13/RA'D  SÛRESİ: 2

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla: 2

Kitap: 2

Göksel Ve Yerel Kanunlar: 3

Şaşılacak Şey: 5

İnançta Değişim Affı Getirir: 6

Hz. Peygamber'in Görevi: 7

Allah Sonsuz İlme Sahiptir: 8

Değişimin Dinamikleri: 10

Tabiat Olaylarının İbadeti: 12

Sadece Allah'a Yalvarılır: 13

Kâinattaki Varlıkların Secdesi Zorunludur: 14

Şirkle Mücadele Soruları: 15

Hak İle Bâtılın Anlatımı: 17

Allah'ın Emrine Uyan İle Uymayanın Göreceği Karşılık: 18

Bilen Ve Düşünen Akıl Sahiplerinin Amelleri: 19

Ahdi  Bozanların Sonu Ne Olacak ?. 23

Dünya Hayatı Şımartmamalı: 24

Kâfirlerin Mu'cize İsteği: 25

Kafirlerin Durumu Hakkında Bir Analiz: 26

Peygamberlerle Alay Etmek: 30

Şirk Koşanlar Başkalarının Etkisindedirler: 31

Muttakîlere Vaadolunan Cennet: 33

Bilenin Hali Başkadır: 34

Kur'an Varken Arzulara Uyulmaz: 36

Peygamberler Kendiliklerinden Mu'cize Getiremezler: 37

Anayasa Allah'ın Yanındadır: 38

Peygambere Düşen Nedir?: 38

Peygamberlere Tuzak Kuran Tuzağa Düşer: 40

Ra'd Sûresinden Çıkan İlkeler: 42


13/RA'D  SÛRESİ:

 

Ra'd sûresinin nerede indiği konusunda ciddî tartışmalar vardır. Tamamının Mekke'de, yine tamamının Medine'de indiği­ni nakleden âlimler olduğu gibi, bazı âyetlerinin Mekke'de, di­ğerlerinin Medine'de indiğini söyleyen âlimler de vardır.

İbn Abbâs'tan nakledilen görüşe göre sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Aynı şekilde Taberî'nin bahsettiği bazı otori­telere göre İbn Abbâs'ın, sûrenin Medine döneminde indiği görü­şünde olduğu nakledilmektedir. Suyûtî, sûrenin Mekkî olduğunu, ama bazı âyetlerinin Medine'de indiğini söylemektedir. Beğavî ve Râzî de aynı görüştedir.

Sûrenin tamamına baktığımızda bazı âyetlerin Medine'de indiğini, bazılarının Mekke'de indiğini söyleyebiliriz. Meselâ, 19-25. âyetleri arasında ahlâkın temel ilkelerini koyan âyetler Medine'de inmişe benziyor. Çünkü ahlâkî prensiplerin pek çoğu Medine dönemine rastlamaktadır.

Kitapla başlamış olması sebebiyle bu sûre Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd ve Yûsuf sûrelerine bağlı görülmekte­dir.

Kâinatın yaratılışından, değişimin sebeplerine, tabiat olay­larının ibadetine, hak ile bâtılın benzetme ile anlatımına, manevî kör ile görenin farkına, değerler sistemini hayata geçirenle tersiniyapanlara, Allah'ı anıp düşünmenin manevî etkinliğine, muttakî-lere vaadedilen cennete, verilen bilgiden sonra nefsin arzularına uymanın getireceği sonuca varıncaya kadar bir çok konuyu ele alıp işleyen bu sûre, İslam dininin temellerini oluşturmakta ö-nemli bir yere sahiptir.

43 âyetten ibaret olan bu sûre daha çok kitap, ahlâk ve de­ğişim üzerinde durmakta, ismini de 13. âyetinde geçen ve gök gürültüsü anlamına gelen Ra'd kelimesinden almaktadır.[1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:

 

Kitap:

 

1. Elif, Lam, Mîm, Râ. Şunlar, kitabın âyetleridir. Sana Rabb'inden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu an­lamazlar.

 

Hurûf-u Mukatta'a adı ile anılan bu harflerin açıklaması Bakara sûresinin başında yapılmıştır. Burada aynı açıklamayı tekrarlamayı ge­reksiz görüyoruz.

a) "Şunlar kitabın âyetleridir." iüb tilke "şunlar" kelimesinden ya da zamirinden kasdedilen nedir? Bize göre Ra'd sûresi­nin âyetleridir. Ra'd sûresinin âyetleri, kitap yani Kur'ân'ın âyetleridir. Ra'd sûresinin vahyedildiği anı düşünürsek, Yüce Allah Cebrâîl ile gön­derdiği bu sûrenin içindeki mesajın neye ait olduğunu, kitabın âyetleri olduğundan oraya konması gerektiğini söylemekte olduğunu anlarız.

Buradaki âyât kelimesine "hükümler, esaslar, ilkeler, kanun­lar" manalarını verebiliriz. Âyât kelimesi "kitabı meydana getiren cüm­lelerdir" de denebilir.

b) "Sana Rabb'inden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar." "İndiri-len"den kasdedilen nedir? İlk önce "âyetler"dir cevabı verilebilir ancak âyetlerin yer aldığı "kitap" da olabilir. Bu cümle, "sana indirilen kitap, yani Kur'ân haktır" şeklinde de tercüme edilebilir.

Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği haktır, yani gerçektir. Din adına Allah'ın indirdiğinden başkası hak değil, bâtıldır; başka bir ifade ile din olarak kabul edilemez.

Hakjan dışında kalan sapıklıktır, bâtıldır, "İşte O, sizin gerçek Rabb'iniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsu­nuz" (Yûnus 10/32).

Bu âyet "Yüce Allah'ın indirdiğinin hak olması gerçektir, doğru­dur, evrenseldir, objektiftir" anlamına gelmektedir. İnsanların düşüncele­ri eksiktir, taraflıdır, hatalıdır, ama Yüce Allah'ın indirdiğinde hata, ek­siklik ve yetersizlik yoktur.

"İnsanların çoğu buna inanmazlar" ifadesi ile bu âyet Yûsuf 103'e gitmektedir. İnsanların çoğu Kur'ân'ı sana Allah'ın indirdiğine ve onun hak olduğuna inanmamaktadır. Hz. Peygamber dö­neminde öyle idi, bugün de öyledir. Gelecekte de öyle olacağa benze­mektedir.

Kur'ân'ın hak olduğuna burada "inanmak", Ra'd 19'da ise "bil­mek" ile yaklaşılması istenmektedir. "İnsanların çoğu onun hak olduğuna inanmıyor" ifadesinden anlıyoruz ki, inanmada bir zorlayıcılık yok­tur, insanlar kendi hür iradeleriyle inanmamaktadırlar. Çünkü Allah dile-se onların tümünü inandırırdı (Yûnus 10/99).

Yüce Allah insanları inanıp inanmamakta serbest bırakmıştır.

"Ve de ki: Hak, Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). Onun içindir ki yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd l'de inanma fiilinin öznesi insanlardır. Demek ki, insanların çoğu Kur'ân'ın hak olduğuna inanmamakla tepki göstermektedirler.

Yüce Allah eğitimin merkezine kitabı koymaktadır. Âyette kitap, hak ve iman kelimeleri bir araya gelmektedir. Kitap önce hakkı, sonra da imanı arkasından sürüklemektedir. Eğitimde "hak", yani doğru, gerçek, eksiksiz, yeterli ve faydalı olan öğretilmelidir. Bu bilgilerle donatılmış olmayan kitap eğitimin merkezine alınamaz. Kitaba layık olan imandır, bilmektir.

Din âlimi ve görevlilerinin Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e hak olarak indirdiği kitabı bilmeleri gerekiyor. Onu bilmedikleri takdirde dinin merkezinde olamazlar, din adına konuşma ve bilgi verme hakkına sahip değillerdir. Allah'ın vahyini bilmeyen kişi, bilimin hangi seviye­sinde olursa olsun din adına konuşamaz, fetva veremez ve bu yetkiyi kendinde bulamaz.

Din, dolaylı yollarla gelen ve beşerî görüşlerin karıştığı kanallarla anlatılamaz. Çünkü dinin merkezinde ilâhî mesajı içine alan Kur'ân bu­lunmaktadır. Kişi, önce ona inanacak, sonra da onu bilecek ki o konuda konuşabilsin.[2]

 

Göksel Ve Yerel Kanunlar:

 

2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yüksel­ten, sonra Arş'a istiva eden, Güneş'i ve Ay'ı emrine boyun eğdiren Allah 'tır. Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabb 'inize kavuşaca­ğınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır.

3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yara­tan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphe­siz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.

4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kulla­nan bir toplum için ibretler vardır.

 

Bu âyetlerin analizinden varacağımız neticeler olacaktır:

1. Yüce Allah Kur'ân gibi hak kitabı kendisinin gönderdiğine in­sanları inandırabilmek için, onlara yarattığı tabiat kitabını anlatmakta, kâinatın yaratılışı ve onları oluşturan kanunlar hakkında bir ders vermek­tedir. Bu âyetlerin birinci âyetle olan bağlantıları bu şekilde düşünülme­lidir. Kâinat hakkındaki bilgi, Kur'ân'a imanı doğurmalıdır.

2. "Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten Allah'tır." Ra'd ikinci âyetin bu kısmında Yü­ce Allah "gözlem" meselesini gündeme getirmektedir. \£y) teravnehâ

'gözlemekte olduğunuz" cümlesiyle Yüce Allah insanın görme duyusu­na hitap etmektedir. Görüyorsunuz ki, Yüce Allah gökleri direksiz yük­seltmiştir. Bunun anlamı göklerin direksiz nasıl durduğuna dikkat çek­mektir.

"Sütunlar, direkler, dayanaklar, destekler" anlamına gelen 'amed kelimesi 'imâdın çoğuludur. Dolayısıyla teravnehâ cümlesini amed kelimesini niteleyen bir cümle olarak kabul edip âyetin anlamını "Allah, gökleri sizin görebileceğiniz direkler olmadan yükseltti" şeklin­de vermemiz de mümkündür. Bu taktirde âyetin anlamında göklerin di­reklerinin var olduğu, ancak insanlar tarafından görülemedikleri sonucu çıkar ki kanaatimizce âyeti böyle anlamlandırmak da ihtimal dahilinde olmalıdır. Destek ve dayanak olmadan göklerin o şekilde duruşu Allah'ın kudretini göstermekte ve bu yaratılış kanunu insanı aciz bırakmaktadır. Bu kanun insanlar tarafından gözlenebilmektedir.

3. "Sonra Arş'a istiva edendir." Bu ifadeyi Bakara 255'te açıkladık. Ayrıca A'râf 54'e de bakılabilir. Yüce Allah'ın "Arş'a istiva etmesi", "kendini, yarattığı eserin içine koyması, onu kap­saması, onunla her an ilgilenmesi, her an onu yenilemesi, her an yarat­ması" anlamına gelmektedir. Çünkü Allah mekandan münezzehtir, yani kâinatın hem içinde hem dışındadır. Onun için "şurada yoktur" diye bir özellik düşünülemez. Yüce Allah yarattığı varlığı başıboş bırakmaz, her an onunla ilgilenir.

4."Güneş'i ve Ay'ı emrine boyun eğdiren Al­lah'tır." "Boyun eğdirme"nin manası, "istihdam etmek, görevlendirmek"tir. Bu izah gereği Yüce Allah'ın Güneş ile Ay'a görev verdiğini anlıyoruz. Nitekim Yüce Allah yarattığı her şeye bir görev yüklemiştir.

Çünkü Yüce Allah hiçbir varlığı boş yere yaratmamıştır. Güneş ile Ay'ın görevlerinin ne olduğunun bir kısmı Yûnus 5'de açıklanmıştı. Işık vermek, yılların sayısı, hesabın bilinmesini temin etmek ve Allah'ın bir gerçekle bunları yaptığının bilinmesi bu görevlerdendir.

Ayrıca Güneş'in canlılar için ne kadar önemli olduğu bilinmekte­dir. Özellikle bitkiler âlemi ve diğer canlılar için ne denli yaşamsal önem taşıdığı ortadadır. Yüce Allah, Güneş ile Ay'ı yarattı ve onları bu görev­leri yerine getirmeleri için hizmete sundu.

5. "Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir." yecrî kelimesi, onların hareket ettiklerini, dön­ düklerini, yani akıp gittiklerini ifade etmektedir. Kur'ân, Güneş ve Ay'ın kendi etrafında ve diğerlerinin de kendilerine tahsis edilen yörüngede döndüklerini asırlar önce bildirmiştir. Onların bu hareketinin de bir müddeti, bir eceli olduğu da gündeme getirilmektedir.

Yüce Allah göksel cisimlere de bir ecel, yani ömür tayin etmiştir. Görevlerini bu süre içinde sürdüreceklerdir. Böylece göksel cisimlerin sonsuz olmadıkları anlaşılmaktadır.

6. "Her işi yerli yerinde düzenler." Ayetin bu kısmından Yüce Allah'ın kâinattaki bütün işleri dilediği şekilde düzenleyip idare ettiğini anlıyoruz. Burada O'nun hür irâdesine ve idaresine kimsenin müdahale edemeyeceğine işaret edilmektedir.

Âyette geçen yüdebbiru kelimesi Nisa 82'de açıklanmıştır. Kur'ân'da "yönetmek, anlamak, sırtını dönmek, çekip gitmek, yerine getirmek, kalıntı, kök, arka ve düşünmek" manalarına gelen bu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "yönetmek" anlamını ifade et­mektedir.

"Yüce Allah kâinatın bütün işini düzenleyip idare etmektedir" ifa­desinden, O'nun her an kâinata müdahale ettiğini, onunla ilgilendiğini anlıyoruz.

7. "O, Rabb'inize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için âyetleri açıklamaktadır." "Âyetleri açıkla-mak"tan kasıt, "göksel kanunları açıklamak"tır. Göklerin direksiz dur­ması, Güneş ve Ay'ın çalışma sistemi ve onların yaratılışı birer âyet ol-maktadır. Ayât, "kanunlar, kâinatın yaratılış ve işleyiş kanunları" anla­mına gelmektedir.

Yüce Allah'ın, bu kanunları açıklamaktaki amacı, kendisine kavu­şacağımız güne, yani âhirete iman etmemizi temin etmektir. Âyetteki oyŞjj tûkınûn kelimesi, "iyice bilmek, tam manası ile inanmak, bilerek inanmak" yani, dış âlemdeki kanunlardan hareket ederek Allah'a kavu­şulacağına inanmaktır. Bilimsel bilgiye dayanan bir imanı gerçekleştir­mek için, dış âlemdeki kanunlar da bazen Kur'ân'da açıklanmaktadır.

Demek ki insan dış âlemin kanunlarına ya da onlardan birine takıl­sa, Allah'a varabilir ve gönlünde âhirete iman teşekkül edebilir.

8. "Yeri döşeyen onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur." Yüce Allah uzak­tan yakına metodunu kullanarak, ikinci âyette göklerden, güneş ve aydan bahsederken üçüncü âyette yeryüzüne inmekte ve oradaki kanunları ele almaktadır. Göklerdeki  oluşumlar uzağı; yeryüzündeki oluşumlar da yakını teşkil etmektedir.

a) "Yeri döşeyen" ifadesi, "yayıp genişleten" anlamına gelmektedir. Buradaki manayı anlamak için şu açıklamayı yapmamız gerekiyor: Yüce Allah canlıların yeryüzünde yaşayabilmesi için onlara uygun bir maddî ortam hazırlamıştır. Özellikle canlıların son halkası olan insan için yeryüzünü bir döşek, bir beşik olarak hazırlamıştır.

"O Rabb ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir tavan yaptı" (Bakara 2/22).

b) "Onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan

O'dur." Dağ ve nehirlerin yeryüzünde yerleştirilmesi de ilâhî kudrete işaret etmekte ve ona delil olmaktadır. Yeryüzünün maddî yapısının in­celenmesini de Yüce Allah bir ödev olarak insanın önüne koymaktadır.

c)  "Orada meyvelerden çifter çifter yaratan Ö'dur." Yüce Allah hayvan ve insanları çifter yarattığı gibi, meyveleri de öyle yarattığına dikkat çekmektedir. Erkek ve dişiliğin bit­kiler âleminde olması, botanik ilminin konuları arasında yer almaktadır. Bitkiler âleminde de döllenmenin olduğunu ve bunu rüzgarla yaptığını Yüce Allah Hicr 22'de söylemektedir.

d) "Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor." Allah, zamanın gece ve gündüz kısımlarını ve bu kısımların ilişkisini, gecenin gündüzü örtmesinin ne anlama geldiğinin açıklanması işlemini de bir ödev  olarak  insanlara  vermekte,  böylece  dağ,  nehir,  meyvelerdeki çifterlik, gece-gündüz ilişkileri gibi yerel bilimlerin konulan arasında yer almasını ön görmektedir. Ra'd ikinci âyette göksel konular; üçüncü âyette de yerel konuların incelenmesi istenmekte ve bu konuların ince­lenmesi ile varılacak nihâî noktanın, Yaratıcı gücün varlığının tesbit edilmesi olduğu vurgulanmaktadır.

e) "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için âyetler vardır." Dikkat edilirse ikinci âyetin sonunda "bilinç­li iman"; üçüncü âyetin sonunda da "düşünmek" hedef alınmaktadır. Demek ki, dış âlemin göksel ve yerel kanunlarını, işleyiş tarzını incele- menin amacı düşünceyi harekete geçirip iman etmektir. Hem iman hem de düşünce toplumsal nitelikli konulardır. Allah'a kavuşulacağına iman ve ibret alacak bir toplumsal düşünce hedeflenmektedir. Üçüncü âyetin sonundaki âyât kelimesi, "kanunlar, ibretler, çıkartılacak genellemeler" anlamına gelmektedir.

g. "'Yeryüzünde birbirine konîşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. Böyle iken yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte-bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır."

Yine dördüncü âyette insanın sofrasında yer alan üzüm, tahıl, hur­ma cinsinden yemiş ve gıdalara dikkat çekilmektedir. Bunlardan şu ko­nunun incelenmesi ve ondan ibret alınması istenmektedir: Bu meyvelerin yetiştiği tarlalar birbirine komşu olmalarına ve aynı su ile sulanmalarına rağmen yemişlerindeki farklılık, aynı bölgenin arazisi ve aynı su ile sulanmasına rağmen tadı farklı meyvelerin yetişmiş olmasının üzerine akılla yaklaşılması insanoğlundan istenmektedir. Bazı hurmaların çatallı, bazılarının da çatalsız olması ilginçtir.

Yüce Allah dördüncü âyetin sonunda, bu durumlarda aklını kulla­nan toplum için ibretler olduğunu söylemektedir.

Şimdi dördüncü âyete aklımızla yaklaştığımızda çıkaracağımız ka­nun şudur: Birbirine komşu arazileri aynı topluma benzetebiliriz. Aynı su ile sulanmasını da aldıkları aynı eğitim olarak düşünebiliriz. Aynı toplumun çocuklarının aynı eğitimi almalarına rağmen farklı farklı şah­siyette ve nitelikte yetişmiş olmaları anlatılmaktadır. Burada insanın doğası, yani veraset ile eğitimin gücü anlatılmaktadır. Eğitimin gücü sonsuz olsaydı aynı eğitimi alan insanlar aynı şahsiyette, beceride, nite­likte ve karakterde olurlardı. Demek ki, eğitimde verasetin de bir ağırlığı vardır. Aynı su ile sulanmasına rağmen bağların çatallı ve çatalsız hur­malar verdiği gibi meyvelerin tatları da farklıdır. Aynı şekilde aynı eği­timi almalarına rağmen birbirinden çok farklı nitelikte insanlar yetiştiri­lir. Burada eğitimin ürünlerini farklılaştıran unsur, insanın doğası olmak- tadır. İşte dördüncü âyetin içerdiği konuya aklımızla yaklaştığımız za­man, ondan bu şekilde bir netice çıkartıyoruz. Başkaları daha farklı neti­celer çıkartabilir. Kur'ân mu'cize olduğu için, farklı neticeler çıkartmaya müsaade edecektir.

Âyetin sonunda toplumsal akıldan bahsedilmektedir. Amaç toplumsal aklı harekete geçirmektir. İkinci âyette toplumsal iman, üçüncü âyette top­lumsal düşünce, dördüncü âyette toplumsal akıl devreye sokulmaktadır.

Bundan şunu anlıyoruz: İnsan, dış âlemin kanunlarına aklı, düşün­cesi ve imanı ile yaklaşmalıdır. Akıl ve düşünce beynin; iman da gönlün yaklaşımıdır. Böylece Yüce Allah göksel ve yerel kanunlara insanın yak­laşımının hangi boyutlarda olacağını açıklamaktadır. Yukarıdan aşağıya baktığımızda iman, düşünce ve akıl sıralamasını görürüz. Aslında aşağıdan yukarıya doğru bakarsak akıl, düşünce ve iman sıralamasını görürüz. Aşağı­dan yukarıya bakmamız daha doğru olacaktır.

Diğer taraftan bu âyetten şu neticeyi de çıkarabiliriz: Din âlimi ve gö­revlilerinin dini anlatabilmeleri için tabiat bilimlerinin temel kanunlarını bil­meleri gerekiyor. Yüce Allah'ın kudreti, ilmi ve yaratıcılığı konularının anla­tımında bu bilimlerin kanunlarından yardım almak gerekiyor. O bilimlerin kanunlarını uzaktan yakına, yahut yakından uzağa metodları ile anlatmanın ilahiyat bilimine yardımı olacaktır. Ayrıca bundan, Yüce Allah'ın göksel ve yerel bilimleri inceleyecek kuruluşların, fakültelerin kurulmasını da ön gör­düğü anlaşılabilir. Bu eğitim sisteminin aklı kullanmayı, düşünmeyi ve iman etmeyi hedef alması da ön görülmelidir. Bu bilimleri inceleyenler, doğru dü­şünme sanatını öğrenmeli ve yaratıcı gözü görüp inanmalıdır.

Demek ki, medenî insan olmanın yolu, dış âlemin varlıklarına, kanun­larına yaklaşım tarzımızdan geçmektedir. En medenî insan onlara akıl, dü­şünce ve bilinçli imanla yaklaşır ve ilişki kurar.[3]

 

Şaşılacak Şey:

 

5. Şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların: 'Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?' demele­ridir. İşte onlar, Rabb'lerine nankörlük edenlerdir. Ve onlar, boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Onlar a-teş ehlidir. Onlar arada uzun süreli kalacaklardır.

 

Âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

1. Hz. Peygamber, kâfirlerin kendisini yalanlamalarına şaşmakta­dır. Yüce Allah şaşıyorsan ifadesini kullanırken Hz. Peygamber'in neden dolayı şaştığını söylememektedir. Kur'ân'in başka âyetlerine giderek bu şaşkınlığın nedenini bulmaya çalışacağız:

a) "Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allah'ın âyet­lerini inkâr ediyorlar" (En'âm 6/33). Demek ki kâfirler Hz. Peygamber'i yalanlıyorlardı ve bundan dolayı da üzülüyordu. En'âm 33'te geçen "üzülmek", Ra'd 5'de "şaşmak, hayret etmek" şekline dönüşmektedir.

b) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin" (Yâsîn 36/76). Buradaki kavlühüm "sözleri" ifadesi, "yalanlamaları" anlamına gelmektedir.

c) "İnkârda yarışanlar seni üzmesin. Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler" (Âl-i İmrân 3/176).

d) "İnkâr edenin inkârı seni üzmesin" (Lokman 31/23). Demek ki yalanlamak ve inkâr etmek Hz. Peygamberi hayrete düşürüyor ve üzüyordu.

Yalanlama ve inkâr, kâfirlerin Hz. Peygamber'e gösterdikleri aşırı bir tepki olmaktadır. Dünyada tepki görmeyen hiçbir peygamber olma­mıştır. Bu olumsuz tepkiler peygamberlerin ölümüne kadar varmıştır. (Âl-i İmrân 3/21; Nisa 4/155). Hz. Peygamber'e karşı en ağır tepki inkâr ve yalanlama olmakla beraber, memleketini terk edecek şekilde ağır baskı da olmuştur. Diğer taraftan Hz. Ömer başlangıçta onu öldürmek için yola çıkmış, Kureyş kâfirlerinin öldürme kararını tatbikata koymak istemişti.

2. "Asıl şaşılacak şey onla­rın: 'Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?' demeleri­dir." Yüce Allah şaşılacak şeyin onların öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin olduğunu söylemektedir. Kur'ân'ın âhiret inancı ile ilgili en önemli konularından biri, öldükten sonra dirilmektir. İnsanlar, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmekte çok zorlanmışlardır. Kimi zaman derin şüphe içinde olmuşlar (Hac 22/5), kimi zaman da inkâr etmişlerdir. İn­karlarını çeşitli şekillerde dile getirmişlerdir.

a) "Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?" (Ra'd 13/5). Kâfirler, inkâr eder nitelikte soru sorarak reddettiklerini ifade ediyorlardı.

b) "Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikle­ri kim diriltecek?' diyor" (Yâsîn 36/78).

c)"Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi?" (İsrâ 17/49).

d) "Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız? derler. Doğrusu onlar Rabb'lerine kavuşmayı inkâr etmektedirler" (Sec­de 32/10) Sonsuz ilim ve kudrete sahib olan bir varlığın yoktan yaratması ol­gusu ile karşı karşıya olan ve bunun farkına varan insanın, öldükten son­ra dirilmeyi inkâr etmesi hayret edilecek, şaşılacak bir şeydir. Kâinat eserini müşahede etmek ne kadar şaşırtıcı ise, kendi yaratılışını bilen insanın, yeniden yaratılmayı inkâr etmesi ve böyle insanların olması da en az o kadar şaşırtıcıdır.

3. "İşte onlar Rabb'lerini inkâr edenlerdir." Yüce Allah burada bir sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Allah'ı inkâr edenler ancak öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler. Allah'ı inkâr etmek sebep, öldükten sonra dirilmeyi inkâr da sonuç olmaktadır. Demek ki, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin Allah'a iman etmek konusunda sıkıntısı vardır.

4. "işte onlar boyunlarında tasmalar bulunanlardır." Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde bu el-eğlâl "tasma" keli­mesi geçmekte ve hep kâfir olanların boynuna vurulduğu veya vurulaca­ğı ifade edilmektedir (Sebe' 32/33; Ğâfir 40/71; Yâsîn 36/8; İnşân 76/4).

Bu âyetlerde el-eğlâl kalıbında yer alan bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 161'de yapılmıştır.

Kâfirlerin boyunlarına takılan bu "tasmalar" hem bu dünyada hem de âhirette gerçekleşecektir. Aslında "tasma" kavramı ile gerçekleşen bu anlatım temsîlî bir anlatımdır. Bunun bu dünyada insanların hürriyetsiz­liğini, yani Muhammed Esed'in dediği gibi bir takım sahte değerlere bağlanıp kendilerini sorumsuzca çarpık yaşam tarzlarına teslim edenlerin içine düştükleri ruhsal tutsaklığı dile getiren mecazî bir ifadedir.

Kâfirlerin boynuna tasmanın bu dünyada vurulduğunu nasıl ispat ederiz? A'râf sûresinin 157. âyetinde Hz. Peygamber'in görevleri anlatı­lırken şöyle denir: "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir."

Demek ki inkâr psikolojisi insanın beynine ve gönlüne şeytanın vurduğu zincirdir. Bu zincir insanın hürriyetinin elinden alındığını ifade etmekte ve onun tutsak haline getirildiğine işaret etmektedir. İşte Hz. Peygamber insanın elinden özgürlüğünün alındığını gösteren bu zincirle­ri kırmak için gönderilmiştir.

Diğer taraftan insanlar ölümlerine kadar inkârlarında ısrar ederler­se, bu tasmalar âhirette de vurulacaktır. Tasmanın boyuna vurulması, çıkmamasını ifade ederken, sürekli öyle kalacağına da işarettir.

Yüce Allah'ın, kendisini inkâr edip öldükten sonra dirilmeyi red­deden bu insanların boyunlarına zincir vurdurması şaşılacak bir şey de­ğildir. Çünkü bu insan kendisi hayattayken boynuna zincir vurdurarak kendini tutsak haline getirmiştir.

Aslında boyun, beyin ile gönül arasındaki bir organ olduğu için boyuna vurulan zincir her iki tarafın da zincire vurulduğuna işaret et­mektedir. Boynuna zincir vurdurmak, irâdesini, hür düşüncesini ve ba­ğımsızlığını ortadan kaldırmak demektir. İşte inkâr psikolojisi insanı bu hale getirmektedir.

5. "Ve onlar ateş ehlidir. Onlar orada uzun süreli kalacaklardır." İnkâr, aynı zamanda bir taklittir. Taklit boyu­na vurulan bir tasma, yani bir zincirdir. Bu zincir insanı ateşe götürür. İnkâr etmekle bir insan aslında boynuna bir zincir vurdurmakta, bu zin­cirle şeytan onu alevli cehenneme götürmektedir. "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde buldu­ğumuz yola uyarız,' derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağı­rıyor idiyse!" (Lokman 31/21). Demek ki, inkârda taklit, boynuna tas­mayı vurup şeytana teslim olmaktır. Şeytanın o zincirle götüreceği yer de alevli cehennemdir. O cehennem çok uzun süreli olacaktır.

Bu dünyada insan kime boyun eğiyorsa, onun zinciri boynuna vu­rulacaktır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İnkâr şeytanın dediğini yapmak olduğuna göre, onun zincirini boynuna geçirmek anlamına gelmektedir.

A'râf 157'ye göre Hz. Peygamber bu zincirden insanları kurtarmak için gönderilmiştir. O zaman din eğitimi de Hz. Peygamber'in bu görevini devam ettirmeli ve insanları inkâr psikolojisinin tutsağı olmaktan kurtarmalıdır.

Öldükten sonra dirilme ve Allah'a iman etmek konusunda yoğun bir eğitim vererek insanları bu zincirden kurtarmak din eğitiminin birinci amacıdır. İnkâr psikolojisinin içinde olanlar, aslında beyin ve gönülleri­ne zincir vurmuş insanlardır. Onların bu durumuna şaşmak gerekiyor. Bu insanlar dağda ve büyük bir enkaz altında kurtarıcı bekleyen, mahsur kalmış insanlardır. Onlar aslında mahsur kaldıklarının, boyunlarına zin­cir vurduklarının bile farkında değillerdir. Din eğitimi onlara el atıp zin­cirlerini koparmalı ve enkazın altından çekip çıkarmalıdır.

Din eğitiminin bunu yaparken, zincirleri kırarken kullanacağı en önemli silah bilgidir, ilâhî vahyin ve bilimsel bilginin kendisidir. Onun için Yüce Allah, Ra'd 2-4. âyetlerde göksel ve yerel kanunları gündeme getirmektedir.[4]

 

İnançta Değişim Affı Getirir:

 

6. Senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar. Halbuki önlerinden pek çok örnek gelip geçti. Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabb'in onlar için affe­dicidir. Rabb 'inin azabı elbette çok şiddetlidir.

 

Âyetin analizinden varacağımız genellemeler olacaktır.

1. "Senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar." Âyetin bu kısmında Hz. Peygamber'e karşı bir meydan okuma vardır. Hz. Peygamber onları imana ve iyi davranışa davet ederken ve bu konuda onları bilgilendirirken onlar ona karşı koyuyorlardı. Hz. Peygamber onlara, yanlış yaptıkları müddetçe ceza göreceklerini söylerken, onlar cezanın acele gelmesini istemişlerdi.

Onların "kötülük"le cezayı istediklerini nasıl ispat ederiz? Buna cevap olarak şu âyetleri gösterebiliriz.

a) "(Salih) dedi ki: Ey kavmim! İ-yilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz?" (Nemi 27/46).

b) "De ki:  Çabucak gelmesini   istediğiniz   azabın   bir  kısmı   herhalde   yakında  başınıza gelecektir" (Nemi 27/72).

c) "Onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlar"

(Şu'arâ 26/204).

d) "Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez" (Hacc 22/47).

e) "Senden, azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı" ('Ankebût 29/53).

Bütün bu âyetleri Ra'd 6'ya götürürsek anlaşılacaktır ki kâfirler, yani ilâhî azabın gerçek olduğunu kabul etmeyenler Hz. Peygamber'den onun acele etmesini ve azabın da acele gelmesini istemişlerdir.

Nemi 46'da olduğu gibi, insanlar kötülüğü işlemekte, iyiliği işle­mekten daha çabuk hareket ederler. Kötülüğün işlenmesinde acele ettik­leri gibi, azabın gelmesinde de acele etmektedirler. Aslında onların ace­lesi, öyle bir azabın geleceğini inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır.

