, radyo-aktif maddelerin içinde
yaşayan kadınların çocuklarında meydana gelen anormallikler, genç yaşta doğum
yapmamak için alınan ilaçların, rahmin sisteminde meydana getireceği anormallikler
buna örnek olarak verilebilir. Doğum anındaki müdahalelerin eksikliği, oksijen
eksikliğinin tahribatı da buna örnek olarak gösterilebilir.
Yüce Allah'ın ölçüsü
şaşmayacağına göre, eksiklikler beşerî irâdenin devreye girmesi ile meydana
gelecektir. Yüce Allah bu âyette "bilme" ile "ölçü"
arasında bir bağlantı kurmaktadır. Sonsuz bilgiye sahip olması sebebiyle Yüce
Allah'ın ölçüsünde sapma veya hata olmaz.
3. "O, gaybı da, görünen âlemi de bilir. Çok büyüktür, yücedir
O?'
Yüce Allah Ra'd 9'da üç vasfını
gündeme getirmektedir:
a) "Gaybı da görüneni de bilir." Gaybın ve görünen âlemin
tam bilgisine sadece Allah sahiptir. Bizler gaybı hiç bilmediğimiz gibi,
görünen âlemin de çoğunu bilemiyoruz.
b) "Çok büyüktür." Yüce Allah her yerde bulunduğu için,
kâinatın içinde de dışında da vardır. Bu bakımdan en büyük varlığa O sahiptir.
c) "Yücedir." Bütün varlıklardan yücedir. Bunun anlamını
bir önceki vasıfla beraber düşünürsek Allah, bütün noksanlıklardan uzak
olduğunu ifade etmektedir.
Böylece bu âyet, Yüce Allah'ın
sonsuz bilgi, sonsuz büyüklük ve sonsuz yücelik vasıflarını gündeme getirerek
mü'minlerin nasıl bir Allah'a inandıkları konusunda onlara bilgi vermekte;
diğer taraftan da kâfirlere Yüce Allah'ın mu'cize göndermekten aciz olmadığını
da öğretmektedir.
4) "Sizden sözü saklayan da açıklayan da; geceye sığınıp
gizlenen de, gündüz yol alan da O'nun için birdir."
a) "Sözü saklayan" ifadesindeki söz kelimesi,
"düşünce, görüş, niyet" anlamlarının yanında "insanın iç
âleminde gizleyip yazıya dökmediği, dili ile söylemediği tüm oluşumları"
da içermektedir.
b) "Sözü açıklayan" ifadesinde de "niyetini,
düşüncesini ve görüşünü açığa vuran" kasdedilmektedir. Kişinin
"kitaplarda, makalelerde, konuşmalarında ortaya koyduğu her şeyi"
Yüce Allah bilmektedir.
Gizlilikle açığa vurmak Allah
için bilme konusunda aynı şeydir. Gizlilik insan için söz konusudur. Bu
kavramlar Allah için hiçbir şey ifade etmemektedir. Gizli ile aşikâr O'nun için
aynı şeydir. Kalbimizin içinde geçen fırtınaları ve onun kazandıklarını da
bilir (Mü'min 40/19). İçi-dışı görünen ve görünmeyen O'nun ilminin karşısında
bir farklılık taşımamaktadır. Demek ki, Yüce Allah insanları içten ve dıştan
ilmi ile kuşatmıştır.
c) "Geceleyin gizlenen." Bu ifade, "geceleyin
kötülük işleyenler, kötü planlar yapanlar ve gecenin gizliliğinden istifade
edip her davranışı üretenler" anlamına gelmektedir.
Bunun anlamı Nisa 108'de
verilmekte ve şöyle açıklanmaktadır: "İnsanlardan gizlerlerde Allah'tan
gizlemezler. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurarken,
Allah onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır."
İnsanlar Allah'ı yanlarında
hissetmedikleri zaman, özellikle geceleyin her kötülüğü işlerler, insanlardan
gizlediklerinden dolayı o işleri gece yaparlar.
d) "Gündüzün yürüyen." İnsan gece gizlenir ama gündüz
yol alır yani, gece planlar gündüz tatbikata koyar. Gece olduğu için duran;
gündüz olduğu için yol alan insanların durumunu Yüce Allah bilir. O'nun
bilgisinin önüne gece de gündüz de geçilemez.
Netice olarak diyebiliriz Ra'd
10'da Yüce Allah birinci bölümde düşünce safhasını; ikincisinde de eylem durumunu
gündeme getirmektedir. Yüce Allah, "Sizden sözü gizleyen ve onu açığa
vuran" derken eyleme dönüşmeyen düşünce ve sözü kastetmekte;
"geceleyin gizlenen ve gündüzün yol alan" ifadesiyle de eylemi
kastetmektedir.
Beşerî hukukta eyleme dönüşmeyen
niyet veya söz yargılanmaz, ama eylem yargılanır. Yüce Allah niyetleri,
düşünceleri, sözleri ve ey- lemleri bilir, ama Bakara 225 ve 284'e göre
kalplerin kazandıklarından dolayı da yargılar.
Yüce Allah din eğitiminin önemli
konularından birini Ra'd 7-10. âyetlerde gündeme getirerek, Allah'a imanın
eksiksiz olmasını temin etmeye çalışmaktadır. Allah ile insan arasındaki
ilişkilerde gizli kalan bir boyutun olup olmayacağına açıklık getirirken, din
âlimlerine bu konuyu öğretmelerini önermektedir.[8]
11. Onun önünde ve arkasında
Allah'ın emri ile onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir (toplumu oluşturan
fertler) kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların
oluşturduğu toplumu değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi artık onun
için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da
yoktur.
Bu âyetin analizinden
çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır. Öncelikle şu bilinmelidir: Bu âyet
10. âyetin devamı durumundadır. Bazı ^ııifessirler bunun, 8. ve 9. âyetlerin
devamı olduğunu ve bu nedenle İ3 lehû kelimesindeki zamirin insana değil,
Allah'a gittiğini iddia etmekte- dirler. Her iki görüş aynı kapıya çıkmaktadır.
Zamir 10. âyette geçen insana da gitse, Allah'a da gitse insanı takip eden
meleklerin olduğu söylenmektedir. Yüce Allah bu tip melekleri insanları
korumaları için görevlendirmiştir.
1. "Onun izleyicileri vardır."
Bir önceki âyette gece gizlenen,
gündüz de yol alıp giden kişinin bu âyete göre izleyicileri olduğu ifade
edilmektedir, otiii mu'akkıbât kelimesinin kök fiili akkabedir ve
"izlemek, peşi sıra gitmek, ardından gelmek, sonra gelmek, devam etmek,
devamlı olmak, peşine düşmek, takip etmek" manasına gelmektedir. 'alâ cer
harfi ile kullanılınca "kusurlarını göstermek, ıslah etmek, doğrultmak,
eleştirmek"; akabe kalıbında, "nöbetleşe, dönüşümlü yapmak"
anlamına gelmektedir. Bu manadan hareketle otûii mu'akkıbât kelimesinin,
"izleyiciler" anlamına geldiği söylenmektedir. Söz konusu kelime bu
kalıpta Kur'ân'da sadece bu âyette yer almaktadır.
İnsanın izleyicileri olduğunu
söyleyen bu âyet, Kâf 17. âyeti hatırlatmaktadır. Şimdi burada şu soruyu
sorabiliriz: Bu izleyiciler insanı nasıl izler ve niçin izler? Soruya cevabı
hem âyetin devamı hem de Kaf 17. âyet verecektir.
2. "Önünde ve arkasında." Kâf 17'de de "sağında ve
solunda" ifadesine yer verilmektedir. Her iki âyeti bir araya getirince bu
meleklerin insanı dört taraftan kuşattığı ortaya çıkacaktır. Önden, arkadan;
sağdan, soldan kuşatmak demek her şeyleri ile ilgilenmek demektir. Sorumuzun
nasılını bu şekilde cevaplandırırken, niçinini de cevaplandırmak için aynı
âyetlere gitmemiz gerekiyor.
3. "Allah'ın emri ile onu koruyan." Bu ifadenin yanında
bir de "yaptıklarını yazmaktadırlar" (Kâf 50/17) âyeti, insanın
önünde ve arkasında olan meleklerin onu koruduğunu, sağında ve solundaki
meleklerin de yaptıklarını yazmakta olduklarını anlatmaktadır.
Allah'ın emri ile insanı koruyan
bu meleklere "muhafaza melekleri" yani koruyucu melekler
denmektedir.
Böylece Yüce Allah melekler ile insanın
arasındaki ilişkilerin na-sıllığını ve niçinliğini açıklayarak, görünmeyen
varlıklarla insanın alakasına ışık tutmuştur. Melekler vasıtası ile Yüce Allah
insanın etrafında bir güvenlik sistemi oluşturduğunu ve onu çeşitli tehlikelere
karşı koruttur-duğunu gündeme getirmektedir.
4. "Bir (toplumu oluşturan fertler) kendi iç dünyalarınciakini
değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez."
Âyetin bu kısmı, toplumlardaki
değişim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Bir toplumu olumsuz manada Yüce
Allah'ın değiştirmesinin sebebi, o toplumun fertlerinin kendi iç âlemlerini
değiştirmeleridir.
Kendi nefislerindekini, yani
şahsiyetlerini, düşüncelerini, niyetlerini olumsuz manada değiştirmeleri, Yüce
Allah'ın onları değiştirmesine sebep olmaktadır. Demek ki psikolojik değişim,
sosyal ve siyâsî değişime sebep olmaktadır. Toplumun fertlerinde manevî
değişim olmadıkça Allah onları değiştirmemektedir.
"Bu da, bir milletin
(fertlerinin) kendi iç âleminde bulunanı değiştirinceye kadar Allah'ın onlara
verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır" (Enfâl 8/53). Buradaki
nimet ekonomik nimet olacağı gibi siyâsî erk, yani devlet olma nimeti de
olabilir. Her iki nimetin değişimi bu âyette de psikolojik değişime bağlanmakta
ve aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir
toplum kötüden yana değişime jğruyorsa, bunun sebebini kendi şahsiyetlerindeki
değişimde görmeli ve ona bağlamalıdırlar. Kendi şahsiyetini değiştirmeyen
halkın meydana getirdiği toplumu Allah da değiştirmeyecektir. Demek ki
toplumların bundaki değişim gücü, halkın beynindeki düşünce, niyet, iman ve
kötü-ien sakınma denen takvadaki değişimdir. Halk yaşadığı toplumun altına,
ivendindeki olumsuz değişimi dinamit olarak koymaktadır.
Yüce Allah yıkılışa doğru giden
değişimin nedenini söylerken aynı zamanda olumlu manadaki değişime de işaret
etmektedir. Halkın olumlu anada değişimi toplumun olumlu manada değişimine ve
gelişmesinesebep olacaktır.
"O ülkelerin halkı inansalar
ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları
açardık" (A'râf 7/96). Bu âyet de, bereketin artışını iman ve kötüden
sakınma gibi manevî oluşumlara bağlamaktadır.
Âyetin bu kısmında geçen ve bizim
değişim olarak mana verdiğimiz yüğayyir/tağyîr kelimesi, "bir halden
diğer bir hale dönmek, ayrı cinsten olmak, muhalefet etmek" anlamına
gelmekte ve tebdîl kelimesine yakın mana taşımaktadır.
Kendini hakka değil de hakkı
kendine tabi kılmak, kâinatı yıkacak kadar büyük değişime, büyük bir felakete
neden olabilmektedir.
"Eğer hak, onların hevasına,
kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur
giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi
şereflerine sırt çevirdiler" (Mü'minun 23/71).
Tüm kâinatı sarsacak kadar güçlü
olan insan nefsi değişime uğrayınca toplumun toz-duman olmasına neden
olmaktadır. İnsanın amacı doğruluk, şeref, güzellik ve iyiliktir. İnsanın
bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır.
Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvayı bırakıp Allah'ın
âyetlerini terk edip hevaya tâbi olmaktır.
İşte Enfal 53 ile Ra'd 11.
âyetlerde yer alan enfüs kavramı, "şahsiyet, kimlik, kişilik,
karakter" manalarına gelmektedir. Demek ki toplumları değiştiren, yani
Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü
oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye
kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.
Nisa 119'da geçen tağyir kavramı,
"Allah'ın yaratmasını, yani fıtratı değiştirmek" anlamına
gelmektedir.
"Onları mutlaka saptıracağım, onları boş
kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını
değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık
bir ziyana düşmüştür."
Doğru yoldan çıkmak, boş
kuruntular peşinde koşmak, Yüce Allah'ın doğa kanununu değiştirmeye kalkmak
toplum için yıkımı getirecek değişimi başlatmaktadır.
Bu âyetten hareket eden Râzî
değişimin boyutlarını, karışım, noksanlaşma ve bozulma olarak vermektedir.[9]
İnsan kendi saf olan düşünce,
niyet ve inancına sahte ve zararlı o-lan görüşleri katarsa iç âleminin
kıvamını, saflığını ve şeklini değiştirir ve iç dengeleri bozar. Bu bozulma, bu
değişim onun içinde durmaz, topluma sıçrayarak oradaki düzeni bozar ve onu
çürütmeye başlar.
Diğer taraftan insan,
şahsiyetinin bütünlüğünü bozar, parça parça eder ve onda delikler meydana getirirse
onda bir noksanlaşma meydana getirir. Beyinle gönül arasını ayırmak, onların
eylemlerinde noksanlaşma meydana getirecektir. Nefsin beyin ve gönül ile olan
bağlarını kesmek de bir noksanlaştırma ve bir köklü değişimdir.
İnsanın iç âleminde meydana gelen
bu değişim buharlaşarak ilâhî değişimi alıp gelecektir. Demek ki sosyal
değişimin ana dinamiğini halkın şahsiyetinin ve kimliğinin değişimi teşkil
etmektedir.
5. "Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geYi
çevrilmek diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da
yoktur."
Halk, kendi iç âlemindekileri bir
daha iyiye doğru değiştirmeyecek şekilde değiştirince, kendi kaderini kendisi
belirlercesine Yüce Allah'ın onlara karşılık vermesine neden olmaktadır. Halk,
iç alemindeki kötüden yana gerçekleşen değişimi, iyiden yana olması gereken
düzeye getirmek için çalışmazsa Yüce Allah onlara ceza vermektedir. İyiden yana
deği-şimsizlik Allah'ın cezasını getirip devreye sokmaktadır.
Kötüden iyiye doğru değişim
mutlaka olmalıdır. Eğer bu değişim olmazsa, bu değişimin bıraktığı boşluğu
ilâhî ceza doldurmaktadır. De-ğişimsizliğin getireceği ilâhî cezayı geri
çevirmek mümkün olmadığı
gibi bu konuda yardım almak da
olası değildir. Ayetin son kelimesi olan Jlj vâl, velî kelimesinden türemiştir
ve "dost, yardımcı" demektir.
Sığınak, Allah'ın azabına karşı
koruyacak bir yardımcı, bir vekil de yoktur. O zaman o toplum geri dönüşü
olmayan çöküşe doğru ilerliyor demektir. İyiden yana değişime sırtını dönen
topluma Yüce Allah'ın takdir ettiği çöküş cezasını hiçbir proje geri
çeviremez.[10]
Bir korku ve ümit vesilesi olarak
şimşeği size gösteren ve ağır bulutları yaratan O 'dur.
Gök gürlemesi, Allah'ı överek
teşbih eder ve melekler de
korkularından onu yüceltirler. Onlar, pek güçlü olan Allah hakkında
tartışırken, O yıldırımları gönderir de dilediğini onlarla çarpar. O, tuzağı
çetin olandır.
1. Yüce Allah şimşeğin insanda uyandırdığı psikolojik durumu
a-çıklamaktadır. Şimşek bir elektriklenme olayı olduğu için etrafa korku salar.
Şimşek aynı zamanda yağmurun da habercisidir. Onun bu özelliğidir ki
insanlarda, yağmur yağacak diye bir umut uyandırır. Aslında bu âyet, Ra'd 2-4.
âyetlerin devamı durumundadır. Tabiat olaylarını Yüce Allah anlatırken genelden
özele giden bir metod izlediği gibi, uzaktan yakına metodunu da tatbik
etmektedir.
Demek ki, şimşek gibi bir tabiat
olayı, korku ve ümit dengesinde olan psikolojik bir etkinlik oluşturmaktadır.
Diğer taraftan Yüce Allah yağmur ile şimşeğin arasındaki bağlantının araştırılması
ödevini de insanlara vermektedir.
2. Âyette geçen "göstermek" fiili bir öğretim
faaliyetidir. Bu faaliyet, "göstererek öğretmek" ve şimşeği ya da
şimşeği meydana getirecek şartları oluşturan Allah'a vardıracak bir öğretim
olmaktadır.
3. "Ağır bulutları yaratan O'dur." Ağır bulutlardan
kasıt, yağmur yüklü, yağmura gebe bulutlar demektir. Çünkü es-sikâl kelimesi
"gebe kalmak" anlamında da kullanılmaktadır(A'râf 7/189). Hamileliğin
ağırlaşması bu kelimeyle ifade edilmektedir.
Âyetteki sikâl kelimesi de
"yağmur yağacak kadar ağırlaşmış bulutlar" demektir.
Ağır bulutlan kim yarattı?
sorusunu insanlar soracaktır. Bu soruyu onlar sormadan Yüce Allah, bulutlan
kendisinin yarattığını söylemektedir. Aslında şimşek ile bulutların oluşumu
Allah'ın varlığına ve gücüne işaret etmekte ve O'nun varlığına ve kudretine
delil olmaktadır. Tabiat kitabını bize anlatırken Yüce Allah, bir taraftan da
nihâî amacının kendi kudretinin kabul edilmesi olduğunu hissettirmektedir.
4. "Gök gürlemesi, Allah'ı överek teşbih eder." Bu sûre,
bu âyette geçen ve "gök gürültüsü" manasına gelen Ra'd kelimesinden
ismini almaktadır.
Gök gürültüsü bir tabiat olayı
olduğuna göre, onun Yüce Allah'ı hamd ile yani överek teşbih etmesi nasıl
oluyor? Sanki gök gürültüsü canlı ve bilinçli bir varlık gibi ibadet
yapmaktadır.
Teşbih ibadeti bütün varlıkların
ve tabiat olaylarının müşterek ibadeti olmaktadır, jfüj "Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O'nu teşbih eder. O'nû övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey
yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlayamazsınız" (İsrâ 17/44).
İsrâ sûresinin bu âyetinde yer
alan "Siz onların teşbihini anlamazsınız" ifadesi kâinatın içindeki
tüm varlık ve olayların teşbihini anlama imkanımızın olmadığını bildirmektedir.
Onların teşbihini anlayamayız da,
teşbihin nasıl olduğunu açıklayabiliriz. Tesbîh kelimesi hareket ifade
etmektedir. İnsanı beşerî limandan alıp Allah'a götürmek tesbîhtir. Kâinattaki
bir varlık veya bir olay insanı Allah'a götürüyorsa o varlık tesbîh ediyor
demektir.
Gök cisimlerinin dönmesi, yani
hareket etmeleri onların teşbihi olmaktadır. Dikkat edilirse gök gürültüsü,
hamd yani övgü ile Allah'ı teşbih etmektedir. Dolayısıyla hamd, her şeyin
müşterek ibadeti olmaktadır. Bizler Allah'ı anarak teşbih ettiğimiz gibi,
Ka'be'nin etrafında dönerek de Allah'ı teşbih ederiz. Allah'ı noksan
sıfatlardan uzak tutma şeklindeki duamız da bir teşbihtir.
5. "Melekler de korkularından (onu yüceltirler)." Başka
bir ifadeyle "melekler de O'nun heybetinden dolayı teşbih ederler"
denebilir. Yüce Allah meleklerin teşbihinin korkudan olduğunu a-çıklarken,
onların farklı bir nedenle teşbih ettiklerine dikkat çekmektedir.
Demek ki kâinattaki bütün varlık
ve olaylar meleklerle beraber teşbih ibadetini yapmaktadırlar. Meleklerle
beraber müşterek ibadetimiz teşbih olmaktadır. Bu ibadet konusunda melekler
bile istisna değildir. Tesbîh, bir bakıma insanın, doğanın ve meleklerin
ibadeti olmaktadır.
6. "Onlar, pek güçlü olan Allah hakkında tartışırken, O
yıldırımları gönderir de dilediğini onlarla çarpar." Ayetin bu kısmında bazı
ilginç konular gündeme getirilmektedir.
a) "O yıldırımları gönderir de dilediğini onlarla
çarpar." Bu konuda müfessirler bir olguyu, yani nüzul sebebini
nakletmektedirler. Anlatılan nüzul sebebi âyete uygun düşmektedir. Yüce
Allah'ın tehlikeli münakaşa yapanları her zaman için bu şekilde cezalandırabileceği
hatırda tutulmalıdır.
Bu âyetin, 'Amr b. et-Tufeyl ile
Lebid b. Rabî'a'nın kardeşi Erbet b. Rabî'a hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
Bu ikisi, mahkemeleşmek için Hz. Peygamber'e gelmişlerdi. Aslında Hz.
Peygamber'i öldürmeyi planlamışlardı. Erbet b. Rabî'a Hz. Peygamber'e şöyle
dedi: 'Rabb'imizi bize anlat. O bakırdan mı, yoksa demirden midir?' Geriye
dönünce, üzerine bir yıldırım düşmüş ve onu yakmıştı. 'Amr'a da, tıpkı bir
deve hastalığı gibi bir hastalık vermiş, o da Benû Selül'den bir kadının
evinde ölmüştü[11].
Âyette geçen es-savâ'ık kelimesi
"yıldırımlar" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kök fiili ,
sa'akadır ve "çarpmak, yıldırım çarpmak, bilincini yani şuurunu
kaybetmek" anlamına gelmektedir.
b) "Onlar Allah hakkında mücadele edip dururken."
Âyetin bu kısmı, yıldırım
çarpmasının sebebi olmaktadır. Yüce Allah niçin yıldırımları gönderip
dilediklerini çarpmaktadır? Ortada hiçbir şey yokken Yüce Allah bunu yapmaz.
Yüce Allah'ın yıldırımlar gönderip insanları çarpmasının bir sebebi olmalıdır
ki bu sebep de bu âyetteki "Allah hakkında ileri geri konuşup mücadele
etmek"tir.
Yıldırımı gönderip onunla
çarparak cezalandırmayı maddî anlamda alabiliriz. Ama yıldırım çarpmayı
"bilincini kaybetmek" manasına da alabiliriz. Aslında Yüce Allah
onların bilincini gidermiş olabilir. Maddî anlamda yıldırım onları çarpıp
öldürebilir de.
Bu tip olgular daha öncede
olmuştur: "Bir zamanlar: 'Ey Mûsâ! Biz Allah'ı a-çıkça görmedikçe asla
sana inanmayız', demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım
çarpmıştı" (Bakara 2/55). "Bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi.
Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı" (Nisa 4/153).
Demek ki Hz. Mûsâ zamanında
İsrâiloğullarını Yüce Allah yıldırım göndererek cezalandırmıştı. Yıldırım
göndermekle verilen cezanın, Nûh tufanı (Hûd 11/40-42), 'Âd ve Semûd kavmine
gönderilen kasırga-dan (Fussılet 41/13) farkı yoktur. Bütün bunlar bir çeşit
tabiat olayları ile cezalandırma şeklidir.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ
döneminde Allah'ı apaçık görmek isteği ve Hz. Peygamber döneminde Allah'ın ne
olduğunu alaylı bir şekilde tartışmaları yıldırım çarpması cezasını
getirmiştir. Allah hakkında tartışma yapmanın cezası bu olmuştur.
Âyette men yeşâ' yani "dilediği kimseye"
demekle, herkese aynı cezayı vermediğini ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın, aynı tartışmaya
olumsuz manada katılanlardan dilediğine böyle bir ceza, başkalarına da başka
bir ceza verebileceğine burada işaret edilmektedir.
c) "Ve O, azabı (tuzağı) pek şiddetli olandır." Bu ifade
sadece bu âyette geçmektedir. Muhammed Esed, bu cümle hakkında Râgıb
el-İsfahanî'den şu yorumu nakletmektedir: "Bu ifade, Yüce Allah'ın,
insanın aklı ile kuşatamayacağı, hikmetli, ince ve derin, aynı zamanda tutarlı
planlar yapmakta olduğu ve benzerlerini de gerçekleştirmekte sınırsız kudret
sahibi olduğu anlamına gelmektedir"[12]
Râzî el-mihâl kelimesini bazı
müfessirlerin verdiği manaları naklederek açıklamaktadır: îbn Kuteybe, mihâl
kelimesinin başındaki mim harfinin ilave olduğunu söylemekte ve bu kelimenin
kökünün el-havl olduğunu öne sürmektedir. İbn Kuteybe'nin bu görüşünü reddeden
Ezherî, kelimenin başındaki mim harfinin kelimenin aslından olduğunu iddia
etmektedir.
Bazılarına göre bu kelimenin kök
fiili, "hile yollarına baş vurmak ve bu hususta gayret göstermek"
anlamına gelen Jji mehale
kelimesidir. Bu anlamı Yüce Allah için kullanınca mihâl, Yüce Allah'ın
düşmanlarına karşı "hile ve tuzağı, cezası ve azabı" anlamına gelir
ve âyet de "Allah, onları hiç beklemedikleri bir şekilde helak eder"
demek olur.
Mihâl, "şiddet ve
sıkıntı" manasınadır. Kıtlık ve sıkıntı yıllarına Senetü'1-Mahl denmesi de
bundandır. Ebû Müslim bu kelimenin mahl mastarından, "şiddet ve
kuvvet" anlamına gelen bir isim olduğunu ve"karşılık ve ceza vermek"
anlamında kullandığını söylemektedir. Bu manayı âyete uyarladığımızda âyet,
"Allah'ın karşılık ve ceza vermesi çok şiddetlidir" şeklinde anlam
kazanır.
Kelimenin manası için
müfessirlerden Mücâhid ve Katâde "kuvveti çok çetin"; Ebû 'Ubeyde
"cezası çetin"; Hasan el-Basrî "intikamı çetin"; İbn Abbâs
"engellemesi çetin"; İbn 'Arefe de "mücadelesi çetin"
anlamlarını tercih etmişlerdir.
Böyle bir özelliğe sahip olan
Allah hakkında tartışmaya girişmeleri, onların yıldırımla, yani bilinç kaybı
ile cezalandırılmalarına neden olmuştur.[13]
74. Gerçek dua Allah'a yapılır.
O'ndan başka yalvar-dıkları kendilerine hiçbir cevap veremezler. Bunlar, suyun
ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan, ancak hiçbir zaman su ağzına
ulaşmayan kimseye benzerler. İnkarcıların duası da (aynı bu şekilde) boşa
gitmektedir.
Bu âyetin analizinden
çıkaracağımız neticeler vardır:
1. Yüce Allah gerçek dua ile sahte duanın ne olduğunu anlatmakta ve
aradaki farkı öğretmektedir. Gerçek dua "şirkin karışmadığı ve Allah'tan
başkasını dışlayarak yapılan duadır. Bâtıl, yani sahte dualar, "Allah'tan
başkasını da devreye sokarak yapılanlardır. Meselâ: Yüce Allah'a her yerde
yalvarıp dua edilerek istekte bulunulabildiği halde, bir türbeye giderek onun
hürmetine Allah'tan istemek şirk olacağı için böyle bir yakarış bâtıl bir
yalvarma olmaktadır. Mü'min insan sadece Allah'a dua edip istekte bulunur ve
çözümü O'ndan bekler.
