- 13 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kita-bımızın
13, nüzûl sıralamasına göre 96, birinci miûn
grubunun 4. sûresi olan Ra’d sûresi Medine’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 43. dür.
Hamd
yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın
Resûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz
bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını “Gök
gürültüsü” anlamına gelen sûre içindeki 13. âyette geçen “Er Ra’d” kelimesinden
alan sûre Mekke’de nâzil olmuş 43 âyetlik bir sûredir. Bu isim sûrenin sembolik
bir ismidir. Değilse sûre ne gökyüzünden, ne de gökyüzü cisimlerinden söz
etmektedir. Sadece içinde geçen bu kelimeden ötürü kendisine bu isim
verilmiştir.
Sûre
Resûlullah efendimizin Mekke’deki sıkıntı içinde geçen döneminin sonlarına
doğru Yunus ve Hûd sûrelerinin indiği dönemlerde nâzil olmuştur. Sûrenin
muhtevası Resûlullah Efendimizin mesajını sunmasından epey bir zaman geçtiğini
göstermektedir. Bir taraftan İslâm düşmanları onun mesajının önünü kesebilmek
için farklı metotlara baş vururken, diğer taraftan onun mesajına gönül vermiş,
ama müşriklerin dayanılmaz baskı ve zulümlerinden bıkmış müslü-manlar da ondan harikulâde mûcizeler beklemektedirler. Ey
Allah’ın Resûlü öyle bir mûcize getir ki, bu müşrikler pes edip müslüman olsunlar
ve biz de bu çektiğimiz işkencelerden kurtulalım demektedirler.
Onların bu
arzularına cevap olarak Rabbimiz bu sûrede şöyle buyurur: Ey mü’minler vazgeçin
bu isteklerinizden. Bunaltmayın elçimi. Elçimin böyle bir fonksiyonu ve yetkisi
yoktur. Onun insanlara hidâyet etme gücü ve sorumluluğu yoktur. Bu yetki bana
aittir. Sakın peygamberimi benimle karıştırmaya kalkışmayın. İnsanlar hidâyete
talip olmuyorlar diye sakın üzülüp morallerinizi bozmayın. Onların bu inatları ne
Rabbinizin gönderdiği âyetlerin azlığından, yetersizliğindendir, ne de elçinin
görevini eksik yapışındandır. Onlar boş bir kibir ve inat içindedirler. Allah dilerse
ölüleri mezarlarından diriltip onlarla konuşturabilir. Daha farklı görsel
âyetler gönderebilir. Bu âyetler onları zoraki imana sevk etse bile, Allah bu
zoraki imana iman demez. Böyle zoraki bir iman asla Allah’ın istediği iman
değildir.
Benim
elçimin benden onlara ilettiği mesaj hakkın, hakikatin ta kendisidir. Ama
kâfirler gün kadar açık olan bu mesajı reddediyorlar. Mesajın temel unsurları
olan tevhid, âhiret ve risâlet, nübüvvet haktır. Elçimin getirdiği bu mesaja
iman edenler kendi menfaatleri gereği iman etmiş, inkâr edenler de kendi
menfaatlerine zarar vermektedirler diyen sûre yine de bu gerçekler konusunda
deliller ileri sürerek kalpleri ikna etmektedir. İşte bu minval üzere devam
eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım
inşallah.
Sûre huruf-ı mukatta ile başlamaktadır.
1.“Elif,
Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın âyetleridir. Sana Rabb’inden indirilen kitap
haktır; fakat insanların çoğu inanmazlar.”
Kur’an konusunda söz söyleme
makamında bulunan âlimlerimiz sûre başlarında gelen bu âyetler Kur’an’a dikkat
çekmedir demişler. Rabbimiz o güne kadar insanların, Kur’an’ın muhataplarının
alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak onların dikkatlerini kitap üzerine
çekmek istemiştir. Allah buyuruyor ki sanki bu âyetleriyle: Kullarım! Dinleyin
şu anda Allah konuşuyor! Bu sözü kendi sözlerinize benzetmeyin! İçinizden bir
insan konuşuyor zannetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber
de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabb’iniz konuşuyor! Gelin bunu benim
sözüm olarak dinleyin! buyurarak kitabına ve kitabının önemine dikkat çekiyor.
Gelin ey insanlar, ey kullarım şu
anda Allah konuşuyor! Bu söz insan
sözüne benzemez! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog
sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim
sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip
de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de
öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür!
İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler
diye böyle bir dikkat çekmedir denmiş.
İşte bunlar
kitabın âyetleridir. Azîz olan, Alîm olan, ilim kendisinden olan, ilmin kaynağı
olan, Rahîm olan, rahmeti sonsuz olan, sizi sizden çok seven, sizi sizden çok
düşünen, sizin menfaatlerinizi, maslahatlarınızı sizden daha iyi bilen
Rabb’inizin size hayat programı olarak gönderdiği kitabının âyetleridir bunlar.
Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir.
Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan
Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik
olan ve hayata hakim olan bir kitaptır; bu kitap.
Aynı
zamanda zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pör-süyüp, eskiyip, aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır
bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın
kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de, tek
yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip
bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan
bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın tüm
problemlerini çözebilecek bir kitabın âyetleridir bunlar. Okunması, anlaşılması,
üzerinde düşünülüp akıl yorulması ve hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken
bir kitabın âyetleridir bunlar.
Bu kitap
sana Rabb’inden hak olarak indirilmiştir. Kitabın indirilişi hak, kitabın kendisi
hak, içindekiler haktır ama insanların pek çoğu bunu böylece bilip iman
etmezler. İnsanlar ister kabullensinler, ister kabullenmesinler fark etmez, bu
kitap hak bir kitaptır.
Allah
kitabı hak ile indirmiştir. Allah kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda
hak odur. Rabbimiz kitabını hakkın ortaya çıması için, hakkın bâtıla galip
gelmesi için indirmiştir. Veya insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme
kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü
söyleyecek olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu.
Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak,
cennet hak, cehennem hak, Sırat hak, terazi hak, Mizan hak, hepsi haktır. Ama
insanlardan pek çoğu buna böylece inanmazlar. Kitabın hak oluşuna inanmayan
kâfirler bir tarafa, bakıyorsunuz Müslümanlar bile bugün hak problemini gündeme
getiriyorlar, lâkin problemi bu Hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst
iki kelime bile söyle-miyor.
Meselâ insan haklarını gündeme
getiren Müslümanlar öncelikle Allah’ın haklarını gündeme getirmek zorundadırlar.
Öncelikle Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen Müslümanlar, kesinlikle hiç bir
zaman kullarının hakkını gündeme getiremeyeceklerdir. Kaldı ki kulların hakkını
değerlendirebilmek için de hak bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır,
hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin
çözümü buradadır. Yâni bu kitaba gö-re bizim hakkımız
nedir? Bunu bilmek zorundayız. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme
gelirse gelsin, kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İşveren hakkı
mı? Öğretmen, öğrenci hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı? Allah hakkı mı? Kulların
hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine
inandığımız başka bir kaynak bilmiyoruz. Çünkü bakın Rabbimiz buyurur ki:
"Haktan
başka sadece dalâlet vardır."
(Yunus 32)
Eğer problemlerinizin
çözümünü bu kitabın dışında ararsanız, kitabın ötesinde başka yerlerde
ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız. Başka değil, Hak sadece
Rabb’inden gelendir. Kâbe konusunda, kıble konusunda, hukuk konusunda, kadın
erkek hakları konusunda, ekonomi konusunda, kılık-kıyafet konusunda, si-yasal
yapılanma konusunda eğitim konusunda da olsa, hangi konu olursa olsun bilelim
ki hak Allah’tan gelendir. Hangi konu olursa olsun hak Rabb’inden gelendir. Hak
Avrupa’dan gelen değil, hak A.B.D nin dediği değil,
hak Avrupa’nın yaptığı değil, hak babamın dediği değil, hak hocamın dediği
değil, hak bizim cemaatin dediği değil, hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın
hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır. İnsanların çoğu değil, hiçbirisi bunun
böyle olduğuna inanmasa da biz böylece iman etmeliyiz ki mü’min olabilelim.
Evet hak
olan, hukuk olan, tek yasa olan kitabını indirerek bi-ze emirlerini, yasaklarını bildiren, bizden istediği
kulluğu, bizden istediği hayat programını gönderen Rabbimizin buna lâyık
olduğunu, buna ehil olduğunu söylüyor. Onun gücünü, kudretini anlamak ister-seniz
etrafınıza bir bakın. Etrafınızdaki Rabb’inizin âyetleri üzerinde bir gezinti
yaparak düşünün diyerek bundan sonraki âyetinde Rab-bimiz
rubûbiyetinin delillerini sunmaya başlayacak. Bakın ikinci âyet şöyle:
2.
“Gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yükselten, sonra arşa hükmeden; her biri
belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan,
işleri yürüten, âyetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır;
ola ki Rabb’inize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.”
Evet Allah semavatı direksiz
yükseltmiştir. Şu semavata bir bakın ki o ve ondaki tüm gök cisimleri hiç bir
imadı, hiçbir direği, payandası olmadan duruyor. Görünürde onları tutan hiçbir
şey yok. Sadece Allah’ın kuvvet ve kudreti var. Siz bunun böyle olduğunu gözlerinizle
görmektesiniz. Öyleyse gördüğünüz şeye delil getirmeye ne gerek var?
Âyetin bir
başka mânâsı da: Sizin görebildiğiniz hiçbir direk olmadan Allah semavatı
yükseltmiş ve onlardakileri tutmaktadır. Yâni aslında semadaki gök cisimlerini
orada tutan cazibe denen bir kısım direkler vardır ama siz onları
görmüyorsunuz. Düşünebiliyor musu-nuz?
Dünyamızdan milyarlarca daha büyük fiziki kütleye sahip olan şu güneşi, şu ayı,
şu yıldızları, şu galaksileri, nebülözleri, bildiğimiz bilmediğimiz bu gök
cisimlerini orada tutmak kolay değildir. Ama mutlak güç ve kudret sahibi
Rabbimiz için hiç de zor değildir bu. Mahiyetini anlayamasak da Rabbimiz tutuyor
onları orada. Onları ve bizi hik-met ve kudretiyle konumlarımızda
tutan Allah’tır. İmtihan döneminin sona erip de kıyâmetin kopup, hesap kitap
döneminin başlayacağı ana kadar da Rabbimiz onları yerli yerinde tutmaya devam
edecek.
Hak olan kitabımızın başka
âyetlerinden öğreniyoruz ki kâinat imtihan konumundan hesap konumuna geçme komutunu
alır almaz Rabbimiz şu andaki tutuşunu bırakıverecek. Her şeyin zimamını, ge-mini salıverecek ve işte o zaman güneşin defteri dürülecek,
yıldızlar yerlerinden sökülüp imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi sağa sola düşmeye,
her şey birbirine vurmaya, her şey birbirine çarpmaya başlayacak ve Kaaria
gerçekleşecek.
Veya en büyük olay, en büyük
felâket gerçekleşecek. Kapıları çalan, akılları zayi eden, kalpleri yerinden
oynatıp yürekleri hoplatan felâket gerçekleşecek. Korkunç dehşetiyle insanların
kalplerini ve kulaklarını çarptığı için, insanların beyinlerinde patladığı bu
isim verilmiştir. İnsanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak, yürekleri yerinden
oynatıp, kalpleri parça parça edecek, gökleri yarıp
parça parça edecek, dağları ufalayıp tuz buz edecek,
yıldızları yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin ve ayın defterini dürecek,
insanları hedefini şaşırmış ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilmez bir
vaziyette kelebekler gibi sağa sola uçuracak kıyâmet hadisesi gerçekleşecek.
Evet şu
anda bu cisimleri kudretiyle yaratan, var eden ve ye-rinde tutan Allah’tır.
Allah
gökleri yerleri yaratmış, gökleri direksiz olarak yükselt-miş,
ama sadece yaratmakla kalmamış arşı istivâ ederek yarattığı tüm varlıkları egemenliği
altına da almıştır. Tüm kâinatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına,
egemenliği altına almıştır. Canlı ve cansız tüm mevcudatı kendi saltanatı
altına almıştır.
Rabbimizin
arşı istivâ etmesi konusu Kur’an’ın başka yerlerinde de geçer. Rabbimizin bu
âyetleri müteşabih ayetlerdendir. Öyley-se Rabbimizin arşı istivâ etmesi konusunda fazla bir
bilgimiz yoktur. Arş; sakf mânâsına bir yerin en yükseği, en üstü, en zirvesidir.
Veya arş; kralların oturduğu tahtın lazımı olan mülk ve saltanattan kinayedir.
Hani şu tabir kullanılır:
“Selle arşuhu”
Onun arşı (mülkü) yıkıldı. Mülkü yerinde
olduğu ve hâkimiyeti devam ettiği zaman da:
“İsteva ala arşihi”
denir.
Arş bir kralın tahtına oturması
demektir, ama böyle cismâni bir oturuş değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf olması
demektir. Yâni hükümdarlığın taht sayesinde değil, tahtın hükümdar sayesinde
ikâ-mesi anlatılır. Yâni
“İsteva maal arş”
Değil
“İsteva alel
arş”
Yâni Allah arşla beraber oldu
değil, Arştan üstün oldu, arşa hükmetti anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak,
tek düze ol-mak, yüksek olmak, yüce olmak, istila etmek,
hâkimiyeti altına almak ve kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz
zaman ve mekândan münezzeh iken acaba bu âye-tiyle neyi kast ediyor. Burada imanımız gereği diyebileceğimiz
en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu âyetiyle neyi kast ettiyse odur. Bu
konuda tevile gerek de yoktur, imkânımız da yoktur. Çünkü bu tür âyetler
müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda bilgimiz olmadığı için aynen
inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir. Ama bu istivânın ne
demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam
Mâlik efendimize istivâdan sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz
bir müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki:
“İstivâ malum, keyf ise gayri
makuldür. Buna iman vacip, sual ise bidattir”
Allah
haydir. Allah tüm kâinata hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü geçendir.
Hıristiyanların dedikleri gibi Allah gökleri yeryüzünü yarattı da sonra yorulup
dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristo’nun ve Aristo yolunun yolcularının,
demokratik kafaların dedikleri gibi dünyayı yaratmış sonra da ne haliniz varsa
görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben dünyayla ilgilenmiyorum diyerek
köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış değildir Allah. Hayata karışandır
Allah. Hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü geçendir Allah. Çünkü yaratılış
bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış devam etmektedir. Şu anda yaratılanlar
Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm eylemlerimizi yaratan Allah’tır.
Güneşi ve
ayı da Rabbimiz kendi emrine almıştır. Şu anda görebildiğiniz gök cisimlerinin
en büyüğü olan güneşi ve ayı Allah kendi emrine almıştır. Her ikisi de
Rab’lerine boyun büküp emrine teslim olmuşlardır. Öyleyse ey insanlar, sizden
ve dünyanızdan mil-yarlarca kere daha büyük olan bu semavat bile Rabb’ine
teslim olup boyun bükmüşken siz kime teslim oluyorsunuz? Semavat Rabb’ini dinlerken
siz kimleri dinlemeye? kimlere kulluk etmeye, kimlerin yasalarını uygulayıp
kimleri razı etmeye çalışıyorsunuz?
Bu tür
gündüzden, geceden, semadan ve arzdan, çevreden ve insandan, yaratılıştan söz
eden, yâni bizim duyu organlarımızla ulaşabildiğimiz bilgi alanlarından söz
eden âyetler, Cenâb-ı Hakkın tek Rab olmasını ve tek İlâh oluşunu anlatan
âyetlerdir. Bakın ey kullarım, Rabb’inizin ilmi ve kudreti işte budur! Bunları
yapan, yaratan Allah’tır diyen âyetlerdir. Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetini ortaya
koyan âyetlerdir. Eğer bütün bunları yapan, yaratan Allah’sa, Allah'ın bütün bunlara
gücü yetiyorsa, elbette size de gücü yeter. Sizi de yeniden öldürmeye,
diriltmeye gücü yeter.
Veya eğer bu konuları idareye
bilgisi yetiyorsa sizin de ha-yatınızı düzenlemeye bilgisi yeter mânâsına gelen
âyetlerdir. Bütün bunları bilen, beceren Allah sizin hayat programınızı bilmez
mi? Sizin hukukunuzu, sizin nasıl bir hayat yaşayacağınızı bilmez mi? Diyen âyetlerdir
bunlar.
Tüm
bu Rabb’inizin yarattığı varlıklar, gördüğünüz, görmediğiniz, bildiğiniz,
bilmediğiniz tüm bu varlıklar Allah’ın kendilerine belirlediği yörüngelerinde
programlarında yine Allah’ın takdir buyurduğu bir süreye kadar, kıyâmet gününe
kadar yüzüp gitmekte akıp gitmektedirler. Müzzemmil sûresinde de haber
verildiğine göre peygamberin karada böyle bir yüzüşünden söz ediliyor. Ne demek
bu? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı tüm varlıklar için kendilerine
tahsis edilen programın devamının icrası demektir. Allah’ın belirlediği hayat
programının icrası demektir. Allah güneşe, aya, yıldızlara bir yol, bir
yörünge, bir program tahsis etmiştir ki onlar Rab’leri tarafından kendilerine
tahsis edilen, çizilen bu programı icra edip yüzüp giderler.
Yâni tüm bu
varlıklar Rab’lerinin kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket
ederler. İşte tıpkı onlar gibi insan da kendisine gece hazırlayacağı program
içinde gündüz yüzüp gidecektir.
Gece okunan
âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona bir program çizecek ve gündüz o bu vahyin
kendisi için çizdiği program dahilinde yüzüp gidecek, yâni bu programı icra
edecektir diğer varlıklar gibi.
Allah
işlerin tümünü tedbir ediyor, idare ediyor, ayarlıyor, düzene koyuyor.
Kullarına şah damarlarından daha yakın olarak Rabbi-miz,
kulları neredeyse onlarla birlikte olarak hayatlarını düzenliyor. Yâni sadece
gökleri yaratan, sadece göklere egemen olan ve dünya işlerini bize bırakan
değildir Allah.
Ve
sizler âhiret konusunda, diriliş ve hesap kitap konusunda yakîne
ulaşasınız diye, âhiret konusunda yüzde yüzden de öte kesin bir bilgiye
ulaşasınız diye, böylece bu âyetler üzerinde kafa yorup, iman edip, bu âyetlerle
yol bulup bir gün Allah’a kavuşacağınız konusunda kesin bilgiye ulaşasınız,
hesaba çekileceğinize kesin iman edesiniz diye Allah âyetlerini tafsil edip
size açıklıyor. Artık insanların Allah’a karşı arkasına saklanacakları bir
mâzeretleri, ileri sürecekleri bir delilleri kalmasın diye Allah âyetlerini
açık açık ortaya koyuyor.
Yâni, ya Rabbi!
Madem ki Rabbimiz olarak sen vardın! Ma-dem ki bizi
sen yaratmıştın! Madem ki hayatımızı sana borçluyduk! Madem ki Rab olarak, İlâh
ve Mâbud olarak sadece seni dinleyecektik! Senden başkalarına asla minnetimiz
ve kulluğumuz olmayacaktı! Madem ki bizi yaşadığımız bu hayatın sonunda hesaba
çekecek olan sendin! Madem ki hesabı sadece sana ödeyecektik! Madem ki öbür tarafta
cennetin vardı, cehennemin vardı! Madem ki bizden kulluk istiyordun! Eh öyle de
bize bunları niye bildirmedin? Niye bize önceden haber vermedin? Bize niye
kitaplar ve elçiler göndermedin? Madem ki bu kadar güzel bir cennetin vardı da
neden bizi önceden bilgilendirmedin? Madem bu kadar dayanılmaz bir cehennemin
vardı da niye önceden bizi onunla uyarmadın? diyerek Allah’a karşı delil getirmeye
hiç kimsenin hakkı kalmasın diye âyetlerini tafsilatlı bir şekilde ortaya
koyuyor Rabbimiz.
3. “Yeri
düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur. Doğrusu
bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır.”
O Allah ki yeryüzünü yayan,
uzatan bizim istifademize su-nandır. Evet semavatı
anlattıktan sonra şimdi de arzdan, yaşadığımız yeryüzünden rubûbiyetine
deliller anlatıyor Rabbimiz. Bir beşik gibi, bir döşek gibi arzı bizim altımıza
yaymış, sermiş, geniş kılmış. Sonra:
O
yeryüzünde dağlar ve nehirler var etmiştir Rabbimiz. Evet o Allah ki yerin
üstünde sabit dağlar yaratmıştır. Yâni dağları arzın üstüne baskılar yaptı.
Çiviler, kazıklar yaptı dağları. Kur’an’ın başka yerlerinde Rabbimizin
yeryüzünü bu dağlarla dengelediği anlatılır. Yâni semada, fezada, boşlukta
dönüp duran dünyanın dengesini sağlamak için dağları böyle kazıklar olarak çakıvermiştir
Rabbimiz. Sonra bu dağların arasından nehirler akıtıvermiş. Evet işte bunu
yapan Allah’tır. Bu dünyanızı böyle boşlukta tutan Allah’tır. Bu konuda işleyen
kanunların tamamının arkasında işleyen el Rabb’inizin elidir.
Evet
ekinlerinizi ekip dikmeniz için nehirleri akıttı da onunla her tür meyveden,
her tür üründen çifter, çifter yetiştiriverdi. Evet yaratıp düzenlediği,
yaydığı arzda nehirlerle Rabbimiz bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayra
ve hayata vesile olacak sular, madenler, hava ve diğer elementler gibi hiç
bitip tükenmeyen bereketler yarattı, kullarının rızıklarını da takdir buyurdu.
Rabbimiz binlerce yıldır üzerinde hayat sürenler için, insanlar ve diğer
varlıklar için bitip tükenmeyen bereketler var etti. Bitmez tükenmez rızıklar
yarattı. Tüm canlıların üzerinde hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan
bütün ihtiyaçlarını yaratmıştır orada Rabbimiz.
Üstelik üreme ve çoğalma için her
şeyden de çift yaratmıştır. Erkek-kadın gibi meyve ve sebzelerde de erkek ve
dişi organlar vardır. Bu organların döllenmesi sayesinde meyveler oluşmaktadır.
Bazı ağaçlarda hem erkek hem de dişi organ, bazılarında sadece erkek, ya da
dişi organ vardır. Bu telkih sonucu tadı, rengi, kokusu farklı, her bireri değişik
güzellikte meyveler sunulmaktadır bize. Sonra:
Allah
geceyi gündüzün üzerine geçirmek, gündüzü de gecenin üzerine kapatmak
sûretiyle, geceden gündüzü, gündüzden geceyi yarıp çıkarmak sûretiyle sizin
hayatınızın devamını sağlamaktadır.
Evet gece
ve gündüz Allah’ın iki ayrı âyetidir. Sadece Allah’ın egemen olduğu, sadece
üzerlerinde Allah’ın sözünün geçtiği, başka hiç kimsenin sözünün geçmediği iki
âyet. Egemenlik bizdedir diyen, hâkimiyet bizdedir diyen yeryüzü tanrılarının,
yeryüzü tanrı ve sahte tanrıçalarının zerre kadar söz geçiremeyecekleri iki
âyet. Bu iki âyetini bize tanıtırken buyuruyor ki Rabbimiz. Ey kullarım, sizin
hiç müdahale edip değiştiremediğiniz gece ve gündüz benim âyetlerimdir. Onlar
sadece bana teslim olup, bana boyun bükmüşlerdir. Gece ve gündüzü peş peşe getiren
Benim. Geceye ve gündüze ferman eden, bu kâinat çarkını hiç durmadan çeviren,
döndüren Benim. Öyleyse Rab ve İlâh Benim, sadece Bana kulluk edin
buyurmaktadır.
Yâni ey kullarım unutmayın ki
Ben, bütün bunları size coğ-rafya bilgisi vermek
için, botanik konusunda sizi bilgilendirmek için, veya sizi eğlendirip hoş
vakitler geçirmeniz için anlatmıyorum. Etrafınıza bir daha bakmanızı,
çevrenizdeki âyetlerimi bir daha gözden geçirmenizi, Benim rubûbiyet ve
ulûhiyetime delil olarak size arz ettiğim bu âyetlerim üzerinde ibretle ve
tefekkürle kafa yorarak gücümü, kudretimi ve hikmetimi anlamanız, kavramanız ve
Bana kul olmanız, teslim olmanız için anlatıyorum.
Şu altınıza bir döşek gibi
yaydığım yeryüzüne, şu ona denge unsuru olarak çaktığım dağlara, o dağların
eteklerindeki ekime dikime elverişli olsun diye düzenlediğim ovalara, şu
dağların eteklerinden ovaları sulamak için akıttığım nehirlere, şu yiyip
içtiklerinize bir bakın. Bakın da bunları Benden başka becerebilecek birileri
var mı yok mu bir düşünün? Kimin ekmeğini yiyip de kimin kılıcını salladığınızı
bir düşünün? Ama işte bütün bu anlatılanlarda, bütün bu âyetlerde:
Düşünen
kimseler için ibret alınacak âyetler vardır. Tabii dü-şünen, kafa yoran, aklını kullanan insanlar için bu âyetler
bir değer ifade eder. Lâkin bütün bu âyetler düşünmeyen, akıllarını kullanmayan
insanlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Bütün bu
âyetleriyle rubûbiyetini gündeme getiren Rabbimiz bize diyor ki: Kullarım! Ben
mülk elinde olanım! Ben mülke sahip ola-nım! Göklerin
ve yerin mülkü Benimdir! Sizler de sahip olduklarınız da dünyanız da, arzınız
da, semanız da, ayınız güneşiniz de,
havanız, suyunuz da, yediğiniz içtiğiniz de hepsi Benimdir! Ben mülkün sahibiyim!
Hayatın sahibi Benim! Ben bereket kaynağıyım! Sizi yaratan, sizi yoktan var
eden, şu anda size sunduğum nimetlerimle sizin hayatınızı devam ettiren benim!
Varlığınızı Bana borçlusunuz! Yiyeceğinizi, içeceğinizi, suyunuzu, semanızı,
arzınızı her şeyinizi yaratan Benim! Unutmayın ki şu anda üstünde yaşadığınız
arzı yaratan ve size boyun eğdiren, sizin emrinize âmâde kılan, onu sizin için zelûl kılan, onu sizin için bir döşek, bir firaş kılan, yayan, seren Benim!
Ama unutmayın ki Ben istediğim
için arz size boyun bükmektedir. Ben istediğim için gece ve gündüz sizin emrinizdedir.
Ben istediğim için bu dağlar, bu nehirler, bu meyveler ve sebzeler size sunulmaktadır.
Bütün bunları sizin emrinize âmâde kılanın Ben olduğumu, Benim sayemde bunlara
ulaştığınızı unutmayın. Beni böylece bilin, böylece tanıyın ve Bana böylece
inanın. Beni arza hakim tanıyın. Beni arza etkin bilin. Beni arza galip bilin.
Beni göklere ve yerlere egemen olarak tanıyın. Yerken, içerken, gezerken, dolaşırken,
yatarken, kalkarken, binerken, kullanırken hep bu niyet içinde olun. Bana kul
olduğunuzu unutmadan yaşayın diyor Rabbimiz.