2. "Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir." Âyetin bu kısmında geçen el-mesülât kelimesi el-misl kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin okunuş biçimini ve anlamının analizini Râzî şöyle yapmaktadır: Araplar el-mesülât kelimesinin türediği el-müslenin '"ukûbât, ceza" anlamına geldiğini söylemekte ve  mesule ve el-müsle şeklinde kullanıldığını nakletmektedirler. İbnu'l-Enbârî'ye göre müsle "cezalandırılan kimsede iz bırakan bir ceza"dır yani, bedende çirkin bir izin kalacağı şekilde değişimin olmasıdır. Bedende devamlı kalan ve asla gitmeyen ize müsle denir. Vahidî'ye göre, mesülâtın aslı, benzer mana­sına gelen müsldür. Bu manada aslolan, cezanın suça denk olmasıdır. Onun için ceza ile suç arasındaki benzerliğe, denkliğe müsle denmiştir.[5]

Râzî'nin yaptığı bu analizden biz "bedende silinmeyen ve utanç verici cezanın bıraktığı iz" manasını anlıyor ve âyete uyarlıyoruz.

İnsanlık tarihinde izi silinmesi mümkün olmayan cezalara ve si­linmesi mümkün olmayan târihî olgulara mesülât denmektedir. Ama bu târihî olgular; ilâhî cezanın bıraktığı bir iz olarak devam edecektir. Onla­rın unutulması mümkün değildir. Bunlar, bedene kazınmış yaranın izi gibi, tarihe kazınmış olgulardır. Meselâ: Hz. Nuh'un tufanı, Hâbil ile Kabil'in olgusu, Hz. îsâ'nun doğumu, İslâm'ın doğuşu, İstanbul'un fethi gibi tarihî olgular gibi, toplumların batışı, yani helak oluşları da örnek teşkil etmektedir. Nûh, 'Âd, Semûd kavimlerinin helaki buna örnek veri­lebilir.

Yüce Allah şunu söylemektedir: Geçmişte öyle cezalandırma ör­neklerimiz vardır ki, onlardan ibret alırlarsa azabın acele gelmesini istemezlerdi. Geçmiş toplumların başına gelenler onların başına da gele­bilir. Geçmiş toplumların başına gelenlerden ibret alırlarsa ilâhî cezayı inkâr etmezler. Tarihte izi kalan ceza şekillerinden hareket ederek ilâhî cezanın gelebileceğine inanırlardı.

İşte geçmişin olguları yaşamakta olan insanlara böylesine ışık tut­malı ve onun için de öğretimde yer almalıdırlar.

3. "Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabb'in onlar için mağfiret sahibidir. Bununla beraber Rabb'inin azabı da çok şiddetlidir." Yüce Allah günah işleyen kullarına dönme ihtimalleri olabilir diye mühlet vermektedir. Bu

mühlet verme işi, onun affedici olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Affedici olması aynı zamanda onların değişime ve tövbeye açık olmaları demektir.

Yüce Allah günah işleyen kullarına affı ile muamele etmesini bu­rada anarken onların tövbe edip inançlarını değiştirmelerini ve âyetin devamında azabının şiddetli olduğunu söyleyerek onları caydırmak is­temekte; dikkat edilirse affediciliğini önce, azap ediciliğini ise sonra gündeme getirmektedir.

Demek ki af önce, cezalandırma sonra gelmelidir. Bu durum ilâhî ahlâktır. Bu ahlâkı yeryüzüne indirecek olan insanlardan devlet adamla­rı, öğretmenler, ana-babalar ve işverenler önceliği affa verip cezalandır­mayı sona bırakmalıdırlar. Din eğitimi de bu sistem üzere verilmelidir. Her yer ve zamanda af önde, ceza da son çare olarak düşünülmeli ve tatbikata konmalıdır. Bu aynen şu olaya benzer: Doktor hastasına ope­rasyon uygulamadan önce çeşitli yollarla onu tedâvî etmeye çalışır, ope­rasyonu son çare olarak görür. Eğitimde ceza son çare olarak devreye sokulmalıdır. Eğitimde ceza merhalesini tıptaki operasyon şeklinde dü­şünmek eğitime bilimselliği getirmek olacaktır. Eğitimciler öğrencilerin değişebileceğini, o nedenle beklenti ve sabır içinde olmaları gerektiğini bir ilke olarak kabul etmelidirler.[6]

 

Hz. Peygamber'in Görevi:

 

7. Kâfirler diyorlar ki: 'Ona Rabb'inden bir mu'cize indirilseydi ya!' Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplu­mun da bir rehberi vardır.

 

Genelde peygamberlerin geldiği toplumlar peygamberleri inkâr e-dip yalanlarken bu inkârlarını aklîleştirmek, yani haklı çıkarmak için ona, 'şöyle olsaydı, böyle olsaydı' demişler; 'öyle olmadığı için biz ona inanmıyoruz' demek istemişlerdir. Hz. Peygamber de bu tavırdan, onla­rın böyle konuşmasından nasibini almıştır.

1. "Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabb'inden bir mu'cize' indirilseydi ya!" Demek ki, Hz. Peygamber'e inanmayanlar kendilerine göre bazı isteklerde bulunmuşlardı.

a) "Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor" (Nisa 4/153).

b) "Bizimle karşılaş­mayı ummayanlar: 'Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabb'imizi görmeliydik' dediler" (Furkân 25/21).

c) "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler" (Furkân 25/32).

d) "Ona Rabb'inden bir melek indirilse ya! de­diler" (En'âm 6/8).

Bu tarz konuşmalar, onların inkârlarından kaynaklanmıştır ve bun­lar, inkârlarını aklîleştirmekten başka bir şey de değildir. Onların bu te­mennileri, istekleri yerine gelmiş olsaydı inanacaklar mıydı? Bu sorunun cevabını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:

i. "'Eğer sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: 'Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir', derlerdi" (En'âm 6/7).

ii. "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlara konuşsaydı veher şeyi toplayıp karşılarına getirseydik Allah dilemedikçe yine de ina­nacak değillerdi" (En'âm 6/111).

iii. "Gerçekten haklarında Rabb'inin sözü (hükmü) sabit olanlar, kendilerine bütün mu'cizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmayacaklardır" (Yûnus 10/96-97).

iv. "Eğer okunan bir kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı" (Ra'd 13/31).

Demek ki, istedikleri tüm mu'cizeler onların önüne konsa bile, i-mana meyilli olmayan, bu niyeti taşımayan ve bu değişime müsait olma­yanlar ikna olmayacaklar ve imana gelmeyeceklerdir.

Yüce Allah burada kâfirlerin gönüllerinin inkârdan imana geçiş gibi köklü değişimi gerçekleştiremeyeceğini, onların hastalığının gönül­lerinin hakikate kapalı olduğunda aranması gerektiğini ifade etmiştir. İnanmamalarında neden, mu'cizenin çok ve değişik olması değil, onların beyinlerinin kapalılığıdır. Hata öğrencide ve vericide değil; hata onların psikolojilerinin açık olmamasındadır.

2. "Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplu­mun bir rehBeri vardır."

a) Bu kısımda yer alan uyarıcı Hz. Muhammed; rehber de Allah olmaktadır. O zaman açıklamayı şu şekilde yapabiliriz: Kâfirleri imana getirme işi Hz. Peygamber'e düşmemektedir. Ona düşen, insanlara uya­rıda bulunmaktır, ama onların gönüllerinde meydana gelecek olan köklü değişim, yani hidâyet ise Allah'a kalmaktadır. Çünkü Allah bütün in­sanların rehberi, yani hidâyet edenidir. Böyle bir yorumun doğruluğunu nasıl ispat ederiz?

Yüce Allah, gönülde köklü değişim anlamına gelen hidâyeti ken­dine ayırmaktadır: "Onlara hidâyet etmek (doğru yola iletmek) sana ait değildir. Lâkin Allah dileyeni doğru yola iletir." (Bakara 2/272). "Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin bilakis Allah isteyene hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir" (Kasas 28/56). Bu iki âyette de Yüce Al­lah, hidâyet isteğinin insandan gelmesi durumunda o isteği onaylayaca­ğını, son kararın O'na ait olduğunu ifade etmektedir.

b) "Her toplumun bir rehberi vardır" ifadesindeki rehberin peygamberler olması mümkün müdür? O zaman buradaki "ili hâd kelimesi rasûl anlamına gelmektedir. Delilimiz şu âyetlerdir:

i. "Her ümmetin bir peygamberi vardır" (Yûnus 10/47). işte bu âyetteki rasûl, yani peygamber, yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 7'de "rehber" anlamına gelmektedir.

ii.  "Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu göste­ren önderler yaptık" (Enbiyâ 21/73).

iii. "Fakat biz Kur'ân'ı kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdi­ğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin" Şu'arâ 42/52). O zaman Hz. Peygamber'in bir uyarıcı olduğu, her top­lumun da bir peygamberinin olduğuna burada işaret edilmiş olmaktadır.

c) Âyetin bu kısmından çıkaracağımız üçüncü netice şu olabilir. Bu ifade, Hz. Peygamber'in bir uyarıcı ve aynı zamanda bütün insanlığın yol göstericisi olduğuna işaret etmektedir. Onun yol göstericiliğinin ev­rensel olduğunu, belli bir toplumun sınırları ile sınırlanamayacağı da Kur'ân'da vurgulanmaktadır. Bunun ispatını da "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" (Sebe' 34/28) âyetiyle yapabiliriz.

Uyarıcılık ile rehberliğin öne çıkan yönleri, zorlayıcı olmamaları­dır. Âyetin birinci bölümü ile bağlantı kurarsak, mu'cize göstermek pey­gamberlerin görevleri değildir, diyebiliriz. Önce insanlara kötülüklerin dünya ve âhiret hayatında insana vereceği zararları anlattıktan sonra, doğru yolun ne olduğunu ve hangi iyi amellerle örülü olduğunu bildir­mek gerekiyor: Birincisi uyarı, ikincisi de rehberlik.[7]

 

Allah Sonsuz İlme Sahiptir:

 

8. Allah, her dişinin neyi taşıyacağını (taşımakta oldu­ğunu, gebe kalacağını), rahimlerin neyi eksiltip neyi ar­tıracağını bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlı­dır.

9. O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir. Çok büyük­tür, yücedir.

10. Sizden sözü saklayan da açıklayan da, geceye sığı­nıp gizlenen de gündüz yol alan da O 'nun için birdir.

 

Âyetler, Yüce Allah'ın bazı sıfatlarını açıklamakta ve bu sıfatların canlılar âlemi ile özellikle insan ve hayvanlar âlemi ile olan ilişkisini gündeme getirmektedir.

1. "Allah, her dişinin neyi taşıyacağını (gebe kalacağını), rahimlerin neyi eksiltip neyi artıra­cağını bilir."

a) Âyette geçen ünsâ, "insan ve hayvan için dişi"yi ifade et­mektedir. teğîd (ğayd) kelimesi de "normal vaktinden, yani yedi aydan önce gerçekleşen erken doğum" anlamına gelmekte yani, "yedi aylıktan önce doğrulan cenin"i ifade etmektedir. Rahimlerin eksiltme olayı bu anlama gelmektedir. Âyette geçen ilSJj tezdâd "artırmak" da, "gebeliğin normal vaktinden sonraya uzanması ve doğumun vaktinden sonra gerçekleşmesi" anlamına gelebilir. Demek ki, erken doğuma a-zaltmak, geç doğuma da uzatmak, yani artırmak manası verilmektedir.

Âyetteki teğîd "eksiltmek", "düşük yapmak manasına"; tezdâd "artırmak" da "normal vaktini aşan doğumu" ifade etmiş olabilir.

Eksiltmeden kasıt, çocuğun biyolojik yapısında bir noksanlık bu­lunarak doğmuş olması anlamına da gelebilir. Artırmaktan kasıt da or­ganlarındaki fazlalık demek olabilir. Diğer taraftan artırmaktan kasıt, doğan çocuğun, yavrunun birden fazla olması manasına da gelebilir.

Dişiden kasıt hayvanlar ise, her canlının dişisi aynı sayıda yavru doğurmaz. Kimisi daha az, kimisi daha çok doğurabilir. İnsan dişinin normal doğumu tek olmakla beraber, ikiz doğuranı da vardır. İkiz do­ğurmanın üstündeki fazla doğumlar istisnaîdir. Ama öyle hayvan cinsleri vardır ki, çoğunlukla ikiden fazla yavru doğururlar.

Demek ki âyetteki "eksiltme ve artırma" işlevi canlı cinsleri ara­sındaki yavru doğurmadaki miktar farkı için de düşünülebilir.

Bu âyete şöyle de izah getirilebilir: Buradaki rahimlerin eksiltme­sinden kasıt, normal üreme sistemleri içerisinde döllenmeyen hücrelerin dışarı atılması, artırmadan kasıt da normal üremenin gerçekleştirilmesi olabilir. Çünkü insan ve hayvan hücreleri içerisinde yumurta ile birleşen hücre veya hücrelerin dışındaki hücreler vücut yani rahim tarafından dışarı atılıyor ki yumurta ile birleşen hücre yavru halini alabilsin. Ra­himlerin artırdığı ise canlılık kazanan tek veya daha fazla sayıdaki emb­riyolardır. Dolayısıyla bu âyet, kanaatimce bilimsel bir gerçeğin de işa­retini içermektedir.

b) Âyette dikkati çeken başka bir konu da eksiltmekle ve artırma­nın öznesinin "rahimler" olmasıdır. Sanki rahimler azaltıyor ve çoğaltı­yor. Burada önemli olan, rahimlerin durumu olduğu için, bazı rahimler erken, bazıları da geç doğum yapmış olur. Rahmin durumu, çocuğu sak­lama işlevi, doğum olayında önemli rol oynadığı için Yüce Allah, faali­yeti onun yürütmesi şeklinde göstermektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah'ın sonsuz ilmi, canlıların üreme sistemini de kapsamına almaktadır. Bir önceki âyette kâfirler Hz. Peygamber'e Rabb'inden bir mu'cize indirmesini istemişlerdi. Yüce Allah gebe kalma ve doğum olgusunun bir mu'cize olduğunu bu âyette gündeme getirmektedir.

Diğer taraftan bu âyetle Yüce Allah'ın, canlıların doğurarak üre­melerini araştırmak üzere insanlara bir ödev verdiğini de söyleyebiliriz.

Yüce Allah kadın doğum konusunda yapılacak araştırmaların dinî bakımdan ulaşacakları neticeyi de vermektedir. Bütün bunları Yüce Al­lah biliyor ve yaratıyor. İşte bilimden imana geçişi gerçekleştirmenin yolu budur. Bilimsel araştırmaların Allah'ın bilgisine götürüp imanı ma­yalandırması, bilimin doruk noktasını ve en yüksek amacını gerçekleş­tirmesi anlamına gelmektedir.

2. "Onun katında her şey ölçü iledir."

Yüce Allah yarattığı her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır. Bu ölçü hem zaman hem biyolojik yapı hem de şekil itibari ile bir bütünlük oluştur­maktadır, "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer 54/49).

Âyette geçen mikdâr kelimesi "kader" anlamına da gelir. Her şeyin kaderi Allah katındadır.

Yüce Allah dişilerin karnında yarattığı her şeyi bir ölçüye göre ya­ratmıştır, eksiklik veya fazlalık insanlardan kaynaklanmaktadır. Onun için noksanlaştırma ile artırmanın öznesi olarak rahimleri göstermiştir. Yüce Allah her şeyi tam yaratırken, insanların müdahalesi ona noksanlık getirmektedir.

Meselâ, akraba evliliği sonunda doğan normal olmayan çocukların suçu Allah'ın değil, o evliliğindir. Alkol alan eşlerin çocuklarında mey­dana gelen noksanlık, radyo-aktif maddelerin içinde yaşayan kadınların çocuklarında meydana gelen anormallikler, genç yaşta doğum yapma­mak için alınan ilaçların, rahmin sisteminde meydana getireceği anor­mallikler buna örnek olarak verilebilir. Doğum anındaki müdahalelerin eksikliği, oksijen eksikliğinin tahribatı da buna örnek olarak gösterilebi­lir.

Yüce Allah'ın ölçüsü şaşmayacağına göre, eksiklikler beşerî irâ­denin devreye girmesi ile meydana gelecektir. Yüce Allah bu âyette "bilme" ile "ölçü" arasında bir bağlantı kurmaktadır. Sonsuz bilgiye sa­hip olması sebebiyle Yüce Allah'ın ölçüsünde sapma veya hata olmaz.

3. "O, gaybı da, görünen âlemi de bilir. Çok büyüktür, yücedir O?'

Yüce Allah Ra'd 9'da üç vasfını gündeme getirmektedir:

a) "Gaybı da görüneni de bilir." Gaybın ve görünen âlemin tam bilgisine sadece Allah sahiptir. Bizler gaybı hiç bilmediğimiz gibi, görünen âlemin de çoğunu bilemiyoruz.

b) "Çok büyüktür." Yüce Allah her yerde bulunduğu için, kâinatın içinde de dışında da vardır. Bu bakımdan en büyük varlığa O sahiptir.

c) "Yücedir." Bütün varlıklardan yücedir. Bunun anlamını bir önceki vasıfla beraber düşünürsek Allah, bütün noksanlıklardan uzak olduğunu ifade etmektedir.

Böylece bu âyet, Yüce Allah'ın sonsuz bilgi, sonsuz büyüklük ve sonsuz yücelik vasıflarını gündeme getirerek mü'minlerin nasıl bir Al­lah'a inandıkları konusunda onlara bilgi vermekte; diğer taraftan da kâ­firlere Yüce Allah'ın mu'cize göndermekten aciz olmadığını da öğret­mektedir.

4) "Sizden sözü saklayan da açıklayan da; geceye sığınıp gizlenen de, gün­düz yol alan da O'nun için birdir."

a) "Sözü saklayan" ifadesindeki söz kelimesi, "düşünce, görüş, niyet" anlamlarının yanında "insanın iç âleminde gizleyip yazıya dökmediği, dili ile söylemediği tüm oluşumları" da içermektedir.

b) "Sözü açıklayan" ifadesinde de "niyetini, düşüncesini ve görüşünü açığa vuran" kasdedilmektedir. Kişinin "kitaplarda, makale­lerde, konuşmalarında ortaya koyduğu her şeyi" Yüce Allah bilmektedir.

Gizlilikle açığa vurmak Allah için bilme konusunda aynı şeydir. Gizlilik insan için söz konusudur. Bu kavramlar Allah için hiçbir şey ifade etmemektedir. Gizli ile aşikâr O'nun için aynı şeydir. Kalbimizin içinde geçen fırtınaları ve onun kazandıklarını da bilir (Mü'min 40/19). İçi-dışı görünen ve görünmeyen O'nun ilminin karşısında bir farklılık taşımamaktadır. Demek ki, Yüce Allah insanları içten ve dıştan ilmi ile kuşatmıştır.

c) "Geceleyin gizlenen." Bu ifade, "geceleyin kötülük işleyenler, kötü planlar yapanlar ve gecenin gizliliğinden istifade edip her davranışı üretenler" anlamına gelmektedir.

Bunun anlamı Nisa 108'de verilmekte ve şöyle açıklanmaktadır: "İnsanlardan gizlerlerde Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurarken, Allah onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcı­dır."

İnsanlar Allah'ı yanlarında hissetmedikleri zaman, özellikle gece­leyin her kötülüğü işlerler, insanlardan gizlediklerinden dolayı o işleri gece yaparlar.

d) "Gündüzün yürüyen." İnsan gece gizlenir ama gün­düz yol alır yani, gece planlar gündüz tatbikata koyar. Gece olduğu için duran; gündüz olduğu için yol alan insanların durumunu Yüce Allah bilir. O'nun bilgisinin önüne gece de gündüz de geçilemez.

Netice olarak diyebiliriz Ra'd 10'da Yüce Allah birinci bölümde düşünce safhasını; ikincisinde de eylem durumunu gündeme getirmekte­dir. Yüce Allah, "Sizden sözü gizleyen ve onu açığa vuran" derken ey­leme dönüşmeyen düşünce ve sözü kastetmekte; "geceleyin gizlenen ve gündüzün yol alan" ifadesiyle de eylemi kastetmektedir.

Beşerî hukukta eyleme dönüşmeyen niyet veya söz yargılanmaz, ama eylem yargılanır. Yüce Allah niyetleri, düşünceleri, sözleri ve ey- lemleri bilir, ama Bakara 225 ve 284'e göre kalplerin kazandıklarından dolayı da yargılar.

Yüce Allah din eğitiminin önemli konularından birini Ra'd 7-10. âyetlerde gündeme getirerek, Allah'a imanın eksiksiz olmasını temin etmeye çalışmaktadır. Allah ile insan arasındaki ilişkilerde gizli kalan bir boyutun olup olmayacağına açıklık getirirken, din âlimlerine bu konuyu öğretmelerini önermektedir.[8]

 

Değişimin Dinamikleri:

 

11. Onun önünde ve arkasında Allah'ın emri ile onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir (toplumu oluş­turan fertler) kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.

 

Bu âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır. Öncelikle şu bilinmelidir: Bu âyet 10. âyetin devamı durumundadır. Bazı ^ııifessirler bunun, 8. ve 9. âyetlerin devamı olduğunu ve bu nedenle İ3 lehû kelimesindeki zamirin insana değil, Allah'a gittiğini iddia etmekte- dirler. Her iki görüş aynı kapıya çıkmaktadır. Zamir 10. âyette geçen insana da gitse, Allah'a da gitse insanı takip eden meleklerin olduğu söylenmektedir. Yüce Allah bu tip melekleri insanları korumaları için görevlendirmiştir.

1. "Onun izleyicileri vardır."

Bir önceki âyette gece gizlenen, gündüz de yol alıp giden kişinin bu âyete göre izleyicileri olduğu ifade edilmektedir, otiii mu'akkıbât kelimesinin kök fiili akkabedir ve "izlemek, peşi sıra gitmek, ar­dından gelmek, sonra gelmek, devam etmek, devamlı olmak, peşine düşmek, takip etmek" manasına gelmektedir. 'alâ cer harfi ile kullanılınca "kusurlarını göstermek, ıslah etmek, doğrultmak, eleştirmek"; akabe kalıbında, "nöbetleşe, dönüşümlü yapmak" anlamına gelmektedir. Bu manadan hareketle otûii mu'akkıbât kelimesinin, "izleyiciler" anlamına geldiği söylenmektedir. Söz konusu kelime bu kalıpta Kur'ân'da sadece bu âyette yer almaktadır.

İnsanın izleyicileri olduğunu söyleyen bu âyet, Kâf 17. âyeti hatır­latmaktadır. Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: Bu izleyiciler insanı nasıl izler ve niçin izler? Soruya cevabı hem âyetin devamı hem de Kaf 17. âyet verecektir.

2. "Önünde ve arkasında." Kâf 17'de de "sa­ğında ve solunda" ifadesine yer verilmektedir. Her iki âyeti bir araya getirince bu meleklerin insanı dört taraftan kuşattığı ortaya çıkacaktır. Önden, arkadan; sağdan, soldan kuşatmak demek her şeyleri ile ilgilen­mek demektir. Sorumuzun nasılını bu şekilde cevaplandırırken, niçinini de cevaplandırmak için aynı âyetlere gitmemiz gerekiyor.

3. "Allah'ın emri ile onu koruyan." Bu ifadenin yanında bir de "yaptıklarını yazmaktadırlar" (Kâf 50/17) âyeti, insanın önünde ve arkasında olan meleklerin onu koruduğunu, sağında ve solun­daki meleklerin de yaptıklarını yazmakta olduklarını anlatmaktadır.

Allah'ın emri ile insanı koruyan bu meleklere "muhafaza melekle­ri" yani koruyucu melekler denmektedir.

Böylece Yüce Allah melekler ile insanın arasındaki ilişkilerin na-sıllığını ve niçinliğini açıklayarak, görünmeyen varlıklarla insanın alaka­sına ışık tutmuştur. Melekler vasıtası ile Yüce Allah insanın etrafında bir güvenlik sistemi oluşturduğunu ve onu çeşitli tehlikelere karşı koruttur-duğunu gündeme getirmektedir.

4. "Bir (toplumu oluşturan fertler) kendi iç dünyalarınciakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez."

Âyetin bu kısmı, toplumlardaki değişim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Bir toplumu olumsuz manada Yüce Allah'ın değiştirmesi­nin sebebi, o toplumun fertlerinin kendi iç âlemlerini değiştirmeleridir.

Kendi nefislerindekini, yani şahsiyetlerini, düşüncelerini, niyetle­rini olumsuz manada değiştirmeleri, Yüce Allah'ın onları değiştirmesine sebep olmaktadır. Demek ki psikolojik değişim, sosyal ve siyâsî değişi­me sebep olmaktadır. Toplumun fertlerinde manevî değişim olmadıkça Allah onları değiştirmemektedir.

"Bu da, bir milletin (fertlerinin) kendi iç âleminde bulunanı de­ğiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır" (Enfâl 8/53). Buradaki nimet ekonomik nimet olacağı gibi siyâsî erk, yani devlet olma nimeti de olabilir. Her iki nimetin değişimi bu âyette de psikolojik değişime bağlanmakta ve aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplum kötüden yana değişime jğruyorsa, bunun sebebini kendi şahsiyetlerindeki değişimde görmeli ve ona bağlamalıdırlar. Kendi şahsiyetini değiştirmeyen halkın meydana getirdiği toplumu Allah da değiştirmeyecektir. Demek ki toplumların bundaki değişim gücü, halkın beynindeki düşünce, niyet, iman ve kötü-ien sakınma denen takvadaki değişimdir. Halk yaşadığı toplumun altına, ivendindeki olumsuz değişimi dinamit olarak koymaktadır.

Yüce Allah yıkılışa doğru giden değişimin nedenini söylerken aynı zamanda olumlu manadaki değişime de işaret etmektedir. Halkın olumlu anada değişimi toplumun olumlu manada değişimine ve gelişmesinesebep olacaktır.

"O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık" (A'râf 7/96). Bu âyet de, bereketin artışını iman ve kötüden sakınma gibi manevî oluşumlara bağlamaktadır.

Âyetin bu kısmında geçen ve bizim değişim olarak mana verdiği­miz yüğayyir/tağyîr kelimesi, "bir halden diğer bir hale dönmek, ayrı cinsten olmak, muhalefet etmek" anlamına gelmekte ve tebdîl keli­mesine yakın mana taşımaktadır.

Kendini hakka değil de hakkı kendine tabi kılmak, kâinatı yıkacak kadar büyük değişime, büyük bir felakete neden olabilmektedir.

"Eğer hak, onların hevasına, kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler" (Mü'minun 23/71).

Tüm kâinatı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi değişime uğra­yınca toplumun toz-duman olmasına neden olmaktadır. İnsanın amacı doğruluk, şeref, güzellik ve iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste yani iç âle­minde olanı değiştirmek, takvayı bırakıp Allah'ın âyetlerini terk edip hevaya tâbi olmaktır.

İşte Enfal 53 ile Ra'd 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, "şahsi­yet, kimlik, kişilik, karakter" manalarına gelmektedir. Demek ki toplum­ları değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dina­mik, kimlik bunalımıdır.

Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.

Nisa 119'da geçen tağyir kavramı, "Allah'ın yaratmasını, yani fıt­ratı değiştirmek" anlamına gelmektedir.

 "Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onla­ra emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür."

Doğru yoldan çıkmak, boş kuruntular peşinde koşmak, Yüce Al­lah'ın doğa kanununu değiştirmeye kalkmak toplum için yıkımı getire­cek değişimi başlatmaktadır.

Bu âyetten hareket eden Râzî değişimin boyutlarını, karışım, nok­sanlaşma ve bozulma olarak vermektedir.[9]

İnsan kendi saf olan düşünce, niyet ve inancına sahte ve zararlı o-lan görüşleri katarsa iç âleminin kıvamını, saflığını ve şeklini değiştirir ve iç dengeleri bozar. Bu bozulma, bu değişim onun içinde durmaz, top­luma sıçrayarak oradaki düzeni bozar ve onu çürütmeye başlar.

Diğer taraftan insan, şahsiyetinin bütünlüğünü bozar, parça parça eder ve onda delikler meydana getirirse onda bir noksanlaşma meydana getirir. Beyinle gönül arasını ayırmak, onların eylemlerinde noksanlaşma meydana getirecektir. Nefsin beyin ve gönül ile olan bağlarını kesmek de bir noksanlaştırma ve bir köklü değişimdir.

İnsanın iç âleminde meydana gelen bu değişim buharlaşarak ilâhî değişimi alıp gelecektir. Demek ki sosyal değişimin ana dinamiğini hal­kın şahsiyetinin ve kimliğinin değişimi teşkil etmektedir.

5. "Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geYi çevrilmek diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur."

Halk, kendi iç âlemindekileri bir daha iyiye doğru değiştirmeyecek şekilde değiştirince, kendi kaderini kendisi belirlercesine Yüce Allah'ın onlara karşılık vermesine neden olmaktadır. Halk, iç alemindeki kötüden yana gerçekleşen değişimi, iyiden yana olması gereken düzeye getirmek için çalışmazsa Yüce Allah onlara ceza vermektedir. İyiden yana deği-şimsizlik Allah'ın cezasını getirip devreye sokmaktadır.

Kötüden iyiye doğru değişim mutlaka olmalıdır. Eğer bu değişim olmazsa, bu değişimin bıraktığı boşluğu ilâhî ceza doldurmaktadır. De-ğişimsizliğin getireceği ilâhî cezayı geri çevirmek mümkün olmadığı

gibi bu konuda yardım almak da olası değildir. Ayetin son kelimesi olan Jlj vâl, velî kelimesinden türemiştir ve "dost, yardımcı" demektir.

Sığınak, Allah'ın azabına karşı koruyacak bir yardımcı, bir vekil de yoktur. O zaman o toplum geri dönüşü olmayan çöküşe doğru ilerliyor demektir. İyiden yana değişime sırtını dönen topluma Yüce Al­lah'ın takdir ettiği çöküş cezasını hiçbir proje geri çeviremez.[10]

 

Tabiat Olaylarının İbadeti:

 

Bir korku ve ümit vesilesi olarak şimşeği size göste­ren ve ağır bulutları yaratan O 'dur.

Gök gürlemesi, Allah'ı överek teşbih eder ve  me­lekler de korkularından onu yüceltirler. Onlar, pek güç­lü olan Allah hakkında tartışırken, O yıldırımları gön­derir de dilediğini onlarla çarpar. O, tuzağı çetin olan­dır.

1. Yüce Allah şimşeğin insanda uyandırdığı psikolojik durumu a-çıklamaktadır. Şimşek bir elektriklenme olayı olduğu için etrafa korku salar. Şimşek aynı zamanda yağmurun da habercisidir. Onun bu özelliği­dir ki insanlarda, yağmur yağacak diye bir umut uyandırır. Aslında bu âyet, Ra'd 2-4. âyetlerin devamı durumundadır. Tabiat olaylarını Yüce Allah anlatırken genelden özele giden bir metod izlediği gibi, uzaktan yakına metodunu da tatbik etmektedir.

Demek ki, şimşek gibi bir tabiat olayı, korku ve ümit dengesinde olan psikolojik bir etkinlik oluşturmaktadır. Diğer taraftan Yüce Allah yağmur ile şimşeğin arasındaki bağlantının araştırılması ödevini de in­sanlara vermektedir.

2. Âyette geçen "göstermek" fiili bir öğretim faaliyetidir. Bu faaliyet, "göstererek öğretmek" ve şimşeği ya da şimşeği meydana geti­recek şartları oluşturan Allah'a vardıracak bir öğretim olmaktadır.

3. "Ağır bulutları yaratan O'dur." Ağır bulut­lardan kasıt, yağmur yüklü, yağmura gebe bulutlar demektir. Çünkü es-sikâl kelimesi "gebe kalmak" anlamında da kullanılmaktadır(A'râf 7/189). Hamileliğin ağırlaşması bu kelimeyle ifade edilmektedir.

Âyet­teki sikâl kelimesi de "yağmur yağacak kadar ağırlaşmış bulutlar" de­mektir.

Ağır bulutlan kim yarattı? sorusunu insanlar soracaktır. Bu soruyu onlar sormadan Yüce Allah, bulutlan kendisinin yarattığını söylemekte­dir. Aslında şimşek ile bulutların oluşumu Allah'ın varlığına ve gücüne işaret etmekte ve O'nun varlığına ve kudretine delil olmaktadır. Tabiat kitabını bize anlatırken Yüce Allah, bir taraftan da nihâî amacının kendi kudretinin kabul edilmesi olduğunu hissettirmektedir.

