İBRAHİM SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Kuranın İndirilmesindeki Hedef Ve Rasûlullah'ın Kavminin Diliyle Gönderilmiş Olması 4

I'rab. 4

Belagat 4

Kelimeler ve İbareler. 4

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Musa (A.S.) Peygamberin Vazifesi Ve Kavmine Yaptığı Nasihatler. 7

Belagat 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası İlişki 7

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Geçmiş Peygamberlerin Milletleriyle Aralarında Geçen Olaylardan Bazı Kesitler. 9

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Kâfirlerin Peygamberleri Yurtlarından Çıkarmak Ya Da Dinlerinden Dönmekle Tehdit Etmeleri Ve Neticenin Peygamberlerin Olduğuna Dâir Vahyin İnmesi 13

İ'rab: 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Tekrar Diriltmeye Kadir Olmasının Delili 16

Belagat 16

Kelime ve İbareler. 16

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Azâb Gününde Bedbahtlar Arasında Geçen Konuşmalar, Şeytanla, Ona Uyanların Karşılıklı Atışmaları Ve Mutlu Olanların Cenneti Kazanmaları 17

Belagat: 18

Kelime ve İbareler. 18

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Mutluluğa Kavuşanların Güzel Sözü Ve Bedbahtların Çirkin Sözü İçin Verilen Örnek.. 20

Belagat: 20

Kelimeler ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Nimete Nankörlük, Allah'a Eşler Koşmak, Dünya Nimetlerinden Faydalanmalarını Söyleyerek Kâfirleri Tehdit Müminlere Yapılan Namaz Ve İnfak Emri 23

Belagat 23

Kelime ve İbareler. 23

Nüzul Sebebi 23

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Kâinat Ve Nefislerde Allah'ın Varlığını Ve Bir Olduğunu Gösteren Deliller. 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

İbrahim (A.S.)'İn Beyt-İ Harâm'a Yönelmiş Vaziyette Yapmış Olduğu Dua. 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Kıyamet Ve Kıyametin Azabı 31

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

İBRAHİM SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Peygamberlerin babası İbrahim (as)'in kıssasının bir bölümünü ihtiva etti­ği için bu sureye, "İbrahim Suresi" denmiştir. Bu sure, İbrahim (as)'in Mek­ke'deki hayatından, Araplarla ve İsmail (as) ile ilişkilerinden bahseder. Bilindi­ği gibi İbrahim ve İsmail, Kabe'yi bina etmiş, hidayet etmesi için Allah Tealâ'ya dua etmişlerdi. İbrahim (as), Rabbine dua ederek kendisini ve çocuk­larını putlara tapmaktan uzak tutmasını, Mekke'ye yerleştirdiği hanımı ve oğ­lu İsmail'i çeşitli mahsûllerle rızıklandırmasını ve kendisinin ve zürriyyetinin namaz kılanlardan olmasını istemiştir. Bütün bu konular, 35-41. ayetler ara­sında zikredilmiştir.[1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu sure, Ra'd suresinde zikredilen konuların bir uzantısıdır. Orada ana hatlarıyla açıklanan konular, burada daha teferruatlı olarak izah edilmiştir. Her iki sure de Kuran'dan bahsetmektedir. Allah Teâlâ, Ra'd suresinde Kuran'ı Arapça bir hüküm olarak indirdiğini bildirirken (37. ayet) burada bunun hik­metini ve Kuran'ın indirilmesindeki gayeyi beyan etmiştir (1. ayet). Bu gaye, insanların Allah'ın izniyle karanlıklardan nura çıkarılmasıdır.

Her iki surede de yaratılışla ilgili ayet ve mucizelerin indirilmesinin Al­lah'a ve O'nun iznine bağlı olduğu haber verilmiştir. Ra'd suresinde Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getire­mez. Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır." (Ra'd, 13/38). Bu surede ise bunu pey­gamberlerin diliyle ifade etmiştir: "Allah'ın izni olmadıkça biz size delil getire-meyiz." (İbrahim, 11).

Her iki surede de yaratılışla ilgili delil ve burhanlardan, göğün direksiz yükseltilmesi, yeryüzünün düz olarak kılınması, güneş ve ayın emre âmâde kı­lınması, yeryüzünde dağların var edilmesi ve tat ve renkleri değişik çeşitli ürünlerin yaratılması zikredilmiştir.

İki sure de öldükten sonra dirilmeyi ispat, hak ve batıla misaller verme, kâfirlerin hile ve tuzaklarından ve bunun neticesinden bahsetme ve Allah Tealâ'ya tevekkül etmeyi emretme şeklindeki konuları kendilerine hedef seç­mişlerdir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

İbrahim suresi, şu hususları ele almaktadır:

1-  İslâm akidesinin Allah'a, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye iman etme şeklindeki esaslarının ispat edilmesi, Allah'ın bir olduğunun ikrarı, göklerin ve yerin yaradanı hak ilâhın öğretilmesi, Kuran-ı Kerim'in indirilmesindeki gaye olan insanların karanlıklardan nura çıkarılma­sı esasının açıklanması ve itikat esasları, Allah'a ibadet ve sapıklıktan kurtar­ma konularında peygamberlerin vazifelerinin ve davetlerinin bir olduğunun beyan edilmesi.

2- Vaad ve tehdit: Kâfirlerin kınanıp, küfürlerinden dolayı çetin bir azapla tehdit edilmesi ve güzel amellerinden dolayı müminlere cennetlerin vadedilme-si. (2., 23. ve 28-31. ayetler).

3- Açıklamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak için peygamberlerin, milletle­rinin diliyle gönderildiklerinin anlatılması. (4. ayet).

4-  Kendisinden önceki peygamberlerin Nuh, Âd, Semûd ve daha sonraki kavimlerle aralarında geçen hadiselerin anlatılıp, onlara verilen cezaların ha­tırlatılarak Rasulullah (s.a.)'ın teselli edilmesi. (9-12 ve 13-18. ayetler).

5- Geçmiş bazı peygamber kıssaları arasından önce Musa (as)'ın kavmiyle aralarında geçen konuşmaların ve onları Allah Tealâ'ya ibadete davet etmesi­nin anlatılmasıyla başlanması. (5-8. ayetler).

6- Beyt-i Harâm'ın inşa edilmesinden sonra İbrahim (a.s.)'in Mekke ehli­nin emniyet ve rızık içinde yaşaması ve kalplerinin Kabe'ye bağlanması için dua etmesi, kendisini ve zürriyyetini putlara tapmaktan uzak tutmasını Rab-binden dilemesi, yaşlı olduğu halde ona ihsan ettiği çocuklara karşılık Rabbine şükretmesi, kendisinin ve zürriyyetinin namaz kılanlardan olması için Rabbi-nin muvaffakiyetini dilemesi ve Allah'dan kendisini, ana babasını ve müminle­ri affetmesini istemesi. (35-41. ayetler).

7- Ahiret âleminde cehennemlikler arasında geçen konuşmaların cereyan ettiği bir meclisin zikredilmesi. (19-23. ayetler).

8-  Hak olan kelime ve imana, iyi ağaçla; batıl söze ve sapıklığa da kötü ağaçla misal verilmesi. (24-27. ayetler).

9- Kıyametin şiddetinin ve zalimlere yapılan tehdidin hatırlatılması ve on­lara yapılacak çeşitli azabın bildirilmesi. (42-52. ayetler).

10- Azabın kıyamet gününe kadar geciktirilmesindeki hikmetin açıklana­rak surenin sona erdirilmesi. (51-52. ayetler). [3]

 

Kuranın İndirilmesindeki Hedef Ve Rasûlullah'ın Kavminin Diliyle Gönderilmiş Olması

 

1-2- Elif, Lâm, Râ. Ey Muhammedi Bu, Allah'ın izniyle insanları karanlıklar­dan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Al­lah'ın yoluna çıkarman için, sana indir­diğimiz Kitap'tır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay kâfirlerin haline!

3-  Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah'ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.

4- Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah, dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir. Güçlü olan, Hakim olan O'dur

 

I'rab

 

"O Allah ki" kavli mecrur olarak "Güçlü ve övülmeye lâyık" kavlinden be­deldir. (Meal buna göre verilmiştir.) Bu kavil, "Allahu" şeklinde de okunur. Bu takdirde mübteda olup kendisinden sonrası haberidir. Bu kavlin, mahzuf bir mübtedanın haberi olması da mümkündür. Bu durumda takdiri "O, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'tır." şeklindedir. [4]

 

Belagat

 

"Karanlıklardan aydınlığa" ayetinde istiare vardır. Şöyle ki, "Karanlık­lar", inkâr ve sapıklık için, "aydınlık" ise hidâyet ve iman için istiare olarak kullanılmıştır.

"Her peygamberi gönderdik." cümlesinde iştikak cinası vardır. "Saptırır... doğru yola eriştirir." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [5]

 

Kelimeler ve İbareler

 

"Elif, Lâm, Râ." Kur'an'ın yapısını ve onun, Arapların konuştuğu harfler­den müteşekkil olduğunu açıklamak için bazı surelere alfabe harfleriyle başlanmıştır. Bu şekilde meydan okunmuş, Kuran'ın i'câzı ve onun Allah kelâmı olduğu açıklanmıştır. Çünkü Kuran, Arap dilinin harflerinden meydana gelmiş olmasına rağmen onun en kısa suresine benzer bir sureyi getirmekten insanlar âciz kalmışlardır.

"Bu" Kitap Kuran'ın muhtevasına çağırarak "insanları" çeşitli sapıklık ve inkar yollarından "karanlıklardan aydınlığa" hidayet ve imana "Allah'ın izniy­le" Rablerinin emri kolaylaştırması ve muvaffak kılmasıyla "güçlü ve övülmeye lâyık ... Allah'ın yoluna" galip olan Kendisi ve kulları tarafından sena edilip övülmeye layık olan Allah'ın yoluna "çıkarman için sana indirdiğimiz Ki­tap 'tır."

Allah Tealâ, bu yolun maksad olduğu veya bu yolu apaçık kıldığı için 'yol', 'Allah'a muzaf kılınmıştır. Bu yolda yürüyen kimsenin alçalmayacağına ve hüs­rana uğramayacağına dikkati çekmek için Allah Tealâ'nın bu iki sıfatı özellikle zikredilmiştir.

"Vay kâfirlerin hallerine!" Onlar için helak ve azap vardır. "Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah'ın yolundan alıkoyup" insanların mümin olmalarını engelleyip İslâm dinine düşmanlık göstererek Allah'ın yolundan alı-koyarlar, "onun eğriliğini isterler." Bu yolun eğriliğini veya onu kötülemek için batıl bir yol olmasını isterler. "İşte onlar, bu kâfirler haktan uzaklaşıp dalâlete düşmüş "uzak bir sapıklık içindedirler."

"Her peygamberi kendilerine anlatabilsin diye" getirdiği ayetleri onlara anlatıp, emredildikleri hükümleri açıklamak böylece de bu insanların kolayca ve süratle bunları belleyip başkalarına nakletmeleri için "kendi milletinin diliyle gönderdik." Çünkü onlar, davet etmeye en lâyık ve korkutmaya en hak sahibi olan insanlardır.

"Allah, dilediğini saptırır," onu iman karşısında zelîl eder"dilediğini de" muvaffak kılarak "doğru yola eriştirir." Mülkünde "güçlü olan O'dur." O'nun di­lemesine hiç kimse karşı duramaz. "Hakim, yaptıklarında hikmet sahibi olan O'dur." Ancak bir hikmet sebebiyle hidayet eder veya saptırır. [6]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Bu, insanları içinde bulundukları küfür, sapıklık, azgınlık ve bilgisizlik karanlıklarından; iman, hidayet ve olgunluk nuruna çıkartman için sana indirdiğimiz Kitap olan Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü bu Kuran, isabetli hükmün esaslarım, şerefli bir hayata ve gelişmiş bir medeniyete çağrıyı ihtiva etmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah müminlerin dostudur. Onla­rı karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise azgın tağutlar-dır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler." (Bakara, 2/257). "Sizi karan­lıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiren O'dur." (Hadid, 57/9).

Bu ayet, Kuran'ın Allah Tealâ'nın katından indirildiğini göstermektedir. "Bu, Allah'ın izniyle" Allah'ın muvaffak kılıp kolaylaştırmasıyla hidayet nurunu insanların kalplerine yerleştirmesi sebebiyle asıl hidayet eden Allah Tealâ'dır. Fakat davetçi ve tebliğ eden o olduğu için, "çıkarman için" fiili Rasulullah (s.a.)'a nisbet edilmiştir. "Doğru yola" mağlûb edilemiyen, bilâkis Kendisinin dışındaki her şeyi kahredip, "aziz olan"; bütün fiillerinde, sözlerin­de, kanunlarında, emir ve yasaklarında "övülmeye lâyık olan "ve verdiği haber­lerde doğru olan "Allah'ınyoluna çıkarman için indirdiğimiz kitaptır."

Gerek mahlûkât, gerek melekler, gerek kullar olarak ve gerekse idare et­mek yönünden göklerde ve yerde olan "her şeyin sahibi" yüce ilâh "Allah'tır." Yaratanın azametine dikkati çekmek, mahlûkâta göz gezdirmek ve bundan ya­rarlandırmak için Kuran'da Allah'ın bu sıfatı pek çok defa tekrar edilmiştir.

Ey Muhammedi Senin peygamberliğini inkâr edip, Allah'ın birliğini itiraf etmeyenlere kıyamet gününde helak ve çetin bir azap vardır. Burada kâfirler, şiddetli bir şekilde tehdit edilmişlerdir.

Bundan sonra Allah Tealâ, kâfirlerin şu üç özelliğini bildirmiştir:

1- "Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler." Dünyayı öne geçirerek, onu ahirete üstün tutarlar. Dünya için çalışıp ahireti unutarak, onu terkeder-ler."

2- "Yine onlar, peygamberlere tâbi olmaya engel olur," Allah'a iman etmeye mania teşkil eder ve her arzu edeni İslâm'dan uzaklaştırırlar.

3- "Onlar, arzu ve maksatlanyla uyuşabilmesi için Allah yolunun eğri ve haktan uzak olmasını arzu ederler. Allah yolu ise gerçekte dosdoğru olup hak­tan sapmayı asla kabul etmez." "Yol" lafzı hem müzekker hem de müennestir.

Zemahşeri şöyle der: "Bu kavlin aslı fiil ile "ha" zamiri arasındaki "Lam" şeklindedir. Fakat cer harfi "Lam" hazfedilmiş ve "ha" zamiri fiile bitiştirilmiş-tir."

Günümüzde bu duruma değişik örnekler verilebilir: Meselâ, katı kurallar olduğu, günümüz ruhuna uygun düşmediği ve insanlığa aykırı olduğu gibi ge­rekçeler ileri sürülerek şer'î hadlerin ve kısasların uygulanmasından yüz çev­rilmektedir: "Ağızlarından çıkan söz ne büyük iftiradır. Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler." (Kehf, 18/5). Bu düşünce akımı, suçların çoğalmasına neden ol­muştur. Amerika ve Avrupa bunun örneğidir.

Biraz önce bahsedilen sıfatları taşıyan bu kâfirler, haktan çok uzak bir sa­pıklık ve bilgisizlik içindedirler. Böyle bir durumda onların iyi ve doğru olup kurtuluşa erecekleri ümit edilemez.

Allah Tealâ, Kuran'm hidayet konusundaki hedeflerini ve tesirini açıkla­dıktan sonra Rasulullah (s.a.)'ın kavminin dilinde olması hasebiyle onun doğru yolu bulmak için kolay bir vasıta olduğunu bildirmiştir. Bu, Allah Tealâ'nın bir lutfudur. Zira O, peygamberlerin istediklerini ve kendilerine onlarla gönderi­lenleri anlasınlar diye insanlara kendi içlerinden ve kendi dilleriyle peygam­berler göndermiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kuranı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık 'ayetleri açıklanmalı değil miydi?' derlerdi." (Fussilet, 41/44)

İmam Ahmed, Ebû Zer (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tealâ, bütün peygamberleri milletlerinin diliyle gönder­miştir. "

Bütün bu açıklamalardan ve delilleri insanların gözleri önüne serdikten sonra insanlar iki kısma ayrılırlar: Küfürde derinleşmeleri, günâh işlemeleri ve inatları sebebiyle Allah'ın doğru yoldan saptırdığı grup. Bir de Allah'ın hak­ka hidayet ettiği, gönüllerini İslâm'a açtığı böylece olgunluk yoluna uyan grup." Bu ayet yeni bir cümle olup, "apaçık anlatabilsin diye" kavline matuf de­ğildir. Zira peygamberler, insanları sapıklığa düşürmek için değil sadece anlat­maları için gönderilmişlerdir.

"Güçlü olan, Hakim olan O'dur." Allah Tealâ, mağlûb edilemiyen kuvvet sahibidir. Her dilediği olur. Dilemedikleri ise gerçekleşemez. Yaptıklarında ve fiillerinde hikmet sahibidir. Dalâleti hak edenleri saptırır, hidayete ehil olanla­rı da doğru yola ulaştırır. Yaptığı her şey, hikmet ve ilmine uygundur. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- "İndirdiğimiz Kitap" ayeti göstermektedir ki Kuran, Allah Tealâ'nın ka-ondan indirilmiştir ve vazifesi insanları küfür, sapıklık ve cehalet karanlıkla­rından, iman, hidayet ve ilim. aydınlığına çıkarmaktır. Bütün bunlar, Allah'ın insanları muvaffak kılması ve onlara lütufta bulunmasıyla gerçekleşir. Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ın bu yüce makama lâyık görülmesiyle ona yapılan ihsa­nı ve kendilerine onları küfür karanlıklarından kurtarıp iman nuruna irşâd eden bir peygamber gönderilmesi sebebiyle de insanlara yapılan ihsanı göster­mektedir.

2- Mutezile şöyle der: "Bu ayet, cebirle (zorlamayla) ilgili görüşün batıl ol­duğunu şu üç şekilde göstermektedir:

Birincisi: Kitabı inkâr edenin küfrünün ortaya konması,

İkincisi: Karanlıklardan aydınlığa çıkarma işinin Rasulullah (s.a.)'a nisbet edilmiş olması,

Üçüncüsü: Düşünmeleri ve tetkik etmeleri için Kuranın insanlara okun­masıyla küfürden çıkışı ortaya koyması... Böylece insanlar, Allah Tealâ'nın â:ım. kadir ve hikmet sahibi ve Kuran'ın Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu gös-seren bir mucize olduğu fikrine ulaşırlar. Bu da onları kendi seçimleriyle kendi-îerine verilen bütün şeriatları kabul etmeye sevkeder.

Ehl-i sünnet de şöyle der: Kulun fiilinin meydana gelmesinde ve varlığın yokluğa tercih edilmesindeki ilk müessir Allah Tealâ'dır.

Kulun fiili, Allah Tealâ tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Rablerinin dilemesi ve yaratmasıyla ...'"

3- Küfür, cehalet ve bid'at yollan pek çoktur. Hayır yolu ise tektir. Çünkü Ailah Tealâ şöyle buyurmuştur: "İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman açın   Cehalet ve inkâr, çoğul olan "karanlıklar" lafzıyla; iman ve hidayet ise müfret olan "aydınlık" lafzıyla ifade edilmiştir.

4- "Güçlü" lafzı, "övülmeye lâyık" lafzından önce getirilmiştir. Çünkü Al­lah'ı bilirken önce farz olan, Allah Tealâ'nın kadir olduğunu bilmek, sonra âlim olduğunu bilmek ve sonra da hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını bilmektir.

5- Gerek melekler, gerek insanlar, gerek bütün mahlûkât olsun göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Bu durum göstermektedir ki yükseklik ciheti kesinlikle Allah Tealâ'ya mahsus değildir. Çünkü yükselen, yüksek olan her şe­yin Allah'ın mülkü olması sebebiyle Allah Tealâ, üst cihette bulunmaktan mü­nezzehtir. "Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?" (Mülk, 67/16) kavlinden maksat ise Allah'ın gücü ve kudretidir.

Yine bu ayet tahsis ifade etmektedir. Yani "Göklerde ve yerde olan her şey başkasının değil sadece Allah'ındır." demektedir. Bu da Allah'dan başka mül­kün sahibinin bulunmadığını ve yine Allah Tealâ'dan başka hâkimin olmadığı­nı göstermektedir.

Bu sebepten dolayı kâfirlere yapılan şu tehdit, bu kavle atfedilmiştir: "Uğ­rayacakları çetin azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline!" Çünkü onlar, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi olan Allah Tealâ'ya ibadet etmeyi terkede-rek fayda ve zarar veremeyen, yaratılmış olup, başkasını yaratamayan, akıl ve fiilleri olmayan ilâh ve putlara taparlar.

6- Şu üç özellik sebebiyle kâfirler helak olmayı ve cehennem ateşinde azap görmeyi hak etmişlerdir: a) Onlar, dünyayı ahirete tercih etmişlerdir, b) İnsan­ların, mutedil bir program ve dosdoğru yol olan Allah'ın yoluna ve dinine ulaş­malarına engel olmuşlardır, c) Arzuları, ihtiyaçları ve hedefleriyle uyuşması için Allah yolunun eğri ve doğrudan sapmış olmasını istemişlerdir. Böylece on­lar, haktan uzak bir sapıklık içindedirler.

7- Peygamberler, kendilerine dinlerini apaçık anlatabilsinler, onlardan Al­lah'ın kanunlarını kolaylıkla ve çabucak öğrenip, başkalarına nakledebilsinler diye Allah'ın her peygamberi, milletine kendi dilleriyle göndermesi, O'nun bir ihsanı olup, hidayet yolunu kolaylaştırmasından başka bir şey değildir.

Bütün peygamberlerin, milletlerinin diliyle gönderilmesi, dillerin, pey­gamberlerin gönderilmesinden daha önce meydana gelmelerini zorunlu kıl­maktadır. Bu da göstermektedir ki diller, Râzî'nin bildirdiği gibi dindeki naslar olmayıp, ıstılahlarla meydana gelmişlerdir.

8- "Allah, dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir." ayeti, da­lâlet ve hidayetin Allah Tealâ'dan olduğunu bildirmektedir. Allah Tealâ, kulun seçimi hususundaki ilmine göre sapmasını dilediği kullarını dalâlete düşürür ve hidâyetini dilediklerini de doğru yola eriştirir. Peygamberin teblîğ ve açıkla­madan başka bir vazifesi yoktur. Hidayete ulaştırmakla mükellef değildir. Bilâ­kis daha önce yapılan takdire göre hidâyet etmek Allah'ın elindedir.

Zemahşerî Mutezilî metoduyla şöyle der: '"Saptırmak'tan maksat, boşla­mak, terketmek ve Allah'ın muvaffakiyetinin ve himayesinin yasaklanmasıdır. 'Hidayete ulaştırmak' ise muvaffak kılıp, Allah'ın lutfuyla muamele etmesidir.

Bu iki kavram da küfür ve imandan kinayedir. "[8]

Ehl-i sünnete ait birinci görüşü şu rivayet desteklemektedir: Ebû Bekir ve Ömer (r.a.), bir grup insanın yanına gelmişlerdi. İkisi de seslerini yükseltmiş­lerdi. Rasulullah (s.a.) "Ne oluyor böyle?" diye sorunca cemaatten bazıları "Yâ Rasulallah Ebû Bekir (r.a.), 'İyilikler Allah'tan, kötülükler nefsimizdendir.' di­yor. Buna karşılık Ömer (r.a.) de 'Her ikisi de Allah'tandır.' diyor." dediler. İn­sanların bir kısmı Ebû Bekir (r.a.)'in bir kısmı da Ömer (r.a.)'in görüşüne tâbi olmuşlardı. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İsrafil'in, Cibril ile Mîkâîl (a.s.) arasında hüküm verdiği gibi ben de sizin aranızda hükmedeceğim. Ya Ömer! Cibril, senin söylediğin gibi, Yâ Ebâ Bekir! Mîkâîl de senin dediğin gibi demiş­ti. İsrafil'in aralarındaki hükmü şöyleydi: Kaderin, hayır olsun şer olsun hepsi Allah Tealâ'dandır. Ben de aranızda bu şekilde hükmediyorum."[9]

Bundan sonra Râzî, "Ayetin, Allah Tealâ'nın kulda küfrü yaratması, ma­nasına hamledilmesi mümkün değildir" deyip bu ayetle ilgili şu üç tevili zikret­miştir: [10]

1- 'Saptırmak'tan maksat, dalâlete düşmüş bir kâfir olduğuna hükmet­mektir. Meselâ "Falanca filancaya kâfirdir, sapmıştır, der." dendiği zaman bu cümleden "Onun sapmış bir kâfir olduğuna hükmeder." manası anlaşılmakta­dır.

