(Elliiki ayet olup, Mekkîdir.)
"Elif, lâm, râ. Bu bir kitaptır ki, insanları
Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegâne gâlib, hamde lâyık olan
(Allah) fm yoluna çıkarman için onu sana indirdik" (İbrahim, 1).
Bil ki bu sûrenin Mekkî veya Medenî oluşu hususundaki
söz, ahâd hadislere dayanmaktadır. Sûrede, şer'î hükümlerle ilgili bir şey
olmadığı müddetçe, onun Mekke'de veya Medine'de inmiş olması farketmez. Bu
durum ancak, sûrede bir nâsih ve bir mensûh bulunduğu zaman önem arzeder. İşte
o zaman sûrenin Mekkî veya Medenî olduğunu bilmede büyük bir yarar bulunmuş
olur.
Cenâb-ı Hak "Elif, lâm, râ, bu bir kitaptır
ki" buyurmuştur. Bu "Elif, lâm, râ" diye isimlendirilen bu sûre,
sana, şu şu maksattan dolayı indirdiğimiz bir kitaptır" demektir.
Binâenaleyh ifadesi mübtedâ; onun haberi, »ii?1. ise haberin sıfatı olmuş olur.
Bu ifadeyle ilgi birkaç mesele vardır:
[1]
Bu ayet, Kur'ân'ın "Allah katından indirilmiş
olmakla" tavsif edildiğine delâlet eder.
Mutezile şöyle demiştir: "İnen de, indirilen de
kadîm olamaz."
Buna şöyle cevap veririz: İnme ve indirilme ile
vasfedilen, bu harf ve seslerdir ki, bunlar, hiç münakaşa edilmeksizin
muhdestirler.
[2]
Mutezile, Hak Teâlâ'nın buyruğundaki lam'ın,
"garaz ve hikmet lamı" olduğunu söylemiştirı ki bu da, Allah
Teâlâ'nın bu kitabı, bu maksattan ötürü indirdiğine delâlet eder. Bu ise, Allah
Teâtâ'nın fiillerin ve hükümlerinin, maslahatları gözetme şartına bağlı
olduğunu gösterir.
Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir:
"Birşeyi, başka birşeyden ötürü yapan kimse, o şeyi ancak, o vasıta
olmaksızın onu elde etmekten âciz olması halinde yapar. Bu ise, Allah hakkında
düşünülemez. Allah Teâlâ'nın fiil ve hükümlerinin herhangi bir sebebe
bağlanmasının imkansız olduğu delil ile sabit olunca, zahiri bu manayı veren
her nassın te'vil edileceği, bir başka manaya hamledileceği de sabit olmuş
olur.
Cenâb-ı
Hak, küfrü ancak
zulümâta (karanlıklara)
[3]
benzetmiştir. Çünkü küfür, insanın hidayet yolundan
şaştığı halin en ileri noktasıdır. Hak Teâlâ imanı da nura (ışığa) hidayet
yolunun sayesinde aydınlanacağı en ileri şeydir.
[4]
Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayette, pek çok bakımdan
Cebriye (ehl-i sünnet) görüşünün batıl olduğuna delâlet vardır:
1) Eğer, kâfirde küfrü yaratan Allah Teâlâ olsaydı, Onun
o kâfiri küfürden bu kitap ile çıkarması nasıl mümkün oturdu?
2)
Allah Teâlâ,
zulümattan nura çıkarma işini, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e izafe etmiştir.
Binâenaleyh eğer o küfrün yaratıcısı Allah Teâlâ olsaydı, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in, onları o küfürden çıkarması nasıl mümkün olurdu? O zaman kâfirin,
"Sen bizde bu küfrü yaratanın Allah olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, senin
bizi o küfürden çıkarman nasıl mümkün olur?" deme hakkı doğardı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara: "Ben sizi, olup bitmiş olan
küfürden değil, ileride meydana gelecek olan zulümattan yani küfürden
çıkarırım" diyecek olursa, o kâfirler de: "Eğer Allah Teâlâ, o küfrü
bizde yaratacaksa, bu çıkarma işi doğru olamaz. Yok O, onu yaratmayacaksa,
herhangi bir çıkarma olmaksızın da, biz ondan çıkarız" diyebilirler.
3)
Hz. Peygamber
(s.a.s.), onları küfürlerinden ancak iyi düşünmeleri, o kitap üzerinde tefekkür
etmeleri ve böylece de, istidlal ve tefekkür ile, Allah Teâlâ'nın âlim, kadir
ve hakîm olduğunu, Kur'ân'ın da, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in doğruluğuna dâir
mucize olduğunu bilebilmeleri için, o Kur'ân'ı onlara okuması ile çıkarır İşte
ancak bu durumda onlar O'nun getirdiği bütün hükümleri kabul ederler. Böyle
olması da ancak, bu işin kendilerine âit olan, ihtiyarları ile meydana gelen
bir iş olmast durumunda mümkün olur. Böylece onların o fiile yönelmeleri ve o
fiilde tasarruf etmeleri doğru ve yerinde olabilir."
Kâdf'nin bütün bu görüşlerine şöyle cevap verilebilir:
"Kuldan sâdır olan fiil, ondan, ya o işi yapmaya ve yapmamaya dâir
sebebler eşit ve denk olduğunda, yahut da bu iki taraftan birinin diğerine
üstün gelmesi halinde sâdır olur. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü fiilin meydana
gelmesi, varlık (yapılma) tarafının, yokluk (yapılmama) tarafına üstün gelmesi
demektir. Halbuki yapma ve yapmama sebeblerinin eşit olması halinde, bir
tarafın üstün gelmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal, bizim görüşümüzün aynısıdır.
Çünkü kuldan bir fiilin sâdır olması, ancak yapma tarafının üstünlüğü mevcut
olursa söz konusudur. Binâenaleyh eğer bu üstün getirme, kuldan olursa, soru
geri döner. Yok eğer kuldan olmaz, Altah'dan olursa, bu durumda da ilk müessir
Allah Teâlâ olmuş olur ki, zaten bizim elde etmek istediğimiz netice de budur.
Allah en iyi bilendir.
[5]
(Ehl-i Sünnet) âlimlerimiz, "kulun fiilini Allah
yaratır" şeklindeki görüşlerinin doğruluğuna, Hak Teâlâ'nın ayetteki
"Rablerinin izniyle" ifadesini delil getirmişlerdir. Çünkü
ayetin manası, "Hz.
Peygamber (s,a.s.)'in insanları karanlıklardan ışığa çıkarması,
ancak Rablerinin izniyle mümkündür" şeklindedir. Bu "izin" ile,
ya Allah'ın emri, ya ilmi, ya meşieti ve yaratması manası murad edilmiş
olabilir. İzni, "Allah'ın emri" manasına hamletmek imkansızdır. Çünkü
cehaletten ilme çıkarmak, emre dayanmaz. Çünkü bir emir olsa da olmasa da,
durum değişmez. Zira cehalet, ilimden; batıl da haktan iyice ayrılmıştır.
"İzn"i, "Allah'ın ilmi" manasına hamletmek de imkânsızdır.
Çünkü ilim, malûma, ma'lûmun olduğu durum üzere tâbidir. O halde, zulümattan
nura çıkarmayı bilmek, o çıkışa tâbidir. O çıkışın tahakkukunun da, çıkışın
tahakkuk edeceğini bilmeye bağlı olduğunun söylenilmesi imkânsızdır. Bu iki kısım
batıl olunca, ayetteki "izin" ile, "Allah'ın meşieti ve
yaratması ile" manasından başka bir manantn murad edilmediği ihtimali
kalır ki, bu da, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in insanları karanlıklardan nura
çıkarmasının, ancak Allah'ın meşieti (dilemesi) ve yaratması ile mümkün
olduğuna delâlet eder.
Buna göre eğer, "Ayetteki "izin" sözü
ile Allah'ın lütuflarının kasdedilmesi niçin mümkün olmasın?" denilirse,
biz deriz ki: "Lütuf" sözü, kapalı bir sözdür. Binâenaleyh biz onun
hakkındaki sözü detaylandiriyor ve şöyle diyoruz: "İzin" ile murad
edilen, ya varlık tarafının yokluk tarafına tercih edilmesini gerektiren bir
emirdir, yahut da bu emir bunu gerektirmez. Eğer ikincisi olursa, onda
kesinlikle bir emir söz konusu olmaz. Böylece de, o işin o emir sebebiyle meydana
geldiğinin söylenilmesi imkânsız olur. Geriye birinci ihtimal katır. Bu da,
ayetteki "izin" ile kastedilenin, varlık tarafını yokluk tarafına
tercih etmeyi gerektiren bir mananın bulunmasıdır. Halbuki biz, böyle bir
tercihin (üstünlüğün) meydana gelmesi halinde, o şeyin mutlaka meydana
geleceğine, aklî kitaplarda işaret etmiştik. Bu da, o şeyimeydana getiren
sebebten başka birşey değildir. Binâenaleyh bu, bizim görüşümüzün aynısı olmuş
olur. Allah en iyi bilendir.
[6]
Allah'ı tanıyıp bilmenin
ancak- peygamberin ta'li'mi (öğretmesi) ve imamın bildirmesi ile
olacağını söyleyenler, görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir:
Allah Teâlâ bu ayette, onları, küfür karanlıklarından imân nuruna çıkaranın Hz.
Peygamber (s.a.s) olduğunu açıkça ifâde etmiştir ki bu da, Allah'ı bilmenin
(marifetullah'ın), ancak öğretme yoluyla elde edildiğine delâlet eder."
Buna şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber (s.a.s.) tıpkı bir uyarıcı gibidir.
Marifetullah ise, ancak delil ile elde edilir. Allah en iyi bilendir.
[7]
Ayet, küfür ve bid'at yollarının pekçok; hayır yolunun
isetek olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, 'İnsanları Rablerinin
izniyle karanlıklardan aydınlığa (nura) çıkarman için" buyurmuş, cehalet ve
küfrü cemi siğasıyta "zulumât" sözü ile; iman ve hidayeti de, müfred
olan "nûr" ile ifâde etmiştir ki bu da, cehalet yollarının pek çok,
ilim ve iman yolunun ise tek olduğuna delâlet eder.
[8]
Ayetteki "Yegâne galib, hamde lâyık olan (Atlah)'m yoluna" ifadesi ile
ilgili iki açıklama yapılmıştır:
1) Bu, âmil olan ila harf-i cerrinin tekrarı ile
ifadesinden bedel kılınmıştır. Tıpkı, (A'râf, 75} ayetinde olduğu gibidir.
2) Bunun, bir cümle-i isti'nâfiyye olması da mümkündür.
Buna göre, sanki "Hangi nura?" denilmiş de, "Yeganegâlib, hamde
lâyık (Allah'ın) yoluna (nuruna)" cevabı verilmiştir.
[9]
Mu'tezile şöyle der: "Fail ancak, her türlü
makdûrâta kadir oıbuğunda, tütün malûmatı bildiğinde ve fterşeyden
müstağni olduğunda, doğru ve iyi olanı yapar, kötü ve
abes olanı bırakır (yapmaz). Çünkü eğer o herşeye kadir olamaz ise, âciz
kalacağı için çoğu kez kötüyü yapar. Eğer bütün malûmatı bilmezse, câhil
olacağı için, çoğu kez (bilmeden) çirkin işleri yapar. Eğer herşeyden müstağni
otmaz ise (başka şeylere muhtaç olursa), ihtiyacı sebebi ile çoğu kez çirkin ve
kötü işleri yapar. Fakat o herşeye kadir, herşeyi bilen ve herşeyden müstağni
olan olursa, çirkin işleri yapması imkansız olur. O halde ayetteki
"azîz" (yegâne galib) ifâdesi, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine;
"hamîd" (hamde lâyık olan) ifâdesi de, O'nun hertürlü fiilinden
dolayı hamde lâyık olduğuna bir işarettir. Bu da ancak, Allah herşeyi bilen ve
herşeyden müstağni olan olduğunda söz konusudur. Binâenaleyh anlattıklarımız
ile,
"Allah'ın yolunun", azîz ve hamîd
sıfatlarına sâhib ilah için dosdoğru bir yol olduğu için, "kıymetli, yüce
ve âlî" sıfatlarına sahib olduğu sabit olur. İşte bundan dolayı, Hak Teâlâ
kendisini bu ayette bu iki vasıfla tavsif etmiştir*[10]
Allah Teâlâ, "aziz" vasfını "hamid" vasfından önce zikretmiştir.
Çünkü doğru olan
şudur: Allah Teâlâ'yı
bilmenin başlangıcı, O'nun kadir, sonra âlim, ve sonra
herşeyden müstağni olduğunu
bilmektir. Azîz, kadir
demektir; hamîd ise, âlim ve müstağni olması demektir.
Binâenaleyh Allah'ın kadir olduğunu bilmek, O'nun
herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunu bilmekten önce geldiği için,
"aziz"i, "hamld" isminden önce zikretmiştir. Allah en iyi
bilendir.
"Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep
O'nundur. Çetin azabtan dolayı vay kâfirlere. Onlar dünya hayatını âhiretten üstün tutup severler, Allah'ın
yolundan akkorlar. Onu eğriliğe çevirmek isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık
içindedirler" (İbrahim, 2-3).
[11]
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
Nâfi ve İbn Âmir, onu merfû ve mübteda, ondan sonra
geleni de haber kabul ederek, ilk kelimeyi şekilde
okumuşlardır.
Bu kelimenin merfû okunabilmesi için, (O, Allah'dır) takdirinde
düşünülmesi gerektiği de söylenmiştir. Diğer kıraat imamları ise, geçen
ayetteki, "aziz" ve "hamid" kelimelerine atfederek, bunu
cer ile şeklinde okumuşlardır ki, bu hususta biraz düşünmek gerekir. Çünkü bir
kısım muhakkik alim, "Allah" kelimesinin, Mak Teâlâ'nın alem (özel)
ismi olduğunu söylerken, diğer bazıları da, bu kelimenin müştak (türemiş) bir
kelime olduğunu benimsemişlerdir ki, bizce doğru görüş birincisidir. Bunun
böyle olduğuna, şunlar da delâlet eder:
1)
Müştak isim,
kendisi için bir müştâkun minh (türediği kelime) bulunması gereken şeydir.
Meselâ, "Esved" (siyah) kelimesi "kendisinde siyahlık bulunan
şey"; "Nâtık" (konuşan) kelimesi de, "kendisinde konuşmanın
meydana geldiği şey" demektir. Binâenaleyh eğer, "Allah"
kelimesi, herhangi bir manadan iştikak etmiş (türemiş) bir isim olsaydı, o
zaman onun, bir "müştâkun minhi"nin olduğu anlaşılırdı ki o takdirde
bu mefhum, bizatihi (mefhum olarak) müşterekliğe mani olan bir durum ihtiva
etmeyen külli bir mefhum olurdu.
Binâenaleyh eğer, "Allah" lafz-ı celâli
müştak bir lafız olsaydı, o zaman, müşterek olmayı mümkün kılan bir mefhum
olurdu.Eğer durum gerçekte böyle olsaydı, bizim "Lâ ilahe illallah"
(Allah'dan başka ilah yoktur) şeklindeki sözümüz, tam bir tevhidi ifade etmiş
olmazdı. Çünkü bu sözde müstesna olan "Altah" lafzı olup, kedisinde
ortaklığın bulunmasına manî bir lafız olmamış olurdu. Ümmet, "Allah'tan
başka ilah yoktur" sözümüzün, sırf tevhidi ifâde ettiğinde ittifak
ettiğine göre, biz "Allah" lafzının bir alem (özel) isim olduğunu
anlamış oluruz.
2)
Biz, Allah
Teâlâ'nın diğer sıfat ve isimlerini söylemek istediğimizde, önce
"Allah" lafzını söyler, sonra bunu o sıfatlarla tavsif ederiz.
Mesela, , (O, kendisinden başka ilah olmayan, rahman, rahim, melik ve kuddüs
Allah'ıdır)" deriz. Bizim, bunu ters çevirip de, dememiz mümkün değildir.
Binâenaleyh "Allah" lafzının, Hak Teâlâ'nın zâtının alem ismi, diğer
kelimelerin ise O'nun sıfatlarına delâlet eden lâfızlar olduğunu anlarız.
3)
"Allah" lafzının dışındaki bütün isim ve sıfatlar, ya,
"kuddüs ve selâm" gibi, Allah'ın selbî sıfatlarına; yahut,
"Hâlık, Razık" gibi izafî sıfatlarına; yahut, "âlim ve
kadir" gibi hakîkî sıfatlarına, yahut da üçünden meydana gelen şeylere
delâlet eder. Binâenaleyh, "Allah sözü Cenâb-ı Hakk'ın husûsî zatının ismi
olmasaydı, Allah'ın isimlerinin tamamı, O'nun sıfatlarına delâlet eden lafızlar
olmuş olurlardı ve bu hususta, Cenâb-1 Hakk'ın zâtını gösteren birşey
bulunmamış olurdu ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü O, o olması bakımından
hususi bir isminin olmaması, uzak bir şeydir.
4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun bir adaşı olduğunu bilir
misin?"(Meryem, 65) ifadesi. Bundan murad, "Sen, adı Allah olan başka
bir Allah tanır mısın?" manasıdır. Bu da delâlet eder ki,
"Allah" lafzı, O'nun hususi zâtının adıdır. İşte bu mukaddime zuhur
edince, olması gereken güzel tertib, bunun hemen peşinden, "O, öyle
AİIah'dır ki vücüde getireceği her şeyi hikmeti muktezasmca takdir edendir.
Onları var edendir. Varlıklara suret verendir" (Haşr, 24) ifadeleri gibi
sıfatların gelmesidir. Ama bunun aksini yapıp da, meselâ, "O, takdir
edendir. Var edendir, Varlıklara suret verendir. Allah'dır" denilirse, bu
caiz değildir.
[12]
Bu sabit olunca biz deriz ki, bu ifadeyi î şeklinde
merfû okuyanlar, burada "Allahu" kelimesini mübteda, sonrasını da
onun haberi yapmışlardır. Doğru olan da budur. Ama, "Allah" kelimesi,
kelimesine atfederek mecrur okuyanlara gelince, daha önce de açıkladığımız
üzere, tertibin güzeli, , Allah'dır, yaratıcıdır" denilmesi olduğu için bu
okuyuş şekli müşkildır. "Yaratandır, Allah'dır" denilmesine gelince,
bu da güzel olmaz. İşte bu durumda alimler, buna verilecek cevap hususunda
birkaç vecih üzere ihtilâf etmişlerdir:
1) Ebû Amr İbn el-Alâ şöyle demiştir: "Cer ile
okuma, takdim ve tehir yaparak olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur:
"Göklerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu, hamîd, azîz olan
Allah'ın yolu..."
2) Önce sıfatın zikredilip, sonra da ismin zikredilmesi;
en sonunda da tekrar sıfatın getirilmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim
Arapça'da, "Saygı değer imam Muhammed'e, fakih olan ona uğradım"
denilir ki, bu ifâde aynen Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin bir benzeridir. Bir
husustaki sözün hakikati şudur: Biz daha önce, "Sırâf'ın, âlim, kâdîr ve
ganî olan bir zât-ı Ecell'in yolu, sıratı olduğu zaman ancak medhe ve övgüye
mazhar olacağını beyan etmiştik. İşte Cenâb-ı Hak bu üç hususu (ibrahim, ıj buyurarak beyan etmiştir.
Sonra, Cenâb-ı Hak bu manayı zikredince, bu aziz
varlığın kim olduğu hususunda bir şüphe hasıl olmuş, bundan dolayı da, Cenâb-ı
Hak, "Allah ki, göklerde ve yerde olan her şey O'nundur" ifâdesini
ona atfetmiştir. Böylece de, o şüpheyi izale etmiştir.
3) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Allah"
kelimesi, el-Azizi'l-Hakîm ifâdesi üzerine bir atf-ı beyândır..." Bu
meselenin hakikati ise, bizim daha önce anlatıp ortaya koyduğumuz şeydir.
4) Biz bu kitabın ta başında, "Allah"
kelimesinin esas vad'ı bakımından müştak bir kelime olduğunu, ancak ne var ki
onun, örfte alem, yani hususî ve özel yerine geçtiğini zikretmiştik. İşte
bundan dolayı her ne zaman, önce bu kelime (Allah kelimesi) zikredilir, sonra
da ona diğer sıfatlar affedilirse, bu onun bir alem yani özel isim kılınmış
olmasından dolayıdır. Ama bu ayeta qelince, Allah kelimesi, Azîz ve Hamîd
kelimelerinin sıfatı kılınınca, bu müştak bir lafız olduğuna hamledilmesi
sebebiyledir; böyle olunca da haliyle sıfat olarak kalmıştır.
5) Kâfirler bazı kere, putları aziz ve hamid olmakla
vasfediyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, ''İnsanları Rablerinin izniyle
karanlıklardan aydınlığa, o yegane galib, hamde layık olanın yoluna çıkarman
için.." (ibrahim, ıj Duyurunca, putlara tapanların zihninde, bu aziz ve
hamid olanların bazan da putlar olabileceği fikri kafıvermiş bunun üzerine
Cenâb-\ Hak bu şüçhe "Göklerde ve yerde buluna» \\er şeyin "kendisine
ait olduğu Allah'ın yolu.." (ibrahim, 2> buyurmuştur.
Aziz ve Hamid olandan murad, göklerde ve yerde bulunan
her şeyin kendisine at
olduğu Allah'dır" demektir.
[13]
.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ki, göklerde ne var,
yerde mm varsa hep O'nundur" ifadesi, Allah Teâlâ'nın, kesin dmmt
yükseklik cihetine, yönüne tahsis edilemeyeceğine oeâer etmektedir. Bu
böyledir, çünkü, senin üzerinde ve olan her şeye, "semâ, gök,
semâvât" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı şayat üst cihette, üst
tarafta bulunsaydı, o zaman "semâ"da bulunmuş olurdu. Bu m/m ise,
göklerde bulunan her şeyin O'nun mülkü olduğuna delâlet etmektedir. O
za""«arr O'nun, kendi kendisinin mülkü olması gerekirdi ki, bu
imkânsızdır. Böylece bu askerime Cenâb-ı Hakk'ın, üst cihette bulunmaktan
münezzeh olduğuna delâlet em« olur.
[14]
Bizim ehl-i sünnet alimlerimiz bu ayet ile, Cenâb-ı
HaWcl«. kulların amellerinin yaratıcısı olduğu hususunda istetti etmişlerdir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, "göklerde ne va: ne varsa hep O'nundur"
buyurmuştur.
Kulların amelleri de, göklerde ve yerlerde bulunmakta,
oralarda meycanE gelmektedir. İşte bu durumda O'nun memlûkudur manasında olmak
üzere, KuttffR fiillerinin Allah'a ait olduğunu söylemek vâcib olur.
"Mülk" ise, "kudret" yetirme**» ibarettir; binâenaleyh, o
fiillerin, Allah'ın makdûru, (yani Allah tarafından kendiler* güç, kudret
yetirilen) olması gerekir. Bu fiillerin Allah'ın makdûru olduğu sabit olunca
onların Allah'ın kudretiyle meydana gelmesi vâcib olur. Aksi halde kul, Allah
Teââ •* makdurunu meydana getirmekten men etmiş olur ku bu da imkânsızdır.
Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "hasr" manası
taşımaktadır. Bun* manası şudur: "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler,
ancak O'nundur; başkasnv değil!." Bu da gösterir ki, Allah'dan başka bir
mâlik ve bir Hâkim bulunmamakta»" Sonra Cenâb-ı Hak bunu zikredince, bunun
hemen peşinden tehdidi kâfirtw* yönelterek şöyle buyurdu: "Çetin azabtan
dolay: tau kafirIere?Bur\ur\ anlamı ise şudur: "Onlar, göklerin ve yerin,
aynı zamanda ontartto | bulunan her şeyin mâliki olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp
da, bir zarar ve bir fayot veremeyen; kendisi yaratılmış olup hiçbir şey
yaratamayan; idrâk kabiliyetleri ve Sfcsr bulunmayan nesnelere tapmaya
başlayınca, işte bundan dolayı (onlara) yaz*a olsun! Sonra, böyle olan herkese
yazıklar olsun!" Cenâb-ı Hak " bu kim.ltun i tahsis etmiştir. Çünkü mana, "Onlar
şiddetli bir azâbtan dolayı feryâd ediyor, onca~ ötürü çığlıklar atıyorlar ve
"Eyvah o azaba! Aman!" diyorlardı" şeklinöec-
Bunun bir benzeri de, kâfirlerin ahirette ölümü
temenni edeceklerini ifâde eden (Furkan, 13) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak,
kendilerini, en büyük azabı ifâde eden "veyl" ile tehdit etmiş olduğu
o kafirlerin sıfatını beyân etmiştir. Onların sıfatlarından üç çeşidi
zikretmiştir.
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar dünya hayatım, ahiretten
üstün tutup severler" ayetinin ifâde ettiği husus. Bununla ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[15]
Sen eğer dilersen, ellezine kelimesini önceki ayette
geçen kâfirine kelimesinin sıfatı yaparsın, istersen onu mübtedâ yapıp, ulâike kelimesini de onun haberi kabul
edersin, istersen de, "kınama" manası taşıyan mahzuf bir(fji fiilinin
mef'ûlü olmak üzere); mansûb kabul edersin.
[16]
"el-İstihbâb ". bir şeyi sevmenin peşine
düşmektir. Derim ki: İnsan bazan bir şeyi sever de, fakat, o şeyi sevmesi
hoşuna gitmez. Meselâ, fısk-u fücura meyleden adamın
hali gibi.. Fakat bu kimse, fısk-u fücuru seviyor
olmaktan hoşlanmaz. Bir şeyi sevip de, onu seviyor olmayı arzulayarak, işte bu
muhabbeti sevmiş olmaya gelince, evet bu, muhabbet ve sevginin zirvesi ve nihâî
noktasıdır. Binâenaleyh, "Onlar dünya hayatını... severler" ifâdesi,
onların, dünya hayatına karşı duyulan muhabbetin zirvesinde bulunduklarına
delâlet eder. İnsan, ahiret hayatından ve bu geçici dünyanın kusurlarından
habersiz olduğu zaman böyle olabilir. Böyle olan bir kimseyse, mezmûm ve adi
sıfatların en uç noktasında bulunuyor demektir. Çünkü bu hayat, kusur ve
nakısalarm pekçok çeşidiyle vasfedilmiştir.
[17]
a) Bu hayat sebebiyle, elemlerin, hastalıkların, gam ve
kederlerin, korkuların ve hüzünlerin kapısı açılmıştır.
b) Hakikatte bu lezzetlerin sağladığı tek şey, elemleri
savuşturmaktır. Ruhanî ve manevî lezzetler ise bunun aksinedir. Çünkü onlar, bizatihî
lezzet ve saadettirler.
c) Bu dünya hayatının lezzetleri, inkıtâya, kesintiye ve
nihayete ermeleri sebebiyle, buruktur.
d) Onlar, değersizdir, azdır. Kısaca, bu dünya hayatını,
ancak onun kusurlarından gafil olan ve yine, uhrevi,manevî hayatın üstünlüklerinden
habersiz bulunan kimse sevebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Halbuki
ahiret daha hayırlı, daha süreklidir" buyurmuştur. İşte bu ifâde, daha
önce zikretmiş olduğumuz her şeyi içine almaktadır.
[18]
.-
Cenâb-ı Hak, "Onlar, dünya hayatını, ahiretten
üstür tutup severler" buyurmuştur. Burada
bir haz"
bulunmakta olup, bunun takdiri şöyledir: "Onlar
dünya hayatını severler ve onu, ahiret hayatına tercih ederler..." Böylece
Cenâb-Hak, kendisi vasıtasıyla, sırf dünyayı sevmenin, ancak onu ahirete
terci" etmenin de kendisine bitişmesinden sonra mezmûm olacağı anlaşılsın
diye, bu iv vasfı birleştirmiştir. Buna göre, dünya hayatını, kendisiyle gönül
faydalarına ve ahiret -hayırlarına ulaşmak için seven kimseye gelince: Bu kimse,
ahiretine zarar verece* bir şeyi tercîh etmek suretiyle onu ahiretine üstün
tutmadığı sürece, mezmûm ve kınanmış olamaz. Mezmûm ve kınanan sevgi ise, ancak
belirtilen o sevgidir.
[19]
2)
Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah'ın yolundan ahkorlar" ayet; ifâde ettiği husus... Bil
ki, dünyayı (mezmûm olan) bir sevgiyle sevip üstün tutanla-sapmışlardır.
Başkalarını Allah'ın yoluna girmekten men edenler ise, saptıraniarc
-azdıranlardır. İşte, birinci safha onların dalâlette olduklarına; onların
Allah yolunda-saptırdıklarını gösteren bu safha iseOnlarm saptıran, azdıran,
idlâl edenler olduklarına işaret etmektedir.
[20]
3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu eğriliğe çevirmek
isterler" ayetinin ifâoe ettiği husus... Bil ki, saptırmak iki safhada
olur:
Birincisi: Başkalarını saptırmaya gayret
etmek ve onu, dosdoğru olan yola ve sırat-ı müstakime vasıl olmaktan alıkoymak.
İkincisi: Onun, hak yola çeşitli şekk ve
şüpheler atmak için çaba göstermesi ve yapabildiği her türlü hile ve desise
ile, onun durumunu takbih edip çirkin göstermeye çalışmasıdır ki bu, dalâl ve
idlâlin doruk noktasıdır. İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak. "Onu eğriliğe
çevirmek isterler" buyurarak işaret etmiştir.
Keşşaf sahibi: "Bu ifâdede aslolan
"Onun için eğrilik isterler şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, harf-i
cer hazfedilmiş ve fiil mef'ulü harf-i cer'siz almıştır" demiştir.
Dalalet Hakkında "Uzak" Sıfatının Manası
Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin hallerinin bu üç mertebesini
zikredince, onlarır sıfatlarıyla ilgili olarak iüjl "İşte onlar, pek uzak
bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak şu sebeplerden dolayı,
sapıklığı "uzak olmak"la
vasfetmiştir:
1) Biz, sapıklık derecelerinin en İlerisinin, Allah
Teâlâ'nın bu derecede vasfetmiş
olduğu o şey olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh bu
mertebe, haktan son derece uzak olan bir mertebedir. Çünkü, meselâ siyah ve
beyaz gibi, zıt olan iki şeyin şartı, onların birbirlerinden son derece 'uzak'
olmalarıdır. Binâenaleyh burada da, bu tarz üzere tahakkuk eden sapıklık,
haktan son derece uzak olan bir sapıklık, dalâi olmuş olur. Zira, bu
sapıklıktan daha şiddetli ve daha ileri derecede bir sapıktık düşünülemez.
2)
Bununla,
onların sapıklık yolundan hidâyet yoluna döndürülmelerinin uzak oluşu
kastedilmiştir. Zira o sapıklık, onların içine yerleşmiş, orada temerküz
etmiştir.
3)
Bu ayetteki
"dalâl" ile, onların helak olmaları murad edilmiştir. Buna göre
kelamın takdiri, "Onlar, sona
ermeyen ve uzun süren bir helak içindedirler" şeklindedir. Cenâb-ı Hak,
ayetteki baîd (uzak) sözü ile, o
sapıklığın süresinin uzamasını ve sona ermemesini kastetmiştir.
[21]
"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi
dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru
yola götürür. O. yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"
(İbrahim, 4).
Ayetle itgili birkaç mesele vardır:
[22]
Bil ki Allah Teâlâ, bu sûrenin başında, "Bu bir
kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle
karanlıklardan aydınlığa, Her
Ümmete Peygamber Göodenlmesi çıkarman için onu sana indirdik"(ibrahim, ıj
buyurunca, bu,
bu büyük makamın kendisine verilmesi bakımından hem
peygamber için bir lütuf, hem de kendilerine, onları inkâr karanlıklarından
kurtarıp imanın nuruna ulaştıran bir peygamberin gönderilmiş olması açısından
da insanlara ve mahlûkata bir lütuf olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu
ayette, işte bu iki bakımdan, nimet ve ihsanını tamamlayacak olan şeyi
zikretmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e nisbetle bunun bir lütuf
olmasına gelince, Allah Teâlâ: "Ey Muhammed,, diğer peygamberler sadece
kendi kavimlerine peygamber olarak
gönderilmişlerdir. Sen ise, bütün mahlûkata peygamber
olarak gönderildin Binâenaleyh, bu in'âm, senin hakkında daha mükemmel ve daha
üstün olmuş olur* şeklinde beyan buyurmuştur.
Bunun, bütün mahlûkata nisbetle bir ikram olmasına
gelince, Allah Teâlâ bunda, her kavme, ancak o kavmin lisanıyla konuşan bir
peygamber gönderdiğini beya~ ederek açıklamıştır. Zira durum her ne zaman böyle
olursa, onların, o şerîatin sırlar r anlamaları, onun özüne vakıf olmaları daha
kolay; yanlıştan ve hatadan uzaklaşmaia-da, o nisbette müyesser olur. İşte,
ayetin kendinden önceki ifadelerle münasebetle' budur.
[23]
Bazı kimseler bu ayet-i kerime ile, dillerin tevkîfı
değil de ıstılahî oldukları hususunda istidlal etmiş ve şöyle demiştir Çünkü
tevkîfîlik ancak, peygamberler göndermek
ite meydana gelir. Bu ayet-i kerime ise, bütün peygamberle^ ancak, kendi
kavimlerinin lisânı ile gönderilmiş olduğuna delâlet eder. Bu da, dillerr
peygamberlerin gönderilmesinden önce bulunmasını iktizâ eder. Durum böyle
olunca, bu dillerin tevkif (vahy) ile meydana gelmesi imkânsız olur. Böylece
de, dillerin, ıstılah? olarak meydana gelmesi vacib olur.
[24]
Yahudilerden, kendilerine İseviyye denilen bir grup,
Hz.. Muhammed (s.a.s.)'in Allah'ın Resulü olduğunu, ama
diğer
bütün toplumlara değil
de, sadece Araplâ-i gönderilmiş olduğunu iddia etmişler
ve iki bakımdan t.
ayete tutunmuşlardır:
1) Kur'ân, Arapça ile nazil olduğuna göre, içinde
bulunan fesahat sebebiyle onu-bir mucize olduğunu ancak Araplar bilebilir. Bu
durumda da Kur'ân, ancak Arapla-c bir hüccet olmuş olur. Arap olmayanlar için
bir hüccet olmaz.
2)
Onlar şöyle
demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın "Biz hiçbir peygamberi ke kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik" buyruğundaki "lisân"dan murar Arapça'dır. Bu da şöyle denilmiş
olmasını gerektirir: Hz. Muhammed (s.as) iç -Araplardan başka kavim yoktur. Bu
da, O'nun sadece Araplara gönderilmiş olduğuna delâlet eder.
Buna şöyle cevap verilir: Ayetteki (kavmini) kelimesi ile "Onun beldesin r
halkı, ahalisi" manasının murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın?
Binâenale> -kavmihi kelimesinden maksat, onun davet kapsamına giren kimseler
değildir. Onun davetinin umumî ve bütün insanlara şamil olduğunun delili,
"De ki: "Ey insanlar şüphesiz ben,
Allah'ın sizin hepinize, hatta, ins
ve cin âlemine
göndere:-peygamberim" {A-raf, ise) ayetidir. Çünkü, meydan okuma, yani tehaddi
insanla'a karşı olduğu gibi, aynı zamanda cinlere karşı da vaki olmuştur. Bunun
delili, Ücf." "Andolsun, ins ve cin, şu Kur'ân'm benzerini (meydana)
getirmeleri için b.z
araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine
benzerini getiremezler" <lsra, as» ayetidir.
[25]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, dalâlet ve hidayetin Allah'dan
olduğuna, "Artık Allah kimi dilerse
saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür" ayetini delil
getirmişlerdir. Ayetin bu hususa delâleti açıktır. Alimlerimiz şöyle
demişlerdir: "Bunu, şu rivayet de tekid eder: Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer(r.a.) bir grup insan içinde karşı karşıya geldiler ve seslerini
yükselttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Bu nedir, noluyor?" dedi:
Ordakilerden birisi: "Ya Resûllallah, Hz. Ebu Bekir, "hasenat
AHah'dandır, seyyiât kendimizdendir" diyor; Hz. Ömer de: "ikisi de
AHah'dandır" diyor. Bazı kimseler, Hz. Ebu Bekir'e, bazısı da Hz. Ömer'e
tâbi oldular" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'in söylediğini
araştırıp öğrendi. Sonra onun söylediğinden memmun olmadı. Bu, yüzünden
anlaşılıyordu. Sonra Hz. Ömer'e yöneldi; onun söylediğini de araştırıp öğrendi.
Bunun üzerine, yüzünde bir memnuniyet belirtisi hasıl oldu. Sonra da şöyle
buyurdu: "İsrafil (a.s.), Cebrail ile Mikâil arasında nasıl hükmetmişse,
ben sizin aranızda öyle hüküm vereyim: Cebrail, ey Ömer, aynen senin söylediğin
gibi; Mikaîl de, ey Ebu Bekir, senin söylediğin gibi söylemişti. Bunun üzerine
İsrafil, bütün kaderin, onun hayrının ve şerrinin Allah'dan olduğuna hükmetti.
İşte, benim, sizin aranızdaki hükmüm bu."
[26]
Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetin zahirî manası
üzere icra edilip anlaşılması mümkün değildir. Bu, birkaç şekilde izah
edilebilir:
1)
Allah Teâlâ,
"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki,
onlara apaçık anlatsın" buyurmuştur. Bu, "Biz, her peygamberi
kavminin lisanıyla gönderdik ki, onlara bu mükellefiyetleri kendi lisanlanyla
beyan etsin. Binâenaleyh, onların bu beyânı anlamaları daha kolay, maksat ve
gayeyi anlamaları ve idrakleri daha mükemmel olur" demektir, Bu söz, eğer
Allah'ın peygamber göndermekten maksadı, mükellefler için imanın meydana
gelmesi olursa, ancak sahih ve doğru olmuş olur. Ama eğer Allah'ın bundan maksadı
onları saptırmak ve onlarda küfrü yaratmak olursa, o zaman bu söz o maksada
uygun olmaz.
2)
Hz. Peygamber
(s.a.s.), onlara, "Sizde, küfrü ve dalâleti yaratan Allah'dır" dediği
zaman, onların, "Öyle ise, senin beyân ve açıklamanın faydası nedir? Gönderilmendeki
maksat nedir? Allah'ın bizde yaratmış olduğu küfrü kendimizden gidermemiz
mümkün müdür?" deme hakkı doğardı. Bu durumda, nübüvvetin tebliğ ve
çağrısı batıl olmuş, peygamberlerin gönderilmesi de boşuna olmuş olurdu.
3) Küfür, Allah'ın yaratması ve meşietiyle meydana
gelirse, o zaman küfre râm olmanın da vacib olması gerekir. Çünkü Allah'ın
kazasına rıza, vâcibtir. Bu, akıllı olan bir kimsenin söyleyeceği bir şey
değildir.
4) Biz, daha önce bu ayetten önceki, "insanları
Rabierinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için" ifadesinin,
"adi" görüşüne delâlet ettiğini, yine bu ayetin sonunda bulunan,
"O, yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesinin de
aynı şeye delâlet ettiğine dair deliller getirmiştik. Binâenaleyh, küfrü ve
kabih fiiller yaratan ve bunları murad eden, daha nasıl hakîm olabilir? İşte bu
izahlarla, ayetteki. "Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse
doğru yola götürür" ifadesinin, "Allah kulda küfrü yaratır"
manasına hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olur. Bundan dolayı, ayetin
teviline yönelmek gerekir. Biz, bu teviller hususunda, Bakara sûresinde{aakara,
26) ayetinin tefsirinde geniş açıklamalarda bulunmuştuk.
Bunların bir kısmını tekrarlamakta bir sakınca yoktur:
a) " İdlâlden murad, o kimsenin kâfir olup
dalâlette bulunduğuna hükmetmektir. Nitekim, "Falanca, falancanın kâfir ve
sapık olduğuna hükmetti" manasında denilir.
b)
"İdlâl" onları cennet yolundan cehennem yoluna götürmekten
ibaret; "hidâyet" de cennet yoluna irşâd etmekten ibaret olabilir.
c) Allah Teâlâ, sapmış olanı dalâleti üzerinde
bırakıp, ona müdahele için, sank onu saptırmış gibi olmuştur. Yine, hidâyete
ermiş olana da, lütuflarıyla yardım ettıç için, sanki onu hidayete erdiren
kendisi olmuş gibidir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir "İdlâlden murâd,
Allah'ın, kulu tamamen kendi haline bırakması ve lütuflarını ondar
esirgemesidir. Hidayetten murad, Allah'ın muvaffakiyet vermesi ve lutfetmesidir[27]
Mutezile'nin ilk önce söyledikleri, "Ayetteki,
"Onlara apaçık anlatsın" ifâdes Allah'ın onları saptırmış olmasına
uygun düşmez" şeklindeki sözlerine şöyle diyere* cevap veririz: Ferrâ
şöyle demiştir: "Bir fiilden sonra bir başka fiil zikredildiği zaman eğer
ikinci fiil, birinci fiile benzer (müşâkil) ise, onu ona atfedersin. Eğer,
müşâkeleî bulunmuyorsa, onu yeni bir cümle yapar ve merfû yaparsın. Bunun bir
benzeri. "Dilerler ki Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürsünler. Allah ise
nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz rrevbe, 32) buyruğudur. Buradaki
ifadesi ref mahallindedir. Başkası caiz değildir. Çünkü 'denilmesi güzel olmaz.