4. "Gök gürlemesi, Allah'ı överek teşbih eder." Bu sûre, bu âyette geçen ve "gök gürültüsü" manasına gelen Ra'd kelime­sinden ismini almaktadır.

Gök gürültüsü bir tabiat olayı olduğuna göre, onun Yüce Allah'ı hamd ile yani överek teşbih etmesi nasıl oluyor? Sanki gök gürültüsü canlı ve bilinçli bir varlık gibi ibadet yapmaktadır.

Teşbih ibadeti bütün varlıkların ve tabiat olaylarının müşterek iba­deti olmaktadır, jfüj "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu teşbih eder. O'nû övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlayamazsınız" (İsrâ 17/44).

İsrâ sûresinin bu âyetinde yer alan "Siz onların teşbihini anlamazsınız" ifadesi kâinatın içindeki tüm varlık ve olayların teşbihini anlama imkanımızın olmadığını bildirmektedir.

Onların teşbihini anlayamayız da, teşbihin nasıl olduğunu açıkla­yabiliriz. Tesbîh kelimesi hareket ifade etmektedir. İnsanı beşerî liman­dan alıp Allah'a götürmek tesbîhtir. Kâinattaki bir varlık veya bir olay insanı Allah'a götürüyorsa o varlık tesbîh ediyor demektir.

Gök cisimlerinin dönmesi, yani hareket etmeleri onların teşbihi olmaktadır. Dikkat edilirse gök gürültüsü, hamd yani övgü ile Allah'ı teşbih etmektedir. Dolayısıyla hamd, her şeyin müşterek ibadeti olmak­tadır. Bizler Allah'ı anarak teşbih ettiğimiz gibi, Ka'be'nin etrafında dönerek de Allah'ı teşbih ederiz. Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutma şeklindeki duamız da bir teşbihtir.

5. "Melekler de korkularından (onu yüceltirler)." Başka bir ifadeyle "melekler de O'nun heybetinden dolayı teşbih eder­ler" denebilir. Yüce Allah meleklerin teşbihinin korkudan olduğunu a-çıklarken, onların farklı bir nedenle teşbih ettiklerine dikkat çekmekte­dir.

Demek ki kâinattaki bütün varlık ve olaylar meleklerle beraber teşbih ibadetini yapmaktadırlar. Meleklerle beraber müşterek ibadetimiz teşbih olmaktadır. Bu ibadet konusunda melekler bile istisna değildir. Tesbîh, bir bakıma insanın, doğanın ve meleklerin ibadeti olmaktadır.

6. "Onlar, pek güçlü olan Allah hakkında tartışırken, O yıldırımları gönderir de dilediğini onlarla çarpar." Ayetin bu kısmında bazı ilginç konular gündeme geti­rilmektedir.

a) "O yıldırımları gönderir de dilediğini onlarla çarpar." Bu konuda müfessirler bir olguyu, yani nüzul sebebini nakletmektedirler. Anlatılan nüzul sebebi âyete uygun düşmektedir. Yüce Allah'ın tehlikeli münakaşa yapanları her zaman için bu şekilde ceza­landırabileceği hatırda tutulmalıdır.

Bu âyetin, 'Amr b. et-Tufeyl ile Lebid b. Rabî'a'nın kardeşi Erbet b. Rabî'a hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bu ikisi, mahkemeleşmek için Hz. Peygamber'e gelmişlerdi. Aslında Hz. Peygamber'i öldürmeyi planlamışlardı. Erbet b. Rabî'a Hz. Peygamber'e şöyle dedi: 'Rabb'imizi bize anlat. O bakırdan mı, yoksa demirden midir?' Geriye dönünce, üze­rine bir yıldırım düşmüş ve onu yakmıştı. 'Amr'a da, tıpkı bir deve has­talığı gibi bir hastalık vermiş, o da Benû Selül'den bir kadının evinde ölmüştü[11].

Âyette geçen es-savâ'ık kelimesi "yıldırımlar" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kök fiili , sa'akadır ve "çarpmak, yıldırım çarpmak, bilincini yani şuurunu kaybetmek" anlamına gelmektedir.

b) "Onlar Allah hakkında mücadele edip dururken."

Âyetin bu kısmı, yıldırım çarpmasının sebebi olmaktadır. Yüce Al­lah niçin yıldırımları gönderip dilediklerini çarpmaktadır? Ortada hiçbir şey yokken Yüce Allah bunu yapmaz. Yüce Allah'ın yıldırımlar gönde­rip insanları çarpmasının bir sebebi olmalıdır ki bu sebep de bu âyetteki "Allah hakkında ileri geri konuşup mücadele etmek"tir.

Yıldırımı gönderip onunla çarparak cezalandırmayı maddî anlam­da alabiliriz. Ama yıldırım çarpmayı "bilincini kaybetmek" manasına da alabiliriz. Aslında Yüce Allah onların bilincini gidermiş olabilir. Maddî anlamda yıldırım onları çarpıp öldürebilir de.

Bu tip olgular daha öncede olmuştur: "Bir zamanlar: 'Ey Mûsâ! Biz Allah'ı a-çıkça görmedikçe asla sana inanmayız', demiştiniz de bakıp durur oldu­ğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı" (Bakara 2/55). "Bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı" (Nisa 4/153).

Demek ki Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğullarını Yüce Allah yıldı­rım göndererek cezalandırmıştı. Yıldırım göndermekle verilen cezanın, Nûh tufanı (Hûd 11/40-42), 'Âd ve Semûd kavmine gönderilen kasırga-dan (Fussılet 41/13) farkı yoktur. Bütün bunlar bir çeşit tabiat olayları ile cezalandırma şeklidir.

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ döneminde Allah'ı apaçık görmek is­teği ve Hz. Peygamber döneminde Allah'ın ne olduğunu alaylı bir şekil­de tartışmaları yıldırım çarpması cezasını getirmiştir. Allah hakkında tartışma yapmanın cezası bu olmuştur.

Âyette  men yeşâ' yani "dilediği kimseye" demekle, herkese aynı cezayı vermediğini ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın, aynı tartışmaya olumsuz manada katılanlardan di­lediğine böyle bir ceza, başkalarına da başka bir ceza verebileceğine burada işaret edilmektedir.

c) "Ve O, azabı (tuzağı) pek şiddetli olandır." Bu ifade sadece bu âyette geçmektedir. Muhammed Esed, bu cümle hakkın­da Râgıb el-İsfahanî'den şu yorumu nakletmektedir: "Bu ifade, Yüce Allah'ın, insanın aklı ile kuşatamayacağı, hikmetli, ince ve derin, aynı zamanda tutarlı planlar yapmakta olduğu ve benzerlerini de gerçekleş­tirmekte sınırsız kudret sahibi olduğu anlamına gelmektedir"[12]

Râzî el-mihâl kelimesini bazı müfessirlerin verdiği manaları naklederek açıklamaktadır: îbn Kuteybe, mihâl kelimesinin başındaki mim harfinin ilave olduğunu söylemekte ve bu kelimenin kökünün el-havl olduğunu öne sürmektedir. İbn Kuteybe'nin bu görüşünü redde­den Ezherî, kelimenin başındaki mim harfinin kelimenin aslından oldu­ğunu iddia etmektedir.

Bazılarına göre bu kelimenin kök fiili, "hile yollarına baş vurmak ve bu hususta gayret göstermek" anlamına gelen Jji mehale kelimesidir. Bu anlamı Yüce Allah için kullanınca mihâl, Yüce Allah'ın düşmanları­na karşı "hile ve tuzağı, cezası ve azabı" anlamına gelir ve âyet de "Al­lah, onları hiç beklemedikleri bir şekilde helak eder" demek olur.

Mihâl, "şiddet ve sıkıntı" manasınadır. Kıtlık ve sıkıntı yıllarına Senetü'1-Mahl denmesi de bundandır. Ebû Müslim bu kelimenin mahl mastarından, "şiddet ve kuvvet" anlamına gelen bir isim olduğunu ve"karşılık ve ceza vermek" anlamında kullandığını söylemektedir. Bu manayı âyete uyarladığımızda âyet, "Allah'ın karşılık ve ceza vermesi çok şiddetlidir" şeklinde anlam kazanır.

Kelimenin manası için müfessirlerden Mücâhid ve Katâde "kuvve­ti çok çetin"; Ebû 'Ubeyde "cezası çetin"; Hasan el-Basrî "intikamı çe­tin"; İbn Abbâs "engellemesi çetin"; İbn 'Arefe de "mücadelesi çetin" anlamlarını tercih etmişlerdir.

Böyle bir özelliğe sahip olan Allah hakkında tartışmaya girişmele­ri, onların yıldırımla, yani bilinç kaybı ile cezalandırılmalarına neden olmuştur.[13]

 

Sadece Allah'a Yalvarılır:

 

74. Gerçek dua Allah'a yapılır. O'ndan başka yalvar-dıkları kendilerine hiçbir cevap veremezler. Bunlar, su­yun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan, ancak hiçbir zaman su ağzına ulaşmayan kimseye benzerler. İnkarcıların duası da (aynı bu şekilde) boşa gitmekte­dir.

 

Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:

1. Yüce Allah gerçek dua ile sahte duanın ne olduğunu anlatmakta ve aradaki farkı öğretmektedir. Gerçek dua "şirkin karışmadığı ve Al­lah'tan başkasını dışlayarak yapılan duadır. Bâtıl, yani sahte dualar, "Al­lah'tan başkasını da devreye sokarak yapılanlardır. Meselâ: Yüce Al­lah'a her yerde yalvarıp dua edilerek istekte bulunulabildiği halde, bir türbeye giderek onun hürmetine Allah'tan istemek şirk olacağı için böy­le bir yakarış bâtıl bir yalvarma olmaktadır. Mü'min insan sadece Al­lah'a dua edip istekte bulunur ve çözümü O'ndan bekler.

2. "Ondan   başka yalvardıkları  kendilerine hiçbir cevap vermezler."  İnsan  yalvardığı varlıktan   karşılığını   alabilmelidir.   Bir  kimsenin,   yalvarışına  cevap veremeyeceği varlıklara yalvarması tamamen yanlıştır ve şirktir; aynı zamanda bu yalvarış akıl dışı bir hareketten başka bir şey de değildir. "Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm" (Bakara 2/186).

Görüldüğü gibi Yüce Allah kendini anlatırken, yalvaranın dileğini yerine getirme sıfatını gündeme getirmektedir. Bu şuna işaret etmekte­dir: Dua edenin dileğini yerine getirmeyen varlık tanrı olamaz ve olmaya layık değildir.

3. "Bunlar, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan, ancak hiçbir zaman su ağzına ulaşma­yan kimseye benzerler." Yüce Allah'ın buradaki benzetmesini Kurtubî şu şekilde açıklamaktadır:

a) Allah'tan başka tanrıya dua eden bir kimse, uzaktan suya işaret edip ellerini açan, ama suyun ağzına gelmesi imkansız olan kişiye ben­zemektedir. Çünkü su hiçbir zaman çağrıya cevap vermez. Su, suya ihti­yacı olanın çağrısını duyamaz, onun için cevap da veremez.[14]

b) Allah'tan başkasına dua eden kimse, suda hayalini görüp suyun kendi ağzına ulaşmasını isteyen kimse gibidir. Suyun ona ulaşması im­kansız olduğunda bu hayali yersizdir[15].

c) Allah'tan başkasına yalvaran kimse, suyu elinde tutmak amacı ile avuçlarını açmış kimse gibidir. Ancak bu insanın avuçlarında su adı­na hiçbir şey kalmaz.

d) Ferrâ ve Hz. Ali'ye göre böyle bir kimse, su kuyusunun kena­rında bulunan kimse gibidir. Kuyudaki suya ulaşamadığı gibi su da ona ulaşamaz. Yani bu kişi, ipsiz, kovasız elini kuyudaki suya uzatan kimse gibidir.[16]

Yüce Allah kullarının dualarına karşılık verecektir ama o duadan önce onların da Allah'ın çağrısına cevap vermeleri ve O'na inanmaları gerektiğini Bakara 186'da gündeme getirmektedir: "O r.alde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar."

Yüce Allah, kullarının dualarını gündeme alıp değerlendirmesi için çullarının onun çağrısına uymalarını ve iman etmelerini istemektedir. Demek ki, "iman" duaların değerlendirmeye tabi tutulup karşılık verilmesini temin etmektedir. Onun içindir ki Ra'd 14'de kâfirlerin duasının değerlendirmeye alınmayacağı ve bu nedenle kendilerine karşılık verileyeceği hükme bağlanmaktadır.

Din eğitimcileri, duanın hangi nedenlerle boşa çıktığını ve hangi -edenlerle değerlendirmeye tâbi tutulup karşılık verildiğini Kur'ân'in bu etleri ile anlatıp öğretmelidirler. Günümüzün ve geleceğin insanının özellikle mü'minlerin en önemli meselelerinden biri, kime nasıl yal-. atacağında hata yapmalarıdır. İnsan irâdesini ve gücünü aşan, özellikle Taşma gelen belaları gidermeye gücü yetmeyenler, sorunlarını kime an-inp yardım bekleyeceklerdir? İşte bu sorun eskiden beri gelmekte, öyle görünüyor ki din eğitiminin başarısızlığı nedeniyle geleceğe de uzana-

İnsanlar, hatta mü'minler mezarlara gidip yardım isteyecekler, gü­ya Allah'a yalvaracak ama o ölüyü araya koyacak, onun hürmetine iste­yecek, ağaçlara çaput bağlayıp dilekte bulunacak ve daha nice tanrılar .y durup yalvaracak ve neticede duasını boşa çıkartacaktır. Artık din eğitimcileri insanlığı bu görünen ve görünmeyen şirkin pençesinden kur-:ixmalı, hakka yalvarışın sadece Allah'a olabileceğini onların gönlüne ve ?e\nine kazınmalıdırlar.[17]

 

Kâinattaki Varlıkların Secdesi Zorunludur:

 

15. Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece Allah'a secde e-derler.

 

Âyetin analizinden anlıyoruz ki kozmik âlemde ne varsa hepsi Al­lah'ın kanunlarına boyun eğmektedirler. Bu nasıl oluyor?

1. Bu âyette önce çıkan temel kavram "kapanmak, ibadet etmek" manalarına gelen secdedir.   Râzî'nin naklettiğine göre, secdede "alnı yere koymak, boyun eğmek, başkaldırmamak" manaları da vardır. İnsan için düşünüldüğünde secde, "alnını yere koyup kapanarak Allah'a ibadet etmek, boyun eğmek, baş kaldırmamak" anlamına gelmektedir.

2. Âyetin ikinci derecede öne çıkan kavramları da tav'an "is­teyerek" ve kerhen "istemeyerek" şeklindeki kavramlardır. Bazı insanlar inanmadıkları için, bazı inanan kimseler de inanmalarına rağ­men secde etmemektedirler. Oysaki âyette "isteyerek de olsa, istemeye­rek de olsa" bütün varlıkların secde edeceği söylenmektedir.

Buradaki secde, bütün varlıkları kapsamına alan bir ibadet şekli olmaktadır. Yukarıda sorduğumuz soruyu şu şekilde açıklayabiliriz: Yü­ce Allah kâinat nizamını yürüten kanunlar yaratmıştır. Kur'ân'da buna sünnetüllâh yani, "Allah'ın sünneti" adı verilmiştir (İsrâ 17/77; Fetih 48/23). Bütün varlıklar, kâinatın bu kanunlarına, yani sünnetüllâha uymak, boyun eğmek zorundadırlar. İster-istemez o ka­nunlara boyun eğmeleri onların secdesi olmaktadır. Diğer taraftan, Yüce Allah yarattıklarına bir maddî yapı bir de içsel yapı vermiştir. Onlar bu yapıya boyun eğmek zorundadırlar ve "niçin beni bu şekildeki bir varlık-alinde yarattın?" sorusunu soramazlar. Hem dıştaki kanunlara hem de «endi yapılarındaki kanunlara isteyerek veya istemeyerek uyacak ve rvnun eğeceklerdir. Bu konuda seçenekleri yoktur. Ne sünnetüllâhı, >ani Allah'ın kanunlarını değiştirebilirler ne de onun dışına çıkabilirler.

Kâfirler ibadet secdesini yapmıyorlar ama, onların maddî anlamda -ayatlannı sürdürdükleri Allah'ın tabiat kanunlarının dışına da çıkamıyorlar. Aslında Allah'ın mülkünde yaşayıp O'nun kanunları saye­sinde hayatını sürdürüp O'na başkaldırmanın anlamı yoktur. Bulabili-.orsa O'nun mülkünü terkedip hayatını sürdürdükten sonra kendinde bu .esareti bulmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, bütün kâinatta var olan canlı cansız • îrtıklar Allah'ın tabiat kanunlarına boyun eğmek zorundadırlar. Secde--:n isteyerek yapılanı, iradeyle ve inanarak yapılanıdır kuşkusuz. Ancak -anmadan da secde yapılmaktadır. Gerek canlı ve ruhu olan insanlar gerekse ruhu olmayan diğer yaratıkların da mecazî de olsa secdeleri var. Meselâ ruhlu veya cansız varlıkların maddi yapılarındaki hücreler, iipılan gereği elektronlanyla bir hareket yapıyorlar. Bu hareketle onlar r:r yandan varlıklarını oluşturup korumayı, diğer yandan da bir çeşit iesbih ve secde halini devam ettiriyorlar. Dolayısıyla bir insan eğer iste­yerek secde ediyorsa "tav'an" bunu yapıyor; ama eğer istemiyorsa da r:'sin ki onun hücreleri Allah'ı o istemese de teşbih ediyor. "Kerhen" içmek bu olsagerek. Zaten âyetin devamındaki gölgelerin secdesi de ııbü secdenin yapılmakta olduğunun en açık göstergesidir.

3. Ayetin üçüncü terimi "akşam-sabah"tır.  Bunun ar.lamı. devamlılıktır. Yani bütün varlıklar her an Allah'ın kanunlarına reyjn eğmiş olarak hayatlarını sürdürürler. İnsanî boyuttan bakarsak, Nic.ah-akşam ibadet ederler manasını görebiliriz.

4. Âyetin diğer kelimesi de zılâl "gölge"dir"Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? O'nungölgeleri, küçülerek ve Allah'a ecae   ederek   sağa   sola   döner"   (Nahl   16/48).   "Gölge"   ifadesini, riiğimiz gölge anlamına alacağımız gibi, varlıkların ya da nesnelerin:>e! yapıları anlamına da alabiliriz.

Meselâ kâfirin bedensel olarak secde etmesi mümkün değil ama, içsel manada bu ilâhî kanunlara boyun eğmesi mümkün olabilir. Bede­nindeki bütün hücrelerin Allah'ın kanunlarına boyun eğmesi işte bu tür­den bir boyun eğmedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah 13. âyette bütün varlıkların müşterek ibadeti olan "teşbih" ibadetini anlattıktan sonra 15. âyette de bütün varlıkların secde ibatedini gündeme getirmiştir. Hem maddî hem de madde ötesi oluşumlar içinde bu secde ibadetini bize öğretmektedir. Canlı, cansız bütün varlıklar Yüce Allah'ın koyduğu maddî ve manevî yasalara, sünnetüllâha ister-istemez uymaktadırlar, boyun- eğmektedir­ler. Aslında burada şu noktaya da dikkat çekilmektedir: Yüce Allah'ın maddî ve psikolojik yasalarına uyuyoruz da, onun dinine ve ondaki hü­kümlere karşı çıkıyoruz. Bu karşı çıkışın, doğaya ters düşmek olduğuna âyette işaret edildiği kanaatindeyiz. Bütün varlıklar ibadetini yaparken iradesini yanlış yönde kullanan insan bazen bu sistemin dışına çıkmak­tadır.[18]

 

Şirkle Mücadele Soruları:

 

16. De ki: 'Göklerin ve yerin Rabb'i kimdir?' De ki: 'Allah'tır.' De ki: 'O'nu bırakıp da kendilerine bile fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?' De ki: 'Körle, gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlara göre birbirine benzer mi göründü?' De ki: 'Al­lah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir. Karşı durulmaz güç sahibidir.'

 

Bu âyet, şirkle mücadele edip tevhid inancını yerleştirmenin soru­larını sormakta, hangi konulara dikkat çekileceğini öğretmektedir. Bu soruların din eğitiminde, şirkle mücadele ve tevhid inancını yayma faali­yetinde rehber olarak alınması zorunludur.

1. "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabb'i kimdir?' De ki: 'Allah'tır." Âyetin bu kısmında yer alan Rabb kelimesi, Allah'ın isimlerinden biridir. Rabb ismi, Fâtihâ sûresinde de­rinlemesine açıklanmıştır. Kur'ân'da bu kelimenin anlamı, "yaratmak, yol göstermek, yani rehberlik etmek" (Tâhâ 20/50); "ilâh (Âl-i İmrân 5 80); "eğitmek, öğretmek" (Yûsuf 12/42); "veli" (Yûsuf 12/101); "şeref sahibi olmak" (Sâffât 37/180); "af ve merhamet sahibi olmak" (Kehf 18/58); "korumak" (Sebe' 34/21) ve "dönüp varılacak yer" (Necm 53/42) şeklindedir.

Rabb kelimesinin bu âyetteki manası "yaratmak ve düzenini de­vam ettirmek"tir. Yani Yüce Allah: "Göklerin ve yerin yaratıcısı kim­dir?" sorusunu sormaktadır. Buradaki 4o Rabb Lokman 25'teki haleka, "yaratmak" kelimesi ile aynı anlama gelmektedir, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarat­tı ? diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler."

Lokman 25'de sorunun cevabını müşrikler vermesine rağmen Ra'd 16"da cevabı Yüce Allah vermektedir. Soruyu sorduran da cevabını ve­ren de Allah'tır. Böylece Yüce Allah kendisini bu âyette "Rabb isminin getirdiği eylem" ile tanıtmaktadır.

2. "De ki: O'nu bırakıp da kendilerine bile fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" Âyetin bu kısmında yer alan îü}\ evliya' kelimesi, "koruyucu, kayırıcı", bu âyette olduğu gibi "fayda temin edici, arka çıkan, dost" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah velî, yani dost edinilecek olan birinin fayda ve zarar verebilecek nitelikle olmasını şart koşmaktadır. Kur'ân'da şirkle müca­dele veren peygamberlerin aynı ölçüyü kullandıklarına şahit oluyoruz. Meselâ:

a) "Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun" (Yûnus 10/106).

Buradaki "zâlim", "müşrik" anlamına gelmektedir.

b) "İbrahim: 'Öyleyse' dedi, 'Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ ta­pacak mısınız?" (Enbiyâ 21/66).

c) "De ki: Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyecek olan şeylere mi tapalım?" (En'âm 6/71).

d) "O, Allah'ı bıra­kıp, kendisine ne faydası ne de zararı dokunacak olan şeylere yalvarır.
Bu, büsbütün haktan uzak olan sapıklığın tâ kendisidir" (Hac 22/12).

e)"De ki: Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkı ile işiten ve bilen yalnız Allah'tır" (Mâide 5/76).

Bu ve buna benzer pek çok âyette Yüce Allah, tanrı olmaya layık olan varlık veya varlıkların insanlara fayda ve zarar verecek nitelikte olmasını ön görmektedir. Fayda ve zarar vermek için sonsuz bir güce sahip olmak gerekiyor.

Dost edinilecek olan varlığın fayda ve zararı temin edebilecek son­suz bir güce sahip olması zorunludur. Çünkü bu dost ilâh olarak imana iayık olacaktır. Birinci soruda "Rabb"; ikinci soruda da "veli"lik sıfatları ele alınmaktadır.

3. "De ki: Körle gören bir olur mu hiç? Buradaki "kör", doğruyu, hakikati göremeyen, kendisine velî olabilecek, faydası dokunabilecek olanı göremeyen, tevhid inancına sahip olamayan müşriktir.

"Gören" ise, hakikati gören, tevhid inancına sahip olan, kendisine fayda ve zarar verebilecek olanı bilen, anlayan ve görebilen kimsedir. Buradaki körlük ve görmek gönülle ilgilidir; kafa gözü ile değil. Şirk gönül gözünü kör etmekte, tevhid de gönül gözünü açmaktadır.

Bir tüccar iflas ettiğini göremez ise; "önümü göremedim onun için tedbirimi alamadım" der. Buradaki körlük, "hesabını yapıp tedbirini a-lamamak"tır. Aynı şekilde manen önünü, yani âhiretini göremeyen kime. hesabını iyi yapamayacağı için manen iflasa gidecektir. Bu da manen kör olduğu için iflas etmiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır âyetin bu kısmına farklı bir yorum getirmek­tedir. Müşriklerin taptığı putlar göremez, Allah ise her şeyi görendir. Öyle ise her şeyi gören Allah ile göremeyen put bir olur mu denmek istenmiştir.[19] Elmalılı'nın bu tefsirini ilginç buluyo­ruz. Demek ki Yüce Allah "her şeyi görebilme" özelliğini de şirkle mü­cadelede öne sürmektedir. Kör ile görenin farkını tesbit ettirerek, Allah ile sahte tanrıların farkını ortaya çıkarmaktadır. Ya da tevhid inancına sahip olanla müşrikin farkını, körlük ile görmenin farkını tesbit ederek öğretmektedir.

Etrafındaki objeleri, dünyayı ve kendi bedenini görme ile ışığa ka­palı olan çevresini görmeme arasındaki büyük farkı anlayan insan tevhid -.ancı ile şirkin farkını da anlayacaktır.

Yüce Allah körle görenin bir olup olmadığı sorusunu bu âyette -ormuş, cevabını da Fâtır 19'da vermiştir. "Körle îoren bir olmaz." Eğitim açısından "körün" durumu nedir? Yüce Allah cevabını da Nemi 81'de vermektedir: Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin." Nemi 81. âyete bakarsak "körün" zıddı "iman eden" olarak takdim edilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, gönül gözü gören ile gönül gözü gör­meyen insan eşit değildir. Gönül gözü görmeyen yoldan çıkmış olduğu için onu doğru yola getirme imkanı yoktur. Bu insanlar eğitilemeyen, eğitimden faydalanamayan insanlar gurubuna girmektedirler.

Hz. Peygamber'in eğitim faaliyeti bunlara etkili olamayacağına göre, normal din eğitimcilerinin etkili olması da imkan dahilinde değil­dir. Bunların etkilenip doğru yola girmeleri Yüce Allah'ın dilemesine kalmıştır.

4. "Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" İnkâr ve şirk kat kat karanlıklardır. Bilgisizliğin, yani cehaletin karanlığı, önü arkası belli olmayan uçsuz bucaksız karanlıktır. Tevhid inancı ve bilgi nurdur. Aklı olan insan aydınlığı seçer. Yüce Allah, insa­na inkâr, şirk ve bilgisizliğin, yani cehaletin sebep olduğu karanlık ile tevhid inancı ve bilginin aydınlığı arasındaki farkı anlatarak, kâfirleri tevhid inancına, yani Allah'ın yoluna davet etmektedir.

Yüce Allah bu sorunun cevabını Fâtır 20'de vermektedir: "Karanlıklarla aydınlık bir olmaz." Yüce Allah fizik kanunu ile manevî oluşumu, yani beyin ile gönlün oluşumunu anlatmaktadır. Güne­şin ışınları ile aydınlanan, onun batması ile kararan ve gece olan duru­mun aynen beyin, gönül ve nefis için de düşünülmesini istemektedir. Bilgi ve akıl beynin güneşidir, tevhid inancı da gönlün aydınlığını mey­dana getiren güneştir.

5. "Yoksa O'nun ya­rattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlara göre birbirine benzer mi göründü (yani iki yaratma birbirine mi karıştı)?"

a) "Yoksa Allah'a ortaklar mı uydurdular?" Yüce Allah, kendisine ortak koşulamayacağını öğretmek için bu şekilde soru sormaktadır. Sorunun yapısında, ortak koşmayı reddetmek vardır.

Ortak uydursalar ne olur? Bu sorunun cevabını Enbiyâ 22 vermek­tedir: "Eğer yerde vegökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabb'i olan Allah onların yakıştırdıkları sıfat­lardan uzaktır."

b) "Onun yaratması gibi yarattılar da" Yüce Allah'ın "yaratma" eylemi gündeme getirilerek şirkle mücâdele verilmektedir.

Çünkü insanı en çok aciz duruma getiren ilâhî sıfat, yaratıcılıktır.

c) "Bu yüzden yaratılış onların kafalarını mı karış­tırdı?" Başka bir ifadeyle "Bu yaratma onlara göre birbirine benzer mi göründü?" Sahte tanrıların yarattıkları şeylerin olup olmadığını sorduk­tan sonra, Allah'ın yaratmasına denk bir yaratmayı gerçekleştirdiklerin­den mi kafaları karıştı? Bir önceki sorular gibi, sahte tanrıların gerçek­leştiremedikleri yaratma ile Allah'ın yaratması bir olur mu? sorusu so­rulmaktadır.

İnsanın kafasını karıştıracak olan şeyde denklik, benzerlik olmalı­dır. Onun için tanrı seçiminde bu benzerlik veya denklik, yaratma olgu­sunda aranmalıdır. Böyle bir benzerlik ve denklik Allah ile sahte tanrılar arasında olmadığına göre, kafaların karışmaması gerekir. Ama insan aklı, farkı fark ederek Allah'ın yaratması ayarında, benzerinde bir ya­ratmanın olamayacağı ilkesine ulaşmalıdır.

Farkı fark edemeyen beyinler şirk batağına saplanmaktan kurtula­mazlar. Kör ile gören; karanlıklarla aydınlık; sahte tanrı ile Allah arasın­daki farkı öğretmek din eğitiminin amaçlan arasındadır.

Yaratma eylemi insan için düşünülebilir mi? Yoktan yaratma dü­şünüldüğünde bu soruya cevap "hayır" şeklinde olacaktır. Eğer yaratma var olan şeylerden alıp bir terkip yapma anlamında düşünülürse buna olumlu cevap verilebilir. Ama bu da, Allah'ın yarattıklarından terkibe gitme metodu olmaktadır.

Yüce Allah Kur'ân'da "uydurma", ya da "yaratma" anlamında bu fiili insan için kullanmaktadır. "Siz Allah'ı bırakıp bir takım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyorsunuz (uyduru­yorsunuz)" ('Ankebût 29/17). İşte bu âyette insan için OjİS Lahlukûn/haleka fiili kullanılmaktadır. Unutulmamalıdır ki bu kelimeburada söz ile alakalıdır, yani olumsuz bir şeyi yaratmayı, uydurmayı ifade etmektedir.

6. "De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir. Karşı konulmaz güç sahibidir." Yüce Allah beşinci maddede sorulan soruya şu şekilde cevap vermesini Hz. Peygamber'den istemektedir: Her şeyi Allah yaratır, yani yaratmada O'nun eşi ve benzeri yoktur. Çünkü temel ilke şudur: "Allah sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratandır" (Sâffât 37/96); "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (Zümer 39/62).

İnsanın kendisini Allah yarattığına göre, yaratmada Allah'a nasıl eş olabilir? Yaratılan bir varlık, yaratıcısının kudretine ortak olamaz; aynı zamanda başka bir varlığı da ortak tutamaz. Bu şuna benzer: Çocuk kendisini doğuran ananın dışında birini biyolojik anne olarak tayin edemez. Çünkü bu iddia doğaya aykırıdır.

Kişi, kendisini yaratanın dışında birini yaratıcısı olarak tayin edemez. Bu da aklın doğasına aykırıdır. Onun için Allah tektir ve gücü­ne karşı konulamazdır. Böylece Yüce Allah şirkle mücadelenin ve tevhid inancını insan gönlüne yerleştirmenin metodlarından birinin de "soru sorma metodu" olduğunu din eğitimcilerine öğretmektedir.[20]

 

Hak İle Bâtılın Anlatımı:

 

17. (Allah) gökten bir su indirdi ve vadiler, kendi ölçü-lerince sel oldu, ardından sel, üste çıkan köpüğü taşır hale geldi. Bir süs eşyası veya alet yapmak isteğiyle a-teşte körükledikleri şeylerde de benzeri bir köpük var­dır. Allah hakla bâtılı işte böyle örneklendiriyor: Kö­pük, atılır gider; insanlara yararlı olansa toprakta ka­lır. Allah, işte bu şekilde örnekler verir.

 

Yüce Allah hak ile bâtılı anlatırken tabiattan örnek vermekte ve böylece insan zihnindeki kavramlara ve yaptığı gözlemlere göre onları sunmaktadır. Hak ile bâtıl, manevî kavramlar olmasına rağmen maddî olaylarla açıklanmakta, maddeden manaya intikal eden bir metod kulla­nılmaktadır.

