Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Peygamberlerin babası
İbrahim (as)'in kıssasının bir bölümünü ihtiva ettiği için bu sureye,
"İbrahim Suresi" denmiştir. Bu sure, İbrahim (as)'in Mekke'deki
hayatından, Araplarla ve İsmail (as) ile ilişkilerinden bahseder. Bilindiği
gibi İbrahim ve İsmail, Kabe'yi bina etmiş, hidayet etmesi için Allah Tealâ'ya
dua etmişlerdi. İbrahim (as), Rabbine dua ederek kendisini ve çocuklarını
putlara tapmaktan uzak tutmasını, Mekke'ye yerleştirdiği hanımı ve oğlu
İsmail'i çeşitli mahsûllerle rızıklandırmasını ve kendisinin ve zürriyyetinin
namaz kılanlardan olmasını istemiştir. Bütün bu konular, 35-41. ayetler arasında
zikredilmiştir.[1]
Bu sure, Ra'd
suresinde zikredilen konuların bir uzantısıdır. Orada ana hatlarıyla açıklanan
konular, burada daha teferruatlı olarak izah edilmiştir. Her iki sure de
Kuran'dan bahsetmektedir. Allah Teâlâ, Ra'd suresinde Kuran'ı Arapça bir hüküm
olarak indirdiğini bildirirken (37. ayet) burada bunun hikmetini ve Kuran'ın
indirilmesindeki gayeyi beyan etmiştir (1. ayet). Bu gaye, insanların Allah'ın
izniyle karanlıklardan nura çıkarılmasıdır.
Her iki surede de
yaratılışla ilgili ayet ve mucizelerin indirilmesinin Allah'a ve O'nun iznine
bağlı olduğu haber verilmiştir. Ra'd suresinde Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getiremez. Her şeyin
vakti ve süresi yazılıdır." (Ra'd, 13/38). Bu surede ise bunu peygamberlerin
diliyle ifade etmiştir: "Allah'ın izni olmadıkça biz size delil
getire-meyiz." (İbrahim, 11).
Her iki surede de
yaratılışla ilgili delil ve burhanlardan, göğün direksiz yükseltilmesi,
yeryüzünün düz olarak kılınması, güneş ve ayın emre âmâde kılınması,
yeryüzünde dağların var edilmesi ve tat ve renkleri değişik çeşitli ürünlerin
yaratılması zikredilmiştir.
İki sure de öldükten
sonra dirilmeyi ispat, hak ve batıla misaller verme, kâfirlerin hile ve
tuzaklarından ve bunun neticesinden bahsetme ve Allah Tealâ'ya tevekkül etmeyi
emretme şeklindeki konuları kendilerine hedef seçmişlerdir.
[2]
İbrahim suresi, şu
hususları ele almaktadır:
1-
İslâm akidesinin Allah'a, peygamberlere,
öldükten sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye iman etme şeklindeki esaslarının
ispat edilmesi, Allah'ın bir olduğunun ikrarı, göklerin ve yerin yaradanı hak
ilâhın öğretilmesi, Kuran-ı Kerim'in indirilmesindeki gaye olan insanların
karanlıklardan nura çıkarılması esasının açıklanması ve itikat esasları,
Allah'a ibadet ve sapıklıktan kurtarma konularında peygamberlerin
vazifelerinin ve davetlerinin bir olduğunun beyan edilmesi.
2- Vaad ve
tehdit: Kâfirlerin kınanıp, küfürlerinden dolayı çetin bir azapla tehdit
edilmesi ve güzel amellerinden dolayı müminlere cennetlerin vadedilme-si. (2.,
23. ve 28-31. ayetler).
3-
Açıklamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak için peygamberlerin, milletlerinin
diliyle gönderildiklerinin anlatılması. (4. ayet).
4-
Kendisinden önceki peygamberlerin Nuh, Âd,
Semûd ve daha sonraki kavimlerle aralarında geçen hadiselerin anlatılıp, onlara
verilen cezaların hatırlatılarak Rasulullah (s.a.)'ın teselli edilmesi. (9-12
ve 13-18. ayetler).
5- Geçmiş
bazı peygamber kıssaları arasından önce Musa (as)'ın kavmiyle aralarında geçen
konuşmaların ve onları Allah Tealâ'ya ibadete davet etmesinin anlatılmasıyla
başlanması. (5-8. ayetler).
6- Beyt-i
Harâm'ın inşa edilmesinden sonra İbrahim (a.s.)'in Mekke ehlinin emniyet ve
rızık içinde yaşaması ve kalplerinin Kabe'ye bağlanması için dua etmesi,
kendisini ve zürriyyetini putlara tapmaktan uzak tutmasını Rab-binden dilemesi,
yaşlı olduğu halde ona ihsan ettiği çocuklara karşılık Rabbine şükretmesi,
kendisinin ve zürriyyetinin namaz kılanlardan olması için Rabbi-nin
muvaffakiyetini dilemesi ve Allah'dan kendisini, ana babasını ve müminleri
affetmesini istemesi. (35-41. ayetler).
7- Ahiret
âleminde cehennemlikler arasında geçen konuşmaların cereyan ettiği bir meclisin
zikredilmesi. (19-23. ayetler).
8-
Hak olan kelime ve imana, iyi ağaçla; batıl
söze ve sapıklığa da kötü ağaçla misal verilmesi. (24-27. ayetler).
9- Kıyametin
şiddetinin ve zalimlere yapılan tehdidin hatırlatılması ve onlara yapılacak
çeşitli azabın bildirilmesi. (42-52. ayetler).
10- Azabın
kıyamet gününe kadar geciktirilmesindeki hikmetin açıklanarak surenin sona
erdirilmesi. (51-52. ayetler).
[3]
1-2- Elif, Lâm, Râ. Ey
Muhammedi Bu, Allah'ın izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve
övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman
için, sana indirdiğimiz Kitap'tır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay
kâfirlerin haline!
3- Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler,
Allah'ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar uzak bir
sapıklık içindedirler.
4- Kendilerine apaçık
anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah,
dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir. Güçlü olan, Hakim
olan O'dur
"O Allah ki"
kavli mecrur olarak "Güçlü ve övülmeye lâyık" kavlinden bedeldir.
(Meal buna göre verilmiştir.) Bu kavil, "Allahu" şeklinde de okunur.
Bu takdirde mübteda olup kendisinden sonrası haberidir. Bu kavlin, mahzuf bir
mübtedanın haberi olması da mümkündür. Bu durumda takdiri "O, göklerde ve
yerde olanların sahibi Allah'tır." şeklindedir.
[4]
"Karanlıklardan
aydınlığa" ayetinde istiare vardır. Şöyle ki, "Karanlıklar",
inkâr ve sapıklık için, "aydınlık" ise hidâyet ve iman için istiare
olarak kullanılmıştır.
"Her peygamberi
gönderdik." cümlesinde iştikak cinası vardır. "Saptırır... doğru yola
eriştirir." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
[5]
"Elif, Lâm,
Râ." Kur'an'ın yapısını ve onun, Arapların konuştuğu harflerden
müteşekkil olduğunu açıklamak için bazı surelere alfabe harfleriyle başlanmıştır.
Bu şekilde meydan okunmuş, Kuran'ın i'câzı ve onun Allah kelâmı olduğu
açıklanmıştır. Çünkü Kuran, Arap dilinin harflerinden meydana gelmiş olmasına
rağmen onun en kısa suresine benzer bir sureyi getirmekten insanlar âciz
kalmışlardır.
"Bu" Kitap
Kuran'ın muhtevasına çağırarak "insanları" çeşitli sapıklık ve inkar
yollarından "karanlıklardan aydınlığa" hidayet ve imana
"Allah'ın izniyle" Rablerinin emri kolaylaştırması ve muvaffak
kılmasıyla "güçlü ve övülmeye lâyık ... Allah'ın yoluna" galip olan
Kendisi ve kulları tarafından sena edilip övülmeye layık olan Allah'ın yoluna
"çıkarman için sana indirdiğimiz Kitap 'tır."
Allah Tealâ, bu yolun
maksad olduğu veya bu yolu apaçık kıldığı için 'yol', 'Allah'a muzaf
kılınmıştır. Bu yolda yürüyen kimsenin alçalmayacağına ve hüsrana
uğramayacağına dikkati çekmek için Allah Tealâ'nın bu iki sıfatı özellikle
zikredilmiştir.
"Vay kâfirlerin
hallerine!" Onlar için helak ve azap vardır. "Onlar dünya hayatını
ahirete tercih ederler. Allah'ın yolundan alıkoyup" insanların mümin
olmalarını engelleyip İslâm dinine düşmanlık göstererek Allah'ın yolundan
alı-koyarlar, "onun eğriliğini isterler." Bu yolun eğriliğini veya
onu kötülemek için batıl bir yol olmasını isterler. "İşte onlar, bu
kâfirler haktan uzaklaşıp dalâlete düşmüş "uzak bir sapıklık
içindedirler."
"Her peygamberi
kendilerine anlatabilsin diye" getirdiği ayetleri onlara anlatıp,
emredildikleri hükümleri açıklamak böylece de bu insanların kolayca ve süratle
bunları belleyip başkalarına nakletmeleri için "kendi milletinin diliyle
gönderdik." Çünkü onlar, davet etmeye en lâyık ve korkutmaya en hak sahibi
olan insanlardır.
"Allah,
dilediğini saptırır," onu iman karşısında zelîl eder"dilediğini
de" muvaffak kılarak "doğru yola eriştirir." Mülkünde
"güçlü olan O'dur." O'nun dilemesine hiç kimse karşı duramaz.
"Hakim, yaptıklarında hikmet sahibi olan O'dur." Ancak bir hikmet
sebebiyle hidayet eder veya saptırır.
[6]
Ey Muhammed! Bu,
insanları içinde bulundukları küfür, sapıklık, azgınlık ve bilgisizlik
karanlıklarından; iman, hidayet ve olgunluk nuruna çıkartman için sana indirdiğimiz
Kitap olan Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü bu Kuran, isabetli hükmün esaslarım,
şerefli bir hayata ve gelişmiş bir medeniyete çağrıyı ihtiva etmektedir. Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah müminlerin dostudur. Onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise azgın
tağutlar-dır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler." (Bakara,
2/257). "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e
apaçık ayetler indiren O'dur." (Hadid, 57/9).
Bu ayet, Kuran'ın
Allah Tealâ'nın katından indirildiğini göstermektedir. "Bu, Allah'ın
izniyle" Allah'ın muvaffak kılıp kolaylaştırmasıyla hidayet nurunu
insanların kalplerine yerleştirmesi sebebiyle asıl hidayet eden Allah
Tealâ'dır. Fakat davetçi ve tebliğ eden o olduğu için, "çıkarman için"
fiili Rasulullah (s.a.)'a nisbet edilmiştir. "Doğru yola" mağlûb
edilemiyen, bilâkis Kendisinin dışındaki her şeyi kahredip, "aziz
olan"; bütün fiillerinde, sözlerinde, kanunlarında, emir ve yasaklarında
"övülmeye lâyık olan "ve verdiği haberlerde doğru olan
"Allah'ınyoluna çıkarman için indirdiğimiz kitaptır."
Gerek mahlûkât, gerek
melekler, gerek kullar olarak ve gerekse idare etmek yönünden göklerde ve
yerde olan "her şeyin sahibi" yüce ilâh "Allah'tır."
Yaratanın azametine dikkati çekmek, mahlûkâta göz gezdirmek ve bundan yararlandırmak
için Kuran'da Allah'ın bu sıfatı pek çok defa tekrar edilmiştir.
Ey Muhammedi Senin
peygamberliğini inkâr edip, Allah'ın birliğini itiraf etmeyenlere kıyamet
gününde helak ve çetin bir azap vardır. Burada kâfirler, şiddetli bir şekilde
tehdit edilmişlerdir.
Bundan sonra Allah
Tealâ, kâfirlerin şu üç özelliğini bildirmiştir:
1-
"Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler." Dünyayı öne
geçirerek, onu ahirete üstün tutarlar. Dünya için çalışıp ahireti unutarak, onu
terkeder-ler."
2- "Yine
onlar, peygamberlere tâbi olmaya engel olur," Allah'a iman etmeye mania
teşkil eder ve her arzu edeni İslâm'dan uzaklaştırırlar.
3-
"Onlar, arzu ve maksatlanyla uyuşabilmesi için Allah yolunun eğri ve
haktan uzak olmasını arzu ederler. Allah yolu ise gerçekte dosdoğru olup haktan
sapmayı asla kabul etmez." "Yol" lafzı hem müzekker hem de
müennestir.
Zemahşeri şöyle der:
"Bu kavlin aslı fiil ile "ha" zamiri arasındaki "Lam"
şeklindedir. Fakat cer harfi "Lam" hazfedilmiş ve "ha" zamiri
fiile bitiştirilmiş-tir."
Günümüzde bu duruma
değişik örnekler verilebilir: Meselâ, katı kurallar olduğu, günümüz ruhuna
uygun düşmediği ve insanlığa aykırı olduğu gibi gerekçeler ileri sürülerek
şer'î hadlerin ve kısasların uygulanmasından yüz çevrilmektedir:
"Ağızlarından çıkan söz ne büyük iftiradır. Onlar yalnız ve yalnız yalan
söylerler." (Kehf, 18/5). Bu düşünce akımı, suçların çoğalmasına neden olmuştur.
Amerika ve Avrupa bunun örneğidir.
Biraz önce bahsedilen
sıfatları taşıyan bu kâfirler, haktan çok uzak bir sapıklık ve bilgisizlik
içindedirler. Böyle bir durumda onların iyi ve doğru olup kurtuluşa erecekleri
ümit edilemez.
Allah Tealâ, Kuran'm
hidayet konusundaki hedeflerini ve tesirini açıkladıktan sonra Rasulullah
(s.a.)'ın kavminin dilinde olması hasebiyle onun doğru yolu bulmak için kolay
bir vasıta olduğunu bildirmiştir. Bu, Allah Tealâ'nın bir lutfudur. Zira O,
peygamberlerin istediklerini ve kendilerine onlarla gönderilenleri anlasınlar
diye insanlara kendi içlerinden ve kendi dilleriyle peygamberler göndermiştir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kuranı yabancı bir dil ile ortaya
koysaydık 'ayetleri açıklanmalı değil miydi?' derlerdi." (Fussilet, 41/44)
İmam Ahmed, Ebû Zer
(r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Tealâ, bütün peygamberleri milletlerinin diliyle göndermiştir.
"
Bütün bu
açıklamalardan ve delilleri insanların gözleri önüne serdikten sonra insanlar
iki kısma ayrılırlar: Küfürde derinleşmeleri, günâh işlemeleri ve inatları
sebebiyle Allah'ın doğru yoldan saptırdığı grup. Bir de Allah'ın hakka hidayet
ettiği, gönüllerini İslâm'a açtığı böylece olgunluk yoluna uyan grup." Bu
ayet yeni bir cümle olup, "apaçık anlatabilsin diye" kavline matuf değildir.
Zira peygamberler, insanları sapıklığa düşürmek için değil sadece anlatmaları
için gönderilmişlerdir.
"Güçlü olan,
Hakim olan O'dur." Allah Tealâ, mağlûb edilemiyen kuvvet sahibidir. Her
dilediği olur. Dilemedikleri ise gerçekleşemez. Yaptıklarında ve fiillerinde
hikmet sahibidir. Dalâleti hak edenleri saptırır, hidayete ehil olanları da
doğru yola ulaştırır. Yaptığı her şey, hikmet ve ilmine uygundur.
[7]
Ayetlerden şu hususlar
anlaşılmaktadır:
1- "İndirdiğimiz
Kitap" ayeti göstermektedir ki Kuran, Allah Tealâ'nın ka-ondan
indirilmiştir ve vazifesi insanları küfür, sapıklık ve cehalet karanlıklarından,
iman, hidayet ve ilim. aydınlığına çıkarmaktır. Bütün bunlar, Allah'ın
insanları muvaffak kılması ve onlara lütufta bulunmasıyla gerçekleşir. Bu ayet,
Rasulullah (s.a.)'ın bu yüce makama lâyık görülmesiyle ona yapılan ihsanı ve
kendilerine onları küfür karanlıklarından kurtarıp iman nuruna irşâd eden bir
peygamber gönderilmesi sebebiyle de insanlara yapılan ihsanı göstermektedir.
2- Mutezile
şöyle der: "Bu ayet, cebirle (zorlamayla) ilgili görüşün batıl olduğunu
şu üç şekilde göstermektedir:
Birincisi: Kitabı
inkâr edenin küfrünün ortaya konması,
İkincisi:
Karanlıklardan aydınlığa çıkarma işinin Rasulullah (s.a.)'a nisbet edilmiş
olması,
Üçüncüsü: Düşünmeleri
ve tetkik etmeleri için Kuranın insanlara okunmasıyla küfürden çıkışı ortaya
koyması... Böylece insanlar, Allah Tealâ'nın â:ım. kadir ve hikmet sahibi ve
Kuran'ın Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu gös-seren bir mucize olduğu fikrine
ulaşırlar. Bu da onları kendi seçimleriyle kendi-îerine verilen bütün
şeriatları kabul etmeye sevkeder.
Ehl-i sünnet de şöyle
der: Kulun fiilinin meydana gelmesinde ve varlığın yokluğa tercih edilmesindeki
ilk müessir Allah Tealâ'dır.
Kulun fiili, Allah
Tealâ tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"'Rablerinin dilemesi ve yaratmasıyla ...'"
3- Küfür,
cehalet ve bid'at yollan pek çoktur. Hayır yolu ise tektir. Çünkü Ailah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman açın Cehalet ve inkâr, çoğul olan
"karanlıklar" lafzıyla; iman ve hidayet ise müfret olan
"aydınlık" lafzıyla ifade edilmiştir.
4-
"Güçlü" lafzı, "övülmeye lâyık" lafzından önce
getirilmiştir. Çünkü Allah'ı bilirken önce farz olan, Allah Tealâ'nın kadir
olduğunu bilmek, sonra âlim olduğunu bilmek ve sonra da hiçbir şeye ihtiyaç
duymadığını bilmektir.
5- Gerek
melekler, gerek insanlar, gerek bütün mahlûkât olsun göklerde ve yerde olan her
şey Allah'ındır. Bu durum göstermektedir ki yükseklik ciheti kesinlikle Allah
Tealâ'ya mahsus değildir. Çünkü yükselen, yüksek olan her şeyin Allah'ın mülkü
olması sebebiyle Allah Tealâ, üst cihette bulunmaktan münezzehtir. "Gökte
olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?" (Mülk, 67/16)
kavlinden maksat ise Allah'ın gücü ve kudretidir.
Yine bu ayet tahsis
ifade etmektedir. Yani "Göklerde ve yerde olan her şey başkasının değil
sadece Allah'ındır." demektedir. Bu da Allah'dan başka mülkün sahibinin
bulunmadığını ve yine Allah Tealâ'dan başka hâkimin olmadığını göstermektedir.
Bu sebepten dolayı
kâfirlere yapılan şu tehdit, bu kavle atfedilmiştir: "Uğrayacakları çetin
azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline!" Çünkü onlar, göklerin, yerin ve
ikisi arasındakilerin sahibi olan Allah Tealâ'ya ibadet etmeyi terkede-rek fayda
ve zarar veremeyen, yaratılmış olup, başkasını yaratamayan, akıl ve fiilleri
olmayan ilâh ve putlara taparlar.
6- Şu üç
özellik sebebiyle kâfirler helak olmayı ve cehennem ateşinde azap görmeyi hak
etmişlerdir: a) Onlar, dünyayı ahirete tercih etmişlerdir, b) İnsanların,
mutedil bir program ve dosdoğru yol olan Allah'ın yoluna ve dinine ulaşmalarına
engel olmuşlardır, c) Arzuları, ihtiyaçları ve hedefleriyle uyuşması için Allah
yolunun eğri ve doğrudan sapmış olmasını istemişlerdir. Böylece onlar, haktan
uzak bir sapıklık içindedirler.
7-
Peygamberler, kendilerine dinlerini apaçık anlatabilsinler, onlardan Allah'ın
kanunlarını kolaylıkla ve çabucak öğrenip, başkalarına nakledebilsinler diye
Allah'ın her peygamberi, milletine kendi dilleriyle göndermesi, O'nun bir
ihsanı olup, hidayet yolunu kolaylaştırmasından başka bir şey değildir.
Bütün peygamberlerin,
milletlerinin diliyle gönderilmesi, dillerin, peygamberlerin gönderilmesinden
daha önce meydana gelmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu da göstermektedir ki
diller, Râzî'nin bildirdiği gibi dindeki naslar olmayıp, ıstılahlarla meydana
gelmişlerdir.
8-
"Allah, dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir."
ayeti, dalâlet ve hidayetin Allah Tealâ'dan olduğunu bildirmektedir. Allah
Tealâ, kulun seçimi hususundaki ilmine göre sapmasını dilediği kullarını
dalâlete düşürür ve hidâyetini dilediklerini de doğru yola eriştirir.
Peygamberin teblîğ ve açıklamadan başka bir vazifesi yoktur. Hidayete
ulaştırmakla mükellef değildir. Bilâkis daha önce yapılan takdire göre hidâyet
etmek Allah'ın elindedir.
Zemahşerî Mutezilî
metoduyla şöyle der: '"Saptırmak'tan maksat, boşlamak, terketmek ve
Allah'ın muvaffakiyetinin ve himayesinin yasaklanmasıdır. 'Hidayete ulaştırmak'
ise muvaffak kılıp, Allah'ın lutfuyla muamele etmesidir.
Bu iki kavram da küfür
ve imandan kinayedir. "[8]
Ehl-i sünnete ait
birinci görüşü şu rivayet desteklemektedir: Ebû Bekir ve Ömer (r.a.), bir grup
insanın yanına gelmişlerdi. İkisi de seslerini yükseltmişlerdi. Rasulullah
(s.a.) "Ne oluyor böyle?" diye sorunca cemaatten bazıları "Yâ
Rasulallah Ebû Bekir (r.a.), 'İyilikler Allah'tan, kötülükler nefsimizdendir.'
diyor. Buna karşılık Ömer (r.a.) de 'Her ikisi de Allah'tandır.' diyor."
dediler. İnsanların bir kısmı Ebû Bekir (r.a.)'in bir kısmı da Ömer (r.a.)'in
görüşüne tâbi olmuşlardı. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İsrafil'in,
Cibril ile Mîkâîl (a.s.) arasında hüküm verdiği gibi ben de sizin aranızda
hükmedeceğim. Ya Ömer! Cibril, senin söylediğin gibi, Yâ Ebâ Bekir! Mîkâîl de
senin dediğin gibi demişti. İsrafil'in aralarındaki hükmü şöyleydi: Kaderin,
hayır olsun şer olsun hepsi Allah Tealâ'dandır. Ben de aranızda bu şekilde
hükmediyorum."[9]
Bundan sonra Râzî,
"Ayetin, Allah Tealâ'nın kulda küfrü yaratması, manasına hamledilmesi mümkün
değildir" deyip bu ayetle ilgili şu üç tevili zikretmiştir:
[10]
1-
'Saptırmak'tan maksat, dalâlete düşmüş bir kâfir olduğuna hükmetmektir. Meselâ
"Falanca filancaya kâfirdir, sapmıştır, der." dendiği zaman bu
cümleden "Onun sapmış bir kâfir olduğuna hükmeder." manası
anlaşılmaktadır.
2-
'Saptırmak', kâfirleri cennet yolundan, cehenneme sevketmekten; 'Hidâyete
erdirmek' ise onlara cennet yolunu göstermekten ibarettir.
3- Allah
Tealâ, sapmış olan kişiyi sapıklığında bırakıp, peşine düşmeyince, bu, sanki
onu saptırmış manasına gelir. Hidayeti isteyen kimseye de muvaffakiyet ve
himayesiyle yardım edince ona hidâyet eden sanki O'ymuş gibi olur.
Netice olarak, imana
ve küfre zorlama yoktur. Kul, kâfir olarak yaratılmaz. Aynı şekilde kulda
küfür de yaratılmaz. Saptırmak ve hidâyete erdirmekten maksat, sadece hayır ve
şer yollarım açıklamaktır. Nitekim Allah Tealâ da şöyle buyurmuştur: "Biz
ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?" (Beled. 90/10).
[11]
5- And olsun ki
Musa'yı ayetlerimizle, "Milletini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve
Allah'ın günlerini onlara hatırlat" diye göndermişizdir. Bunlarda, çokça
sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.
6- Musa, milletine
dedi ki: "Allah'ın size olan nimetlerini anın; size işkence eden,
kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi
kurtardı. Bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır.
7- Rabbiniz: "Şükrederseniz and olsun ki,
size nimetleri arttıracağım. Nankörlük ederseniz bilin ki azabım pek çetindir."
diye bildirmişti.
8- Musa "Siz ve
yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de ganî ve övülmeye
lâyık olandır." demişti.
"Şükrederseniz"
ile "nankörlük ederseniz" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Çokça sabreden
ve şükreden" kelimeleri mübalağa kipleridir.