2. "Ondan başka
yalvardıkları kendilerine hiçbir cevap
vermezler." İnsan yalvardığı varlıktan karşılığını
alabilmelidir. Bir kimsenin,
yalvarışına cevap veremeyeceği
varlıklara yalvarması tamamen yanlıştır ve şirktir; aynı zamanda bu yalvarış
akıl dışı bir hareketten başka bir şey de değildir. "Bana dua ettiği vakit
dua edenin dileğine karşılık veririm" (Bakara 2/186).
Görüldüğü gibi Yüce Allah kendini
anlatırken, yalvaranın dileğini yerine getirme sıfatını gündeme getirmektedir.
Bu şuna işaret etmektedir: Dua edenin dileğini yerine getirmeyen varlık tanrı
olamaz ve olmaya layık değildir.
3. "Bunlar,
suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan, ancak hiçbir zaman su ağzına
ulaşmayan kimseye benzerler." Yüce Allah'ın buradaki benzetmesini Kurtubî
şu şekilde açıklamaktadır:
a) Allah'tan başka tanrıya dua eden bir kimse, uzaktan suya işaret
edip ellerini açan, ama suyun ağzına gelmesi imkansız olan kişiye benzemektedir.
Çünkü su hiçbir zaman çağrıya cevap vermez. Su, suya ihtiyacı olanın çağrısını
duyamaz, onun için cevap da veremez.[14]
b) Allah'tan başkasına dua eden kimse, suda hayalini görüp suyun
kendi ağzına ulaşmasını isteyen kimse gibidir. Suyun ona ulaşması imkansız
olduğunda bu hayali yersizdir[15].
c) Allah'tan başkasına yalvaran kimse, suyu elinde tutmak amacı ile
avuçlarını açmış kimse gibidir. Ancak bu insanın avuçlarında su adına hiçbir
şey kalmaz.
d) Ferrâ ve Hz. Ali'ye göre böyle bir kimse, su kuyusunun kenarında
bulunan kimse gibidir. Kuyudaki suya ulaşamadığı gibi su da ona ulaşamaz. Yani
bu kişi, ipsiz, kovasız elini kuyudaki suya uzatan kimse gibidir.[16]
Yüce Allah kullarının dualarına
karşılık verecektir ama o duadan önce onların da Allah'ın çağrısına cevap
vermeleri ve O'na inanmaları gerektiğini Bakara 186'da gündeme getirmektedir:
"O r.alde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar."
Yüce Allah, kullarının dualarını gündeme
alıp değerlendirmesi için çullarının onun çağrısına uymalarını ve iman
etmelerini istemektedir. Demek ki, "iman" duaların değerlendirmeye
tabi tutulup karşılık verilmesini temin etmektedir. Onun içindir ki Ra'd 14'de
kâfirlerin duasının değerlendirmeye alınmayacağı ve bu nedenle kendilerine
karşılık verileyeceği hükme bağlanmaktadır.
Din eğitimcileri, duanın hangi
nedenlerle boşa çıktığını ve hangi -edenlerle değerlendirmeye tâbi tutulup
karşılık verildiğini Kur'ân'in bu etleri ile anlatıp öğretmelidirler. Günümüzün
ve geleceğin insanının özellikle mü'minlerin en önemli meselelerinden biri,
kime nasıl yal-. atacağında hata yapmalarıdır. İnsan irâdesini ve gücünü aşan,
özellikle Taşma gelen belaları gidermeye gücü yetmeyenler, sorunlarını kime
an-inp yardım bekleyeceklerdir? İşte bu sorun eskiden beri gelmekte, öyle
görünüyor ki din eğitiminin başarısızlığı nedeniyle geleceğe de uzana-
İnsanlar, hatta mü'minler
mezarlara gidip yardım isteyecekler, güya Allah'a yalvaracak ama o ölüyü araya
koyacak, onun hürmetine isteyecek, ağaçlara çaput bağlayıp dilekte bulunacak
ve daha nice tanrılar .y durup yalvaracak ve neticede duasını boşa
çıkartacaktır. Artık din eğitimcileri insanlığı bu görünen ve görünmeyen şirkin
pençesinden kur-:ixmalı, hakka yalvarışın sadece Allah'a olabileceğini onların
gönlüne ve ?e\nine kazınmalıdırlar.[17]
15. Göklerde ve yerde bulunanlar
da, onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece Allah'a secde
e-derler.
Âyetin analizinden anlıyoruz ki
kozmik âlemde ne varsa hepsi Allah'ın kanunlarına boyun eğmektedirler. Bu
nasıl oluyor?
1. Bu âyette önce çıkan temel kavram "kapanmak, ibadet
etmek" manalarına gelen secdedir.
Râzî'nin naklettiğine göre, secdede "alnı yere koymak, boyun eğmek,
başkaldırmamak" manaları da vardır. İnsan için düşünüldüğünde secde,
"alnını yere koyup kapanarak Allah'a ibadet etmek, boyun eğmek, baş
kaldırmamak" anlamına gelmektedir.
2. Âyetin ikinci derecede öne çıkan kavramları da tav'an "isteyerek"
ve kerhen "istemeyerek" şeklindeki kavramlardır. Bazı insanlar
inanmadıkları için, bazı inanan kimseler de inanmalarına rağmen secde
etmemektedirler. Oysaki âyette "isteyerek de olsa, istemeyerek de
olsa" bütün varlıkların secde edeceği söylenmektedir.
Buradaki secde, bütün varlıkları
kapsamına alan bir ibadet şekli olmaktadır. Yukarıda sorduğumuz soruyu şu
şekilde açıklayabiliriz: Yüce Allah kâinat nizamını yürüten kanunlar
yaratmıştır. Kur'ân'da buna sünnetüllâh yani, "Allah'ın sünneti" adı
verilmiştir (İsrâ 17/77; Fetih 48/23). Bütün varlıklar, kâinatın bu
kanunlarına, yani sünnetüllâha uymak, boyun eğmek zorundadırlar. İster-istemez
o kanunlara boyun eğmeleri onların secdesi olmaktadır. Diğer taraftan, Yüce
Allah yarattıklarına bir maddî yapı bir de içsel yapı vermiştir. Onlar bu
yapıya boyun eğmek zorundadırlar ve "niçin beni bu şekildeki bir
varlık-alinde yarattın?" sorusunu soramazlar. Hem dıştaki kanunlara hem de
«endi yapılarındaki kanunlara isteyerek veya istemeyerek uyacak ve rvnun
eğeceklerdir. Bu konuda seçenekleri yoktur. Ne sünnetüllâhı, >ani Allah'ın
kanunlarını değiştirebilirler ne de onun dışına çıkabilirler.
Kâfirler ibadet secdesini
yapmıyorlar ama, onların maddî anlamda -ayatlannı sürdürdükleri Allah'ın tabiat
kanunlarının dışına da çıkamıyorlar. Aslında Allah'ın mülkünde yaşayıp O'nun
kanunları sayesinde hayatını sürdürüp O'na başkaldırmanın anlamı yoktur.
Bulabili-.orsa O'nun mülkünü terkedip hayatını sürdürdükten sonra kendinde bu
.esareti bulmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
bütün kâinatta var olan canlı cansız • îrtıklar Allah'ın tabiat kanunlarına
boyun eğmek zorundadırlar. Secde--:n isteyerek yapılanı, iradeyle ve inanarak
yapılanıdır kuşkusuz. Ancak -anmadan da secde yapılmaktadır. Gerek canlı ve
ruhu olan insanlar gerekse ruhu olmayan diğer yaratıkların da mecazî de olsa
secdeleri var. Meselâ ruhlu veya cansız varlıkların maddi yapılarındaki
hücreler, iipılan gereği elektronlanyla bir hareket yapıyorlar. Bu hareketle
onlar r:r yandan varlıklarını oluşturup korumayı, diğer yandan da bir çeşit
iesbih ve secde halini devam ettiriyorlar. Dolayısıyla bir insan eğer isteyerek
secde ediyorsa "tav'an" bunu yapıyor; ama eğer istemiyorsa da r:'sin
ki onun hücreleri Allah'ı o istemese de teşbih ediyor. "Kerhen" içmek
bu olsagerek. Zaten âyetin devamındaki gölgelerin secdesi de ııbü secdenin
yapılmakta olduğunun en açık göstergesidir.
3. Ayetin üçüncü terimi "akşam-sabah"tır. Bunun ar.lamı. devamlılıktır. Yani bütün
varlıklar her an Allah'ın kanunlarına reyjn eğmiş olarak hayatlarını
sürdürürler. İnsanî boyuttan bakarsak, Nic.ah-akşam ibadet ederler manasını
görebiliriz.
4. Âyetin diğer kelimesi de zılâl
"gölge"dir"Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi?
O'nungölgeleri, küçülerek ve Allah'a ecae
ederek sağa sola
döner" (Nahl 16/48).
"Gölge" ifadesini,
riiğimiz gölge anlamına alacağımız gibi, varlıkların ya da nesnelerin:>e!
yapıları anlamına da alabiliriz.
Meselâ kâfirin bedensel olarak
secde etmesi mümkün değil ama, içsel manada bu ilâhî kanunlara boyun eğmesi
mümkün olabilir. Bedenindeki bütün hücrelerin Allah'ın kanunlarına boyun
eğmesi işte bu türden bir boyun eğmedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce
Allah 13. âyette bütün varlıkların müşterek ibadeti olan "teşbih"
ibadetini anlattıktan sonra 15. âyette de bütün varlıkların secde ibatedini
gündeme getirmiştir. Hem maddî hem de madde ötesi oluşumlar içinde bu secde
ibadetini bize öğretmektedir. Canlı, cansız bütün varlıklar Yüce Allah'ın
koyduğu maddî ve manevî yasalara, sünnetüllâha ister-istemez uymaktadırlar, boyun-
eğmektedirler. Aslında burada şu noktaya da dikkat çekilmektedir: Yüce
Allah'ın maddî ve psikolojik yasalarına uyuyoruz da, onun dinine ve ondaki hükümlere
karşı çıkıyoruz. Bu karşı çıkışın, doğaya ters düşmek olduğuna âyette işaret
edildiği kanaatindeyiz. Bütün varlıklar ibadetini yaparken iradesini yanlış
yönde kullanan insan bazen bu sistemin dışına çıkmaktadır.[18]
16. De ki: 'Göklerin ve yerin
Rabb'i kimdir?' De ki: 'Allah'tır.' De ki: 'O'nu bırakıp da kendilerine bile fayda
ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?' De ki: 'Körle,
gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O'nun
yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlara göre birbirine
benzer mi göründü?' De ki: 'Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir. Karşı
durulmaz güç sahibidir.'
Bu âyet, şirkle mücadele edip
tevhid inancını yerleştirmenin sorularını sormakta, hangi konulara dikkat
çekileceğini öğretmektedir. Bu soruların din eğitiminde, şirkle mücadele ve
tevhid inancını yayma faaliyetinde rehber olarak alınması zorunludur.
1. "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabb'i kimdir?' De ki:
'Allah'tır." Âyetin bu kısmında yer alan Rabb kelimesi, Allah'ın
isimlerinden biridir. Rabb ismi, Fâtihâ sûresinde derinlemesine açıklanmıştır.
Kur'ân'da bu kelimenin anlamı, "yaratmak, yol göstermek, yani rehberlik
etmek" (Tâhâ 20/50); "ilâh (Âl-i İmrân 5 80); "eğitmek,
öğretmek" (Yûsuf 12/42); "veli" (Yûsuf 12/101); "şeref
sahibi olmak" (Sâffât 37/180); "af ve merhamet sahibi olmak"
(Kehf 18/58); "korumak" (Sebe' 34/21) ve "dönüp varılacak
yer" (Necm 53/42) şeklindedir.
Rabb kelimesinin bu âyetteki
manası "yaratmak ve düzenini devam ettirmek"tir. Yani Yüce Allah:
"Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?" sorusunu sormaktadır. Buradaki
4o Rabb Lokman 25'teki haleka, "yaratmak" kelimesi ile aynı anlama
gelmektedir, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarattı ? diye
sorsan, mutlaka 'Allah' derler."
Lokman 25'de sorunun cevabını
müşrikler vermesine rağmen Ra'd 16"da cevabı Yüce Allah vermektedir.
Soruyu sorduran da cevabını veren de Allah'tır. Böylece Yüce Allah kendisini
bu âyette "Rabb isminin getirdiği eylem" ile tanıtmaktadır.
2. "De ki: O'nu bırakıp da kendilerine bile fayda ya da zarar
verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" Âyetin bu kısmında yer
alan îü}\ evliya' kelimesi, "koruyucu, kayırıcı", bu âyette olduğu
gibi "fayda temin edici, arka çıkan, dost" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah velî, yani dost
edinilecek olan birinin fayda ve zarar verebilecek nitelikle olmasını şart
koşmaktadır. Kur'ân'da şirkle mücadele veren peygamberlerin aynı ölçüyü
kullandıklarına şahit oluyoruz. Meselâ:
a) "Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek
şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun"
(Yûnus 10/106).
Buradaki "zâlim",
"müşrik" anlamına gelmektedir.
b) "İbrahim: 'Öyleyse' dedi, 'Allah'ı bırakıp da size hiçbir
fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?" (Enbiyâ 21/66).
c) "De ki: Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyecek
olan şeylere mi tapalım?" (En'âm 6/71).
d) "O, Allah'ı bırakıp, kendisine ne faydası ne de zararı
dokunacak olan şeylere yalvarır.
Bu, büsbütün haktan uzak olan sapıklığın tâ kendisidir" (Hac 22/12).
e)"De ki: Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü
yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkı ile işiten ve bilen yalnız
Allah'tır" (Mâide 5/76).
Bu ve buna benzer pek çok âyette
Yüce Allah, tanrı olmaya layık olan varlık veya varlıkların insanlara fayda ve
zarar verecek nitelikte olmasını ön görmektedir. Fayda ve zarar vermek için
sonsuz bir güce sahip olmak gerekiyor.
Dost edinilecek olan varlığın
fayda ve zararı temin edebilecek sonsuz bir güce sahip olması zorunludur.
Çünkü bu dost ilâh olarak imana iayık olacaktır. Birinci soruda "Rabb";
ikinci soruda da "veli"lik sıfatları ele alınmaktadır.
3. "De ki: Körle gören bir olur mu hiç? Buradaki
"kör", doğruyu, hakikati göremeyen, kendisine velî olabilecek,
faydası dokunabilecek olanı göremeyen, tevhid inancına sahip olamayan
müşriktir.
"Gören" ise, hakikati
gören, tevhid inancına sahip olan, kendisine fayda ve zarar verebilecek olanı
bilen, anlayan ve görebilen kimsedir. Buradaki körlük ve görmek gönülle
ilgilidir; kafa gözü ile değil. Şirk gönül gözünü kör etmekte, tevhid de gönül
gözünü açmaktadır.
Bir tüccar iflas ettiğini göremez
ise; "önümü göremedim onun için tedbirimi alamadım" der. Buradaki
körlük, "hesabını yapıp tedbirini a-lamamak"tır. Aynı şekilde manen
önünü, yani âhiretini göremeyen kime. hesabını iyi yapamayacağı için manen iflasa
gidecektir. Bu da manen kör olduğu için iflas etmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır âyetin bu
kısmına farklı bir yorum getirmektedir. Müşriklerin taptığı putlar göremez,
Allah ise her şeyi görendir. Öyle ise her şeyi gören Allah ile göremeyen put
bir olur mu denmek istenmiştir.[19]
Elmalılı'nın bu tefsirini ilginç buluyoruz. Demek ki Yüce Allah "her şeyi
görebilme" özelliğini de şirkle mücadelede öne sürmektedir. Kör ile
görenin farkını tesbit ettirerek, Allah ile sahte tanrıların farkını ortaya
çıkarmaktadır. Ya da tevhid inancına sahip olanla müşrikin farkını, körlük ile
görmenin farkını tesbit ederek öğretmektedir.
Etrafındaki objeleri, dünyayı ve
kendi bedenini görme ile ışığa kapalı olan çevresini görmeme arasındaki büyük
farkı anlayan insan tevhid -.ancı ile şirkin farkını da anlayacaktır.
Yüce Allah körle görenin bir olup
olmadığı sorusunu bu âyette -ormuş, cevabını da Fâtır 19'da vermiştir.
"Körle îoren bir olmaz." Eğitim açısından "körün" durumu
nedir? Yüce Allah cevabını da Nemi 81'de vermektedir: Sen körleri
sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin." Nemi 81. âyete bakarsak
"körün" zıddı "iman eden" olarak takdim edilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki,
gönül gözü gören ile gönül gözü görmeyen insan eşit değildir. Gönül gözü
görmeyen yoldan çıkmış olduğu için onu doğru yola getirme imkanı yoktur. Bu
insanlar eğitilemeyen, eğitimden faydalanamayan insanlar gurubuna
girmektedirler.
Hz. Peygamber'in eğitim faaliyeti
bunlara etkili olamayacağına göre, normal din eğitimcilerinin etkili olması da
imkan dahilinde değildir. Bunların etkilenip doğru yola girmeleri Yüce
Allah'ın dilemesine kalmıştır.
4. "Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" İnkâr ve
şirk kat kat karanlıklardır. Bilgisizliğin, yani cehaletin karanlığı, önü
arkası belli olmayan uçsuz bucaksız karanlıktır. Tevhid inancı ve bilgi nurdur.
Aklı olan insan aydınlığı seçer. Yüce Allah, insana inkâr, şirk ve
bilgisizliğin, yani cehaletin sebep olduğu karanlık ile tevhid inancı ve
bilginin aydınlığı arasındaki farkı anlatarak, kâfirleri tevhid inancına, yani
Allah'ın yoluna davet etmektedir.
Yüce Allah bu sorunun cevabını
Fâtır 20'de vermektedir: "Karanlıklarla aydınlık bir olmaz." Yüce
Allah fizik kanunu ile manevî oluşumu, yani beyin ile gönlün oluşumunu
anlatmaktadır. Güneşin ışınları ile aydınlanan, onun batması ile kararan ve
gece olan durumun aynen beyin, gönül ve nefis için de düşünülmesini
istemektedir. Bilgi ve akıl beynin güneşidir, tevhid inancı da gönlün
aydınlığını meydana getiren güneştir.
5. "Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da
bu yaratma onlara göre birbirine benzer mi göründü (yani iki yaratma birbirine
mi karıştı)?"
a) "Yoksa Allah'a ortaklar mı uydurdular?" Yüce Allah,
kendisine ortak koşulamayacağını öğretmek için bu şekilde soru sormaktadır. Sorunun
yapısında, ortak koşmayı reddetmek vardır.
Ortak uydursalar ne olur? Bu
sorunun cevabını Enbiyâ 22 vermektedir: "Eğer yerde vegökte Allah'tan
başka tanrılar bulunsaydı yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki
Arş'ın Rabb'i olan Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır."
b) "Onun yaratması gibi yarattılar da" Yüce Allah'ın
"yaratma" eylemi gündeme getirilerek şirkle mücâdele verilmektedir.
Çünkü insanı en çok aciz duruma
getiren ilâhî sıfat, yaratıcılıktır.
c) "Bu yüzden yaratılış onların kafalarını mı karıştırdı?"
Başka bir ifadeyle "Bu yaratma onlara göre birbirine benzer mi
göründü?" Sahte tanrıların yarattıkları şeylerin olup olmadığını sorduktan
sonra, Allah'ın yaratmasına denk bir yaratmayı gerçekleştirdiklerinden mi
kafaları karıştı? Bir önceki sorular gibi, sahte tanrıların gerçekleştiremedikleri
yaratma ile Allah'ın yaratması bir olur mu? sorusu sorulmaktadır.
İnsanın kafasını karıştıracak
olan şeyde denklik, benzerlik olmalıdır. Onun için tanrı seçiminde bu
benzerlik veya denklik, yaratma olgusunda aranmalıdır. Böyle bir benzerlik ve
denklik Allah ile sahte tanrılar arasında olmadığına göre, kafaların
karışmaması gerekir. Ama insan aklı, farkı fark ederek Allah'ın yaratması
ayarında, benzerinde bir yaratmanın olamayacağı ilkesine ulaşmalıdır.
Farkı fark edemeyen beyinler şirk
batağına saplanmaktan kurtulamazlar. Kör ile gören; karanlıklarla aydınlık;
sahte tanrı ile Allah arasındaki farkı öğretmek din eğitiminin amaçlan
arasındadır.
Yaratma eylemi insan için
düşünülebilir mi? Yoktan yaratma düşünüldüğünde bu soruya cevap
"hayır" şeklinde olacaktır. Eğer yaratma var olan şeylerden alıp bir
terkip yapma anlamında düşünülürse buna olumlu cevap verilebilir. Ama bu da,
Allah'ın yarattıklarından terkibe gitme metodu olmaktadır.
Yüce Allah Kur'ân'da
"uydurma", ya da "yaratma" anlamında bu fiili insan için
kullanmaktadır. "Siz Allah'ı bırakıp bir takım putlara tapıyor, asılsız
sözler yaratıyorsunuz (uyduruyorsunuz)" ('Ankebût 29/17). İşte bu âyette
insan için OjİS Lahlukûn/haleka fiili kullanılmaktadır. Unutulmamalıdır ki bu
kelimeburada söz ile alakalıdır, yani olumsuz bir şeyi yaratmayı, uydurmayı
ifade etmektedir.
6. "De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir. Karşı
konulmaz güç sahibidir." Yüce Allah beşinci maddede sorulan soruya şu
şekilde cevap vermesini Hz. Peygamber'den istemektedir: Her şeyi Allah yaratır,
yani yaratmada O'nun eşi ve benzeri yoktur. Çünkü temel ilke şudur: "Allah
sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratandır" (Sâffât 37/96); "Allah her
şeyin yaratıcısıdır" (Zümer 39/62).
İnsanın kendisini Allah
yarattığına göre, yaratmada Allah'a nasıl eş olabilir? Yaratılan bir varlık,
yaratıcısının kudretine ortak olamaz; aynı zamanda başka bir varlığı da ortak
tutamaz. Bu şuna benzer: Çocuk kendisini doğuran ananın dışında birini
biyolojik anne olarak tayin edemez. Çünkü bu iddia doğaya aykırıdır.
Kişi, kendisini yaratanın dışında
birini yaratıcısı olarak tayin edemez. Bu da aklın doğasına aykırıdır. Onun
için Allah tektir ve gücüne karşı konulamazdır. Böylece Yüce Allah şirkle
mücadelenin ve tevhid inancını insan gönlüne yerleştirmenin metodlarından
birinin de "soru sorma metodu" olduğunu din eğitimcilerine
öğretmektedir.[20]
17. (Allah) gökten bir su indirdi
ve vadiler, kendi ölçü-lerince sel oldu, ardından sel, üste çıkan köpüğü taşır
hale geldi. Bir süs eşyası veya alet yapmak isteğiyle a-teşte körükledikleri
şeylerde de benzeri bir köpük vardır. Allah hakla bâtılı işte böyle
örneklendiriyor: Köpük, atılır gider; insanlara yararlı olansa toprakta kalır.
Allah, işte bu şekilde örnekler verir.
Yüce Allah hak ile bâtılı
anlatırken tabiattan örnek vermekte ve böylece insan zihnindeki kavramlara ve
yaptığı gözlemlere göre onları sunmaktadır. Hak ile bâtıl, manevî kavramlar
olmasına rağmen maddî olaylarla açıklanmakta, maddeden manaya intikal eden bir
metod kullanılmaktadır.
1. "Gökten bir su indirdi de vâdîler, kendi ölçülerince sel
oldu, ardında da sel, üste çıkan köpüğü taşır hale geldi." Âyette, gökten
su indiren özne Allah'tır. Demek ki, yağmuru yağdıran veya yağması için emir
veren Allah'tır. Böylece tabiat olaylarının arkasındaki gücün kim olduğuna
dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah gökten çok yağmur
yağdırınca vadiler de kendi miktar-arınca sel akıtırlar. Burada dikkat edilecek
husus, selin üstüne çıkan Köpüktür. Vadiler miktarınca su, yani sel akmış oldu.
Vadinin büyüklüğüne ve küçüklüğüne göre su akmıştır ya da akıtılmıştır.
Âyetin bu kısmındaki evdiye
kelimesi "vadiler, nehir yatakları, enirler" manasına gelir. Buradaki
kader kelimesini de "hacim"anasına alabiliriz. Bu durumda âyetin
anlamı, "her nehir, her vadi endi hacmince su taşıdı" şeklinde olur.
ez-zebed "köpük"
manasına gelmektedir, râbiyâ kelimesi "artmak, kabarmak" anlamına
gelen OJ rabâ fiilinden gelmektedir. Zebed ile râbiyâ bir araya
gelince "köpük attı, köpüktendi" anlamı ifade edilmektedir. Demek ki
âyet, vadide akan selin kabaran bir köpüğü yüklenip aktığını anlatmaktadır.
Daha sonra anlatılacağı gibi köpük bâtılı; selin geriye bıraktığı alüvyonlar
içinde bulanan süs eşyaları da hakikati temsil etmektedir.
2. "Bir süs eşyası veya
alet yapmak isteği ile ateşte körükledikleri şeylerde de benzeri bir köpük
vardır." İkinci örnek de "ateşte eritilip süs eşyası veya alet yapmak
istenen maddenin eriyiğindeki köpük"tür. Maden eriyiğindeki köpük bâtılı;
geri kalan süs eşyası da hakkı temsil etmektedir.
Demek ki Yüce Allah hak ile
bâtılı insana anlatmak için vadilerde akan sel ile maden eriyiğini örnek
vermektedir.
3. "Allah hak ile bâtılı işte'böyle örneklendiriyor. Köpük
atılır gider, insanlara yararlı olansa toprakta kalır. İşte Allah bu şekilde
örnekler verir." Atılan köpük bâtıl; toprakta kalan ve sonra süs eşyası
yapılıp boyuna takılan da hak olmaktadır. Dikkat edilirse Yüce Allah âyetin bu
kısmında ili yenfa'u'n-nâs ifadesine yer vermektedir. "İnsanlara fayda
veren" anlamına gelen bu ifadeden anlıyoruz ki insanlara fayda veren
"hak" olmaktadır. Yüce Allah hakkın ölçütü olarak "faydayı"
kullanmaktadır. "toprakta kalır" ifadesinden de "hakkın"
kalıcılığını anlatmaktadır. Kalıcı olan ve insanlara fayda veren şey haktır.
Görüldüğü gibi "tabiat
olayları ile hak ve bâtılı anlatma metodu"nu Yüce Allah koymuştur. Bâtıl
gidici, hak kalıcı; bâtıl zararlı, hak ise faydalı olandır. Onun içindir ki
"De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya
mahkumdur" (İsrâ 17/81) buyurmuştur. Manevî bir konuyu anlatırken, maddî
âlemin olaylarından örnek vermek doğal ve doğru bir anlatım tarzıdır.[21]
18. Rabb'lerinin çağrısına uyanlara
en güzel ödül vardır. O'nun çağrısına gelmeyenler ise, yeryüzünde olan her şey
ve bir katı daha onların olsa, kurtulmak için bunları feda ederlerdi. Onlara
hesabın en kötüsü vardır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır.