2- 'Saptırmak', kâfirleri cennet yolundan, cehenneme sevketmekten; 'Hi­dâyete erdirmek' ise onlara cennet yolunu göstermekten ibarettir.

3- Allah Tealâ, sapmış olan kişiyi sapıklığında bırakıp, peşine düşmeyince, bu, sanki onu saptırmış manasına gelir. Hidayeti isteyen kimseye de muvaffa­kiyet ve himayesiyle yardım edince ona hidâyet eden sanki O'ymuş gibi olur.

Netice olarak, imana ve küfre zorlama yoktur. Kul, kâfir olarak yaratıl­maz. Aynı şekilde kulda küfür de yaratılmaz. Saptırmak ve hidâyete erdirmek­ten maksat, sadece hayır ve şer yollarım açıklamaktır. Nitekim Allah Tealâ da şöyle buyurmuştur: "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?" (Beled. 90/10). [11]

 

Musa (A.S.) Peygamberin Vazifesi Ve Kavmine Yaptığı Nasihatler

 

5- And olsun ki Musa'yı ayetlerimizle, "Milletini karanlıklardan aydınlığa çı­kar ve Allah'ın günlerini onlara hatır­lat" diye göndermişizdir. Bunlarda, çok­ça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.

6- Musa, milletine dedi ki: "Allah'ın size olan nimetlerini anın; size işkence eden, kadınlarınızı sağ bırakıp oğulları­nızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtardı. Bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır.

7-  Rabbiniz: "Şükrederseniz and olsun ki, size nimetleri arttıracağım. Nankör­lük ederseniz bilin ki azabım pek çetin­dir." diye bildirmişti.

8- Musa "Siz ve yeryüzünde olanlar, he­piniz nankörlük etseniz, Allah yine de ganî ve övülmeye lâyık olandır." demiş­ti.

 

Belagat

 

"Şükrederseniz" ile "nankörlük ederseniz" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Çokça sabreden ve şükreden" kelimeleri mübalağa kipleridir. [12]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimizle," Alimlerin pek çoğu, bu ayetlerin Allah'ın Musa eliyle ger­çekleştirdiği, beyaz el, asâ ve diğer mucizeler şeklinde dokuz mucize olduğu gö­rüşündedirler. Diğer bir görüşe göre ise "Bu ayetler, çekirge, bit, kurbağalar ve benzeri şeylerdir."

"Milletini" "İsTâi\oğul\armı""karanlıklardan" inkâr ve cahilliklerinden "ay­dınlığa" Allah'a imana, O'nun birliğine ve emredildikleri her şeye "çıkar, ve Al­lah'ın günlerini" geçmiş ümmetlerin başına gelen harp sadmelerini ve alayla­rını nitekim 'Arapların günleri'tabiri de Arapların harpleri için kullanılır. Allah'ın günleri; Allah'ın ihsan ve belâsı, manasına geldiği de, söylenmiştir.

"onlara hatırlat." "Bunlarda" belâ ve Allah'a itaata "çokça sabreden" nimetlere "ve çokça şükreden herkes için dersler vardır."

"Musa'nın "milletine" şöyle dediği ânı hatırla! "dedi ki:... size" çetin ve kö­tü azabı tattırıp, "işkence ede/ı"zelillik ve utanç sebebi olarak "kadınlarınızı sağ bırakıp" yeni doğan "oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtardı." ki böyle davranmalarının sebebi; Bazı kâhinler Firavun'a şöyle demişlerdi: İs-râiloğulları'nda doğacak olan bir erkek çocuk senin mülkünün yok olmasına se­bep olacaktır.

"Rabbiniz," Benim bir olduğumu kabul edip bana itaat ederek "şükrederse­niz and olsun ki, size nimetlerimi arttıracağım. Nankörlük ederseniz" verdiğim nimete küfür ve isyanla mukabele ederseniz "size azâb ederim, demiştir." Bu manayı, "bilin ki azabım pek çetindir." ayeti göstermektedir.

"Allah ganiidir." yarattıklarına ihtiyacı yoktur. Zatında ve yarattıklarına yaptıklarında "övülmeğe lâyıktır." Melekler O'na hamdeder ve mahlûkâtı O'nun nimetlerini dile getirir. Siz, nankörlük ederek sadece kendinize zarar ve­rirsiniz. Zira böylece Allah'ın üzerinizdeki ihsanının artmasına engel olur ve kendinizi çetin azâbla karşı karşıya bırakırsınız. [13]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, Muhammed (s.a.)'i insanları karanlıklardan aydınlığa çıkar­ması için, onlara gönderdiğini ve bu göndermenin hem onun hem de kavmi için bir nimet olduğunu bildirmiş, hemen peşinden ise Musa (a.s.)'nın kıssasını son­ra da diğer peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen kıssalarını zikret­miştir. Bundan maksat, peygamberlerin gönderilmesindeki amacın bir olduğu­na dikkati çekmektir ki bu da insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. Ayrıca bu durum, milletinin eziyetlerine karşı Rasulullah (s.a.)'ı sabra teşvik etmekte ve o peygamberlerin kavimlerine davranış metotlarını ona göstermek­tedir. [14]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Bütün insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için seni gönderip, sana Kitap indirdiğimiz gibi aynı şekilde Musa'yı da İsrâiloğul-larma dokuz mucizeyle gönderdik. Ona şöyle diyerek bunu emrettik: "Milleti­nin içinde bulunduğu cehalet ve sapıklıklarından, hidâyet ve iman aydınlığına çıkması için onları hayır ve iyiliğe davet et."

Onlara, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen hadiseleri hatırlat. Müminlerin nasıl kurtulup, kâfirlerin ne şekilde helak olduklarını ha­ber ver!

Veya onlara, Allah'ın, Firavun'un esaretinden, kahrından ve zulmünden kurtararak onlara ihsan ettiği nimetlerini, onları düşmanlarından kurtarması­nı, onlar için denizi ikiye ayırmasını, bulutlarla gölgelendirmesini, onlara kud­ret helvası ve bıldırcın eti indirmesini ve diğer nimetlerini hatırlat."

İmam Ahmed, İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim merfû bir hadiste İbni Abbâs (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın "Allah'ın günlerini onlara hatırlat..." kavli hak­kında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tealâ'nın nimetlerini onlara hatırlat."

Musa (as) zamanındaki "Allah'ın günleri" yâ İsrâiloğulları'nın Firavun'un kahrı ve tahakkümü altında bulunduğu günler olan sıkıntı ve belâlardır; veya düşmanlarından kurtarılmaları, denizin yarılması ve kudret helvasıyla bıldır­cın etinin indirilmesi şeklindeki nimetlerdir.

"Bu hatırlatmalarda," Allah'a itaat ve belâlara veya sıkıntı ve zorluklara çok sabreden, nimet, refah ve mutluluk içinde çok şükreden herkes için Al­lah'ın birliğini ve kudretini gösteren deliller vardır. İsrâiloğulları'nı, Fira­vun'un zulmünden ve içinde bulundukları hakir ve hor bir işkenceden kurtarır­ken onlara yaptıklarımızda yine böyle kimseler için dersler vardır.

Katâde şöyle der: "Başına bir belâ geldiği zaman sabreden, nimet içinde olduğunda şükreden kul, ne güzel kuldur."

Buharî'nin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.) da şöyle buyurmuş­tur: "Müminin her işi bir acâiptir. Allah, onun için ne takdir etse onda hayır vardır. Başına bir sıkıntı ya da bir belâ gelse sabreder. Bu, onun için hayırdır. Sevinip rahatlığa erse şükreder. Bu da onun için bir hayırdır."

Bir müslümanın, çok sabredip şükreden kul olması gerekir. O, belâ ve sı­kıntılara sabreder, rahatlık ve nimet içinde ise şükreder.

Musa'nın milletine şöyle dediği ânı hatırla: 'Ey Kavmim! Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. O, sizi Firavun ailesinden ve size tattırdıkları işkence ve zilliyetten kurtardı. Bildiğiniz gibi onlar, sizi gücünüzün yetmiyeceği işlere zorluyorlardı. Yeni doğacak bir erkek çocuğun, Firavun'un mülkünün yerle bir olmasına sebep olmasından korktukları için doğan çocuklarınızı boğazlıyorlar­dı. Zira Mısır Firavun'unun gördüğü bir rüya bu şekilde tâbir edilmişti. Bu­nunla beraber kız çocuklarını zelil ve çaresiz bir halde sağ bırakıyorlardı. Bü­tün bunlar ne büyük bir imtihandı. Allah, sizi onların işkencelerinden kurtar­dı. Bu ne büyük bir nimettir.

İster ceza isterse nimet olsun size bu söylediklerimde Rabbinizden büyük bir imtihan vardır. Çünkü böylece insan, şükreden mi yoksa nankör bir kul mu olduğunu anlar! Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize dönersiniz." (Enbiya, 21/35). "İyiliğe dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle sınadık." (A'raf, 7/168).

Ey İsrâiloğullan! Rabbinizin size vaadini bildirdiği o ânı hatırlayın ki O şöyle buyurmuştu: "Nimetlerime şükrederseniz and olsun ki, size onları arttıra­cağım. '"

Buharî'nin Enes (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Kime şükretmek ilham edilirse o kimse nimetlerin arttırılmasından mahrum olmaz."

Bu ayetin manası şöyle de olabilir: "Rabbiniz... diye izzetine, celâline ve azametine yemin etmişti." Buna örnek şu ayettir: "Rabbin, kıyamet gününe ka­dar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğine yemin et­miştir." (A'raf, 7/167).

Nankörlük ederek nimetleri gizleyip şükrünü edâ etmezseniz bilin ki ceza­landırma acı verici ve çok tesirlidir. Bu cezalandırma neticesinde dünyada o ni­metler ellerinden alınır, ahiretde ise nankörlüklerinin cezasını görürler. Ayette­ki "küfr," nimeti inkâr etmek, nankörlük yapmak demektir.

Hakim'in Sevbân'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Şüp­hesiz kul, işlediği günâh sebebiyle nzıktan mahrum bırakılır."

Musa, milletinde inkâr ve inat emarelerini görünce dindeki şu esâsı ilân etti: Şükrün faydası ve nankörlüğün zararları yine sadece insanı etkiler. Al­lah'ın ise, kullarına ihtiyâcı yoktur. Musa şöyle devam etti: Siz ve yeryüzünde­ki bütün insan ve cinler Allah'ın size verdiği nimetlere nankörlük etseniz Allah yine de kullarının şükrüne muhtaç değildir. İnkâr edenler istedikleri kadar et­sinler O, yine de övülmeğe lâyıktır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer inkâr ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnidir." (Zümer, 7) "İnkâr edip, gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını ortaya koymuş­tur. Allah, müstağnidir, övülmeğe lâyık olandır." (Tegabûn, 64/6) "Eğer şükre­derseniz sizden hoşnut olur." (Zümer, 39/7).

Müslim'de geçen bir hadisi kutsî'de Ebû Zer (r.a.) Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, içinizden Allah'dan en çok sakınan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülküme hiç­bir şey ilâve etmez. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cin­ni hepiniz, içinizden en çok fısk-ı fucûr bulunan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, bir yere toplanıp da Benden isteseniz ve Ben de herkese istediğini versem, bu, Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez, olsa olsa denize düşen bir iğne kadar eksiklik söz konusu olur.'"[15]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususları açıklamaktadır:

1- Peygamberlerin gönderilmesindeki maksat, tektir. Onların görevi, in­sanları inkâr ve sapıklık karanlıklarından, iman ve hidayet aydınlığına çıkar­mak için gayret göstermektir.

2- İnsanların, başlarına gelen büyük ve önemli olaylardan ders ve öğüt alıp, Allah'ın ihsan ettiği nimetleri hatırlamaları gerekir.

Bu öğüt ve hatırlamalar, teşvik ve korkutmayı, vaad ve tehdidi birlikte ele alırlar. Teşvik ve vaad dendiği zaman, Musa (as) ve diğer peygamberlerin mil­letlerine Allah'ın, kendilerine ve geçmiş zamanlarda onlardan önceki peygam­berlere iman eden müminlere ihsan ettiği nimetleri hatırlatmaları akla gelir.

Korkutmak ve tehdit denince de yine geçmiş zamanlarda geçmiş ümmetlerden, Âd, Semûd ve diğer kavimlerin başlarına inen azâb gibi peygamberlerini ya­lanlayanları Allah'ın nasıl azâb edip cezalandırdığını hatırlatmaları akla gel­mektedir. Bundan maksat, insanların Allah'ın vadiyle teşvik edilip, peygam­berleri tasdik etmelerini sağlamak; tehditten sakındırıp yalanlamayı terketme-lerine vesile olmaktır.

3- Bu hatırlatma ve tenbihlerde çokça sabredip şükreden herkes için delil­ler ve öğütler vardır. Zorluk ve belâ içinde sabredilirken bolluk ve rahatlık hal­lerinde şükredilmelidir. Bu ayet, bir müminin, zamanını şu iki şeyin, yani sabır ve şükrün dışında geçirmemesinin gerektiğine dikkati çekmektedir.

Beyhâkî Enes (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir: "iman iki kısımdır: Yarısı sabır yarısı da şükürdür." Sonra Rasulullah (s.a.), "Bunlarda, çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır." ayetini okumuştur. Bu hadis, zayıftır.

4- İsrâiloğulları, Firavun zamanında hem belâ hem de nimet halini yaşa­mışlardır. Fakat nimetin kadrini bilip şükretmedikleri gibi belâlara da sabret-memişlerdir. Bu durum, içlerinde inkâr ve inat emarelerini gördüğünde Musa (a.s.)'nın onlara yaptığı nasihatten anlaşılmaktadır.

5- Şüphesiz nimete şükretmek artmasına vesile olurken nankörlük de el­den gitmesine sebeptir. Zira bu ayet, nimete şükrün, artma sebebi ve nimeti in­kârın da eksilme ve elden çıkma sebebi olduğu hususunda açık bir delildir. Kim Allah'ın nimetlerine şükretmeye devam ederse Allah, o kimsenin nimetle­rini arttırır. Kim de nankörlük ederse o câhil bir kimsedir ve Allah'ı bilmemek, en büyük ceza ve azaplara çarptırılmaya sebeptir. "Nankörlük ederseniz..." aye­tinden maksat 'inkâr etmek' olmayıp "nimete nankörlük etmek"tir.

"Şükür", 'tazim ederek ve kendisini bu usûle alıştırarak veren kişinin ni­metini itiraf etmek' demektir.

Netice olarak, nimetlere nankörlük etmek, şiddetli azaba, dünya ve ahirette âfet ve sıkıntılara sebep olur. Nimetin şükrüne devam ise artması ne­ticesini doğurur.

6- Şükrün faydası ve nankörlüğün zararları yine sadece şükreden ve nan­körlük eden kişiyle alâkalıdır. Şükredilen mabûd ise, şükürden faydalanmak­tan ya da nankörlükten zarar görmekten münezzehtir.

"Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz..." şeklindeki Musa (a.s.)'nın sözünden maksat şu hususu açıklamaktır: Allah Tealâ, bu ibadetleri sadece, mabudla alâkalı faydalar için değil bilâkis kulla ilgili yararlar için em­retmiştir. Zira O, şöyle buyurmuştur: "Bu husus, O'na bir eksiklik sağlamaz. Bilâkis O, hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve bütün durumlarda övülmeğe lâyıktır." [16]

 

Geçmiş Peygamberlerin Milletleriyle Aralarında Geçen Olaylardan Bazı Kesitler

 

9-  Sizden önce geçen Nûh, Ad, Semûd milletlerinin ve onlardan sonra gelenle­rin haberleri -ki onları Allah'tan başka­sı bilmez- size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler. Fa­kat ellerini ağızlarına götürüp "Biz, si­zinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi ça­ğırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz" dediler.

10-  Onların peygamberleri: "Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamak için iman etmeye çağıran ve bir süreye kadar size mühlet veren Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?" dediler. Onlar da "Siz de sadece bizim gibi birer insansı­nız. Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirmelisiniz" dediler.

11-  Peygamberleri onlara şöyle dedi: "Biz ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine iyilikte bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz si­ze delil getiremeyiz. inananlar sadece Allah'a güvensin."

12- "Bize yollarımızı gösteren Allah'a ni­çin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziye­te elbette katlanacağız. Güvenenler, an-ı Allah'a güvensinler."

 

Belagat:

 

"Tevekkül edenler ancak Allah'a tevekkül etsinler" cümlesinde iştikak cina­sı vardır. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden önce geçen Nûh, Âd, Semûd" Salih (a.s.)'in milleti "milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin -ki onları Allah'tan başkası bilmez-..." Onları Al­lah'tan başkası bilmez... kavli ara cümlesidir. Yani çoklukları sebebiyle sayıla­rını Allah'tan başka hiç kimse bilmez, demektir.

"haberleri size ulaşmadı mı?" Bu, açıklama manası taşıyan bir sorudur. Ya Musa (as)'nın sözüdür veya yeni bir cümledir. Ya da Allah tarafından başlan­mış bir cümledir.

"Onlara peygamberleri belgelerle," doğruluklarını gösteren apaçık delillerle" geldiler. "Fakat" bu milletler peygamberler (as)'in getirdikleri apaçık delillere öf­kelenmeleri sebebiyle "ellerini ağızlarına götürüp" parmaklarım ısırırlar. Yine Al­lah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar." (Al-i İm-ran, 3/119). "Biz" iddianıza göre "sizinlegönderilene inanmıyoruz..." dediler.

"Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz." Bu, inkâr manası taşıyan bir sorudur. Yani apaçık deliller sebebiyle Allah'ın birliğinde şek ve şüphe yoktur, demektir.

"Günahlarınızı bağışlamak için" "Min" ya zait bir sıladır ya da min-i teb'ızıyye (bazılık)dir. Birinci duruma göre maksat "iman ya da islâm'la geçmiş günahların bağışlanması"; ikinciye göre ise "kul haklarının bağışlanmanın dı­şında tutulması"dır. "İman etmeye" sizi ibadetine "çağıran ve bir süreye kadar" azab etmeksizin sizi erteleyen ecel gelinceye kadar "size mühlet veren Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?"

"Dediler ki: Babalarımızın taptığı putlardan" alıkoymak istiyorsunuz. "Öyleyse bize" doğruluğunuzu gösteren "apaçık" kuvvetli "bir delil" ya da belge "getirmelisiniz."

"Allah kullarından dilediğine" peygamberlik vererek "iyilikte bulunur. Al­lah'ın emri olmadıkça biz size delil getiremeyiz". Çünkü biz, Allah Tealâ'ya bo­yun eğmiş kullarız. Ayet ve mucize getirebilmek bizim elimizde değildir. Bu ayet göstermektedir ki peygamberlik Allah vergisidir. Yine mümkün olan bazı şeyleri diğerlerine tercih etmek, Allah Tealâ'nın dilemesiyle olur.

"İnananlar sadece Allah'a güvensin." Müminler, inatla karşı çıkmanıza ve düşmanlık etmenize sabır gösterirken sadece Allah'a güvensinler. Peygamber­ler, tevekkül konusunu ihsas etmek için emri genelleştİFmişler ve önce kendile­rini kastetmişlerdir. "Bize", kendisini tanıdığımız ve bütün işlerin elinde oldu­ğunu bildiğimiz "yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim." Allah'a gü­venmemize hiçbir şey engel olamaz ve O'na tevekkül etmemek için de bir ma­zeretimiz yoktur. "Bize ettiğiniz eziyetlere elbette katlanacağız." Bu kavil, mah-zuf bir kasemin cevabıdır. Onlar, tevekküllerini ve kâfirlerden gördükleri ezi­yetlere aldırış etmediklerini pekiştirmişlerdir. "Güvenenler ancak Allah'a güvensinler." Tevekkül edenler, yeni ortaya koydukları imanlarından kaynakla­nan tevekküllerine devam etsinler. [18]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Geçen bölümde Musa (a.s.), milletine Allah'ın onlara ihsan ettiği nimetle­ri, onlardan uzaklaştırdığı işkence ve azabı, Allah Tealâ'nın şükredenlere ni­metleri arttırmayı nankörlük edeniere de azabı vadettiğini ve nankörlüğün sa­dece sahibine zararının dokunduğunu hatırlatmıştı. Burada ise Allah'ın, pey­gamberleri yalanlayan milletlerden ne şekilde öç aldığı hatırlatılmıştır.

Burada zikredilen bu ayetin, daha öncekilerin başlarına gelen helâkla kor­kutmak için Musa (a.s.)'mn milletine söylediği sözlerin bir parçası olması muh­temeldir. Bu, İbn Cerîr'in görüşüdür. Veya geçmiş milletlerin durumunu hatır­latmak için Allah tarafından Musa (a.s.)nın kavmine ve diğer milletlere yapı­lan yeni bir hitaptır. Maksat, sadece geçmiş milletlerin durumlarından ibret al­maktır. Bu maksat, iki takdire göre de gerçekleşmiştir.

Ancak birçok âlim, bu ayetin Rasulullah (s.a.)'m kavmine hitap etmeye başladığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Müfessir Râzî bu görüştedir. İbn Kesîr şöyle der: "Görünen o ki, bu ayet Allah Tealâ tarafından bu ümmete yeni bir haberdir. 'Ad ve Semûd kıssaları Tevrat'ta yoktur. Eğer bu ayet, Musa (a.s.)'nın kavmine söylediği söz olup, bunu onlara anlatsaydı şüphesiz bu iki kıssa Tev­rat'ta mevcut [19]

 

Açıklaması

 

"Sizden önceki Nûh, Âd, Semûd ve peygamberlerini yalanlayan diğer mil­letlerin -ki onların adedini Allah Tealâ'dan başka hiç kimse tesbit edemez.-haberleri size ulaşmadı mı?" "Size ulaşmadı mı?" kavlindeki muhatab zamiri, Rasulullah (s.a.)'ın ümmetine aittir. "Onlara peygamberleri geldiler" ve "Fakat ellerini ağızlarına götürüp" cümlelerindeki zamirler ise kâfirlere râcîdir.

Bu peygamberleri, onları küfür ve bilgisizlik karanlıklarından, iman ve hi­dayet aydınlığına çıkarmak için; doğruluklarını ve Allah tarafından gönderil­dikleri şeklindeki dâvalarım destekliyen apaçık ve kesin mucize, delil ve belge­lerle geldiler.

Ancak bu insanlar, peygamberlerinin getirdiklerine çok öfkelenmeleri se­bebiyle parmaklarını ısırdılar. Yani, onlara öfkelenip, düşmanlık gösterdiler ve onlardan köşe bucak kaçtılar. Şu ayet göstermektedir ki aynı şeyi Araplar da Rasulullah (s.a.)'a yapmışlardır: "Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: 'Öfkenizden çatlayın.' Allah, kalplerde olanı bilir." (Âl-i İmran, 3/119) Bu ayetten maksat kâfirler, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamışlar, onu alaya almışlar ve iman etmemişlerdir. Bu ifade, Ebû Ubeyde ve Ahfeş'in de belirttikleri gibi bir darb-ı meseldir.

"Bu insanlar, peygamberlere dediler ki: 'Biz, sizinle gönderilen mucize, de­lil ve ayetleri inkâr ediyor yani sizin peygamberliğinizin doğruluğunu göster­diklerine inanmıyoruz.

"Bizi çağırdığınız" sadece Allah'a iman ve dışındaki herşeyi bırakma "hu­susunda" biz, sıkıntı ve endişeye düşürecek "bir şüphe içindeyiz."

Razî şu soruyla konuya değişik bir yorum getirmiştir: "Onlar, peygamber­liklerini inkâr ettiklerini açıkladıktan sonra peygamberlerin sözlerinin doğru­luğundan şüphe etme mertebesine nasıl inmişlerdir?" O'nun bu soruya cevabı şöyledir: "Onlar, gerçekte kâfir olduklarım ve güttükleri bu davaya kesin inandıklannı söylemek istemişlerdir.' Eğer kesin inanmasaydık sizin peygamberli­ğinizin doğruluğundan şüphe ettiğimizi söylemezdik. Her iki durumda da pey­gamberliğinizi itiraf etmeye imkân yoktur.'"

Peygamberleri onlara dediler ki: Allah'ın varlığından mı şüphe ediyorsu­nuz?! Ama insan fıtratı O'nun varlığını ikrar edip, insanı bu ikrara zorluyor. O, bütün varlıkları yaratmış olduğu ve sadece O, ortağı olmadan ibadete lâyık ol­duğu halde tek ilâh olmasında ve O'na ibadetin gerekliliği hususunda herhangi bir şüphe mi var?! Aslında milletlerin çoğu Yaratanı ikrar ediyordu. Fakat Al­lah ile beraber, kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarını zannettikleri O'ndan başka vasıtalara tapıyorlardı.