Binâenaleyh, ikinci cümle birinci cümlenin mevkiinde olmadığına göre atıf
yapılamaz. Yine, bunun bir benzen. "Size apaçık gösterelim diye.. sizi....
rahimlerde durduruyoruz' (Hacc, 5) ayetidir. Arapların şu sözü de bu
kabildendir: "Seni ziyaret etmek isîedim; fakat, yağmur beni
alıkoyuyor." Son fiil, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı, merfû olarak
getirilmiş olup; kendisinden önceki mansûb fiile atfedilmemiştir. Şairin şu
beyti de bunun gibidir:
"Onu (şiiri) beyan edip açıklamak ister,
(fakat) onu anlaşılmaz hale
getirir."
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Allah Teâlâ
bu ayette, önce ^ buyurmuş, sonra da buyurarak, yudıllü fitlini merfû olarak
zikretmiştir. Bu, o fiilin, müste'nef olarak, kendisinden öncesine
atfedilmeksizin zikredildiğine delâlet eder. Ben derim ki: Mana bakımından bu
sözün izahı şudur: Allah Teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: "Biz
gönderdiğimiz her peygamberi, bu şeriatları o kavmine beyân edip anlatması,
kavminin alıştığı ve bildiği lisanla olsun diye, ancak kavimlerinin lisanlanyla
gönderdik." Allah bundan sonra, "İş böyle olmakla beraber, Allah
dilediğini saptırır, dilediğine de hidâyet eder" demiştir. Bu ifâdenin
gayesi, beyânın kuvvetli olmasının, mutlaka hidayetin meydana gelmesini
gerektirmeyeceğine, binâenaleyh, çoğu zaman beyân ve izah kuvvetli olduğu
halde, hidayetin tahakkuk etmediğine, yine çoğu zaman, beyân zayıf olduğu halde
hidayetin tahakkuk edebileceğine bir işarette bulunmaktır. Durum ancak
böyledir; çünkü, hidâyet ve dalâlet, sadece Allah tarafından meydana gelir.
Mutezile'nin, "Dalâlet eğer Allah'ın yaratmasıyla
meydana gelmiş olsaydı, peygambere kâfir, "Senin beyânının ve davetinin
hikmet ve faydası nedir?" diyebilirdi" şeklindeki ikinci sözlerine
mukabil biz deriz ki: Buna şu durum mauarızdır: Hasmımız olan Mu'tezile'nin
kendisinin de bu ayetlerin, o kimsenin sapık olduğunu haber verdiğini kabul
etmesi de buna aykırıdr. Zira kâfir o muarıza şöyle diyebilir: "Senin
ilâhın benim kâfir olduğumu haber verdiğine göre, eğer ben inanırsam, senin
ilahın yalancı olmuş olur. Ben, senin ilahını yalancı kılmaya ve O'nun ilmini
cehalete çevirmeye muktedir miyim? Buna gücüm yetmediğine göre, nasıl bana bu
imanı emredersin?" diyebileceğini kabul etmektedir. Muarızımızın bize
karşı getirmiş olduğu bu sorunun kendisi aleyhine de varid olduğu sabittir.
Mutezlle'nin, "Buna göre, küfre razı olmak, vacib
olmalıdır. Çünkü Allah'ın kaza ve kaderine rızâ, vacibtir. Vacibin kendisiyle
tamamlandığı şey de vacibtir" şeklindeki üçüncü görüşüne gelince, biz
şöyle deriz:
Size göre, kulun, Allah'ı yalanlamaya ve O'nun ilmini
cehalete dönüştürmeye çalışması vacibtir. Bu ise, sizin bizi ilzam etmek için
ileri sürdüğünüzden daha şiddetli bir biçimde imkânsız olan bir ilzamdır. Çünkü
Allah Teâtâ, o kimsenin kâfir olduğunu ve onun küfrünü bildiğini haber
verdiğine göre, o kimsenin küfrünü gidermek, Allah'ın ilmini cehalete, doğru
haberini yalana çevirmeyi iktizâ eder.
Mutezile'nin,
"Bundan önceki, "Bütün
insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa... çıkarman
için" (ibrahim, i) ayeti, Mutezile'nin görüşünün doğruluğuna delâlet
eder" şeklindeki dördüncü iddialarına karşı deriz ki: Biz, ayetteki
"Rablerinin izniyle" ifadesinin, ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna
delâlet ettiğini anlatmıştık.
MutezlIe'nin/'Allah Teâlâ kendisini, ayetin sonunda
hakim olarak vasfetmiştir. Bu, O'nun, küfrü yaratmasına ve irade etmesine
aykırıdır" şeklindeki beşinci görüşüne karşı biz de deriz ki: Allah Teâlâ,
kendisini burada, "azîz" diye de vasfetmiştir. Azîz, gâlib ve kahir
olan demektir. Binâenaleyh, meydana gelmeyeceği halde kâfirden iman etmesini
isterse, ya da onlardan küfür amelini irâde ederse, aziz ve galib olduğu için,
bunlar hasıl olur. Böylece, Mutezilenin yapmış olduğu izahların zayıf olduğu
sabit olur. Yine onların yaptıkları üç tevilin batıl olduğu bu kitapta tekrar
tekrar anlatılmıştı. Binâenaleyh, yeniden anlatmaya gerek yoktur.
[28]
"Biz Musa'yı, "kavmini karanlıklardan
aydınlığa çıkar ve onlara, Allah'ın günlerini hatırlat" diye mucizelerle
gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok
sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır. Hani Musa
kavmine: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O,
sizi kötü azaba sürmekte olan, oğullarınızı boğazlamaya, kadınlarınızı diri
bırakmaya devam eden Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı ve bunda,
Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" demişti " (İbrahim, 5-6).
Ayetle İlgili birkaç mesele vardır:
[29]
Bil ki Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i insanlara. onları karanlıklardan nura çıkarması
için gönderdiğin'
beyan edip, O'nun gönderilmesinde gerek Hz.
Peygambere. gerek O'nun kavmine olan nimetinin kemalini zikredince, bunun
peşisıra, geçmiş kavimlere gönderilen diğer peygamberlerin bi'setini, ve o
kavimlerin onlara karşı davranışlarını anlatmaya başlamış, böylece Hz.
Peygambere, kavminin kendisine yapmış olduğu eziyetlere sabretmesini tavsiye
ederek, onlarla nasıl konuşacağını ve onlara nasıl muamele edeceğini
öğretmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, alışılmış olan adet üzere, bazı
peygamberlerin kıssasını zikretmiş ve işe, Hz. Musa (a.s.) 'nın kıssasıyla
başlayarak "Biz Musa'yı (...) mucizelerle gönderdik" buyurmuştur.
[30]
Esamm şöyle demiştir: "Musa (a.s.)'nın mucizeleri,
âsâ, yed-i beyzâ, çekirgeler, bitler, kurbağa, kan, denizin yarılması, taştan
pınarların fışkırması, dağın gölgelik gibi kaldırılması ve gökten bıldırcın
etiyle kudret helvası indirilmesidir."
Cübbâi "Allah Teâlâ Musa (a.s.)'yı.
kavmi Benî İsrail'e ayetlerle göndermiştir. Bu ayetler, O'na bildirilen şeyler,
O'na indirilen kitap ve O'na, dini kavmine açıklaması hususunun
emredilmesidir" demiştir.
Ebu Müslim el-lsfehflnî ise, söyle demiştir:
"Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında: "Bu bir kitapdtr ki,
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik"
(ibrahim, 1) buyurmuştur.
Hz. Musa (a.s.) hakkında da,
"kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar" diye Musa'yı peygamber
olarak gönderdik" buyurmuştur. Bu ifâdenin maksadı, bi'setten gayenin,
bütün peygamberler için aynı olduğunu; bunun da, peygamberlerin insanları,
dalâlet karanlıklarından hidâyet nurlarına çıkarmaya gayret etmeleri olduğunu
anlatmaktır.
[31]
Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki İ cümlesinden maksad
"Kavmini çıkarasın diye" manasıdır. Buradaki en edatının,
"yani" manasında olmak üzere "en-i müfessire" olması
uygundur. Bu takdirde mana şöyle olur: "Andolsun ki biz Musa'yı
ayetlerimizle..çıkar" diye gönderdik." Sanki şöyle denilmektedir:
"Ona şöyle dedik: "Kavmini.... çıkar." Bunun bir benzeri de,
"Onların elebaşlanndan bt güruh, "yürüyün" diyerek kalkıp
gittiler" <sâ'd, 6) ayetidir. Ayetin te'vili şöyledir: Onlara,
"yürüyün" denilmiştir. Yine bu en edatının, haber için getirilen
"en-i muhaffefe" olması da uygundur. Buna göre mana, "Andolsun
ki biz Musa'yı kavmini dalaletten nura çıkarması için gönderdik"
şeklindedir. Fakat bundaki bâ harf-i cerri hazfedilmiş ve en edatı doğrudan
emir sığasına bitiştirilmiştir. Bunun bir benzeri de "Ona kalk diye yazdım,
kalk diye emrettim" şeklindeki sözündür."
[32]
Zeccâc, bu iKi görüşü Slbeveyh'den naklet m iştir.
Ayetteki 'Ve onlara Allah'ın günlerini
hatırlat" buyruğuna gelince, bil ki Allah Teâlâ Musa (a.s.)'ya bu ayette
iki şeyi emretmiştir:
a)
Kavmini küfrün
karanlıklarından çıkarmasını.
b)
Onlara,
Allah'ın günlerini hatırlatmasını... Bu hususta iki mesele vardır:
[33]
Vahidî şöyle demiştir: "Eyyam" kelimesi,
"yevm" kelimesinin çoğuludur. "Yevm" kelimesi ise, güneşin
doğumundan, batımına kadarki müddeti (gündüzü)
gösterir.
"Eyyam"m aslı, şeklinde idi, Bunda yâ ile
vâv bir araya gelmiş ve birincisi, yani yâ harfi bir sükûn ile vâv'dan önce
gelmiştir. Bundan dolayt biri diğerine idğâm edilmiş ve idğâmda da yâ harfi
üstün gelmiştir.
[34]
"Eyyam' (günler) kelimesi ile, o günlerde meydana
gelmiş büyük hadiseler kastedilmiştir. Nitekim
Arapça'da,
Eyyam (Günler) ve Benî İsrail'in "Falanca Arapların eyyamını
(günlerini) bilir" denilir.
Vak'alan Bundan maksad, "Arapların belli başlı hadiselerindir.
Nitekim darb-ı meselde de, "Bir gün gören, bir gün de görülür"
denilmiştir. Bu, "Bir kimse bir günde başkasının maruz kaldığı felâket
sebebiyle sevinçli görünürse, başka bir günde de kendisinin başına gelen
felâketten ötürü hüzünlü görülür" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"işte öğünler... biz onları, insanlar arasında döndürür dururuz"
<aı-i imran, 1*0) buyurmuştur. Bunu iyice anladığın zaman, bil ki ayetteki
bu tabirin manası "sen onlara terğîb ve terhib (teşvik ve korkutma) ile,
vaad ve va'îd ile öğüt ver" şeklinde olur. Terğîb ve vaad, onlara Allah'ın
hem kendilerine, hem de kendilerinden önce yaşamış olan, geçmiş zamanda
peygamberlere imân etmiş olan kimselere vermiş olduğu nimetleri hatırlatmasıdır.
Terhîb ve va'îd (tehdid) ise, onlara Allah'ın azabını ve şiddetini, geçmiş
ümmetlerden peygamberlerini yalanlayanlardan tıpkı Âd, Semud ve diğer
kavimlerin başına gelen azablarda olduğu gibi intikam alışını hatırlatmasıdır.
Ta ki onlar va'adlere arzu duyup tasdik etme (inanma) yoluna gitsin;
va'idlerden de sakınıp yalanlamayı terketsinler. Bil ki Allah Teâlâ'nın Musa
(a.s.) için olan "eyyamı" (günleri) arasında, İsrâiloğulları'nın
Flravun'un zorbalığı ve kahrı altında bulunduğu günler olan, mihnet (sıkıntı)
ve imtihan günleri ile, yine üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın etinin
indirildiği, denizin varıldığı ve bulutun üzerlerine gölgelik yapıldığı, nimet
ve rahatlık günleri bulunmaktadır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüphesiz ki bunda çok
sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır" buyurmuştur.
Bu, "Bu hatırlatma ve dikkat çekmede, çok sabreden ve çok şükreden
kimseler için nice
ibret alınacak şeyler vardır. Çünkü durum, ya bir
mihnet ve imtihan hali, ya da bir atiyye ve bolluk hali olur. Eğer birinci
durum olur ise, mü'min çok sabreder. İkinci hal söz konusu ise, o, çokşükredici
olur" demektir. Bu ifadeler, mü'minin, her ânında mutlaka bu iki durumdan
birisi üzere olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Buna göre eğer zaman, onun
gönlüne uygun ve arzusuna muvafık bir biçimde geçiyor ise, o, şükür ile meşgul
olur; gönlüne uygun bir biçimde cereyan etmiyorsa, o zaman da sabırla meşgul
olur.
İmdi, eğer: "Bu hatırlatmalar ve öğütler herkes
için birer ibret vasıtasıdır I ar O halde daha niçin bunlar çok sabreden ve çok
şükreden kimselere tahsis edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta
birkaç izah yapılabilir:
1) Bu ayetlerden istifâde eden, bunlara itibar edenler o
kimseler olduğu için, "(Bu Kur'ân) muttakiler için bir hidayet
(vasıtasıdır)" (Bakara, 2), ve "Sen ancak O'ndan korkanı inzâr
edicisin" (Naziât, 45) ayetinde de olduğu gibi, bunlar ancak o kimseler
için bir ayet (bir ibret) olmuş olur.
2) Şöyle denilmesi de uzak bir ihtimal değildir:
Hatırlatma ve öğüt vermenin bu çeşidinden yararlanmak, ancak sabreden ve
şükreden kimseler için söz konusudur. Böyle olmayan kimseler, bu ayetlerden
yararlanamaz.
Bil ki Allah Teâtâ, Musa (a.s)'ya, kavmine Allah'ın
günlerini hatırlatmasını emrettiğini zikredince, Hz. Musa'nın da onlara, bu
günleri hatırlattığını bildirerek, "Hani Musa kavmine, ' 'Allah 'm
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi kötü azaba sürmekte olan...
Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı" buyurmuştur. Buradiki "Hani
sizi kurtarmıştı" ifadesi, in'âm etmek manasındaki kelimesinin zarfıdır, ona bağlıdır. Yani,
"Allah'ın o zaman (bunu yapmakla) size olan nimetini hatırlayın"
demektir. Geriye ayetle ilgili birkaç soru var:
[35]
Birinci Soru: Cenâb-ı Hak Bakara sûresinde üy».M
(Bakara, 49);A'râf sûresinde (aynı sadedde) J fa (öldürürler); bu ayette ise,
atıf vâvı ile, j (boğazlarlar) şeklinde getirmiştir. Bunlar arasındaki fark
nedir?
Cevap: Allah Teâtâ, Bakara sûresinde (Ayet. 49) vavsız
olarak yüzebblhÛn "Boğazlarlar" buyurmuştur. Çünkü bu ifâde, o
ayetteki sûe'l-azab ifadesinin bir tefsiridir. Tefsir sadedinde gelen ifadenin
başında atıf vâvının getirilmesi güzel olmaz. Nitekim sen şöyle dersin:
"Bana kavim (insanlar) geldi, yani Zeyd ve Amr" Çünkü
"Zeyd" ve "Amr" ile, "kavm" kelimesini tefsir etmek
istedin. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim bunlardan yaparsa,
cezaya çarpar; Kıyamet günü azabı katlanır" (Furkan. 68-69) ayetidir.
Bundaki Uui (ceza) kelimesi, "azabın katlanması" şeklinde tefsir
edildiği için, atıf vâvının zikredilmemesi gerekmiştir. Bu ayetteki bu ifadeye
gelince, ifadesinin başına vâv getirilmiştir. Çünkü bunun manası, "Onlar
İsrâiloğullarına hem boğazlama, ayrıca boğazlama olmayan başka kötü azablan
yapıyorlardı" şeklindedir. Binâenaleyh bu ayette öyvty (ve boğazhyoriardı)
ifâdesi, bir başka çeşit işkenceyi ifâde etmekte olup, kendisinden önceki
ifadenin tefsin değildir.
[36]
İkinci Soru: Firavun hanedanının yapmış olduğu iş
nasıl onların Rablerinder gelen bir imtihan olmuş olur?
Buna iki şekilde cevap verilir.
a) Allah Teâlâ'nın, Firavun hanedanına bu işi yapma
imkânı vermesi, Allah'da-yana bir imtihan olmuş olur.
b)
Bu, Allah'ın
onları kurtarmasına bir işarettir. Bu kurtarma da büyük br imtihandır. Bela,
"imtihan ile sınanmak" anlamındadır. Bu,bazan nimet ile baza*"
da mihnet ve sıkıntılarla olur. Hak Teâlâ, "Biz sizi, fitne olarak
hayırlar ile ve serler ile imtihan ederiz" (Enbiya. 35) buyurmuştur. Bu
izah, daha uygundur. Çünkü, "Har Musa, kavmine: "Allah'ın,
üzerinizdeki nimetini hatırlayın" şeklindeki ayetin bas kısmına daha uygun
düşmektedir.
[37]
Üçüncü Soru: Farzedelim ki, oğulların
boğazlanması bir imtihan olsun. Fa-1 kadınların hayatta bırakılması nasıl
imtihan olur?
Cevap: Onlar, kadınları, kendilerini
öldürmemelerine karşılık, hizmetçi olar=-kullanıyorlardı. Yine Firavun
hanedanının, o kadınları, kocalarından ayrı olarak saç bırakmaları, onlara
verilebilecek en büyük zarar idi.
"Hani Rabbiniz şunu bildirmişti ^Şükrederseniz,
elbette size olan n/mervr arttınnm, ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz
benim azabım pek çetindir" (İbrahim. 7).
Bil ki, ayetteki, "Hani Rabbiniz şunu
bildirmişti" ifâdesi, Hz. Musa'nın, kavmine söylediği sözler
cümlesindendir. Buna göre sanki, Hz. Musa (a.s.), kavmine "Allah'ın size
olan nimetlerini hatırlayın" dediğinde, "ve şunu da hatırlayın ki
Rabbiniz şunu bildirmişti" demiştir. Buradaki üiü tOiî manasınadır. Oiü
ile 'nin bir benzeri de ve Jjaîî
fiilleridir. Tefa'âle vezninde, jüî vezninde bulunmayan fazla bir mananın
olması gerekir. Buna göre sanki, "Rabbiniz size, kendisinde şek ve şüphe
bulunmayan çok kesin bir bildiri ile bildirmiştir ki" denilmektedir.
Dolayısıyla ayetin manası, "Rabbiniz size bildirdi ve buyurdu ki: "Eğer
şükrederseniz..." şeklindedir. O halde, buradaki, "Dedi"
manasında zikredilmiştir. Çünkü bildirmek de, bir bakıma "demek"tir.
İbn Mes'ûd (r.a.)da şeklinde okumuştur.
[38]
Bil ki ayetten maksad, Allah'ın nimetlerine şükreden
kimseye, Allah'ın, nimetlerini artıracağını bildirmektir. Burada gerçek şükrü
tanımak, şükür ile meşgul olunduğunda fazladan verilecek olan nimetleri
incelemek gerekir. Şükür, saygı ile ve nefsi o yola alıştırmak sureti ile,
nimet verenin nimet verdiğini itiraf ve tasdik etmek demektir. Nimetin artması
birkaç şekilde olabilir. Manevi ve maddi nimetler bunlardandır.
[39]
Manevi nimetlere gelince, bu, şükreden kimsenin
devamlı bir şekilde Allah'ın çeşitli nimetlerini, O'nun çeşitli faz! ve
keremini düşünüp görmesinde olur. Bir kimseye çokça iyilikte bulunanı, hiç
şüphesiz o kimse sever. Binâenaleyh nefsin, çeşitli ilahî fazi ve ihsanı
düşünüp görme ile meşgul olması, o kulun Allah Teâlâ'yı iyice sevmesini
gerektirir. Sevgi (muhabbet) sıddıkların en üst makamıdır. Sonra kul, bazan bu
halden nimet verene olan sevgisinin, nimete bakmaktan alıkoyduğu bir hâle
yükselir. Saadetlerin ve bütün hayırların kaynağının, Allah sevgisi ve
marifetullah (Allah bilgisi) olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh şükür ile
meşgul olmanın, manevi nimetlerin artmasına sebeb olduğu sabit olmuştur. Maddi
nimetlerin artmasına gelince, "istikra" (tam bir araştırma), Allah'ın
nimetlerine şükretmekle çok meşgul olan kimsenin, nimetleri daha çok elde
ettiğini gösterir. Netice olarak diyebiliriz ki: Şükür makamı, ancak
kuf^ma'bûdunu tanımakla meşgul olduğu için güzel bir makam olmuştur. Kulu,
aldanış yurdu dünyadan, kutsi âleme sevkeden her makam, hem dini, hem de
dünyevî saadetleri gerektiren yüce ve kıymetli bir makamdır.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ve, eğer nankörlük ederseniz hiç
şüphesiz benim azabım pek çetindir" ifâdesindeki, "küfür" ile,
"nankörlük" manası kastedilmiştir, inkâr değil. Çünkü şükrün
mukabilinde zikredilen "küfür", "nankörlük" manasına gelir.
Bunun sebebi şudur: Nankörlük, ancak insanın o
nimetlerin Allah'dan olduğunu bilmemesi durumunda
tahakkuk eder. Nimetleri inkâr etmek, bilmemek, Allah'ı inkâr etmektir. Allah'ı
inkâr etmek de, en büyük ikâb ve azabı gerektiren şeylerdendir. Hem buradaki
bir başka incelik de şudur: Hak olan Bir'in dışında kalan her şey, zâtı gereği
mümkindir ve zatı gereği mümkin olan herşeyin var olması, ancak zatı gereği
vâcib olanın var etmesi ile; yok olması da O'nun yok etmesi ile olur. Durum
böyle olunca da Hakk'ın dışında kalan herçay, Hakk'a boyun eğmiştir. Mümkin varlıkların
hepsi, Hak Teâlâ'ya boyun eğip, kendisinde Hakk'ı tanımanın nuru ve Hakk'ın
celâlinin şerefi bulunan her kalb, Hakk'ın dışında kalan her şey de bu kalbin
sahibine boyun eğer*. Çünkü bu nurun O'nun kalbinde mevcut olması, tabiî
olarak, Allah dışındaki her varlığın O'na hizmet etmesini gerektirir. Kalb bu
nurdan boş ve uzak olduğunda, zayıflar ve değersizlesin Böylece de, Hak
dışındaki her varlık, ondan kendisine hizmet etmesini bekler ve onun dışındaki
herşey onu hakir görür. İşte bu zevkî yolla, Hak bilgisi ile meşgul olmanın,
dünya ve âhirette bütün hayır kapılarının açılmasına; sırf maddî şeylerle
meşgul olmakla, marifetullah'dan yüz çevirmenin de dünya ve âhirette çeşitli
âfet ve korku kapılarının açılmasına sebeb olacağı öğrenilir.
[40]
"Musa, "Siz de, yeryüzünde bulunanların
hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir,
hakkıyla hamde ancak O lâyıktır" demişti. Sizden evvelkilerin, Nûh, Ad ve
Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelmiş, sayılarını Allah'dan başka
kimsenin bilmediği kavimlerin haberi size gelmedi mi? Peygamberleri onlara
apaçık burhanlar getirmişti de, onlar ellerini ağızlarına götürüp, "Biz
size gönderileni inkâr ediyoruz ve sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin
bir şek ve şüphe içindeyiz" demişlerdi" (İbrahim. 8-9).
Bil ki Hz. Musa (a.s.), şükür ile meşgul olmanın
dünyevi ve uhrevi hayırların artmasına vesile olacağını, küfran-ı nimetle
meşgul olmanın ise, şiddetli azabı ve dünyevi-uhrevi çeşitli afetlerin meydana
gelmesine sebeb olacağını açıklayınca, bunun peşisıra, şükrün faydalarının,
inkârın (nankörlüğün) zararlarının ancak, şükredene ve nankörlük edene
döneceğini; ibâdet edilen ve şükredilen zâtın ise, ou şükürden istifâde
etmekten ve o nankörlükten dolayı zarar görmekten münezzeh olduğunu beyan
buyurmuştur.
[41]
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Musa, "Siz
de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah
(herşeyden) müstağnidir, hakkıyla hamde ancak o lâyıktır" buyurmuştur ki,
bu ifâdenin maksadı, Allah Teâlâ'nın bu taatları, ma'bûd'a yönelik bir
menfaatten ötürü değil, ibadet edenin kendisine yönelik faydalardan ötürü
olduğunu anlatmaktır.
Bunun böyle olduğuna, ayetteki, "şüphesiz Allah
(herşeyden) müstağnidir" buyruğu delâlet etmektedir. Bu ifâde şu demektir:
O, zâtı gereği vardır. Bütün sıfatları itibarı ile ve her bakımdan
"vacibu'l-vücûd"dur. Çünkü eğer, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd
olmasaydı, varlığının yokluğuna üstün gelmesi bir müreccihe bağlı olurdu. O
zaman da herşeyden müstağni olmuş olmazdı ve biz onu müstağni sayıyoruz. Bu ise
bir "hulf'dür. Böylece O'nun müstağni oluşunun, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd
olmasını gerektirdiği sabit olmuş olur. O'nun zâtı gereği vacibu'l-vücûd olduğu
sabit olunca, O'nun bütün kemâlatları bakımından vâcibu'l-vücûd olması da
gerekir. Zira O'nun zâtı, bu kemâlâtın bulunması hususunda yeterli olmasaydı,
O, bu kemâlâtın meydana gelmesinde başka bir sebebe muhtaç olurdu ve bu durumda
da müstağni olmuş olmazdı. Halbuki biz O'nun müstağni olduğunu söylüyoruz. O
zaman bu bir "hulf" olur. Böylece O'nun zâtının, bütün kemâlâtının
tahakkukunda yeterli olduğu sabit olmuş olur. Böyle olunca da, O zâtı gereği
hamîd olmuş olur. Çünkü hamîd, hamde müstehak olandır. Binâenaleyh, yaptığımız
bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, ganî (müstağni) ve hamîd oluşunun, şükredenlerin
şükrü ile artmamayı ve kâfirlerin nankörlüğü ile de noksanlaşmamayı
gerektirdiği sabit olmuş olurdu. İşte bu manadan ötürü Cenâb-ı Hak, "Siz
de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah,
ganî ve hamîddir" buyurmuştur. Bütün bu manalar, ince sırlardandır.
Bil ki ayetteki, "Siz de, yeryüzünde bulunanların
hepsi de, inkar etseniz" ıfâdesindeki inkâr, ister küfür manasına, ister
nankörlük manasına hamledilsin, mana değişmez. Çünkü Allah Teâlâ, bütün
kemâlâtı ve kibriya ve celâl sıfatlarının tamamında, âlemlerden müstağnîdir.
[42]
Sonra Cenâb-ı Hak, ıSizden
evvelkilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve
onlardan sonra gelmiş haberi size gelmedi mi?" buyurmuştur. Ebu Müslim
el-İsfehânî "Bu ifâdenyı de Hz. Musa (a.s.)'nın, kavmine söylediği
sözlerden olması muhtemeldir. Bujhda-maksad, Hz. Musa (a.s.)'nın, kendinden
önceki kavimlerin helakini hatırlatânra' kavmini korkutmasıdır. Bunun, geçmiş
ümmetlerin durumlarını onlara anlatmak i«;ir Allah tarafından gelen ve
ifâdesini Hz. Musa'nın dilinde bulan bir hitab olmasılda mümkündür ki, bundan
murad da, geçmiş ümmetlerin hallerini öğrenmekle bir ibreltin tahakkuk
etmesidir. Her iki manaya göre de, bu maksad vardır. Fakat çoğu âlimller bunun,
bizzat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetine bir hitap olduğu kanaatindedirlp»
demiştir.
Bil ki Allah Teâlâ, ayette üç kavimden bahsetmiştir.
Bunlar, Nûh, Ad ve SemûJ kavimleridir.
Daha sonra Hak Teâlâ, "Onlardan sonra gelmiş.
sayılarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği..."
buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu hususta şöyle İki ihtimal ileri sürmüştür:
1)
Bu ifade,
mübtedâ-haberden meydana gelmiş bir cümle-i i'tirâziyedir.
[43]
2) Ayetteki
"Onlardan sonra gelmiş"
cümlesi "Nûh, Âd ve Semûd kavimleri" ifâdesi üzerine atıftır,
"Sayılarını Allah'dan başka kimse bilmez" ifâdesi i!e ilgili iki
görüş vardır:
a)
Bununla,
"Onların sayılarının künhünü ancak Allah bilir. Çünkü Kur'ân'da onlardan
ancak genel (mücmel) bir tarzda bahsedilmiştir. Ama esas sayıları, ömürleri,
nasıl ve nice oluşları Kur'ân'da mevcud değildir" manası kastedilmiştir.
b) Bununla, "Haberleri bize hiç ulaşmamış olan
birtakım kavimler kastedilmiştir. Onlar
da, kendilerini (isimlerini)
hiç bilmediğimiz birtakım
peygamberleri yalanlamışlardır. Onları ancak Allah bilir" manası kastedilmiştir.
Bu ikinci görüşü ileri sürenler, bütün nesebleri Hz. Âdem'e dayandıranların
görüşlerini tenkid etmişlerdir. İbn Mes'ûd (r.a) bu ayeti okuduğunda,
"Nesebciler yalan söylüyor" yani, "Onlar. neseb ilmini
bildiklerini iddia ediyorlar. Halbuki Allah bunun bilgisini kullarından
almıştır" derdi. İbn Abbas (r.a.)'ın da: "Adnan ile Hz. İsmail
arasında adlarını bilmediğimiz otuz baba (nesil) vardır" dediği rivayet
edilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Bunların arasında (geçen) birçok
(nesilleri) de (helak ettik)" (Furkân, 38) ve "Onların içinden sana
kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimselerde
var"(Mü'min,78)ayetleridir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, nesebini Ma'd b.
Adnan b. Eded'den daha ileri götürmeyip şöyle dediği rivayet edilmiştir "Neseblerinizden.
sılâ-i rahim yapacaklarınızı (sıla-ı rahim yapmanız
gereken akrabalarınızı) öğrenin. Yıldız (ilminden de), kendisi ile yolunuzu
bulacak kadannı
Kâdî şöyle demiştir: "Bu izaha göre, Hz. Âdem
(a.s.)'den bu zamana (günümüze) kadar geçen senelerin miktarını kesin olarak
bilmek mümkün değildir. Çünkü eğer bu mümkün olursa, Hz. Âdem'e kadar ulaşan
neseblerin bilinebilmesi de uzak olmaz.
Buna göre eğer, "Hangi görüş daha evlâdır?"
denilirse, biz deriz ki:
Bence ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü ayetteki,
"(Sayılarım) Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği" kaydı, onların
bilinemiyeceğini ifâde etmektedir. Bu, onların zâtlarının da bilinememesi™
iktizâ eder. Çünkü, eğer onların zâtları, kendileri malûm olsaydı, ama
ömürlerinin müddeti ve sıfatlarının niteliği de meçhul olsaydı, o zaman onların
zatlarının bilinmediğini söylemek doğru olmazdı. Ayet, onların zâtlarının
bilinmediğine delâlet ettiğine göre, doğruya en yakın olanı, şüphesiz ikinci
görüş olur.
[44]
Allah Teâlâ sonra, daha önce bahsedilmiş olan bu
kavimlerin, peygamberler kendilerine, apaçık burhan ve mucizeler getirdikleri
zaman, bazı işler yaptıklarını nakletmiştir. Bunlardan birincisi "Onlar
ellerini ağızlarına
götürdüler" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bunun
manasıyla alakalı iki görüşbulunmaktadır:
1) Buradaki "el" ve "ağız"dan murad,
malûm olan iki uzuvdur.
2) Bunlardan murad, o iki uzvun dışındaki başka bir
şeydir.. Allah bunları, mecazî olarak zikredip ifadede bir genişlik meydana
getirmek dilemiştir, Birinci görüşte olanlara göre, bunun üç izahı
bulunmaktadır:
Birinci İzah kelimelerindeki zamirler, kâfirlere
racidir. Buna göre birkaç ihtimal söz konusudur:
a) Kâfirler, peygamberleri görmelerinden ve onların
sözlerini işitmelerinden dolayı ortaya çıkan kin ve sıkıntılarından ötürü
ellerini ağızlarına götürüp ısırmışlardır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Size karşı olan) kinlerinden dolayı parmaklarının uçlannı
ısırırlar" (Au imr*n, n9> ayetidir. Bu görüş, İbn Abbas ve İbn Mesûd (r.a)'dan
rivayet edilmiştir. Kadî'nin tercih ettiği görüş de budur.
b) Kâfirler peygamberlerin sözlerini işittikleri zaman
buna şaşakaldılar, alay edip gülüştüler. İşte bu esnada gülmekten kınlan ve
elini ağzına götüren kimsenin yaptığı gibi, ellerini ağızlarına götürmüşlerdir.
c) Onlar, bununla, peygamberlere, söyledikleri sözden
geri durmaları ve bunu söylememelerini işaret etme anlamına ellerini ağızlarına
götürmüşler "sus" demek istemişlerdir. Bu görüş, Kelbî'den rivayet
edilmiştir.
d) Onlar elleriyle, dillerine ve "Biz size
gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki sözlerine işaret etmişlerdir. Yani,
"Sizin söylediklerinize karşılık bizim cevabımız budur! Bizden, bundan
başka cevap beklemeyin!" demektir. Bu, onların, hiç tasdik etmeyeceklerini
bildirmek ve bu hususta peygamberleri ümitsiz düşürmek için söyledikleri bir
sözdür. Baksana, ayette "Onlar, ellerini ağızlarına götürüp, "Bizsize
gönderileni inkâr ettik!" dedikleri nakledilmiştir.
İkinci İzah: Buradaki iki zamir de,
peygamberlere racidir. Bunda "'i mana muhtemeldir:
1) Kâfirler, peygamberlerin ellerini tutup, onları
susturmak ve sözlerini kesmeK için, ağızlarına koymuşlardır.
2)
Peygamberler,
o kâfirlerden tamamen ümit kesince, sustular ve ellerin ağızlarına koydular.
Çünkü kim bir topluluğun yanında bir söz söyler, onlar da o sözü reddederlerse,
bundan dolayı da o kimse onlardan korkarsa, onlara bir daha bu söz-asla
söyleyemeyeceğini göstermek için, çoğu zaman elini ağzına kor.
Üçüncü İzah: 'deki zamir 'kâfirlere,
^ijii'deki zamir de peygamberlere racidir. Buna göre iki izah bulunmaktadır:
1) Kâfirler, peygamberlerin nasihat ve öğütlerini,
sözlerini işittikleri zaman, onlar yalanlayıp
reddetmek gayesiyle, (kes
sesini, yeter artık! dercesine) elleriyle peygamberlerin
ağızlarını göstermişlerdir.
2)
Kâfirleri, peygamberlerin
konuşmalarını engellemek için, ellerini onlar -ağızlarına kapamışlardır. Çünkü,
birisinin konuşmasını iyice engellemeye çalışan kimse, ona böyle yapar.
Ayet-i kerimedeki "el" ve "ağız"
kelimelerinin mecazî manada zikredildiğ seklindeki ikinci görüşe göre bunun
birkaç izahı bulunmaktadır:
Birinci İzah: Ebu Müslim el-İsfehani şöyle
demiştir: "Buradaki "el"den murac peygamberlerin konuşup izhar
ettikleri hüccetlerdir. Bu böyledir, çünkü, hücceti duyurmak, büyük bir in'âmda
bulunmak; "in'âm"da, "nimef'de "el" olara*
isimlendirilir. Meselâ, bir kimse birisine iyilik yaptığı zaman, kendisine
iyilik yapılan kimse, £ iSÛ? û'îUI "Falancanın bende bir eli var"
der. Bazan, "el", kendisiyle pazarlık ve yapılan akid murad edilerek
zikredilir. Nitekim Cenâb-t Hak, "Gerçekten sana biat edenler, ancak
Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların ellerinir. üstündedir"
(Fatih. ıo> buyurmuştur. Binâenaleyh, peygamberlerin zikrettikleri ve
anlattıktan deliller, birer nimet ve birer "erdirler. Yine, onların, kavimleriyle
yapmış
oldukları anlaşmalar da, birer "erdir.
"Yed" (el) kelimesinin, azlık ifade eden (cem'i kılleti), çoğulu
eydî; çokluk ifâde eden çoğulu (cem-i kesreti) ise, eyâdfdir. Böylece,
peygamberlerin beyyinelerinin ve akidlerinin, "eydî" (eller) diye
isimlendirilmesinin, doğru ve uygun olduğu sabit olmuştur. Onların nasihatlan
ve ahidleri sadece ağızdan çıkıp, ama kabul edilmediğinde, geldiği yere dönmüş
gibi olur. Bunun bir benzeri de, "O zaman siz o (iftirayı) dillerinizle
(birbirinize) yetiştiriyordunuz, (hakkın hiçbir bilginiz olmayan şeyi
ağızlarınızla söylüyordunuz" {Nûr, 15) ayetidir. Kabul etmek, ağızdan
ağızla almak olunca, reddetmek de ağza geri göndermek gibi olur." İşte bu
izahın anlatımında, Ebu Müslim'in sözünün tamamı budur.
İkinci İzah: Muhammed İbn Cerir, bazı
alimlerden, "Onlar ellerini ağızlarına götürdüler" ifadesinin,
"Onlar, cevap vermediler" manasında olduğunu söylediklerini
nakletmiştir. Cevap vermeyen kimse için, "elini ağzına götürdü"
denilir. Araplar, birisi kendisine cevap vermeyip sustuğu zaman,
"Falancaya bir hacetimi söyledim de, o da elini ağzına kapattı"
demektedirler. Sonra Taberî bu görüşün zayıf olduğunu söyler ve şöyle der:
"Onlar, bilakis, peygamberleri yalanlayarak cevâp verdiler. Çünkü,
"Biz size gönderileni inkâr ediyoruz" dediler.
Üçüncü İzah: Ayetteki "eller"den
murad, Allah'ın, onlara vermiş olduğu zahirî ve batini nimetlerdir. Onlar,
peygamberleri yalanladıkları zaman, bu nimetlerin, izâle ve yok edilmesine
sebebiyet vermiş oldular. Buna göre, "Onlar, ellerini ağızlarına
götürdüler" ifâdesinin manası, "Onlar, Allah'ın nimetlerini,
ağızlarından çıkan kelimelerle, kendilerinden reddettiler" anlamındadır.
Buradaki "fî" harf-i cerrinin ba (ile) manasında olması uzak bir
ihtimal değildir. Çünkü harf-i çerlerin birbirleri yerine kullanılması
mümkündür.
Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların
ikincisi, onların "Biz, size gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki
sözleridir. Bu, "Biz sizin, Allah'ın sizi gönderdiğini iddia ettiğiniz
şeyi, yani peygamberliğinizi inkâr ediyoruz" demektir. Çünkü onlar, o
peygamberlerin Allah katından gönderildiğini kabul etmiyorlardı. Bil ki,
birinci mertebede onlar, peygamberlerin sözlerini kabul etmek hususunda
susmuşlar ve peygamberleri, bu iddialarında susturmaya çalışmışlardır. Bu
ikinci mertebede ise, açıkça, kendilerinin bu bi'seti. risâleti inkâr
ettiklerini söylemişlerdir.
Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların
üçüncüsü, onların şu sözleridir. "sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve
kesin bir şüphe ve şek içindeyiz." Keşşaf sahibi şöyle demiştir:
"Buradaki fiil, nûnun idğamiyle lîj*İ> şeklinde de okunmuştur.
"Murîb" kelimesi, ya şüpheye düşüren; ya da şüpheli, şüpheye bulaşmış
olan manasında olup, O'jî (şüpheye düşürdü, şüpheli otdu) fiilindendir. Bunun
masdarı olan "rayb", nefsin daralması, bir işe tam ısınamaması ve
kani olamaması anlamındadır.
Şayet: "İkinci mertebede onlar peygamberlerin
peygamberliğini İnkâr ettiklerini
zikrettikleri halde, daha nasıl bundan sonra yine
kendilerinin, peygamberlerin sözlerinin doğruluğu hususunda şek ve şüphe içinde
bulunduklarını söylemişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:
Onlar sanki şöyle demektedirler: "Biz ya, sizin
peygamberliğinizi tamamen inkâr ediyoruz; yahut ta, bunu katî ve kesin olarak
söylemiyorsak bile, en azından biz, nübüvvetinizin doğruluğu hususunda da şek
ve şüphe içindeyiz. Her iki durumda da, sizin nübüvvetinizi itiraf edip kabul
etmemize imkân yok." En doğrusunu Allah bilir.
[45]
"Peygamberleri de şöyle demişti: "Gökleri ve
yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamak ve size muayyen bir zamana kadar mühlet
vermek için (sizi hak dine) davet etmekte olan Allah hakkında mı şüphe
ediyorsunuz?" Onlar da, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir
şey değilsiniz. Siz bizi, atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek
istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin" demişlerdi "
(İbrahim. 10).
Bil ki bu kâfirler, peygamberlerine: "Biz, sizin
davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz"
(ibrahim, 9) dedikleri zaman, peygamberleri onlara: "Siz, Allah hakkında,
Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı, canlarınızın, ruhlarınızın,
rızıklarınızın ve bütün menfaatlerinizin yaratcısı, var edicisi oluşu hakkında
mı şüphe ediyorsunuz? Biz sizi, sadece bu Mün'im'e, nimetler veren bu İlâh'a
ibadete davet ediyor ve O'ndan başkasına ibadetten men ediyoruz. Bütün bu
hususlar, doğruluğuna sarih aklın da delâlet ettiği şeylerdir. Öyleyse siz daha
nasıl, "Biz, sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe
içindeyiz" diyorsunuz" demişlerdir. Ayetin bu tertibi, son derece
güzeldir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[46]
"Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?"
ifâdesi, istifham-ı inkârîdir (yani bu olacak şey mi? Şüphe etmeyiniz
manasındadır). Cenâb-ı Hak bu hususu zikrettikten
sonra,
bunun peşisıra, "Gökleri ve yeri yaratan"
diyerek, irâde sahibi yaratıcının varlığına delâlet eden hususları
zikretmiştir. Biz bu kitapta göklerin ve yerin varlığının, bir Hakîm, irâde
sahibi yaratıcı'ya muhtaç oluşuna, nasıl delâlet ettiğini tekrar tekrar ve
çeçitli tarzlarda anlatmıştık. Binâenaleyh, onları burada tekrarlamayacağız.