Âlimler bu âyetin bir önceki
âyetin devamı olup olmadığını tartışmışlardır. Bazıları onun devamı, bazıları
da devamı olmadığını, yeni bir söz olduğunu öne sürmüşlerdir. Biz bu iki
gurubun sonuncusunu takip ettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak, sanki derinden bir
ses bu bağlantının olduğunu da söylüyor.
Bize göre bu âyetin sonraki
âyetlere yönelik bir yönü vardır. Tartışmalara girmeden âyeti bağımsız olarak
ele alacağız ama onun Kur'ân'ın başka âyetleri ile olan bağlantılarını
göstereceğiz.
1. "Rabb'lerinin çağrısına uyanlara en güzel ödül
vardır."
a) Yüce Allah Bakara 186'da kullarına yakın olduğunu, kendisine dua
edenin duasına karşılık vereceğini buyurmuş, âyetin devamında da "O halde
onlar da benim davetime uysunlar" emrini vermişti. İşte Ra'd 18'deki
"Rabb'lerinin çağrısına uyanlar" yani bu eylemi gerçekleştirenler,
Bakara 186'daki emri yerine getirmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Bakara 186'da
Yüce Allah kullan ile bir antlaşma yapmaktadır. Önce kendisi kulunun çağrısına
karşılık veriyor, sonra da kulundan kendi çağrısına uymasını istiyor. Ra'd
18'de kul Yüce Allah ile yaptığı antlaşmayı yerine getirmiş olmaktadır.
b) Yüce Allah insanı nereye çağırıyor? Bu soruya şu âyetlerle cevap
verebiliriz:
i. Ra'd 16'ya göre "tevhid inancına, yani nura, ışığa,
aydınlığa",
ii. Ra'd 17'ye göre "hakka",
iii. Yûnus 25'e göre "barış ve esenlik yurduna" ve
nihayet
iv. Yûnus 26'ya göre "güzel davranışlara",
v. Bakara 221 'e göre de Allah "cennete ve affa"
çağırıyor.
İşte bu çağrılara uyan insanların
çağrısına da Yüce Allah karşılık verecektir. Bu karşılık ne olacaktır? Yorumunu
yapmakta olduğumuz Ra'd 18'in devamında bu soru cevaplandırılmaktadır.
"Onlara en güzel ödül
vardır." Yüce Allah, çağrısına tam anlamı ile uyan ve en güzel amelleri
hayata geçirenlere ödüllerin en iyisi ile karşılık verecektir. Bunun anlamı
şudur: Bir öğrenci bir dersten üç kere imtihan olur da aldığı notlar
birbirinden farklı olursa ve bu öğrenci çok başarılı bir öğrenci ise, öğretmeni
onun düşük notlarını ortalamaya katmadan en yüksek notunu verebilir.
Çok mükemmel bir kul da, zaman
zaman karşılığı düşük olan a-meller işleyebilir. Ama Allah onu ödüllendirirken
en iyi amelinin karşılığı ile ödüllendirecek, onun düşük seviyedeki iyi
amellerinin karşılığını dikkate almayacak demektir. Bu ilke bu âyette yer
aldığı gibi başka âyetlerde de yer almaktadır.
Bu örnek âyetlerden ilki Nûr
sûresindedir :"Onlar, ne ticaret ne de alışverişin
lendilerini Allah'ı anmaktan,
namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin
ve gözlerin alabora olduğu bir günden korkarlar. Çünkü Allah onları
yaptıklarının en güzeli ile müka-fidandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla
verecektir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır" (Nûr 24/37-38). Bu
âyetlerin ikincisinde geçen "em güzeli ile mükafatlandıracak" ifadesi
Ra'd 18'deki "en güzel ödül" haresine denk düşmektedir. Demek ki
Allah'ın ödüllendirmesinde temel kelerden biri, amellerin karşılığı olan ödülün
en iyisi ile ödüllendirmek-
Diğer örnek ise Yûnus
sûresindedir: "Güzel iivranışlara daha güzel karşılık, bir de fazlası
vardır" (Yûnus 10/26). Bu ieyi insanlar kendi aralarında uyguladıklarında,
başarılı olan insanların sz başarılı oldukları konuyu dikkate alarak
ödüllendirilmeleri gerekiyor.
Âyette geçen "en güzel
ödül" ne olabilir? Âlimler hüsnâ yani "en ödül"ü şöyle
açıklamaktadırlar: Hüsnâ, "iyilik hususunda en faydalı, m güzel mükafat
demektir. Bu da zarar ihtimalinden uzak, saygı ve iç içe olan, kesintisiz, yani
sürekli bir fayda demektir"[22]. Bu
açıklama, en güzel ödülün bu dünyada başlayıp âhirete -zandığı düşüncesini
uyandırmaktadır.
2."Onun çağrısına gelmeyenler ise, *eryüzünde olan her şey ve
bir katı daha onların olsa, kurtulmak için sonları feda ederlerdi. Onlara
hesabın en kötüsü vardır. Varacakları yer
cehennemdir. O ne kötü yataktır."
a) Yüce Allah âyetin ilk bölümünde çağrıya uyanları ele almakta,
"kinci bölümünde de çağrıya uymayanların durumunu açıklamaktadır.
"Onların kurtuluşu
yoktur". Bunun anlamı âhiretteki genel aftan is-:::ade edemeyecekleridir.
O kadar ki yeryüzünde olan her şeyi ve bir katı
fidye olarak verseler kurtuluşa eremeyeceklerdir.
Tefsirini yapmakta olduğumuz bu
âyet bu açıklaması ile Âl-i rân 9l'e bağlıdır.
"Gerçekten inkâr edip kâfir olarak ölenler var yâ, fidye olarak
dünya dolusu altın verecek olsa dahi, onların hiçbirinden kabul edilmeyecektir."
Demek ki, "Allah'ın
çağrısına uymamak", "imana gelmeyip kâfir olarak ölmek"
demektir. Âl-i İmrân 91 bu açıklamayı yapmaktadır.
b) "Onlara hesabın en kötüsü vardır." Allah'ın imana olan
çağrışma uymayan ve kâfir olarak ölenlerin değerlendirilmesi,
değerlendirmelerin en kötüsü olacaktır. En kötü puanlan onlar alacaklardır.
c) "Varacakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır." Çok
ağır bir değerlendirmenin, yargılamanın ardından onlar cehenneme gideceklerdir.
Yargılamadan, bu karar çıkacaktır.
"Hesabın en kötüsü onların
olacaktır" ifadesinden şunu da çıkarıyoruz: Kâfir olarak ölenler bile
yargılanacaktır; onlara yargısız infaz yapılmayacaktır. Yüce Allah'ın bu
uygulamasını beşerî hukuka taşırsak şu genel ve evrensel ilke çıkar: "Suç
ne kadar kötü olursa olsun, yargısız infaz yapılmamalıdır."
Diğer taraftan Yüce Allah
cehennemi kötü bir yatak olarak nitelendirmektedir. Bu anlatım tarzının,
caydırıcı bir özelliğinin bulunduğunu asla unutmamak gerekiyor. Çünkü Yüce
Allah cezalandırmaya en son çare olarak başvurmakta ve bunu devreye
sokmaktadır.
Din eğitimcileri, Allah'ın
çağrısına uyanlarla, o çağrıya uymayanların arasındaki farkı anlatmalı, hukukî
bakımdan da farklı bir muamele göreceklerini anlatırken bu âyete müracaat
etmelidir. Yüce Allah insanları, zihnî, kalbî ve nefsî bakımından aynı
donanımlarla donattığı halde, çağrısına uyma konusunda insanların farklılık
göstermeleri onları farklı neticelere götürecektir.[23]
19. Rabb 'inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kişi, kör olan biri ile
aynı mıdır? Sadece akıl sahipleri düşünürler.
20. İşte bunlar, Allah'a
verdikleri söze sadık kalanlar ve antlaşmayı bozmayanlardır.
21.Onlar, Allah 'in bitişmesini
emrettiği şeyi bitiştirirler. Rabb'lerine saygı duyarlar ve hesabın kötüsünden
korkarlar.
22.Onlar, Rabb'lerinin rızasını
arzulayarak sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan
gizli ve açık dağıtırlar ve kötülüğü güzellikle savarlar.
İşte bu dünyanın sonu bunlar
içindir.
23. 'Adn cennetleri bunlar
içindir. Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden iyi olanlarla birlikte
oraya girerler. Meleklerse her kapıdan yanlarına sokulurlar.
24. 'Sabrettiğiniz için selâm
size. Şu dünyanın sonu ne güzeldir!'(derler).
Yüce Allah Ra'd 16'da kör ile
görenin bir olup olmadığını sormuştu. Burada da aynı soruya benzer bir soru
sormaktadır.
1. "Rabb'inden sana indirileninin hak olduğunu bilen kişi, kör
olan biri ile aynı mıdır?" Yüce Allah görme ile körlüğün ne olduğuna
burada açıklık getirmektedir. Yüce Allah'ın indirdiği vahyin hak olduğunu,
gerçek olduğunu bilen adamın gönlü görmektedir, yani gönül gözü çalışmaktadır.
Allah'ın indirdiği vahyin hak olduğunu bilmeyen, yani inanmayan kişi de
kördür. İbn Abbâs buradaki ili: ya'lemü kelimesine "tasdik etmek",
Hâzin de "i-nanmak" manasını vermektedir. Bu kelimeyi bundan önceki,
yani 18. âyete bağladığımızda, âyetin bu kısmına "Rabb'inden sana
indirileninin hak olduğunu bilen ve ona yani, hak davetine uyan" manasını
verebiliriz.
Diyebiliriz ki Yüce Allah burada
mü'min ile kâfiri mukayese etmektedir.
edilirse farkı belirleyen ölçü
"bilmek, yani inanmak"tır. "De ki: Hiç bilenlerle bil
Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e
indirdiği vahyin hak olduğunu bilen, inanan ve ona icabet eden mü'min; onun hak
olduğuna inanmayan da kâfirdir. Yüce Allah bunların bir olmadığını
anlatmaktadır. Dikkat
bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu
ancak akıl sahipleri düşünür" (Zümer 39/9). Demek
ki. insanlar arasındaki farkı
belirleyen temel değerlerden biri bilgidir. Bilgiye sahip olanı Yüce Allah önde
tutmaktadır. Çünkü bilen görüyor, bilmeyen ise kördür. Bilen aklım kullanıp
düşünüyor, bilmeyen aklını «çullanıp düşünmekten kendini mahrum bırakıyor.
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Bilme ne ile oluyor? Sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 19'un
devamı vermektedir.
2. "Sadece akıl sahipleri düşünürler." el-Elbâb
kelimesine "selim akıl sahipleri" diyebiliriz. Bu zeka türünü Yûsuf
.11 de açıkladık. Lübb, "meselelerin özüne inen, özü dışarı çıkaran *e!îm
akıl" anlamına gelmektedir.
Önemli olan düşünen aklın sonunda
meydana gelecek olan davra-
ısların neler olduğunu bilmektir.
Selîm akıl düşünürken, bilirken, inanırken hep eylemleri çağırır. Çünkü o
eylemler ona hayat vermekte, onu, geride neler yaptığını bilir hale getirmektedir.
Yüce Allah Ra'd 19'dan sonra düşünen selîm akıl saliplerinin eylemlerini
gündeme getirmektedir.
a) "İşte bunlardır, Allah'a verdikleri sözde sadık
talanlar." Kısaca bunlar, "ahde vefa gösterenlerdir. Demek ki ahde
vefa göstermek, selîm akıl sahiplerinin davranışı olmaktadır. Ahde vefa, aklın
gereği olan davranışlardan biridir. Bu âyeti, bir önceki âyete göre
analandırırsak, Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahyin teel ilkelerinden
birinin, aklın gereği de olarak "ahde vefa" olduğu anlatmaktadır.
'Allah'a verilen söz" ne
olabilir? Bu soruya cevap verebilmek için A râf sûresinin 172. âyetine gitmemiz
gerekiyor: "Rabb'in'Adem oğulladan, onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şahitarak: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir).
(Onlar da): 'Evet şahidiz', dediler."
Yüce Allah, anne karnında
yarattığı çocuğun ruhuna bu soruyu rmakta, ruh da bu soruya olumlu cevap
vermektedir. Bunun anlamı, Yüce Allah anne karnındaki çocuğu doğasına, Allah'a
inanacak şekilde t:: program yüklemiştir.
Bu programa "ilâhî ahd" denmektedir. İnsanınaklı, Allah'a inanacak
şekilde programlanmıştır. Sonra dünyaya gelip buluğ çağına ulaşınca, aklı ile
Allah'ı bulan ve ona inanan kişi Elest Bezminde verdiği sözü yerine getirmiş
oluyor. Gördüğü tahsil ve içinde bulunduğu çevre, aklın Allah'a gidişini
engellemiş ise ahdini yerine getiremiyor demektir. Bu kişi de ilâhî ahdi yerine
getiremeyen biri olarak değerlendirmede yerini alıyor.
Ahde vefanın akılla olan
bağlantısını başka bir âyetle delillendirme imkanımız var mıdır? Antlaşma
yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit
tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız
şeyleri pek iyi bilir. Bir toplum bir toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi,
aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan
kadın gibi olmayın. Allah bununla sizi imtihan etmektedir" (Nahl
16/91-92).
"Yaptığı işi yıkan bunamış
bir kadın gibi olmayın" denirken, verdiği sözde durmayan kişi, aklı
başında olmayan, bunamış insana benzetilmiş olmaktadır. Aklı başında olan kişi
Allah'a verdiği sözde durur. Daha çok bilgi isteyenler Âl-i İmrân 55'in
tefsirine bakabilirler.
b) "Ve antlaşmayı bozmayanlar." Buradaki antlaşma
insanlarla yapılan antlaşma manasına gelmektedir. Ama Allah, mîsak denen
antlaşmayı kullan ile yapmaktadır. Akıllı insan, yani aklını kullanıp düşünen
mü'min, hem Allah'ın antlaşmasını hem de insanlarla yaptığı antlaşmayı bozmaz.
Bakara sûresinin 83. âyetinde
Yüce Allah İsrâiloğulları ile antlaşma yaptığını ve bu antlaşmanın maddelerini
gündeme getirmektedir. O antlaşmanın maddelerinin ne olduğuna baktığımız zaman
şu neticeye varıyoruz: Bunlar, Yüce Allah'ın vahyi ile gönderdiği hükümler
aslında, kullarına sunduğu bir antlaşmanın maddeleridir. Allah'a inanan ve
O'nun vahyini kabullenip tasdik eden mü'min işte bu antlaşmaya imza
koymaktadır.
c) "Onlar Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyi
bitiştirirler." Düşünen akıl sahibi insanların diğer bir eylemi de budur.
Peki bu bitiştirme nedir ve nasıl olacaktır?
i. Aklın bir manası da bağdır. Düşünen akıl, bağ kurar. Zaten Allah
da bu bağı kurmayı hem aklın doğasına koymuş hem de bunu eyleme geçirmesi için
insana emretmiştir. Aklın birincil manada bitiştirmesi gereken şey, Allah ile
insanın bitişmesi, yani insanın Allah'a iman etmesidir.
ii. Aklın bitiştireceği şey de insanı kendi kendisi ile
bitiştirmesi; kendini tanıması, kendine yönelmesi, kendine kıvrılması, kendisi
ile bağ kurmasıdır. Bu bağ kurması, kendini tanıması ile sonuçlanacaktır.
iii. Bu bitiştirme, insanın akıl, kalb ve nefsinin bitiştirmesi
anlamına da gelmektedir. Biz buna "içsel, yani psikolojik
bitiştirme" diyebiliriz. Akıl, kalb ve nefis arasındaki bitişip
bütünleşmeyi de akıl gerçekleştirecektir. Bu da kalbin ve nefsin gelişip doyum
noktasına ulaşması ile başarılacaktır.
İnsanın aklı, gönlü ve nefsi
geliştikçe, yukarıda bitişip tevhidi meydana getiriyorlar, aşağıya doğru inince
birbirinden ayrılıp uzaklaşı-yorlar. Üst düzeyde bitişip tevhidi
oluşturduklarında kaliteli insan meydana gelmiş oluyor. O zaman din eğitimi en
üstün amacına ulaşmış oluyor.
İçimizdeki bu manevî güç odak
noktaları birbirinden ayrı düşünce gurbete çıkmış oluyorlar. Onları sılaya
göndermek, bitişmelerini temin edecektir.
Selîm akıl sahipleri akıl, gönül
ve nefis arasındaki bu gurbeti, bu ayrılığı ortadan kaldırıp onları
bitiştirecekler ve tevhidi oluşturan bir sıfat oluşturacaklardır. Bu şu
demektir: "Bütün hücrelerin bir araya gelip oluşturdukları biyolojik
sistem, iç âlemimizde de bulunmalıdır."
iv. Bitişmeyi meydana getirenler, sosyal bütünleşmeyi sağlayanlardır.
Bu manada Ra'd 21. âyetin, toplumsal ve milletlerarası bitiştirme-er için
gönderildiğini de söyleyebiliriz. Bunun en küçük boyutu sila-i rahim yapmaktır,
yani çocukların ana-babalarını ziyaret etmelerini ve
akrabayı hatırlayıp
ziyaretlerinde bulunmalarını kapsamına almaktadır. Bu durum, küçük çekirdekten
dünya insanlığına ulaşan bir büyüklükteki bütünleşmeyi, bitişmeyi
öngörmektedir.
Ferdin kendi içinde başlayan bu
bitişme, kaynaşma; oradan fışkıran ve dalları ile bütün insanlığı kavrayıp
saran bir kaynaşmanın eylemi olmaktadır.
İşte bu bitişme, Hucurat 13'te
geçen lite'arefû, "tanışıp kaynaşasınız diye" ifadesine denk
düşmektedir.
Aklın, insanlıkta meydana
getireceği değişim, gelişim ve bütünleşme bu olacaktır. Bitişip kaynaşma ve
bütünleşme bir noktada akıl kadar insanlığa gelişim, değişim ve kaliteyi
getiren bir güç yoktur. Çünkü öze inen, özü arayan, özü dışarı çıkaran lübb
denen akıl olmaktadır. Cehaletin kabuğunu kıran\ bilginin özünü ağaç haline
getiren ve yine cehaletin bulutlarını silip bilgi güneşinin ışığını insanlığa
ulaştıran akıl, Yüce Allah'ın yarattığı en büyük bitiştiricidir. Acaba, akıl
eşittir bitiştirme dersek hata eder miyiz?
d) "Allah'a saygı duyarlar." Aklın eylemlerinden biri de
Allah'a saygı duymaktır. Haşyet kelimesinin anlamında "saygı, sevgi ve
korku" vardır. Bu üç mana onda bir araya gelmektedir.
Allah'a saygı duyan insanlar,
akıllarını kullanıyorlar demektir. Allah'a saygı duyan insana da saygı duyar.
Saygı ahlâkın en temel değerlerinden birini teşkil etmektedir. İşte ahlâkın
içine akıl, saygı vasıtası ile girmektedir. Akıl ahlâkı mayalarken, saygı
değerinin mayasını çalmaktadır.
İnsanda saygı değerini
uyandırmak, davranışlarına yansıtmak ve ahlâkını maya olarak çalmak eğitimin,
özellikle din eğitiminin amaçları arasında yer almaktadır.
"Firavun'a gidin. Çünkü o,
iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki düşünür ve saygı
duyar" (Tâhâ 20/43-44). Demek ki bu âyetler bize eğitimin amaçlarından ikisini
vermektedir: Düşünmeyi temin etmek ve saygı duymayı sağlamak
Haşyet duyan insan, Yüce Allah'ın
kudretinin sonsuzluğu karşısında ürperir, O'nun gazabından çekinir ve O'na
karşı günah işlemekten kaçınır.
e) "Ve hesabın kötüsünden korkarlar." Düşünen selîm akla
sahip olan insan, bu dünyadaki davranışlarının öteki dünyada değerlendirmeye
tabi tutulacağını bilir, inanır ve kendisini disipline eder. Bununla akıl,
insanın iç âleminde bir "iç disiplin duygusu" geliştirir. Bu tip
insanların, dıştan bir etki olmadan aklın doğrultusunda hareket etmeleri doğal
bir durum olur. Amellerin âhirette değerlendirilmesi günü gelmeden, kendilerini
kontrol edip vicdanını hesaba çeker ve tenkit eder bir duruma gelir.
Aklın bu eylemi, yani gönüldeki
korku duygusunu harekete geçirmesinden şunu çıkartıyoruz: İnsan aklı daima
ileriye yönelik çalışmasından dolayı hayatın geçmişinden daha çok geleceği ile
ilgilenir ve o düzeyde çalışır; bugünü yarın için planlamayı ahlâk edinir,
yarınını aydınlık görmek istediğinden, ebedî âhiret hayatındaki mutluluğu
yakalamayı :nnmale bırakmak istemez. Bu dünyada iken öteki dünyanın
mutluluğu--u elde etmek için insana telkinde bulunur, emirler verir ve önünü
dınlatır.
Akıl, âhiret hayatındaki
değerlendirmenin, yani hesabın ağırlığını laima göz önünde bulundurması için
insana uyarılarda bulunur. Aklın çağırdığı ülke mutluluk ülkesidir; ama aklı en
çok rencide eden şey de ihırette insanı mutsuz edecek davranışları işlemesidir.
Yine akıl, tabiatı rereği bilir ki, bu dünyada kendi ışığından istifade
edemeyenler öteki dünyada karanlıkta kalacaklardır. Onun için akıllı insan,
öteki dünyada hesabını rahatlıkla verebilecek olan insandır.
Akıl, gönüldeki korkuyu âhirete
yönelik olarak harekete geçirince ;:nlü cennete çevirmektedir. Çünkü Ra'd 21
'de "korkar" eylemini akıl, gonüle yaptırmaktadır. Akıl gönüle,
âhirete bakmasını ve orada gerçek-'eşecek ağır hesabın buradan görülmesini
ondan ister. Böylece gönül de L'.ret imanının ürünlerini toplar.
f) "Onlar, Rabb'lerinin rızasını arzulayarak sabrederler."
Ra'd 22'de Yüce Allah aklın görevlerinden birinin arayış olduğuna işaret
etmektedir. Aklın arayışının alanında Allah, insanın kendisi ve bilimsel gerçek
vardır. Bu âyette de mü'minin aklı, "Allah'ın rızasını" aramak
görevini yerine getirmektedir. Akıl, Allah'ın rızasını ararken bazen sabrı
kullanır. "Belalara, problemlere, sıkıntılara göğüs germe ve onların
altından kalkma, üstesinden gelme" anlamına gelen sabır, bir gönül
eylemidir. Ama, onu bir küheylan gibi harekete geçiren de akıldır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd
22'de sabır, "kendini tutmak, engel olmak, manen kolunu ayağını bağlamak,
sükun ve huzur, i'tidal, temkin, sebat, kendi kendini kontrol, kendi kendine
emir vermek, vakar, kendi kendine hâkim olmak, ısrar etmek, dayanma
kuvveti" anlamına gelmektedir (İbn Manzûr, age, Sabere mad).
i. Sabır peygamberlerin ahlâkıdır (Ahkâf 46/35).
ii. Sabır yapılmaya değer işlerdendir (Şûra 42/43).
iii. Sabreden toplumu iktidara getirmek için Yüce Allah söz vermektedir
(A'râf 7/137).
iv. Sabredenler amellerinin en güzeli ile ödüllendirilirler (Nahl
16/96).
v. Sabredenin ödülü iki kat verilir (Kasas 28/54).
vi. Kötülüğe iyilikle mukabele edip düşmanlığı dostluğa çevirecek
kadar ruh olgunluğuna ancak sabredenler ulaşabilir (Fussilet 41/34-35).
vii. Savaşta sabredenlere Yüce Allah yardımda bulunur (Âl-i İmrân
3/125).
viii. Sabır, düşmanın entrikalarını önler (Âl-i İmrân 3/120).
ix. Sabretmek, muhsin olmanın şartlarından biridir (Yûsuf 12/90).
x. Allah sabredenlerle beraberdir (Bakara 2/153).
xi. Tahsilde sabır şarttır (Kehf 18/67, 72, 75, 78, 82).
g) "Namazı kılarlar." Düşünen aklın, ahlâk alanına o-lan
uzantılarından biri de namaz kanalıdır. Namaz, Kur'ân'da ahlâkî değerleri canlı
tutup koruyan bir ibadet olarak takdim edilmektedir. Kulun yaratıcısına ibadet
etme zorunluluğu aklın gerekleri arasında bulunmaktadır. Yüce Allah akla ters
düşen bir emir vermeyeceğine göre, tüm emirleri aklın gerekli göreceği bir
biçimdedir. Namaz konusunda geniş açıklama için Bakara 3'e bakılabilir.
h) "Kendilerine verdiğimiz azıklardan gizli ve açık
dağıtırlar." Onlar, malından fedakarlık yapıp fakirin elinden tutma gibi
ruh olgunluğunu da gösterirler.
Akıllı insan, önce sahip olduğu
maddî nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu bilir ve o nimetten Allah adına
fedakarlıkta bulunarak fakirleri istifade ettirir, insan onurunu kimlik haline
getiren paylaşımı hayata geçirir.
Allah katında en makbul olan
ibadetlerden biri paylaşım adına yapılan "fedâkârlıktır. Malından,
parasından fedâkârlıkta bulunarak Allah adına infak etmek, sosyal yani kamunun
eksiklikleri ile ilgilenmek ruh olgunluğunun göstergesidir.
Düşünen selîm akıl sahipleri
toplumun, hatta insanlığın fakirleri ve eksiklikleri ile ilgilenir. Başkasının
meseleleri ile ilgilenmek hem ilâhî vahyin hem de selîm aklın gerekleri arasında
yer almaktadır. Fakirlerin derdini dert; çilesini çile; mutluluğunu mutluluk
edinen insan, selîm akıl sahibi olduğunu ispat eden bir mü'mindir.
Kendisinden başkası ile
ilgilenmeyen ve onların iniltilerini duymayanlar kaliteli mü'min
olamayacakları gibi yücelip gönüllerini insanlığa da açamazlar.
Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e
indirdiği vahyin hak olduğunu bilen, selîm aklı ile düşünen mü'min gece gündüz
paylaşım erdemini yaşamak için fedakarlıkta bulunur, yani infak eder.
i) "Kötülüğü güzellikle savarlar." Erdemin zirvesinde,
kötülüğü iyilikle savmak vardır. İnsan nefsine ağır gelen iş ?udur. Akıl
düşmanlığı dışlar, barışı, güzeli, iyiliği ve ıslahatı arar. Yok eden, yaralar
açan ve ızdıraplar saçan düşmanlığın en büyük düşmanı, düşünen akıl ve bilen beyindir.
Aklın tabiatında ve vahyin özünde
kötülüklerin zincirini iyilikle kırma ilkesi vardır. Çünkü ilâhî vahy insan
^aklına şunu öğretiyor: "İyilikle kötülük bir olmaz Sen kötülüğü en güzel
bir şekilde karşıla O zaman
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü
en güzel bir şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse,
sanki sıcak bir dost olacaktır" (Fussılet 41/34).