Fıtrat delili, şu hadisle sabittir: İbni Adiy, Taberânî ve Beyhâkî Esved b. Serî (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Her çocuk, fıtrat üzere doğar. Ana babası onu ya yahudi ya hristiyan ya da mecûsî yaparlar."

Yaratılış delili ise gözümüzün önünde olup hissedilebilmektedir. Zira Al­lah, hemen arkasından buna dikkati çekmiştir: "Allah, gökleri ve yeri daha ön­ce benzeri görülmemiş ve bu sapasağlam emsalsiz nizama göre yaratmış ve meydana getirmişken nasıl olur da O'nun hakkında şüpheye düşersiniz?!"

Allah Tealâ, varlığının delili olan, Yaratan olması dışında mükemmel rah­met sahibidir de: Ahiret yurdunda günahlarınızı -bu mana, "nün" lafzının zait bir sıla olmasına göredir- veya bazı günahlarınızı -bu da "min"in tebîzıyya (bazılık) olmasına göredir- bağışlamak için sizi tam bir imana çağırmaktadır. O, kul haklarıyla ilgili olanları değil, kendisiyle alâkalı günâhları bağışlar. İşte imâna davetteki birinci maksat budur.

Dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Allah Tealâ, kâfirlerin günahla­rının bağışlanmasının geçtiği her yerde "min" lafzını beyan etmiştir. Buna kar­şılık müminlerin günahlarının bağışlanmasının zikredildiği yerlerde ise "min" lafzı getirilmemiştir. Birinci duruma misaller, şu ayetlerdir:

"O'ndan sakının ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın." (Nuh, 71/9). "Ey Milletimiz! Allah'a çağıran Muhammed'e uyun ve O'na inanın da Allah da sizin günâhlarınızı bağışlasın." (Ahkaf, 46/31).

Çünkü Allah, onları dinin aslı olan imana çağırmaktadır.

İkinci duruma misaller de şu ayetlerdir:

"Ey Muhammedi De ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın.'" (Al-i İmran, 3/31) "Bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar." (Saf, 61/11-12). Çünkü imanın yerleşmesinden sonra ancak günahlar bağışlanır.

İşte imana davetteki ikinci maksat budur. Kişi mümin olursa Allah, kendi ilmindeki belirli vakit olan ömrün sonuna kadar ona mühlet verir. Yoksa inkâr sebebiyle hemen helak ederek, bekletmeden azâb eder.

İmanla beraber iki rahmet ya da iki nimet gerçekleşmektedir. Bunlar, gü­nahların affedilmesi ve ömrün sonuna kadar kişiye mühlet verilmesidir.

Bundan sonra Allah Tealâ, bu milletlerin peygamberlerini şu üç açıdan reddettiklerini bildirmiştir:

1- Onlar dediler ki: 'Sadece sözünüze güvenerek size nasıl tabî olalım. Siz­den henüz bir mucize bile göremedik. Siz de bizim gibi insansınız. Bize bir üs­tünlüğünüz yok. Biz değil de niçin siz peygamber oluyorsunuz? Eğer Allah, in­sanlara peygamberler göndermeyi dileseydi daha üstün bir varlığı gönderirdi.

2- "Siz, doğruluğuna bir delil bulunmayan bu dâva ile babalarımızı buldu­ğumuz yolu terketmemizi istiyorsunuz."

3-  "Bize, sizden istediğimiz olağanüstü bir şey veya peygamberlik iddianı­zın doğruluğunu gösteren apaçık bir delil getirmelisiniz. Biz sadece iyice bildi­ğimiz şeylere iman ederiz. Göklerin, yerin ve içlerindeki acâib varlıkların yara­tılmasına ise akıl erdiremeyiz. Aslında bunlar söylediklerinizin doğruluğuna delil de olamazlar."

Arkasından Allah, kâfirlerin bu üç şüphelerini peygamberlerin nasıl red­dettiklerini bildirmiştir. Öyleki peygamberler birinci ve ikinci şüpheleri doğru kabul edip, onaylamışlar, üçüncüsünde ise işi Allah'a havale etmişlerdir: Pey­gamberler, bu milletlere şöyle dediler. Söylediğiniz şekilde biz, sizin gibi insa­nız. Yer, içer, uyur, ortalarda dolaşır, rızık peşinde koşarız. Fakat Allah Tealâ, kullarından dilediğine peygamberliği ihsan eder: "Allah, peygamberliğini vere­ceği kimseyi daha iyi bilir." (En'am, 6/124). Allah bize de bu nimeti verdi.

Sadece babalarınız olduğu için onları taklit etmeniz aklın kabul edemiye-ceği bir şeydir.

Gösterdiğimiz mucizelere rağmen peygamberliğimizin doğruluğunu göste­ren delil ve hüccet, istediklerinizin fevkinde bir burhan getirmemizi taleb et­meniz ise Allah ile alâkalı bir iştir. Biz, bir delili ancak Allah'ın dilemesi ve ira­desiyle getirebiliriz.

Bütün müminlerin, düşmanlarının kötülüklerini uzaklaştırmak ve onların gösterdikleri düşmanlıklara sabretmek için her işlerinde Allah'a güvenip te­vekkül etmeleri gerekir.

Peygamberler, Allah'a olan güvenlerini pekiştirerek şöyle demişlerdir: "Nasıl olur da bize bilgi ve kurtuluş yolunu gösteren Allah'a, güvenmeyiz! Bize en mutedil, en açık yolu gösterdiği halde O'na tevekkül etmemize engel olan şey nedir?"

"Kötü söz söyleyip, akılsızca davranışlarınızla bize yaptığınız eziyetlere el­bette katlanacağız."

Sonra tevekkül etmeyi methederek şöyle dediler: "Müminlerden tevekkül edenler, Allah'a güvenmeye devam edip, bu hususta sebat etsinler. O'na güven­sinler. O'nun yolunda bütün eziyetlere tahammül edip, ne olursa olsun hiçbir zorluğa aldırış etmesinler." [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususlara işaret etmektedir:

1- İnsanların, peygamberlerini yalanlayıp, onları alaya alan geçmiş üm­metlerin hallerinden öğüt ve ders almaları gerekir. Zira onlar, helak olup, yerin dibine geçmişlerdir.

2- Kâfirlerin, peygamberlerine karşı olan konumları şu üç safhada incele­nir:

a) Onlar, peygamberlerin (a.s.) sözlerini kabulde sessiz kalmışlar, onların davalarını susturmaya çalışmışlardır.

b) Onlar, peygamber gönderilmesini inkâr ettiklerini açıklamışlardır.

c) Son olarak —ve en azından- peygamberliğin doğruluğu hakkında şüphe etmişlerdir.

Bütün bunlar göstermektedir ki onlar, peygamberliği kabul etmeyip, onu itiraf etmemişlerdir.

3- Peygamberler, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delilleri ortaya ko­yarak, temiz fıtratın, buna şehadet ettiğini bildirmişlerdir. Ayrıca daha önce emsali görülmemiş bir şekilde ve yokken var olmak, icâd etmek ve mahlûkâtın emrine âmâde kılmak manalarını gösteren göklerin ve yerin yaratılmasının, Yaratanın var olduğunu, ilâh olduğunu ve sadece O'na ibadetin gerekli olduğu­nu gösteren kesin bir delil olduğunu beyan etmişlerdir. Bir bileni, bir işin ehli olmaksızın, tertip ve düzeniyle, güzel süslemeleriyle meselâ bir evin dahi var olmasının imkânsız olduğunu idrak eden akıllı bir kimse için Allah Tealâ'nın varlığı hususunda hiçbir şek ve şüphe söz konusu değildir. Eğer Allah, yaratan ise elbetteki sadece O, tek başına ibâdet edilmeye lâyık olacaktır. O'nun hiçbir hususta ortağı yoktur.

4- Allah Tealâ, göklerin ve yerin yaratanı olduğu gibi aynı zamanda tam manasıyla rahmet ve cömertlik sahibidir de. Öyle ki insanların Ona ve bir ol­duğuna imana davet edilmelerindeki maksadın şu iki husus olması bunu gös­termektedir: a) Günah ve hataların bağışlanması: Böylece nefis temizlenir ve nefislerini temizleyenlerden başkasının hak edemedikleri cennetlere girebil­mek için hazırlanır, b) İnsanlara, ömürlerinin sonuna kadar mühlet verilmesi: Böylece onlara dünyada azâb edilmez.

5- Kâfirlerin verdikleri cevaplar, ahmaklık ifadesi olup şu üç şüpheyi içine almaktadır:

a) Her iki tarafın da insan olması, aralarındaki üstünlüğü engellemekte­dir. Diğerleri her şeyden habersizken içlerinden birinin Allah katından pey­gamber olması, gayba muttali olması ve meleklerle karışıp görüşmesi mümkün değildir. İşte onlar "Siz de sadece bizim gibi birer insansınız" şeklindeki sözle­riyle bunu kastetmişlerdir.

b) Onlar, taklide sımsıkı sarılmışlardır. Zira, babalarım, âlimlerini ve ileri gelenlerini putlara tapmada hemfikir bulmuşlar ve bu dinin batıl olduğunu anlamaları imkânsız hâle gelmiştir. "Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoy­mak istiyorsunuz" şeklindeki sözlerinin manası budur.

c) Aslında âciz bırakan şey, doğruluğu göstermez. Teslim olunursa o za­man doğruluğa delâlet eder. Peygamberlerin getirdikleri, insan takatinin dışın­daki mucize kabilinden şeyler olmayıp, bilinen şeylerdir: İşte "Öyleyse bize, apaçık bir delil getirmelisin" şeklindeki sözlerinin manası budur.

6- Peygamberler, bu üç şüpheye şöyle karşılık vermişlerdir:

a) "Siz de sadece bizim gibi birer insansınız" şeklindeki birinci şüphe: Or­tak insanlık vasfına sâhib bulunmak, sadece bazı insanlara peygamberlik ma­kamının verilmesine engel teşkil etmez. Çünkü bu makam, Allah'ın kulların­dan dilediğine verdiği bir nimettir.

b) Ataların, o din hakkında hemfikir olmaları onun hak din olduğunu gös­teren delillerdendir, şeklindeki ikinci şüphe: Hak ile batılı, doğruluk ile yalan­cılığı birbirinden ayırabilmek, Allah Tealâ vergisidir. Kullarından bir çoğunu mahrum edip sadece bir kısmına bu nimeti vermesi hiç de yadırganacak bir şey değildir.

c) "Biz, getirdiğiniz bu mucizelere razı değiliz. Bilâkis kuvvetli kahreden mucizeler istiyoruz." şeklindeki üçüncü şüphe: Sizin istedikleriniz lüzumsuz şeylerdir. Onlarla ilgili hüküm, Allah Tealâ'nındır. Eğer istediklerinizi gösterir­se bu O'nun ihsanıdır. Yok eğer bunları yaratmazsa bu da O'nun adaletidir. Bir şey yetecek miktarda meydana geldikten sonra artık O'ndan hiçbir şey isten­mez.

7- Peygamberlerin önünde eziyetlere sabretmek, Allah'a sığınmak, işleri O'na ısmarlamak ve tam manasıyla O'na tevekkül etmekten başka yol yoktur. Zira sabır, feraha çıkmanın anahtarı, hayır ve iyiliklerin kaynağı; Allah'a te­vekkül ve O'nun ihsanına güvenmek ise zaferi ve fetihleri gerçekleştiren sebeb-tir.

Ayetlerde Allah'a tevekkül etme emrinin tekrar edilmesi, peygamberlerin önce bu emri kendileri için verdiklerini sonra da kendilerine uyan müminlere emrettiklerini göstermektedir. Onlar, "Allah"a niçin güvenmiyelim?" kavlinde kendilerine Allah'a tevekkül emrini tercih ettikten sonra kendilerine uyanlara da bunu emredip, "Güvenenler, ancak Allah'a güvensinler." demişlerdir. Bu du­rum göstermektedir ki iyiliği emreden kimsenin sözü ancak önce o iyiliği kendi nefsinde uyguladıktan sonra tesir etmektedir. [21]

 

Kâfirlerin Peygamberleri Yurtlarından Çıkarmak Ya Da Dinlerinden Dönmekle Tehdit Etmeleri Ve Neticenin Peygamberlerin Olduğuna Dâir Vahyin İnmesi

 

13-14-İnkâr edenler, peygamberlerine 'Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden çıkarırız." dediler. Rableri peygamberlere "Biz, zâlimleri y°k edeceğiz, onlardan sonra onların  yurtlarına sizi yerleştireceğiz. Bu, ma- kamımdan ve tehdidimden korkanlar  içindir." diye vahyetti.

15-Peygamberler yardım istediler ve  her inatçı kibirli hüsrana uğradı.

16- Önünde cehennem vardır. Orada

17- Onu yudum yudum içecek fakat yu-tamayacaktır. Ölümün belirtileri ona her taraftan geldiği halde, ölemiyecek, arkasından da çetin bir azab gelecektir.

18- Rablerini inkâr edenlerin işleri, fır­tınalı bir günde rüzgârın şiddetle sa­vurduğu küle benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, hak­tan uzak sapıklıktır.

 

İ'rab:

 

"Önünde" ki "he" harfi ya 'kâfir'e râcîdir. Buna göre "Kâfirin önünde" de­mektir. Şu ayet de bu manadadır: "Çünkü önlerinde bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/79). Veya 'azâb'a râcîdir. Bu durumda mana, bu azabın ardında daha şiddetli bir azâb vardır, şeklindedir.

"Rablerini inkâr edenlerin işleri..." kavlinin irabında dört ihtimal vardır:

1- Mübteda olup haberi mahzuftur. Takdiri şöyledir: "Size okunanlarda kâfirlerin misâli vardır."

2- Muzafin hazfi takdiriyle mübteda olup haberi "küle benzer" kavlidir. Takdiri şöyledir: "İnkâr edenlerin işleri, küle benzer."

3- Birinci mübteda olup, "işleri" ikinci mübtedadır. "Küle benzer" kavli ise, ikinci mübtedanın haberidir. İkinci mübteda ile haberinden oluşan cümle, bi­rinci mübtedanın haberidir.

4- Mübteda olup "işleri" onun bedelidir "küle benzer" ise haberidir.

"Fırtınalı bir günde," "Fırtınalı" kavlinin takdirinde iki ihtimal vardır: Ya "fırtınalı bir günde" şeklinde olup, "ok ve kargı sahibi adam" sözüne benzer. Veya "rüzgârı şiddetli bir günde" şeklinde olup şu söze benzer: "Güzel yüzlü bir adama uğradım." Bu cümlede, eğer mana anlaşılıyorsa "yüz" kelimesi hazfedilir. [22]

 

Belagat:

 

"Ölüm ona geldiği halde" ayetinde ölüm, insanı saran sıkıntı ve ızdıraplar-dan istiaredir. Bazen üzüntülü kimsenin başına gelenlerin büyüklüğü ve karşı­laştığı şeyin ızdırap verici olduğunu abartarak söylemek için "o ölüm sıkıntıları içindedi." deriz.

'Ya sizi çıkarırız," "ya da dönersiniz." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. "Tehdîd", "İnatçı", "İrin" ve "Uzak" kelimelerinde sec'î vardır.

"Onların işleri, rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer" ayetinde teşbîh-i temsilî vardır. Çünkü benzetme yönü, bir kaç çeşittir. [23]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden çıkarırız." Kâfir­ler, şu iki husustan birini gerçekleştirmeye yemin ettiler. Ya peygamberleri yurtlarından çıkaracaklar ya da peygamberler onların dinlerine dönecekti. Bu ayette, bütün peygamberlere ve onlarla beraber iman edenlere hitab edilmiş ol­ması mümkündür. Böylece onlar, bir kişi yerine çoğunluğa hitap etmişlerdir.

"Rableri, peygamberlere vahyetti: Biz, Zâlimleri" kâfirleri "yok edeceğiz." Bu mana, sözün saklı tutulması veya onun bir çeşidi olduğu için gizlice söyle­menin sözün yerine geçirilmesine göredir, "onlardan" yok olmalarından "sonra onların" topraklarına ve "yurtlarına sizi yerleştireceğiz." Allah Tealâ şöyle bu­yurmuştur: "Hor görülen yahudileri, yerin doğularına ve hatılarına mirasçı kıl­dık." (A'râf, 7/137).

"Bu" kavliyle, zâlimlerin yok edilmesi ve müminlerin yerleştirilmesi şek­lindeki vahye işaret edilmiştir. Hesab anındaki "makam ve heybetimden" veya huzurumdaki bekleyişinden "korkanlar içindir." Azapla tehdidimden veya kâ­firlere vadedilen azabımdan korkanlar içindir.

"Peygamberler," düşmanlara karşı galibiyet için "yardım" fetih "istediler,"

yani, milletlerine karşı Allah'tan yardım istediler. Denilmiştir ki: "Kâfirler, hak üzere olduklarını zannederek peygamberlere karşı yardım taleb etmişlerdir." ve her inatçı kibirli hüsrana uğradı." Her hakka karşı çıkıp cephe alan inatçı, Allah'a ibâdete karşı büyüklenip kibirlenen hüsrana uğrayıp yok oldu.

"Önünde cehennem vardır." Bundan sonra onu içine gireceği cehennem bekler. "Cehennemliklerin deri ya da karınlarından çıkan, kusmuk ve kanla karışmış "irinli su ona orada içirilecektir."

"Onu" zorla "yudum yudum içecek fakat yutamayacak." Pisliği ve iğrençliği sebebiyle neredeyse onu yutamaz.

"Ölümün belirtileri" gelip, onu "her taraftan kuşattığı," bir çok işkence ve azab onu sardığı "halde ölmeyecek," bu azâbtan sonra devamlı olan, "arkası ke­silmeyen daha şiddetli bir azab gelecektir." "Kâfirlerin, yararını görmedikleri, akrabalarla ilişkileri devam ettirmek ve fakirlere sadaka vermek gibi iyi işleri "fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer." Kâfirlerin iyi iş­leri, şiddetli bir fırtınanın savurup yok ettiği ve hiçbir işe yaramayan küle ben­zer.

Kâfirler dünyada "yaptıklarından hiçbir şey" asıl şart olan imanın gerçek­leşmemesi sebebiyle bu yaptıklarının sevabını "elde edemezler" göremezler. "İş­te bu" kavliyle, iyi iş yaptıklarını zannetmelerine rağmen sapıklık içinde bu­lunmalarına işaret edilmiştir "haktan uzak sapıklıktır. Haktan çok uzak yok olup gitmedir. [24]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, peygamberlere kendisine tevekkül edip, düşmanlarının kötü­lüklerini uzaklaştırmak için muhafaza ve himayetine güvenmeleri yolunu gös­terdikten sonra taassub içindeki akıldan yoksun kâfirlerin durumunu dile ge­tirmiştir. Zira bu beyinsizler, şu iki tehdidi savuruyorlar di: Peygamberleri yurtlarından kovup çıkarmak ya da onları atalarından kalan kokuşmuş putçu dinlerine dönmeye zorlamak. Kuvvetli olmaları sebebiyle batıl ehlinin, fâsıkla-rın ve zâlimlerin kuvvete ve ezmeğe güvenip, azlıkları yüzünden hak ehlinin zayıflığına üstün geldikleri her asırda, bu böyle olmuştur. Fakat Allah'ın kud­reti, her şeyin üstündedir ve O, herşeye galiptir. Neticede, zaferi müttakilere nasîb ederken kâfirleri de hezimete uğratıp, ahiretteki azabı onlara haber ve­rir. Allah'ın, bütün milletlerle ve peygamberlerle beraber mahlûkâtmdaki sün­neti işte budur.

Bundan sonra Allah, kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işlerle ilgili bir darb-ı mesel zikretmiş ve onları şiddetli firtınamn savurup yok ettiği küle ben­zetmiştir. Çünkü bunları yaparken asıl şart olan iman gerçekleşmemiştir. [25]

 

Açıklaması

 

Peygamberlerle kâfir milletler arasında önce tabiî süreç olan karşılıklı münazara ve münakaşalar meydana gelmiştir. Fakat bu milletler, münakaşa sahasında iflas edip, peygamberlerin delil ve açıklamaları karşısında kendi de­lilleri hezimete uğrayınca mevcut krizi tırmandıracak mücadeleye girip, düş­manca davranışlar göstermekten başka bir yol bulamamışlar ve peygamberle­rini şu iki husustan birisiyle tehdit etmişlerdir:

Onlar, ya yurtlarından sürülüp çıkarılacak ya da kâfirlerin babalarından ve dedelerinden miras kalan dinlerine döneceklerdir. Meselâ Şuayb (s.a.)'in kavmi ona ve müminlere şöyle dememiş miydi: "Ey Şuayb! Ya dinimize döner­siniz ya da and olsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıka­rırız. " (Araf, 7/88). Allah Tealâ, Kureyşli müşriklerden haber vererek şöyle bu­yurmuştur: "Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi." (İsra, 17/76). Yine Al­lah Tealâ, Rasulullah (s.a.)'ın hicret etmeye zorlanması hakkında şöyle buyur­muştur: "İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için düzen kuruyorlardı." (Enfal, 8/30).

Kâfirler, kendi kuvvet ve çokluklarına, müminlerin sayılarının azlığına ve zayıf olmalarına aldandıklan için bu tehditleri savurmuşlardır. Kâfirlerin, "Ya bizim dinimize dönersiniz..." sözü, peygamberlerin daha önce puta taptıkları manasına gelmez. Kendilerine peygamberlik gelmeden önce kavimlerinin ara­sında onlara müdahale etmeksizin yaşadıklarından kavimleri onların da ken­dileri gibi putlara tapanlardan olduklarını zannettiler. Dolayısıyla insanlar on­ların kendi dinlerinden olduklarını sanmışlardır.

"Allah, peygamberlerine vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Biz, müşrik zâ­limleri yok edeceğiz, peygamberleri yurtlarından sürüp, uzaklaştırmakla teh­dit edip korkutmalarından dolayı onları cezalandırmak için yok olmalarından sonra sizi onların topraklarına, yurtlarına yerleştireceğiz."

Bu, müşriklerin peygamberleri tehditlerine karşılık Allah'ın onları tehdit etmesidir. İki tehdit arasındaki fark ne büyüktür! Allah Tealâ şöyle buyurmuş­tur: "And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüphesiz yar­dım göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffat, 37/170-173). "Allah, And olsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.' diye yaz­mıştır. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21). "And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı oldu­ğunu yazmıştık." (Enbiya, 21/105). Aynı manada daha pek çok ayet vardır.

Zâlimlerin yok edileceği ve yurtlarına müminlerin yerleştirileceği şeklin­deki bu vahiy, yani, bu husus, hesap anındaki makamından veya huzurumdaki bekleyişinden ve azap ve cezayla tehdidimden korkup, Benimle karşılaşmak­tan sakınan, Bana itaat ederek Ben'den korkan ve kızgınlık ve gazabımdan uzak olanlar için haktır. İşte zafer ve zikredilen vahyin sebebi budur.

"Peygamberler, düşmanları olan milletlerine karşı Allah 'tan yardım istedi­ler. " Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Zafer istiyorsanız, işte size zafer gel-di "(Enfal, 8/19) Ayetten maksat, peygamberlerin düşmanlarına karşı Allah'dan fetih istemeleri veya kendileriyle düşmanları arasında hükmetmesini taleb et­meleridir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Bizimle milletimiz ara­sında hak ile Sen hüküm ver." (A'raf, 7/89). Zamir, rasullere veya nebilere râcî-dir.

Denilmiştir ki: Ayetteki zamir, kâfirlere râcîdir. Yani "Kâfirler, kendileri­nin hak üzere, peygamberlerin ise batıl yolda olduklarını sanarak onlara karşı

Allah'tan galibiyet istediler." demektir. Zamirin, her iki gruba râcî olduğu görü­şü de mevcuttur. Her iki taraf da Allah'tan, hak üzere olanlara yardım edip, hatıl taraftarlarını yok etmesini istemişlerdir. Allah Tealâ, milletlerin kendi aleyhlerine Allah'tan yardım istemeleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allahı-mız! Eğer bu Kitab, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver." (Enfal, 8/32).

Fakat neticede Allah'tan sakınanlar zafer elde ederken müşrikler hüsrana uğrayıp helak olmuşlardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a ibâdete karşı her büyüklük gösteren mütekebbir, hakka karşı inat eden ve haktan sa­pan, hüsrana uğrayıp helak oldu." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah 'Ey Sürücü ve Şâhid! Her inatçı inkarcıyı, iyiliklere durmadan engel olan, müteca­viz, şüpheye düşüren, Allah'ın yanında başka ilâh benimseyen kişiyi cehenneme atın, onu çetin azaba sokun' buyurur." (Kaf, 59/24-26).