[12]
"Ayetlerimizle,"
Alimlerin pek çoğu, bu ayetlerin Allah'ın Musa eliyle gerçekleştirdiği, beyaz
el, asâ ve diğer mucizeler şeklinde dokuz mucize olduğu görüşündedirler. Diğer
bir görüşe göre ise "Bu ayetler, çekirge, bit, kurbağalar ve benzeri
şeylerdir."
"Milletini"
"İsTâi\oğul\armı""karanlıklardan" inkâr ve cahilliklerinden
"aydınlığa" Allah'a imana, O'nun birliğine ve emredildikleri her
şeye "çıkar, ve Allah'ın günlerini" geçmiş ümmetlerin başına gelen
harp sadmelerini ve alaylarını nitekim 'Arapların günleri'tabiri de Arapların
harpleri için kullanılır. Allah'ın günleri; Allah'ın ihsan ve belâsı, manasına
geldiği de, söylenmiştir.
"onlara
hatırlat." "Bunlarda" belâ ve Allah'a itaata "çokça
sabreden" nimetlere "ve çokça şükreden herkes için dersler
vardır."
"Musa'nın
"milletine" şöyle dediği ânı hatırla! "dedi ki:... size"
çetin ve kötü azabı tattırıp, "işkence ede/ı"zelillik ve utanç
sebebi olarak "kadınlarınızı sağ bırakıp" yeni doğan
"oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtardı." ki böyle
davranmalarının sebebi; Bazı kâhinler Firavun'a şöyle demişlerdi:
İs-râiloğulları'nda doğacak olan bir erkek çocuk senin mülkünün yok olmasına sebep
olacaktır.
"Rabbiniz,"
Benim bir olduğumu kabul edip bana itaat ederek "şükrederseniz and olsun
ki, size nimetlerimi arttıracağım. Nankörlük ederseniz" verdiğim nimete
küfür ve isyanla mukabele ederseniz "size azâb ederim, demiştir." Bu
manayı, "bilin ki azabım pek çetindir." ayeti göstermektedir.
"Allah
ganiidir." yarattıklarına ihtiyacı yoktur. Zatında ve yarattıklarına
yaptıklarında "övülmeğe lâyıktır." Melekler O'na hamdeder ve
mahlûkâtı O'nun nimetlerini dile getirir. Siz, nankörlük ederek sadece
kendinize zarar verirsiniz. Zira böylece Allah'ın üzerinizdeki ihsanının
artmasına engel olur ve kendinizi çetin azâbla karşı karşıya bırakırsınız.
[13]
Allah Tealâ, Muhammed
(s.a.)'i insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması için, onlara
gönderdiğini ve bu göndermenin hem onun hem de kavmi için bir nimet olduğunu
bildirmiş, hemen peşinden ise Musa (a.s.)'nın kıssasını sonra da diğer
peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen kıssalarını zikretmiştir. Bundan
maksat, peygamberlerin gönderilmesindeki amacın bir olduğuna dikkati çekmektir
ki bu da insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. Ayrıca bu durum,
milletinin eziyetlerine karşı Rasulullah (s.a.)'ı sabra teşvik etmekte ve o
peygamberlerin kavimlerine davranış metotlarını ona göstermektedir.
[14]
Ey Muhammed! Bütün
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için seni gönderip, sana Kitap
indirdiğimiz gibi aynı şekilde Musa'yı da İsrâiloğul-larma dokuz mucizeyle
gönderdik. Ona şöyle diyerek bunu emrettik: "Milletinin içinde bulunduğu
cehalet ve sapıklıklarından, hidâyet ve iman aydınlığına çıkması için onları
hayır ve iyiliğe davet et."
Onlara, geçmiş
peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen hadiseleri hatırlat. Müminlerin
nasıl kurtulup, kâfirlerin ne şekilde helak olduklarını haber ver!
Veya onlara, Allah'ın,
Firavun'un esaretinden, kahrından ve zulmünden kurtararak onlara ihsan ettiği
nimetlerini, onları düşmanlarından kurtarmasını, onlar için denizi ikiye
ayırmasını, bulutlarla gölgelendirmesini, onlara kudret helvası ve bıldırcın
eti indirmesini ve diğer nimetlerini hatırlat."
İmam Ahmed, İbni Cerir
ve İbni Ebî Hatim merfû bir hadiste İbni Abbâs (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın
"Allah'ın günlerini onlara hatırlat..." kavli hakkında şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tealâ'nın nimetlerini onlara
hatırlat."
Musa (as) zamanındaki
"Allah'ın günleri" yâ İsrâiloğulları'nın Firavun'un kahrı ve
tahakkümü altında bulunduğu günler olan sıkıntı ve belâlardır; veya
düşmanlarından kurtarılmaları, denizin yarılması ve kudret helvasıyla bıldırcın
etinin indirilmesi şeklindeki nimetlerdir.
"Bu
hatırlatmalarda," Allah'a itaat ve belâlara veya sıkıntı ve zorluklara çok
sabreden, nimet, refah ve mutluluk içinde çok şükreden herkes için Allah'ın
birliğini ve kudretini gösteren deliller vardır. İsrâiloğulları'nı, Firavun'un
zulmünden ve içinde bulundukları hakir ve hor bir işkenceden kurtarırken
onlara yaptıklarımızda yine böyle kimseler için dersler vardır.
Katâde şöyle der:
"Başına bir belâ geldiği zaman sabreden, nimet içinde olduğunda şükreden
kul, ne güzel kuldur."
Buharî'nin rivayet
ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Müminin her
işi bir acâiptir. Allah, onun için ne takdir etse onda hayır vardır. Başına bir
sıkıntı ya da bir belâ gelse sabreder. Bu, onun için hayırdır. Sevinip
rahatlığa erse şükreder. Bu da onun için bir hayırdır."
Bir müslümanın, çok
sabredip şükreden kul olması gerekir. O, belâ ve sıkıntılara sabreder,
rahatlık ve nimet içinde ise şükreder.
Musa'nın milletine
şöyle dediği ânı hatırla: 'Ey Kavmim! Allah'ın size olan nimetlerini
hatırlayın. O, sizi Firavun ailesinden ve size tattırdıkları işkence ve
zilliyetten kurtardı. Bildiğiniz gibi onlar, sizi gücünüzün yetmiyeceği işlere
zorluyorlardı. Yeni doğacak bir erkek çocuğun, Firavun'un mülkünün yerle bir
olmasına sebep olmasından korktukları için doğan çocuklarınızı boğazlıyorlardı.
Zira Mısır Firavun'unun gördüğü bir rüya bu şekilde tâbir edilmişti. Bununla
beraber kız çocuklarını zelil ve çaresiz bir halde sağ bırakıyorlardı. Bütün
bunlar ne büyük bir imtihandı. Allah, sizi onların işkencelerinden kurtardı.
Bu ne büyük bir nimettir.
İster ceza isterse
nimet olsun size bu söylediklerimde Rabbinizden büyük bir imtihan vardır. Çünkü
böylece insan, şükreden mi yoksa nankör bir kul mu olduğunu anlar! Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz.
Sonunda Bize dönersiniz." (Enbiya, 21/35). "İyiliğe dönerler diye
onları güzellikler ve kötülüklerle sınadık." (A'raf, 7/168).
Ey İsrâiloğullan!
Rabbinizin size vaadini bildirdiği o ânı hatırlayın ki O şöyle buyurmuştu:
"Nimetlerime şükrederseniz and olsun ki, size onları arttıracağım.
'"
Buharî'nin Enes
(r.a.)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Kime şükretmek
ilham edilirse o kimse nimetlerin arttırılmasından mahrum olmaz."
Bu ayetin manası şöyle
de olabilir: "Rabbiniz... diye izzetine, celâline ve azametine yemin
etmişti." Buna örnek şu ayettir: "Rabbin, kıyamet gününe kadar,
onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğine yemin etmiştir."
(A'raf, 7/167).
Nankörlük ederek
nimetleri gizleyip şükrünü edâ etmezseniz bilin ki cezalandırma acı verici ve
çok tesirlidir. Bu cezalandırma neticesinde dünyada o nimetler ellerinden
alınır, ahiretde ise nankörlüklerinin cezasını görürler. Ayetteki
"küfr," nimeti inkâr etmek, nankörlük yapmak demektir.
Hakim'in Sevbân'dan
rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz kul, işlediği
günâh sebebiyle nzıktan mahrum bırakılır."
Musa, milletinde inkâr
ve inat emarelerini görünce dindeki şu esâsı ilân etti: Şükrün faydası ve
nankörlüğün zararları yine sadece insanı etkiler. Allah'ın ise, kullarına
ihtiyâcı yoktur. Musa şöyle devam etti: Siz ve yeryüzündeki bütün insan ve
cinler Allah'ın size verdiği nimetlere nankörlük etseniz Allah yine de
kullarının şükrüne muhtaç değildir. İnkâr edenler istedikleri kadar etsinler
O, yine de övülmeğe lâyıktır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer inkâr
ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnidir." (Zümer, 7) "İnkâr edip,
gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını
ortaya koymuştur. Allah, müstağnidir, övülmeğe lâyık olandır." (Tegabûn,
64/6) "Eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur." (Zümer, 39/7).
Müslim'de geçen bir
hadisi kutsî'de Ebû Zer (r.a.) Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın
başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, içinizden Allah'dan en çok sakınan kalbe
sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülküme hiçbir şey ilâve
etmez. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz,
içinizden en çok fısk-ı fucûr bulunan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib
olsanız, bu Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.. Ey Kullarım! Eğer
yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, bir yere toplanıp da
Benden isteseniz ve Ben de herkese istediğini versem, bu, Benim mülkümden
hiçbir şey eksiltmez, olsa olsa denize düşen bir iğne kadar eksiklik söz konusu
olur.'"[15]
Ayetler, şu hususları
açıklamaktadır:
1-
Peygamberlerin gönderilmesindeki maksat, tektir. Onların görevi, insanları
inkâr ve sapıklık karanlıklarından, iman ve hidayet aydınlığına çıkarmak için
gayret göstermektir.
2-
İnsanların, başlarına gelen büyük ve önemli olaylardan ders ve öğüt alıp,
Allah'ın ihsan ettiği nimetleri hatırlamaları gerekir.
Bu öğüt ve
hatırlamalar, teşvik ve korkutmayı, vaad ve tehdidi birlikte ele alırlar.
Teşvik ve vaad dendiği zaman, Musa (as) ve diğer peygamberlerin milletlerine
Allah'ın, kendilerine ve geçmiş zamanlarda onlardan önceki peygamberlere iman
eden müminlere ihsan ettiği nimetleri hatırlatmaları akla gelir.
Korkutmak ve tehdit
denince de yine geçmiş zamanlarda geçmiş ümmetlerden, Âd, Semûd ve diğer
kavimlerin başlarına inen azâb gibi peygamberlerini yalanlayanları Allah'ın
nasıl azâb edip cezalandırdığını hatırlatmaları akla gelmektedir. Bundan
maksat, insanların Allah'ın vadiyle teşvik edilip, peygamberleri tasdik
etmelerini sağlamak; tehditten sakındırıp yalanlamayı terketme-lerine vesile
olmaktır.
3- Bu
hatırlatma ve tenbihlerde çokça sabredip şükreden herkes için deliller ve
öğütler vardır. Zorluk ve belâ içinde sabredilirken bolluk ve rahatlık hallerinde
şükredilmelidir. Bu ayet, bir müminin, zamanını şu iki şeyin, yani sabır ve
şükrün dışında geçirmemesinin gerektiğine dikkati çekmektedir.
Beyhâkî Enes
(r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "iman
iki kısımdır: Yarısı sabır yarısı da şükürdür." Sonra Rasulullah (s.a.),
"Bunlarda, çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır."
ayetini okumuştur. Bu hadis, zayıftır.
4-
İsrâiloğulları, Firavun zamanında hem belâ hem de nimet halini yaşamışlardır.
Fakat nimetin kadrini bilip şükretmedikleri gibi belâlara da
sabret-memişlerdir. Bu durum, içlerinde inkâr ve inat emarelerini gördüğünde
Musa (a.s.)'nın onlara yaptığı nasihatten anlaşılmaktadır.
5- Şüphesiz
nimete şükretmek artmasına vesile olurken nankörlük de elden gitmesine
sebeptir. Zira bu ayet, nimete şükrün, artma sebebi ve nimeti inkârın da
eksilme ve elden çıkma sebebi olduğu hususunda açık bir delildir. Kim Allah'ın
nimetlerine şükretmeye devam ederse Allah, o kimsenin nimetlerini arttırır.
Kim de nankörlük ederse o câhil bir kimsedir ve Allah'ı bilmemek, en büyük ceza
ve azaplara çarptırılmaya sebeptir. "Nankörlük ederseniz..." ayetinden
maksat 'inkâr etmek' olmayıp "nimete nankörlük etmek"tir.
"Şükür",
'tazim ederek ve kendisini bu usûle alıştırarak veren kişinin nimetini itiraf
etmek' demektir.
Netice olarak,
nimetlere nankörlük etmek, şiddetli azaba, dünya ve ahirette âfet ve
sıkıntılara sebep olur. Nimetin şükrüne devam ise artması neticesini doğurur.
6- Şükrün
faydası ve nankörlüğün zararları yine sadece şükreden ve nankörlük eden
kişiyle alâkalıdır. Şükredilen mabûd ise, şükürden faydalanmaktan ya da
nankörlükten zarar görmekten münezzehtir.
"Siz ve
yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz..." şeklindeki Musa
(a.s.)'nın sözünden maksat şu hususu açıklamaktır: Allah Tealâ, bu ibadetleri
sadece, mabudla alâkalı faydalar için değil bilâkis kulla ilgili yararlar için
emretmiştir. Zira O, şöyle buyurmuştur: "Bu husus, O'na bir eksiklik
sağlamaz. Bilâkis O, hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve bütün durumlarda övülmeğe
lâyıktır."
[16]
9- Sizden önce geçen Nûh, Ad, Semûd
milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri -ki onları Allah'tan
başkası bilmez- size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler. Fakat
ellerini ağızlarına götürüp "Biz, sizinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi
çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz" dediler.
10- Onların peygamberleri: "Gökleri ve yeri
yaratan, günahlarınızı bağışlamak için iman etmeye çağıran ve bir süreye kadar
size mühlet veren Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?" dediler. Onlar da
"Siz de sadece bizim gibi birer insansınız. Bizi babalarımızın
taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil
getirmelisiniz" dediler.
11- Peygamberleri onlara şöyle dedi: "Biz
ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine iyilikte
bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz size delil getiremeyiz. inananlar sadece
Allah'a güvensin."
12- "Bize
yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete
elbette katlanacağız. Güvenenler, an-ı Allah'a güvensinler."
"Tevekkül edenler
ancak Allah'a tevekkül etsinler" cümlesinde iştikak cinası vardır.
[17]
"Sizden önce
geçen Nûh, Âd, Semûd" Salih (a.s.)'in milleti "milletlerinin ve
onlardan sonra gelenlerin -ki onları Allah'tan başkası bilmez-..." Onları
Allah'tan başkası bilmez... kavli ara cümlesidir. Yani çoklukları sebebiyle
sayılarını Allah'tan başka hiç kimse bilmez, demektir.
"haberleri size
ulaşmadı mı?" Bu, açıklama manası taşıyan bir sorudur. Ya Musa (as)'nın
sözüdür veya yeni bir cümledir. Ya da Allah tarafından başlanmış bir cümledir.
"Onlara
peygamberleri belgelerle," doğruluklarını gösteren apaçık delillerle"
geldiler. "Fakat" bu milletler peygamberler (as)'in getirdikleri
apaçık delillere öfkelenmeleri sebebiyle "ellerini ağızlarına
götürüp" parmaklarım ısırırlar. Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar." (Al-i İm-ran, 3/119).
"Biz" iddianıza göre "sizinlegönderilene inanmıyoruz..."
dediler.
"Allah'tan mı
şüphe ediyorsunuz." Bu, inkâr manası taşıyan bir sorudur. Yani apaçık
deliller sebebiyle Allah'ın birliğinde şek ve şüphe yoktur, demektir.
"Günahlarınızı
bağışlamak için" "Min" ya zait bir sıladır ya da min-i
teb'ızıyye (bazılık)dir. Birinci duruma göre maksat "iman ya da islâm'la
geçmiş günahların bağışlanması"; ikinciye göre ise "kul haklarının
bağışlanmanın dışında tutulması"dır. "İman etmeye" sizi
ibadetine "çağıran ve bir süreye kadar" azab etmeksizin sizi
erteleyen ecel gelinceye kadar "size mühlet veren Allah'tan mı şüphe
ediyorsunuz?"
"Dediler ki:
Babalarımızın taptığı putlardan" alıkoymak istiyorsunuz. "Öyleyse
bize" doğruluğunuzu gösteren "apaçık" kuvvetli "bir
delil" ya da belge "getirmelisiniz."
"Allah
kullarından dilediğine" peygamberlik vererek "iyilikte bulunur. Allah'ın
emri olmadıkça biz size delil getiremeyiz". Çünkü biz, Allah Tealâ'ya boyun
eğmiş kullarız. Ayet ve mucize getirebilmek bizim elimizde değildir. Bu ayet
göstermektedir ki peygamberlik Allah vergisidir. Yine mümkün olan bazı şeyleri
diğerlerine tercih etmek, Allah Tealâ'nın dilemesiyle olur.
"İnananlar sadece
Allah'a güvensin." Müminler, inatla karşı çıkmanıza ve düşmanlık etmenize
sabır gösterirken sadece Allah'a güvensinler. Peygamberler, tevekkül konusunu
ihsas etmek için emri genelleştİFmişler ve önce kendilerini kastetmişlerdir.
"Bize", kendisini tanıdığımız ve bütün işlerin elinde olduğunu
bildiğimiz "yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim." Allah'a
güvenmemize hiçbir şey engel olamaz ve O'na tevekkül etmemek için de bir mazeretimiz
yoktur. "Bize ettiğiniz eziyetlere elbette katlanacağız." Bu kavil,
mah-zuf bir kasemin cevabıdır. Onlar, tevekküllerini ve kâfirlerden gördükleri
eziyetlere aldırış etmediklerini pekiştirmişlerdir. "Güvenenler ancak
Allah'a güvensinler." Tevekkül edenler, yeni ortaya koydukları
imanlarından kaynaklanan tevekküllerine devam etsinler.
[18]
Geçen bölümde Musa
(a.s.), milletine Allah'ın onlara ihsan ettiği nimetleri, onlardan
uzaklaştırdığı işkence ve azabı, Allah Tealâ'nın şükredenlere nimetleri
arttırmayı nankörlük edeniere de azabı vadettiğini ve nankörlüğün sadece
sahibine zararının dokunduğunu hatırlatmıştı. Burada ise Allah'ın, peygamberleri
yalanlayan milletlerden ne şekilde öç aldığı hatırlatılmıştır.
Burada zikredilen bu
ayetin, daha öncekilerin başlarına gelen helâkla korkutmak için Musa (a.s.)'mn
milletine söylediği sözlerin bir parçası olması muhtemeldir. Bu, İbn Cerîr'in
görüşüdür. Veya geçmiş milletlerin durumunu hatırlatmak için Allah tarafından
Musa (a.s.)nın kavmine ve diğer milletlere yapılan yeni bir hitaptır. Maksat,
sadece geçmiş milletlerin durumlarından ibret almaktır. Bu maksat, iki takdire
göre de gerçekleşmiştir.
Ancak birçok âlim, bu
ayetin Rasulullah (s.a.)'m kavmine hitap etmeye başladığı görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Müfessir Râzî bu görüştedir. İbn Kesîr şöyle der: "Görünen o
ki, bu ayet Allah Tealâ tarafından bu ümmete yeni bir haberdir. 'Ad ve Semûd
kıssaları Tevrat'ta yoktur. Eğer bu ayet, Musa (a.s.)'nın kavmine söylediği söz
olup, bunu onlara anlatsaydı şüphesiz bu iki kıssa Tevrat'ta mevcut
[19]
"Sizden önceki
Nûh, Âd, Semûd ve peygamberlerini yalanlayan diğer milletlerin -ki onların
adedini Allah Tealâ'dan başka hiç kimse tesbit edemez.-haberleri size ulaşmadı
mı?" "Size ulaşmadı mı?" kavlindeki muhatab zamiri, Rasulullah
(s.a.)'ın ümmetine aittir. "Onlara peygamberleri geldiler" ve
"Fakat ellerini ağızlarına götürüp" cümlelerindeki zamirler ise
kâfirlere râcîdir.
Bu peygamberleri,
onları küfür ve bilgisizlik karanlıklarından, iman ve hidayet aydınlığına
çıkarmak için; doğruluklarını ve Allah tarafından gönderildikleri şeklindeki
dâvalarım destekliyen apaçık ve kesin mucize, delil ve belgelerle geldiler.
Ancak bu insanlar,
peygamberlerinin getirdiklerine çok öfkelenmeleri sebebiyle parmaklarını
ısırdılar. Yani, onlara öfkelenip, düşmanlık gösterdiler ve onlardan köşe bucak
kaçtılar. Şu ayet göstermektedir ki aynı şeyi Araplar da Rasulullah (s.a.)'a
yapmışlardır: "Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki:
'Öfkenizden çatlayın.' Allah, kalplerde olanı bilir." (Âl-i İmran, 3/119)
Bu ayetten maksat kâfirler, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamışlar, onu alaya
almışlar ve iman etmemişlerdir. Bu ifade, Ebû Ubeyde ve Ahfeş'in de
belirttikleri gibi bir darb-ı meseldir.
"Bu insanlar,
peygamberlere dediler ki: 'Biz, sizinle gönderilen mucize, delil ve ayetleri
inkâr ediyor yani sizin peygamberliğinizin doğruluğunu gösterdiklerine
inanmıyoruz.
"Bizi
çağırdığınız" sadece Allah'a iman ve dışındaki herşeyi bırakma "hususunda"
biz, sıkıntı ve endişeye düşürecek "bir şüphe içindeyiz."
Razî şu soruyla konuya
değişik bir yorum getirmiştir: "Onlar, peygamberliklerini inkâr
ettiklerini açıkladıktan sonra peygamberlerin sözlerinin doğruluğundan şüphe
etme mertebesine nasıl inmişlerdir?" O'nun bu soruya cevabı şöyledir:
"Onlar, gerçekte kâfir olduklarım ve güttükleri bu davaya kesin inandıklannı
söylemek istemişlerdir.' Eğer kesin inanmasaydık sizin peygamberliğinizin
doğruluğundan şüphe ettiğimizi söylemezdik. Her iki durumda da peygamberliğinizi
itiraf etmeye imkân yoktur.'"
Peygamberleri onlara
dediler ki: Allah'ın varlığından mı şüphe ediyorsunuz?! Ama insan fıtratı
O'nun varlığını ikrar edip, insanı bu ikrara zorluyor. O, bütün varlıkları
yaratmış olduğu ve sadece O, ortağı olmadan ibadete lâyık olduğu halde tek
ilâh olmasında ve O'na ibadetin gerekliliği hususunda herhangi bir şüphe mi
var?! Aslında milletlerin çoğu Yaratanı ikrar ediyordu. Fakat Allah ile
beraber, kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarını zannettikleri O'ndan başka
vasıtalara tapıyorlardı.
Fıtrat delili, şu
hadisle sabittir: İbni Adiy, Taberânî ve Beyhâkî Esved b. Serî (r.a.)'den,
Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Her çocuk, fıtrat
üzere doğar. Ana babası onu ya yahudi ya hristiyan ya da mecûsî yaparlar."
Yaratılış delili ise
gözümüzün önünde olup hissedilebilmektedir. Zira Allah, hemen arkasından buna
dikkati çekmiştir: "Allah, gökleri ve yeri daha önce benzeri görülmemiş
ve bu sapasağlam emsalsiz nizama göre yaratmış ve meydana getirmişken nasıl
olur da O'nun hakkında şüpheye düşersiniz?!"
Allah Tealâ,
varlığının delili olan, Yaratan olması dışında mükemmel rahmet sahibidir de:
Ahiret yurdunda günahlarınızı -bu mana, "nün" lafzının zait bir sıla
olmasına göredir- veya bazı günahlarınızı -bu da "min"in tebîzıyya
(bazılık) olmasına göredir- bağışlamak için sizi tam bir imana çağırmaktadır.
O, kul haklarıyla ilgili olanları değil, kendisiyle alâkalı günâhları bağışlar.
İşte imâna davetteki birinci maksat budur.
Dikkat edilmesi
gereken bir nokta şudur: Allah Tealâ, kâfirlerin günahlarının bağışlanmasının
geçtiği her yerde "min" lafzını beyan etmiştir. Buna karşılık
müminlerin günahlarının bağışlanmasının zikredildiği yerlerde ise
"min" lafzı getirilmemiştir. Birinci duruma misaller, şu ayetlerdir:
"O'ndan sakının
ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın." (Nuh, 71/9).