Kötülükleri, düşmanlıkları iyiye
ve dostluğa dönüştürecek en büyük güç bu âyetin önerdiği davranıştır.
Toplumsal değişimin en radikali, yani en köklüsü bu eylemdir. "Kötülüğü
iyilikle savma" erdemini toplumda oluşturmak ve bununla gerekli olan
değişimi gerçekleştirmek din eğitiminin amaçlarından biri ve en önemlisidir.
Akıl iyiyi üretmekle yükümlüdür.
İyilik de tabiatı gereği kötülüğü gidericidir.
"Çünkü iyilikler kötülükleri
giderir" (Hûd 11/114). insanlar iyiyi üretir, bekler ve yayarsa,
kötülükler kendiliğinden çekilip gidecektir.
"Bağ" manasına gelen
akıl, düşmanlık ve kine zincir vurmakla anlamını hayata geçirecektir. Bu da
aklın rûhânî etkinliğini hissedecek o-lanların gerçekleştireceği bir iştir.
İntikam peşinde koşmamak, düşmanlık duygusunu bir tarafa atmak, kini yutmak
vahyi bilen ve selîm aklı ile düşünen insanların işidir.
Kötülükler âleminde ihtilal yapıp
iyilikleri iktidara geçirecek olan dinamikler, vahy, akıl, düşünce, bilgi ve
sabırdır. Bu değerlerin ya da dinamiklerin yer aldığı toplumsal ortam cennete
dönüşecek, âhiretteki cennetin temellerini burada atacaklardır.
Vahyi, aklı, düşünceyi, bilgiyi
ve sabrı hayata geçiremeyenler bu dünyayı kin ve düşmanlık cehennemine
döndürmektedirler.
Kötülükle mücadele verecek olan
malzeme bazan iyi bir söz, bir kitap, bir işaret, bazan da bir davranış
olabilir.
3. "İşte bu dünyanın sonu bunlar içindir." Bu âyetin
başka bir meali de şöyledir: "İşte onlar var ya, dünya yurdunun sonu
sadece onlar içindir." Veya "İşte, âhirette erişilecek olan nihâî
huzur böylelerine özgüdür." Bu ifadeyle ilgili olarak çeşitli mealler
yapılmaktadır, ama biz yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 22'nin bu kısmında yer
alan kelimelere ayrı ayrı açıklama getirerek neyin scasdedildiğini anlamayı
kolaylaştıracağız.
klkJjî ülâike "bunlar"
denen kişiler, Yüce Allah'ın Hz. Peygam-ber'e indirdiği vahyin hak olduğunu
bilen, ona inanan, selîm aklı ile düşünen, ahde vefa gösteren, antlaşmasını
bozmayan, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştiren, Allah'a saygı
duyan, hesabın kötüsünden korkan, Allah rızası için sabreden, namazı gereği
üzere kılan, Allah'ın «erdiği rızıktan gece gündüz dağıtan ve kötülüğü iyilikle
savan müzminlerdir. Bu eylemlerde, aklın, gönlün etkisi olduğu kadar, ahlâkî
davranışlar da yer almaktadır.
'ukbâ kelimesini bütün otoriteler
"akıbet, yani sonuç, netice, "er şeyin sonu" anlamında
değerlendirmişlerdir. ed-dâr da
"yurt, dünya" demektir.
Dolayısıyla ukbe'd-dâr ifadesi de, "bu dünyanın sonu, yani âhiret
yurdunun ödülü" mlamına gelmektedir. Demek ki, yukarıda sıralanan amelleri
hayata geçirenler nihâî ödüle, âhiret yurduna sahip oluyorlar.
Ra'd 22'nin sonundaki "İşte
bu dünyanın sonu tunlar içindir" ifadesini şu âyetlerle
manalandırabiliriz:
a) "Yeryüzünde iyi kullarım vâris olacaktır" (Enbiya 21/105).
b) "İşte, asıl bunlar Firdevs'e vâris olacaklardır" Mü
"minûn 23/11).
Demek ki, dünya iktidarı ve
âhiret yurdunun mirası gerçek müminlerindir. Ra'd 25. âyetin sonunda "kötü
yurt onlarındır" denirken 'bunun zıttı 22. âyetin sonundaki 'ukbâ
kelimesi, "iyi sonuç" anlamına ılınabilir"Yurdun kötüsü de
onlara" derken kötü, iyi. sû' kelimesi ile ifade edilmektedir. O zaman
'ukbâya da "iyi sonuç" manası verilebilir ve âyete "yurdun
iyisi onlaradır" şeklinde anlam verilebilir. Demek ki bir "iyi
yurt", bir de "kötü yurt" vardır.
Aslında 23 ve 24. âyetler
"iyi yurt" hakkında bilgi vermektedir.
4. "Adn cennetleri bunlar içindir. Atalarından, eşlerinden,
zürriyetlerinden iyi olanlarla oraya gireceklerdir. Melekler ise her kapıdan
yanlarına sokulurlar. 'Sabrettiğiniz için selâm size. Ne güzeldir şu sonsuzluk
yurdu!' (derler)."
a) Dünya yurdunun sonu, derken yurt olarak nitelendirilen yer 'adn
cennetleridir, adn kelimesi, "bir yerde kalmak, bir yeri vatan edinmek,
bir şeyleri korumak, devamlı olarak saklamak" anlamına gelen 'adene fiilinden
gelmektedir. Kur'ân'da 11
yerde geçen 'adn kelimesi, "cennet bahçeleri"
demektir. 'Adn kelimesi, "sevinç" veya "haz" anlamını da
taşımaktadır.
'Adn cennetleri, "sonsuz
mutluluğun, esenliğin yaşandığı cennetler" anlamına gelmektedir.
Unutulmamalıdır ki, Yüce Allah bu cennet çeşidini, dünyevî kavramları
kullanarak bize anlatmaktadır. Sâd sûresinin 50. âyetinde 'adn cennetlerinin
özelliklerinden biri, kapılarının ardına kadar açık olması diye
gösterilmektedir.
Diğer taraftan güzel meskenler
vardır (Tevbe 9/72); altlarından ırmaklar akıyor (Nahl 16/31); oraya girenler,
altın bilezikler ve incilerle süslenecek, ipek elbiseler giyeceklerdir (Fâtır
35/33); 'adn cennetine girenler orada koltuklara yaslanıp kurulur; meyve ve
içecekleri isterler. Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine
yaşıt güzeller vardır (Sâd 38/51-52).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd
23'te de 'adn cennetlerinin şu özellikleri yer almaktadır:
b) "Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden iyi olanlarla
oraya gireceklerdir." Demek ki üç nesil orada bir araya gelecektir. Baba,
evlat ve torunlar. 'Adn cennetine gire-cek şekilde davranış üreten bir kişinin
yanma, baba ve çocukları da verilecektir. Buradaki şart onların da iyi ameller
işlemiş olmalarıdır.
c) "Melekler ise her kapıdan yanlarına sokulurlar.
'Sabrettiğiniz için selâm size. Ne güzeldir şu sonsuzluk yurdu!'
(derler)." 'Adn cennetlerinin diğer bir özelliği de her kapıdan
meleklerin onları ziyaret etmeleri, onlara selâm vermeleri, oraya niçin
geldiklerini açıklamalarıdır. İşte bu esnada melekler onlara: 'Sabrettiğinizden
dolayı bu cennetlere girdiniz', diyeceklerdir.
Vahyi anlayıp inanmak, aklını
kullanıp düşünmek ve ardından Ra'd 20-22. âyetler arasında yukarıda sıralanan
amelleri hayata geçirmek bir sabır işidir. Bu sabrın karşılığı da 'adn
cennetleridir ve orada meleklerin ziyareti ve selâmlarına muhatap olmaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Ra'd 19-24. âyetler arasında işlenen, "ilâhî vahyi bilmek ve selîm aklını
kullanarak düşünme"nin neticesinde insanın ya da mü'minlerin sergilediği
davranışlar 'adn cenneti ödülü ile karşılanacaktır. Bu âyetler grubunda beyin
ve gönüldeki oluşumlardan davranışlara ve oradan insana şeref veren büyük ödüle
giden çizgi anlatılmaktadır. Hangi bilgi, düşünce ve inançla hangi davranışlar
üretilirse hangi ödüle varılacağı burada anlatılırken, Yüce Allah işi beyin ve
gönülden başlatmaktadır. Bu demektir ki bu dünyanın önemi, öteki dünyada elde
edilecek büyük ödülün alt yapısını temin etmiş olmasıdır.
Âyetler hem sosyal ahlâkı ele
almakta hem Allah ile olan ilişkilere ışık tutmakta hem de aklı kullanıp
düşünerek ilâhî vahye iman etmenin önemini vurgulamaktadır.[24]
25. Allah'a verdikleri sözü, onu
antlaşma haline getirdikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği
şeyi bitiştirmeyenler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara gelince, böyleleri
için lanet vardır ve yurdun en kötüsü de onların olacaktır.
a) Bu âyet. Ra'd 20'nin gündeme getirdiği imânî, aklî ve ahlâkî
davranışın tersi davranışı ele almaktadır. İlâhî vahyin ve aklın tabiatı gereği
insanın sergilemesi gereken davranış, Allah'a karşı verdiği sözü yerine getirip
yaptığı antlaşmayı bozmamaktır.
25. âyette Allah'a verdiği sözü
bozanın, onu antlaşma haline getirdikten sonra ona uymayanın durumu ele
alınmaktadır. Olumlu davranış önce; olumsuzu sonra açıklanmaktadır.
b) "Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi
bitiştirmeyenler." 21. âyette bitiştirmenin ne olduğunu açıkladık. Burada
bu ilâhî emri yerine getirmeyenler gündeme getirilmektedir. Bu insanlar,
ayrılıkların, bölünmelerin ve düşmanlıkların adamı olmakta ve ayrılıkları kendi
psikolojik yapılarında yaşadıkları gibi, sosyal hayatta ve milletlerarası
ilişkilerde de yaşamaktadırlar.
c) "Ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar." Ayrılıkların
peşinde koşanlar, insanların onuru olan birlikberaberliği ortadan kaldırarak
bozgunculuk yapmış olurlar. Kendi psikolojik yapılarındaki ayrılıklar arada
kalan tüm toplumu ve insanlığı sararlar. Kendi içle- rindeki tefrika
hastalığını, yaşadıkları topluma, oradan da tüm insanlığa bulaştırırlar.
d) "Böyleleri için lanet var. Yurdun en kötüsü de onların
olacak."
Yüce Allah, kendisine verilen
sözü bozanları, bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirmeyip yeryüzünde
bozgunculuk yapanları lanetlemek-tedir. Onlara hem bu dünyada hem de âhirette
lanet vardır. Yüce Allah, onları kendi lütfundan ve insan onuruna yakışan bütün
iyiliklerden uzak tutmaktadır.
Diğer taraftan cehennemi de
onlara yurt olarak ayin etmektedir.
19-24. âyetler arasında iyi
amelleri yerine getirenlere en iyi yurt verilirken ve 25. âyetin sonunda bu
amellerin tersini yapanlara en kötü yurt sunulurken, Yüce Allah bir "ritim
psikolojisi anlatımı"na girmektedir. Önce mutluluk, sonra azap ve ızdırap
meydana getiren durumlar gündeme getirilmektedir. Önce ferahlık, sonra gerilme
psikolojisi oluşturulmaktadır. Genelde Yüce Allah, Kur'ân'da cehennemi
kullandığı yer-ie hemen cenneti; cenneti andığı yerde hemen cehennemi gündeme
getirmekte, iki farklı motifle iki ayrı psikolojik durumu meydana getirmekledir.
Onun için din görevlileri vaazlarında devamlı cehennem üzerinde r-rurlarsa
gerilim psikolojisi meydana getirip insanları dinden soğuturlar.[25]
26. Allah dilediğine rızkını
bollaştınr da, daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında
dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.
Bu âyetin, öncesi ve sonrası ile
ilgisi yokmuş gibi bir durumu var. Ancak içeriğinin önceki âyetlerden 25.
âyetle alakası olduğu görülmektedir. Şu soruyu sorduğumuz zaman bu ilgiyi
tespit etmemiz mümkündür: İnsanlar niçin Allah'a verdikleri sözü ve yaptıkları
antlaşmayı bozarlar; bitiştirilmesini emrettiği şeyleri bitiştirmezler ve
yeryüzünde bozgunculuk yaparlar? İşte bu sorunun cevabı olarak 26. âyete
gidebiliriz.
1. Bu insanların, rızkın kaynağı ve dağılımı konusunda sağlam bir
bilgileri yoktu. Rızkın kaynağında Allah olduğundan, insanlara dağıtım
sistemindeki kuralı da Allah koymaktadır. Kimine bol verir, kimine daraltır.
Rızkını bol verdiği veya daralttığı insanlar bir imtihan içindedirler. Bu
imtihanın nasıl olduğunu Yüce Allah Fecr sûresinde anlatmaktadır.
"Fakat insan, Rabb'i
kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nimet verdiğinde; Rabb'im
bana ikram etti, der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise: Rabb'im beni
önemsemedi, der" (Fecr 89/15-16).
Rızkı bol olduğundaki konuşması
ile daraldığındaki konuşması a-rasındaki fark bu kişinin imtihanı kaybettiğinin
delili olmaktadır. Diğer taraftan ikram ile daraltmanın birer imtihan olduğu da
burada anlatılmaktadır.
Bu imtihanın diğer bir boyutu da
rızkı bol olanın rızkı dar olana yardımda bulunup bulunmayacağına, fedâkârlıkta
bulunmak ya da paylaşım gibi erdemli bir hareketi hayata geçirip
geçilmeyeceğine bakmaktır. Çünkü Yüce Allah gönderdiği vahy ile insanlarla
yaptığı antlaşmada "infak etmek", bir madde olarak yer almaktadır.
Meselâ: Bakara 83'de İsrâiloğulları ile yapılan antlaşmada, fedakarlık,
paylaşım yani infak bir
madde olarak konmuştur. Bu durum
aynı şekilde Ra'd 22'de de yer almaktadır.
İşte Allah ile yaptıkları
antlaşmayı bozanlar infak etmeyenler, paylaşım gibi yüce bir değeri hayata
geçirmeyenlerdir.
Diğer taraftan rızkı Allah
vermediğine, onu kendisinin kazandığına inanan insan da imtihanı kaybetmiştir,
"Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini
unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de fakirlere yardımda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk yapma, çünkü Allah, bozguncuları sevmez. Kârûn: 'O
servet bana bilgim sayesinde verildi' demişti" (Kasas 28/77-78). Servetini
kendi bilgisi ile kazandığını söylemekle Kârûn, rızkın kaynağındaki ilâhî
takdiri görmezlikten geldi. Bu da onun sonunu hazırlamış oldu.
2. Sahip olduğu ekonomik değerin kaynağında ilâhî takdirin olduğuna
inanmayan ve fakirin elinden tutmayan, paylaşım gibi yüce değeri hayata
geçirmeyen insanın psikolojisini Yüce Allah şöyle analiz etmektedir.
"Onlar dünya hayatı ile sunardılar." Rızkın bol verildiği insanların
sergiledikleri davranışlardan biri budur. "Şımarma" pek çok yanlış
davranışın sebebi olan bir psikolojik durumdur. Paylaşımı engelleyen sebep
şımarıklık; şımarıklığın sebebi de kaynağı unutulan bol servettir. Servetini
kendisi kazandı diyerek kendini müstağni gören insan şımarır ve infakı göz ardı
eder.
3. Yüce Allah bu hatalarına rağmen onları bilgilendirmektedir:
"Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey
değildir." Geçici fayda denen £bi meta', "avuntu, bir geçimlik,
küçük bir nimetlenme, geçici bir zevk, bir yol azığı"dır.
Yüce Allah âhiret ile dünya
hayatını mukayese etmekte ve ikisinin sahip olduğu değeri anlatmaktadır.
Paylaşım, fedâkârlık yani infakın, âhiret yurdu için manevî bir getirişi olduğu
halde onu gerçekleştirmemek, serveti ile şımarmak dünya hayatına tanrı olarak
sarılmaya neden olacaktır. İnsanın daha değerli, daha uzun süreli ve daha
kalıcı olan birhayatı, çok kısa bir dünya hayatına feda etmesi hem ilâhî vahye
hem de aklın doğasına ters düşmektedir. Bu durum hem ilâhî laneti getirir hem
de yurdun en kötüsünü.
Demek ki din eğitimcileri, dünya
ve âhiret dengesini iyi şekilde kurarak öğretim yapmalı, rızkın kaynağını, onu
bol bol veren ve daraltan hakkında tutarlı ve vahye dayalı açıklamalar
getirmelidirler.[26]
İnkâr edenler: 'Rabb'inden ona
bir mu'cize indirilmeli değil miydi?' derler. De ki: 'Doğrusu, Allah dileyeni
saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola iletir.
Bunlar, iman edenler ve gönülleri
Allah 'in zikri ile doyuma ulaşanlardır. Bilesiniz ki kalpler, ancak Allah 'ı
anmakla doyuma ulaşır.
İman edip iyi işler yapanlara ne
mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.
1. 27. âyette kasdedilen
kâfirler Hz. Peygamber zamanında yaşayan inkarcılardı. Onlar, Hz. Mûsâ ve Hz.
îsâ gibi Hz. Muhammed'den de mu'cizeler getirmesini istediler. Diğer taraftan
Kitap Ehli de ondan mu'cize istiyordu. "Kitap Ehli senden, kendilerine
gökten bir kitap indirmeni istiyor" (Nisa 4/153). Mu'cize istemek, onlar
için bir iyi niyet göstergesi değildi. Nitekim geçmiş peygamberler döneminde de
öyle oldu.
"Bizi mu'cizeler
göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu mu'cizeleri yalanlamış
olmalarıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mu'cize olmak üzere bir dişi deve
vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve ) bu yüzden zâlim oldular.
Oysa biz mu'cizeleri ancak korkutmak için göndeririz" (İsrâ 17/59).
Geçmiş kavimlere gönderilen
mu'cizelerin yalanlanmış olmaları, Hz. Peygambere gönderilecek mu'cizelere de
engel olmuştur. Onların mu'cizeleri yalanlamaları veya o mu'cizeye bir kötülük
yapmaları, helak olmalarına sebep olmuştur. Yüce Allah Araplara mu'cize
gönderip onlar da aynı tavrı takınsalardı, helak olmakla yüz yüze geleceklerdi.
Aynı zamanda Arap kâfirlerinin
mu'cize istemelerinden asıl maksat, iman etmek değildi. Mu'cize geldiği halde
ona inanmamak, bir çeşit mu'cizeye hakaret olacaktı. Onun içindir ki, Yüce
Allah onların isteklerine uymayıp şöyle cevaplandırmıştır:
2. "De ki: Doğrusu, Allah dileyeni saptırır, kendisine
yöneleni de doğru yola iletir." Yüce Allah insanların istek ve yönelişlerine
göre onlara hidâyeti nasib edeceğinin cevabını vermiş ve bunu Hz. Peygamber
vasıtasıyla mu'cize isteyenlere fietmiştir. Mu'cize göndermekten ziyade insanın
gönlünde oluşan istek :ike olarak alınmaktadır. Yüce Allah hidâyetin temeline,
kulunun gönendeki oluşumu koymaktadır.
a) "Allah dileyeni saptırır." Âyetin bu kısmında zeçen ,
men yeşâu "dileyen kimse" ifadesindeki yeşâu "":lininin failinin Allah
olduğunu söyleyen müfessirler vardır. Bazıları da insan olduğunu
söylemektedirler. Bize göre bu fiilin faili Allah insan olduğunu
söylemektedirler. Bize göre bu fiilin faili Allah değil, insan olmaktadır. Biz
ikinci gurubu tercih ediyor ve tefsirimizi bu meal üzere sürdürüyoruz. Bu da şu
demektir: Allah kendiliğinden kulunu saptırmaz. O zaman haksızlık olur. Yüce
Allah sapıklığı dileyeni saptırır. Çünkü temel kural şudur: "Kötülüğü kul
ister, Allah yaratır; iyiliği hem kul hem Allah ister, Allah da yaratır."
Sapıklığı isteyeni Yüce Allah
niye engellemiyor da, onun isteğini yerine getiriyor? İşte bu sorunun cevabı
oldukça zor görünüyor. Konuyu bir misal ile anlatmayı, yani cevaplamayı uygun
buluyoruz. Öğrenci çalışıp dersi öğrenmediği için öğretmeni ona zayıf
vermektedir. Aslında öğretmeni ona iyi de verebilirdi, ama o zaman çalışmanın
ve imtihanın önemi kalmayacaktı. Bir öğretmen, öğrencisinin imtihan sorularını
kendisi cevaplandırarak öğrencisinin iyi almasını da sağlayamaz. Bu durum da
aklın ve imtihanın doğasına aykırı olmaktadır. Diğer taraftan öğretmenin
soruları cevaplandırması ve çalışmayana iyi not vermesi, çalışan ve emek sarf
eden öğrenciler için haksızlık olacaktır, yani adalet çiğnenmiş olacaktır.
İşte Yüce Allah kötülüğü
isteyenin bu isteğine mani olsaydı, iyiliği dileyene haksızlık olacağı gibi,
dünya hayatının imtihan oluşuna da ters düşecekti.
Yüce Allah kulunun serbest
irâdesine, dilemesine; özgürlüğüne müdahale etmiyor. Etmiyor ki, ileride
özgürce seçiminden onu sorumlu tutabilsin. Sorumluluk, özgürce seçim; yani
serbest irâdenin üstüne o-turmaktadır.
b) "Kendisine yöneleni de doğru yola iletir." Â-yetin bu
kısmında yer alan men enâbe ifadesindeki ou enâbe fiilinin faili de insana
gitmektedir. Allah'a yönelme eylemini gerçekleştiren insandır. Yönelme işi de
gönülle alakalı bir iştir. Allah'a yönelmek, aslında insanın gönlünde meydana
gelen köklü değişimin adıdır ve şirke, inkâra akan gönül güzergâhının tam
tersine akmaya başlamasıdır. İşte kulun gönlünde meydana gelen, bütün benliği
ile Allah'a yönelme eylemi Yüce Allah'ın hidâyetini davet etmektedir. Kulun
gönlündeki yönelişi Yüce Allah tescil etmektedir. "Allah'a
yönelmek", aynı zamanda "tövbe etmek" anlamına da gelmekte,
sahte tanrıları bırakıp Allah'a yönelmek gibi yanlışlardan tövbe edip Allah'a
yönelmeyi ifade etmektedir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
Allah'a yönelip ilâhî hidâyeti alan bu insanların özelliği nedir? Sorunun
cevabını bir sonraki âyet vermektedir.
3. "Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikri ile doyuma
ulaşanlardır."
a) "İman edenlerdir." Allah'a yönelen insan, ilâhî
hidâyetin köklü değişimi denen imana ulaşmaktadır. Tabii ki onu imana ulaştıran
Yüce Allah olmaktadır. Çünkü enâbe yani "yönelme"nin ilk belirtisi
tâğûtu :nkâr etmektir. Onun içindir ki Bakara 256'da: "Kim tâğûtu inkâr
edip Allah'a inanırsa" ifadesi yer almaktadır. Demek ki, mü'min insan önce
aşka varlıkları inkâr eder, sonra inanır. Yani önce tâğûtu inkâr eder, ılğûtun
kâfiri olur, sonra iman eder. Tâğût, "Allah'tan başka sahte tan
rılar" yani, "kulu Allah'tan uzaklaştıran her şey" demektir ve
bu sahte :annlar gönülden çıkmadıkça iman oraya girmez.
İşte Allah'a yönelmenin bir
anlamı da gönlü sahte tanrılardan temizlemektir. Gönlünü sahte tanrılardan
temizleyip iman eden insan Allah'ın hidâyetini almış demektir.
b)"Gönülleri Allah'ın zikri ile doyum noktasına
ulaşanlardır." Bu insanlar, iman basamağında kalmıyor, devamlı gelişimle
gönüllerini doyum noktasına ulaştırıyorlar. Bir taraftan nefis, diğer taraftan
da gönül doyum noktasına ulaşınca akıl, gönül ve nefis birleşiyor ve böylece insan
iç âleminde tevhîde ulaşıyor.
Doyum noktasına Allah'ı
zikretmekle ulaşılmaktadır. Zikretmek birinci derecede düşünmeyi ifade
etmektedir. Her an, Allah'ı düşünen insanın gönlü manen gelişmektedir. Allah'ı
düşünmek her an O'nu yanında hissetmektir. Bütün işlerinde "Rabb'im beni
görüyor" diyerek kendini kötülüklerden uzak tutan insanın gönlü gelişmenin
basamaklarında mesafeler alıyor demektir. Allah'ı zikretmenin onları doyuma
ulaş-urmasının etkinlikleri Enfal 2'de ele alınmaktadır.
"Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman
yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını
arttıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir."
Demek ki Allah'ı zikretmek, kanın
kimyasını ve dolaşımını etkileyip maddî kalbin çalışma sistemini bile
değiştirmektedir.
"Zikir" Kur'ân'm bir
ismi olduğuna göre, Kur'ân okumak da bir zikirdir; namaz kılmak da bir zikirdir
(Tâhâ 20/14).
"Tatmin olmak", doyuma
ulaşmak, huzura ermek, iç acılardan kurtulmak, sükuna kavuşmak anlamına
gelmektedir. Gönül eğitimi için zikrin gerekliliğine işaret eden Ra'd 28.
âyet, akıl ile gönlün ve nefsin buluştuğu doyum noktası ve tevhidi
belirlemenin olmazsa olmazı olduğuna dikkat çekmektedir.
4. "İman edip de iyi işler yapanlara ne mutlu! Varılacak
güzel yurt da onlar içindir."
Yüce Allah. Allah'ı zikrederek
doyuma, huzura ve sükuna ulaşan kalplerin iman ettiğine ve bu imanın
davranışlara yansıdığına da işaret etmektedir. Demek ki iman ve doyum kalpte
kalmayacak, davranışların ilkeleri haline gelecek ve sonuçta davranışları
yönetip sosyal hayata gireceklerdir.
Yüce Allah Ra'd 27-29. âyetlerde,
inâbe, zikir, iman, iyi amel ve kalbin doyuma ulaşması gibi manevî oluşumları
bir oraya getirip bir sistem kurmaktadır. "Bütün benliğini Allah'a
yöneltme" anlamına gelen inâbe; "Yüce Allah'ı her an anıp
düşünmek" anlamına gelen zikir; "tevhid inancını kabullenmek"
anlamına gelen iman; "iç huzuru, doyuma ulaşmak" anlamına gelen
tatmin gibi oluşumlar kalple alakalıdır. Kalp bunları davranışlarımıza
ulaştırdığında olgun insan dediğimiz bir kimlik ortaya çıkmaktadır.
Bu manevî kimliği elde edenler
için Yüce Allah iki şey belirlemektedir:
a) Hoş bir hayat. Âyette geçen tûbâ kelimesi hakkında çeşitli
açıklamalar yapılmış ve bunun "cennette bir ağaç" olduğu
söylenmiştir. Bu tartışmalara ve izahlara girmeden, bunun "hoş bir hayatın
müjdesi" olduğunu söyleyebiliriz. En güzel yorumu İbn Abbâs yapmış ve
âyetin yorumunda: "Onlar için sevinç ve göz aydınlığı vardır"
demiştir .[27]
Sevinç ve göz aydınlığı dünya
hayatındaki hoşluğu, mutluluğu ifade etmektedir.