[47]
Keşşaf sahibi, "İstifham hemzesi zarfın (fi
harf-i cerrinin) başına gelmiştir. Çünkü söz, şüpheyle alakalı değil, ancak,
Allah'ın varlığından şüphe edilme ihtimali bulunmadığı hakkındadır"
demiştir. Ben de derim ki: Bazı alimler insanın fıtratının, ince delillere
vakıf olmadan önce de, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına şehâdet
ettiklerini ve insanın ilk yaratılış fıtratının, buna şehâdet ettiğine
aşağıdaki pekçok şeyin de delâlet ettiğini söylerler:
1) Akıllı kimselerden birisi şöyle demiştir: Kim bir
çocuğun yüzüne bir tokat atarsa, bu tokat irade sahibi bir yaratıcının
varlığına; teklifin mevcudiyetine, ceza yurdunun, âhiretin bulunduğuna ve
peygamberin varlığına delâlet eder. Bunun irâde sahibi bir yaratıcının
varlığına delâlet etmesine gelince, bu şöyledir: Çünkü akıllı bir çocuk, yüzüne
bir tokat indiği zaman bağırır ve "Bana vuran kim?" der. Bu, ancak
onun fıtratının, o tokadın, hiç yok iken meydana geldiği için, meydana
gelişinin, onu yapan (vuran) bir failden dolayı ve onu varlık âlemine sokan
(var eden) bir İrâde sahibinden dolayı olması gerektiğine delâlet ettiğini
gösterir. Aslî (yaratılış) fıtratı, bu tokat hadisesinin, son derece önemsiz ve
az olmasına rağmen bir faile muhtaç olduğuna şehâdet edince, âlemin bütün
hâdiselerinin, bir faile muhtaç olduğuna, öncelikle şehâdet eder.
Bunun, mükellefiyetin mevcut olması gerektiğine
delâlet edişi de şöyledir: O çocuk, bağırıp çağırıp, "O adam beni niçin
dövdü?" der. İşte bu da, onun fıtratının, insanın fiillerinin emir ve
yasaklar dâiresine girdiğini, mükellefiyet şemsiyesi altında olduğunu ve
insanın, istediği ve arzu ettiği herşeyi yapmak için yaratılmadığını gösterir.
Bunun, âhiretin mutlaka olacağına delâlet etmesi de
şöyledir: O çocuk-tokada karşılık, bir cezanın verilmesini ister ve bu cezayı
istemesi, elde etmesi mümkün olduğu müddetçe, bunun peşini bırakmaz.
Binâenaleyh asli fıtrat, o azıcık bir şeye karşılık mutlaka bir cezanın gerekli
olduğuna şehâdet edince, bütün amellere karşı da bir cezanın gerekli olduğuna
haydi haydi şahadet eder.
Bunun, peygamberliğin bulunduğuna delâlet etmesi ise
şöyledir: İnsanlar, suç ne kadar olursa olsun, suç nisbetinde, bunu işleyene
bir cezanın gerektiğini kendilerine anlatacak birisine muhtaçtırlar. İşte
peygamber de, bu işleri yapabilen
ve insanlara o hükümleri açıklayabilen kimse demektir.
Böylece, akıl fıtratının da, insan için mutlaka bu dört şeyin olacağına
hükmettiği sabit olur.
2) Bunun yaratıcının varlığını ikrar (kabul) etmeye
dikkat çekmesi açıktır. Çünkü fıtrat, çeşitli nakışlarla süslü, hikmete ve
maslahata uygun güzel tertib ile bina edilmiş bir evin varlığının, ona bu
nakışları veren, onu yapabilen ve hakîm olan bir ustası olmaksızın meydana
gelmesinin imkansız olduğunu bilir. Gerek ulvî ve gerek süflî âlemdeki
hikmetlerin bu küçücük evde bulunan hikmetli işlerden daha çok olduğu malumdur.
Binâenaleyh insanın fıtratı, o nakışların, bir nakışçıya, o evin bir ustaya
muhtaç olduğuna şahadet edince, bu âlemin, hakim, hür ve irade sahibi bir faile
(yaratıcıya) muhtaç olduğuna haydi haydi şahadet eder.
3) İnsan, çok şiddetli bir skıntıya ve güçlü bir belaya
düştüğünde ve ona göre, hiç kimsenin kendisine yardım etme ümidi kalmadığında, asıl
fıtratının ve yaratılışının neticesi olarak; kendisini bu beladan kurtaracak, o
bela bağlarından ve ağlarından
çıkaracak bir varlığa yalvarır yakarır. İşte bu da, ancak fıtratın, bir
yaratıcı ve yöneticiye ihtiyaç hissedildiğine şehâdet etmesinden başka birşey
değildir.
4) Varlıklar, ya bir müessire ihtiyaç duymamış olurlar,
ya duymuş olurlar. Eğer ihtiyaç duymamış ise, o zaman bu, zatı gereği vâcib
olan bir varlık demektir. Çünkü zâtı gereği vâcib olan, başkasına muhtaç
olmayan varlık demektir. Eğer bir varlık bir müessirden (kendisi var etme
hususunda tesirli olan bir varlıktan) müstağni olmamış ise, bu muhtaç bir
varlık demektir. Muhtaç olanın da, mutlaka ihtiyaç duymuş olduğu bir varlığın
olması gerekir. O varlık da, hür ve irâde sahibi olan, o yaratıcıdır.
[48]
5) Hür ve irade sahibi, mükellef kıtan bir ilahın
varlığını ve âhiretin varlığını kabul etmek, en ihtiyatlı olan yoldur.
Binâenaleyh bu ihtiyatlı yolu seçmek gerekir. Bunun şöyle dört mertebesi
vardır:
a) Böyle bir ilahın varlığını kabul etmek en ihtiyatlı
olandır. Çünkü faraza böyle bir ilah olmazsa, O'nun varlığını ikrar ve kabul
etmenin bir zararı olmaz. Ama böyle bir ilah varsa, O'nu inkâr etmek en büyük
bir zarar olur.
b) Onun fâil-i muhtar olduğunu kabul etmek... Çünkü eğer
o fail, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat,iradesiz, otomatik olarak yaratan bir
varlık) ise, O'nun hür ve irade sahibi olduğunu kabul etmenin bir zararı olmaz.
Fakat O, hür ve irade sahibi bir varlık ise, O'nun böyle olduğunu inkâr etmek
en büyük bir zarar olur.
c) O'nun kullarını mükellef tuttuğunu kabul etmek. Çünkü
eğer O, kullarından hiçbirini hiç birşeyle mükellef tutmamış ise, O'nun
kullarını mükellef tuttuğuna inanmanın bir zararı olmaz. Ama eğer mükellef
tutmuş olduğu halde, böyle olduğuna inanılmaz ise, bu en büyük zarar olur.
d) Ahiretin varlığını kabul etmek... Faraza,
gerçekjâhiret diye birşeyin olmadığı şeklinde ise, âhiret var diye inanmada bir
zarar yoktur. Çünkü bu inanç, sadece maddî lezzetlerin elden çıkarılmasına sebeb
olur. Maddî lezzetler ise zaten az, eksik ve önemsizdir. Yok eğer ahiretin
varlığı gerçek ise, onu inkâr etmede en büyük zarar vardır. Böylece bu
hususları kabul etmenin, daha ihtiyatlı bir yol olduğu ortaya çıkar.
Binâenaleyh bunlara inanmak gerekir. Zira, akıl da açıkça, insanın, mümkün
olduğu kadar kendisinden zararları gidermesinin gerektiğine hükmeder.
[49]
Cenâb-ı Allah, göklerin ve yerin yaratıcısı oluşunu
bir ilahın varlığına delil
getirince, rahmet, kerem
ve cömertlik vasıflarının en mükemmeli ile o ilahı (kendisini) tavsif
etmiş ve bunu şu iki şekilde beyân etmiştir:
1) "Günahlarınızdan bağışlamak için., (hak dine)
sizi davet eder."
Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Eğer birisi
ifâdesindeki min edatının getirilmesinin sebebi nedir?" derse buna şöyle
cevap verilir: "Bu, kâfirlere, hitap edilirken böyle kullanılır. Mesela
min zünübikum (günahlarınızdan bir kısmım) (Nün, 4veAhkâi, 3i) ayetlerinde de
böyledir. Cenâb-ı Hak, mü'minlere hitab ederken de zunûbekûm (günahlarınızı) (Saf,
12) buyurmuştur. İstikra (iyice araştırma) da, bunu gösterir," Keşşaf
sahibi sonra da şöyle der: "Sanki bu, iki hitabı birbirinden fark yapmak
ve ahirette bu iki fırkayı birbiriyle aynı tutmamak içindir." "Allah
bu ifâde ile, kâfirler ile kendisi arasında olan hakları bağışlayacağını
kastetmiş, onlarla insanlar arasındaki haksızlıkları bağışlamayacağını beyan
buyurmuştur" da denilmiştir. Bu da Keşşaf sahibi'nin sözüdür.
Vahidi, "Basîf'inde şöyle der: Ebu Ubeyde, bu min
edatının zâid olduğunu söylerken; Sibeveyh "zâid" sözünün, Allah'ın
kelamı için kullanılmasını hoş karşılamamıştır. Biz, bu kelimenin zâîd
olmadığını söylediğimizde, iki izah yapabiliriz:
a) Bu min ile, ba'ziyyet (bir kısım) manası kastedilir,
ama burada mecazî olarak, günahların tamamı manası kastedilmiştir.
b) Buradaki min bedeliyye (yani) manasınadır. Buna göre,
mana "sizi mağfiret için, yani günahlarınızı bağışlamak için"
şeklindedir. Böylece min günahlara bedel olarak "mağfiret" manasını
ihtiva ettiği için getirilmiştir. Kâdî şöyle der: "Ebu Bekr el-Esamm, bu
edatın, ba'ziyyet (kısmîlik) manasını ifâde ettiğini söylemiştir. Buna göre
mana, "Siz tevbe ettiğinizde, Allah sizin büyük günahlarınızdan bağışlar.
Ama küçük günahlara gelince, onları bağışlamaya hacet yoktur. Çünkü onlar zaten
bağışlanmış olur" şeklindedir."
Kâdî şöyle der: "Ben bu izahı akıldan uzak
görüyorum. Çünkü kâfirlerin küçük günahları ancak tevbe ile affedilmesi
hususunda, büyük günahları gibidir. Küçük günahların
affedilmesi meselesi, onların mükâfastlarının,
cezalarından daha fazla olması bakımından, mü'min ve muvahhidler için
bağışlanır. Fakat hiçbir mükâfaatı bulunmayan kimselerin, hiçbir günahı küçük
de olmaz, affedilmez de..." O, daha sonra sözüne devamla, "Bu hususta
bir başka izah da şudur: "Kâfir tevbe ederken ve Allah'a yönelirken bazı
günahlarını unutabilir. Binâenaleyh o günahlardan bağışlanan, ancak onun tevbe
ettikleridir" der. Alimlerin bu husustaki görüşlerinin tamamı bundan
ibarettir.
[50]
Ben derim ki: Bu ayet, Allah Teâlâ'nın, tevbe etmeksizin
mü'minlerin günahlarını affedebileceğine delâlet eder.
Bunun delili ayetteki; "Günahlarınızı
bağışlamak... için
davet ediyor" ifadesidir. Cenâb-ı Hak bu ifâde
ile, ehl-i imanın, tevbe şart olmaksızın günahlarının bazısını bağışlayacağını
vaadetmiştir. Binâenaleyh bazı günahları tevbesiz olarak mutlak olarak
bağışlaması gerekir. Bu "bazı günahlar" küfür değildir. Çünkü Allah
Teâlâ'nın, küfrü ancak tevbe ile ve imana girmekle bağışlayacağına dâir icmâ
oluşmuştur. Dolayısıyla tevbesiz olarak bağışlayacağı o bir kısım günahların,
küfrün dışında kalan günahlar olması gerekir[51]
İmdi, eğer, "Ebu Ubeyde'nin dediği gibi, ayetteki
min edatının zâid olduğu niçin ileri sürülmesin? Yahut da biz deriz ki:
Buradaki "bazı" ifadesi ile, Vahidî'nin dediği gibi "hepsi"
manası murad edilmiştir. Yine Vahidî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla,
günahların sevablarla (iyi işlerle) değiştirilmesi kastedilmiştir. Yahut deriz
ki: Keşşaf sahibi'nin de dediği gibi bununla hitab bakımından mü'minin kâfirden
ayırdedilmesi kastedilmiştir. Yahut, Esamm'ın dediği gibi, deriz ki: Bununla,
bu bağışlamanın büyük günahlara has olduğu manası kastedilmiştir. Yahut da,
Kâdî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla iman ederken, kâfirin hatırına getirdiği
günahları kastedilmiştir" denilirse; biz deriz ki: Bütün bu izahların
hepsi zayıftır. Ayetteki min edatının zâîd olduğu görüşüne gelince, bu,
Allah'ın kelamında bulunan bir kelimenin yersiz olduğunu söylemeye götürür.
Zaruret olmadıkça, insanın bu manayı alması caiz değildir. Vâhidi'nin; "Bu
min edatı ile, "hepsi" manası kastedilmiştir" şeklindeki görüşü,
Ebu Ubeyde'nin görüşünden farksızdır. Çünkü
ifâdesinden elde edilen mana "Allah Teâlâ, sizin günahlarınızı
bağışlar" şeklinde olur ki, Ebu Ubeyde'den nakledilen de bunun aynısıdır.
Nakledildiğine göre Sibeveyh bu izahı kabul etmemiştir. Vahidî'nin:
"Bununla, günahların sevablarla değiştirilmesi kastedilmiştir"
şeklindeki görüşüne gelince, min edatının "bedel" manasına gelmesi
Arapça'da söz konusu değildir. Keşşaf sahibi'nin, "Bununla, şerefi
göstermek için, mü'mine yapılan hitabın, kâfire yapılan hitapdan ayrı olması
kastedilmiştir" şeklindeki görüşüne gelince, bu büyüklenme kabilinden
olmuş olur. Çünkü bu "bazılık" manası eğer varsa. böyle bir cevabı zikretmeye
hacet yok. Yok eğer böyle birşey söz konusu değil ise. cevap yanlış olur.
Esamm'ın görüşünün yanlış olduğunun izahı daha önce geçmişti.
Kâdî'nin görüşüne de şöyle cevap veririz: "Kâfir
müslüman olduğunda bütün günahları bağışlanır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
"Günahtan "tevbe eden, o günahı işlememiş bir kimse gibi olur'150)
buyurmuştur
Binâenaleyh bunların yaptıkları bütün bu izahların,
birer zorlama ve yersiz izah olduğu sabit olur. Onların aksine, bu ifade ile
bizim kastettiğimiz husus kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bazı günahları
tevbesiz olarak bağışlayacağını bildirmiştir. Küfre gelince, bu da
günahlardandır, ama Allah Teâlâ onu ancak tevbe ile bağışlar. Allah Teâlâ'nın,
iman etmesi şartı ile bir kâfirin büyük günahlarını, o tevbe etmeksizin
bağışlayacağı sabit olduğuna göre, bunun mü'min için tahakkuk etmesi daha
evlâdır. Hazırlıksız olarak hatırıma gelen şeyler, bunlardan ibarettir. Allah,
işin gerçeğini en iyi bilendir.
2) Allah Teâlâ'nın bu ayette vaadettiği şeylerden birisi
de"Size muayyen bir zamana kadar mühlet vermek için" buyruğunun ifâde
ettiği husustur. Bununla ilgili şu iki izah yapılabilir:
a)
"Siz,
eğer iman ederseniz, Allah ölümünüzü belli bir zamana kadar erteler, aksi halde
peşin olarak, kökünüzü kazıyacak bir azab verir."
b) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu "O
sizi, öleceğiniz zamana kadar dünyada, güzel ve hoş şeylerle
faydalandırır" demektir."
Eğer, "Allah Teâlâ, "Ecelleri geldiği zaman
artık bir saat geri de kalmazlar, öne de geçemezler" ^Yunus, 59)
buyurmamış mıdır? Öyle ise nasıl burada da, "Sizi muayyen bir zaman kadar
mühlet vermek için" buyurmuştur?" denilirse, biz de deriz ki "Bu
meseleyi, En'âm süresindeki ayetinin tefsirinde ele almıştık."
[52]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberler bütün bunları
kâfirlere anlatınca, onları "Siz de bizimgibi c beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz
bizi, atalarımızın tapmış olduğu . iden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin"
dediklerini nakletmiştir.
Bil ki bu ifâde, şu üç çeşit şüpheyi ihtiva
etmektedir:
Birinci Şüphe: İnsanların
şahısları, insanlık mahiyeti açısından birbirine eşittir. Binâenaleyh şahıslar
arasındaki farkın, bu dereceye ulaşması imkansız olur. Bu fark da, insanlardan
birisinin, Allah katından gönderilmiş, gaybtan haberdâr, melekler . Kâfirler
şöyle diyorlardı: "Eğer sen bu ilâhî, kıymetli ve yüce haller hususunda
bizden farklı isen, yeme, içme, def-i hacet ve cinsî münasebet gibi şeylere
ihtiyaç duyma şeklindeki, âdi ve değersiz hallerde de bizden farklı
olmalıydın." 8u şüphe onların, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka
bir şey değilsiniz" şeklindeki sözlerinden anlaşılmaktadır.
[53]
İkinci Şüphe: Onlar atalarını, alimlerini,
ileri gelenlerini, putlara ibadet etme hususunda ittifak etmiş ve mutabakat
sağlamış bir durumda bulmuşlardı. Onlar şöyle demişlerdi: "O öncekiler,
çokluklarına ve keskin zekâlarına rağmen, bu dinin bâtıl olduğunu
anlayamamışlar da, şu bir tek adam mı bu dinin fâsid ve batıl olduğunu
anlamış...!?" Halk, çoğu kez, alim bir kimse öncekilerden birisinin
sözünün zayıf ve tutarsız olduğunu açıkladığında, "Senin sözünün doğruluğu
ancak, o öncekiler şu anda mevcud olsalardı o zaman ortaya çıkardı. Ama
ölülerle münazara etmek kolay!" derler. Bu, ancak ahmakların ve
beyinsizlerin söyleyeceği birşeydir ki, kâfirler böyle söylemişlerdir. Bu şüphe
ayette, "Siz, bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek
istiyorsunuz" ifâdesinden anlaşılmaktadır.
Üçüncü Şüphe: Onlar şöyle derler: "Mucize,
asla doğruluğa delil olmaz!1 Onlar mucizenin doğruluğa delil olduğunu kabul
etseler bile, o peygamberferin getirdiği mucizeleri tenkid etmiş, bunun
alışılagelmiş şeylerden olduğunu, beşer takati dışında kalan mucizelerden
olmadığını iddia etmişlerdir. İşte bu şüpheye de ayetteki. "Öyleyse bize
apaçık bir hüccet getirin " ifadesi ile işaret edilmiştir. Bu ayetin,
benim gücümün yettiği nisbette tefsiri işte budur. Allah en iyi bilendir.
[54]
''Peygamberler: onlara dedi ki: "Biz de sizin gibi,
insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah,nimetini kullarından dilediğine ihsan eder. Allah'ın
izni olmaksızın, bizim size bir hüccet getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak
Allah'a güvenip dayanmalıdır. Hem biz niçin Allah'a güvenip dayanmayalım ki;
bize dosdoğru yollan O göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette
katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler"
(İbrahim, 11-12).
Bil ki Altah Teâlâ, Kâfirlerin nübüvvet konusunu
tenkid için ileri sürdükleri şüpheleri nakledince, peygamberlerin, o şüphelere
verdikleri cevapları da nakletmiştir.
Birinci Şüphe, kâfirlerin, "Siz de bizim gibi,
bir beşerden başka bir şey değilsiniz" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı
şudur: Peygamberler, durumun böyle olduğunu kabul etmişler, ama beşer olma
bakımından ortada olan eşitliğin, peygamberlik makamının bazı insanlara
verilmesine manî olmadığını, çünkü bunun, Allah Teâlâ'nın kullarından
dilediğine verdiği bir makam olduğunu, durum böyle olunca da bu şüphenin
düşeceğini açıklamışlardır.
[55]
Bil ki bu makamda ince ve kıymetli şöyle bir bahis
vardır; Bazt İslam feylesofları şöyle demişlerdir: İnsan gerek ruhu, gerek
bedeni bakımından, bazı kıymetli, yüce ve kutsî özellikler taşımadığı müddetçe,
o kimsede peygamberlik sıfatının tahakkuk etmesi aklen imkânsızdır. Ehl-i
sünnet ve'l cemaattan olan Zahirîler, peygamberliğin, Allah'ın dilediği
kullarına hibe ettiği bir bağış olduğunu, bunun tahakkuk etmesinin, peygamber
olan şahsın diğer insanlardan daha çok ruhi işrâk (aydınlanma) ve kudsî kuvvet
sahibi olmasına dayanmadığını iddia etmişler ve bu ayeti delil getirerek,
"Allah Teâlâ, nübüvvetin tahakkukunun sırf kendisinin bir lütfü ve bağışı
olduğunu beyân etmiştir" demişlerdir. Bu konudaki söz, çetrefilli, derin
ve incedir.
Birinci görüştekiier, Zahirîlere şöyle cevap
vermişlerdir: "O peygamberler, tevazu gösterdikleri için, kendilerinin
ruhî ve bedenî faziletlerinden (üstünlüklerinden) bahsetmemiş, sadece,
"Fakat Allah nimetini (nübüvvetini), kullarından dilediğine ihsan
eder" demişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, bu nübüvvet nimetlerini, ancak,
bu seçimi haklı kılacak faziletlere sahib kimselere nasib ettiği malumdur.
Nitekim Hak Teâlâ, "Allah. Peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi
bilendir" (Enam, 124) buyurmuştur.
İkinci Şüphe: Onların, "selefimizin dinimiz
üzerinde mutabakat sağlamış olması, bunun hak olduğuna delalet eder. Çünkü
büyük bir kalabalık tarafından görülmeyen (yanlışlığın), bir tek adam
tarafından görülmesi uzak bir ihtimaldir" şeklindeki sözleridir. Bunun
cevabı, birinci şüpheye verilen cevabın aynıdır. Çünkü hak ile batılı, doğru
ile yalanı birbirinden ayırdetme kabiliyeti, Allah'ın bir lütfü ve fazlıdır.
Binâenaleyh
Allah'ın kullarından bazısına bunu lütfedip, büyük bir
kalabalığı bundan mahrum etmesi uzak bir ihtimal değildir.
[56]
Üçüncü Şüphe ise, onların, "Biz, getirdiğin bu
mucizelere razı olmuyor, daha kuvvetli ve kesin mucizeler istiyoruz"
şeklindeki sözleridir. Bunun Mvsbı peygamberlerin, "Allah'ın izni
olmaksızın bizim size bir hüccet getirmemin ı/u' on yoktur" şeklindeki
sözüdür. Bu cevabı şöyle izah ederiz: "Sijit >ı;iüiğımiz ve
tutunduğumuz mucizeler, kesin bir hüccet, ezici bir bürh?". ıtö tam bir
delildir. Sizin istediğiniz şeyler ise, fazladan olan bazı işlerdir. By ulusta
hüküm, Allah'a aittir. Binâenaleyh eğer O, bunları yaratır ve verire . ou O'nun
bir lütfudur. Yok eğer yaratmaz ise, adalet de O'na aittir. Çûnfcft yeterli
mucize (delil) ortaya çıktıktan sonra, O'nun aleyhine hükmedilemez "[57]
Daha snr.ı a Allah Teâtâ o peygamberlerinin bütün
bunların peşisıra, "Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır"
dediklerini haber vermiştir. Görünen odur ki, o peygamberler kâfirlerin
şüphelerine karşı bu cevapları verince, kavimleri onları akılsızlıkla itham
edip onları korkutmak istemişlerdir. İşte bu anda peygamberler (a.s.).
"Biz sizin korkutmanızdan çekinmeyiz ve tehdidlerinize aldırmayız, Çünkü
biz, Allah'a tevekkül etmişiz ve O'nun lütfuna sırtımızı dayamışız"
demişlerdir. Belki de Hak Subhânehû ve Teâlâ o peygamberlere, kâfirlerin,
kendilerine hiçbir kötülük ve belâ getiremiyeceklerini vahyetmiştir. Böylece
bir vahiy olmasa bile, peygamberlerin, kavimlerinin sefihlikferine
(akılsızlıklarına) iltifat etmemiş olmaları da uzak bir ihtimal değilidir.
Çünkü peygamberlerin ruhları ilahî bilgilerle ve gayb âleminin ışıklarıyla
aydınlanmıştır. Ruh, ne zaman böyle sıfatlara (özelliklere) sahib olursa, maddî
(dünyevî) hallere pek az aldırır, sıkıntılı veya sevinçli, bolluk veya darlık
hallerinde, bu şeylere pek değer vermezler, işte bu sebebten ötürü, Allah'a
tevekkül etmiş. Allah'ın lutfuna sarılmış, arzu ve isteklerini Allah'ın dışında
kalan herşeyden kesip, sadece Allah'a bağlamışlardır.
Ayetteki "Hem biz niçin Allah'a güvenip
dayanmayalım ki? Bize dosdoğru yolları O göstermiştir" ifadesi de, geçen
ifâdede" kastedilen mananın, söylediğimiz mana olduğuna delâlet eder,
yani, "Allah Teâlâ bu ruhî dereceleri, rabbanî, ilâhî bilgileri bize nasîb
edince, Allah'a güvenmememiz bize nasıl yakışır? Aksine bize yakışan O'na
tevekkül edip, işlerimizin olması içip ancak O'na güvenmemizdir. Çünkü kulluk
şerefini elde edip, ihlas ve mükaşefe makamına ulaşan kimsenin, ister mülkü,
ister milki, ister ruhu, ister cismi olsun. herhangi bir iş hususunda Hak'dan
başkasına güvenip dayanması çirkin bir iş olur" demektir. Bu ayet Allah
Teaâlâ'nın, kendisine kulluk etmede ihlaslı olan dostlarını. düşmanlarının hile
ve tuzaklarından koruduğuna delâlet etmektedir.
Daha sonra o peygamberler "Bize yaptığınız
eziyetlere elbette sabredeceğiz" çünkü sabtr, ferahlığın anahtarı ve
hayırların doğuşunun vesilesidir. Hakk mutlaka gâlib ve kahir, batıl da mutlaka
mağlûb ve makhûr olur" demişlerdir.
[58]
Daha sonra da, tekrar 'Tevekkül edenler, yalnız
Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir. Bu tevekkülün tekrar
zikredilmesinin hikmeti şudur: Peygamberler, "Hem biz niçin Allah'a
(tevekkül etmeyelim), güvenip dayanmayalım ki..." ifadeleri ile, kendileri
için Allah'a tevekkülün gerekli olduğunu belirtmişlerdir.
Daha sonra, kendileri ile ilgili şeyleri tamamlayınca,
kendilerine uyan kimselere de bunu emrederek, "Tevekkül edenler, yalnız
Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir ki, bu ifâde iyiyi ve güzeli
emreden kimsenin, ancak o şeyi önce kendisi yaparsa tesirli olacağını gösterir.
[59]
Şeyh (âlim) Ebu Hamid el-Gazali (r.h)'nin sözleri
arasında özeti şöyle olan güzel bir bölüm gördüm: İnsan ya nakıs (noksan), ya
kâmil olur. Yahut da bu iki durumdan uzak olur. İnsanın nakıs olması, ya zâtı
bakımından olur, fakat başkasının halini noksan I aştırmaya çalışmaz, ya zâtı
bakımından nakıs olur, bununla birlikte başkasını da nakıs hâle getirmeye
uğraşır. Birincisi dâil (sapmış), ikincisi ise hem dâil (sapmış), hem mudil (saptırmış)tır.
Kâmil olan insan da, ya kâmil olur fakat başkasını kâmil hale getiremez, ki
bunlar evliyâullahdır; yahut hem kâmil olur, hem de nakıs olanları kâmil hale
getirebilir ki bunlar da peygamberlerdir. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber
(s.a.s)
"Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullannın
peygamberleri gibidir" (51) buyurmuştur.
Gerek kemiyet (sayı), gerekse keyfiyet (kalite)
bakımından noksanlık ve kemâl dereceleri ite saptırma ve kemâle erdirme
dereceleri nihayetsiz olduğuna göre, hiç şüphesiz velayet ve hayat dereceleri
de, kemâle ve noksanlığa göre sınırsızdır. O halde veli, başkasını
mükemmelleştirmeye gücü olmayan kimse; nebî ise başkasını mükemmelleştiren
(kemâle erdirebilen) kâmil insan demektir. Hem sonra ruhânî-nefsânî kuvvet
bazan, iki noksan insanı kemale erdirmeye yeterli olur, bazan da bundan daha
güçlü olur ve on kişiyi,yüz kişiyi kemâle erdirmeye ye .erli olur. Bazan bu
kuvvet, çok güçlü ve kahir olur, güneşin dünyaya tesiri gibi tesir eder ve
âiemdekiierin çoğunun ruhunu cehalet makamtndan marifet makamına, dünyayı
istemekten ahireti istemeye çevirir, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ruhu gibi ki O.
peygamber olarak gönderildiğinde âlem, çoğu "müşebibihe" olan
yahudiler, Hulûliye mezhebine mensub olan Hıristiyan ve mecûsilerle dopdoluydu.
Bunların yollarının çirkinliği ise açıktır. Yine alem putperestlerle de
doluydu. Bunların dinlerinin zayıf olduğunu açıklamaya lüzum yoktur.
Binaenaleyh) Hz. Muhammed'm davası ortaya çıkınca, O'nun ruhunun kuvveti, bütün
ruhlara üstün geldi. Böylece de alemde kilerin çoğu şirkten tevhide, tecsîmden
(Allah'ın cisim olduğunu söylemekten) tenzihe (onun böyle olmadığını söylemeye)
ve dünyayı istemeye batmaktan da ahirete yönelmeye koyuldular. İşte bu
makamdan, insana nübüvvet ve risâlet makamı açılır.
Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Ayetteki;
"Hem biz niçin Allah a güvenip dayanmayalım ki" ifâdesi, onların
kendilerinin kemâle erdiğine; işin sonunda söyfedikleri, 'Tevekkül edenler,
yalnız Allah a tevekkül etsinler" ifâdesi de, onların kâmil olan ruhlarının,
nakıs ruhları kemâle erdirmede tesirli olduğuna bir işarettir. İşte bütün
bunlar, Kur'ân'ın lafızlarında saklı yüce sırlardır. Kim Kur'ân ilimleri ile
meşgul oduğu halde, bunlardan gafil olursa, Kur'ân'ın ilimlerinin sırlarından
mahrum olmuş olur. Ayetle ilgili bir başka izah da şudur: Ayetteki. ''Bizim
size bir hücce: getirmemize imkan yoktur. Mü 'minler ancak Allah 'a gü venip
dayanmalıdır' ifâdes ile, "Başka mucize isteyen kimselerin, o mucizelerin
gerçekleşmesi için, mucizelere değil Allah'a tevekkül etmeleri gerekir.
Binâenaleyh Allah isterse, onları ortaya kor. isterse koymaz" manası
kastedilmiştir.
Ayetin sonundaki, "Bize yaptığınız eziyetlere
elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah 'a tevekkül etsinler"
ifadesi ile de, kâfirlerin serlerini ve beyinsiz işlerini defetme hususunda
Allah'a tevekkül etme emredilmiştir. Mananın böyle olmas halinde, ayette bir
tekrar söz konusu olmaz. Çünkü, "yalnız Allah'a tevekkül etsinler"
ifâdesi, iki değişik maksaddan ötürü, iki ayrı yerde gelmiştir. Hem birincisinin,
tevekkülü başlatma, ikincisinin de onu devam ettirme ve sürdürmeye çabalamak
manasına olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir.
[60]
"O kâfirler, peygamberlerine dediler ki:
"Ellebtte ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlaka dinimize
döneceksiniz'.' Bunun üzerine Rableri kendilerine: "O zâlimleri muhakkak
helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi, mutlaka o yurda yerleştireceğiz"
diye vahyetti. işte bu, benim huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan ve
benim tehdidimden çekinenlerehastır. Onlar fütuhat istediler. İnâd eden her
zorba ise, sükût-u hayale
uğradı. Onun Önünde de cehennem vardır. Ona irinli
sudan içirilecektir. Öyleki, bunu zorla içmeye çalışacak, ama bir türlü
(neredeyse) boğazındangeçiremeyecek. Her yandan kendisine (sanki) ölüm gelecek,
ama
ölemeyecek. Önünden de daha ağır bir azâb gelip
çatacak"(İbrahim. 13-17).
Bil ki Allah Teâlâ peygamberlerinin, düşmanlarının
serlerini savuşturma hususunda Allah'a tevekkül edip, O'nun korumasına
güvenmekle yetindiklerini haber verince, kâfirlerin de beyinsizlikte çok ileri
gittiklerini ve "Elbette ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlaka
dinimize döneceksiniz" dediklerini nakletmiştir. Bu, "şu iki
ihtimalden, yani ya sizi yurdumuzdan çıkarmamız, yahut da sizin bizim dinimize
dönmenizden birisi mutlaka olacak" demektir. Böyle söylemelerinin sebebi
şudur: "Hak taraftarları her devirde az olmuşlar, bâtıl taraftarları ise
çok olmuşlardır. Bütün zâlimler ve fâsıklar, bâtıl taraftarlarına destek ve
yardımcı olmuşlardır. İşte bundan dolayı onlar bu beyinsizliği
yapabilmişlerdir.
[61]
İmdi, eğer: "Bu ifâde peygamberlerin de, işin
başlangıcında, onların dinindeoldukları zannını uyandırır. Çünkü o "dine
dönmelen" manası, ancak bu takdirde mümkün olur " denilirse, biz
deriz ki: Buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) O peygamberler, o diyarlarda doğup büyümüşlerdir ve o
milletlerdendir. İşir başında, kâfirlere karşı muhalif olduklarını göstermemiş,
aksine zahiren sanki hıc muhalefetleri yokmuş gibi, onlarla birlikte
olmuşlardır, İşte bundan dolayı, kavimleri işin başında onların kendi
dinlerinde olduklarını sanmışlar, dolayısıyla da, "Mutlaka bizim dinimize
(geri) döneceksiniz" demişlerdir.
2) Bu, kâfirlerin söyledikleri bir sözdür. Binâenaleyh
onların söyledikleri her cözun doğru olması gerekmez. Belki de onlar, iş
aslında onların sandığı gibi olmadığı halde Öyle zannetmişlerdir.
3) Belki de bu hitab, her nekadar zahiren o
peygamberlere yönelik ise de, bununla aslında peygamberlere tabî olan kimseler
kastedilmiştir. Binâenaleyh peygamberlere tabî olan bu insanların, daha önce o
kâfirlerin dini üzere olduklarının söylenmesinde bir mahzur yoktur.
4) Keşşaf sahibi: "Atf (dündü) fiili, Arapça'da,
"oldu" manasına çokça kullanılır demiştir.
5)
Belki de o
peygamberlerden her biri, peygamber olarak gönderilmede-(gÖrevlendirilmeden)
önce, herhangi bir şeriat üzerinde idiler. Daha sonra Allah Teâlâ onlara, o
şeriatlerinin
nesholunduğunu vahyedip, başka
(yeni) bir şeriat benimsemelerini emretmiş olabilir. O
kavimler ise, küfürlerinde ısrar ederek, mensût-(neshedilmiş) olan o şeriat
üzere kalmaya devam etmişlerdir. Böyle olması halinde onların,
peygamberlerinden tekrar o eski dinlerine dönmelerini istemiş olmaları uzaV bir
ihtimal değildir.
6)
Bunun şu
manaya olması da uzak bir ihtimâl değildir; Bu ayetteki "Yahu:
mutlaka dinimize döneceksiniz" ifâdesi, "Yahut siz, peygamberliğinizi iddia etmezden önceki tarzınıza, yani
dinimizi ayıplamama, onu tenkid etmeme., ona saldırmama tarzınıza
dönersiniz" demektir. Bütün izahlara göre bu soru düşer, Allar en iyi
bilendir.
[62]
Bil ki kâfirler, bu sözü söyleyince, Cenâb-ı Aliah
şöyle buyurmuştur: "Bunur üzerine Rabbin kendilerine. "O zalimleri
muhakkak helak edeceğiz ve onlardar sonra sizi. mutlaka o yurda
yerleştireceğiz" diye vahyetti," Keşşaf sahibi: "C zâlimleri
muhakkak helak edeceğiz" ifâdesi, ya bir kâle(dedi) filinin mahzûf olmasın
yahut, "vahy" fiilinin "kavi' (dedi-demek) fiilinin yerini tutmuş
olmasını gerektim-Çünkü vahy de, "deme"nin bir çeşidi (türüdür.) Ebu
Hayve, bu ifâdeyi ^Allah) o zâlimleri helak edecek ve sizi, o yurda
yerleştirecek" şeklinde okumuştu-
Bunu evhâ (vahyetti) fiilini na ubara alarak böyle okumuştur. Çünkü o, gâib
sîgasındadır "Zeyd,mutlakaçık^a.
ağma yemin etti" veya "mutlaka çıkaracağım" diye yemin
etti" ifadesidir,
Ayetteki "arz" (yurt) kelimesi ile,
zâlimlerin yurtlan ve diyarları kastedilmiştir. Bunun birer benzeri,
"Hakarete uğramış olan o kavmi, feyzli ve bereketli kıldığımız yerin
(arzın) doğularına ve batılarına mirasçı kıldık" (A'raf, 137) ve
"Sizi, onların arzına ve diyarına mirasa kıldık" (Ahzâb, 27)
ayetleridir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim komşusuna eziyet ederse, Allah komşusunu onun evine mirasçı kılar
(yani evi ona ka/wj.(52)
Bil ki bu ayet, düşmanını başından savuşturmak için,
kim Allah'a tavekkül ederse, düşmanının şerrine karşı Allah'ın ona yeteceğine
(yardım edeceğine) delâlet eder. Allah'ın Divanına Çıkmaktan Korkma
Hak Teâlâ daha sonra,
"işte bu, benim huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan ve
benim va'îdimden çekinenlere hastır" buyurur, "işte bu" ifâdesi,
"Allah'ın zâlimlerin helakine ve bu işin peşisıra onların diyarlarına
mü'minleri yerleştirmeye hükmetmesi"ne işarettir. Bu iş, "huzurumda
ayakta duracakları (zamandan) korkan için haktır." Bunun birkaç izahı
vardır:
1) Bu, "Benim, huzurumda durmaktan korkan"
demektir. Kastedilen, hesab için duruştur. Çünkü bu duruş, Allah'ın huzurunda
duruştur. Kıyamet günü kulları, orada dururlar. Bu ayetin bir benzeri de,
"Ama kim Rabbinin huzurunda durmaktan korkarsa " (Nâziât, 40) ve
"Rabbinin huzurunda durmaktan korkan için iki cennet vardir" (Rahman.
46) ayetleridir.
2)
el-Makâm kelimesi, tıpkı, el-kıyâmetu kelimesi gibi,
masdardır. Nitekim denilir. Ferrâ şöyle demiştir. "Bunun manası, "Bu,
ben kendileri üzerinde kayyûm olmamdan ve onları murakabe etmemden ve benim
onları gözetlememden korkanlar içindir" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
tıpkı, "Her nefsin (hayır ve şer) bütün kazandığına nazır olan Zât-ı
Ecell-i A'lâ böyle olmayan gibi midir? " (Ra'd, 33) ayetinde olduğu
gibidir.
3) Bu ayetin manası, "Benim, adalet ve doğruluk
üzerinde durmamdan, ısrar etmemden korkanlar içindir" şeklindedir. Çünkü
Allah Tâlâ, ancak hak ve adaletle hüküm verir. Allah Tealâ adalet üzerinde
durur, onda ısrar eder, ondan sapmaz, ve ondan kesinlikle ayrılmaz.
4)
Bu,
"Benim yanımda bana sığınan kimsenin durması gibi durup da korka-kimseler
içindir" manasındadır. Buna göre, mekamî kelimesi, mef'ulüne muzâf'ö'r
maada? kabilinden olmuş olur.
5)
Bu,
"Benden korkanlar içindir" demektir, Burada "makam'' kelimesinin
zikredilmesi tıpkı, "Allah'ın selâmt falanca yüce meclis üzerine
olsun!" denilip de. "Allah'ın selâmı falanca üzerine olsun!" manasının
kastedilmesidir. İşte, burada da böyledir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Benim va'îdimden
çekindi" buyurmuş*- jlar (zamandan) korkan..." buyurmuş, daha sonra
da buna, 'Ve benim vaıdimder. çekinenlere hastır" ayetini atfetmiştir ki,
böyle oluş "Allah'dan korkmanın", Allah!" vaîdinden olmasını
gerektirir. Bunun bir benzeri de, Allah Teâlâ'yı sevmenin, O'nu-mükâfaatını
sevmekten başka bir şey olmasıdır. İşte bu, hikmet ve tasdik sırları içinde yer
alan yüce ve kıymetli bir makamdır.