4.
“Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile sulanan, bir-birine komşu toprak parçaları,
tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları
şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda
ibretler vardır.”
Evet arzda, yeryüzünde birbirine
komşu kıtalar vardır. Birbi-rine
bitişik, birbirine komşu ama birbirinden farklı fiziki özelliklere, bitki
örtülerine sahip kıtalar, toprak parçaları vardır. Rabbimiz onların arasını
denizlerle, okyanuslarla ayırmış. Bütün bunlarda insanlar için çok büyük menfaatler
vardır.
Ve hepsinde aynı suyla sulanan sınvan,
gayrı sınvan üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Buradaki sınvan,
gayri sınvan Allahu âlem tek gövde üzerinde duran, tek gövde üzerinde
çatallanan anlamınadır. Aynı bitim yerinde; ama faklı gövdelere ayrılan anlamınadır.
Tek bir gövde üzerinde yükselen ağaçlar ve çatallanan ağaçlar. Ekinler de tek
gövde üzerinde yükselirler. Bunlar aynı sudan sulandıkları halde, aynı topraktan
gıda aldıkları halde şekil ve lezzet bakımından birbirlerinden farklı kıldık
diyor Rabbimiz.
Su aynı su, toprak aynı toprak,
hava aynı hava, güneş aynı güneş ama bakıyoruz meyvelerin renkleri farklı, şekilleri
farklı, tatları farklı, kokuları birbirinden farklıdır. Kimisi tatlı, kimisi
tuzlu, kimisi ekşi, kimisi acı, kimisi yağlı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi
sarı, kimisi kırmızı...
Meselâ elma ile armut aynı suyla
sulandıkları, aynı toprakla beslendikleri halde birbirlerine benzemedikleri gibi
elmanın kırk çeşidi de birbirlerinden farklıdır. Hangi fabrikada imal ediliyor
bunlar? Hiç düşünmüyor musunuz? Lâkin bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi?
Bunlarsız yaşayamazsınız değil mi? Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı
değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu
teknolojik şeylerin hiç birisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi?
Peki acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz?
Veya sizlerin şu anda güçlü
gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız
insanlar yapabilirler mi? yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri
yeter mi buna onların? Bir de meselenin bir başka boyutuna dikkatlerinizi
çekerek şöyle sorayım. Acaba sizlerin şu anda bedava yiyip içtiğiniz tüm bu
nimetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu nimetlerin sahibi
insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nimetlerden istifade imkânı bulabilir
miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların ellerinden? Eğer
bu dünya, bu nimetler insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı,
bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? onu da bir düşünün.
İşte ey Allah’ın kulları
unutmayın ki sizin böyle cömert bir Rabb’iniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir dü-şünün.
Kimin nimetlerinden istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
Demek ki
bizi yaratan ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk
etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir
Rab'le karşı karşıyayız. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş
Rabbimiz. Ama elbette:
Bütün
bunlarda akıl eden, aklını kullanan, akıl yoran insanlar için âyetler, ibretler
vardır. Zaten tüm bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için
verildiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormaya
yanaşmayan insana insan demek mümkün müdür? siz söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun
içini şeker usaresiyle dolduran kimdir? Şu gördüğümüz her bir ağacın her bir
dalında yüzlerce fabrika kurup yediğimiz ayrı ayrı
renklerde, ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan
kimdir? Bütün bunları düşünen anlayan bir kavim için, bir toplum için biz bu
âyetlerimizi açıklıyoruz anlatıyoruz diyor Rabbimiz. Ama tüm bunları kendi
güçlerine, kendi becerilerine, ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler
için bu âyetler hiç bir mânâ ifade etmeyecektir.
5.
“Şaşacaksan, onların: “Biz toprak olunca mı yeniden yaratılacağız? “demelerine
şaşmak gerekir. İşte onlar Rab’lerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına
de-mir halkalar vurulanlardır. İşte onlar cehennemliklerdir, orada temelli
kalacaklardır.”
Eğer bunlar nasıl böyle oluyor?
Bütün bu nimetler, bütün bu âyetler nasıl var ediliyor? diye hayret ediyorsan,
asıl hayret edilecek, asıl şaşılıp taaccüp edilecek konu bunca âyetleriyle
Rab’lerinin gücünü, kudretini tanıyamamış kâfirlerin şu sözleridir: Nasıl,
nasıl? Bizler toprak olduktan sonra mı? Bizler öldükten, toprak bizim
etlerimizi yiyip, kemiklerimizi çürüttükten sonra mı yeniden diriltileceğiz? Bu
kesinlikle mümkün değildir. Sen onu bizim külahımıza anlat diyenlerin
sözleridir. Bunlar Rab’lerine küfreden, Rab’lerini tanımayan, Allah’ın
gücünden, kudretinden, Allah’ın âyetlerinden habersiz olan insanlardır. Bunlar
Rab’lerini örten, örtbas eden, Rab’lerinin âyetleriyle ilgi kurmadan bir hayat
yaşayan insanlardır.
Aslında öldükten sonra hesap
kitap için tekrar diriliş hayret edilecek, şaşılacak bir şey değildir. Asıl
hayret edilip şaşılacak şey bu hayatın sonunda bir dirilişin olmamasıdır. Asıl
şaşılacak şey yaşa-dığımız bu hayatın sonunda bir hesap
kitabın olmaması, herkesin yaptığının yanına kar kalmasıdır. Eğer bu hayatın
sonunda bir diriliş yoksa, yaptıklarımızın hesabını ödemek yoksa o zaman
gerçekten bu hayatın hiçbir anlamı kalmaz. O zaman zalimlerin, kâfirlerin yaptıkları
yanlarına kar kalırken mü’minlerin, âdillerin, mazlumların yaptıkları da boşa
gidecek, onlar tamamı enayi sayılacaklardır. Evet asıl hayret edilecek şey
öldükten sonra tekrar diriliş değil, bilâkis dirilişin olmamasıdır.
Yâni bu
kâfirler ölüm sonrası tekrar dirilişin gerçekleşeceğine taaccüp mü ediyorlar?
Hayret edilecek bir şey mi kabul ediyorlar bunu? Niye şaşıyorlar da buna? İlk
yaratılışları neydi bu adamların? İlk defa nasıl yaratılmışlardı bu adamlar?
Onları ilk defa yaratan Allah ikinci defa yaratamaz mı? Nasıl düşünüyorlar bu
adamlar? Toprak olduktan sonra bir daha diriltilemeyeceklerini mi söylüyorlar?
Çok mu hayret edilecek bir husustur bu? Halbuki anamızın-babamızın yedikleri
yeryüzünün değişik meyvelerinden oluşan, meniden meydana gelmedik mi bizler?
Böylece bizi ilk defa topraktan
toplayıp yaratan Allah ölümümüzden sonra aynı topraktan tekrar toplayıp diriltmeye
kadir değil mi? Ama bu kâfirler, bu ölüm ötesi hayatı ve o hayatın hesabını
ki-tabını reddedenler Rab’lerini örten, Rab’lerinin âyetlerini, Rab’lerinin
gücünü kudretini örtbas eden, Rab’lerine karşı nankörlük eden kim-selerdir. Rab’lerinin bunca nimetlerine karşı nankörlük
etmektedirler. Ama bakın âyetin devamında Rabbimiz onların bu nankörlüklerinin
karşılığını ödeyeceklerini şöylece anlatıyor:
Onların
boyunlarında ağlâl vardır. Allah onların boyunlarına boyunduruklar, tomruklar,
zincirler, bukağılar vuracaktır. Ve onlar cehennem ashabıdırlar. Cehennemin
sohbetçisidirler onlar. Ebedîyen, hiç çıkmamacasına orada azabın içinde
unutulacaktır onlar. Hal böyleyken bu kâfirler:
6. “Puta
tapanlar senden, iyilikten önce kötülük isterler, oysa onlardan önce nice ibret
alınacak cezalar verilmiştir. Doğrusu Rabb’inin, insanların zulümlerine rağmen
onlara mağfireti vardır. Rabb’inin cezalandırması çetindir.”
Evet onlar iyilikten önce
kötülüğü istiyorlar. Kendileri için iyilikten önce kötülüğe acele ediyorlar.
Kötülüğü çabuklaştırmak istiyorlar. Hemen kendilerine vaat edilen azabın
gelmesini istiyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel
gelse de görsek ya! Di-yorlar. Ey peygamber! Ve ey
peygamber yolunun yolcuları! Şu bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı?
Hani niye gelmiyor ya? diyerek alay ediyorlar. Halbuki ölüm bize her şeyden
daha yakındır. Gerçi şu anda bundan gafil olan insanlar ölümün, âhiretin,
hesabın, kitabın değil de başka şeylerin acelecisidirler. Paranın, pulun, makamın,
mansıbın, hattâ kimi günâha batmış kimseler yaşadıkları hayatın karşılığı
olarak kendilerini bekleyen azabın, ateşin acelecisidirler.
Yaşadıkları hayatla sanki; gelsin
bakalım, ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber
yolunun yol-cuları! Haydi ne getirecekseniz getirin
de bir görelim! diyerek alaylı bir biçimde azaplarını acele istemektedirler.
Akılsızlar gariptir ki Allah’tan istenmesi ve beklenmesi gereken şeyleri Allah
elçilerinden ve onların yolunun yolcusu Müslümanlardan istiyorlar. Haydi ey peygamber
şu bize vaat edip durduğun azap neyse getir de görelim bakalım diyorlar. Veya
bugün kâfirler bunu şu andaki Müslümanlardan istiyorlar.
Tabii hainler ne peygamberlerin
ne de onların yolcularının böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini
bildikleri için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya Müslümanlara delil getirmiş
ve galip gelmiş sayıyorlar kendilerini ve işledikleri suçlara devama kılıf
bulduklarını zannediyorlar. Tabii bunlar yeni değil, geçmiş toplumlar da
peygamberlerinden aynı şeyleri istemişlerdi. Kur’an bunu detayıyla anlatır.
Evet bu
beyinsizlerin bu isteklerine karşılık Rabbimiz buyurur ki bakın:
Halbuki bu
beyinsizler bilmiyorlar, kendilerinden önce nice ibret alınacak cezalar
verilmiştir. Kendilerinden önce niceleri de aynen bunlar gibi tavır takındılar
da Allah onları yerin dibine batırmıştır. Öncekilerin başlarına gelenleri
bilmiyorlar bu hainler. Ve bir de:
Doğrusu Rabb’in gece-gündüz günâh işleyen, kendilerini Allah’a
kulluk ortamının dışında tutarak hem Allah’a karşı, hem kendilerine, hem de
çevrelerine karşı zulmeden kimselere karşı merhametle muamele etmektedir.
Halbuki Allah’ın yakalaması, Rabb’inin cezalandırması pek çetindir.
Yâni eğer
Allah insanlar için onların işledikleri suçlar yüzünden hak ettikleri şerri
acele etseydi, yâni bu insanların amellerinin karşılığını dünyada hemen gönderme
konusunda acele etseydi, nasıl? Onların hayra, hayır konusuna acele edip
istedikleri gibi, yâni paraya, pula, mala mülke, dünyaya, dünyalıklara acele
edip onları istedikleri gibi, onların dünyalık oldukları, maddeci kesildikleri
gibi Allah da onlar için amellerinin karşılığı olan cezalarını, azaplarını gönderme
konusunda acele etseydi onların ecelleri hemen acele gelir ve defterleri
dürülürdü. Ama böyle yapmıyor Rabbimiz. Mühlet veriyor, imkân tanıyor belki
dönerler diye. Belki pişman olurlar da bana kulluğu karar verirler diye. Yâni
Allah aslında bu hainler cahillikleri sebebiyle kendileri hakkında şerri acele
isteseler de Allah’ın onlara imkân tanıması kendilerinin hayrınadır da bunlar
farkında değiller.
Alçaklar
bakmıyorlar öncekilerin başlarına gelenlere. Önceki toplumlar da
peygamberlerinden azap istemişlerdi de Âd kavmi, Se-mûd toplumu, Nuh kavmi, Lût kavmi aynı tavrı
sergilemişlerdi de, is-tedikleri azap kendilerini
kuşatıvermişti. Ama merhametlilerin en mer-hametlisi olan Rabbimiz onlara acıdığı için onların bu
zulümlerine, bu küfürlerine, bu şirklerine ve bu cüretlerine karşılık hak
ettikleri azabı hemen gönderip defterlerini dürüvermiyor. Mühlet tanıyor ki acaba
küfürlerini, zulümlerini bir gün anlayıp dönerler mi diye. Ama eğer bu alçaklar
akıllarını başlarına alıp adam olmazlarsa kesin bilsinler ki Allah Şediydül ikâptır.
Yakalaması ve azap etmesi çok şedittir. Buna rağmen bakın kâfirler dediler ki:
7. “İnkâr
edenler: “Rabb’inden Muhammed'e bir mûcize indirilmeli değil miydi?” derler.
Sen ancak bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni vardır.”
Evet kâfirler diyorlar ki o
peygambere bir âyet inseydi ya! Ona bir âyet inmeli değil miydi? Rabb’inden bir
mûcize gelse ya bu peygambere! Alçaklar peygamberden âyet istiyorlar. Sanki
Allah peygamberine hiç âyet göndermemiş. Sanki yol bulabilmek için, iman
edebilmek için, amele yönelebilmek için âyete ihtiyaçları var da Allah onları
bundan mahrum bırakmış. Yeni ve farklı âyet istiyorlar. Âyet mi istiyorsunuz?
Şu elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu elinizdeki kitabın
âyetleri, şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu?
Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler alçaklar.
Allah’ın kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu elimdeki kitabın
âyetleriyle Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar
aslında da; yamukluk yapıyorlar.
Peygamberim,
sen ancak bir uyarıcısın. Onlara bir âyet getirmek veya onların bu tür
herzelerine cevap vermek gibi bir sorumluluğun yoktur senin. Sen sadece
Rabb’inden gelen âyetleri onlara duyurmak, bu âyetlerle onları uyarmak
zorundasın. Bunun ötesinde senin herhangi bir görevin yoktur. Âyet gönderme
yetkisi Allah’a aittir. Peygambere verilen âyetler ne onun muhataplarının
isteklerine, ne de peygamberin arzularına göre tespit edilmez. Ve bu iş sadece
sana ait de değildir. Her topluma bir Hâdî, bir peygamber gönderilmiştir, onların
hepsi için aynı yasa geçerlidir.
Öyleyse ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları bunu asla unutmayın. Size ancak
sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler
icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan
kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış
melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını
kaybetmiş, ölü olanlara gelince bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir.
Bu duruma gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin
yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse
bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın
göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola getiremez.
Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini
kapamış, duymayan duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş
insanlardır. Bu tür insanlara ne tür âyet getirirseniz getirin kesinlikle inanmayacaklardır.
Öyleyse boşuna ken-dinizi
zorlayıp üzülmeyin. Siz sadece Rabb’inizin âyetlerini duyurun, gerisini Allah’a
bırakın diyor Rabbimiz.
8. “Allah
her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir.
O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.”
Rahîmlerin taşıdığını, her
dişinin taşıdığını, her hamilenin hamlini bilen Allah’tır. Rahîmlerin çoğaltıp
eksilttiklerini de bilen Allah’tır. Rahîmlerin neleri ziyadeleştirip neleri
noksanlaştırdıklarını bilen Allah’tır.
Evet
Rabbimiz insanlara, kullarına o kadar yakındır ki, kullarına o kadar vakıftır
ki rahîmlerdekini, her dişinin taşıdığı erkek mi, dişi mi? Mü’min mi, kâfir mi?
Saîd mi, şaki mi? Güzel mi, çirkin mi? Uzun mu, kısa mı? Hilkati tam mı, noksan
mı? En ince teferruatına kadar bildiği gibi, ayrıca onun rızkını, ecelini,
şeklini, şemailini, ana rahmindeki gelişimini, organlarını, gücünü, kuvvetini,
ne azalmakta ve ne çoğalmakta olduğunu tam bilen, en bilen, eksiksiz bilen ve
tek bilen Allah’tır. Veya eksilen çoğalandan kasıt rahîmlerdeki çocuk adedi de
olabilir. Zira rahîmlerde bir, iki, üç, dört olabileceği gibi, bazen de dü-şük de olabilmektedir. İşte
Allah bunları bilendir. Rahîmlerdekinin doğum ve hamilelik süresini de Allah
bilir. Bazen dokuz ay, bazen de daha aşağı olabilir. Bunu bilen de Allah’tır.
Ve Allah
yanında, Allah katında her şey bir miktar, her şey bir ölçü ve kaderledir. Her
varlığın ana karnında gelişip büyümesi, şe-killenmesi, ana karnında kalma zamanı, doğması, yaşaması,
ölmesi, rızkı, eceli Allah’ın takdirine bağlı bir ölçü, bir takdir, bir kader
iledir. Çünkü:
9,10.
“Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi büyük Allah'a göre,
aranızdan sözü gizleyen ile, açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün
ortaya çıkan arasında fark yoktur.”
Gaybı da, şehadeti de, görüleni
de, görülmeyeni de, bildik-lerinizi de, bilmediklerinizi
de, dünü de, bugünü de, yarını da ayrıntılarıyla bilen, Müteâl olan, en yüce
olan, her şeyin üzerinde en Ulu olan, her şeye ve herkese egemen olan
Allah’tır.
Evet, bu sıfatlar sadece Ona aittir.
Sizden sözü
gizleyen ile açığa vuran, gecenin karanlıklarına gizlenip saklanan ve gündüz
açığa çıkan arasında Onun bilmesi konusunda hiçbir fark yoktur. O Allah gece
gizlice yaptıklarınızdan da, gündüzün yaptıklarınızdan da haberdardır. Hiçbir
bakış, hiçbir düşünüş, hiçbir hareket onun ilminin dışında değildir. O Allah ki
tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyinlerin,
tüm akılların düşüncelerini, taşıdıkları niyetleri bilmektedir. Herkesin, her
varlığın iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır. Varlıkların en ince noktalarına
kadar, kalplerinin içine kadar nüfuz eder. Yerin derinliklerine kadar göğün
zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfuz eder.
Yâni Allah her şeyden haberdardır.
Onun bilgisinin dışında bir yaprak bile düşmez, bir damla bile inmez. Onun
bilgisinin dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, Onun bilgisi olmadan hiçbir
dişi gebe kalmaz, ve Onun haberi olmadan hiçbir dişi de bir şey doğurmaz. Düşen
bir yaprak bile onun ilmi dahilinde, onun programı dahilinde düşmektedir.
Hal böyleyken, yâni tüm kâinatta
tek program yapıcısı ve her şeyi bilen Allah iken Onun hayat programını bırakarak
yerde ken-dilerine bir kısın program yapıcılar
bularak onları Allah’a ortak koşmaya çalışanlara, bir takım bilgiçler bularak
onların bilgilerine sığınmaya çalışan, Allah berisinde birilerini hayata etkin
zannederek ken-dilerine sığınmaya çalışanlara yuh olsun.
11.“Ardında
ve önünde insanoğlunu takip edenler vardır; Allah'ın emriyle onu gözetirler.
Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez Allah bir
milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan
başka hami de bulunmaz.”
İnsanların önlerinde, arkalarında
adım adım onları takip eden Allah’ın takipçileri,
görevlileri vardır. Allah emrinde insanları gözetirler ve şerlerden,
kötülüklerden, şeytanlardan onları korurlar.
Bunlar
hadisin beyanıyla hafaza melekleridir ki kulları onlara
gelebilecek kötülüklerden muhafaza ederler. Bir de Kiramen Katibîn
melekleri vardır. İnsan yaşadığı sürece ne yapmışsa, ne söylemişse, ne yapmayı
ve ne söylemeyi niyet edip içinden geçirmişse tamamını yazıp kaydetmekle
görevli meleklerdir. Gaf sûresi de bunu anlatır:
"İnsan
hiç bir söz söylemez ki yanı başında onu zapteden bir melek bulunmasın." (Gaf 18)
İnfitâr’da
da şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır. Şerefli
yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler."
(İnfitâr
10,12)
İşte bütün
bunlar Allah’ın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kah-hâr oluşunu, sizi kendi
halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza
karıştığını ve sizin her anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek
saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her
nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak
noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vasıtasıyla
sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah. Yâni böyle kimilerinin iddia ettikleri
gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne
haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her
şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine
mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile Onun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tabidir.
Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir. Ve O
Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular
göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri
tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza
etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Hadisin
ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler sizin üzerinizdeki
korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız diyor Allah’ın
Resûlü.
Âyetin bu
bölümünde de Rabbimiz, bize değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını
anlatıyor. İnsanlar ve toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe, kendi içlerinde
olanı değiştirip kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah
onları değiştirecek değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini, bizi
iyiye, doğruya, Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek,
kendimiz iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi ıslah
etmek zorundayız.
Evet
Allah’ın bizim durumlarımızı değiştirmesini
mi istiyoruz? İnsanların durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın,
hanımlarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın, toplumumuzun mevcut hayatlarını
beğenmedik de Allah’ın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun
hayatlarını bir kademe ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek,
Müslümanlaştırmak mı istiyoruz? Kur’-an ve sünnete uygun bir bireysel ve
toplumsal yapıya kavuşmak mı istiyoruz? Önce kendimizin ve toplumun hayatını
değiştirmeye, Allah’ın istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı
güzelleştirme yoluna girmeye mecburuz. Biz böyle bir adım atarsak, biz
kendimizi değiştirmeye karar verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse
kendisini değiştirmeyi istemedikçe Allah onu değiştirmiyor. Bir toplum
kendisini değiştirme yoluna girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu
Allah’ın değişmez bir yasasıdır. Yattığımız yerden Allah’ın bizi değiştirmesini
beklememeliyiz. Bu sünnetullaha terstir.
Mala bakışı
bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allah’ın istediği bi-çimde
ayarlayamayan, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın
istediği biçimde dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın
istediği biçimde eğitemeyen, evinde Allah’ın, Pey-gamberin,
kitabın, sünnetin isminin dahi geçmediği, Allah’ın kitabından ve Resûlünün
sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir aileyi, bir toplumu Allah
asla değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından
rahatsız olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Resûlünün istediği bir hayat
programına geçmeye karar ve-rip bu yola girmedikçe
Allah onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız,
Allah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allah’ın kitabıyla Resûlünün sünnetiyle
tanışacak, tüm hayatımızı on-larla yargılayarak Allah’ın istediği bir hayata gireceğiz
ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız değişmelidir.
İşte İslâmî
değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bakın
insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar değil mi? Yeterli
bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun
için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını
değiştiriyor adam, evini değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını
değiştiriyor, değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir
toplumun fenalığını dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince
artık onun önüne geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin önüne
hiç kimse geçemez. Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez.
Dünyada insan-lara sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan gereği
size dokunmuyorum der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi
mi artık onun önüne kimse geçemez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de bulunmaz.
12. “Korku
ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana
getiren O'dur.”
Rabbimiz bu
ve bundan sonraki âyetlerinde kâinattaki egemenliği altındaki âyetlerinden
bazılarını bize tanıtarak rubûbiyetini, gücünü, kudretini ortaya koyacak.
Kâinatta işleyen sünnetullaha dikkat çekecek. Evet korku ve ümitle, havf ve
tamahla Rabbimiz biz kul-larına şimşeği gösterir. Şimşek kimileri için bir
korku sebebi, kimileri içi de bir ümit, bir rahmet vesilesidir. Kimileri için
bir rahmet muştusu, bir yağmur habercisi, bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına
bir alâmet, ama kimileri için de isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk
eden bir azap kamçısı, bir felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar
şimşeği gördükleri zaman hem korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü
koparken kimileri sevinir. Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle,
yıldırımlar ve şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
Yağmur
yüklü bulutları yaratan, oluşturan, meydana getiren, inşa eden de Allah’tır.
Bulutların yasasını koyan, onları hareket ettiren de Allah’tır. Yağmur yüklü
bulutları inşa edip onlardan hayatbahş olan yağmurları indiren de Rabbimizdir.
Bulut da böyledir.
Bulut Allah’ın emriyle bazen insanlara rah-met
getirir, bazen de dolu getirir, azap getirir. Rüzgar, da bulut da, şimşek de
Allah’ın askeridir. Rüzgar Allah’ın ordusudur, bulut Allah’ın ordusudur, sular
Allah’ın ordusudur, ateş Allah’ın ordusudur, bulutlar, kuşlar, dağlar taşlar ve
tüm varlıklar Allah’ın ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan
Allah’tır. Rüzgara, suya, buluta, şimşeğe, ateşe insanlar için hayat kaynağı
olun! Kullarım için rahmet kaynağı olun! buyurduğu andan itibaren tüm bu
varlıklar Rab’lerinin emriyle insanlar için hayat kaynağı olurlar. Ama bu varlıklarının
yasalarını değiştirip onlar için azap olun dediği anda tüm bu varlıklar
insanlar için birer azap kaynağı oluverirler. İnsanlara rahmet getiren bulutlar
ve rüzgarlar Rab’lerinin emriyle birden bire tufana dönüşür ve toplumları helâk
ediverir.
13. “O'nu,
gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından tesbih eder. Onlar pek
kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla
dilediğini çarpar.”
Evet Ra’d O’nu hamd eder. Gök
gürlemesi, gök gürültüsü de Allah’ı hamd eder. Gök gürlemesi hamd ile Allah’ın
yüceliğini, azametini, rubûbiyetini gündeme getirerek Rab’lerine boyun
bükerler. Ra’d şimşekten sonra gökyüzünde meydana gelen ve Rabbimizin azamet ve
kibriyasını ilân eden gökleri ve yeri şiddetle sarsan gürültüdür. İşte bu
göklerin tesbihi, göklerin hamdidir ki tüm kâinata ilân edilir.
Melekler de korkudan dolayı,
Rab’lerinden haşyetlerinden ötürü Onu tesbih ederler. Evet melekler Rab’lerini
tesbih ediyorlar. Yâni melekler Allah’ın Müslümanlardan istediği bir görevi
yerine getiriyorlar. Sübhanallah diyorlar. Ya Rabbi Seni tesbih ederiz
diyorlar. Ya Rabbi Sen Seni nasıl tanıttıysan Seni öylece kabul ediyoruz, Sen
Seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh
olarak anlatmışsan Sana öylece iman ediyoruz diyorlar.
Ya Rabbi Seni Senin sıfatlarınla tanıyor, Sana
lâyık olmayan, Sana yakışmayan noksan sıfatlardan Seni tenzih ederiz diyorlar.
Seni sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz diyorlar. Sana ait
olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, Senin sıfatlarını parçalamayız
diyorlar. Senin sıfatlarından bazılarını Senden başkalarına dağıtarak sana şirk
koşmayız diyorlar. Ya Rabbi üstünlük Sendedir, güç kuvvet Sendedir, egemenlik
Sendedir, ceberut azamet Sendedir, kulluk, itaat, ibadet Sanadır diyorlar. Biz
asla Senden başkalarını dinlemeyiz. Asla Senden başkalarına ibadet ve itaat
etmeyiz diyorlar.