Bu inatçı mütekebbirin önünde kendisini gözetleyip bekleyen cehennem vardır. Allah Tealâ, başka bir ayette şöyle buyurmuştur: "Çünkü önlerinde, her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/79).

Cehennemde bu mütekebbir için cehennemliklerin derilerinden ve etlerin­den çıkan, kusmuk ve kanla karışmış irinli sudan başka içecek yoktur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bun­lara benzer buz gibi, çok pis daha başkaları da vardır." (Sad, 38/57-58).

Onu yudum yudum içecek, pisliğin, tadının, renginin ve kokusunun kötü­lüğünden neredeyse yutamayacaktır. Çünkü onu yutarken çok acı çekmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen..." (Muhammed, 47/15). "Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gi­bi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!" (Kehf, 18/29).

Sıkıntılarla ve çeşitli azaplarla ölümün belirtileri her taraftan geldiği hal­de o ölemiyecektir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez." (Fatır, 35/36).

Bu inatçı mütekebbir için bütün bunlardan sonra bir başka azap daha var­dır ki bu, acı veren, zor ve şiddetli bir azaptır. Öncekinden daha can yakıcı, da­ha felâket ve daha acı vericidir. Bu azap devamlı olup asla ona ara verilmez. Allah Tealâ, zakkum ağacı hakkında şöyle buyurmuştur: "O, cehennemin dibin­de çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bun­dan yerler, karınlarını onunla doldururlar. Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir." (Saffat, 37/64-68). "Doğrusu günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınla­rında suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir. 'Suçluyu yakala­yın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azâb olarak kaynar su dö­kün' denir, sonra ona 'Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.' denir." (Duhan, 44/43-50) "Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kay­nar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulu­nurlar." (Vakı'a, 56/41-44). "Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır. Ce­henneme girerler; ne kötü bir yurttur! İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tat­sınlar. Bunlara benzer daha başkaları da vardır." (Sad, 38/55-58).

Kâfirlerin, cehennem ateşinde azapla karşılaşmaları bir yana, bir de onlar dünyada işledikleri ve boşa giden, ahirette kendilerine fayda vermeyen iyi amellerine de üzüleceklerdir. Allah, onların amelleri için bir misal vererek şöy­le buyurmuştur: Kâfirlerin sadaka vermek, akrabalarla bağlarını devam ettir­mek, ana babaya iyilik etmek gibi yaptığı iyi ameller, kıyamet gününde bunla­rın sevapları Allah'tan istedikleri zaman, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın savurduğu küle benzerler. Dünyada yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde edemezler. Ancak olsa olsa o fırtınalı günde o küllerden ne kadar toplayabilir-lerse o kadarını elde edebilirler. Onların çabaları ve amelleri, bir esâsa ve bir istikâmete dayanmamaktadır. Bilâkis haktan çok uzaktır. Öyle ki bu amellerin kabulünün şartı olan imanı elde edemedikleri için sevabını da kaybetmişlerdir. Şu ayetler de bu manadadır: "Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ede­riz." (Furkan, 25/23). "Bu dünya hayatında sarfettiklerinin durumu, kendileri­ne zulmeden kimselerin ekinlerine isabetle kavrulup mahveden soğuk bir rüzgâ­rın durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi, onlar kendilerine yazık ettiler." (Âl-i İmran, 3/117) [26].

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler bize, aşağıdaki hususları işaret etmektedir:

1- Kâfirlerin peygamberlerini yurtlarından çıkarmak ya da eski dine dön­meye zorlamak şeklindeki tehditleri, Allah'ın tehdidi yanında hiçbir değer taşı­maz. Zira birincisi lafta kalırken ikincisi gerçekleşir. İşte Allah Tealâ'nm pey­gamberleri ve kulları hakkındaki sünneti böyledir.

2- Düşmana karşı zaferin gerçekleşmesi, Allah'ın azametinden, heybetin­den, ahirette hesap anındaki makamından, azabından ve cezalandırmasından korumaya bağlıdır.

3- Düşmanlarına karşı yardım ve fethi, ister peygamberler, ister kâfirler, isterse her iki grup birden istemiş olsun neticede zafer Allah'tan sakınanların ve peygamberlerindir. Çünkü onlar, zaferi istedikleri rableji olan Allah'a tam manasıyla iman etmişlerdir. Hüsran olup, helâka uğrayacaklar ise Allah'a ita­at karşısında büyüklük taslayıp, kibirlenen, hakka karşı inat gösteren ve on­dan uzaklaşan kâfirlerdir. Zira onlar da Allah'ı inkâr etmiş, Allah'a itaati hiç saymış, hakkın programından ve yolundan yüz çevirmişlerdir.

4- Kâfirler, dünyada helak oldukları gibi önlerinde kendilerini bekleyen cehennem ateşinde de azab göreceklerdir. Böylece dünyadaki helâktan sonra ahiretteki azap gelecektir.

5- Cehennemliklerin içeceği, kendi bedenlerinden çıkan irin, kusmuk ve kandır. Kâfir, bunu acılığından, sıcaklığından ve yutmasının zorluğundan bir defada değil yudum yudum içecektir. O, bunları neredeyse yutamaz. Ancak zor­lukla yutabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Başlarına da kaynar su dökü­lür de bununla karınlarındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir." (Hacc, 22/20-21).

Ölümün belirtileri, ona sağından solundan, üstünden altından, önünden arkasından her yönden gelir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onlara üstlerinden kat kat ateş vardır, altlarından da kat kattır." (Zümer, 39/16).

Daha önünde de hiç ara verilmeksizin devamlı acı veren şiddetli bir azap vardır.

Kâfirlerin azabının görünen ve görünmeyen özellikleri şunlardır:

a) "Önünde cehennem vardır."

b) "Orada ona irinli su içirilecektir. Onu yudum yu­dum içecek fakat yutamıyacaktır."

c) "Ölümün belirtileri ona her taraftan geldiği halde, (ilemeyecektir."

d) ''Arkasından da çetin bir azap gelecektir."

6- Kâfirlerin, dünyada yaptıkları yemek yedirmek, ihtiyacı olana yardım etmek, iyilik yapmak, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak ve ana babaya iyi­lik etmek gibi iyi amellerinin ahirette hiç bir faydası yoktur, bu iyiliklerin se­vabını da kazanamazlar. Çünkü onlar, küfür sebebiyle boşa gitmiştir ki bu, bü­yük bir hüsrandır.

Allah, bu ayeti kâfirlerin bu amellerine darb-ı mesel olarak zikretmiştir. Öyleki O, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın külü savurduğu gibi bu amelleri hükümsüz saymıştır. "Asf' fırtına demektir. Bu kâfirler, o amelleri işlerken Al­lah Tealâ'dan başkasını şirk koştukları ve ortağı olmayan tek Allah'a iman şek­lindeki kabul esası gerçekleşmediğinden dolayı bu netice tahakkuk etmiştir. [27]

 

Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Tekrar Diriltmeye Kadir Olmasının Delili

 

19- Allah'ın gökleri ve yeri hikmetle ya­rattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir topluluk var eder.

20- Bu, Allah için güç değildir.

 

Belagat

 

"Sizi yok eder...", "var eder..." lafızları arasında tezat sanatı vardır. [28]

 

Kelime ve İbareler

 

"Allah'ın gökleri ve yeri hikmetle" gerektiği şekilde, "yarattığını" ey muhâ-tab! "bilmiyor musun?" Burada Rasulullah (s.a.)'a hitab edilirken maksat üm­metedir. Ayetteki soru, itirafa zorlama manası taşıyan bir sorudur. "Gör-mek"ten maksat 'kalben görmek'tir. Çünkü mana "ilmin şu hususa ulaşmadı mı?" şeklindedir.

"Dilerse sizi yok edip" yerinize "yeni bir topluluk var eder," yani başka var­lıklar yaratır. Bu durum, delil göstermek için Allah'ın göklerin ve yerin yaratı­cısı olduğunun belirtilmesinden sonra zikredilmiştir. Zira onların asıllarını ya­ratıp sonra şekilleri ve tabiatları değiştirerek onları meydana getiren zât, onla­rı başka topluluklarla değiştirmeye de elbette muktedirdir. Bu, O'nun için im­kansız değildir. Zaten Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah için imkânsız ya da güç değildir." Zira O, belirli şeylere değil, bizatihi her şeye kadirdir. El­bette ki sevabını umarak, ceza günündeki cezalandırmasından korkarak böyle bir zâta iman edip ibadet etmek gerekir. [29]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, kâfirlerin amellerinin boşa gidip, ziyan olduğunu açıkladık­tan sonra bu boşa çıkarmanın sırf kendilerinden kaynaklandığını, yani Allah'ı inkâr edip, kul olmaktan yüz çevirdiklerini bildirmiştir. Çünkü Allah Tealâ, Kendisine ihlâsla ibadet eden kimselerin amellerini neticesiz bırakmaz. Zaten bütün bu âlemi sadece bir hikmete ve hakka binâen yaratmışken böyle yapma­sı nasıl hikmetine uygun olur?! [30]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, insanları yaratmaktan daha büyük bir iş olan gökleri ve yeri yarattığını bildirerek kıyamet gününde bedenleri tekrar diriltmeğe muktedir olduğunu haber vermektedir. Yüksekliğiyle, genişliğiyle, muazzamlığıyla, için­deki duran ve seyreden yıldızlanyla şu gökleri, içinde yerleşime uygun yerle­riyle, basık alçak zeminleriyle, dağlarıyla, çölleriyle, geniş alanlarıyla, denizle-riyle, ağaçlarıyla, farklı çeşit, fayda, şekil ve renkte nebatatı ve hayvanlarıyla şu yeryüzünü yaratmaya muktedir olan zât, hiç ona kadir olmayabilir mi?

Ey Muhatab! Allah'ın gökleri ve yeri hikmetle, doğru ve yaraşır bir şekilde yarattığını bilmiyor musun? Onları eşsiz bir biçimde yaratmaya muktedir olan, elbette ki emirlerine karşı geldiğiniz zaman sizi yok edip, yerinize size benze­meyen yeni bir topluluk getirmeye kadirdir. Bu, Allah için imkânsız ya da güç değildir. Bilâkis kolay bir iştir."

Kuran'da buna benzer pek çok ayet vardır: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu gör­mezler mi? Evet, O her şeye kadirdir." (Ahkaf, 46/33). "İnsan kendisini bir nutfe-den yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratı­lışını unutur da "Çürümüş kemikleri kim yaratacak?" diyerek, Bize misal ver­meye kalkar. Ey Muhammedi De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsı­nız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur. Çünkü O, yaratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman O'nun buy­ruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur. Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir." (Yasin, 36/77-83). [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet, Allah Tealâ'nın kudretine delil getirilmiştir. Zira gökleri ve yeri hikmete ve hakka uygun bir şekilde yaratan, mahlûkâtı öldükten sonra yarat­maya da kadirdir. Allah, her şeyi meydana getirmeye kadir olduğu gibi yok et­meye de muktedirdir. O'na isyan etmeyin. Eğer isyan ederseniz sizi yok edip, yerinize sizden daha üstün, daha itaatkâr yeni bir topluluk getirir. Eğer onlar, geçmiş ümmetler gibi olurlarsa değiştirmek fayda vermez. Bu, Allah için güç değildir.

Ayetten maksat şudur: Allah Tealâ'nın kudreti, hikmeti ve Onun sevabı umulan, ceza yurdunda cezalandırmasından korkulan ve itaat edilmeye lâyık bir zât olduğuyla ilgili deliller gözler önüne serilmesine rağmen kâfirler, Allah'ı inkârda aşırılık göstermişlerdir. [32]

 

Azâb Gününde Bedbahtlar Arasında Geçen Konuşmalar, Şeytanla, Ona Uyanların Karşılıklı Atışmaları Ve Mutlu Olanların Cenneti Kazanmaları

 

21- İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkarlar. Zayıf görüşlü halk, büyüklük taslayan liderlerine: "Doğrusu biz size uymuştuk, Allah'ın azabından bizi ko­ruyabilecek misiniz?" derler. Cevap olarak: "Allah bizi doğru yola eriştir-seydi biz de sizi eriştirirdik. Artık sız-lansak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur" derler.

22-  Hüküm verme işi bitince, şeytan: "Doğrusu Allah size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim ama, sözümü yerine getiremedim. Esa­sen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu. Sadece çağırdım, siz de geldiniz. O hal­de beni değil, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kur­taramazsınız. Beni daha önce Allah'a ortak koşmanızı kabul etmiyorum" der. Doğrusu kâfirlere, can yakan bir azap vardır.

23- İman eden ve sâlih ameller yapan­lar, içlerinden ırmaklar akan cennetle­re konulurlar. Rablerinin izniyle ora­da temelli kalırlar. Oradaki dirlik te­mennileri "Selâm!"dır.

 

Belagat:

 

"O halde, beni değil kendinizi kınayın." ayetinde tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.

"Sızlansak" ve "sabretsek" lafızları arasında tezat sanatı vardır. [33]

 

Kelime ve İbareler

 

O günde insanların hepsi toplandıkları geniş bir alanda "Allah'ın huzuru­na çıkarlar." Gerçekleşme kesin olduğu için ayetin bu ve bundan sonrası geç­miş zaman kipiyle anlatılmıştır.

"Zayıf görüşlü halk" etba, yani görüşü ve düşüncesi zayıf halk tabakaları "büyüklük taslayan" onlara baskı yapıp yönlendiren güç sahibi "liderlerine: Doğrusu biz size "uymuştuk". "Teba'an", tabi' lafzının çoğuludur. Allah'ın aza­bından bizi koruyup "uzaklaştırabilir misiniz?" derler.

"Hüküm verme işi bitince" hüküm verilip, iş biterek cennet ehli cennete, cehennemlikler cehenneme girince, "şeytan" İblis "Doğrusu Allah, size sözün doğrusunu söylemişti." veya gerçekleştirdiği bir sözü vermişti ki bu söz öldük­ten sonra dirilme ve hesaba çekilmeyle ilgili olan sözdür. O, sözünü de yerine getirdi.

"Ben de size" öldükten sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin olmadığı şeklinde "söz verdim ama sözümü yerine getiremedim." sonra caydım. İblis, verdiği sözün yerine gelmemesinin anlaşılmasını sözünü yerine getirmemesi şeklinde değerlendirmiştir. "Min sultan"daki "min" zaittir. "Kuvvetim, gücüm ve nüfuzum yoktu ki sizi küfre ve isyana, bana uymaya zorlayayım." demektir. [34]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önce Allah Tealâ, kâfirlerin ahirette karşılaşacağı bir çok azabı zik­retmiş, hemen peşinden de onların iyi amellerinin heba olup, boşa gittiğini bil­dirmişti. Burada ise onların, kendilerine uyanlar önünde ne kadar utanıp, rezil olduklarını beyan etmiştir. Allah Tealâ bunu; liderlerle halk tabakası arasında­ki karşılıklı konuşma ve şeytanla ona uyan insanlar arasındaki iğneli konuş­malar şeklinde nakletmiştir. Arkasından da mutluluğa kavuşan müminlerin mükâfatlarını ve ebedi cennetleri kazandıklarını haber vermiştir. [35]

 

Açıklaması

 

İyisiyle kötüsüyle bütün insanlar, hesaba çekilecekleri yerde, tek ve Kah-hâr olan Allah'ın huzuruna gelip, hiçbir örtünün bulunmadığı geniş bir alanda toplanırlar. Burası dünyadaki durumun aksinedir. Çünkü kâfirler ve âsiler, orada Allah'ın kendilerini görmediğini sanıyorlardı.

Zayıf görüşlü halk, sırf Allah'a ibadet ve peygamberlere uyma karşısında kibirlenip büyüklük taslayan liderlerine, idarecilerine ve aydınlarına şöyle der­ler: "Doğrusu biz, size uymuş, işlerimizde sizi örnek almıştık. Emrettiklerinizi yapmış, sizin gibi davranmıştık. Size uyarak Allah'ı inkâr ettik, peygamberleri yalanladık. Bize söz verip, umduğunuz gibi bugün Allah'ın azabından bir kıs­mını bizden uzaklaştırabilecek misiniz?"

Kendilerine tâbi olunan liderler, onları koruma hususunda bahane uydu­rarak şöyle cevap verirler: "Eğer Allah bizi hak dinine eriştirip, ona uymaya muvaffak kılarak hayırlı olanı gösterseydi, biz de size en mutedil yolu gösterir­dik. Fakat O, bize hidayet etmedi." Böylece artık kâfirler, azabı hak ederler.

Bundan sonra onlar kurtuluştan ümitlerini kestiklerini ilân ederek şöyle derler: "Artık sabretsek de sızlansak da içinde bulunduğumuz durumdan kur­tulabilmemiz imkânsızdır" yani, sızlanmak da sabretmek de birdir. Bize, Allah Tealâ'nın azabından kurtuluş yoktur.

İbni Kesîr şöyle der: "Anlaşılan o ki bu konuşmalar, cehenneme girdikten sonra orada yapılmıştır."^ Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ateşin içinde bir­birleriyle tartışırlarken güçsüzler, büyüklük taslayanlara 'Doğrusu biz, size uy­muştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz'?' derler. Bü­yüklük taslayanlar: 'Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında şüphesiz hüküm vermiştir.' derler." (Gafir, 40/47-48). "Allah, 'Sizden önce geç­miş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin.' der. Her ümmet girdikçe ken­di yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonra­kiler öncekiler için 'Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabı­nı kat kat ver.' derler. Allah 'Hepiniz için kat kattır, ama bilmezsiniz.' der. Önce­kiler sonrakilere, 'Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın' derler." (A'raf, 7/38-39). "Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyükle­rimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat." (Ahzab, 33/67-68).

Arkasından Allah Tealâ, .şeytanla ona uyan insanlar arasında geçen diğer bir konuşmayı zikrederek şöyle buyurur: "Allah, kullan arasında hükmedip, müminleri cennetlere soktuktan, kâfirleri de alt alta bulunan cehennem tabakalarına attıktan sonra İblis, kendisine uyan insanlara şöyle der: 'Doğrusu Allah, peygamberlerinin diliyle hak ve doğru olarak size öldükten sonra diril­meyi ve hesaba çekilmeyi vadetmişti. Bu, hak bir va'd ve doğru bir haberdi. Bense size, tekrar dirilmenin, hesaba çekilmenin, cennet ve cehennemin ol­madığını vadetmiştim. Tabii ki batıl söz ve yalan söylediğim için sözüm yerine gelmedi. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.' (Nisa, 4/120). Oysa siz bana uyarak Rabbinizin vadini bıraktınız.

"Benim sizi çağırırken delilim ve belgem ve size vadederken de "üzerinizde kuvvet ve nüfuzum yoktu."

Fakat sizi çağırdığım zaman, "sadece çağırdım siz de geldiniz."

"O halde bugün beni değil kendinizi kınayın." Çünkü kendi iradenizle benim davetimi kabule koştunuz. Günah, sizin günahınız. Zira Rabbinizin dav­etine kulak tıkadınız. O, sizi delil ve belgelerle hak olarak davet etti. Sizse, sizi doğruya çağıran delillere karşı çıktınız.

"Artık ben, size yardım edemem, yarar sağlayamam," içinde bulunduğunuz azaptan sizi kurtaramam. Siz de bana yardım edemez ve içinde bulunduğum azap ve işkenceden kurtararak bana fayda sağlayamazsınız. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Nitekim, kendilerine uyutanlar, azabı görünce uyanlardan uzak­laşacaklardır." (Bakara, 2/166).

1- İbni Kesîr, II, 528.

Bugün ben, dünyada beni itaat hususunda Allah Tealâ'ya ortak koşmanızı inkâr edip, kabul etmiyorum. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ama kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkâr ederler." (Fatır, 35/19). Bu ayet, İblis'in şirk­ten uzak olduğunu ve bunu kabul etmediğini bildirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz, sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin dininizi inkâr ediyoruz." (Mümtahine, 60/4). "Hayır, tanrıları kendilerinin ibadetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem, 19/82).

"Doğrusu kâfirlere can yakan bir azap vardır." Bu ayetin, Allah Tealâ'nın sözü olması daha uygundur. Ama Kuranda o kâfirlerin yardamdan ümitlerini kesmek için anlatılan, İblis'in sözünün devamı olması da muhtemeldir. Mana şöyledir: "Doğrusu, haktan yüz çevirmeleri ve batıla uymaları sebebiyle kâfir­ler için can yakan bir azap vardır."

Maksat, şeytanın dünyadaki vesveselerinden uzak olduğuna insanların dikkatini çekmek, onları hesap gününe hazırlanmaya teşvik etmek ve o günün şiddet ve sıkıntılarını hatırlatmaktır.

Allah Tealâ, bedbahtların durumunu açıkladıktan sonra mutluluğa eren­lerin halini de beyan etmiştir. Her iki grup da hesaba çekilip, karşılıklarını al­mak üzere Allah Tealâ'nın huzuruna çıkmışlardır. Şöyle buyurmuştur:

Melekler, Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik eden, O'nun birliğini ikrar eden, emirlerine uyup yasaklarından sakınanları, her yerinde nehirler akan cennet bahçelerine koyarlar. Onlar, orada temelli kalacaklardır. Ne oradan çıkarılır, ne de uzaklaştırılırlar. Bütün bunlar, Rablerinin muvaffak kılması, ihsanı ve emriyle olur.

Rablerinin izniyle melekler, onlara 'Selâm' diyerek dirlik temenni ederler. Onlar birbirlerini de bu şekilde selâmlarlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara 'Allah'ın selâmı üzerinize olsun' derler." (Zümer, 39/73). "Melekler her kapıdan yanlarına girip 'Size selâm olsun' derler." (Ra'd, 13/23-24). "Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar." (Furkan, 25/75). Onlara, Rableri katından da selâm vardır: 'Merhametli olan Rab katından onlara selâm vardır.' (Yasin, 58). Onlar birbir­lerini şöyle selâmlarlar: 'Oradaki duaları 'Münezzehsin ey Allah'ım', dirlik temennileri: 'Size selâm olsun' ve dualarının sonu da: 'Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun'dur.'" (Yunus, 10/10). [36]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Cehennemlikler karşılıklı olarak birbirlerini kınar, birbirleriyle çekişip atışırlar. Liderlerle onlara uyanlar arasında geçen bu konuşmalar, liderlerin, dünyada kendilerine tâbi olan halk için herhangi bir şey yapmaya aciz olduk­larını göstermektedir. Onlar, kendilerini Allah'ın azabından kurtaramaz ve kendileri için herhangi bir yarar sağlayamazken elbetteki başkalarına fayda vermeleri söz konusu değildir. Hiç birisi Allah'ın azabından, küfür ve isyana karşı cezalandırmasından kaçıp sığınacakları bir yer bulamazlar. Azaba sab-retseler de sızlansalar da bu değişmez.

2-  Liderler sapıklıklarını ikrar ederler. Onlar, kendilerine uyanları dalâlete çağırmışlardır. Eğer onlar doğru yola ulaştırılsalardı başkalarını da hidayete irşat edeceklerdi. Elbetteki bu, onların bir yalanıdır. Allah Tealâ, münafıkları anlatırken şöyle buyurmuştur: "Allah, onların hepsini tekrar dirilttiği gün, size yemin ettikleri gibi O'na yemin ederler." (Mücadele, 58/18).

3- Allah, liderlerle kâfir insanlardan meydana gelen halk arasında cereyan eden karşılıklı atışmadan sonra, şeytanla ona uyan insanlar arasında meydana gelen başka bir tartışmayı beyan eder. Her iki tartışmanın konusu da birdir, kendisine uyulan önder, uyandan uzak ve beri olduğunu açıklamaktadır. Fakat bu konuşmalarda şeytan, insandan daha doğru sözlüdür. Zira o, Allah'ın insanlara öldükten sonra dirilmeyi ve yapılanlara karşılık hesaba çekilmeyi gerçek olarak vadettiğini ve verdiği sözü yerine getirdiğini, kendisinin ise bunun aksine, yeniden dirilme ve hesaba çekilmenin olmadığını vadettiğini ve sözünü yerine getiremediğini ilân etmiştir.

4- Râzî, "Sadece çağırdım siz de geldiniz." ayetiyle ilgili olarak şöyle der: "Bu ayet göstermektedir ki asıl şeytan nefistir. Çünkü şeytan, gücünün sadece vesvese vermeye yettiğini açıklamıştır. Eğer şehvet, kızgınlık, vehim ve hayal sebebiyle meydana gelen^neyil olmasaydı elbette şeytanın vesveselerinin bir tesiri olmazdı. Bu da göstermektedir ki asıl şeytan nefistir. "[37]

Bilinmektedir ki melekler ve şeytanlar, latîf varlıklardır. Allah Tealâ, on­ları acâib bir şekilde vücûda getirmiştir. Lâtif varlıkların, insan yapısının derinliklerine kadar nufûz etmesi uzak bir ihtimal değildir.