[63]
Resullerin Zafer İstemeleri
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar fütuhat
istediler" buyurmuştur Bu ifâdeyle alâkalı iki mesele vardır:
[64]
Birinci
Mesele
Burada geçen 'istiftâh" kelimesine şu iki mana
verik
a) İlahi yardım sayesinde fethi ve muzafferiyeti isteme*
Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın isteftehû ifâdesinin manas
"Onlar, düşmanlarına karşı Allah'ın yardımını
istediler" şeklinde olur. O halde bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, 'Eğer siz feth
istiyor idiyseniz, işte o feth size gelmiştir" (En* ıs) ayeti gibidir.
b) Fethin manası, takdir edip, hükmetmek demektir. Buna
göre, Cenâb-ı Hakkr isteftehû buyruğunun manası, "Onlar, Allah'ın takdir
etmesini ve aralarında hükmetmesini istediler" şeklinde olur, Buna göre bu
ifâde, hükmetmek manasına gelen, el-fitâhatu" kelimesinden alınmış olur. Bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ej Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen
hak olanı hükmet" (A'raf.89) ayeti gır olmuş olur.
Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Her iki görüşü
de müfessirlc zikretmişlerdir. Birinci görüşe göre fütuhat isteğinde bulunanlar
o peygamberlerde Bu böyledir, zira onlar, Allah'ın yardımını istediler ve
kavimlerinin iman etmelerinde-ümit kestikleri için, onlara azabla beddua
ettiler. Nitekim Hz. Nûhf "Nuh (şöyle
demişti: "Ey Rabbim. yer(yüzün)de kâfirlerden
yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nûh 26); Hz. Musa, "Sen onların
mallarını yok et Rabbimiz, kalblerini şiddetle sık ki onlar o çetin azabı
görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir" (Yunus. 88) ve Hûd (a.S.)
da. De ki: "Yâ Rab o fesadçılar güruhuna karşı bana nusret et" 3o; elemiştir.
Takdir edip hükmetmeyi istemek demek olan ikinci
görüşe göre evlâ olan, fütı-hat isteğinde bulunanların, o peygamberlerin
ümmetleri olmasıdır. Bu böyledir, zira onlar, "Alahım, eğer o peygamberler
sadık iseler, bize azâb et!" diyorlardı. Kureyş kâfirlerinin, "Ey
Allah, eğer bu. senin katından hakkın kendisi ise, durma, bizim üstümüze gökten
taş yağdır" (Enfâi,32) şeklindeki sözleri de bu manadadır. Bu, tıpkı
başkalarının da "Eğer doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir
bize" ût. 29) demeleri gibidir.
[65]
Keşşaf sahibi şöyle der: "Ve'steftehû buyruğu,
O'nun fe evhâ ifadesine atıftır. Bu kelime, emir sigası ile ve'steftihû diye de
okunup, nühlikenne ifâdesine de atfedilmiştir. Buna göre ayetin manası,
"Rableri onlara vahyetti ve onlara, "Biz muhakkak ki zalimleri helak
edeceğiz" dedi ve yine onlara, "Haydi fütuhat taleb ediniz"
dedi" şeklinde olur.
[66]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'İnâd eden her zorba ise,
sükût-i hayâle uğradı" buyurmuştur.
Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:
[67]
Şayet biz, fütuhat talebinde bulunanların peygamberler
olduğunu söylersek, mana, "O peygamberler fütuhat
talebinde bulundular da, onlara yardım edildi.
Maksatlarınanail oldular. Ama, inâd eden her zorba ise, sukût-i hayâle
uğradı" şeklinde olur. Bu kimseler ise onların kavimleridir.
Yok. eğer biz, fütuhat talebinde bulunanların o kâfir
kavimler olduğunu söylersek, o zaman da ayetin manası, "O kâfirler,
kendilerinin hak üzere olduklarını; peygamberlerinin de bâtıl üzere bulunduğunu
zannederek, peygamberlerinin aleyhine zafer talebinde bulundular, ama onlardan
her cebbar sükût-i hayâle uğramış ve fütuhat talebinde bulunmakla da
peygamberlerinin aleyhine bir başarı elde edememiştir" şeklinde olur.
[68]
Burada geçen, "cebbar" kelimesinin anlamı,
Allah'a itaat ve O'na kullukta bulunma hususunda tekebbür edip baş kaldıran
demektir. Cenâb-t Hakk'ın "Bir
serkeş ve asî değildi" (Meryem, 14)
buyruğundaki Cebbar kelimesi de bu anlamdadır. Ebu Ubeyde de, (Halef)
el-Ahmer'den naklen şöyle demiştir: "Arapça'da bu kelime, "ceberiyyet
cebrût, cubrût ve cebûre şeklinde geçmektedir." Zeccâc bu kelimeleri
cim'in ve banın kesresiyle el-cibirlyye, el-cibr, necbâr, cibriyâ şeklinde
kullanıldıklarını nakletmiştir. Vahidi: "O halde bunlar cebbar masdarının
sekiz değişik şekilde kullanılmasıdır" demiştir.
Hadiste varid olduğuna göre bir kadın, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanında bulunuyordu. Derken Hz. Peygamber ona birsev emretti de, o
kadın bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Onu bırakın, zira o,
cebbardır" yani tekebbür edendir" buyurdu.
Ayetteki anîd kelimesine gelince, dil -imleri bu
kelimenin neden iştikak ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Nadr İbn Şumeyl
unûd, başka olmak; uzaklaşmak ve terketmek anlamındadır derken, başkaları da,
bunun aslının, kenar, köşe, taraf anle.mtna gelen ind kelimesi olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim Araoçada 'denilir. Yani, "Falanca tam kıyıda
köşede geziyor" denilir. O haloe.ânedeve"anede" kelimelerinin
manası, "yüzçevirerek bir köşeyi kaptı, köşede yürüdü" şeklindedir.
Yine bir kimse bir kimseden uzaklaşıp kenar bucak gezdiğinde, denilir.
Sen bunu iyice kavradığında, biz deriz ki: Onun cebbar
ve mütekebbir olması, ruhî haline ve huyuna; anîd olması da, o huylardan sâdır
o*an fiillere ve neticeye işaret olmuş olur ki, bu da onun, hakdan uzaklaşması
ve ondan sapmasıdır. O halde, huyu, tekebbür ve tecebbür etmek; zorbalık fiili
de, haktan ve doğrudan sapmak demek olan "ânîd" kimsenin, her türlü hayırdan
mahrum olup sükut-i hayâle uğrayacağında ve bütün mutluluk nevilerini de
kaybedeceğinde şüphe yoktur.
Bil ki Allah Teâlâ, o kimsenin, sukût-i hayale
uğrayacağına hükmedip, onu cebbar ve anîd olmakla vasfedince, onun azabının
nasıl olacağını da şunlarla tavsif etmiştir:
[69]
1) Ayetteki '"Onun önünde de cehennem vardır"
buyruğu hakkında şöyle bir müşkillik bulunmaktadır:
"Bununla, "Onun önünde cehennem vardır"
manası kosdedümiştir. O halde, daha nasıl "verâ" (arka) lafzı, ön ve
önünde manasında kullanılabilmiştir?"
Alimler, buna birkaç şekilde cevap vermişlerdir:
a) Verâ kelimesi sana görünmeyen, senden gâib olan
herşey hakkında kullanılan bir isimdir. "Ön" ve "arka" da,
sana görünmez. O halde, "verâ" lafzı, bunlardan her biri hakkında
Kullanılabilir. Nitekim şair,
"Umulur ki, içinde gecelediğin bu sıkıntının
arkasında, yakın bir genişlik ve rahatlık bulunur" demiştir.
Yine, ölümün herkesin arkasında olduğu da
söylenilmektedir.
Ebu Ubeyde ve İbnu's-Sikkît ele şöyle demişlerdir:
"Verâ" kelimesi ezdâd olan kelimelerdendir. Hem arka, tıem de ön
anlamına gelir. Bunun sebebi ise, arka olan her şeyin, Öne dönüşmesinin, ya da
aksinin olmas<n<n mümkün oimastdfr. İşte bundan dolayı şüphesiz ki verâ
kelimesinin, "ön" manasında kullanılması caiz olmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar
vardı" (Kem,. 79) buyruğu da bu manadadır. Yani, "önlerinde"
demektir. Yine "Ölüm insanların peşinde gezer" denilir. (Bununla, her
insanın önünde ölüm vardır) manası kastedilir.
c) İbnu'l-Enbarî, verâ kelimesinin
"sonra"'manasına geldiğini söylemektedir.
Nitekim şair de demiştir. Yani "kişi için
Allah'dan sonra, gideceği bir yer yoktur" demektir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Allah
Teâlâ, "înâd eden her zorba ise, sükut-i hayâle uğradı" buyurarak
onun sükut-i hayâle uğrayacağına hükmetmiş, bunun ardından da buyurmuştur ki,
bu "O sukût-i hayâlden sonra da cehenneme girer" demektir.
[70]
2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona irinli sudan
içirilecektir. Öyle ki o, bunu zorla içmeye çalışacak, ama (neredeyse) bir
türlü boğazından geçiremeyecek" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu
ifâdeyle İlgili birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru: Ve yüskâ kelimesi neye
atfedilmiştir?
Cevap: Bu kelime, takdiri şöyle olan mahzûf bir
kelimeye atfedilmiştir: Onun peşinden de
cehennem gelir. İçine atılır ve orada irinli sudan içiritir."
İkinci Soru: Cehennemliklerin azabı pek çok
yöndendir. Öyleyse niçin ayet-i kerimede cehennemliklerin sadece bu hallerinden
bahsedilmiştir.
Cevap: Bu hal, cehennemliklerin azâb çeşitlerinin en
şiddetli olmasına benzer Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her yandan
kendisine (sanki) ölüm gelecek, ama ölemeyecek" buyruğunun yamsıra.
özellikle bu ifadeye yer verilmiştir.
Üçüncü Soru: Ayetteki sözünün cümledeki yeri nedir?
Cevap: Bu, atf-r beyân olup, kelamın
takdiri, "Cenâb-ı Hakk, "sudan içirilirler' deyince, sanki, "o
su nasıldır?" denilmiş de, bunun üzerine O da, "irinlidir"
demiştir1 şeklindedir. "Sadîd" cehennemliklerin derilerinden akan
şeydir. Ayetin takdirinin "işte, irin gibi olan bir sudan içirilir"
şeklinde olduğu da iler sürülmüştür. Bu, kokma, katı pislik vb. olma
hususlarında, Cenâb-ı Hakk'ır cehennemde, irine benzeyen bir şeyi yaratmasıyla
olur ki, bu aynı zamanda bizza* irinin kendisi ofmuş olur. Çünkü onun,
tiksindirici özelliği, kendisini almaya ve içmeye mani otur. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça
parça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?' (Muhammed. '5) ayetiyle
"Eğer onlar feryâd edip yardım isterlerse, kalın bir sıvıya benzeyen
yüzleri kavuran bir su ile imdâd olunacaklardır. O, ne fena içecektir/ f. 29)
ayeti gibidir.
Dördüncü Soru: Ayetteki "Öyle ki o, bunu
zorla İçmeye çalışacak, ama neredeyse bir türlü boğazından gevremeyecek"
buyruğu ne demektir?
Cevap: "Tecerru" içilecek
şeyi, devamlı bir biçimde yudum yudum, azar aza' içmek demektir. Nitekim
Arapçada "İçecek boğazda kolayca akıp gitti, boğazdan geçirmek"
denilir.
[71]
Bil ki kâde fiiliyle alakalı olarak iki görüş ileri
sürülmüştür:
Birinci Görüş: Bu fiilin
menfisinde, olumsuzunda olumlu; olumlusunda da, olumsuz mana bulunmaktadır.
Buna göre buyruğunun manası, "O, onu boğazından, gecikerek akıtabiliyordu,
ancak..." şeklinde olur. Çünkü Arapla- "Neredeyse
kalkmayacaktım" derler; bu, "bir müddet sonra kalktım' demektir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da (Bakara, ti) buyruğu da böyledir Yani, "Onu
ancak, gecikmeyle, istemeye istemeye yaptılar" demektir. Onun,
boğazında-aktığının delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bununla karınlarının
içinde ne varsa, hepsi ıc-derileri eritilecektir" (Hacc, 20) ayetidir.
Eritilme işi ancak, onun boğazdan akıtılmasından sonra olabilecektir. Üstelik
Cenâb-ı Hakk'ın, "onu yudumlar' buyurması da, onların o şeyi, azar azar
boğazlarından akıtacaklarına delâlet ede-O halde nasıl olur da bu iş hakkında
isağe tabiri kullanılabilir?
İkinci Görüş: Kâde fiili, mukârebe ifâde
etmektedir. O halde, Cenâb-ı Hakk' r la yekâdü sözü, yaklaşma olmadığını
bildirmek için zikredilmiştir. Buna göre mana
"O onu, boğazından akıtmaya yaklaşmadı bile..
Artık nasıl olur da onu boğazından akıtabilir ki?" şeklinde olur. Bu
Cenâb-t Hakk'ın tıpkı "elini çıkardığında, nerdeyse kendi elini bile
göremez" (Nur, 40) ayeti gibidir. Yani, "O onun, görmeye dahi
yaklaşamamışken, o onu daha nasıl görebilir?" demektir.
Buna göre şayet, "siz boğazdan akıtma işinin
olacağına delil getirdiniz; binâenaleyh bu görüşle o izahı nasıl
birleştirebilirsiniz?" denilirse, biz deriz ki:
Buna iki şekilde cevap verilmiştir:
1) Bunun manası, "O, onun tamamını boğazından
akıtamaz. O, onun bir kısmını yudumlar, ama hepsini içemez" şeklindedir:
2) Sizin zikrettiğiniz delil, o içeceğin sadece bir
kısmının kâfirin karnına girdiğine delâlet etmektedir. Ama ne var ki, bu
"boğazdan kolayca akıtmak" değildir. Çünkü Arapça'da isâğa"
kelimesi'içilecek şeyi, gönül hoşluğu ve içilen şeyin hoş olduğu kabul edilerek
boğazdan akıtmak" anlamına gelmektedir. Halbuki kâfir, o şeyi, istemeye
istemeye yudumlar. Onu güzel ve hoş bulmaz; onu bir nefeste içmez. Bu iki izaha
göre de, ta yekâdü deyimini, yaklaşmayı nefyetmek manasına hamletmek
yerindedir. Allah en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Her yandan kendisine (sanki)
ölüm gelecek, ama ölemeyecek" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu,
"Ölümü gerektiren haller, o kimseyi her yönden kuşatmıştır. Ama buna
rağmen o, ölmez" anlamındadır. Buna, öfümü gerektiren haller, onun
bedeninin cüzlerinin her birini kuşatmıştır" anlamı da verilmiştir.
4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Önünden de daha ağır bir azâb
gelip çatacak" buyruğunun beyan ettiği bir husustur. Bu ifâdeyle ilgili şu
iki açıklama yapılmıştır:
a) Bu ifâdeyle, o azabın kesintiye uğramıyacağı ve
devamlı olduğu kastedilmiştir.
b) "O kimse, önüne çıkan her anda, bir öncekinden
daha şiddetli olan bir azabla karşılaşır" manasındadır. Mufaddal:
"Bu, nefesleri kesmek ve onları bedenlere tıkayıp hapsetmek
anlamındadır" demiştir. Allah en iyisini bilendir.
[72]
"Rablerini inkâr edenlerin misâli şudur:
Yaptıkları işler, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle
benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi eldeedemezler. İşte bu, hakdan uzaklaşmış
olan sapıklığın ta kendisidir. Görmedin mi ki, Allah gökleri ve yeri gerçek bir
maksadla yaratmıştır. Eğer dilerse bir sizi giderir, yepyeni bir halk getirir.
Bu Allah'a güç değildir" (ibrahim, 18-20).
Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette, o kâfirlerin
çeşitli azâblarından bahsedince, bu ayette de, onların amellerini tamamının
zayi olacağından ve boşa çıkacağından; onların hiçbirinden faydalanamayacaklarından
söz etmiştir. İşte bu esnada, onların tam hüsrana uğradıkları ortaya çıkar.
Çünkü onlar Kıyamette, şiddetli bir azâbtan başka bir şey göremezler ve dünyada
iken yaptıkları her şeyin de zayi ve batıl olduğunu görüp müşahede ederler ki,
işte ©n korkunç hüsran ve hayal kırıklığı da budur. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[73]
Cenâb-ı Hakk'ın &M Ji. ifadesinin merfû oluşu
hakkın- da şu izahlar yapılmıştır:
1) Sibeveyh şöyle demiştir: "Ayetin takdiri,
"ve sizeokunanlar arasında, o kâfirlerin misâli de vardır" veyahut,
ayetin takdiri, "kâfir olanların misali, size
okunan şeyler arasındadır" şeklinde olur.
Ayetteki ke-remâdin kelimesi de, mukadder bir suâlden
dolayı, "müste'ıief" bir cümledir. Buna göre o soruyu soran sanki,
"Onların misâlleri nasıldır?" demiş de, "onların amelleri,...
kül gibidir" denilmiştir.
2) Ferrâ şöyle der: "Ayetin takdiri,
"Rablerini inkâr edenlerin amellerinin durumu. tıpkı bir kül gibidir"
şeklindedir. Buna göre, "muzafun ileyh" durumunda olan kelimenin daha
sonra zikredileceğine itimâd edilerek, burada muzâf hazfedilmiştir. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapandır" (Secde. 7)
ayeti gibidir. Yani, "Her şeyin yaratılışını, güzel yapandır"
demektir. Yine "Yalan söyleyenlerin Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki
kapkaradır"(Züm#r. eo) ayeti de
böyledir. Bu, "Sen, Allah'a karşı yalan
söyleyenlerin yüzlerinin simsiyah olduğunu görürsün" demektir..
3)
Ayetin
takdiri, "Kâfir olanların durumu,
amellerinin kül gibi olmasıdır" şeklindedir. Bu, senin, "Zeyd'in
stfatı, namusunun korunmuş, malının da bezledilmiş
olmasıdır" demen gibidir.
4) "Amelleri" ifadesi "kâfir olanların
misali... ifadesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "Onların
amellerinin misâli, tıpkı bir kül gibidir" şeklinde olur ki, buna göre,
"Amellerinin misâti" ifadesi mübtedâ; "kül gibidir" ifâdesi
de haber olmuş olur.
5) Ayetteki mesel kelimesinin zâid olduğu kabul
edilerek, kelamın takdirinin, "Kâfir olanların amelleri, kül gibidir"
şeklinde olmasıdır.
[74]
Bil ki, bu mesel ile bu ameller arasındaki
"vech-i şebeh" (benzeşme yönü) şudur: Şiddetli bir rüzgarın, külü her
tarafa uçurup, o külden herhangi bir eser ve iz kalmayacak bir biçimde, onu
darmadağın etmesidir. Burada da böyledir, zira onların küfürleri, amellerini
boşa çıkarmış, o amellerden onların yanında herhangi bir iz, herhangi bir eser
kalmayacak bir biçimde, onların amellerini yakıp kül etmiştir. Daha sonra
alimler, o amellerle neyin kasdedildiği
hususunda da şu şekilde ihtilaf etmişlerdir:
1) Bununla, onların sadaka, sıla-i rahim, ana-babaya
saygı, ve açları doyurmak kabilinden yapmış oldukları iyi işler kastedilmiştir.
Bu böyledir, zira o ameller, onların küfürleri sebebiyle yok otup, boşa
çıkmıştır. Şayet onlar, küfretmemiş olsalardı, mutlaka o amellerinden
faydalanacaklardı.
2) O amelleri ile, onların, putlara tapmaları ve iman
sandıkları, kurtuluşa götüren yol bildikleri o küfürlerini üzerlerine almatarı
kastedilmiştir. O halde onların hüsrana uğramalarını şu şekilde izah edebiliriz:
Onlar, kendilerinden istifâde etsinler diye, uzun zaman bedenlerini o amellerle
yorup yıpratmışlardır, ama o ameller onlara ancak bir yük olmuştur.
3) O amellerle, her iki kısım da kastedilmiştir. Çünkü
onlar, haddizatında hayır zannettikleri o amellerin boşa çıktığını; hayır
sandıkları ve uğruna ömürlerini tükettikleri o amellerin batıl olduğunu görünce
ve o ameller de, uğradıkları azabın gerekçelerinin en büyüklerinden olunca,
haliyle onların hasret ve nedametleri de fazlalaşmıştır. İşte bundan dolayı da
Cenâb-ı Hak, "işte bu, hakdan uzaklaşmış olan sapıklığın tâ
kendisidir" buyurmuştur.
[75]
şeklinde, yani cemi şekliyle de okunmuştur. Bu
ifâdede, esme işi, güne nisbet edilmiştir. Bu, o günün ihtiva ettiği şey, yani
rüzgar veya rüzgarlar sebebiyledir. Bu senin tıpkı, (sarhoş eden gece)
demen gibidir. Halbuki, sarhoş etme özelliği geceye
değil, gecede esen rüzgara aittir. Ferrâ da şöyle demiştir: "Sen istersen,
"esintili bir günde" dersin; istersen de, "rüzgarı esen bir
günde" dersin!. Böylece buna göre, daha önce bahsedildiği için rîh
kelimesi hazfedilmiş olur." Bu ifâde, izafetle şeklinde de okunmuştur.
[76]
Cenâb-ı Hak, "Kazandıklarından hiçbir şeyi elde
edemezler" buyurmuştur. Bu, "Onlar,
kazandığı şeylerden ne dünyada ne de ahirette istifâde
edebilecekleri herhangi bir şeyi elde edemezler" demektir. Bu böyledir,
zira, o kazandıkları şey tamamiyle zayi olmuş ve fesada uğramıştır. Bu ayet,
kulun kendi fiillerini kesbedeceğine delâlet etmektedir.
[77]
Bil ki Allah Teâlâ, bu teşbihi tamamlayınca,
"Görmedin mi ki, Allah gökleri ve yeri gerçek bir maksad ile
yaratmıştır" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[78]
Bu deyimin, daha önceki tabirlerle münasebeti şudur:
Allah Teâlâ, onların amellerinin batıl olduğunu, boşa çıktığını
beyân buyurunca, bu battl olma ve boşa çıkma işinin
ancak onlardan kaynaklanan bir sebepten dolayı olduğunu beyan etmiştir ki, bu
sebep de onların, Allah'ı tanımamaları ve kulluktan yüz çevirmeleridir. Çünkü
Allah Teâlâ, ihlaslı olan kimselerin amellerini, sebepsiz yere iptal etmez. O
halde, böyle bir şey yapması, O'nun hikmetine nasıl uygun düşebilir? Allah,
bütün bu âlemi, ancak hikmet ve doğru olan anlaşılsın diye yaratmıştır.
[79]
Hamza ve Kisaî
fiili ism-i fail
kalıbında ve jî'nin haberi olmak üzere, "gökler ve
yer" ifâdesini de -"uzâfun ileyh olmak üzere şeklinde okumuşlardır.
Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gökleri, yeri yoktan
var eden "(Enam. u), "sabahı yarıp çıkarandır" (En'âm, 96) ve
''Geceyi bir sükun Man"(En-am, 96) (bir kıraatifadeleri gibidir. Diğer
kıraat imamları ise, fiili, mazi sığasında; "gökler ve yer"
kelimesini de mef'ûl oldukları için mansub olarak şeklinde okumuşlardır[80]
Bu ayetteki bi'l-hakk tabiri Cenâb-ı Hakk'ın, Yunus
süresindeki (Yunus, 5i;ÂI-ı İmrân süresindeki (âı-i imrân 191) ve Sâd
süresindeki (Sâd. 27) ayetleri gibidir.
Eht-i sünnete gelince, onlar, derler. Bu hak da o
gökler ile yerin, o etmiştir. Bu, rezil
kepaze olma ve utanç
sebebiyle tahakkuk edecek olan rûhanî-manevi bir a2âba işaret
etmektedir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[81]
kelimesinin manası "gizlilikten sonra ortaya
çıktı" şeklindedir. Ortaya çıkıp göründüğü, saklanamadığı için,
büyük ve geniş yerlere (berâz) denilmesi de bu
manadadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen yeri (çırçıplak)
bir çöl göreceksin" (Kew. 47) buyruğunda da "apaçık olarak, onu
hiçbir şey örtmediği halde" manası verilmiştir. İnsanların içine katılıp
onlara görünen kadına da âjj; l\yt\ denilir. Yine, bir kimse emsallerinin
üstüne çıkıp onları geçtiğinde denilir ki bu kelime aslında, biri diğerini
geçtiğinde, atlar hakkında kullanılır da, "Bereze'l-haylu aleyhâ"
denilir. Sanki o, örtüsünden birden bire çıkıvermiş, böylece de görünüvermiş...
Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki: Bu ifadeyle
ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri, her ne
kadar mâna bakımından gelecekle ilgili olsa dahi, mazî sigasıyla getirilmiştir.
Zira, Allah Teâlâ'nın haber verdiği her şey doğru olup, gerçektir. Böylece o
şeyler sanki, olup bitmiş ve varlık âlemine girmişler, varolmuşlar demektir.
Bunun bir benzeri de "cehennemlikler cennetliklere nida
ettiler"{Krti, 50) ayetidir.
[82]
İkinci Bahis: Biz bürûz kelimesinin Arapça'da,
saklanmanın peşinden ortaya çıkmak manasına geldiğim söylemiştik. Halbuki,
Allah'a gizli kalan bir şey olmadığından, bu ifâdeyi tevil etmek gerekir. Bu
tevîl de birkaç yönden yapılabilir:
a) Onlar, kötü şeyleri irtikâb ederken, gözlerden
saklanırlar, gizlenirler ve bunun. Allah'a da saklı kalacağını zannederlerdi.
Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ'nın. ilmi ile kendi yanlarında bulunduğunu
iyice tesbit eder ve O'na hiçbir şeyin saklı kalmadığını anlarlar.
b) Onlar kabirlerinden çıkarlar, böylece de Allah'ın
hesabı ve O'nun hükmetmesi için görünürler, ortaya çıkarlar.
c)Bu, feylesofların yapmış olduğu tevîl olup, buna göre,
mana, "Rûh bedenden ayrıldığında, sanki perde ve örtü aradan kalkar ve
rûh, zatı itibariyle dışındaki her şeyden soyutlanarak mücerred bir biçimde
kalıverir. İşte, Allah'a görünmek budur" şeklinde olur.
Üçüncü Bahis: Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir:
"Bu tabir ile, bir önceki ayetteki, "Önünden de daha ağır bir azab
gelip çatacak" ifadesinin manası kastedilmiştir.
Bil ki Hak Teâlâ'ntn, '-Hepsi toplanıp Allah'ın
huzuruna çıkarlar" ifâdesinin manası, "O günde (bütün) sırlar
yoklanıp meydana çıkarılacaktır. Artık o (insan) için ne bir kudret ne de bir
yardımcı yoİcfur" (Tank 9-10) ayetinin manasına yakındır. Bu böyledir.
Çünkü o günde içtekiler dışa çıkacak, gizli haller ortaya dökülecektir.
Binâenaleyh o insanlar eğer cennetlik olanlardan ise, hakîm olan hâkime, kutsî
sıfatları, yüce halleri, nurlu yüzleri ve münevver, saf, temiz ruhları ile
gözükecekler. Böylece onlara Allah'ın celâlinin nuru tecelli edecek ve o
ruhlarda kutsî âlemin aydınlıkları artıp çoğalacaktır. Bu haller ne yüce
hallerdir! Yok eğer onlar cehennemlik olanlardan iseler, azamet durağı ve
kibriya menzili için, zelil olarak, hor ve hakîr bir durumda, huzû ve huşu
içinde, utancın verdiği rezillik ile rezil rüsvay olarak, çığlıklar atılan, hor
ve hakir kılınan bir yerde durdukları halde gözükecekler. Bu halden Allah'a
sığınırız.
Daha sonra Allah Teâlâ, o zayıf kimselerin, idare eden
reislerine, "Allah'ın azabını bizden uzaklaştırabilir misiniz?"
dediklerini nakletmiştir. Bu, "Biz, sırf bugün bize faydanız olur diye
size tabi olmuştuk" demektir. Sonra o reisler, başkanlar, liderler, kendi
rezilliklerini, acizliklerini ve zelilliklerini itiraf ederek "Şimdi
bizler sıziansak da, katlansak da birdir. Bizim için, (Allah'ın azabından)
sığınacak hiçbir yer yoktur" dediler. Gerek liderlerin, gerek onlara tabî
olanların acziyetlerini, perişanlıklarını ve cezayı hakettiklerini itiraf
etmelerinin, büyük bir pişmanlığı ve tam bir zilleti ifâde ettiği malumdur.
Binâenaleyh ayetteki bu ifadenin getirilmesinin maksadı, önceki ifâdelerde
bahsedilen çeşitli azab ve cezaların yanısıra, bu rezil ve perişan olma, utanç
ve zillet azabının da onları saracağını bildirmektedir. Allah en iyi bilendir.
[83]
Ayetteki "Duâfâ" (zayıflar) kelimesi, bazı
mushaflarda hemzeden önce bir
vav getirerek şeklinde
yazılmıştır. Bunun sebebi, bu kelimeyi, hemzeden
önceki elifi kalın okuyup, onu vâva imâle edenlere göre yazılmasıdır. Bunun bir
benzeri de (Şuârâ. 197) ayetidir.
[84]
Duâfâ (zayıflar), tabî olanlar, avam ve halk;
"büyüklük taslayanlar" (müstekbirier) de, liderler ve ileri
gelenlerdir. İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bununla onların, Allah'a
ibadet etmekten yüz çeviren, tekebbür eden ileri gelenleri
kastedilmiştir."
Cenâb-ı Hak, \ "Biz sizin (dünyada)
tebeâmzdık" dediklerini nakletrr«tir. Ferra ve ekseri dilciler şöyle
demiştir: "Hadim, bakır, hârls kelimelerinin çoğulları, sırasıyla hadem,
bakar, hares, şeklinde geldiği gibi tftbi'nin de çoğulu tebe, gelir. Bunun,
isim olarak kullanılan bir masdar olması da caizdir, yani, "Biz, uyma
tarafı olan kimselerdik" demektir."
Bil ki bu uyma ile, küfürdeki uyma kastedilmiş
olabileceği gibi, bütün dünya hallerinde ve işlerindeki uyma da kastedilmiş
olabilir.
Onlar "Şimdi siz, Allah'ın azabından herhangi
birşeyi bizden uzaklaştırıp defedebiliyor musunuz?"demişlerdir. Bu,
"Sizin, Allah'ın azabınt başımızdan savuşturmanız mümkün mü?"
demektir. İmdi eğer ifadesindeki min ile, min şey'in ifadesindeki min arasında
ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki: Bunların ikisi de, ba'ziyyet,
ktsmilik manasınadır. O halde bu ifâde, "Siz bizden, Allah'ın azabından
(bir kısmını) giderebilir misiniz?" demektir.
[85]
Allah Teâlâ, işte tam bu esnada, reislerin, "Eğer
Allah bize hidayet verseydi, biz de elbette doğru bir yol gösterirdik"
dediklerini nakletmiştir, Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas (r.a) bunun manasının, "Eğer Allah
bizi doğruya iletseydi, biz de sizi doğruya erdirirdik" şeklinde olduğunu
söylemiştir. Vahidî: "Bu, "Onlar ötekileri, ancak dalâlete
çağırmışlardır. Çünkü Allah Teâlâ kendilerini saptırmış, hidâyete erdirmemiştir.
Binâenaleyh onlar da kendilerine tabî olanları dalâlete (sapıklığa) davet
etmişlerdir. Eğer Allah o reisleri hidâyete erdirseydi, onlar da kendilerine
uyanları hidâyete erdirirlerdi" demektir" demiştir.
[86]
Keşşaf sahibi şöyle der: "Belki de onlar bunu,
kendilerinin bu hususta yalancı olduklarını bile bile söylemişlerdir. Bunun
böyle olduğuna, Hak Teâlâ'nın, münafıkları anlattığı şu ayet de delâlet eder:
"O gün Allah, onların hepsini diriltecek de. O'na da, size yemin ettikleri
gibi yemin edecekler" (Mücâdele, 18).
Bil ki Mu'tezfle, Kıyamette insanların yalan
söyleyebileceklerini mümkün görmemektedir. Binâenaleyh Zemahşerî'nin bu görüşü,
üstadlarmın prensiplerine terstir. Binâenaleyh onun bu görüşü kabul edilemez.
2) Keşşaf sahibi, "Bu, "Eğer biz, kendilerine
lütfedilen I erden olup da Rabbimiz de bize lutfetse ve biz de hidayeti
bulsaydık sizi de imâna iletirdik" demektir" demiştir. Kâdî, bu izahı
zikretmiş ve şöyle diyerek zayıf olduğunu göstermiştir: "Bu hidayeti,
"lütuf" manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü lütuf Allah'ın bir
işidir."
3) Bu, "Eğer Allah bizi ikâbından kurtarıp cennet
yoluna iletseydi, biz de sizi oraya iletirdik" demektir. Bunun bu manaya
olduğunun delili şudur: Hidayetten maksad, bizim söylediğimiz şu husustur: Bu
(hidayet), onların isteyip araştırdıkları bir şeydir. Binâenaleyh
"'hidayet" ile bu mananın kastedilmiş olması gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi bizler siziansak
da, katlansak da bir" dediklerini nakletmiştir. Bu, "Bizim sızlanmamız
veya sabretmemiz, bir şeyi değiştirmez, aynıdır" demektir. Ayetteki,
istifham hemzesi ve em edatı, "eşit olma", "bir olma"
manasına gelir. Bunun bir benzeri de, 'İster sabredin, ister sabretmeyin, sizce
birdir1' (Tur, 16) ayetidir. O reisler daha sonra, "Bizim için sığınacak
hiçbir yer yok" yani "Kurtulacak ve kaçacak bir yer yok"
demişlerdir. Mehîs (sığınak), tıpkı me$fb (batmak),meşîb (ihtiyarlamak) gibi
bazan, masdar (sığınmak) bazan da, ttpkı mebft (geceleyecek yer) ve madîk (dar
geçit) gibi, ism-i mekan olur. Gerek hâse, gerek hâde aynı (sığınmak)
manasınadırlar. Allah en iyi bilendir.
[87]
olup bitince
şeytan der ki: ''Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Ben de size
vaadettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim, sizin üzerinizde öhiçbir hükmüm
(ve nüfuzum) da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet
ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın. Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen beni evvelce (Allah'a)
ortak tutmanızı da inkâr etmiştim. Zâlimlerin hakkı, elbet pek acıklı bir
azabtır" (İbrahim, 22).
Bil ki Allah Teâlâ, o liderlerle, onlara uyan kâfirler
arasında geçen münakaşayı anlatınca, şeytan ile ona uyanlar arasında geçen
münakaşayı da anlatmış ve "İş olup bitince şeytan derki" buyurmuştur.
Ayetteki, "iş olup bitince" ifâdesi ile neyin kastedildiği hususunda
çeşitli izahlar yapılmıştır:
Birinci Görüş: Müfessirler
şöyle demişlerdir: "Cennetlikler cennette cehennemlikler de cehennemde
iyice yerleşince, cehennemlikler iblisi kınamaya ve ona atıp tutmaya
başladılar. Bunun üzerine o, cehennemde onların ortasına çıkıp, onlara, ayette
"iş olup bitince şeytan der ki..." diye haber verilen sözleri söyler/
İkinci Görüş: Bu ifade ile, hesabın sona ermesi
kastedilmiştir.
Birinci görüş daha uygundur. Çünkü
Kıyamettekilerin işlerinin sonu, itaatkâ' olanların cennete, kâfirlerin
cehenneme yerleştirilmeleridir. Hesabtan sonra da bL iş devam eder.
Üçüncü Görüş: Biz ehl-i sünnete göre, ehl-i
salâtın (namaz kılanların), günahkâr olanları cehennemden çıkıp cennete
gireceklerdir. Binâenaleyh ayetteki "İş olup bitince..." ifadesi ile,
bu vaktin kastedilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz. Çünkü o vakitte,
yapılması gereken işler artık sona erer. Bundan sonra, sadece daha önce
yapılmayan işler yapılır.
[88]
Ayetteki şeytan kelimesi ile, iblis kastedilmiştir.
Çünkü bu, müfred bir lafızdır ve dolayısıyla tek bir ferdi ifâde eder. İblis,
şeytanların başı ve reisleridir. Binâenaleyh "şeytan" lafzını, bu manaya
hamletmek daha uygun olur. Hem sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah
mahlukat; toplayıp, aralarında hüküm verdiğinde, kâfirler, ''Müslümanlar,
kendilerine şefaat edecek olanı buldular. Ya bize kim şefaat edecek? O, bizi
saptıran iblis 'den başkası olamaz" derler ve ona gelip, ondan kendilerine
şefaat etmesini isterler. İşte iblis bu sözü o esnada söyler'^) buyurmuştur.
''Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Ben de
size vaadettim, ama size yalancı çıktım" demiştir. Bu ifâde ile ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu ifade
ile, "Allah size sözün doğrusunu, yani öldükten sonra dirileceğinizi ve
amellerinize karşılık vereceğini söyledi (vaadetti) ve vaadettiğini tastamam
yerine getirdi. Ben ise size, bunun aksini vaadettim, ama yalancı çıktım"
manası kastedilmiştir. Sözün özü şudur: Nefs, insanı dünyaya çağırır, uhrev?
mutlukluklar ile rûhânî mükemmelliklerin nasıl (kıymetli) olduğunu düşünemez.
Allah Teâlâ ise, insanı bunlara davet eder, bunlara teşvik eder. Nitekim
<Ahiret daha hayırlıdır, daha bakî (devamlıdır)"{aı«, 17) buyurmuştur.
İkinci Bahis: (sözün, vaadin doğrusu) ifâdesi
Kûfelilere göre, birşeyin yine kendisine izafeti kabilindendir. Bu tıpkı
"biçilecek taneler"(m. w ifâdesi ite "mescidü l-câmî"
ifâdesi gibidir. Buna göre mana, "Allah size, hak vaadi vaadetti.
şeklindedir. Basralılara göre kelamın takdiri, "Hak olan günü, yahut hak
olan işi vaadetti" şeklindedir. Yahut da, "Allah size hakkı
vaadetti" şeklinde olup, fiilin masdarı te'kid için getirilmiş olur.
[89]
Üçüncü Bahis: Ayette, şu
iki açıdan bir takdir (mahzuf) vardır:
1) Kelamın takdiri, "Allah size hak olan vaadde
bulundu ve size olan vaadinde de doğru çıktı. Ben de size vaadde bulundum ama,
yalancı çıktım" şeklindedir. "Vaadinde doğru çıktı" ifadesi,
siyakın,vaadin doğruluğuna delalet etmesi sebebiyle hazfedilmiştir. Çünkü onlar
bu durumu bizzat görüp müşahede etmişlerdir. Gördükten sonra artık
izaha gerek kalmaz.
Bir de şeytanın
vaadinde durmadığından
bahsedilmiştir. Bu durum da, Allah'ın vaadinde doğru olacağına delâlet
etmiştir.
2) Şeytanın "Ben de size
vaadettim, ama size yalancı çıktım" sözündeki "vaad" fiili,
ikinci bir mef'ûlü gerektirir. Bu mef'ûl karinelerden anlaşıldığı için
hazfedilmiştir ve kelamın takdiri, "Ben size, cennet ve cehennemin, haşır
ve hesabın olmayacağını vaadettim ama..." şeklindedir.
[90]
"Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm (ve
nüfuzum) da yoktu" yani "Benim gücüm, kuvvetim ve hükmeden bir
kudretim yok ki, sizi küfre ve isyana zorlamış olayım, onları yapmaya mecbur
kılmış olayım. Ben ancak sizi bunlara davet ettim" yani
"vesveselerimle ve süslü göstermelerimle sizi dal*'<,;e çağırmamdan
başka bir gücüm yoktur" demiştir. Nahivciler, "Davet, su!tp-t
(güç-kudret) cinsinden birşey değildir. O halde şeytanın "yalnız ben sizi
çağırdım (davet ettim)" sözü, Araplarin u"Onların selamları, dayak
atmaktır" şeklindeki sözlerine benzer" demişlerdir. Vahidî, buradaki
istisnanın, "istisnâ-yı munkatî olduğunu söylemiştir. Yani "Şu kadar
ki ben size davette bulunmuştum..." demektir.
Buna göre, bu hususta şöyle de denilebilir: "Bu
ifadedeki illa kelimesi hakîkî manada bir istisnadır. Çünkü insanın başkasını
herhangi bir işe sevkedebilmesi, bazan zorlayarak ve zulmederek, bazan da onun içine
vesveseler atmak suretiyle, o işi yapmasına sebeb olacak niyeti
kuvvetlendirmesi ile olur. Bu da bir çeşit sultadır, nüfuzdur. Ayrıca, ayetin
zahiri, avamın ve Haşviyye'nin dediği gibi, şeytanın insanı çarpmaya,
uzuvlarını felç etmeye, aklını almaya kadir olmadığına delâlet eder. Sonra, o,
"O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir. Yani,
"Ben ancak sizi çağırdım ve size vesvese verdim. Siz ise, Allah'ın
delillerini duymuş, O'nun
peygamberlerinin gelişini müşahede etmiştiniz. Size
gereken, benim sözlerime aklanmamanız ve bana iltifat etmemenizdi. Ama siz,
benim sözümü apaçık delillere tercih edince, bu konuda kınanması gereken siz
oldunuz, ben değil!." demektir.
[91]
Bu ayette ilgili iki mesele bulunmaktadır:
Mutezile, bu ayetin birkaç şeye delâlet ettiğini
söylemiştir:
1) Şayet, küfür
ve masiyet Allah'dan olsaydı, o zaman "Ne beni kınayın, ne de kendinizi.
Çünkü Allah size küfrü yazdı ve sizi ona mecbur etti" denilmesi gerekirdi.
2) Bu ayetin zahiri avamın ve Haşviyye'nin dediği gibi,
şeytanın insanı çarpmaya, aklını almaya ve uzuvlarını felç etmeye muktedir
olmadığına delâlet eder.