Demek ki insanın gönlü ile
mutluluğu bir hayat kurmaktadır. "Müjde", hoşluk, sevinç ve mutluluk
ağacını gönlünde dikiyor, oradan hayatına uzayıp gidiyor.
b) Varılacak yurt da onlar içindir. Bunun anlamı da "güzel bir
gelecektir." Bu gelecek güzel yurt da âhiret olacaktır. Sözkonusu
kişilerin dünya ve âhirette hoş bir hayatı olacaktır. Çünkü güzel yurtta
yaşamakda güzeldir, hoştur ve mutluluk vericidir. Demek ki Allah'a yönelen gönül,
Allah'ı zikreden ve doyum noktasına ulaşan gönül, iman edip iyi ameller
üretmeye neden olan gönül âhiret yurdunu da güzelleştirmekte, mutluluk ağacının
dallarını da oraya uzatmaktadır. İşte bu gönül, dünya ve âhireti üzerinde
taşıyıp oradaki hayatı cennete çevirmektedir.[28]
30. Biz böylece sana
vahyettiğimizi onlara okuman için seni, kendilerinden önce bir çok milletler
geçmiş olan bir millete gönderdik. Oysa, onlar Rahman'ı inkâr ederler. De ki:
'O benim Rabb'imdir. O'ndan başka tanrı yoktur. O 'na güvenirim ve dönüşüm de
O 'nadir.'
31. Eğer, Kur'ân ile dağlar
yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı, (kâfirler
yine inanmazlardı). Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İnananlar hâlâ
anlamadılar mı, Allah dilerse, bütün insanları yola getirebilirdi? Allah'ın
sözü yerine gelene kadar, yaptıklarından ötürü, inkâr edenlerin ya başlarına
yahut evlerinin yakınına düşecek bir vurucu felâketin gelmesi kaçınılmazdır.
Doğrusu, Allah verdiği sözden caymaz.
Ayetlerin analizinden
çıkaracağımız neticeler olacaktır:
"Biz böylece sana
vahyettiğimizi onlara okuman için seni, kendilerinden önce bir çok milletler
geçmiş olan bir millete gönderdik."
a) Hz. Peygamber'in görevlerinden biri Allah'ın ona vahyettiğini
okumaktır. Zaten Hirâ mağarasında gelen ilk vahyin emri "okumak"
olmuştur. Orada kra' "oku" emri verilirken burada ne için peygam- ber
olarak gönderildiği açıklanmakta ve "onlara okuman için" denmektedir;
dolayısıyal hem peygamberliğinin amacı belirlemekte hem
de görevi tesbit edilmektedir.
Buradaki litetlüve "tilâvet" kelimesi, hem okumayı hem de öğretmeyi
ifade etmektedir. Tilâvetin içinde tebliğ etmek manası da vardır. Çünkü tebliğ,
yani mesajı insanlara ulaştırabilmek için onu okumak, öğrenmek ve öğretmek
gerekiyor.
Okuyup anlatmak, öğretmek ve
ilâhî mesajı ulaştırmanın amacı ne olabilir? Böylece âyette amaç içinde amacın
olduğunu fark ediyoruz.
b) "Kendilerinden önce bir çok milletler gelmiş olan bir
millete." Demek ki, Hz. Peygamber'in toplumundan önce milletler gelmiş,
onlara da peygamberler gönderilmişti. O milletler, peygamberlerini
dinlemediklerinden ve hayatlarında yapmaları gereken köklü değişimi
yapmadıklarından dolayı helak oldular. Yüce Allah bu cümle ile aslında şunu
bildirmek istiyor: Seni gönderdiğim toplum da helak olmak üzeredir. Onların
helakini önlemenin yolu eğitimden geçmektedir. Sen de benim vahyimi onlara
okuyup anlatacak ve öğreteceksin. Bu öğrenim onları helaktan kurtaracaktır.
Çünkü Yüce Allah bir milleti
uyarmadan, ona öğretim yapmadan yani onları bilgilendirmeden helak etmez.
"Gerçek şu ki: Halkı gafil yani habersizken Rabb'in haksızlık ile ülkeleri
helak edici değildir" (En'âm 6/131).
Böylece Yüce Allah ilâhî vahyin
öğretimi ile yapılacak bilgilendirmenin toplumların çöküşünü önleyecek bir
nitelik taşıdığına dikkat çekmektedir. Şûra 52'de Kur'ân'ın "ruh"
olduğu söylenmektedir. Demek ki Kur'ân öğrenildiğinde ve toplumun hayatına
girdiğinde o topluma can vermektedir. Can alan bir toplum da helak olmaz.
Diğer taraftan âyetin bu kısmı,
peygamberlik müessesesinin zincirleme bir süreç meydana getirdiğine de işaret
etmektedir. Hz. Peygamber" den önce gelen milletlere de peygamber
gönderilmiş ve bu gönderiş süreklilik arz etmiştir.
"Sonra biz peyderpey
peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir millete peygamberlerinin geldiği her
defasında, onlar bu peygamberleri yalanladılar, biz de onları birbiri ardından
yok ettik ve onları ibret olgularına dönüştürdük. Artık iman etmeyen kavim
bizden uzak olsun!" (Mü'minun 23/44).
2. "Oysa onlar Rahmân'ı inkâr ederler. De ki: 'Ö, benim
Rabb'imdir. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na güvenirim ve dönüşüm de
O'nadir."
a) Hz. Muhammed'in gönderildiği toplum, Rahmân'ı inkâr ediyordu.
İnkâr psikolojisi onlan helake doğru götürüyordu. Nitekim Hz. Peygamber onlara
bu yanlışlarını hatırlatınca şöyle dediler:
"Onlara: 'Rahmân'a secde
edin!' denildiğinde: 'Rahman da neymiş! Bize emrettiğin şeye secde
eder miyiz hiç!' derler ve bu emir onların nefretini arttırır" (Furkân
25/60).
Kâfirler, Hz. Peygamber'den önce
inkâr ettikleri gibi, onun zamanında da inkâr ediyorlardı. Onların böylesine
bir inkâr psikolojisi içinde olmalarının sebebi eğitimsizlik olduğundan, bir
eğitimci olarak Hz. Peygamber onlara gönderildi.
b) Onların bu inkârına karşılık Yüce Allah, Hz. Peygamber'e onla
ra karşı nasıl davranacağını ve onlarla nasıl konuşacağını öğretmektedir.
i. "De ki: O benim Rabbimdir." Burada Rabb sıfatının
söylenmesi, gündeme getirilmesi manidardır. "Yaratan, besleyip büyüten,
terbiye eden, yol gösteren" manasına gelen bu sıfat insanlara öğretilmektedir.
ii. "O'ndan başka tanrı yoktur." Önce Yüce Allah'ın Rabb
sıfatı gereği yaptıkları anlatıldıktan sonra, O'nun tekliği ele alınmaktadır.
Yüce Allah'ın Rahman, yani rahmetin kaynağı olması, bütün kâinatı ve onun
içindeki varlıkları yaratması, besleyip büyütmesi ve onları eğitmesi tekliğini
gerekli kılmaktadır. Allah'ın tekliği, hem yaptıklarının hem dinin hem de aklın
gereğidir.
iii. "O'na güvenirim." Rahman, Rabb ve tek olan Allah'a
tevekkül, yani güvenmek zorunludur. Kulların iç ve dış sorunlarını çöze-
cek olan O'dur. Bu nedenle O'nu
vekil edinmek gerekiyor. Böylece halka tevekkül konusunda da ders
verilmektedir.
iv. "Dönüşüm de O'nadır." Âyetin son kelimesi metâbdır ve
"tövbemi sunarım" anlamına gelmektedir. Tövbe de "dönmek",
yani "Allah'a dönmek" demektir. Metâb ile inâbe arasında mana
benzerliği vardır. "Yönelmek" manasına gelen 27. âyetin sonundaki
enâbe kelimesi, 30. âyetin sonundaki metâb ile "tövbe edip yönelmek"
manalarında buluşmaktadır.
'Rabb'imdir, tektir, O'na
güvenirim ve O'na yönelirim' şeklindeki Hz. Peygamber'in onlardan
istediklerine, öncelikle kendisinin inandığını ve bunları hayata geçirdiğini
ifade etmektedir. Geçmiş toplumlar bu öğretileri kabul etmediğinden helak
oldular. Hz. Muhammed bunları topluma ve geleceğin insanlığına öğreterek helak
olmalarını önlemiş olmaktadır. Demek ki, doğru bilgi ve doğru imanın olduğu ve
bunların hayata geçirildiği toplum helaktan kurtulmaktadır.
3. "Eğer Kur'ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış
yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı (kâfirler yine inanmazlardı)."
Ra'd 31. âyetin ilk bölümü olan
bu ilâhî cümlenin iniş sebebi şöyledir: Müşrikler Hz. Peygamber'e gelmiş ve
ondan, dağların yürütülmesini, yerin parça parça edilmesini ve ölü babalarının
diriltilmesini istemişlerdi. Âyet onların bu istekleri üzerine indirildi.[29]
İbn Abbâs da benzer bir sebebi
anlatmaktadır: Kâfirler Hz. Pey-garnber'e: 'Eğer gerçek senin dediğin gibi ise
ölmüş babalarımızı bize göster de onlarla konuşalım. Bizi sıkmakta olan şu
Mekke dağlarını biz-ien uzaklaştır ve böylece alanı bizim için genişlet,'
dediler. Bunun üze-nne bu âyet gönderilmiştir[30].
Bu âyetin iniş sebebi olarak
anlatılan benzer bir olay da şudur: Mekkeliler, Mekke meydanında otururken Hz.
Peygamber gelip onlara İslam'ı tebliğ etmeye başladı. Bunun üzerine Abdullah
İbn Ümeyye el-Mahzûmî ona: 'Bizim için Mekke dağlarını yürüt ki yerimiz genişlesin.
Nehirler akıt ki ziraatçılık yapılım. Yahut ölülerimizi dirilt ki senin
söylediklerinin doğru olup olmadığını onlara soralım, -çünkü İsa, ölüleri
diriltti-. Yahut rüzgarları bizim emrimize ver, ona binip dolaşalım, -çünkü,
rüzgar Hz. Süleyman'ın emrine verilmişti-. Sen Rabb'in katında Süleyman'dan
daha değersiz değilsin.' Bunun üzerine Ra'd 31. âyet indirildi (Râzî, age,
XIII, 454).
Yukarıda belirtilen nüzul
sebepleri doğru olabilir. Onlar âyetin tarihsel boyutunu gündeme
getirmektedir. Onları kabul etmekle beraber, âyeti onların içine hapsetmemiz
doğru değildir. Önemli olan âyeti evrensel boyuta taşıyarak bütün nesiller
için bir ışık olacak çıkarımlarda bulunmaktır.
Âyetin bu kısmında, Kur'ân ile şu
mu'cizeler gerçekleştirilse bile inanmaya niyeti olmayanların inanmayacaklarını
buluyoruz:
a) "Dağlar yürütülmüş olsa." Kâfirler dağların yürütü
lüp yerlerinin genişlemesini istemişlerdi. Âyette, böyle bir mu'cize gerçekleşse
bile inanmayacaklarına dikkat çekilmektedir.
b) "Yeryüzü parçalanmış olsa." Bu mu'cize çeşidi daha
büyüktür. Onların gözünde maddî bir takım oluşumlar meydana gelse bile
inanmayacaklardı.
c) "Ölüler konuşturulmuş olsa." Ölülerin diriltilmesi
meselesi, âhiret inancı ile alakalı bir meseledir. Onların öldükten sonra
diriltilmeyi reddettikleri burada gündeme getirilmektedir.
Bu üç çeşit mu'cizeden her biri
veya hepsinin birden gerçekleştirilmesi, onların iman etmesini temin
etmeyecektir.
Bundan çıkaracağımız temel
ilkeler şunlardır:
i. Din eğitiminden istifade edemeyecek insanlar vardır. Bunların
üzerine titremeye değmez. Çünkü
bunların mu'cize istemelerinde samimiyet yoktur.
Kimin inanacağı veya kimin
inanmayacağını bizler tesbit edemeyiz; onu ancak Yüce Allah bilir. Yüce Allah,
Hz. Peygamber'in bile bunu bilmesinin imkansızlığı sebebiyle bu âyetleri
göndermektedir. Kâfirlerin normal üstü isteklerinden bunu çıkarabilmemizi
temin için Yüce Allah bu açıklamayı yapmaktadır.
ıi. Kâfirlerin psikolojisi ve hakikati ispat için gönderilecek
mu'cizelere karşı tavırları şu âyetlerde de açıklanmaktadır:
"Kendilerine bir mu'cize
gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a yemin
ettiler. De ki: 'Mu'cizeler ancak Allah kalındandır.' Ama mu'cize geldiğinde de
inanmayacaklarının farkında mısınız?" (En'âm 6/109).
"Eğer biz onlara melekleri
indirseydik, ölüler de onlara konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına
getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi, fakat çokları
cehalet üretiyorlar" (En'âm 6/111).
4. "Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâlâ
bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi?"
a) Bütün işlerin Allah'a ait olduğunu açıklarken öncelikle yorumunu
yapmakta olduğumuz Ra'd 31'i dikkate almamız gerekiyor. Allah Teala dilerse
dağları yürütür, yeri parçalar ve ölüleri konuşturur. Bu durumlar O'nun
kudreti dahilindedir. Bu mu'cizeleri hayata geçirmiyor diye, gücünün onlara
yetmediğini düşünmek ve söylemek doğru değildir.
Âyetin bu kısmını 27-29. âyetlere
bağlı olarak da açıklayabiliriz: Kâinatın işleyişi ve insanların gönüllerindeki
oluşumların tamamı O'nun kudretindedir. İsterse bütün insanları hidâyete, yani
doğru yola iletir ve iman ettirebilir. Ama O'nun iman ettirmesi, dünya
hayatının imtihan olmaktan çıkması demektir. Hidâyete getirmesi, kulunun irâdesinin
tecelli etmesini beklemesi de O'nun bir işidir. Neyin, ne zaman, nerede ve
nasıl olacağını O belirlemektedir.
b) "îman edenler hala bil-mediler mi ki Allah dileseydi bütün
insanları hidâyete erdirirdi?" Âyetin bu kısmında geçen yey'es kelimesini
müfessirler "bilmek" manasına almışlardır. Delil olarak da bu
kelimenin, Naha kabilesinin lehçesinde bu anlamda kullanıldığını
göstermektedirler. Mücâhid, Hasan el-Basrî, Katâde bu manayı vermişlerdir.[31]
Bilmek, yani bilgi bir tecrit,
yani soyutlama işlemini gerçekleştirmektedir. Bilmekle biz bilinmezliği
ortadan kaldırıyoruz, onu dışlıyoruz, soyutluyoruz. Bu soyutlama işlemi beyinde
oluyor ve bilinmezliklerden ümidimizi tamamen kesiyoruz. Çünkü bilgide kesinlik
vardır. Bilgi, o-lumsuzlukla ilgili bütün ümitleri kesip atar. Onun için
âlimler bu kelimeye "bilmek" manasını vermekte haklı idiler.
İman edenler neyi bilecekler?
Âyetin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır:
"Allah dileseydi bütün
insanları hidâyete erdirirdi."
i. "De ki: Kesin delil, ancak Allah'ındır. Allah dileseydi
elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'âm 6/149).
ii. "Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette
iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yûnus
10/99).
Kesin delil Yüce Allah'ın kudretinde
olduğuna göre, isterse bütün insanları hidâyete, yani doğru yola iletip iman
ettirdi. İkinci âyette de bunun bir zorlama olacağı gündeme getirilmektedir.
Bunu nasıl açıklarız? Yüce Allah insanı yaratırken ona cüz'î irâde ve seçme
özgürlüğü vereceğini takdir etmişti: Kendisi düşünecek, kendisi karar verecek,
kendisi özgürce seçecek bir varlık olacaktı. Böyle bir varlık yaratması da Yüce
Allah'ın takdiri dahilindedir.
Bu nitelikte yarattığı bir
varlığa zorla iman ettirip doğru yola sokmasının doğru olamayacağının kanununu
da yine kendisi koydu. İşte bu âyetlerle yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 31'i
bir araya getirdiğimizde Yüce Allah'ın kendisinin koyduğu kanuna uyduğunu
görüyoruz
ve bu neticeyi çıkartıyoruz. O,
bu kanuna Hz. Peygamber'in de uymasını istiyor ve bu kanunun iman edenler
tarafından da bilinmesini istiyor. İman edenlerin kesin olarak bilmesi gereken
kanun, iman etsinler diye Yüce Allah'ın, insanların tercihine, özgürce seçimine
asla müdahale etmeyeceğidir. Çünkü bu özgürlük kavramı ortadan kalkarsa ne iman
kavramı ne ahlâk ne de imtihan ortada kalacaktır; daha doğrusu insan olma
niteliği yok olacaktır. Temel kanun, irâdesi, seçme özgürlüğü ve karar verme
serbestisi olan varlığın insan olmasıdır. Yüce Allah iman, ahlâk gibi alanları
bu kanunun üzerine kurmaktadır.
Yüce Allah bu âyetleri niçin
göndermiştir? sorusunu cevaplandırmak için şöyle bir açıklama yapabiliriz:
Allah, tüm insanlığa, inanç özgürlüğüne baskı yapmamalarını ilke olarak
koymaktadır. Yüce Allah kendisinin bile bu özgürlüğe dokunmadığını söyleyerek,
insanların ona saygı göstermelerini, imânî ve ahlâkî alanı buna göre
düzenlemelerini ön görmektedir. Baskı ile gelen ahlâk, ahlâk değildir.
Hürriyetin ve özgürlüğün olduğu yerde iman ve ahlâk vardır. Beşerî hukukun bu
özgürlükler üzerinde oluşturulması, kanunların ona göre yapılması şarttır.
Özgürlükleri ortadan kaldırarak yaptırılacak herhangi bir davranış ahlâkî
olmayacağı için, bu durum, insanların köleleştirilmesinden başka bir şey de olmayacaktır.
İnsanlar bu temel kanunu bilmeli ve bunu din, eğitim, hukuk, siyaset, iktisat
ve ahlâk bilimlerine uygulamalıdırlar.
5. "Allah'ın sözü yerine gelene kadar, yaptıklarından ötürü,
inkâr edenlerin ya başlarına yahut evlerinin yakınına düşecek vurucu bir
afetin gelmesi kaçınılmazdır. Doğrusu, Allah verdiği sözden caymaz."
Âyetin bu kısmından varacağımız
neticeler vardır:
a) "Yaptıklarından ötürü." Bu ifadenin başındaki bâ harfi
"sebep" bildirmekte ve "insanların başına gelen belaların ve
cezaların sebebi kendi yaptıkları nedeniyledir" ilkesini ortaya
koymaktadır.
Demek ki, insanın yaptığı
eylemleri, başlarına gelen olumsuz olguların sebebi, yani oluşturanı, çağıranı
ve getireni olmaktadır. "Ne koyar- san tabağına, o gelir kaşığına"
tekerlemesi bunu net bir şekilde ifade etmektedir.
Yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi
içinde sosyal olayları ve olguları açıklamakta; sonuç olarak afetin gelmesini;
sebep olarak da insanlahrı eylemlerini göstermektedir.
b) "İnkar edenler." Âyette hem inkâr edenler hem de onların
yaptıkları gündeme getirilmektedir. Bundan şunu çıkartabiliriz: Kâfirlere gelen
belâ, inkâr etmelerinden dolayı değil de, yaptıklarından dolayı gelmektedir.
İnkâr eden insanların eylemleri
de farklı olmaktadır. İnkar insanın içinde kaldığı, eyleme dönüşmediği takdirde
bu şekilde ceza ve belaların gelmeyeceği, ama inkâr eyleme dönüştüğünde ve bu
eylem insanlara zarar verdiğinde belaya dönüşmekte olduğu ve cezayı alıp
geldiği ifade edilmektedir.
Çünkü bir önceki âyette inanç
özgürlüğünden bahsetmiştik. İnanç özgürlüğünün yanında bir de eylem özgürlüğü
vardır. Eylem özgürlüğünün bir sınırı vardır; o da başkasına zarar vermektir.
"Başkasına zarar verdiği an" eylem özgürlüğü özgürsüzlüğe dönüşür. Bu
özgürlüğü sınırlayacak hukuk yoksa Yüce Allah devreye girerek o özgürlüğü
çeşitli şekillerde sınırlandırmaktadır.
Başkalarının özgürlüğüne tecavüz
edip zarar veren inkarcıların cezası şöyle olacaktır:
Ansızın büyük bir bela başlarına
gelecektir. Gülle gibi, peş peşe gelen felaketlere âyette kâri'a denmektedir.
Bu cezanın kendi ülkelerinin başına gelme ihtimali olduğu gibi,
yakınlarında/komşu ülkede gerçekleşme ihtimali de vardır. Komşu ülkenin başına
böyle bir felaketin gelmesi de onlara ızdırap verecektir.
Netice olarak diyebiliriz ki, bu
ceza şeklinin yani kâri'anın "başka bir toplumun saldırısına
uğraması" şeklinde olacağı gibi bir tabiat olayının meydana getireceği
helak şeklinde de olabilir. Bu demektir ki, manevî değerleri savunanlara karşı
amansız bir tavır takınan kâfirlere Yüce
Allah sosyal felaketler, kardeş
kavgaları, karşılıklı haksızlıklar ve tecavüzler şeklinde ceza verebilir.
"Ülkenin sosyal, siyâsî,
iktisadî ve ahlâkî dengelerinin bozulması; ülkenin bunalıma girmesi"
kâri'a denen ceza şekli olabileceği gibi, "doğal afetlerin meydana
getirdiği ağır etkiler, şartlar" da olabilir. Çünkü Kâri'a sûresinde bu
kavram bu şekilde anlatılmaktadır:
Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın
ne olduğunu bilir misin? İnsanların, ateşin etrafını sarmış pervaneler gibi
olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştüğü gündür (kâri'a)" (Kâri'a
101/1-5).
Yüce Allah kâri'a ile kıyametin
kopuşunu anlatmakta; dikkat edilirse yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 31'de de
aynı kelimeyi felaket, bela ve ceza anlamında kullanmaktadır. Kâri'a
kelimesini Yüce Allah hem insanların durumu hem de tabiat düzeninin bozulması
açısından manalandırmıştır. Yani bu kelime, insanların şaşkın bir vaziyette
uçuşan pervaneler haline gelmesi, sosyal düzenin bozulması ve neticede insanların
ne yapacaklarını bilmemeleri haline gelmesi demektir. Siyâsî, sosyal, ekonomik
ve ahlâkî düzenin bozulması ile düşmana karşı koyamama, toplumun dirlik
düzenliği için çare üretememe, sosyal yaraların yama tutmaması, ameliyat
yapılıp dikiş tutmaması haline kâri'a denmektedir. Toplumda fertlerin
pervaneler, yani kelebekler gibi başı boş bir şekilde öteye-beriye koşuşması ve
bir çıkış kapısı bulamaması anma kâri'a denmektedir. Bu öylesine bir sosyal
beladır ki, yakınlara/komşu ülkeye gelse bile sarsıntısı o kâfirlere
yetecektir. Komşu ülkeye/yakınlara geldiğinde, kâfirce işler yapanların
gözleri önünde gerçekleşmesi daha ızdırap verici olacaktır. Çünkü kâfir, belayı
göz göre göre yaşayacak ve kaçma imkanı da olmayacaktır. Bu bir bakıma kıyamet
gelmeden kıyameti yaşamaktır. İşte inkâr psikolojisi ve onun getirdiği
eylemler bu şekildeki belaya dönüşmektedir.
Kâfirlerin, iman edenlere karşı
düzenledikleri kötü planlar, entrikalar, tuzaklar, hileler ve düşmanlıklar
onların başına sosyal veya doğal afet olarak çarpacaktır. Bu, Allah'ın
vaadidir. Kötülerle iyelerin mücadelesinde Yüce Allah iyilere yardım edeceği
için, kötüler kendilerini bir belanın içinde bulacaklardır. Çünkü Allah'ın
verdiği söz, "iyilerle kötülere engel koyacağı ve onların etkinliğini
ortadan kaldıracağı" şeklindedir.
i. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleri ile
savması olmasaydı, elbette yeryüzü bozguna giderdi. Lâkin Allah bütün
insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir" (Bakara 2/251).
ii."Onlar, başka değil, sırf: 'Rabb'imiz Allah'tır', dedikleri
için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım
insanları diğer bir kısım ile defedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde
Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler
yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere mutlaka yardım eder. Hiç şüphesiz
Allah, güçlüdür, galiptir" (Hacc 22/40).
İşte Yüce Allah, kendisine yardım
edenlere yardım edeceğine dair söz verdiğini bu ve buna benzer âyetlerde ilan
etmiştir. Kâfirlerin Hacc 40'a göre, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırarak
mü'minleri yurtlarından çıkarmaları Ra'd 31'de yaptıklarından dolayı kâri'a ile
cezalandırmaya girmektedir. İnanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak zulümdür.
Zulmeden toplumlar da ayakta duramazlar. Onlar kâri'a denen bela ile
karşılaşırlar.
c) "Doğrusu, Allah verdiği sözden caymaz." Allah Te'âlâ,
kendine yardım edenlere yardım edeceğine dair verdiği sözden caymayacaktır.
"Ey iman edenler! Eğer siz
Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz"
(Muhammed 47/7).
Diğer taraftan Yüce Allah, inkâr
edip inkâr çağrıştıran eylemlerde bulananların ülkesine veya komşu
ülkeye/yakınlara bela vereceği konusundaki sözünden de vazgeçmeyeceğini
vurgulamaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Yüce Allah sanki "bazı kâfirlere hangi mu'cizeyi getirirseniz getiriniz,
iman etmeleri mümkün değildir" demek-tedir. Onun için onlara din eğitimi
yapmanın veya baskıda bulunmanın bir anlamı ve etkisi de olmayacaktır. İnkâr
bile olsa inanç özgürlüğüne karşı saygı duymak gerekiyor.
Yüce Allah, mü'minlerin önlemekte
zorluk çektikleri kâfirlerin saldırısını, kendisi devreye girerek durdurmakta
ve onlara nasıl bir bela vereceğini açıklamaktadır. Böylece belaların altında
yatan sebebin kâfirlerin kötü eylemleri olduğuna da dikkat çekilmektedir.[32]
32. Andolsun, senden önceki
peygamberlerle de alay edildi de ben inkâr edenlere mühlet verdim; sonra da
onları yakaladım. Azabım nasılmış!
1. Bu âyetin önceki âyetlerle, yani 30 ve 31. âyetlerle bağlantısı
vardır. Kâfirler Hz. Peygamber'den alay edercesine mu'cizeler göstermesini
istediler: Mekke dağlarını yürütüp yerin genişlemesini, ölülerini diriltmesini,
rüzgarı emirlerine vermesini istemişlerdi. Bu isteklerinde iyi niyetli
olmadıklarını 31. âyette Yüce Allah anlatmış, 32. âyette de bunu alay etmek
için yaptıklarına işaret etmiştir. Bunu anlatırken Yüce Allah Hz. Peygamber'i
teselli de etmektedir. Onların yersiz, zamansız ve tutarsız istekleri elbette
Hz. Peygamber'i üzmüştü. Bu üzüntüsünü Yüce Allah, bu âyetteki açıklaması ile
gidermektedir.