Evet
şimşek, bulut, gök gürlemesi, melekler gece, gündüz, ay güneş ve tüm varlıklar
Allah’ın âyetleri, Allah’ın kullarıdır, Allah’ın yaratıklarıdır. Bunlar
Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler,
âyetler ve nişanelerdir. Hepsi de Rablerini tesbih etmekte, Rab’lerine hamd
etmekte ve Rab’lerine kulluk etmektedirler.
Öyleyse ey insanlar sizler bu yaratılmışlara
değil de onların tümünün yaratıcısına kulluk etmeli değil misiniz? Bu
varlıklara değil de onları yaratan Allah’a secde etmeli, O’na itaat etmeli,
sadece O’nu dinlemeli, sadece O’nun yasalarına boyun bükmeli değil misiniz?
Zira görüyorsunuz ki bunların hepsi Allah’ın kullarıdırlar. Ay da, güneş de,
arz da, sema da bulutlar da, şimşek de, gök gürlemesi de, melekler de diğer tüm
varlıklar da Allah’a boyun bükmüş, Rab’lerinin emirlerine teslim olmuş
varlıklardır. Bu varlıkların tamamının şu anda Allah’ın kendilerine çizdiği
hayat programının dışına çıkmadan, Allah’ın kendileri için takdir buyurduğu
yörünge istikâmetinde hareket etmeleri, bu yörünge istikâmetinde görevlerini ve
fonksiyonlarını icra etmeleri hepsinin de Rab’lerinin koyduğu sisteme boyun büktüklerini
hepsinin de Rab’lerine kul olduklarını göstermektedir.
Öyleyse
sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar bile Rab’lerine boyun
bükmüşken siz kime boyun büküyorsunuz? Sizden milyarlarca kere daha büyük olan
bu varlıklar Rab’lerinin emirlerine teslim olmuşlarken siz kimin emirlerine,
siz kimin kanunlarına teslim oluyorsunuz? Tüm bu varlıklar hayat programlarını
Allah’tan alırlarken, Rab’lerinin kendileri için çizdiği yörünge istikâmetinde
hareket ederlerken, sizler hayat programlarınızı kimlerden almaya
çalışıyorsunuz? Kimin hayat programına teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk
etmeye, kime secde etmeye, kimi hamd etmeye, kimi tesbih etmeye, kimin
programlarını gündemlerinize almaya çalışıyorsunuz? Tüm bu varlıklar Allah’a
kulluk ederek, Allah’a secde ederek onun emirlerine boyun bükerlerken, sizler
bu varlıkların kulluk yaptıkları Allah’ı bırakıp da bu varlıkların kendilerine
mi secde etmeye çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk
etmeye kalkışıyorsunuz?
Bu varlıkların hepsi de Allah’ı
en büyük olarak tanırlarken, Allah karşısında hiçliklerini itiraf edip dururlarken,
hepsi de Allah’a kul olduklarını itiraf edip dururlarken, şimdi sizler bunların
kulluk yap-tıkları Allah’ı bırakıp da bu kendileri kul olan varlıklara mı
kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk
yapmaya çalışıyorsunuz? Allah’ı bırakıp da Allah’ın kullarına kulluk yapmaya
çalışan, Allah’ı bırakıp da kendilerini bile yaratmaktan âciz olan Allah
kullarının kanunlarına itaat eden, onların programlarını uygulamaya çalışan,
onların arzu ve istekleri önünde secde etmeye çalışan müşriklerin ne kadar
mantıksız olduklarını, ne kadar akılsız olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Bunlar
hem Allah’a secde ettiklerini, hem Allah’a kulluk ettiklerini iddia ediyorlar
hem de güneşe, aya, yıldızlara, putlara, meleklere, liderlere, insanlara, kurumlara
kulluk ettiklerini söylüyorlardı.
Evet geçmiş
toplumlarda kimileri gök gürültüsünden, şimşekten, yıldırımlardan ve benzeri
gök cisimlerinden korkup ürktükleri için, onları kendi üzerlerinde etkin büyük
varlıklar gördükleri için onların gazaplarından emin olabilmek için onlara
tapınmışlar, onları tanrı makamına oturtmuşlardır. Meselâ melekleri Allah’ın
kızları bilmişler, cinlerle Allah arasında nesep bağı kurmuşlar ve onlara tapınmaya
kalkışmışlardır.
Halbuki işte Rabbimiz anlatıyor,
bunlar başka değil sadece Allah’ın kullarıdırlar. Hem de herkesten çok
Rab’lerine teslim olmuş, boyun bükmüş Allah’ın has kullarıdırlar. Kendileri
Allah’a kulluk ederlerken bu varlıkları putlaştırmak ne büyük aptallıktır değil
mi? Gök gürlediği zaman kâfirlerin, müşriklerin yaptıkları gibi Allah’ın kulu
olan ve mahza Allah’ı hamd ile tesbih eden, Allah’a kulluğunu ilân eden bu gök
gürlemesini büyüterek, ona onda olmayan Rabb’inin sıfatlarını, Rabb’inin
azametini yükleyerek ihtirama yönelmek ne büyük aptallıktır? Bunlar Allah’ın
kullarıdır. Allah’ın kullarını Allah yerine koymamalıyız. Bakın âyetin sonunda
Rabbimiz böyle yapanlar için şöyle buyuruyor:
Onlar pek kuvvetli olan Allah
hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpıp
işini bitiriverir. Evet böyle kulları Allah yerine koyanların üzerlerine
Rabbimiz yıldırımlarını gönderiverir de, ordularını gönderiverir de
defterlerini dürüverir.
Allah bu
kadar büyük olduğu halde, göklere, yerlere, gök gürültüsüne, bulutlara,
yıldırımlara, şimşeklere, meleklere ve her şeye egemen olduğu halde, hepsi
O’nun kulu ve kölesi olduğu halde, her şeyin ve herkesin boynundaki kulluk
ipinin ucu elinde olduğu halde bu insanlar hâlâ Allah konusunda mücâdele
ediyorlar ha? Hâlâ bu insanlar Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla,
Allah’ın diniyle, Allah’ın ha-yat programıyla savaşa kalkışıyorlar öyle mi? Neye
güveniyorlar bu insanlar? Hangi güçleriyle Rab’lerine kafa tutmaya
çalışıyorlar? Allah’ın kulları olan gök gürültüsünden korkan, şimşekten ödleri
patlayan, Allah’ın meleklerinden ürken ve Allah’ın bu âciz varlıklarını büyütüp
onlardan gelebilecek tehlikelerden korunmak için onlara kulluk yapmaya çalışan
bu zavallılar korktukları bu varlıkların tümünün sahibi olan, onların tamamına
egemen olan, tüm bu orduların ipleri elinde olan Allah’tan hiç korkmuyorlar mı?
Önceki toplumların başına
gelenlerden ibret almıyorlar mı bu adamlar? Tarihi hiç okumuyorlar mı? Öncekilerden
ne ayrıcalıkları var bunların? Daha önce Allah’la, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşanların, Allah yerine Allah kullarını tanrılaştıranların
tamamı helâk oldu da bunlar mı kurtulacaklar? Bunların torpilleri nereden
geliyor? Kime güveniyor bu adamlar da bu bozuk tavırlarını sürdürebiliyorlar?
Ama elbette Allah’ı tanımayan, Allah’tan habersiz bir hayat yaşayan insanlar
her şeyden korkacaktır. Allah’tan korkmayan her şeyden korkacaktır. Allah’ın
yakalaması çok şedittir. Rabbimiz kullarına karşı çok merhametlidir, çok Ğafûr
ve Rahîmdir, ama kulları akıllarını başlarına almazlarsa o zaman da
cezalandırması çok fecidir Allah korusun.
14. “Gerçek
dua ve ibadet ancak Onadır. O'ndan başka çağırdıkları putlar kendilerine hiç
bir cevap vere-mezler. Durumları suyun ağzına gelmesi
için avuçlarını ona açmış bekleyen adamın durumu gibidir. Hiçbir zaman suya
kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle, boşunadır.”
Gerçek çağrı, gerçek dua, gerçek
ibadet, gerçek kulluk Allah’adır, Allah’a yapılır, Allah’ın hakkıdır. Çünkü
kulluğa, itaate, ibadete lâyık sadece Odur. Çünkü çağrıya, duaya icabet edecek
olan sadece Odur. Onun berisinde çağrılanlar, kendilerine dua edilenler asla
duymazlar, asla çağrılarına icabet edemezler. Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde
başkalarını çağıranlar, başkalarına dua edenler, Allah’tan başkalarını
çağrıştıranlar, hayat problemini Allah’tan başkalarına arz edip onların çözüm
önerilerine başvuranlar, Allah berisinde bir kısım yapay tanrıların ve
tanrıçaların kapısında çözüm dilenenlerin durumu aynen şuna benzer: Ağızlarına
suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir.
Onlar bu durumda hiçbir zaman suya ulaşamazlar. İşte kâfirlerin duaları,
yalvarıp yakarmaları aynen böyle boşunadır, beyhudedir.
Kur’an-ı
Kerîmin pek çok yerinde bu konu anlatılır. Yeryüzün-de hiçbir şey yaratmaya güç
yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan, yoku var
etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kadir olmayan bir
kısım âciz varlıklara dua eden, onları imdada çağıran, onlara kulluk eden kimselerden
daha akılsız ve daha zalim bir kimse düşünülemez. Allah’ı bırakıp da böyle
dualarını bile duyamayacak, kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin
imdadına yetişemeyecek varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık
kim olabilir? Çünkü bu varlıklar onların dualarından, çığırtkanlıklarından
gafildirler. Onlar ne hakkıyla işitebilirler ne de icabet edebilirler. Çünkü
her şeyi hakkıyla işiten ve bilen sadece Allah’tır.
Peki ne demektir hakkıyla işitmek?
Ne demektir çağıranın çağrısına icabet etmek? Hakkıyla işitmek demek, işittiğine
icabet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek işittiğinin derdine derman olabilmek
onun imdadına yetişmek, onun problemini çözümlemek demektir. Allah,
işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine
derman olmak üzere işitir. Allah’tan başka hiç kimse işittiklerinin imdadına
yetişemez.
Bu
kâfirlerin Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde kıyâmete kadar kapılarını
dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları, onlara yol
göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları, onların dertlerine derman olmaları,
problemlerini çözümlemeleri mümkün değildir. Kıyâmete kadar onları Hakka
ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zalimler onların önünde
eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab bilip onlardan
hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel yasalar yapıp
bizi sahil-i selâmete çıkarın! Bizim ekonomik problemlerimizi çözüverin! Bizim
eğitim sorunlarımızı hallediverin! diyerek istedikleri kadar onlara yalvarıp
yakarsınlar. Kıyâmete kadar bir fayda sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü
isteyenler de zayıf isteneler de âcizdir. İsteyenler de kul, istenenler de kul.
Bu durumda onların Hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar
bu âciz insanlardan han-gisinin insanlığa sunduğu sistem,
hangisinin insanlığa sunduğu re-çete insanları huzur ve sükuna kavuşturabilmiştir?
Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir
fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın azabından
kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde dünyamız
kan gölüne döndürülmüştür.
Tarih
boyunca, dün ve bugün kâfirlerin, müşriklerin Allah’ı bı-rakıp da kendilerine dua ettikleri varlıklar üç kısımdır.
Birincisi ruhsuz, şuursuz, cansız, putlardır. Taştan,
tunçtan yapılmış cansız camitlere dua edip yalvarırlar.
İkincisi daha önceki dönemlerde
yaşamış Allah’ın kutlu elçileri ve Allah’ın sâlih kullarıdır.
Üçüncüsü de yine geçmişte
yaşamış, sapmış, sapıtmış ve sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve
kendileri saptıkları gibi Allah kullarını da saptırmak için çırpınmış,
binlercesini Allah’a kulluktan çıkarmış, tâğutlar, sapıklar ve saptırıcılar
olarak dünyadan göçüp gitmiş olan insanlardır.
Birinci sırada yer alan putların,
cansız varlıkların ne kendi varlıklarından ne kendilerine dua edip
yalvaranların dualarından haberleri yoktur. Bunlar zaten duymayan, duygulanmayan
cansız varlıklardır.
İkincilere yâni Allah’ın kutlu
peygamberlerine gelince ve de daha önce yaşamış vefat etmiş Allah’ın sevgili,
sâlih kullarına gelince, aslında bunlar yaşadıkları dönemde Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk etmiş ve insanları sadece kendi yollarına, kendi kulluklarına,
Allah’a kulluğa çağırmış kimselerdir. Tüm hayatlarında bunun mücâdelesini vermiş
insanlardır. Allah’ın bu sâlih kulları da vefatlarından sonra kendilerine
yapılan duaları duymazlar, duyamazlar. Duymazlar çünkü vefat etmiştir onlar.
Duymazlar çünkü duyurmaz Allah onlara bunu. Bu zalimlerin, bu akılsızların bu
densizlerin densizliklerini duyurarak Allah üzüntüye sevk etmez bu sâlih
kullarını. Bu zalimler tarafından kendilerinin putlaştırıldıklarını ve
hayatları boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine kendilerine ibadet
edildiğini duyurarak bu kutlu kullarını üzmez Rabbimiz.
Çünkü bunlar hayatları boyunca
sadece Allah’a kulluk yap-mışlar, hayatları boyunca
sadece Allah’a dua etmişler, isteyeceklerini sadece Allah’tan istemişler,
hayatları boyunca tevhide inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki
insanları sadece buna çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve uğrunda
şehit düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zalimler ve cahiller tarafından
ne hale getirildiğini göstererek onları asla üzmez Rabbimiz.
Üçüncü
gruptakilere gelince yâni geçmişte kendileri sapmış ve insanları saptırmış
insanlara gelince bunlar zaten yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu
kimseler olarak Allah katında beklemektedir. Ve geberip gittikleri andan
itibaren dünyadan hiç bir haber ulaş-maz onlara. Hem
dünyadaki haberleri ulaştırarak sâlih kullarını üzmediği gibi bu zalimlerin de
orada sevinmelerini sağlamaz Allah. Yâni bazen bu alçakların yaşadıkları
dönemde savundukları sapıklıklar kendilerinden sonra gelen insanlar arasında
yaygınlaşmış ve zâhiren zafere ulaşmış olabilir. Allah kendilerinin
saptırdıkları haleflerinin yay-gınlaştırdıkları bu
sapıklıkları onlara haber vererek onların dâvâlarının galibiyetini göstererek
onları asla sevindirmez.
Evet
kâfirlerin duaları boşunadır. Sağanak bir yağmurda ellerini tamamıyla açmış bir
kimsenin suya ulaşmasına benzer bu adamların durumu. Sicim gibi yağmur yağmaktadır
ama adam iki avucunu da tamamen açtığı için suya ulaşma imkânı bulamamaktadır.
Kâfirlerin müşriklerin durumları da aynen buna benzemektedir. Çünkü onlar Allah’a
dua edip yalvarmamaktadırlar. Problemlerini Allah’a arz etmemektedirler.
Problemlerini Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine havale etmemektedirler.
Tüm hayat programlarında Allah’ın çözüm önerilerine müracaat etmiyorlar.
Dilekçeyi yetkiliye vermiyorlar.
15. “Yerde
ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez Allah'a
secde ederler.”
Göklerde ve yerde canlı-cansız ne
varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun büküp itaat ederler. Tüm varlıklar tav’an ve kerhen, isteyerek ve zoraki
Rab’lerinin önünde eğilmektedirler. Rab’lerinin yasaları, Rab’lerinin
buyrukları önünde diz çökmektedirler. Herkes ve her şey Allah yasalarına teslim
olmaktadırlar.
Rabbimiz
tüm varlıkları yaratmış ve onların varlık sebeplerini, varlık fonksiyonlarını,
misyonlarını, rollerini, ne yapacaklarını, nasıl bir hayat yaşayacaklarını,
problemlerinin neler olacağını, nasıl mutlu olacaklarını, ne yaptıkları zaman
huzurlarının kaçacağını belirlemiş ve onlar da Rab’lerinin kendileri için
belirlediği hayat tarzını, kendilerine yüklediği rollerini zerre kadar
aksatmadan yerine getirerek Rab’lerine secde etmekte, Rab’lerini dinlemekte ve
Rab’lerinin önünde eğilmektedirler tavan ev kerhen. Yâni ister isteyerek,
isterse istemeyerek her hal ü kârda Rab’lerine itaat etmektedirler.
Demek ki;
gökler, yer, göktekiler ve yerdekiler, melekler ve di-ğer
tüm varlıklar Allah’ın kuludurlar ve Allah’ın bu yüce kulları ne kadar da yüce
olurlarsa olsunlar, ne kadar da günâhsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki
konumları kulluktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı mahluklar ne
kadar da cesim olurlarla olsunlar, ne kadar da yüce varlıklar olurlarsa
olsunlar yine de kuldurlar. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de
yaratıcısına muhtaçtır. Abd her yerde her zaman ve mekânda yine abddır, Mâbud da Mâbud dur. Yaratılmış olan herkesin ve her
şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur.
Çünkü
göktekiler ve yerdekiler konusunda söz sahibi O’dur. Gökler ve yer onun koyduğu
İlâhî yasalara uymaktadır. Her ikisinde olanlar da Allah’ın emrine boyun bükmektedirler.
Öyleyse nasıl ki canlı ve cansız tüm varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler,
sadece Onu dinliyorlarsa o zaman elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı
olmayan, onlar gibi kul olan insan da sadece Allah’a secde etmeli, sadece Allah’ı
dinlemeli, sadece Allah’ın kanunlarına boyun bükmeli, sadece Allah’ın
yasalarına itaat etmelidir.
Fıtraten zaten insan Allah’ın
yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun bükmektedir.
Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta,
yorulmakta, hasta olmakta, erkek ve kadın olmaktadır. Mü’min kâfir hiç kimse bu
Allah yasalarının dışına çıkamamaktadır. Mü’minler de doğmakta, ölmektedir,
kâfirler de.
Yâni insan fıtraten Allah’ın
koyduğu yaratılış yasalarının dışı-na çıkamamaktadır.
Ama fıtrî hayatında kerhen Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da
günlük hayatında Allah’a itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allah’ın yasalarına
boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken
bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının
birinde Rabb’inin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa,
yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı
çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir.
Çatışan bu iki hayat arasında insan mahvolup gidecektir.
Bu
âyetleriyle Rabbimiz; Allah’ı bırakıp, yaratıcıyı diskalifiye edip, kendilerini
putlaştırarak, onlara güç kuvvet izafe ederek secde ettikleri yaratılmışların
tamamının kendisine secde ettiğini haber vererek tüm kâfir ve müşriklere şu
mesajı veriyor: Ey kâfirler! Ey müşrikler! Şu sizlerin tanrılaştırıp huzurunda
secde ettiğiniz tüm varlıklar bana secde ederken, benim yasalarıma boyun büküp,
sadece beni dinlerlerken size ne oluyor ki benim yaratıklarıma secde etmeye
kalkışıyorsunuz? Nasıl oluyor da benim yaratıklarımı bana denk tutmaya çalışıyorsunuz?
Ne hakkınız var bana yetki sınırlaması getirmeye? Ne hakkınız var benim yetkilerimi
benim kullarıma vermeye? Size ne oluyor ki benim buyruklarım önünde
eğilmiyorsunuz? Niye hayat programınızı benden değil de benim kullarımdan
almaya çalışıyorsunuz? Niye benim yarattığım varlıklarımı bana denk tutmaya
çalışıyorsunuz? Neden benim sıfatlarımı ve yetkilerimi hakkınız olmadığı halde
o benim kullarıma vermeye kalkışıyorsunuz? Nereden, kimden aldınız bu yetkiyi?
Bundan sonra Rabbimiz; sor
bakalım onlara peygamberim bu-yurarak bir sorgulama
yapacak, inşallah kitabımızla birlikteliğimizi sür-dürmek ve sûrenin bundan
sonraki âyetlerini tanımak için 9. ciltte bu-luşmak
üzere Allah’a emanet olun. Vel hamdü lillâhi Rabil âlemîn.
16. “De ki:
“Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah'tır” de. “O'nu bırakıp, kendilerine
bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz? “ de. “Kör ile gören bir olur
mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir?” de. Yoksa Allah'a Allah gibi yaratması
olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: “Her
şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek İlahtır.”
Sor bakalım bu kâfirlere, bu
müşriklere. Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Göklerin ve yerin egemenliği kime
aittir. Göklerde ve yerde söz sahibi kimdir? Göklerin ve yerin, göklerdekilerin
ve yer-dekilerin boyun büküp itaat ettiği varlık
kimdir? Göktekiler ve yerdekiler kimin yasalarına teslimdir? Sor onlara, ama
onların bu konudaki cevaplarını beklemeden cevabı kendin ver peygamberim.
Rabbimiz cevabı peygamberin vermesini istiyor. Peygamberin sen bu cahillerin
cevabını beklemeden de ki Allah’tır. Onlar nasıl düşünürlerse düşünsünler, ne
derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar,
sen hiç çekinmeden, hiç korkmadan de ki Allah.
Tabi bu
soruyu önce kendimize soracağız, sonra da karşımızdakilere soracağız. Soracağız
ama beklemeyeceğiz karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki yanılabilir,
yanlış anlayabilir. Onun cevabını beklemeden biz kendimiz diyeceğiz ki Allah.
Göklerin ve yerin tek Rabbi, tek yasa belirleyicisi vardır, O da Allah’tır.
Çünkü her şey Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Eh
madem bütün kâinat Allah’ınsa o zaman siz kiminsiniz? Bütün kâinat O’nun
mülküyse siz kimin mülküsünüz?
Ya da tüm kâinat O’nun emrine boyun
bükmüşken, tüm varlıklar O’na teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz?
Bütün varlıklar Allah’a kulluk ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Tüm
varlıkların yasalarını, hayat programlarını belirleyen Allahken sizin
yasalarınızı kim belirliyor? Yegâne Rab olarak, Hakîm olarak, kanun koyucu olarak
Allah’ı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini kabul edip de
yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz?
Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar
göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı ama onu yeryüzüne karıştırmamaya
çalışıyorlardı. Onlar yerde Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar
yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını
bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırmayıp,
bazı bölümlerinde Onu Hakîm kabul ediyorlardı. Onun için bunlara müşrik
denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet
haklarını Allah’tan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lazım?
Hal
böyleyken, göklerde ve yerde Rab ve İlâh sadece Allah iken O'nu bırakıp da,
kendilerine bir hiçbir fayda ve zararı olmayan velîler, dostlar mı edindiniz?
Allah’tan başka kendilerine bile fayda ve zarar sağlama gücüne sahip olmayan
velîler mi buldunuz kendinize? Velâyetinizi, hayatınızı düzenleme yetkisini
Allah’tan başka âcizlere mi verdiniz? Üstelik bu tanrı bildikleriniz bırakın
size bir fayda ve zarar sağlasınlar, kendilerine bile yardımda bulunamazlar.
Allah diyor ki, ey insanlar bana
şirk koşmaya, ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın size bir
kısım yardımda bulunmayı onlar kendilerine bile yardım edemezler. Allah’tan,
Rab’lerinden kendilerine gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü
yetmeyen bu varlıklar nerde kaldı size yardım edecekler? Kendilerine gelen
açlık gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile
defedemeyen bu âciz varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler?
Bu adamlar nasıl sizin arzularınıza, isteklerinize cevap verebilecekler? Sizi
hem dünyada hem de Ukba’da nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler
bunlar sizin için? Ölümü engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman
iki saatliğine olsun onu geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz
geçirebilecekler mi? Gökten sizin için iki damla yağmur indirebilecekler,
yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi? Kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı arkalarından giden enayilere bir şey
sağlayabilsinler?
Yâni sizler
bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların, timsallerin
sizin yardımınıza koşabileceklerini, sizin işlerinize, problemlerinize el
atabileceklerini, sizin problemlerinizi çözüme kavuşturup, sizi sahil-i
selâmete çıkarabileceklerini mi umuyorsunuz? Yâni bunların sarılıp tutacak, işe
el atacak elleri mi var zannediyorsunuz? Veya onların gördükleri, görecekleri
gözleri, basiretleri mi var zannediyorsunuz? Yâni onların ileriyi
görebildikleri basiretleri, basarları mı var zannediyorsunuz? Yâni onların
ileriyi sezinleyebilecekleri, yarına ait sizin problemlerinizi, yarınlara ait
sizi bekleyen bir kısım felâketleri sezinledikleri, veya sizin için ilerideki
bir kısım menfaatleri görüp, sezinleyip celp edebilecekleri basiretleri mi var
onların?
Hayır hayır
bu da yoktur onlarda. Bu özellikten de mahrumdur onlar. Bunlar kendi önlerini
bile görmeyen varlıklar olarak sizin için neyi görebilecekler de? Bu putların,
bu heykellerin, bu tâğutların ne elleriyle bir iş
becermeleri, ne bir fayda sağlamaları, ne de bir zararı defetmeleri mümkün
değildir. Bu tanrıların insanların problemlerini halletmeleri şöyle dursun işte
görüyoruz onların elleriyle ortaya koy-dukları
yığınlarla problemler var. Hani ne duruyorlar? El atıp toplumun, kullarının
problemlerini çözseler ya? Hiç bir problemi çöze-miyorlar. Hiç bir sıkıntıyı halledemiyorlar. İşte şu anda
kendilerine bel bağlamış bir sürü insanın hayatında yığınlarla çözüm bekleyen
problemleri var ama o maskotları yapılmış, heykelleri dikilmiş tanrılar bunların
hiç birisini çözemiyorlar. Öyleyse de ki onlara peygamberim:
Kör ile
gören bir olur mu? Alîm sıfatına, Basîr sıfatına
sahip olan, her şeyi bilen ve gören Allah’la bu sıfatların tümünden mahrum
olanlar bir olur mu? Karanlıkla aydınlık bir olur mu? Aydınlık vahiydir, nûr Kur’andır. Hakkın dışındaki, hak bilgisinin dışındaki,
vahiy bilgi-sinin dışındaki her şey karanlıktır. Vahyi tanımayan, vahiyden habersiz
olan tüm gözler, tüm yüzler karanlıktır. Allah’a dayalı, vahye dayalı yaşanan
hayatlar nûrdur, aydınlıktır.
Öyleyse ey kâfirler, ey müşrikler
sizler Rabb’inizin varlığını ve Ondan başka Rab ve
İlâh olmadığını ispat eden göklerde ve yerde bu kadar âyete karşı kör ve sağır
davranıyorsunuz diye onları gören peygamber ve onun yolunun yolcuları ne diye
kör gibi davransınlar? Siz böylesiniz diye müminler ne diye sizin gibi düşe
kalka yol alsınlar? Ne diye sizin gibi adım başına bir direğe toslayıp
hayatlarını mahvetsinler mü’minler? Allah’ın
kitabına, Allah’ın nûruna sahip olan mü’min-ler ne diye onu söndürüp karanlıkta el yordamıyla yol
bulmaya kalkışsınlar? Sizler mü’minlerin yoluna girip
cennete gitmeniz gerekirken ne diye müminleri kendi cehenneminize çekmeye
çalışıyorsunuz?