1. "Gökten bir su indirdi de vâdîler, kendi ölçülerince sel oldu, ardında da sel, üste çıkan köpüğü taşır hale geldi." Âyette, gökten su indiren özne Allah'tır. Demek ki, yağmuru yağdıran veya yağması için emir veren Allah'tır. Böylece tabiat olaylarının arkasındaki gücün kim olduğuna dikkat çe­kilmektedir.

Yüce Allah gökten çok yağmur yağdırınca vadiler de kendi miktar-arınca sel akıtırlar. Burada dikkat edilecek husus, selin üstüne çıkan Köpüktür. Vadiler miktarınca su, yani sel akmış oldu. Vadinin büyüklü­ğüne ve küçüklüğüne göre su akmıştır ya da akıtılmıştır.

Âyetin bu kısmındaki evdiye kelimesi "vadiler, nehir yatakları, enirler" manasına gelir. Buradaki kader kelimesini de "hacim"anasına alabiliriz. Bu durumda âyetin anlamı, "her nehir, her vadi endi hacmince su taşıdı" şeklinde olur.

ez-zebed "köpük" manasına gelmektedir, râbiyâ kelimesi "artmak, kabarmak" anlamına gelen OJ rabâ fiilinden gelmektedir. Zebed ile râbiyâ bir araya gelince "köpük attı, köpüktendi" anlamı ifade edilmektedir. Demek ki âyet, vadide akan selin kabaran bir köpüğü yük­lenip aktığını anlatmaktadır. Daha sonra anlatılacağı gibi köpük bâtılı; selin geriye bıraktığı alüvyonlar içinde bulanan süs eşyaları da hakikati temsil etmektedir.

2.  "Bir süs eşyası veya alet yapmak isteği ile ateşte körükledikleri şeylerde de benzeri bir köpük vardır." İkinci örnek de "ateşte eritilip süs eşyası veya alet yapmak iste­nen maddenin eriyiğindeki köpük"tür. Maden eriyiğindeki köpük bâtılı; geri kalan süs eşyası da hakkı temsil etmektedir.

Demek ki Yüce Allah hak ile bâtılı insana anlatmak için vadilerde akan sel ile maden eriyiğini örnek vermektedir.

3. "Allah hak ile bâtılı işte'böyle ör­neklendiriyor. Köpük atılır gider, insanlara yararlı olansa toprakta kalır. İşte Allah bu şekilde örnekler verir." Atılan köpük bâtıl; toprakta kalan ve sonra süs eşyası yapılıp boyuna takılan da hak olmaktadır. Dikkat edilirse Yüce Allah âyetin bu kısmında ili yenfa'u'n-nâs ifadesine yer vermektedir. "İnsanlara fayda veren" anlamına gelen bu ifadeden anlıyoruz ki insanlara fayda veren "hak" olmaktadır. Yüce Allah hakkın ölçütü olarak "faydayı" kullanmaktadır. "toprakta kalır" ifadesinden de "hakkın" kalıcılığını anlatmaktadır. Kalıcı olan ve insan­lara fayda veren şey haktır.

Görüldüğü gibi "tabiat olayları ile hak ve bâtılı anlatma metodu"nu Yüce Allah koymuştur. Bâtıl gidici, hak kalıcı; bâtıl zararlı, hak ise fay­dalı olandır. Onun içindir ki "De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur" (İsrâ 17/81) buyurmuştur. Manevî bir konuyu anlatırken, maddî âlemin olay­larından örnek vermek doğal ve doğru bir anlatım tarzıdır.[21]

 

Allah'ın Emrine Uyan İle Uymayanın Göreceği Karşılık:

 

18. Rabb'lerinin çağrısına uyanlara en güzel ödül var­dır. O'nun çağrısına gelmeyenler ise, yeryüzünde olan her şey ve bir katı daha onların olsa, kurtulmak için bunları feda ederlerdi. Onlara hesabın en kötüsü var­dır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yatak­tır.

 

Âlimler bu âyetin bir önceki âyetin devamı olup olmadığını tartış­mışlardır. Bazıları onun devamı, bazıları da devamı olmadığını, yeni bir söz olduğunu öne sürmüşlerdir. Biz bu iki gurubun sonuncusunu takip ettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak, sanki derinden bir ses bu bağlantının olduğunu da söylüyor.

Bize göre bu âyetin sonraki âyetlere yönelik bir yönü vardır. Tar­tışmalara girmeden âyeti bağımsız olarak ele alacağız ama onun Kur'ân'ın başka âyetleri ile olan bağlantılarını göstereceğiz.

1. "Rabb'lerinin çağrısına uyanlara en güzel ödül vardır."

a) Yüce Allah Bakara 186'da kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasına karşılık vereceğini buyurmuş, âyetin devamında da "O halde onlar da benim davetime uysunlar" emrini vermişti. İşte Ra'd 18'deki "Rabb'lerinin çağrısına uyanlar" yani bu eylemi ger­çekleştirenler, Bakara 186'daki emri yerine getirmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Bakara 186'da Yüce Allah kullan ile bir antlaşma yapmaktadır. Önce kendisi kulunun çağrısına karşılık veriyor, sonra da kulundan kendi çağrısına uymasını istiyor. Ra'd 18'de kul Yüce Allah ile yaptığı antlaşmayı yerine getirmiş olmaktadır.

b) Yüce Allah insanı nereye çağırıyor? Bu soruya şu âyetlerle ce­vap verebiliriz:

i. Ra'd 16'ya göre "tevhid inancına, yani nura, ışığa, aydınlığa",

ii. Ra'd 17'ye göre "hakka",

iii. Yûnus 25'e göre "barış ve esenlik yurduna" ve nihayet

iv. Yûnus 26'ya göre "güzel davranışlara",

v. Bakara 221 'e göre de Allah "cennete ve affa" çağırıyor.

İşte bu çağrılara uyan insanların çağrısına da Yüce Allah karşılık verecektir. Bu karşılık ne olacaktır? Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 18'in devamında bu soru cevaplandırılmaktadır.

"Onlara en güzel ödül vardır." Yüce Allah, çağrısına tam anlamı ile uyan ve en güzel amelleri hayata geçirenlere ödüllerin en iyisi ile karşılık verecektir. Bunun anlamı şudur: Bir öğrenci bir dersten üç kere imtihan olur da aldığı notlar birbirinden farklı olursa ve bu öğrenci çok başarılı bir öğrenci ise, öğretmeni onun düşük notlarını ortalamaya katmadan en yüksek notunu verebilir.

Çok mükemmel bir kul da, zaman zaman karşılığı düşük olan a-meller işleyebilir. Ama Allah onu ödüllendirirken en iyi amelinin karşı­lığı ile ödüllendirecek, onun düşük seviyedeki iyi amellerinin karşılığını dikkate almayacak demektir. Bu ilke bu âyette yer aldığı gibi başka âyet­lerde de yer almaktadır.

Bu örnek âyetlerden ilki Nûr sûresindedir :"Onlar, ne ticaret ne de alışverişin

lendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alı­koyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin alabora olduğu bir günden korkarlar. Çünkü Allah onları yaptıklarının en güzeli ile müka-fidandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır" (Nûr 24/37-38). Bu âyetlerin ikincisinde geçen "em güzeli ile mükafatlandıracak" ifadesi Ra'd 18'deki "en güzel ödül" haresine denk düşmektedir. Demek ki Allah'ın ödüllendirmesinde temel kelerden biri, amellerin karşılığı olan ödülün en iyisi ile ödüllendirmek-

Diğer örnek ise Yûnus sûresindedir: "Güzel iivranışlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır" (Yûnus 10/26). Bu ieyi insanlar kendi aralarında uyguladıklarında, başarılı olan insanların sz başarılı oldukları konuyu dikkate alarak ödüllendirilmeleri gerekiyor.

Âyette geçen "en güzel ödül" ne olabilir? Âlimler hüsnâ yani "en ödül"ü şöyle açıklamaktadırlar: Hüsnâ, "iyilik hususunda en faydalı, m güzel mükafat demektir. Bu da zarar ihtimalinden uzak, saygı ve iç içe olan, kesintisiz, yani sürekli bir fayda demektir"[22]. Bu açıklama, en güzel ödülün bu dünyada başlayıp âhirete -zandığı düşüncesini uyandırmaktadır.

2."Onun çağrısına gelmeyenler ise, *eryüzünde olan her şey ve bir katı daha onların olsa, kurtulmak için sonları feda ederlerdi. Onlara hesabın en kötüsü vardır. Varacakları yer  cehennemdir. O ne kötü yataktır."

a) Yüce Allah âyetin ilk bölümünde çağrıya uyanları ele almakta, "kinci bölümünde de çağrıya uymayanların durumunu açıklamaktadır.

"Onların kurtuluşu yoktur". Bunun anlamı âhiretteki genel aftan is-:::ade edemeyecekleridir. O kadar ki yeryüzünde olan her şeyi ve bir katı  fidye olarak verseler kurtuluşa eremeyeceklerdir.

Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet bu açıklaması ile Âl-i rân 9l'e bağlıdır.  "Gerçekten inkâr edip kâfir olarak ölenler var yâ, fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi, onların hiçbirinden kabul edilme­yecektir."

Demek ki, "Allah'ın çağrısına uymamak", "imana gelmeyip kâfir olarak ölmek" demektir. Âl-i İmrân 91 bu açıklamayı yapmaktadır.

b) "Onlara hesabın en kötüsü vardır." Allah'ın imana olan çağrışma uymayan ve kâfir olarak ölenlerin değerlendirilme­si, değerlendirmelerin en kötüsü olacaktır. En kötü puanlan onlar alacak­lardır.

c) "Varacakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır." Çok ağır bir değerlendirmenin, yargılamanın ardından onlar cehenneme gideceklerdir. Yargılamadan, bu karar çıkacaktır.

"Hesabın en kötüsü onların olacaktır" ifadesinden şunu da çıkarı­yoruz: Kâfir olarak ölenler bile yargılanacaktır; onlara yargısız infaz yapılmayacaktır. Yüce Allah'ın bu uygulamasını beşerî hukuka taşırsak şu genel ve evrensel ilke çıkar: "Suç ne kadar kötü olursa olsun, yargısız infaz yapılmamalıdır."

Diğer taraftan Yüce Allah cehennemi kötü bir yatak olarak nite­lendirmektedir. Bu anlatım tarzının, caydırıcı bir özelliğinin bulunduğu­nu asla unutmamak gerekiyor. Çünkü Yüce Allah cezalandırmaya en son çare olarak başvurmakta ve bunu devreye sokmaktadır.

Din eğitimcileri, Allah'ın çağrısına uyanlarla, o çağrıya uymayan­ların arasındaki farkı anlatmalı, hukukî bakımdan da farklı bir muamele göreceklerini anlatırken bu âyete müracaat etmelidir. Yüce Allah insan­ları, zihnî, kalbî ve nefsî bakımından aynı donanımlarla donattığı halde, çağrısına uyma konusunda insanların farklılık göstermeleri onları farklı neticelere götürecektir.[23]

 

Bilen Ve Düşünen Akıl Sahiplerinin Amelleri:

 

19. Rabb 'inden sana indirilenin  hak olduğunu bilen ki­şi, kör olan biri ile aynı mıdır? Sadece akıl sahipleri düşünürler.

20. İşte bunlar, Allah'a verdikleri söze sadık kalanlar ve antlaşmayı bozmayanlardır.

21.Onlar, Allah 'in bitişmesini emrettiği şeyi bitiştirir­ler. Rabb'lerine saygı duyarlar ve hesabın kötüsünden
korkarlar.

22.Onlar, Rabb'lerinin rızasını arzulayarak sabreder­ler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık dağıtırlar ve kötülüğü güzellikle savarlar.

İşte bu dünyanın sonu bunlar içindir.

23. 'Adn cennetleri bunlar içindir. Atalarından, eşle­rinden, zürriyetlerinden iyi olanlarla birlikte oraya gi­rerler. Meleklerse her kapıdan yanlarına sokulurlar.

24. 'Sabrettiğiniz için selâm size. Şu dünyanın sonu ne güzeldir!'(derler).

 

Yüce Allah Ra'd 16'da kör ile görenin bir olup olmadığını sormuş­tu. Burada da aynı soruya benzer bir soru sormaktadır.

1. "Rabb'inden sana indirileninin hak olduğunu bilen kişi, kör olan biri ile aynı mıdır?" Yüce Allah görme ile körlüğün ne olduğuna burada açıklık getirmektedir. Yü­ce Allah'ın indirdiği vahyin hak olduğunu, gerçek olduğunu bilen ada­mın gönlü görmektedir, yani gönül gözü çalışmaktadır. Allah'ın indirdi­ği vahyin hak olduğunu bilmeyen, yani inanmayan kişi de kördür. İbn Abbâs buradaki ili: ya'lemü kelimesine "tasdik etmek", Hâzin de "i-nanmak" manasını vermektedir. Bu kelimeyi bundan önceki, yani 18. âyete bağladığımızda, âyetin bu kısmına "Rabb'inden sana indirileninin hak olduğunu bilen ve ona yani, hak davetine uyan" manasını verebiliriz.

Diyebiliriz ki Yüce Allah burada mü'min ile kâfiri mukayese et­mektedir.

edilirse farkı belirleyen ölçü "bilmek, yani inanmak"tır. "De ki: Hiç bilenlerle bil

Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahyin hak olduğunu bilen, inanan ve ona icabet eden mü'min; onun hak olduğuna inanmayan da kâfirdir. Yüce Allah bunların bir olmadığını anlatmaktadır. Dikkat

bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri düşünür" (Zümer 39/9). Demek

ki. insanlar arasındaki farkı belirleyen temel değerlerden biri bilgidir. Bilgiye sahip olanı Yüce Allah önde tutmaktadır. Çünkü bilen görüyor, bilmeyen ise kördür. Bilen aklım kullanıp düşünüyor, bilmeyen aklını «çullanıp düşünmekten kendini mahrum bırakıyor.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Bilme ne ile oluyor? Sorunun ceva­bını yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 19'un devamı vermektedir.

2. "Sadece akıl sahipleri düşünürler." el-Elbâb kelimesine "selim akıl sahipleri" diyebiliriz. Bu zeka türünü Yûsuf .11 de açıkladık. Lübb, "meselelerin özüne inen, özü dışarı çıkaran *e!îm akıl" anlamına gelmektedir.

Önemli olan düşünen aklın sonunda meydana gelecek olan davra-

ısların neler olduğunu bilmektir. Selîm akıl düşünürken, bilirken, inanırken hep eylemleri çağırır. Çünkü o eylemler ona hayat vermekte, onu, geride neler yaptığını bilir hale getirmektedir. Yüce Allah Ra'd 19'dan sonra düşünen selîm akıl saliplerinin eylemlerini gündeme getirmektedir.

a) "İşte bunlardır, Allah'a verdikleri sözde sadık talanlar." Kısaca bunlar, "ahde vefa gösterenlerdir. Demek ki ahde vefa göstermek, selîm akıl sahiplerinin davranışı olmaktadır. Ahde vefa, aklın gereği olan davranışlardan biridir. Bu âyeti, bir önceki âyete göre analandırırsak, Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahyin teel ilkelerinden birinin, aklın gereği de olarak "ahde vefa" olduğu anla­tmaktadır.

'Allah'a verilen söz" ne olabilir? Bu soruya cevap verebilmek için A râf sûresinin 172. âyetine gitmemiz gerekiyor: "Rabb'in'Adem oğulladan, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahitarak: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir). (Onlar da): 'Evet şahidiz', dediler."

Yüce Allah, anne karnında yarattığı çocuğun ruhuna bu soruyu rmakta, ruh da bu soruya olumlu cevap vermektedir. Bunun anlamı, Yüce Allah anne karnındaki çocuğu doğasına, Allah'a inanacak şekilde t:: program yüklemiştir. Bu programa "ilâhî ahd" denmektedir. İnsanınaklı, Allah'a inanacak şekilde programlanmıştır. Sonra dünyaya gelip buluğ çağına ulaşınca, aklı ile Allah'ı bulan ve ona inanan kişi Elest Bezminde verdiği sözü yerine getirmiş oluyor. Gördüğü tahsil ve içinde bulunduğu çevre, aklın Allah'a gidişini engellemiş ise ahdini yerine getiremiyor demektir. Bu kişi de ilâhî ahdi yerine getiremeyen biri ola­rak değerlendirmede yerini alıyor.

Ahde vefanın akılla olan bağlantısını başka bir âyetle delillendirme imkanımız var mıdır? Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak pekiştir­dikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir. Bir toplum bir toplumdan daha çok olduğu için yeminleri­nizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah bununla sizi imtihan etmektedir" (Nahl 16/91-92).

"Yaptığı işi yıkan bunamış bir kadın gibi olmayın" denirken, ver­diği sözde durmayan kişi, aklı başında olmayan, bunamış insana benze­tilmiş olmaktadır. Aklı başında olan kişi Allah'a verdiği sözde durur. Daha çok bilgi isteyenler Âl-i İmrân 55'in tefsirine bakabilirler.

b) "Ve antlaşmayı bozmayanlar." Buradaki ant­laşma insanlarla yapılan antlaşma manasına gelmektedir. Ama Allah, mîsak denen antlaşmayı kullan ile yapmaktadır. Akıllı insan, yani aklını kullanıp düşünen mü'min, hem Allah'ın antlaşmasını hem de insanlarla yaptığı antlaşmayı bozmaz.

Bakara sûresinin 83. âyetinde Yüce Allah İsrâiloğulları ile antlaş­ma yaptığını ve bu antlaşmanın maddelerini gündeme getirmektedir. O antlaşmanın maddelerinin ne olduğuna baktığımız zaman şu neticeye varıyoruz: Bunlar, Yüce Allah'ın vahyi ile gönderdiği hükümler aslında, kullarına sunduğu bir antlaşmanın maddeleridir. Allah'a inanan ve O'nun vahyini kabullenip tasdik eden mü'min işte bu antlaşmaya imza koymaktadır.

c) "Onlar Allah'ın bitişmesini em­rettiği şeyi bitiştirirler." Düşünen akıl sahibi insanların diğer bir eylemi de budur. Peki bu bitiştirme nedir ve nasıl olacaktır?

i. Aklın bir manası da bağdır. Düşünen akıl, bağ kurar. Zaten Allah da bu bağı kurmayı hem aklın doğasına koymuş hem de bunu eyleme geçirmesi için insana emretmiştir. Aklın birincil manada bitiştirmesi gereken şey, Allah ile insanın bitişmesi, yani insanın Allah'a iman etme­sidir.

ii. Aklın bitiştireceği şey de insanı kendi kendisi ile bitiştirmesi; kendini tanıması, kendine yönelmesi, kendine kıvrılması, kendisi ile bağ kurmasıdır. Bu bağ kurması, kendini tanıması ile sonuçlanacaktır.

iii. Bu bitiştirme, insanın akıl, kalb ve nefsinin bitiştirmesi anlamı­na da gelmektedir. Biz buna "içsel, yani psikolojik bitiştirme" diyebili­riz. Akıl, kalb ve nefis arasındaki bitişip bütünleşmeyi de akıl gerçekleş­tirecektir. Bu da kalbin ve nefsin gelişip doyum noktasına ulaşması ile başarılacaktır.

İnsanın aklı, gönlü ve nefsi geliştikçe, yukarıda bitişip tevhidi meydana getiriyorlar, aşağıya doğru inince birbirinden ayrılıp uzaklaşı-yorlar. Üst düzeyde bitişip tevhidi oluşturduklarında kaliteli insan mey­dana gelmiş oluyor. O zaman din eğitimi en üstün amacına ulaşmış olu­yor.

İçimizdeki bu manevî güç odak noktaları birbirinden ayrı düşünce gurbete çıkmış oluyorlar. Onları sılaya göndermek, bitişmelerini temin edecektir.

Selîm akıl sahipleri akıl, gönül ve nefis arasındaki bu gurbeti, bu ayrılığı ortadan kaldırıp onları bitiştirecekler ve tevhidi oluşturan bir sıfat oluşturacaklardır. Bu şu demektir: "Bütün hücrelerin bir araya gelip oluşturdukları biyolojik sistem, iç âlemimizde de bulunmalıdır."

iv. Bitişmeyi meydana getirenler, sosyal bütünleşmeyi sağlayan­lardır. Bu manada Ra'd 21. âyetin, toplumsal ve milletlerarası bitiştirme-er için gönderildiğini de söyleyebiliriz. Bunun en küçük boyutu sila-i rahim yapmaktır, yani çocukların ana-babalarını ziyaret etmelerini ve

akrabayı hatırlayıp ziyaretlerinde bulunmalarını kapsamına almaktadır. Bu durum, küçük çekirdekten dünya insanlığına ulaşan bir büyüklükteki bütünleşmeyi, bitişmeyi öngörmektedir.

Ferdin kendi içinde başlayan bu bitişme, kaynaşma; oradan fışkı­ran ve dalları ile bütün insanlığı kavrayıp saran bir kaynaşmanın eylemi olmaktadır.

İşte bu bitişme, Hucurat 13'te geçen lite'arefû, "tanışıp kaynaşasınız diye" ifadesine denk düşmektedir.

Aklın, insanlıkta meydana getireceği değişim, gelişim ve bütün­leşme bu olacaktır. Bitişip kaynaşma ve bütünleşme bir noktada akıl kadar insanlığa gelişim, değişim ve kaliteyi getiren bir güç yoktur. Çün­kü öze inen, özü arayan, özü dışarı çıkaran lübb denen akıl olmaktadır. Cehaletin kabuğunu kıran\ bilginin özünü ağaç haline getiren ve yine cehaletin bulutlarını silip bilgi güneşinin ışığını insanlığa ulaştıran akıl, Yüce Allah'ın yarattığı en büyük bitiştiricidir. Acaba, akıl eşittir bitiş­tirme dersek hata eder miyiz?

d) "Allah'a saygı duyarlar." Aklın eylemlerinden biri de Allah'a saygı duymaktır. Haşyet kelimesinin anlamında "saygı, sevgi ve korku" vardır. Bu üç mana onda bir araya gelmektedir.

Allah'a saygı duyan insanlar, akıllarını kullanıyorlar demektir. Al­lah'a saygı duyan insana da saygı duyar. Saygı ahlâkın en temel değerle­rinden birini teşkil etmektedir. İşte ahlâkın içine akıl, saygı vasıtası ile girmektedir. Akıl ahlâkı mayalarken, saygı değerinin mayasını çalmak­tadır.

İnsanda saygı değerini uyandırmak, davranışlarına yansıtmak ve ahlâkını maya olarak çalmak eğitimin, özellikle din eğitiminin amaçları arasında yer almaktadır.

"Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki düşünür ve saygı duyar" (Tâhâ 20/43-44). Demek ki bu âyetler bize eğitimin amaçlarından ikisini vermektedir: Düşünmeyi temin etmek ve saygı duymayı sağlamak

Haşyet duyan insan, Yüce Allah'ın kudretinin sonsuzluğu karşı­sında ürperir, O'nun gazabından çekinir ve O'na karşı günah işlemekten kaçınır.

e) "Ve hesabın kötüsünden korkarlar." Düşünen selîm akla sahip olan insan, bu dünyadaki davranışlarının öteki dünyada değerlendirmeye tabi tutulacağını bilir, inanır ve kendisini disipline eder. Bununla akıl, insanın iç âleminde bir "iç disiplin duygusu" geliştirir. Bu tip insanların, dıştan bir etki olmadan aklın doğrultusunda hareket etme­leri doğal bir durum olur. Amellerin âhirette değerlendirilmesi günü gelmeden, kendilerini kontrol edip vicdanını hesaba çeker ve tenkit eder bir duruma gelir.

Aklın bu eylemi, yani gönüldeki korku duygusunu harekete geçir­mesinden şunu çıkartıyoruz: İnsan aklı daima ileriye yönelik çalışmasın­dan dolayı hayatın geçmişinden daha çok geleceği ile ilgilenir ve o dü­zeyde çalışır; bugünü yarın için planlamayı ahlâk edinir, yarınını aydın­lık görmek istediğinden, ebedî âhiret hayatındaki mutluluğu yakalamayı :nnmale bırakmak istemez. Bu dünyada iken öteki dünyanın mutluluğu--u elde etmek için insana telkinde bulunur, emirler verir ve önünü dınlatır.

Akıl, âhiret hayatındaki değerlendirmenin, yani hesabın ağırlığını laima göz önünde bulundurması için insana uyarılarda bulunur. Aklın çağırdığı ülke mutluluk ülkesidir; ama aklı en çok rencide eden şey de ihırette insanı mutsuz edecek davranışları işlemesidir. Yine akıl, tabiatı rereği bilir ki, bu dünyada kendi ışığından istifade edemeyenler öteki dünyada karanlıkta kalacaklardır. Onun için akıllı insan, öteki dünyada hesabını rahatlıkla verebilecek olan insandır.

Akıl, gönüldeki korkuyu âhirete yönelik olarak harekete geçirince ;:nlü cennete çevirmektedir. Çünkü Ra'd 21 'de "korkar" eylemini akıl, gonüle yaptırmaktadır. Akıl gönüle, âhirete bakmasını ve orada gerçek-'eşecek ağır hesabın buradan görülmesini ondan ister. Böylece gönül de L'.ret imanının ürünlerini toplar.

f) "Onlar, Rabb'lerinin rızasını arzulaya­rak sabrederler." Ra'd 22'de Yüce Allah aklın görevlerinden birinin ara­yış olduğuna işaret etmektedir. Aklın arayışının alanında Allah, insanın kendisi ve bilimsel gerçek vardır. Bu âyette de mü'minin aklı, "Allah'ın rızasını" aramak görevini yerine getirmektedir. Akıl, Allah'ın rızasını ararken bazen sabrı kullanır. "Belalara, problemlere, sıkıntılara göğüs germe ve onların altından kalkma, üstesinden gelme" anlamına gelen sabır, bir gönül eylemidir. Ama, onu bir küheylan gibi harekete geçiren de akıldır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 22'de sabır, "kendini tut­mak, engel olmak, manen kolunu ayağını bağlamak, sükun ve huzur, i'tidal, temkin, sebat, kendi kendini kontrol, kendi kendine emir vermek, vakar, kendi kendine hâkim olmak, ısrar etmek, dayanma kuvveti" an­lamına gelmektedir (İbn Manzûr, age, Sabere mad).

i. Sabır peygamberlerin ahlâkıdır (Ahkâf 46/35).

ii. Sabır yapılmaya değer işlerdendir (Şûra 42/43).

iii. Sabreden toplumu iktidara getirmek için Yüce Allah söz ver­mektedir (A'râf 7/137).

iv. Sabredenler amellerinin en güzeli ile ödüllendirilirler (Nahl 16/96).

v. Sabredenin ödülü iki kat verilir (Kasas 28/54).

vi. Kötülüğe iyilikle mukabele edip düşmanlığı dostluğa çevirecek kadar ruh olgunluğuna ancak sabredenler ulaşabilir (Fussilet 41/34-35).

vii. Savaşta sabredenlere Yüce Allah yardımda bulunur (Âl-i İmrân 3/125).

viii. Sabır, düşmanın entrikalarını önler (Âl-i İmrân 3/120).

ix. Sabretmek, muhsin olmanın şartlarından biridir (Yûsuf 12/90).

x. Allah sabredenlerle beraberdir (Bakara 2/153).

xi. Tahsilde sabır şarttır (Kehf 18/67, 72, 75, 78, 82).

g) "Namazı kılarlar." Düşünen aklın, ahlâk alanına o-lan uzantılarından biri de namaz kanalıdır. Namaz, Kur'ân'da ahlâkî değerleri canlı tutup koruyan bir ibadet olarak takdim edilmektedir. Ku­lun yaratıcısına ibadet etme zorunluluğu aklın gerekleri arasında bulun­maktadır. Yüce Allah akla ters düşen bir emir vermeyeceğine göre, tüm emirleri aklın gerekli göreceği bir biçimdedir. Namaz konusunda geniş açıklama için Bakara 3'e bakılabilir.

h) "Kendilerine verdiğimiz azıklardan gizli ve açık dağıtırlar." Onlar, malından fedakarlık yapıp fakirin elinden tutma gibi ruh olgunluğunu da gösterirler.

Akıllı insan, önce sahip olduğu maddî nimetin kaynağında Al­lah'ın olduğunu bilir ve o nimetten Allah adına fedakarlıkta bulunarak fakirleri istifade ettirir, insan onurunu kimlik haline getiren paylaşımı hayata geçirir.

Allah katında en makbul olan ibadetlerden biri paylaşım adına ya­pılan "fedâkârlıktır. Malından, parasından fedâkârlıkta bulunarak Allah adına infak etmek, sosyal yani kamunun eksiklikleri ile ilgilenmek ruh olgunluğunun göstergesidir.

Düşünen selîm akıl sahipleri toplumun, hatta insanlığın fakirleri ve eksiklikleri ile ilgilenir. Başkasının meseleleri ile ilgilenmek hem ilâhî vahyin hem de selîm aklın gerekleri arasında yer almaktadır. Fakirlerin derdini dert; çilesini çile; mutluluğunu mutluluk edinen insan, selîm akıl sahibi olduğunu ispat eden bir mü'mindir.

Kendisinden başkası ile ilgilenmeyen ve onların iniltilerini duy­mayanlar kaliteli mü'min olamayacakları gibi yücelip gönüllerini insan­lığa da açamazlar.

Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahyin hak olduğunu bilen, selîm aklı ile düşünen mü'min gece gündüz paylaşım erdemini yaşamak için fedakarlıkta bulunur, yani infak eder.

i) "Kötülüğü güzellikle savarlar." Erdemin zirvesinde, kötülüğü iyilikle savmak vardır. İnsan nefsine ağır gelen iş ?udur. Akıl düşmanlığı dışlar, barışı, güzeli, iyiliği ve ıslahatı arar. Yok eden, yaralar açan ve ızdıraplar saçan düşmanlığın en büyük düşmanı, düşünen akıl ve bilen beyindir.

Aklın tabiatında ve vahyin özünde kötülüklerin zincirini iyilikle kırma ilkesi vardır. Çünkü ilâhî vahy insan ^aklına şunu öğretiyor: "İyilikle kötülük bir olmaz Sen kötülüğü en güzel bir şekilde karşıla O zaman

kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost olacak­tır" (Fussılet 41/34).

Kötülükleri, düşmanlıkları iyiye ve dostluğa dönüştürecek en bü­yük güç bu âyetin önerdiği davranıştır. Toplumsal değişimin en radikali, yani en köklüsü bu eylemdir. "Kötülüğü iyilikle savma" erdemini top­lumda oluşturmak ve bununla gerekli olan değişimi gerçekleştirmek din eğitiminin amaçlarından biri ve en önemlisidir.

Akıl iyiyi üretmekle yükümlüdür. İyilik de tabiatı gereği kötülüğü gidericidir.

"Çünkü iyilikler kötülükleri giderir" (Hûd 11/114). insanlar iyiyi üretir, bekler ve yayarsa, kötülükler kendili­ğinden çekilip gidecektir.

"Bağ" manasına gelen akıl, düşmanlık ve kine zincir vurmakla an­lamını hayata geçirecektir. Bu da aklın rûhânî etkinliğini hissedecek o-lanların gerçekleştireceği bir iştir. İntikam peşinde koşmamak, düşman­lık duygusunu bir tarafa atmak, kini yutmak vahyi bilen ve selîm aklı ile düşünen insanların işidir.

Kötülükler âleminde ihtilal yapıp iyilikleri iktidara geçirecek olan dinamikler, vahy, akıl, düşünce, bilgi ve sabırdır. Bu değerlerin ya da dinamiklerin yer aldığı toplumsal ortam cennete dönüşecek, âhiretteki cennetin temellerini burada atacaklardır.

Vahyi, aklı, düşünceyi, bilgiyi ve sabrı hayata geçiremeyenler bu dünyayı kin ve düşmanlık cehennemine döndürmektedirler.

Kötülükle mücadele verecek olan malzeme bazan iyi bir söz, bir kitap, bir işaret, bazan da bir davranış olabilir.

3. "İşte bu dünyanın sonu bunlar içindir." Bu âyetin başka bir meali de şöyledir: "İşte onlar var ya, dünya yurdunun sonu sadece onlar içindir." Veya "İşte, âhirette erişilecek olan nihâî huzur böylelerine özgüdür." Bu ifadeyle ilgili olarak çeşitli mealler yapılmaktadır, ama biz yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 22'nin bu kısmında yer alan kelimelere ayrı ayrı açıklama getirerek neyin scasdedildiğini anlamayı kolaylaştıracağız.

klkJjî ülâike "bunlar" denen kişiler, Yüce Allah'ın Hz. Peygam-ber'e indirdiği vahyin hak olduğunu bilen, ona inanan, selîm aklı ile dü­şünen, ahde vefa gösteren, antlaşmasını bozmayan, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştiren, Allah'a saygı duyan, hesabın kötüsünden korkan, Allah rızası için sabreden, namazı gereği üzere kılan, Allah'ın «erdiği rızıktan gece gündüz dağıtan ve kötülüğü iyilikle savan müzminlerdir. Bu eylemlerde, aklın, gönlün etkisi olduğu kadar, ahlâkî davranışlar da yer almaktadır.