2. "Andolsun, senden
önceki peygamberlerle de alay edilÖi." Alay edilmiş olmak, tüm
peygamberlere gösterilen olumsuz tepkilerden biridir.
a) "Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş; bu yüzden
onlarla alay edenleri alay ettikleri şey kuşatıvermişti" (En'âm 6/10).
b) "Onlara bir peygamber gelmeye dursun, hemen onunla alay
ederlerdi" (Hicr 15/11).
c) "İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimizi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için onların
cezası
cehennemdir" (Kehf 18/106).
d) "Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edildi; ama
onları alaya alanları, o alay konusu ettikleri şey kuşatıverdi" (Enbiyâ
21/41).
e) "Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya
alırlardı" (Zuhruf 43/7).
Peygamberler tarihinin olumsuz
manada dinamiklerinden biri "peygamberleri alaya" almak olmuştur.
Alayları, canlı bir varlık gibi kendilerini kuşatmıştır. Kuşatma onların
helakini hazırlamıştır. Âhirette de onlar cehenneme gideceklerdir.
3. "Ben inkâr edenlere mühlet verdim." Âyetin bu kısmında
geçen emleytü kelimesi "mühlet vermek" anlamına gelmektedir. Râzî'nin
dediği gibi imlâ', "hayvanlara otlakta bir müddet otlama imkanı verilmesi
gibi, kâfirleri de bir süre bolluk ve refah içinde bırakmak"tır.[33]
Bize göre onlara verilen bu
mühletin başka bir boyutu vardır. Yüce Allah onlara mühlet verirken, doğruya
dönme ihtimallerini takip etmiştir. Kâfirlerin değişimi için mühletin
verilmesi bir ilâhî kural olmaktadır.
Biz bu âyeti uygularken, dînî ve
ahlâkî bakımdan insanları değerlendirirken, acele etmemeliyiz. İnsanların
değişebileceğini daima aklı-mızda tutmalıyız. Değerlendirmelerimizde beklenti,
sabır ve tedbirli olmak zorundayız.
4. "Sonra da onları yakaladım. Azabım nasılmış!" Dikkat
edilirse, âyetin birinci bölümünde istihza yani "alay etmek", ikinci
bölümünde "inkâr etmek" eylemi ele alınmaktadır. Demek ki alay, inkâr
ile sonuçlanmıştır. Alaydan inkâra geçmek, olumlu manada değişimin
imkansızlığına delil olmaktadır.
Değişim için bütün kapılar
kapanınca, gönüller kararınca ve kulaklar tıkanınca cezayı hak ettiler ve Yüce
Allah onları yakalayıverdi. Yüce Allah bu azabın "nasıllığının"
bilinmesini istemektedir. Tarihsel bir olgunun "nasıllığını" tesbit
etmek, o olguyu ibrete dönüştürmek, ondan ders almak demektir,
"De ki: Yeryüzünde dolaşın,
sonra yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bakın!" (En'âm 6/11).
Alayın, inkârın ve yalanlamanın
meydana getirdiği toplumsal tahribat ve bu tahribatın helake dönüşmesinin
"nasıllığı" tarih biliminin araştırmalarının merkezî konusu
olmalıdır.[34]
33. Herkesin elde ettiğini
gözeten Allah 'a kim eşit olabilir? Onlar, Allah'a ortak koştular. De ki:
'Onlara bir ad bulun.' Yoksa siz Allah 'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi
haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz? Doğrusu inkâr edenlere
hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi
saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.
34. Onlara dünya hayatında azap
vardır. Ama, âhiret azabı daha
şiddetlidir. Onları Allah'tan koruyacak kimse de yoktur.
Âyetlerin bu bölümünden
çıkaracağımız önemli neticeler olacak, şirk ve inkârın nelere mal olduğu
görülecektir.
1. "Herkesin elde ettiğini gözeten Allah'a kim eşit olabilir?
Onlar, Allah'a ortak koştular." Âyetin bu kısmında geçen ^Jj nefs kelimesi, "canlı"
anlamına alınabilir ve bu manada "can taşıyan insan, hayvan ve
bitkiler" kasdedilmiş olur. O zaman şu manayı şu düzeyde tutmamız
gerekiyor: "Yaşayan her canlının ihtiyaç duyduğu, hak ettiği herşeyi
gözetip tedarik eden Allah'tır". Çünkü her canlının ihtiyaçları ve hak
ettiği şeyler birbirinden farklıdır. İnsanların hak ettiği ve ihtiyaç duyduğu
ile hayvan ve bitkilerinki farklıdır.
Nefs kelimesini insan manasına
alırsak, o zaman "kişi" manasını verebiliriz. Bu durumda da ilgili
bölüm "her insanın elde ettiği, kazandığı, ürettiği davranışı Yüce
Allah'ın gözettiğini, murakabe ettiğini" ifade etmiş olur. Âyette geçen
dlzs kesebet fiili, hem eylem anlamına, yani bir iş yapmak, bir davranışta
bulunmak anlamına geliyor hem de davranış veya işin sonunda elde ettiği maddî
ve manevî şeyler demek oluyor. Kesb kelimesi, neticesi maddî bir kazanç olan
bir eylem olduğu kadar manevî bir eylem de olabilir. Meselâ bu kelime Bakara
225'de "kalbin eylemi" olarak yer almakta ve tamamen manevî bir
eylemi ifade etmektedir. O zaman şöyle bir yorum yapabiliriz: Yüce Allah
insanların iç alemindeki oluşumları ve dışarıdaki eylemlerini gözetmekte, neye
ihtiyaç duyduklarını, neyi hak ettiklerini bilmekte, inkarcıların gönlündeki
inkârı, niyeti bilip gözettiği gibi, eylemlerini de bilip gözetmektedir. Âyeti
bir önceki âyete bağlı olarak değerlendirirsek, "onların alaylarını ve bu
alaylarının hak ettiğini bilip öğretmektedir" anlamı söz konusu olur.
Yarattığı varlıkların ihtiyaçları
ile bu kadar ilgilenen, elde ettikleri şeyleri en ince noktasına kadar bilip
gözeten Allah'a kim eşit olabilir? Her şeyi bilen, her şeyi kuşatan, her şeyi
murakabe eden ve her şeye hak ettiğini veren bir varlığın eşi, benzeri olabilir
mi? Yüce Allah, "onlar Allah'a şirk koştular" buyururken, onların
gönlündeki şirk eylemini de bilmektedir ve şirkin karşılığı ne ise onu da
yerine getirecektir. Yapılan her eylemin bir karşılığı vardır. İşte Allah, her
eylemin karşılığının ne olacağını, ona yakışanın ne olduğunu bilip verendir.
Onun için âyette geçen kâim kelimesi, "yaratıkların işini gözetmek, çekip
çevirmek" anlamına gelmektedir.
2. "De ki: Onlara bir ad bulun. Yok"sa siz Allah'a
yeryüzünde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı
ediyorsunuz?"
Yüce Allah, müşriklerin,
kendisine eş koştuklarının isimlerini koymalarını emretmektedir. Bu,
isimlendirilmeyi hak etmeyecek kadar değersiz olan varlıkları Allah'a eş
koşmanın ne kadar âdî bir davranış olduğunu göstermek için verilen bir emirdir.
Yüce Allah muhtelif âyetlerde bu sahte tanrılar için insanları uyarırken, küçültücü
ifadeler de kul-inmaktadır.
a) "(Hûd) dedi ki: Üzerinize Rabb'inizden bir azap ve bir
hışım mistir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin
veatalarınızın kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?" (A'râf
7/71).
b) "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın
taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında
hiçbir delil indirmemiştir" (Yûsuf 12/40).
c) "Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir
şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak,
zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rabb'leri
tarafından yol gösterici gelmiştir" (Necm 53/23).
Demek ki 'Âd kavminden itibaren
insanlar uydurma isimler verdikleri tanrılara tapınışlardı. Hatta A'râf 71'e
bakılırsa bunun, 'Âd kavminden önce başlamış ve gelenek halini almış bir
tapınma şekli olduğu görülecektir.
Hz. Peygamber'in doğup büyüdüğü
Arap toplumunda bu sahte tanrılara bir takım isimler takılmıştı:
"Gördünüz mü o Lât ve 'Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan öteki Menâfi"
(Necm 53/19-20).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd
33'de işaret edilen husus, put şeklindeki tanrılara ad koyma olabilir. O zaman
'Âd kavminin atalarından başlayıp gelen bu sahte tanrılara tapınma geleneğinin
Hz. Peygamber döneminde de devam ettiğini söyleyebiliriz.
Ama Ra'd 33'de isimlerinin
konmasının emredildiği o sahte tanrıların neler olduğuna Yûnus 18 ile cevap
verebiliriz:
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine
ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında
bizim şefaatçilerimizde,' diyorlar. De ki: 'Siz Allah'a göklerde ve yerde
bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?' Haşa! O, onların ortak
koştuklarından uzak ve yücedir." Bu âyet, Ra'd 33'e daha yakın düşüyor ve
onu evrenselleştiriyor. Çünkü hâlâ günümüzde insanlar kendilerine bir takım
şefaatçiler bulmakta ve bu suretle onlara tapınmaktadırlar. İşte Yüce Allah
Ra'd 33'de bu şefaatçilerin isimlerinin konmasını istemektedir. Çünkü Araplar,
taptıkları putların bir kısmına isim vermişlerdi. Şefaatçi olarak gördüklerine
de isim vermeleri emredilmektedir. Günümüzde şefaatçi kabul edilen bir sürü
insan vardır.
Yüce Allah, kendisinden başka
varlıkları şefaatçi olarak kabul e-denlere, eğer Tanrı iseler onlara Necm
19-20'de olduğu gibi, birer isim vermelerini söylemektedir. Böyle sahte
tanrılar edinmenin ne. anlama geldiğini âyetin devamı açıklamaktadır:
"Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilmeyeceği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz?"
Bu soru Yûnus 18'deki soruya denk
düşmektedir: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şey mi haber
veriyorsunuz?" Buna ilave olarak Ra'd 33'de şu soru da yer almaktadır:
"Yahut boş laf mı
ediyorsunuz?" Âyetin bu kısmında geçen zahir kelimesi, "göz boyamak,
görüntüsü ile konuşmak", Tevbe 30'da olduğu gibi "ağızda
gevelemek" manasına gelmektedir. Çünkü Yahudiler Hz. Üzeyir'i,
Hıristiyanlar da Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu kabul edip şirk koşarken ağızlan ile
sözü geveleyip duruyorlardı.
Sanki Allah'tan başkasına
tanrılık özelliğini vermek, Allah'a bilmediği bir şeyi öğretmek veya boş laf
konuşmaktır. Yüce Allah bunların hangisinin olduğunu sormaktadır. Böylece Yüce
Allah onların güçlerini aşan işlere kalkıştıklarını ve sahte, yalan, gerçek
dışı, uydurma ve iftira edercesine sözler söylediklerini açıklamaktadır.
3. "Doğrusu inkâr edenlere, hileleri süslü gösterildi ve onlar
doğru yoldan alıkondular." İnkâr psikolojisi içinde olanların iki önemli
ve ciddî etkinin altında kalmaktan kurtulamadıkları gündeme getirilmektedir.
Demek ki inkâr psikolojisi bu etkileri
çağırmaktadır. Nedir bu etkiler?
"Doğrusu inkâr edenlere
hileleri süslü gösterildi." Âyette geçen mekr kelimesi iki boyutlu
manalandırılabilir: Birisi zihinde tasarlanan düşünce, plan ve entrikadır.
Çünkü "hile"nin "zihinde etkilemek, onlara çeşitli şekillerde
engel koymak, kötü manada planlar yapmak" gibi zihinsel boyutu vardır.
Diğeri de kitap ve makale yazarak, programlar yaparak siyâsî entrikalarda
bulunarak, ekonomik ambargolar koyarak bu hileleri hayata geçirmek. Demek ki
hilenin bir niyet, bir düşünce ve bir nefis boyutu vardır.
İnkar eden adama, kafasında veya
eylemleriyle kurduğu hilelerde haklı olduğu ve bu nedenle hilesinin kendisine
süslü gösterildiğine şahit oluyoruz. Kâfir, yanlışının farkına varamaz, çünkü
ameli, hilesi ona süslü gösterilmiş, o da onun etkisinde kalmıştır;
dolayısıyla kötüyü iyi, yanlışı doğru, bâtılı hak, çirkini güzel görebilecek
ve gösterebilecek kadar etki altında kalmıştır.
b) "Onlar doğru yoldan alıkonurlar." Yanlışını güzel
gören ya da yanlışı kendisine güzel gösterilen insan bu şekilde yoldan da
çıkarılacak, doğrudan döndürülecektir. İnkar psikolojisi kolaylıkla etki altına
kalmaya müsait olduğu için kâfirler yoldan çıkarılmakta, döndürülmektedirler.
Onları yoldan döndüren ve çıkaran kimdir? Onlara amellerini süslü gösteren kim
ise, yoldan çıkaran da odur.
i. "Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder halde
buldum. Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de, onları doğru yoldan
alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar" (Nemi 27/24). Demek ki,
şeytan onlara amellerini süslü gösterip yoldan çıkmalarına sebep olmaktadır.
Şeytanın bu şekildeki etkisini onlara götüren etken inkâr etmeleridir.
ii. "Tehdit ederek, inanan insanları Allah yolundan alıkoyarak
ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle bir yolun başında oturmayın" (A'râf
7/86). Demek ki insan insanı yoldan, yani Allah'ın yolundan çıkarabilmekte, güç
kullanıp tehdit ederek bunu yapmaktadır.
Bu âyetlerden hareket ederek
diyebiliriz ki, kâfirler şeytanın ve başka insanların etkisi altına kalarak
yoldan çıkmaktadırlar. Öyle ise, iman, şeytanın ve kötü insanların etkisi
altında kalıp yoldan çıkmayı önlemekte, insanı bu etkilere karşı kapalı
tutmakta ve ona bir bağışıklık istemi sağlamaktadır, diyebiliriz. İnkar ise,
insanın manevî bağışıklık istemini yok ettiği için şeytan ve kötü insanların
etkisine açık hale ge-::rmektedir.
Şeytan ve kötü insanlar manevî
anlamda mikrop saçmakta ve haslıklarını inkâr psikolojisine sahip olanlara
bulaştırmaktadırlar. İman, manevî
yapısını güçlendirdiğinden insanı bu tip mikroplara karşı tutmaktadır.
4. "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru iletecek yoktur." Yüce Allah insanı
yoldan saptırır mı? Saptırırsa czlık etmiş olmaz mı? Bu sorulara cevap
verebilmek için, yorumunu accıakta olduğumuz Ra'd 33'ün önceki bölümlerine
bakmamız gerekir Yüce Allah, Allah'a şirk koşan, amelleri kendilerine süslü
gösterilip »rican çıkarılanların bu durumunu tescil etmektedir. Onlar inanış ve
biçimleriyle sanki Allah'a 'bizi yoldan çıkar veya yoldan çıkı-srrızı tescil
et' demektedirler. Çünkü âyetin başında Yüce Allah, kendi-aı.ir. "herkesin
hak ettiğine, kazandığına bakarak gözeten" olduğunu lemisti.
Yüce Allah, sapıtmayı hak edene
sapıklık, doğru yola gelmeyi hak ecene de hidâyet vermektedir. İnsanın
kazandığı ne ise Yüce Allah onu murakabe ediyor, onun için karşılığını ona
verecektir.
Düşüncesi, niyeti ve davranışları
ile sapıklığı isteyen ve bunda ısır.: olana Allah aynı şekilde mukabele
edecektir. Bir kere Allah yoldan ;-jcînnca da artık geri dönüşü olmayacak, onu
doğru yola iletmeye deç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Din eğitimcisine düşen görev,
insanları doğru yola dönmeyecek gelmekten kurtarmak, Allah'ın saptırmasına
sebep olacak düşünce, ve davranışlardan alıkoymak, durumu sebep-sonuç ilişkisi
içinde öra anlatmaktır. İnsanın inkarcı ve bunda ısrarlı olması sebep, Al-
lah'ın saptırması da sonuçtur. Bu sonuç da başka bir sonucun da sebebi
olmaktadır: Allah'ın saptırması sebep, onu doğru yola iletecek birinin olmaması
da sonuçtur.
5. "Onlara dünya hayatında azap vardır. Ama, âhiret azabı daha
da şiddetlidir. Onları Allah'tan koruyacak kimse de yoktur." Allah'a eş
koşan ve inkâr edenler, amelleri kendilerine süslenip yoldan çıkarılanlar;
bunun neticesinde Allah'ın da onları yoldan çıkardığı, doğru yola ileticileri
olmayan bu insanlar, hem dünya hem de âhirette azaba uğrayacaklardır. Bu düşünce,
inanç ve davranışta olmanın iki çeşit azabı olacağına şahit oluyoruz: Dünyada
azap görmeleri yeterli olmayacak, daha şiddetli olan âhiret azabını da
tadacaklardır.
"Onları Allah'ın azabından
koruyacak kimse de yoktur." Peki bu dünya azabı ne olabilir? Ra'd 31.
âyette geçen kâri'a azabı, tabiat olaylarının yıkıcı etkisi ya da başka bir
toplumun şiddetli saldırısının getirdiği toplumsal çöküş olabilir. Ayrıca bu
dünyada doğru yolu onlara gösterebilecek birilerinin olmaması da bir başka
azaptır.
Demek ki iman, Allah'ın hem yol
göstermesini hem de koruyuculuğunu temin etmekte, koruyucu hekimlik gibi iman
insanı Allah'ın azabından korumaktadır.
Din eğitimi Allah'ı inkâr
etmenin, O'na şirk koşmanın, peygamberle alay etmenin, şeytanın veya diğer
insanların etkisinde kalıp yanlış iş yaparak yoldan çıkmanın ne olduğunu,
neticesinde nasıl bir azabın geleceğini, Yüce Allah'ın nasıl bir tavır
takınacağını anlatıp insanlara bilinç vermelidir. Sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde bunlar halka anlatılmalı, beyinlerine yazılmalı, gönüllerinde de
süslenmelidir. Şirkle mücadelenin önemi ve ciddiyeti halka kavratılmalı,
onların manevî bağışıklık sistemleri sağlam ve zinde tutulmalıdır. Dünya ve
âhiret hayatını cehenneme çevirecek inanç ve davranışlardan caydırmakla din
eğitimi görevini yapmış ve amacına ulaşmış olacaktır.[35]
Muttakilere vaadedilen cennetin
durumu şunun gibidir: Altından ırmaklar akar; yemişi de süreklidir gölgesi
de. İşte takva sahiplerinin sonu budur. İnkâr edenlerin sonu da ateştir.
Daha önce anlattığımız gibi, ritm
psikolojisi gereği Yüce Allah, önceki âyetlerde kâfirlerin ve müşriklerin
durumu ile onların cezasından bahsettikten sonra, takva sahiplerine verilecek
cennet ödülünü de anlatmaktadır. Bundan önceki beş âyet insanı karamsarlığa
iter bir nitelik taşırken, hemen ardından sevinç ve iyimserlik getiren bu âyet
devreye sokulmaktadır. Bu durum ritm, yani iniş-çıkış; gerilme-ferahlama;
ka-ramsarlık-iyimserlik gibi bir psikoloji oluşturmakta, durağan olmayan insan
psikolojisine, durağan olmayan bir anlatım metodu olmaktadır. Diyebiliriz ki,
Kur'ân'ın konu konu inmemesinin sebeplerinden biri de budur.
Bu açıklamalardan sonra âyetin
analizine geçebiliriz:
1. "Muttakilere va'dedilen cennetin durumu şöyledir."
Muttakî, yani takva sahiplerinin kimler olduğunu Bakara 22'de takva kelimesini
açıklarken anlatmıştık. "Günahlardan kendini uzak tutan; Allah'ın farz
kıldığı amelleri yerine getiren; Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan;
kinini yutan; insanları affeden; Allah'ın verdiği rızıktan fakirlere veren ve
böylece paylaşım ve fedakarlık erdemini hayata geçiren" insanlara takva
sahibi yani muttakî denmektedir. Yüce Allah bu derece bir ruh temizliğine, ruh
olgunluğuna ve şahsiyet bütünlüğüne sahip olan takva sahiplerine de cenneti
ödül olarak vermektedir. Muhtelif âyetlerde bu cennetin durumu ve özellikleri
anlatılmaktadır. Yüce Allah bu nitelikte insanlara ödülünü söylerken, ödülün
özelliklerini de açıklamakta, böylece insanın, ne için, hangi davranışları,
nasıl üreteceğini önceden bilmesini sağlamaktadır.
2. "Altından ırmaklar akar; yemişi de süreklidir, gölgesi de.
İşte takva sahiplerinin sonu budur. İnkâr edenlerin sonu da ateştir."
Takva sahiplerine vaadedilen
cennetin özellikleri, başka âyetlerde de benzer ve farklı özelliklerde gündeme
getirilmekle beraber burada şu şekilde sıralanmaktadır:
a) "Altından ırmaklar akıyor." Âyette "ırmaklar
akıyor" deniyor ama ırmakların neler olduğu söylenmiyor. Bu açıklama da
Muhammed 15' de yapılmaktadır.
"Orada bozulmayan sudan
ırmaklar; tadı bozulmayan sütten nehirler; içenlere lezzet veren şuruptan
ırmaklar; süzme baldan oluşan nehirler vardır." Bu ırmak çeşitleri insanın
iç âleminden çıkıp cennetin altından akıp gitmektedirler. Her ırmağın çıktığı
bir yer olduğu gibi, cennet ırmaklarının çıktığı yer de insanın aklı, gönlü ve
davranışlarıdır.
Su ırmağı, namus ve iffet
duygusundan çıkıp cennette akmaktadır. Süt ırmağı, karakterin sağlamlığından ve
helal lokmadan oluşan manevî yapıdan çıkmaktadır. Şurup ırmağı, sevgi ve ilâhî
aşkın bulunduğu gönülden çıkmaktadır. Süzme bal ırmağı da kendi hatasını
görme, tatlı söz söyleme ve iyi niyet beslemeden çıkıp cennetin altından akıp
gitmektedir. Takva sahibinin iç âleminden çıkan bu nehirler, öteki dünyaya
kadar akmakta ve cennetin ırmakları haline dönüşmektedir.
b) "Yemiş ve gölgesi süreklidir." Orada en önemli
nimetlerden biride meyvenin her çeşidinin olmasıdır, "Orada her türlü
meyve vardır" (Muhammed 47/15). İnsanlar bu dünyada meyve yedikle-rinden
dolayı, cennetteki meyveler de onlara bu kavramla anlatılmaktadır. Aksi
takdirde cennetin nasıl olduğunu kavrayamazdık.
Orada "altında dinlenilecek
gölgeler" de olacaktır. Yemiş ve gölgenin sürekli olması da cennetin bir
özelliğidir.
"O gün cennet-tekiler,
gerçekten nimetler içinde safa sürerler. Onlar ve eşleri gölgeler altında
koltuklara kurulurlar. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları
yerine getirilir" (Yâsîn 36/55-57).
Zemahşerî ve Râzî "burada
anlatılan cennetin durumu; müşahede yolu ile bildiğimiz, görgü sahibi olduğumuz
şeylerden yola çıkarak algı ve gözlem alanımızın ötesinde bir şeyi tasavvur
etmemizi temin eden temsîlî bir anlatımdır" diyorlar[36].
Öyle anlaşılıyor ki Râzî bu izahı Zemahşerî'den, Zemahşerî de Zeccâc'dan
almıştır. Bunu kendileri de söylüyor.
Dikkat edilirse Yüce Allah bu
nimetlerin süreli olduğunu söylüyor ama sonsuza dek olacağını söylemiyor. Çünkü
daha önce Hûd 108'de açıklandığı gibi hiçbir ödül sonsuz değildir. Çünkü her
şey fânidir, sadece Allah bakî kalacaktır (Rahman 55/26; Kasas 28/88); her
şeyin sonu da Allah'tır (Hadîd 57/3).
c) Kur'ân'ın başka âyetlerinde de bu cennetin özellikleri açıklanmaktadır.
Cennet, gökler ve yer genişliğindedir (Âl-i İmrân 3/133); takva sahipleri
oraya bölük bölük gidecek, kapıları açıldığında bekçileri onları selâmla
karşılayacaktır" (Zümer 39/73); takva sahiplerine yaklaştırılacaktır (Kâf
50/31).
Takva sahiplerinin sonu bu
olacaktır. İnkar edenlerin sonu da cehennemdir. Cehennemin olması, kötülüklerden
caydırmak, cennetin olması da iyiliğe teşvik etmektir.
Din eğitiminde ilâhî ödül ile
ilâhî cezanın var olması ilâhî vahyin bir din olduğunun delili olmaktadır.
Çünkü âhiret inancı ve âhiret haya-:ına yer vermeyen bir felsefe bu manada bir
din olamaz. Felsefeler insanlara âhiret hayatı, cennet ve cehennemi sunamaz.
Haksızlığa uğrayan ve bu dünyada hakkını alamayan insana hakkını alabileceği
bir başka hayatyeri sunamayan felsefî sistemler işte bu nedenle din olamazlar.
Ama felsefeleri din haline getirenler de vardır. Onun için Yüce Allah:
"Sizin dininiz size, benim dinim de banadır" (Kâfırûn 109/6) âyetine
yer vermiş, kâfirlerin de kendi inançları ile oluşturdukları yola din
demiştir. Demek ki hiçbir amel kaybolmuyor, âhirette ve bu dünyada mutlaka
karşılığını buluyor.[37]
36. Kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr
eden de vardır. De ki: 'Bana, sadece Allah'a kulluk etmem ve O 'na ortak
koşmamam emrolundu. Ben yalnız O 'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O 'nadir.'
Ayetten çıkaracağımız neticeler
şunlardır:
1. "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene
sevinirler." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Hz. Peygamber'e indirilen
vahye karşı olumlu bir tavır takınan insanlar, vahy bilgisine sahip
olanlardır. Daha önce Allah'ın vahy gönderip kitap sahibi yaptığı insanlar,
vahyin içerdiği konu, kavram ve bilgilerin arasındaki benzerliği fark
ettiklerinden Kur'ân'a karşı olumlu bir tavır takınarak sevinirler.
Onlar ilâhî vahyin bir süreç
olduğunu anladıklarından ve bu bilgiye sahip olduklarından dolayı sıcak
davranışta bulunurlar.
Âyette "sana
indirilen"den kasıt, Kur'ân'dır. Genel manada Kur'ân'da yer alan tevhîd
inancı, peygamberlik müessesesi, âhiret inancı, adalet, Özgürlükler ve ibâdet
şekilleri vahyin içeriğini hatırlatmaktadır.
"Sevinirler" diye
manalandırılan yefrahûn kelimesinin kökü ferihadır ve "sevinmek, mutlu
olmak, korkusu yok olup gitmek" manasına gelmektedir. Buradaki sevinmek,
Kur'ân'a karşı gösterilen olumlu tepkinin psikolojik boyutudur. Demek ki bazı
Yahudi ve Hıristiyanlar Kur'ân'a sevinç duyacak şekilde bir tepki
göstermişlerdi. Bu sevincin arkasında geçmişin vahy bilgisi vardır. Bilginin
gönülde oluşturduğu tavrın adı "sevinç" olmuştur. İşte bilginin gücü
burada ortaya çıkmaktadır. Bilgi, insanın gönlünü bir ilâhî kitaptan ötekine
alıp götürmektedir.