3)
Bu ayet-i
kerime, insanın, başkasının
fi'ilinden dolayı kınanmasının, ayıplanmasının ve
cezalandırılmasının caîz olmadığına delâlet eder. O vakit, kâfirlerin
çocuklarının, babalarının küfürlerinden dolayı cezalandırılmalarının caîz
olmadığı ortaya çıkar.
Ehl-i sünnetten bazıları bu açıklamalara, "Bu,
şeytanın sözüdür. Binâenaleyh delil olarak ona tutunmak caiz olmaz?"
diyerek cevap vermiştir.
Buna mukabil hasmı ise ona, "Bu söz şayet, ondan
sâdır olmuş batıl bir kelâm olsaydı, Allah onun batıl olduğunu beyân eder ve
onu açıkça yadırgardı. Yine, (batıl otması halinde), bugün bu batıl sözün ve
fasit kelâmın zikredilmesinde bir fayda da yoktur. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Bende size vaadettim, ama
size yalana çıktım" sözü hak bir sözdür; aynı şekilde, "Zaten benim
sizin üzerinizde hiçbir hükmüm de yoktu" ifadesi de, Cenab-ı Hakk'ın
"Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tahakktinün yoktur. Azıp sapanlardan
sana tâbi olanlarsa müstesna"(h™, 42) ifâdesinin delaletiyle hak bir
sözdür.
[92]
Bu ayet, asıl şeytanın nefs olduğuna delâlet
etmektedir.Çünkü şeytan, ancak vesvese verdiğini beyan etmiştir.
Şayet şehvet, gazab, vehim ve hayalden dolayı
meydanagelen meyi bulunmasaydı, onun vesvesesinin herhangi bir tesiri olamazdı.
Bu da delâlet eder ki, aslî şeytan, nefsin kendisidir.
[93]
İmdi eğer birisi, "Bize vesvesenin hakikatini
beyân ediniz" derse, deriz ki:
Tabiî ve gerekli bir biçimde birbirine terettüp eden
dört şey -bulunduğunda, insandan fiil sâdır olur. Bunu şöyle açıklarız: İnsanın
uzuvları, aslî olarak sağlam ve tabiî olarak da müsait ve elverişli olmaları
itibariyle, bir işi yapıp yapmamaya, bir işe atılmaya veya ondan geri durmaya
elverişlidir. İnsanın kalbinde yapmayı yapmamaya veya yapmamayı yapmaya tercih
ettirecek bir meyil bulunmadığı sürece, fiilin
meydana gelmesi imkânsız olur. Bu temayül ise, kesin
kararlı irâde ve kesin kararlı, azimli kasıttır, niyettir. Sonra bu kesin
kararlı irâde ise ancak, o fiilin bir fayda ya da bir zarar sebebi olduğuna
dair bir ilim, ya da bir inanç, yahut da bir zan bulunduğunda hasıl olabilir.
Kişide böyle bir inanç meydana gelmezse, yapmaya ya da yapmamaya dair herhangi
bir temayül de bulunmaz. Netice olarak diyebiliriz ki: İnsan bir şey hissettiği
zaman, onda, onun kendisine ya uygun veya uygun olmadığı; veyahut da ne uygun
ne de aksi olmadığı hususunda bir şuur ve bilinç hasıl olur. Eğer, onun
kendisine uygun olduğuna dair bir bilinç ve şuur meydana gelirse, fiili yapmaya
yönelik olarak kesin kararlı meyli o şeye terettüb eder, ona yönelir. Ama onda,
onun kendisine aykırı olduğuna dair bir şuur ve bilinç hasıl olur ise, o zaman
da ona, fiili yapmamaya yönelik olan kesin kararlı meyli, temayülü terettüp
eder. Ama, ne bu, ne de öteki hasıl olmazsa, o zaman da ne o şeye bir meyil
meydana gelir, ne de onun zıddına. Aksine insan, olduğu gibi kalır. İşte, ancak
bu kesin meyil bulunduğu zamandır ki bu meyille beraber kudret o fiili yapmayı
gerektirir.
Sen bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Fiilin,
kudret ile sebebin toplamından sâdır oimast gerekti bir iş olup, şeytanın bu
işte bir dahli olamaz. O şeyin hayır olduğunu yada şer olduğunu tasavvur
etmesinden meylin meydana gelmesi de, vacib, zorunlu bir iş olup, yine şeytanın
bunda da bir payı yoktur. Onu bizatihi algılamak yoluyla, onun hayır olmasının
meydana gelmesi, ya da şer olduğunun tasavvur edilmesi, yine lâzım, gerekli,
zorunlu bir iş olup, şeytanın onda bir dahli bulunmamaktadır. Binâenaleyh
şeytanın, bu safhalardan hiçbirinde hiçbir tesiri bulunmamaktadır. Onun payı
ancak, onun sözünü ve fısıltısını atmak suretiyle insana bir şeyi hatırlatması
ile olur. Meselâ insan, bir kadının biçim ve suretinden habersiz iken, şeytan
onun kalbine, o kadının sözünü, fısıltısını atıverir. İşte şeytanın, ancak bu
safhada bir kudret ve gücünden bahsedilebilir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ondan
nakletmiş olduğu şu şeyin aynısıdır: "Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir
hükmüm deyoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet
ettiniz" Yani "Benden ancak sadece bu çağrı vaki olmuştur. Diğer
safha ve mertebelere gelince, onlar benden sudur etmedi; benim onlarda herhangi
bir tesirim bulunmamaktadır" demektir.
Geriye, bu konuyla ilgili iki soru kalmıştır:
[94]
Birinci Soru: Şeytanın, insanın uzuvlarının
içine girip, ona vesveseler atabilmesi nasıl düşünülebilir? Bu makul müdür?
Cevap: Alimlerin melekler ve şeytanlar hakkında iki görüşü
bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Allah'ın
dışında bulunan varlıklar, aklî taksimata göre üç kısımdırlar:
1) Mütehayyiz (mekân tutmuş),
2)
Mütehayyiz
varlığa hulul etmiş,
3)
Ne mütehayyiz
ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan.
Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin
yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu
kabule dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak
isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes
iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habis,
serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da
şeytanlardır.
Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre
şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o,
fiilferi habis ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir
cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi
bir şeyin, herhangi birisinin, insani nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve
batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir.
Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha
zikretmiştir ki, bu da şudur; Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından
muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat
semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu,
güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar.
Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer
grubu ise, hiddet, kuvve-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile
muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirler.
İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş
yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve
faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur.
Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki)
alimler bu semavî ruha, et-tıbflu'ttâm (eksiksiz-kusursuz tabiat) adını
veriyorlardı. Şüphesiz, ası! ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve
sayısız şubeleri bulunuyor. Bunların tamamt da, bu insanın ruhu cinsindendir.
Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da,
kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller
konusunda birbirlerine yardım etmektedirler.
Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler,
melektirler ki, bunların yardımına "ilham" adı verilir; eğer kötü, habîs
ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve
yardımlarına "vesvese" adı verilir.
Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha
zikretmiştir: Buna göre, beşerî nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini
terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar
konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin
terkettiği bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka
bir nefis meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan
nefsin bedeni olan o şey arasında bulunan
2)
Mütehayyiz
varlığa hulul etmiş,
3)
Ne mütehayyiz
ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan.
Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin
yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu
kabute dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak
isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes
iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habîs,
serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da
şeytanlardır.
Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre
şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o,
fiilleri habîs ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir
cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi
birşeyin, herhangi birisinin, insanî nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve
batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir.
Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha
zikretmiştir ki, bu da şudur: Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından
muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat
semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu,
güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar.
Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer
grubu ise, hiddet, kuwe-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile
muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirfer.
İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş
yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve
faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur.
Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki)
alimler bu semavî ruha, et-tıbâu'ttâm (eksiksiz-kusursuz tabiat) adını
veriyorlardı. Şüphesiz, asıl ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve
sayısız şubeleri bulunuyor. Bunların tamamı da, bu insanın ruhu cinsindendir.
Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da,
kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller
konusunda birbirlerine yardım etmektedirler.
Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler,
melektirler ki, bunların yardımına "ilham" adı verilir; eğer kötü,
habîs ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve
yardımlarına "vesvese" adı verilir.
Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha
zikretmiştir: Buna göre. beşeri nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini
terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar
konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin terkettiği
bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka bir nefis
meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan nefsin
bedeni olan o şey arasında bulunan benzerlikten dolayı, ayrılmış olan o nefis
ile bu bu beden arasında bir tür münasebet ve alâka meydana gelir. Böylece de,
ayrılmış olan o nefsin bu bedenle sıkı bir münasebeti olmuş olur. Bundan dolayı
da, daha önceki ayrılmış olan nefis, bu bedene tutunmuş olan nefse benzerlikten
dolayı, fiil ve hallerinde yardımcı ve destekçi olmuş olur.
Sonra bu, hayır ve bereket konularında olursa, bir
ilham; şer konularında olursa, bir vesvese olmuş olur. Binâenaleyh bütün bunlar
maddeden ve mekân tutmaktan uzak, kudsî, ruhanî birtakım varlıkların,
cevherlerin varlığının kabul edilmesi görüşüne dayanan, muhtemel birtakım
izahlardır. Temiz ve pis ruhların varlığıyla ilgili hüküm, kadîm felsefecilerin
üstadları nezdinde de muteber ve yaygın bir görüştür. Binâenaleyh onların, bu
tür şeyleri, bizim şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed nezdinde de kabul
olunmasını yadırgamamaları gerekir.
[95]
İkinci Görüş: Bu "Şeytanların, mutlaka cisim
olmaları gerekir" şeklindeki görüştür. Biz diyoruz ki: Böyle olması
halinde onların, kesif (katı) maddeler olduğunun söylenmesi imkânsız olur.
Aksine onların, latîf birtakım cisimler olduğunu söylemek gerekir ki, Allah
Teâlâ onları çok özef bir biçimde halketmiştir. Bu da, onların latîf
olmalarının yanı sıra, dağılmayı, parçalanmayı, bozulmayı ve yok olmayı kabul etmemeleridir.
Latîf olan kütlelerin, kesif olan maddelerin içine girmesi uzak ihtimal
sayılmaz. Baksana, insan ruhu, latîf bir cisimdir. Ama o, buna rağmen, insanın
batınının derinliklerine nüfuz edebilmiştir. Binâenaleyh, insan bunları
düşündüğünde, pekçok çeşit latîf cisimlerin, insanın içine girebilmesini nasıl
imkânsız görebilir? Ateşin kütlesi, kömürün kütlesine; gül suyu, gül yaprağına;
susam yağı, susamın maddesine sirayet etmemiş midir? İşte olay, burada da
böyledir. Bütün bu anlattıklarımızla, cinlerin ve şeytanların varlığını kabul
etmenin, akılların imkânsız göremiyeceği ve delillerin iptal edemiyeceği bir
hakikât olduğu; inkârda ısrar etmenin de, ancak bir cehaletin ve akıl
noksanlığının neticesi olduğu ortaya çıkmış olur. Şeytanların varlığına dair,
hüküm genel olarak sabit olunca, biz deriz ki, daha uygun ve jsr.a gerçek olan
şöyle denilmesidir: Bu görüşe göre melekler, nurdan; şeytaniar ise dumandan ve
alevden yaratılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, İblisi de, daha önce çok
zehirleyici olan ateşten yarattık" (h™, 27) buyurmuştur. Bu söz,
felsefecilerin otoriteleri nezdinde de meşhur olan görüştür. Binâenaleyh onu,
şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed bildirdiğinde, akıldan uzak sayıp kabul
etmemek nasıl uygun düşebilir?
İkinci Soru: Niçin şeytan, "O halde
kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir? Halbuki şeytanın
kendisi de, o batıl vesveseye yönelmesinden dolayı kınanmıştır.
Cevap: Şeytan bu ifadesiyle,
"yaptıklarınızdan dolayı beni kınamayın. Kendinizi
kınayın, zira sizler, sizin için Allah'ın hidâyetini
sağlayan şeyden yüz çevirdiniz" manasını kastetmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, şeytanın "Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz" dediğini nakletmiştir.
Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:
[96]
İbn Abbas (r.a.) "Bunun manası," Ne ben size
yardım edip kurtarabileceğim; ne de
siz bana yardım
edip
kurtarabileceksiniz" şeklindedir" demiştir.
İbnu'l-Arâbî ise
"Sarih, müstagîs (yardım isteyen); musrih ise
"yardım eden" manasındadır " demiştir.
[97]
Nitekim Arapça'da birisi bir yardım talep ettiğinde
birisi başkalarına yardım ettiğinde ise
denilir.
Hamza, yânın kesresiyle, musrihiyyi şeklinde
okumuştur. Vahidî, bu okuyuşun, A'meş ve Yahya İbn Vessab'ın
kıraati olduğunu söylerken, Ferrâ şöyle demiştir:
"Belki de bu okuyuş kurrânın yantış zanlarından kaynaklanan bir
okuyuştur. Çünkü onlardan, vehimden uzak olabilen pek
azdır. Belki de o, bu ifâdedeki bâ harf-i cerrinin, bu kelimenin tamamını
cerrettiğini zannetmiştir!.. Bu yanlıştır, zira mutekellim yası, kelimenin
aslından değildir. Cenâb-ı Hakk'ın. (Nisa, 115) buyruğunda geçen kelimeyi
nuslih şeklinde okumada da aynı zanna düştüklerini görmekteyiz. Allah daha iyi
bilir ya, onlar hâ harfinin cezmedileceğini zannetmişlerdir. Oysa ki bu,
yanlıştır. Çünkü, bu ifâdelerdeki hâ, nasb mahallindedir. Halbuki, hâ harfinden
önce gelen fiil, yâ harfinin düşmesiyle meczûm olmuştur. Bazı nahivciler, bu
kıraatin doğruluğunu ortaya koymak için zoraki izaha kalkışmışlar ise de,
onların ekserisi, bunun kıraatta bir hata olduğunu söylemişlerdir. Allah en
iyisini bilendir.
[98]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, o şeytanın "Esasen beni
evvelce (Allah'a) ortak tutmanızı da inkâr etmiştim" dediğini
nakletmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[99]
ifâdesindeki mâ edatı ile ilgili iki görüş vardır:
1) Bu, ma-i
masdariyyedir ve sözün manası, "Esasen beni, evvelce taatlannızda Allah'a
ortak koşmanızı da inkâr
etmiştim" şeklindedir. Buna göre ayet şu manayadır:
İblis, tabî olan bu insanların, bu âlemin idaresinde kendisinin Allah'ın şeriki
(ortağı) olduğuna inanmalarını da kabul etmemiş, inkâr etmişti. Yahut şu manaya
da olabilir: "Onlar, hayır amellerde Allah'a
itaat ettikleri gibi, şer (kötü) amellerde de iblis'e
itaat ediyorlardı. İşte, ortak koşmaktan murad budur."'
2) Ferrâ'nın görüşüne göre, ayetin manası şöyledir:
"İblis, "Ben, küfrünüzden önce, beni kendisine ortak koşmuş olduğunuz
Allah'ı inkâr ettim" demiştir. Bu, "İblis'in küfrü, kendisine tabî olanların
küründen önce idi" demektir. Buna göre buradaki mâ edatı, men (kim)
manasınadır. Kabule şayan görüş birincisidir. Çünkü ayetin sıra ve tertibi,
birinci tefsire göre uyumlu-ahenkli olmaktadır. Yine, sözün ikinci tefsire de
uygun olduğunu söylemek de mümkündür. Kelamın takdiri şöyle olur: İblis sanki
şöyle demiştir: Sizin küfre girmenizde, benim vesvesemin bir tesiri yoktur.
Bunun delili, benim sizden önce kâfir olmam ve benim küfrümün başka bir vesvese
sebebiyle olmayışıdır. Aksi halde teselsül gerekir." Bununla, küfre düşme
sebebinin, vesvese dışında başka birşey olduğu ortaya çıkar. Bu manaya göre de,
söz muntazam ve ahenkli olur.
Ayetteki "Zalimlerin hakkı, elbet pek acıklı bir
azabtır" ifâdesinde açık olan husus, bunun Allah Teâlâ'nın sözü olduğu,
iblisin sözünün de bundan önce tamamlanmış olduğudur. Bunun, o kâfirlerin
yardım ve destek ümidlerini iyice kesmek için. iblis'in söylediği bir söz
olması da uzak bir ihtimal değildir. Allah en iyisini-bilir[100].
"iman edip, sâlih ameller işleyenler, Rablerinin
izniyle, içerisinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere
sokulacaktır. Onların oradaki tahiyyeleri "selam"dır" (İbrahim,
23).
[101]
Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:
Bil ki Hak Teâlâ, şakilerin (cehennemliklerin)
hallerini, pek çok yönden iyice açıklayınca, bunun peşisıra da sa'îd
(cennetlik) olanların hallerini açıklamıştır. Sen, daha önce mükâfaatın, takdir
ve saygı ile verilen, hâlis (katıksız) ve devamlı bir menfaat olduğunu
"Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel
getirmiştir: Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç
gibidir. Ki o, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Allah insanlara
meseller getirir. Olur ki onlar çok iyi düşünüp, ibret alırlar. Kötü bir
kelimenin meseli (hali) de, toprağın üstünden koparılıvermiş kötü bir ağaç
gibidir ki. onun hiçbir sebatı yoktur" (İbrahim, 24-26).
Bil ki Cenâb-ı Hak, bedbahtların halleri ile sa'îd
(mutlu) kullarının hallerini açıklayınca, her iki topluluğa âit hükmün durumunu
beyan eden bir misal zikretmiştir. İşte bu da, getirilmiş bu mesellerdir.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[102]
Bil ki Cenâb-ı Hak, dört sıfatla nitelenmiş olan bir
ağaç zikretmiş, sonra da güzel kelimeyi
(sözü) bu ağaca benzetmiştir.
[103]
Birinci Sıfat, bu ağacın 'güzel" olmasıdır. Bu birkaç manaya
gelebilir:
1)
Ağacın
görünüşünün, biçiminin ve şeklinin güzel olması.
2)
Kokusunun
güzel olması.
3) Meyvesinin güzel olması, yani, ondan elde edilen
meyvelerin son derece lezzetli ve hoş olması.
4) Bu ağacın, fayda bakımından güzel olması, yani,
meyvelerinin yenilmesinden nasıl lezzet ve tat alınıyorsa, aynı şekilde ağacın
kendisinden de çok faydalanılması... Ayetteki "şecere-i tayyibe"
tabirini, bütün bu izahlara, birlikte hamletmek gerekir. Çünkü bu hususların
birlikte bulunması, lezzetin mükemmel olmasını sağlar.
İkinci Sıfat, ayetteki "Kökü sabit"
ifadesidir. Bu, "Kökü sağlamlaşmış. bakî, sökülmekten, kesilmekten,
yıkılmaktan ve yok olmaktan emin" demektir. Bu böyledir, çünkü boş olan
bir şey, yıkılma ve sona erme durumunda olursa, onu elde etmeden dolayı bir
mutluluk hâsıl olsa bile, hep yok olupsona erecek diye korkulması dolayısı ile,
meydana gelecek olan hüzün (endişe) son derece büyük olur. Ama hâlinden, onun
bakî, dâim, yıkılmaz ve sona ermez olduğu bilinince, onu elde etmekten duyulan
sevinç son derece büyük, onu bulmaktan ötürü duyulan sürür son derece mükemmel
olur.
Üçüncü Sıfat, ayetteki "Dalları gökte
olan" ifadesidir. Bu sıfat, o ağacın durumunun, şu iki yönden mükemmel
olduğunu gösterir:
1) Ağacın dallarının yüksekliği ve boy atmadaki gücü,
kökünün sağlamlığına ve toprak altındaki köklerinin sebatına delalet eder.
2) Ne zaman ağacın boyu yüksek ve çok boylu olsa, yeryüzündeki
pisliklerden ve evlerin çöp ve atıklarından uzak olur. O zaman da onun
meyvoleri bütün şaibelerden temizlenmiş, son derece güzel ve hoş olur.
Dördüncü Sıfat, ayetteki
"O, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir" ifadesidir. Bundan
murad şudur"Bahsedilen ağaç, bu sıfatla muttasıftır; Bu sıfat da, onun
meyvelerinin dâima ve her zaman mevcut olması, meyveleri bazan bulunan bazan
bulunmayan diğer ağaçlar gibi olmamasıdır." İşte Allah Teâlâ'nın bu
Kitab-ı Kerim'de bahsettiği ağacın izahı budur. Kesin olarak bilinir ki, böyle
bir ağacı elde etme arzusu son derece büyük olur. Akıllı olan bir kimsenin onu
elde etme ve ona sahip olma imkanını bulduğunda, ondan gafil olması ve onu elde
etme hususunda gevşeklik göstermesi mümkün değildir.
[104]
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Marifetullah
ve rnuhabbetuUah'a, Allah'a hizmete, O'na itaate dalmak, bu dört sıfat
bakımından bu ağaca benzemektedir:
Birinci Sıfat, ağacın güzel
olmasıdır ki bu tahakkuk etmiştir. Hatta biz deriz ki, hakikatte güzel ve leziz
olan, marifetullah (Allah'ı bilmek)tir. Çünkü, belli bir meyveyi elde etmekle
(yemekle) meydana gelen lezzet, meydana gelmiştir. Çünkü bu meyveyi yemek,
bedenin yapısına uygun birşeydir. İşte bu uygunluk ve uyumun söz konusu olmasından
dolayı, bu büyük lezzet meydana gelmiştir. Beri tarafta ise, nefs-i natıka ve
kutsî ruh cevherine uygun düşen şey, ancak marifetullah, muhabbetullah ve
bunlardan huzur ve itminan duymaya dalmadır. Böylece bu marifetin (bilginin)
gerçekten leziz olması gerekmiştir. Hatta deriz ki, meyveyi yemekten dolayı
alınan lezzetin, nefs cehverinin (ruhun), marifetullah ile aydınlanmasından
elde edilen lezzetten çok değersiz olması gerekir. Bu fark ise, birkaç yönden
izah edilebilir:
Birinci İzah: Maddi olarak hissedilen ve
idrâk edilen şeyler ancak, hissedenin, hissolunan şeyin yüzeyi ile temas etmesi
neticesinde idrâk edilirler. Ama "Hissedilenin cevheri hissedenin
cevherine nüfuz etmiştir" denilmesine gelince, durum böyie değildir. Çünkü
cisimlerin birbirlerine hulul etmeleri imkansızdır. Beri tarafa gelince,
marifetullah, marifetullahın nuru ve bununla aydınlanma, nefis cevherine (ruha)
sirayet eder ve onunla birleşir. Sanki nefis, bu aydınlanma hâsıl olduğu zaman,
bu aydınlanmanın olmasından önceki nefisden başka bir nefis haline gelir. İşte
bu iki durum arasında bulunan pek büyük bir farktır.
İkinci İzah: Yenen meyveden duyulan lezzette olan şey,
bir tadma kuvvetidir. Hissolunan, idrâk edilen şey ise, belli bir taddır, Beri
tarafta ise, idrâk eden, hisseden şey, kutsî nefis cevheridir. Bu nefis (ruh)
ile bilinen ve hissedilen şey de, Allah Teâlâ'nın zâtı, onun celâl ve ikram
sıfatlarıdır. Binâenaleyh bu iki lezzetten, birisinin diğerine nisbetle durumu,
idrâk edilen bu iki şeyden birisinin diğerine nisbetle durumu gibidir.
Üçüncü İzah: Güzel bir meyveyi yemeden doğan
lezzetler, meydana gelir gelmez, hemen yok olurlar. Çünkü lezzet ctyle
birşeydir ki, çabucak kaybolur ve süratte değişir. Cenâb-ı Hakkın, kemâl ve
celaline gelince,bunların değişmesi ve değişikliğe uğraması imkansızdır. Nefis
cevherinin bu mutluluğu kabul etme kabiliyetinin değişmesi de imkansızdır.
Binâenaleyh bu açıdan da, iki durum arasında büyük bir fark olduğu ortaya
çıkmıştır. Bil ki dl' iki şey arasındaki fark, nerede ise sonsuz bakımlardan
olabilecek kadar çoktur. Fakat akl-ı selim sahibi olan bir kimse, diğerlerine
dikkatini çekmek üzere zikredilen bu üç izah ile yetinebilir.
İkinci Sıfat, ağacın kökünün sabit olmalıydı-
İşte bu sıfat, marifetullah ağacında daha kuvvetli, daha mükemmel olarak mevcudJur.
Bu böyledir. Çünkü bu marifetullah ağacı kutsî nefis cevheri içinde kök
salmıştır. Bu cevher, var olma ve bozulma (kevn-u fesâd)dan uzak, değişmekten
ve yok olmakta, i beri bir cevherdir. Yine bu kök salmanın, yardımı ve meded-ü
inayeti, Cenâb-' Hakk'ın celâlinin tecellisinden gelmektedir. Bu tecelli ise,
Allah Teâlâ'nın, zâtında .nurun nuru ve zuhur ile tecellinin mebdei olmasının
zarurî neticelerindendir. Bu ise, Kaybolması ve yok olması aklen imkansız olan
şeylerdendir. Çünkü Allah Teâlâ, zâtından dolayı vâcibu'l-vücûddur, aynı
zamanda bütün sıfatlarında da yine vâcibu'l-vb'Cûddur. Binâenaleyh değişme, yok
olma, zeval, cimrilik ve vermeme gibi sıfatlar O'nu.n hakkında düşünülemez.
Böylece kökü sabit olarak vasfedilen ağacın, ancak (marifetullah) ağacı olduğu
kesinlik kazanır.
[105]
Bii ki Marifetullah ağacının da, ilahî âlemin
göklerinde y 'ükselen dallan ve cismâni alemin göklerinde yükselen dalları
vardır.
Birincisi, pek çok kısım olup, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in "Allah'ın emrine ta'zim göstermek" ifâdesi,
bütün bu kısımları içine alır. Marifetulla hin ruhlar alemindeki, cisimler
alemindeki delillerini, felekler ve yıldızlar âleminin hallerini ve süflî
âlemin (dünyanın) hallerini iyice tefekkür etmek ile, muhabbetullah, ^evkullah,
zikrullah'a devam, bütünüyle Allah'a itimad (tevekkül) ve Allah'ın d ışındaki
,herşeyden kesilmek, su kısımlara dâhildir. Bu kısımları iyiden iyiye araştırıp
zikretmek, şu anda istenilen z rşey değildir. Çünkü bunlar, sonsuz denecek
kadar çok olan muhtelif hallerdir.
İkinicisine gelince, bunlar da pekçok
kısımdır. Hz. Allah'ın mahlûklarına şefkat duymak" ifâdesi, bütün bunları
kendisinde ■oplamaktadır. Rahmet, re'fet, müsamaha, günahlard an geri
durma, insanlara iyilik .apmaya ve onlardan kötülüğü uzaklaştırmaya gay ret
etme ve kötülüğe iyilikte -lukabele etmek, bunlara dehildir. Bu kısımlar da so
nsuzdur. Bunlar, Marifetullah ağacının; sabit olan dallarıdır. Çünkü insan,
Marifeti jllah'a ne kadar çok dalarsa, ondaki bu haller de, o nisbette daha mükemmel,
dal la güçlü ve daha üstün olur.
Dördüncü Sıfat, bu ağacın, Rabbinin izniyle her za man
yemişini verip durmasıdır.
Binâenaleyh bu Marifetullah ağacı, bu sıfata, maddi
ağaçlardan daha layık ve müstehaktır, Çünkü Marifetullah ağacı, bu halleri
iktizâ ettirmektedir ve bunların meydana gelmesinde de müessirdir. Sebep,
müsebbepten (sonuçtan) ayrılmaz Dolayısıyla, Marifetullah ağacının kalb
toprağında kök salmasının tesiri, kalbin, nazarının ibretle bakar hale
gelmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "işte ey akıl ve basiret sahiplen, siz
ibret alın" (Haşr 2) buyurmuştur. Yine bunun tesiri, Allah Teâlâ'nın, 'YO
kullarım ki) onlar söze kulak verirler de onun en güzeline uyarlar"
(Zumer. 18) şeklinde de beyan ettiği gibi, onun işitmesinin hikmetle olması;
"adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olun.
Velev kendinizin (...) aleyhinde olsun"(Nisa, 135) buyruğunda da
belirtildiği gibi, konuşmasının doğruluk ve sıdk olmasıdır. Nitekim, Hz.
Peygamber de Uhs "Aleyhinize de olsa, doğruyu söyleyin"^ buyurmuştur.
Marifetullah ağacının, insanın kalb toprağında kök salması ne kadar kuvvetli ve
mükemmel olursa, bu tesirlerin ondaki zuhuru da, o nisbette fazla olur. Çoğu
zaman, insan bu meseleye dalar da gördüğü her şeyde Hak Teâlâ'yı görecek bir
hale gelir ve çoğu zaman, bundaki terakkisi artar da, gördüğü herhangi
birşeyde, ondan önce Allah'ı görür bir hale gelir. İşte Allah Teâlâ'nın
"Rabbinin izniyle her zaman yemişini verip durur" buyruğu ile
kastedilen budur. Yine zikrettiğimiz bu şeyler, nefsanî ilhamlara ve rûh
cevherlerinde bulunan ruhanî melekelere bir işarettir. Sonra nefisten her an,
her lahza ve her saniye, bu ağacın meyveleri gibi güzel söz, salih amel, huzû,
huşu, ağlama ve tevâzû yükselir
Ayetteki l#; Jib "Rabbinin izniyle" kaydında
dikkate şayan bir incelik var. Çünkü bu yüce hallerin ve yüksek derecelerin
meydana gelmesi esnasında bazan, insan bunlar, bunlar olduğu için, bunlardan
dolayı sevinir; bazan da yükselir ama. bunlar bunlar olduğu için, bunlardan
dolayı sevinmez, ancak bunlar Allah'dan olduğu için sevinir. İşte o zaman
sevinci aslında, bu hallerden dolayı değil de, mevlâsından dolayı (mevlası
için) olmuş olur. Bundan ötürü muhakkiklerden birisi şöyle demiştir: "Kim
irfanı, irfan olduğu için seçerse (alırsa), fâni olanı kabul etmiş olur, Kim de
irfanı, irfan olduğu için değil, onunla bilinenden dolayı tercih eder (alırsa),
vuslat (Allah'a kavuşma) denizine dalmış olur." Yaptığımız bu izah ve
tafsilatlandırdığımız bu açıklama ile, Allah Teâlâ'nın bu kitabında zikretmiş
olduğu şu misâl, kudsiyyet alemine, Allah'ın Celâlinin huzuruna ve O'nun
kibriyasının saraylarına ulaştıran bir misaldir. Binâenaleyh biz, Allah
Teâlâ'dan daha çok rahmet ve hidayet talep ediyoruz. O, semîdir, icabet
edendir.
Alimlerden birisi, bu meseli izah için, zikredilmesinde
sakınca olmayan şöyle bir söz söylemiştir: Allah Teâlâ. imanı ağaca benzetti.
Çünkü ağaç, ancak üç şey olursa ağaç diye isimlendirilmeyi hak eder: Derin kök,
ayakta duran bir gövde ve yüksek dallar. İman da böyledir; ancak üç şeyle tamam
olur: Kalbdeki marifetullah, dildeki ikrar ve bedenlerle amel etme... Allah en
iyisini bilendir.
[106]
Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kelimeten
tayyibeten kelimesinin mansub olmasıyla iligili iki izah bulunmaktadır:
1) Bu, mahzûf bir fiilin mef'ûlü olarak mansub olup,
bunun
takdiri, "Hoş bir kelimeyi, hoş olan bir ağaç
gibi yapmıştır"
şeklindedir. Bu ayetteki "Allah bir mesel
getirmiştir" ifadesinin bir tefsiridir.
2) Mesel ve kelime kelimelerinin darebe fiilinin mef'ûlü
olarak mansub olmaları caizdir. Yani, "Allah Teâlâ, hoş kelimeyi bir mesel
yapmıştır" demektir. ifâdesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, bunun
takdiri de "Ogüzel bir ağaç gibidir" şeklindedir."
Bu husustaki üçüncü bir görüşe göre ise Hallu'l-Ukad
adlı eserin sahibi şöyle demiştir: "En uygun olanı, "kelime"
lafzını, atf-t beyân kabul etmektir. kelimesindeki kâf da, "güzel bir ağaç
gibi" manasında olmak üzere nasb mahallindedir.
[107]
İbn Abbas (r.a.): "Kelime-i tayyibe, "Lâ
ilahe illallah" sözüdür" demiştir. Şecere-i tayyibe, ekseri
müfessirlerin
görüşüne göreyse, hurma ağacıdır. Keşşaf sahibi:
"Bu,
hurma, incir, üzüm ve nâr ağaçları gibi, meyvesi hoş
olan her meyveli ağaçtır. Cenâb-ı Hak buradaki ağaç ile, meyvesi güzel olan
ağacı kastetmiştir, ama sözden anlaşıldığı için, bunun hangi ağaç olduğunu
belirtmemiştir" demiştir. Asluhâ demek, "Bunun kökü, yani bu güzel
ağacın kökü sabittir; ve dalları, yani üst kısımları, semâdadır. Semâdan murad
ise göktür, havadır. Çünkü senden yukarıda olan her şey, semâdır. Bu ağaç,
yemişini, yani meyvesini ve yenilecek şeylerini her an verir" demektir.
Müfessirler, bu zaman hususunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas: "Bu, senenin altı ayıdır. Çünkü ağacın meyveye durmasıyla,
meyvenin devşirilmesi arasında altı ay bulunur" demiştir. Bir adam İbn
Abbas'a gelip: "Kardeşimle, bir zamana, bir "hîn"e kadar
konuşmamaya and içtim" der. Bunun üzerine o da "Hîn, altı aydır"
der ve bu ayeti okur. Mücâhid ve İbn Zeyd: "Bu, bir senedir; çünkü ağaç
seneden seneye meyve verir" demişlerdir. Saîd İbnu'l-Müseyyeb: "Bu,
iki aydır; çünkü, hurmanın meyve verme müddeti, iki aydır" demiştir.
Zeccâc: "Bizim dil alimlerinden gördüklerimizin hepsi, "hîn"
kelimesini, "vakit" kelimesi gibi, ister uzun ister kısa olsun her
zaman hakkında kullanılan bir isim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Buna göre,
"Her zaman yemişini verir durur" ifadesinden maksat, "gece ve
gündüz; yaz kış; her saat ve her vakit ondan istifâde edilir"
manasıdır" demiştir. Müfessirler "Bunun sebebi şudur: Çünkü hurma
ağacı, eğer meyvesi toplanmaz da üzerinde bırakılırsa, insanlar bütün sene
boyunca ondan istifade edebilirler" demişlerdir. Ben de diyorum ki: Bu
alimler, her ne kadar ayetin kelimelerinin manalarını ortaya
koymada isabet etmiş iseler de, esas maksadı
anlayamamışlardır. Çünkü Allah Teâlâ bu ağacı, bahsedilen o sıfatlarla
nitelemiştir Dolayısıyla bunun hurma ağacı veya bir başka ağaç olduğunu bilmeye
ihtiyacımız pek yoktur (!) Biz, bahsedilen dört sıfatla mevsûf olan bu ağacın,
bu ağaç dünyada ister bulunsun ister bulunmasın, her akıllının onu elde etmeye
gayret etmesi gereken kıymetli bir ağaç olduğunu zarurî olarak anlamaktayız.
Çünkü bu sıfatlar, elde edilmesi arzulanan şeylerdir. Müfessirlerin
"hîn" kelimesi hakkındaki ihtilafları da bu kabîl bir ihtilâftır.
İşleri en iyi bilen, Allahdır.
[108]
Allah Teâlâ daha sonra "Allah insanlara meseller
getirir. Olurkionlar, çok iyi düşünüp ibret alırlar" buyurmuştur. Bu
"Darb-ı meselde, daha çok anlatma, daha çok hatırlatma ve ibret verme ve
manaları daha iyi ortaya koyma bulunmaktadır" demektir. Bu böyledir zira
sırf aklî konuları, his, hayâl ve vehm anlayamaz. Binâenaleyh, bu konulara
mahsûsât aleminden benzer olan şeyler zikredildiğinde, his, hayâl ve vehm, bu
çekişmeyi terkeder, makûl ile mahsûs olan birbirine mutabık olur, böylece de
tam bir anlayış meydana gelir; bu şekilde de matluba ulaşılmış olur.
[109]
Allah Teâlâ "Köf" bir kelimenin meseli
(hali) de, toprağın üstünden kopanlıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki, onun
hiçbir sebatı yoktur" buyurmuştur.
Bil ki, "Kötü ağaç" Allah'ı bilmemektir.
Çünkü o afetlerin ilki, korkuların başı, bedbahtlıkların da en başta gelenidir.
Allah Teâlâ, bunu, şu üç sıfatla muttasıf olan bir ağaca benzetmiştir:
Birinci Sıfat, onun kötü bir ağaç olmasıdır.
Bazı âlimler, bunun sarımsak ağacı olduğunu, çünkü Hz. Peygamberin, sarımsağı
şecere-i habise" (kötü ağaç) diye nitelediğini söylemişlerdir: Yine bunun,
pırasa olduğu; Hanzala (Ebu Cehil karpuzu) olduğu, çünkü onda çok zararlar
bulunduğu; aynı şekilde bunun diken ağacı olduğu da söylenmiştir.
Bil ki bu tafsilata ihtiyaç yoktur. Çünkü ağaç bazan,
kokusu sebebiyle, bazan tadı sebebiyle, bazen şekli ve görünüşü sebebiyle,
bazan da birçok zararlara sebeb olduğu için kötü olabilir. Bütün bu özellikleri
kendisinde toplayan bir ağaç her ne kadar mevcut değil ise de, bu özellikleri
bilindiğine göre, ona teşbihte bulunmak, gayeye ulaşmak için yararlıdır.
İkinci Sıfat: Ayetteki "toprağın üstünden
koparıhvermiş'" tabiridir. Bu sıfat, "şecere-i tayyibe"nin,
"kökü sabit" şeklindeki sıfatına mukabil zikredilmiştir, kelimesi,
kökünden koparıldı" anlamındadır. Bunun masdarı olan
"ictisâs" kelimesinin
esas manast, cüsseyi tamamen çekip almaktır. , ifâdesi de,
"Onun, ne gövdesi
ne de kökleri
var" demektir. Allah'a
şirk koşmak da böyledir. Onun da, ne bir delili, ne bir sebatı, ne de
bir kuvveti vardtr.
Üçüncü Sıfat:"0nun hiçbir sebât]
yoktur" ifadesidir. Bu sıfat, birincinin tamamlayıcısı gibidir ve
"Onun bir istikrarı yok" demektir. Arapça'da (Sebat ettir-sebât etmek)
denilmesi gibi, denilir. Bir hüccet ile desteklenmemiş söz, işte burada buna
benzetilmiştir. O da sabit, dayanıklı değildir; binâenaleyh, yıkılıp gider.
Bil ki kötü söz hakkında yapılan bu benzetme, son
derece mükemmeldir. Çünkü Allah Teâlâ, bu ağacı, çok zararlı ve bütün
faydalardan hâlî olarak nitelemiştir. Zararlı oluşuna, habise tabiriyle işaret
etmiştir; her türlü faydadan uzak olmasına da, "toprağın üstünden
kopanlıvermiş. Onun hiçbir sebatı yoktur" ifadesiyle işaret etmiştir.
Allah, en iyisini bilendir.
[110]
"Allah, iman
edenlere dünya bayatında da ahirette de, o sabit sözde sebat ihsan eder. Allah,
zâlimleri saptırır, şaşırtır; Allah ne dilerse yapar"
(İbrahim. 27).
Bil ki Allah Teâlâ,
güzel kelimenin vasfının, kökünün sabit otması; kötü kelimenin vasfının da,
köksüzlük ve istikrarsızlık olduğunu beyân edince, bundan sonra, kendilerinden
dünya hayatında sadır olmuş olan sabit sözün, onlar için Allah'ın tütfunun ve
mükâfatının sübûtunu gerektirdiğini zikretmiştir. Bundan maksat ise,
Marifetullah ve tâatuliahdaki sübûtun, Allah'ın mükâfaat ve ikramının da
sübûtunu iktizâ edeceğini beyân etmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah sebat ihsan eder" sözü, "Allah mükâfaat ve ikram üzere
sebat ihsan eder" anlamındadır. O'nun, "dünya hayatında da ahirette
de, o sabit sözde" ifâdesi ise, "Onlar dünya hayatında iken
kendilerinden sudur etmiş olan o sabit söz üzere onları sabit kılar"
anlamındadır.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Allah zalimleri saptım" buyurmuştur. Yani, "O kötü kelimenin
sabit bir kökü ve yükselmiş dalları yoktur. İşte zalim olan kötü kelime
sahipleri de böyledir. Allah onları, ikramından uzaklaştırır. Sevabına nail
olmaktan alıkor" demektir.[111]
Ayetle ilgili, meşhur
olan şöyle bir görüş daha bulunmaktadır: Bu ayet, kabirde iki meleğin
sorgulaması ve bu sorgulama esnasında, Allah'ın mü'mine hak kelimeyi telkin
edip, onu hak üzere sabit kılması hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den ayeti hakkında, şöyle dediği rivayet edilmiştir: kabirde,
"Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?" denildiğinde o, "Rabbim
Allah, dinim islâm. Peygamberim de Muhammed (s.a.s)". der"
[112]
dediği rivayet edilmiştir. ifadesindeki bâ edatından murad, şudur. Allah
onları, kabir de, dünya hayatında iken bu söze devam etmeleri sebebiyle sabit
kılar, onlara kuvvet verir.