 'ukbâ kelimesini bütün otoriteler "akıbet, yani sonuç, netice, "er şeyin sonu" anlamında değerlendirmişlerdir. ed-dâr  da "yurt,  dünya"  demektir.  Dolayısıyla ukbe'd-dâr ifadesi de, "bu dünyanın sonu, yani âhiret yurdunun ödülü" mlamına gelmektedir. Demek ki, yukarıda sıralanan amelleri hayata geçirenler nihâî ödüle, âhiret yurduna sahip oluyorlar.

Ra'd 22'nin sonundaki "İşte bu dünyanın sonu tunlar içindir" ifadesini şu âyetlerle manalandırabiliriz:

a) "Yeryüzünde iyi kullarım vâris olacaktır" (Enbiya 21/105).

b) "İşte, asıl bunlar Firdevs'e vâris olacaklardır" Mü "minûn 23/11).

Demek ki, dünya iktidarı ve âhiret yurdunun mirası gerçek müminlerindir. Ra'd 25. âyetin sonunda "kötü yurt onlarındır" denirken 'bunun zıttı 22. âyetin sonundaki 'ukbâ kelimesi, "iyi sonuç" anlamına ılınabilir"Yurdun kötüsü de onlara" derken kötü, iyi. sû' kelimesi ile ifade edilmektedir. O zaman 'ukbâya da "iyi sonuç" manası verilebilir ve âye­te "yurdun iyisi onlaradır" şeklinde anlam verilebilir. Demek ki bir "iyi yurt", bir de "kötü yurt" vardır.

Aslında 23 ve 24. âyetler "iyi yurt" hakkında bilgi vermektedir.

4. "Adn cennetleri bunlar içindir. Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden iyi olanlarla ora­ya gireceklerdir. Melekler ise her kapıdan yanlarına sokulurlar. 'Sabret­tiğiniz için selâm size. Ne güzeldir şu sonsuzluk yurdu!' (derler)."

a) Dünya yurdunun sonu, derken yurt olarak nitelendirilen yer 'adn cennetleridir, adn kelimesi, "bir yerde kalmak, bir yeri vatan edinmek, bir şeyleri korumak, devamlı olarak saklamak" anlamına gelen 'adene   fiilinden   gelmektedir.   Kur'ân'da   11   yerde   geçen   'adn kelimesi, "cennet bahçeleri" demektir. 'Adn kelimesi, "sevinç" veya "haz" anlamını da taşımaktadır.

'Adn cennetleri, "sonsuz mutluluğun, esenliğin yaşandığı cennet­ler" anlamına gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, Yüce Allah bu cennet çeşidini, dünyevî kavramları kullanarak bize anlatmaktadır. Sâd sûresi­nin 50. âyetinde 'adn cennetlerinin özelliklerinden biri, kapılarının ardı­na kadar açık olması diye gösterilmektedir.

Diğer taraftan güzel meskenler vardır (Tevbe 9/72); altlarından ır­maklar akıyor (Nahl 16/31); oraya girenler, altın bilezikler ve incilerle süslenecek, ipek elbiseler giyeceklerdir (Fâtır 35/33); 'adn cennetine girenler orada koltuklara yaslanıp kurulur; meyve ve içecekleri isterler. Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine yaşıt güzeller vardır (Sâd 38/51-52).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 23'te de 'adn cennetlerinin şu özellikleri yer almaktadır:

b) "Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden iyi olanlarla oraya gireceklerdir." Demek ki üç nesil orada bir araya gelecektir. Baba, evlat ve torunlar. 'Adn cennetine gire-cek şekilde davranış üreten bir kişinin yanma, baba ve çocukları da veri­lecektir. Buradaki şart onların da iyi ameller işlemiş olmalarıdır.

c) "Melekler ise her kapıdan yanlarına sokulurlar. 'Sabrettiğiniz için selâm size. Ne güzeldir şu sonsuzluk yurdu!' (derler)." 'Adn cennetlerinin di­ğer bir özelliği de her kapıdan meleklerin onları ziyaret etmeleri, onlara selâm vermeleri, oraya niçin geldiklerini açıklamalarıdır. İşte bu esnada melekler onlara: 'Sabrettiğinizden dolayı bu cennetlere girdiniz', diye­ceklerdir.

Vahyi anlayıp inanmak, aklını kullanıp düşünmek ve ardından Ra'd 20-22. âyetler arasında yukarıda sıralanan amelleri hayata geçir­mek bir sabır işidir. Bu sabrın karşılığı da 'adn cennetleridir ve orada meleklerin ziyareti ve selâmlarına muhatap olmaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Ra'd 19-24. âyetler arasında işlenen, "ilâhî vahyi bilmek ve selîm aklını kullanarak düşünme"nin neticesinde insanın ya da mü'minlerin sergilediği davranışlar 'adn cenneti ödülü ile karşılanacaktır. Bu âyetler grubunda beyin ve gönüldeki oluşumlardan davranışlara ve oradan insana şeref veren büyük ödüle giden çizgi anla­tılmaktadır. Hangi bilgi, düşünce ve inançla hangi davranışlar üretilirse hangi ödüle varılacağı burada anlatılırken, Yüce Allah işi beyin ve gö­nülden başlatmaktadır. Bu demektir ki bu dünyanın önemi, öteki dünya­da elde edilecek büyük ödülün alt yapısını temin etmiş olmasıdır.

Âyetler hem sosyal ahlâkı ele almakta hem Allah ile olan ilişkilere ışık tutmakta hem de aklı kullanıp düşünerek ilâhî vahye iman etmenin önemini vurgulamaktadır.[24]

 

Ahdi  Bozanların Sonu Ne Olacak ?

 

25. Allah'a verdikleri sözü, onu antlaşma haline getir­dikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emretti­ği şeyi bitiştirmeyenler ve yeryüzünde bozgunculuk çı­karanlara gelince, böyleleri için lanet vardır ve yurdun en kötüsü de onların olacaktır.

 

a) Bu âyet. Ra'd 20'nin gündeme getirdiği imânî, aklî ve ahlâkî davranışın tersi davranışı ele almaktadır. İlâhî vahyin ve aklın tabiatı gereği insanın sergilemesi gereken davranış, Allah'a karşı verdiği sözü yerine getirip yaptığı antlaşmayı bozmamaktır.

25. âyette Allah'a verdiği sözü bozanın, onu antlaşma haline getir­dikten sonra ona uymayanın durumu ele alınmaktadır. Olumlu davranış önce; olumsuzu sonra açıklanmaktadır.

b) "Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirmeyenler." 21. âyette bitiştirmenin ne olduğunu açıkladık. Burada bu ilâhî emri yerine getirmeyenler gündeme getirilmektedir. Bu insanlar, ayrılıkların, bölünmelerin ve düşmanlıkların adamı olmakta ve ayrılıkları kendi psikolojik yapılarında yaşadıkları gibi, sosyal hayatta ve milletlerarası ilişkilerde de yaşamaktadırlar.

c) "Ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar." Ay­rılıkların peşinde koşanlar, insanların onuru olan birlikberaberliği orta­dan kaldırarak bozgunculuk yapmış olurlar. Kendi psikolojik yapıların­daki ayrılıklar arada kalan tüm toplumu ve insanlığı sararlar. Kendi içle- rindeki tefrika hastalığını, yaşadıkları topluma, oradan da tüm insanlığa bulaştırırlar.

d) "Böyleleri için lanet var. Yurdun en kötüsü de onların olacak."

Yüce Allah, kendisine verilen sözü bozanları, bitiştirilmesini em­rettiği şeyi bitiştirmeyip yeryüzünde bozgunculuk yapanları lanetlemek-tedir. Onlara hem bu dünyada hem de âhirette lanet vardır. Yüce Allah, onları kendi lütfundan ve insan onuruna yakışan bütün iyiliklerden uzak tutmaktadır.

Diğer taraftan cehennemi de onlara yurt olarak ayin etmektedir.

19-24. âyetler arasında iyi amelleri yerine getirenlere en iyi yurt verilirken ve 25. âyetin sonunda bu amellerin tersini yapanlara en kötü yurt sunulurken, Yüce Allah bir "ritim psikolojisi anlatımı"na girmekte­dir. Önce mutluluk, sonra azap ve ızdırap meydana getiren durumlar gündeme getirilmektedir. Önce ferahlık, sonra gerilme psikolojisi oluştu­rulmaktadır. Genelde Yüce Allah, Kur'ân'da cehennemi kullandığı yer-ie hemen cenneti; cenneti andığı yerde hemen cehennemi gündeme ge­tirmekte, iki farklı motifle iki ayrı psikolojik durumu meydana getirmek­ledir. Onun için din görevlileri vaazlarında devamlı cehennem üzerinde r-rurlarsa gerilim psikolojisi meydana getirip insanları dinden soğuturlar.[25]

 

Dünya Hayatı Şımartmamalı:

 

26. Allah dilediğine rızkını bollaştınr da, daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin ya­nında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.

 

Bu âyetin, öncesi ve sonrası ile ilgisi yokmuş gibi bir durumu var. Ancak içeriğinin önceki âyetlerden 25. âyetle alakası olduğu görülmek­tedir. Şu soruyu sorduğumuz zaman bu ilgiyi tespit etmemiz mümkün­dür: İnsanlar niçin Allah'a verdikleri sözü ve yaptıkları antlaşmayı bo­zarlar; bitiştirilmesini emrettiği şeyleri bitiştirmezler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar? İşte bu sorunun cevabı olarak 26. âyete gidebili­riz.

1. Bu insanların, rızkın kaynağı ve dağılımı konusunda sağlam bir bilgileri yoktu. Rızkın kaynağında Allah olduğundan, insanlara dağıtım sistemindeki kuralı da Allah koymaktadır. Kimine bol verir, kimine da­raltır. Rızkını bol verdiği veya daralttığı insanlar bir imtihan içindedirler. Bu imtihanın nasıl olduğunu Yüce Allah Fecr sûresinde anlatmaktadır.

"Fakat insan, Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nimet verdiğinde; Rabb'im bana ikram etti, der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise: Rabb'im beni önemsemedi, der" (Fecr 89/15-16).

Rızkı bol olduğundaki konuşması ile daraldığındaki konuşması a-rasındaki fark bu kişinin imtihanı kaybettiğinin delili olmaktadır. Diğer taraftan ikram ile daraltmanın birer imtihan olduğu da burada anlatıl­maktadır.

Bu imtihanın diğer bir boyutu da rızkı bol olanın rızkı dar olana yardımda bulunup bulunmayacağına, fedâkârlıkta bulunmak ya da pay­laşım gibi erdemli bir hareketi hayata geçirip geçilmeyeceğine bakmak­tır. Çünkü Yüce Allah gönderdiği vahy ile insanlarla yaptığı antlaşmada "infak etmek", bir madde olarak yer almaktadır. Meselâ: Bakara 83'de İsrâiloğulları ile yapılan antlaşmada, fedakarlık, paylaşım yani infak bir

madde olarak konmuştur. Bu durum aynı şekilde Ra'd 22'de de yer al­maktadır.

İşte Allah ile yaptıkları antlaşmayı bozanlar infak etmeyenler, pay­laşım gibi yüce bir değeri hayata geçirmeyenlerdir.

Diğer taraftan rızkı Allah vermediğine, onu kendisinin kazandığına inanan insan da imtihanı kaybetmiştir, "Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de fakirlere yardımda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk yapma, çünkü Allah, bozguncuları sevmez. Kârûn: 'O servet bana bilgim sayesinde verildi' demişti" (Kasas 28/77-78). Servetini kendi bilgisi ile kazandığını söylemekle Kârûn, rız­kın kaynağındaki ilâhî takdiri görmezlikten geldi. Bu da onun sonunu hazırlamış oldu.

2. Sahip olduğu ekonomik değerin kaynağında ilâhî takdirin oldu­ğuna inanmayan ve fakirin elinden tutmayan, paylaşım gibi yüce değeri hayata geçirmeyen insanın psikolojisini Yüce Allah şöyle analiz etmek­tedir. "Onlar dünya hayatı ile sunardılar." Rızkın bol verildiği insanların sergiledikleri davranışlardan biri budur. "Şımarma" pek çok yanlış davranışın sebebi olan bir psikolojik durumdur. Paylaşımı engelleyen sebep şımarıklık; şımarıklığın sebebi de kaynağı unutulan bol servettir. Servetini kendisi kazandı diyerek kendini müstağni gören insan şımarır ve infakı göz ardı eder.

3. Yüce Allah bu hatalarına rağmen onları bilgilendirmektedir: "Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir." Geçici fayda denen £bi meta', "avun­tu, bir geçimlik, küçük bir nimetlenme, geçici bir zevk, bir yol azığı"dır.

Yüce Allah âhiret ile dünya hayatını mukayese etmekte ve ikisinin sahip olduğu değeri anlatmaktadır. Paylaşım, fedâkârlık yani infakın, âhiret yurdu için manevî bir getirişi olduğu halde onu gerçekleştirme­mek, serveti ile şımarmak dünya hayatına tanrı olarak sarılmaya neden olacaktır. İnsanın daha değerli, daha uzun süreli ve daha kalıcı olan birhayatı, çok kısa bir dünya hayatına feda etmesi hem ilâhî vahye hem de aklın doğasına ters düşmektedir. Bu durum hem ilâhî laneti getirir hem de yurdun en kötüsünü.

Demek ki din eğitimcileri, dünya ve âhiret dengesini iyi şekilde kurarak öğretim yapmalı, rızkın kaynağını, onu bol bol veren ve daraltan hakkında tutarlı ve vahye dayalı açıklamalar getirmelidirler.[26]

 

Kâfirlerin Mu'cize İsteği:

 

İnkâr edenler: 'Rabb'inden ona bir mu'cize indi­rilmeli değil miydi?' derler. De ki: 'Doğrusu, Allah di­leyeni saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola iletir.

Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah 'in zikri ile doyuma ulaşanlardır. Bilesiniz ki kalpler, ancak Allah 'ı anmakla doyuma ulaşır.

İman edip iyi işler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.

1.  27. âyette kasdedilen kâfirler Hz. Peygamber zamanında yaşa­yan inkarcılardı. Onlar, Hz. Mûsâ ve Hz. îsâ gibi Hz. Muhammed'den de mu'cizeler getirmesini istediler. Diğer taraftan Kitap Ehli de ondan mu'cize istiyordu. "Kitap Ehli sen­den, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor" (Nisa 4/153). Mu'cize istemek, onlar için bir iyi niyet göstergesi değildi. Nitekim geçmiş peygamberler döneminde de öyle oldu.

"Bizi mu'cizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekile­rin bu mu'cizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mu'cize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve ) bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz mu'cizeleri ancak korkutmak için göndeririz" (İsrâ 17/59).

Geçmiş kavimlere gönderilen mu'cizelerin yalanlanmış olmaları, Hz. Peygambere gönderilecek mu'cizelere de engel olmuştur. Onların mu'cizeleri yalanlamaları veya o mu'cizeye bir kötülük yapmaları, helak olmalarına sebep olmuştur. Yüce Allah Araplara mu'cize gönderip onlar da aynı tavrı takınsalardı, helak olmakla yüz yüze geleceklerdi.

Aynı zamanda Arap kâfirlerinin mu'cize istemelerinden asıl mak­sat, iman etmek değildi. Mu'cize geldiği halde ona inanmamak, bir çeşit mu'cizeye hakaret olacaktı. Onun içindir ki, Yüce Allah onların istekle­rine uymayıp şöyle cevaplandırmıştır:

2. "De ki: Doğrusu, Allah dileyeni saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola iletir." Yüce Allah insanların istek ve yönelişlerine göre onlara hidâyeti nasib edeceğinin cevabını vermiş ve bunu Hz. Peygamber vasıtasıyla mu'cize isteyenlere fietmiştir. Mu'cize göndermekten ziyade insanın gönlünde oluşan istek :ike olarak alınmaktadır. Yüce Allah hidâyetin temeline, kulunun gön­endeki oluşumu koymaktadır.

a) "Allah dileyeni saptırır." Âyetin bu kısmında zeçen , men yeşâu "dileyen kimse" ifadesindeki  yeşâu "":lininin failinin Allah olduğunu söyleyen müfessirler vardır. Bazıları da insan olduğunu söylemektedirler. Bize göre bu fiilin faili Allah insan olduğunu söylemektedirler. Bize göre bu fiilin faili Allah değil, insan olmaktadır. Biz ikinci gurubu tercih ediyor ve tefsirimizi bu meal üzere sürdürüyoruz. Bu da şu demektir: Allah kendiliğinden kulunu saptırmaz. O zaman haksızlık olur. Yüce Allah sapıklığı dileyeni saptırır. Çünkü temel kural şudur: "Kötülüğü kul ister, Allah yaratır; iyiliği hem kul hem Allah ister, Allah da yaratır."

Sapıklığı isteyeni Yüce Allah niye engellemiyor da, onun isteğini yerine getiriyor? İşte bu sorunun cevabı oldukça zor görünüyor. Konuyu bir misal ile anlatmayı, yani cevaplamayı uygun buluyoruz. Öğrenci ça­lışıp dersi öğrenmediği için öğretmeni ona zayıf vermektedir. Aslında öğretmeni ona iyi de verebilirdi, ama o zaman çalışmanın ve imtihanın önemi kalmayacaktı. Bir öğretmen, öğrencisinin imtihan sorularını ken­disi cevaplandırarak öğrencisinin iyi almasını da sağlayamaz. Bu durum da aklın ve imtihanın doğasına aykırı olmaktadır. Diğer taraftan öğret­menin soruları cevaplandırması ve çalışmayana iyi not vermesi, çalışan ve emek sarf eden öğrenciler için haksızlık olacaktır, yani adalet çiğ­nenmiş olacaktır.

İşte Yüce Allah kötülüğü isteyenin bu isteğine mani olsaydı, iyiliği dileyene haksızlık olacağı gibi, dünya hayatının imtihan oluşuna da ters düşecekti.

Yüce Allah kulunun serbest irâdesine, dilemesine; özgürlüğüne müdahale etmiyor. Etmiyor ki, ileride özgürce seçiminden onu sorumlu tutabilsin. Sorumluluk, özgürce seçim; yani serbest irâdenin üstüne o-turmaktadır.

b) "Kendisine yöneleni de doğru yola iletir." Â-yetin bu kısmında yer alan men enâbe ifadesindeki ou enâbe fiilinin faili de insana gitmektedir. Allah'a yönelme eylemini gerçekleş­tiren insandır. Yönelme işi de gönülle alakalı bir iştir. Allah'a yönelmek, aslında insanın gönlünde meydana gelen köklü değişimin adıdır ve şirke, inkâra akan gönül güzergâhının tam tersine akmaya başlamasıdır. İşte kulun gönlünde meydana gelen, bütün benliği ile Allah'a yönelme eyle­mi Yüce Allah'ın hidâyetini davet etmektedir. Kulun gönlündeki yöneli­şi Yüce Allah tescil etmektedir. "Allah'a yönelmek", aynı zamanda "tövbe etmek" anlamına da gelmekte, sahte tanrıları bırakıp Allah'a yönelmek gibi yanlışlardan töv­be edip Allah'a yönelmeyi ifade etmektedir.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Allah'a yönelip ilâhî hidâyeti alan bu insanların özelliği nedir? Sorunun cevabını bir sonraki âyet vermektedir.

3. "Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikri ile doyuma ulaşanlardır."

a) "İman edenlerdir." Allah'a yönelen insan, ilâhî hidâyetin köklü değişimi denen imana ulaşmaktadır. Tabii ki onu imana ulaştıran Yüce Allah olmaktadır. Çünkü enâbe yani "yönelme"nin ilk belirtisi tâğûtu :nkâr etmektir. Onun içindir ki Bakara 256'da: "Kim tâğûtu inkâr edip Allah'a inanırsa" ifadesi yer almaktadır. Demek ki, mü'min insan önce aşka varlıkları inkâr eder, sonra inanır. Yani önce tâğûtu inkâr eder, ılğûtun kâfiri olur, sonra iman eder. Tâğût, "Allah'tan başka sahte tan­ rılar" yani, "kulu Allah'tan uzaklaştıran her şey" demektir ve bu sahte :annlar gönülden çıkmadıkça iman oraya girmez.

İşte Allah'a yönelmenin bir anlamı da gönlü sahte tanrılardan te­mizlemektir. Gönlünü sahte tanrılardan temizleyip iman eden insan Al­lah'ın hidâyetini almış demektir.

b)"Gönülleri Allah'ın zikri ile doyum noktasına ulaşanlardır." Bu insanlar, iman basamağında kalmıyor, devamlı gelişimle gönüllerini doyum noktasına ulaştırıyorlar. Bir taraftan nefis, diğer taraftan da gönül doyum noktasına ulaşınca akıl, gönül ve nefis birleşiyor ve böylece in­san iç âleminde tevhîde ulaşıyor.

Doyum noktasına Allah'ı zikretmekle ulaşılmaktadır. Zikretmek birinci derecede düşünmeyi ifade etmektedir. Her an, Allah'ı düşünen insanın gönlü manen gelişmektedir. Allah'ı düşünmek her an O'nu ya­nında hissetmektir. Bütün işlerinde "Rabb'im beni görüyor" diyerek kendini kötülüklerden uzak tutan insanın gönlü gelişmenin basamakla­rında mesafeler alıyor demektir. Allah'ı zikretmenin onları doyuma ulaş-urmasının etkinlikleri Enfal 2'de ele alınmaktadır.

 "Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir."

Demek ki Allah'ı zikretmek, kanın kimyasını ve dolaşımını etkile­yip maddî kalbin çalışma sistemini bile değiştirmektedir.

"Zikir" Kur'ân'm bir ismi olduğuna göre, Kur'ân okumak da bir zikirdir; namaz kılmak da bir zikirdir (Tâhâ 20/14).

"Tatmin olmak", doyuma ulaşmak, huzura ermek, iç acılardan kur­tulmak, sükuna kavuşmak anlamına gelmektedir. Gönül eğitimi için zik­rin gerekliliğine işaret eden Ra'd 28. âyet, akıl ile gönlün ve nefsin bu­luştuğu doyum noktası ve tevhidi belirlemenin olmazsa olmazı olduğuna dikkat çekmektedir.

4. "İman edip de iyi iş­ler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir."

Yüce Allah. Allah'ı zikrederek doyuma, huzura ve sükuna ulaşan kalplerin iman ettiğine ve bu imanın davranışlara yansıdığına da işaret etmektedir. Demek ki iman ve doyum kalpte kalmayacak, davranışların ilkeleri haline gelecek ve sonuçta davranışları yönetip sosyal hayata gi­receklerdir.

Yüce Allah Ra'd 27-29. âyetlerde, inâbe, zikir, iman, iyi amel ve kalbin doyuma ulaşması gibi manevî oluşumları bir oraya getirip bir sistem kurmaktadır. "Bütün benliğini Allah'a yöneltme" anlamına gelen inâbe; "Yüce Allah'ı her an anıp düşünmek" anlamına gelen zikir; "tevhid inancını kabullenmek" anlamına gelen iman; "iç huzuru, doyu­ma ulaşmak" anlamına gelen tatmin gibi oluşumlar kalple alakalıdır. Kalp bunları davranışlarımıza ulaştırdığında olgun insan dediğimiz bir kimlik ortaya çıkmaktadır.

Bu manevî kimliği elde edenler için Yüce Allah iki şey belirle­mektedir:

a) Hoş bir hayat. Âyette geçen tûbâ kelimesi hakkında çeşitli açıklamalar yapılmış ve bunun "cennette bir ağaç" olduğu söylenmiştir. Bu tartışmalara ve izahlara girmeden, bunun "hoş bir hayatın müjdesi" olduğunu söyleyebiliriz. En güzel yorumu İbn Abbâs yapmış ve âyetin yorumunda: "Onlar için sevinç ve göz aydınlığı vardır" demiştir .[27]

Sevinç ve göz aydınlığı dünya hayatındaki hoşluğu, mut­luluğu ifade etmektedir.

Demek ki insanın gönlü ile mutluluğu bir hayat kurmaktadır. "Müjde", hoşluk, sevinç ve mutluluk ağacını gönlünde dikiyor, oradan hayatına uzayıp gidiyor.

b) Varılacak yurt da onlar içindir. Bunun anlamı da "güzel bir ge­lecektir." Bu gelecek güzel yurt da âhiret olacaktır. Sözkonusu kişilerin dünya ve âhirette hoş bir hayatı olacaktır. Çünkü güzel yurtta yaşamakda güzeldir, hoştur ve mutluluk vericidir. Demek ki Allah'a yönelen gö­nül, Allah'ı zikreden ve doyum noktasına ulaşan gönül, iman edip iyi ameller üretmeye neden olan gönül âhiret yurdunu da güzelleştirmekte, mutluluk ağacının dallarını da oraya uzatmaktadır. İşte bu gönül, dünya ve âhireti üzerinde taşıyıp oradaki hayatı cennete çevirmektedir.[28]

 

Kafirlerin Durumu Hakkında Bir Analiz:

 

30. Biz böylece sana vahyettiğimizi onlara okuman için seni, kendilerinden önce bir çok milletler geçmiş olan bir millete gönderdik. Oysa, onlar Rahman'ı inkâr ederler. De ki: 'O benim Rabb'imdir. O'ndan başka tan­rı yoktur. O 'na güvenirim ve dönüşüm de O 'nadir.'

31. Eğer, Kur'ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı, (kâ­firler yine inanmazlardı). Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İnananlar hâlâ anlamadılar mı, Allah dilerse, bütün insanları yola getirebilirdi? Allah'ın sözü yerine gelene kadar, yaptıklarından ötürü, inkâr edenlerin ya başlarına yahut evlerinin yakınına düşecek bir vurucu felâketin gelmesi kaçınılmazdır. Doğrusu, Allah verdiği sözden caymaz.

 

Ayetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

"Biz böylece sana vahyettiğimizi onlara okuman için seni, kendilerinden önce bir çok milletler geçmiş olan bir millete gönderdik."

a) Hz. Peygamber'in görevlerinden biri Allah'ın ona vahyettiğini okumaktır. Zaten Hirâ mağarasında gelen ilk vahyin emri "okumak" olmuştur. Orada kra' "oku" emri verilirken burada ne için peygam- ber olarak gönderildiği açıklanmakta ve "onlara okuman için" denmektedir; dolayısıyal hem peygamberliğinin amacı belirlemekte hem

de görevi tesbit edilmektedir. Buradaki litetlüve "tilâvet" kelimesi, hem okumayı hem de öğretmeyi ifade etmektedir. Tilâvetin içinde tebliğ etmek manası da vardır. Çünkü tebliğ, yani mesajı insanlara ulaştırabil­mek için onu okumak, öğrenmek ve öğretmek gerekiyor.

Okuyup anlatmak, öğretmek ve ilâhî mesajı ulaştırmanın amacı ne olabilir? Böylece âyette amaç içinde amacın olduğunu fark ediyoruz.

b) "Kendilerinden önce bir çok milletler gelmiş olan bir millete." Demek ki, Hz. Peygamber'in toplumundan önce milletler gelmiş, onlara da peygamberler gönderilmişti. O milletler, peygamberlerini dinlemediklerinden ve hayatlarında yapmaları gereken köklü değişimi yapmadıklarından dolayı helak oldular. Yüce Allah bu cümle ile aslında şunu bildirmek istiyor: Seni gönderdiğim toplum da helak olmak üzeredir. Onların helakini önlemenin yolu eğitimden geçmektedir. Sen de benim vahyimi onlara okuyup anlatacak ve öğreteceksin. Bu öğrenim onları helaktan kurtaracaktır.

Çünkü Yüce Allah bir milleti uyarmadan, ona öğretim yapmadan yani onları bilgilendirmeden helak etmez. "Gerçek şu ki: Halkı gafil yani habersizken Rabb'in haksızlık ile ülkeleri helak edici değildir" (En'âm 6/131).

Böylece Yüce Allah ilâhî vahyin öğretimi ile yapılacak bilgilen­dirmenin toplumların çöküşünü önleyecek bir nitelik taşıdığına dikkat çekmektedir. Şûra 52'de Kur'ân'ın "ruh" olduğu söylenmektedir. De­mek ki Kur'ân öğrenildiğinde ve toplumun hayatına girdiğinde o toplu­ma can vermektedir. Can alan bir toplum da helak olmaz.

Diğer taraftan âyetin bu kısmı, peygamberlik müessesesinin zincir­leme bir süreç meydana getirdiğine de işaret etmektedir. Hz. Peygam­ber" den önce gelen milletlere de peygamber gönderilmiş ve bu gönderiş süreklilik arz etmiştir.

"Sonra biz peyderpey peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir millete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygamberleri yalanladılar, biz de onları birbiri ardından yok ettik ve onları ibret olgularına dönüştürdük. Artık iman etmeyen kavim bizden uzak olsun!" (Mü'minun 23/44).

2. "Oysa onlar Rahmân'ı inkâr ederler. De ki: 'Ö, benim Rabb'imdir. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na güvenirim ve dönüşüm de O'nadir."

a) Hz. Muhammed'in gönderildiği toplum, Rahmân'ı inkâr edi­yordu. İnkâr psikolojisi onlan helake doğru götürüyordu. Nitekim Hz. Peygamber onlara bu yanlışlarını hatırlatınca şöyle dediler:

"Onlara: 'Rahmân'a secde edin!' denildiğinde: 'Rahman da neymiş! Bize emrettiğin şeye secde
eder miyiz hiç!' derler ve bu emir onların nefretini arttırır" (Furkân 25/60).

Kâfirler, Hz. Peygamber'den önce inkâr ettikleri gibi, onun zama­nında da inkâr ediyorlardı. Onların böylesine bir inkâr psikolojisi içinde olmalarının sebebi eğitimsizlik olduğundan, bir eğitimci olarak Hz. Pey­gamber onlara gönderildi.

b) Onların bu inkârına karşılık Yüce Allah, Hz. Peygamber'e onla­ ra karşı nasıl davranacağını ve onlarla nasıl konuşacağını öğretmektedir.

i. "De ki: O benim Rabbimdir." Burada Rabb sıfatının söylenmesi, gündeme getirilmesi manidardır. "Yaratan, besleyip büyü­ten, terbiye eden, yol gösteren" manasına gelen bu sıfat insanlara öğre­tilmektedir.

ii. "O'ndan başka tanrı yoktur." Önce Yüce Allah'ın Rabb sıfatı gereği yaptıkları anlatıldıktan sonra, O'nun tekliği ele alınmakta­dır. Yüce Allah'ın Rahman, yani rahmetin kaynağı olması, bütün kâinatı ve onun içindeki varlıkları yaratması, besleyip büyütmesi ve onları eğit­mesi tekliğini gerekli kılmaktadır. Allah'ın tekliği, hem yaptıklarının hem dinin hem de aklın gereğidir.

iii. "O'na güvenirim." Rahman, Rabb ve tek olan Allah'a tevekkül, yani güvenmek zorunludur. Kulların iç ve dış sorunlarını çöze-

cek olan O'dur. Bu nedenle O'nu vekil edinmek gerekiyor. Böylece hal­ka tevekkül konusunda da ders verilmektedir.

iv. "Dönüşüm de O'nadır." Âyetin son kelimesi metâbdır ve "tövbemi sunarım" anlamına gelmektedir. Tövbe de "dön­mek", yani "Allah'a dönmek" demektir. Metâb ile inâbe arasında mana benzerliği vardır. "Yönelmek" manasına gelen 27. âyetin sonundaki enâbe kelimesi, 30. âyetin sonundaki metâb ile "tövbe edip yönelmek" manalarında buluşmaktadır.

'Rabb'imdir, tektir, O'na güvenirim ve O'na yönelirim' şeklindeki Hz. Peygamber'in onlardan istediklerine, öncelikle kendisinin inandığını ve bunları hayata geçirdiğini ifade etmektedir. Geçmiş toplumlar bu öğ­retileri kabul etmediğinden helak oldular. Hz. Muhammed bunları top­luma ve geleceğin insanlığına öğreterek helak olmalarını önlemiş olmak­tadır. Demek ki, doğru bilgi ve doğru imanın olduğu ve bunların hayata geçirildiği toplum helaktan kurtulmaktadır.