Evet Allah
gören ve bilendir. Allah bilgisi tam olandır. Allah hükmederken bu bilgilerle
hükmeder, hâkimiyetini tam olan bilgisiyle gündeme getirir. Yâni Allah sizin mabutlarınız
gibi kör ve sağır değildir. Allah her şeyi bildiği için kullarından birini
yargılarken ona onun hallerinden bazı ayrıntıların gizli kalması söz konusu
değildir. Gizlide, tenhada işlediği amellerin ona gizli kalması gibi, ya da o amelleri işlerken içinden geçirdiği niyetinin
Allah’a gizli kalması gibi bir şey söz konusu değildir. Çünkü Allah her şeyi
bilendir. Ama sizin şu anda mâ-bud
kabul ettikleriniz, İlâhlar kabul ettikleriniz, velî bilip eteğine yapış-tıklarınız,
kapılarında yasa dilendikleriniz bu gizlilikleri asla bilemezler.
Meselâ bir insanı yargılarlarken
işlediği bir amelin sadece dış görünüşüne bakarak yargılarlar. Kişinin o anda
kalbinden geçen niyetini kesinlikle bilemezler. İşte görüyoruz Allah’tan başka
hükmedenlerin hükümleri ortada. Allah’tan başka kanun koyanların kanunları ortada.
Bilgileri tam olmadığından suçsuzu suçlu, suçluyu suçsuz yapabiliyorlar.
Kanunları bir kaç yıl bile dayanmıyor. Hal böyleyken:
Yoksa Allah'a Allah gibi
yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De
ki: Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek İlâhtır. Yoksa
Allah gibi yaratıcılar buldular da bunları Allah’la mı karıştırıyorlar? Ne yaratmışlar
bu İlâh bildikleri? Yoksa bu Allah berisinde İlâh bildikleri varlıklar da tıpkı
Allah gibi bir şeyler yaratmışlar da, bunlar da yaratıcı olan Allah’ın sıfatlarına
sahipler de onun için Allah’la mı karıştırıyorlar bunları? Ne özellikleri var
bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların? Ne
benzerlikleri var Allah’la bu âciz varlıkların? Bir sinek bile yaratabilmişler
mi? Bırakın bir sinek yaratmayı, bir sineğin üzerlerine konup kendilerinden
kopardıkları bir parçayı geri alabilecek bir güçleri var mı? Hangi mâzeretlerle
karıştırıyorlar bunları Allah’la?
Halbuki Allah her şeyi yaratan ve
herkese egemen olan tek Kahhâr’dır. Kulları üzerinde
mutlak galip olan, her şeye güç yetiren mutlak otorite sahibi olandır. Bakın
Onun egemenliğine, Onun mutlak güç ve kudretine birkaç delil:
17. “Allah
gökten su indirir, dereler onunla dolar taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır
götürür. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de
buna benzer bir köpük vardır. Allah, hak ve bâtıl için şöyle m
Allah gökten su indirdi, dereler
o sularla dolup taştı. Derelerden seller aktı. Sel suları üzerinde köpük
oluştu. Seller üzerinde oluşan bu köpüğü alıp götürür. Süslenmek veya
faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de aynen buna benzer bir
köpük oluşur. Allah işte böyle hak ve bâtıl için m
Hak ve
bâtıl için iki m
Yâni zaman zaman
geçici olarak bâtılın açığa çıktığını, bâtılın hakkın üzerine çıktığı
görülebilir. Bâtılın Hakka egemenmiş gibi bir konuma geldiği görülebilir. Ey mü’minler sakın ha sakın bu duruma bakıp da aldanmayın.
Böyle bir durum sakın sizi aldatmasın. Sizler Allah’ın istediği kullar
olursanız, sizler Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olursanız Allah, bâtılı
giderir de hakkı hakim kılar.
Hakkı
bâtılın üzerine vurur, çarpar da bâtılın beynini dağıtıp parçalayıverir Allah.
Hakkı bâtılın başına çalar da Rabbimiz onun beynini, sistemini Allak bullak
ediverir. Bâtılın tüm düşünce yapısını tepe takla getiriverir. Ama tabi
Rabbimiz bunu bizim elimizle, bizim çabamızla gerçekleştirecektir. Bunu biz
yapacağız. Bâtılı hakla biz devireceğiz. Allah sünnetullah
gereği bunu bizden istiyor. Biz bize düşeni yapacağız, Allah da sünneti gereği
kendisine düşeni yapacak, bâtılın yıkılışı ve hakkın egemenliği için bizi destekleyecektir. İşte yasa budur. Lâkin bizim elimizin uzanmadığı,
gücümüzün yetmediği yerlerde de yine Rabbimiz bizim imdadımıza yetişecektir.
İşte bu Rab-bimizin bize çağrısıdır.
18.
“Rab’lerinin çağrısına gelenlere en güzel karşılık vardır. O'nun çağrısına
uymayanlar ise, yeryüzünde olan her şey ve daha bir katı onların olsa,
kurtulmak için fidye verirlerdi. İşte hesapları kötü olanlar bunlardır. Varacakları
yer cehennemdir; ne kötü konaktır!”
Rab’lerinin çağrısına uyanlar
için, Rab’lerinin dâvetine icabet edenler için Hüsnâ
vardır. Vahye icabet edenlere Hüsnâ vardır. Allah’ın
çağrısına, Allah’ın dâvetine, Allah’ın vahyine icabet demek vahyi tanımak,
okumak, öğrenmek ve gereğini yerine getirmek demektir. Vahyi tanıyıp ona
sarılmak ve hayatı onunla düzenlemek demektir. Allah’ın dâvetini, Allah’ın
çağrısını anlayıp Onun istediği bir hayatı yaşamak demektir. Öyleyse
unutmayalım ki dâvete icabet dâveti işitmeyi, dâvete kulak vermeyi, indirileni
bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar
olmayı gerektirir.
Şimdi söyleyin bakalım:
Kitaplarını tanımayan, kitaplarından habersiz bir hayat yaşayan müslümanlar nasıl diyecekler bunu? Ya
Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik. Ya
Rabbi biz senin dâvetini duyduk, anladık ve gereğini yerine getirdik. Bizden
istediğin kulluğu kavradık ve o yola girdik. Biz bize düşeni yaptık onun için
sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim elimizde
olmayarak işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz ediver, kaale almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım! Nasıl
diyeceğiz bunu? Bunu demeye hakkımız olacak mı yâni?
Öyleyse
önce bir işiteceğiz kitabı, önce bir kulak vereceğiz Allah’ın dâvetine, önce
bir okuyacağız, tanıyacağız Allah’ın kitabını ve sonra itaat edeceğiz onlara,
samimiyetle onları uygulamaya çalı-şacağız, bunu
yaparken de ufak tefek kusurlarımız olmuşsa o zaman da aman ya
Rabbi sen bilirsin diyeceğiz. İşte böyle yaptığımız zaman Allah diyor ki Hüsnâ vardır. En güzel mükâfat vardır, Allah’ın fazl u keremi ve cennet vardır.
Ama
Allah’ın dâvetine icabet etmeyenler, Allah’ın dâvetine kulak vermeyenler,
kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar, sanki Allah’tan kendilerine hiçbir
dâvet, hiçbir mesaj gelmemiş gibi davrananlar, sanki Allah’tan bir kitap, bir
hayat programı gelmemiş gibi kitaptan yüz çevirenlere, sırt çevirenlere, kitaba
karşı ilgisiz kalanlara gelince, onların yeryüzünde olan her şey onların olsa,
tüm yeryüzü altınıyla-gümüşüyle, Markıyla-Dolarıyla, malıyla-mülküyle
kendilerinin olsa ve hattâ bunun bir katı daha onların olsa, cehennemden kurtulmak
için mutlaka hepsini fidye olarak verirlerdi.
Kur’an’ın başka yerlerinde de kâfir ve zalimlerin
kendilerini ateşten kurtarabilmek için her şeylerini fidye olarak verecekleri,
ama onların bu fidyelerinin kendilerinden asla kabul edilmeyeceği anlatılır.
Meselâ bakın Âl-i İmrân sûresinde bu husus anlatılırken şöyle buyurulur:
“Doğrusu
inkâr edip, inkârcı olarak ölenlerin hiç birinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını
fidye vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap
onlaradır, onların hiç yardımcıları da yoktur.”
(Âl-i İmrân 91)
Yine Zümer’de de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Yeryüzünde
onların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olsa, kıyâmet günündeki kötü azab için fidye verseler kabul edilemez. Allah katından
olanlara, hiç hesaplamadıkları şeyler beliriverir.”
(Zümer 47 )
Evet
insanlardan kâfir ve zalimler, Allah’ın dâvetine icabet et-meyenler,
kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar tüm mallarını ve mülklerini, tüm
ekonomik güçlerini fedâya hazır olacaklar. Ya da tüm
sosyal çevrelerini, eşlerini, dostlarını, karılarını, kızlarını, kardeşlerini
fidye olarak verecekler ve diyecekler ki aman ya
Rabbi! dünya dolusu altınım da olsa fedâ olsun! Fidye olarak sana vereyim de bu
ce-hennemden beni kurtar!
diyecekler de kendilerine hayır! denilecek. Dünya ve bir misli daha
kendilerinin olsa onu da verecekler ama bu fidyeleri kendilerinden kabul
edilmeyecek. Zaten öbür tarafta mal mülk kimin de? Neye sahip olabilecekler de
insanlar?
İşte
hesapları kötü olanlar bunlardır. Bunlar için çok kötü bir hesap vardır ve
bunların varacakları yer de cehennemdir. O cehennem ne kötü bir konak yeridir.
Alçaklar, dünyadayken rahmete icabet etmediler, Allah’ın kendileri için açtığı
rahmet kapılarından istifade etmeyi reddettiler, kitabı ellerinin tersiyle
ittiler, elbette şimdi âhirette de bu rahmetten
mahrum kalacaklar ve hesapların en kötüsüyle hesaba çekilip cehennemin
berzahını boylayacaklar.
19. “Ey
Muhammed! Sana Rabb’inden indirilenin gerçek olduğunu
bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.”
Evet ey peygamberim, sana Rabb’inden indirilen kitabı hak bilen, kitabın hak olduğuna
inanan ve bu hak kitapla hayatını düzen-lemeye çalışan,
bu Hakka göre bir hayat yaşamaya çalışan, tüm amellerinde, tüm düşüncelerinde,
tüm hareketlerinde bu hakkı istinat noktası kabul eden, hakla düşünen, hakla
bakan, hakla gören, hakla yol bulan bir kimse hiç Hakkı görmeyen, Hakka karşı
kör ve sağır davranan, Haktan habersiz bir hayat yaşadığı için tüm dünyasında
karanlıklar içinde, bir ışık huzmesinden bile mahrum olan kimse gibi olur mu?
Hayatını vahiyle düzenleyen kişi
elbette vahyi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve
hevesleriyle yaşayan kimse gibi olmaz. İlim sahibiyle, basiret sahibiyle cahil
ve kör asla bir olmaz. İlmi olup da bu ilimle amel eden kişiyle, ilmi olup da
bu ilmiyle amele koşmayan kişi de bir olmaz. Rabbi karşısında kendi haddini,
kendi konumunu bilenle bunu bilmeyen cahil asla bir olmaz.
Vahye tabi
olan kişi görendir, vahiyle irtibatı kesik olan da kör-dür. Vahyi tanımayan
vahye tabi olmayan kâfirler de kör değillerdir aslında görmektedirler ama
gerekeni görmemektedirler. Kişi eğer vahiyle, Kur’an
ile beraber değilse, Kur’an’dan, peygamberden ve onun
ashabından örnek alacak kadar onlara yakın değilse, Rasûlullah’ın
ve ashabının tatbikatından haberdar değilse kördür.
Böyle karanlıkta el yordamıyla
düşe kalka yürüyen bir adamla Allah’ın kendisine bir nûr verdiği ve onunla yürüyen
insan bir olur mu? İşte iki insan tipi duruyor karşımızda. Biri nûr sahibi,
basîret sahibi, yâni Kur’an sahibi, hadiseler
karşısında ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilen bir insan, öbürü de zulmette kalmış bir kişi.
Ama tabi
bunu da ancak akıl sahipleri, akıllarını kullanan in-sanlar anlayabilecektir.
Aklı olmayan, ya da aklını kullanamayan kimselerin bu
gerçeği anlamaları asla mümkün olmayacaktır. Akıllı insan, aklını kullanabilen
insan elbette vahyi tanıdıkça hayatı değişecektir. Vahyi tanıyan, Allah’ın
âyetleriyle tanışan insan elbette vahiyden habersiz olandan farklı olacaktır.
Vahyi tanıyanla tanımayanın hayatı farklı olmayacaksa vahyi tanıdım demenin hiç
bir anlamı olmayacaktır.
Eğer
şu anda bizler vahyi tanıdığımızı, vahiyle birlikte oldu-ğumuzu,
vahiy eğitimine tabi olduğumuzu iddia ediyorsak, ama okuduğumuz Kur’an bizim hayatımızı, bizim düşüncemizi, bizim itikadımızı,
bizim dünyamızı, değiştirmiyorsa, evimiz, ticaretimiz, mala ba-kışımız,
çocuklarımızın eğitimi, hanımlarımızın yaşantısı değişmiyor-sa,
yâni okumayan insanlarla hiçbir farkımız yoksa bu okumanın hiç bir değeri ve
anlamı olmayacaktır.
Öyleyse unutmayalım ki Kur’an ile beraberlik bizi ülü’l
elbab olmaya, basiret sahibi olmaya götürmelidir.
Veya Kur’an ile beraberlik bizi Rabbimizin bundan
sonraki âyetlerinde zikrettiği sıfatların sahibi olmaya götürecektir. Neymiş o
sıfatlar?
20. “Onlar,
Allah'ın ahdini yerine getirirler, anlaş-mayı bozmazlar.”
Evet işte Kur’an
ile beraber olanlarda bulunması gereken birinci özellik. Onlar Allah’a
verdikleri ahitlerine riâyet ederler, sözlerine sadık davranırlar. Mîsaklarını bozup nakzetmezler. Peki hangi mîsak-tır bu Rabbimize verdiğimiz mîsak?
Araf sûresinde bu mîsak anlatılır. Bir dönem Rabbimiz
bizi bize, bizi kendi nefislerimize şahit tutarak:
“Ben sizin Rabb’iniz
değil miyim”
Buyurmuştu. Sizi yaratan, sizi
yoktan var eden, sizi doyurup besleyen, size sizin sahip olduğunuz her şeyi veren,
sizi koruyup gözeten, sizin üzerinize yegâne hâkimiyet, egemenlik sahibi olan,
sizin hayat programınızı belirleyen, sizin nerede nasıl hareket edeceğinizi?
Nasıl bir hayat yaşayacağınızı? Hayatınızda nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi
uygulayacağınızı? Nasıl giyineceğinizi, neyi nasıl düzenle-yeceğinizi
belirleyen ben değil miyim? Buna ehil olan, buna yetkili olan ben değil miyim?
Sizin boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, sizin adınıza kulluk
maddesi alan ben değil miyim? Yalnız kendisine itaat edeceğiniz, yalnız kendisini dinleyeceğiniz, kendisine kulluk
edip sadece kendi yasalarını uygulayacağınız Rabb’iniz
ben değil miyim? buyurmuştu da bizler de
kendi kendimizin şahitleri olarak:
“Belâ ya
Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit olduk”
Demiştik. Tamam ya Rabbi! Evet ya Rabbi! Bizim
Rabbimiz sensin! Bizim hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi belirleyecek,
bizim hayatımıza kulluk maddesi alacak, hayatımız boyunca boyunlarımızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olacak, kendisine kulluk edip teslim olacağımız,
emirlerine boyun bükeceğimiz, seçimini seçim kabul edeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabbimiz sensin ya
Rabbi. Söz ya Rabbi, bizler senden başkalarını Rab
tanımayacağız. Senden başkalarına kulluk etmeyeceğiz. Senden başkalarını
dinlemeyeceğiz. Senden başkalarının hayat programlarını uygulayıp onlara kulluk
etmeyeceğiz. Senden başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz diyerek ona bu
konuda söz vermiştik. İşte gerçek mü’minler, Kur’an ile beraberliklerini en güzel biçimde sürdüren,
vahiyle hareket eden müslümanların en belirgin
özellikleri budur diyor Rabbimiz.
Zaten Kur’an
ile, vahiyle beraber olmayan bir kimsenin bu ahde sadık kalıp kalmadığını
bilmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü ezelde kendisine bu şekilde ahit vermiş olan
kullarını bu ahitlerinde sadıklar mı? Yoksa bu ahitlerini bozmuşlar mı? Bunu
denemek için Rabbimiz her bir dönem insanlığına kitaplar ve peygamberler gön-dererek
bu ahitlerini hatırlatmıştır. Evet bir yandan gönderdiği kitaplar ve
peygamberlerle bize bu ahitlerimizi hatırlatan Rabbimiz, bir yandan da
çevremizdeki görsel âyetleriyle bizi bu ahitlerimize uygun müslümanca
bir hayat yaşamaya dâvet etmektedir.
Öyleyse hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki bizler tüm hayatımızda Rabbimize
verdiğimiz bu ahit üzere yaşarsak o zaman bizler bu ahitlerimize sadık kalmışız
demektir. Hayatımızın tümünde yalnız O’nu Rab kabul edip, yalnız O’na kulluk
edip, sadece O’nun yasalarını uygulayıp, sadece O’na kulluk edip sadece Onun
istediği biçimde yaşarsak sözümüze sadık kalmış olacağız demektir. Aksi
takdirde bunun dışında bir hayat yaşarsak, Allah’tan başkalarını Rab bilir,
Allah’tan başkalarının yasalarını uygular, Allah’tan başka-larının
çektiği yere gider, ya da O’nun gönderdiği kitabı bir
kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerimizin istediği
bir hayatı yaşamaya kalkışırsak o zaman da bu ahitlerimizi bozmuş ve yoldan
çıkmış oluruz.
Tabi bu
Allah’a verdiğimiz ahit, ahitlerin en başta gelenidir. Elbette Allah’a
verdiğimiz bu ahit gereği kullara verdiğimiz ahitlerimizi de yerine getirmek
zorundayız. Mü’minler kâfirlere karşı bile verdikleri
ahitlerini onlar bozmadıkça bozmazlar, bozamazlar. Ama tabii birinci olmadan
ikincinin olması mümkün değildir. Allah’a karşı verdikleri sözlerini bozan
kimselerin insanlara karşı sözlerini yerine getirmeleri düşünülemez. Eğer bir
kimse Allah’a verdiği bu söze riâyet etmiyor-sa, bu
adamın insanlara verdiği sözlerine riâyeti de düşünülemez. Rabbi ile ahdine sadık
davranmayan bir kimseden insanlara karşı sadâkat beklenebilir mi? Şair Sadi Şirazi öyle der: Namaz kılmayan birisine sakın borç para
vermeyin. Çünkü namazı terk ederek Rabb’ine karşı
borcunu düşünmeyen bir adamın sizin borcunuza sadâkatini düşünmeniz
aptallıktır. Evet demek ki Kur’an okuyan, vahiyle beraber
olduğunu iddia eden kimsede bulunması gereken ilk özellik budur. Başka ne gibi
sıfatları varmış o mü’minlerin?
21. “Onlar,
Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi birleştirirler, Rabb’inden
korkarlar; kötü hesaptan ürkerler.”
Evet o mü’minler,
o kitapla beraber olanlar Allah’ın birleştiril-mesini
emrettiği şeyleri de birleştirirler. Allah neyle neyin arasını birleştirin
diyorsa, neyle neyi birlikte düşünün, birlikte yapın buyuruyorsa mutlaka onu
birleştirirler. Meselâ ailenin birleştirilmesini istiyorsa Rab-bimiz onu parçalamaz mü’minler.
Aileyi bir bütün olarak anlarlar. Kadın, koca, baba, ana, büyük baba, büyük
anne ve çocuklar, torunlar birlikte olsunlar, aralarındaki bağlar koparılmasın
diyorsa Allah mü’-minler kendi aralarındaki
sorumluluk ve görevlerini bilirler ve ona aynen Allah’ın istediği biçimde
riâyet ederler. Aile içinde birlikteliğe azami ölçüde riâyet ederler. Veya komşular
arası ilişkilerin güçlendirilmesini istiyorsa Rabbimiz, mü’minler
Allah’ın bu emrine riâyet edip komşular arası ilişkilerin koparılmamasına azami
dikkat gösterirler.
Evet Allah’la ilişkilerine azami
dikkat eden bu mü’minler Allah’ın birleştirilmesini
istediği her konuya riâyet ederler. Meselâ kendilerini hiçbir zaman kitaptan
ayrı düşünemezler, peygamberden ayrı düşünemezler. Kitap ve peygamberle bir an
diyaloglarının kesilmesini varlıklarının ve müslümanlıklarının
bitme sebebi bilirler.
Yine onlar Rab’lerinden korkarlar
ve kötü hesaptan da ürker-ler. Yâni o kitapla beraber
olan, hayatlarını kitap kaynaklı yaşamaya çalışan mü’minler,
vahyi kendilerine hareket noktası yapmış müslümanlar
okudukları ve anladıkları kitapta kendilerinden istenilen kul-lukları en güzel bir biçimde yerine getirdikleri yine de
kendilerini gü-vende hissetmezler.
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra etmeye gayret ettikleri halde yine de
kendilerini garantiye alıp durumlarından mutmain olmazlar. Ne kadar da Allah’ı
razı etmeye çalışarak güzel amellere koşmuş olurlarsa olsunlar hiçbir zaman
kendilerini kesin cennetlik görmezler. Ne yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın daha
güzeline lâyık olduğunu ve cennete girebilmek için kesinlikle Allah’ın rahmetine
muhtaç olduklarını hiç bir zaman hatırlarından çıkarmazlar.
Acaba yapamadık mı? Acaba
beceremedik mi? Acaba Rabbi-mizin hatırını
kazanamadık mı? Acaba yaptıklarımız bizi ateşe mi götürüyor? Diye tir tir titrerler. Âhireti, hesabı
kitabı daima iki kaşlarının arasında hissederler. Rab’lerinden haşyet duyarlar.
Acaba rızasına ulaşamadık mı? Acaba memnun edemedik mi? diye sürekli içlerinde
bir endişe taşırlar. Hesabın kötüsünden, kötü hesaptan gamlanırlar.
Rab’lerinden, Rab’lerinin rahmetinden ve cennetinden kesinlikle ümitlerini
kesmemekle beraber acaba mı ki? diye yine de korku içinde bir hayat yaşayarak
her an daha iyiye, daha güzel bir müslümanlığa çabalarlar.
Başka?
22,24.
“Onlar, Rab’lerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça
sarf ederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu
dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn cennetleri
vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler.
Melekler her kapıdan yanlarına girip: “Sabretmenize karşılık size selâm olsun;
burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!” derler.”
Onlar Rab’lerinin hatırına
sabrederler. Rab’lerinin hatırı için her şeye göğüs gerip direnirler.
Rab’lerinin rızası için dayanırlar, direnirler. Yaptıklarını ve yapmayıp terk ettiklerini
sadece Rab’lerinin hatırı için yaparlar. Bıkmazlar, usanmazlar. Ama bunu da
Rab’leri için yaparlar. Sabretmelerinin sebebi de sadece Rab’lerinin veçhidir.
Yâni sabırlı ol-maları, dayanıp direnmeleri
çaresizliklerinden dolayı değil, güçsüzlüklerinden dolayı değil, insanlar hoş
görsünler diye değil, insanların alkışına ulaşmak için değil, Rab’leri öyle
istediği için yaparlar bunu. Sabırlarının dayanağı sadece Allah’tır. Allah’a
dayanırlar ve yürürler.
En uygunsuz, en
namüsait şartlar altında bile Rab’lerinin istediğine yönelip geri adım atmazlar
onlar. Allah var başkasına gerek yok derler. Eh efendim âlim yok, fazıl yok,
para yok, pul yok, ekono-mik
gücümüz yok, dergi yok, cemaat yok, cemiyet yok! bu durumda biz ne yapabiliriz?
demezler asla onlar. Ah şunlar, şunlar bir olsa de-mezler.
Allah var ya; tamam müslüman
olmalıyız. Allah var ya; ne ya-pacaksak yapalım derler. Öyle değil mi Allah aşkına?
Rabbimiz var mı? var. Öyleyse Rabbimiz ne dedi? Rabbimiz ne istedi? Rabbimiz
nasıl istedi? Rabbimiz nasıl hükmetti? biz başkasına değil sadece O’na
bakacağız. Sadece O’nu dinleyecek ve başkasına bakmayaca-ğız. Rabbimizin isteklerine sabredecek, direnecek, dayanacak
ve her şart altında yolumuza devam edeceğiz, kulluğumuza devam edeceğiz.
Belâlara
sabır, musîbetlere sabır, küfrün amansızlığına,
küfrün enginliğine derdin çokluğuna, çevredekilerin ilgisizliğine, veya yakınların
ihanetine, mü'minlerin cehaletine, veya toplumsal
cinâyetlere rağmen mü'min sabretmek durumundadır. Her
şeye rağmen mü’min Allah’a kulluk yolunda
tökezlemeden yoluna devam etmeyi becerebilmelidir. Tüm insanlık karşımıza geçip alkışlasa, ya da tüm dünya
bize düşman kesilip yuhâlâsa da Allah’ın istediği biçimde yapacağımızı yine
yapmaya, yolumuza yine devam etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapmaya, ne demeydiyse
de yapmamaya çalışalım. Şımarmayalım, ya da korkup
vazgeçmeyelim. Allah için sabredelim.
Yine onlar
namazı da ikâme ederler. Namazı ayağa kaldırırlar. Yâni o mü’minler
kitapla beraberliklerinin, kitaba sarılmalarının, kitaptan mesaj almalarının
pratikteki ilk eylemi olarak namazı ikâme ederler. Salât
aslında yöneliş demektir. Öyleyse insanın bütün varlığıyla, içiyle dışıyla Rabb’ine yönelişinin, Rabb’ine
ait oluşunun adıdır namaz. İşte o mü’minler
namazlarını ayağa kaldırarak bunu gerçekleştirirler. Tüm hayatlarıyla,
geceleriyle-gündüzleriyle, mallarıyla-ticaret-leriyle,
oturmalarıyla-kalkmalarıyla, yemeleriyle-içmeleriyle Allah’a yönelirler,
Allah’a teslim olurlar. İkâme de doğrultmak, ayağa kaldırmak demektir. Namazın
ikâmesi de hayatın namazla doğrultulması demektir. Kişinin imanıyla doğrulması,
imanını ayağa kaldırması, inancıyla ayağa kalkması ve hayatını iman kaynaklı
yaşamaya karar vermesi demektir. İşte onlar bunu beceren insanlardır.
Yine namaz
Allah’la buluşmak demektir. Namaz Allah’la ko-nuşmak, Allah’la sözleşmek demektir. Onun kelâmıyla, bizzat
onunla sözleşmek demektir. O sözlere göre bir hayat yaşayacağına söz ver-mek demektir. Namazla özdeş bir hayat yaşamaya, namaza
endeksli bir hayat yaşamaya, hayatı düzenleyecek bir namaz kılmaya sözleşmek demektir.
Hukuka etkili, eğitime etkili, ekonomiye etkili, kazanmaya harcamaya ve tüm
hayat birimlerine etkili bir namaz kılmaya ve bunun gereği olarak da namazda
alınan mesajla hayatı düzenlemeye sözleşmek demektir.