"Ey Milletimiz! Allah'a çağıran Muhammed'e uyun ve O'na inanın da Allah da
sizin günâhlarınızı bağışlasın." (Ahkaf, 46/31).
Çünkü Allah, onları
dinin aslı olan imana çağırmaktadır.
İkinci duruma misaller
de şu ayetlerdir:
"Ey Muhammedi De
ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.'" (Al-i İmran, 3/31) "Bilseniz, bu sizin için en iyi
yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar." (Saf, 61/11-12).
Çünkü imanın yerleşmesinden sonra ancak günahlar bağışlanır.
İşte imana davetteki
ikinci maksat budur. Kişi mümin olursa Allah, kendi ilmindeki belirli vakit olan
ömrün sonuna kadar ona mühlet verir. Yoksa inkâr sebebiyle hemen helak ederek,
bekletmeden azâb eder.
İmanla beraber iki
rahmet ya da iki nimet gerçekleşmektedir. Bunlar, günahların affedilmesi ve
ömrün sonuna kadar kişiye mühlet verilmesidir.
Bundan sonra Allah
Tealâ, bu milletlerin peygamberlerini şu üç açıdan reddettiklerini
bildirmiştir:
1- Onlar
dediler ki: 'Sadece sözünüze güvenerek size nasıl tabî olalım. Sizden henüz
bir mucize bile göremedik. Siz de bizim gibi insansınız. Bize bir üstünlüğünüz
yok. Biz değil de niçin siz peygamber oluyorsunuz? Eğer Allah, insanlara
peygamberler göndermeyi dileseydi daha üstün bir varlığı gönderirdi.
2- "Siz,
doğruluğuna bir delil bulunmayan bu dâva ile babalarımızı bulduğumuz yolu
terketmemizi istiyorsunuz."
3-
"Bize, sizden istediğimiz olağanüstü bir
şey veya peygamberlik iddianızın doğruluğunu gösteren apaçık bir delil
getirmelisiniz. Biz sadece iyice bildiğimiz şeylere iman ederiz. Göklerin,
yerin ve içlerindeki acâib varlıkların yaratılmasına ise akıl erdiremeyiz.
Aslında bunlar söylediklerinizin doğruluğuna delil de olamazlar."
Arkasından Allah,
kâfirlerin bu üç şüphelerini peygamberlerin nasıl reddettiklerini
bildirmiştir. Öyleki peygamberler birinci ve ikinci şüpheleri doğru kabul edip,
onaylamışlar, üçüncüsünde ise işi Allah'a havale etmişlerdir: Peygamberler, bu
milletlere şöyle dediler. Söylediğiniz şekilde biz, sizin gibi insanız. Yer,
içer, uyur, ortalarda dolaşır, rızık peşinde koşarız. Fakat Allah Tealâ,
kullarından dilediğine peygamberliği ihsan eder: "Allah, peygamberliğini
vereceği kimseyi daha iyi bilir." (En'am, 6/124). Allah bize de bu nimeti
verdi.
Sadece babalarınız
olduğu için onları taklit etmeniz aklın kabul edemiye-ceği bir şeydir.
Gösterdiğimiz
mucizelere rağmen peygamberliğimizin doğruluğunu gösteren delil ve hüccet,
istediklerinizin fevkinde bir burhan getirmemizi taleb etmeniz ise Allah ile
alâkalı bir iştir. Biz, bir delili ancak Allah'ın dilemesi ve iradesiyle
getirebiliriz.
Bütün müminlerin,
düşmanlarının kötülüklerini uzaklaştırmak ve onların gösterdikleri
düşmanlıklara sabretmek için her işlerinde Allah'a güvenip tevekkül etmeleri
gerekir.
Peygamberler, Allah'a
olan güvenlerini pekiştirerek şöyle demişlerdir: "Nasıl olur da bize bilgi
ve kurtuluş yolunu gösteren Allah'a, güvenmeyiz! Bize en mutedil, en açık yolu
gösterdiği halde O'na tevekkül etmemize engel olan şey nedir?"
"Kötü söz
söyleyip, akılsızca davranışlarınızla bize yaptığınız eziyetlere elbette
katlanacağız."
Sonra tevekkül etmeyi
methederek şöyle dediler: "Müminlerden tevekkül edenler, Allah'a güvenmeye
devam edip, bu hususta sebat etsinler. O'na güvensinler. O'nun yolunda bütün
eziyetlere tahammül edip, ne olursa olsun hiçbir zorluğa aldırış
etmesinler."
[20]
Ayetler, şu hususlara
işaret etmektedir:
1-
İnsanların, peygamberlerini yalanlayıp, onları alaya alan geçmiş ümmetlerin
hallerinden öğüt ve ders almaları gerekir. Zira onlar, helak olup, yerin dibine
geçmişlerdir.
2-
Kâfirlerin, peygamberlerine karşı olan konumları şu üç safhada incelenir:
a) Onlar,
peygamberlerin (a.s.) sözlerini kabulde sessiz kalmışlar, onların davalarını
susturmaya çalışmışlardır.
b) Onlar,
peygamber gönderilmesini inkâr ettiklerini açıklamışlardır.
c) Son
olarak —ve en azından- peygamberliğin doğruluğu hakkında şüphe etmişlerdir.
Bütün bunlar
göstermektedir ki onlar, peygamberliği kabul etmeyip, onu itiraf etmemişlerdir.
3-
Peygamberler, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delilleri ortaya koyarak,
temiz fıtratın, buna şehadet ettiğini bildirmişlerdir. Ayrıca daha önce emsali
görülmemiş bir şekilde ve yokken var olmak, icâd etmek ve mahlûkâtın emrine
âmâde kılmak manalarını gösteren göklerin ve yerin yaratılmasının, Yaratanın
var olduğunu, ilâh olduğunu ve sadece O'na ibadetin gerekli olduğunu gösteren
kesin bir delil olduğunu beyan etmişlerdir. Bir bileni, bir işin ehli
olmaksızın, tertip ve düzeniyle, güzel süslemeleriyle meselâ bir evin dahi var
olmasının imkânsız olduğunu idrak eden akıllı bir kimse için Allah Tealâ'nın
varlığı hususunda hiçbir şek ve şüphe söz konusu değildir. Eğer Allah, yaratan
ise elbetteki sadece O, tek başına ibâdet edilmeye lâyık olacaktır. O'nun
hiçbir hususta ortağı yoktur.
4- Allah
Tealâ, göklerin ve yerin yaratanı olduğu gibi aynı zamanda tam manasıyla rahmet
ve cömertlik sahibidir de. Öyle ki insanların Ona ve bir olduğuna imana davet
edilmelerindeki maksadın şu iki husus olması bunu göstermektedir: a) Günah ve
hataların bağışlanması: Böylece nefis temizlenir ve nefislerini
temizleyenlerden başkasının hak edemedikleri cennetlere girebilmek için
hazırlanır, b) İnsanlara, ömürlerinin sonuna kadar mühlet verilmesi: Böylece
onlara dünyada azâb edilmez.
5-
Kâfirlerin verdikleri cevaplar, ahmaklık ifadesi olup şu üç şüpheyi içine
almaktadır:
a) Her iki
tarafın da insan olması, aralarındaki üstünlüğü engellemektedir. Diğerleri her
şeyden habersizken içlerinden birinin Allah katından peygamber olması, gayba
muttali olması ve meleklerle karışıp görüşmesi mümkün değildir. İşte onlar
"Siz de sadece bizim gibi birer insansınız" şeklindeki sözleriyle
bunu kastetmişlerdir.
b) Onlar,
taklide sımsıkı sarılmışlardır. Zira, babalarım, âlimlerini ve ileri
gelenlerini putlara tapmada hemfikir bulmuşlar ve bu dinin batıl olduğunu anlamaları
imkânsız hâle gelmiştir. "Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak
istiyorsunuz" şeklindeki sözlerinin manası budur.
c) Aslında
âciz bırakan şey, doğruluğu göstermez. Teslim olunursa o zaman doğruluğa
delâlet eder. Peygamberlerin getirdikleri, insan takatinin dışındaki mucize
kabilinden şeyler olmayıp, bilinen şeylerdir: İşte "Öyleyse bize, apaçık
bir delil getirmelisin" şeklindeki sözlerinin manası budur.
6-
Peygamberler, bu üç şüpheye şöyle karşılık vermişlerdir:
a) "Siz
de sadece bizim gibi birer insansınız" şeklindeki birinci şüphe: Ortak
insanlık vasfına sâhib bulunmak, sadece bazı insanlara peygamberlik makamının
verilmesine engel teşkil etmez. Çünkü bu makam, Allah'ın kullarından
dilediğine verdiği bir nimettir.
b) Ataların,
o din hakkında hemfikir olmaları onun hak din olduğunu gösteren
delillerdendir, şeklindeki ikinci şüphe: Hak ile batılı, doğruluk ile yalancılığı
birbirinden ayırabilmek, Allah Tealâ vergisidir. Kullarından bir çoğunu mahrum
edip sadece bir kısmına bu nimeti vermesi hiç de yadırganacak bir şey değildir.
c)
"Biz, getirdiğiniz bu mucizelere razı değiliz. Bilâkis kuvvetli kahreden
mucizeler istiyoruz." şeklindeki üçüncü şüphe: Sizin istedikleriniz
lüzumsuz şeylerdir. Onlarla ilgili hüküm, Allah Tealâ'nındır. Eğer
istediklerinizi gösterirse bu O'nun ihsanıdır. Yok eğer bunları yaratmazsa bu
da O'nun adaletidir. Bir şey yetecek miktarda meydana geldikten sonra artık
O'ndan hiçbir şey istenmez.
7-
Peygamberlerin önünde eziyetlere sabretmek, Allah'a sığınmak, işleri O'na
ısmarlamak ve tam manasıyla O'na tevekkül etmekten başka yol yoktur. Zira
sabır, feraha çıkmanın anahtarı, hayır ve iyiliklerin kaynağı; Allah'a tevekkül
ve O'nun ihsanına güvenmek ise zaferi ve fetihleri gerçekleştiren sebeb-tir.
Ayetlerde Allah'a
tevekkül etme emrinin tekrar edilmesi, peygamberlerin önce bu emri kendileri
için verdiklerini sonra da kendilerine uyan müminlere emrettiklerini
göstermektedir. Onlar, "Allah"a niçin güvenmiyelim?" kavlinde
kendilerine Allah'a tevekkül emrini tercih ettikten sonra kendilerine uyanlara
da bunu emredip, "Güvenenler, ancak Allah'a güvensinler."
demişlerdir. Bu durum göstermektedir ki iyiliği emreden kimsenin sözü ancak
önce o iyiliği kendi nefsinde uyguladıktan sonra tesir etmektedir.
[21]
13-14-İnkâr edenler,
peygamberlerine 'Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden
çıkarırız." dediler. Rableri peygamberlere "Biz, zâlimleri y°k
edeceğiz, onlardan sonra onların
yurtlarına sizi yerleştireceğiz. Bu, ma- kamımdan ve tehdidimden
korkanlar içindir." diye vahyetti.
15-Peygamberler yardım
istediler ve her inatçı kibirli hüsrana
uğradı.
16- Önünde cehennem
vardır. Orada
17- Onu yudum yudum
içecek fakat yu-tamayacaktır. Ölümün belirtileri ona her taraftan geldiği
halde, ölemiyecek, arkasından da çetin bir azab gelecektir.
18- Rablerini inkâr
edenlerin işleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle
benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, haktan uzak
sapıklıktır.
"Önünde" ki
"he" harfi ya 'kâfir'e râcîdir. Buna göre "Kâfirin önünde"
demektir. Şu ayet de bu manadadır: "Çünkü önlerinde bir hükümdar
vardı." (Kehf, 18/79). Veya 'azâb'a râcîdir. Bu durumda mana, bu azabın
ardında daha şiddetli bir azâb vardır, şeklindedir.
"Rablerini inkâr
edenlerin işleri..." kavlinin irabında dört ihtimal vardır:
1- Mübteda
olup haberi mahzuftur. Takdiri şöyledir: "Size okunanlarda kâfirlerin
misâli vardır."
2- Muzafin
hazfi takdiriyle mübteda olup haberi "küle benzer" kavlidir. Takdiri
şöyledir: "İnkâr edenlerin işleri, küle benzer."
3- Birinci
mübteda olup, "işleri" ikinci mübtedadır. "Küle benzer"
kavli ise, ikinci mübtedanın haberidir. İkinci mübteda ile haberinden oluşan
cümle, birinci mübtedanın haberidir.
4- Mübteda
olup "işleri" onun bedelidir "küle benzer" ise haberidir.
"Fırtınalı bir
günde," "Fırtınalı" kavlinin takdirinde iki ihtimal vardır: Ya
"fırtınalı bir günde" şeklinde olup, "ok ve kargı sahibi
adam" sözüne benzer. Veya "rüzgârı şiddetli bir günde" şeklinde
olup şu söze benzer: "Güzel yüzlü bir adama uğradım." Bu cümlede,
eğer mana anlaşılıyorsa "yüz" kelimesi hazfedilir.
[22]
"Ölüm ona geldiği
halde" ayetinde ölüm, insanı saran sıkıntı ve ızdıraplar-dan istiaredir.
Bazen üzüntülü kimsenin başına gelenlerin büyüklüğü ve karşılaştığı şeyin
ızdırap verici olduğunu abartarak söylemek için "o ölüm sıkıntıları
içindedi." deriz.
'Ya sizi
çıkarırız," "ya da dönersiniz." kelimeleri arasında tezat sanatı
vardır. "Tehdîd", "İnatçı", "İrin" ve
"Uzak" kelimelerinde sec'î vardır.
"Onların işleri,
rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer" ayetinde teşbîh-i temsilî vardır.
Çünkü benzetme yönü, bir kaç çeşittir.
[23]
"Ya bizim
dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden çıkarırız." Kâfirler, şu
iki husustan birini gerçekleştirmeye yemin ettiler. Ya peygamberleri
yurtlarından çıkaracaklar ya da peygamberler onların dinlerine dönecekti. Bu
ayette, bütün peygamberlere ve onlarla beraber iman edenlere hitab edilmiş olması
mümkündür. Böylece onlar, bir kişi yerine çoğunluğa hitap etmişlerdir.
"Rableri,
peygamberlere vahyetti: Biz, Zâlimleri" kâfirleri "yok
edeceğiz." Bu mana, sözün saklı tutulması veya onun bir çeşidi olduğu için
gizlice söylemenin sözün yerine geçirilmesine göredir, "onlardan"
yok olmalarından "sonra onların" topraklarına ve "yurtlarına
sizi yerleştireceğiz." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Hor görülen
yahudileri, yerin doğularına ve hatılarına mirasçı kıldık." (A'râf,
7/137).
"Bu"
kavliyle, zâlimlerin yok edilmesi ve müminlerin yerleştirilmesi şeklindeki
vahye işaret edilmiştir. Hesab anındaki "makam ve heybetimden" veya
huzurumdaki bekleyişinden "korkanlar içindir." Azapla tehdidimden
veya kâfirlere vadedilen azabımdan korkanlar içindir.
"Peygamberler,"
düşmanlara karşı galibiyet için "yardım" fetih "istediler,"
yani, milletlerine
karşı Allah'tan yardım istediler. Denilmiştir ki: "Kâfirler, hak üzere
olduklarını zannederek peygamberlere karşı yardım taleb etmişlerdir." ve
her inatçı kibirli hüsrana uğradı." Her hakka karşı çıkıp cephe alan
inatçı, Allah'a ibâdete karşı büyüklenip kibirlenen hüsrana uğrayıp yok oldu.
"Önünde cehennem
vardır." Bundan sonra onu içine gireceği cehennem bekler.
"Cehennemliklerin deri ya da karınlarından çıkan, kusmuk ve kanla karışmış
"irinli su ona orada içirilecektir."
"Onu" zorla
"yudum yudum içecek fakat yutamayacak." Pisliği ve iğrençliği
sebebiyle neredeyse onu yutamaz.
"Ölümün
belirtileri" gelip, onu "her taraftan kuşattığı," bir çok
işkence ve azab onu sardığı "halde ölmeyecek," bu azâbtan sonra
devamlı olan, "arkası kesilmeyen daha şiddetli bir azab gelecektir."
"Kâfirlerin, yararını görmedikleri, akrabalarla ilişkileri devam ettirmek
ve fakirlere sadaka vermek gibi iyi işleri "fırtınalı bir günde rüzgarın
şiddetle savurduğu küle benzer." Kâfirlerin iyi işleri, şiddetli bir
fırtınanın savurup yok ettiği ve hiçbir işe yaramayan küle benzer.
Kâfirler dünyada
"yaptıklarından hiçbir şey" asıl şart olan imanın gerçekleşmemesi
sebebiyle bu yaptıklarının sevabını "elde edemezler" göremezler.
"İşte bu" kavliyle, iyi iş yaptıklarını zannetmelerine rağmen
sapıklık içinde bulunmalarına işaret edilmiştir "haktan uzak sapıklıktır.
Haktan çok uzak yok olup gitmedir.
[24]
Allah Tealâ,
peygamberlere kendisine tevekkül edip, düşmanlarının kötülüklerini
uzaklaştırmak için muhafaza ve himayetine güvenmeleri yolunu gösterdikten
sonra taassub içindeki akıldan yoksun kâfirlerin durumunu dile getirmiştir.
Zira bu beyinsizler, şu iki tehdidi savuruyorlar di: Peygamberleri yurtlarından
kovup çıkarmak ya da onları atalarından kalan kokuşmuş putçu dinlerine dönmeye
zorlamak. Kuvvetli olmaları sebebiyle batıl ehlinin, fâsıkla-rın ve zâlimlerin
kuvvete ve ezmeğe güvenip, azlıkları yüzünden hak ehlinin zayıflığına üstün
geldikleri her asırda, bu böyle olmuştur. Fakat Allah'ın kudreti, her şeyin
üstündedir ve O, herşeye galiptir. Neticede, zaferi müttakilere nasîb ederken
kâfirleri de hezimete uğratıp, ahiretteki azabı onlara haber verir. Allah'ın,
bütün milletlerle ve peygamberlerle beraber mahlûkâtmdaki sünneti işte budur.
Bundan sonra Allah,
kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işlerle ilgili bir darb-ı mesel zikretmiş ve
onları şiddetli firtınamn savurup yok ettiği küle benzetmiştir. Çünkü bunları
yaparken asıl şart olan iman gerçekleşmemiştir.
[25]
Peygamberlerle kâfir
milletler arasında önce tabiî süreç olan karşılıklı münazara ve münakaşalar
meydana gelmiştir. Fakat bu milletler, münakaşa sahasında iflas edip,
peygamberlerin delil ve açıklamaları karşısında kendi delilleri hezimete
uğrayınca mevcut krizi tırmandıracak mücadeleye girip, düşmanca davranışlar
göstermekten başka bir yol bulamamışlar ve peygamberlerini şu iki husustan
birisiyle tehdit etmişlerdir:
Onlar, ya yurtlarından
sürülüp çıkarılacak ya da kâfirlerin babalarından ve dedelerinden miras kalan
dinlerine döneceklerdir. Meselâ Şuayb (s.a.)'in kavmi ona ve müminlere şöyle
dememiş miydi: "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da and olsun ki seni
ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız. " (Araf, 7/88).
Allah Tealâ, Kureyşli müşriklerden haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde
senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi." (İsra, 17/76). Yine Allah
Tealâ, Rasulullah (s.a.)'ın hicret etmeye zorlanması hakkında şöyle buyurmuştur:
"İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek
için düzen kuruyorlardı." (Enfal, 8/30).
Kâfirler, kendi kuvvet
ve çokluklarına, müminlerin sayılarının azlığına ve zayıf olmalarına
aldandıklan için bu tehditleri savurmuşlardır. Kâfirlerin, "Ya bizim
dinimize dönersiniz..." sözü, peygamberlerin daha önce puta taptıkları
manasına gelmez. Kendilerine peygamberlik gelmeden önce kavimlerinin arasında
onlara müdahale etmeksizin yaşadıklarından kavimleri onların da kendileri gibi
putlara tapanlardan olduklarını zannettiler. Dolayısıyla insanlar onların
kendi dinlerinden olduklarını sanmışlardır.
"Allah,
peygamberlerine vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Biz, müşrik zâlimleri yok
edeceğiz, peygamberleri yurtlarından sürüp, uzaklaştırmakla tehdit edip
korkutmalarından dolayı onları cezalandırmak için yok olmalarından sonra sizi
onların topraklarına, yurtlarına yerleştireceğiz."
Bu, müşriklerin
peygamberleri tehditlerine karşılık Allah'ın onları tehdit etmesidir. İki
tehdit arasındaki fark ne büyüktür! Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "And
olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüphesiz yardım
göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffat,
37/170-173). "Allah, And olsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.'
diye yazmıştır. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21).
"And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih
kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (Enbiya, 21/105). Aynı manada
daha pek çok ayet vardır.
Zâlimlerin yok
edileceği ve yurtlarına müminlerin yerleştirileceği şeklindeki bu vahiy, yani,
bu husus, hesap anındaki makamından veya huzurumdaki bekleyişinden ve azap ve
cezayla tehdidimden korkup, Benimle karşılaşmaktan sakınan, Bana itaat ederek
Ben'den korkan ve kızgınlık ve gazabımdan uzak olanlar için haktır. İşte zafer
ve zikredilen vahyin sebebi budur.
"Peygamberler,
düşmanları olan milletlerine karşı Allah 'tan yardım istediler. " Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Zafer istiyorsanız, işte size zafer gel-di
"(Enfal, 8/19) Ayetten maksat, peygamberlerin düşmanlarına karşı Allah'dan
fetih istemeleri veya kendileriyle düşmanları arasında hükmetmesini taleb etmeleridir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak
ile Sen hüküm ver." (A'raf, 7/89). Zamir, rasullere veya nebilere
râcî-dir.
Denilmiştir ki:
Ayetteki zamir, kâfirlere râcîdir. Yani "Kâfirler, kendilerinin hak
üzere, peygamberlerin ise batıl yolda olduklarını sanarak onlara karşı
Allah'tan galibiyet
istediler." demektir. Zamirin, her iki gruba râcî olduğu görüşü de
mevcuttur. Her iki taraf da Allah'tan, hak üzere olanlara yardım edip, hatıl
taraftarlarını yok etmesini istemişlerdir. Allah Tealâ, milletlerin kendi
aleyhlerine Allah'tan yardım istemeleri hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allahı-mız! Eğer bu Kitab, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş
yağdır veya can yakıcı bir azap ver." (Enfal, 8/32).
Fakat neticede
Allah'tan sakınanlar zafer elde ederken müşrikler hüsrana uğrayıp helak
olmuşlardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a ibâdete karşı her
büyüklük gösteren mütekebbir, hakka karşı inat eden ve haktan sapan, hüsrana
uğrayıp helak oldu." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah 'Ey Sürücü
ve Şâhid! Her inatçı inkarcıyı, iyiliklere durmadan engel olan, mütecaviz,
şüpheye düşüren, Allah'ın yanında başka ilâh benimseyen kişiyi cehenneme atın,
onu çetin azaba sokun' buyurur." (Kaf, 59/24-26).
Bu inatçı mütekebbirin
önünde kendisini gözetleyip bekleyen cehennem vardır. Allah Tealâ, başka bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Çünkü önlerinde, her sağlam gemiye zorla el
koyan bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/79).
Cehennemde bu
mütekebbir için cehennemliklerin derilerinden ve etlerinden çıkan, kusmuk ve
kanla karışmış irinli sudan başka içecek yoktur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bunlara benzer buz
gibi, çok pis daha başkaları da vardır." (Sad, 38/57-58).
Onu yudum yudum
içecek, pisliğin, tadının, renginin ve kokusunun kötülüğünden neredeyse
yutamayacaktır. Çünkü onu yutarken çok acı çekmektedir. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su
içirilen..." (Muhammed, 47/15). "Onlar yardım istediklerinde, erimiş
maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek
ve cehennem ne kötü bir duraktır!" (Kehf, 18/29).
Sıkıntılarla ve
çeşitli azaplarla ölümün belirtileri her taraftan geldiği halde o
ölemiyecektir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ölümlerine hükmedilmez ki
ölsünler, kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez." (Fatır,
35/36).
Bu inatçı mütekebbir
için bütün bunlardan sonra bir başka azap daha vardır ki bu, acı veren, zor ve
şiddetli bir azaptır. Öncekinden daha can yakıcı, daha felâket ve daha acı
vericidir. Bu azap devamlı olup asla ona ara verilmez. Allah Tealâ, zakkum
ağacı hakkında şöyle buyurmuştur: "O, cehennemin dibinde çıkan bir
ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bundan yerler,
karınlarını onunla doldururlar. Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz
onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir." (Saffat,
37/64-68). "Doğrusu günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarında
suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir. 'Suçluyu yakalayın,
cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azâb olarak kaynar su dökün'
denir, sonra ona 'Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin.
İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.' denir." (Duhan, 44/43-50)
"Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen
bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir
dumanın gölgesinde bulunurlar." (Vakı'a, 56/41-44). "Bu böyle; ama
azgınlara kötü bir gelecek vardır. Cehenneme girerler; ne kötü bir yurttur!
İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bunlara benzer daha
başkaları da vardır." (Sad, 38/55-58).
Kâfirlerin, cehennem
ateşinde azapla karşılaşmaları bir yana, bir de onlar dünyada işledikleri ve
boşa giden, ahirette kendilerine fayda vermeyen iyi amellerine de
üzüleceklerdir. Allah, onların amelleri için bir misal vererek şöyle
buyurmuştur: Kâfirlerin sadaka vermek, akrabalarla bağlarını devam ettirmek,
ana babaya iyilik etmek gibi yaptığı iyi ameller, kıyamet gününde bunların
sevapları Allah'tan istedikleri zaman, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın
savurduğu küle benzerler. Dünyada yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde
edemezler. Ancak olsa olsa o fırtınalı günde o küllerden ne kadar
toplayabilir-lerse o kadarını elde edebilirler. Onların çabaları ve amelleri,
bir esâsa ve bir istikâmete dayanmamaktadır. Bilâkis haktan çok uzaktır. Öyle
ki bu amellerin kabulünün şartı olan imanı elde edemedikleri için sevabını da
kaybetmişlerdir. Şu ayetler de bu manadadır: "Yaptıkları her işi ele alır,
onu toz-duman ederiz." (Furkan, 25/23). "Bu dünya hayatında
sarfettiklerinin durumu, kendilerine zulmeden kimselerin ekinlerine isabetle
kavrulup mahveden soğuk bir rüzgârın durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi,
onlar kendilerine yazık ettiler." (Âl-i İmran, 3/117)
[26].
Ayetler bize,
aşağıdaki hususları işaret etmektedir:
1-
Kâfirlerin peygamberlerini yurtlarından çıkarmak ya da eski dine dönmeye
zorlamak şeklindeki tehditleri, Allah'ın tehdidi yanında hiçbir değer taşımaz.
Zira birincisi lafta kalırken ikincisi gerçekleşir. İşte Allah Tealâ'nm peygamberleri
ve kulları hakkındaki sünneti böyledir.
2- Düşmana
karşı zaferin gerçekleşmesi, Allah'ın azametinden, heybetinden, ahirette hesap
anındaki makamından, azabından ve cezalandırmasından korumaya bağlıdır.
3-
Düşmanlarına karşı yardım ve fethi, ister peygamberler, ister kâfirler, isterse
her iki grup birden istemiş olsun neticede zafer Allah'tan sakınanların ve
peygamberlerindir. Çünkü onlar, zaferi istedikleri rableji olan Allah'a tam
manasıyla iman etmişlerdir. Hüsran olup, helâka uğrayacaklar ise Allah'a itaat
karşısında büyüklük taslayıp, kibirlenen, hakka karşı inat gösteren ve ondan
uzaklaşan kâfirlerdir. Zira onlar da Allah'ı inkâr etmiş, Allah'a itaati hiç
saymış, hakkın programından ve yolundan yüz çevirmişlerdir.
4- Kâfirler,
dünyada helak oldukları gibi önlerinde kendilerini bekleyen cehennem ateşinde
de azab göreceklerdir. Böylece dünyadaki helâktan sonra ahiretteki azap gelecektir.
5-
Cehennemliklerin içeceği, kendi bedenlerinden çıkan irin, kusmuk ve kandır.
Kâfir, bunu acılığından, sıcaklığından ve yutmasının zorluğundan bir defada
değil yudum yudum içecektir. O, bunları neredeyse yutamaz. Ancak zorlukla
yutabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Başlarına da kaynar su dökülür
de bununla karınlarındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar
içindir." (Hacc, 22/20-21).
Ölümün belirtileri,
ona sağından solundan, üstünden altından, önünden arkasından her yönden gelir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onlara üstlerinden kat kat ateş vardır,
altlarından da kat kattır." (Zümer, 39/16).
Daha önünde de hiç ara
verilmeksizin devamlı acı veren şiddetli bir azap vardır.
Kâfirlerin azabının
görünen ve görünmeyen özellikleri şunlardır:
a)
"Önünde cehennem vardır."
b) "Orada
ona irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum içecek fakat
yutamıyacaktır."
c) "Ölümün
belirtileri ona her taraftan geldiği halde, (ilemeyecektir."
d) ''Arkasından
da çetin bir azap gelecektir."
6-
Kâfirlerin, dünyada yaptıkları yemek yedirmek, ihtiyacı olana yardım etmek,
iyilik yapmak, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak ve ana babaya iyilik etmek
gibi iyi amellerinin ahirette hiç bir faydası yoktur, bu iyiliklerin sevabını
da kazanamazlar. Çünkü onlar, küfür sebebiyle boşa gitmiştir ki bu, büyük bir
hüsrandır.
Allah, bu ayeti
kâfirlerin bu amellerine darb-ı mesel olarak zikretmiştir. Öyleki O, fırtınalı
bir günde şiddetli rüzgârın külü savurduğu gibi bu amelleri hükümsüz saymıştır.
"Asf' fırtına demektir. Bu kâfirler, o amelleri işlerken Allah Tealâ'dan
başkasını şirk koştukları ve ortağı olmayan tek Allah'a iman şeklindeki kabul
esası gerçekleşmediğinden dolayı bu netice tahakkuk etmiştir.
[27]
19- Allah'ın gökleri
ve yeri hikmetle yarattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir
topluluk var eder.
20- Bu, Allah için güç
değildir.
"Sizi yok
eder...", "var eder..." lafızları arasında tezat sanatı vardır.
[28]
"Allah'ın gökleri
ve yeri hikmetle" gerektiği şekilde, "yarattığını" ey muhâ-tab!
"bilmiyor musun?" Burada Rasulullah (s.a.)'a hitab edilirken maksat
ümmetedir. Ayetteki soru, itirafa zorlama manası taşıyan bir sorudur.
"Gör-mek"ten maksat 'kalben görmek'tir. Çünkü mana "ilmin şu
hususa ulaşmadı mı?" şeklindedir.
"Dilerse sizi yok
edip" yerinize "yeni bir topluluk var eder," yani başka varlıklar
yaratır. Bu durum, delil göstermek için Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı
olduğunun belirtilmesinden sonra zikredilmiştir. Zira onların asıllarını yaratıp
sonra şekilleri ve tabiatları değiştirerek onları meydana getiren zât, onları
başka topluluklarla değiştirmeye de elbette muktedirdir. Bu, O'nun için imkansız
değildir. Zaten Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah için imkânsız ya
da güç değildir." Zira O, belirli şeylere değil, bizatihi her şeye
kadirdir. Elbette ki sevabını umarak, ceza günündeki cezalandırmasından
korkarak böyle bir zâta iman edip ibadet etmek gerekir.
[29]
Allah Tealâ,
kâfirlerin amellerinin boşa gidip, ziyan olduğunu açıkladıktan sonra bu boşa
çıkarmanın sırf kendilerinden kaynaklandığını, yani Allah'ı inkâr edip, kul
olmaktan yüz çevirdiklerini bildirmiştir. Çünkü Allah Tealâ, Kendisine ihlâsla
ibadet eden kimselerin amellerini neticesiz bırakmaz. Zaten bütün bu âlemi
sadece bir hikmete ve hakka binâen yaratmışken böyle yapması nasıl hikmetine
uygun olur?!
[30]
Allah Tealâ, insanları
yaratmaktan daha büyük bir iş olan gökleri ve yeri yarattığını bildirerek
kıyamet gününde bedenleri tekrar diriltmeğe muktedir olduğunu haber
vermektedir. Yüksekliğiyle, genişliğiyle, muazzamlığıyla, içindeki duran ve
seyreden yıldızlanyla şu gökleri, içinde yerleşime uygun yerleriyle, basık
alçak zeminleriyle, dağlarıyla, çölleriyle, geniş alanlarıyla, denizle-riyle,
ağaçlarıyla, farklı çeşit, fayda, şekil ve renkte nebatatı ve hayvanlarıyla şu
yeryüzünü yaratmaya muktedir olan zât, hiç ona kadir olmayabilir mi?
Ey Muhatab! Allah'ın
gökleri ve yeri hikmetle, doğru ve yaraşır bir şekilde yarattığını bilmiyor
musun? Onları eşsiz bir biçimde yaratmaya muktedir olan, elbette ki emirlerine
karşı geldiğiniz zaman sizi yok edip, yerinize size benzemeyen yeni bir
topluluk getirmeye kadirdir. Bu, Allah için imkânsız ya da güç değildir.
Bilâkis kolay bir iştir."
Kuran'da buna benzer
pek çok ayet vardır: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan
yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet,
O her şeye kadirdir." (Ahkaf, 46/33). "İnsan kendisini bir nutfe-den
yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını
unutur da "Çürümüş kemikleri kim yaratacak?" diyerek, Bize misal vermeye
kalkar. Ey Muhammedi De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her
türlü yaratmayı bilendir." Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş
yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir
olmaz mı? Elbette olur. Çünkü O, yaratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman
O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur. Her şeyin
hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah
münezzehtir." (Yasin, 36/77-83).
[31]
Bu ayet, Allah
Tealâ'nın kudretine delil getirilmiştir. Zira gökleri ve yeri hikmete ve hakka
uygun bir şekilde yaratan, mahlûkâtı öldükten sonra yaratmaya da kadirdir.
Allah, her şeyi meydana getirmeye kadir olduğu gibi yok etmeye de muktedirdir.
O'na isyan etmeyin. Eğer isyan ederseniz sizi yok edip, yerinize sizden daha
üstün, daha itaatkâr yeni bir topluluk getirir. Eğer onlar, geçmiş ümmetler
gibi olurlarsa değiştirmek fayda vermez. Bu, Allah için güç değildir.
Ayetten maksat şudur:
Allah Tealâ'nın kudreti, hikmeti ve Onun sevabı umulan, ceza yurdunda
cezalandırmasından korkulan ve itaat edilmeye lâyık bir zât olduğuyla ilgili
deliller gözler önüne serilmesine rağmen kâfirler, Allah'ı inkârda aşırılık
göstermişlerdir.
[32]
21- İnsanların hepsi
Allah'ın huzuruna çıkarlar. Zayıf görüşlü halk, büyüklük taslayan liderlerine:
"Doğrusu biz size uymuştuk, Allah'ın azabından bizi koruyabilecek
misiniz?" derler. Cevap olarak: "Allah bizi doğru yola eriştir-seydi
biz de sizi eriştirirdik. Artık sız-lansak da sabretsek de birdir, çünkü
kaçacak yerimiz yoktur" derler.
22- Hüküm verme işi bitince, şeytan:
"Doğrusu Allah size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim
ama, sözümü yerine getiremedim. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu.
Sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın. Artık
ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni daha önce Allah'a ortak
koşmanızı kabul etmiyorum" der. Doğrusu kâfirlere, can yakan bir azap
vardır.
23- İman eden ve sâlih
ameller yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Rablerinin
izniyle orada temelli kalırlar. Oradaki dirlik temennileri
"Selâm!"dır.
"O halde, beni
değil kendinizi kınayın." ayetinde tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.
"Sızlansak"
ve "sabretsek" lafızları arasında tezat sanatı vardır.
[33]
O günde insanların
hepsi toplandıkları geniş bir alanda "Allah'ın huzuruna çıkarlar."
Gerçekleşme kesin olduğu için ayetin bu ve bundan sonrası geçmiş zaman kipiyle
anlatılmıştır.
"Zayıf görüşlü
halk" etba, yani görüşü ve düşüncesi zayıf halk tabakaları "büyüklük
taslayan" onlara baskı yapıp yönlendiren güç sahibi "liderlerine:
Doğrusu biz size "uymuştuk". "Teba'an", tabi' lafzının
çoğuludur. Allah'ın azabından bizi koruyup "uzaklaştırabilir
misiniz?" derler.
"Hüküm verme işi
bitince" hüküm verilip, iş biterek cennet ehli cennete, cehennemlikler
cehenneme girince, "şeytan" İblis "Doğrusu Allah, size sözün
doğrusunu söylemişti." veya gerçekleştirdiği bir sözü vermişti ki bu söz
öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilmeyle ilgili olan sözdür. O, sözünü de
yerine getirdi.
"Ben de
size" öldükten sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin olmadığı şeklinde
"söz verdim ama sözümü yerine getiremedim." sonra caydım. İblis,
verdiği sözün yerine gelmemesinin anlaşılmasını sözünü yerine getirmemesi
şeklinde değerlendirmiştir. "Min sultan"daki "min" zaittir.
"Kuvvetim, gücüm ve nüfuzum yoktu ki sizi küfre ve isyana, bana uymaya
zorlayayım." demektir.
[34]
Daha önce Allah Tealâ,
kâfirlerin ahirette karşılaşacağı bir çok azabı zikretmiş, hemen peşinden de
onların iyi amellerinin heba olup, boşa gittiğini bildirmişti. Burada ise
onların, kendilerine uyanlar önünde ne kadar utanıp, rezil olduklarını beyan
etmiştir. Allah Tealâ bunu; liderlerle halk tabakası arasındaki karşılıklı
konuşma ve şeytanla ona uyan insanlar arasındaki iğneli konuşmalar şeklinde
nakletmiştir. Arkasından da mutluluğa kavuşan müminlerin mükâfatlarını ve ebedi
cennetleri kazandıklarını haber vermiştir.
[35]
İyisiyle kötüsüyle
bütün insanlar, hesaba çekilecekleri yerde, tek ve Kah-hâr olan Allah'ın
huzuruna gelip, hiçbir örtünün bulunmadığı geniş bir alanda toplanırlar. Burası
dünyadaki durumun aksinedir. Çünkü kâfirler ve âsiler, orada Allah'ın
kendilerini görmediğini sanıyorlardı.
Zayıf görüşlü halk,
sırf Allah'a ibadet ve peygamberlere uyma karşısında kibirlenip büyüklük
taslayan liderlerine, idarecilerine ve aydınlarına şöyle derler: "Doğrusu
biz, size uymuş, işlerimizde sizi örnek almıştık. Emrettiklerinizi yapmış,
sizin gibi davranmıştık. Size uyarak Allah'ı inkâr ettik, peygamberleri
yalanladık. Bize söz verip, umduğunuz gibi bugün Allah'ın azabından bir kısmını
bizden uzaklaştırabilecek misiniz?"
Kendilerine tâbi
olunan liderler, onları koruma hususunda bahane uydurarak şöyle cevap
verirler: "Eğer Allah bizi hak dinine eriştirip, ona uymaya muvaffak
kılarak hayırlı olanı gösterseydi, biz de size en mutedil yolu gösterirdik.
Fakat O, bize hidayet etmedi." Böylece artık kâfirler, azabı hak ederler.
Bundan sonra onlar
kurtuluştan ümitlerini kestiklerini ilân ederek şöyle derler: "Artık
sabretsek de sızlansak da içinde bulunduğumuz durumdan kurtulabilmemiz
imkânsızdır" yani, sızlanmak da sabretmek de birdir. Bize, Allah Tealâ'nın
azabından kurtuluş yoktur.
İbni Kesîr şöyle der:
"Anlaşılan o ki bu konuşmalar, cehenneme girdikten sonra orada
yapılmıştır."^ Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ateşin içinde birbirleriyle
tartışırlarken güçsüzler, büyüklük taslayanlara 'Doğrusu biz, size uymuştuk,
şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz'?' derler. Büyüklük
taslayanlar: 'Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında şüphesiz
hüküm vermiştir.' derler." (Gafir, 40/47-48). "Allah, 'Sizden önce
geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin.' der. Her ümmet girdikçe
kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca,
sonrakiler öncekiler için 'Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara
ateş azabını kat kat ver.' derler. Allah 'Hepiniz için kat kattır, ama
bilmezsiniz.' der. Öncekiler sonrakilere, 'Sizin bizden bir üstünlüğünüz
yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın' derler." (A'raf, 7/38-39).
"Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat
onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük
bir lanete uğrat." (Ahzab, 33/67-68).
Arkasından Allah
Tealâ, .şeytanla ona uyan insanlar arasında geçen diğer bir konuşmayı
zikrederek şöyle buyurur: "Allah, kullan arasında hükmedip, müminleri
cennetlere soktuktan, kâfirleri de alt alta bulunan cehennem tabakalarına
attıktan sonra İblis, kendisine uyan insanlara şöyle der: 'Doğrusu Allah,
peygamberlerinin diliyle hak ve doğru olarak size öldükten sonra dirilmeyi ve
hesaba çekilmeyi vadetmişti. Bu, hak bir va'd ve doğru bir haberdi. Bense size,
tekrar dirilmenin, hesaba çekilmenin, cennet ve cehennemin olmadığını
vadetmiştim. Tabii ki batıl söz ve yalan söylediğim için sözüm yerine gelmedi.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara
düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.' (Nisa, 4/120). Oysa siz bana
uyarak Rabbinizin vadini bıraktınız.
"Benim sizi
çağırırken delilim ve belgem ve size vadederken de "üzerinizde kuvvet ve
nüfuzum yoktu."
Fakat sizi çağırdığım
zaman, "sadece çağırdım siz de geldiniz."
"O halde bugün
beni değil kendinizi kınayın." Çünkü kendi iradenizle benim davetimi
kabule koştunuz. Günah, sizin günahınız. Zira Rabbinizin davetine kulak
tıkadınız. O, sizi delil ve belgelerle hak olarak davet etti. Sizse, sizi
doğruya çağıran delillere karşı çıktınız.
"Artık ben, size
yardım edemem, yarar sağlayamam," içinde bulunduğunuz azaptan sizi
kurtaramam. Siz de bana yardım edemez ve içinde bulunduğum azap ve işkenceden
kurtararak bana fayda sağlayamazsınız. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Nitekim, kendilerine uyutanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklardır."
(Bakara, 2/166).
1- İbni Kesîr, II,
528.
Bugün ben, dünyada
beni itaat hususunda Allah Tealâ'ya ortak koşmanızı inkâr edip, kabul
etmiyorum. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ama kıyamet günü sizin ortak
koşmanızı inkâr ederler." (Fatır, 35/19). Bu ayet, İblis'in şirkten uzak
olduğunu ve bunu kabul etmediğini bildirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Biz, sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin dininizi
inkâr ediyoruz." (Mümtahine, 60/4). "Hayır, tanrıları kendilerinin
ibadetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem,
19/82).
"Doğrusu
kâfirlere can yakan bir azap vardır." Bu ayetin, Allah Tealâ'nın sözü
olması daha uygundur. Ama Kuranda o kâfirlerin yardamdan ümitlerini kesmek için
anlatılan, İblis'in sözünün devamı olması da muhtemeldir. Mana şöyledir:
"Doğrusu, haktan yüz çevirmeleri ve batıla uymaları sebebiyle kâfirler
için can yakan bir azap vardır."
Maksat, şeytanın
dünyadaki vesveselerinden uzak olduğuna insanların dikkatini çekmek, onları
hesap gününe hazırlanmaya teşvik etmek ve o günün şiddet ve sıkıntılarını
hatırlatmaktır.
Allah Tealâ,
bedbahtların durumunu açıkladıktan sonra mutluluğa erenlerin halini de beyan
etmiştir. Her iki grup da hesaba çekilip, karşılıklarını almak üzere Allah
Tealâ'nın huzuruna çıkmışlardır. Şöyle buyurmuştur:
Melekler, Allah'ı ve
Rasulü'nü tasdik eden, O'nun birliğini ikrar eden, emirlerine uyup
yasaklarından sakınanları, her yerinde nehirler akan cennet bahçelerine
koyarlar. Onlar, orada temelli kalacaklardır. Ne oradan çıkarılır, ne de
uzaklaştırılırlar. Bütün bunlar, Rablerinin muvaffak kılması, ihsanı ve emriyle
olur.
Rablerinin izniyle
melekler, onlara 'Selâm' diyerek dirlik temenni ederler. Onlar birbirlerini de
bu şekilde selâmlarlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Oraya varıp da
kapıları açıldığında, bekçileri onlara 'Allah'ın selâmı üzerinize olsun'
derler." (Zümer, 39/73). "Melekler her kapıdan yanlarına girip 'Size
selâm olsun' derler." (Ra'd, 13/23-24). "Orada esenlik ve dirlik
dilekleriyle karşılanırlar." (Furkan, 25/75). Onlara, Rableri katından da
selâm vardır: 'Merhametli olan Rab katından onlara selâm vardır.' (Yasin, 58).
Onlar birbirlerini şöyle selâmlarlar: 'Oradaki duaları 'Münezzehsin ey
Allah'ım', dirlik temennileri: 'Size selâm olsun' ve dualarının sonu da:
'Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun'dur.'" (Yunus, 10/10).
[36]
Ayetlerden şu hususlar
anlaşılmaktadır:
1-
Cehennemlikler karşılıklı olarak birbirlerini kınar, birbirleriyle çekişip
atışırlar. Liderlerle onlara uyanlar arasında geçen bu konuşmalar, liderlerin,
dünyada kendilerine tâbi olan halk için herhangi bir şey yapmaya aciz olduklarını
göstermektedir. Onlar, kendilerini Allah'ın azabından kurtaramaz ve kendileri
için herhangi bir yarar sağlayamazken elbetteki başkalarına fayda vermeleri söz
konusu değildir. Hiç birisi Allah'ın azabından, küfür ve isyana karşı
cezalandırmasından kaçıp sığınacakları bir yer bulamazlar. Azaba sab-retseler
de sızlansalar da bu değişmez.
2-
Liderler sapıklıklarını ikrar ederler. Onlar,
kendilerine uyanları dalâlete çağırmışlardır. Eğer onlar doğru yola
ulaştırılsalardı başkalarını da hidayete irşat edeceklerdi. Elbetteki bu,
onların bir yalanıdır. Allah Tealâ, münafıkları anlatırken şöyle buyurmuştur:
"Allah, onların hepsini tekrar dirilttiği gün, size yemin ettikleri gibi
O'na yemin ederler." (Mücadele, 58/18).
3- Allah,
liderlerle kâfir insanlardan meydana gelen halk arasında cereyan eden
karşılıklı atışmadan sonra, şeytanla ona uyan insanlar arasında meydana gelen başka
bir tartışmayı beyan eder. Her iki tartışmanın konusu da birdir, kendisine
uyulan önder, uyandan uzak ve beri olduğunu açıklamaktadır. Fakat bu
konuşmalarda şeytan, insandan daha doğru sözlüdür. Zira o, Allah'ın insanlara
öldükten sonra dirilmeyi ve yapılanlara karşılık hesaba çekilmeyi gerçek olarak
vadettiğini ve verdiği sözü yerine getirdiğini, kendisinin ise bunun aksine,
yeniden dirilme ve hesaba çekilmenin olmadığını vadettiğini ve sözünü yerine
getiremediğini ilân etmiştir.
4- Râzî,
"Sadece çağırdım siz de geldiniz." ayetiyle ilgili olarak şöyle der:
"Bu ayet göstermektedir ki asıl şeytan nefistir. Çünkü şeytan, gücünün
sadece vesvese vermeye yettiğini açıklamıştır. Eğer şehvet, kızgınlık, vehim ve
hayal sebebiyle meydana gelen^neyil olmasaydı elbette şeytanın vesveselerinin
bir tesiri olmazdı. Bu da göstermektedir ki asıl şeytan nefistir. "[37]
Bilinmektedir ki
melekler ve şeytanlar, latîf varlıklardır. Allah Tealâ, onları acâib bir
şekilde vücûda getirmiştir. Lâtif varlıkların, insan yapısının derinliklerine
kadar nufûz etmesi uzak bir ihtimal değildir.
5-
İnkârlarına karşılık kâfir zâlimlere reddedilmesi mümkün olmayan can yakıcı bir
azap vardır. Zira onlar kendi irade ve seçimleriyle isyan edip, kâfir
olmuşlardır.
6-
Rablerinin emri, dilemesi ve kolaylaştırmasıyla Allah'tan sakınan müminler için
içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada Allah Tealâ'nın katından
gelen selâm ile ayrıca melekler tarafından selâmlanırlar. Yine aralarında da
"Size selâm olsun" şeklinde selâmlaşırlar.
7- Şeytanın
vaadleri boş, Allah'ınkiler ise haktır. İnsanlar, hiçbir delil ya da hüccet
olmadan şeytanın sözüne uyarlar. Şeytan ise onlardan ve yaptıklarından uzak
olduğunu bildirir. Onların şeytanı değil, sadece kendilerini kınamaları
gerekir. Yine şeytan, onlara yardım edemiyeceğini, onları kurtaramayacağını,
bilâkis yardıma muhtaç olduğunu bildirerek kâfirleri üzüntüye boğar. Üstelik
dünyada kendisini Allah'a şirk koşmalarını da reddeder. Bütün bunlar,
kâfirlerin dikkatini, karşılaşacakları azaba çekmektedir.
[38]
24- 25- Allah'ın hoş
bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan 'Rabbinin izniyle her zaman
meyve veren' hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?