3. "Eğer Kur'ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı (kâfirler yine inanmazlardı)."

Ra'd 31. âyetin ilk bölümü olan bu ilâhî cümlenin iniş sebebi şöy­ledir: Müşrikler Hz. Peygamber'e gelmiş ve ondan, dağların yürütülme­sini, yerin parça parça edilmesini ve ölü babalarının diriltilmesini iste­mişlerdi. Âyet onların bu istekleri üzerine indirildi.[29]

İbn Abbâs da benzer bir sebebi anlatmaktadır: Kâfirler Hz. Pey-garnber'e: 'Eğer gerçek senin dediğin gibi ise ölmüş babalarımızı bize göster de onlarla konuşalım. Bizi sıkmakta olan şu Mekke dağlarını biz-ien uzaklaştır ve böylece alanı bizim için genişlet,' dediler. Bunun üze-nne bu âyet gönderilmiştir[30].

Bu âyetin iniş sebebi olarak anlatılan benzer bir olay da şudur: Mekkeliler, Mekke meydanında otururken Hz. Peygamber gelip onlara İslam'ı tebliğ etmeye başladı. Bunun üzerine Abdullah İbn Ümeyye el-Mahzûmî ona: 'Bizim için Mekke dağlarını yürüt ki yerimiz genişlesin. Nehirler akıt ki ziraatçılık yapılım. Yahut ölülerimizi dirilt ki senin söylediklerinin doğru olup olmadığını onlara soralım, -çünkü İsa, ölüleri diriltti-. Yahut rüzgarları bizim emrimize ver, ona binip dolaşa­lım, -çünkü, rüzgar Hz. Süleyman'ın emrine verilmişti-. Sen Rabb'in katında Süleyman'dan daha değersiz değilsin.' Bunun üzerine Ra'd 31. âyet indirildi (Râzî, age, XIII, 454).

Yukarıda belirtilen nüzul sebepleri doğru olabilir. Onlar âyetin ta­rihsel boyutunu gündeme getirmektedir. Onları kabul etmekle beraber, âyeti onların içine hapsetmemiz doğru değildir. Önemli olan âyeti evren­sel boyuta taşıyarak bütün nesiller için bir ışık olacak çıkarımlarda bu­lunmaktır.

Âyetin bu kısmında, Kur'ân ile şu mu'cizeler gerçekleştirilse bile inanmaya niyeti olmayanların inanmayacaklarını buluyoruz:

a) "Dağlar yürütülmüş olsa." Kâfirler dağların yürütü­ lüp yerlerinin genişlemesini istemişlerdi. Âyette, böyle bir mu'cize ger­çekleşse bile inanmayacaklarına dikkat çekilmektedir.

b) "Yeryüzü parçalanmış olsa." Bu mu'cize çeşidi daha büyüktür. Onların gözünde maddî bir takım oluşumlar meydana gelse bile inanmayacaklardı.

c) "Ölüler konuşturulmuş olsa." Ölülerin diriltilmesi meselesi, âhiret inancı ile alakalı bir meseledir. Onların öldükten sonra diriltilmeyi reddettikleri burada gündeme getirilmektedir.

Bu üç çeşit mu'cizeden her biri veya hepsinin birden gerçekleşti­rilmesi, onların iman etmesini temin etmeyecektir.

Bundan çıkaracağımız temel ilkeler şunlardır:

i. Din eğitiminden istifade edemeyecek insanlar vardır. Bunların

üzerine titremeye değmez. Çünkü bunların mu'cize istemelerinde sami­miyet yoktur.

Kimin inanacağı veya kimin inanmayacağını bizler tesbit edeme­yiz; onu ancak Yüce Allah bilir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in bile bu­nu bilmesinin imkansızlığı sebebiyle bu âyetleri göndermektedir. Kâfir­lerin normal üstü isteklerinden bunu çıkarabilmemizi temin için Yüce Allah bu açıklamayı yapmaktadır.

ıi. Kâfirlerin psikolojisi ve hakikati ispat için gönderilecek mu'cizelere karşı tavırları şu âyetlerde de açıklanmaktadır:

"Kendilerine bir mu'cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mu'cizeler ancak Allah kalındandır.' Ama mu'cize geldiğinde de inanmayacaklarının far­kında mısınız?" (En'âm 6/109).

"Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlara konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah di­lemedikçe yine de inanacak değillerdi, fakat çokları cehalet üretiyorlar" (En'âm 6/111).

4. "Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâlâ bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi?"

a) Bütün işlerin Allah'a ait olduğunu açıklarken öncelikle yoru­munu yapmakta olduğumuz Ra'd 31'i dikkate almamız gerekiyor. Allah Teala dilerse dağları yürütür, yeri parçalar ve ölüleri konuşturur. Bu du­rumlar O'nun kudreti dahilindedir. Bu mu'cizeleri hayata geçirmiyor diye, gücünün onlara yetmediğini düşünmek ve söylemek doğru değildir.

Âyetin bu kısmını 27-29. âyetlere bağlı olarak da açıklayabiliriz: Kâinatın işleyişi ve insanların gönüllerindeki oluşumların tamamı O'nun kudretindedir. İsterse bütün insanları hidâyete, yani doğru yola iletir ve iman ettirebilir. Ama O'nun iman ettirmesi, dünya hayatının imtihan olmaktan çıkması demektir. Hidâyete getirmesi, kulunun irâdesinin te­celli etmesini beklemesi de O'nun bir işidir. Neyin, ne zaman, nerede ve nasıl olacağını O belirlemektedir.

b) "îman edenler hala bil-mediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi?" Âyetin bu kısmında geçen yey'es kelimesini müfessirler "bilmek" manasına almışlardır. Delil olarak da bu kelimenin, Naha kabilesinin lehçesinde bu anlamda kullanıldığını göstermektedirler. Mücâhid, Hasan el-Basrî, Katâde bu manayı vermişlerdir.[31]

Bilmek, yani bilgi bir tecrit, yani soyutlama işlemini gerçekleştir­mektedir. Bilmekle biz bilinmezliği ortadan kaldırıyoruz, onu dışlıyoruz, soyutluyoruz. Bu soyutlama işlemi beyinde oluyor ve bilinmezliklerden ümidimizi tamamen kesiyoruz. Çünkü bilgide kesinlik vardır. Bilgi, o-lumsuzlukla ilgili bütün ümitleri kesip atar. Onun için âlimler bu keli­meye "bilmek" manasını vermekte haklı idiler.

İman edenler neyi bilecekler? Âyetin devamı bu soruyu cevaplan­dırmaktadır:

"Allah dileseydi bütün insanları hi­dâyete erdirirdi."

i. "De ki: Kesin delil, ancak Al­lah'ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'âm 6/149).

ii. "Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yûnus 10/99).

Kesin delil Yüce Allah'ın kudretinde olduğuna göre, isterse bütün insanları hidâyete, yani doğru yola iletip iman ettirdi. İkinci âyette de bunun bir zorlama olacağı gündeme getirilmektedir. Bunu nasıl açıkla­rız? Yüce Allah insanı yaratırken ona cüz'î irâde ve seçme özgürlüğü vereceğini takdir etmişti: Kendisi düşünecek, kendisi karar verecek, kendisi özgürce seçecek bir varlık olacaktı. Böyle bir varlık yaratması da Yüce Allah'ın takdiri dahilindedir.

Bu nitelikte yarattığı bir varlığa zorla iman ettirip doğru yola sok­masının doğru olamayacağının kanununu da yine kendisi koydu. İşte bu âyetlerle yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 31'i bir araya getirdiği­mizde Yüce Allah'ın kendisinin koyduğu kanuna uyduğunu görüyoruz

ve bu neticeyi çıkartıyoruz. O, bu kanuna Hz. Peygamber'in de uymasını istiyor ve bu kanunun iman edenler tarafından da bilinmesini istiyor. İman edenlerin kesin olarak bilmesi gereken kanun, iman etsinler diye Yüce Allah'ın, insanların tercihine, özgürce seçimine asla müdahale etmeyeceğidir. Çünkü bu özgürlük kavramı ortadan kalkarsa ne iman kavramı ne ahlâk ne de imtihan ortada kalacaktır; daha doğrusu insan olma niteliği yok olacaktır. Temel kanun, irâdesi, seçme özgürlüğü ve karar verme serbestisi olan varlığın insan olmasıdır. Yüce Allah iman, ahlâk gibi alanları bu kanunun üzerine kurmaktadır.

Yüce Allah bu âyetleri niçin göndermiştir? sorusunu cevaplandır­mak için şöyle bir açıklama yapabiliriz: Allah, tüm insanlığa, inanç öz­gürlüğüne baskı yapmamalarını ilke olarak koymaktadır. Yüce Allah kendisinin bile bu özgürlüğe dokunmadığını söyleyerek, insanların ona saygı göstermelerini, imânî ve ahlâkî alanı buna göre düzenlemelerini ön görmektedir. Baskı ile gelen ahlâk, ahlâk değildir. Hürriyetin ve özgür­lüğün olduğu yerde iman ve ahlâk vardır. Beşerî hukukun bu özgürlükler üzerinde oluşturulması, kanunların ona göre yapılması şarttır. Özgürlük­leri ortadan kaldırarak yaptırılacak herhangi bir davranış ahlâkî olmaya­cağı için, bu durum, insanların köleleştirilmesinden başka bir şey de ol­mayacaktır. İnsanlar bu temel kanunu bilmeli ve bunu din, eğitim, hu­kuk, siyaset, iktisat ve ahlâk bilimlerine uygulamalıdırlar.

5. "Allah'ın sözü yerine gelene kadar, yaptıkla­rından ötürü, inkâr edenlerin ya başlarına yahut evlerinin yakınına düşe­cek vurucu bir afetin gelmesi kaçınılmazdır. Doğrusu, Allah verdiği söz­den caymaz."

Âyetin bu kısmından varacağımız neticeler vardır:

a) "Yaptıklarından ötürü." Bu ifadenin başındaki bâ harfi "sebep" bildirmekte ve "insanların başına gelen belaların ve cezaların sebebi kendi yaptıkları nedeniyledir" ilkesini ortaya koymaktadır.

Demek ki, insanın yaptığı eylemleri, başlarına gelen olumsuz olgu­ların sebebi, yani oluşturanı, çağıranı ve getireni olmaktadır. "Ne koyar- san tabağına, o gelir kaşığına" tekerlemesi bunu net bir şekilde ifade etmektedir.

Yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi içinde sosyal olayları ve olguları açıklamakta; sonuç olarak afetin gelmesini; sebep olarak da insanlahrı eylemlerini göstermektedir.

b) "İnkar edenler." Âyette hem inkâr edenler hem de on­ların yaptıkları gündeme getirilmektedir. Bundan şunu çıkartabiliriz: Kâfirlere gelen belâ, inkâr etmelerinden dolayı değil de, yaptıklarından dolayı gelmektedir.

İnkâr eden insanların eylemleri de farklı olmaktadır. İnkar insanın içinde kaldığı, eyleme dönüşmediği takdirde bu şekilde ceza ve belaların gelmeyeceği, ama inkâr eyleme dönüştüğünde ve bu eylem insanlara zarar verdiğinde belaya dönüşmekte olduğu ve cezayı alıp geldiği ifade edilmektedir.

Çünkü bir önceki âyette inanç özgürlüğünden bahsetmiştik. İnanç özgürlüğünün yanında bir de eylem özgürlüğü vardır. Eylem özgürlüğü­nün bir sınırı vardır; o da başkasına zarar vermektir. "Başkasına zarar verdiği an" eylem özgürlüğü özgürsüzlüğe dönüşür. Bu özgürlüğü sınır­layacak hukuk yoksa Yüce Allah devreye girerek o özgürlüğü çeşitli şekillerde sınırlandırmaktadır.

Başkalarının özgürlüğüne tecavüz edip zarar veren inkarcıların ce­zası şöyle olacaktır:

Ansızın büyük bir bela başlarına gelecektir. Gülle gibi, peş peşe gelen felaketlere âyette kâri'a denmektedir. Bu cezanın kendi ülke­lerinin başına gelme ihtimali olduğu gibi, yakınlarında/komşu ülkede gerçekleşme ihtimali de vardır. Komşu ülkenin başına böyle bir felaketin gelmesi de onlara ızdırap verecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu ceza şeklinin yani kâri'anın "başka bir toplumun saldırısına uğraması" şeklinde olacağı gibi bir tabiat olayı­nın meydana getireceği helak şeklinde de olabilir. Bu demektir ki, ma­nevî değerleri savunanlara karşı amansız bir tavır takınan kâfirlere Yüce

Allah sosyal felaketler, kardeş kavgaları, karşılıklı haksızlıklar ve teca­vüzler şeklinde ceza verebilir.

"Ülkenin sosyal, siyâsî, iktisadî ve ahlâkî dengelerinin bozulması; ülkenin bunalıma girmesi" kâri'a denen ceza şekli olabileceği gibi, "do­ğal afetlerin meydana getirdiği ağır etkiler, şartlar" da olabilir. Çünkü Kâri'a sûresinde bu kavram bu şekilde anlatılmaktadır:

 Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın ne olduğunu bilir misin? İnsanların, ateşin etrafını sarmış pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştüğü gündür (kâri'a)" (Kâri'a 101/1-5).

Yüce Allah kâri'a ile kıyametin kopuşunu anlatmakta; dikkat edi­lirse yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 31'de de aynı kelimeyi fela­ket, bela ve ceza anlamında kullanmaktadır. Kâri'a kelimesini Yüce Al­lah hem insanların durumu hem de tabiat düzeninin bozulması açısından manalandırmıştır. Yani bu kelime, insanların şaşkın bir vaziyette uçuşan pervaneler haline gelmesi, sosyal düzenin bozulması ve neticede insanla­rın ne yapacaklarını bilmemeleri haline gelmesi demektir. Siyâsî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî düzenin bozulması ile düşmana karşı koyamama, toplumun dirlik düzenliği için çare üretememe, sosyal yaraların yama tutmaması, ameliyat yapılıp dikiş tutmaması haline kâri'a denmektedir. Toplumda fertlerin pervaneler, yani kelebekler gibi başı boş bir şekilde öteye-beriye koşuşması ve bir çıkış kapısı bulamaması anma kâri'a denmektedir. Bu öylesine bir sosyal beladır ki, yakınlara/komşu ülkeye gelse bile sarsıntısı o kâfirlere yetecektir. Komşu ülkeye/yakınlara geldi­ğinde, kâfirce işler yapanların gözleri önünde gerçekleşmesi daha ızdırap verici olacaktır. Çünkü kâfir, belayı göz göre göre yaşayacak ve kaçma imkanı da olmayacaktır. Bu bir bakıma kıyamet gelmeden kıyameti ya­şamaktır. İşte inkâr psikolojisi ve onun getirdiği eylemler bu şekildeki belaya dönüşmektedir.

Kâfirlerin, iman edenlere karşı düzenledikleri kötü planlar, entrika­lar, tuzaklar, hileler ve düşmanlıklar onların başına sosyal veya doğal afet olarak çarpacaktır. Bu, Allah'ın vaadidir. Kötülerle iyelerin mücade­lesinde Yüce Allah iyilere yardım edeceği için, kötüler kendilerini bir belanın içinde bulacaklardır. Çünkü Allah'ın verdiği söz, "iyilerle kötü­lere engel koyacağı ve onların etkinliğini ortadan kaldıracağı" şeklinde­dir.

i. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleri ile savması olma­saydı, elbette yeryüzü bozguna giderdi. Lâkin Allah bütün insanlığa kar­şı lütuf ve kerem sahibidir" (Bakara 2/251).

ii."Onlar, başka değil, sırf: 'Rabb'imiz Allah'tır', dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım ile defedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere mutlaka yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir" (Hacc 22/40).

İşte Yüce Allah, kendisine yardım edenlere yardım edeceğine dair söz verdiğini bu ve buna benzer âyetlerde ilan etmiştir. Kâfirlerin Hacc 40'a göre, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırarak mü'minleri yurtlarından çıkarmaları Ra'd 31'de yaptıklarından dolayı kâri'a ile cezalandırmaya girmektedir. İnanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak zulümdür. Zulmeden toplumlar da ayakta duramazlar. Onlar kâri'a denen bela ile karşılaşırlar.

c) "Doğrusu, Allah verdiği sözden caymaz." Allah Te'âlâ, kendine yardım edenlere yardım edeceğine dair verdiği sözden caymayacaktır.

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz" (Muhammed 47/7).

Diğer taraftan Yüce Allah, inkâr edip inkâr çağrıştıran eylemlerde bulananların ülkesine veya komşu ülkeye/yakınlara bela vereceği konu­sundaki sözünden de vazgeçmeyeceğini vurgulamaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah sanki "bazı kâfirlere hangi mu'cizeyi getirirseniz getiriniz, iman etmeleri mümkün değildir" demek-tedir. Onun için onlara din eğitimi yapmanın veya baskıda bulunmanın bir anlamı ve etkisi de olmayacaktır. İnkâr bile olsa inanç özgürlüğüne karşı saygı duymak gerekiyor.

Yüce Allah, mü'minlerin önlemekte zorluk çektikleri kâfirlerin saldırısını, kendisi devreye girerek durdurmakta ve onlara nasıl bir bela vereceğini açıklamaktadır. Böylece belaların altında yatan sebebin kâfir­lerin kötü eylemleri olduğuna da dikkat çekilmektedir.[32]

 

Peygamberlerle Alay Etmek:

 

32. Andolsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi de ben inkâr edenlere mühlet verdim; sonra da onları yakaladım. Azabım nasılmış!

 

1. Bu âyetin önceki âyetlerle, yani 30 ve 31. âyetlerle bağlantısı vardır. Kâfirler Hz. Peygamber'den alay edercesine mu'cizeler göster­mesini istediler: Mekke dağlarını yürütüp yerin genişlemesini, ölülerini diriltmesini, rüzgarı emirlerine vermesini istemişlerdi. Bu isteklerinde iyi niyetli olmadıklarını 31. âyette Yüce Allah anlatmış, 32. âyette de bunu alay etmek için yaptıklarına işaret etmiştir. Bunu anlatırken Yüce Allah Hz. Peygamber'i teselli de etmektedir. Onların yersiz, zamansız ve tutarsız istekleri elbette Hz. Peygamber'i üzmüştü. Bu üzüntüsünü Yüce Allah, bu âyetteki açıklaması ile gidermektedir.

2.  "Andolsun, senden önceki peygamber­lerle de alay edilÖi." Alay edilmiş olmak, tüm peygamberlere gösterilen olumsuz tepkilerden biridir.

a) "Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş; bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri şey kuşatıvermişti" (En'âm 6/10).

b) "Onlara bir peygamber gelmeye dursun, hemen onunla alay ederlerdi" (Hicr 15/11).

c) "İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimizi  ve peygamberlerimi  alaya aldıkları  için onların  cezası
cehennemdir" (Kehf 18/106).

d) "Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edildi; ama onları ala­ya alanları, o alay konusu ettikleri şey kuşatıverdi" (Enbiyâ 21/41).

e) "Onlar, kendilerine gelen her pey­gamberi mutlaka alaya alırlardı" (Zuhruf 43/7).

Peygamberler tarihinin olumsuz manada dinamiklerinden biri "peygamberleri alaya" almak olmuştur. Alayları, canlı bir varlık gibi kendilerini kuşatmıştır. Kuşatma onların helakini hazırlamıştır. Âhirette de onlar cehenneme gideceklerdir.

3. "Ben inkâr edenlere mühlet verdim." Âyetin bu kısmında geçen emleytü kelimesi "mühlet vermek" anlamına gelmektedir. Râzî'nin dediği gibi imlâ', "hayvanlara otlakta bir müddet otlama imkanı verilmesi gibi, kâfirleri de bir süre bolluk ve refah içinde bırakmak"tır.[33]

Bize göre onlara verilen bu mühletin başka bir boyutu vardır. Yüce Allah onlara mühlet verirken, doğruya dönme ihtimallerini takip etmiş­tir. Kâfirlerin değişimi için mühletin verilmesi bir ilâhî kural olmaktadır.

Biz bu âyeti uygularken, dînî ve ahlâkî bakımdan insanları değer­lendirirken, acele etmemeliyiz. İnsanların değişebileceğini daima aklı-mızda tutmalıyız. Değerlendirmelerimizde beklenti, sabır ve tedbirli ol­mak zorundayız.

4. "Sonra da onları yakaladım. Azabım nasılmış!" Dikkat edilirse, âyetin birinci bölümünde istihza yani "alay etmek", ikinci bölümünde "inkâr etmek" eylemi ele alınmaktadır. Demek ki alay, inkâr ile sonuçlanmıştır. Alaydan inkâra geçmek, olumlu manada değişimin imkansızlığına delil olmaktadır.

Değişim için bütün kapılar kapanınca, gönüller kararınca ve kulak­lar tıkanınca cezayı hak ettiler ve Yüce Allah onları yakalayıverdi. Yüce Allah bu azabın "nasıllığının" bilinmesini istemektedir. Tarihsel bir ol­gunun "nasıllığını" tesbit etmek, o olguyu ibrete dönüştürmek, ondan ders almak demektir,

"De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna ba­kın!" (En'âm 6/11).

Alayın, inkârın ve yalanlamanın meydana getirdiği toplumsal tah­ribat ve bu tahribatın helake dönüşmesinin "nasıllığı" tarih biliminin araştırmalarının merkezî konusu olmalıdır.[34]

 

Şirk Koşanlar Başkalarının Etkisindedirler:

 

33. Herkesin elde ettiğini gözeten Allah 'a kim eşit ola­bilir? Onlar, Allah'a ortak koştular. De ki: 'Onlara bir ad bulun.' Yoksa siz Allah 'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı edi­yorsunuz? Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü göste­rildi ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.

34. Onlara dünya hayatında azap vardır. Ama, âhiret azabı  daha şiddetlidir.   Onları Allah'tan  koruyacak kimse de yoktur.

 

Âyetlerin bu bölümünden çıkaracağımız önemli neticeler olacak, şirk ve inkârın nelere mal olduğu görülecektir.

1. "Herkesin elde et­tiğini gözeten Allah'a kim eşit olabilir? Onlar, Allah'a ortak koştular." Âyetin bu kısmında geçen ^Jj nefs kelimesi, "canlı" anlamına alınabilir ve bu manada "can taşıyan insan, hayvan ve bitkiler" kasdedilmiş olur. O zaman şu manayı şu düzeyde tutmamız gerekiyor: "Yaşayan her can­lının ihtiyaç duyduğu, hak ettiği herşeyi gözetip tedarik eden Allah'tır". Çünkü her canlının ihtiyaçları ve hak ettiği şeyler birbirinden farklıdır. İnsanların hak ettiği ve ihtiyaç duyduğu ile hayvan ve bitkilerinki farklı­dır.

Nefs kelimesini insan manasına alırsak, o zaman "kişi" manasını verebiliriz. Bu durumda da ilgili bölüm "her insanın elde ettiği, kazandı­ğı, ürettiği davranışı Yüce Allah'ın gözettiğini, murakabe ettiğini" ifade etmiş olur. Âyette geçen dlzs kesebet fiili, hem eylem anlamına, yani bir iş yapmak, bir davranışta bulunmak anlamına geliyor hem de davra­nış veya işin sonunda elde ettiği maddî ve manevî şeyler demek oluyor. Kesb kelimesi, neticesi maddî bir kazanç olan bir eylem olduğu kadar manevî bir eylem de olabilir. Meselâ bu kelime Bakara 225'de "kalbin eylemi" olarak yer almakta ve tamamen manevî bir eylemi ifade etmektedir. O zaman şöyle bir yorum yapabiliriz: Yüce Allah insanların iç alemindeki oluşumları ve dışarıdaki eylemlerini gözetmekte, neye ihtiyaç duyduklarını, neyi hak ettiklerini bilmekte, inkarcıların gönlün­deki inkârı, niyeti bilip gözettiği gibi, eylemlerini de bilip gözetmektedir. Âyeti bir önceki âyete bağlı olarak değerlendirirsek, "onların alaylarını ve bu alaylarının hak ettiğini bilip öğretmektedir" anlamı söz konusu olur.

Yarattığı varlıkların ihtiyaçları ile bu kadar ilgilenen, elde ettikleri şeyleri en ince noktasına kadar bilip gözeten Allah'a kim eşit olabilir? Her şeyi bilen, her şeyi kuşatan, her şeyi murakabe eden ve her şeye hak ettiğini veren bir varlığın eşi, benzeri olabilir mi? Yüce Allah, "onlar Allah'a şirk koştular" buyururken, onların gönlündeki şirk eylemini de bilmektedir ve şirkin karşılığı ne ise onu da yerine getirecektir. Yapılan her eylemin bir karşılığı vardır. İşte Allah, her eylemin karşılığının ne olacağını, ona yakışanın ne olduğunu bilip verendir. Onun için âyette geçen kâim kelimesi, "yaratıkların işini gözetmek, çekip çevirmek" anlamına gelmektedir.

2. "De ki: Onlara bir ad bulun. Yok"sa siz Allah'a yeryüzünde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?"

Yüce Allah, müşriklerin, kendisine eş koştuklarının isimlerini koymalarını emretmektedir. Bu, isimlendirilmeyi hak etmeyecek kadar değersiz olan varlıkları Allah'a eş koşmanın ne kadar âdî bir davranış olduğunu göstermek için verilen bir emirdir. Yüce Allah muhtelif âyet­lerde bu sahte tanrılar için insanları uyarırken, küçültücü ifadeler de kul-inmaktadır.

a) "(Hûd) dedi ki: Üzerinize Rabb'inizden bir azap ve bir hışım mistir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin veatalarınızın kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?" (A'râf 7/71).

b) "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir" (Yûsuf 12/40).

c) "Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak, zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendile­rine Rabb'leri tarafından yol gösterici gelmiştir" (Necm 53/23).

Demek ki 'Âd kavminden itibaren insanlar uydurma isimler ver­dikleri tanrılara tapınışlardı. Hatta A'râf 71'e bakılırsa bunun, 'Âd kav­minden önce başlamış ve gelenek halini almış bir tapınma şekli olduğu görülecektir.

Hz. Peygamber'in doğup büyüdüğü Arap toplumunda bu sahte tan­rılara bir takım isimler takılmıştı: "Gördünüz mü o Lât ve 'Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan öteki Menâfi" (Necm 53/19-20).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 33'de işaret edilen husus, put şeklindeki tanrılara ad koyma olabilir. O zaman 'Âd kavminin atala­rından başlayıp gelen bu sahte tanrılara tapınma geleneğinin Hz. Pey­gamber döneminde de devam ettiğini söyleyebiliriz.

Ama Ra'd 33'de isimlerinin konmasının emredildiği o sahte tanrı­ların neler olduğuna Yûnus 18 ile cevap verebiliriz:

"Onlar Allah'ı bırakıp kendi­lerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde,' diyorlar. De ki: 'Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?' Haşa! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Bu âyet, Ra'd 33'e daha yakın düşüyor ve onu evrenselleştiriyor. Çünkü hâlâ günümüzde insanlar kendilerine bir takım şefaatçiler bul­makta ve bu suretle onlara tapınmaktadırlar. İşte Yüce Allah Ra'd 33'de bu şefaatçilerin isimlerinin konmasını istemektedir. Çünkü Araplar, tap­tıkları putların bir kısmına isim vermişlerdi. Şefaatçi olarak gördüklerine de isim vermeleri emredilmektedir. Günümüzde şefaatçi kabul edilen bir sürü insan vardır.

Yüce Allah, kendisinden başka varlıkları şefaatçi olarak kabul e-denlere, eğer Tanrı iseler onlara Necm 19-20'de olduğu gibi, birer isim vermelerini söylemektedir. Böyle sahte tanrılar edinmenin ne. anlama geldiğini âyetin devamı açıklamaktadır: "Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?"

Bu soru Yûnus 18'deki soruya denk düşmektedir: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?" Buna ilave olarak Ra'd 33'de şu soru da yer al­maktadır:

"Yahut boş laf mı ediyorsunuz?" Âyetin bu kısmında geçen zahir kelimesi, "göz boyamak, görüntüsü ile konuşmak", Tevbe 30'da olduğu gibi "ağızda gevelemek" manasına gelmektedir. Çünkü Yahudiler Hz. Üzeyir'i, Hıristiyanlar da Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu kabul edip şirk koşarken ağızlan ile sözü geveleyip duruyorlardı.

Sanki Allah'tan başkasına tanrılık özelliğini vermek, Allah'a bil­mediği bir şeyi öğretmek veya boş laf konuşmaktır. Yüce Allah bunların hangisinin olduğunu sormaktadır. Böylece Yüce Allah onların güçlerini aşan işlere kalkıştıklarını ve sahte, yalan, gerçek dışı, uydurma ve iftira edercesine sözler söylediklerini açıklamaktadır.

3. "Doğrusu inkâr edenlere, hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkondular." İnkâr psiko­lojisi içinde olanların iki önemli ve ciddî etkinin altında kalmaktan kur­tulamadıkları gündeme getirilmektedir.

Demek ki inkâr psikolojisi bu etkileri çağırmaktadır. Nedir bu etki­ler?

"Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi." Âyette geçen mekr kelimesi iki boyutlu manalandırılabilir: Birisi zihinde tasarlanan düşünce, plan ve entrikadır. Çünkü "hile"nin "zihinde etkilemek, onlara çeşitli şekillerde engel koymak, kötü manada planlar yapmak" gibi zihinsel boyutu vardır. Diğeri de kitap ve makale yazarak, programlar yaparak siyâsî entrikalarda bulunarak, ekonomik ambargolar koyarak bu hileleri hayata geçirmek. Demek ki hilenin bir niyet, bir düşünce ve bir nefis boyutu vardır.

İnkar eden adama, kafasında veya eylemleriyle kurduğu hilelerde haklı olduğu ve bu nedenle hilesinin kendisine süslü gösterildiğine şahit oluyoruz. Kâfir, yanlışının farkına varamaz, çünkü ameli, hilesi ona süs­lü gösterilmiş, o da onun etkisinde kalmıştır; dolayısıyla kötüyü iyi, yan­lışı doğru, bâtılı hak, çirkini güzel görebilecek ve gösterebilecek kadar etki altında kalmıştır.

b) "Onlar doğru yoldan alıkonurlar." Yanlışını güzel gören ya da yanlışı kendisine güzel gösterilen insan bu şekilde yoldan da çıkarılacak, doğrudan döndürülecektir. İnkar psikolojisi kolaylıkla etki altına kalmaya müsait olduğu için kâfirler yoldan çıkarılmakta, döndü­rülmektedirler. Onları yoldan döndüren ve çıkaran kimdir? Onlara amel­lerini süslü gösteren kim ise, yoldan çıkaran da odur.

i. "Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder halde buldum. Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de, onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar" (Nemi 27/24). Demek ki, şeytan onlara amellerini süslü gösterip yoldan çıkmalarına sebep olmaktadır. Şeytanın bu şekildeki etkisini onlara götüren etken inkâr etmeleridir.

ii. "Tehdit ederek, inanan insanları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bük­mek isteyerek öyle bir yolun başında oturmayın" (A'râf 7/86). Demek ki insan insanı yoldan, yani Allah'ın yolundan çıkarabilmekte, güç kullanıp tehdit ederek bunu yapmaktadır.

Bu âyetlerden hareket ederek diyebiliriz ki, kâfirler şeytanın ve başka insanların etkisi altına kalarak yoldan çıkmaktadırlar. Öyle ise, iman, şeytanın ve kötü insanların etkisi altında kalıp yoldan çıkmayı önlemekte, insanı bu etkilere karşı kapalı tutmakta ve ona bir bağışıklık istemi sağlamaktadır, diyebiliriz. İnkar ise, insanın manevî bağışıklık istemini yok ettiği için şeytan ve kötü insanların etkisine açık hale ge-::rmektedir.

Şeytan ve kötü insanlar manevî anlamda mikrop saçmakta ve has­lıklarını inkâr psikolojisine sahip olanlara bulaştırmaktadırlar. İman,  manevî yapısını güçlendirdiğinden insanı bu tip mikroplara karşı  tutmaktadır.

4. "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru  iletecek yoktur." Yüce Allah insanı yoldan saptırır mı? Saptırırsa czlık etmiş olmaz mı? Bu sorulara cevap verebilmek için, yorumunu accıakta olduğumuz Ra'd 33'ün önceki bölümlerine bakmamız gerekir Yüce Allah, Allah'a şirk koşan, amelleri kendilerine süslü gösterilip »rican çıkarılanların bu durumunu tescil etmektedir. Onlar inanış ve biçimleriyle sanki Allah'a 'bizi yoldan çıkar veya yoldan çıkı-srrızı tescil et' demektedirler. Çünkü âyetin başında Yüce Allah, kendi-aı.ir. "herkesin hak ettiğine, kazandığına bakarak gözeten" olduğunu lemisti.