Diğer taraftan kendilerine kitap
gönderilen Yahudi ve Hıristiyanların bir kısmının bu tavrı, Hz. Peygamber'e
değil de ilâhî vahye olmaktadır. Yüce Allah "sana karşı sevinç
duyarlar" demiyor da, "sana indirilene karşı sevinç duyarlar"
diyor. Bunun anlamı, "dinde vahy, peygamberin önündedir" demektir.
Çünkü Peygamber de o vahye uymak mecburiyetindedir. "Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem elbette büyük
günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15).
Bundan şunu çıkartıyoruz: Bilgi
alan kişi için yazar önemli değil, >nemli olan kitabın içindeki bilgilerdir.
Kitabı okuduktan sonra yazarına bakılmalıdır. Yazarına bakarak kitap okumak,
ideolojik davranış belirtirdir. Hz. Muhammed'in büyüklüğünü ona gelen Kur'ân
ile anlamamız mümkündür. Onun için konuya Hz. Mûsâ, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed
razında değil de, kitaplar bazında bakılırsa pek çok Yahudi ve Hıristi-în.
sonunda Müslüman olacaktır.
İşte Hz. Peygamber'in döneminde
bazı Yahudi ve Hıristiyanlar,: kitap, vahy yani Kur'ân açısından bakınca
mutluluk duyacak bir
tavra hüründüler. Olaya, dünyaya
bilgi gözlüğü ile bakılır, gerçek yakalanır, mutluluk duyulur ve ayrıcalıklar
ortadan kalkar. Ama dünyaya, olaya kişi bazında bakılırsa kavganın tefrikanın
kucağına düşülür. Günümüzde Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar meseleye,
birbirlerine, ilâhî vahy gözlüğü ile baksalardı ayrılığa değil birliğe
geleceklerdi. Düşmanlıklarımız kişiler üzerine kurulmaktadır. "Benim
peygamberim peygamber, seninki peygamber değil" tartışması bizi
düşmanlığın, tefrikanın ve kinin çukuruna indirdi. Bu üç dine mensup
insanların haline şeytan gülüyor, bilgi de ağlıyor. Bilgi, yani ilâhî vahy
bilgisi ahlanıp vahlanıyor, ızdıraplar çekiyor, gönüllere sızmak için çareler
arıyor ama kimi gönül kapılan yüzüne kapanıyor.
İşte o ilâhî vahy bilgisi,
"âh akıl, nerdesin?" diyor. Ama bizim a-ramızdaki ilişkilerde akıl
olmadığı için ilâhî vahy bilgisi oraya inemiyor. Netice olarak diyebiliriz ki,
ilâhî vahy bilgisi Yahudi ve Hıristiyanların gönlünde Kur'ân'a karşı mutluluğa,
sevince ve imana dönüşüyor.
2. "Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr edenler de
vardır." Âyetin bu kısmında geçen el-ahzâb kelimesi "hizipler,
guruplar, mezhepler" anlamına gelmektedir. Ahzâb'ın tekili, hizbdir.
Yahudi ve Hıristiyanlardan bazı
gruplar, ilâhî vahy hakkında yeterli, doyurucu ve tarafsız bilgiye sahip
olmadıklarından, farklı zamanlarda gönderilen ilâhî kitapların arasındaki benzerliği
göremedi ve anlayamadılar. İşte bu körlük ve anlayışsızlık onları, ilâhî
vahyin bir kısmını inkâra götürmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken husus
şudur: Bu gurupların içinde müslüman guruplar da olabilir.
Günümüzde kendisinin müslüman
olduğunu söyleyen ama Kur'ân'in bir çok âyetine inanmayan ve onları lüzumsuz
görenler yok mudur? Kur'ân âyetlerinin bir kısmının hükmü kalkmıştır, onunla
amel edilmez diyenler yok mudur? Kur'ân'in en çok beş yüz âyeti hüküm âyetidir;
ötekiler hikayeden ibarettir diyenler yok mudur? İçtihadı, sünnetin ve
Kur'ân'ın önüne geçirenler yok mudur? Bütün bu sorulara cevap verdiğimizde
mesele pek iç açıcı görülmemektedir. Zaten Yüce Allah'ın bu âyeti sadece Hz.
Peygamber dönemindeki Yahudi ve Hıristiyanları anlatmamaktadır. Bu âyeti
evrensel boyutu ile ele alıp, âyetin, grupçuluk, mezhepçilik yapıp Kur'ân'ın
bazı âyetlerini bir kenara atan, görmezlikten gelen veya inkâr edenleri de
içine aldığını bilmekte yarar vardır.
Netice olarak diyebiliriz ki:
Kur'ân bir bütündür, parçalara bölünemez, yani bir kısmına inanıp bir kısmı
inkâr edilemez, göz ardı edilemez. Kur'ân'a grupçuluk gözlüğü ile bakılamaz.
Kur'ân taraf değildir ki taraf olarak ona bakabilelim. Kur'ân'ın bir tek
tarafı vardır, o da Allah'tır.
Kur'ân atomun yapısına
benzemektedir. Atomun bir çekirdeği vardır, bir de onun etrafında dönen
elektronlar. Çekirdekte bulanan proton ve nötronlar ile elektronların
sistemine müdahale etmek, onu parçalamaya kalmak çok tehlikelidir. Onun
infilak etmesi canlıların yok olması demektir. Aynı şekilde Kur'ân'ın
çekirdeği de tevhîd inancıdır. Diğer âyetleri ondan koparmak, insanın
müslümanlığını helak eder.
Kısaca diyebiliriz ki: Kur'ân,
tevhîd inancının etrafında bir bütünlük teşkil etmektedir, onun için de
kısımlara ayrılarak iman edilmesi mümkün değildir.
3. De ki: sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam
emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır."
Onların bu tavırlarına karşı Yüce
Allah Hz. Peygamber'e onlara ne söyleyeceğini, hangi konuları tebliğ edeceğini
söylemektedir.
a) "Sadece Allah'a kulluk etmem emrolundu" İşte bu ifade,
şirki ortadan kaldırmanın ve onun yerine tevhîd inancını koymanın zorunluluğunu
göstermektedir. Allah'tan başkasına tapınmamayı, sadece insanlara değil
kendisine de uygulandığını ifade ederken Hz. Peygamber, Kur'ân'ı kendisinin
yazmadığına işaret etmiş oldu. Kur'ân'ın merkezin-ie yer alan ilke budur.
"De ki: Bana, dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu"
(Zümer 39/11)
"De ki: Ben, dinimde ihlâs
ile ancak Allah'a ibadet ederim" (Zümer 39/14).
b) "Allah'a ortak koşmamam (emrolundu)." Tevhîd inancının
öteki ayağını bu ifade teşkil etmektedir. Yalnız Allah'a kulluk etmek ve
O'ndan başkasına tapınmamak, yani O'na eş koşmamak. "De ki: Allah'ın
dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi" (En'âm 6/56);
"De ki: Bana Rabb'imden
apaçık deliller gelince, sizin Allah'ı bırakıp o taptıklarınıza kulluk etmem
bana yasaklandı" (Gâfir 40/66).
Bu âyetlerden şunu anlamamak
gerekiyor: Hz. Peygamber putlara taptı da sonra bu tapınma ona yasaklandı. Bu,
tapınmadan önce yapılan bir yasaklamadır. Beşerî boyutuyla Hz. Peygamber'in
böyle bir hataya düşmesi önlenmektedir.
c) "Ben yalnız O'na çağırıyorum." Demek ki, Hz. Peygamber
tevhîd inancı gereği, kendisine değil, yalnız Allah'a çağırmaktadır. Ama
geçmişte ve günümüzde insanlar, kendi gruplarına, şeyhlerine, mezheplerine
çağırmaktadırlar. Bu tür çağırma tevhîd inancını kirletmektedir, "De ki:
İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar aydınlık
bir yol üzerindeyiz" (Yûsuf 12/108). Din eğitiminin, yetiştirdiği din
âlimi ve görevlilerine öğreteceği
olmazsa olmaz ilke, Allah'tan başkasına çağırmamaktır. Tevhîd inancını
korumanın yollarından, metodlarından biri de budur.
"Dönüş de yalnız O'nadir."
Öldükten sonra insan kime dönecekse, O'na çağırmak gerekiyor. Kim tanrılık
özelliğine sahipse, O'na dönülecek, o nedenle de O'na çağırılacaktır. İşte
Yahudiler ve Hıristiyanların bu müşterek noktada bulunmaları gerekiyor. Tevhîd
inancının etrafında toplanmaları sayesinde farklılıklar ortadan kalkacaktır.
İman ve dinin olduğuna inanan ve bu bilgiye sahip olanlar, Hz. Peygamber'in
söylemesi emredilen bu ilkeleri yaşatmak ve yaymalıdırlar.
[38]
37. İşte biz o Kur'ân'ı Arapça bir
hikmet kaynağı olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların
arzularına uyarsan, Allah'tan sana ne bir dost nasib olur ne de bir koruyucu.
Âyeti açıklarken başka âyetlerle
bağlantı kurmamız gerekiyor.
1. Yüce Allah'ın, vahy gönderirken koyduğu ilke şudur: Pegyamber
seçtiği kişinin toplumu hangi dili konuşuyorsa, mesajın da o dille olması
gerekiyor. Hz. Muhammed'e de bu kuralı uygulamış, Kur'ân'ı Arap dili ile
göndermiştir. Her peygambere kendi ana dili ile vahy gelmiştir. Bunun sebebi ne
olabilir? Bu soruyu şu âyetlerle cevaplandırabiliriz.
a) "Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi
milletinin diliyle gönderdik" (İbrahim 14/4).
Demek ki ana dili ile hem anlatmak daha kolay hem de anlamak. Ana dille eğitim
amacını gerçekleştirmek için bu ilke konulmuştur.
b) "Eğer biz onu yabancı dilde bir Kur'ân kılsaydık,
diyeceklerdi ki, âyetleri tafsilatlı şekil
de açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı bir dilde olur mu?" (Fussılet
41/44).
Kur'ân, açıklamanın daha iyi
yapılması, daha iyi anlaşılması ve "bize yabancı dilde bir kitap olur
mu?" sorusunu sordurmamak için Hz. Peygamber'in ana dili, yani Arapça
olarak gönderilmiştir.
"İşte biz o Kur'ân'ı Arapça
bir hikmet kaynağı olarak indirdik." Lafza uygun mana verecek olursak.
"Arapça hü-
küm kaynağı" dememiz
gerekiyor. Buradaki hüküm, hikmet manasına alınabilir. Hüküm vermek de hikmeti
gerçekleştirmektir.
Râzî buradaki hüküm kelimesine
âlimlerin verdiği manaları özetlemektedir. Bu kelime "hikmet"
anlamına gelmektedir. Kur'ân bütün yükümlülükleri kapsamına almaktadır. Onun
için Kur'ân hükmetmenin vasıtası olur. Kur'ân ile hükmetmek mümkündür. Bundan
dolayı Kur'ân, "hüküm" olarak isimlendirilmiştir[39].
Hikmetin ne olduğunu Bakara 269'da açıkladık. Bu âyette geçen arabiyyen
kelimesinin geniş açıklaması Yûsuf 2'de yapılmıştır. Bu kelime, "bir
konunun analizini yaparak hakikatini, künhünü ortaya çıkaran, açıklayan"
demek olur. Dolayısıyla Kur'ân, "meselelerin özüne inen, hikmetin kaynağı
bir kitap olarak gönderilmiştir," denilebilir.
O zaman âyete verdiğimiz manayı
değiştirmemiz gerekiyor: "Kur'ân'ı, derinlemesine açıklayan bir hikmet
kaynağı olarak indirdik." Her iki manayı meal olarak düşünmekte yarar
vardır.
2. "Eğer sana gelen *bu ilimden sonra, onların arzularına
uyarsan, Allah'tan sana ne bir dost nasib olur ne de bir koruyucu." Âyetin
bu kısmı Bakara 120'de de geçmektedir. Orada ayrı bir konu içinde farklı bir
sentez meydana getirilirken burada da farklı bir sentez, bileşim meydana
getirilmektedir.
Hz. Peygamber'e verilen bilgi
nedir? İlk bakışta bunun Kur'ân olduğunu söyleyip cevaplandırabiliriz. Bu
cevap doğru olabilir ama bize göre bu bilgi bir önceki âyette mevcuttur.
"Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır." İşte bu
bilgi çok ciddi, ciddi olduğu kadar da önemlidir. Bu âyette Yüce Allah sanki
"insanların sahte, geçici ve yoldan çıkarıcı arzularına uyarak Kur'ân'in
bir kısmını görmezlikten gelirsen, o bilgiyi dikkate almamış olursun. Kur'ân
her şeyi derinlemesine açıklayan hikmet dolu bir kitap olmasına rağmen, onun bir
kısmını bir kenara atmayı isteyen insanların iğreti arzularına uyarsan, senden
dostluğumu ve yardımımı keserim" demektedir. Bu tip insanların sahte,
iğreti ve gelip geçici kötü arzulan şu âyette kendini gösteriyor: "Onlara
âyetlerimiz açık içık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan
başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir,' dediler" (Yûnus 10/15).
İşte bu bilgileri bilmene rağmen
yine sen onların arzularına uyar-s-an Allah Teala dostluğunu ve yardımını
senden kesmektedir.
Kur'ân'in bazı âyetleri, bazı
insanların yaşantısına ters düşmekter Yanlış düşünce, felsefe ve davranışların
içinde olanlar, Kur'ân'in razı âyetlerini benimsemezler. O âyetlere ters düşen
fetvaları vermeleri :çm din adamlarını zorlarlar. İşte Allah'tan gelen Kur'ân'ın
bilgisine »ihıp olan din âlimi veya görevlileri başkalarının arzularına uyarak
Kar" ân'a ters düşen fetvalar verirlerse, Allah'ın dostluğunu ve yardımını
oybedeceklerdir. Bu yorumu yapmamız halinde, âyeti evrensel boyuta :±5irnış
oluyoruz. Çünkü âyette hitap edilen kişi Hz. Peygamber'dir. Hz. ?e>gamber
vefat ettiğine göre bu âyetle din âlimi ve görevlileri amel ileceklerdir.
Netice olarak diyebiliriz ki,
bilgiye ters düşmek, Allah'ın dostlu-funu ve yardımını kaybedecek kadar
tehlikelidir.
Hakikat bilgisine ters düşmek ya
da başkalarının arzularına uymak ibrana gerçeği bir tarafa atmak ilâhî âlemi
bile sarsmaktadır. Bu öylesi-ie bir sarsıntıdır ki, Allah'ın dostluğuna ve
yardımına engel olmaktadır. Allah'ın dostluğu ve yardımını kestiği insanların,
dünya ve âhirette ne :Çaçasını kestirmek mümkün değildir.
Bilginin yeri beyin, davranışlar
ve hayatın kendisidir. Onu beynin-ae saklayıp hayattan söküp atmak veya hayata
sokmamak ona bir ihanet iLiscaktır. Bilgiye karşı yapılan ihanet, hayata,
güzelliklere ve iyiliklere nettir. Bu ihanetin cezası da Allah'ın dostluğunu
kaybetmektir.
Bilgi ile din iç içedir ve
birbirine asla ters düşmezler. Din eğitimi İğinin öneminin ve onun elde
edilişinin bir ibadet olduğunu anlatmalı, at ile onu barıştırmanın bütün
yollarını denemelidir.
Buna ilaveten âyeti, "eğer
sana bilgi geldikten sonra onların arzu-
inna uyarsan seni Allah'(ın
azabın)dan kurtaracak ne bir dost ne de bir leniyucun olur" şeklinde de
izah etmek doğru olur. Çünkü bu durumda onların nevalarına uyulması durumunda
kişi, arzusuna uyduğu kim-seleri dost edinmiş, onların koruyuculuğuna sığınmış
demektir. Bu durumda da onu Allah'ın azabından kurtaracak dostunun olamayacağı
vurgulanıyor demektir. Nitekim: "Eğer seni sebatkar kılmasaydık gerçekten
neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman hiç şüphesiz sana hayatın ve
ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir
yardımcı da bulamazdın" (İsrâ 17/74-75) âyetleri de bu anlamı
desteklemektedir.[40]
38. Andolsun, biz senden önce de
peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Hiçbir peygamber
Allah'ın izni olmadıkça herhangi bir mu'cize getiremez. Her ecel için bir yazı
vardır.
Âyetin açıklamasından
çıkaracağımız neticeler olacaktır:
1. "Andolsun, biz senden önce de peygamberler gönderdik,
onlara da eşler ve çocuklar verdik."
Bu âyet sanki Furkân sûresinin 7.
âyetinde kâfirlerin sorusuna bir cevap mahiyetindedir, liii 4\ tâ "Onlar
şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber yemek yiyor
"Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim
peygamber, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirmeli,
kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı." İşte onlar Hz. Peygamber'in
bir beşer gibi davranmasını yadırgıyor; onun insanüstü, beşerüstü niteliklerle
donatılmış olmasını bekliyorlardı.
Halbuki peygamberler de birer
insandır. Bu bakımdan beşer olma--ı:n gerekli kıldığı meşru davranışları
yapacaklardır. Onlar da yer-içer, ticaret yapar, devlet idare eder, evlenip
çocukları olur. Onların bu söylevlerine karşı ilk cevap, yorumunu yapmakta
olduğumuz Ra'd 38. âyeti- ilk bölümü; diğeri de Furkân 20'dir: "Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de ire şüphesiz yemek yerler, çarşılarda
dolaşırlardı."
Şimdi âyetin bu kısmından
çıkaracağımız netice şudur:
a) Yüce Allah insanlara, özellikle mü'minlere Hz. Peygamber'in rtr
beşer olduğunu, onun insanüstü, beşerüstü bir takım özelliklerle do-ur.ımının
bulunmadığını, onun için Yahudilerin Üzeyir'i, Hıristiyanla- Hz. îsâ'yı
tanrılaştırdıkları gibi Hz. Muhammed'i de tanrılaştırmanın ml. aminin olmadığını ve böyle hatalı
bir inanışın şirk olacağını öğretmektedir.
b) Hz. Peygamber de kendisinin bir beşer olduğunu bilecek, din-aek;
yerini ona göre belirleyecektir.
Şimdi bu âyeti günümüze getirip
açıklarsak şu genellemeye varabiliriz:
i. Mü'minler, kendi içlerinden yetişen büyük din âlimlerine beşer istj nitelikler yakıştırmamalıdırlar.
Onların bir beşer olduğunu asla göz ardı etmeden ve bu gerçeği unutmadan
onlarla ilişki içinde olmalıdırlar.
ii. Din büyüklerinin bırakın kendilerini, mezarlarına gösterilen
prestijin ne anlama geldiğini bu âyetten çıkartmamız gerekiyor.
Kelime-i Şehâdette yer alan ve
"kul" anlamına gelen abd kemesini asla unutmamalıyız. Onun için Hz.
Peygamber, bir insan ve bir peygamberdir. Bu durumu böyle bilip dindeki yerini
ona göre tesbit etsehviz.
2. "Allah'ın izni
olmadan hiçbir peygamber için mu'cize'getirme imkanı yoktur." Ayetin bu
kısmı Ra'd 27'de kâfirlerin söylediklerine bir cevaptır:
"Kâfir olanlar diyorlar ki:
Ona Rabb'inden bir mu'cize indirilmeli
değil miydi?" Aynı şekilde En'âm 109'da da böyle bir istekleri vardı ve
orada da aynı cevabı almışlardı: "Kendilerine bir mu'cize gelirse ona
mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: 'Mu'cizeler
ancak Allah katındadır.' Ama mu'cize geldiğinde inanmayacaklarının farkında
mısınız?"
Peygamberden mu'cize getirmesini
istemek, gücünün üstünde olan bir şeyi ondan istemektir. Mu'cizeyi beşer olan
birinden istemek yanlıştır. İsrâ 59'da Yüce Allah, neden mu'cize
göndermediğini açıklamaktadır. Bu âyeti de Ra'd 27'nin açıklamasında delil
olarak zikretmiştik.
3. "Her ecel için bir yazı vardır." Ecel kelimesinin
anlamı "zamaiî"dır' "Her zaman için bir yazı vardır" demek;
"her zamanın bir hükmü vardır" demektir. Kitap, yani
"yazı" kelimesini "hüküm"manasına alabiliriz. Bu manamız
doğru olabilir mi? Ra'd 37'de Kur'ân'a "hüküm" ismi verilmişti. Kitap
aynı zamanda hüküm demektir.
Her çağın, yani zamanın meydana
getireceği olayların bir hükmü olacaktır. Sosyal olay veya olguların benzer
tarafları olduğu gibi, farklı tarafları da vardır. Her farklı olaya ait farklı
bir hüküm olacaktır. İşte din adına farklı olay ve olgulara hitap eden hükmü
Kur'ân'dan alma becerisini göstermek gerekiyor. Onun içindir ki Kur'ân hikmetin
kaynağıdır.
Her çağın, zamanın getirdiği ve
doğurduğu olaylarına özgü çözümler getirmeyi öngören Kur'ân, olayların geriye
doğru akıtılamayacağını, sosyal olay ve olguların öne doğru aktığını, bu
nedenle onlara oldukları çağda çözüm getirmenin zorunluluğunu bizlere
hatırlatmaktadır.
Âyetin bu kısmına böyle bir yorum
getireceğimiz gibi başka bir yorum da getirebiliriz: Var olmanın, hayata
gelmenin, ölmenin, hayat içerisinde yaşadığımız her durumun belli bir vakti
vardır. Allah Te'âlâ o zaman diliminde onun olmasına hükmedecektir.
Buna şöyle bir örnek verebiliriz:
Bir kız ile delikanlı, Allah'ın hükmettiği bir anda evlenir; Yine sperm ile
yumurtalarının buluşması ve döllenmesi belli bir hükme göre cereyan eder. Onun
insan şekline bü-rünmesi, çeşitli merhaleler geçirmesi de bir hükme
bağlanmıştır. Belli bir zaman sonra doğması da başka bir hüküm gereğidir.
Doğduktan sonra bulûğ çağına ermesi de Yüce Allah'ın hükmettiği bir zaman
içinde olur. Gençliği, ihtiyarlığı ve ölümü de Yüce Allah'ın kader dediğimiz
planının hükmüne bağlı olarak cereyan eder.
Demek ki sosyal olayların
biyoloji kanunları gibi kanunları vardır. Maddî âlemin kanunları da ilâhî hüküm
gereği gerçekleşmekte ye bunla-nn belirlenen zaman içinde ne zaman meydana
gelecekleri de hükme bağlanmaktadır. Meselâ, hangi mikrobun hangi hastalığı
başlatacağı, sonra o mikrobun meydana getirdiği hastalığın tedavisinin ne zaman
^ulunacağı bir hükme bağlanmıştır.
Başka bir yorum da şöyle
olabilir: Her zamanın bir kitabı vardır. Geldiği zamandan itibaren artık bütün
zamanların kitabı, her olay, sorun • e olguyu çözümlemeye ışık tutan ve aklı bu
alanlara sokan kitap da Kur'ân'dır. Kur'ân'ın, hikmetin kaynağı olması,
zamanların kitabı olmasını sağlamaktadır. "Hikmet" doğurgandır. Onun
için, Kur'ân, zamanlara iydınlık verecek, kendisinden yorum çıkarılacak
kitaptır.[41]
39. Allah dilediğini siler;
dilediğini sabit bırakır. Kitabın anası (anayasa) O 'nun katındadır.
Bu âyetin açıklamasını çeşitli
açılardan yaparak neticeler çıkartacağız:
1. "Yüce Allah'ın dilediğini silmesi ve dilediğini sabit
bırakması" meselesine günah ve sevaplar açısından bakacağız.
İnsan günah işlediğinde pişmanlık
duyar ve ardından tövbe eder. Yüce Allah bu tövbeyi kabul ederse o günahı
siler; kabul etmez ise olduğu gibi bırakır.
Buradaki silme ve bırakma
eylemine başka bir açıdan yaklaşabiliriz: En'âm sûresinin ikinci âyetinde yer
alan oynak ecele göre Allah, kimini varlık âleminden siler, hükümden düşürür,
kimini de olduğu gibi bırakır. Bir milleti helak eder, silip-götürür, diğerine
de hayat verir.
Âyetin sonundaki ümmü'l-kitâb "kitabın anası, ana kitap,
kitabın esası" ifadesine baktığımızda Yüce Allah'ın, bazı hükümleri sildiği,
bazı hükümleri de olduğu gibi bıraktığı anlamına da alabiliriz.
Yüce Allah, içimizde meydana
gelen kimi düşünce, duygu ve istekleri siler, kimini de bırakır; kâinatta
cereyan eden maddî ve manevî oluşumları sileceği gibi onları bırakabilir de.
2. "Kitabın anası (anayasa) O'nun katındadır." Yüce
Allah, ümmü'l-kitâb kavramı ile insanlığa "anayasa" kavramını
tanıştırmıştır. Hukuk sistemlerinin başında bir "anayasa" olmalıdır.
Kanunlar ondan doğarlar ve kanunlar onun çocuğu olduklarından ona
"anayasa" denmiştir.
Bütün peygamberlere gelen vahyin
doğduğu bir "ana kitap" vardır. Kâinattaki maddî, sosyal ve manevî
olay ve oluşumların da geldiği kitap bu kitaptır. İnsanların bilgileri,
buluşları hep bu kitaptan gelmektedir. Her şey oradan geldiği için her şeyin
anası odur.
Filozoflar bilginin kaynağına
aklı, sezgiyi, deneyi, tecrübeyi koymuşlardır. Onların arkasında da bir kaynak
vardır, o da Allah'tır, "De ki: Bilgi, Allah'ın katındadır" (Mülk
67/26).[42]
40. Fa onlara va'dettiğimiz
şeylerin bir kısmını sana gösteririz; yahut da seni vefat ettiririz. O halde
tebliğ etmek sana, hesap sormak da bize düşer.
41. Bizim o yere gelip nasıl onu
uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünün
ardına düşüp onu iptal edecek yoktur. O hesabı, çabuk görendir.
Âyetin açıklamasını yaparken hem
bir önceki, yani 39. âyetin son kısmını daha iyi anlayacağız hem de bu sûrenin
31. âyetine bağlantı kuracağız.
1. "Ya onlara va'dettiğimiz şeylerin bir kısmını sana
gösteririz; yahut da seni vefat ettiririz." Âyetin bu kısmında şu soruyu
soruyoruz: Âyette geçen "onlar" kimdir? Ra'd 31. âyette geçen
kâfirlerdir. Peki va'dedilen şey neydi? Yine 31. âyette geçen kâri'a denen
azaptır. Şimdi 31. âyette geçen ve bizim için cevap olan kısmın manasını burada
verebiliriz: "Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından
dolayı ya ansızın büyük bir bela gelmeye devam edecek veya o bela evlerinin
yakınına inecek. Allah, va'dinden asla dönmez."