İnsanlar ibret alsın diye Allah, onlara misal veriyor.
26- Çirkin bir söz de,
yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.
27- Allah, müminleri
dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar, kâfirleri de
saptırır. Allah, dilediğini yapar.
"Allah'ın...
nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" cümlesi, mutluluğa erenler ve
bedbahtların haline hayret ifade eder.
"Hoş bir sözü,...
hoş bir ağaca benzeterek" ve "Çirkin bir söz de kötü bir ağaca
benzer." cümlelerinin her ikisinde de mürsel ve mücmel teşbih vardır.
"Kökü" ile
"Dallar" ve "Hoş" ile "Çirkin" lafızları arasında
tezat sanatı vardır.
[39]
"Allah'ın nasıl
misal verdiğini" onu yerinde zikrettiğini "görmüyor musun?"
Misal: İdrak edilen bir hususta aralarında benzerlik olan bir sözün açıklanmak
için diğerine benzetildiği söz, demektir.
"Allah'ın, hoş
bir sözü," Hoş söz: "Lâilâhe illallah" (Allah'tan başka ilâh
yoktur) kelime-i tevhidi, İslâm daveti ve Kuran'dır. "kökü sağlam"
toprağa kök salarak sağlam "dalları göğe doğru olan" en tepesi göğe
doğru uzamış olan "Rabbinin izniyle" Allah Tealâ'nın meyve vermesi
için belirlediği "her vakit meyve veren hoş bir ağaca" bu ise hurma
ağacıdır "benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?"
\<xsiı m<8îi Wîı,
HS&& "sa^KKı^saraa». «n^ksi 1$^ TSNsssss^^a&Köfc.
^<«\asj-miş, ameli de göğe ulaşmıştır. Bu amellerin sevabı her zaman ona
ulaşır.
"İnsanlar ibret
alıp iman etsinler diye Allah onlara misal veriyor." Açıklıyor. Çünkü bu
benzetme sayesinde insanlar daha çok anlayıp, öğüt alırlar."
"Çirkin söz"
Küfür söz sabit olmayan yerden kopartılmış "kökü olmayan kötü bir ağaca
benzer..." "Ebu Cehil karpuzuna benzer.""Allah müminleri
dünya hayatında ve ahirette" hesap alanında onlara itikatları sorulduğunda
ve hasrın o korkunç halini gördüklerinde kemküm etmesinler, diye onların
nez-dinde delille sabit olup kalplerine yerleşen "sağlam bir söz üzerinde
tutar." Böylece dinleri hususunda fitneyle karşılaştıklarında ayakları
kaymaz." Denilmiştir ki: "Bu ayet, kabir suâli esnasındaki sebatı
ifade etmektedir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri hadiste de bildirildiği
gibi iki melek onlara, Rab-lerini, dinlerini ve peygamberlerini sorduğunda
doğru cevap verirler."
Allah, kendilerine
zulmeden "kâfirleri de saptırır," onlar hakka ulaşamaz ve doğru
cevabı veremezler, bilâkis hadiste de bildirildiği gibi 'Bilmiyoruz' derler.
"Allah dilediğini
yapar." Allah, hiçbir itiraza mahal bırakmadan dilediği bazı kimseleri
sağlam bir söz üzerinde tutarken bazılarını da saptırır.
[40]
Allah Tealâ,
bedbahtların durumunu, cehennem ateşinde karşılaştıkları azabı, mutluluğa
erenlerin hallerini ve Rableri katındaki kurtuluşu elde etmelerini
açıkladıktan sonra, bu iki grubun halini ve aralarındaki farklılığın sebebini
manevi şeyleri idrak edilebilen şeylere benzeterek beyan eden bir misal
zikretmiştir. Çünkü Kuran'da pek çok defa zikredildiği gibi bu benzetme metodu,
manaların zihinlere yerleşmesini sağlar.
[41]
Ey Muhatab! Allah'ın
nasıl bir misal vererek onu en uygun yerde zikrettiğini görmüyor musun? Bu
misal, kelime-i tevhid, İslâm ve Kuran'm daveti, demek olan hoş bir sözün, şu
dört özelliğe sâhib hurma ağacı manasmdaki hoş bir ağaca benzetilmesidir.
1- Bu ağaç,
güzel görünüşlü, güzel kokulu, güzel meyveli ve çok faydalı bir ağaçtır. Yani,
meyvesi lezzetli, istifadesi fazladır.
2- Onun
kökü, toprakta sağlam, devamlı ve yerleşmiştir. Kökünden koparılamaz.
3-
Dallarının göğe doğru yükselip, yerin çürümüş bitkilerinden uzaklığı sebebiyle
heybetli bir görünüşe sahiptir. Verdiği meyveler, temiz, güzel ve her türlü
sunilikten uzaktır.
4- Rabbinin
iradesi, yaratması ve kolaylaştırmasıyla belirlediği her vakitte meyve verir.
Ağaçların,senede bir kere meyve vermeleri sebebiyle bu durum, Allah'ın tayin
ettiği zaman hükmündedir.
İbn Abbâs (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, "'Lâilâheillâllâh' kavli ve Şecere-i
tayyibe" Hurma ağacıdır. Şecere-i tayyibe kavlinin, hurma ağacı olduğu
görüşü aynı şekilde îbn Mesud (r.a.)'dan da nakledilmiştir. Yine bu görüş, Enes
ve İbn Ömer (r.a.) kanalıyla Rasulullah (s.a.)'dan da rivayet edilmiştir.
Buhari'nin İbn Ömer
(r)'den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.)'ın
huzurundaydık. Bize; bana, müslüman adama benzeyen -veya müslüman adam gibi
olan-, yaprakları yaz ve kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle her zaman meyve
veren bir ağaç söyleyin, dedi." İbn Ömer (r.a.) devamla "Onun hurma
ağacı olduğunu tahmin ettim. Fakat baktım ki Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)
konuşmuyor. Ben de konuşmayı uygun görmedim. Hiç kimse bir şey söylemeyince
Rasulullah (s.a.) "O, hurma ağacıdır." buyurdu.
"İşte Allah,
insanlara böyle misaller veriyor". Çünkü verilen misaller, daha çok
anlamaya, öğüt ve ibret almaya ve manaları zihinde canlandırmaya vesile
olmaktadır. Zira sadece akılla anlaşılan manaların, idrak edilebilen hususlara
benzetilmesi, manaları zihne iyice yerleştirip, ondaki gizlilik ve şüpheleri ortadan
kaldırmaktadır. Böylece bu manalar, elle dokunulabilir eşyalara dönüşmektedir.
Dolayısıyla bu ayet, insanları bu misâlin büyüklüğünü düşünmeye, onu kavramaya
ve maksadını anlamaya çağırarak, onların dikkatlerini bu noktada
yoğunlaştırmaktadır."
Bundan sonra Allah
Tealâ, küfür sözünün misâlini zikretmiştir: Küfür ya da şirk sözü olan çirkin
sözün özellikleri, Ebû cehil karpuzu ve benzeri ağaçlar demek olan kötü ağacın
vasıflarına benzer.
Ebu Bekir Bezzâr
mevkuf olarak İbni Ebî Hatim'in de merfu olarak Enes (r.a.)'den rivayet
ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ayette
zikredilen ağaç Ebu Cehil karpuzudur."
Ayette kötü ağacın şu
üç özelliği bildirilmiştir:
1- Bu ağacın
meyvesinin tadı kötüdür veya içindeki zararlı maddeler sebebiyle kötüdür ya da
kokusu kötüdür. Bu, Ebû Cehil karpuzudur. "Sarımsak ya da diken"
olduğu da söylenmiştir.
2- Bu ağaç,
kökünden koparılmış ve toprakla bağlantısı kesilmiştir. Aynı şekilde Allah'a
şirk koşmanın da ne bir delili, ne devamlılığı ne de kuvveti vardır.
3- Bu ağaç,
bir yerde yerleşmiş ve sabit değildir. Bu özellik, ikincisini tamamlar
mahiyettedir.
Bunlar, kötülüğün en
üst seviyesindeki özelliklerdir. Öyleki kötülük ve pislik, zarara işaret ettiği
gibi kökünden koparılmak ve sabit olmamak da hiçbir işe yaramadığını
göstermektedir.
İkisinin birlikte
açıklanmasıyla hak ve batıl sözler arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Öyleki
kelime-i tevhid ve iman sözü demek olan hak söz, kuvvetlidir, devamlıdır ve
insanlara fayda sağlar. Buna karşılık şirk ya da küfür sözü demek olan batıl
söz, zayıf ve zararlı olup devamlı ve istikrarlı değildir.
Hak söz ehli,
müminler, batıl söz taraftarları ise kâfirler ve asilerdir.
Arkasından Allah
Tealâ, hak söz ehlinin dünyada ve ahirette maksatlarını elde ettiklerini haber
vererek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu ahirette, dünyada ağızlarından çıkan,
delil ve burhanla kalplerine yerleşen iman sözü sebebiyle Allah'ın cömertliği
ve sevabı müminler için devamlıdır." Bundan maksat şudur: Allah'ı bilme ve
O'na itaattaki sebat, Allah Tealâ katında sevap ve cömertliğin devamını
gerektirmektedir.
Veya Allah'ın, dünyada
Bilâl ve diğer sahabeler gibi çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen
dinleri hususunda fitneye düşürmeyerek, müminleri sabit kılması ve orada
onları sağlam bir söz üzerinde tutmasıdır. Öyleki dinleri hususunda fitneyle
karşılaştıklarında onların ayakları kaymamıştır. Meselâ Allah, Uhdûd Ashabı'mn
işkence ederek dinlerinden çevirmeğe uğraştığı, ayrıca testerelerle kesilen,
vücutları demir taraklarla taranan kimseleri dinleri üzerinde sabit kılmıştır.
Ahirette sabit
kılınmaları ise hesap meydanında inançları ve dinleri sorulduğunda kemküm
etmemeleri ve hasrın o korkunç hâlinin onları şaşkına çevirmemesidir.
Denilmiştir -ki bu
görüş meşhurdur- "Bu kavilden maksat, kabir suâli anındaki sebattır. Dünya
hayatından maksat; yaşama süresi ve ahiret ise; kıyamet günü ve hesap günü
demektir."
Kütübü Sitte, Berâ b.
Azib (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Müslüman, kabirde sorguya çekildiğinde Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehâdet eder. İşte bu, 'Allah, müminleri
dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar.' ayetidir." Bu
hadisi, Ebû Hureyre (r.a.) de rivayet etmiştir.
Yukarıda geçen aynı
hadisi İbni Ebî Şeybe yine Berâ (r)'dan şöyle rivayet etmiştir: O, Rasulullah
(s.a.)'ın ayet hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah'ın kişiyi dünyada
sabit kılması, kabirde iki meleğin ona gelip de 'Rabbin kim1?, Dinin ne?,
Peygamberin kim?' diye sorduğunda 'Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim
Muhammed (s.a.)'dir' diye cevap vermesidir."
Ebu Davud, Osman b.
Affân (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah cenazenin
defnedilmesini bitirdiğinde yanında durur ve 'Kardeşiniz için af dileyip,
sebatını isteyiniz. Zira o, şu anda sorguya çekiliyor.' buyururdu."
Razî şöyle der:
"Meşhur olan görüş şudur: Bu ayet, kabirdeki iki meleğin sorgusu, Allah'ın
sorgu esnasında mümine hak sözü telkin etmesi ve onu hak üzere sabit kılması
hakkında varittir."[42]
Bundan sonra Allah
Tealâ, kâfirlerin âkibetini şu şekilde açıklamıştır: "Allah, kâfirlerin
sevabını kazanmalarına engel olur." Veya iman için gerekli olan yeterli
hazırlığı yapmadıkları için onları ve sapıklıklarını öylece bırakmış, arzu ve
şehvetlerinin peşinde koşmaları için onlara mühlet vermiştir.
Ya da kabirde dinleri
ve inançlarından sorguya çekildiklerinde onları tereddüt içinde kemküm eder
vaziyette bırakmıştır.
İbni Cerir, İbni Ebi
Hatim ve Beyhakî'nin rivayetinde İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Kâfirin canı
alınacağı zaman yanına melekler gelerek yüzüne ve arkasına vurmaya başlarlar.
Mezara girdiğinde ise oturtularak 'Rabbin kim?' diye sorulur. Hiç bir cevap
veremez. Allah Tealâ, ona Rabbini hatırlamayı unutturur. Yine 'Sana gelen
peygamber kim?' diye sorulduğunda ona yol gösterilmez ve yine hiçbir cevap
veremez. İşte bu, 'kâfirleri de saptırır' ayetidir."
Son olarak Allah
Tealâ, iki grup hakkındaki mutlak irade ve takdirini beyan ederek şöyle
buyurmuştur: "Allah dilerse doğru yolu gösterir dilerse dalâlete
düşürür." İnsanlar, fitnelerle karşılaştıklarında yerlerinde sabit-kadem
olamazlar ve ilk darbede ayaklan kayar. İşte bu, onların dünyada saptırılmalarıdır.
Bu kâfirler, ahirette ise daha çok sapmış ve daha çok ayakları kaymıştır.
Sapıklık, gerekli hazırlığı yapmamanın ve nefsin arzularıyla hareket etmenin
neticesidir."
[43]
Ayetler, şu hususlara
işaret etmektedir:
1- İman veya
Lâilâheillâllah Muhammedun Rasulullah (Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed,
O'nun peygamberidir.) sözü ya da müminin kendisi demek olan hoş söz, sabit ve
ebedi, iyi ve faydalıdır.
Enes (r.a.),
Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şüphesiz iman,
sabit ve yere çakılmış bir ağaca benzer: İman, bu ağacın gövdesi, namaz kökü,
zekât tepesi, oruç dalları, Allah yolunda eziyet çekmek bitkisi, güzel ahlâk
yaprakları ve Allah'ın haramlardan el çekmek ise onun mey-vesidir." En
doğru görüşe göre, "Hurma ağacı"dır.
el-Gaznevi ve Taberânî
İbn Ömer (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Mümin, hurma ağacı gibidir. O ağacın her şeyinden istifade edilir."
2- Misaller
ve benzetmeler, özellikle de akledilenlerin, hissedilip idrak edilenlere
benzetildiği teşbihler, hatırlama, öğüt ve ibret alma, anlatma, duyulan ve
vicdanlan harekete geçirme ve dikkatleri bu misallerde yoğunlaştırma hususunda
daha tesirlidirler.
3- Küfür
sözü olan çirkin sözün sabit ve devamlı olması mümkün değildir. Hiçbir yaran
yoktur. Ne makbul bir delile ne de sahih bir burhana dayanır. "Kötü
Ağaç" en doğru görüşe göre "Ebû Cehil karpuzu"dur. Enes
(r.a.)'in rivayet ettiği hadis, daha önce zikredilmişti. İbn Abbâs (r.a.),
Mücâhid ve diğer alimler de bu görüştedir.
Aynı şekilde kâfirin
de ne bir delili, ne sebatı, ne de bir hayn vardır. Yap-tıklanna mesnet teşkil
edecek bir esâsa sahip değildir.
4- Ayetin
gayesi insanlan imana davet edip, şirki reddetmektir.
5- Allah,
müminleri dünyada hak ve iman üzere sabit kılar, ondan asla gerilemezler.
Kabirde de onları sebat ettiren doğruyu ve imanı telaffuz etmelerini ilham
eder. Çünkü tekrar diriltilene kadar ölüler hâlâ dünyadadırlar.
Aynı şekilde ahirette
hesap esnasında da onlara doğruyu ilham eder.
6- Allah,
dünyada küfürleri sebebiyle saptıkları gibi kabirde de kâfirlerin delillerini
hükümsüz kılar. Onlara hak sözü telkin etmez. Mezarlarında onlar sorguya
çekildiklerinde "Bilmiyoruz." derler. Melek de onlara "Bilmez
olasıcalar." diye beddua eder. Ve o anda -gelen rivayetlere göre-
gürzlerle (başı eğik demir çubuklarla) dövülürler.
7- Allah
dilediklerine azab eder dilediklerini saptırır. Denilmiştir ki: "Bu ayetin
nüzul sebebi Rasulullah (s.a.)'tan rivayet edilen şu hadisedir: O, münker ve
nekîr meleklerinin sorgusunu ve ölünün verdiği cevapları anlatırken Ömer (r.a.)
'Yâ Rasulallah O zaman aklım başımda mı olacak?' diye sordu. Rasulullah (s.a.)
'Evet' deyince Ömer (r.a.) 'O halde bu bana yeter' dedi. Bunun üzerine Allah
Tealâ, 'Allah, müminleri sağlam bir söz üzerinde tutar.' ayetini indirdi."
[44]
28-29- Allah'ın
verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, ateşini tadacak- lan
cehenneme götürenleri görmüyor musun?
Cehennem, ne kötü bir durak- tır.
30- Allah'ın yolundan
saptırmak için O'na eşler koşmuşlardı.
De ki: Yaşayın bakalım! Hiç şüphesiz
varacağınız yer ateş olacaktır."
31" Ey Muhammed!
İman eden kul- larıma söyle, namazı kılsınlar, fidye ve dostluğun olmayacağı günün gelmesin- den
önce, kendilerine verdiğimiz rızık-tan açık ve gizli sarfetsinler.
"Gizli ve
açık" lafızları arasında tezat sanatı vardır.
"Helak olmak...
Durak... Ateş" gibi kelimelerde tekellüfsüz murassa seci vardır.
"De ki: 'Yaşayın
bakalım.'" Bu cümle vaid ve tehdit ifade eder.
[45]
"Allah'ın verdiği
nimeti nankörlükle" şükrü, nankörlük yerine koyarak onunla değiştiren
"karşılayanları" Kureyşli kâfirleri görmüyor musun? "ve milletlerini"
kendilerini saptırmaları sebebiyle küfürde onlara uyanları inkâra sevketmeleri
sebebiyle "helak olacakları yere, ateşini tadacakları" girip
sıcaklığına göğüs gerecekleri "cehenneme götürenleri görmüyor musun1?
Cehennem, " yerleşilecek "ne kötü bir yerdir."
"Allah'ın
yolundan" tevhid yolundan ya da İslâm dininden "saptırmak için O'na
eşler koşmuşlardı." Ortaklar koşarken onların maksadı sapmak ya da
saptırmak değildi. Fakat sonucu bu olduğu için hedef oymuş gibi gösterilmiştir.
"De ki: Yaşayın bakalım." Biraz dünyanızdan faydalanın."Hiç
şüphesiz varacağınız yer ateş olacaktır."
"Ey Muhammedi
İman eden kullarıma söyle," methetmek ve onların Allah'a hakkıyla kul
olduklarına dikkat çekmek için müminler özellikle Allah'a nisbet edilmiş,
kullarım ifadesi kullanılmıştır, "namazı kılsınlar," kendisini
kurtarmak için vereceği "fidye"nin ve fayda veren "dostluğun
olmayacağı günün gelmesinden önce" kıyametin kopmasından önce
"kendilerine verdiğimiz rızıktan" bilinen veya bilinmeyen vakitte
veya "açık ve gizli" bir halde "sar-fetsinler."
[46]
28. ayetin indiriliş
sebebiile ilgili İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Ayette bahsedilenler,
Mekkeli kâfirlerdir."
Hâkim, İbn Cerir,
Taberânî ve diğerleri Ömer ve Ali (r.a.), Allah'ın nimetini değiştirenler
hakkında şöyle demişlerdir: "Onlar, Kureyş'in en günahkârları olan Benî
Mugîra ve Benî Umeyye'dir. Allah Tealâ, Benî Mugîra'nm kökünü Bedir günü
kurutmuş Benî Umeyye'ye ise bir müddet daha mühlet vermiştir.
[47]
Allah Tealâ, mutluluğa
erenlerin ve bedbahtların durumlarını açıkladıktan sonra tekrar,
"Allah'ın nimetini değiştirenleri görmüyor musun?" ayetinde
kâfirlerin halini anlatmaya başlamıştır. Bunlar, Mekkelilerdir. Öyleki Allah
Tealâ, onları emin olan Harem'ine yerleştirmiş, onlara bol rızık vermiş ve içlerinden
Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak göndermişti. Fakat onlar, bu nimetin kadrini
bilemediler. Yine bu kâfirlerin cehennemdeki kötü âkibete nail olmalarının
sebeplerini bildirerek onlara tehdit kabilinden dünya nimetlerinden
yararlanmalarını emretmiştir. Bunun arkasından ise müminlere, namaz kılıp Allah
için sarfederek nefis ve arzularla mücadele etmeyi emretmiştir.
[48]
Allah Tealâ, bizleri
Mekkeli kâfirlerin ve benzerlerinin durumunu hayretle karşılamaya
çağırmaktadır. Öyleki bunlar, Allah'ın, cehennem ateşine gir-melerindeki ilk
sebep olan şu iki özelliklerini bildirdiği kimselerdir:
1-
"Onlar, Allah'ın nimetine şükür edecekleri yerde nankörlük ederek şükrü
nankörlükle değiştirdiler. Aslında nimete şükretmek aklen ve şer'an zorunludur.
Fakat onlar, bu zorunluluğu yerine getirmediler ve şükredeceklerine nankörlük
edip nimeti inkâr ettiler." Bunlar, Mekkeli kâfirlerdir. Bu ayet hakkında
İbni Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilen sahîh ve meşhur görüş de budur. İbni Kesîr
şöyle der: "Ayetin manası bütün kâfirleri içine almaktadır. Zira Allah
Tealâ, Muhammed (s.a.)'i âlemlere rahmet, insanlara nimet olarak göndermiştir.
Kim bu nimeti kabul eder de şükrünü yerine getirirse cennete girer, kim de
reddedip nankörlükle karşılarsa cehenneme girer."
2- Onlar,
inkârda ve sapıklıkta kendilerine uyan milletlerini helak olacakları yere
götürdüler. Orası öyle bir yerdir ki başka bir yok olma söz konusu değildir.
Bu, içine girip ateşini tadacakları azap yurdu olan cehennemdir. Cehennem,
yerleşilecek ne kötü yerdir."
İkinci sebep şudur:
"Onlar Allah'a, O'nunla beraber ibadet ettikleri ortaklar koşup insanları
da buna çağırdılar. Meselâ hacda şöyle dediler: 'Lebbeyk, senin hiç ortağın
yoktur. Ancak bir ortağın vardır ki, o senindir. Sen, hem onun hem de onun
sâhib olduğu şeylerin de sahibisin."
Üçüncü sebep ise
şöyledir: "Onlar, bu yaptıklarının sonucunda kendilerine uyanları
saptırmak, onları Allah'ın dininden çevirmek ve küfür bataklığında kalmalarını
sağlamak için Allah'a ortaklar, eşler koştular." "Saptırmak
için", kavlindeki "lam", âkibet lamı'dır. Çünkü putlara tapmak,
sapıklığa götüren bir sebeptir. Bir de onlar, kendilerinin sapıklığını arzu
etmediler.
Bundan sonra Allah
Tealâ, Peygamberi'nin diliyle onları tehdit ederek şöyle buyurmuştur: "De
ki: 'Dünya nimetlerinden gücünüz yettiği kadar faydalanın." Zira
yaptıklarınızın karşılığı, "döneceğiniz" ve sığınacağınız "yer
cehennemdir.'" Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onları az bir süre
geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman, 31/24).
"Onlar için dünyada bir müddet geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir.
İnkârlarına karşılık onlara çetin azap tattıracağız." (Yunus, 10/70).
Bütün bunlara 'faydalanma' denilmiştir. Çünkü kâfirler, dünya nimetlerini
lezzetli bulurlar. Ayrıca ahiretteki cezaya göre dünya, bir faydalanma ve
nimetler diyarıdır.
Kâfirlere yapılan
tehditlerle ilgili şu ayetler de vardır: "Dilediğinizi yapın."
(Fussılet, 41/40). "Ey Muhammedi De ki: 'İnkârınla az bir müddet zevklen.
Şüphesiz sen cehennemliksin.'" (Zümer, 39/8).
Kâfirlere 'Yaşayın
bakalım!" şeklinde yapılan tehditten sonra Allah, Pey-gamberi'ne,
insanların bedenî ibadet olan namaz kılmayı ve mâlî ibadet olan Allah yolunda
harcamayı, infâkı tebliğ etmesini emretmiştir. Allah Tealâ, kullarına
Kendisine itaat etmelerini, hakkını yerine getirmelerini ve mahlûkâtına iyilik
etmelerini emreder. Bu itaat, namaz kılmakla, -ki o, yalnız ortağı olmayan
Allah'a ibadettir- zekât ve sadaka verip, akrabalara ve diğer insanlara yardım
ederek Allah'ın verdiği rızıktan infak etmekle gerçekleşir.
Namaz kılmak,
"Rükün ve şartlarını tam olarak yerine getirip, vaktinde kılmaya özen
gösterek, her ânında huşu içinde namazı edâ etmek" demektir.