Elbette böyle bir namaz
kılabilmek için de kitaba sımsıkı sarıl-mak
gerekmektedir. Kitabı bir an bile elimizden düşürmememiz, onunla oturup onunla
kalkmamız, onu hayata tatbik etmemiz gerekmektedir. İşte o mü’minler
böyle bir namaz kılarak tüm bedenlerinde, tüm hayatlarında Allah’ı söz sahibi
kabul ettiklerini, Onun istediği bir hayatı yaşamaya doğrulduklarını ortaya
korlar.
Sonra onlar
gizli ve açık, sırri ve aleni olarak kendilerine verdiklerimizden
infak ederler. Allah kendilerine ne vermişse onu Allah kullarıyla paylaşma
kavgası verirler. Kur’an-ı Kerîmde Rabbimiz nerede
namazdan söz etmişse infakla birlikte anlatmaktadır. Çünkü infak malî bir kulluktur,
namaz ise bedenî bir kulluktur. İnfak, zekât toplumsal bir kulluk, namaz ise
bireysel bir kulluktur. Veya namaz Allah’la diyalogdur, infak da namazla
aldığımız bu mesajın topluma indirgenmesidir.
İşte o mü’minler
namazla bireysel kulluklarını, infakla da toplumsal kulluklarını Allah’ın
istediği şekilde icra ederler. Yâni namazla Allah’ın bedenlerine karıştığını
ortaya koyarlarken, infakla da mallarında Allah’ın söz sahibi olduğunu ortaya
koyarlar. Namazla Allah’tan mesaj alırlar, infakla da bu mesajı Allah kullarına
duyurarak müslü-manlıklarını
kardeşleriyle paylaşmanın, imanlarını, teslimiyetlerini Allah kullarına
ulaştırmanın kavgasını verirler.
Ve yine
onlar kötülüğü iyilikle defederler. Kötülüğü iyilikle savarlar. Kötülüğe
kötülükle karşılık vermezler. Kötülük en hafif, en iyi nasıl defedilecekse,
nasıl bertaraf edilecekse öylece bertaraf ederler. Bu konuda bu âyetleri en
güzel bir şekilde anlayan ve bu âyetler istikâmetinde bir hayat yaşayarak
kendisine kötülük yapmaya çalışanlara bile iyilik yapmaya, kötülerin
kötülüklerini iyilikle savuşturmaya çalışan örneğimiz ve onun pırlanta
ashabının örnek hayatlarını iyi bilirsek Rabbimizin bu isteğini çok güzel bir
şekilde uygulama imkânı bulabiliriz. Yeryüzünde mü’minler
olarak kendi varlığına şahitler olmamızı isteyen Rabbimiz bu âyetleriyle bizden
iyilik taraftarı olmamızı, iyiliğe sahip çıkmamızı, kötülüğü iyilikle
defetmemizi, kötülük yapanlara iyilik yapmamızı emrediyor.
Öyleyse
bizler yeryüzünde Allah’ın varlığının şahitleri olarak, iyiliğin temsilcileri
olarak hep iyilikten yana olacağız. Bizler bize kötülük yapmadan yana olanlara
iyilikten yana tavır belirleyeceğiz. Hep aftan yana olacağız. Bize kötülük
yapan kimselere karşı kötülük yap-ma imkânına sahip
olduğumuz halde kötülük yapmayacağız. Kötülük yapana kötülükle mukabelede
bulunmamak ihsandır. Hattâ kötülük yapanlara karşı kötülükle mukabelede
bulunmadığımız gibi bir de üstelik onlara iyilikte bulunmamız mesajımızın gönüllere
nüfuzunu sağlayacaktır. Bizim bu ihsanımız karşısında en zalim insanlar, en
katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda bize düşmanlık besleyen insanların bize
ve dâvâmıza sıcak bir dost olduğunu göreceğiz.
Çünkü Allah’ın Resûlü öyle
buyuruyor. Dün sizi yok etmek isteyen zalimlerin yarın sizin dâvânıza gönül
verdiğini göreceksiniz. Meselâ böyle gözü dönmüş, gemi azıya almış size kötülük
yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir
tebessüm, sakin bir konuşmanın o anda birden bire ortamı değiştiriverdiği,
kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülüştür.
Öyleyse daha büyük kötülüklere fırsat vermemek, daha büyük felâketleri tevlid etmemek için kötülük karşısında kötülüğü değil kötülük
karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Tüm kötülükleri iyilikle savuşturmak
zorundayız.
İşte böyle
olanlara, böyle yaşayanlara, vahiyle böyle birliktelik kurarak yaşayanlara bu
dünyanın en iyi sonucu ve öbür tarafta da girecekleri Adn
cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları, sâlih olanları da oraya gireceklerdir. Melekler her kapıdan
onları karşılayıp, her bir kapıdan onların yanlarına girip şöyle diyecekler:
Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!
Evet o mü’minler kendileri cennetlere girdirildikleri halde akrabaları
da cennete girdirilecek. Yâni meselâ adam kendisi cennette olduğu halde, halde
babası, anası, karısı, kızı başka cennetlerde, başka yerlerde, başka makamlarda
olabilir. Bu durumda sevdiklerinden ayrılık mü’mini
sıkabilir. Halbuki Rabbimiz cennette mü’minleri üzebilecek
her şeyi kaldırmıştır. Cennette kulları sıkıntıya sokabilecek, orada huzuru
kaçırabilecek hiçbir şey yoktur. Orada sadece huzur vardır, sükun vardır,
mutluluk vardır. İşte babalardan, analardan, kocalardan, kadınlardan,
çocuklardan hangisi cennetin en üst makamın-daysa, hangisi en üstün cennete
gitmişse Allah öteki akrabalarını da oraya gönderecek ve onları sevdikleriyle
birleştiriverecek, Rabbimiz onlara böyle bir ikramda bulunacak anlıyoruz.
Ve melekler
de her bir kapıdan onları karşılayacak, istikbal edecekler onları ve diyecekler
ki sabrınıza karşılık selâm olsun sizlere. Dünyada sabredip kulluklarınıza devamınıza
karşılık esenlik, selâm, selâmet yurdu olan cennet sizin olsun. O ne güzel bir
yurttur derler.
Meleklerin tahiyyeleri, birbirleriyle cennette karşılaştıkları zaman mü’minlerin tahiyyeleri böyledir.
Orada tahıyye selâmdır. cennette mü’minler
birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine sözleri mukabeleleri,
sadece selâm olacaktır. Birbirlerine selâm, selâmet ve esenlik dileyecekler.
Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir ve böylece melekler mü’minlere Rab’lerini hatırlatacaklar, bu nimetleri
kendilerine veren Rab’lerine hamdi ve Rablerinin
nimetlerinin güzelliklerini hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nimetleri
Rab’lerinden bilip O’na teşekkür adına kulluklar yapmışlardı. Rab’lerinin
istediği kulluğa sabretmişler, direnmişler ve dayanmışlardı. İşte şimdi de bu sabırlarına
mukabil cennette kendilerine gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl
ve hayallerinden bile geçiremedikleri envai çeşit nimet ve lütuflarda bulunan
Rab’lerine karşı hamd ve kullukları devam etmektedir.
Elbette dünyada selâm, selâmet
İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan mü’minlerin
yurdu selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa
sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Dünyada cennnemî
bir hayat yaşayan, cehennem isteyerek bir hayat yaşayan, yâni biletini
cehenneme kesen bir kişi cehenneme giderken, cennet isteyerek bir hayat yaşayan
kim-de de cennete gidecektir. Bunun tespit ve tayini insanın bizzat kendisine,
kendi tercihine bırakılmıştır.
İnsan şu anda
nasıl bir hayat yaşıyorsa sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
Selâm, selâmet, emniyet, teslimiyet ve müslümanlık
içinde bir hayat yaşayan kişi sonunda selâmet yurdunda selâmet ve emniyet
içinde bir hayata kavuşacaktır. Zaten şu anda mü’minler
dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar. Yâni şu anda mü’minler
dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar.
Bakın bundan sonraki âyetlerinde de Rabbi-miz kâfirlerin
âkıbetlerini, onların durumlarını şöylece anlatacak:
25. “Sağlam
söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini
emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar, işte lânet onlara ve kötü yurt, cehennem, onlaradır.”
Allah
kendilerinden ahit aldıktan sonra, Allah’a ahitte bulunduktan sonra bu ahitlerini
bozarlar. Bunlar da tıpkı mü’minler gibi ezelde
Allah’a söz vermişlerdi. Bunlarda sadece Rab olarak Allah’ı kabul etmişler,
Allah’a teslim olduklarını, Allah’a kul olduklarını kabullenmişlerdi. Ya Rabbi tek Rabbimiz sensin, sadece seni dinleyecek ve hayatımız
boyunca sadece sana itaat edeceğiz demişlerdi. Allah’-la yaptıkları anlaşmayı
bozdular. Ama anlaşma metinlerini imzaladıktan sonra bozdular. Bu konuda
Allah’a kesin söz verdikten sonra bozdular.
Yâni önce Allah’la anlaşma
yaptılar, Allah’a söz verdiler: Ya Rabbi ben senin
kulunum, sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım! Senden
başkasının dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sadece
sen program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sadık kalacağıma ve karşılığında
cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi!
Değilse cehennem konusunun farkındayım! diyerek Allah’a söz verdiler, ondan
sonra da nakzedip bozdular bu anlaşmayı. Anlaşma konusuna aykırı hareket
ettiler. Rab olarak, yasa belirleyici olarak kabul ettikleri Allah’tan gelen
yasaların aksine hareket etmeye, vahyin ötesinde bir hayat yaşamaya başladılar.
Rab olarak kabul ettikleri Allah’ın emirlerine itaat, nehiy-lerinden kaçınma hususunda Allah’ın kitaplarında açıkladığı
konularda ait ahitlerini bozdular. Sonra da:
Daha önceki
âyetlerde Rabbimizin anlattığı mü’minlerin özelliklerinin
tamamen aksine bunlar Allah’ın bağlayın buyurduğu tüm bağları kopardılar.
Allah’la bağlarını kopardılar, vahiyle bağlarını kopardılar, peygamberle
bağlarını kopardılar, kulluk bağlarını kopar-dılar,
aile bağlarını kopardılar, komşuluk bağlarını, kardeşlik bağla-rını kopardılar. Kendi bağlarını kopardıkları gibi, kendi hevâ ve he-veslerinden
kaynaklanan demokrasi vahiylerini göndererek öteki Allah kullarının da Allah’la
bağlarını kopardılar. İnsanları İslâm’dan uzaklaştırdılar. Aileleri
Rab’lerinden kopardılar, aileleri İslâm’dan kopardılar, aileleri birbirlerinden
kopardılar. Kadını kocadan, evlâdı aileden kopardılar. Uyguladıkları
materyalist eğitimlerle nesli tarihinden, ecdadından, imanından kopardılar.
Evlâtları ailelerinden koparıp
İslâm düşmanı yaptılar. Toplumu kitabından ve peygamberinden kopardılar. Kadınları
iffetlerinden kopardılar. İnsanları birbirlerinden koparıp herkesin kendi
hayatını yaşadığı materyalist bir insan haline getirdiler. Ümmet bütünlüğünü parçalayıp
mü’minleri sun’i sınırlarla
birbirlerinden kopardılar. İçerdeki müslümanların
kardeşliklerini dağıttıkları gibi dışarıdaki dünya müslümanlarının
kardeşlik bağlarını kopardılar.
Allah neyle
neyin arasını birleştirin! Onların arasını ayırmayın!
demişse, meselâ sılayı rahîm. Akraba ziyaretleri, akrabayla ilişkilerin
kesilmemesi. Allah birleştirin diyor ama onlar kesiyor, sılayı rahîm
yapmıyorlar. Veya Allah’ın birleştirilmesini istediği başka neler var? Meselâ
malla, zekâtı birleştirin! diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen
zekât da söz konusu olmalıdır diyor. Ama bu kâfirler malla, zekâtın arasını ayırdılar. Başka? İnsanlarla sevgiyi, insanlarla emr-i bil’marufu, münkerle nehyi, marufla emri,
başla örtüyü, vakitle namazı, selâm vermeyle almayı, dâvetle icabeti, imanla
ameli, emirle itaati, sakalla suratı, başla örtüyü...
Yâni Allah neyi neyle
birleştirmemizi, neyle neyi beraber kılmamızı, aralarını açmamamızı istiyorsa
onu ayırmamamız gerekiyor. Meselâ müslümanla
nasihati, selâmla selâm almayı, hastayla ziyareti, ziyafetle icabeti
birleştirin! demişse Allah, yâni Allah’ın emir ve ne-hiylerinin
aksine hareket etmeyin! demişse buna riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde
kâfirlerden ve fâsıklardan oluruz.
Lânet
bunlara ait olacak. Bunlara rahmet olmayacak ve en kötü Dara
gidecekler bunlar. Cehennemi boylayacaklar. Dünyada şu anda bu kâfirlerin
geçici olarak galipmiş gibi görünmeleri, feruh fahur
dolaşmaları sakın sizleri üzmesin. Allah kendilerine verdikleriyle tedrici
olarak kendilerini azapların en kötüsüne sürüklemektedir. Yurtların en kötüsüne
gidecekler onlar.
Peki şimdi
madem ki bu kâfirler Allah’ın düşmanlarıdır, o halde acaba niye bu adamlara
bolca nimetler verilmiş? Rab’lerine karşı verdikleri ahitlerini bozan bu
alçaklar neden şu anda mal-mülk içindeler? diye aklınıza sorular geliyorsa,
unutmayın ki:
‡¬G²T«<«: š³@«L«< ²w«W¬7
«’²+¬±I7!nK²A«< yÅV7«!
26. “Allah
dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatıyla
övünenler bilsinler ki dünyadaki hayat âhiret yanında
sadece bir geçimlikten ibarettir.”
Evet demek ki Allah verdiklerini
verdikleriyle imtihan etmektedir. Ne verişi imtihanı kazanma sebebidir, ne de
vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir. Ne çok verilenler iyi insan, ne
de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine dünyalık bir şeyler verilenler Allah
katında şerefli de verilmeyenler şerefsiz değildir. Vermesi de vermeyip kısması
da birer imtihan konusudur ve kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli
olacak. Ve bu dünyada imtihan soruları da Allah’a aittir. Dilediğini
dilediğiyle imtihan eder Allah. Kimsenin bu konuda O’na hesap sorma hakkı
yoktur. Kul olarak bize düşen, ya Rabbi beni şu-nunla, beni bununla imtihan etseydin diyerek O’na akıl
vermek değil, Onun takdir buyurduğu sorulara en kısa zamanda, en kısa yoldan cevap
vermektir. Çünkü biliyoruz ki imtihanın süresi belli değildir.
Evet mü’min-kâfir Allah dilediklerine bol verir, dilediklerine
de az verip kısıverir. Onun için kâfirlere verilenlerden ötürü onlara imrenmeye
de, kıskanmaya da gerek yoktur. Çünkü zaten kâfirlerin oldum olası, gördüm
göresi bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım. Zaten şu anda cehennemi
yaşıyorlar ve geberdikleri andan itibaren de cehenneme gidecekler. Yâni bütün
dünyayı bir tek kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı
bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek
bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz.
Ne
verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün
bitecektir. Biten bir dünyanın nimetlerine meyletmektense yarım ekmek de olsa
bitmeyecek bir hayatın nimetlerine ulaşmayı he-defleyelim,
onun peşinde olalım. Cennet var mı? Devlet var mı? Mükâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım ekmekle
huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete götürecek
bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah...
Çünkü bu
kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar yarın bu mülkleri onları cehennem
ateşinden kurtaramayacaktır. Daha önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz, yarın bu
kâfirler dünya kendilerinin olsa, hattâ dünyanın bir misli daha ellerinde olsa,
bunu fidye olarak verecekler ateşten kurtulabilmek için ama bu fidyeleri kabul
edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm
mallar, tüm ekonomik, askeri ve siyasal güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır.
Öyleyse onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin, sizi
imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki üstün
sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Alçaklar
imtihan gereği kendilerine verilenlerle şımardılar. Kendilerine verilenlerin
Azîzliklerinden dolayı verildiği zehabına ka-ıldılar. Biz şerefli insanlar olduğumuz, bizim yolumuz
doğru oldu için, Allah tarafından sevildiğimiz için bunlar bize verildi
dediler. Bundan dolayı kendi pis hayatlarına delil de buldular. Halbuki işte
âyet-i kerîmesinde Allah son derece açık bir şekilde buyuruyor ki şu dünya hayat,
şu alçak, şu deni hayat âhiret
yurdu yanında hiç itibara bile alınmayacak kadar az bir metadır. Az bir geçimlik
ve istifadedir. Bundan dolayıdır ki ey kendilerine Rab’lerine kulluğu
unutturabilecek dünya nimetlerinden az verilen müslümanlar,
sakın ha sakın bu kâfirlere bir şeylerin verilmesi sizi aldatmasın. Sakın ha
sakın bu kâfirlerin hak yolda oldukları zehabına götürmesin sizi.
“Eğer
Allah katında dünyanın sineğin kanadı kadar bir değeri olsaydı Allah ondan
kâfire bir yudum su bile ver-mezdi”
Hadisini unutmayın.
27. “İnkar
edenler: “Rabb’inden Muhammed'e bir mûcize
indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: “Doğrusu Allah dileyeni saptırır ve
Kendisine yöneleni doğru yola eriştirir.”
Evet kâfirler diyorlar ki Rabb’inden peygambere bir âyet, bir mûcize gelseydi ya. Alçaklar yeni bir âyet bekliyorlar. Halbuki şu elinizdeki
Allah’ın kitabının âyetleri yetmiyor mu? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği
meşhut âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın
âyetlerinden habersizler. Allah’ın kendileriyle konuş-masını
istiyorlar, halbuki şu âyetleriyle Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında
değiller. Anlıyorlar aslında da yamukluk yapıyorlar. Allah bu peygambere farklı
bir mûcize, farklı bir âyet gönderseydi de biz de ona iman etseydik diyorlar.
Halbuki dertleri iman değil bu adamların. Yâni farklı âyetler gelse inanacaklar
mı? Bunların kâfirliklerinin sebebi bu konuda âyetlerin azlığı değil bilâkis
inatlarıdır. Bakın Allah diyor ki peygamberim sen deki onlara:
Allah
dilediğini saptırır, yönünü kendisine döneni de hidâyet eder. Yâni kendi hür
iradesini sapmadan yana, sapıklıktan yana kullananları, yönünü sapmaya
dönenlere, dalâleti tercih edenlere ne kadar da âyet gönderilirse gönderilsin
bu âyetler onu asla hidâyete ulaştırmayacaktır. Ama yönünü Rabb’ine
doğru döndüren, Rabb’ine icabette bulunan, nerede ve
hangi konumda olursa olsun tüm benliğiyle Rabb’ine
yönelen, Rabb’ine muhtaç olduğunu anlayan, hayat
pusulasını Rabb’ine doğru çeviren, Rabb’ine başvuran kişileri de Allah hidâyete
ulaştıracaktır. İşte bu Rabb’ine yönelen kimselerin
özellikleri şunlardır:
28. “Onlar
inanmışlar, Kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler
ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.”
Allah’a iman, Allah’tan
gelenlerin tümüne iman demektir. Al-lah’a iman,
Allah’ın hayata karışacağına iman demektir. Allah’a iman, O’nun Rab, Melik, ve
İlâh oluşuna iman demektir. Allah’a iman, Allah’ın emir ve yasakları
çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir. Allah’a iman, Allah’ın hayata
karışacağına imandır. Allah’a iman, Allah’ın hayatı düzenlemek üzere hayat
programı gönderdiğine imandır. Allah’a iman, Allah’ın belirlediği hayat programına
iman demektir. Allah’a iman, kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız Allah’ın eline
vermeye imandır. İşte o mü’minler böylece Allah’a
iman ederler ve:
Kalpleri
inandıkları Allah’ın zikriyle mutmain olmuştur onların. Kalpleri zikrullah ile itminana kavuşmuştur. Kalpleri Allah’ın zikri
olan kitabıyla, kitabın âyetleriyle doyuma ulaşmıştır. Buradaki zikirden kasıt Kur’andır, vahiydir. Öyleyse anlıyoruz ki kalpler ancak Kur’an ile mutmain olur. Ancak Kur’an
ile itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp
Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça, Allah bilgisine ulaştıkça cehaletten,
bilgisizlikten, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında
Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine
tevekkül ederler."
(Enfâl: 2)
Allah’ın
âyetleri okundukça, mü’minler âyetlerle karşı karşıya
geldikçe kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Kalbin sükûnete
ve doyuma ulaşmasının birinci yolu Allah’ın kitabıyla birlikte olmak, Allah’ın
âyetlerini tanımaktır. Yine Bakara sûresinin 260. âyetinin anlattığına göre
kalplerin mutmain oluşunun ikinci yolu da Allah’ın meşhûd
âyetlerdir.
Hani İbrahîm (a.s): Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek
istiyorum! demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahîm?” buyurunca:
İnanıyorum ya Rabbi! Ancak kalbim itminana kavuşsun
için istiyorum demişti ya. İşte anlıyoruz ki
kalplerin tüm tereddütlerden, şüphelerden kurtulup, tüm cehaletlerden sıyrılıp
doyuma, sükuna ulaşmasının yolu bu iki yoldur. Birisi şu elimizdeki Allah’ın kitabının
âyetlerini tanımak, ötekisi de Allah’ın kâinatta serpiştirdiği görsel
âyetlerine muttali olmak, o âyetlerin bilincine ermektir.
İşte o
Rab’lerine inabe edenler, Rab’lerinin dâvetine icabet
edenler, Rab’lerine yönelenler, nerede ve hangi durumda olurlarsa olsunlar
kıblelerini, pusulalarını Rab’lerine doğru çevirip Rab’lerinin hayat programını
kabullenenler Allah’ın zikriyle, Allah’ın âyetleriyle mutmain olurlar. Sürekli
Allah’ın kitabıyla beraber olurlar. Allah’ın kitabıyla yol bulurlar. Tüm
hayatlarını kitap kaynaklı yaşarlar. Kitaptan asla uzak kalmazlar. Allah’ın
kitabıyla mutmain olup başka şeylere ihtiyaç duymazlar, başka yollara gitmezler.
Allah’tan başkalarına yönelip müracaat etmezler. Tüm problemlerini Allah’a
havale ederler. Allah nasıl istemişse öylece yaparlar ve rahat ederler. Çünkü
Allah’ın istediği, kitabın emrettiği şeylerin tamamı insan fıtratına uygun
şeylerdir. Fıtratı yaratan, fıtratı en iyi bilen Rab’lerinden gelen bu kitapla
o mü’minlerin kalpleri itminana kavuşuyor.
Evet
unutmayalım ki kalplerdeki şüphe, tereddüt, küfür, şirk, nifak ve tüm diğer
hastalıklara şifa olsun diye gelmiştir bu kitap. Ve yine kesinlikle bilelim ki
bu kitapla tanışmadan, bu kitaptan haberdar olmadan, bu kitabın âyetleriyle
birlikte olmadan kalplerin sıhhate ulaşması, doyuma ulaşması asla mümkün
olmayacaktır. Tüm kalbi hastalıklara şifadır bu kitap. Bedeni, kalbî, aklî,
ruhî, ailevî, toplumsal ne tür hastalık olursa olsun onların tümüne şifadır,
çaredir, çözümdür bu kitap. Kalplerinizin huzursuzluğundan mı şikâyet ediyorsunuz?
Cinlerden, perilerden, şeytanlardan mı korkuyorsunuz? Gamların, ke-derlerin kalbinizi istilasından mı dem vuruyorsunuz? Bir
onulmaz karasevdaya mı tutuldunuz? Veya toplum olarak ekonominizin bozukluğundan
mı şikâyet ediyorsunuz? Hukukunuzun felç olduğunu mu söylüyorsunuz?
Toplumunuzun ahlâken sükut ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ailevi bir huzursuzluk,
bir geçimsizliğinizden mi dem vuruyorsunuz? Başınızın ağrısı, gözünüzün sancısı
mı var? Oğlunuzdan, kızınızdan bir şikâyetiniz mi var? Ne tür bir hastalığınız,
ne tür bir sıkıntınız olursa olsun bilesiniz ki bu Kur’an
tüm hastalıklarınıza şifadır. Yönelin Kur’an’a,
okuyun kitabı, uygulayın kitabın âyetlerini, mutlak sûrette şifa bulacaksınız.
Bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın.
Kalp
Allah için niyet taşıyorsa, dil Allah namına konuşur, göz Allah’ın
istediklerini görür, kulaklar Allah adına duyar, ayaklar Allah’ın istediği yere
gider. Kalp mü’minse tüm azalar da mü’mindir, kalp kâfirse, kalp bozuksa tüm azalar bozuk
demektir. Manevi yönden bu böyle olduğu gibi organik yönden de böyledir.
İnsanın kalbi sıhhat-teyse tüm vücudu sıhhattedir,
kalp hastaysa tüm vücut hastadır.
Bugünkü tıbb-ı nebeviye alternatif
olarak çıkmış ve nerdeyse müslümanlara bile Rasûlullah’ın tıbbını unutturacak kadar hüsnü kabul görmüş
şu materyalist tıpla İslâm tıbbının ayrıldığı nokta işte buradadır. İslâm
insanı ruh ve bedenin bileşkesi görürken bugünkü mo-dern tıp Veya Hipokrat tıbbı insanı sadece organizmadan
ibaret kabul etmektedir. Rasûlullah efendimiz bu
hadisleriyle son derece açık ve net bir biçimde beden hastalıklarının kaynağını
ruhta görürken bu-günkü materyalist tıp maddeci olduğundan, ruhu, manayı
reddettiğinden hastalığın kaynağı olarak organizmayı kabul etmektedir.
Halbuki Rasûlullah efendimizin bu
hadisine göre hastalığın kaynağı ruhtur, kalptir. İnsandaki ruhsal bir dengesizliğin,
ruhsal bir depresyonun bedenin en zayıf yerinde patlak vermesinin adına hastalık
diyoruz. Ya da kalbin uyumsuzluğunun bedende
tezahürüdür hastalık. Çünkü kalp sıhhatteyse tüm beden sıhhatlidir, kalp
hastaysa tüm beden hastadır. Kalpte bir uyumsuzluk, bir dengesizlik varsa bu
bedenin an zayıf yerinde patlak verir. Kalpteki bir uyumsuzluk kimisinin midesi
zayıftır orada patlak verirken, kimisinin dişi zayıftır orada patlak verir.
Ruhun uyumsuzluğu ve dengesizliği de onun gıdası olan vahiyden mahrum oluşu ve
günahlardır.
Evet ruhun hastalığı imansızlık ve günahlara
bağlıdır. Onun içindir ki meselâ bundan yüz sene önce tıp bu kadar gelişmediği
halde hastalıklar da o derece azdı. Bugün müşrik tıbbın zirveye ulaştığı söyleniyor
ama hastalıklar da ona nispetle beş misli artmıştır. Acaba bunu neyle izah edeceğiz?