5- İnkârlarına karşılık kâfir zâlimlere reddedilmesi mümkün olmayan can yakıcı bir azap vardır. Zira onlar kendi irade ve seçimleriyle isyan edip, kâfir olmuşlardır.

6- Rablerinin emri, dilemesi ve kolaylaştırmasıyla Allah'tan sakınan müminler için içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada Allah Tealâ'nın katından gelen selâm ile ayrıca melekler tarafından selâmlanırlar. Yine aralarında da "Size selâm olsun" şeklinde selâmlaşırlar.

7- Şeytanın vaadleri boş, Allah'ınkiler ise haktır. İnsanlar, hiçbir delil ya da hüccet olmadan şeytanın sözüne uyarlar. Şeytan ise onlardan ve yaptık­larından uzak olduğunu bildirir. Onların şeytanı değil, sadece kendilerini kınamaları gerekir. Yine şeytan, onlara yardım edemiyeceğini, onları kur­taramayacağını, bilâkis yardıma muhtaç olduğunu bildirerek kâfirleri üzün­tüye boğar. Üstelik dünyada kendisini Allah'a şirk koşmalarını da reddeder. Bütün bunlar, kâfirlerin dikkatini, karşılaşacakları azaba çekmektedir. [38]

 

Mutluluğa Kavuşanların Güzel Sözü Ve Bedbahtların Çirkin Sözü İçin Verilen Örnek

 

24- 25- Allah'ın hoş bir sözü, kökü sağ­lam, dalları göğe doğru olan 'Rabbinin izniyle her zaman meyve veren' hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın diye Allah, onlara misal veriyor.

26- Çirkin bir söz de, yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.

27- Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar, kâfirleri de saptırır. Allah, dile­diğini yapar.

 

Belagat:

 

"Allah'ın... nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" cümlesi, mutluluğa erenler ve bedbahtların haline hayret ifade eder.

"Hoş bir sözü,... hoş bir ağaca benzeterek" ve "Çirkin bir söz de kötü bir ağaca benzer." cümlelerinin her ikisinde de mürsel ve mücmel teşbih vardır.

"Kökü" ile "Dallar" ve "Hoş" ile "Çirkin" lafızları arasında tezat sanatı var­dır. [39]

 

Kelimeler ve İbareler:

 

"Allah'ın nasıl misal verdiğini" onu yerinde zikrettiğini "görmüyor musun?" Misal: İdrak edilen bir hususta aralarında benzerlik olan bir sözün açıklanmak için diğerine benzetildiği söz, demektir.

"Allah'ın, hoş bir sözü," Hoş söz: "Lâilâhe illallah" (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tevhidi, İslâm daveti ve Kuran'dır. "kökü sağlam" toprağa kök salarak sağlam "dalları göğe doğru olan" en tepesi göğe doğru uzamış olan "Rabbinin izniyle" Allah Tealâ'nın meyve vermesi için belirlediği "her vakit meyve veren hoş bir ağaca" bu ise hurma ağacıdır "benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?"

\<xsiı m<8îi Wîı, HS&& "sa^KKı^saraa». «n^ksi 1$^ TSNsssss^^a&Köfc. ^<«\asj-miş, ameli de göğe ulaşmıştır. Bu amellerin sevabı her zaman ona ulaşır.

"İnsanlar ibret alıp iman etsinler diye Allah onlara misal veriyor." Açık­lıyor. Çünkü bu benzetme sayesinde insanlar daha çok anlayıp, öğüt alırlar."

"Çirkin söz" Küfür söz sabit olmayan yerden kopartılmış "kökü olmayan kötü bir ağaca benzer..." "Ebu Cehil karpuzuna benzer.""Allah müminleri dünya hayatında ve ahirette" hesap alanında onlara itikatları sorulduğunda ve hasrın o korkunç halini gördüklerinde kemküm etmesinler, diye onların nez-dinde delille sabit olup kalplerine yerleşen "sağlam bir söz üzerinde tutar." Böy­lece dinleri hususunda fitneyle karşılaştıklarında ayakları kaymaz." Denilmiş­tir ki: "Bu ayet, kabir suâli esnasındaki sebatı ifade etmektedir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri hadiste de bildirildiği gibi iki melek onlara, Rab-lerini, dinlerini ve peygamberlerini sorduğunda doğru cevap verirler."

Allah, kendilerine zulmeden "kâfirleri de saptırır," onlar hakka ulaşamaz ve doğru cevabı veremezler, bilâkis hadiste de bildirildiği gibi 'Bilmiyoruz' derler.

"Allah dilediğini yapar." Allah, hiçbir itiraza mahal bırakmadan dilediği bazı kimseleri sağlam bir söz üzerinde tutarken bazılarını da saptırır. [40]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, bedbahtların durumunu, cehennem ateşinde karşılaştıkları azabı, mutluluğa erenlerin hallerini ve Rableri katındaki kurtuluşu elde et­melerini açıkladıktan sonra, bu iki grubun halini ve aralarındaki farklılığın sebebini manevi şeyleri idrak edilebilen şeylere benzeterek beyan eden bir misal zikretmiştir. Çünkü Kuran'da pek çok defa zikredildiği gibi bu benzetme metodu, manaların zihinlere yerleşmesini sağlar. [41]

 

Açıklaması

 

Ey Muhatab! Allah'ın nasıl bir misal vererek onu en uygun yerde zikret­tiğini görmüyor musun? Bu misal, kelime-i tevhid, İslâm ve Kuran'm daveti, demek olan hoş bir sözün, şu dört özelliğe sâhib hurma ağacı manasmdaki hoş bir ağaca benzetilmesidir.

1- Bu ağaç, güzel görünüşlü, güzel kokulu, güzel meyveli ve çok faydalı bir ağaçtır. Yani, meyvesi lezzetli, istifadesi fazladır.

2- Onun kökü, toprakta sağlam, devamlı ve yerleşmiştir. Kökünden koparılamaz.

3- Dallarının göğe doğru yükselip, yerin çürümüş bitkilerinden uzaklığı sebebiyle heybetli bir görünüşe sahiptir. Verdiği meyveler, temiz, güzel ve her türlü sunilikten uzaktır.

4- Rabbinin iradesi, yaratması ve kolaylaştırmasıyla belirlediği her vakit­te meyve verir. Ağaçların,senede bir kere meyve vermeleri sebebiyle bu durum, Allah'ın tayin ettiği zaman hükmündedir.

İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, "'Lâilâheillâllâh' kavli ve Şecere-i tayyibe" Hurma ağacıdır. Şecere-i tayyibe kavlinin, hurma ağacı olduğu görüşü aynı şekilde îbn Mesud (r.a.)'dan da nakledilmiştir. Yine bu görüş, Enes ve İbn Ömer (r.a.) kanalıyla Rasulullah (s.a.)'dan da rivayet edilmiştir.

Buhari'nin İbn Ömer (r)'den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: "Rasulul­lah (s.a.)'ın huzurundaydık. Bize; bana, müslüman adama benzeyen -veya müslüman adam gibi olan-, yaprakları yaz ve kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle her zaman meyve veren bir ağaç söyleyin, dedi." İbn Ömer (r.a.) devamla "Onun hurma ağacı olduğunu tahmin ettim. Fakat baktım ki Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) konuşmuyor. Ben de konuşmayı uygun görmedim. Hiç kimse bir şey söylemeyince Rasulullah (s.a.) "O, hurma ağacıdır." buyurdu.

"İşte Allah, insanlara böyle misaller veriyor". Çünkü verilen misaller, daha çok anlamaya, öğüt ve ibret almaya ve manaları zihinde canlandırmaya vesile olmaktadır. Zira sadece akılla anlaşılan manaların, idrak edilebilen hususlara benzetilmesi, manaları zihne iyice yerleştirip, ondaki gizlilik ve şüpheleri or­tadan kaldırmaktadır. Böylece bu manalar, elle dokunulabilir eşyalara dönüş­mektedir. Dolayısıyla bu ayet, insanları bu misâlin büyüklüğünü düşünmeye, onu kavramaya ve maksadını anlamaya çağırarak, onların dikkatlerini bu nok­tada yoğunlaştırmaktadır."

Bundan sonra Allah Tealâ, küfür sözünün misâlini zikretmiştir: Küfür ya da şirk sözü olan çirkin sözün özellikleri, Ebû cehil karpuzu ve benzeri ağaçlar demek olan kötü ağacın vasıflarına benzer.

Ebu Bekir Bezzâr mevkuf olarak İbni Ebî Hatim'in de merfu olarak Enes (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ayet­te zikredilen ağaç Ebu Cehil karpuzudur."

Ayette kötü ağacın şu üç özelliği bildirilmiştir:

1- Bu ağacın meyvesinin tadı kötüdür veya içindeki zararlı maddeler sebebiyle kötüdür ya da kokusu kötüdür. Bu, Ebû Cehil karpuzudur. "Sarımsak ya da diken" olduğu da söylenmiştir.

2- Bu ağaç, kökünden koparılmış ve toprakla bağlantısı kesilmiştir. Aynı şekilde Allah'a şirk koşmanın da ne bir delili, ne devamlılığı ne de kuvveti var­dır.

3- Bu ağaç, bir yerde yerleşmiş ve sabit değildir. Bu özellik, ikincisini tamamlar mahiyettedir.

Bunlar, kötülüğün en üst seviyesindeki özelliklerdir. Öyleki kötülük ve pislik, zarara işaret ettiği gibi kökünden koparılmak ve sabit olmamak da hiç­bir işe yaramadığını göstermektedir.

İkisinin birlikte açıklanmasıyla hak ve batıl sözler arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Öyleki kelime-i tevhid ve iman sözü demek olan hak söz, kuvvet­lidir, devamlıdır ve insanlara fayda sağlar. Buna karşılık şirk ya da küfür sözü demek olan batıl söz, zayıf ve zararlı olup devamlı ve istikrarlı değildir.

Hak söz ehli, müminler, batıl söz taraftarları ise kâfirler ve asilerdir.

Arkasından Allah Tealâ, hak söz ehlinin dünyada ve ahirette maksatlarını elde ettiklerini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu ahirette, dünyada ağızlarından çıkan, delil ve burhanla kalplerine yerleşen iman sözü sebebiyle Allah'ın cömertliği ve sevabı müminler için devamlıdır." Bundan maksat şudur: Allah'ı bilme ve O'na itaattaki sebat, Allah Tealâ katında sevap ve cömertliğin devamını gerektirmektedir.

Veya Allah'ın, dünyada Bilâl ve diğer sahabeler gibi çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen dinleri hususunda fitneye düşürmeyerek, mümin­leri sabit kılması ve orada onları sağlam bir söz üzerinde tutmasıdır. Öyleki dinleri hususunda fitneyle karşılaştıklarında onların ayakları kaymamıştır. Meselâ Allah, Uhdûd Ashabı'mn işkence ederek dinlerinden çevirmeğe uğraş­tığı, ayrıca testerelerle kesilen, vücutları demir taraklarla taranan kimseleri dinleri üzerinde sabit kılmıştır.

Ahirette sabit kılınmaları ise hesap meydanında inançları ve dinleri sorul­duğunda kemküm etmemeleri ve hasrın o korkunç hâlinin onları şaşkına çevirmemesidir.

Denilmiştir -ki bu görüş meşhurdur- "Bu kavilden maksat, kabir suâli anındaki sebattır. Dünya hayatından maksat; yaşama süresi ve ahiret ise; kıyamet günü ve hesap günü demektir."

Kütübü Sitte, Berâ b. Azib (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Müslüman, kabirde sorguya çekildiğinde Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehâdet eder. İşte bu, 'Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar.' ayetidir." Bu hadisi, Ebû Hureyre (r.a.) de rivayet etmiştir.

Yukarıda geçen aynı hadisi İbni Ebî Şeybe yine Berâ (r)'dan şöyle rivayet etmiştir: O, Rasulullah (s.a.)'ın ayet hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah'ın kişiyi dünyada sabit kılması, kabirde iki meleğin ona gelip de 'Rabbin kim1?, Dinin ne?, Peygamberin kim?' diye sorduğunda 'Rabbim Allah, dinim İs­lâm, Peygamberim Muhammed (s.a.)'dir' diye cevap vermesidir."

Ebu Davud, Osman b. Affân (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah cenazenin defnedilmesini bitirdiğinde yanında durur ve 'Kardeşiniz için af dileyip, sebatını isteyiniz. Zira o, şu anda sorguya çekiliyor.' buyururdu."

Razî şöyle der: "Meşhur olan görüş şudur: Bu ayet, kabirdeki iki meleğin sorgusu, Allah'ın sorgu esnasında mümine hak sözü telkin etmesi ve onu hak üzere sabit kılması hakkında varittir."[42]

Bundan sonra Allah Tealâ, kâfirlerin âkibetini şu şekilde açıklamıştır: "Al­lah, kâfirlerin sevabını kazanmalarına engel olur." Veya iman için gerekli olan yeterli hazırlığı yapmadıkları için onları ve sapıklıklarını öylece bırakmış, arzu ve şehvetlerinin peşinde koşmaları için onlara mühlet vermiştir.

Ya da kabirde dinleri ve inançlarından sorguya çekildiklerinde onları tereddüt içinde kemküm eder vaziyette bırakmıştır.

İbni Cerir, İbni Ebi Hatim ve Beyhakî'nin rivayetinde İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Kâfirin canı alınacağı zaman yanına melekler gelerek yüzüne ve ar­kasına vurmaya başlarlar. Mezara girdiğinde ise oturtularak 'Rabbin kim?' diye sorulur. Hiç bir cevap veremez. Allah Tealâ, ona Rabbini hatırlamayı unutturur. Yine 'Sana gelen peygamber kim?' diye sorulduğunda ona yol gösterilmez ve yine hiçbir cevap veremez. İşte bu, 'kâfirleri de saptırır' aye­tidir."

Son olarak Allah Tealâ, iki grup hakkındaki mutlak irade ve takdirini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Allah dilerse doğru yolu gösterir dilerse dalâlete düşürür." İnsanlar, fitnelerle karşılaştıklarında yerlerinde sabit-kadem olamazlar ve ilk darbede ayaklan kayar. İşte bu, onların dünyada sap­tırılmalarıdır. Bu kâfirler, ahirette ise daha çok sapmış ve daha çok ayakları kaymıştır. Sapıklık, gerekli hazırlığı yapmamanın ve nefsin arzularıyla hareket etmenin neticesidir." [43]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu hususlara işaret etmektedir:

1- İman veya Lâilâheillâllah Muhammedun Rasulullah (Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed, O'nun peygamberidir.) sözü ya da müminin kendisi demek olan hoş söz, sabit ve ebedi, iyi ve faydalıdır.

Enes (r.a.), Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şüp­hesiz iman, sabit ve yere çakılmış bir ağaca benzer: İman, bu ağacın gövdesi, namaz kökü, zekât tepesi, oruç dalları, Allah yolunda eziyet çekmek bitkisi, güzel ahlâk yaprakları ve Allah'ın haramlardan el çekmek ise onun mey-vesidir." En doğru görüşe göre, "Hurma ağacı"dır.

el-Gaznevi ve Taberânî İbn Ömer (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mümin, hurma ağacı gibidir. O ağacın her şeyinden istifade edilir."

2- Misaller ve benzetmeler, özellikle de akledilenlerin, hissedilip idrak edilenlere benzetildiği teşbihler, hatırlama, öğüt ve ibret alma, anlatma, duyu­lan ve vicdanlan harekete geçirme ve dikkatleri bu misallerde yoğunlaştırma hususunda daha tesirlidirler.

3- Küfür sözü olan çirkin sözün sabit ve devamlı olması mümkün değildir. Hiçbir yaran yoktur. Ne makbul bir delile ne de sahih bir burhana dayanır. "Kötü Ağaç" en doğru görüşe göre "Ebû Cehil karpuzu"dur. Enes (r.a.)'in rivayet ettiği hadis, daha önce zikredilmişti. İbn Abbâs (r.a.), Mücâhid ve diğer alimler de bu görüştedir.

Aynı şekilde kâfirin de ne bir delili, ne sebatı, ne de bir hayn vardır. Yap-tıklanna mesnet teşkil edecek bir esâsa sahip değildir.

4- Ayetin gayesi insanlan imana davet edip, şirki reddetmektir.

5- Allah, müminleri dünyada hak ve iman üzere sabit kılar, ondan asla gerilemezler. Kabirde de onları sebat ettiren doğruyu ve imanı telaffuz et­melerini ilham eder. Çünkü tekrar diriltilene kadar ölüler hâlâ dünyadadırlar.

Aynı şekilde ahirette hesap esnasında da onlara doğruyu ilham eder.

6- Allah, dünyada küfürleri sebebiyle saptıkları gibi kabirde de kâfirlerin delillerini hükümsüz kılar. Onlara hak sözü telkin etmez. Mezarlarında onlar sorguya çekildiklerinde "Bilmiyoruz." derler. Melek de onlara "Bilmez olasıcalar." diye beddua eder. Ve o anda -gelen rivayetlere göre- gürzlerle (başı eğik demir çubuklarla) dövülürler.

7- Allah dilediklerine azab eder dilediklerini saptırır. Denilmiştir ki: "Bu ayetin nüzul sebebi Rasulullah (s.a.)'tan rivayet edilen şu hadisedir: O, münker ve nekîr meleklerinin sorgusunu ve ölünün verdiği cevapları anlatırken Ömer (r.a.) 'Yâ Rasulallah O zaman aklım başımda mı olacak?' diye sordu. Rasulul­lah (s.a.) 'Evet' deyince Ömer (r.a.) 'O halde bu bana yeter' dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ, 'Allah, müminleri sağlam bir söz üzerinde tutar.' ayetini indirdi." [44]

 

Nimete Nankörlük, Allah'a Eşler Koşmak, Dünya Nimetlerinden Faydalanmalarını Söyleyerek Kâfirleri Tehdit Müminlere Yapılan Namaz Ve İnfak Emri

 

28-29- Allah'ın verdiği nimeti nankör­lükle karşılayanları ve milletlerini  helak olacakları yere, ateşini tadacak- lan cehenneme götürenleri görmüyor  musun? Cehennem, ne kötü bir durak- tır.

30- Allah'ın yolundan saptırmak için  O'na eşler koşmuşlardı. De ki: Yaşayın  bakalım! Hiç şüphesiz varacağınız yer  ateş olacaktır."

31" Ey Muhammed! İman eden kul- larıma söyle, namazı kılsınlar, fidye ve  dostluğun olmayacağı günün gelmesin- den önce, kendilerine verdiğimiz rızık-tan açık ve gizli sarfetsinler.

 

Belagat

 

"Gizli ve açık" lafızları arasında tezat sanatı vardır.

"Helak olmak... Durak... Ateş" gibi kelimelerde tekellüfsüz murassa seci vardır.

"De ki: 'Yaşayın bakalım.'" Bu cümle vaid ve tehdit ifade eder. [45]

 

Kelime ve İbareler

 

"Allah'ın verdiği nimeti nankörlükle" şükrü, nankörlük yerine koyarak onunla değiştiren "karşılayanları" Kureyşli kâfirleri görmüyor musun? "ve mil­letlerini" kendilerini saptırmaları sebebiyle küfürde onlara uyanları inkâra sevketmeleri sebebiyle "helak olacakları yere, ateşini tadacakları" girip sıcaklığına göğüs gerecekleri "cehenneme götürenleri görmüyor musun1? Cehen­nem, " yerleşilecek "ne kötü bir yerdir."

"Allah'ın yolundan" tevhid yolundan ya da İslâm dininden "saptırmak için O'na eşler koşmuşlardı." Ortaklar koşarken onların maksadı sapmak ya da saptırmak değildi. Fakat sonucu bu olduğu için hedef oymuş gibi gösterilmiştir. "De ki: Yaşayın bakalım." Biraz dünyanızdan faydalanın."Hiç şüphesiz vara­cağınız yer ateş olacaktır."

"Ey Muhammedi İman eden kullarıma söyle," methetmek ve onların Al­lah'a hakkıyla kul olduklarına dikkat çekmek için müminler özellikle Allah'a nisbet edilmiş, kullarım ifadesi kullanılmıştır, "namazı kılsınlar," kendisini kurtarmak için vereceği "fidye"nin ve fayda veren "dostluğun olmayacağı günün gelmesinden önce" kıyametin kopmasından önce "kendilerine verdiğimiz rızıktan" bilinen veya bilinmeyen vakitte veya "açık ve gizli" bir halde "sar-fetsinler." [46]

 

Nüzul Sebebi

 

28. ayetin indiriliş sebebiile ilgili İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Ayette bah­sedilenler, Mekkeli kâfirlerdir."

Hâkim, İbn Cerir, Taberânî ve diğerleri Ömer ve Ali (r.a.), Allah'ın nimeti­ni değiştirenler hakkında şöyle demişlerdir: "Onlar, Kureyş'in en günahkârları olan Benî Mugîra ve Benî Umeyye'dir. Allah Tealâ, Benî Mugîra'nm kökünü Bedir günü kurutmuş Benî Umeyye'ye ise bir müddet daha mühlet vermiştir. [47]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, mutluluğa erenlerin ve bedbahtların durumlarını açıkladık­tan sonra tekrar, "Allah'ın nimetini değiştirenleri görmüyor musun?" ayetinde kâfirlerin halini anlatmaya başlamıştır. Bunlar, Mekkelilerdir. Öyleki Allah Tealâ, onları emin olan Harem'ine yerleştirmiş, onlara bol rızık vermiş ve iç­lerinden Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak göndermişti. Fakat onlar, bu nimetin kadrini bilemediler. Yine bu kâfirlerin cehennemdeki kötü âkibete nail olmalarının sebeplerini bildirerek onlara tehdit kabilinden dünya nimetlerin­den yararlanmalarını emretmiştir. Bunun arkasından ise müminlere, namaz kılıp Allah için sarfederek nefis ve arzularla mücadele etmeyi emretmiştir. [48]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, bizleri Mekkeli kâfirlerin ve benzerlerinin durumunu hayret­le karşılamaya çağırmaktadır. Öyleki bunlar, Allah'ın, cehennem ateşine gir-melerindeki ilk sebep olan şu iki özelliklerini bildirdiği kimselerdir:

1- "Onlar, Allah'ın nimetine şükür edecekleri yerde nankörlük ederek şük­rü nankörlükle değiştirdiler. Aslında nimete şükretmek aklen ve şer'an zorun­ludur. Fakat onlar, bu zorunluluğu yerine getirmediler ve şükredeceklerine nankörlük edip nimeti inkâr ettiler." Bunlar, Mekkeli kâfirlerdir. Bu ayet hak­kında İbni Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilen sahîh ve meşhur görüş de budur. İbni Kesîr şöyle der: "Ayetin manası bütün kâfirleri içine almaktadır. Zira Allah Tealâ, Muhammed (s.a.)'i âlemlere rahmet, insanlara nimet olarak göndermiş­tir. Kim bu nimeti kabul eder de şükrünü yerine getirirse cennete girer, kim de reddedip nankörlükle karşılarsa cehenneme girer."

2- Onlar, inkârda ve sapıklıkta kendilerine uyan milletlerini helak olacak­ları yere götürdüler. Orası öyle bir yerdir ki başka bir yok olma söz konusu değildir. Bu, içine girip ateşini tadacakları azap yurdu olan cehennemdir. Cehennem, yerleşilecek ne kötü yerdir."

İkinci sebep şudur: "Onlar Allah'a, O'nunla beraber ibadet ettikleri ortak­lar koşup insanları da buna çağırdılar. Meselâ hacda şöyle dediler: 'Lebbeyk, senin hiç ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır ki, o senindir. Sen, hem onun hem de onun sâhib olduğu şeylerin de sahibisin."

Üçüncü sebep ise şöyledir: "Onlar, bu yaptıklarının sonucunda kendilerine uyanları saptırmak, onları Allah'ın dininden çevirmek ve küfür bataklığında kalmalarını sağlamak için Allah'a ortaklar, eşler koştular." "Saptırmak için", kavlindeki "lam", âkibet lamı'dır. Çünkü putlara tapmak, sapıklığa götüren bir sebeptir. Bir de onlar, kendilerinin sapıklığını arzu etmediler.