Bu sözün, şöyle olan
bir aklî izahı daha vardır: Ne zaman bir fiile çokça devam edilirse, bu halin
akılda ve kalbte kök salması, daha güçlü ve kuvvetli olur. Binâenaleyh kulun,
"Lâ ilahe illallah" zikrine; bunun hakikatîarını ve inceliklerini
düşünmeye devam etmesi ne kadar mükemmel ve tam olursa, bu marifetultahın,
ölümden sonra da aklında ve gönlünde kök salması daha güçlü ve daha mükemmel
olur. İbn Abbas şöyle demiştir: "Kim dünya hayatında kelime-i şehâdete
çokça devam ederse, Allah Teâlâ, onu, kabirde bu şehâdet üzerinde
sağlamlaştırır (tesbît) ve ona, bunu bizzat telkin eder." Bu İfadede İbn
Abbas, ahireti, "kabir" olarak tefsir etmiştir. Çünkü ölen kimse,
ölüm ile, dünya ahkâmından da tamamen uzaklaşıp artıkr ahiret ahkâmına girmiş
olur.
Ayetteki "Alfah
zalimleri saptırır" buyruğu, "kâfirler kabirlerinde hesaba
çekildiklerinde "bilmiyoruz" derler. Böyle derler, çünkü Allah Teâlâ
onları şaşırtır. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ne diİerse yapar" buyruğu da,
"Allah dilerse hidâyete erdirir, dilerse saptırır. Fiilinde, O'na
kesinlikle itiraz yapılamaz" anlamındadır.
[113]
"Allah'ın
nimetlerini küfür ile değiştirenleri ve kavimlerini helak yurduna, cehenneme
sokanları görmedin mi? Onlar oraya girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!
Onlar, Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için benzerler tuttular. De ki:
"(Şimdilik) faydalanın! Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki, ateşedir"
(İbrahim, 28-30).
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, yeniden, kâfirlerin hallerini anlatmaya başlayarak, "Allah'ın
nimetlerin küfür ile değiştirenleri görmedin mi?" buyurmuştur. Bu,
Mekkeliler hakkında nazil olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ onları, emin haremine
yerleştirmiş, onlara bol ve geniş bir geçim vermiş ve kendilerine Muhammed
(s.a.s.)'i göndermişti. Ama onlar, bu nimetin kadr ü kıymetini bilmemişlerdi.
Daha sonra Allah Teâlâ onların çeşitli çirkin fiillerini zikretmiştir:
Birincİsi.Cenâb-t
Hakk'ın, "Allah'ın nimetlerini küfür ile değiştirdiler" ifadesiyle
anlattığı husustur. Bununla ilgili birkaç izah bulunmaktadır:
1) Bu, şu
manaya olabilir; "Onlar, Allah'ın nimetine şükretmeyi, küfür ve nankörlük
ile değiştirdiler..." Çünkü onlara bu nimetler sebebiyle şükretmeleri
vacib olmuşken, onlar ise küfre saptılar. Böylece sanki şükrü, küfre değiştirip
tebdil etmiş oldular.
2) Onlar,
bizzat Allah'ın nimetini küfür İle değiştirdiler. Çünkü, onlar küfre sapınca,
Allah Teâlâ, onlardan bu nimetini çekip aldı, böylece de, bu nimet yerine
onların yanında sadece küfürleri kalmış oldu.
3) Allah
Teâlâ onlara, peygamberini ve Kur'ân'i nimet olarak verdi, buna karşılık ise
onlar, iman yerine küfrü tercih ettiler.
İkincisi, Allah
Teâlâ'nın onlardan naklettiği şu husustur:"kavimlerini helak yurduna
soktular." Bevar kelimesi, helak anlamına gelir. Bu manada olmak üzere,
"helak olmuş adam" ve
"helak olmuş kavim" denilmektedir. Cenâb-ı Hakk'tn,
"Helake mahkum bir kavim oldunuz" (Fetih, 12) ayeti de böyledir.
Allah Teâlâ, "Helak yurdu" ile cehennemi kastetmiştir. Çünkü, Cenâb-ı
Hakk, helak yurdunu "onları
cehenneme
sokanlar... o ne kötü bir
karargâhtır" diyerek onu ' 'cehennem " olarak tefsir etmiştir. Karar
kelimesi, makarr anlamındadır. Bu, ism-i mekân yerinde kullanılan bir
masdardır.
Üçüncüsü, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar, Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için benzerler
tuttular" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu hususla ilgili birkaç mesele
vardır:
[114]
Allah Teâlâ, o
kâfirlerin nimeti küfürle değiştirdiklerini anlatınca,
Allah'a nankörlük etmelerinden sonra, bir de
O'na ortaklar
koştuklarını zikretmiştir. Buradaki cealû
kelimesinden murad,
"hükmetmek, öylece inanıp
söylemek"
manasıdır. Endâd kelimesi de, benzerler ve şerikler anlamındadır. Bu
şeriklerin birkaç şekilde olması muhtemeldir:
1) O
kâfirler, Allah'ın kendilerine in'âm ettiği şeylerden, "Şu, Allah için, şu
da bizim şeriklerimiz içindir" diyerek, putlarına da bir pay
ayırıyorlardı.
2) Onlar,
kullukta, âlemin yaratıcısı ile, putlar arasında ortaklık kuruyor, ikisine
birden tapıyorlardı.
3) Onlar,
Allah'ın ortakları olduğunu açıkça söylüyorlardı. Mesela onlar haccda telbiye
getirirken, "Lebbeyke la şerike leke illâ şerîkun huve leke temlikuhu ve
mâ meleke-sana icabet ederim, şerikinden başka ortağın yoktur. O, senindir.
Sen, ona ve onun sahip olduklarına maliksin!" diyorlardı.
[115]
İbn Kesir ve Ebu Amr,
burada fiili, yâ'nın fethasıyla (saptı)
fiilinden olmak üzere
yadıllû (sapmaları için) şeklinde; diğer kıraat imamları ise,
"Başkasını saptırdı" fiilinden olmak üzere yudillû şeklinde
okumuşlardır.
[116]
ifadesinin başındaki
lâm, netice bildiren "lâm-ı akibef'dir. Çünkü, putlara tapmak dalâlete
götüren bîr sebeptir. Bunun key (için) manasında bir lam olması da muhtemeldir.
O zaman ifâde, "Başkalarını saptırmak için, putlar edinen kimseler"
manasında olur. Bu Kelime damme ile yudillû şeklinde okunduğunda, işte bu iki
manaya da muhtemeldir; ama nasb ile okunduğundaysa, sadece "akibet
lamı" manasını ifâde eder. Buna göre onlar, sadece kendileri sapmak
istemişlerdir. Lâm-ı akibet hakkındaki sözün hakikati şudur: Bir şeyden
kastedilen husus, ancak o işin en son safhasında hasıl oiur. Nitekim,
"Önce düşünce, sonra ise tatbikat ve iş" denilir. İşin sonunda hasıl
olan her şey, bu manada, murad edilen şeye benzemiş olur. Benzerlik, mecazî
ifade kullanılmasını yerinde ve uygun kılan durumlardan biridir. İşte bundan
dolayı akibeti ifâde için lamın kullanılması güzef olmuştur.
[117]
Allah Teâlâ onların
çirkin fiillerinden üç çeşidini anlatınca "De ki: "(Şimdilik)
faydalanın! Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki ateşedir" buyurmuştur. Bundan
maksacl şudur: Dünyada kâfirin durumu nasıl olursa olsun, ahirette başına
gelecek ikâba nisbetle, bu bir faydalanma ve bir nimettir. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "De ki: "(Şimdilik) faydalanın" buyurmuştur. Bir de
bu hitâb, Allah Teâlâ'nın, nimeti küfürle değiştirdiklerini haber verdiği
kimselere yöneliktir. Onlar bu dünyada Dirçok nimet içindeydiler. Binâenaleyh,
"(Şimdilik) faydalanın. Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki ateşedir"
denilmesi uygun olmuştur. Bu emre, "emr-i tehdit" denilir. Bunun bir
benzeri de, "Siz dilediğinizi yapın" (Fusaiiet, 4o» ve: "De
ki:"Küfrünle biraz eğlenedur. Çünkü sen muhakkak ateş ehlindensin"
(Zümer. 8) ayetidir.
[118]
"İman eden
kullanma de ki: "Namazınızı dosdoğru
kılın ve ne bir alış-veriş
ne
de bir dostluk olmayan bir gün gelmezden evvel, nzık olarak size
verdiğimiz şeylerden gizli ve aşikâr in fak edin"
(İbrahim, 31).
Bil ki Allah Teâlâ
kâfirlere, tehdit ve vaîd üslubuyla, dünya nimetlerinden yararlanmalarını
emredince bu ayette dei mü'minlere dünyadan istifâdeyi terketmelerini ve malla,
canla bütün güçleriyle cihâd etmelerini emretmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç
mesefe bulunmaktadır:
[119]
Hamza ve
Kisâî ifâdesini, yâ'nın
sükûnuyla; diğer kıraat imamları ise, iki sakin harf bir araya gelip,
böylece de birinci sakin harf olan yâ, mansûb olarak harekelendiği için fetha
ile okumuşlardır.
[120]
Ayetteki yukfmu
kelimesiyle ilgili olarak
iki izah bulunmaktadır:
1) Bunun,
mahzûf bir "kul=de!" emrinin cevabı olması mümkündür. Buna göre,
kelamın takdiri: "İman eden kutlarıma, namazı kılın ve infak edin"
de! Böylece onlar da namazı kılar ve zekâtı verirler" şeklindedir.
2) Bunun,
kale fiilinden, emir lâm'ı düşmüş bir emr-i gâib olması da mümkündür. Yani,
"namazı kılsınlar" demektir. Bu, "Zeyd'e söyle, Amr'a
vursun" demen gibidir. Bu lâm'ın hazfedilmesi caiz olmuştur; çünkü
"De!" sözü, bu emir lâmmın yerini tutmaktadır. Eğer cümleye, başında
"De ki" emri olmaksızın yukîmû denilerek başlanmış olsaydı, bu caiz
olmazdı.
[121]
İman işini tamamlayan
insanın yapacağı iş, sadece nefsi
ve
malı hususunda bir icraatta bulunmaktır.
Nefsine
gelince, onu, namaz
kılarak Mabuduna hizmetle meşgul
etmesi
gerekir; malını da, Allah'a taat yolunda bolca harcayarak bezletmesi,
sarfetmesi gerekir. İşte bu üç şey, yani iman, namaz
ve zekât, muteber ve makbul
taatlardır. Bu üç
şeyle ilgili olarak söylenmesi gereken hususların tamamını biz,
(Bakara. 3)
ayetinin tefsirinde zikretmiştik.
[122]
Mutezile şöyle
demiştir: "Bu ayet, haramın rızık olamayacağına delalet eder. Çünkü ayet,
nzıktan infâk
etmenin övgüye değer
bir şey olduğunu göstermektedir. Oysa ki, haramdan yapılan herhangi bir infak
ise, mendub değildir. Binaenaleyh bundan, haramın rızık olmadığı neticesi
çıkar." Bu sözün izahı, daha önce defalarca geçmişti.
[123]
Ayetteki sırren ve
alânlyeten kelimesinin mansub oluşuyla alâkalı birkaç izah bulunur:
1) Bu,
"açıktan açığa ve gizli olarak veren kimseler olarak"
manasında olmak üzere takdirinde haldir.
2) Bunlar, "gizli ve açık zamanlarda"
manasında, zarf olarak mansubturlar.
3) Bunlar,
"gizli bir infak ve de açık bir intakla" takdirinde olmak üzere,
mef'ûl-ü mutlak olarak mansub kılınmışlardır. Bundan murat, nafile olanları
gizlice vermek, farz olanları açıkça vermektir.
[124]
Bil ki Allah Teâlâ,
namaz kılmayı ve zekât vermeyi emredince, "ne bir alış-veriş ne de bir
dostluk olmayan bir gün gelmezden Önce7' buyurmuştur. Ebu Ubeyde:
'Buradaki alış-veriş, fidye manasındadır;
"hilâl" kelimesi de "karşılıklı olarak dost
almak, dostluk
göstermek" anlamındadır. Bu
kelime
(dost
olmak-dostluk) fiilinden masdardır" demiştir. Mukâtil: "Bu,
kendisinde hiçbir alış-veriş, dostluk ve yakınlık bulunmayan bir gündür.
Bununla sanki Allah Teâlâ, "kendisinde hiçbir alış-veriş ve dostluk
bulunmayan böylesi günlerde, daha önce yaptığınız infâkın karşılığını
görebilmeniz için, mallarınızı dünyada iken infâk edip, harcayınız" demek
istemiştir" demiştir. Bunun bir benzeri "Ey iman edenler, içinde ne
bir alış-veriş, ne bir dostluk, ne de bir şefkat bulunmayan bir gün gelmezden evvel
(...)" (Bakara. 254) ayetidir.
[125]
İmdi, eğer "Allah
Teâlâ, "Dostlar o gün birbirine düşmandır, takva sahipleri
müstesna"(Zubmi. 67) buyurarak.o günde bir dostluğun olduğunu bildirdiği
halde, niçin bu iki ayette, Kıyamet günü hiçbir dostluğun olmadığını
söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: O gün dostluğun olmadığını ifade
eden ayet, insan tabiatının temayülü ve nefsin arzusu sebebiyle olan bir
dostluğun bulunmadığı manasına; dostluğun bulunduğunu gösteren ayet de, Allah
Teâtâ'ya kullukta bulunmak ve O'nu sevmekten dolayı olan bir dostluğun olacağı
manasına hamledilir. Allah en iyi bilendir.
[126]
"Allah gökleri ve
yeri yaratandır, gökten su indirip onunla, size nzık olarak
türlü mahsûller ve meyveler çıkarandır. O, emri ile,
gemileri denizde
yürümek üzere
musahhar kılandır. Akan suları da, yine size musahhar
kılmıştır. Güneşi ve
ayı, devamlı bir âdet üzere olarak, size musahhar kılan
O; geceyi ve gündüzü size musahhar kılan yine O'dur.
O, size istediğiniz
şeylerin hepsinden
verdi. Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz,
onları toptan bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok
zâlim ve çok nankördür"
(İbrahim. 32-34).
[127]
Bil ki Allah Teâlâ,
sa'îdler ile şakilerin hallerini ortaya koymak için tafsilatlı bilgi verip, o
saadetin meydana gelmesinde, en büyük esas ve en büyük makam da, Allah'ı zâtı
ve sıfatları ile bilmek (marifetullah); şekâvetin meydana gelmesindeki en büyük
sebebin de, bu marifetin bulunmayışı oluncav Hak Teâlâ sa'îd ve şakilerin
hallerinin peşine, bir yaratıcının varlığına, O'nun ilmi ile kudretinin
mükemmel olduğuna delalet eden detttteri getiirrûş ve burada on çeşft deWi
zikretmiştir.
1) Göklerin yaratılışı.
2) Yerin
yaratılışı. Allah Teâlâ bu iki hususa, "Allah, gökleri ve yeri
yaratandır" buyurmakla işaret etmiştir.
3) "Gökten su indirip, onunla size rızık
olarak türlü mahsuller ve meyveler çıkarması..."
4) Emri ile gemileri, denizde yürümek üzere,
size musahhar kılması.
5) Akan
suları, yine size musahhar kılması.
6 ve 7)
Güneşi ve ayı, devamlı bir âdet üzere olarak size musahhar kılması.
8 ve 9)
Geceyi ve gündüzü size musahhar kılması.
10)
İstediğiniz şeylerin hepsini vermesi. Bil ki bu on delil, bu tefsirde defalarca
geçti ve bunların izahları da, yer yer tekrar tekrar yapıldı. Yine de burada
onların bazı hususlarını ele almada bir mahzur yoktur.
Biî ki ayetteki,
"Allah" lafzı mûbteda, ifadesi ise haberdir. Hak Teâlâ daha sonra,
gökleri ve yeri yarattığından bahsederek söze başlamıştır. Bu tefsirimizde,
göklerin ve yerin pek çok bakımdan, Hakîm bir yaratıcının varlığına delalet
ettiğini anlatmıştık. Aliah Teâlâ, bundan sonra zikredilen diğer bütün deliller
buna dayandığı için, söze asıl olan bu iki delil ile başlamıştır. Çünkü O,
bundan sonra "O, gökten su indirip, onunla size nzık olarak türlü
mahsuller ve meyveler çıkarandır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis: Eğer
gök olmasaydı, ondan yağmur inmezdi; yer de olmasa idi, yağan yağmur karar
kıiacak bir yer bulamazdı. Binâenaleyh bu maksat ve neticenin gerçekleşmesi
için, mutlaka bu ikisinin bulunması gerektiği zahirdir.
[128]
İkinci Bahis:
Ayetteki, "Gökten su indirdi" ifadesi ile ilgili iki izah vardır:
1) Su,
aslında bulutlardan iner. Bulut, "yüksek" "üstte" demek olan
"sümüvv" masdanndan türemiş "semâ" (gök) kelimesi ile ifade
edilmiştir.
2)
"Allah Teâlâ yağmuru, bizzat gökten indirmiştir." Bu İzah, uzak bir
ihtimaldir. Çünkü insan, bazan yüksek bir dağın tepesinde durup da, bulutları
kendisinden daha aşağı seviyede görür. O dağdan indiğinde de, o buluttan
üzerine yağmur yağdığını görür. Bu, müşahede edilen birşey olduğuna göre, bu
hususta münakaşa etmek yersiz olur.
Üçüncü Bahis:
Bazıları: "Allah Teâlâ o meyveleri ve mahsulleri, insanların gayretine
göre gökten inen yağmurlar vasıtası ile çıkarmıştır. Çünkü böyle olmasında,
insanların faydası vardır. Çünkü onlar, bu azıcık menfaat ve faydaların bile
elde edilmesinde onca zorluk ve yorgunluğun sırtlantlmasi gerektiğini
anlayınca, âhiretin devamlı ve büyük faydasının elde edilmesi için de birtakım
zorluklara katlanılması gerektiğini haydi haydi anlarlar. İnsan, bu fazla
önemli ve büyük olmayan faydalan elde etmek için rahatını ve huzurunu
terkedince, Allah'ın mükafaatını elde edip, ilâhi ikabtan kurtulabilmek için,
dünyevî lezzetleri bırakması öncelikle gerekir. İşte bu sebepten ötürü,
âhirette mükellefiyet bulunmadığı için, Allah Teâlâ, her insanı orada
yorulmadan ve usanmadan arzu ettiği şeye ulaştırır" demişlerdir. Bu,
kelamcıların görüşüdür.
Diğer bazıları ise
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, gökten inen bu yağmur vasıtası ile
meyveleri ve ürünleri yaratır." Bu, tamamen kelâmî bir konu olup, bunu
Bakara Sûresi'nde ele almıştık.
[129]
Dördüncü Bahis: Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Semerât, genel olarak ağaçta yetişen (meyveler)
manasına kullanılır. Bu, aynı zamanda ekinler ve bitkiler manasına da
kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ, "Her biri semeresini (mahsulünü) verdiği
zaman, mahsûlünden yiyin. Devşirildiği ve toplandığı gün de hakkını
(sadakasını) verin" (Enam, ui) buyurmuştur."
Beşinci Bahis: Allah
Teâlâ, "Onunla, size rızık olarak türlü semereler çıkardı" buyurmuş
ve bununla, "Biz İnsanlar için rızık olsun diye, Allah o meyveleri
çıkarır" manasını kastetmiştir. Bundan maksadı kendisinin, insanlara hayır
ve menfaatleri ulaştırmak için, bu meyveleri yarattığını anlatmaktır. Çünkü
lütuf, ancak lütfeden kimsenin, yaptığı o iş ile lütfettiklerine bir menfaati
kastettiğinde bir lütuf ve ihsan sayılır.
Altıncı Bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: "Ayetteki ifadesi
"rızk"ın beyânıdır, yani, "O yağmur vasıtası ile semerelerden
ibaret olan rızık çıkardı" demektir. Bu ifadenin, ehrace (çıkardı)
fiilinin mef'ûtü, "rızk" kelimesinin de mefûl'den "hâl"
olması; yahut da, "rızk"ın, ehracenin mef'ûl-ü mutlakı olması
mümkündür. Çünkü buradaki "çıkardı" fiili, "Rızk verdi"
manasınadır ve binâenaleyh bunun takdiri, şeklindedir.
[130]
Ayetteki, "O,
emri ile gemileri denizde yürümek üzere size musahhar kılandır" şeklindeki
dördüncü delile gelince, bunun bir benzeri de, "Denizde dağlar gibi akıp
giden gemilerde O'nun ayetîerindendir" (Şura, 22) ayetidir.Bununla ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Yeryüzünde biten şeylerden istifâde ancak, denizde yürüyen gemilerin bulunması
ile tam ve mükemmel olur. Çünkü Hak Teâlâ, yeryüzünün her bölgesine ayrı ayrı
nimetler vermiştir. Öyle ki, bir bölgenin nimeti, yeryüzünün diğer bölgelerine
taşındığında ve yine oradakiler de bu bölgeye getirildiğinde, ticaretteki kâr
oranı artar. Sonra bu nakil için, karanın gemileri demek olan develer (ve
benzeri şeylerle) ve denizdeki gemiler ile mümkün olur. İşte ayette bahsedilen
gemiler bunlardır.
İmdi eğer, "Gemileri insanlar yaptığı halde,
Allah'ın, "O, emri ile gemileri... size musahhar kıldı" demesinin
manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Biz (ehl-i sünnete) göre, kulların
fiillerini de Allah yaratır. Binâenaleyh böyle bir soruya gerek yok. Ama
Mu'tezlle'ye gelince, onlardan Kâdİ buna şöyle cevap vermiştir: "Eğer
Allah Teâlâ, kendilerinden gemi yapılan o koskoca ağaçları yaratmamış olsaydı,
demiri ve diğer aletleri yaratmamış olsaydı, yine kullarına geminin nasıl
yapılacağını öğretmeseydi, suyu, gemilerin üzerinde akıp gideceği bir özellikte
yaratmasaydı, rüzgârları ve rüzgârdaki sürükleme kuvvetini yaratmasaydı,
nehirleri geniş geniş yapmasaydi ve onlara, gemilerin içinde yüzebileceği bir derinlik vermeseydi,
gemilerden istifâde edilemezdi. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın bütün bunların
yaratıcısı, müdebbiri ve emre âmâde kılıcı olmasından dolayı, gemilerin Allah'a
nisbeti güzel ve yerinde olmuştur."
İkinci Bahis: Hak
Teâlâ, bu musahhar (âmâde) kılma işini, emrine bağlamıştır. Çünkü büyük
padişahlar, nadiren, "Bunu o yaptı" diye anlatılır, tavsif edilirler.
Onlardan, genellikle şanlarının (durumlarının) yüceliğini göstermek için,
"O, şöyle, böyle emretti" diye bahsedilir. Bazı kimseler bu ifâdeyi,
"Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman sözümüz ona ancak, uol"
dememizden ibarettir. O da derhal oiur" put, 4O> ayetinin zahirî
manasına hamletmişlerdir. Bu izahın özü de, yine bahsettiğimiz şeye varıp
dayanır.
Üçüncü Bahis: Gemi,
cansız varlıklardandır. Binâenaleyh bunun musahhar kılınması, mecazî manada
olup, "Gemi su yüzünde, kaptanın istediği şekilde hareket edince, sanki
onun emrine verilmiş bir canlı gibi olmuş olur" demektir.
[131]
Ayetteki beşinci
hüccet, "Akan sulan da yine size musahhar kılmıştır" ifâdesinin
anlattığı husustur. Bil ki denizin suyundan, sulamada hiç istifâde edilemediği
için.
Hak Teâlâ, nehirleri
ve kaynakları çıkarıp akıtmak suretiyle, mahlûkata nimet vermiş olduğunu
söylemektedir, öyle ki bu nehir ve gözelerden, ekinlere, bağlara ve bahçelere
sular verilir. Deniz suyu içmeye de elverişli değildir. Buna elverişli olan,
yine nehir sularıdır.
[132]
Ayetteki altıncı ve
yedinci hüccet, "Güneşi ve ayı, devamlı bir âdet üzere olarak size
musahhar kılan O'dur" ifadesidir. Bil ki güneş ve aydan elde edilen fayda
çok büyüktür. Allah Teâlâ bunu, pek çok ayetinde anlatmıştır. Hak Teâlâ'nın,
"(Allah), onların içinde ayı bir nûr yapmış, güneşi de bir kandil (olarak)
asmıştır" (Hûh, 16); "Güneş de, ay da hesap iledir"(Rahman. 5);
"Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir lamba ve nurlu bir ay
barındıran (Allah)'sn şanı ne yücedir!" (Furkân, 61) ve ''Güneşi bir ışık,
ayı da bir nur yapan (Allah)..."(Yunus, 5) ayetleri bunlardandır. Ayetteki
daibeyn tabirine gelince, bunun masdarı
kelimesi, birşeyin devamlı olarak adeti üzere, bir işi sürdürmesidir.
Arapçada, bu manada, fitli kullanılır. Biz, (Yusuf. 47) ayetinin tefsirinde
bundan bahsettik. Müfessirler bu kelimenin manasının, "O ikisi, ay ile
güneş, hareketlerinde, aydınlatmalarında, karanlığı gidermedeki tesirlerinde,
bitkileri ve canlıları ıslah etmede «geliştirmede), değişmez adetleri üzere
devam eder giderler" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü güneş,
gündüzün; ay da gecenin sultanıdır (delilidir). Güneş olmasaydı dört mevsim
meydana gelmezdi. Dört mevsim de olmasaydı, dünyanın düzeni tamamen bozulurdu.
Biz, güneş ve ayın faydalarını, bu kitabın başlarında ayrıntılı olarak
zikrettik.
[133]
Sekiz ve Dokuzuncu
Delil, "Geceyi ve gündüzü size musahhar kılan yine O'dur" ifadesidir.
Bil ki gece İle gündüzün faydalarından, başka ayetlerde de bahsedilmiştir.
Mesela, "Geceyi örtü kıldık, gündüzü maişet vakti yaptık" (Nebe, 10-11)
ve, "O, geceyi, içinde sükûn ve istirahat etmeniz için, gündüzü ise
aydınlık olarak yaratandır" (Yunus, 67) ayetlerinde olduğu gibi...
Kelamcılar, gece ile gündüzün musahhar (emre âmâde) kılınmasının, mecazî bir
ifâde olduğunu, çünkü bu ikisinin arızi haller (sıfatlar) olduklarını;
sıfatların musahhar kılınmasından Dahseditemeyeceğini söylemişlerdir.
Onuncu Delil, "O,
size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" buyruğudur. Sonra Allah Teâlâ,
bu büyük nimetten bahsedince, bunun peşisıra, sırf bunu vermekle yetinmediğini,
kutlarına faydalı olan herşeyi verdiğini de söylemiştir. Bundan maksat onlara
bir tahdid ve sınırlama getirilmemesidir. İşte bundan ötürü "O, size
istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" buyurmuştur. Bu ifadede, mef'ûl
mahzûf ofup, takdiri "İstediğiniz her şeyden..." şeklindedir. Bundaki
mln küllin ifadesi tenvinle okunmuş, ifadesi de hal olmak üzere mahallen mansub
menfî bir
cümle sayılmıştır. Yani, "O size,
istemediğiniz halde, herseyden vermiştir" demektir. Buradaki ma edatının
ism-i mevsul olması da caizdir. Buna göre kelamın takdiri, "O size ihtiyaç
duyduğunuz herşeyi ve ancak kendisi ile hallerinizin ve geçiminizin uygun hale
geldiği şeyleri vermiştir" şeklindedir. Buna göre sanki, "İstediğiniz
ve lisan-ı haliniz ile arzu ettiğiniz her şeyi verdi" denilmektedir.
[134]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu nimetlerden bahsedince, sözünü
"Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları
toptan bile sayamazsınız" diye bitirmiştir. Vahidî şöyle der: "Bu
ifâdedeki "nimet" kelimesi masdar yerini tutan bir isimdir. Nitekim
Arapça'da, "Allah ona nimet in'âm etti" denilir. Burada
"nimet" kelimesi, "İn'âm" masdan yerine kullanılmıştır. Bu
tıpkı senin derken, infak ile nafaka kelimelerini aynı manada kullanman
gibidir. İşte bundan ötürü, bu kelime, masdar manasında oluğu için, cemî olarak
getirilmemiştir. Binâenaleyh, tabiri "Çok olduğu için Allah'ın bütün
nimetlerini saymaya güç yetiremezstniz" manasınadır.
Bil ki İnsan, Allah'ın
bütün nimetlerini bilip saymasının imkânsız olduğunu anlamak istediğini, bundan
âciz olduğunu görmesi için, herhangi bir şey hakkında düşünmesi gerekir. Biz bu
hususta şu iki misali veririz:
Birinci Misal:
Doktorlar, sinirlerin iki kısma ayrıldığından bahsetmişlerdir:
a) Beyindeki sinirler,
b) Omurga içinden beyne ulaşan sinirler.
Beyindeki sinirler,
yedi kısımdır. Doktorlar daha sonra, o yedi ruhtan (kısımdan) herbirinden
neş'et eden hükmü bilme hususunda kendilerini yormuşlardır. Sonra o yedi ruhtan
herbirinin çok çeşitli dallara, onların da kıldan daha ince dallara
ayrıldığında ve herbirinden insanın uzuvlarına geçişler bulunduğunda şüphe
yoktur. Binâenaleyh eğer onlardan tek bir şube, ya kemiyet (sayı), ya keyfiyet
(özellik), ya da yeri bakımından bir zarar görse, bünyenin fayda ve düzeni de
zarar görür, zedelenir. Sonra o ince kılcal dalların sayılan cidden çoktur ve
herbirinin belli bir vazifesi vardır. Binâenaleyh insan bu hususta tefekkür
ettiğinde, bu sinir ağlarının her birinin büyük bir nimet olduğunu, onlardan
biri iş yapamaz hale gelecek olsa, kul üzerindeki zararının çok büyük olduğunu
antar. Yine o, bunlara vâkıf olmanın ve hallerini öğrenmenin imkânı olmadığını
da anlamış olur. İşte bu noktada, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer
saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" ayetinin yerinde
olduğunu tam olarak aniar. Bu hususları, kılcal sinirler hakkında düşündüğün
gibi, aynısını atardamar, şahdamarı ve kemiyet, keyfiyet, yer, tesir bakımından
basit ve mürekkeb uzuvlar hakkında da düşün. Böylece sen, bütün
bunların, sahili olmayan bir okyanus olduğunu
görürsün. Sen bunları, tek bir insanın bedeni için düşünürsen, Allah'ın senin
bedenin ve ruhun bakımından sana verdiği nimetlerinin kısımlarını anlarsın.
Çünkü ruhlar âleminin enteresanlıkları, bedenler âleminin enteresanlıklarından
daha çoktur. Sonra sen, tek bir canlının halini nazar-ı dikkate aldığında, işte
o noktada, felekler ve yıldızlar âleminin halteri ile, unsurların tabakalarını,
kara, deniz, bitki ve canlılar âleminin enteresanlıklarını da nazar-ı dikkate al.
İşte o noktada, bütün mahlûkatın akıllarının birleştirilip tek bir akıl
yapılması, sonra da o akıl ile insanın, Allah Teâlâ'nın en basitindeki
hikmetlerinin enteresanlığı hususunda düşünmesi halinde bile, ondan ancak çok
azını anlayabileceğini görmüş olur. Allah'ı, vehmedenlerin vehminden tenzîh ve
takdis ederiz.
İkinci Misal: Sen,
ağzına koymak için tek bir lokma aldığında, o lokmanın öncesini ve sonrasını
bir düşün. Onun öncesindeki durumlarına gelince: Bil ki, o tek lokma ekmek,
ancak bütün bu âlem, en doğru şekilde (düzeni üzere) devam ettiğinde tam oiur.
Çünkü onun meydana gelmesi için, buğday lâzım. O buğday da, ancak dört mevsim
ile, tabiatın (toprağın) şu yapısı ile, rüzgârların ve yağmurların olması ile
meydana gelebilir. O buğday ancak feleklerin dönmesinden ve hareket, yön,
sür'at bakımından belli bir tarz üzere bi. birleri ile nizam içinde olmasından
sonra meydana gelebilir. Bundan sonra onun öğütülmesi ve ekmek yapılması için
âletler gerekir. 3u da ancak demir madeninin, dağların karnından doğması
(çıkarılması) ile mümkün olur. Sonra o demir aletlerin ıslahı (yapılması),
ancak onlardan önce mevcut olan başka bir demir aletle olmuştur. Bu silsilenin,
ilk demir alete varıp dayanması gerekir. O halde bu aletlerin bu belli şekilde
nasıl meydana geldiklerini bir düşün. Bunlar meydana geldiğinde, o undan o
ekmeğin meydana gelebilmesi için şu dört unsurun, yani toprak, su, hava ve
ateşin bulunması gerektiğine dikkat et. Bütün bunlar, o bir lokma ekmeğin,
meydana gelmezden önceki halleri ile ilgili hususlardır.
O lokmanın, lokma
olmasından sonraki halterini düşünmeye gelince: O canlının (onu yiyen canlının)
bedeninin yapısını bir düşün, o canlının, o lokmadan istifade edebilmesi için,
Allah Teâlâ'nın onu nasıl yarattığını bir düşün. Yine o canlının bu yemeden
nasıl zarar göreceğini bir düşün. O zararın hangi uzuvlarda meydana geldiğine
tak. Bu azıcık şeyi, ancak sen bütün anatomi ve tıp ilmini bilmekle
anlayabilirsin. Binaenaleyh tek bir lokmadan istifâdeyi bilmenin, ancak bütün
bunlan bilmekle mümkün olduğu; aklın, bu konuların en azını bile tam anlamaktan
âciz kaldığı ortaya çıkmış olur. Böylece de, bu kesin ve aklî delil ile, Allah
Teâlâ'nm, "Eğe* Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları
toptan bile sayamazsınız' buyruğunun ne kadar doğru olduğu anlaşılır.
[135]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gerçekten insan çok zalim ve çok nankördür" buyurmuştur. Bunun,
"İnsan, bu nimetlerin şükıünü yerine getirmemek
suretiyle zâlim olmuş ve bu nimetlere karşı
alabildiğine nankörlük ettiği içinde
keffâr
{çok nankör) olmuştur" manasında
olduğu söylenmiştir. Yine bunun, "İnsan şiddet (belâ-musıbet) esnasında
şikayet edip, feryâd-ü figânı bastığı için, zalim; nimetleri toplayıp başkasına
vermediği için de keffâr (nankör)dür" manasında olduğu söylenmiştir.
Buradaki "insan" lafzı ile, belli bir kimse değil, bütün insan cinsi
kastedilmiştir. Yani "Bu cinsin âdeti, söylediğimiz bu şeydir"
demektir. Bu hususta şu iki bahis vardır:
Birinci Bahis: İnsan,
unutma ve usanma karakteri üzere yaratılmıştır. Binâenaleyh o, bir nimet elde
ettiğinde, onu hemen unutur ve şükrünü yerine getirmemek suretiyle o nimete
zulmetmiş olur. Bunu unutmasa bile, kısa zamanda ondan usanır da, nankörlüğe
düşer. Hem sonra Allah'ın nimetleri pek çoktur. Binâenaleyh insan, onların bazılarını
düşünürken, diğer bazılarından gafil olmuş olur.
İkinci Bahis: Allah
Teâlâ bu ayette, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz,
onları toptan bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim ve çok
nankördür" buyurmuş; Nahl Sûresi'nde ise, "Allah'ın nimetini birer
birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız. Seksiz şüphesiz Allah
gafur ve rahimdir"
i. 18) buyurmuştur.
Bu hususta
düşündüğümde, aklıma şöyle bir incelik geldi: Cenâb-ı Hak sanki şöyte
demektedir: "Pek çok nimet mevcut olup, sen o nimetleri aldığında ve
onları veren ben olduğumda, onu alırken sende şu iki vasıf meydana gelir; yani
zalûm (çok zâlim) ve keffâr (çok nankör) olman; onları verirken bende de şu iki
vasıf meydana gelir, gafur ve rahim olmam." Buna göre Allah Teâlâ sanki,
"Sen zalûm olsan da ben gafurum; sen keffâr (nankör) olsan da ben
rahîm'im. Senin âciz olduğunu ve kusur edeceğini biliyorum. Senin kusurlarına,
bol bol vererek; kabalığına da tastamam vererek karşılık veririm" demek
istemiştir. Allah Teâlâ'dan, güzel bir akıbet (son) ve rahmetini isteriz.
[136]
"Hatırla o zamanı
ki ibrahim, "Ya Rabbi, bu şehri emniyetli kıl. Beni de,
oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut"
demişti.. uRabbim, çünkü onlar.
insanlardan
birçoğunu baştan çıkardılar. Bundan sonra kim bana uyarsa, işte
o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, gerçekten sen
gafur ve rahimsin "
(İbrahim. 35-36).
Bil ki Allah Teâtâ,
önceki delillerle, kendisinden başka bir ma'budun bulunmadığmı ve kendisinden
başkasına ibadetin kesinlikle caiz olmadığını beyan edince, bu ayette de Hz.
İbrahim'in putperestliği kabul etmemedeki aşırı dikkatini nakletmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
İbrahim (a.s)'in kendisinden şunları niyaz ettiğini bildirmiştir:
[137]
Birincisi: "Ya
Rabbi, bu şehri emniyetli kıl" ifadesidir. Buradaki, "şehir" ile
Mekke; "âminen" sözü ile de "emniyetli" manası
kastedilmiştir.
Eğer,. "Hak
Teâlâ'nın "Ya Rabbi, bunu,
emniyetli bir belde ki!" 3akwa, 128) ifadesi ile, bu ayetteki, "Ya
Rabbi, bu beldeyi emniyetli kıl" fadesi arasında ne fark
var?"denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrahim, önceki ifadede, Cenâb-ı Hak'tan
Mekke'yi, ahâlisinin emin olduğu, korkusuzca yaşadığı beldelerden sini;
ikincisinde ise, o şehirden, daha önce mevcut olan korku sıfatını (özelliğini)
z derip, onun yerine zıddı olan "emniyet" sıfatını vermesini
istemiştir. Sanki o, "Bu korku dolu bir beldedir. Binâenaleyh onu emin bir
belde kıl" demek istemiştir. Bu "-hususun izahı Bakara Sûresi'nde
geçti.
[138]
İkincisi Beni de evlatlarımı da putlara tapmaktan jzak
tut" ifadesi olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[139]
Buradaki fiil, ecnibnî
şeklinde de okunmuştur. Bu fiil, şu üç babdan da gelir: Cenebe, ecnebe,
cennebe. (O, onu
uzaklaştırdı.) Ferrâ
şöyle demiştir: "Hicazlilar, bunu sülâsî siğâsıyla kullanırlarken,
Necidüler, "O beni şerrinden uzak tuttu" manasında derler. Bunun asıl manası, bir şeyi birşeyden
uzak tutmak kenâra çekmektir."
[140]
Birisi şöyle
diyebilir: "Bu ayette, birkaç bakımdan bir müşkıllık var:
1) İbrahim
(a.s), Rabbisinden Mekke'yi emin kılmasını niyaz etmiş; ama Allah duasını kabul
etmemiştir. Çünkü = r grup insan, Mekke'ye saldırmış ve Kâ'be'yi yıkmıştır.
2) Peygamberler, kesinlikle putlara
tapmamışlardır. Durum böyle olunca, onun "Bep.i pıtlara tapmaktan uzak
tut" demesinin hikmeti nedir?
3) O, Allah
Teâlâ'dan, kendi soyunu da putperest kılmamasını istemiştir. Allah îeâîâ ise,
onun bu duasını kabul etmemiştir. Çünkü Kureyş kâfirleri onun soyundandır ve
puta tapınışlardır. Buna göre eğer, "Mekke kâfirleri, İbrahim (a.s)'in
oğullan değil, oğullarının oğullarıdır. İbrahim (a.s) ise, evlatları için duâ
etmiştir" denilirse, biz de deriz ki: "Ayette bahsedilen "oğullar"
ile, onun kendi oğullan, yani İsmail ve İshâk kastedilmiş ise, bunlar ulu
peygamberlerdendir. Peygamberlerin putlara tapmadığı malumdur. Binâenaleyh aynı
soruya aönütür ve: "Bu duanın hikmeti ve manası nedir?" denilir.
[141]
Birinci soruya şu iki
bakımdan cevap veririz:
1) Rivayet
edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s), Kâ'be'yi inşâ edip bitirince, bu duayı
yapmıştır. Bununla, o beldenin harap edilmekten emin kılınmasını niyaz
etmiştir.
2) Bundan
murad, o beldede oturanların emin (emniyetli) kılınmalarıdır. Bu tıpkı, "O
köye sor" yani, "köyün halkına sor" (Yusuf, 82) ayetinde olduğu
gibidir. Ekseri müfessirterin kanaati, bu izah üzeredir. Bu manaya göre, bu
soruya şu İki şekilde cevap verilir:
Birincisi: Bu,
Mekke'ye alabildiğine bir emniyetin verilmesi manasınadır. Bu böyledir, çünkü
korkan bîr kimse Mekke'ye sığındığında emin olurdu. İnsanlar, aralarındaki onca
düşmanlığa rağmen, Mekke'de karşılaştıklarında, birbirlerinden korkmaz,
çekinmezlerdi. Yabanî hayvanların orada emin oluşu da, bundandır. Çünkü onlar,
Mekke'de insanlara yaklaşır, Mekke dışında ise insanlardan kaçarlar.
Binâenaleyh böylesi bir emniyet sadece Mekke'de vardır. Bu sebeple Hz. İbrahim
(a.s)'in duasını bu manaya hamletmek gerekir.
İkincisi: O beldenin
emin kılınmasını niyazdan maksat, "Onu, emir ve hükümler ile, emin
kıl" manasıdır. Böyle bir emir ve hüküm orada kesinlikle mevcuttur.