Tıp bu
kadar ilerledi de hastalıkların kökü neden kesilmiyor? Hayır hayır, bunun sebebi toplumda günahların artması ve insanların
ruh dengelerinin bozulmasıdır. Ruhlar artık yüz yıl öncesinde olduğu gibi
gıdasını alamaz olmuş, ruhlar vahiyden mahrum kalmış, ruhlar doyuma ulaşamamış
ve dengeleri bozulmuştur. Kalpler bozulunca da bedenler bozulmuştur. Öyle değil
mi? Yüz yıl önce tıp bu kadar ilerlemiş değildi. Günümüzde tıp zirveye çıktı
deniyor, ama hastalıklar da önceki dönemlere göre çok fazlasıyla artmıştır.
Bunun sebebi insanlarda ruh-beden dengesi bozulmuştur. Vahiyle doyurulamamış
ruhlar, günahlara batmış kalplerdeki depresyonlar bedenlerde kendini gösterir
olmuştur.
Evet işte kalp budur, işte hastalık budur ve işte tedavisi
de va-hiydir. Allah düşmanları
insanları vahiyden koparıyorlar, verdikleri materyalist eğitimleriyle insanları
maneviyattan boşaltıyorlar tüm toplumu hasta ediyorlar sonra da tedavi edeceğiz
diye materyalist tıplarının verileriyle insanları soymaya çalışıyorlar. Benim
bu konuda dinim budur. Benim bu konuda, benim her konuda dinim vahiydir, kitaptır,
sünnettir bundan başkasını da bilmem. Peygamberimden duyduğum bir hadise karşı
tüm dünyayı delil olarak getirseniz bile benim için vız gelir. Çünkü Allah’a
bilinen bilgi, vahiyle bilinen bilgi yüz de yüzden de öte kesin bir bilgidir ve
de imanın konusudur. Dileyen buna böylece inanır mü’min
olur dileyip inanmayan da dilediğini tercih eder.
Öyleyse gelin ey insanlar, tüm
dertlerimizi, tüm hastalıklarımızı Allah’ın şifa kaynağı olarak gönderdiği elimizdeki
bu kitabımızla tedavi edelim. Unutmayalım ki insanlar, aileler, toplumlar,
kalpler, sadırlar bu kitapla şifa bulacaktır. Genç, ihtiyar, kadın, erkek, mü’min, kâfir, Yahudi, Hıristiyan fark etmez kim yolunu
şaşırmış, kim bir problemle karşı karşıya gelmiş ama çözüm yolu bulamamışsa mutlaka
bu kitaba yönelmek zorundadır. Şu anda yeni dünya düzenleri, şu veya bu düşüncelerle,
şu veya bu tedbirlerle sizleri bu sıkıntılardan kurtaracaklarını iddia etseler
de işte görüyoruz hastalıkların, problemlerin çözümü şöyle dursun onları çoğaltmanın
ötesinde bir şey yapabildikleri yoktur.
29. “İnanan
ve yararlı iş işleyen kimseler için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer
vardır.”
Evet o mü’minler
iman ederler ama bu imanlarını sadece söz planında, iddia planında bırakmayarak
sâlih ameller işlerler. İman ederler ve bu
imanlarının hayata aktarılması, imanlarının hayatlarında görüntülenmesi,
imanlarının hayatta yaşanması adına sâlih ameller
işlerler. İmanlarını söz planında bırakmayarak eyleme dönüştürürler. İmanlarını
pratiğe dökerler. İman kaynaklı bir hayat yaşarlar. Fıtratlarına ve yaratılışlarına
uygun ameller işlerler. Allah’ın razı olduğu ve emrettiği amelleri işlerler.
Sâlih amel
fıtrata uygun amel demektir. Sâlih amel Allah’ın ra-zı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Sâlih amel Resûlullah efendimizin hayatında, sünnette olan ve mahza Allah için yapılmış amel de-mektir.
Sâlih amel sâlih bir imandan kaynaklanan ameldir. Yâni
yaptırıcısı Allah olan amel sâlih ameldir.
Unutmayalım ki yaptırıcısı Allah olmayan, meselâ toplum adına, çevreyi razı
etme adına, insanların beğenisini kazanma adına, yönetmeliklere ters düşmeme
adına, modaya uyma adına, amir, müdür, patron adına, efendi şeyh adına yapılan
hiçbir amel sâlih amel değildir.
Gayri sâlih amel de imandan kaynaklanmayan, imanın gereği
olmayan, ya da gayri sâlih
bir imandan kaynaklanan, gayri sâlih bir inancın
gereği olarak işlenen ameldir. Sâlih amel yaptırıcısı Allah olan amel, gayri sâlih ameller de yaptırıcısı Allah’tan başkaları olan amellerdir.
İşte onlar sâlih ameller işlerler. Ne mutlu onlara.
En güzel âkıbet, en güzel sonuç onlarındır.
30. “Ey
Muhammed! Sana vahy ettiğimizi okuman için, seni de
onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir
ümmete gönderdik; o ümmet merhametli olan Allah'ı inkâr eder; de ki: O benim
Rabbimdir, O'ndan başka İlâh yoktur, yalnız O'na güvenirim, dönüşüm de Onadır.”
Evet, ey peygamberim, seni
kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği,
nice toplumların konup göçtüğü bir topluma, bir ümmete gönderdik ki o ümmet
merhametli olan, kendilerine karşı Raûf ve Rahîm olan Rab’lerini küfretmektedirler.
Rab’lerini, Rablerinin kitabını örtmekte, örtbas etmekte, görmezden ve
duymazdan gelmektedirler. Sen de ki onlara: O Allah benim Rabbimdir. O’ndan
başka ken-disine kulluk
edilecek, O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan başka yasaları uygulanıp çektiği
yere gidilecek İlâh yoktur. Ben sadece O’na güvenir, sadece O’na teslim olurum.
İşlerimi, problemlerimi sadece O’na havale eder, sadece O’nun dediklerini yaparım.
Çünkü dönüşüm Onadır.
Allah niye
gönderirmiş elçisini? Kulları adına aldığı kulluk maddelerini, kulluk
programını ihtiva eden ve değeri hiçbir şeyle, hiçbir nimetle değişilmeyecek
olan bu kitabı insanlara duyurmak, bu kitabı onlara okumak için. İşte peygamberin
geliş sebebi budur. Çünkü Allah’ı tanıtan, kitaptır, kulluğu anlatan, kitaptır,
sıratı gösteren, kitaptır, cenneti gösterip kazandıran, cehennemi gösterip
ondan kurtuluş imkânı sağlayan, kitaptır. Evet insanları cennete ulaştıracak ve
ateşten koruyacak olan bu kitaptır. Ve işte peygamberin temel görevi de bu
kitabı insanlara okumak, bu kitabı insanlara duyurmaktır.
Öyleyse
peygamber yolunun yolcuları olarak, peygamber misyonunun sahipleri, sâlikleri olarak unutmamalıyız ki bizim görevlerimiz de
budur. Biz de tıpkı örneğimiz, önderimiz gibi topluma Allah’ın kitabını
okuyacak, Allah’ın âyetlerini okuyacağız. Toplumda bu âyetleri duymamış bir tek
insan kalmayacak biçimde okuyacak, duyuracak, anlatacak, öğrenmek isteyenlere
öğreteceğiz. Kadın, erkek, genç, ihtiyar herkese okumak zorundayız. E peki
zaten bu insanlar Kur’an’a iman ediyorlar onlara niye
okuyacağız? demeyeceğiz. Çünkü Kur’an müslümana da uyarıdır, kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur’an müslü-mana hatırlatmadır,
kâfire de uyarıdır.
Bu okuma
görevi bizim en temel görevimizdir. Herkese okuyacağız bu kitabı. Bu okuduğumuz
insanlar arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Yâni Kur’an’ı
pratikte yaşamak isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini
de göstereceğiz ve böylece o insanların Rahmân’ı örtmekten, Rahmân olan
Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu örtbas ederek bir hayat yaşamaktan
kurtaracağız. Değilse işte Rabbimiz anlatıyor ki bu kitabı tanımayan insanlar
kendilerini yaratan, her şeylerini kendilerine lütfeden Rab’lerini örtecekler, Rab’lerini
gündemlerinden düşürecekler ve Rab’lerinin hayat programını bilemedikleri için
ondan razı olmayacaklardır. Rab’lerinin kitabından habersiz yaşayan bu insanlar
cahilce Rab’lerini dışlayacaklardır. Rab’lerine kulluğu bir kenara bırakıp
başkalarına kulluk edeceklerdir.
Ama eğer bizler bu insanlara
Rahmân olan Rab’lerini tanıtabilirsek, Rahmân olan Rab’lerinin kitabının
âyetlerini tanıtabilirsek onlar kesinlikle Rab’lerine kulluğa yöneleceklerdir. Bilmiyorlar
bu insanlar. Halbuki O Allah kullarının hayatını düzenleyendir. Halbuki O Allah
Kullarına hayat programı göndererek onarın velâyetlerini elinde tutandır. O
Allah sadece kendisine tevekkül edilecek, sadece kendisine güvenilecek, kulluk
iplerinin ucu sadece kendisine teslim edilecek olandır. Herkes yaşadığı bu
hayatın sonunda O’nun huzuruna dönecek ve yapıp ettiklerinin hesabını O’na
ödeyecektir.
31. “Eğer Kur’an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut
ölüler konuşturulmuş olsaydı, kâfirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler
Allah'a aittir. İnananların, “Allah dilese bütün insanları doğru yola eriştirebilir”
gerçeğini akılları kesmedi mi? Allah'ın sözü yerine gelinceye kadar, yaptıkları
işler sebebiyle inkâr edenlere bir belânın dokunması veya evlerinin yakınına
inmesi devam eder durur. Allah verdiği sözden şüphesiz caymaz.”
Evet şâyet dünya ve dünyada
olanların tamamından daha de-ğerli, daha üstün olan,
bize hidâyeti, bize Sırat-ı Müstakîmi, bize kulluk ve cennet yolunu gösteren,
bize dayanılmaz cehennem ateşinden kurtulma yollarını gösteren bu kitap, eğer
dağlar onunla yürütülmüş, yeryüzü onunla paramparça parçalanmış olsaydı, yahut
ölüler konuşturulmuş olsalardı bu muannit kâfirler yine de iman etmeyeceklerdir.
Hani peygamberden âyet istiyorlardı ya. Yâni kendilerine
Allah’ın farklı âyetler indirilmesini istiyorlardı ya.
Bize farklı âyetler gelmeli ki inanalım diyorlardı. Peygamberler melek olmalı
diyorlardı.
Veya Peygamberlerin yanında
onları destekleyen veya kendilerinin gerçekten peygamber olduklarına şahitlik
eden melekler olmalıydı. Bir melek desteklemeliydi peygamberleri. Sûrenin
önceki bölümlerinde peygamberden bunu istemişlerdi. Eğer Allah’tan bize farklı
âyetler, deliller, mûcizeler gelirse elbette biz de iman edeceğiz diyorlardı.
Rabbimiz
burada ve Kur’an’ın değişik yerlerinde diyor ki bakın:
Eğer onlara melekleri de indirmiş olsaydık, gözlerinin önünde yeryüzünü
parçalayıp dağları da yürütmüş olsaydık, yahut onların gözleri önünde ölmüş
insanları da diriltseydik, babalarını, dedelerini diriltip onlarla konuşma
imkânını da onlara lütfetseydik, veya her şeyi derdest edip onların karşılarına
getirseydik, ölüleri, dirileri, dağları taşları, canlıları, cansızları,
kuşları, kurtları her şeyi toplayıp onların karşılarına dizseydik yine de bu
adamlar iman edecek değillerdir. İman etmezler, etmeyecekler. Tabi Allah’ın
dilemesi müstesnadır. Allah dilerse ancak bu adamlar iman ederler. Allah izin
vermezse asla iman edemezler. Yâni iman etmek de onların kendi ellerinde değildir.
Veya âyetin
bir başka mânâsı da şöyle olabilir: Yâni eğer bu sayılanlar yapılacak olsaydı
mutlaka yine bu Kur’an ile yapılırdı. Yeryüzü Kur’an ile parçalanır, dağlar Onunla yürütülür, ölüler
Onunla diriltilip konuşturulurdu. Çünkü Allah yasası, Allah kelâmı olan bu
kitap en ulu bir kitaptır.
Bakın, Haşır sûresinin sonunda da
Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyuruyor:
“Ey
Muhammed! Eğer Biz Kur’an'ı bir dağa indirmiş
olsaydık, sen onun, Allah korkusuyla baş eğerek parça parça
olduğunu görürdün. Bu m
(Haşr
21)
Demek ki
Rabbimizin bu kitabı; bu kadar azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır.
Mahlukât üzerinde bu kadar ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile
azameti karşısında tahammül edemeyeceği, tuz buz olacağı bu kitap insanlar
üzerinde de öylesine inkılaplar, öylesine değişimler gerçekleştirmiştir ki
dağlar gibi toplumlar, dağlar gibi milletler bu kitap karşısında erimek zorunda
kalmıştır. Bu kitap nice insanların, nice toplumların kayalar gibi katı
kalplerini eritmiş, düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış hayatlarını tezelzüle
uğratmıştır. Sırtlanları, sırtlanlıkta geride bırakmış nice nesilleri meleklerin
üstüne çıkarmıştır. Nice insanların ölü kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata
ve dirilişe kavuşturmuştur. Nicelerini fıtratlarına döndürmüştür bu kitap. Emir
Allah’a aittir. Hâkimiyet, egemenlik tamamıyla Allah’a aittir. Tüm bunları
yapan Allah’tır. O halde:
Mü’minler şu gerçeği hâlâ anlayamadılar mı
ki Allah dileseydi insanların tamamına hidâyet ederdi. Eğer Rabbimiz dileseydi
insanların tamamını müslüman yapardı. Evet Allah
dileseydi bu insanların hiç birisi kâfir olamazdı, hiç birisi müşrik olamazdı.
Allah öyle dileseydi bu insanların hiç birisi Allah’a şirk koşamaz, Allah’a
kafa tutamaz ve Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayamazdı. Eğer bu insanlar
yeryüzünde şu anda küfrü, şirki tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen,
Allah’ın âyetlerine rağmen diledikleri gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa
unutmayasınız ki bu da Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasası gereğidir.
Rabbimiz toplumda bir sünnetullah, bir yasa koymuş,
her şey O’nun kudreti ve meşieti dahilindedir. Eğer O
dilerse hepsi hidâyete gelir, dilerse iman etmeyenleri de yerin dibine
batırıverir. Allah’ın bunlara verdiği bir iznin sonucudur bu.
O halde
unutmayacağız ki bu insanları imana bizler zorlayacak değiliz. Onların hidâyete
gelmesi bizim planlarımıza, bizim programlarımıza bağlı değildir. Ne peygamber,
ne de bizler şüphesiz ki dilediklerimizi
hidâyete erdiremeyiz. Allah’ın muradı gereği, Allah’ın yeryüzünde koyduğu
yasaları gereği özgür iradesiyle küfrü ve şirki seçen bir kimseyi Allah’tan
başkası asla hidâyete ulaştıramaz. Bu iş sadece Allah’ın elindedir. Bu Allah’ın
koyduğu bir yasadır.
Öyleyse bizler bunu unutmadan
yaşayacağız. Eğer Allah dileseydi Rabb’in o
kâfirlerin tamamını melekler gibi, sema ve arz gibi, bitkiler ve hayvanlar gibi
doğuştan isyan edemez biçimde yaratırdı. Yâni diğer varlıklar gibi doğuştan
onların boyunlarındaki ipin ucunu eline alırdı da hiç birisi kâfirlik
yapamazlardı. Yâni dileseydi bu insanların hepsini bir tek ümmet yapardı.
Bunların tamamını hak din üzerinde toplar, tamamını müslüman
yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap ve peygamber göndermeye
de gerek kalmazdı. Ama Rabb’in böyle dilememiş ve
böyle olmamıştır.
Çünkü,
geçen haftaki dersimizde de söylediğim gibi bu din fıtrata uygun bir dindir. Bu
dinin sahibi olan Allah fıtratı yaratan ve en iyi bilendir. Onun içindir ki
dinde zorlama yoktur. Gerek bu dine girme konusunda, gerekse bu dinin emir ve nehiylerini yaşama konusunda her hangi bir zorlama, zorluk
söz konusu olamaz. Yâni bu dinin konusu zorunlu fiiller değil, kalbe, fıtrata ve
isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. "İslâm dininde zorlamanın
sonucunda yapılan amellere sevap verilmez." hadisi de işte bu gerçeği anlatır.
Zorlama ile iman da, itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek
imana iman denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman Allah’ın istediği
bir iman değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz namaz
değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin hoşlanmadığı
halde kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır.
Halbuki bu din hoşlanılmayacak
bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla
kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Zorlamış da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat,
arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki
ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı
asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur bunların.
Bunlar zoraki kuldurlar Allah’a. Başka şansları yoktur yâni.
Ama
insanlar için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların
imanlarını zorunlu kılmamıştır. Bakınız bu hususu Rabbimiz başka bir âyetinde şöyle
anlatır:
"Eğer
Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus 99)
O halde din
konusunda dine girme konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir
kimsenin açığa vuracağı iman Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası
da unutulmamalıdır ki velev ki böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman
ettim diyen kişiye: Sen bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin!
Demek caiz değildir. Böyle bir iman iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan
kalkacak kadar beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz, o imanını açığa vurup
amellerle ispatlayacak kadar beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa
mü'min, değilse kâfir kabul edilir.
Evet
anlayabildiğimiz kadarıyla bu ve benzeri âyetlerde Rab-imiz birinci olarak
peygamberini ve onun yolunun yolcuları olan bizleri teselli ediyor ve bizlere
yol gösteriyor. Diyor ki Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Sakın
bu insanlar yola gelmiyorlar, hakkı kabule yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi
yiyip bitirmeyin! Bu Allah için zor bir şey değildir. Eğer Allah dileseydi onların
tamamını hak üzere toplayıverirdi. Diğer varlıklar gibi onların da boyunlarındaki
ipin ucunu eline alıverirdi de hiç birisi Allah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle
murad etmiş, onlara irade vermiş iradelerini iyiye
kullananları rahmetine sokuyor zalimleri de rahmetinden ve hidâyetinden mahrum
bırakıyor.
Bir de
kimileri dün de bugün de bu konuda yanlış bir mantık yürüterek dini reddetme cüretinde
bulunmuşlardır. Şöyle diyorlar: Efendim eğer Allah gerçekten bu kâfirlerin iman
etmelerini hidâyet üzere olmalarını istemiş olsaydı, yâni bizi kendi başımıza bırakmayıp
da gerçekten bizim hayatımıza, insan hayatına karışmış olsaydı, yâni gerçekten
kitap göndererek vahiy göndererek, peygamberler göndererek bizim hayatımıza karışmayı
murad etmiş olsaydı, bizden bir şeyler istemiş olsaydı,
bize emirlerini göndermiş olsaydı o zaman Allah böyle kitaplar ve peygamberler
göndererek dolambaçlı yolları seç-mezdi. Herkesi müslüman olarak yaratır, diğer mahlukât gibi bizim de
boyunlarımızdaki ipin ucunu doğuştan eline alıverir veya "müslüman olun!" "Teslim olun!" derdi semavat ve arza dediği gibi işi bitirirdi. Böyle demediğine
göre, böyle yapmadığına göre Allah bizden bir şey istemiyor, Allah bize vahiy göndermiyor
da kendilerinin peygamber olduklarını iddia eden kimi insanlar bizi aldatıyor
diyorlar. Allah vahiy göndermez Allah hayata karışmaz. Allah bizi kendi
halimize bırakmış ve nasıl bilirseniz öylece yaşayın demiştir.
Eğer şu anda bizim yaptıklarımızdan
bizim yaşadığımız hayattan Allah razı olmasaydı şu anda bize böyle razı olmadığı
bir hayatı yaşama imkânı vermezdi. Şu anda bize bu hayatı yaşama imkânı verdiğine
ve bizi bu yaptıklarımızı yapma konusunda durdurmadığına göre, böyle bir hayatı
yaşayan bizleri hemen cezalandırmadığına göre, bu hayatımızdan dolayı bizler
helâk olmadığımıza göre demek ki Allah bu yaptıklarımızdan razıdır diyorlar ve
böyle bâtıl bir mantıkla İs
lâm’ı da vahyi de peygamberi de reddetmeye çalışıyorlar.
Rabbimiz onların bu sapık mantıklarını reddetmek üzere buyurur ki eğer Allah
dilemiş olsaydı hepsini tek bir ümmet yapardı. Yâni hepsini zoraki mü'min yapardı. Lâkin Allah öyle murad
etmemiş. İnsanlara irade ver-miş ve bu iradelerini İslâm’dan
yana, imandan yana kullananları rahmetine ulaştırmış aksini yapanları da
dostsuz ve velîsiz bırakmış. İşte bu âyetiyle Rabbimiz bu hususu anlatır.
Allah’ın
sözü yerine gelinceye kadar, yaptıkları işler sebebiyle inkâr edenlere bir
belânın dokunması veya evlerinin yakınına inmesi devam eder durur. Allah
verdiği sözden şüphesiz caymaz. Evet kâfirlere yaptıklarından ötürü, işledikleri
suçlardan ötürü kendilerine bir Kaaria,
bir belâ, kapılarını çalan, akıllarını başlardan alan, kulakları sağır eden bir
azap, bir belâ gelecektir. Yaptıkları kâfirlikleri, zalimlikleri yanlarına kar
kalmayacaktır. Evlerinin, barklarının yakınlarına bir belâ, bir musîbet
gelecektir.
Zaten şu anda kâfirlerin
evlerinin içinde, hayatlarında cehennemi yaşıyorlar. Allah yaşadıkları bu pis
hayatla kendilerine sürekli muhtıralar gönderiyor. Sürekli uyarılar gönderiyor,
ama alçaklar bu uyarıları farklı algılıyorlar, ibret alıp akıllarını başlarına
almıyorlar.
Allah da bu muhtıralarından ders
almadıkları zaman tüm dünya nimetlerini, tüm dünya zenginliklerini önlerine
açıveriyor ve hızla kendilerine vaîd ettiği cehenneme
yuvarlanmalarına imkân hazırlıyor. Çünkü Allah vaadinden asla dönmeyendir.
32. “Andolsun ki, senden önce de nice peygamberler alaya
alınmıştı. İnkâr edenleri önce erteledim, sonra cezalarını verdim.
Cezalandırmam nasıldı?”
Rabbimiz bu
âyetiyle Resul-i Ekrem efendimizi ve Onun yolunun yolcuları olan bizleri
teselli ediyor. Peygamberim bu adamların sana dedikleri, senden istedikleri
yeni bir şey değildir. İlk defa olan ve sadece senden istenen bir şey değildir
bunlar. Senden öncekilerle de aynı şekilde alay edilmiş, istihza edilmiş,
onlara da aynı şeyler söylenmiş, onlardan da aynı şeyler istenmiştir.
Öyleyse şu anda bizler de
birilerine Allah’ın dinini götürürken onlar bizi alaya alıyorlar, istihza
etmeye kalkışıyorlarsa üzülmeyeceğiz. Çünkü yeryüzünde vahiyle desteklenen
Allah’ın en gözde kullarına bile bunlar yapılmışsa bize haydi haydi yapılacaktır. Moralimizi bozmayacağız, görevimize
devam edeceğiz. Unutmayasınız ki ben onlara mühlet veririm, belki dönerler,
adam olurlar diye, sonra da onları azabımla yakalayıp muaheze ediverdim.
Onların paylarını veriverdim. Benim elçilerimi alaya alanlar sonunda hak
ettikleri cezayı bulmuşlardır.
Tabi bu âyet bir yandan Rasûlullah efendimizi teselli ederken, öbür taraftan da onu
yalanlamaya çalışanlar için de çok ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyordu.
Sizler ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına gelenleri sizler de
bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun! diyordu Rabbimiz.
Rabbimizin
tarih içinde gerçekleştirdiği helâk yasasını çok iyi anlamak, bundan ders almak
ve çevremize de bu âyetleri duyurmak, anlatmak, insanları bu âyetlerle uyarmak
zorundayız. Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra da
geçmişin sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin sergüzeşti
hayatlarıyla karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde
etmiş olacağız. Bunu elde edince de geçmişi yargılama, geçmişten ibret
çıkarabilme imkânını da elde etmiş olacağız. Yâni geçmiştekiler niçin helâk olmuşlar?
Bunlar ne yapmışlar? Nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk
yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de
onların düştükleri hataya düşmemeye çalışacağız.
Ey
peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Geç-mişte
hakkı yalanlayanların, dinin aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin, Ashab-ı Uhdud’un, Ashab-ı Hûd’un, kavm-i Lût’-un, Sodam Gomerin hali nice
oldu? Bizans’ın Romanın hali ne oldu? Onlar hakkı yalanlamışlar, dini
reddetmişler, peygamberleri alaya almışlar, Allah’ı bırakıp kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında
bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da sen eğitiminiz
şöyle olsun demişsen de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle olsun, ticaretiniz,
aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da
biz böyle de yaparız, diyenlerin âkıbetleri ne oldu? bir görün diyor Rabbimiz.
Allah’ın dediklerini demedi
diyerek, ya da Allah öyle demediği halde, Allah öyle
buyurmadığı halde; Allah öyle dedi diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti diyerek, yâni artık Allah hayata karışmıyor, Allah hayata
karışmaz diyerek yalan söyleyenler. Allah vahiy göndermez, Allah kitap
göndererek, aramızdan elçiler se-çip
görevlendirerek bize arzu ve isteklerini bize bildirmez diyerek yalan
söyleyenler. Allah dünyanın idaresini bize bıraktı diyerek yalan söyleyenler.
İnsanlık için en ideal sistem insanların tespit ettikleri sistemdir, Allah
sistem konusunda bilgisizdir, Allah bu konuları bilmez diyerek yalan söyleyenler.
Tüm bu yalancıların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın diyor Rabbimiz. Yeryüzü
bunların enkazlarıyla doludur.
33.
“Herkesin yaptığını gözeten Allah, bunu yapamayan putlarla bir olur mu? Onlar
Allah'a ortak koştular; ey Muhammed, de ki: "Onlara bir ad bulun bakalım;
yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere
mi aldanıyorsunuz? Fakat inkâr edenlere, kurdukları düzenler güzel gösterildi
ve doğru yoldan alıkonuldular. Zaten Allah'ın saptırdığına yol gösteren bulunmaz.”
Evet tüm nefislere, tüm
nefislerde olanlara, tüm kalplerde olanlara, nefislerin tüm yaptıklarına, tüm
kullarına Habîr olan, haberdar olan, herkese ve her
şeye egemen olan Allah’a karşı tuttular da bu özelliklere sahip olmayan bir kısım
varlıkları ortak koştular. Allah sıfatlarını bir kısım âciz varlıklara vererek
Allah’ın hâkimiyetine, Allah’ın egemenliğine ortaklar buldular. Allah’ın
yetkilerine ortak bir kısım varlıklar tanıyarak onlara da kulluk etmeye, onları
da hayatlarında söz sahibi kabul edip onların yasalarını da uygulamaya
çalışıyorlar. Bir kısım putları, bir kısım tâğutları
Allah’ın rubûbiyetine ve ulûhiyetine
ortak etmeye çalışıyorlar.