Bundan sonra Allah Tealâ, Peygamberi'nin diliyle onları tehdit ederek şöy­le buyurmuştur: "De ki: 'Dünya nimetlerinden gücünüz yettiği kadar fay­dalanın." Zira yaptıklarınızın karşılığı, "döneceğiniz" ve sığınacağınız "yer cehennemdir.'" Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onları az bir süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman, 31/24). "Onlar için dünyada bir müddet geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir. İnkârlarına karşılık onlara çetin azap tattıracağız." (Yunus, 10/70). Bütün bunlara 'faydalanma' denilmiş­tir. Çünkü kâfirler, dünya nimetlerini lezzetli bulurlar. Ayrıca ahiretteki cezaya göre dünya, bir faydalanma ve nimetler diyarıdır.

Kâfirlere yapılan tehditlerle ilgili şu ayetler de vardır: "Dilediğinizi yapın." (Fussılet, 41/40). "Ey Muhammedi De ki: 'İnkârınla az bir müddet zevk­len. Şüphesiz sen cehennemliksin.'" (Zümer, 39/8).

Kâfirlere 'Yaşayın bakalım!" şeklinde yapılan tehditten sonra Allah, Pey-gamberi'ne, insanların bedenî ibadet olan namaz kılmayı ve mâlî ibadet olan Allah yolunda harcamayı, infâkı tebliğ etmesini emretmiştir. Allah Tealâ, kul­larına Kendisine itaat etmelerini, hakkını yerine getirmelerini ve mahlûkâtına iyilik etmelerini emreder. Bu itaat, namaz kılmakla, -ki o, yalnız ortağı ol­mayan Allah'a ibadettir- zekât ve sadaka verip, akrabalara ve diğer insanlara yardım ederek Allah'ın verdiği rızıktan infak etmekle gerçekleşir.

Namaz kılmak, "Rükün ve şartlarını tam olarak yerine getirip, vaktinde kılmaya özen gösterek, her ânında huşu içinde namazı edâ etmek" demektir.

Allah'ın verdiği rızıktan infak, hem gizli hem de açıktan olabilir. Beydâvî şöyle der: "Farz ve vacip olan zekât ve sadakaları açıktan vermek, nafile sadakaları gizlemek daha güzeldir."

"Onlar, kıyamet günü gelmeden önce kendilerini kurtarmak için namaz ve infakta acele etsinler." Zira kıyamet günü öyle bir gündür ki hiç kimsenin nefsi karşılığında fidye vermesi kabul edilmez. Üstelik o gün affedilmek, bağışlan­mak ve cezadan kurtulmak için dostluk da bir işe yaramaz. Bilâkis orada geçerli olan adalettir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bugün sizden ve inkâr edenlerden fidye kabul edilmez." (Hadid, 57/15). "Kimsenin kimse namına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye yapılan şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmiyeceği günden korunun." Bakara, 2/123). "Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan, hayra sarfedin. İnkâr edenler, zâlimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254). [49]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetten anlaşılmaktadır ki kâfirlerle müminler arasında belirli farklar vardır. Kâfirler şu üç sebepten dolayı helak olacakları yere, yani cehenneme girmeyi hak etmişlerdir:

1- Allah'ın onlara verdiği nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük edip inkâr etmişler,

2- Allah'a ortaklar -ki bunlar taptıkları putlardır- koşmuşlar,

3- İnsanları Allah'ın mutedil olan dininden saptırmışlardır. Bunun manası şudur: Yaptıkları bu iş neticesinde insanları saptırıp kendileri de sapmışlar ve dönüş yerleri cehennem azabı olmuştur.

Müminler için ise farz olan beş vakit namazı kılmaları, farz olan zekâtı, nafile sadakaları vererek üstelik de farz olanı açıktan, nafileleri gizleyerek edâ edip Allah yolunda infâkta bulunmaları sebebiyle cennet vardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onları fakir­lere gizlice verirseniz sizin için daha iyidir. Allah onları kötülüklerinizden bir kısmına karşı tutar. Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır." (Bakara, 2/271).

Yine ayet göstermektedir ki kıyamet gününde fidye ve dostluk hiçbir işe yaramaz ve asıl Allah'a itaat şu üç şekilde olur:

1- Allah Tealâ'ya iman etmek,

2- Nefsi namazda ma'bûda hizmet ile meşgul etmek,

3- Malı, Allah Tealâ'ya itaat yolunda sarfedip harcamak. Bu, insanın bu infâkmın sevabını, alış-veriş ve dostluğun olmadığı, ancak Allah Tealâ'ya ibadette ve Allah Tealâ sevgisinde müşterek olan dostların dostluklarının bulunduğu günde karşısında bulması içindir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

"O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düş­man olurlar." (Zuhruf, 43/67). [50]

 

Kâinat Ve Nefislerde Allah'ın Varlığını Ve Bir Olduğunu Gösteren Deliller

 

32-33- Gökleri ve yeri yaratan, bulutlardan indirdiği su ile size rızık olarak ekin ve meyveleri çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemi­leri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır.

34- Kendisinden istiyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız bitiremezsiniz. Doğ­rusu insan pek zâlim ve çok nankördür.

 

Belagat:

 

"Pek zâlim ve çok nankör" Bu kelimeler mübalağa ifade eder. Çünkü (fa'ûl) ve (fa'âl) mübalağa ifade eden kalıplardır. [51]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Semavatı" (gökleri) "Sema" lafzının çoğuludur. Bunun hakikatini bilemiy­oruz. Fakat insanın yukarısında olan ve ona gölge yapan herşey sema'dır "ve yeri yaratan, ... rızık olarak" "Rızık"; "kendisinden faydalanılıp, yiyecek, içecek ve giyeceği de içine alan her şey demektir, "ekin ve meyveleri çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri" izniyle veya yöneldiğiniz cihete dilemesiyle boyun eğdiren veya hazırlayıp kolaylaştıran "nehirleri" sizin fay­dalanmanız ve gerektiği gibi kullanabilmeniz için hazır hâle getiren "belli yörüngelerinde" hareket halinde ya da yol alırken, aydınlatma ve yararlı olmada devamlı ve fasılasız bir halde "yürüyen ayı ve güneşi "sizin için "geceyle gündüzü" peşpeşe kılan geceyi uyumanız ve sükûnet bulmanız, gündüzü de rızık ve Al­lah'ın fazl-ı kereminden aramanız için "sizin buyruğunuza veren Allah'tır."

"Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi" maslahatınızın gerektirdiği şekilde lisân-ı hâl ile istediklerinizi "size vermiştir."

"Allah'ın nimetlerini" Allah'ın lütuf ve ihsanını; bu kavil gösteriyor ki müfret lâfız muzâf olunca kapsamlılık ifade eder. "sayacak olursanız bitire­mezsiniz." saymaya gücünüz yetmez. "Doğrusu" kâfir olan "insan" isyan ve nimetlerin şükründen gafil olması sebebiyle "pek zalim" nefsine çok zulmeden ve Rabbinin nimetlerine "çok nankörlük eder" ve onları inkâr eder. [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ mutluluğa erenlerin ve bedbahtların hallerini açıkladıktan sonra hemen peşinden Yaratanın varlığını ve birliğini, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini gösteren delilleri bildirmiştir. Bütün bunlar, nimetleri yoktan var eden ve yaratan Allah'a şükrün gerekli olduğunu göstermek ve bu nimet­leri düşünüp onlardan ibret almaktan kaçınan kâfirlerin bu durumunu baş­larına kakmak için yapılmıştır. [53]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ bu ayetlerde mahlûkâtına ihsan ettiği nimetlerini dile getir­erek bunların varlığını ve kudretini göstermesine işaret etmektedir. Bunlar on tanedir:

1- Allah, gökleri düşmekten korunmuş bir tavan olarak yaratmış ve onları yıldızlarla süslemiştir.

2- Yeryüzünü bir döşek olarak ve içindeki pek çok faydalı şeyleri ey insan­lar! Sizin için yarattı.

3- Bulutlardan yağmur indirerek, bu yağmurla cansızken yeryüzüne hayat verdi, ağaçlan ve ekinleri bitirip büyüttü. Yine bu yağmurla renkleri, şekilleri, sat ve kokulan, faydalan çeşitli, meyve ve ekinler vasıtasıyla yemek ve hayat-lanm sürdürmek için insanlann muhtaç olduğu nzıklan çıkardı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Gökten su indiren O'dur. 'Biz, o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştirdik.'" (Taha, 20/53).

4- Size inşâsını ilham edip suyun üzerinde kalabilmelerini sağlayarak gemileri emrinize âmâde kıldı. Onlar, Allah'ın izni ve dilemesiyle denizde in-sanlan ve yükleri taşıyarak ülkeden ülkeye giderler.

5- Sizin için nehir kaynaklanın fışkırtarak toprağın üstünde kilometreler­ce bu nehirlerin mecralannı hazırladı. Öyleki suyunu içip, ekinlerinizi, ağaç­larınızı ve hayvanlannızı sulayıp ve daha değişik şekillerde onlardan istifâde edesiniz.

6-7- Güneşi ve ayı size boyun eğdirerek, devamlı hareket hâlinde yürümelerini sağladı. İnsan, bitki ve diğer varhklann hayatını olumsuz yönde etkilemesinler diye gece ve gündüz her ikisi de bir an bile bu hareketlerine ara vermezler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler." (Yasin, 36/40).

8-9- Gece ve gündüzü peşpeşe ve birbirlerine zıt kıldı. Meselâ kışın geceler uzarken yazın tersi olup gündüzleri uzar. Aynı şekilde kışın gündüzler kısalır­ken yazın da geceler kısalır. Gündüz, çalışıp kazanmak, rızık elde etmek ve dünya ile ilgili işler için aynlmışken, gece uyumak, rahat etmek ve sükûnete kavuşmak içindir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğ­direrek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alem­lerin Rabbi olan Allah yücedir." (Araf, 7/54).

"Allah'ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu bilmez misin?" (Lokman, 31/29).

"Allah dinlenmeniz için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar, O'nun rah­metinden ötürüdür." (Kasas, 28/73).

10- Ey insanlar! İstenilmesi mümkün olan, ihtiyaç duyulan ve kendisin­den faydalanılan istediğiniz her şeyi size verdi, hatta istemediklerinizi bile size ihsan etti. Veya istediğiniz her şeyden size verdi. Ayet, bütün insanlığa hitab etmektedir. Çünkü Allah, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Onların yerin altından çıkarılmasını, keşif ve icatları insan aklının gelişmesinin ve şehir hayatının tekaddüm etmesinin gereği olarak sizin akıllarınıza bıraktı. Aşama aşama insanoğlu 20. yy'da pek çok alanda buhar, rüzgâr, gaz, petrol, elektrik ve atom gibi enerji kaynaklarının da yardımıyla keşif ve buluşların zirvesine ulaşmıştır.

"Allah'ın size ihsan ettiği nimetlerini sayacak olursanız çokluğu sebebiyle buna güç yetiremezsiniz." Burada "nimet", "ihsan etmek, nimet vermek" manasına masdar yerine kullanılmıştır. "Nafaka" ve "infak etmek" lafızları da böyledir. Bu durum, manayı genelleştirmektedir. Çünkü müfred kelime, muzaf olduğunda kapsamlılık ifade etmektedir.

"Size vermiştir" ve "sayacak olursanız" cümleleri, kulların nimetlerin şük­rünü eda etmek bir tarafa onları saymaktan bile aciz olduklarını haber ver­mektedir.

Allah Tealâ, bu büyük nimetleri bildirdikten sonra bunlarla da kalmayıp bilâkis kullarına sayılması imkânsız daha başka nimetler verdiğini "size ver­miştir" ayetiyle beyan etmiştir. Arkasından ise kulların durumunu ve geçimini iyileştirecek ihtiyaç duydukları herşeyi onlara verdiğini açıklamak için sözü "sayacak olsanız" kavliyle bitirmiştir. Talk b. Habib şöyle der: "Allah'ın hakkı, kulların onu yerine getirmesinden daha ağırdır. Nimetleri ise kulların onları sayabilmelerinden çok fazladır. Fakat kullar tevbe ederek sabahlar ve yine tev-be ederek gecelerler."

Buhari'nin rivayetinde Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allahım! Red-dolunmayan, terk olunmayan ve müstağni olunmayan hamd sana mahsustur."

İmam Şafiî de şöyle demiştir: "Nimetlerinden hiçbirinin şükrünün eda edilemediği, ancak şükretmek isteyene bu şükrü nasib eden nimetin şükrünün edâ edilebildiği Allah'a hamdolsun."

"Doğrusu insan, şükründen gafil olduğu için nimete haksızlık eder ve son derece nankördür." "İnsan" kelimesi cins (çeşit ifade eden) isimdir. Bir tek in­san değil, bütün insanlar kastedilmiştir. Yani "insanda, zulüm ve nankörlük şeklinde bu iki özellik vardır. Şükründen gafil olduğundan nimete haksızlık eder, onu inkâr etmesi sebebiyle de nankördür." demektir.

Dikkat edilmesi gerekir ki Allah Tealâ burada "Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür." buyururken Nahl suresinde "Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder." (Nahl, 16/18) buyurmuştur. İki ayet arasındaki fark şudur: Bu ayetteki söz, insanın nimete nankörlük ve zulüm -ki bu şirk demektir- gibi çirkin özelliklerinin sayılmasına uygundur. Nahl süresindeki söz ise ayette bahsi geçen Allah'ın in­sana nasib ettiği nimetlerinin sayılmasına uygundur. Nitekim Allah'ın ken­disine dönülmesini teşvik etmek için Yüce Zâtını afv ve rahmet sahibi olarak vasıflandırması da bu nimetlerden biridir.[54]

Razî, iki ayet arasındaki fark konusunda şöyle der: "Sanki Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: 'Ey insan! Pek çok nimeti elde ettiğin anda, bu nimetlere kavuşan sen, veren ise Benim. Nimetlere sahib olurken senin iki özelliğin ön plana çıkar ki bunlar çok zâlim ve çok nankör olmandır. Onları verirken Benim de iki vasfım vardır ki bunlar da bağışlayıcı ve merhametli olmamdır.' Sanki Allah şunu kasdetmektedir: 'Sen, çok zâlim de olsan Ben bağışlarım; sen çok nankör de olsan Ben merhamet ederim. Senin aczini ve kusurlarını bilirim de bu hâline karşılık yine de seni mükâfatlandırır, yüz çevirmene, sözünü yerine getirmemene rağmen Ben sana vefa ile mukabele ederim. "[55]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler şu hususlara dikkatlerimizi çekmektedir:

1- Allah Tealâ, varlığını, kudretini, ilmini ve bir olduğunu gösteren pek çok delili gözler önüne sermiştir. Ayette zikrettiği, göklerin ve yerin yaratılışı, bulutlardan yağmurun indirilmesi v.d. şeklindeki bu 10 delil de bunlardan bazılarıdır.

2- Allah Tealâ'nın insanoğluna bahşettiği nimetlerinin, çokluğundan dolayı ve idrak edilmedeki zorluğundan bazen de gizli olmaları sebebiyle sayılamaz. Meselâ, göklerin ve yerin hazineleri, insan yapısının şaşılacak durumu, özellikle de beyin; işitme, görme, şekil ve resimleri algılama gibi duyu organları ve daha nice sıhhat ve afiyetle ilgili nimetler, insanın ana karnında cenin olmasından itibaren doğumuna, çocukluğuna, gençliğine, orta yaşlılığına ve ihtiyarlığına kadar nzıklandırılması, ölüp de Rabbine kavuşana kadar yer­yüzünün pek çok yerinde gezip dolaşması bu nimetlerden bazılarıdır.

3- İnsana nimetler, Allah tarafından bahşedilmiştir. O, nankörlük ederek niçin Allah'ın nimetlerini değiştirir?! Onlardan Allah'a itaat için istifade ede­mez mi?! Şükründen gafil olarak nimete haksızlık etmek, nankörlük etmek ve onu inkâr etmek insanın tabiatında vardır. "İnsan" kelimesi cins isimdir. Bütün insanlar kastedilmiştir. Bazı müfessirler ise "Ebu Cehil ve bütün kâfir­ler gibi hususi bir grup kastedilmiştir." demişlerdir. [56]

 

İbrahim (A.S.)'İn Beyt-İ Harâm'a Yönelmiş Vaziyette Yapmış Olduğu Dua

 

35- İbrahim şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut."

36- "Rabbim! O putlar, çok insanları saptırdı. Bana uyan bendendir, bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin."

37-  "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin mukaddes evinin yanında, ziraate el­verişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rab­bimiz! İnsanların bir kısmının gönül­lerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır."

38-  "Rabbimiz!  Doğrusu  sen,  giz­lediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey Al­lah'tan gizli kalmaz."

39- "Kocamışken, bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları işitendir."

40-  "Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir kısmını namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur."

41- "Rabbimiz! Hesap görülecek günde beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla."

 

Belagat:

 

"Bana uyan" ile "bana karşı gelen", "gizlediğimizi" ile "açığa vur­duğumuzu" ve "yer" ile "gök" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"İnsanların gönüllerini onlara meylettir." "Meylettir", güzel istiarelerden­dir. "Tehvî" kelimesinin aslı "Hüveyy" gibi 'üstten aşağıya inmek'tir. Bundan maksat şudur: "Kalpler onlara uzak yerlerden şevkle koşar ve sevgiyle uçar." Bu mana, "Özler" fiilinin taşıdığı mananın aksidir. Çünkü bu fiilin ifade ettiği 'özlem', bir yerde ikâmet eden kimseden de meydana gelebilir.

"Bu şehri... kıl." Burada "Şehir" manasına gelen emniyetli "Beled" kelimesinin marife, Bakara süresindeki "Bunu emniyetli bir şehir kıl." ayetinde ise nekra getirilmesinin hikmeti şudur: Bakara'daki dua, şehir kurulmadan önce yapılmıştır. İbrahim (a.s.) Allah Tealâ'dan bu şehrin emniyetli bir şehir ol­masını istemişti. Bu surede ise şehir kurulduktan sonra dua etmiş ve Allah'tan buranın emniyetli ve istikrarlı bir şehir olmasını istemiştir. [57]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bu şehri" Mekkeyi içinde bulunanlar için emniyetli, "güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut."

"Rabbim! O putlar," onlara tapmaları sebebiyle "pek çok insanı saptırdı." İşte bu sebepten ben de senden bizi korumanı isteyip, onların saptırmaların­dan sana sığındım. Saptırma fiili, sebep olmaları yüzünden putlara nisbet edil­miştir. "Kim" tevhid akidesi hususunda "bana uyarsa bendendir. "O benim dinimdendir. "Kim de" şirk koşmaksızın "bana isyan ederse şüphesiz sen," baş­tan veya tevbeye muvaffak kıldıktan sonra onu "bağışlarsın, merhamet eder­sin. " "Bağışlarsın" kavlinin manası "İman ettikleri zaman" demektir. Çünkü O, Allah'ın her kâfirin iman ettikten sonra geçmiş günahlarını affedeceğini kas-detmiştir.

"Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini" Bu, annesi Hâcer ile beraber İs­mail (a.s.)'dir. "namaz kılabilmeleri için" musallat olmayı, saldırmayı ve küçümsemeyi haram kıldığın veya devamlı muazzam olup, zâlimlerin korkup sakındığı ya da tufanın erişemeyeceği ve zarar veremeyeceği "senin mukaddes evinin yanında" bu sebepten Kabe'ye 'atîk' yani 'Tûfan'dan azâd edilmiş' den­miştir, "ziraate elverişsiz bir vadide yerleştirdim." Mekke vadisine. Çünkü burası taşlı toprak olup ekin yetişmesi imkânsızdı.

"İnsanlardan bir kısmının gönüllerini" kalplerini "onlara meylettir." Ki on­lara şevkle ve sevgiyle koşsun.

İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Eğer İbrahim (a.s.) "İnsanların gönüllerini1 deseydi İranlılar, Romalılar ve bütün insanlar O'na özlem duyarlardı."

Namaz kılmaları için yapılan dua ile namaz kılmaya muvaffak kılınmaları ya da namazın onlara nasib olması için dua kastedilmiştir.

"Şükretmeleri için onları" bu vadide oturarak ve ekinler bitirerek "rızık-landır."

"Umulur ki onlar" bu nimetlere "şükrederler." Allah Tealâ, İbrahim (a.s.)'in duasını kabul etti ve Mekke'yi emniyetli bir şehir yaparak onu Harem kıldı. Bütün ekin ve meyveleri orada topladı. Hatta aynı günde dört mevsimin mey­velerini orada bir arada görmek mümkündür.

"Doğrusu Sen gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey ... Allah'tan gizli kalmaz" sözü ya Allah Tealâ'nın kelâmı ya da İbrahim (a.s.)'in sözüdür. "Allah'tan gizli kalmaz." kavlinden maksat şudur:

Şüphesiz sen, bizim durumumuzu ve maslahatımızı daha iyi bilir ve bize biz­den daha merhametlisindir. Senden bir şey istemeye gerek yoktur. Fakat biz, Sana olan kulluğumuzu belli etmek, rahmetine muhtaç olduğumuz ve katında bulunan sevabı elde etmede acele davranmak için dua ediyoruz."

Allah Tealâ'ya aşırı yalvarma ve sığınmayı ve duanın kabul olmasındaki aşırı isteği ve çocuklarının zikri daha önce geçtiği için nida ederken çoğul mütekellim zamiri getirilmiştir.

"Kocamışken" yaşlıyken "bana İsmail'i" (babası 99 yaşındayken İshak'ı ise 112 yaşındayken doğmuştur) "veren" bana ihsan eden Allah'a hamd olsun. "Doğ­rusu Rabbim duaları işitendir. "Rabbim!" "Beni, namazı devamlı kılan eyle".

"Çocuklarımdan da namaz kılanlar nasib et". Ayette "...dan da" getirilmiş­tir. Çünkü Allah Tealâ, İbrahim (a.s.)'e zürriyetinden kâfirlerin olacağını bildir­miştir. Rabbimiz! "Hesabın görüleceği" "Hesabın sabit olduğu, gerçekleştiği ve mevcut olduğu" "günde beni Anamı, babamı ve müminleri bağışla." Bu duayı, İbrahim (a.s.) onların Allah Tealâ'ya düşmanlıklarının belli olmasından önce yapmıştır. Annesinin müslüman olduğu veya bununla Adem (a.s.) ve Havva'yı kasdettiği görüşleri de ileri sürülmüştür. [58]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, daha önce geçen delillerle kendisinden başka ibadet edilecek varlığın, ilahın olmadığını, aslında O'ndan başkasına ibadetin caiz de olamaya­cağını ve peygamberlerinden putlara tapan milletinin hâline hayret etmesini istediğini açıkladıktan sonra hemen "putların" peşinden peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)'i zikretmiştir. İbrahim (a.s.), Allah'a dua ederek Mekke'yi emniyetli ve istikrarlı bir şehir yapmasını, kendisini ve çocuklarını putlara tapmaktan uzak tutmasını istemişti. Yine O (a.s.), neslinden bir kısmını, ibadetlerin en şereflisi olan namazı kılarak yalnız Allah'a ibadet etmeleri için Beyt-i Haram'ın yanına yerleştirdi. Yaşlandıktan ve çocuktan ümidini kestik­ten sonra evlatları İsmail ve İshak'ı kendisine verdiği için Allah Tealâ'ya şük­rederek, O'ndan hesabın olduğu günde kendisini, ana-babasmı ve müminleri bağışlamasını istedi.

Netice olarak İbrahim (a.s.), Allah Tealâ'ya ibadet hususunda bir önder ve bir örnektir. Allah'a bağlı olanlar ona tâbi olsunlar. [59]

 

Açıklaması

 

Burada Allahu teâlâ, müşrik Araplara şunu hatırlatmakta ve delil getir­mektedir: Allah'ın yasaklar koyduğu şehir olan Mekke, geçmişten beri yalnız­ca, tek olan, ortağı olmayan Allah'a ibadete hasredilmiştir. İbrahim (a.s.), Al­lah'tan başkasına ibadet edenlerden uzaklaşmış ve Mekke'nin Tevhid akidesinin gölgesinde emniyetli ve istikrarlı bir şehir olması için dua etmiştir. Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed! İbrahim'in şu duasını milletine hatırlat: Rabbim! Mekke'yi emniyetli ve istikrarlı bir şehir yap. Orada ne kan dökülsün ne de kimse haksızlığa uğrasın." Gerçekten de Allah, O'nun duasını kabul etti ve orasını insanlar, kuşlar ve bitkiler için emin bir yer kıldı. Bu şehirde kimse öldürülemez, avı avlanamaz, taze ve yeşil bitkiler kopanlamaz ve ağaçları kesilip budanamaz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bizim Mek­ke'yi güven içinde ve mukaddes bir yer kıldığımızı görmediler mi?" (Ankebut, 29/67). "Kim ki oraya girerse emin olur." (Âl-i İmran, 3/97).