Yüce Allah, sapıtmayı hak edene sapıklık, doğru yola gelmeyi hak ecene de hidâyet vermektedir. İnsanın kazandığı ne ise Yüce Allah onu murakabe ediyor, onun için karşılığını ona verecektir.

Düşüncesi, niyeti ve davranışları ile sapıklığı isteyen ve bunda ısır.: olana Allah aynı şekilde mukabele edecektir. Bir kere Allah yoldan ;-jcînnca da artık geri dönüşü olmayacak, onu doğru yola iletmeye deç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Din eğitimcisine düşen görev, insanları doğru yola dönmeyecek gelmekten kurtarmak, Allah'ın saptırmasına sebep olacak düşünce, ve davranışlardan alıkoymak, durumu sebep-sonuç ilişkisi içinde öra anlatmaktır. İnsanın inkarcı ve bunda ısrarlı olması sebep, Al- lah'ın saptırması da sonuçtur. Bu sonuç da başka bir sonucun da sebebi olmaktadır: Allah'ın saptırması sebep, onu doğru yola iletecek birinin olmaması da sonuçtur.

5. "Onlara dünya hayatında azap vardır. Ama, âhiret azabı daha da şiddetlidir. On­ları Allah'tan koruyacak kimse de yoktur." Allah'a eş koşan ve inkâr edenler, amelleri kendilerine süslenip yoldan çıkarılanlar; bunun netice­sinde Allah'ın da onları yoldan çıkardığı, doğru yola ileticileri olmayan bu insanlar, hem dünya hem de âhirette azaba uğrayacaklardır. Bu dü­şünce, inanç ve davranışta olmanın iki çeşit azabı olacağına şahit oluyo­ruz: Dünyada azap görmeleri yeterli olmayacak, daha şiddetli olan âhiret azabını da tadacaklardır.

"Onları Allah'ın azabından koruyacak kimse de yoktur." Peki bu dünya azabı ne olabilir? Ra'd 31. âyette geçen kâri'a azabı, tabiat olaylarının yıkıcı etkisi ya da başka bir toplumun şiddetli saldırısının getirdiği toplumsal çöküş olabilir. Ayrıca bu dünyada doğru yolu onlara gösterebilecek birilerinin olmaması da bir başka azaptır.

Demek ki iman, Allah'ın hem yol göstermesini hem de koruyucu­luğunu temin etmekte, koruyucu hekimlik gibi iman insanı Allah'ın aza­bından korumaktadır.

Din eğitimi Allah'ı inkâr etmenin, O'na şirk koşmanın, peygam­berle alay etmenin, şeytanın veya diğer insanların etkisinde kalıp yanlış iş yaparak yoldan çıkmanın ne olduğunu, neticesinde nasıl bir azabın geleceğini, Yüce Allah'ın nasıl bir tavır takınacağını anlatıp insanlara bilinç vermelidir. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde bunlar halka anlatılma­lı, beyinlerine yazılmalı, gönüllerinde de süslenmelidir. Şirkle mücade­lenin önemi ve ciddiyeti halka kavratılmalı, onların manevî bağışıklık sistemleri sağlam ve zinde tutulmalıdır. Dünya ve âhiret hayatını cehen­neme çevirecek inanç ve davranışlardan caydırmakla din eğitimi görevi­ni yapmış ve amacına ulaşmış olacaktır.[35]

 

Muttakîlere Vaadolunan Cennet:

 

Muttakilere vaadedilen cennetin durumu şunun gi­bidir: Altından ırmaklar akar; yemişi de süreklidir göl­gesi de. İşte takva sahiplerinin sonu budur. İnkâr eden­lerin sonu da ateştir.

Daha önce anlattığımız gibi, ritm psikolojisi gereği Yüce Allah, önceki âyetlerde kâfirlerin ve müşriklerin durumu ile onların cezasından bahsettikten sonra, takva sahiplerine verilecek cennet ödülünü de anlat­maktadır. Bundan önceki beş âyet insanı karamsarlığa iter bir nitelik taşırken, hemen ardından sevinç ve iyimserlik getiren bu âyet devreye sokulmaktadır. Bu durum ritm, yani iniş-çıkış; gerilme-ferahlama; ka-ramsarlık-iyimserlik gibi bir psikoloji oluşturmakta, durağan olmayan insan psikolojisine, durağan olmayan bir anlatım metodu olmaktadır. Diyebiliriz ki, Kur'ân'ın konu konu inmemesinin sebeplerinden biri de budur.

Bu açıklamalardan sonra âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Muttakilere va'dedilen cennetin durumu şöyledir." Muttakî, yani takva sahiplerinin kimler olduğunu Bakara 22'de takva kelimesini açıklarken anlatmıştık. "Günahlardan kendini uzak tutan; Allah'ın farz kıldığı amelleri yerine getiren; Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan; kinini yutan; insanları affeden; Allah'ın verdiği rızıktan fakirlere veren ve böylece paylaşım ve fedakarlık erde­mini hayata geçiren" insanlara takva sahibi yani muttakî denmektedir. Yüce Allah bu derece bir ruh temizliğine, ruh olgunluğuna ve şah­siyet bütünlüğüne sahip olan takva sahiplerine de cenneti ödül olarak vermektedir. Muhtelif âyetlerde bu cennetin durumu ve özellikleri anla­tılmaktadır. Yüce Allah bu nitelikte insanlara ödülünü söylerken, ödülün özelliklerini de açıklamakta, böylece insanın, ne için, hangi davranışları, nasıl üreteceğini önceden bilmesini sağlamaktadır.

2. "Altından ırmaklar akar; yemişi de süreklidir, gölgesi de. İşte takva sahiplerinin sonu budur. İnkâr edenlerin sonu da ateştir."

Takva sahiplerine vaadedilen cennetin özellikleri, başka âyetlerde de benzer ve farklı özelliklerde gündeme getirilmekle beraber burada şu şekilde sıralanmaktadır:

a) "Altından ırmaklar akıyor." Âyette "ırmaklar akıyor" deniyor ama ırmakların neler olduğu söylenmiyor. Bu açıklama da Muhammed 15' de yapılmaktadır.

"Orada bozulmayan sudan ırmaklar; tadı bozulmayan sütten nehirler; içenlere lezzet veren şuruptan ırmaklar; süzme baldan oluşan nehirler vardır." Bu ırmak çeşitleri insanın iç âleminden çıkıp cennetin altından akıp gitmektedirler. Her ırmağın çıktığı bir yer olduğu gibi, cennet ırmaklarının çıktığı yer de insanın aklı, gönlü ve davranışlarıdır.

Su ırmağı, namus ve iffet duygusundan çıkıp cennette akmaktadır. Süt ırmağı, karakterin sağlamlığından ve helal lokmadan oluşan manevî yapıdan çıkmaktadır. Şurup ırmağı, sevgi ve ilâhî aşkın bulunduğu gö­nülden çıkmaktadır. Süzme bal ırmağı da kendi hatasını görme, tatlı söz söyleme ve iyi niyet beslemeden çıkıp cennetin altından akıp gitmekte­dir. Takva sahibinin iç âleminden çıkan bu nehirler, öteki dünyaya kadar akmakta ve cennetin ırmakları haline dönüşmektedir.

b) "Yemiş ve gölgesi süreklidir." Orada en önemli nimetlerden biride meyvenin her çeşidinin olmasıdır, "Orada her türlü meyve vardır" (Muhammed 47/15). İnsanlar bu dünyada meyve yedikle-rinden dolayı, cennetteki meyveler de onlara bu kavramla anlatılmakta­dır. Aksi takdirde cennetin nasıl olduğunu kavrayamazdık.

Orada "altında dinlenilecek gölgeler" de olacaktır. Yemiş ve göl­genin sürekli olması da cennetin bir özelliğidir.

"O gün cennet-tekiler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler. Onlar ve eşleri gölgeler altında koltuklara kurulurlar. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir" (Yâsîn 36/55-57).

Zemahşerî ve Râzî "burada anlatılan cennetin durumu; müşahede yolu ile bildiğimiz, görgü sahibi olduğumuz şeylerden yola çıkarak algı ve gözlem alanımızın ötesinde bir şeyi tasavvur etmemizi temin eden temsîlî bir anlatımdır" diyorlar[36]. Öyle anlaşılıyor ki Râzî bu izahı Zemahşerî'den, Zemahşerî de Zeccâc'dan almıştır. Bunu kendileri de söylüyor.

Dikkat edilirse Yüce Allah bu nimetlerin süreli olduğunu söylüyor ama sonsuza dek olacağını söylemiyor. Çünkü daha önce Hûd 108'de açıklandığı gibi hiçbir ödül sonsuz değildir. Çünkü her şey fânidir, sade­ce Allah bakî kalacaktır (Rahman 55/26; Kasas 28/88); her şeyin sonu da Allah'tır (Hadîd 57/3).

c) Kur'ân'ın başka âyetlerinde de bu cennetin özellikleri açıklan­maktadır. Cennet, gökler ve yer genişliğindedir (Âl-i İmrân 3/133); tak­va sahipleri oraya bölük bölük gidecek, kapıları açıldığında bekçileri onları selâmla karşılayacaktır" (Zümer 39/73); takva sahiplerine yaklaş­tırılacaktır (Kâf 50/31).

Takva sahiplerinin sonu bu olacaktır. İnkar edenlerin sonu da ce­hennemdir. Cehennemin olması, kötülüklerden caydırmak, cennetin ol­ması da iyiliğe teşvik etmektir.

Din eğitiminde ilâhî ödül ile ilâhî cezanın var olması ilâhî vahyin bir din olduğunun delili olmaktadır. Çünkü âhiret inancı ve âhiret haya-:ına yer vermeyen bir felsefe bu manada bir din olamaz. Felsefeler insan­lara âhiret hayatı, cennet ve cehennemi sunamaz. Haksızlığa uğrayan ve bu dünyada hakkını alamayan insana hakkını alabileceği bir başka hayatyeri sunamayan felsefî sistemler işte bu nedenle din olamazlar. Ama felsefeleri din haline getirenler de vardır. Onun için Yüce Allah: "Sizin dininiz size, benim dinim de banadır" (Kâfırûn 109/6) âyetine yer ver­miş, kâfirlerin de kendi inançları ile oluşturdukları yola din demiştir. Demek ki hiçbir amel kaybolmuyor, âhirette ve bu dünyada mutlaka karşılığını buluyor.[37]

 

Bilenin Hali Başkadır:

 

36. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indiri­lene sevinirler. Fakat gruplardan onun bir kısmını in­kâr eden de vardır. De ki: 'Bana, sadece Allah'a kulluk etmem ve O 'na ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız O 'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O 'nadir.'

 

Ayetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

1. "Kendilerine kitap verdiği­miz kimseler, sana indirilene sevinirler." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Hz. Peygamber'e indirilen vahye karşı olumlu bir tavır takınan insan­lar, vahy bilgisine sahip olanlardır. Daha önce Allah'ın vahy gönderip kitap sahibi yaptığı insanlar, vahyin içerdiği konu, kavram ve bilgilerin arasındaki benzerliği fark ettiklerinden Kur'ân'a karşı olumlu bir tavır takınarak sevinirler.

Onlar ilâhî vahyin bir süreç olduğunu anladıklarından ve bu bilgi­ye sahip olduklarından dolayı sıcak davranışta bulunurlar.

Âyette "sana indirilen"den kasıt, Kur'ân'dır. Genel manada Kur'ân'da yer alan tevhîd inancı, peygamberlik müessesesi, âhiret inan­cı, adalet, Özgürlükler ve ibâdet şekilleri vahyin içeriğini hatırlatmakta­dır.

"Sevinirler" diye manalandırılan yefrahûn kelimesinin kökü ferihadır ve "sevinmek, mutlu olmak, korkusu yok olup gitmek" manasına gelmektedir. Buradaki sevinmek, Kur'ân'a karşı gösterilen olumlu tepkinin psikolojik boyutudur. Demek ki bazı Yahudi ve Hıristi­yanlar Kur'ân'a sevinç duyacak şekilde bir tepki göstermişlerdi. Bu se­vincin arkasında geçmişin vahy bilgisi vardır. Bilginin gönülde oluştur­duğu tavrın adı "sevinç" olmuştur. İşte bilginin gücü burada ortaya çık­maktadır. Bilgi, insanın gönlünü bir ilâhî kitaptan ötekine alıp götürmek­tedir.

Diğer taraftan kendilerine kitap gönderilen Yahudi ve Hıristiyanla­rın bir kısmının bu tavrı, Hz. Peygamber'e değil de ilâhî vahye olmakta­dır. Yüce Allah "sana karşı sevinç duyarlar" demiyor da, "sana indirilene karşı sevinç duyarlar" diyor. Bunun anlamı, "dinde vahy, peygamberin önündedir" demektir. Çünkü Peygamber de o vahye uymak mecburiye­tindedir. "Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem el­bette büyük günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15).

Bundan şunu çıkartıyoruz: Bilgi alan kişi için yazar önemli değil, >nemli olan kitabın içindeki bilgilerdir. Kitabı okuduktan sonra yazarına bakılmalıdır. Yazarına bakarak kitap okumak, ideolojik davranış belirti­rdir. Hz. Muhammed'in büyüklüğünü ona gelen Kur'ân ile anlamamız mümkündür. Onun için konuya Hz. Mûsâ, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed razında değil de, kitaplar bazında bakılırsa pek çok Yahudi ve Hıristi-în. sonunda Müslüman olacaktır.

İşte Hz. Peygamber'in döneminde bazı Yahudi ve Hıristiyanlar,: kitap, vahy yani Kur'ân açısından bakınca mutluluk duyacak bir

tavra hüründüler. Olaya, dünyaya bilgi gözlüğü ile bakılır, gerçek yaka­lanır, mutluluk duyulur ve ayrıcalıklar ortadan kalkar. Ama dünyaya, olaya kişi bazında bakılırsa kavganın tefrikanın kucağına düşülür. Gü­nümüzde Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar meseleye, birbirlerine, ilâhî vahy gözlüğü ile baksalardı ayrılığa değil birliğe geleceklerdi. Düşmanlıklarımız kişiler üzerine kurulmaktadır. "Benim peygamberim peygamber, seninki peygamber değil" tartışması bizi düşmanlığın, tefri­kanın ve kinin çukuruna indirdi. Bu üç dine mensup insanların haline şeytan gülüyor, bilgi de ağlıyor. Bilgi, yani ilâhî vahy bilgisi ahlanıp vahlanıyor, ızdıraplar çekiyor, gönüllere sızmak için çareler arıyor ama kimi gönül kapılan yüzüne kapanıyor.

İşte o ilâhî vahy bilgisi, "âh akıl, nerdesin?" diyor. Ama bizim a-ramızdaki ilişkilerde akıl olmadığı için ilâhî vahy bilgisi oraya inemiyor. Netice olarak diyebiliriz ki, ilâhî vahy bilgisi Yahudi ve Hıristiyanların gönlünde Kur'ân'a karşı mutluluğa, sevince ve imana dönüşüyor.

2. "Fakat gruplardan onun bir kısmını in­kâr edenler de vardır." Âyetin bu kısmında geçen el-ahzâb keli­mesi "hizipler, guruplar, mezhepler" anlamına gelmektedir. Ahzâb'ın tekili, hizbdir.

Yahudi ve Hıristiyanlardan bazı gruplar, ilâhî vahy hakkında yeter­li, doyurucu ve tarafsız bilgiye sahip olmadıklarından, farklı zamanlarda gönderilen ilâhî kitapların arasındaki benzerliği göremedi ve anlayama­dılar. İşte bu körlük ve anlayışsızlık onları, ilâhî vahyin bir kısmını inkâ­ra götürmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Bu gurup­ların içinde müslüman guruplar da olabilir.

Günümüzde kendisinin müslüman olduğunu söyleyen ama Kur'ân'in bir çok âyetine inanmayan ve onları lüzumsuz görenler yok mudur? Kur'ân âyetlerinin bir kısmının hükmü kalkmıştır, onunla amel edilmez diyenler yok mudur? Kur'ân'in en çok beş yüz âyeti hüküm âyetidir; ötekiler hikayeden ibarettir diyenler yok mudur? İçtihadı, sün­netin ve Kur'ân'ın önüne geçirenler yok mudur? Bütün bu sorulara ce­vap verdiğimizde mesele pek iç açıcı görülmemektedir. Zaten Yüce Allah'ın bu âyeti sadece Hz. Peygamber dönemindeki Yahudi ve Hıristiyanları anlatmamaktadır. Bu âyeti evrensel boyutu ile ele alıp, âyetin, grupçuluk, mezhepçilik yapıp Kur'ân'ın bazı âyetlerini bir kenara atan, görmezlikten gelen veya inkâr edenleri de içine aldığını bilmekte yarar vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki: Kur'ân bir bütündür, parçalara bölünemez, yani bir kısmına inanıp bir kısmı inkâr edilemez, göz ardı edilemez. Kur'ân'a grupçuluk gözlüğü ile bakılamaz. Kur'ân taraf değil­dir ki taraf olarak ona bakabilelim. Kur'ân'ın bir tek tarafı vardır, o da Allah'tır.

Kur'ân atomun yapısına benzemektedir. Atomun bir çekirdeği vardır, bir de onun etrafında dönen elektronlar. Çekirdekte bulanan pro­ton ve nötronlar ile elektronların sistemine müdahale etmek, onu parça­lamaya kalmak çok tehlikelidir. Onun infilak etmesi canlıların yok olma­sı demektir. Aynı şekilde Kur'ân'ın çekirdeği de tevhîd inancıdır. Diğer âyetleri ondan koparmak, insanın müslümanlığını helak eder.

Kısaca diyebiliriz ki: Kur'ân, tevhîd inancının etrafında bir bütün­lük teşkil etmektedir, onun için de kısımlara ayrılarak iman edilmesi mümkün değildir.

3. De ki: sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır."

Onların bu tavırlarına karşı Yüce Allah Hz. Peygamber'e onlara ne söyleyeceğini, hangi konuları tebliğ edeceğini söylemektedir.

a) "Sadece Allah'a kulluk etmem emrolundu" İşte bu ifade, şirki ortadan kaldırmanın ve onun yerine tevhîd inancını koymanın zorunlu­luğunu göstermektedir. Allah'tan başkasına tapınmamayı, sadece insan­lara değil kendisine de uygulandığını ifade ederken Hz. Peygamber, Kur'ân'ı kendisinin yazmadığına işaret etmiş oldu. Kur'ân'ın merkezin-ie yer alan ilke budur. "De ki: Bana, dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu" (Zümer 39/11)

"De ki: Ben, dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibadet ede­rim" (Zümer 39/14).

b) "Allah'a ortak koşmamam (emrolundu)." Tevhîd inancının öte­ki ayağını bu ifade teşkil etmektedir. Yalnız Allah'a kulluk etmek ve O'ndan başkasına tapınmamak, yani O'na eş koşmamak. "De ki: Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi" (En'âm 6/56);

"De ki: Bana Rabb'imden apaçık deliller gelince, sizin Allah'ı bı­rakıp o taptıklarınıza kulluk etmem bana yasaklandı" (Gâfir 40/66).

Bu âyetlerden şunu anlamamak gerekiyor: Hz. Peygamber putlara taptı da sonra bu tapınma ona yasaklandı. Bu, tapınmadan önce yapılan bir yasaklamadır. Beşerî boyutuyla Hz. Peygamber'in böyle bir hataya düşmesi önlenmektedir.

c) "Ben yalnız O'na çağırıyorum." Demek ki, Hz. Peygamber tevhîd inancı gereği, kendisine değil, yalnız Allah'a çağırmaktadır. Ama geçmişte ve günümüzde insanlar, kendi gruplarına, şeyhlerine, mezhep­lerine çağırmaktadırlar. Bu tür çağırma tevhîd inancını kirletmektedir, "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz" (Yûsuf 12/108). Din eğitiminin, yetiştirdiği din âlimi ve görevlilerine öğreteceği  olmazsa olmaz ilke, Allah'tan başkasına çağırmamaktır. Tevhîd inancını korumanın yollarından, metodlarından biri de budur.

"Dönüş de yalnız O'nadir." Öldükten sonra insan kime dönecekse, O'na çağırmak gerekiyor. Kim tanrılık özelliğine sahipse, O'na dönülecek, o nedenle de O'na çağırılacaktır. İşte Yahudiler ve Hıristi­yanların bu müşterek noktada bulunmaları gerekiyor. Tevhîd inancının etrafında toplanmaları sayesinde farklılıklar ortadan kalkacaktır. İman ve dinin olduğuna inanan ve bu bilgiye sahip olanlar, Hz. Peygamber'in söylemesi emredilen bu ilkeleri yaşatmak ve yaymalıdırlar. [38]

 

Kur'an Varken Arzulara Uyulmaz:

 

37. İşte biz o Kur'ân'ı Arapça bir hikmet kaynağı ola­rak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, Allah'tan sana ne bir dost nasib olur ne de bir koruyucu.

 

Âyeti açıklarken başka âyetlerle bağlantı kurmamız gerekiyor.

1. Yüce Allah'ın, vahy gönderirken koyduğu ilke şudur: Pegyamber seçtiği kişinin toplumu hangi dili konuşuyorsa, mesajın da o dille olması gerekiyor. Hz. Muhammed'e de bu kuralı uygulamış, Kur'ân'ı Arap dili ile göndermiştir. Her peygambere kendi ana dili ile vahy gelmiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Bu soruyu şu âyetlerle cevap­landırabiliriz.

a) "Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi milletinin diliyle gönderdik" (İbrahim 14/4).
Demek ki ana dili ile hem anlatmak daha kolay hem de anlamak. Ana dille eğitim amacını gerçekleştirmek için bu ilke konulmuştur.

b) "Eğer biz onu ya­bancı dilde bir Kur'ân kılsaydık, diyeceklerdi ki, âyetleri tafsilatlı şekil­
de açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı bir dilde olur mu?" (Fussılet 41/44).

Kur'ân, açıklamanın daha iyi yapılması, daha iyi anlaşılması ve "bize yabancı dilde bir kitap olur mu?" sorusunu sordurmamak için Hz. Peygamber'in ana dili, yani Arapça olarak gönderilmiştir.

"İşte biz o Kur'ân'ı Arapça bir hikmet kay­nağı olarak indirdik." Lafza uygun mana verecek olursak. "Arapça hü-

küm kaynağı" dememiz gerekiyor. Buradaki hüküm, hikmet manasına alınabilir. Hüküm vermek de hikmeti gerçekleştirmektir.

Râzî buradaki hüküm kelimesine âlimlerin verdiği manaları özet­lemektedir. Bu kelime "hikmet" anlamına gelmektedir. Kur'ân bütün yükümlülükleri kapsamına almaktadır. Onun için Kur'ân hükmetmenin vasıtası olur. Kur'ân ile hükmetmek mümkündür. Bundan dolayı Kur'ân, "hüküm" olarak isimlendirilmiştir[39]. Hikmetin ne olduğunu Bakara 269'da açıkladık. Bu âyette geçen arabiyyen kelimesinin geniş açıklaması Yûsuf 2'de yapılmıştır. Bu kelime, "bir konunun analizini yaparak hakikatini, künhünü ortaya çıkaran, açıkla­yan" demek olur. Dolayısıyla Kur'ân, "meselelerin özüne inen, hikmetin kaynağı bir kitap olarak gönderilmiştir," denilebilir.

O zaman âyete verdiğimiz manayı değiştirmemiz gerekiyor: "Kur'ân'ı, derinlemesine açıklayan bir hikmet kaynağı olarak indirdik." Her iki manayı meal olarak düşünmekte yarar vardır.

2. "Eğer sana gelen *bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, Allah'tan sana ne bir dost nasib olur ne de bir koruyucu." Âyetin bu kısmı Bakara 120'de de geçmektedir. Orada ayrı bir konu içinde farklı bir sentez mey­dana getirilirken burada da farklı bir sentez, bileşim meydana getirilmek­tedir.

Hz. Peygamber'e verilen bilgi nedir? İlk bakışta bunun Kur'ân ol­duğunu söyleyip cevaplandırabiliriz. Bu cevap doğru olabilir ama bize göre bu bilgi bir önceki âyette mevcuttur. "Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır." İşte bu bilgi çok ciddi, ciddi olduğu kadar da önemlidir. Bu âyette Yüce Allah sanki "insanların sahte, geçici ve yoldan çıkarıcı arzularına uyarak Kur'ân'in bir kısmını görmezlikten gelirsen, o bilgiyi dikkate almamış olursun. Kur'ân her şeyi derinlemesi­ne açıklayan hikmet dolu bir kitap olmasına rağmen, onun bir kısmını bir kenara atmayı isteyen insanların iğreti arzularına uyarsan, senden dost­luğumu ve yardımımı keserim" demektedir. Bu tip insanların sahte, iğre­ti ve gelip geçici kötü arzulan şu âyette kendini gösteriyor: "Onlara âyetlerimiz açık içık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir,' dediler" (Yûnus 10/15).

İşte bu bilgileri bilmene rağmen yine sen onların arzularına uyar-s-an Allah Teala dostluğunu ve yardımını senden kesmektedir.

Kur'ân'in bazı âyetleri, bazı insanların yaşantısına ters düşmekter Yanlış düşünce, felsefe ve davranışların içinde olanlar, Kur'ân'in razı âyetlerini benimsemezler. O âyetlere ters düşen fetvaları vermeleri :çm din adamlarını zorlarlar. İşte Allah'tan gelen Kur'ân'ın bilgisine »ihıp olan din âlimi veya görevlileri başkalarının arzularına uyarak Kar" ân'a ters düşen fetvalar verirlerse, Allah'ın dostluğunu ve yardımını oybedeceklerdir. Bu yorumu yapmamız halinde, âyeti evrensel boyuta :±5irnış oluyoruz. Çünkü âyette hitap edilen kişi Hz. Peygamber'dir. Hz. ?e>gamber vefat ettiğine göre bu âyetle din âlimi ve görevlileri amel ileceklerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bilgiye ters düşmek, Allah'ın dostlu-funu ve yardımını kaybedecek kadar tehlikelidir.

Hakikat bilgisine ters düşmek ya da başkalarının arzularına uymak ibrana gerçeği bir tarafa atmak ilâhî âlemi bile sarsmaktadır. Bu öylesi-ie bir sarsıntıdır ki, Allah'ın dostluğuna ve yardımına engel olmaktadır. Allah'ın dostluğu ve yardımını kestiği insanların, dünya ve âhirette ne :Çaçasını kestirmek mümkün değildir.

Bilginin yeri beyin, davranışlar ve hayatın kendisidir. Onu beynin-ae saklayıp hayattan söküp atmak veya hayata sokmamak ona bir ihanet iLiscaktır. Bilgiye karşı yapılan ihanet, hayata, güzelliklere ve iyiliklere nettir. Bu ihanetin cezası da Allah'ın dostluğunu kaybetmektir.

Bilgi ile din iç içedir ve birbirine asla ters düşmezler. Din eğitimi İğinin öneminin ve onun elde edilişinin bir ibadet olduğunu anlatmalı, at ile onu barıştırmanın bütün yollarını denemelidir.

Buna ilaveten âyeti, "eğer sana bilgi geldikten sonra onların arzu-

inna uyarsan seni Allah'(ın azabın)dan kurtaracak ne bir dost ne de bir leniyucun olur" şeklinde de izah etmek doğru olur. Çünkü bu durumda onların nevalarına uyulması durumunda kişi, arzusuna uyduğu kim-seleri dost edinmiş, onların koruyuculuğuna sığınmış demektir. Bu du­rumda da onu Allah'ın azabından kurtaracak dostunun olamayacağı vur­gulanıyor demektir. Nitekim: "Eğer seni sebatkar kılmasaydık gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın" (İsrâ 17/74-75) âyetleri de bu anlamı desteklemektedir.[40]

 

Peygamberler Kendiliklerinden Mu'cize Getiremezler:

 

38. Andolsun, biz senden önce de peygamberler gön­derdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Hiçbir pey­gamber Allah'ın izni olmadıkça herhangi bir mu'cize getiremez. Her ecel için bir yazı vardır.

 

Âyetin açıklamasından çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Andolsun, biz senden önce de peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik."

Bu âyet sanki Furkân sûresinin 7. âyetinde kâfirlerin sorusuna bir cevap mahiyetindedir, liii 4\ tâ "Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber yemek yiyor

 "Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı." İşte onlar Hz. Peygamber'in bir beşer gibi davranma­sını yadırgıyor; onun insanüstü, beşerüstü niteliklerle donatılmış olması­nı bekliyorlardı.

Halbuki peygamberler de birer insandır. Bu bakımdan beşer olma--ı:n gerekli kıldığı meşru davranışları yapacaklardır. Onlar da yer-içer, ticaret yapar, devlet idare eder, evlenip çocukları olur. Onların bu söy­levlerine karşı ilk cevap, yorumunu yapmakta olduğumuz Ra'd 38. âye­ti- ilk bölümü; diğeri de Furkân 20'dir: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de ire şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı."

Şimdi âyetin bu kısmından çıkaracağımız netice şudur:

a) Yüce Allah insanlara, özellikle mü'minlere Hz. Peygamber'in rtr beşer olduğunu, onun insanüstü, beşerüstü bir takım özelliklerle do-ur.ımının bulunmadığını, onun için Yahudilerin Üzeyir'i, Hıristiyanla- Hz. îsâ'yı tanrılaştırdıkları gibi Hz. Muhammed'i de tanrılaştırmanın ml. aminin olmadığını ve böyle hatalı bir inanışın şirk olacağını öğret­mektedir.

b) Hz. Peygamber de kendisinin bir beşer olduğunu bilecek, din-aek; yerini ona göre belirleyecektir.

Şimdi bu âyeti günümüze getirip açıklarsak şu genellemeye varabiliriz:

i. Mü'minler, kendi içlerinden yetişen büyük din âlimlerine beşer istj nitelikler yakıştırmamalıdırlar. Onların bir beşer olduğunu asla göz ardı etmeden ve bu gerçeği unutmadan onlarla ilişki içinde olmalıdırlar.

ii. Din büyüklerinin bırakın kendilerini, mezarlarına gösterilen prestijin ne anlama geldiğini bu âyetten çıkartmamız gerekiyor.

Kelime-i Şehâdette yer alan ve "kul" anlamına gelen abd ke­mesini asla unutmamalıyız. Onun için Hz. Peygamber, bir insan ve bir peygamberdir. Bu durumu böyle bilip dindeki yerini ona göre tesbit etsehviz.

 2. "Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber için mu'cize'getirme imkanı yoktur." Ayetin bu kısmı Ra'd 27'de kâfirlerin söylediklerine bir cevaptır:

"Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabb'inden   bir mu'cize indirilmeli değil miydi?" Aynı şekilde En'âm 109'da da böyle bir istekleri vardı ve orada da aynı cevabı almışlardı: "Kendilerine bir mu'cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: 'Mu'cizeler ancak Allah katındadır.' Ama mu'cize geldiğinde inan­mayacaklarının farkında mısınız?"

Peygamberden mu'cize getirmesini istemek, gücünün üstünde olan bir şeyi ondan istemektir. Mu'cizeyi beşer olan birinden istemek yanlış­tır. İsrâ 59'da Yüce Allah, neden mu'cize göndermediğini açıklamakta­dır. Bu âyeti de Ra'd 27'nin açıklamasında delil olarak zikretmiştik.

3. "Her ecel için bir yazı vardır." Ecel kelimesinin anlamı "zamaiî"dır' "Her zaman için bir yazı vardır" demek; "her zama­nın bir hükmü vardır" demektir. Kitap, yani "yazı" kelimesini "hüküm"manasına alabiliriz. Bu manamız doğru olabilir mi? Ra'd 37'de Kur'ân'a "hüküm" ismi verilmişti. Kitap aynı zamanda hüküm demektir.

Her çağın, yani zamanın meydana getireceği olayların bir hükmü olacaktır. Sosyal olay veya olguların benzer tarafları olduğu gibi, farklı tarafları da vardır. Her farklı olaya ait farklı bir hüküm olacaktır. İşte din adına farklı olay ve olgulara hitap eden hükmü Kur'ân'dan alma beceri­sini göstermek gerekiyor. Onun içindir ki Kur'ân hikmetin kaynağıdır.

Her çağın, zamanın getirdiği ve doğurduğu olaylarına özgü çözüm­ler getirmeyi öngören Kur'ân, olayların geriye doğru akıtılamayacağını, sosyal olay ve olguların öne doğru aktığını, bu nedenle onlara oldukları çağda çözüm getirmenin zorunluluğunu bizlere hatırlatmaktadır.