Halbuki Allah’a ortak yapmaya
çalıştıkları varlıkların hiçbir güçleri ve kuvvetleri yoktur. Onlara de ki
peygamberim, haydi bu tanrılarınızı isimlendirin bakalım. Tanımlayın bakalım onları.
Nedir bunlar söyleyin. Sizin aklınızın, sizin atalarınızın akıllarının ortaya
koyduğu, kendinizin uydurduğu, kendi eseriniz olan, sizin ve atalarınızın hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir takım düşüncelerin,
bir takım sistemlerin, bir takım yasaların, bir takım putların arkasına
saklanarak, onlara dayanarak Allah’ı diskalifiye etmek mi istiyorsunuz? Yâni
sizin eseriniz olan, insan aklının eseri olan bu putlar ne böyle? Siz kendiniz
dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz koymadınız
mı bu kanunları? Allah’ın sisteminin karşısında şu savunduğunuz, şu
tutunduğunuz demokrasiyi kendiniz icad etmediniz mi?
Ona tutunarak Allah sistemini dışlamaya mı çalışıyorsunuz? İnsanları bu kendi
diktiğiniz puta imana mı çağırıyorsunuz? Onun kesin hak olduğunu kabullenip tartışmasını
bile yasaklamaya mı çalışıyorsunuz? En güzel sistem budur, en ideal hayat tarzı
budur, bunun dışında insanları mutlu edecek sistem yoktur diye ona dayanarak
Allah sistemini reddetmek mi istiyorsunuz?
Üstelik:
Yoksa
sizler Allah’ın bilmediğini ona haber vermeye mi çalışıyorsunuz? Bu konuda
Allah size bir delil de indirmemiştir. Kendi akıllarınızdan kendi hevâ ve heveslerinizden kaynaklanan bu demokrasinin hak
olduğuna dair Allah’tan bir delil de yok, bir âyet de yoktur. Ve yıllardır bu
sistemi uygulayan ülkelerin durumları da belli. Ahlâklarıyla sosyal
yapılarıyla, gençlikleriyle, sömürülüleriyle, intiharlarıyla kanları ve göz
yaşlarıyla herkesin gözü önündedir. İçkileriyle, kumarlarıyla, eroinleriyle,
homoseksüelleriyle, buhranları ve bunalımlarıyla insanların gözleri önündedir.
İnsanların varmak istedikleri nokta bu mudur sizce?
Evet
insanlar kendi kafalarından, kendi hevâ ve heveslerinden
bir şeyler üretiyorlar ve onlara tutunarak Allah’ı diskalifiye etmeye.
Diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar izafe ederek, onların kesin doğru
olduklarını kabul ederek onların tartışılmasına bile izin vermiyorlar. Meselâ
laiklik dedikleri şeyin öyle bir reklamını yapıyorlar ki, demokrasi dedikleri
puta öyle bir dokunulmazlık veriyorlar ki, neredeyse onların kesin bâtıl
olduklarını bilen insanlar bile onlara dokunmaktan korkuyorlar.
Evet kendi
elleriyle diktikleri putlara sarılarak bunlar Allah’ın-kinden daha üstün,
bunlar Allah yasalarından daha doğrudur demeye çalışıyorlar. Meselâ kanun
çıkarıyorlar, kendileri yasa yapıyorlar ve Allah’ın arzuları bu yasalarla
çatıştığı zaman da eh ne yapalım yasalar böyle diyorlar. Ne yapalım yasalar
izin vermiyor diyorlar. Peki kim yaptı bu yasaları? Kim dikti bu putları? Allah
yasalarına göre örtünmek isteyen kızların karşısına kendi yasalarını
çıkarıyorlar, ne yapalım yasalar engel diyorlar.
Eskiden müşrik Araplar helvadan
put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar sonra acıkınca da onu yiyiveriyorlardı.
Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o yasalara saygı duyup
uyguluyorlar onları, ama daha sonra işlerine gelmeyince de o yasaları yiyiveriyorlar.
Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı? Nerede onlar? Halbuki o
günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil mi? Ama aradan bir kaç
sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri yiyorlar.
Bütün bu
yaptıklarınız sadece isimden ibarettir diyor Rabbi-miz.
Sadece isim ve altında da hiçbir şey yoktur. Meselâ adâlet di-yorlar ama adâletin a sına bile rastlamak mümkün değil.
Hürriyet di-yorlar, eşitlik diyorlar yasalar
diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik di-yorlar, din
ve vicdan özgürlüğü diyorlar ama başörtülülere kan ağlatıyorlar. İnsan hakları
diyorlar, adâlet konseyi diyorlar, güvenlik konseyi diyorlar ama sadece isimden
ibaret, altında bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka
zulümden başka hiçbir şey yay-mıyorlar. Sadece
isimden ibarettir bunların yaptıkları şeyler altını kazıdığınız zaman hiçbir
şey çıkmaz diyor Allah. İsimlendiremezler, tanımlayamazlar, doğru dürüst
tarifini bile yapamazlar bunların.
Allah
yeryüzünde böyle birilerine kendi yetkilerini vermediği halde, illa da verdin ya Rabbi, ama galiba sen bunu unuttun diye O’na unuttuğu
bir şeyi mi hatırlatmaya çalışıyorsunuz? Allah’a akıl vermeye, O’na yol
göstermeye, O’nu şartlandırmaya mı çalışıyorsunuz? Yoksa hiçbir mânâ ifade
etmeyen zâhiri bir şeyler söyleyerek saç-malıyor musunuz?
Laf olsun diye mi konuşuyorsunuz?
Hayır hayır bunların hiçbir gerçek yönü yoktur. Sadece bu kâfirlere,
müslümanlara karşı tuzaklar kurmaları, hem
kendilerini hem de mü’minleri aldatıp saptırmaları
onlara güzel gösterilmiş, süslü gösterilmiştir. İşte bütün sebep budur diyor
Rabbimiz. Bu İslâm düşmanı kâfirler bir ömür boyu Allah’a, İslâm’a ve müslümanlara tuzak kurmaya ayarlanmışlardır. Tüm işleri,
tüm hayatları ve hedefleri budur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi
cehennemlerine sürüklemek tek hedefleridir bunların. Kurdukları eğitim
sistemlerinin temel hedefi budur. Geliştirdikleri kitle iletişim araçlarının
temel hedefi budur. Kurdukları sistemlerin temel hedefi budur. Kendileri adam
olup müslü-manların
gittikleri cennete gidecek yerde illa da onları cehenneme ka-zandırmak için çırpınırlar.
Çünkü şeytan yaptıklarını onlara
güzel göstermektedir, süslü göstermektedir. Yaptıkları bu kirli işlerin mantığını
da buluveriyor şeytan. Öyle değil mi? Adam ineğe tapınıyor. Peki var mı bunun
bir mantığı? Bize göre yok ama gidin bir de Hintliye sorun siz onu. O da elbette
kendisine göre bir mantık geliştirmiştir. Öyleyse:
Allah kimi
saptırmışsa artık onu hidâyet edecek yoktur. Kim kendi hür iradesiyle, kendi
seçimiyle sapıklığı tercih etmiş ve Allah da onun bu tercihini onaylamışsa
artık hiç kimse ona engel olamaz. Hiç kimse onu doğru yola getiremez. Allah’ın
göstermediğine kim gösterebilir? O’nun duyurmadığına kim duyurabilir? Peygamber
de dahil olmak üzere Allah’ın hidâyet etmediklerine hiç kimse hidâyet ede-mez. Kendi hür iradeleriyle hid3ayeti tercih etmiş,
Allah’ın da onun bu tercihini onayladığı kimseyi de hidâyetten koparacak
yoktur. Peki ne varmış onlar için?
Dalâleti tercih edenler için:
34.
“Onlara, dünya hayatında azab vardır, âhiret azabı ise daha çetindir. Allah'a karşı onları bir
koruyan da yoktur.”
Evet onlar için bu dünya
hayatında mutlaka bir azap, bir sıkıntı bir huzursuzluk vardır. Çünkü onlar bu
dünya hayatında fıtrata uygun bir hayatın içinde olmadıkları için, kendilerini
yaratan Rab’lerinin kendilerine tahsis buyurduğu hayat programının dışında bir
hayat yaşadıkları için dünyada asla huzur ve sükun bulamayacaklardır. Yaşadıkları
hayatta devamlı bir stres, devamlı bir bunalım içinde yaşayacaklar. Gerçekten
de bakıyoruz adamların hayatında huzur diye bir şey yoktur. Dünya azabının
çeşitlerinden birisidir bu. Her türlü dünya zenginliğine, her türlü mal-mülk
zenginliğine rağmen yine de adamların yüzleri gülmüyor. Neden? Çünkü bu
adamların Allah’ın koyduğu fıtrata ters düşüyorlar. Fıtratı bilen, fıtratı
yaratan Allah’ın fıtrî yasalarına göre bir hayat yaşamıyorlar. Dinden habersiz
bir hayat yaşıyorlar da ondan.
Bu din
fıtrata uygun bir dindir. İslâm’ı yaşamak çok kolaydır. Allah’ın istediği
hayatı yaşamak çok kolaydır. Çünkü İslâm fıtrat dinidir. Bu yol fıtratın
sahibinin yoludur. Bu din fıtratı bilenin dinidir. Eğer bir vida bir yer için yapılmışsa
oraya kolayca zorlamadan girer. Ama vida o deliğe göre değilse, altından da
olsa, gümüşten de olsa zorlanacaktır değil mi? Tıpkı şu anda fıtrata uygun
olmayan, fıtratı bilmeyen beşer yapımı sistemlere uymaya zorlanan insanların
zorlandıkları gibi.
İşte kâfirlerin hayatında böyle
bir zorlanma, böyle bir sıkıntı ve huzursuzluk olacaktır. Dünyaları böyledir bu
adamların ama iş sadece bununla kalsa neyse ama, âhirette
daha büyük bir azap onları beklemektedir. Âhiretteki
azap bundan çok saha büyük ve dayanılmazdır.
Öyleyse ey müslümanlar, bu gelin bu fıtrat dinine, bu kolaya biz de
talip olalım. Emin olun en kolayı İslâm’ın dediğidir. Evet İslâm en kolayıdır.
Allah’ın istediği hayat en kolay hayattır.
35.
“Allah'a karşı gelmekten sakınanlara vaat edilen cennetin altından ırmaklar
akar; oranın yiyecekleri ve gölgeleri devamlıdır. Bu, sakınanların elde edeceği
sonuçtur. İnkârcıların varacağı sonuç ise ateştir.”
Evet kâfirlerin
dünya ve Ukba hayatları anlatıldıktan sonra şimdi de
muttakilerin âkıbetleri ortaya konuyor. Muttakiler, hayatlarını Allah için
yaşayanlar, Allah’ın velâyeti altına girip, iradelerini O’na teslim edip
hayatlarını O’nun yasalarıyla düzenleyenlere Rab’leri tarafından vaat edilen
cennetin m
Cennette
muttakiler için Rabbimizin hazırladığı meyveler daimidir. Hep taze ve de devşirilmeye, yenmeye hazırdır. Yâni yenileceği şeyler daha
çiçekte değil, çağlada değil, koruk, ya da solgun
değil, çürük değil... Dünyadaki meyvelere benzemez onlar. Bir meyve yendi mi yerine
hemen bir meyve daha bitiriyor Rabbimiz. Yok, yok orada. Yaz geldi yaz meyvesi,
kış geldi yaz meyvesi bitti, kış meyvesi bulabilirsiniz yoktur orada. Orada her
tür meyve hazırdır.
Tabi hep bildiğimiz şeyler
değildir orada bize ikram edilecek olanlar. Hiç bilmediğimiz, görmediğimiz,
tatmadığımız şeyler de ikram edilecektir.
İşte
muttakilerin, hayatlarını Allah için yaşayanların, yollarını Allah’a sorarak
bulanların âkıbetleri, neticeleri de budur. Kitapla beraber olan, kitabı
okuyan, kitabı anlamaya çalışan ve hayatlarını kitaba göre yaşayanların
sonuçları da budur.
Bizi,
bizden çok düşünen, bize, bizden çok merhametli olan Rabbimiz biz kulları
cennete özensinler diye, cennete imrensinler de Onu hedef bilip, Onun için sa’y etsinler diye burada ve kitabının değişik yerlerinde
sürekli cennetini tanıtmaktadır. Hani mallarının satılmasını isteyen,
insanların ilgilerini çekmek isteyen nice tüccarlar nice reklam araçlarıyla,
nice mübalağalı yollar ve yöntemlerle mallarını insanların taleplerine arz
ederler ya, Allah da kitabında cennetini bizim
talebimize sunuyor. Lâkin Allah’ın kitabında anlattığı cennetin öyle mübalağası
filan yoktur. O cennet gözlerin görmediği, kulakların duy-madığı
ve hiçbir insan kalbinin ihata edemeyeceği güzellikte bir cennettir. Öyleyse
biz de cenneti sürekli zihnimizde canlı tutacağız. Sürekli cennet için say
edeceğiz, yarışacağız.
“Cennet, cennet dedikleri
Üç beş ğılman, üç
beş Huri,
İsteyenlere ver sen anı,
Bana seni gerek seni”
Zırvalarına aldanmayacağız. Çünkü
Allah cennette görülecektir, cehennemde, başka bir yerde değil. Onun için
Allah’ı isteyen, Allah’ı görmek isteyen de cenneti istemelidir. cenneti de
cehennemi de basite indirgemeye kimsenin hakkı yoktur.
36.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, ey Muham-med, sana indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde
ise, onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: “ Ben ancak Allah'a kulluk
etmekle ve O'na asla ortak koşmamakla emrolundum.
Hepinizi ancak O'na çağırıyorum ve dönüşüm Onadır.”
Hani önceki âyetlerinde Rabbimiz
onlar zikirle, kitapla mutmain olurlar, kalpleri Allah’ın kitabıyla doyuma ulaşır
buyurmuştu ya, işte burada da aynısı anlatılıyor. Ey
peygamberim, o kendilerine kitap verdiğimiz ehl-i
kitap sana indirdiğimiz bu kitapla sevinip övünürler. Onlar, Allah tarafından
kitap gönderilen, kendilerini bir kitaba izafe eden, benim de bir kitabım var,
ben de kitap sahibiyim diyen müslü-man, Yahudi, Hıristiyan herkestir.
Yâni bu ehl-i
kitap kavramından sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlamayacağız. Bizler de ehl-i kitabız. Çünkü biliyoruz ki bizden önceki iki kitap
ehli toplum, Yahudi ve Hıristiyanlar Allah’ın kendilerine gönderdiği
kitaplarını bozup tahrif ettiler. Kitaplarının işini bitirip kendi hevâ ve heveslerine tabi oldular. Kuranda Rabbimiz ısrarla
bize onları anlatarak onların durumuna düşmememiz konusunda bizi uyardığı halde
maalesef şu anda müslümanlar da kitaplarına karşı
aynen onlar gibi davranmaktadırlar. Tıpkı onlar gibi bugün müslümanlar
kitaplarıyla bağlarını koparmışlar, kitaplarına karşı ilgisiz kalmışlar, kitaplarını
arkalarına atıp kendi hevâ ve heveslerine tabi olmuşlardır.
Tıpkı onlar gibi bugün müslümanlar da kitaplarından habersiz bir hayat
yaşamaktadırlar. Müslümanlar da şu anda kitaplarını oku-muyorlar,
kitaplarını tanımıyorlar. Kitap kaynaklı bir hayat yaşamı-yorlar,
hayatlarını kitaplarıyla düzenlemiyorlar. Okumadan, anlamadan sahiplendikleri,
bağırlarına basıp kendilerini izafe ettikleri kitapları başka, hayatlarını
düzenledikleri kitapları farklıdır. Bu açıdan ken-dilerine
kitap verildiği halde bu kitabı tanımayan kitap ehli olan Ya-hudi ve Hıristiyanlarla müslümanların
bir farkı kalmamıştır. Kitaplarını tahrif edip, onun âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine göre yorum-layan
önceki ehl-i kitapla şu anda kendi yaşadıkları
hayatlarına göre, kendi düşüncelerine göre kitaplarını yorumlayarak, kitaba
uyacakları yerde kitabı kendilerine uydurmaya çalışan müslümanların
hiçbir farkları kalmamıştır.
Elbette
kitabı tanımayanların bu kitapla sevinip övünmeleri mümkün olmayacaktır. Burada
anlatılanlar kitaplarını okuyan, kitaplarını tanıyan, kitapla yol bulan, hayatlarını
kitaba göre düzenleyen mü’minlerdir. İşte bu kitabı kabullenip
kulluk için ona muhtaç olduklarının bilincine erenler, onsuz Sırat-ı Müstakîmi
bulamayacaklarını, onsuz cennete ulaşamayacaklarının şuurunda olanlar bu
kitapla sevinip coşarlar, içleri bu kitapla huzur bulur, kalpleri bu kitapla
yatışır. Çünkü bir müslüman için bu kitap dünya ve
içindekilerin tamamından daha hayırlıdır.
Evet gerçek
mü’minler bu kitapla huzura kavuşup, bu kitabın
değerini anlayıp, onu ellerinden, dillerinden, kalplerinden, zihinlerinden,
gözlerinden, kulaklarından düşürmezlerken, kimileri de bu kitabın bir kısmını
örterler. Kitabın işlerine gelen bir bölümünü kabullenirler, ama işlerine
gelmeyen bir kısmını örtüp, örtbas edip gündeme getirmezler. Bakıyoruz şu anda müslüman cemaatler aynı şeyleri yapıyorlar. Her bir grup
Kitabın bir kısmını, bir bölümünü gündemlerine alıp, bir kısmını örtmeye çalışıyor.
Veya şu anda müslüman
olduklarını söyleyen kimi demokrat ve laiklerin kitabın bir kısmının mü'mini bir kısmının da kâfiri olduklarını görüyoruz. Kimi müslümanların da kitabın tehlike boyutuna varmayan bir
kısmını gündeme getirip, onları eyleme dönüştürme çabası içine girerlerken,
düzenle çatıştığı için tehlike boyutunda olan bir kısmını görmezlikten gelmeye
çalıştıklarını görüyoruz. Allah korusun bugün bu konu hemen hemen
bütün müslümanların umumî belâsı haline gelmiştir.
Bakıyoruz toplumda, salonlarda, mescitlerde, kürsülerde bir bölüm âyetler gün
yüzüne çıkarılırken, bir kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir
kısım âyetler hep gündemde tutulmaya çalışılırken, kimi âyetler duyulmasın diye
âdeta ağıza bile alınmamaya çalışılıyor.
Veya
bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir,
fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme
getirirken öteki âyetleri sanki görmezden geliyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama
ötekiler niye hiç ağıza alınmıyor? Bakıyoruz bir
başka müslüman grup da işte vatan, devlet, nizam, intizam,
Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden hükmetmeyen filan, sadece o âyetleri
gündeme getirmeye çalışıyorlar. Bir başka grup müs-lüman da kıssa ile başlıyor, kıssa ile bitiriyor. Sanki Kur’an’da başka âyet yokmuş gibi sadece bunları gündeme
getiriyor.
Allah diyor
ki; onlardan kimileri kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr ederler.
Kitaba karşı böyle davranmanın sonucunun Rabbimizin Kur’an’ın
değişik yerlerinde anlattığına göre dünyada rezillik, rüsvalık, horluk, hakirlik,
kölelik ve Allah’ın lânetine hak kazanmadır. Öncekiler bunu tattılar zaten
dünyada da, şu anda da müslümanlar tadıyorlar bu
horluğu, bu alçaklığı iliklerine kadar. Kitabı parçalayıp onun bir kısmını
kabul edip bir kısmını reddeden, işlerine ge-lenleri kabul edip, işlerine gelmeyenleri reddeden
kimselerin cezası çok çetindir dünyada.
Bakaradakileri kabul, ama Âl-i İmrân’dakilere hayır diyenler, Kur’an’ın
namazını kabul ama, hukukunu reddederiz diyenlere, Kur’-andaki ibadet
âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik düzenlemelerine
hayır diyenler, Kur’an’ın orucunu kabul, ama kitabın
siyasal bakış açısına hayır diyenler, kitabın sosyal yapılanmalarına hayır diyenler,
kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını reddetmeye çalışanlara, kitabın
tamamına iman etmeyenlere yeryüzünün en büyük belâları ve Allah’ın lâneti
gelecektir. Çünkü bu suç suçların en büyüğüdür. Böyle kitaplarını
parçalayanlara, hayatlarını parçalayıp bir bölümünü Allah kaynaklı, kitap
kaynaklı öteki bölümlerini de başka kitaplar, başka tâğutlar
kaynaklı yaşayanlara de ki peygamberim:
Sizler ne
yaparsanız, nasıl düşünürseniz düşünün, ne suç işlerseniz işleyin. Benim
sizinle ve yaptıklarınızla bir ilgim alâkam yoktur. Bana gelince, ben sadece
Allah’a kulluk etmekle, hayatımı parçalamadan her bir bölümünü sadece Onun
yasalarına göre düzen-liyorum. Ben sadece Allah’a
kulluk etmek ve kesinlikle Ona hiçbir şeyi ortak koşmamakla, Allah’a hiç
kimseyi şirk koşmamakla emrolun-dum.
Eğer sizler hem müslüman olduğunuzu iddia ediyor, hem Allah’a hem de başkalarına
kulluk etmeye çalışıyorsanız, hem Allah’ı hem de başkalarını dinliyorsanız,
hayatı parçalıyor ve bir bölümünü Allah kaynaklı, bir bölümünü de başkaları
kaynaklı yaşamaya çalışı-yorsanız, kitabın işinize gelen âyetlerini kabul
ediyor, işinize gelme-yenleri reddetmeye kalkışıyor, reddettiğiniz bölümleri tâğutların yasalarına göre düzenlemeye çalışıyorsanız o
zaman bilesiniz ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınızın hiçbirisine tapmam.
Sizin tüm küfür
anlayışlarınızdan, şirk anlayışlarınızdan uzağım. Ben sizin kendi hevâ ve heveslerinizden kaynaklanan fikirlerinizden,
felsefelerinizden, sizin tüm hayat anlayışlarınızdan beriyim. Ben ancak Allah’a kulluk ederim. Ben sadece Allah’a
teslim olmakla em-rolundum. Sadece Allah’a iman
edenlerden olmakla, hayatımın her bir anında sadece Allah’a teslim olanlardan
olmakla emrolun-dum. Sizin
gibi hayatın bazı alanlarında Allah’a söz hakkı verip, öteki alanlarında başka
İlâhlara, başka Rab’lere kulluk etmemekle, hayatı parçalamamakla, hayatın tümünde
Onun yasalarını uygulamakla emro-lundum.
Çünkü sizin bu yaptıklarınız şirktir.
37.
“Böylece Biz Kur’an’ı Arapça bir hüküm ve hik-met olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların
heveslerine uyarsan, andolsun ki, Allah katında sana
bir dost ve seni koruyan çıkmaz.”
Evet bu âyetinde de Rabbimiz
buyuruyor ki sana bu kitabı Arapça bir hüküm olarak indirdik. Kur’an’ın başka âyetlerinde de kitabın Arapça olarak
indirilişinin hikmeti anlatılırken anlayasın diye bu-yurulmaktadır.
Kitabın âyetlerini, kitabın hükümlerini anlayasınız ve niye bize, bizim
anlayacağımız bir dilde indirilmedi demeyesiniz diye böyle yaptık buyurulmaktadır. Arkasından da hem peygamberimize, hem de
onun şahsında hepimize müthiş bir tehdit geliyor:
Ey
peygamberim, sana ilim geldikten sonra, sana kitap geldikten sonra, sana kesin
vahiy bilgisi ulaştıktan sonra, vahiy bilgisine muttali olduktan, kitabı
tanıdıktan sonra, bu vahyi, bu Allah bilgisini bir kenara bırakır da eğer vahiyden
mahrum insanların hevâ ve heveslerine uyarsan, onların
istedikleri gibi hareket etmeye kalkışırsan bilesin ki Allah katında dostun da
yoktur, yardımcın da. Benim dostluğum ve yardımım bittiği gibi, bana karşı sana
seni koruyacak bir dost bir yardımcı da bulamazsın.
Bu âyetten
anlıyoruz ki ilim Kur’andır, ilim vahiydir. Çünkü bakın
Allah diyor ki sana ilim geldikten sonra. Peki ne geldi peygamberimize
Allah’tan? Kitap geldi, vahiy geldi. Öyleyse ilim peygamberimize gelen
vahiydir. Onun içindir ki vahyin dışındaki bilgilere ilim den-mez, onlar zandan ibarettir. Eğer sen sana gelen bu vahyi
bırakır da onların ilme dayanmayan, vahiyden kaynaklanmayan hevâ
ve heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur yardımcın da. Gerçekten
çok müthiş bir tehdit. Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğunu kaybettikten
sonra artık peygamber ve onun yolunun yolcuları olan biz mü'-minler için dünyada ne rahat yüzü, ne saadet, ne bereket,
ne de âhi-rette cennet ve devlet olması mümkün değildir.
Evet eğer
Allah’tan gelen bu kitaba uymayı bırakır da, hayatını bu kitabın yasalarıyla
düzenlemekten vazgeçer de onların isteklerine, arzularına uyarsan, sevgilerine
nefretlerine düşüncelerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına,
eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhi-ret görüşlerine, yahut ahlâk siyaset
anlayışlarına, kılık kıyafet anlayışlarına, düğünlerine, bayramlarına, kazanma
ve harcama anlayışlarına, her şeylerine uyarsan artık senin için Allah’tan ne
bir dostun vardır, ne de bir yardımcın. Allah desteğini kaybetmiş birisinin
hayatının ne hale geleceğini varın siz düşünün.
Öyle olmamış mı diyesim geliyor. Bizim şu andaki durumumuz bunu göstermiyor
mu? Yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu
kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyduk. Ey Yahudi ve
Hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin
gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden
tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık kıyafetimizi
değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz!
Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz!
Sizin hatırınıza NATO’ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! A.T.E’ la nikâhlandık,
İ.M.F’ ile nişanlandık, bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik! diye yıllardır
kapılarında yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama
beri tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir
türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne diyor bakın Allah:
Eğer sizler
Rabb’inizden size gelen vahyi bir kenara bırakır da
onların hevâ ve heveslerine uyarsanız dostunuz ve
yardımcınız olarak yokum diyor Allah. Üzerlerinden Allah’ın desteğini çektiği
bir toplumun âkıbeti budur işte.
Ya Allah’tan gelen ilme tabi oluruz, ya
bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla birlikte oluruz,
gerek kendi hevâ ve heveslerimize, gerekse bu
kâfirlerin hevâ ve heveslerine tabi olmaktan
vazgeçeriz o zaman dostumuz ve yardımcımız Allah olur. Ya
da bu kitabı bıraktıktan sonra yeryüzünün tüm kâfirleriyle beraber olsak da
cehenneme kadar yolumuz var demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu cehennemden
kurtaramaz. Zaten kâfirlerin bütün derdi bizi kendi cehennemlerine ortak etmek.
Müslümanlar var oldukları ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu kâfirlerin
aleyhinde delil vardır ve bu kâfirler bu delili yok etmek, bu kıstası yok etmek
ve bizi de cehenneme sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.