'Ya Rabbi! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" ve tevhid yolu gereğince sırf sana ibadet etmemizi nasib et. Bu dua, Allah Tealâ'ya dua eden kimsenin, kendisine, ana babasına ve çoluk çocuğuna da dua etmesi gerek­tiğini göstermektedir. Allah, İbrahim (a.s.)'in duasını zürriyetinin hepsi için değil de bir kısmı hakkında kabul etti. O, bu duayı Beyt-i Haram inşâ edil­meden önce Hâcer ve süt çağındaki oğlu İsmail (a.s.)'i Mekke'de bıraktığı sırada yapmıştı.

Bundan sonra İbrahim (a.s.), pek çok insanın putlara tapmakla fitneye düşürüldüğünü bildirerek şöyle demiştir: "Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, pek çok insanın hidayet yolundan ve haktan sapmasına sebep olmuşlar, hatta insanlar, onlara tapınışlardır." 'Saptırma' fiili putlara nisbet edilmiştir. Çünkü onlar, kendilerine tapılırken meydana gelen sapıklığın sebebi olmuşlardır. Bu bir mecaz metodudur. Zira putlar, hiçbir fiile sahib olamayan cansız varlıklardır.

Kim dinim ve inancımı tasdik eder, sana ve senin bir olduğuna halisane bir şekilde iman ederek yolunda yürürse o benim sünnetim ve yolum üzerin­dedir. Bu ayet, "Bizi aldatan, bizden değildir." ifadesinde olduğu gibi "sün­netimiz üzerinde değildir." demektir. "Kim de bana isyan edip onu davet et­tiğim, Senin bir olduğunu ikrar ve Sana şirk koşmama inancını kabul etmezse şüphesiz Sen, onu bağışlayıp tevbesi sebebiyle ona merhamet etmeye kâdirsin-dir."

Bu ayette apaçık görülmektedir ki İbrahim (a.s.), kâfir olmayan o asiler için bağışlanma ve merhamet dilemiştir. Çünkü o bu ayetin başında "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." diyerek kâfirlerden uzak olduğunu ifade etmiştir. Yine onun 'Bana uyan bendendir." sözünden anlaşılmaktadır ki, İbrahim (a.s.)in dinine uymayan İbrahim (a.s.)'in yolunda değildir ve o (a.s.), o kimsenin işlerinin düzelmesine önem vermez. Ayrıca İslâm ümmeti, 'küfrün cezasının kaldırılmasında şefaat, caiz değildir' konusunda icmâ etmiştir. Dolayısıyla, "Bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin" kavli, kâfir olmayan âsîler hakkında şefaati ifade etmektedir.

Abdullah b. Amr (r.a.) rivayet etmiştir ki Rasulullah (s.a.), İbrahim (a.s.)'in, "Rabbim! O putlar, çok insanları saptırdı..." sözünü ve İsa (a.s.)'nm, "Onlara azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır..." sözünü okudu. Sonra ellerini kaldırarak "Allahım, benim ümmetim; Allahım, benim ümmetim; Al-lahım, benim ümmetim" diyerek ağladı. Bunun üzerine Allah Tealâ "Ey Cibril! Muhammed'e git. -Rabbin en iyisini bildiği halde- Niçin ağladığını sor" buyur­du. Cibril (a.s.), Rasulullah (s.a.)'a geldi ve niçin ağladığını sordu. Rasulullah (s.a.) ona söylediklerini bildirdi. Bunun üzerine Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Muhammed'e git ve de ki: 'Doğrusu Biz, seni ümmetin hakkında razı kılacağız ve başına kötü bir şey getirmeyeceğiz."

Arkasından İbrahim (a.s.), Beyt-i Harâm'ın inşâsından sonra ikinci defa dua etti. Çünkü O (a.s.), bu duasında "Senin mukaddes evinin yanında" demiş­ti. Bu dua, Kabe'nin binasından önceki birinci duadan sonraydı. İbrahim (a.s.), bu ikinci duasında şöyle demiştir: "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bazılarını -ki bunlar İsmail (a.s.) ve onun neslidir- musallat olmayı, saldırmayı ve küçüm­semeyi haram kıldığın ve ehlinin yanında namaz kılmaları için onu mukaddes ilan ettiğin evinin yanında ekin bulunmayan bir vadi olan Mekke vadisine yer­leştirdim. İnsanlardan bir kısmının gönüllerini şevkle ve muhabbetle oraya meylettir. Onlar onu görmeye koşup, özlem duysunlar."

İbn Abbâs (r.), Mücâhid, Saîd b. Cübeyr ve diğer alimler şöyle der: "Eğer İbrahim (a.s.), 'İnsanların gönüllerini' deseydi İranlısı, Romalısı, Yahudisi, Hristiyanı bütün insanlar oraya koşar ve müthiş bir izdiham yaşanırdı. Fakat O "İnsanların bir kısmının" demiş ve sadece müslümanlan kastetmiştir."

"Neslimi, diğer ülkelerde bulunan çeşitli sebze, meyve ve mahsullerle rızıklandır da sana itaat ederken bunlardan yararlansınlar. Bir de burası, ziraate elverişsiz bir vadidir. Onlara yiyecekleri meyve, sebze ve mahsûller nasib et."

Allah, İbrahim (a.s.)'in duasını kabul etti. Zira O, şöyle buyurmuştur: "On­ları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve mukaddes bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas, 28/57). Allah'ın fazl u keremi, ihsanı ve rahmeti gerçekleşti. Mekke'de mahsul veren bir tek ağaç olmamasına rağmen çevresindeki ülkelerden dört mevsimin çeşitli meyve, sebze ve mahsûl­leri Allah dostu İbrahim (a.s.)'in duasının kabulü neticesinde orada toplanmak­tadır.

"Onları", verdiğin pek çok nimetine "şükretmeleri için" veya namaz kılarak, çok ibadet ederek sana şükretmeleri umuduyla "çeşitli mahsullerle rızıklandır." Bu ayet, dünyadaki faydaların sadece ibadet ve tâatı yerine getir­mede yardımcı unsur olarak kullanılması için elde edildiğini îmâ etmektedir.

"Rabbimiz! Sen, bu dualarımdaki maksadımı biliyorsun. Ben, Senin rızana kavuşmayı ve Sana karşı ihlaslı olmayı arzu ediyorum. Sen, bizim halimizi ve maslahatımızı daha iyi bilirsin. Her şeyin içine de dışına da vakıfsın. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey sana gizli değildir. Aslında bizim, Senden istememize gerek yoktur. Sana sadece kulluğumuzu göstermek, rahmetine ne kadar muh­taç olduğumuzu belirtmek ve katındaki nimetlere çabucak ulaşmak için dua ediyorum."

"Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir. Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi de O bilir." Bu kavil, Allah Tealâ'nın kelâmıdır ve İb­rahim (a.s.)'i tasdik etmektedir. "İşte böyle davranırlar." (Nemi, 27/39) kavli de böyledir. Veya İbrahim (a.s.)'in sözünün devamıdır. Yani "Her yerdeki hiçbir şey görülen ve görülmeyeni bilen Allah'ın ilmi dışında değildir." demektir. "Min" kavli, kapsamlılık ifade eder. Sanki "ne olursa olsun hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir." denmiştir.

Arkasından İbrahim (a.s.) yaşlandıktan sonra kendisine çocuk nasib eden Rabbine hamdetti: "Bütün hamd ve şükürler yaşlandıktan ve çocuktan ümit kes­tikten sonra bana çocuk nasib eden Allah'a mahsustur. O, bana iki evlat, İsmail ile annesi Hâcer'i ve İshak ile annesi Sâre'yi ihsan etmiştir." İsmail, İshak (a.s.)'dan önce zikredilmiştir. Çünkü o, İshak'tan 13 yıl büyüktü. Denilmiştir ki: "İbrahim (a.s.), İsmail doğduğunda 99, İshak doğduğunda ise 112 yaşındaydı."

"Yaşlanmışken". Çünkü bu yaştaki bir insana çocuk verilmesi daha büyük bir nimettir. Öyle ki ümitsizlik anında ihtiyacın giderilmesi en büyük nimetler­den birisidir. Bir de ilerlemiş yaştaki bu doğum, İbrahim (a.s.) için bir mucizeydi.

"Doğrusu Rabbim Allah, duamı ve sözlerimi işitir, Kendisine dua edenleri karşılıksız bırakmaz. Açıklasam da açıklamasam da O, maksadımı bilir." İb­rahim (a.s.), duasını açıklama ve beyan etme babından değil de işaret ve kinaye kabilinden zikrettiği için bu sözü söylemiştir.

"Rabbimiz! Doğrusu sen, gizlediğimizi de... bilirsin" kavliyle "Bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun" kavli arasında Allah Tealâ'ya karşı son derece edepli olmayı gözetmek şeklinde bir münasebet söz konusudur. İbrahim (a.s.) Allah'tan, kendisi öldükten sonra hanımı Hâcer'e ve oğlu İsmail'e yar­dımını talep etmek istiyordu. Fakat bu isteğini dile getirmedi. Bilakis "Ya Rab! Doğrusu sen, bizim kalplerimizde ve vicdanlarımızda olanı biliyorsun." dedi. Arkasından ölümünden sonra neslinin durumunu methetti. Bu, vefatından sonra hanımı ve çocuğu için yaptığı, işaret ve kinaye kabilinden hayır ve yar­dım duası idi.

Bu da -Razî'nin de dediği gibi- göstermektedir ki ihtiyaç anında hamd-ü sena ile uğraşmak, duadan daha faziletlidir.

Buharî, Bezzâr ve Beyhaki'nin İbn Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), Rabbinin şöyle buyurduğunu naklederek, şöyle demiştir: "Benden isteyeceği yerde zikrimle uğraşan kimseye isteyenlerden daha üs­tününü veririm."

Bundan sonra İbrahim (a.s.), Allah'a şükrü gösteren bir ifadeyle dua ederek şöyle demiştir: "Rabbim! Beni, namazıma devam edip", hududunu gözeterek onu en mükemmel şekilde "kılanlardan eyle."

Aynı şekilde "neslimden bazılarını da namaz kılanlardan eyle." Çünkü teb'îz (bazılık) içindir. Namaz, imanın alâmeti ve nefisleri çirkin ve kötü işler­den temizlemeye vesile olduğu için özellikle zikredilmiştir.

"Ya Rabbi! Dualarımı kabul et." Veya ibadetlerimi kabul et. İbni Abbâs (r.a.), şu ayeti delil getirerek ikinci manayı tercih etmiştir: "Sizi Allah'tan baş­ka taptıklarınızla bırakıp çekilir..." (Meryem, 19/48).

Kütübü Sitte'nin Numan b. Beşîr'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), "Dua ibadettir." buyurmuş sonra şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz: 'Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi   büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.' buyurmuştur."

"Ey Rabbimiz! Hesabın sabit olup, kullarının yaptıkları iyi ve kötü amel­lere karşılık hesaba çekilecekleri günde benim, ana babamın ve bütün mümin­lerin günahlarını örtüp, hepimize müsamaha et."

Hasen şöyle der: "İbrahim (a.s.)'in annesi mümin idi. Onun babası için mağfiret dilemesi ise ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı ol­duğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur."

"İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu ib­rahim çok içli ve yumuşak huylu idi." (Tevbe, 9/114).

İbrahim (a.s.)'in kendisi için dua etmesi, onun günah işlemiş olmasını gerekli kılmaz. Bundan maksat sadece Allah Tealâ'ya sığınmak ve fazl-ı keremine, ihsanına ve rahmetine güvenmektedir. [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, şu konulara işaret etmektedir:

1- Bize, emniyet ve güven nimetinin Allah'tan istenmesi öğretilmektedir. İbrahim (a.s.)'in bu duaya emniyet nimetini isteyerek başlaması göstermek­tedir ki emniyet içinde olmak nimet ve hayırların en büyüğüdür, ayrıca din ve dünya ile ilgili maslahatlardan hiçbir şey onsuz tamam olmaz.

2- Kişinin kendisi, çoluk çocuğu ve memleketi için dua etmesi meşru bir iş­tir. Hatta herkesin kendisi, ana babası ve çoluk çocuğu için dua etmesi gerekir.

3- İbrahim (a.s.)'in duası, Allah Tealâ'nın bir olduğunu ihlasla kabul ve pek çok insanın saptırılmasına sebep olan putlara ibadetten kaçınma etrafında yoğunlaşmıştı. O'nun duası Tevhid akidesiyle nzıklanma isteğini ve Allah'ın şirkten koruması talebini yanyana getirmiştir. Aynı şekilde bu dua Allah'ın salih ameller için muvaffak kılması isteğini ve kıyamet gününde tek rahmet ve mağfiret sahibi olarak Allah'ı görmeyi ihtiva etmektedir.

4- Bir peygamber veya ıslahatçı etrafında toplanmak vaciptir. Çünkü İb­rahim (a.s.), "Bana uyan bendendir." demiştir.

5- Kâfir olmayan âsilerin bağışlanmaları istenmiştir. Çünkü devam eden şirk ya da küfrün günahının kaldırılmasını ve sahibinin affedilmesini istemek icmâ ile caiz değildir. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah, kendisine ortak koş­mayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisa, 4/48).

6- İbrahim (a.s.), hanımı ve oğlu İsmail (a.s.)'i namaz kılmaları için Beyt-i Harem'in yanına yerleştirmişti.

Buharî'de İbni Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre İbrahim (a.s.), Hâcer'i ve emzirmekte olduğu oğlu İsmail'i Ka'be'nin yakınına Mescid'in yük­sek bir yerindeki zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı. O tarihte Mekke'de hiçbir kimse yoktu, hatta içecek su dahi yoktu. Yanlarına azık dolu meşin bir dağarcık ve içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrahim, gitmek üzere döndü. İsmail'in annesi de onu takip etti ve ona: "Ey İbrahim! Bizi bu vadide bırakıp da nereye gidiyorsun? Burası öyle bir yer ki ne bir insan ne bir şey var." dedi. Hâcer bu sözlerini tekrar ettiyse de İbrahim ona dönüp bakmadı. Nihayet Hâcer ona:

-Bizi burada bırakmayı Allah mı sana emretti? diye sordu. İbrahim: -Evet, Allah emretti! diye cevap verdi. Bunun üzerine Hâcer:

-Öyle ise O bizi korur, bırakmaz! dedi. Sonra geriye döndü. İbrahim de ay­rılıp gitti. Tâ Mekke'nin üstündeki Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yere varınca yüzünü Ka'be'ye döndürdü. Sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti: "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, ... ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştir­dim.. Şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır."

Kırbadaki su bitince hem Hâcer hem de çocuğu susadı. Bu sebepten Hâcer, Safa ile Merve arasında yedi defa su bulurum ümidiyle büyük bir gayret gös­tererek gidip geldi. Rasulullah (s.a.) "Bunun için insanlar Safa ile Merve arasında sa'yederler." buyurmuştur. Merve üzerine çıktığında bir ses işitti. Bir de baktı ki zemzem kuyusunun bulunduğu yerin yanında bir melek duruyor. O melek ayağının topuğuyla ya da kanadıyla yeri kazıyordu. Nihayet su göründü.

Darekutnî'nin yine Ibni Abbâs (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zemzem suyu ne maksatla içilirse onun içindir. Onu şifâ ümid ederek içersen Allah sana şifa verir. Doymak için içersen Allah seni onunla doyurur. Susuzluğunu gidermek için içersen susuzluğunu giderir. O, Cibril (a.s.)'in hezmesi (ayağıyla vurup çıkardığı sudur) ve Allah'ın İsmail'e ih­san ettiği sudur."

7- Hiç kimsenin her şeye galip ve merhametli olan Allah'a güvenip, Al­lah'ın dostu İbrahim'in ameline uyarak çoluk-çocuğunu ve ailesini perişan olacakları bir yere bırakıp İbrahim (a.s.) gibi yapması caiz değildir. Zira İb­rahim, bunu Allah Tealâ'nın emriyle yapmıştı. Zira hadiste geçtiği gibi Hâcer kendisine "Bunu sana Allah mı emretti?" diye sorduğunda İbrahim (a.s.) "Evet" demişti. Bütün bunların hepsi Allah Tealâ'nın vahyiyle gerçekleşmişti.

8- Bu ayet, Mekke'de kılınan namazın, başka yerlerdeki namazlardan daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Çünkü "... namaz kılmaları için..." ayetinin manası "Onları, orada namaz kılmaları için hürmete layık evinin yanma yerleştirdim." şeklindedir.

9- İbrahim (a.s.)'in duasımn bereketi ve Allah'ın bu duayı kabulüyle Beyt-i Harem'e bağlılık, ona olan şevk ve muhabbet, ziyaretine olan özlem, her müminin kalbinde yer etmiştir.

İbni Abbâs (r.a.) "gönüllerini meylettir" kavli hakkında şöyle demiştir: "İb­rahim (a.s.), Allah'ın insanları Mekke'de yerleşmeye meylettirmesini ve orasının hürmet edilen bir beyt olmasını istedi. Elhamdülillah, bütün bunlar oldu. Oraya ilk yerleşenler Cürhümlülerdir."

Mekke şehri, dünyanın her tarafından gelen meyve, sebze ve ürünlerin buluşma noktası oldu. Ayrıca Allah, Taif de diğer bazı ağaçların yetişmesini nasib etti.

10- Ehl-i sünnet alimleri, "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" ayetini, kulun fiillerinin, Allah Tealâ tarafından yaratıldığı görüşüne delil getirmişlerdir. Bu da, "uzak tut" ayetinde tayin edilen yasakların terkini ve "Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir kısmını namaz kılanlardan eyle" ayetinde belirlenen emirlerin yerine getirilmesini ihtiva etmektedir. Bu, İbrahim (a.s.)'in, her fiilin Allah Tealâ tarafından yaratıldığı görüşünde ısrarlı olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

11- Kur'an, Allah Tealâ'nın İbrahim (a.s.)'e, İsmail ve İshak adındaki iki çocuğunu yaşlılığı döneminde verdiğini göstermektedir. Ama İbrahim'in o vakit kaç yaşında olduğundan bahsetmez. Bu konudaki bilgiler, sırf tarihi rivayetler­den alınmıştır. [61]

 

Kıyamet Ve Kıyametin Azabı

 

42- Sakın Allah'ı zalimlerin yaptıkların­dan habersiz sanma, gözlerin dışarı fır­layacağı güne kadar onları ertelemek­tedir.

43-  O gün başları kalkmış, gözleri ken­dilerine dönemeyecek şekilde sabit kal­mış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır.

44-45- Ey Muhammedi İnsanları, ken­dilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler: 'Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de dave­tine uyalım, peygamberlere uyalım' derler. Siz daha önce sonunuzun gel­meyeceğine yemin etmemiş miydiniz! Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara, yaptık­larımız da sizlere açıklanmıştı. Size misaller de vermiştik.

46- Şüphesiz onlar, düzenlerini kur­dular, oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah'ın elin­deydi.

47-48- Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek Allah'ın huzuruna çık­tıkları günde, sakın Allah'ın peygamber­lerine verdiği sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlüdür, öc alandır.

49- O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün.

50-  Gömlekleri katrandan olacak, yüz­lerini ateş bürüyecektir.

51- "Allah herkese yaptığının karşılığını '' vereceeri için bövledir. Do&rusu Allah vereceği için böyledir. Doğrusu Allah     

52- Bu Kur'an, onunla uyarılsmlar ve tek bir ilâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insan­lara tebliğ edilmiştir.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular" cümlesinde iştikak cinası vardır.

"Yerin başka bir yerle, göklerin de... değiştirildiği... günde" cümlesinde "Göklerin de başka göklerle değiştirildiği" bölümü hazfedilmiştir. Çünkü "baş­ka bir yerle" kavli bu manaya delâlet etmektedir.

"Huzuruna çıkarlar." yerine "Huzuruna çıktılar." denilerek geniş zaman yerine geçmiş zaman kipi kullanıldı ki kesin olarak meydana geleceğini göster­sin. Bu, "Allah'ın emri geldi." (Nahl, 16/1) ifadesine benzemektedir. Sanki olay meydana geldi ve vuku buldu. Dolayısıyla geçmiş zaman kipi ile onu haber ver­di. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sakın! Allah'ı... habersiz sanma" kavliyle Rasulullah (s.a.)'a hitap edil­miştir. Maksat Allah'ın kâfirlerin hallerini ve yaptıklarını bildiği, hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında kalmadığı hususunda Rasulullah (s.a.)'ın güvenini kuv­vetlendirmektedir. Ayrıca Allah'ın, işledikleri az ya da çok bütün günahlarına karşılık onları cezalandıracağı, bundan asla kaçışın olmayacağı hususunda bir tehdittir. Veya bu ayet, Allah'ın sıfatlarını bilmeyip, mühlet vermesine al-danarak gafletin şüpheye düşürdüğü herkese hitap etmektedir. Görülenlerin korkunçluğundan dolayı "gözlerin dışarı fırlayacağı güne kadar onların" Mek-keli kâfirlerin ve benzerlerinin "azaplarını ertelemektedir." Ayetteki "gözleri yerinden fırlar "m manası gözlerini hiç kırpmadan bakmak anlamındadır.

"O gün başları kalkmış" önlerine bakarak başları yukarı kaldırdıkları "gözleri"ni sağa sola çeviremezler. Çünkü onlar kırpmadan açık bir şekilde duruyorlar, "kendilerine dönemeyecek şekilde sabit kalmış, gönülleri bomboş halde" şiddetli korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle kalbleri akıl ve anlama yeteneklerini kaybetmiş bir halde çağırana koşup bir şeye yönelerek "koşup duracaklardır."

"Ey Muhammedi İnsanları" kâfirleri "kendilerine azabın geleceği gün ile" Kıyamet günü veya öldükleri günle, çünkü öldükleri gün azabın başlayacağı ilk gündür, "uyar", korkut. "Haksızlık edenler" inkar ederek veya şirk koşup yalan­layarak zulmedenler "Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar mühlet ver" Azabımızı biraz geciktir, bizi dünyaya döndür ve bize biraz daha mühlet ver veya ecelimizi geciktir. Sana iman edecek ve tevhid davetine dönecek kadar zaman tanı bize "de" göndereceğin peygamberlere "davetine uyalım derler". Buna benzer diğer bir ayet de şudur: "Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden olsam..." (Munafikun, 63/10).

"Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine" Azarlayıp kınanarak o kâfirlere şöyle denir: 'Dünyada ebedi olarak kalacağınıza, ölümle yerinizden uzaklaş-tırılmayacağınıza "yemin etmemiş miydiniz!" "Min" lafzı zaittir. Yani dünyadan ahirete gitmeyeceğinize, yer değiştirmeyeceğinize... demektir.

"Üstelik" Âd ve Semûd kavimleri gibi inkâr ve isyan ederek "kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz."

"Onlara verdiğimiz cezalar" ve yurtlarında görmüş olduğunuz başlarına gelen azabın izleri "sizlere açıklanmıştı." Ama siz boyun eğmediniz.

"Size Kur'an'da misalleri de verdik" açıkladık ama bunlardan ders ve öğüt almadınız. Siz de inkâr ve azapta aynı onlar gibisiniz.

"Şüphesiz onlar" Kâfirler, öldürmeyi, bağlayıp bir yere kapamayı ve sür­meyi istemek suretiyle Rasulullah (s.a.)'a "türlü düzenler kurdular." Hakkı or­tadan kaldırmak ve batılı yerleştirmek için bu hususta bütün gayretlerini sar-fettiler.

"Oysa "Allah, onların düzenlerini bilir." Veya bu düzenlerinin karşılığı Al­lah katındadır." "Onların düzenleri," ne kadar büyük olsa da, "dağları yerinden oynatacak olsa bile ..." Bu tuzaklar sadece kendileri için yapılmış olur ve yine sadece onlarla kendilerine zarar verirler. Onlar, sabit dağlar gibi olan bir şeyi yerinden oynatmak için tuzak kurdular. Ayette "dağlar" lafzı hakiki anlamda kullanılmıştır. Devamlı ve sabit olmaları hususunda dağlara benzetilen "İslâm kanunları" manasına geldiği de söylenmiştir. Bundan maksat, tuzaklarının önemini ve büyüklüğünü belirtmektir. Şu ayet, buna misaldir: "Neredeyse gök­ler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti." (Meryem, 19/90).

"Yerin başka bir yerle, göklerin de başka bir göklerle değiştirildiği" kıyamet gününü hatırla. Sahihayn'da zikredilen hadiste bildirildiği gibi "o gün insanlar, tertemiz beyaz bir zemin üzerinde hasredilirler."

"Sakın Allah'ın Peygamberlerine verdiği" zafer "sözünden cayacağını san­ma. Doğrusu Allah güçlüdür". Hiçbir şeyin âciz bırakamadığı gâlibdir. "İntikam sahibidir." Dostları için düşmanlarından ve bütün isyan edenlerden intikam almaya muktedirdir.