[142]
İkinci suâle şöyle
cevap verilir: Zeccâc bunun manasının, "Beni, o putlara ibadetten uzak
durmada devam ettir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı, "Ey
Rabbimiz. ikimizi de sana müslüman kıl (yani teslimiyette sabit ki!)"
(Bakara, 128) ayetinde olduğu gibidir.
Birisi "Bu soru,
yine devam etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, peygamberleri, putlara tapmaktan
geri durma hususunda sebatlı kıldığı malumdur. Binâenaleyh bu isteğin (niyazın)
hikmeti nedir?" diyebilir. Bence, buna cevap olarak, şu iki izah doğru
olur:
1) Hz. İbrahim (a.s), her nekadar Cenâb-t
Hakk'ın kendisini putlara ibadetten koruyacağını biliyorsa da, tevazu
göstererek ve her isteğinde Allah'ın fazlına olan ihtiyacını ortaya koymak için
bunu söylemiştir.
2) Sûfîler şöyle derler: "Şirk iki
çeşittir:
a) Açık şirk
(şirk-i celi), ki bu, müşriklerin içine düştükleri şirktir.
b)
Gizli şirk (şirk-i hafî). Bu, kalbin zahirî
sebep ve vasıtalara bağlanması, (hadiseleri onlardan bilmesi)dtr. Halis tevhid
(tevhid-i mahz) ise, insanın gözünü bütün sebep ve vasıtalardan çevirip, onları
nazar-ı itibara almayıp, Hak Teâlâ'dan başka bir mutasarrıf görmemesidir."
Buna göre, ayetteki "Beni de oğullarım} da putlara tapmaktan uzak
tut" ifadesinden murad, Allah'ın, kendilerini bu şirk-i hafiden
korumasıdır. Ne kastettiğini en iyi Allah bilir.
[143]
Üçüncü soruya, birkaç
şekilde cevap verilir:
1) Keşşaf
sahibi, "Buradaki "oğullarım" ifadesi ile Hz. İbrahim (a.s),
sulbünden olan oğullarını (öz oğullarını) kastetmiştir ve bu duanın faydast,
aynen vecnubnî (uzak tut) ifadesi ile ilgili olarak zikrettiğimiz
faydadır" demiştir.
2) Birisi demiştir ki: "Oğullarım ifadesi
ile, bu duanın yapıldığı esnada mevcut olan oğullarını ve torunlarını
kastetmiştir. Binâenaleyh bu duanın, onlar hakkında kabul edilmiş olduğunda
şüphe yoktur."
3) Mücahid şöyle demiştir: "Hz. İbrahim
(a.s)'in oğullarından hiçbiri, hiçbir saneme tapmadı." Sanem, şekil
verilmiş heykel (şeklindeki) putlar, "vesen" ise, şekil verilmemiş
puttur. Kureyş kâfirleri, şekil verilmiş heykellere değil, belli kayalara
(taşlara) ve belli ağaçlara (kütüklere) ibadet ediyorlardı. Bu cevap, kuvvetli
değildir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) bu dua ite mutlak olarak Allah'tan başkasına
kulluğu kastetmiştir. Taş ve kaya bu hususta aynıdır.
4) Bu dua,
O'nun evlâdından (soyundan), mü'min olanlara hastır. Bunun delili, Hz. İbrahim
(a.s)'in, ayetin sonunda, "K/m bana uyarsa, işte o bendendir" demiş
olmasıdır. Bu, dini hususunda ona uymayanın, ondan olmadığını ifade eder. Bunun
bir benzen de. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Nûh (a.s)'a, (kâfir oğlu için) söylediği şu
sözdür: "Ey Nûh. o katiyyen senin ailenden değildir. Çünkü o(nun işlediği)
sâlih olmayan bir iştir" (Hûd, 46).
5) Belki der
Hz. İbrahim (a.s), her ne kadar umûmî duâ yapmış ise de, Cenâb-ı Hak, onun
duasına, bir kısım soyu için icabet etmiş, bir kısmı için etmemiştir. Bu,
peygamberleri hakir görme manasına gelmez. Bunun bir benzeri, Cenâb-ı Hakk'ın
İbrahim (a.s) hakkında söylediği şu sözdür: "(Allah) "seni insanlara
imam (rehber)
yapacağım" dedi. (ibrahim).
"Zürriyetimden de ..."dedi. Allah ise. "Zalimler ahdime eremez''
dedi" (Bakara, 124).
[144]
Alimlerimiz, ayetteki
"Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" ifadesini küfür
ve imanın Allah'tan
olduğuna delil
getirmişlerdir. Bunu şöyle izah ederiz:
İbrahim (a.s), Allah Teâlâ'dan kendisini ve soyunu
küfürden uzak tutmasını istemiştir. Bu, küfürden uzaklaştırmanın ve imana
yaklaştırmanın ancak Allah Teâlâ tarafından olduğuna delâlet eder.
Mutezile'nin, "Bu, lütuf fiilleri (Allah'ın lütfetmesi) manasına
hamledilir" şeklindeki görüşleri yanlıştır. Çünkü bu, ayetin zahirini
bırakmaktır. Hem sonra, biz (ehl-i sünnet) bu görüşün yanlışlığı hususunda pek
çok izahlar yapmışızdır.
[145]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu
baştan çıkardılar" dediğini bildirmiştir. Bütün mezhepler, buradaki
edlalne "Baştan çıkardılar, saptırdılar" ifadesinin, mecazî bir ifade
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü putlar cansız varlıklardır.
Cansızlar ise, hiçbirşey yapamazlar. Fakat onlara tapmada bir saptırma
(dalâlet) söz konusu olduğu için, bu saptırma işi mecazen onlara nisbet
edilmiştir. Nitekim sen, "Onlar, onun yüzünden fitneye düştüler ve
aldandılar" manasında, "Dünya onları fitneye düşürdü ve aldattı"
dersin.
[146]
Daha sonra "Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o
bendendir" yani, "Kim dinim ve inancım hususunda bana uyarsa, o
bendendir, yani, o bana son derece bağlılığından ve yakın oluşundan ötürü,
sanki bir parçam gibidir" "Kim de bana karşı gelirse", dinin
dışına çıkmak suretiyle bana isyan ederse "Sen gafur ve rahimsin (ey
Rabbirn)" demiştir. Alimlerimiz, bu ayeti, Hz. İbrahim (a.s)'in bu sözü,
ümmetinden büyük günah sahipleri için olacak şefaati kastederek söylediğine
delil getirmişlerdir. Bunun delili, "Kim de bana karşı gelirse, sen gafur
ve rahimsin " ifadesinin o isyankâr kimseler için mağfiret ve rahmet
istediği hususunda açık bir ifade oluşudur.
Buna göre biz diyoruz
ki: "O âsifer ya kâfir idiler, ya değildiler. Kâfir olmaları ihtimali, şu
iki açıdan batıldır:
a) Hz.
İbrahim (a.s) bu ayetin başında, "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan
uzak tut" sözü ile, kendisinin kâfirlerden uzak ve berî olduğunu
bildirmiştir. Hem sonra onun, "Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o
bendendir" ifadesi, dolaylı olarak, dininde ona tabi olmayanların
kendisinden olmadığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh o, onların işlerini
düzeltmeye uğraşmaz.
b)Ümmet-i
Muhammed, kâfirlerin cezasını düşürmek için şefaatin söz konusu
omadtğı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, söz konusu
olmadığına göre, Hz. İbrahim
(a.s.)’ın. "Kim
de bana karşı gelirse, sen gafur ve rahimsin" ifadesinin, kâfirlerden
olmayan. âsî (günahkâr) ümmeti hakkında bir şefaat
manasına olduğu sabit olmuş
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: O isyan ya küçük günahlardır, yahut da tevbeden sonra veya önce
işlenen büyük günahlardandır. Birinci ve ikinci ihtimal batıldır. Çünkü, 'Kim
de bana karşı gelirse (âsîolursa)" lafzı, mutlak bir lafızdır. Binâenaleyh
bunu, küçük günahlar ile sınırlandırmak, kelamın zahirini bırakmak demektir.
Hem sonra, tevbe edilen büyük ve küçük günahların bağışlanması, hasmımız
(Mu'tezile'ye) göre ABah'a vaciptir. Dolayısıyla,ayetteki bu ifadeyi, tevbe
edilmiş günahlara hamletmek de mümkün değildir. Böylece, bu ayetin sadece
tevbesi edilmemiş büyük günah sahiplerinin cezalarının düşürülmesi konusunda
bir şefaati ifade ettiği sabit olmuş olur.
[147]
H2. İbrahim (a.s)'in
böyle bir şefaat yapacağı sabit olunca, bu sebeplerden ötürü. Hz. Muhammed
(s.a.s)'in de şefaat edeceği sabit olmuş olur:
a) Bu iki peygamber arasında, bir fark olduğunu
söyleyen yoktur.
b) Bu şefaat makamı, makamların en yücesidir.
Binâenaleyh eğer bu iş Hz. Muhammed için söz konusu olmadığı hatde, Hz. İbrahim
için söz konusu olacak otsa, hiç şüphesiz bu durum Hz. Muhammed (s.a.s) için
bir noksanlık olmuş olur.
c) Hz. Muhammed (s.a.s) Hak Teâlâ'nın,
"İşte bunlar Allah'ın hidayet ettiği lanselerdir. Öyleyse sen de onların
hidayetine uy"(Maide, 90) ve ''Sonra, muvahhid i.arak İbrahim'in dinine uy
diye sana vahyettik"(Nani. 123) ayetlerinden ötürü, Hz. torahim'e uymakla
emrolunmuştur. İşte bu, Hz. Muhammed'in de şefaat edeceği ve büyük günah
sahiplerinden cezayı düşüreceği hususunda en uygun izahtır. Allah, en iyi
bilendir.
Bunu iyice anladığına
göre, bu hususta müfessirlerin görüşlerini zikredelim: Süddî, "Bu,
"Kim de bana âsî olur, sonra tevbe ederse.."manasınadır"
demiştir. Bu dua, Hz. İbrahim (a.s), Hak Teâlâ'nın şirki bağışlamayacağını
öğrenmesinden önce idi" diye tefsir edildiği gibi, "Küfre devam etmek
sureti ile, kim bana âsî olursa, sen gafur ve rahimsin, yani, sen küfürden
İslâm'a geçirmek suretiyle, onu bağışlamaya ve ona merhamet etmeye
kadirsin" manasında olduğu da söylenmiştir. ne bu mağfiretten muradın, Hak Teâlâ'nın
onları hemen cezalandırmayıp tevbe etmeleri İçin mühlet vermesi olduğu, yahut
da onları acele yok etmeyip, tevbe fırsatı bulamamalarına sebebiyet vermemek
olduğu söylenmiştir. Bil ki bu izahlar zayıftır.
Birincisinin yani, bu
şefaatin, tevbe edilmiş olma şartı ile günaha şefaat etme
manasına hamledilmesi görüşüne gelince, biz bunun
yanlış olduğunu daha önce ortaya koymuştuk.
İkincisinin, yani Hz.
İbrahim (a.s)'in bunu istemesinin, Allah'ın şirki bağışlamayacağını
öğrenmesinden önce olması görüşüne gelince, biz deriz ki: Bu ela doğruluktan
uzak bir izahtır. Çünkü biz, bu ayetin başlangıcının, İbrahim (a.s)'in bu duâ
ile kâfirlerin ikâbını düşürme hususunda bir şefaati kastetmiş olmasının mümkün
olmadığına delâlet ettiğini açıklamıştık.
Üçüncüsüne, yani
Allah'ın gafur ve rahim oluşunun, o kâfirleri küfürden imâna geçirmesi manasına
gelmesi görüşüne gelince, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü mağfiret ve rahmet,
ikâbı (cezayı) düşürme manasını iş'âr etmektedir, yoksa bu iki kelime de küfür
sıfatından, iman sıfatına nakil manasını iş'âr etmemektedir. Allah en iyi
bilendir.
Dördüncüsüne gelince
ki bu, buradaki mağfiret ve rahmetin cezalandırmayı hemen verme veya hemen
Öldürmeme manasına hamtedilmesidir. Biz deriz ki: "Bu da yanlıştır. Çünkü
bugünümüzün kâfirleri, onlardan daha çoktur ve Allah Teâlâ, müslümanlar
bunların mağfiret ve rahmet olunmayacakları hususunda ittifak etmiş oldukları
halde, bunlara hemen ikâb etmemekte ve hemen öldürmemektedir. Binâenaleyh
mağfiret ve rahmeti, bu izah ile ikabı hemen vermemek manasında tefsir etmek
bâtıldır. Zikrettiğimiz bu hususlar ile, ortaya koyduğumuz delilin doğruluğu
ortaya çıkmıştır. Aliah, en iyi bilendir.
[148]
'Ya Rabbi, ben
eviadlarımdan kimini, senin mukaddes evinin yanında,
ekinsiz bir vadiye yerleştirdim, Habbimiz namaz
kılsınlar diye.. Artık sen,
asanlardan bir
kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onları, bazı meyvelerle
rızıklandır, umulur ki şükrederler. Ey Rabbimiz,
gizlediğimizi de, açıkladığımızı
da
şüphe yok ki sen bilirsin. Zaten, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a
gizli kalmaz. Bana. ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve
İshâk'ı bahşeden Allah'a
hamdolsun. Çünkü
benim Rabbim duayı elbette işitir. Ya Rabbi, beni
doğru namaz kılan eyle. Zürriyetimden de (böyle namaz kılanlar yarat).
Ey Rabbimiz. duamı kabul et. Ey Rabbimiz, hesabın
görüleceği gün. beni,
ana-babami ve bütün
imân edenleri bağışla"
(İbrahim, 37-41).
Bil ki Cenâb-ı Allah,
bu ayetlerde, Hz. İbrahim (a.s)'in, duasında yedi şeyi ittdiğini haber
vermektedir:
[149]
Birinci İsteği:
Allah'tan güvenlik nimetini istemesidir. Bu, "Ya Rabbi, bu şehri
emniyetli kıl" sözü
İle ifâde edilmiştir. Bu
duada, önce emniyet
nimetini
istemek, güvenliğin, nimet ve hayır çeşitleri içinde en büyüğü olduğuna; din ve
dünya maslahatlarından herşeyin ancak onunla tamamlanacağına delalet eder. âr
alime: "Emniyet mi, yoksa sıhhat mi daha üstün ve hayırlıdır?" diye
sorulduğunda : Emniyet daha üstündür. Bunun delili şudur: Eğer bir koyunun
ayağı kırılsa, bir müddet sonra iyileşir ve yayılmaya-yemeye tekrar başlar. Ama
eğer o bir yere ve bağlandığı yerin yakınında bir kurt olsa, yemekten alıkonmuş
olur ve «c^k jsundan) ölünceye kadar, birşey yiyemez. Bu, korkudan doğan
zararın, beden -: i -aan doğan zarardan daha şiddetli olduğuna delâlet
eder" demiştir.
[150]
İkinci İsteği: Cenâb-ı
Hakk'ın, ona tevhidi nasip edip onu şirkten koruması... Buda İbrahim (a.s)'in:
"Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak ruf "(ibrahim, şeklindeki duasından anlaşılan husustur.
[151]
Üçüncü İsteği: Bu
onun, Rabbim, ben evlâtlarımın kimini, senin Mukaddes Evi'nin yanında, ekinsiz
br vadiye yerleştirdim" şeklindeki duasından anlaşılan husustur. O halde
onun, ifadesinden maksat, "Zürriyetimirı kimini"dir. Bu da. İsmail
(a.s) ile ondan boğanlardır. *\j* kelimesi Mekke vadisine işaret
etmektedir. tabiri üzerinde ziraat ve
ekin namına hiçbir şey bulunmayan, demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "tenakuz
ve ihtilâftan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur'ân olarak" (Zümer, 28) ayeti
gibidir. Bu, "Kendisinde herhangi bir eğrilik, tenakuz Bulunmayan"
anlamındadır.
[152]
ifadesine gelince:
Alimler, o 'ev'e, "Muharrem" (mukaddes) denilmesi hususunda da şu
izahları yapmışlardır:
1) Allah Teâlâ oraya sataşmayı ve orayı hafife
almayı haram kılmış, oranın saygınlığından dolayı da, onun etrafını haram
kılmıştır.
2) Orası,
tıpkı hakkı, kendisinden uzak durulmak olan haram kılınmış bir şey gibi devamlı
bir şekilde aziz ve kendisine saygı duyulan bir yer olagelmiştir.
3) Oraya
"Muharrem" vasfı verilmiştir; zira orası, içerisinde saygısızlık
edilmesi helal olmayan; saygınlığı büyük olan muhterem bir yerdir.
4) Orası,
Tûfan'dan uzak kalmıştır. Yani, Tufan oraya uğrayamamıştır. Zira o, Tûfan'dan
uzak kalıp da Tufan kendisine hükümran olamadığı için el-Atîk (hür.azâde) diye
adlandırılmıştır.
5) Allah
Teâlâ, oraya varanlara, daha önce kendilerine helâl olan birtakım şeyleri
kendilerine haram etmelerini emretmiştir.
6) Allah gökleri ve yeri yaratırken, Ev'in
yerini haram mıntıka kılmış ve onun
etrafını yedi melek kuşatmıştır. Bu, tıpkı, Hz. Adem'in yapıp da, derken
yedinci semâya kaldırılan Beyt-i Ma'mûr gibidir.
7) Allah
Teâlâ kullarına, oraya kan, pislik ve diğer şeyleri yaklaştırmalarını haram
kılmıştır.
[153]
Rivayet olunduğuna
göre Hacer, Sâre'nin cariyesi idi. Derken Sâre, Hacer'i İbrahim (a.s)'e hibe
etti. Hacer de İbrahim (a.s)'e. İsmail (a.s)'i doğuruverdi. Bunun üzerine Sâre:
"Ben Allah'ın, bana dostu, hatîli olan İbrahim'den bir çocuk vermesini
beklerdim; ama O, onu bana vermedi, onu hizmetçime verdi" dedi. Yine Sâre,
İbrahim (a.s)'e, "onları benden uzaklaştır" dedi; bunun üzerine de
İbrahim (a.s) onları, İsmail daha memede iken Mekke yöresine götürüp bıraktı.
Geriye dönerken, Hacer: "Bizi kime bırakıyorsun?" deyince de, İbrahim
(a.s): "Allah'a" cevabını verdi. Sonra da, "Va Rabbi, ben
evlatlarımdan kimini, senin Mukaddes Evinin yanında, ekinsiz bir vadiye
yerleştirdim" diye duâ etti. Daha sonra da, hem Hacer, hem de çocuk
susadtlar. Derken Hacer, çocuğunu, zemzemin fışkıracağı yere getirdi. Çocuk,
ayağıyla vurdu, bunun üzerine oradan su kaynamaya başladı. İşte bundan dolayı
Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah, ismail'in annesine merhamet etsin. O acele
etmeseydi zemzem,fışkıran, kaynayan bir göze olacaktı"[154]
buyurmuştur.
[155]
İbrahim (a.s), Hz.
İsmail büyüdükten sonra tekrar Mekke'ye döndü, İsmail ile re-aber Kâ'be'nin
temellerini yükseltmeye başladılar. Kâdî şöyle demiştir: "Bu 'ayetlerde
ele alman hususların çoğunun gerçekle ilgisi yoktur. Çünkü İbrahim n, Hacer ile
oğlu İsmail'i, Sâre'nin sözünden dolayı Şam beldesinden başka r ' beldeye
götürmesi mümkün iken, yiyecek ve içecek bulunmayan herhangi bir yere götürüp
bırakması caiz değildir. Ancak ne var ki biz, "Allah Teâlâ'nın, İbrahim
'(a.s.)'e. orada su ve yiyeceğin bulunacağını bildirmiş olması
müstesnadır" deme ^-'umumuz başka. Ben derim ki: Zemzem suyunun zuhur
etmesinin, Hz. İsmail (a.s)
bir "İrhâs"
[156]
olması muhtemeldir. Bu bize göre caizdir. Mu'tezile, bunu kabul . Mu'tezile'ye göre
bu, Hz. İbrahim'in bir mucizesidir.
[157]
Daha sonra
"Rabbimiz, namaz kılsınlar diye..." buyurmuştur.
'daki lâm harfi, fiiline mütealliktir. Bu, "Ben,
zürriyetimden bk kısmını, namaz kılsınlar diye iskân ettim" demektir ki,
bu zürriyetinden bir kısmı da İsmail ie onun çocuklarıdır. Yani, "Ben
onları, üzerinde hiç ekin bulunmayan o vadiye, namaz kılsınlar diye
bıraktım" demektir.
[158]
Daha sonra İbrahim
"Artık sen, insanlardan bir :nm gönüllerini onlara meylettir"
demiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Esmaî
şöyle der: "Bir şey, yukardan aşağıya düştüğünde •j* <Jj& >jy
denilir. ^$\ şj# tabirinin manasının, "Onları sever, arzular"
şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, buna "onlara koşar",
"onlara varır gelir", "onlara akıp gider, iner" manaları da
verilmiştir. Nitekim, yukardan aşağı yuvarlanıp düştüğünde, Taş dağın başından
yuvarlandı (hevâ); yine dağın başından indiğinde, "Adam indi... (hevâ)"
denilir.
İkinci Bahis: Bu dua,
hem dini hem de dünyayı içine alan, kapsayan bir duadır. Dini içine almasına
gelince, buna insanların, o beldeye Allah'a olan bağlılıkları ve taatları
sebebiyle gitmeye meyletmeleri girer. Dünyayı da içine almasına gelince, Duna
da, ticaret etmek gayesiyle, insanların ellerinde bulunan şeyleri oradaküere
götürme hususundaki arzulan girmektedir. İşte bu meyilden dolayıdır ki,
oradakilerin geçimleri bol olur, yiyecekleri ve giyecekleri de çok olur.
Üçüncü. Bahis:
Mine'n-nâs ifadesindeki min, ba'ziyyet ifade eder. Buna göre mana,
"İnsanların bazılarının gönüllerini onlara meylettir" şeklinde olur.
Mücahtd, "şayet İbrahim (a.s) "insanların gönüllerini" demiş
olsaydı, Farslılar, Bizanslılar, Türkler ve Hintliler orada toplanırlardı"
derken, Said ibn Cübeyrde "İbrahim (a.s) şayet, "insanların
gönüllerini" demiş olsaydı, yahüdî, hıristiyan ve mecusiler de hacc
yaparlardı. Ancak ne var ki İbrahim (a.s), "insanlardan bazılarının
gönüllerini" demiştir ki, bunlar müslümanlardır" demektedir.
[159]
Daha sonra Hz. İbrahim
"Onları, bazı meyvelerle nzıklandır" demiştir. Bu hususta iki bahis
vardır:
Birinci Bahis: Hz.
İbrahim "meyveleri onlara rızık olarak ver!" dememiş, aksine
"onları meyvelerden rızıklandır" demiştir ki, bu da Hz. İbrahim'in bu
duâsıyla kastettiği şeyin, bazı meyvelerin onlara ulaşması olduğuna delâlet
eder.
İkinci Bahis: Onlara
mahsullerin ulaştırılmasından maksadın, o mahsullerin onlara ticâret yoluyla
ulaştırılması muhtemel olduğu gibi, bundan muradın, oraya yakın köyleri, onlardan
meyve elde etmek için, imâr ve mamur etmek olması da muhtemeldir.
Daha sonra
"umulur ki şükrederler" demiştir ki. bu da, aklı olan kimsenin dünya
menfaatlarından maksadının, ibâdetleri yerine getirmek ve tâatlan ifâ etmek
için o şeyleri kullanmak olduğuna delâlet eder. Çünkü, İbrahim (a.s), onların
namazlarını kılabilmeleri ve dinî vazifelerini ifa edebilmeleri için Allah'tan
çoluk çocuğuna dünyevî menfaatleri kolaylaştırmasını talep ettiğini beyân
buyurmuştur.
[160]
Dördüncü İsteği; Onun,
"Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de, acıladığımızı da, şüphe yok ki sen
bilirsin" demesidir.
Bil ki, İbrahim {a.s)
Allah'tan, dünyevî menfaatleri çoluk çocuğuna kolaylaştırmasını ve müyesser
kılmasını isteyince, kendisinin, gelecekte işlerin neticesinin nereye
varacağını bilemediğini, onları bilenin ve onların sırlarını kuşatanın Allah
olduğun j belirterek, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de, açıkladığımızı da,
şüphe yok ki sen bilirb'n'' demiştir. Bu, "Sen bizim maslahatlarımızı da,
hallerimizi de ve bizden sâdır olar, menfaatleri de bilirsin" demektir.
Bunun "Oğlum İsmail'den ayrı oturmamız sebebiyle karşılıklı olarak
duyduğumuz teessürü ve açığa vurduğumuz feryadı bilirsin" manasına geldiği
ileri sürüldüğü gibi; bunun, "Kalbimizde karar kılan hüznümüzü gizlememizi
ve (kendisiyle Hacer arasında geçen şeyi kastederek) açığa vurduğumuz şeyleri
bilirsin" manasına geldiği de söylenmiştir. Çünkü, Hacer İbrahim'e,
vedalaşırken, "bizi kime bırakıyorsun!" demişti de, o da:
"Allah'a
bırakıyorum" cevabını vermişti.
Hacer: "Allah mı bunu sana emretti?" deyince de, İbrahim:
"Evet" demiş; Hacer de: "o halde biz korkmayacağız"
demişti.
Daha sonra İbrahim
(a.s): "Zaten yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz"
demiştir. Bu hususta iki görüş oulunmaktadır:
a) Bu, Allah
Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'i tasdik için îrâd etmiş olduğu bir sözdür. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Bunlar da böyle yapacaklardır" (Nemi, 34) ifadesi
gibidir.
b) Bu da,
Hz. İbrahim (a.s)'in sözüdür. Bu, "Gaybın âlimi olan Allah'a, herhangi Dir yerde
herhangi bir şey
saklı kalmaz" demektir.
ifâdesindeki min, istiğrak ifâde edip, buna göre sanki, "Allah'a, hiçbir
şey saklı kalmaz" denilmek stenmiştir.
[161]
Daha sonra İbrahim
(a.s) "Bana. ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve îshak'i bahşeden Allah'a
hamdohun" demiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bil ki
Kur'ân, Allah Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'e bu iki çocuğu yaşlı ve ihtiyarken
verdiğine delâlet etmektedir. Ama, Hz. İbrahim'in o günkü yaşının ne kadar
olduğu hususu Kur'ân'dan anlaşılmamaktadır. Bu hususta ancak, rivayetlere
başvurulur. Bu cümleden olarak, Hz. İsmail doğarken, Hz. İbrahim'in yaşının
doksandokuz; İshak doğarken de yüzyirmiiki olduğu iteri sürüldüğü gibijsmail
(a.s) doğarken, Hz. İbrahim'in yaşının altmışdört, İshak (a.s) doğarken de
doksan olduğu da ileri sürülmüştür. Said İbn Cübeyr'in: "Hz. İbrahim'in,
ancak yüzyirmiyedi yaşından sonra çocuğu olmuştur" dediği rivayet
edilmiştir. Hz. İbrahim özellikle, 'ihtiyarlığıma rağmen" ifadesini
kullanmıştır. Çünkü, o yaşta çocuk vererek tütufta bulunmak, o zamanın çocuktan
ümidin kesildiği bir zaman olması bakımından büyük bir lütuftur. Ümit kesildiği
bir zamanda, insanın umduğunu elde etmesi, nimetlerin en büyükierindendir. Bir
de o gibi ileri yaşlarda bir çocuğun meydana gelmesi, Hz. İbrahim (a.s) için
bir mucizedir.
Buna göre eğer,
"İbrahim (a.s) bu duayı Hz. İsmail ve annesi Hacet 'i o vadiye
yerleştirirken yapmıştır. O vakitte henüz, İshâk (a.s) doğmamtştt. Şu halde
nasıl olmuş da "Bana, ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve İshak'ı bahşeden
Allah'a hamdolsun" diyebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kadî
şöyle demiştir: "Bu delil, İbrahim (a.s)'tn bu sözü duasının peşinden
değıt de, başka bir zamanda söylemiş olmasını gerektiriri Şöyle de denilebilir:
"Her ne kadar rivayetlerin zanin, bunun hilâfına olsa da. Hz. İbrahim bu
sözü, İsmail büyüyüp İshak da doğduğu ranan söylemiştir."
İkinci Bahis:
Ale'l-kiber (ihtiyarlığıma rağmen) ifadesindeki alâ harfi, (ile) manasındadır. Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Benim
yaşlılığımı görmenizle birlikte (ey kadınlar), ben, omuz kürek kemiğimin hangi
sebepten ötürü yenildiğini (ihtiyarladığını) da bilmekteyim!' Ale'l-kiber
ifadesi hal yerinde kullanılmış bir tabir olup manası "Ben yaşlı iken de
veren, esirgemeyen" biçimindedir.
Üçüncü Bahis: Bu
bahis, İbrahim (a.s)'İn, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de açıkladığımızı da
şüphe yok ki sen bilirsin. Zaten, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli
kalmaz" ifadesiyle, "Bana, ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve Ishak'ı
bahşeden Allah'a hamdolsun" ifadesi arastndaki münasebet hakkındadır. Bu
münasebet şudur: Sanki, Hz. İbrahim'in kalbinde, Allah'tan, ölümünden sonra,
hem o iki çocuğuna, hem de onların zürriyetine yardım etmesini talep etme
arzusu vardı; ancak ne var ki o, bu arzusunu açıkça ifade etmemiş, tam aksine,
"Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de açıkladığımızı da, şüphe yok ki sen
bilirsin" demiştir ki, bu "Sen, bizim kalblerimizdekini ve
içimizdekini bilirsin" demektir. Daha sonra da o, "Bana, ihtiyarlığıma
rağmen İsmail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun"demiştir. Bu da,
İsmail ve İshak'ın, Hz. İbrahim'in ölümünden sonra, yaşamaya devam ettiklerine
ve Hz. İbrahim'in bu ikisi sebebiyle meşgul olduğuna açık bir biçimde delâlet
etmektedir. Binâenaleyh bu, İbrahim (a.s)'in ölümünden sonra İsmail ve İshak'a
hayırların ve ilâhî lütufların ulaşması için imâ yoluyla yaptığı bir duadır. Bu
da, duaya ihtiyaç duyulduğunda, Cenâb-ı Hakk'ı medh ü sena ile meşgul olmanın,
duâ etmekten daha üstün olduğuna delâlet eder. Nitekim Hz. Peygamber, Rabbinden
nakletmiş olduğu bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak, "Kimi, beni zikretmek,
benden istemekten ahkoyarsa, ona. isteyenlere verdiğim şeyden daha iyisini
veririm" buyurmuştur.
Daha sonra İbrahim
(a.s) ''Çünkü benim Rabbim, duayı elbette işitir" demiştir.
Bil ki İbrahim (a.s),
o duayı açık ve net olarak değil de, kapalı ve rumuzlu bir biçimde yapınca,
"Çünkü benim Rabbim, duayı elbette işitir" demiştir. Yani, "O,
ister ben onu açıkça belirteyim, isterse belirtmeyeyim, maksadımı
bilendir" demektir. "Duayı işitendir" ifadesi, melik, bir
kimsenin sözüne değer verip onu kabul ettiği zaman söylenilen "Ktral,
falancanın sözünü duydu,dinledi" deyiminden alınmıştır. "Allah,
kendisine hamdedeni duydu, (kabui etti)" ifadesi de böyledir.
[162]
Beşinci İsteği: Onun,
"Yâ Rabbi, beni dosdoğru
namaz kılan eyle.
Zütriyetimden de (böyle namaz kılanlar yarat)" demesidir. Bununla ilgili
birkaç mesele vardır:
[163]
Alimlerimiz, bu ayetle,
kulların fiillerini Allah'ın yarattığı
hususunda
istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı
Hakk'tn, Hz. İbrahim (a.s)'den naklen, "Beni de
oğullarımı
da putlara tapmaktan uzak tut"
(ibrahim. 35) ifadesi, menhiyyâtı bırakmanın ancak Altah'dan olduğuna; onun,
"Ya Rabbi, beni dosdoğru namaz kılan eyle. Zürriyetimden de (böyle namaz
kılanlar yarat)" ifadesi de, emredilenleri yapmanın da, yine Allah'dan
olduğuna delâlet eder ki bu, Hz. İbrahim'in, bütün bunların Allah'dan olduğu
hususunda ısrarlı ve kararlı olduğunu açıkça ifade eder.
[164]
Bu ifâdenin takdiri,
"Ya Rabbi, zürriyetimin. bir kısmını da
böyle yap"
şeklindedir. Çünkü ifadesindeki min, kısmîlik içindir. Hz.
İbrahim, bu kısmîliği ve ba'ziyyeti,
Cenâb-ı Hakk'ın ona,
zürriyeti içinde bir grup kâfirin bulunacağını bildirmesiyle öğrenmişti ki, bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler ahdime eremez" (Banara, 124)
buyruğudur.
[165]
Altıncı İsteği: Hz.
İbrahim, bahsedilen talepleri hususunda Allah'a dua edince,
masını kabul
etmesi hususunda da O'na yalvarıp
yakararak
E
i.Rabbimiz, duamızı kabul et" demiştir. İbn Abbas, "Hz. İbrahim'in bu
dileğinde
seçen dua sözüyle,
"ibâdetlerimi" manasını kastettiğini, bunun delilinin ise, "Sizi
Allah'tan başka taptıklarınızı bırakıp
çekiliyorum" (Meryem, 48) ayeti olduğunu
söylemiştir.
[166]
Yedinci İsteği:
Onun, Rabbimiz, hesabın
görüleceği gün, beni, ana-babamı ve bütün iman edenleri " sözüdür. Bununla
ilgili iki mesele vardır:
[167]
Bir kimse, "Mağfiret talebinde bulunması, ancak bir
günahın işlenmesinden sonra olur. Şu halde, bu ifâde, Hz.
İbrahim'den bir
günahın sudur ettiğine delâlet eder. Şayet
o,
Allah Teâlâ'nın bağışlayacağını kesinkes biliyor idiyse,
O halde daha nasıl, tahakkuk edeceği kesin olan bir
şeyi elde etmeyi talep etmiştir?" z .ebilir.
Cevap: Bundan maksat,
Allah'a iltica etmek ve O'nun fazlı, keremi ve rahmeti -a'iç. her şeyden arzu
ve isteği kesmektir.
[168]
Şayet bir kimse:
"O, ebeveyni kâfir olduğu haide, onlar için naşı! mağfiret talebinde
bulunabilmiştir?" derse, buna birkaç yönden cevap verilebilir:
1) Kâfir
olan ebeveyn için mağfiret talebinde bulunulmama
meselesi, ancak
tevkîfîlikle (Allah'ın bildirmesiyle) bilinebilecek bir husustur. Binâenaleyh,
İbrahim (a.s) belki de, bu hususta herhangi bir men emri, yasaklama almamış;
bundan dolayı da bunun caiz olacağını sanmıştır.
2) Ayetteki, "Anne ve babamı" sözüyle,
Hz. Adem ve Havva'yı kastetmiştir.
3) Bu, müstüman olmak şartına bağlıdır.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Durum, şayet böyle olsaydı, o istiğfar batıl olmazdı. O, batıl
olmazsa, HakTeâlâ'mn, "Yalnızibrahim'in, babasına, "senin
bağışlanmanı isteyeceğim" demesi müstesna" {Mümtehine. 4) sözü batıl
olur," Bazıları da, Hz. İbrahim'in annesinin müsfüman olduğunu; işte
bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'm, "Fakat onun Allah'ın bir düşmanı olduğu
kendisince besbelli olunca, o, ondan uzaklaştı" (Tevbe, 114) ifâdesinde,
özellikle babası zikredilmiştir. Allah, en iyisini bilendir.
İbrahim (a.s)'in,
"hesabın görüleceği gün "sözüyle ilgili olarak da şu iki açıklama
yapılmıştır:
1) Bu ifadedeki yekûmu kelimesi manasında olup, "Bir kimsenin ayakları
üzere durması, kaim olması" ifadesinden alınmıştır. Bunun böyle olduğunun
delili, Arapların "savaş, bacakları üzere kalktı, başladı ve kızıştı"
deyimidir. Bunun bir benzeri de Arapların, "Aydınlattı, ışığı
sabitleşti" manasında olmak üzere, denitmesidir. Buna göre sanki güneş,
ayağı üzerine kalkmış ve dikilmiş demektir.
2)
Hesap kelimesinin, yekûmu fiilinin faili
olması mecazî olup, esasen hesap verecek olan kimselerin kıyamı ve ayağa
kalkması kastedilmiştir. Bu "şehre sor"(Yusuf. 82) ayeti gibidir.
Yani, "oranın halkına sor" demektir. Allah en iyisini bilendir.
[169]
"O zalimlerin
yaptıklarından Allah'ı gafil zannetme sakın! O bunları ancak,
öyle bir gün için geciktiriyor ki, gözler belerip
kalacaktır. Hepsi de başlarını
dikerek
koşacaklardır. Gözleri, kendilerine bile dönüp bakamayacak.
Kalplerinin içi ise,
bomboştur"
(İbrahim, 42-43).
[170]
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhidin delillerini beyan edip, sonra da, İbrahim (a.s)'in
kendisinden onu şirkten korumasını, salih amellere
muvaffak kılmasını, Kıyamet
gününde kendisine
rahmet ve mağfiretini tahsis etmesini istediğini anlatınca, bundan
sonra, hem Kıyametin varlığına, hem de o günün
vasıflarına delâlet edecek olan
hususları
beyan buyurmuştur.
[171]
Kıyametin varlığına
delâfet eden şeye gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zalimlerin
yaptıklarından Allah'ı gafil zannetme sakın!" buyruğudur ki, bundan maksat
şu hususa dikkat çekmedir: Allah Teâlâ, şayet mazlumun hakkını zalimden
almayacak olsa, o zaman Allah'ın, ya o zalimden "îoe'Siz olması, yahut
cezalandırmaktan aciz olması,veyahut da o zalimin zulmüne naşı gerekir. Gerek
gaflet, gerek acziyyet, gerekse zulme rıza göstermek Allah -acunda imkânsız
olunca, O'nun mazlumun hakkını zâlimden almaması da imkânsız[172]
Buna göre tŞer
"Hz. Peygamber'in, Allah'ı, gafletle vasfedilmiş olarak sanması nasıl
uygun düşer?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:
1) Bununla,
onun, Allah'ın hiçbir şeyden gafil olmadığı inancı üzere sabit kadem devam
etmesi kastedilmiştir. Bu, (onun hakkında) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın
müşriklerden olma. Allah ile birlikte başka tanrı (edinip) tapma!"(Kasas.
87-88) ve "Ey iman edenler... iman ediniz"(Nisa, 136) ayetlerinde
olduğu gibidir.
2) Bundan maksat, Allah'ın, intikam almaması
halinde, bu intikam almayışın,
O'nun o zulümden
habersiz olmasından dolayı olacağını beyan etmektir. Böyle bir gafletin
imkânsız oluşu, herkes tarafından bilinen bir husus olunca, hiç şüphesiz
cezasını vermeme de imkânsız olmuş olur.
3) Bununla,
"Sen Allah'ın, onların yaptıklarından habersiz olan kimsenin yaptığı
muamele gibi onlara muamele edeceğini sanma! Ancak ne var ki, Allah onlara,
onları gözetleyen, en ufacık ve önemsiz şeylerden dahi hesaba çeken
kimselerin muameleleri gibi muamele edecektir" manası
kastedilmiştir.
4) Bu söz,
zahiri itibariyle Hz. Peygamber'e yöneltilmiş bir hitap ise de, gerçekte
ümmetine yapılmış olan bir hitaptır. Süfyân İbn Uyeyne'nin: "Bu, mazlum
için bir teselli, zalim içinse bir tehdittir" dediği rivayet edilmiştir.
[173]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o zalimlerin cezasını, birtakım sıfatlarla nitelenmiş olan bir güne
ertelemiş olduğunu beyan buyurmuştur:
Birinci Sıfat: O
günde, o gözler belerip kalacaktır. Gözler, açık kalıp, hiçbir tarafa
kıpırdayamadığı esnada, denilir. Gözlerin belermesi, hayretin ve dehşetin insanı
kuşattığına, artık mecalin kalmadığına delâlet eder,
[174]
İkinci Sıfat: Ayetteki
muhtiîn kelimesinin ifâde ettiği husustur. Bu kelimenin ne demek olduğu
hususunda şu dört görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: Ebu
Ubeyde, bu kelimenin manasının "koşmak" olduğunu; nitekim Arapça'da,
deve hızlı biçimde yürüdüğünde, 'denilir
demiştir. Bu izaha göre ayetin manası şöyle olur: "Gözleri, korkunun
şiddetinden dolayı belerip kalan kimsenin genel durumu, onun kalakalması,
çakılıp kalmasıdır." Böylece Allah Teâlâ, onların halinin, alışılmışın
dışında olduğunu; zira onların, gözlerinin belermesine rağmen yine o belâya
doğru hızlıca koştuklarını beyan buyurmuştur.
İkinci Görüş: Ahmed
İbn Yahya, bu kelimenin, "zillet ve korku içinde, çaresiz olarak bakan
kimse" anlamına geldiğini söylemiştir.
Üçüncü Görüş: Bu
kelime, "susup kalan, artık birşey söyleyemeyen kimse" anlamındadır.
Dördüncü Görüş: Leys
şöyle der: "Arapça'da bir kimsenin bakışları soğuyup zillet içinde
kaldığında, buna, "ehte'a" denilir."
Üçüncü Sıfat,
kelimesidir. İkna', başı kaldırarak, zillet ve korkuyla bakmaya denilir. O
halde, Hak Teâlâ'nın ifâdesinin anlamı, "Başlarını kaldırarak,
dikerek" anlamındadır. Bu, "Belâyı ve sıkıntıyı görüp de müşahede
edenler, genellikle, o sıkıntıyı görmemek için
başlarını eğerler. Böylece Allah Teâlâ, onların halinin, bu alışılmışın dışında
olduğunu; (onların başlarını eğmeleri gerekirken), maşlarını kaldırdıklarını,
diktiklerini beyan buyurmuştur.