Çünkü bunlar başka değil sadece hevâ ve heveslerine
uymaktadırlar. Yâni bunlar bu halleriyle din diye sadece hevâ
ve heveslerine uyduklarından, tahrif ve bid'at ehli
olduklarından asla Hakka ve doğruya yanaşmayacaklardır.
38. “Andolsun ki, senden önce nice peygamberler gönderdik;
onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir
âyet getiremez. Her şeyin süresi yazılıdır.”
Evet ey peygamberim, andolsun ki senden önce de pek çok peygamberler gönderdik
ve onlara da zürriyetler, hanımlar ve çocuklar kıldık, verdik. Demek ki
peygamberler, peygamberlik böyle olacakmış. Yeryüzünün en büyük makamı,
peygamberlik makamı, peygamberlik müessesesi böyle takdir buyurulmuş.
Peygamberlik hanımlarla beraber, hısım akrabalarla beraber yaşanan bir olgu
verilen bir mücâdeledir. Demek ki ben evlenmeyeyim, benim beni meşgul edecek
karım ve çocuklarım olmasın da rahat bir şekilde Allah’ın dinine hizmet edeyim
mantığı yanlıştır. Demek ki başka hiç kimseye değil kendimi sadece Allah’ın
dinine vakf edeyim mantığı peygamberi bir hayat
anlayışına, peygamberi bir mücâdele yöntemine terstir. Bakın bunun tamamen
aksine kendi dinine hizmet için seçtiği yeryüzünün en kutlu elçilerine bile
Rabbimiz hanımlar, oğullar, kızlar, zürriyetler vermiş.
Allah’ın
elçileri toplumlarının yükünü omuzladıkları gibi bunun yanında hanımlarının ve
çocuklarının sorumluluklarını da yüklenmiş ve bazıları onlarla beraber,
bazıları da onlara rağmen başarıyla mücâdelelerini vermişlerdir. İşte örnek
mücadeleler peygamberlerin mücâdeleleridir. Peygamberlerin dışındakiler kim
olurlarsa olsunlar onların mücâdeleleri kesin örnek değildir. Bu ayetler mü’minleri evlenmeye ve çoluk çocuk sahibi olmaya teşvik
eden âyetlerdir. Yine bu âyetler peygamberlerin bizim gibi birer insan olduklarını
anlatan âyetlerdir.
Her ne kadar Yahudi ve
Hıristiyanlar peygamberlerini tanrılaştırma kavgası vermeye çalışsalar da
Allah’ın elçileri bizim gibi yiyen, içen, evlenen, baba olan, koca olan, hasta
olan, acıkan ve vefat eden insanlardır. Nitekim aynen Yahudi ve Hıristiyan mantığıyla
hareket eden Mekke müşrikleri de peygamberimize böyle itiraz etmişlerdi. Bu ne
biçim peygamber? Bizim gibi yiyip-içiyor, caddelerde yürüyor, çarşı pazarlarda
dolaşıyor. Bizim gibi acıkıyor, susuyor, hasta oluyor, evleniyor. Biz şimdi
bizim gibi bir beşere mi tabi olacağız? Hayır hayır
biz böyle bizim gibi bir insana asla tabi olmayız. Bizim kendisini peygamber
bilip tabi olacağımız kimsede olağanüstü bir takım vasıflar, bizden farklı bir
takım özellikler olmalı diyorlardı da Rabbimiz işte bu ve benzeri âyetleriyle
onlara cevap veriyordu.
Onlara
geçmiş toplumlara gönderdiği peygamberlerinden örnekler veriyordu. Sizler ey
Mekkeliler, geçmiş peygamberleri bilmiyor musunuz? Onlar da aynen sizin gibi
birer beşer değil miydi? Onların da hanımları, çocukları, babaları, anaları yok
muydu? buyurarak buna onların akıllarını erdirmek istiyordu. Zaten Kur’an’ın hemen hemen pek çok yerinde
ısrarla peygamberlerin ağzından bu konu vurgulanır. Tüm peygamberlerin ısrarla
toplumlarına söylediği şey şudur: Dikkat edin ben bir beşerim. Ben sizin gibi
bir insanım. Ben sadece size Rabb’imin mesajını
getirdim. Bu din benden değil Allah’tandır. Sakın beni Allah’la karıştırmayın.
Sakın Allah’tan istenmesi gereken şeyleri benden istemeye kalkışmayın diyerek
kendilerini putlaştırmaya çalışan, kendilerini Allah’la karıştıran toplumlarını
uyarmışlardır.
Ama maalesef bütün bu uyarılara
rağmen Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini tanrılaştırmalarına karşılık,
sanki onlara nazire olarak müslümanlardan kimi
zavallılar da Rasûlullah efendimize, Onda olmayan bir
kısın İlâhî sıfatlar yüklemeye kalkıştılar. Meselâ Rasûlullah
efendimizden mervî olmadığı halde: “Levlâke levlâk lema halâktul eflâk” “Habîbim sen olmasaydın ben bu eflaki yaratmazdım” gibi
uydurma sözlerle peygamberi yüceltmeye çalışıyorlar. Halbuki hem Keşful’hafa’da hem de Aliyyül
Karinin mevzuatında bunun hadis olmadığı, uydurma olduğu söylenir. Allah’ın Resûlü:
“Kim bana benim demediğim bir sözü uydurup izafe ederse
ateşteki yerini hazırlasın”
Buyurmaktadır. Meselâ yine Kur’an’ın ve sünnetin ifadesine göre Allah’ın Resûlü
topraktan yaratılmış olduğu halde, sadece melekler nûrdan yaratılmış oldukları
halde Onun nûr olduğunu, nûrdan yaratıldığını ve hiçbir şey yaratılmadan önce
Onun yaratıldığını iddia edenlerin durumu da aynen böyledir.
Ve Allah
izin vermedikçe, Allah’ın izni ve yardımı olmadan peygamber için hiçbir âyet,
hiçbir mûcize indirmesi, getirmesi mümkün değildir. Bir kul ve beşer olarak peygamberin
böyle bir gücü ve yetkisi yoktur. Allah peygamberlerine böyle bir güç vermemiştir.
Çevresindekiler
önceki peygamberlerin toplumları gibi Ondan da bir kısım âyetler, bir kısım
mûcizeler, harikalar istiyorlardı da Rabbimiz buyurdu ki: Hiç bir peygamber
Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize bir harika getiremez. Bunu peygamber değil,
ancak Allah yapar. Kaldı ki Allah’ın bu tür inkârı mümkün olmayan mûcizeler göndermesi
de o toplumun hayrınadır. Onlara merhametinden dolayı Rabbimiz bu tür âyetler
göndermemektedir.
Evet bu
âyetiyle Rabbimiz hem peygamberine, hem de bizlere bu tür kâfirler karşısındaki
tavrımızı belirliyor. Ey peygamberim sen Rabb’inden
istenmesi gerekenleri senden isteyen bu cahillere de ki tüm âyetler
Allah’tandır. Sizin gibi bir kul olan bizler size nasıl bir âyet
gösterebileceğiz de? Yâni ey peygamberlerim! Ve ey müslümanlar!
Sizler bu tür cahiller karşısında kendinizi yormayın, onlara bu tür âyetler
getireceğiz de onları ikna edeceğiz diye. Tüm kâinat âyet kesilse de bunların
dertleri o değildir. Bunlar yine de inanmayacaklar. Siz üzülmeyin! Siz bu
konuda kendinizi sorumlu zannetmeyin. Dilerler iman ederler cennete giderler,
dilerler küfrederler cehennemi boylarlar. Cennet de cehennem de açıktır onlar
için. Bir müslümanın onları razı edebilmek için yeni
deliller, yeni âyetler peşinde koşmasına da gerek yoktur. Allah’ın elçileri
hiçbir zaman onları memnun edecek bir
âyet getiremediler ki bizler getirsek. Hattâ bakın En’âm
sûresinde Rasûlullah efendimizin şöyle demesi anlatılır:
"De
ki: Sizin acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş
bitmiş olurdu." Allah zulmedenleri en iyi bilendir."
(En’âm
58)
Eğer sizin acele istediğiniz şey benim elimde
olsaydı, bende bir güç ve yetki bulunsaydı çoktan sizin işinizi bitirmiş
olurdum. Burada Rabbimiz risâletle ulûhiyeti ayırıveriyor. Allah
kendisiyle Peygam-berini ayırıyor.
Peygamber sizin gibi bir beşerdir, binaenaleyh Peygamberi Allah makamında
görmeye ve Allah’tan istemeniz gereken bir şeyi sakın peygamberden istemeye
kalkışmayın diyor. Rabbimiz Peygamberden bile bir şey istenmemesi gerektiğini
anlatıyor. Sonra da:
Her ecelin
bir kitabı vardır. Her ecelin bir yazgısı vardır. Her ecel için Allah tarafından
tespit edilmiş bir hüküm, bir zaman, bir süre vardır. Veya her bir dönem için o
dönem insanlığının uygulayacağı bir kitap gönderir Allah. Sonra da bu
kitaplardan:
39. “Allah
dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır.”
Evet Allah
bu kitaplardan dilediğini siler, dilediğini bırakır. Yâni Allah bu kitaplardan
dilediğini nesih eder, kaldırır dilediğini de bırakır. Elbette bu son kitapla, ümmü’l kitapla, ana kitapla tüm kitaplar nesih edilip
kaldırılmıştır. Onun aslı da Levh-i Mahfuzdadır,
Allah katındadır. Kıyâmete kadar tüm zamanlar için geçerli olacak kitap budur.
Allah’a
isyan içinde olan, Allah’ı ve elçilerini reddeden her toplum için önceden
takdir edilmiş bir azap yasası vardır. Allah bunlardan dilediğini mahveder,
silip yok eder, dilediğini de tespit eder. Yâni o toplumlara takdir buyurduğu
azabın bir kısmını dilerse o toplumlar üzerine gönderir, dilediklerini de
affedip siliverir. Veya insanlar iyi kötü ameller işliyorlar ya, işte Allah’ın melekleri tarafından bu amellerin tamamı
kayda geçirilir, ana bilg
40. “Ey Muhammed! Onlara vaat ettiğimiz
azabın bir kısmını sana göndersek de, senin canını alsak da, vazifen sadece
tebliğ etmektir. Hesap görmek Bize düşer”
Ey peygamberim! Biz onlara vaat
ettiğimiz azabın bir kısmını dünyada sana gösteririz, yahut da biz seni onların
arasından çekip alırız. Sen bunu hiç düşünmeden, bunun hesabına girmeden tebliğ
görevine devam et. Tabi her dâvâ adamı hayatındayken dâvâsının yeşerdiğini,
dâvâsının galibiyetini, dâvâsının önünü kesmek isteyen düşmanlarının
mağlubiyetini hayattayken gözleriyle görmek ister. Bunu dünyada görememeye
dayanamaz. Mutlaka bunun için sabırsızlanır.
İşte zaman zaman
düşmanlarının zâhiren güçlüymüş gibi göründüğü, dâvâsının zâhiren hüsnükabul
görmemiş görünmesi karşısında Rasûlullah efendimiz de
sabırsızlanıyor, üzülüyor, sıkıntı çekiyordu. Allah dâvâsının bir an evvel
insanlar tarafından anlaşılıp sahiplenilmesini istiyordu. İnsanların cehenneme
gidişine dayanamıyordu. Rabbimiz buyuruyordu ki ey peygamberim sen bunu hiç düşünme.
Dâvânın galibiyetini hiç kafana takma. Bu dâvâ benim dâvâmdır ve bu dâvâyı
galip getirecek olan benim.
İşte hayat budur. İşte Rabb’inin vadi budur. Allah yeryüzünde kendisini kendisinin
tanıttığı gibi tanımaya, kendisinin istediği gibi kendisine kulluğa yanaşmayanlara
mutlaka azap vaat etmiştir. Al-lah’ın bu konudaki azabı
kesindir. Ama bu hemen olmayabilir. Dün-yada acilen olmayabilir. Bunu sen
hayatında görebilirsin de görme-yebilirsin de.
Öyleyse ey peygamberim! Sen
sabret! Her şeye rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm bu alay edişlere, tüm bu müstekbirce davranışlara karşı sen sabret, dayan, diren! Aldırış
etmeden yoluna devam et! Bıkma! Usanma! Şunu kesinlikle bilesin ki Allah’ın
vaadi haktır. Allah seni ve dâvânı mutlaka galip getirecektir. Allah senin
düşmanlarını mutlaka mağlup edecektir, bundan en küçük bir endişen olmasın. Sen
görevini yap gerisini düşünme. Şunu kesinlikle unutma ki netice sana ait
değildir. Bu dâvâ senin dâvân değil Allah’ın dâvâsıdır ve de bu dâvâ seninle
bağımlı değildir. Dünyada, hayatında bu dâvânın galibiyeti veya düşmanlarının
kahredilişi düşüncesiyle sen kendini meşgul etme. Senin görevin sadece çalışmak
ve Rabb’inin istediği biçimde yürümektir.
Ama bilesin
ki sana onlara, düşmanlarına vaat ettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken
göstereceğiz. Ya da senin hayatına son vereceğiz.
Seni kendimize alacağız. Dâvânın ulaştığı yüceliklerin bir kısmını veya
düşmanlarına yaptıklarımızın bir kısmını göreme-yebilirsin.
Öyle de olmuş nitekim. Rabbimiz
Bedir günü düşmanlarından en büyüklerinin geberişini ona göstererek Rabbimiz peygamberinin
gözünü aydın etmiş, sonra hayatındayken Mekke’nin fethini ve Arap yarımadasının
hemen hemen tamamının fethini göstererek peygamberini
sevindirmiştir. Ama bir kısmını göremesen bile ne gam onlar sonunda benim
huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o zaman göstereceğim. Öyleyse
sen bunu kafana takma! Sen bu konuda hiç endişe etme! Sen yoluna devam et,
bizim buna gücümüz yeter! Sen hiç üzülme! öyle de böyle de olsa onlar
kesinlikle Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır onlar.
Öyleyse
peygamber yolunun yolcusu olarak bize düşen de bu insanlara Allah’ın dinini
duyurmaktır. Bir daha, bir daha duyurmak, herkese duyurmak. Ama bunu yaparken
de herhangi bir hesabın içine girmemektir. Efendim şöyle yaparsak, şöyle bir
metot izlersek, önce şunlara, şunlara anlatırsak, şunları kazanırsak yığınlarla
insan kazanacağız. Önce zenginleri kazanmalıyız, önce toplumun elit tabakasına
anlatmalıyız, zeki insanları bulmalıyız gibi hesapların içine girmemeliyiz.
Çünkü bu işin hesabı bize ait değildir. Hesabı yapan Allah’tır.
Ama işte bu âyetlerin işaretinden
anlıyoruz ki zaman zaman bir insan olarak dâvâsının galibiyetini
tez zamanda görmek isteyen Allah’ın Resûlü de böyle hesapların içine girdi.
Meselâ bu köleler varken senin yanına gelmeyiz. Onları yanından kov ki gelip
bizler de seni dinleyelim diyen Mekke’nin elit tabakasını bu dine kazandırıp,
bu dinin önündeki engeli kaldırmayı düşünen peygamberini Rabbimiz Abese
sûresinde, En’âm da ve Kehf
sûresinde uyarıverdi. Peygamberim vazgeç bu düşüncelerinden, bunun hesabını
yapmak bana aittir, sen hesap yapma buyuruverdi. Bakın Allah nasıl hesap yaparmış?
41.
“Görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Hüküm
Allah’ındır. O'nun hükmünü takip edip bozacak yoktur. O, hesabı çabuk görür.”
Her geçen
gün küfrün ve şirkin aleyhine İslâm’ın gönüllere nüfusu, Allah dâvâsının adım adım gönüllere yürümesi, İslâm coğrafyasının genişlemesi,
küfür ve şirk coğrafyasının daralması, küçülmesi anlatılıyor. Görmüyorlar mı ki
biz arzda ilerlemekteyiz. Görmüyorlar mı ki bizim dâvâmız, bizim mesajımız
Arabistan yarımadasında hızla yayılıyor. Bizim mesajımızın yayılışı karşısında,
mesajımızı yayanlarla birlikte bizim de yürümemiz, bizim de birlikte olmamız
karşısında küfür ve şirk dünyası daralıyor. Küfrün ve şirkin etkisi azalıyor.
Etki sahâlârı daralıyor. Egemenlikleri sarsılıyor.
Ey peygamberim, Bu kâfirler, bu
müşrikler senden senin hak bir peygamber olduğuna dair bir âyet istiyorlardı.
İşte onlara bir âyet. İşte bir delil. Görmüyorlar mı bu âyetleri? Allah’ın
kâfirlerin ele başlarını yok ettiğini? Kâfirlerin yok edilişi bazen müslümanların eliyle olur, bazen de Allah kendi kendilerine
onların yok edilişini sağlayıverir. Daha dün bir zalim İzak
Rabini kim yok etti? Müslümanlar mı yok etti? Allah
kendi kendilerine yok ettiriyor zalimleri? Veya geçmiş dönemlerde ülkemizdeki
din düşmanlarını birbirlerine kırdırmadı mı? Bazen bir fâsıkla
da Allah düşmanlarını yok edip dinini yüceltiverir.
İşte Allah
kâfirler hakkında, zalimler hakkında idam kararını, yok etme hükmünü böylece
verir de Onun hükmünü takibata alacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Allah’ın
verdiği hükmü hiç kimse sorgulamaya alamaz. Bunu niye böyle yaptın? diye hiç
kimse verdiği hüküm konusunda Allah’a hesap soramaz. Allah kimseye karşı hesap
verme durumunda değildir.
Hüküm,
hâkimiyet, egemenlik sadece Allah’a aittir. O hükmünü tam verir ve Onun hükmünü
bozacak, Onun hükmünün önüne geçecek de yoktur. Onun
hükmünü bozacak yoktur. Allah peygamberinin dâvâsının galibiyetine hükmetmiştir.
Küfrün ve şirkin yok olup gitmesine hükmetmiştir. Allah karar vermiştir ki; bu
mesaj galip gelecek. Allah hükmünü vermiştir, hiç kimse buna engel olamayacaktır.
Çünkü Allah hesabı çabukça görendir. Hesabı görülecek, defteri dürülecek
insanlar hakkında hem bu dünyada hem de âhirette
hesabı çok seri olandır Allah.
42.
“Onlardan öncekiler de tuzak kurdular, oysa bütün tuzakların (cezası)
Allah'ındır, herkesin yaptığını bilir. İnkarcılar da, neticenin kimin olduğunu
göreceklerdir.”
Ey
peygamberim, eğer şu anda senin düşmanların senin dâvânın önünü kesmek için
türlü türlü tuzaklar mı kuruyorlar? Üzülme sen buna.
Çünkü önceki peygamberlerin toplumları da tuzak kurdular. Yâni önceki toplumlar
da boylarını aşan, kendilerine yakışmayan tuzaklar kurdular. Senden önceki
elçilerimin mesajının tesirini gönüllerden
silebilmek için, böylece bana kulluğu unutturup insanları kendi yasalarına kul
köle edebilmek için tuzaklar kurdular, hileler düşündüler. Hayatı, ekonomiyi,
eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti, vitrinleri, sokakları bana ve benin istediğim
kulluğun aksine düzenleyerek tuzaklar kurdular.
Kendilerine göre din kitapları
oluşturarak, resmi bir din oluşturup, işte din budur diye insanlara sunarak,
benin dinimi bozarak tuzaklar kurdular. Din eğitimini yasaklayarak, benin kullarımın
benin dinime ulaşma imkânlarını ellerinden alarak bana ve benin dinime tuzaklar
kurdular. Kendi âyetlerinin gündemde kalması adına benin âyetlerimi toplumun
gündeminden düşürdüler. Kendi yasalarının ikâmesi adına benim sistemime
yasaklar koyarak tuzaklar kurdular. Benin arzımda, benin mülkümde bana ve benim
elçilerime hayat hakkı tanımayarak tuzaklar kurdular. Büyük imtihanı, büyük
günün imtihanını unutturmak üzere dünyada kendilerince çeşitli imtihanlar düzenleyerek
tuzaklar kurdular.
Çocukların beyinlerini orada Kur’an ve sünnete yer kalmasın diye çok lüzumsuz bilgilerle
doldurarak tuzaklar kurdular. Sana kulluğa zamanları kalmasın diye insanların
hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle
doldurarak tuzaklar kur-dular. Ama sen o tuzak
kuranlara karşı benim ne yaptığımı gördün peygamberim. Çünkü tüm düzenler bana
aittir. Onların tüm düzenlerini altüst edip mahvetmek bana aittir. Çünkü
herkesin ne yaptığını? Ne kazandığını bilen sadece benim. Tüm insanlara hakim
olan, egemen olan benim.
Ne yaparlarsa yapsınlar,
ellerinden geleni geri koymasınlar. Onların bir hesapları varsa elbette benim
de bir hesabım var diyor Rabbimiz.
Öyle değil
mi? Kâfirler Allah’ın sistemine karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın elçisine
karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünün Allah
biliyorken. Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabb’inin tuzaklarını bilmezler bilemezler. Rabb’in onların kurdukları tuzakların nereye kadar
gideceğini bilmektedir, ama onlar Rab’lerinin kendilerine karşı neler hazırladığını
asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin önündeki çukuru bile görememektedirler.
Elbette Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın mü’min
kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar onlar olacaktır, galip
olanlar da Allah desteğinde olan mü’minler olacaktır.
Çünkü Allah onların kendisine
karşı, kendi âyetlerine ve siz müslümanlara karşı tüm
niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların
komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi bilgilendirecek
ve korunma yollarını gösterecektir. Gerçi bundan sonra vahiy gelmeyecek ama
Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle müslümanlara
öyle bir basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl
bir tehlike geleceğini müminler bilmektedirler. Çünkü Allah kâfirlerin tün
tuzaklarını bilmektedir, yazmaktadır, yazmıştır.
Şu anda
irtica-mirtica hikayeleriyle müslümanları
yok etmeye soyunanlar, Allah’la Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa
tutuşanlar kiminle savaştığının farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi
bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki müslüman-lar zayıftır, zannediyorlar ki müslümanlar
yalnız ve yardımcısızdırlar. Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında
olmayan bu iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler.
Çok yakın bir gelecekte iyi sonucun, iyi âkıbetin, bu yurdun sonucunun kime ait
olacağını, zaferin kime ait olduğunu bilip anlayacaklar o kâfirler.
43. “İnkâr
edenler: “Sen peygamber değilsin” derler; de ki: “Benimle sizin aranızda şahit
olarak Allah ve Kitabı bilenler yeter.”
Evet kâfirler sen Allah
tarafından gönderilmiş, mürsel bir peygamber değilsin
diyorlar. Allah peygamber göndermez, Allah hayata karışmaz, Allah mesaj
göndermez, sen yalan söylüyorsun. Sen Allah’a iftira ediyorsun diyorlar. Sen
böyle diyenlere de ki peygamberim:
Allah
benimle sizin aranızda şahittir. Benim peygamberliğime Allah şahittir de
onlara. Evet Onun peygamberliğine en büyük şahit Allah’tır. Allah şehadetiyle peygamberliğe ulaşan Rasûlullah,
tüm dünya kendisini inkâr etse bile ne gam, O yoluna devam edecektir. Evet Onun
peygamberliğine Allah şahittir bir, bir de yanında kitap bilgisi olan, yanında
Allah bilgisi olan herkes şahittir. Vahiy bilgisine sahip olan herkes bilir ki
O Allah’ın elçisidir. Evet Allah ve mü’minler hem
peygamberin gerçek peygamber olduğuna, hem de Onu reddedenlerin
yalancılıklarına şahittir.
Yâni Allah şahitliğindeki, Allah
desteğindeki bir peygambere bizler inandıktan sonra tüm dünya bizden delil
istese bile bu konuda, ne gam bizim peygamberimizin en büyük delili Allah şehadetidir. İşte bakın bizim eşhedü
dediğimiz konu Allah’ın eşhedü dediği konudur. Bu ne
muazzam bir şereftir bizim için ki bizim şehadet
ettiğimiz konuya Allah da şehadet getiriyor. Âl-i İmrân sûresinde de Rabbimiz kendi kendine şehadet getiriyor. Burada da bakın peygamberine şehadette bulunuyor. Kendisinden başka İlâh olmadığına da
peygamberinin hak peygamber olduğuna da Allah şehadet
getiriyor. Allah’ın varlığına şahit, Rasûlullah’ın risâletine şahit Allah’tır. Bundan daha büyük bir şeref,
bundan daha büyük bir delil olur mu? Müslümanların şehadetine
Allah sahip çıkıyor.
Öyle değil
mi? Bundan daha büyük şahit olur mu? Düşünün şimdi Allah’a, Allah’ın Rab
oluşuna, peygambere, peygamberin gerçek örnek oluşuna nasıl şahit getirirsiniz?
Allah’ı ve peygamberi bilmeyenlere bu konuda nasıl delil getirilir? İslâm’ı
tanımayanlara, kulluk bilincine ermeyenlere nasıl bir delil getirebilirsiniz?
Meselâ bakın bir hoca efendiyi
sorgulamak ve aramak üzere evine giderler. Arama tarama esnasında hocanın
evinde televizyonun olmadığının farkına varırlar ve sorarlar hocaya, o da
evinde televizyonun olmadığını söyler. Adamlar buna kesinlikle inanamazlar ve
hayret nasıl yaşar bu adam bu devirde televizyonsuz derler. Evet İslâm bilincinde
olmayan bu adamlara nasıl anlatabilirsiniz bunu? Televizyonsuz da
yaşanabileceğini nasıl inandırabilirsiniz bu adamlara? Nasıl bir delil
getirebilirsiniz bu konuda? Sadece diyebileceğiniz bir tek şey var, o da:
Deki Allah
sizinle bizim aramızda şahittir bu konuda. Meselâ deseniz ki birine soframda üç
kaptan fazla yemek bulundurmuyorum, inanmaz adam buna. Veya deseniz ki ben
soframda kesinlikle içki bulundurmuyorum, inanmaz buna adam. Veya meselâ bir
Almana deseniz ki ben sabahtan akşama kadar hiçbir şey yemeden oruç tutuyorum,
kesinlikle inanmaz buna. Adam öyle bir hayat yaşıyor ki, öyle bir hayata
inanmış ki ben ona gerçek İslâmî hayatın bu olduğuna
nasıl inandıracağım? Nasıl bir delil, ne tür bir şahit getireyim yâni onu buna
inandırabilmek için? Adam modaya karşı gelinemeyeceğine öyle bir inanmış ki,
âdetlere ters düşülmemesi gerektiğine öyle bir inanmış ki, çevrenin insan
hayatına etkili olduğunu öyle bir kabullenmiş ki, şimdi ben bu adama nasıl bir
delil, nasıl bir şahit getireyim ki çevrenin, modanın, âdetlerin, törelerin,
ağanın, patronun, yönetmeliklerin, yasaların tanrı olmadıklarını ve tüm bunların
bizim iyi bir müs-lüman
olmamızı engelleyemeyeceğini ispat edeyim.
Bu sûreyle
alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim iman edip gereğiyle amel eden kullarından
eylesin. Sübhanekallahümme ve bi
hamdik, eşhedü en lâ ilâhe
illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.