Allah'ın verdiği
rızıktan infak, hem gizli hem de açıktan olabilir. Beydâvî şöyle der:
"Farz ve vacip olan zekât ve sadakaları açıktan vermek, nafile sadakaları
gizlemek daha güzeldir."
"Onlar, kıyamet
günü gelmeden önce kendilerini kurtarmak için namaz ve infakta acele
etsinler." Zira kıyamet günü öyle bir gündür ki hiç kimsenin nefsi
karşılığında fidye vermesi kabul edilmez. Üstelik o gün affedilmek, bağışlanmak
ve cezadan kurtulmak için dostluk da bir işe yaramaz. Bilâkis orada geçerli
olan adalettir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bugün sizden ve inkâr
edenlerden fidye kabul edilmez." (Hadid, 57/15). "Kimsenin kimse
namına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye yapılan
şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmiyeceği günden korunun."
Bakara, 2/123). "Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin
olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan, hayra sarfedin.
İnkâr edenler, zâlimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254).
[49]
Ayetten
anlaşılmaktadır ki kâfirlerle müminler arasında belirli farklar vardır.
Kâfirler şu üç sebepten dolayı helak olacakları yere, yani cehenneme girmeyi
hak etmişlerdir:
1- Allah'ın
onlara verdiği nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük edip inkâr etmişler,
2- Allah'a
ortaklar -ki bunlar taptıkları putlardır- koşmuşlar,
3- İnsanları
Allah'ın mutedil olan dininden saptırmışlardır. Bunun manası şudur: Yaptıkları
bu iş neticesinde insanları saptırıp kendileri de sapmışlar ve dönüş yerleri
cehennem azabı olmuştur.
Müminler için ise farz
olan beş vakit namazı kılmaları, farz olan zekâtı, nafile sadakaları vererek
üstelik de farz olanı açıktan, nafileleri gizleyerek edâ edip Allah yolunda
infâkta bulunmaları sebebiyle cennet vardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onları fakirlere gizlice
verirseniz sizin için daha iyidir. Allah onları kötülüklerinizden bir kısmına
karşı tutar. Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır." (Bakara, 2/271).
Yine ayet
göstermektedir ki kıyamet gününde fidye ve dostluk hiçbir işe yaramaz ve asıl
Allah'a itaat şu üç şekilde olur:
1- Allah
Tealâ'ya iman etmek,
2- Nefsi
namazda ma'bûda hizmet ile meşgul etmek,
3- Malı,
Allah Tealâ'ya itaat yolunda sarfedip harcamak. Bu, insanın bu infâkmın
sevabını, alış-veriş ve dostluğun olmadığı, ancak Allah Tealâ'ya ibadette ve
Allah Tealâ sevgisinde müşterek olan dostların dostluklarının bulunduğu günde
karşısında bulması içindir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"O gün Allah'a
karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman
olurlar." (Zuhruf, 43/67).
[50]
32-33- Gökleri ve yeri
yaratan, bulutlardan indirdiği su ile size rızık olarak ekin ve meyveleri
çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli
yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren
Allah'tır.
34- Kendisinden
istiyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetlerini sayacak
olursanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür.
"Pek zâlim ve çok
nankör" Bu kelimeler mübalağa ifade eder. Çünkü (fa'ûl) ve (fa'âl)
mübalağa ifade eden kalıplardır.
[51]
"Semavatı"
(gökleri) "Sema" lafzının çoğuludur. Bunun hakikatini bilemiyoruz.
Fakat insanın yukarısında olan ve ona gölge yapan herşey sema'dır "ve yeri
yaratan, ... rızık olarak" "Rızık"; "kendisinden
faydalanılıp, yiyecek, içecek ve giyeceği de içine alan her şey demektir,
"ekin ve meyveleri çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere
gemileri" izniyle veya yöneldiğiniz cihete dilemesiyle boyun eğdiren veya
hazırlayıp kolaylaştıran "nehirleri" sizin faydalanmanız ve
gerektiği gibi kullanabilmeniz için hazır hâle getiren "belli
yörüngelerinde" hareket halinde ya da yol alırken, aydınlatma ve yararlı
olmada devamlı ve fasılasız bir halde "yürüyen ayı ve güneşi "sizin
için "geceyle gündüzü" peşpeşe kılan geceyi uyumanız ve sükûnet
bulmanız, gündüzü de rızık ve Allah'ın fazl-ı kereminden aramanız için
"sizin buyruğunuza veren Allah'tır."
"Kendisinden
isteyebileceğiniz her şeyi" maslahatınızın gerektirdiği şekilde lisân-ı
hâl ile istediklerinizi "size vermiştir."
"Allah'ın
nimetlerini" Allah'ın lütuf ve ihsanını; bu kavil gösteriyor ki müfret
lâfız muzâf olunca kapsamlılık ifade eder. "sayacak olursanız bitiremezsiniz."
saymaya gücünüz yetmez. "Doğrusu" kâfir olan "insan" isyan
ve nimetlerin şükründen gafil olması sebebiyle "pek zalim" nefsine
çok zulmeden ve Rabbinin nimetlerine "çok nankörlük eder" ve onları
inkâr eder.
[52]
Allah Tealâ mutluluğa
erenlerin ve bedbahtların hallerini açıkladıktan sonra hemen peşinden Yaratanın
varlığını ve birliğini, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini gösteren delilleri
bildirmiştir. Bütün bunlar, nimetleri yoktan var eden ve yaratan Allah'a şükrün
gerekli olduğunu göstermek ve bu nimetleri düşünüp onlardan ibret almaktan
kaçınan kâfirlerin bu durumunu başlarına kakmak için yapılmıştır.
[53]
Allah Tealâ bu
ayetlerde mahlûkâtına ihsan ettiği nimetlerini dile getirerek bunların
varlığını ve kudretini göstermesine işaret etmektedir. Bunlar on tanedir:
1- Allah,
gökleri düşmekten korunmuş bir tavan olarak yaratmış ve onları yıldızlarla
süslemiştir.
2- Yeryüzünü
bir döşek olarak ve içindeki pek çok faydalı şeyleri ey insanlar! Sizin için
yarattı.
3-
Bulutlardan yağmur indirerek, bu yağmurla cansızken yeryüzüne hayat verdi,
ağaçlan ve ekinleri bitirip büyüttü. Yine bu yağmurla renkleri, şekilleri, sat
ve kokulan, faydalan çeşitli, meyve ve ekinler vasıtasıyla yemek ve hayat-lanm
sürdürmek için insanlann muhtaç olduğu nzıklan çıkardı. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Gökten su indiren O'dur. 'Biz, o su ile türlü türlü, çift
çift bitkiler yetiştirdik.'" (Taha, 20/53).
4- Size
inşâsını ilham edip suyun üzerinde kalabilmelerini sağlayarak gemileri emrinize
âmâde kıldı. Onlar, Allah'ın izni ve dilemesiyle denizde in-sanlan ve yükleri
taşıyarak ülkeden ülkeye giderler.
5- Sizin
için nehir kaynaklanın fışkırtarak toprağın üstünde kilometrelerce bu
nehirlerin mecralannı hazırladı. Öyleki suyunu içip, ekinlerinizi, ağaçlarınızı
ve hayvanlannızı sulayıp ve daha değişik şekillerde onlardan istifâde edesiniz.
6-7- Güneşi
ve ayı size boyun eğdirerek, devamlı hareket hâlinde yürümelerini sağladı.
İnsan, bitki ve diğer varhklann hayatını olumsuz yönde etkilemesinler diye gece
ve gündüz her ikisi de bir an bile bu hareketlerine ara vermezler. Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez.
Her biri bir yörüngede yürürler." (Yasin, 36/40).
8-9- Gece ve
gündüzü peşpeşe ve birbirlerine zıt kıldı. Meselâ kışın geceler uzarken yazın
tersi olup gündüzleri uzar. Aynı şekilde kışın gündüzler kısalırken yazın da
geceler kısalır. Gündüz, çalışıp kazanmak, rızık elde etmek ve dünya ile ilgili
işler için aynlmışken, gece uyumak, rahat etmek ve sükûnete kavuşmak içindir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile
bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden
Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücedir." (Araf, 7/54).
"Allah'ın geceyi
gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket
edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu bilmez misin?" (Lokman,
31/29).
"Allah dinlenmeniz
için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar, O'nun rahmetinden ötürüdür."
(Kasas, 28/73).
10- Ey insanlar!
İstenilmesi mümkün olan, ihtiyaç duyulan ve kendisinden faydalanılan
istediğiniz her şeyi size verdi, hatta istemediklerinizi bile size ihsan etti.
Veya istediğiniz her şeyden size verdi. Ayet, bütün insanlığa hitab etmektedir.
Çünkü Allah, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Onların yerin altından
çıkarılmasını, keşif ve icatları insan aklının gelişmesinin ve şehir hayatının
tekaddüm etmesinin gereği olarak sizin akıllarınıza bıraktı. Aşama aşama
insanoğlu 20. yy'da pek çok alanda buhar, rüzgâr, gaz, petrol, elektrik ve atom
gibi enerji kaynaklarının da yardımıyla keşif ve buluşların zirvesine
ulaşmıştır.
"Allah'ın size
ihsan ettiği nimetlerini sayacak olursanız çokluğu sebebiyle buna güç
yetiremezsiniz." Burada "nimet", "ihsan etmek, nimet
vermek" manasına masdar yerine kullanılmıştır. "Nafaka" ve
"infak etmek" lafızları da böyledir. Bu durum, manayı
genelleştirmektedir. Çünkü müfred kelime, muzaf olduğunda kapsamlılık ifade
etmektedir.
"Size
vermiştir" ve "sayacak olursanız" cümleleri, kulların nimetlerin
şükrünü eda etmek bir tarafa onları saymaktan bile aciz olduklarını haber vermektedir.
Allah Tealâ, bu büyük
nimetleri bildirdikten sonra bunlarla da kalmayıp bilâkis kullarına sayılması
imkânsız daha başka nimetler verdiğini "size vermiştir" ayetiyle
beyan etmiştir. Arkasından ise kulların durumunu ve geçimini iyileştirecek
ihtiyaç duydukları herşeyi onlara verdiğini açıklamak için sözü "sayacak
olsanız" kavliyle bitirmiştir. Talk b. Habib şöyle der: "Allah'ın
hakkı, kulların onu yerine getirmesinden daha ağırdır. Nimetleri ise kulların
onları sayabilmelerinden çok fazladır. Fakat kullar tevbe ederek sabahlar ve
yine tev-be ederek gecelerler."
Buhari'nin rivayetinde
Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allahım! Red-dolunmayan, terk
olunmayan ve müstağni olunmayan hamd sana mahsustur."
İmam Şafiî de şöyle
demiştir: "Nimetlerinden hiçbirinin şükrünün eda edilemediği, ancak
şükretmek isteyene bu şükrü nasib eden nimetin şükrünün edâ edilebildiği
Allah'a hamdolsun."
"Doğrusu insan,
şükründen gafil olduğu için nimete haksızlık eder ve son derece
nankördür." "İnsan" kelimesi cins (çeşit ifade eden) isimdir.
Bir tek insan değil, bütün insanlar kastedilmiştir. Yani "insanda, zulüm
ve nankörlük şeklinde bu iki özellik vardır. Şükründen gafil olduğundan nimete
haksızlık eder, onu inkâr etmesi sebebiyle de nankördür." demektir.
Dikkat edilmesi
gerekir ki Allah Tealâ burada "Doğrusu insan pek zâlim ve çok
nankördür." buyururken Nahl suresinde "Allah'ın verdiği nimetleri
sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder."
(Nahl, 16/18) buyurmuştur. İki ayet arasındaki fark şudur: Bu ayetteki söz,
insanın nimete nankörlük ve zulüm -ki bu şirk demektir- gibi çirkin
özelliklerinin sayılmasına uygundur. Nahl süresindeki söz ise ayette bahsi
geçen Allah'ın insana nasib ettiği nimetlerinin sayılmasına uygundur. Nitekim
Allah'ın kendisine dönülmesini teşvik etmek için Yüce Zâtını afv ve rahmet
sahibi olarak vasıflandırması da bu nimetlerden biridir.[54]
Razî, iki ayet
arasındaki fark konusunda şöyle der: "Sanki Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır: 'Ey insan! Pek çok nimeti elde ettiğin anda, bu nimetlere
kavuşan sen, veren ise Benim. Nimetlere sahib olurken senin iki özelliğin ön
plana çıkar ki bunlar çok zâlim ve çok nankör olmandır. Onları verirken Benim
de iki vasfım vardır ki bunlar da bağışlayıcı ve merhametli olmamdır.' Sanki
Allah şunu kasdetmektedir: 'Sen, çok zâlim de olsan Ben bağışlarım; sen çok
nankör de olsan Ben merhamet ederim. Senin aczini ve kusurlarını bilirim de bu
hâline karşılık yine de seni mükâfatlandırır, yüz çevirmene, sözünü yerine
getirmemene rağmen Ben sana vefa ile mukabele ederim. "[55]
Ayetler şu hususlara
dikkatlerimizi çekmektedir:
1- Allah
Tealâ, varlığını, kudretini, ilmini ve bir olduğunu gösteren pek çok delili
gözler önüne sermiştir. Ayette zikrettiği, göklerin ve yerin yaratılışı,
bulutlardan yağmurun indirilmesi v.d. şeklindeki bu 10 delil de bunlardan
bazılarıdır.
2- Allah
Tealâ'nın insanoğluna bahşettiği nimetlerinin, çokluğundan dolayı ve idrak
edilmedeki zorluğundan bazen de gizli olmaları sebebiyle sayılamaz. Meselâ,
göklerin ve yerin hazineleri, insan yapısının şaşılacak durumu, özellikle de
beyin; işitme, görme, şekil ve resimleri algılama gibi duyu organları ve daha
nice sıhhat ve afiyetle ilgili nimetler, insanın ana karnında cenin olmasından
itibaren doğumuna, çocukluğuna, gençliğine, orta yaşlılığına ve ihtiyarlığına
kadar nzıklandırılması, ölüp de Rabbine kavuşana kadar yeryüzünün pek çok
yerinde gezip dolaşması bu nimetlerden bazılarıdır.
3- İnsana
nimetler, Allah tarafından bahşedilmiştir. O, nankörlük ederek niçin Allah'ın
nimetlerini değiştirir?! Onlardan Allah'a itaat için istifade edemez mi?!
Şükründen gafil olarak nimete haksızlık etmek, nankörlük etmek ve onu inkâr
etmek insanın tabiatında vardır. "İnsan" kelimesi cins isimdir. Bütün
insanlar kastedilmiştir. Bazı müfessirler ise "Ebu Cehil ve bütün kâfirler
gibi hususi bir grup kastedilmiştir." demişlerdir.
[56]
35- İbrahim şöyle
demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut."
36- "Rabbim! O
putlar, çok insanları saptırdı. Bana uyan bendendir, bana isyan eden kimseyi
ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin."
37- "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini,
namaz kılabilmeleri için, senin mukaddes evinin yanında, ziraate elverişsiz
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır."
38- "Rabbimiz! Doğrusu
sen, gizlediğimizi de açığa
vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan gizli
kalmaz."
39- "Kocamışken,
bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları
işitendir."
40- "Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir
kısmını namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur."
41- "Rabbimiz!
Hesap görülecek günde beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla."
"Bana uyan"
ile "bana karşı gelen", "gizlediğimizi" ile "açığa vurduğumuzu"
ve "yer" ile "gök" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"İnsanların
gönüllerini onlara meylettir." "Meylettir", güzel istiarelerdendir.
"Tehvî" kelimesinin aslı "Hüveyy" gibi 'üstten aşağıya
inmek'tir. Bundan maksat şudur: "Kalpler onlara uzak yerlerden şevkle
koşar ve sevgiyle uçar." Bu mana, "Özler" fiilinin taşıdığı
mananın aksidir. Çünkü bu fiilin ifade ettiği 'özlem', bir yerde ikâmet eden
kimseden de meydana gelebilir.
"Bu şehri...
kıl." Burada "Şehir" manasına gelen emniyetli "Beled"
kelimesinin marife, Bakara süresindeki "Bunu emniyetli bir şehir
kıl." ayetinde ise nekra getirilmesinin hikmeti şudur: Bakara'daki dua,
şehir kurulmadan önce yapılmıştır. İbrahim (a.s.) Allah Tealâ'dan bu şehrin
emniyetli bir şehir olmasını istemişti. Bu surede ise şehir kurulduktan sonra
dua etmiş ve Allah'tan buranın emniyetli ve istikrarlı bir şehir olmasını
istemiştir.
[57]
"Bu şehri"
Mekkeyi içinde bulunanlar için emniyetli, "güvenli kıl, beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut."
"Rabbim! O
putlar," onlara tapmaları sebebiyle "pek çok insanı saptırdı."
İşte bu sebepten ben de senden bizi korumanı isteyip, onların saptırmalarından
sana sığındım. Saptırma fiili, sebep olmaları yüzünden putlara nisbet edilmiştir.
"Kim" tevhid akidesi hususunda "bana uyarsa bendendir. "O
benim dinimdendir. "Kim de" şirk koşmaksızın "bana isyan ederse
şüphesiz sen," baştan veya tevbeye muvaffak kıldıktan sonra onu
"bağışlarsın, merhamet edersin. " "Bağışlarsın" kavlinin
manası "İman ettikleri zaman" demektir. Çünkü O, Allah'ın her kâfirin
iman ettikten sonra geçmiş günahlarını affedeceğini kas-detmiştir.
"Rabbimiz! Ben
çocuklarımdan kimini" Bu, annesi Hâcer ile beraber İsmail (a.s.)'dir.
"namaz kılabilmeleri için" musallat olmayı, saldırmayı ve küçümsemeyi
haram kıldığın veya devamlı muazzam olup, zâlimlerin korkup sakındığı ya da
tufanın erişemeyeceği ve zarar veremeyeceği "senin mukaddes evinin yanında"
bu sebepten Kabe'ye 'atîk' yani 'Tûfan'dan azâd edilmiş' denmiştir,
"ziraate elverişsiz bir vadide yerleştirdim." Mekke vadisine. Çünkü
burası taşlı toprak olup ekin yetişmesi imkânsızdı.
"İnsanlardan bir
kısmının gönüllerini" kalplerini "onlara meylettir." Ki onlara
şevkle ve sevgiyle koşsun.
İbn Abbâs (r.a.) şöyle
der: "Eğer İbrahim (a.s.) "İnsanların gönüllerini1 deseydi İranlılar,
Romalılar ve bütün insanlar O'na özlem duyarlardı."
Namaz kılmaları için
yapılan dua ile namaz kılmaya muvaffak kılınmaları ya da namazın onlara nasib
olması için dua kastedilmiştir.
"Şükretmeleri
için onları" bu vadide oturarak ve ekinler bitirerek
"rızık-landır."
"Umulur ki
onlar" bu nimetlere "şükrederler." Allah Tealâ, İbrahim
(a.s.)'in duasını kabul etti ve Mekke'yi emniyetli bir şehir yaparak onu Harem
kıldı. Bütün ekin ve meyveleri orada topladı. Hatta aynı günde dört mevsimin
meyvelerini orada bir arada görmek mümkündür.
"Doğrusu Sen
gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey ...
Allah'tan gizli kalmaz" sözü ya Allah Tealâ'nın kelâmı ya da İbrahim
(a.s.)'in sözüdür. "Allah'tan gizli kalmaz." kavlinden maksat şudur:
Şüphesiz sen, bizim
durumumuzu ve maslahatımızı daha iyi bilir ve bize bizden daha
merhametlisindir. Senden bir şey istemeye gerek yoktur. Fakat biz, Sana olan
kulluğumuzu belli etmek, rahmetine muhtaç olduğumuz ve katında bulunan sevabı
elde etmede acele davranmak için dua ediyoruz."
Allah Tealâ'ya aşırı
yalvarma ve sığınmayı ve duanın kabul olmasındaki aşırı isteği ve çocuklarının
zikri daha önce geçtiği için nida ederken çoğul mütekellim zamiri
getirilmiştir.
"Kocamışken"
yaşlıyken "bana İsmail'i" (babası 99 yaşındayken İshak'ı ise 112
yaşındayken doğmuştur) "veren" bana ihsan eden Allah'a hamd olsun.
"Doğrusu Rabbim duaları işitendir. "Rabbim!" "Beni, namazı
devamlı kılan eyle".
"Çocuklarımdan da
namaz kılanlar nasib et". Ayette "...dan da" getirilmiştir.
Çünkü Allah Tealâ, İbrahim (a.s.)'e zürriyetinden kâfirlerin olacağını bildirmiştir.
Rabbimiz! "Hesabın görüleceği" "Hesabın sabit olduğu,
gerçekleştiği ve mevcut olduğu" "günde beni Anamı, babamı ve
müminleri bağışla." Bu duayı, İbrahim (a.s.) onların Allah Tealâ'ya
düşmanlıklarının belli olmasından önce yapmıştır. Annesinin müslüman olduğu
veya bununla Adem (a.s.) ve Havva'yı kasdettiği görüşleri de ileri sürülmüştür.
[58]
Allah Tealâ, daha önce
geçen delillerle kendisinden başka ibadet edilecek varlığın, ilahın olmadığını,
aslında O'ndan başkasına ibadetin caiz de olamayacağını ve peygamberlerinden
putlara tapan milletinin hâline hayret etmesini istediğini açıkladıktan sonra
hemen "putların" peşinden peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)'i
zikretmiştir. İbrahim (a.s.), Allah'a dua ederek Mekke'yi emniyetli ve
istikrarlı bir şehir yapmasını, kendisini ve çocuklarını putlara tapmaktan uzak
tutmasını istemişti. Yine O (a.s.), neslinden bir kısmını, ibadetlerin en
şereflisi olan namazı kılarak yalnız Allah'a ibadet etmeleri için Beyt-i
Haram'ın yanına yerleştirdi. Yaşlandıktan ve çocuktan ümidini kestikten sonra
evlatları İsmail ve İshak'ı kendisine verdiği için Allah Tealâ'ya şükrederek,
O'ndan hesabın olduğu günde kendisini, ana-babasmı ve müminleri bağışlamasını
istedi.
Netice olarak İbrahim
(a.s.), Allah Tealâ'ya ibadet hususunda bir önder ve bir örnektir. Allah'a
bağlı olanlar ona tâbi olsunlar.
[59]
Burada Allahu teâlâ,
müşrik Araplara şunu hatırlatmakta ve delil getirmektedir: Allah'ın yasaklar
koyduğu şehir olan Mekke, geçmişten beri yalnızca, tek olan, ortağı olmayan
Allah'a ibadete hasredilmiştir. İbrahim (a.s.), Allah'tan başkasına ibadet
edenlerden uzaklaşmış ve Mekke'nin Tevhid akidesinin gölgesinde emniyetli ve
istikrarlı bir şehir olması için dua etmiştir. Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! İbrahim'in şu duasını milletine hatırlat: Rabbim! Mekke'yi
emniyetli ve istikrarlı bir şehir yap. Orada ne kan dökülsün ne de kimse
haksızlığa uğrasın." Gerçekten de Allah, O'nun duasını kabul etti ve
orasını insanlar, kuşlar ve bitkiler için emin bir yer kıldı. Bu şehirde kimse öldürülemez,
avı avlanamaz, taze ve yeşil bitkiler kopanlamaz ve ağaçları kesilip budanamaz.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bizim Mekke'yi güven içinde ve mukaddes
bir yer kıldığımızı görmediler mi?" (Ankebut, 29/67). "Kim ki oraya
girerse emin olur." (Âl-i İmran, 3/97).
'Ya Rabbi! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" ve tevhid yolu gereğince sırf sana
ibadet etmemizi nasib et. Bu dua, Allah Tealâ'ya dua eden kimsenin, kendisine,
ana babasına ve çoluk çocuğuna da dua etmesi gerektiğini göstermektedir.
Allah, İbrahim (a.s.)'in duasını zürriyetinin hepsi için değil de bir kısmı
hakkında kabul etti. O, bu duayı Beyt-i Haram inşâ edilmeden önce Hâcer ve süt
çağındaki oğlu İsmail (a.s.)'i Mekke'de bıraktığı sırada yapmıştı.
Bundan sonra İbrahim
(a.s.), pek çok insanın putlara tapmakla fitneye düşürüldüğünü bildirerek şöyle
demiştir: "Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, pek çok insanın hidayet yolundan ve
haktan sapmasına sebep olmuşlar, hatta insanlar, onlara tapınışlardır."
'Saptırma' fiili putlara nisbet edilmiştir. Çünkü onlar, kendilerine tapılırken
meydana gelen sapıklığın sebebi olmuşlardır. Bu bir mecaz metodudur. Zira
putlar, hiçbir fiile sahib olamayan cansız varlıklardır.