Dördüncü Sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın "Gözleri, kendilerine bile öp bakamayacak"
ifadesidir. Bu sıfatla, o belerme işinin devamlı olduğu kastedilmiştir. O
halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde gözler belerip kalacaktır" tavsifi,
du belermenin devamlı olduğunu göstermez. Ama, "Gözleri, kendilerine bile
dönüp bakamayacak" ifadesi ise, bu belermenin devamlı olduğunu gösterir
ki, bu da, onların naiplerindeki hayret ve şaşkınlığın devamlı olduğuna delâlet
eder.
Beşinci Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kalplerinin içi ise
bomboştur" ir. Hevâ, maddelerin ve kütlelerin işgal etmediği boşluk
demektir. Daha sonra ûu kefime, bir sıfat kabul edilerek, her şeyden halî ve
gücü ve kuvveti de tatmadığında, "Falancanın kalbi bomboştur" denilir
ki, bununla, O kâfirlerin kalplerinin, Kıyamet gününde, onları saran dehşet ve
hayretin yüklüğünden dolayı, bütün hatıra ve düşüncelerden; onların başına
gelen ikâb ve sezadan ötürü her türlü ümit ve arzudan; ve onlardaki hüzün ve
kederin çokluğundan da her türlü sevinçten uzak olması kastedilmiştir.
Bu beş sıfatı bu
şekilde anlayıp bildikten sonra, bil ki âlimler, bunların ne zaman Tahakkuk
edeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bunların, îbeye
çekilirken tahakkuk edeceği belirtilmiştir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın
statları, o günü "hesabın görüleceği gün" diye vasfetmiş olmasının hemen
in getirmiş olmasıdır. Bunların, gruplar birbirinden ayrılıp da, böylece mutlu
cennete; şakilerin de cehenneme gittikleri zaman tahakkuk edeceği gibi, bunların İsrafil'in çağrısına icabet
edilip kabirlerden kalkıldığında jlk edeceği de ileri sürülmüştür. Birinci
görüş, bahsettiğimiz delil sebebiyle evlâdır. Allah en iyi bilendir.
[175]
"insanlara, o
azabın kendilerine geleceği günün tehlikesini anlat ki, o
zalimler: "Ey Rabbimiz, bizi yakın bir zamana
kadar beklet de senin davetine
icabet edelim.
Peygambere tâbi olalım" diyeceklerdir. Halbuki daha evvel siz,
kendinize, ''Hiçbir zeval yoktur" diye yemin
etmediniz miydi? Siz, nefislerine
zulmedenlerin
diyarında da yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız, sizin için
apaçık meydana çıktı. Size, birçok misaller de
gösterdik"
(İbrahim, 44-45).
Bil ki Allah
Teâlâ'nın, 'İnsanlara, o azâbm kendilerine geleceği gün..." buyruğu ile
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Keşsâf
sahibi "bu ifâdenin, enzir fiilinin ikinci mef'ûlü olduğunu; bu günün de
Kıyamet günü olduğunu" söylemiştir.
İkinci Bahis: el-Azâb
kelimesinin başındaki eliflâm, ahd ifâde eder... Yani, "insanları,
kendilerine, daha önce bahsedilen gözlerinin belermesi ve başlarını dikerek
belâya doğru koşmaları azabının geleceği günden sakındır" demektir.
[176]
Üçüncü Bahis:
"İnzflr", zararlı şeylerin geleceğini bildirerek, korkutmak demektir.
Müfessirler, Hak Teâlâ'nın, "o azabın kendilerine geleceği gün"
buyruğundan Kıyamet gününün kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu
Müslim bunu, o azabın gelmesi manasına değil de, görülmesi manasına
hamletmiştir ki, ayetin zahiri bu mananın aksine delâlet eder. Çünkü Allah o
günü, onlara azâblarının gelmesi ve onların da, dünyaya dönmeyi arzu ettikleri
bir gün olarak
vasfetmiştir. İşte bu sebeple onlara da,
"Halbuki daha evvel siz, kendinize "Hiçbir zeval yoktur diye yemin
etmediniz miydi?" denilmiştir ki bu söz, ancak Kıyamet gününe uygun düşer.
Ebu Müslim'in delili şudur: O der ki: Bu ayet, "Herhangi birinize ölüm
gelip de, "Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar gecikdirseydin de
sadaka verip dursaydım"(Mümükûn 10) ayetine benzer.
[177]
Daha sonra Allah Teâlâ
o günde o kâfirlerin ne dediğini naklederek, "o zalimler: "Ey
Rabbimiz, bm yakın bir zamana kadar beklet de, senin davetine icabet edelim.
Peygamberlere 'âb: olalım" diyeceklerdir" buyurmuştur. Alimler
"bizi yakın bir zamana kadar beklet..." ifâdesi ile ne kasdedildiği
hususunda ihtilaf etmişler ve bazı alimler: "Onlar, :-iyada yapamadıkları
şeyleri telafi etmek için dünyaya dönmeyi isterler" demiş, banları da,
"Haytr, onlar teklif hâline dönmeyi istemişlerdir" demiştir. Bu
ikincilerin Defcii, onların, "Senin davetine icabet edelim, peygamberlere
tâbi olalım" şeklindeki sözleridir. Ebu Müslim'in görüşüne göre, ayetin
manası açıktır.
Cenâb-ı Hak onlara
cevap vererek, daha evvel siz, kendinize, "Hiçbir zeval yoktur" diye
yemin etmediniz miydi" buyurmuştur ki, bunun manası, Allah Teâlâ'nın bir
başka ayetinde, yani,
'Onlar, "Ölecek
kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca yeminleriyle, Allah'a
arxfetfi7er"(Nahi,38) ayetinde bahsedilen husustur. Onlar, Kıyameti inkâr
hususunda dana değişik şeyler ileri sürmüşlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, onların kalbierini r- sözle hoplattı. Çünkü böyle korkutma, daha
kuvvetlidir. "Hiçbir zeval yoktur" -aaesine gelince, onların,
"Bu hayattan bir başka hayata, bu dünyadan mücâzât
reza) dünyasına geçersek,
bizim için bir zeval olmayacaktır" demiş olmalarında biz^e yoktur. Yoksa
onlar, hayattan ölüme, gençlikten ihtiyarlığa, fakirlikten zenginliğe geçişi
inkâr etmiyorlardı.
[178]
Cenâb-ı Hak,
nefislerine zulmedenlerin ı . arında da yerleştiniz" buyurarak onlan daha
çok korkutmuştur. Bu, "Siz, sizden irce yaşamış olan Nuh, Âd ve Semûd
kavimleri gibi, kâfir olup, küfür ve isyan etmek ^-etiyle kendilerine yazık
edenlerin yerlerine yerleştiniz. Onların başına gelenleri gören kimselerin,
ibret almaları gerekirdi. Binâenaleyh ibret alınmadığına göre, bu, * -amayı ve
korkutmayı gerektirir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
'y "Onlara neler yaptığımız, sizin için apaçık meydana çıktı"
buyurmuştur. Bu, "Onların neticelerinin, günaha, vebale, ilahî
cezaya ve rezilliğe vardığı, sizce anlaşıldı"
demektir. Buna göre eğer "Onlar, yalanladıkları için, Alah Teâlâ'nın o
geçmiş ümmetleri helak ettiğini kabul etmedikleri halde, nasıl bunfara,
"Onlara neler yaptığımız, sizin için apaçık meydana çıktı"
denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Onlar, kendilerinden önceki o
kavimlerin, dünya peşinde koştuklarını, sonra da ölüp gittiklerini
biliyorlardı. Bu durumda, dünya peşinde koşmanın bir faydası olmadığını, esas
gereken şeyin, din uğrunda gayret göstermek olduğunu anlamışlardır. Binâenaleyh
bunu anlayana, bir korku ve endişe içinde olmak gerekir. Böylece bu durum onun
için, caydırıcı bir nitelik taşır."
Bu mana, fiili tâ ile
tebeyyene {meydana çıktı) şeklinde okuduğumuzda söz konusudur. Fakat bunu nûn
ile nubeyyinu (beyan ettik) şeklinde okuduğumuzda, bunda bir şüphe yoktur.
Çünkü bunun takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın şöyle söylemesi olmuş olur: "Biz,
onlara neler yaptığımızı, size beyân ettik." Halbuki onlar, kendilerine
beyân edilen her şeyi anlamamışlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Size birçok misaller de gösterdik" ifâdesi ile, Kur'an'da bildirdiği,
doğrudan yaratmaya kadir olduğu gibi, tekrar yaratmaya da kadir olduğunu; peşin
ceza verdiği gibi, azabı ertelemeye de kadir olduğunu göstermek için irâd
ettiği misalleri murad etmiştir. Allah'ın kitabında böyle misaller ve meseller
pek çoktur. Allah en iyi bilendir.
[179]
"Gerçekten onlar,
birtakım tuzaklar kurmuşlardı. Halbuki onların
tuzaklarından dolayı dağlar yerinden oynayıp gitmiş olsa bile, onlara
karşı
mekir (hile) de Allah katmdadır"
(İbrahim, 46).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların cezalarının nastl olacağını anlatınca, bunun peşinden de onların nasıl
tuzak kurduklarından bahsederek, "Gerçekten onlar, birtakım tuzaklar
kurmuşlardı" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[180]
Alimler, "onlar
tuzaklar kurmuşlardı" ifâdesindeki vâv (onlar) zamirinin neye râci olduğu
hususunda, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:
a) "Bu
zamir, nefislerine zulmedenlerin diyarında yerleşmiş olanlara râcidir." Bu
görüş doğrudur. Çünkü zamirin, önce bahsedilenlerden, kendisine en yakın olana
râcî olması gerekir.
b) Bununla,
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kavmi murad edilmiştir. Bunun delili, geçen ayetteki,
"insanları inzâr et" cümlesidir. Binâenaleyh bu, "Ey Muhammed,
insanları inzâr et. Çünkü kavmin, birtakım tuzaklar kurdu" demektir. Bu
tuzak, "Hani bir zamanlar o kâfirler, seni tutup bağlamak, yahut öldürmek,
yahut (zorla yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı" (Enfai,
30) ayetinde bahsedilen tuzaktır. Ayetteki, mekr "Onların tuzakları"
ifadesi, "Onların, yapmak için bütün gayretlerini sarfettikleri o büyük
tuzakları" demektir.
[181]
c) Ayette
bahsedilen tuzak ile, rivayet edilen şu şey kastedilmiştir:
Nemrud, göğe çıkmaya
uğraşmıştı. Bunun için bir tabut (sandik) yaptırdı. Bunun dört ayağına dört
kerkenes kuşu bağladı ve onları aç bıraktı. Sandığın dört köşesinin üzerinden
de herbirine bir et parçası asılan dört değnek dikti. Sonra da perdedârı ile
birlikte o sandığın içine oturdu. Kerkenesler o etleri görüp, onlara doğru
uçmaya başladılar. Bu iş üç gün sürdü. Derken Nemrud (tabutla göğe yükseldi ve)
artık dünyayı göremiyecek kadar yükseğe çıktı ve gökleri olduğu gibi gördü.
Derken üzerinde etler bulunan değnekleri aşağıya aldı ve o kuşlar aşağı doğru
uçmaya başladılar ve böylece yere indiler. İşte ayette bahsedilen,
"tuzak" budur. Kâdî şöyle der: "Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü
bunda büyük tehlike vardır. İnsan buna cesaret edemez. Bu hususta, itimâda
şayan sahih bir rivayet de yoktur. Ayeti, bu şekilde manalandırmak için herhangi
bir delil de yoktur.
[182]
Ayetteki, "Onlara
karşı mekir de Allah katmdadır" ifadesi ile ilgili şu iki izah vardır:
a) Tıpkı
öncekinde olduğu gibi, "mekr"in failine muzaaf
kılınması,
"onların mekri" manasına olması. Buna göre mana, "Onların
tuzakları, AJlah katında yazılmıştır. O, bu tuzaklara karşı onlara, daha büyük
bir tuzakla karşılık ceza) verecektir" şeklindedir.
b)
"Mekr"in mef'ûlüne muzaaf kılınıp, "Onlara yapılan mekir"
manasına olması.. Buna göre mana, "onlara Allah'ın yapacağı mekr, Allah
katmdadır" şeklinde olur. bu mekr, onların hakettikleri azabtır. Allah bu
azabı onlara, hiç ummadıkları bir şekilde verecektir.
[183]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Onların tuzaklarından dolayı dağlar yerinden oynayıp gitmiş olsa bile''
ifâdesine gelince, bil ki sadece Kisâî, birinci lamın fethası ve ikincisinin
ötresi ile fiili, le tezûlü şeklinde okumuş; diğer kıraat imamları ise,
birincisinin kesresi, ikincisinin nasbi ile
tezûle şeklinde okumuşlardır.
Birinci kıraate göre
ayetin manası, "Onların tuzakları, kendisinden ötürü dağlar yerinden
oynasın diye hazırlanmıştı" şeklinde olur. Bundan maksat, bunun olacağını
söylemek değil, aksine işin büyüklüğünü ve korkunçluğunu bildirmektir. Bu
tıpkı, "Bu (sözden) dolayı nerdeyse gökler parçalanacak"(Meryem, 90)
ayetinde olduğu gibidir.
İkinci kıraate göre
ise, ayetin manası şöyle olur: "Buradaki in edatı, ma manasına olup,
kendisinden sonra gelen meksûr lâm ile de fâm-ı cuhûd (inkar) manası
kastedilmiştir. Bu durumda, o tâm'ın başına geldiği müzârî fiilin mansub olması
gerekir. Nahivciler bu lâm'a, "Lâm-ı cuhûd" adını vermişlerdir.
HakTeâ!â'nın (Ai-i imran, 179) buyruklarındaki lâm da böyledir. Ayetteki
"dağlar" sözü, hem Hz. Peygamberin, hem de İslâm dininin durumunu
gösteren (temsil) eden bir meseldir ve İslam dininin durumunun ve delillerinin,
tıpkı kök salmış dağlar gibi sabit ve sağlam olduğunu göstermektedir. Çünkü
Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed'e, dinini bütün dinlere üstün kılacağını
vaadetmiştir. Bu hususun doğruluğuna, hemen peşisıra gelen, "Öyle ise
sakın Allah, peygamberlerine olan vaadinden cayar sanma"(!brahim,47)ayeti
de delâlet eder. Bu, "Allah sanaT onlara gaüp gelip, hükümrân olacağını
vaadetmiştir" demektir. İşte buna göre ayetin manası, "Onların
tuzakları, kendisinden ötürü dağlar yerinden oynayıp gitsin için
değildir", yani "onların hile ve tuzakları, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
dininin ve şeriatının delilleri demek olan, o kök salmış dağların yerinden
oynamasından daha zayıftır" şeklinde olur. Ali ve Amr, bunu en kâne mekruhum
diye okumuşlardır.
[184]
"Öyle ise, sakın
Allah peygamberlerine olan vaadinden cayar sanma. Şüphesiz ki Allah azizdir,
intikam sahibidir"
(İbrahim. 47).
Bil ki Allah
Teâlâ,"O zalimlerin yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme"'(ibrahim,
3) buyurmuş; bu ayette ise, "Sakın Allah peygamberlerine olan vaadinden
cayar sanma" buyurmuştur ki, bundan maksadı, kendisi Kıyameti koparmayıp
mazlumların -akkını, zâlimlerden almayacak olsa, gafil olmuş olması yahut
vaadinden caymış oiması gerektiğine dikkat çekmektir. Akl-ı selimde bütün
bunların imkansız olduğu yer ettiğine göre, Allah'ın Kıyameti koparmayacağını
söylemek batıldır. Cenâb-ı -takk'tn peygamberlerine olan vaadi, "Biz,
mutlaka peygamberlerimize yardım ecfelû"<Mfl'mkı,5i) ve "Allah,
"mutlaka ben de peygamberlerim de galip geleceğiz" diye,
hükmetti" (Mücadele, 21) ayetlerinde bildirilen şeylerdir.
Eğer, denilmeli değil
miydi? Niçin ikinci mef'ûl, birinciden önce getirilmiştir?" denilirse, biz
deriz ki: Bu, Allah'ın asta vaadinden caymayacağını bildirmek içindir. Çünkü
Allah vaadinden dönmez. Hem sonra rusüleh peygamberlerine...) demiş ve bununla
şuna işaret etmek istemiştir: Herhangibir kimseye olan vaadinden caymadığına ve
vaadinden caymak da O'nun şanına yakışmadığına göre, artık nasıl olur da O, en
seçkin ve en hayırlı insanlar ofan o peygamberlere karşı yaptığı vaadinden
cayar." Bu ifâde rusul kelimesinin mecrur, vaad kelimesinin mansub okunuşu
ile, şeklinde de okunmuştur. Buna göre ifâdenin manası, "peygamberlerine
olan vaadinden caymaz" şeklindedir. Bu okuyuş, zayıflık bakımından tıpkı,
(Enam, 137) ayetinin Kıraati gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz Allah, tuzak kurulamayacak kadar azizdir, (güçlü)dür ve
dostları için, düşmanlarından intikam alandır" buyurmuştur.
[185]
"O gün ki, yer
başka bir yere, gökler de başka göklere tebdil olunacaktır. Tek
hâkim olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. O gün
günahkârların,
bukağılara vurulmuş olduğunu görürsün.
Onların gömlekleri katrandandır,
yüzlerini
de ateş bürüyücektir. Ta ki Allah herkese kazandığının cezasını versin.
Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. İşte bu -onunla
tehlikelerden
haberdâr edilsinler, O'nun bir tek tanrı
olduğunu bilsinler, akl-ı selim sahipleri
iyice
düşünüp ibret alsınlar diye- insanlara yapılan bir tebliğdir"
(îbtahim 48-52).
Bil ki Allah Teâlâ,
"Şüphesiz Allah azizdir, intikam sahibidir" deyince, ne zaman intikam
alacağını bildirerek, "O gün ki, yer başka bir yere ... tebdil
olunacaktır" buyurmuş ve o günün müthiş bir gün olduğunu belirtmiştir.
Zira göklerin ve yerlerin değiştirilmesinden daha büyük birşey olmayacağı,
herkesin kabul edeceği bir husustur.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[186]
Zeccâc: "yevme" kelimesinin
mansub oluşunu, ya "zün'tikâm" ifâdesindeki intikam
masdarının zarfı
olmasına, yahut da,
"Onlara azabın geldiği gün"
(ibrahim 44) ifâdesindeki
"yevm" kelimesinden bedel olmasına bağlamıştır.
[187]
Bil ki tebdil
(değiştirme) şu iki şekilde olur:
a)
Cevherinin (esas maddesinin) bırakılıp, Özelliklerinin
değiştirilmesi...
b) İlk
cevherinin yok edilip, yerine yeni bir cevher (esas madde) yaratılması...
Tebeddül lafzını, bir
şeyin vasfını değiştirmeyi istemek amacıyla zikretmenin caiz olduğunun delili
şudur: Arapça'da, onu eritip de mühür haline getirerek, bir şekilden başka bir
şekle naklettiğinde, halka hakkında, "Halkayı mühüre tebdil ettim"
denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere
çevirir" (Furkan. 70) ayeti de böyledir. Yine Arapça'da "Gömleğimi
cübbeye çevirdim" denilir ki, bunun manası, "Aynı şeyi, bir halden
başka bir hale naklettim" demektir. Yine, halleri ve durumları değiştiği
zaman, "Zeyd tebeddül etti, değişti" denilir. "Tebdîl"
lafzının, zâtlarda bir değişme meydana geldiğinde zikredilmesinin örneğine
gelince, bu, senin, "Dirhemleri dinarlara dönüştürdüm, tebdil ettim"
sözünde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"onları başka
derilerle değiştireceğiz" (Nisa, 56) ve
"ikişer
cennetlerinin yerine de iki bostan peyda ettik"(sebe, 16) ayetleri de
böyledir.
Sen, lafzın, bu iki mefhumdan da
herbirine muhtemel olduğunu anladığın zaman Meşin ki, ayet hakkında iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Maksat,
zâtı değil, sıfatı değiştirmektir... İbn Abbas (r-.a.) şöyle aeoıiştir:
"O, bu yeryüzüdür; ancak ne var ki onun sıfat ve halleri değişmiştir..
Binâenaleyh, dağları yeryüzünden kayıp yürüyecek, denizleri fışkırıp dümdüz
olacak, onda ne bir eğrilik ne de bir tepe görülecek!' Ebu Hureyre (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini
nakletmiştir:
Allah, arzı başka bir
arz haline getirir de, onu yayar ve debbağlanan derinin jzatûması gibi uzatır.
Artık sen orada ne bir eğrilik, ne de bir pürüz göremezsin "
[188]
Ayetteki ifâdesine
gelince, bu "Gökler de başka göklere tebdil atanacaktır" demektir.
Bu, Hz. Peygamberin tıpkı şu sözünde olduğu gibidir: yani "Ne mü'min, ne
de ahdine bağlı ahidli (zimmî) kimse bir kâfire mukabil (kısasta)
öldürülmez."[189]
Buradaki ifâde, demektir. Göklerin dönüştürülmesi, yıldızlarının saçılıp
yayılması; güneşinin örülmesi, ayının tutulması ve kapı kapı olması ile meydana
gelecektir... O bazan e^miş madenlere dönecek, bazan da kıpkırmızı deri haline
gelecektir.
[190]
İkinci Görüş: Bundan
murad, zâtını değiştirmektir. İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Bu yeryüzü,
üzerinde hiç kan akıtılmamış ve hiç günah işlenmemiş, tertemiz ve Deyaz bir
gümüş gibi olan bir yeryüzü haline getirilecektir." Bu iki görüşün de
izahı oudur. Bazı alimler, birinci görüşü benimserlerken, şunu demişlerdir:
"Çünkü Cenab-ı Hakk'ın, "O gün ki, yer başka bir yere"
ifâdesindeki arzdan murad, şu arzdır. Değişim, ona eklenen bir sıfattır,
haldir. Sıfat bulunduğunda, mutlaka mevsufun da ~ıevcût olması gerekir. "Tebeddül"le
vasfedilen arz, bu arz olunca, bu arzın, bu tebeddülün meydana geldiği sırada
bulunması ve mevcut olması gerekir. Bu arzın, : j değişim meydana geldiği
sırada kendi vasıflarıyla birlikte kalması mümkün değildir. Aksi halde,
tebeddülün meydana gelmesi imkânsız olur. O halde bakî kalanın, arzın zâtı
olması gerekir. Böylece bu ayet-i kerimenin, bakî kalanın zât, öz olduğunu
iktiza ettiği kesinlik kazanır." Bu görüşü benimseyenler, aynı zamanda
şunu da demektedirler: Kıyamet koptuğu zaman Allah zâtları ve cisimlen yok
etmez; ancak onların sıfatlarını ve hallerini yok eder.
Bil ki, şöyle
denilmesi de uzak bir ihtimal değildir: Arzın ve göklerin değiştirilmesinden
maksad, Allah Teâlâ'nın, yeryüzünü cehenneme; gökleri de cennete
dönüştürmesidir... Bunun delili ise, Cenab-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki
iyilerin kitapları illiyyîndedir"(Muiaffifîn. 18) ve "Kötülerin
kitabı, muhakkak ki "siccîn"dedir" , (Mutaffifin7) ayetleridir.
Cenab-t Hakk'ın, "Tek hâkim olan Allah'ın huzurunda
toplanacaklardır" buyruğuna gelince, biz deriz ki: ifâdesini, daha önceki
ayette (ibrahim, 21) tefsir etmiştik. Cenâb-ı Hak burada ise el-Vahidu'l-Kahhâr
sıfatlarını zikretmiştir. Çünkü mülk, bir olan, kendisine galib gelinemeyen,
makhûr ve kahrolunamayan bir Mâlik'in olunca, o zaman O'ndan başka hiç kimseden
yardım taleb edilmez ve durum da, son derece sağlam ve muhkem olur. Bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün mülk kimindir?"(Mümin,ıe>
ayeti de bunun gibidir. Hak Teâlâ kendisini Kahhâr olarak vasfedince, bundan sonra
onların acziyyet ve zilletlerini beyan etmiş ve
"O gün günahkârların, bukağılara vurulmuş olduğunu görürsün"
buyurmuştur.
[191]
Bil ki Allah Teâlâ,
onların acziyet ve zillet sıfatlarıyla ilgili olarak birkaç husus zikretmiştir:
Birinci Sıfat: Onların
bukağılara vurulmuş olması... Arapça'da, bir şeyi bir şeye bağlayıp ona
bitiştirdiğin zaman, "Karantu'ş-şey'e bi'ş-şeyl" denilir. İki şeyin
kendisiyle birbirine bağlandığı ipe ise, "el-ktrân" denilir. Kelime
burada, o kimselerin çokluğundan dolayı, çokluk ifâde eden "tefTl"
sîğastyla gelmiştir. "el-Asfâd" kelimesi ise, bağ ve bukağı anlamına
gelen, "es-safadu" kelimesinin çoğuludur.
Sen bunu iyice
anladığın zaman biz diyoruz ki: Mukarranin kelimesiyle ilgili üç vecih
bulunmaktadır:
1) Kelbi
şöyle demiştir: "Bunun manası şudur: "Her kâfir, bir şeytanla beraber
bukağıya vurulacaktır." Atfl ise, "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın (Tekvfr. n
ayetinin manasıdır. Yani, "Nefisler yakınlaştırılırlar. Allah Teâlâ,
mü'minierin neftsterinv, TÛroannı, "hûT-iîyn"e; kftfirterin nefisten
de şeytanlardan olan dostlarına yakmlaştınr "demektir" demiştir. Ben
de derim ki: Bu meseledeki aklî incelemenin hissesi ve payı ise şudur: İnsan bu
dünyadan ayrıldığı zaman, ya, nefsini kırmış, onu terbiye etmiş ve onu Allah'ın
marifetine, tâatına ve muhabbetine çağırmış olur, ya da bunu yapmaz. Daha
doğrusu bunları, bedeni lezzetlere dalmış ve vehmîve hayali haltere iltifat ve
ikbal etmiş olduğu için terketmiştir. Eğer birinci durum olursa, o zaman o
nefis bu dünyayı, ilahî huzurda bulunmaktan duyacağı mutluluk ve samedanî-ilahî
ilgi ve alakadan alacağı haz ve saadetlerle terkeder... Ama ikinci durum
olursa, o zaman o nefis, cesetler alemine meyletmiş olduğu için, duyacağı
üzüntü, hüzün ve büyük
belâlarla buradan
ayrılır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tekvır, i) ayetinden maksad da budur. Kâfir
olan nefsin şeytanı ise, batıla davet eden melekelerle fasit ve bozuk
olaylardır. İşte Atâ'nın, "Her kâfir, kendi şeytanıyta beraber olarak
bukağılara vurulur" ifâdesinden murad da budur.
2) Bundan
maksad kâfirlerin birbirlerine bağlanmalarıdır. Buna göre, bu bedbaht nefisler
ve zulmanî bulanık ruhlar, mütecanis ve birbirlerine benzedikleri için,
birbirlerine bitiştirilir, yapıştırılırlar. Onlardan her birinin zulmet,
diğerine nida eder ve, onlardan her biri, bu karanlıklar içindeki diğerine
doğru akıp gider... İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "bukağılara vurulmuş
olarak" ifadesiyle murad edilen, bu hüsranlar ve hayal arıklıktandır.
3) Zeyd İbn
Erkam şöyle demiştir: "Elleri ayaklarına bitiştirilmiş olarak bunlar,
bukağılarla boyunlarına bağlanacaklardır." Aklın bu meseledeki payı ise
şudur: "Nefs cevherinde
bulunan melekeler ancak,
uzuvlardan sadır olan
fiillerin tekrar olunmalarıyia oluşurlar. Eğer bu melekeler zulmani ve
bulanık olurlarsa, bu tıpkı, onların elleriyle ayaklarının birleştirilerek,
bukağılarla boyunlarına bağlanması rrsaline benzer
Ayetteki
"bukağılarla" ifâdesine gelince, bu hususta da iki izah şekli
bulunmaktadır:
1) Bu
kelimenin mukarranin kelimesine müteallik olması hali. Buna göre mana, 'Bukağı
ve bağlarla bağlanır, derdest edilirler" şeklinde olur.
2) Bunun, bu
kelimeye müteallik olmaması. Buna göre mana şöyle olur: Onlar, birbirlerine
yaklaştırılmışlar ve bukağılara vurulmuşlardır. Aklın buradaki payı ise, daha
önce kendisine işarette bulunduğum açıklamalardan ötürü malûmdur.
[192]
İkinci SıfatCenâb-ı
Hakk'ın, "Onların gömlekleri, katrandandır" ayetinin ifâde ettiği
husus... Serabîl kelimesi, "sirbâl" kelimesinin çoğulu olup, gömlek
anlamındadır. Katıran kelimesi hakkında ise, üç vecih bulunmaktadır: T’ınm
sükûnu ve kâfin fethası ve kesresiyle kıtran ve katran; tâ'nın kesresi ve kâfin
fethasıyla da, katırân... ebhel denilen bir ağaçtan alınan sıvı olup,
kaynatılarak uyuz develere sürülür. Böylece de, o katranın harareti ve keskinliği,
yakıcılığı ile o uyuz yakılmış olur. Bazen bunun harareti, hayvanın içine dahi
nüfuz eder. Bunun özelliği, çabuk tutuşmasıdır. Rengi siyah, kokusu pistir ve
bu, cehennemliklerin derisine sürülür. Böylece bu katran (zift), tıpkı bir
sirbâl, yani elbise gömlek gibi olmuş otur. Böylece de bu sebeble şu dört çeşit
azâb meydana gelmiş olur: Katranın yapışıp yakması, ateşin onların derilerine
çabucak sirayet etmesi, iğrenç bir renk ve pis bir koku. Hem, Kıyametin
katranıyla dünyanın katranı arasında iki ateş arasındaki fark kadar fark
bulunur. Ben derim ki, aklın bundaki payı şudur: Huh cevheri, kudsiyet
ve celâl gaybmdan çakan aydınlık bir cevherdir. Bu
beden ise, tıpkı o ruhun bir elbisesi ve gömleği gibidir. Nefs için meydana
gelen bütün elem ve acılar, ancak bu bedenden ötürüdür. O halde bu bedenin de
rûh cevherine yapışıp onu yakması söz konusudur. Çünkü şehvet, hırs ve öfke de,
işte bu sebepten ötürüdür ki ruh cevherine sirayet etmiştir. Katı, bulanık ve
karanlık olduğu için, ruhun çakmasını ve ışığını gizleyen de odur. Beden, kokma
ve kokuşmanın sebebidir. Böylece bu beden, katran ve ziftten meydana gelmiş bir
elbiseye benzemiştir.
Bazıları bu kelimeyi
Sökünde okumuşlardır ki, "katir", bakır veya eriyen kalay, ân
kelimesi ise, son derece sıcak hararetli anlamındadır. Ebu Bekr ibnu'l-Enbarî:
"O ateş, insanların bedenlerini ve üzerlerindeki bukağı ve zincirleri yok
edip helak edemediği gibi, o katranı da ortadan kaldırıp yok edemez"
demiştir.
[193]
Cenâb-ı Hakk'ın
"yüzlerini de ateş bürüyecektir" ayetinin ifâde ettiği husustur.
Bunun bir benzeri de "Kıyamet günü yüzünü o feci azâbtan kim
koruyucak?" (Zümer, 24) ve "O gün onlar yüzleri üstü ateşte
sürüklenirler"(Kamet 48) ayetleridir.
[194]
Üçüncü Sıfat: Bil ki,
tanıma veya tanımamanın, ilim veya cehaletin yeri kalb; fikir, vehim ve hayalin
yeri de, kafadır, dimağdır. Bütün bu hallerin izi ve tesiri ise, ancak yüzde
görülür. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, ikâblarının izlerinin görülmesini, bu
iki uzva tahsis etmiş, kalb için, "Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki,
onun acısı ta kalblere kadar çıkar' Hümeze,6-7)- yüz hakkında da
"yüzlerini de ateş bürüyecektir" buyurmuştur. Buradaki kelimesi,
manasındadır.
[195]
Cenâb-ı Hak, bu üç sıfattan
bahsedince, "Allah, herkese
kazandığının cezasını verir" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Bu
ayette geçen "nets" kelimesiyle, kâfirlerin nefisleri kastedilmiştir.
Çünkü, önce geçen ayetlerin ifâdeleri, iman ehli için bir ceza olmaya uygun
görünmemektedir. Ben de derim ki: Lafzı, umûmu üzere bırakmak mümkündür. Çünkü,
ayetin lafzı, Allah Teâlâ'nın, her şahsı, ameline ve kesbine muvafık olan bir
biçimde cezalandıracağına delâlet eder. O kafirlerin kesbi, küfür ve masiyet
olunca, onların cezası da, bu bahsedilen ceza ve ikâbtar olmuş olur.
Mü'minlerin kesbi de, imanları ve tâatları olduğuna göre, onlara uygun olan da,
mükafaatlandırılmalarıdır. Hem Allah Teâlâ, günahkârları günahları sebebiyle
cezalandırdığına göre, O'nun, itaat edenleri itaatleri sebebiyle
mükâfaatlandırması daha evlâ olur.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, "Şüphesiz Allah, hesabı çabuk
görendir" buyurmuştur. Bu, "Allah onlara
zulmetmez ve hak ettikleri cezadan fazlasını da vermez" demektir.
Aklın bundan payı
şudur: Zulmanî huylar, ruhanî elemlerin tahakkuk etmesinin •»-el
prensipleridir. O huyların ruhtan meydana gelmeleri, o amellerin, dünya
hayatında insanlar tarafından yapılma miktarına göredir. Çünkü ruhanî
melekeler, cevherinde ancak o fiillerin tahakkuk etmeleri sebebiyle tahakkuk
eder ve pe-pekleşirler. Böyle olması halinde o elemler de, o fiillerin azlığına
çokluğuna, gine ve zayıf oluşlarına göre değişir ki, bu da bir nevi hesabtır.
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "İşte,
bu insanlara yapılan bir "
buyurmuştur. Yani, "Bu öğüt ve va'z-u nasihat, insanlara tebliğ
edilmiştir, yani bu, öğüt olarak yeter" demektir. Daha sonra alimler, haza
zamirinin neye raci olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
bunun, Kur'an'ın tamâmına r- işaret olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun,taksine
bu sûreye işaret olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, bu sûredeki ^Utî *İİI jr-^
*jfj (ibrahim, 42) ayetinden bu âyetteki (ibrahim. sı> ayetine kadar olan
kısma işaret olduğu da ileri sürülmüştür.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onunla tehlikelerden haberdar edilsinler ı .e" buyruğuna gelince,
bu, hazfedilmiş olan bir kelimeye atfedilmiş olup, kelamın takdiri
"Nasihat alsınlar ve onunla da, tehlikelerden sakındırılsınlar şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onun bir insan olduğunu bitsinler, atd-ı selîm sahipleri iyice düşünüp
ibret alsınlar diye" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[196]
Biz bu kitapta
defalarca, insanî ruhların, şu şekilde iki şubesi olduğunu söylemiştik:
Birinci Şube: Bu,
nazarî ve fikrî kuvvet ve onun, mevcudatı
bütün
kısım, cins ve türleriyle tanımadaki mükemmelliğidir. Böyle olan nefis,
kendisinde
melekûtun kudsiyyetinin tecelli ettiği ve Lâhûtun celâlinin zuhur ettiği bir
ara gibi olur. Bu bilgilerin ve bu tecellinin reisi,
en başta geleni ise, Allah'ın birliğini,
O’nun zât. sıfat ve fiilleri itibariyle görüp
tanımaktır.
İkinci Şube: Bu, amelî
(pratik) kuvvettir. Bunun mutluluğu, kendisinden -.-emmel fiillerin çıkmasına
kaynak olabilecek olan üstün ahlâklarla muttasıf olmasındadır. Bu kuvvetin mutluluklarının en
başta geleni ise, Allah'a itaat ve hasıettir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz diyoruz ki: Ayetteki "O'nun
bir
tek tanrı olduğunu bilsinler" ifadesi, nazarî kuvvet halinin
mükemmelliğinin en başta geleni yerine geçen duruma; "Akl-ı selim
sahipleri iyice düşünüp ibret alsınlar diye" ifadesi ise, ameli kuvvet
durumunun mükemmelliğinin en başta geleni yerine geçen duruma işaret
etmektedir. Çünkü bu, iyice düşünüp ibret aimanın faydası, bâtıl işlerden yüz
çevirmek ve salih amellere yönelmektir. Böylece, sûrenin sonu, insan için ancak
bu iki bakımdan mutluluk olacağına dâir kesin bir delil gibidir.
[197]
Bu ayetler, bu Öğüt ve
nasihat verişin, tevhide vâkıf olmayı ve amel-i sâlihe yönelmeyi gerektirdiğini
bildirmektedir. Bu
husustaki izah şudur:
İnsan, bu korkutma ve sakındırmaları
(inzarları)
işittiği zaman, korkuları artar, düşünmeye, tefekkür etmeye başlar. Böylece
tevhid ve nübüvvet bilgisine ulaşır, sâlih amellerle meşgul olur.
[198]
Kâdî şöyle demiştir:
"Bu sûrenin başı ve sonu, kulun fiilleri hususunda müstakil (hür)
olduğuna.dilerse itaat, dilerse
isyan
(inkâr) edebileceğine delâlet etmektedir. Surenin
başına gelince: Bu, "İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman
için" (ibrahim, 1) ayetidir. Biz o ayetin tefsirinde, bu ayetin, kitabı
indirmekten maksadın, bütün kulları dine ve takvaya irşâd edip, küfür ve
masiyetten (günahtan) alıkoymak olduğuna delâlet ettiğini zikretmiştik. Sûrenin
sonu da böyledir. Çünkü buradaki, "Akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp
ibret alsınlar diye" ifadesi, Allah Teâlâ'nın sırf insanlar bunlardan
faydalansın (ibret alsın), böylece itaatkâr mü'minler olup, küfür ve masiyeti
terketsinler diye bu sureyi indirip bu öğüt ve nasihattarı verdiğine delâlet
etmektedir. Böylece bu sûrenin başı ile sonunun, bu manayı ifade etme hususunda
mutabık oldukları ortaya çıkar." Bil ki buna karşı, uzun ve tafsilatlı bir
cevap, sûrenin başında geçmişti. Bu sebeble, onu tekrarlamaya gerek yok.
[199]
Bu ayet, insanın
fazilet ve üstünlüğünün ancak aklı sebebiyle olduğuna delalet etmektedir. Çünkü
Cenâb-ı
Hak, sırf akıl
sahiplerine ibret ve nasihat vermek için bu kitapları indirip, peygamberler
gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer akıl sahiplerinin büyük bir şerefi ve yüce
bir mevkii bulunmasaydi, durum böyle olmazdı.
Müellif (Râzi), -Allah
onu rahmetiyte bürüsün ve ondan razı olsun- şöyle der: Bu sûrenin tefsiri,
Bağdad'da 601 h. (
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 483
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 483-484
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 484
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 484
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 484-485
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 485-486
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 486
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 486
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 486
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 486-487
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 487
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 487-488
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 489-490
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 490
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 490-491
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 491
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 491
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 492
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 492
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 492
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 492-493
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 493
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 493-494
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 494
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 494-495
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 495
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 495-496
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 496-497-498
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 498
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 499-499
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 499
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/499
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 500
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 500
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 500-501
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 501-502
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 502
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 502-503
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 503
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 503-504
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/504 505
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 505
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 505-506
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/506-507
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 507-508-509-510
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 510-511
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/511
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 511-512
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 512-513
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 513-514
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 514
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 514-515
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 515-516
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 516
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 516-517
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 517-518
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 518
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/518-519
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 519
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 519-520
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 521
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 521-522
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 522-523-524
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 524
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 524-525
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 525
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 525
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/525
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 526
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 526-527
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 527-528
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 528-529
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 530
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 530-531
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 531
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 531-532
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/532
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 532
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/532
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 532
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 532-533-534
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 534
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 534-535
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/535
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 535-536
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 536
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 536-537
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 537
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13 538-539/
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 539
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 539-540
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 540
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 540
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 540-541
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 541-542
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 543-544
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/544
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/544
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/544
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 545-546
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 545
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/545-546
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 547
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/547-548
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/548-549
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/549-550-551
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/551
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/551-552
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/552
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/552-553
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/5
[112] Benzeri hadis için bkz. Ebu Davud, Sünnet, 27 (4/239).
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/6
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/7-8
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/8
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/8
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/8
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/9
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/9
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/9
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/10
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/10
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/10
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/10
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/10-11
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/11
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/11
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/12
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/12-13
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/13
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/14
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/14-15
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/15
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/15-16
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/16-17
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/17-18
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/18-19
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/19
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/19
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/19
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/19-20
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/20
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/20-21
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/21-22
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/22
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/22
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/22-23
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/23-24
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/24-25
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/25
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/25
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/25
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/26
[154] Müsned, 1/347, 360.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/26
[156] Bir peygamberin, peygamber olarak gönderilmesinden Önce
peygamber olacağına delâlet eden ip ucu (Ç).
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/27
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/27
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/27-28
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/28
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/28-29
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/29-30
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/30
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/31
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/31
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/31
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/31
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/31
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/32
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/33
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/33
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/33
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/33-34
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/34
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/34-35
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/36
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/36-37
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/37
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/37-38
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/38
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/39
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/39
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/39
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/40
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/40-41
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/41-42
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/42
[188] Benzeri bir hadis: İbn Mace, Fiten 33 (2/1264-1265).
[189] Nesaî, Kasama 8 (8/20).
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/42-43
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/43-44
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/44-45
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/45-46
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/46
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/46
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/46-47
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/47-48
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/48
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/48
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/48