İşte Yüce Allah "va'dedilen
büyük azabın bir kısmını sana ölümünden önce göstersek ya da sen öldükten
sonra onlara göstermiş olsak" yapacağın görev için hiçbir şey değişmez.
Sen bu azabın onların başına gelmesine bağlı değilsin. Onların başına gelecek
olan azabı düşünmeden yoluna devam etmelisin. 39. âyetin son kısmına dönersek,
olacak olan her şeyin bir hükmü, bir takdiri ve bir yazısı vardır. O zaman
gelince o olay veya olgu gerçekleşecektir. Bunun hesaplanması sana düşmez; çünkü
onun hesabı Allah katındadır.
2. "O halde tebliğ etmek sana, hesap sormak da bize
düşer." Hz. Peygamber'den mu'cize istemeleri (Ra'd 13/27) ve Rahmân'ı
inkâr etmeleri (Ra'd 13/30) karşısında Yüce Allah'ın onlara bir azap
göndermesini beklemeyerek, asıl görevlerinin başında gelen "tebliğ"
görevini sürdürmesi Hz. Peygamber'den istenmektedir. Hz. Peygamber bu ana
görevini yaparken onu insanların belasından koruyacak olan Allah'tır.
"Ey Peygamber! Rabb'inden
sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67).
Demek ki Hz. Peygamber kâfirlerin
başına azabın ne zaman geleceği ile meşgul olmamalı, kafasını ona
takmamalıdır. O azabın gelip gelmemesi onun görevini ortadan kaldırmayacaktır.
Çünkü "tebliğ" yani ilâhî mesajı insanlara ulaştırmak, duyurmak ve
öğretmek faaliyeti asla aksamamalıdır. Onların gösterdiği şiddetli olumsuz
tepkiden de ürkme-meli, ona aldırmamalı, çünkü bu durumlarda onu Allah'ın
koruyacağını da unutmamalıdır.
Bu noktada Yüce Allah Hz.
Peygambere düşen görevin tebliğ olduğunu; hesap sormayı ise kendi üzerine
aldığını ifade etmektedir. Çünkü Yüce Allah sabır sıfatını devreye sokarak,
kâfirlerin Hz. Peygamber'in tebliğinden etkilenerek hakikate dönme ihtimalinin
bulunduğunu da hissettirmekte, sırf bu ihtimal nedeniyle azabı onlara hemen
indirme-mektedir. O azabın zamanı da Allah katındadır. Doğrudan Hz. Peygamberle
ilgili görünen bu âyet bizim için ne i-fade etmektedir? Âyeti günümüze ve
geleceğe getirip açıklayabiliriz: Din âlimleri ve görevlileri çok zor şartlar
altında, kâfirlerin ağır baskısı karşısında yılmadan, bıkmadan ve korkmadan
samimi olarak dini anlatmaya devam edeceklerdir. Kendilerine baskı yapan, göz
açtırmayan ve nefes aldırmayanların başına bir azabın gelme beklentisi içinde
de olmamalıdırlar. O azabı, cezayı hayatlarında görseler de görmeseler de
görevlerini yerine getirmek konusunda hiçbir şey değişmemelidir.
Çünkü eğitim-öğretim faaliyeti
azap bekleme yeri değildir. Bu faaliyet, yani Allah'ın dinini insanlara tebliğ
görevi insanların kafasına ve gönlüne bir ışık sunmaktır; manevî hastalıklara
şifa vermektir; insanları inkârın prangasından, zincirinden kurtarmaktır. Ama
bu o insanlara âni bir ilâhî azap gelmeden yapılmalıdır ki o insanlar
kurtulsun. Demek ki, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmak konusunda hiçbir mazeret
olamaz, hiçbir şarta da aldırış edilemez.
Bu faaliyete ve o faaliyeti yapanlara
gösterilen ağır baskı ve olumsuz tepkinin hesabı Allah'a aittir. Hakkı tebliğ
bizlere, onların cezalandırılması da Allah'a düşmektedir.
3. "Bizim o yere gelip nasıl onu uçlarından eksilttiğimizi
görmediler mi?" İlk bakışta arz "yer" kavramından sanki
"yerküre"nin kasdedildiği düşüncesi uyanmaktadır. Âyette geçen etraf
kelimesine vereceğimiz mana ile oradaki yef'in ne anlama geldiği ortaya
çıkacaktır. "Yerin etrafından eksilme'ni şu şekilde yorumlayabiliriz:
a) Etraf, bir ülkenin sınır boyları anlamına gelebilir[43]. Bu
durumda arz "ülke", etraf da "sınırlar"ı olmaktadır. Hz.
Peygamber döneminde, kâfirlerin hükümran olduğu topraklar, Müslümanların eline
geçerek daralıyordu. Bu durum devam etmektedir. Roma'nın topraklarını
kaybetmesi, Osmanlı Devleti'nin sınırlarının daralması buna örnek olarak
gösterilebilir.
Bu aynı zamanda müslümanların
fetihle kâfirlerin topraklarını ellerine geçirip ülkelerini küçülteceği
müjdesini vermektedir.
b) Âyette arz ve etrâf kelimeleri, "bir ülkenin siyâsî
egemenliği nin uzandığı sınarlar"ı da ifade edebilir. Bu durumda maksat,
"siyâsî erklerinin hem daralması hem de zayıflaması demek olur. Yüce Allah
bir ülkeye tecelli edince, o ülkenin siyâsî etkinliğini daraltır ve azaltır.
Müşriklerin de o dönemde etkinlikleri azalmaya başlamıştır. Ama âyet evrensel
olduğundan her çağın milletlerinde aynı durum olmaktadır.
c) Bir zamanlar çalışıp ilimde dünyaya nur saçan milletler, daha
sonraki nesillerinde tembellik ve taklit egemen olunca, bilim ve kültür
bakımından dünyaya verdikleri ışık ve hizmet kaybolmaya başlar. O manevî gücün
sınırlan yavaş yavaş daralır ve yoğunluğunu kaybeder. Bir milletin bilim ve
kültürel üstünlüğünü ve etkinliğini kaybetmesi en büyük azaptır. Çünkü bu gücü
kaybetmesi efendilikten köleliğe doğru bir kayışın başlaması demektir.
d) Diğer taraftan arz ve etraf kelimeleri "ekonomik gücün kaybolması,
zayıflaması ve o toplumun muhtaç hale gelmesi" olarak da
manalandınlabilir.
Âyet, tarihsel açıdan,
Hz. Peygamber'in dönemindeki kâfir ve müşriklerin güç kaybı ve etkinliklerinin
sınırlarının daralması ve o sınırların mü'minlerin eline geçmesini ifade
etmektedir, ama âyeti evrensel olarak düşünmek en doğrusu olacaktır. Yanlış
yapan her millet bunun bedelini siyâsî erkini, ekonomik yapısını, coğrafi
anlamda sınırlarını, bilim ve kültürdeki etkinliğini kaybedecek, daralma ve
zayıflamalar başlayacak, sonuçta güçlü ve etkin oldukları dönem, gelecek
nesiller için bir nostalji ve bir anı olarak kalacaktır.
Yüce Allah o dönem müşriklerinin
durumunu bize bunun için anlatmakta, "her toplumun bir eceli vardır"
(Yûnus 10/49) buyururken, Ra'd 38'de de "her ecelin bir hükmünün ve bir
yazgısının var olduğuna" işaret etmektedir. Değişmeyen ilâhî hüküm, yani
yazgı şudur: Milletler, toplumlar çalıştıkça, emek sarfettikçe, bilime sevdalı
olup akıllarını kullandıkça gelişip büyüyeceklerdir.
Ama yanlışa, zulme ve
özgürlükleri engellemeye, aklı kullanmamaya başlayıp Allah'ın emrine ters
düştüklerinde, bütün etkinliklerini, üstünlüklerini kaybedip yavaş yavaş
coğrafi sınırlarını da daraltmış olacaklardır. İşte Allah'ın siyasete, sosyal
ve kültürel hayata olan yazgısı, hükmü ve kanunu budur.
Bu izahlarımızdan sonra bu
âyetteki arzın yerküre de olabileceğini kabul edersek Kur'ân'ın, dünyanın elips
olduğuna bu âyetiyle işaret ettiğini ifade edebiliriz. Çünkü dünyanın iki
kutup bölgesinin de basık olduğu bilinen bir gerçektir. Etraf, çoğul diye
karşı çıkılabilir ama bu itiraz uygun değildir. Çünkü iki kutuptan maksat
sadece iki kutbun en kuzey ve en güney noktaları değil, bölgenin tamamıdır.
Dolayısıyla bu âyetin bu şekilde de izahının mümkün olduğuna bir göndermede
bulunmak, âyetin evrenselliği ilkesine yardım edecektir.
4. "Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün ardına düşüp onu
iptal edecek yoktur. O, hesabı çabuk görendir." Yüce Allah tabiat
kanunlarına benzer, sosyal kanunlar da koymuştur. Benzer sebepler, benzer
şartlar altında benzer neticeler doğuracaktır. Sebepler oluşunca nelerin
meydana geleceği hükmünü Allah vermiştir, onun yazgısını, kanununu O koymuştur.
Bu hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek bir güç yoktur. Âyetteki çiii
mu'akkıb kelimesi, "bir şeyi reddetmek, geçersiz kılmak ve iptal etmek
için izleyen kim-se"ye denmektedir. Hak sahibine, alacaklı olduğu kimsenin
peşine düşüp onu takip ettiği için mu'akkıb denmiştir.
Buradan şunu çıkartıyoruz, beşerî
hükümleri takip edip iptal etmek mümkündür. Birinin yaptığı anayasayı,
kanunları başkaları gelip ortadan aldırıp iptal eder ve yenisini yapabilir. Ama
Yüce Allah'ın hükmü yani - unneti ne iptal edilebilir ne de değiştirilebilir.
Yüce Allah bir toplumun
yıkılışına, helakine karar verdiği, hükmettiği zaman bu hüküm geri çevrilemez
ve durdurulamaz. "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri
gelmiştir. Ve onlara geri çevrilmez bir azap mut-ika gelecektir" (Hûd
11/76). Hz. İbrahim, Lût toplumuna gelecek azabıdurdurması için Allah'a
yalvarmıştı. Yalvarışına karşı aldığı cevap bu olmuştur.
Yüce Allah hesabı çabuk gördüğü
için onu durdurmak da mümkün değildir. Kime, hangi topluma, ne zaman, nasıl bir
azap vereceğini hesaplamak için zaman kaybı O'nun için söz konusu değildir.[44]
42. Onlardan önce geçenler de
tuzak kurmuşlardı. Oysa tuzakların tamamı Allah 'a aittir. Çünkü Allah, herkesin
ne elde ettiğini bilir. İnkarcılar da dünyanın sonunun kimin olduğunu
bileceklerdir.
43. İnkâr edenler, 'sen peygamber değilsin' diyorlar. De ki:
'Benim ile sizin aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter.'
Bu âyetlerle Ra'd sûresi son
bulmaktadır. Yüce Allah peygamberlere karşı takınılan olumsuz tavırlardan bazı
davranış ve sözlü saldırılara dikkat çekmektedir.
1. "Onlardan önce geçenler de tuzak kurmuşlardı."
Peygamberler tarihine bakıldığı zaman, onların tebliğ denen öğretim
faaliyetlerini engellemek için düzenler, tuzaklar ve entrikalar kurulmuş
olduğu görülecektir.
Her peygamber kendi dönemindeki
kâfirlerin sosyal statülerine göre tepki görmüştür. Çoğu zaman toplumun ileri
gelenleri, kendi statülerini kaybedecekleri korkusu ve kibirleri dolayısı ile
peygamberlere tepki göstermişlerdi.
Bunun da sebebi şudur:
Peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesaj, ezilen, sömürülen, özgürlükleri
elinden alınan kitlelerin haklarını öne çıkarıyor ve insanları eşitliyordu,
özgürlüklere saygı duyacak bir hukuk sistemini ve anlayışını insanlığın zihnine
yerleştirmek istiyordu. İlâhî mesajın bu radikal, yani köklü değişim hareketi,
toplumun ileri gelenlerine, statülerinin fay hattı üzerinde olduğunu
hatırlatıyordu. Depremin gelme endişesi onları tuzak kurmaya sevkediyordu.
Peygamberlere karşı kurulan bu tuzaklar, daha önce Hz. Âdem döneminde şeytan
tarafından Hz. Âdem'e karşı da kurulmuştu. Bunun anlamı, iyi ile kötünün mücadelesi;
yani hak ile bâtılın, inkâr ile imanın mücadelesi idi.
2. "Oysa tuzakların tamamı Allah'a aittir. Çünkü Allah,
herkesin ne elde ettiğini bilir." Yüce Allah insanların eylemlerini en
ince detayına kadar bildiğinden, tuzakları da ilmektedir. "Tuzakların
tamamı Allah'a aittir" demek, "tuzakları nasıl :rtadan kaldıracağını
ve daha büyük tuzağın nasıl kurulacağını bilmesi" oemektir. "Onlar
tuzak kurarlarken, Allah da zak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en
üstünüdür" (Enfâl Tuzakların tamamı ona aittir", demek; "onların
tamamını yok ececek tuzakları kuracak güçtedir" anlamına gelmektedir.
iyiler kötülerin tuzaklarına
karşı koyamayacak, onlardan kurtulaayacak duruma gelince, onların tuzağını yok
etmek için Yüce Allah tuzak kurmaktadır. İyiler, kötülerin düzenledikleri
tuzaklar için gerçek-esrrdıkleri eylemleri bilmediklerinden onları önceden
bilen Allah, tu- tuzakla karşılık vermektedir.
3. "İnkarcılar da dünyanın sonunun kimin
olduğunu bileceklerdir." Âyetin bu kısmında geçen 'ukbe'd-dâr terimi,
En'âm 135'de'âkibetu'd-dâr şeklinde geçmektedir. ed-dâr kelimesi,
"yurt" anlamına gelmektedir. Müfessirler genelde bu terimlerin
"âhiret yurdu" olduğunu söylemişler ama Zemahşerî bunu
"dünya" olarak manalandırmıştır.[45]
Kur'ân'ın genelinde âhiret için doğrudan doğruya dâru'l-âhire "âhiret
yurdu" şeklinde âyetler de vardır (Yûsuf 12/109).
Demek ki inkarcıların en çok
zorlandıkları konu âhiret inancıdır. Bu dünyada inanmadıkları bu konuyu daha
sonra bilir hale geleceklerdir. Bilmenin anlamı, yaşayarak görmektir. Ama bu
öylesine bir bilmedir ki, bilenine fayda vermeyecektir. Onlar, dünyanın sonu
yani âhiret yurdunun kimlere miras olarak bırakılacağını, orada mutluluğu elde
edecek olanların kimler olacağını yakînen bileceklerdir.
İşte Yüce Allah orada pişmanlık
verecek olan bir bilmeden önce, önceden bilip inanmanın önemini
vurgulamaktadır.
4. "inkâr edenler, 'sen peygamber değilsin', diyorlar. De ki:
Benimle sizin aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter."
Peygamberlerin tamamı bu inkâr ifadesi ile karşılaşmışlardır. Belki de bunun
tek istisnası Hz. Âdem'dir. Onu da reddeden şeytan olmuştur. Hz. Peygamber'e de
doğrudan ve net bir şekilde "sen peygamber değilsin" denmiştir. Hûd
27'ye gittiğimiz zaman Hz. Nuh'un daha farklı bir şekilde reddedildiğini
görüyoruz: "Kavminden il'eri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece
bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt
tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir
üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu
düşünüyoruz." Bu ifadede kavmi, Hz. Nuh'un peygamberliğini reddetmektedir.
Bu ifade, sözü uzatarak anlatılan bir red ifadesinden başka bir şey değildir.
Böyle bir hakarete varan bir
tavra karşı nasıl cevap verilecekti? Yüce Allah cevabı Hz. Peygamber'in
vermesine müsaade etmiyor ve cevabı kendisi veriyor:
"De ki: Benim ile sizin
aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter."
Yüce Allah Hz. Peygamber
vasıtasıyla kâfirlere, onun peygamber olduğuna Allah'ın şahadet etmekte
olduğunu iletmektedir. Peygamberler Allah'ın elçileridir. Onlara bu görevi
veren insanlar değil Allah'tır. İnsanlar onların elçiliğine inanmakla
yükümlüdürler.
Bu âyette anlaşılması zor olan
kısım son kısmıdır: "Kitabı bilenler" ifadesindeki men kimdir ve
âyette kitap hangi kitaptır? Râzî bu konuyu geniş bir şekilde açıklamıştır.
Râzî ve Kurtubî'nin açıklamalarını dikkate alarak yorumumuzu yapmak istiyoruz.
a) "Kitabı bilenler", Tevrat'a ve İncîl'e inanıp onun
bilgisine tam anlamı ile vâkıf olanlardır.
Yüce Allah'ın, İsrâiloğullarından
birinin şahadetine güvenmelerini Mekke kâfirlerinden istemesi doğru olur mu?
Buna delilimiz ne olabilir? Bu soruların cevabını verebilmek için Ahkâf
sûresinin 10. âyetine gitmemiz gerekiyor: "De ki: Hiç düşündünüz mü;
şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, îsrâiloğullarından
bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük
tas-lamışsanız (durumunuz nice olur)? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu
doğru yola iletmez."
İsrâiloğullarından olup şahitlik
edecek olan kim olabilir? Bunun, câhiliye döneminde adı Husayn olan, müslüman
olunca Hz. Peygamber'in Abdullah adını
verdiği Abdullah b.
Selâm olduğu görülür[46]. Bu
hadisin hasen ve garip olduğunu söyleyenler de vardır[47].
Şa'bî ve Sa'îd b. Cübeyr, Ra'd
sûresinin Mekke'de indiğini söyleerek Katâde'nin naklettiği bu hadise itiraz
etmiştir.
Ahkâf 10. âyette geçen 'ala
mislih ifadesine Muhammed Esed "kendisi gibi birisi" manasını
vermektedir. O zaman âyetin bu kısmına Muhammed Esed'in anlamını vererek
yorumumuzu genişletebiliriz: "Hatta îsrâiloğullarından bir şahit, kendisi
gibi birinin ortaya çıkmasına şahitlik yaparken ve ona inanırken bile."
"Kendisi gibi biri" ifadesinden bu şahidin Hz. Mûsâ olduğu
anlaşılmaktadır. îsrâiloğullarından şahit olan biri, kendi kitabında Hz.
Muhammed'in müjdelendiği Hz. Mû-sâ'dır. Hz. Musa'ya gelen vahyde Hz.
Muhammed'in müjdelendiği bugünkü Kitab-ı Mukaddes'te bile işareten vardır:
"Allah'ın Rab senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir peygamber
çıkaracak, onu dinleyeceksin. Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir
peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim
herşeyi onlara söyleyecek"[48].
Ahkâf 10 ile bu âyetleri bir araya getirince şahidin Hz. Mûsâ olduğu anlaşılmaktadır.
b) "Kitap bilgisi" ifadesindeki kitap, Kur'ân'dır, yani
genel anlamda kitap yani vahy bilgisine sahip olan kimsedir. Kur'ân Hz. Peygamber'in
peygamber olduğuna şahitlik etmektedir. Onu bilen de buna şahitlik etmiş olur.[49]
Kur'ân'in edebî üslubu, içindeki
hükümlerin içeriği ve Kur'ân'm sistematiği gösteriyor ve şahitlik ediyor ki onu
bir beşer yazamaz ve o nedenle ilâhî kaynaklıdır. O zaman Ra'd sûresinin son
kelimesi olan "kitap"tan kasıt, Kur'ân olmakta ve bu cümle,
"yanında Kur'ân bilgisi olan, Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna şahitlik
eder", anlamına gelmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki,
kitabı bilenden kasıt Kitap ehli ve Müslümanlardır. Vahy bilgisine onlar
sahipti. Din eğitimi açısından şu genellemeye varıyoruz. Hz. Peygamber'e gelen
Kur'ân, Hz. Peygamber'in peygamberliğine itiraz edenlerin itirazını da ele
alıp cevaplandırmaktadır. Din eğitimcileri de aynı metodu izlemelidirler.[50]
Ra'd sûresinden çıkarılacak
ilkeleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Tevhîd inancı ile ilgili prensipler:
Ra'd sûresinin merkezî konusunu
tevhid inancı yani Allah'ın birliği teşkil etmektedir. Tevhîd inancı
tapınılacak, yani kulluk edilecek varlığın sadece Allah olduğu ilkesini
getirmektedir.
a) Yüce Allah, varlığını ve tekliğini tabiat olayları ile ispat
etmekte, göksel ve yerel maddî olaylardan hareketle Allah'a nasıl varılacağını
anlatmaktadır (âyet: 2).
b) O, göksel ve yerel olaylardan insana inerek, yani uzaktan yakına
metodunu kullanarak yaratmadaki gücünü ve tekliğini ispat etmektedir. Meselâ:
Dişinin karnında ne taşıdığını ve ne doğurduğunu bilir ve O'nun bilgisinin
dışında hiçbir şey yoktur (âyet: 8-10).
c) Tabiat olayları ve kâinatın tamamı Allah'a teşbih ile ibadet etmektedir.
Şimşek yüklü bulutlar, gök gürültüsü övgü ile Allah'ı teşbih ederken, melekler
de korku ile teşbih etmektedir. Bu durum Allah'ın tapınılacak tek varlık olduğuna
delildir (âyet: 12-13).
d) Yalvarmak, yani dua etmek için Allah'a yönelmek gerekiyor.
İnsanların isteklerine cevap verecek ve onları yerine getirecek yegâne varlık
Allah'tır. O'ndan başkasına dua etmek tevhid inancına ters düşmektedir. Ra'd
sûresi bunu şu misalle açıklıyor: Su, nasıl ki uzaktan ellerini açanın ağzına
akıp dolmazsa, sahte tanrılar da kendilerine yalvaranlara bir yarar
sağlayamaz, duayı işitip, gereğini yerine getiremezler. (âyet: 14).
e) "Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola iletecek yoktur"
(âyet,33); "Onları Allah'tan koruyacak kimse yoktur" (âyet: 34);
"Allah'a kulluk etmek ve O'na ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız O'na
çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır" (âyet: 36).
f) "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamber için mu'cize getirme
imkanı yoktur" (âyet: 38); "Allah dilediğini siler, dilediğini sabit
bırakır. Ana kitap onun katındadır" (âyet: 39); "Hesap yalnız bize
aittir" (âyet: 40); "Allah, hesabı çabuk görendir" (âyet: 41).
Bu âyetlerden anlıyoruz ki kâinatın ve âhiret yurdunun tek hakimi, yöneticisi
Allah'tır. Bu eylemler sadece Allah'a aittir; O'ndan başkası bunlara ortak
olamaz. Böylece Ra'd sûresi hem şirk ile mücadele vermekte hem de tevhîd
inancının ağacını dikip beslemektedir.
2. Ra'd Sûresi'nde bilgi, düşünce, iman ve akıl öne çıkarılmaktadır.
Yüce Allah, kâinattaki tabiat
olaylarına yani göksel ve yerel olaylara, akıl ve düşünce ile yaklaşıp imana
ulaşmayı öngörmektedir (âyet: 2-4).
Yüce Allah, aklı, düşünceyi ve
bilgiyi ahlâkın temellerine koymaktadır. Ahde vefa, antlaşmayı bozmamak, iç
âlemdeki kaynaşma ile sosyal hayattaki kaynaşma, Allah'a saygı duymak,
âhiretteki hesaplaşmadan korkmak, Allah rızası için sabretmek, namazını
kılmak, malından fedakarlıkta bulunarak paylaşım erdemini yaşamak, kötülüğe
iyilikle karşılık vermek gibi insanı ve toplumu yücelten ahlâkî değerler akıl,
bilgi ve düşünen insanlar sayesinde hayata intikal edecektir (âyet: 19-22).
Yüce Allah, iman ile zikri, yani
Allah'ı anmayı, gelişimin en üst basamağı olan doyum noktasına ulaşmanın temel
şartlan olarak görmektedir (âyet: 28-29).
3. Peygamberlikle ilgili
ilkeler:
a) Yüce Allah, bu sûrede kâfirlerin, Hz. Peygamber'e karşı olumsuz
tutumlarını ele almaktadır. Meselâ: Mu'cize getirmesini istediler. Peygamber
olmadığını söylediler. Onunla alay ettiler. Onu engellemek için tuzaklar
kurdular (âyet: 27, 32, 33, 42, 43).
b) Ona indirilen kitabın bir kısmını kabul ederken diğer kısmını
inkâr ettiler (âyet: 36).
Dinin temel esaslarından biri
olan peygamberlik müessesini inkâr edenlere bu sûrede cevaplar verilmiş ve
onların sonuçlarının ne olacağı onlara açıklanmıştır.
4. Genel ilkeler:
Yüce Allah, bu sûrede:
a) Değişim olgusunu insanların şahsiyetine bağlamıştır. Sosyal değişimin
temeline psikolojik değişimi koymuştur. Psikolojik değişim olmadan toplumun
değiştirilmeyeceğini söylemiştir (âyet: 11).
b) Altından ırmaklar akan cennetin kime ait olduğunu açıklamış;
'adn cennetine götüren amellerle, özelliklerini anlatmıştır (âyet: 19-24; 35).
c) Anayasa kavramını insanlığa tanıtmıştır (âyet: 39).
d)Toplumların bir eceli olduğu ve bu ecelin geri çevrilemeyeceğini
gündeme getirmiştir (âyet: 3941).
e) Eğitilemeyecek insanların olduğunu söyleyerek eğitim için çok
önemli bir ilke getirmiştir (âyet: 31).[51]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/13-14.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/15-17.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/18-24.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/25-29.
[5] Râzî.age, XIII,
394-395.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/29-32.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/32-35.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/36-41.
[9] Râzî, age, VII,
324-325.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/41-46.
[11] Râzî, age, XIII,
417.
[12] Esed, age, 487,
dipnot 29.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/46-51.
[14] Mücâhid.
[15] İbn Abbâs.
[16] Kurtubî, age, IX,
456.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/51-53.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/54-56.
[19] Yazır, age, V, 137.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/56-62.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/62-64.
[22] Râzî, age, XIII. 432.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/65-68.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/69-81.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/82-83.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/83-86.
[27] Râzî, age,
XIII, 450.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/86-91.
[29] İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye,
I, 308-309'dan nakil Bedrettin Çetiner, Fâtihâ'dan Nâs'a Esbâb-ı Nüzul,
II, 526.
[30] Suyûtî, Lübâbü'n-Nukûl, I, 217'den nakil Bedrettin
Çetiner, Fâtihâ'dan Nâs'a Esbâb-ı Nüzul, II, 526.
[31] Râzî, age, XIII,
454.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/91-103.
[33] Râzî, age, XIII,
457.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/103-105.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/105-112.
[36] Zemahşeri, age,
II, 362; Râzî, age, XIII, 462.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/113-116.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/116-120.
[39] Râzî, age, XIII,
466.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/121-124.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/124-127.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/127-128.
[43] Tâcu'l-Arûs
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/129-134.
[45] Zemahşerî, age, II,
52.
[46] Tirmizî, Tefsir,
46, Sûre 1; Menâkıb, 36
[47] Kurtubî, age, IX, 506.
[48] Tesniye, Bab 18, 15
ve 18. âyetler
[49] Yazır, age, V,
164.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/134-138.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/139-141.