Kim dinim ve inancımı
tasdik eder, sana ve senin bir olduğuna halisane bir şekilde iman ederek
yolunda yürürse o benim sünnetim ve yolum üzerindedir. Bu ayet, "Bizi
aldatan, bizden değildir." ifadesinde olduğu gibi "sünnetimiz
üzerinde değildir." demektir. "Kim de bana isyan edip onu davet ettiğim,
Senin bir olduğunu ikrar ve Sana şirk koşmama inancını kabul etmezse şüphesiz
Sen, onu bağışlayıp tevbesi sebebiyle ona merhamet etmeye kâdirsin-dir."
Bu ayette apaçık
görülmektedir ki İbrahim (a.s.), kâfir olmayan o asiler için bağışlanma ve
merhamet dilemiştir. Çünkü o bu ayetin başında "Beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut." diyerek kâfirlerden uzak olduğunu ifade etmiştir.
Yine onun 'Bana uyan bendendir." sözünden anlaşılmaktadır ki, İbrahim
(a.s.)in dinine uymayan İbrahim (a.s.)'in yolunda değildir ve o (a.s.), o
kimsenin işlerinin düzelmesine önem vermez. Ayrıca İslâm ümmeti, 'küfrün
cezasının kaldırılmasında şefaat, caiz değildir' konusunda icmâ etmiştir.
Dolayısıyla, "Bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın,
merhamet edersin" kavli, kâfir olmayan âsîler hakkında şefaati ifade
etmektedir.
Abdullah b. Amr (r.a.)
rivayet etmiştir ki Rasulullah (s.a.), İbrahim (a.s.)'in, "Rabbim! O
putlar, çok insanları saptırdı..." sözünü ve İsa (a.s.)'nm, "Onlara
azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır..." sözünü okudu. Sonra
ellerini kaldırarak "Allahım, benim ümmetim; Allahım, benim ümmetim;
Al-lahım, benim ümmetim" diyerek ağladı. Bunun üzerine Allah Tealâ
"Ey Cibril! Muhammed'e git. -Rabbin en iyisini bildiği halde- Niçin
ağladığını sor" buyurdu. Cibril (a.s.), Rasulullah (s.a.)'a geldi ve
niçin ağladığını sordu. Rasulullah (s.a.) ona söylediklerini bildirdi. Bunun
üzerine Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Muhammed'e git ve de ki: 'Doğrusu Biz,
seni ümmetin hakkında razı kılacağız ve başına kötü bir şey
getirmeyeceğiz."
Arkasından İbrahim
(a.s.), Beyt-i Harâm'ın inşâsından sonra ikinci defa dua etti. Çünkü O (a.s.),
bu duasında "Senin mukaddes evinin yanında" demişti. Bu dua,
Kabe'nin binasından önceki birinci duadan sonraydı. İbrahim (a.s.), bu ikinci
duasında şöyle demiştir: "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bazılarını -ki bunlar
İsmail (a.s.) ve onun neslidir- musallat olmayı, saldırmayı ve küçümsemeyi
haram kıldığın ve ehlinin yanında namaz kılmaları için onu mukaddes ilan
ettiğin evinin yanında ekin bulunmayan bir vadi olan Mekke vadisine yerleştirdim.
İnsanlardan bir kısmının gönüllerini şevkle ve muhabbetle oraya meylettir.
Onlar onu görmeye koşup, özlem duysunlar."
İbn Abbâs (r.),
Mücâhid, Saîd b. Cübeyr ve diğer alimler şöyle der: "Eğer İbrahim (a.s.),
'İnsanların gönüllerini' deseydi İranlısı, Romalısı, Yahudisi, Hristiyanı bütün
insanlar oraya koşar ve müthiş bir izdiham yaşanırdı. Fakat O "İnsanların
bir kısmının" demiş ve sadece müslümanlan kastetmiştir."
"Neslimi, diğer
ülkelerde bulunan çeşitli sebze, meyve ve mahsullerle rızıklandır da sana itaat
ederken bunlardan yararlansınlar. Bir de burası, ziraate elverişsiz bir
vadidir. Onlara yiyecekleri meyve, sebze ve mahsûller nasib et."
Allah, İbrahim
(a.s.)'in duasını kabul etti. Zira O, şöyle buyurmuştur: "Onları katımızdan
bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve mukaddes bir yere
yerleştirmedik mi?" (Kasas, 28/57). Allah'ın fazl u keremi, ihsanı ve
rahmeti gerçekleşti. Mekke'de mahsul veren bir tek ağaç olmamasına rağmen
çevresindeki ülkelerden dört mevsimin çeşitli meyve, sebze ve mahsûlleri Allah
dostu İbrahim (a.s.)'in duasının kabulü neticesinde orada toplanmaktadır.
"Onları",
verdiğin pek çok nimetine "şükretmeleri için" veya namaz kılarak, çok
ibadet ederek sana şükretmeleri umuduyla "çeşitli mahsullerle
rızıklandır." Bu ayet, dünyadaki faydaların sadece ibadet ve tâatı yerine
getirmede yardımcı unsur olarak kullanılması için elde edildiğini îmâ
etmektedir.
"Rabbimiz! Sen,
bu dualarımdaki maksadımı biliyorsun. Ben, Senin rızana kavuşmayı ve Sana karşı
ihlaslı olmayı arzu ediyorum. Sen, bizim halimizi ve maslahatımızı daha iyi
bilirsin. Her şeyin içine de dışına da vakıfsın. Ne yerde ne de gökte hiçbir
şey sana gizli değildir. Aslında bizim, Senden istememize gerek yoktur. Sana
sadece kulluğumuzu göstermek, rahmetine ne kadar muhtaç olduğumuzu belirtmek
ve katındaki nimetlere çabucak ulaşmak için dua ediyorum."
"Ne yerde ne de
gökte hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir. Her şeyi O yaratmıştır ve her
şeyi de O bilir." Bu kavil, Allah Tealâ'nın kelâmıdır ve İbrahim (a.s.)'i
tasdik etmektedir. "İşte böyle davranırlar." (Nemi, 27/39) kavli de
böyledir. Veya İbrahim (a.s.)'in sözünün devamıdır. Yani "Her yerdeki
hiçbir şey görülen ve görülmeyeni bilen Allah'ın ilmi dışında değildir."
demektir. "Min" kavli, kapsamlılık ifade eder. Sanki "ne olursa
olsun hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir." denmiştir.
Arkasından İbrahim
(a.s.) yaşlandıktan sonra kendisine çocuk nasib eden Rabbine hamdetti:
"Bütün hamd ve şükürler yaşlandıktan ve çocuktan ümit kestikten sonra
bana çocuk nasib eden Allah'a mahsustur. O, bana iki evlat, İsmail ile annesi
Hâcer'i ve İshak ile annesi Sâre'yi ihsan etmiştir." İsmail, İshak
(a.s.)'dan önce zikredilmiştir. Çünkü o, İshak'tan 13 yıl büyüktü. Denilmiştir
ki: "İbrahim (a.s.), İsmail doğduğunda 99, İshak doğduğunda ise 112
yaşındaydı."
"Yaşlanmışken".
Çünkü bu yaştaki bir insana çocuk verilmesi daha büyük bir nimettir. Öyle ki
ümitsizlik anında ihtiyacın giderilmesi en büyük nimetlerden birisidir. Bir de
ilerlemiş yaştaki bu doğum, İbrahim (a.s.) için bir mucizeydi.
"Doğrusu Rabbim
Allah, duamı ve sözlerimi işitir, Kendisine dua edenleri karşılıksız bırakmaz.
Açıklasam da açıklamasam da O, maksadımı bilir." İbrahim (a.s.), duasını
açıklama ve beyan etme babından değil de işaret ve kinaye kabilinden zikrettiği
için bu sözü söylemiştir.
"Rabbimiz!
Doğrusu sen, gizlediğimizi de... bilirsin" kavliyle "Bana İsmail ve
İshak'ı veren Allah'a hamdolsun" kavli arasında Allah Tealâ'ya karşı son
derece edepli olmayı gözetmek şeklinde bir münasebet söz konusudur. İbrahim
(a.s.) Allah'tan, kendisi öldükten sonra hanımı Hâcer'e ve oğlu İsmail'e yardımını
talep etmek istiyordu. Fakat bu isteğini dile getirmedi. Bilakis "Ya Rab!
Doğrusu sen, bizim kalplerimizde ve vicdanlarımızda olanı biliyorsun."
dedi. Arkasından ölümünden sonra neslinin durumunu methetti. Bu, vefatından
sonra hanımı ve çocuğu için yaptığı, işaret ve kinaye kabilinden hayır ve yardım
duası idi.
Bu da -Razî'nin de
dediği gibi- göstermektedir ki ihtiyaç anında hamd-ü sena ile uğraşmak, duadan
daha faziletlidir.
Buharî, Bezzâr ve
Beyhaki'nin İbn Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.),
Rabbinin şöyle buyurduğunu naklederek, şöyle demiştir: "Benden isteyeceği
yerde zikrimle uğraşan kimseye isteyenlerden daha üstününü veririm."
Bundan sonra İbrahim
(a.s.), Allah'a şükrü gösteren bir ifadeyle dua ederek şöyle demiştir:
"Rabbim! Beni, namazıma devam edip", hududunu gözeterek onu en
mükemmel şekilde "kılanlardan eyle."
Aynı şekilde
"neslimden bazılarını da namaz kılanlardan eyle." Çünkü teb'îz
(bazılık) içindir. Namaz, imanın alâmeti ve nefisleri çirkin ve kötü işlerden
temizlemeye vesile olduğu için özellikle zikredilmiştir.
"Ya Rabbi!
Dualarımı kabul et." Veya ibadetlerimi kabul et. İbni Abbâs (r.a.), şu
ayeti delil getirerek ikinci manayı tercih etmiştir: "Sizi Allah'tan başka
taptıklarınızla bırakıp çekilir..." (Meryem, 19/48).
Kütübü Sitte'nin Numan
b. Beşîr'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), "Dua
ibadettir." buyurmuş sonra şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz: 'Bana dua
edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış
olarak cehenneme gireceklerdir.' buyurmuştur."
"Ey Rabbimiz!
Hesabın sabit olup, kullarının yaptıkları iyi ve kötü amellere karşılık hesaba
çekilecekleri günde benim, ana babamın ve bütün müminlerin günahlarını örtüp,
hepimize müsamaha et."
Hasen şöyle der:
"İbrahim (a.s.)'in annesi mümin idi. Onun babası için mağfiret dilemesi
ise ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca
ondan uzaklaştı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur."
"İbrahim'in,
babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi.
Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu ibrahim çok içli
ve yumuşak huylu idi." (Tevbe, 9/114).
İbrahim (a.s.)'in
kendisi için dua etmesi, onun günah işlemiş olmasını gerekli kılmaz. Bundan
maksat sadece Allah Tealâ'ya sığınmak ve fazl-ı keremine, ihsanına ve rahmetine
güvenmektedir.
[60]
Ayetler, şu konulara
işaret etmektedir:
1- Bize,
emniyet ve güven nimetinin Allah'tan istenmesi öğretilmektedir. İbrahim
(a.s.)'in bu duaya emniyet nimetini isteyerek başlaması göstermektedir ki
emniyet içinde olmak nimet ve hayırların en büyüğüdür, ayrıca din ve dünya ile
ilgili maslahatlardan hiçbir şey onsuz tamam olmaz.
2- Kişinin
kendisi, çoluk çocuğu ve memleketi için dua etmesi meşru bir iştir. Hatta
herkesin kendisi, ana babası ve çoluk çocuğu için dua etmesi gerekir.
3- İbrahim
(a.s.)'in duası, Allah Tealâ'nın bir olduğunu ihlasla kabul ve pek çok insanın
saptırılmasına sebep olan putlara ibadetten kaçınma etrafında yoğunlaşmıştı.
O'nun duası Tevhid akidesiyle nzıklanma isteğini ve Allah'ın şirkten koruması
talebini yanyana getirmiştir. Aynı şekilde bu dua Allah'ın salih ameller için
muvaffak kılması isteğini ve kıyamet gününde tek rahmet ve mağfiret sahibi
olarak Allah'ı görmeyi ihtiva etmektedir.
4- Bir
peygamber veya ıslahatçı etrafında toplanmak vaciptir. Çünkü İbrahim (a.s.),
"Bana uyan bendendir." demiştir.
5- Kâfir olmayan
âsilerin bağışlanmaları istenmiştir. Çünkü devam eden şirk ya da küfrün
günahının kaldırılmasını ve sahibinin affedilmesini istemek icmâ ile caiz
değildir. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah, kendisine ortak koşmayı
elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisa, 4/48).
6- İbrahim
(a.s.), hanımı ve oğlu İsmail (a.s.)'i namaz kılmaları için Beyt-i Harem'in
yanına yerleştirmişti.
Buharî'de İbni Abbâs
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre İbrahim (a.s.), Hâcer'i ve emzirmekte olduğu
oğlu İsmail'i Ka'be'nin yakınına Mescid'in yüksek bir yerindeki zemzem
kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı. O tarihte Mekke'de
hiçbir kimse yoktu, hatta içecek su dahi yoktu. Yanlarına azık dolu meşin bir
dağarcık ve içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrahim, gitmek üzere döndü.
İsmail'in annesi de onu takip etti ve ona: "Ey İbrahim! Bizi bu vadide
bırakıp da nereye gidiyorsun? Burası öyle bir yer ki ne bir insan ne bir şey
var." dedi. Hâcer bu sözlerini tekrar ettiyse de İbrahim ona dönüp
bakmadı. Nihayet Hâcer ona:
-Bizi burada bırakmayı
Allah mı sana emretti? diye sordu. İbrahim: -Evet, Allah emretti! diye cevap
verdi. Bunun üzerine Hâcer:
-Öyle ise O bizi
korur, bırakmaz! dedi. Sonra geriye döndü. İbrahim de ayrılıp gitti. Tâ Mekke'nin
üstündeki Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yere varınca yüzünü Ka'be'ye
döndürdü. Sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti: "Rabbimiz! Ben
çocuklarımdan kimini, ... ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim..
Şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır."
Kırbadaki su bitince
hem Hâcer hem de çocuğu susadı. Bu sebepten Hâcer, Safa ile Merve arasında yedi
defa su bulurum ümidiyle büyük bir gayret göstererek gidip geldi. Rasulullah
(s.a.) "Bunun için insanlar Safa ile Merve arasında sa'yederler."
buyurmuştur. Merve üzerine çıktığında bir ses işitti. Bir de baktı ki zemzem
kuyusunun bulunduğu yerin yanında bir melek duruyor. O melek ayağının topuğuyla
ya da kanadıyla yeri kazıyordu. Nihayet su göründü.
Darekutnî'nin yine
Ibni Abbâs (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Zemzem suyu ne maksatla içilirse onun içindir. Onu şifâ ümid
ederek içersen Allah sana şifa verir. Doymak için içersen Allah seni onunla
doyurur. Susuzluğunu gidermek için içersen susuzluğunu giderir. O, Cibril
(a.s.)'in hezmesi (ayağıyla vurup çıkardığı sudur) ve Allah'ın İsmail'e ihsan
ettiği sudur."
7- Hiç
kimsenin her şeye galip ve merhametli olan Allah'a güvenip, Allah'ın dostu
İbrahim'in ameline uyarak çoluk-çocuğunu ve ailesini perişan olacakları bir
yere bırakıp İbrahim (a.s.) gibi yapması caiz değildir. Zira İbrahim, bunu
Allah Tealâ'nın emriyle yapmıştı. Zira hadiste geçtiği gibi Hâcer kendisine
"Bunu sana Allah mı emretti?" diye sorduğunda İbrahim (a.s.)
"Evet" demişti. Bütün bunların hepsi Allah Tealâ'nın vahyiyle
gerçekleşmişti.
8- Bu ayet,
Mekke'de kılınan namazın, başka yerlerdeki namazlardan daha üstün olduğuna
işaret etmektedir. Çünkü "... namaz kılmaları için..." ayetinin
manası "Onları, orada namaz kılmaları için hürmete layık evinin yanma
yerleştirdim." şeklindedir.
9- İbrahim
(a.s.)'in duasımn bereketi ve Allah'ın bu duayı kabulüyle Beyt-i Harem'e
bağlılık, ona olan şevk ve muhabbet, ziyaretine olan özlem, her müminin
kalbinde yer etmiştir.
İbni Abbâs (r.a.)
"gönüllerini meylettir" kavli hakkında şöyle demiştir: "İbrahim
(a.s.), Allah'ın insanları Mekke'de yerleşmeye meylettirmesini ve orasının
hürmet edilen bir beyt olmasını istedi. Elhamdülillah, bütün bunlar oldu. Oraya
ilk yerleşenler Cürhümlülerdir."
Mekke şehri, dünyanın
her tarafından gelen meyve, sebze ve ürünlerin buluşma noktası oldu. Ayrıca
Allah, Taif de diğer bazı ağaçların yetişmesini nasib etti.
10- Ehl-i
sünnet alimleri, "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut"
ayetini, kulun fiillerinin, Allah Tealâ tarafından yaratıldığı görüşüne delil
getirmişlerdir. Bu da, "uzak tut" ayetinde tayin edilen yasakların
terkini ve "Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir kısmını namaz kılanlardan
eyle" ayetinde belirlenen emirlerin yerine getirilmesini ihtiva etmektedir.
Bu, İbrahim (a.s.)'in, her fiilin Allah Tealâ tarafından yaratıldığı görüşünde
ısrarlı olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
11- Kur'an,
Allah Tealâ'nın İbrahim (a.s.)'e, İsmail ve İshak adındaki iki çocuğunu
yaşlılığı döneminde verdiğini göstermektedir. Ama İbrahim'in o vakit kaç
yaşında olduğundan bahsetmez. Bu konudaki bilgiler, sırf tarihi rivayetlerden
alınmıştır.
[61]
42- Sakın Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma, gözlerin dışarı fırlayacağı güne
kadar onları ertelemektedir.
43- O gün başları kalkmış, gözleri kendilerine
dönemeyecek şekilde sabit kalmış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır.
44-45- Ey Muhammedi
İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler:
'Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de davetine uyalım,
peygamberlere uyalım' derler. Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin
etmemiş miydiniz! Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz.
Onlara, yaptıklarımız da sizlere açıklanmıştı. Size misaller de vermiştik.
46- Şüphesiz onlar,
düzenlerini kurdular, oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri
hep Allah'ın elindeydi.
47-48- Yerin başka bir
yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek
Allah'ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği
sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlüdür, öc alandır.
49- O gün, suçluları
zincirlere vurulmuş olarak görürsün.
50- Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş
bürüyecektir.
51- "Allah herkese
yaptığının karşılığını '' vereceeri için bövledir. Do&rusu Allah vereceği
için böyledir. Doğrusu Allah
52- Bu Kur'an, onunla
uyarılsmlar ve tek bir ilâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt
alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir.
"Şüphesiz onlar
düzenlerini kurdular" cümlesinde iştikak cinası vardır.
"Yerin başka bir
yerle, göklerin de... değiştirildiği... günde" cümlesinde "Göklerin
de başka göklerle değiştirildiği" bölümü hazfedilmiştir. Çünkü "başka
bir yerle" kavli bu manaya delâlet etmektedir.
"Huzuruna
çıkarlar." yerine "Huzuruna çıktılar." denilerek geniş zaman
yerine geçmiş zaman kipi kullanıldı ki kesin olarak meydana geleceğini göstersin.
Bu, "Allah'ın emri geldi." (Nahl, 16/1) ifadesine benzemektedir.
Sanki olay meydana geldi ve vuku buldu. Dolayısıyla geçmiş zaman kipi ile onu
haber verdi.
[62]
"Sakın!
Allah'ı... habersiz sanma" kavliyle Rasulullah (s.a.)'a hitap edilmiştir.
Maksat Allah'ın kâfirlerin hallerini ve yaptıklarını bildiği, hiçbir şeyin
O'nun ilminin dışında kalmadığı hususunda Rasulullah (s.a.)'ın güvenini kuvvetlendirmektedir.
Ayrıca Allah'ın, işledikleri az ya da çok bütün günahlarına karşılık onları
cezalandıracağı, bundan asla kaçışın olmayacağı hususunda bir tehdittir. Veya bu
ayet, Allah'ın sıfatlarını bilmeyip, mühlet vermesine al-danarak gafletin
şüpheye düşürdüğü herkese hitap etmektedir. Görülenlerin korkunçluğundan dolayı
"gözlerin dışarı fırlayacağı güne kadar onların" Mek-keli kâfirlerin
ve benzerlerinin "azaplarını ertelemektedir." Ayetteki "gözleri
yerinden fırlar "m manası gözlerini hiç kırpmadan bakmak anlamındadır.
"O gün başları
kalkmış" önlerine bakarak başları yukarı kaldırdıkları
"gözleri"ni sağa sola çeviremezler. Çünkü onlar kırpmadan açık bir
şekilde duruyorlar, "kendilerine dönemeyecek şekilde sabit kalmış,
gönülleri bomboş halde" şiddetli korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle
kalbleri akıl ve anlama yeteneklerini kaybetmiş bir halde çağırana koşup bir
şeye yönelerek "koşup duracaklardır."
"Ey Muhammedi
İnsanları" kâfirleri "kendilerine azabın geleceği gün ile"
Kıyamet günü veya öldükleri günle, çünkü öldükleri gün azabın başlayacağı ilk
gündür, "uyar", korkut. "Haksızlık edenler" inkar ederek
veya şirk koşup yalanlayarak zulmedenler "Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye
kadar mühlet ver" Azabımızı biraz geciktir, bizi dünyaya döndür ve bize
biraz daha mühlet ver veya ecelimizi geciktir. Sana iman edecek ve tevhid
davetine dönecek kadar zaman tanı bize "de" göndereceğin
peygamberlere "davetine uyalım derler". Buna benzer diğer bir ayet de
şudur: "Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden
olsam..." (Munafikun, 63/10).
"Siz daha önce
sonunuzun gelmeyeceğine" Azarlayıp kınanarak o kâfirlere şöyle denir:
'Dünyada ebedi olarak kalacağınıza, ölümle yerinizden uzaklaş-tırılmayacağınıza
"yemin etmemiş miydiniz!" "Min" lafzı zaittir. Yani
dünyadan ahirete gitmeyeceğinize, yer değiştirmeyeceğinize... demektir.
"Üstelik" Âd
ve Semûd kavimleri gibi inkâr ve isyan ederek "kendilerine yazık edenlerin
yerlerinde oturdunuz."
"Onlara
verdiğimiz cezalar" ve yurtlarında görmüş olduğunuz başlarına gelen azabın
izleri "sizlere açıklanmıştı." Ama siz boyun eğmediniz.
"Size Kur'an'da
misalleri de verdik" açıkladık ama bunlardan ders ve öğüt almadınız. Siz
de inkâr ve azapta aynı onlar gibisiniz.
"Şüphesiz
onlar" Kâfirler, öldürmeyi, bağlayıp bir yere kapamayı ve sürmeyi istemek
suretiyle Rasulullah (s.a.)'a "türlü düzenler kurdular." Hakkı ortadan
kaldırmak ve batılı yerleştirmek için bu hususta bütün gayretlerini sar-fettiler.
"Oysa
"Allah, onların düzenlerini bilir." Veya bu düzenlerinin karşılığı Allah
katındadır." "Onların düzenleri," ne kadar büyük olsa da,
"dağları yerinden oynatacak olsa bile ..." Bu tuzaklar sadece
kendileri için yapılmış olur ve yine sadece onlarla kendilerine zarar verirler.
Onlar, sabit dağlar gibi olan bir şeyi yerinden oynatmak için tuzak kurdular.
Ayette "dağlar" lafzı hakiki anlamda kullanılmıştır. Devamlı ve sabit
olmaları hususunda dağlara benzetilen "İslâm kanunları" manasına
geldiği de söylenmiştir. Bundan maksat, tuzaklarının önemini ve büyüklüğünü
belirtmektir. Şu ayet, buna misaldir: "Neredeyse gökler paralanacak, yer
yarılacak, dağlar göçecekti." (Meryem, 19/90).
"Yerin başka bir
yerle, göklerin de başka bir göklerle değiştirildiği" kıyamet gününü
hatırla. Sahihayn'da zikredilen hadiste bildirildiği gibi "o gün insanlar,
tertemiz beyaz bir zemin üzerinde hasredilirler."
"Sakın Allah'ın
Peygamberlerine verdiği" zafer "sözünden cayacağını sanma. Doğrusu
Allah güçlüdür". Hiçbir şeyin âciz bırakamadığı gâlibdir. "İntikam
sahibidir." Dostları için düşmanlarından ve bütün isyan edenlerden intikam
almaya muktedirdir.
"Kabirlerinden
çıkarak "herşeye üstün gelen Allah'ın huzuruna çıktıkları günde" o
günü hatırla! "O gün" "Ey Muhammedi "suçluları"
kâfirleri diğer kâfirlerle veya şeytanlarıyla birlikte bukağı ve
"zincirlere vurulmuş" bağlanmış bir halde görürsün."
"Gömlekleri
katrandan olacak." Çünkü katran, ateşi daha çabuk tutuşturur.
"Katran", siyah renkli, pis kokulu olup ateşi çok çabuk tutuşturur.