"Kabirlerinden çıkarak "herşeye üstün gelen Allah'ın huzuruna çıktıkları günde" o günü hatırla! "O gün" "Ey Muhammedi "suçluları" kâfirleri diğer kâfirlerle veya şeytanlarıyla birlikte bukağı ve "zincirlere vurulmuş" bağlanmış bir halde görürsün."

"Gömlekleri katrandan olacak." Çünkü katran, ateşi daha çabuk tutuş­turur. "Katran", siyah renkli, pis kokulu olup ateşi çok çabuk tutuşturur. Onunla cehennemliklerin derileri sıvanır, sanki katrandan gömlek giymiş gibi olurlar. Böylece kâfirler, katranla dağlanır, onun ürkütücü rengine bürünür ve pis kokusunu hissederken ayrıca ateş de bu katran yüzünden kendilerine doğ­ru sürekli gelmektedir. "Katran" ardıç ve dut ağaçlarından sızan zift gibi bir yağdır. Uyuza yakalandıkları zaman develer bununla yağlanırlar. Bu maddeye Hina" da denir, "yüzlerini ateş bürüyecektir." ateş yükselip yüzlerini saracak­tır.

"Allah, herkese yaptığının karşılığını vereceği için böyledir." kavli, "kabir­lerinden çıkarlar." kavline mütealliktir. Suçlu veya itaatkâr her nefis dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette görecektir.

"Doğrusu Allah hesabı çabuk görür." hadiste bildirildiği gibi dünya gün­lerinden bir gündüzün yarısı kadar bir zamanda bütün mahlûkâtı hesaba çeker.

"Bu Kur'an... akıl sahipleri" içindeki delillerle Allah'ın tek bir ilâh ol­duğunu bilsinler, "öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir." "O, öğüt ve ib­ret almak için yeterlidir. [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, birliğini gösteren delillerini bildirdikten, İbrahim (a.s.)'in kendisinden şirkten korunmasını ve iyi ameller yapmaya muvaffak kılmasını, ayrıca kıyamet gününde özellikle kendisine merhamet edip, bağışlamasını is­tediğini anlattıktan sonra "Sakın Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma" ayetiyle kıyamet gününün var olduğunu gösteren delilleri ve "gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar" ayetiyle de kıyamet gününün özelliklerini bildiren delilleri zikretmiştir. [64]

 

Açıklaması               

                       

"Ey Muhammedi İnsanlara mühlet verip, kıyamet gününe kadar azap­larını geciktirdiği zaman sakın Allah'ın onlardan habersiz olduğunu, onları kendi hallerine bıraktığını, yaptıklarına karşılık onları cezalandırmayacağını sanma. Bilâkis O, bütün yaptıklarını bilir ve yapılanları saydıkça sayar." Bu ayet, Allah Tealâ'nm mazlum için zalimden intikam alacağına dikkat çekerek kıyamet gününün var olduğunu ispat etmektedir.

Bu ayet, her ne kadar şeklen Rasulullah (s.)'a hitap etmekte ise de "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" üslubuyla asıl maksat ümmetidir. Yine bu ayet müminleri teselli etmekte zalimleri ise tehdit etmektedir. Öyleki Allah, yaptıkları işleri bilmektedir. Münasip bir zamanda zulümlerinin karşılığını on­lara verecektir. Onların cezalandırılmaları yakındır, bundan asla kurtuluş yok­tur. Çünkü onlardan kaynaklanan zulmü bilmek, onların cezalandırılmalarını zorunlu kılmaktadır.

Bundan sonra Allah Tealâ, o zalimlerin cezasını aşağıda özellikleri zik­redilen bir güne ertelediğini açıklamıştır.

1- O gün gözler açık, kirpikler oynamayacak şekilde dona kalır. Yani, Al­lah onlara çok korkunç bir güne kadar mühlet verir. Vaziyetin korkunçluğun­dan dolayı o gün gözler açıktır. Korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle ne kır-pılabilir ne de yumulabilir. Arkasından Allah, kabirlerinden nasıl kalktık­larını, mahşere doğru ne şekilde koştuklarını anlatarak şöyle buyurmuştur:

2- "O kâfirler, kabirlerinden mahşere doğru zelil, zayıf ve zebun olarak süratle gelirler." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O çağırana koşarak" (Kamer, 54/8) "O gün hiçbir tarafa sapmadan bir davetçiye uyarlar. Sesler Rahmanın heybetinden kısılmıştır, ancak bir fısıltı işitirsin.. İnsanlar, diri ve her an mah-lûkâtınıgözetip duran Allah'a boyun eğmiştir..." (Taha, 20/108-111) "Kabirlerin­den çabuk çabuk çıkacakları gün..." (Mearic, 70/43).

3- "Başlarını kaldırıp zelil ve boyun eğmiş bir biçimde bakarlar. Hiçbir şeyi gözleri görmez."

4- "İçinde bulundukları şiddetli korku ve dehşet sebebiyle gözlerini kırp­mazlar. Bilâkis gözleri devamlı açık olup, bir noktada donup kalmıştır. Onları ne hareket ettirebilir ne de yumabilirler." Bu vasıf, gözlerinin fal taşı gibi açıl­dığını, hiç kapanmadığım göstermektedir.

5- "Korku sebebiyle kalpleri bomboş kalmış, kuvvetini yitirmiştir. Sadece ızdırap duyup sıkıntı hissederler." Bundan maksat şudur: İçinde bulundukları büyük şaşkınlık sebebiyle kâfirlerin kalpleri hiçbir şey düşünemezler. Vadedilen cezanın gerçek olduğunu anladıkları için bir şey ümid edecek halleri yoktur ve aşırı üzüntü yüzünden sevinç hissedecek durumda da değildirler.

Bütün bu vasıflar hesap anında gerçekleşecektir. Çünkü Allah Tealâ bun­ları, o günün hesap görülecek gün olduğunu bildirdikten sonra zikretmiştir.

Burada Allah Tealâ, korkunç hâli gördükleri zaman o azaba uğrayacak­ların ne diyeceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Bütün in­sanları kıyamet gününün korkunç azabıyla korkut. O gün kendilerine zul­medenler azabın gerçek olduğunu anladıkları zaman sabırsızlık gösterip telaş­lanarak umutsuzca şöyle derler: "'Ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri döndür. Sana dönmeye yakın bir zamana kadar, bize mühlet ver de tevhid akidesine yaptığın daveti kabul etmek, Sana ihlasla ibadet etmek ve peygamberinle gön­derdiklerine uymak gibi daha önce dünyada kaçırdığımız şeyleri ifâ edelim.". Yine bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam..." (Munafikun, 63/10). "Onlardan birine ölüm gelince 'Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, sâlih amel yaparım' der." (Müminun, 23/100).

Allah Tealâ onları azarlayıp kınayarak tekliflerini şöylece reddeder: "Siz bu durumdan önce, "dünyadayken" öldüğünüz zaman dünyada kalacağınıza başka bir yurda taşınmayacağınıza, ahiret hayatının ve dünyada yapılan amel­lerin karşılığının olmadığına "yemin etmiyor muydunuz!" Yani öldükten sonra dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi inkâr ediyor, başka bir hayata intikal et-miyeceğinizi iddia ediyordunuz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Ölen kimseyi Allah'ın diriltmeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler.'" (Nahl, 16/38). İnkârınız yüzünden bu azabı tadın bakalım! "Üstelik zulmün ve bozuk­luğun içinde yaşadınız, kendilerine zulmedenlerle yarenlik ettiniz, onların yolundan gittiniz. Hem de bütün bunları yalanlamaları, inkârları ve hak davetinden alıkoymaları sebebiyle onları helak ettiğimizi, cezalandırdığımızı size açıklamamıza, bunları görmenize rağmen yaptınız. Bu yetmiyormuş gibi onlara yapılan azabın izlerini bizzat gördünüz, sonlarının kötü ve rezillik olup, cezayı icâb ettirdiğini anladınız. Size misaller de vermiştik. Bunlar, Allah'ın yoktan var etmeye kadir olduğu gibi tekrar diriltmeye de kadir olduğunu, hemen helak ettiği gibi azabı tehir etme hususunda zikrettiği açıklamalardır. Bu misaller Kur'an'da pek çoktur. Fakat siz öğüt ve ibret almadınız. Onların başına getirdiklerimiz size engel olamadı. Nasıl olur da dünyaya dönmeyi ve tevbe için mühlet verilmesini istiyorsunuz! Artık iş işten geçmiştir."

Bundan sonra Allah Tealâ, onların durumlarının öncekilere benzediğini açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Kendilerine zulmedenlerin yurtlarında otu­ran o kimselerin durumu önceki kâfirlerin durumundan farklı değildi. Zira on­lar hakkı ortadan kaldırıp batılı yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gay­reti göstererek düzenlerini kurdular. Allah, onların düzenlerini bilmektedir. Veya bu tuzaklarının karşılığını onlara verecektir. Onların her yaptıkları bilin­mekte ve kaydedilmektedir. Allah, bu yaptıklarının karşılığını âdil olarak vere­cek ve onları şiddetli bir hesaba çekecektir."

Arkasından Allah Tealâ intikamını alacağı vakti açıklamıştır: "Allah Tealâ, düşmanlarından intikam alır. Bu sözü, yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklere değiş­tirildiği gün gerçekleşecektir." "Birbirinden büyük düzenler kurdular." (Nuh, 71/22). ayetine gelince, onların tuzaklarıyla dağların yerinden oynaması im­kânsızdır. "Sabit dağlar" kavlinden maksat "Allah'ın ayetleri ve kanunları"dır. Çünkü onlar, sabitlik ve devamlılık bakımından yerine çakılmış dağlar mesabesindedirler. Onların Allah'a şirk koşup inkâr ederek kendilerine yaptık­ları bu kötülük ne dağlara ne de başka bir şeye zarar verebilir. Bu zarar ancak kendilerinedir ve sadece onları etkiler. Ayet, onların hile ve tuzaklarını küçüm­semekte ve değersiz kılmaktadır. Bu hile ve tuzaklar, dağlar gibi sabit olan ayet ve delilleri ortadan kaldıramaz, peygamberliği batıl kılamazlar. Dağlar yerinden oynamaz. Fakat bu, bir şeyi büyük göstermek ve nasıl olduğunu an­latmak için kullanılan mecazî bir ifadedir.

"Durum böyle olunca ey peygamber! Sakın Allah'ın, peygamberlerine ver­diği sözden cayacağını sanma. Bilâkis O, onlara verdiği sözü yerine getirecek­tir." Ayet, peygamberlere yardım ve zalimlere azap hususundaki Rabbinin sözüne Rasulullah (s.a.)'ın ümmetinin güvenini pekiştirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah 'Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.' diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21). "Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz." (Gafir, 40/51). Buradaki "Sakın sanma" ayeti, "Dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde size Allah'ın yardımı" şeklinde ifade edilen bu ayeti açıklayıp pekiştirmektedir.

"Doğrusu Allah, izzet ve kudret sahibidir. İstediği ve cezalandırmayı dile­diği hiçbir şey Onu aciz bırakamaz ve mutlaka gerçekleşir. O, Kendisini inkâr eden veya başka ilâhları ortak koşanlardan öç alır." Bu ayetin manasına uygun bir son olup, peygamberlere verilen sözün yerine getirilmesi hususundaki şid­detli arzuyu pekiştirmektedir.

Bundan sonra Allah Tealâ intikam alacağı zamanı bildirerek şöyle buyur­muştur: "Allah Tealâ düşmanlarından intikam alır. Bu sözü yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklerle değiştirildiği gün gerçekleşecektir. Mevcut olan bu yeryüzü, yayılan duman gibi olur. Göğün ise yıldızları, güneşi ve ayı bir tarafa dağılır."

Buharı ve Müslim'de Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İnsanlar, kıyamet gününde iyi undan yapılmış ekmek çöreğine benzeyen çiğnenmemiş beyaz bir toprak parçası üzerinde haş-rolunacaklardır. Orada hiç kimseyi tanıtan bir alâmet yoktur." İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayetinde Âişe (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.)'a, "48." ayetin hakkında 'Ya Rasulallah! O gün insanlar nerededir?' diye sordum. Rasulullah (s.a.) 'Sırat üstündedirler.' buyurdu."

Alimler, yerin ve göklerin değiştirilmesi hakkında farklı görüşler ileri sür­müşlerdir. Denilmiştir ki: "Yerin ve göklerin özellikleri değiştirilir. Dağları yer­lerinden oynatılır, denizleri kaynatılarak düz hale getirilir. Orada hiçbir eğ­rilik, yüksek yer, "Emet" küçük tepe, inişli çıkışlı yol görülmez."

İbni Abbas (r.a.) şöyle der: "O, aynı yeryüzüdür. Ancak değiştirilecektir. Gök ise yıldızlan saçılarak, ay ve güneşi tutularak, ayı yarılarak değiştirilecektir."

Yine denilmiştir ki: "Allah, şu anki yer ve göklerin yerine başka yer ve gökler yaratır."

İbni Mesûd ve Enes (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki: "İnsanlar, hiç kimsenin hata işlemediği beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaklardır."[65]

Alimlerin açıklamış oldukları kainat sistemi çözülecek, gökler başka gök­ler yer başka yer olacaktır.

"Bütün mahlûkât, her şeye galip gelen ve bir olan Allah'ın hükmünü bek­lemek için kabirlerinden çıktılar." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Bugün hükümranlık kimindir1?' denir. Hepsi 'Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır' der­ler. " (Gafir, 40/16). Bu ayet, kâfirleri korkutmaktadır.

Allah Tealâ, kendisinin her şeye galip olduğunu bildirince insanların aciz­liğini ve huzurundaki zelîl hallerini de açıklayarak onların bazı özelliklerini zikretmiştir:

1- Suçlular, zincire vurulmuşlardır: "Ey Muhammedi İnkârları ve bozgun­culukları sebebiyle suçlu olanların kelepçe veya bukağılarla birbirlerine bağlan­mış olduklarını görürsün." Birbirlerine benzeyenler veya şekilce bir olanlar bir araya toplanırlar. Hepsi sınıf sınıf ayrılırlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "İlgililere şöyle emredilir: 'Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri derleyin.'" Saffat, 37/22). "Müminler hurilerin, kâfirler ise şeytanların yanına getirilirler." Tekvîr, 81/7). "Onlar ve azgınlar tepetakla (cehennemin) içine atılırlar." (Şuara,

26/94).

2- "Gömlekleri katrandandır." Maksat şudur: Cehennemliklerin derileri katranla sıvanır, aynı üzerlerine giydikleri gömlek gibi olur. Böylece şu dört azabı birden görmüş olurlar: a) Katranın yakıcılığı, b) Katran sebebiyle ateşin derilerine daha çabuk ulaşması, c) Katranın iç karartan korkutucu rengi, d) Pis kokusu. Üstelik kıyametin katranıyla dünyadaki katran arasındaki fark, ikisinin ateşi arasındaki fark gibidir."

3- "Yüzlerini ateş bürüyecektir." Yüz, vücudun en şerefli azası olduğu için beden yerine zikredilmiştir. Şu ayetler, buna misaldir: "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır." (Muminun, 23/104). "Kıyamet günü kötü azaptan yüzünü korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/24). "Ateşe yüzüstü sürüldükleri gün, onlara 'Cehennemin dokunan azabını tadın.' denir." (Kamer, 54/48).

Bundan sonra Allah Tealâ, amellerin "cezasını" karşılıklarının niçin veril­diğini açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, bütün bunları kıyamet gününde herkesi yaptıkları iyilik ve kötülükleri uygun karşılıklarla mükâfat­landırıp cezalandırmak için yaptı. Böylece suçluları veya kâfirleri inkârları ve isyanlarından dolayı cezalandırır, müminleri ise iman ve itaatları sebebiyle sevaba eriştirir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir."(Necin, 53/31).

Arkasından Allah Tealâ şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah Tealâ, bütün kul­ları çok çabuk hesaba çeker." Bu müddet, hadiste belirtildiği gibi dünya gün­lerinden bir gündüzün yansı kadardır. O, insanlara haksızlık etmez, hak ettik­lerinden fazla cezalarını arttırmaz. O, hesap işini çabucak bitirir. Çünkü her şeyi bilmektedir ve hiçbir şey Ona gizli değildir. Mahlûkâtın hepsi O'nun kud­reti karşısında tek bir kişi gibidir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey insan­lar! Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tek­rar diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28). O, her şeyin miktarını çok çabuk bilir.

Sonra Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bu, Kur'an, insanlara bir tebliğ ve yeterli bir öğüttür." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için..." (En'am, 6/19). O, insan ve cinlere, bütün yaratılanlara tebliğ edilmiştir."

"Onları ceza ile uyarması ve azaptan sakındırması için" Bu kavil, bir mahzûfa matuftur. Yani bu tebliğden nasihat alıp, onunla uyarılsmlar diye, demektir.

Bu Kur'an içindeki, Allah'tan başka ilah olmadığını gösteren burhan ve hüccetleri delil göstersinler diye ve akıllı kimseler, öğüt ve ders alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir. Bu tebliğin üç faydası vardır: 1- Allah'ın azabıyla korkutup sakındırmak, 2- Onunla Yaratanın varlığına ve birliğine delil getir­mek, 3- Öğüt alıp, insanı ilgilendiren bütün işleri düzene koymak. [66]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler şu konulan ele almaktadır:

1- Kıyamet, kesin olarak mevcuttur. Şiddetli azabın kıyamet gününe kadar geciktirilmesindeki hikmet, ilâhî olup faydası kulların maslahatını il­gilendirmektedir. Zira böylece onlar hemen cezalandırılmaz ve durumlannı düzeltmeleri için onlara fırsat verilmiş olur. Azabın geciktirilmesi, yaptıklarına nza gösterildiği manasına gelmez. Bilakis âsîlere bir müddet mühlet vermek Allah'ın sünnetidir. Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ı üzen; müşriklerin onun davetine imandan yüz çevirmeleri hususunda onu teselli etmektedir. Meymun b. Mihran şöyle der: "Bu ayet, zâlimler için bir tehdit, mazlumlar için de bir tesel­lidir."

2- Hesap gününe şaşkınlık ve dehşet, korku, sıkıntı ve ızdırap hâkimdir. Suçlular şaşkınlık içindedir, o gün gördükleri korkunç olaylar karşısında göz­lerini kapatamazlar. Kabirlerinden çarçabuk çıkarak toplanmalarını söyleyen davetçinin hesap mahallinde işaret ettiği yere koşarak gelirler. Onlar gözlerini kırpmadan öylece bakar dururlar. Başlan kalkmış olup zelil ve boyun eğmiş vaziyette bakarlar. Öyle bir etraflarına bakarl; r ki gözlerini kapatabümeleri mümkün değildir. Kalpleri ve gönülleri bomboştur, iyilik namına hiçbir şey yoktur. Şiddet ve sıkıntıdan düşünüp akledemezler.

3- Kıyamet gününde azaptan kaçış ve kurtuluş yoktur. İtikad, söz ve fiil­leri düzeltmek için dünyaya dönüş ümidi boşunadır.

4- Bu kadar çok öğüt ve ibrete karşılık bunlardan ne kadar az ders alınıyor! İnsanlar, Semûd ve benzeri kavimlerin yurtlarında, zalimlerin yaşadığı yerlerde hayat sürdüler. Allah'ın onlara yaptıklarım öğrendikten, Al­lah'ın Kur'an'da öğüt ve ibret için misaller vermesinden sonra bile yine de on­ların yurtlarından ders almadılar.

5- Allah'a şirk koşarak, peygamberleri yalanlayarak, inat göstererek kâfir­lerin ortaya koydukları şiddetli hile ve tuzaklar hiçbir yarar sağlamazlar. Zira Allah'ın ilmi tam manasıyla onların hile ve tuzaklarını kuşatmıştır. Yaptık­larının karşılığını onlara verecektir. Onların düzenleri çok değersiz olup ne dağlan yerinden oynatabilir ne de yerine çakılmış dağlar gibi sabit olan İslâm ve Kur'an'ı bertaraf edebilir. Allah, peygamberini onlann pek çok hile ve tuzak-lanndan korumuştur.

6- Allah Tealâ, peygamberlerine ve dostlanna verdiği sözü kesinlikle yer­ine getirecektir. O, hak ehline yardım ve batıl taraftarlarını cezalandırma hususunda verdiği sözünden caymayacaktır. Allah Tealâ, kuvvetlidir, her şeye galiptir ve düşmanlanndan intikam alır. "el-Muntekîm" intikam, öç alan ve "el-Cebbar" "kahreden, Allah'ın isimlerindendir.

7- Yer ve gökler, kıyamet gününde değişeceklerdir. Pek çok alime göre yerin değişmesi,özelliklerinin değişmesi, yüksek yerlerin düzlenmesi, dağlann parça parça edilip savrulması ve yerin dümdüz yapılmasıyla gerçekleşir. Gök­lerin değişmesi ise gök cisimlerinin oraya buraya saçılıp dağılması, parampar­ça olması, güneşin durulup ışığının giderilmesi ve ayın tutulmasıyla olur.

8- Cehennemde suçlulann tasalı ve üzüntülü bir hali vardır. Onlar kelepçe ve bukağılarla bağlanmışlardır. Derileri katrana bulanır. Ateş yüzlerine şiddet­le vurur, yüzlerini ve bütün vücutlarını kaplar.

9- İnsanlar kıyamet gününde, mahlûkâta adaletle davranılması, onlar arasında mutlak adaletin tesis edilmesi ve herkese yaptıklannın karşılığının verilmesi için haşrolunurlar. Eğer yapılan ameller iyi ise netice de iyidir. Yok eğer kötü ise netice de kötüdür.

10- Kur'an-ı Kerim ve içindeki öğütler, insanlara yapılan bir tebliğdir. On­lara öğüt ve ders verir. Allah Tealâ'nın cezalandırmasından korkutup sakın­dırır. Ayrıca ihtiva ettiği delil ve burhanlarla Allah'ın bir olduğunu öğreten bir kaynak ve akıllı kimselerin öğüt aldığı bir menbâdır. Yemân b. Riâb'ın rivayet ettiğine göre  "Bu Kur'an, ... insanlara tebliğ edilmiştir." ayeti Ebû Bekir Sıd-dîk (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Bazı alimlere "Allah'ın kitabının bir alâmeti var mıdır?" diye sorulduğunda onlar "Evet, vardır" demişlerdir. "Neresidir?" denildiğinde ise   "Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar... diye insanlara tebliğ edil­miştir" ayetidir." demişlerdir.

11- Bu surenin son ayeti göstermektedir ki akıllı olmadan, insanın fazileti ya da övülmeye layık bir hususiyeti söz konusu değildir. Çünkü Allah Tealâ, bu Kitab'ın sadece akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirildiğini, peygamberlerin de ancak bu sebeple gönderildiğini beyan etmiştir.

12- Surenin başıyla sonu mana bakımından birbirine yakın ve uygundur. Surenin başı olan  "İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için..." ayeti, Kitab'ın indirilmesindeki maksadın bütün mahlûkâtı dine ve Allah'tan sakın­maya irşad etmek, küfre ve günah işlemelerine engel olmak olduğunu göster­mektedir. Surenin sonundaki "akıl sahipleri öğüt alsınlar diye" ayeti de göster­mektedir ki Allah Tealâ bu öğüt ve nasihatleri yaratılanlar bunlardan yarar­lanıp itaatkâr müminler olsunlar, inkârı ve günahları terketsinler diye zikret­miştir. [67]

 

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/168.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/168.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/169.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/170.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/170.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/170-171.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/171-173.

[8] Zemahşerî, 11/171.

[9] Razî, XK/80.

[10] Razî, XK/81.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/173-175.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/176.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/176-177.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/177.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/177-179.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/179-180.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/181.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/181-182.

[19] Razî, XK/88; İbni Kesir, 11/524.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/182-183.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/183-185.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/186-187.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/188-189.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/189.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/189-190.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/190.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/190-193.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/193-194.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/195.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/195.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/195.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/195-196.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/196.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/197.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/197-198.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/198.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/198-200.

[37] Razî, XTX/111.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/200-201.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/202.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/202-203.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/203.

[42] Razî, XIX/122.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/203-206.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/206-207.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/208.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/208-209.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/209.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/209.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/209-211.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/211.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/212.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/212.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/213.

[54] el-Bahru'l-Muhit, V/428-429.

[55] Razî, XIX/130-131.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/213-215.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/215.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/216-217.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/217-218.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/218.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/218-222.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/222-224.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/226.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/226-228.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/228..

[65] Zemahşerî, 11/175.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/228-232.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/232-234.