Âyetin bu kısmına böyle bir yorum getireceğimiz gibi başka bir yorum da getirebiliriz: Var olmanın, hayata gelmenin, ölmenin, hayat içerisinde yaşadığımız her durumun belli bir vakti vardır. Allah Te'âlâ o zaman diliminde onun olmasına hükmedecektir.

Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Bir kız ile delikanlı, Allah'ın hükmettiği bir anda evlenir; Yine sperm ile yumurtalarının buluşması ve döllenmesi belli bir hükme göre cereyan eder. Onun insan şekline bü-rünmesi, çeşitli merhaleler geçirmesi de bir hükme bağlanmıştır. Belli bir zaman sonra doğması da başka bir hüküm gereğidir. Doğduktan son­ra bulûğ çağına ermesi de Yüce Allah'ın hükmettiği bir zaman içinde olur. Gençliği, ihtiyarlığı ve ölümü de Yüce Allah'ın kader dediğimiz planının hükmüne bağlı olarak cereyan eder.

Demek ki sosyal olayların biyoloji kanunları gibi kanunları vardır. Maddî âlemin kanunları da ilâhî hüküm gereği gerçekleşmekte ye bunla-nn belirlenen zaman içinde ne zaman meydana gelecekleri de hükme bağlanmaktadır. Meselâ, hangi mikrobun hangi hastalığı başlatacağı, sonra o mikrobun meydana getirdiği hastalığın tedavisinin ne zaman ^ulunacağı bir hükme bağlanmıştır.

Başka bir yorum da şöyle olabilir: Her zamanın bir kitabı vardır. Geldiği zamandan itibaren artık bütün zamanların kitabı, her olay, sorun • e olguyu çözümlemeye ışık tutan ve aklı bu alanlara sokan kitap da Kur'ân'dır. Kur'ân'ın, hikmetin kaynağı olması, zamanların kitabı olma­sını sağlamaktadır. "Hikmet" doğurgandır. Onun için, Kur'ân, zamanlara iydınlık verecek, kendisinden yorum çıkarılacak kitaptır.[41]

 

Anayasa Allah'ın Yanındadır:

 

39. Allah dilediğini siler; dilediğini sabit bırakır. Kita­bın anası (anayasa) O 'nun katındadır.

 

Bu âyetin açıklamasını çeşitli açılardan yaparak neticeler çıkarta­cağız:

1. "Yüce Allah'ın dilediğini silmesi ve dilediğini sabit bırakması" meselesine günah ve sevaplar açısından bakacağız.

İnsan günah işlediğinde pişmanlık duyar ve ardından tövbe eder. Yüce Allah bu tövbeyi kabul ederse o günahı siler; kabul etmez ise ol­duğu gibi bırakır.

Buradaki silme ve bırakma eylemine başka bir açıdan yaklaşabili­riz: En'âm sûresinin ikinci âyetinde yer alan oynak ecele göre Allah, kimini varlık âleminden siler, hükümden düşürür, kimini de olduğu gibi bırakır. Bir milleti helak eder, silip-götürür, diğerine de hayat verir.

Âyetin sonundaki  ümmü'l-kitâb "kitabın anası, ana kitap, kitabın esası" ifadesine baktığımızda Yüce Allah'ın, bazı hükümleri sil­diği, bazı hükümleri de olduğu gibi bıraktığı anlamına da alabiliriz.

Yüce Allah, içimizde meydana gelen kimi düşünce, duygu ve is­tekleri siler, kimini de bırakır; kâinatta cereyan eden maddî ve manevî oluşumları sileceği gibi onları bırakabilir de.

2. "Kitabın anası (anayasa) O'nun katındadır." Yüce Allah, ümmü'l-kitâb kavramı ile insanlığa "anayasa" kavramını tanıştırmıştır. Hukuk sistemlerinin başında bir "anayasa" olmalıdır. Kanunlar ondan doğarlar ve kanunlar onun çocuğu olduklarından ona "anayasa" denmiş­tir.

Bütün peygamberlere gelen vahyin doğduğu bir "ana kitap" vardır. Kâinattaki maddî, sosyal ve manevî olay ve oluşumların da geldiği kitap bu kitaptır. İnsanların bilgileri, buluşları hep bu kitaptan gelmektedir. Her şey oradan geldiği için her şeyin anası odur.

Filozoflar bilginin kaynağına aklı, sezgiyi, deneyi, tecrübeyi koy­muşlardır. Onların arkasında da bir kaynak vardır, o da Allah'tır, "De ki: Bilgi, Allah'ın katındadır" (Mülk 67/26).[42]

 

Peygambere Düşen Nedir?:

 

40. Fa onlara va'dettiğimiz şeylerin bir kısmını sana gösteririz; yahut da seni vefat ettiririz. O halde tebliğ etmek sana, hesap sormak da bize düşer.

41. Bizim o yere gelip nasıl onu uçlarından eksilttiğimi­zi görmediler mi? Hüküm veren Allah'tır, O'nun hük­münün ardına düşüp onu iptal edecek yoktur. O hesabı, çabuk görendir.

 

Âyetin açıklamasını yaparken hem bir önceki, yani 39. âyetin son kısmını daha iyi anlayacağız hem de bu sûrenin 31. âyetine bağlantı ku­racağız.

1. "Ya onlara va'dettiğimiz şeylerin bir kısmını sana gösteririz; yahut da seni vefat ettiririz." Âyetin bu kısmında şu soruyu soruyoruz: Âyette geçen "onlar" kimdir? Ra'd 31. âyette geçen kâfirlerdir. Peki va'dedilen şey neydi? Yine 31. âyette geçen kâri'a denen azaptır. Şimdi 31. âyette geçen ve bizim için cevap olan kısmın manasını burada verebiliriz: "Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir bela gelmeye devam edecek veya o bela evlerinin yakınına inecek. Allah, va'dinden asla dönmez."

İşte Yüce Allah "va'dedilen büyük azabın bir kısmını sana ölü­münden önce göstersek ya da sen öldükten sonra onlara göstermiş olsak" yapacağın görev için hiçbir şey değişmez. Sen bu azabın onların başına gelmesine bağlı değilsin. Onların başına gelecek olan azabı düşünmeden yoluna devam etmelisin. 39. âyetin son kısmına dönersek, olacak olan her şeyin bir hükmü, bir takdiri ve bir yazısı vardır. O zaman gelince o olay veya olgu gerçekleşecektir. Bunun hesaplanması sana düşmez; çün­kü onun hesabı Allah katındadır.

2. "O halde tebliğ etmek sana, hesap sormak da bize düşer." Hz. Peygamber'den mu'cize istemeleri (Ra'd 13/27) ve Rahmân'ı inkâr etmeleri (Ra'd 13/30) karşısında Yüce Al­lah'ın onlara bir azap göndermesini beklemeyerek, asıl görevlerinin ba­şında gelen "tebliğ" görevini sürdürmesi Hz. Peygamber'den istenmek­tedir. Hz. Peygamber bu ana görevini yaparken onu insanların belasın­dan koruyacak olan Allah'tır.

"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacak­tır" (Mâide 5/67).

Demek ki Hz. Peygamber kâfirlerin başına azabın ne zaman gele­ceği ile meşgul olmamalı, kafasını ona takmamalıdır. O azabın gelip gelmemesi onun görevini ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü "tebliğ" yani ilâhî mesajı insanlara ulaştırmak, duyurmak ve öğretmek faaliyeti asla aksamamalıdır. Onların gösterdiği şiddetli olumsuz tepkiden de ürkme-meli, ona aldırmamalı, çünkü bu durumlarda onu Allah'ın koruyacağını da unutmamalıdır.

Bu noktada Yüce Allah Hz. Peygambere düşen görevin tebliğ ol­duğunu; hesap sormayı ise kendi üzerine aldığını ifade etmektedir. Çün­kü Yüce Allah sabır sıfatını devreye sokarak, kâfirlerin Hz. Peygam­ber'in tebliğinden etkilenerek hakikate dönme ihtimalinin bulunduğunu da hissettirmekte, sırf bu ihtimal nedeniyle azabı onlara hemen indirme-mektedir. O azabın zamanı da Allah katındadır. Doğrudan Hz. Peygamberle ilgili görünen bu âyet bizim için ne i-fade etmektedir? Âyeti günümüze ve geleceğe getirip açıklayabiliriz: Din âlimleri ve görevlileri çok zor şartlar altında, kâfirlerin ağır baskısı karşısında yılmadan, bıkmadan ve korkmadan samimi olarak dini anlat­maya devam edeceklerdir. Kendilerine baskı yapan, göz açtırmayan ve nefes aldırmayanların başına bir azabın gelme beklentisi içinde de ol­mamalıdırlar. O azabı, cezayı hayatlarında görseler de görmeseler de görevlerini yerine getirmek konusunda hiçbir şey değişmemelidir.

Çünkü eğitim-öğretim faaliyeti azap bekleme yeri değildir. Bu faa­liyet, yani Allah'ın dinini insanlara tebliğ görevi insanların kafasına ve gönlüne bir ışık sunmaktır; manevî hastalıklara şifa vermektir; insanları inkârın prangasından, zincirinden kurtarmaktır. Ama bu o insanlara âni bir ilâhî azap gelmeden yapılmalıdır ki o insanlar kurtulsun. Demek ki, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmak konusunda hiçbir mazeret olamaz, hiç­bir şarta da aldırış edilemez.

Bu faaliyete ve o faaliyeti yapanlara gösterilen ağır baskı ve olum­suz tepkinin hesabı Allah'a aittir. Hakkı tebliğ bizlere, onların cezalandı­rılması da Allah'a düşmektedir.

3. "Bizim o yere gelip nasıl onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?" İlk bakışta arz "yer" kavramından sanki "yerküre"nin kasdedildiği düşüncesi uyanmaktadır. Âyette geçen etraf kelimesine vereceğimiz mana ile oradaki yef'in ne anlama geldiği ortaya çıkacaktır. "Yerin etrafından eksilme'ni şu şekilde yorumlayabiliriz:

a) Etraf, bir ülkenin sınır boyları anlamına gelebilir[43]. Bu durumda arz "ülke", etraf da "sınırlar"ı olmaktadır. Hz. Peygamber döneminde, kâfirlerin hükümran olduğu topraklar, Müslümanların eline geçerek daralıyordu. Bu durum devam etmektedir. Roma'nın topraklarını kaybetmesi, Osmanlı Devleti'nin sınırlarının da­ralması buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu aynı zamanda müslümanların fetihle kâfirlerin topraklarını elle­rine geçirip ülkelerini küçülteceği müjdesini vermektedir.

b) Âyette arz ve etrâf kelimeleri, "bir ülkenin siyâsî egemenliği­ nin uzandığı sınarlar"ı da ifade edebilir. Bu durumda maksat, "siyâsî erklerinin hem daralması hem de zayıflaması demek olur. Yüce Allah bir ülkeye tecelli edince, o ülkenin siyâsî etkinliğini daraltır ve azaltır. Müş­riklerin de o dönemde etkinlikleri azalmaya başlamıştır. Ama âyet ev­rensel olduğundan her çağın milletlerinde aynı durum olmaktadır.

c) Bir zamanlar çalışıp ilimde dünyaya nur saçan milletler, daha sonraki nesillerinde tembellik ve taklit egemen olunca, bilim ve kültür bakımından dünyaya verdikleri ışık ve hizmet kaybolmaya başlar. O manevî gücün sınırlan yavaş yavaş daralır ve yoğunluğunu kaybeder. Bir milletin bilim ve kültürel üstünlüğünü ve etkinliğini kaybetmesi en büyük azaptır. Çünkü bu gücü kaybetmesi efendilikten köleliğe doğru bir kayışın başlaması demektir.

d) Diğer taraftan arz ve etraf kelimeleri "ekonomik gücün kay­bolması, zayıflaması ve o toplumun muhtaç hale gelmesi" olarak da manalandınlabilir.

Âyet, tarihsel açıdan, Hz. Peygamber'in dönemindeki kâfir ve müşrikle­rin güç kaybı ve etkinliklerinin sınırlarının daralması ve o sınırların mü'minlerin eline geçmesini ifade etmektedir, ama âyeti evrensel olarak düşünmek en doğrusu olacaktır. Yanlış yapan her millet bunun bedelini siyâsî erkini, ekonomik yapısını, coğrafi anlamda sınırlarını, bilim ve kültürdeki etkinliğini kaybedecek, daralma ve zayıflamalar başlayacak, sonuçta güçlü ve etkin oldukları dönem, gelecek nesiller için bir nostalji ve bir anı olarak kalacaktır.

Yüce Allah o dönem müşriklerinin durumunu bize bunun için an­latmakta, "her toplumun bir eceli vardır" (Yûnus 10/49) buyururken, Ra'd 38'de de "her ecelin bir hükmünün ve bir yazgısının var olduğuna" işaret etmektedir. Değişmeyen ilâhî hüküm, yani yazgı şudur: Milletler, toplumlar çalıştıkça, emek sarfettikçe, bilime sevdalı olup akıllarını kul­landıkça gelişip büyüyeceklerdir.

Ama yanlışa, zulme ve özgürlükleri engellemeye, aklı kullanma­maya başlayıp Allah'ın emrine ters düştüklerinde, bütün etkinliklerini, üstünlüklerini kaybedip yavaş yavaş coğrafi sınırlarını da daraltmış ola­caklardır. İşte Allah'ın siyasete, sosyal ve kültürel hayata olan yazgısı, hükmü ve kanunu budur.

Bu izahlarımızdan sonra bu âyetteki arzın yerküre de olabileceğini kabul edersek Kur'ân'ın, dünyanın elips olduğuna bu âyetiyle işaret etti­ğini ifade edebiliriz. Çünkü dünyanın iki kutup bölgesinin de basık ol­duğu bilinen bir gerçektir. Etraf, çoğul diye karşı çıkılabilir ama bu itiraz uygun değildir. Çünkü iki kutuptan maksat sadece iki kutbun en kuzey ve en güney noktaları değil, bölgenin tamamıdır. Dolayısıyla bu âyetin bu şekilde de izahının mümkün olduğuna bir göndermede bulunmak, âyetin evrenselliği ilkesine yardım edecektir.

4. "Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek yoktur. O, hesabı çabuk görendir." Yüce Allah tabiat kanunlarına benzer, sosyal kanunlar da koymuştur. Benzer sebepler, benzer şartlar altında benzer neticeler do­ğuracaktır. Sebepler oluşunca nelerin meydana geleceği hükmünü Allah vermiştir, onun yazgısını, kanununu O koymuştur. Bu hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek bir güç yoktur. Âyetteki çiii mu'akkıb kelime­si, "bir şeyi reddetmek, geçersiz kılmak ve iptal etmek için izleyen kim-se"ye denmektedir. Hak sahibine, alacaklı olduğu kimsenin peşine düşüp onu takip ettiği için mu'akkıb denmiştir.

Buradan şunu çıkartıyoruz, beşerî hükümleri takip edip iptal etmek mümkündür. Birinin yaptığı anayasayı, kanunları başkaları gelip ortadan aldırıp iptal eder ve yenisini yapabilir. Ama Yüce Allah'ın hükmü yani - unneti ne iptal edilebilir ne de değiştirilebilir.

Yüce Allah bir toplumun yıkılışına, helakine karar verdiği, hük­mettiği zaman bu hüküm geri çevrilemez ve durdurulamaz. "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri gelmiştir. Ve onlara geri çevrilmez bir azap mut-ika gelecektir" (Hûd 11/76). Hz. İbrahim, Lût toplumuna gelecek azabıdurdurması için Allah'a yalvarmıştı. Yalvarışına karşı aldığı cevap bu olmuştur.

Yüce Allah hesabı çabuk gördüğü için onu durdurmak da mümkün değildir. Kime, hangi topluma, ne zaman, nasıl bir azap vereceğini he­saplamak için zaman kaybı O'nun için söz konusu değildir.[44]

 

Peygamberlere Tuzak Kuran Tuzağa Düşer:

 

42. Onlardan önce geçenler de tuzak kurmuşlardı. Oy­sa tuzakların tamamı Allah 'a aittir. Çünkü Allah, her­kesin ne elde ettiğini bilir. İnkarcılar da dünyanın so­nunun kimin olduğunu bileceklerdir.

43. İnkâr edenler,  'sen peygamber değilsin' diyorlar. De ki: 'Benim ile sizin aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter.'

Bu âyetlerle Ra'd sûresi son bulmaktadır. Yüce Allah peygamber­lere karşı takınılan olumsuz tavırlardan bazı davranış ve sözlü saldırılara dikkat çekmektedir.

1. "Onlardan önce geçenler de tuzak kurmuş­lardı." Peygamberler tarihine bakıldığı zaman, onların tebliğ denen öğre­tim faaliyetlerini engellemek için düzenler, tuzaklar ve entrikalar kurul­muş olduğu görülecektir.

Her peygamber kendi dönemindeki kâfirlerin sosyal statülerine gö­re tepki görmüştür. Çoğu zaman toplumun ileri gelenleri, kendi statüle­rini kaybedecekleri korkusu ve kibirleri dolayısı ile peygamberlere tepki göstermişlerdi.

Bunun da sebebi şudur: Peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesaj, ezilen, sömürülen, özgürlükleri elinden alınan kitlelerin haklarını öne çıkarıyor ve insanları eşitliyordu, özgürlüklere saygı duyacak bir hukuk sistemini ve anlayışını insanlığın zihnine yerleştirmek istiyordu. İlâhî mesajın bu radikal, yani köklü değişim hareketi, toplumun ileri gelenle­rine, statülerinin fay hattı üzerinde olduğunu hatırlatıyordu. Depremin gelme endişesi onları tuzak kurmaya sevkediyordu. Peygamberlere karşı kurulan bu tuzaklar, daha önce Hz. Âdem döneminde şeytan tarafından Hz. Âdem'e karşı da kurulmuştu. Bunun anlamı, iyi ile kötünün mücade­lesi; yani hak ile bâtılın, inkâr ile imanın mücadelesi idi.

2. "Oysa tuzakların tamamı Allah'a aittir. Çünkü Allah, herkesin ne elde ettiğini bilir." Yüce Allah insanların eylemlerini en ince detayına kadar bildiğinden, tuzakları da ilmektedir. "Tuzakların tamamı Allah'a aittir" demek, "tuzakları nasıl :rtadan kaldıracağını ve daha büyük tuzağın nasıl kurulacağını bilmesi" oemektir. "Onlar tuzak kurarlarken, Allah da zak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en üstünüdür" (Enfâl Tuzakların tamamı ona aittir", demek; "onların tamamını yok ececek tuzakları kuracak güçtedir" anlamına gelmektedir.

iyiler kötülerin tuzaklarına karşı koyamayacak, onlardan kurtulaayacak duruma gelince, onların tuzağını yok etmek için Yüce Allah tuzak kurmaktadır. İyiler, kötülerin düzenledikleri tuzaklar için gerçek-esrrdıkleri eylemleri bilmediklerinden onları önceden bilen Allah, tu- tuzakla karşılık vermektedir.

3.  "İnkarcılar da dünyanın sonunun ki­min olduğunu bileceklerdir." Âyetin bu kısmında geçen 'ukbe'd-dâr terimi, En'âm 135'de'âkibetu'd-dâr şeklinde geçmektedir. ed-dâr kelimesi, "yurt" anlamına gelmektedir. Müfessirler genelde bu terimlerin "âhiret yurdu" olduğunu söylemişler ama Zemahşerî bunu "dünya" olarak manalandırmıştır.[45] Kur'ân'ın genelinde âhiret için doğrudan doğruya dâru'l-âhire "âhiret yurdu" şeklinde âyetler de vardır (Yûsuf 12/109).

Demek ki inkarcıların en çok zorlandıkları konu âhiret inancıdır. Bu dünyada inanmadıkları bu konuyu daha sonra bilir hale geleceklerdir. Bilmenin anlamı, yaşayarak görmektir. Ama bu öylesine bir bilmedir ki, bilenine fayda vermeyecektir. Onlar, dünyanın sonu yani âhiret yurdu­nun kimlere miras olarak bırakılacağını, orada mutluluğu elde edecek olanların kimler olacağını yakînen bileceklerdir.

İşte Yüce Allah orada pişmanlık verecek olan bir bilmeden önce, önceden bilip inanmanın önemini vurgulamaktadır.

4. "inkâr edenler, 'sen peygamber değilsin', diyorlar. De ki: Benimle sizin aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter." Peygamberlerin tamamı bu inkâr ifadesi ile karşılaşmışlardır. Belki de bunun tek istisnası Hz. Âdem'dir. Onu da reddeden şeytan olmuştur. Hz. Peygamber'e de doğrudan ve net bir şekilde "sen peygamber değilsin" denmiştir. Hûd 27'ye gittiğimiz zaman Hz. Nuh'un daha farklı bir şekilde reddedildiğini görüyoruz: "Kavminden il'eri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." Bu ifadede kavmi, Hz. Nuh'un peygamberliğini reddetmektedir. Bu ifade, sözü uzatarak anlatılan bir red ifadesinden başka bir şey değildir.

Böyle bir hakarete varan bir tavra karşı nasıl cevap verilecekti? Yüce Allah cevabı Hz. Peygamber'in vermesine müsaade etmiyor ve cevabı kendisi veriyor:

"De ki: Benim ile sizin aranızda tanık olarak Allah ve kitabı bilenler yeter."

Yüce Allah Hz. Peygamber vasıtasıyla kâfirlere, onun peygamber olduğuna Allah'ın şahadet etmekte olduğunu iletmektedir. Peygamberler Allah'ın elçileridir. Onlara bu görevi veren insanlar değil Allah'tır. İn­sanlar onların elçiliğine inanmakla yükümlüdürler.

Bu âyette anlaşılması zor olan kısım son kısmıdır: "Kitabı bilenler" ifadesindeki men kimdir ve âyette kitap hangi kitap­tır? Râzî bu konuyu geniş bir şekilde açıklamıştır. Râzî ve Kurtubî'nin açıklamalarını dikkate alarak yorumumuzu yapmak istiyoruz.

a) "Kitabı bilenler", Tevrat'a ve İncîl'e inanıp onun bilgisine tam anlamı ile vâkıf olanlardır.

Yüce Allah'ın, İsrâiloğullarından birinin şahadetine güvenmelerini Mekke kâfirlerinden istemesi doğru olur mu? Buna delilimiz ne olabilir? Bu soruların cevabını verebilmek için Ahkâf sûresinin 10. âyetine git­memiz gerekiyor: "De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, îsrâiloğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük tas-lamışsanız (durumunuz nice olur)? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez."

İsrâiloğullarından olup şahitlik edecek olan kim olabilir? Bunun, câhiliye döneminde adı Husayn olan, müslüman olunca Hz. Peygam­ber'in  Abdullah  adını  verdiği  Abdullah  b.   Selâm  olduğu  görülür[46]. Bu hadisin hasen ve garip olduğunu söyleyenler de vardır[47].

Şa'bî ve Sa'îd b. Cübeyr, Ra'd sûresinin Mekke'de indiğini söyleerek Katâde'nin naklettiği bu hadise itiraz etmiştir.

Ahkâf 10. âyette geçen 'ala mislih ifadesine Muhammed Esed "kendisi gibi birisi" manasını vermektedir. O zaman âyetin bu kıs­mına Muhammed Esed'in anlamını vererek yorumumuzu genişletebili­riz: "Hatta îsrâiloğullarından bir şahit, kendisi gibi birinin ortaya çıkma­sına şahitlik yaparken ve ona inanırken bile." "Kendisi gibi biri" ifade­sinden bu şahidin Hz. Mûsâ olduğu anlaşılmaktadır. îsrâiloğullarından şahit olan biri, kendi kitabında Hz. Muhammed'in müjdelendiği Hz. Mû-sâ'dır. Hz. Musa'ya gelen vahyde Hz. Muhammed'in müjdelendiği bu­günkü Kitab-ı Mukaddes'te bile işareten vardır: "Allah'ın Rab senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak, onu din­leyeceksin. Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çı­karacağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim herşeyi onlara söyleyecek"[48]. Ahkâf 10 ile bu âyetleri bir araya getirince şahidin Hz. Mûsâ olduğu anlaşıl­maktadır.

b) "Kitap bilgisi" ifadesindeki kitap, Kur'ân'dır, yani genel an­lamda kitap yani vahy bilgisine sahip olan kimsedir. Kur'ân Hz. Pey­gamber'in peygamber olduğuna şahitlik etmektedir. Onu bilen de buna şahitlik etmiş olur.[49]

Kur'ân'in edebî üslubu, içindeki hükümlerin içeriği ve Kur'ân'm sistematiği gösteriyor ve şahitlik ediyor ki onu bir beşer yazamaz ve o nedenle ilâhî kaynaklıdır. O zaman Ra'd sûresinin son kelimesi olan "kitap"tan kasıt, Kur'ân olmakta ve bu cümle, "yanında Kur'ân bilgisi olan, Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna şahitlik eder", anlamına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, kitabı bilenden kasıt Kitap ehli ve Müslümanlardır. Vahy bilgisine onlar sahipti. Din eğitimi açısından şu genellemeye varıyoruz. Hz. Peygamber'e gelen Kur'ân, Hz. Peygam­ber'in peygamberliğine itiraz edenlerin itirazını da ele alıp cevaplandır­maktadır. Din eğitimcileri de aynı metodu izlemelidirler.[50]

 

Ra'd Sûresinden Çıkan İlkeler:

 

Ra'd sûresinden çıkarılacak ilkeleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Tevhîd inancı ile ilgili prensipler:

Ra'd sûresinin merkezî konusunu tevhid inancı yani Allah'ın birli­ği teşkil etmektedir. Tevhîd inancı tapınılacak, yani kulluk edilecek var­lığın sadece Allah olduğu ilkesini getirmektedir.

a) Yüce Allah, varlığını ve tekliğini tabiat olayları ile ispat etmek­te, göksel ve yerel maddî olaylardan hareketle Allah'a nasıl varılacağını anlatmaktadır (âyet: 2).

b) O, göksel ve yerel olaylardan insana inerek, yani uzaktan yakı­na metodunu kullanarak yaratmadaki gücünü ve tekliğini ispat etmekte­dir. Meselâ: Dişinin karnında ne taşıdığını ve ne doğurduğunu bilir ve O'nun bilgisinin dışında hiçbir şey yoktur (âyet: 8-10).

c) Tabiat olayları ve kâinatın tamamı Allah'a teşbih ile ibadet et­mektedir. Şimşek yüklü bulutlar, gök gürültüsü övgü ile Allah'ı teşbih ederken, melekler de korku ile teşbih etmektedir. Bu durum Allah'ın tapınılacak tek varlık olduğuna delildir (âyet: 12-13).

d) Yalvarmak, yani dua etmek için Allah'a yönelmek gerekiyor. İnsanların isteklerine cevap verecek ve onları yerine getirecek yegâne varlık Allah'tır. O'ndan başkasına dua etmek tevhid inancına ters düş­mektedir. Ra'd sûresi bunu şu misalle açıklıyor: Su, nasıl ki uzaktan ellerini açanın ağzına akıp dolmazsa, sahte tanrılar da kendilerine yalva­ranlara bir yarar sağlayamaz, duayı işitip, gereğini yerine getiremezler. (âyet: 14).

e) "Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola iletecek yoktur" (âyet,33); "Onları Allah'tan koruyacak kimse yoktur" (âyet: 34); "Allah'a kulluk etmek ve O'na ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır" (âyet: 36).

f) "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamber için mu'cize getirme imkanı yoktur" (âyet: 38); "Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır. Ana kitap onun katındadır" (âyet: 39); "Hesap yalnız bize aittir" (âyet: 40); "Allah, hesabı çabuk görendir" (âyet: 41). Bu âyetlerden anlıyoruz ki kâinatın ve âhiret yurdunun tek hakimi, yöneticisi Allah'tır. Bu ey­lemler sadece Allah'a aittir; O'ndan başkası bunlara ortak olamaz. Böy­lece Ra'd sûresi hem şirk ile mücadele vermekte hem de tevhîd inancı­nın ağacını dikip beslemektedir.

2. Ra'd Sûresi'nde bilgi, düşünce, iman ve akıl öne çıkarılmakta­dır.

Yüce Allah, kâinattaki tabiat olaylarına yani göksel ve yerel olaylara, akıl ve düşünce ile yaklaşıp imana ulaşmayı öngörmektedir (âyet: 2-4).

Yüce Allah, aklı, düşünceyi ve bilgiyi ahlâkın temellerine koy­maktadır. Ahde vefa, antlaşmayı bozmamak, iç âlemdeki kaynaşma ile sosyal hayattaki kaynaşma, Allah'a saygı duymak, âhiretteki hesaplaş­madan korkmak, Allah rızası için sabretmek, namazını kılmak, malından fedakarlıkta bulunarak paylaşım erdemini yaşamak, kötülüğe iyilikle karşılık vermek gibi insanı ve toplumu yücelten ahlâkî değerler akıl, bilgi ve düşünen insanlar sayesinde hayata intikal edecektir (âyet: 19-22).

Yüce Allah, iman ile zikri, yani Allah'ı anmayı, gelişimin en üst basamağı olan doyum noktasına ulaşmanın temel şartlan olarak görmek­tedir (âyet: 28-29).

3.  Peygamberlikle ilgili ilkeler:

a) Yüce Allah, bu sûrede kâfirlerin, Hz. Peygamber'e karşı olum­suz tutumlarını ele almaktadır. Meselâ: Mu'cize getirmesini istediler. Peygamber olmadığını söylediler. Onunla alay ettiler. Onu engellemek için tuzaklar kurdular (âyet: 27, 32, 33, 42, 43).

b) Ona indirilen kitabın bir kısmını kabul ederken diğer kısmını inkâr ettiler (âyet: 36).

Dinin temel esaslarından biri olan peygamberlik müessesini inkâr edenlere bu sûrede cevaplar verilmiş ve onların sonuçlarının ne olacağı onlara açıklanmıştır.

4. Genel ilkeler:

Yüce Allah, bu sûrede:

a) Değişim olgusunu insanların şahsiyetine bağlamıştır. Sosyal de­ğişimin temeline psikolojik değişimi koymuştur. Psikolojik değişim ol­madan toplumun değiştirilmeyeceğini söylemiştir (âyet: 11).

b) Altından ırmaklar akan cennetin kime ait olduğunu açıklamış; 'adn cennetine götüren amellerle, özelliklerini anlatmıştır (âyet: 19-24; 35).

c) Anayasa kavramını insanlığa tanıtmıştır (âyet: 39).

d)Toplumların bir eceli olduğu ve bu ecelin geri çevrilemeyeceği­ni gündeme getirmiştir (âyet: 3941).

e) Eğitilemeyecek insanların olduğunu söyleyerek eğitim için çok önemli bir ilke getirmiştir (âyet: 31).[51]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/13-14.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/15-17.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/18-24.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/25-29.

[5] Râzî.age, XIII, 394-395.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/29-32.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/32-35.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/36-41.

[9] Râzî, age, VII, 324-325.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/41-46.

[11] Râzî, age, XIII, 417.

[12] Esed, age, 487, dipnot 29.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/46-51.

[14] Mücâhid.

[15] İbn Abbâs.

[16] Kurtubî, age, IX, 456.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/51-53.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/54-56.

[19] Yazır, age, V, 137.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/56-62.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/62-64.

[22] Râzî, age, XIII. 432.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/65-68.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/69-81.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/82-83.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/83-86.

[27] Râzî, age, XIII, 450.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/86-91.

[29] İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, I, 308-309'dan nakil Bedrettin Çetiner, Fâtihâ'dan Nâs'a Esbâb-ı Nüzul, II, 526.

[30] Suyûtî, Lübâbü'n-Nukûl, I, 217'den nakil Bedrettin Çetiner, Fâtihâ'dan Nâs'a Esbâb-ı Nüzul, II, 526.

[31] Râzî, age, XIII, 454.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/91-103.

[33] Râzî, age, XIII, 457.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/103-105.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/105-112.

[36] Zemahşeri, age, II, 362; Râzî, age, XIII, 462.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/113-116.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/116-120.

[39] Râzî, age, XIII, 466.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/121-124.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/124-127.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/127-128.

[43] Tâcu'l-Arûs

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/129-134.

[45] Zemahşerî, age, II, 52.

[46] Tirmizî, Tefsir, 46, Sûre 1; Menâkıb, 36

[47] Kurtubî, age, IX, 506.

[48] Tesniye, Bab 18, 15 ve 18. âyetler

[49] Yazır, age, V, 164.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/134-138.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/139-141.