Onunla cehennemliklerin derileri sıvanır, sanki katrandan gömlek giymiş gibi
olurlar. Böylece kâfirler, katranla dağlanır, onun ürkütücü rengine bürünür ve
pis kokusunu hissederken ayrıca ateş de bu katran yüzünden kendilerine doğru
sürekli gelmektedir. "Katran" ardıç ve dut ağaçlarından sızan zift
gibi bir yağdır. Uyuza yakalandıkları zaman develer bununla yağlanırlar. Bu
maddeye Hina" da denir, "yüzlerini ateş bürüyecektir." ateş
yükselip yüzlerini saracaktır.
"Allah, herkese
yaptığının karşılığını vereceği için böyledir." kavli, "kabirlerinden
çıkarlar." kavline mütealliktir. Suçlu veya itaatkâr her nefis dünyada
yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette görecektir.
"Doğrusu Allah
hesabı çabuk görür." hadiste bildirildiği gibi dünya günlerinden bir
gündüzün yarısı kadar bir zamanda bütün mahlûkâtı hesaba çeker.
"Bu Kur'an...
akıl sahipleri" içindeki delillerle Allah'ın tek bir ilâh olduğunu
bilsinler, "öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir." "O,
öğüt ve ibret almak için yeterlidir.
[63]
Allah Tealâ, birliğini
gösteren delillerini bildirdikten, İbrahim (a.s.)'in kendisinden şirkten
korunmasını ve iyi ameller yapmaya muvaffak kılmasını, ayrıca kıyamet gününde
özellikle kendisine merhamet edip, bağışlamasını istediğini anlattıktan sonra
"Sakın Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma" ayetiyle
kıyamet gününün var olduğunu gösteren delilleri ve "gözlerin dışarı
fırlayacağı bir güne kadar" ayetiyle de kıyamet gününün özelliklerini bildiren
delilleri zikretmiştir.
[64]
"Ey Muhammedi
İnsanlara mühlet verip, kıyamet gününe kadar azaplarını geciktirdiği zaman
sakın Allah'ın onlardan habersiz olduğunu, onları kendi hallerine bıraktığını,
yaptıklarına karşılık onları cezalandırmayacağını sanma. Bilâkis O, bütün
yaptıklarını bilir ve yapılanları saydıkça sayar." Bu ayet, Allah Tealâ'nm
mazlum için zalimden intikam alacağına dikkat çekerek kıyamet gününün var
olduğunu ispat etmektedir.
Bu ayet, her ne kadar
şeklen Rasulullah (s.)'a hitap etmekte ise de "kızım sana söylüyorum
gelinim sen anla" üslubuyla asıl maksat ümmetidir. Yine bu ayet müminleri
teselli etmekte zalimleri ise tehdit etmektedir. Öyleki Allah, yaptıkları
işleri bilmektedir. Münasip bir zamanda zulümlerinin karşılığını onlara
verecektir. Onların cezalandırılmaları yakındır, bundan asla kurtuluş yoktur.
Çünkü onlardan kaynaklanan zulmü bilmek, onların cezalandırılmalarını zorunlu
kılmaktadır.
Bundan sonra Allah
Tealâ, o zalimlerin cezasını aşağıda özellikleri zikredilen bir güne
ertelediğini açıklamıştır.
1- O gün
gözler açık, kirpikler oynamayacak şekilde dona kalır. Yani, Allah onlara çok
korkunç bir güne kadar mühlet verir. Vaziyetin korkunçluğundan dolayı o gün
gözler açıktır. Korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle ne kır-pılabilir ne de
yumulabilir. Arkasından Allah, kabirlerinden nasıl kalktıklarını, mahşere
doğru ne şekilde koştuklarını anlatarak şöyle buyurmuştur:
2- "O
kâfirler, kabirlerinden mahşere doğru zelil, zayıf ve zebun olarak süratle
gelirler." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O çağırana koşarak"
(Kamer, 54/8) "O gün hiçbir tarafa sapmadan bir davetçiye uyarlar. Sesler
Rahmanın heybetinden kısılmıştır, ancak bir fısıltı işitirsin.. İnsanlar, diri
ve her an mah-lûkâtınıgözetip duran Allah'a boyun eğmiştir..." (Taha,
20/108-111) "Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün..." (Mearic,
70/43).
3- "Başlarını
kaldırıp zelil ve boyun eğmiş bir biçimde bakarlar. Hiçbir şeyi gözleri
görmez."
4-
"İçinde bulundukları şiddetli korku ve dehşet sebebiyle gözlerini kırpmazlar.
Bilâkis gözleri devamlı açık olup, bir noktada donup kalmıştır. Onları ne
hareket ettirebilir ne de yumabilirler." Bu vasıf, gözlerinin fal taşı
gibi açıldığını, hiç kapanmadığım göstermektedir.
5- "Korku
sebebiyle kalpleri bomboş kalmış, kuvvetini yitirmiştir. Sadece ızdırap duyup
sıkıntı hissederler." Bundan maksat şudur: İçinde bulundukları büyük
şaşkınlık sebebiyle kâfirlerin kalpleri hiçbir şey düşünemezler. Vadedilen
cezanın gerçek olduğunu anladıkları için bir şey ümid edecek halleri yoktur ve
aşırı üzüntü yüzünden sevinç hissedecek durumda da değildirler.
Bütün bu vasıflar
hesap anında gerçekleşecektir. Çünkü Allah Tealâ bunları, o günün hesap
görülecek gün olduğunu bildirdikten sonra zikretmiştir.
Burada Allah Tealâ,
korkunç hâli gördükleri zaman o azaba uğrayacakların ne diyeceklerini
bildirerek şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Bütün insanları kıyamet gününün
korkunç azabıyla korkut. O gün kendilerine zulmedenler azabın gerçek olduğunu
anladıkları zaman sabırsızlık gösterip telaşlanarak umutsuzca şöyle derler:
"'Ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri döndür. Sana dönmeye yakın bir zamana
kadar, bize mühlet ver de tevhid akidesine yaptığın daveti kabul etmek, Sana
ihlasla ibadet etmek ve peygamberinle gönderdiklerine uymak gibi daha önce
dünyada kaçırdığımız şeyleri ifâ edelim.". Yine bu hususta Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka
versem, iyilerden olsam..." (Munafikun, 63/10). "Onlardan birine ölüm
gelince 'Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, sâlih
amel yaparım' der." (Müminun, 23/100).
Allah Tealâ onları
azarlayıp kınayarak tekliflerini şöylece reddeder: "Siz bu durumdan önce,
"dünyadayken" öldüğünüz zaman dünyada kalacağınıza başka bir yurda taşınmayacağınıza,
ahiret hayatının ve dünyada yapılan amellerin karşılığının olmadığına
"yemin etmiyor muydunuz!" Yani öldükten sonra dirilmeyi ve hesaba
çekilmeyi inkâr ediyor, başka bir hayata intikal et-miyeceğinizi iddia
ediyordunuz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Ölen kimseyi Allah'ın
diriltmeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler.'" (Nahl,
16/38). İnkârınız yüzünden bu azabı tadın bakalım! "Üstelik zulmün ve
bozukluğun içinde yaşadınız, kendilerine zulmedenlerle yarenlik ettiniz, onların
yolundan gittiniz. Hem de bütün bunları yalanlamaları, inkârları ve hak
davetinden alıkoymaları sebebiyle onları helak ettiğimizi, cezalandırdığımızı
size açıklamamıza, bunları görmenize rağmen yaptınız. Bu yetmiyormuş gibi
onlara yapılan azabın izlerini bizzat gördünüz, sonlarının kötü ve rezillik
olup, cezayı icâb ettirdiğini anladınız. Size misaller de vermiştik. Bunlar,
Allah'ın yoktan var etmeye kadir olduğu gibi tekrar diriltmeye de kadir
olduğunu, hemen helak ettiği gibi azabı tehir etme hususunda zikrettiği
açıklamalardır. Bu misaller Kur'an'da pek çoktur. Fakat siz öğüt ve ibret
almadınız. Onların başına getirdiklerimiz size engel olamadı. Nasıl olur da
dünyaya dönmeyi ve tevbe için mühlet verilmesini istiyorsunuz! Artık iş işten
geçmiştir."
Bundan sonra Allah
Tealâ, onların durumlarının öncekilere benzediğini açıklayarak şöyle
buyurmuştur: "Kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturan o kimselerin
durumu önceki kâfirlerin durumundan farklı değildi. Zira onlar hakkı ortadan
kaldırıp batılı yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstererek
düzenlerini kurdular. Allah, onların düzenlerini bilmektedir. Veya bu
tuzaklarının karşılığını onlara verecektir. Onların her yaptıkları bilinmekte
ve kaydedilmektedir. Allah, bu yaptıklarının karşılığını âdil olarak verecek
ve onları şiddetli bir hesaba çekecektir."
Arkasından Allah Tealâ
intikamını alacağı vakti açıklamıştır: "Allah Tealâ, düşmanlarından
intikam alır. Bu sözü, yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış
halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklere değiştirildiği gün
gerçekleşecektir." "Birbirinden büyük düzenler kurdular." (Nuh,
71/22). ayetine gelince, onların tuzaklarıyla dağların yerinden oynaması imkânsızdır.
"Sabit dağlar" kavlinden maksat "Allah'ın ayetleri ve
kanunları"dır. Çünkü onlar, sabitlik ve devamlılık bakımından yerine
çakılmış dağlar mesabesindedirler. Onların Allah'a şirk koşup inkâr ederek
kendilerine yaptıkları bu kötülük ne dağlara ne de başka bir şeye zarar
verebilir. Bu zarar ancak kendilerinedir ve sadece onları etkiler. Ayet,
onların hile ve tuzaklarını küçümsemekte ve değersiz kılmaktadır. Bu hile ve
tuzaklar, dağlar gibi sabit olan ayet ve delilleri ortadan kaldıramaz,
peygamberliği batıl kılamazlar. Dağlar yerinden oynamaz. Fakat bu, bir şeyi
büyük göstermek ve nasıl olduğunu anlatmak için kullanılan mecazî bir
ifadedir.
"Durum böyle
olunca ey peygamber! Sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını
sanma. Bilâkis O, onlara verdiği sözü yerine getirecektir." Ayet, peygamberlere
yardım ve zalimlere azap hususundaki Rabbinin sözüne Rasulullah (s.a.)'ın
ümmetinin güvenini pekiştirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah
'Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.' diye yazmıştır. Doğrusu
Allah kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21). "Doğrusu Biz,
peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
edecekleri günde yardım ederiz." (Gafir, 40/51). Buradaki "Sakın
sanma" ayeti, "Dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri
günde size Allah'ın yardımı" şeklinde ifade edilen bu ayeti açıklayıp
pekiştirmektedir.
"Doğrusu Allah,
izzet ve kudret sahibidir. İstediği ve cezalandırmayı dilediği hiçbir şey Onu
aciz bırakamaz ve mutlaka gerçekleşir. O, Kendisini inkâr eden veya başka
ilâhları ortak koşanlardan öç alır." Bu ayetin manasına uygun bir son
olup, peygamberlere verilen sözün yerine getirilmesi hususundaki şiddetli
arzuyu pekiştirmektedir.
Bundan sonra Allah
Tealâ intikam alacağı zamanı bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ
düşmanlarından intikam alır. Bu sözü yerin başka bir yerle değiştirilip,
bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklerle
değiştirildiği gün gerçekleşecektir. Mevcut olan bu yeryüzü, yayılan duman gibi
olur. Göğün ise yıldızları, güneşi ve ayı bir tarafa dağılır."
Buharı ve Müslim'de
Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "İnsanlar, kıyamet gününde iyi undan yapılmış ekmek çöreğine
benzeyen çiğnenmemiş beyaz bir toprak parçası üzerinde haş-rolunacaklardır.
Orada hiç kimseyi tanıtan bir alâmet yoktur." İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî
ve İbni Mace'nin rivayetinde Âişe (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.)'a,
"48." ayetin hakkında 'Ya Rasulallah! O gün insanlar nerededir?' diye
sordum. Rasulullah (s.a.) 'Sırat üstündedirler.' buyurdu."
Alimler, yerin ve
göklerin değiştirilmesi hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Denilmiştir ki: "Yerin ve göklerin özellikleri değiştirilir. Dağları yerlerinden
oynatılır, denizleri kaynatılarak düz hale getirilir. Orada hiçbir eğrilik,
yüksek yer, "Emet" küçük tepe, inişli çıkışlı yol görülmez."
İbni Abbas (r.a.)
şöyle der: "O, aynı yeryüzüdür. Ancak değiştirilecektir. Gök ise yıldızlan
saçılarak, ay ve güneşi tutularak, ayı yarılarak değiştirilecektir."
Yine denilmiştir ki:
"Allah, şu anki yer ve göklerin yerine başka yer ve gökler yaratır."
İbni Mesûd ve Enes
(r.a.)'den rivayet edilmiştir ki: "İnsanlar, hiç kimsenin hata işlemediği
beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaklardır."[65]
Alimlerin açıklamış
oldukları kainat sistemi çözülecek, gökler başka gökler yer başka yer
olacaktır.
"Bütün mahlûkât,
her şeye galip gelen ve bir olan Allah'ın hükmünü beklemek için kabirlerinden
çıktılar." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Bugün hükümranlık
kimindir1?' denir. Hepsi 'Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır' derler. "
(Gafir, 40/16). Bu ayet, kâfirleri korkutmaktadır.
Allah Tealâ,
kendisinin her şeye galip olduğunu bildirince insanların acizliğini ve
huzurundaki zelîl hallerini de açıklayarak onların bazı özelliklerini zikretmiştir:
1- Suçlular,
zincire vurulmuşlardır: "Ey Muhammedi İnkârları ve bozgunculukları
sebebiyle suçlu olanların kelepçe veya bukağılarla birbirlerine bağlanmış
olduklarını görürsün." Birbirlerine benzeyenler veya şekilce bir olanlar
bir araya toplanırlar. Hepsi sınıf sınıf ayrılırlar. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "İlgililere şöyle emredilir: 'Zulmedenleri, onlarla işbirliği
edenleri derleyin.'" Saffat, 37/22). "Müminler hurilerin, kâfirler
ise şeytanların yanına getirilirler." Tekvîr, 81/7). "Onlar ve
azgınlar tepetakla (cehennemin) içine atılırlar." (Şuara,
26/94).
2-
"Gömlekleri katrandandır." Maksat şudur: Cehennemliklerin derileri
katranla sıvanır, aynı üzerlerine giydikleri gömlek gibi olur. Böylece şu dört
azabı birden görmüş olurlar: a) Katranın yakıcılığı, b) Katran sebebiyle ateşin
derilerine daha çabuk ulaşması, c) Katranın iç karartan korkutucu rengi, d) Pis
kokusu. Üstelik kıyametin katranıyla dünyadaki katran arasındaki fark, ikisinin
ateşi arasındaki fark gibidir."
3-
"Yüzlerini ateş bürüyecektir." Yüz, vücudun en şerefli azası olduğu
için beden yerine zikredilmiştir. Şu ayetler, buna misaldir: "Ateş onların
yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır." (Muminun, 23/104). "Kıyamet
günü kötü azaptan yüzünü korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi
midir?" (Zümer, 39/24). "Ateşe yüzüstü sürüldükleri gün, onlara
'Cehennemin dokunan azabını tadın.' denir." (Kamer, 54/48).
Bundan sonra Allah
Tealâ, amellerin "cezasını" karşılıklarının niçin verildiğini
açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, bütün bunları kıyamet gününde
herkesi yaptıkları iyilik ve kötülükleri uygun karşılıklarla mükâfatlandırıp
cezalandırmak için yaptı. Böylece suçluları veya kâfirleri inkârları ve
isyanlarından dolayı cezalandırır, müminleri ise iman ve itaatları sebebiyle
sevaba eriştirir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O kötülük yapanlara
işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara işlediklerinden daha iyisiyle
karşılığını verir."(Necin, 53/31).
Arkasından Allah Tealâ
şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah Tealâ, bütün kulları çok çabuk hesaba
çeker." Bu müddet, hadiste belirtildiği gibi dünya günlerinden bir
gündüzün yansı kadardır. O, insanlara haksızlık etmez, hak ettiklerinden fazla
cezalarını arttırmaz. O, hesap işini çabucak bitirir. Çünkü her şeyi
bilmektedir ve hiçbir şey Ona gizli değildir. Mahlûkâtın hepsi O'nun kudreti
karşısında tek bir kişi gibidir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar!
Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar
diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28). O, her şeyin miktarını çok çabuk
bilir.
Sonra Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Bu, Kur'an, insanlara bir tebliğ ve yeterli bir
öğüttür." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sizi ve ulaştığı kimseleri
uyarmam için..." (En'am, 6/19). O, insan ve cinlere, bütün yaratılanlara
tebliğ edilmiştir."
"Onları ceza ile
uyarması ve azaptan sakındırması için" Bu kavil, bir mahzûfa matuftur.
Yani bu tebliğden nasihat alıp, onunla uyarılsmlar diye, demektir.
Bu Kur'an içindeki,
Allah'tan başka ilah olmadığını gösteren burhan ve hüccetleri delil
göstersinler diye ve akıllı kimseler, öğüt ve ders alsınlar diye insanlara
tebliğ edilmiştir. Bu tebliğin üç faydası vardır: 1- Allah'ın azabıyla korkutup
sakındırmak, 2- Onunla Yaratanın varlığına ve birliğine delil getirmek, 3-
Öğüt alıp, insanı ilgilendiren bütün işleri düzene koymak.
[66]
Ayetler şu konulan ele
almaktadır:
1- Kıyamet,
kesin olarak mevcuttur. Şiddetli azabın kıyamet gününe kadar
geciktirilmesindeki hikmet, ilâhî olup faydası kulların maslahatını ilgilendirmektedir.
Zira böylece onlar hemen cezalandırılmaz ve durumlannı düzeltmeleri için onlara
fırsat verilmiş olur. Azabın geciktirilmesi, yaptıklarına nza gösterildiği
manasına gelmez. Bilakis âsîlere bir müddet mühlet vermek Allah'ın sünnetidir.
Bu ayet, Rasulullah (s.a.)'ı üzen; müşriklerin onun davetine imandan yüz
çevirmeleri hususunda onu teselli etmektedir. Meymun b. Mihran şöyle der:
"Bu ayet, zâlimler için bir tehdit, mazlumlar için de bir tesellidir."
2- Hesap
gününe şaşkınlık ve dehşet, korku, sıkıntı ve ızdırap hâkimdir. Suçlular
şaşkınlık içindedir, o gün gördükleri korkunç olaylar karşısında gözlerini
kapatamazlar. Kabirlerinden çarçabuk çıkarak toplanmalarını söyleyen davetçinin
hesap mahallinde işaret ettiği yere koşarak gelirler. Onlar gözlerini kırpmadan
öylece bakar dururlar. Başlan kalkmış olup zelil ve boyun eğmiş vaziyette
bakarlar. Öyle bir etraflarına bakarl; r ki gözlerini kapatabümeleri mümkün
değildir. Kalpleri ve gönülleri bomboştur, iyilik namına hiçbir şey yoktur.
Şiddet ve sıkıntıdan düşünüp akledemezler.
3- Kıyamet
gününde azaptan kaçış ve kurtuluş yoktur. İtikad, söz ve fiilleri düzeltmek
için dünyaya dönüş ümidi boşunadır.
4- Bu kadar
çok öğüt ve ibrete karşılık bunlardan ne kadar az ders alınıyor! İnsanlar,
Semûd ve benzeri kavimlerin yurtlarında, zalimlerin yaşadığı yerlerde hayat
sürdüler. Allah'ın onlara yaptıklarım öğrendikten, Allah'ın Kur'an'da öğüt ve
ibret için misaller vermesinden sonra bile yine de onların yurtlarından ders
almadılar.
5- Allah'a
şirk koşarak, peygamberleri yalanlayarak, inat göstererek kâfirlerin ortaya
koydukları şiddetli hile ve tuzaklar hiçbir yarar sağlamazlar. Zira Allah'ın
ilmi tam manasıyla onların hile ve tuzaklarını kuşatmıştır. Yaptıklarının
karşılığını onlara verecektir. Onların düzenleri çok değersiz olup ne dağlan
yerinden oynatabilir ne de yerine çakılmış dağlar gibi sabit olan İslâm ve
Kur'an'ı bertaraf edebilir. Allah, peygamberini onlann pek çok hile ve
tuzak-lanndan korumuştur.
6- Allah
Tealâ, peygamberlerine ve dostlanna verdiği sözü kesinlikle yerine
getirecektir. O, hak ehline yardım ve batıl taraftarlarını cezalandırma
hususunda verdiği sözünden caymayacaktır. Allah Tealâ, kuvvetlidir, her şeye
galiptir ve düşmanlanndan intikam alır. "el-Muntekîm" intikam, öç
alan ve "el-Cebbar" "kahreden, Allah'ın isimlerindendir.
7- Yer ve
gökler, kıyamet gününde değişeceklerdir. Pek çok alime göre yerin
değişmesi,özelliklerinin değişmesi, yüksek yerlerin düzlenmesi, dağlann parça
parça edilip savrulması ve yerin dümdüz yapılmasıyla gerçekleşir. Göklerin
değişmesi ise gök cisimlerinin oraya buraya saçılıp dağılması, paramparça
olması, güneşin durulup ışığının giderilmesi ve ayın tutulmasıyla olur.
8-
Cehennemde suçlulann tasalı ve üzüntülü bir hali vardır. Onlar kelepçe ve
bukağılarla bağlanmışlardır. Derileri katrana bulanır. Ateş yüzlerine şiddetle
vurur, yüzlerini ve bütün vücutlarını kaplar.
9- İnsanlar
kıyamet gününde, mahlûkâta adaletle davranılması, onlar arasında mutlak
adaletin tesis edilmesi ve herkese yaptıklannın karşılığının verilmesi için
haşrolunurlar. Eğer yapılan ameller iyi ise netice de iyidir. Yok eğer kötü ise
netice de kötüdür.
10- Kur'an-ı
Kerim ve içindeki öğütler, insanlara yapılan bir tebliğdir. Onlara öğüt ve
ders verir. Allah Tealâ'nın cezalandırmasından korkutup sakındırır. Ayrıca
ihtiva ettiği delil ve burhanlarla Allah'ın bir olduğunu öğreten bir kaynak ve
akıllı kimselerin öğüt aldığı bir menbâdır. Yemân b. Riâb'ın rivayet ettiğine
göre "Bu Kur'an, ... insanlara
tebliğ edilmiştir." ayeti Ebû Bekir Sıd-dîk (r.a.) hakkında nazil
olmuştur. Bazı alimlere "Allah'ın kitabının bir alâmeti var mıdır?"
diye sorulduğunda onlar "Evet, vardır" demişlerdir.
"Neresidir?" denildiğinde ise
"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar... diye insanlara tebliğ edilmiştir"
ayetidir." demişlerdir.
11- Bu
surenin son ayeti göstermektedir ki akıllı olmadan, insanın fazileti ya da
övülmeye layık bir hususiyeti söz konusu değildir. Çünkü Allah Tealâ, bu
Kitab'ın sadece akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirildiğini, peygamberlerin
de ancak bu sebeple gönderildiğini beyan etmiştir.
12- Surenin
başıyla sonu mana bakımından birbirine yakın ve uygundur. Surenin başı
olan "İnsanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarman için..." ayeti, Kitab'ın indirilmesindeki maksadın
bütün mahlûkâtı dine ve Allah'tan sakınmaya irşad etmek, küfre ve günah
işlemelerine engel olmak olduğunu göstermektedir. Surenin sonundaki "akıl
sahipleri öğüt alsınlar diye" ayeti de göstermektedir ki Allah Tealâ bu
öğüt ve nasihatleri yaratılanlar bunlardan yararlanıp itaatkâr müminler
olsunlar, inkârı ve günahları terketsinler diye zikretmiştir.
[67]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/168.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/168.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/169.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/170.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/170.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/170-171.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/171-173.
[8] Zemahşerî, 11/171.
[9] Razî, XK/80.
[10] Razî, XK/81.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/173-175.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/176.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/176-177.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/177.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/177-179.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/179-180.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/181.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/181-182.
[19] Razî, XK/88; İbni Kesir, 11/524.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/182-183.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/183-185.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/186-187.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/188-189.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/189.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/189-190.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/190.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/190-193.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/193-194.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/195.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/195.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/195.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/195-196.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/196.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/197.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/197-198.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/198.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/198-200.
[37] Razî, XTX/111.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/200-201.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/202.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/202-203.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/203.
[42] Razî, XIX/122.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/203-206.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/206-207.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/208.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/208-209.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/209.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/209.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/209-211.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/211.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/212.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/212.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/213.
[54] el-Bahru'l-Muhit, V/428-429.
[55] Razî, XIX/130-131.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/213-215.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/215.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/216-217.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/217-218.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/218.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/218-222.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/222-224.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/226.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/226-228.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/228..
[65] Zemahşerî, 11/175.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/228-232.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/232-234.