Karanlıklardan
Aydınlığa Çıkarmak:
İvec
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Hz.
Musa'ya Gönderilen Âyetlerin Amacı:
Önceki
Toplumlardan İbret Almak:
Hâbe
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İnkar
Edenlerin Ameli Neye Benzer?
Nereden
Hareket Ederek İman Etmeli?
Allah'ın
Huzuruna Çıkınca Neler Olacak?
Cehennemliklere
Şeytanin Seslenmesi:
Emr
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İman
Edip İyi İşler Yapanların Durumu:
Kelime
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Toplumların
Yöneticilerine Eskimeyen Bir Kural:
İbadetler
Ölmeden Önce Yapılmalıdır:
Yüce
Allah'ın İnsanlara Verdiği Rızıklar Nelerdir?
Kıyamet
Koptuktan Sonra Neler Olacak?
İbrahim
Suresinden Çıkarılacak İlkeler:
İbrahim sûresinin Mekkî
sûrelerden olduğu konusunda fikir birliği vardır. Sûre, adını 35-41. âyetlerde
geçen Hz. İbrahim'in duasından almakta ve Yûnus, Hûd ve Yûsuf sûrelerinin
ardından gelmektedir. Başka bir ifade ile elimizdeki Kur'ân'm diziliş sistemine
göre, Peygamber adı ile anılan dördüncü sûre olmaktadır.
Bu sûre de Bakara, Âl-i İmrân,
A'râf, Yûnus, Hûd, Yûsuf ve Ra'd sûreleri gibi Kitabı merkeze almakta ve onunla
başlamaktadır. Burada, yani İbrahim sûresinde kitabın Hz. Peygambere niçin
indirildiği açıklanmaktadır. Kitap ile başlaması bakımından bu sûre, Ra'd 1 ve
37. âyetlerin devamı mahiyetindedir ve ana dili ile eğitimi öne çıkarması
bakımından (âyet, 4) da Ra'd 37'nin bir açıklamasını getirmektedir.
İbrahim sûresi, birinci âyetiyle
Kur'ân'ı; beşinci âyetiyle de Hz. Musa'ya gelen vahyi bir araya getirmekte,
görevlerinin benzerliğine işaret etmektedir.
İbrahim sûresinin 6. âyeti Bakara
49. âyetinin devamı durumundadır. 18. âyeti de ileriye yönelik Nur sûresinin
39. âyetinin müjdecisi durumundadır. İbrahim sûresinin 21. âyetinin içeriğine
bakınca bu sûre ile A'râf 38-39 ve Sebe' 31-33'ün bağlantılarının kurulduğu
görülecektir.
İbrahim sûresinin merkezî
konularından biri, "temiz kelime" ile "kötü söz"ün
anlatımı ve bir anlatım yapılırken verilen misaldir.
Diğer taraftan bu sûrede bir baba
olarak Hz. İbrahim'in ailesi için yaptığı dualar da önemli bir yer
tutmaktadır.
Yine bu sûrede Kıyametin nasıl
kopacağı 48. âyetinde anlatırken, son âyeti 52'de de Kur'ân'ın görevinin de
akıl sahiplerine bir bildiri olduğu vurgulanmaktadır. 52 âyetten ibaret olan
İbrahim sûresinin de merkezî konusu tevhîd inancıdır.[1]
Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla:
1. Elif, Lâm, Râ. (Bu),
Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip ve
övgüye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir
kitaptır.
a) İbrahim sûresi de mukatta'a harfleri ile başlamaktadır. Bu harfler,
bazı sûrelerin başında bağımsız bir âyet olduğu halde, İbrahim sûresinin
birinci âyetinin ilk bölümünü teşkil etmekte ve bağımsız bir âyet olmamaktadır.
"Ayrık harfler", "kesik kesik okunan harfler" veya hecelenerek
okunan anlamında "hecâ harfleri" de denen mukatta'a harfleri bize
göre "şifre" niteliği taşımakta; hangi sûrenin başında iseler, o sûrenin
dosya numarası, yani şifresi niteliğindedirler. Şifreyi girince o sûrenin
dosyası açılıyor ve sûre ekrana geliyor. Bilgisayardaki dosya ve o dosyanın
şifresi gibi bunlar da bir şifre niteliği taşımaktadır. Mukatta'a harfleri
konusundaki açıklamamız için Âl-i İmrân sûresinin ilk âyetine bakılabilir.
b) "(Bu), sana indirdiğimiz bir kitaptır." "İndirmek"
fiilinin öznesi Allah'tır. Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Kur'ân'ı Hz.
Mu-hammed yazmadı, onu Yüce Allah ona indirmiştir. Nereden indirmiştir?
"Levh-i Mahfuz" (Burûc 85/22) denen "korunmuş levha"dan.
Kiminle indirmiştir? Cebrail ile (Bakara 2/97). Neresine indirmiştir? Aklına,
yani kalbine (Bakara 2/97).
Yüce Allah bu âyette Kur'ân'a
"kitap" demektedir. Kur'ân, kitabın özel bir ismidir, ama genel
anlamda Kur'ân bir kitaptır. Âyetin başında "kitap" kavramı
kullanıldığı için ilâhî eğitimin merkezinde kitap olduğuna, yani Allah
Teâlâ'nın bir kitap okulu açtığına âyette işaret edilmektedir. Çünkü Kur'ân
denen kitap ilâhî bilgiyi taşıyan bir okuldur.
Bir aşiret toplumunu millet
haline getirmenin en önemli yollarından biri onların kitap ile eğitime tabi tutulmasıdır.
Milletler kültür ve bilim adına bütün kazanımlarını kitap vasıtasıyla gelecek
nesillere aktarırlar. Bu şekilde kültür aktarımı olmadığı yerde millete
dönüşüm olamaz.
Eğitimin en etkili aracı ve
kaynağı olan kitap sadece bir topluma değil, bütün dünya insanlığına şekil
vermekte, onları değiştirmekte, geliştirmekte ve onlara manevî can
vermektedir. Kitap vasıtasıyla Yüce Allah insanların beynine ulaşıyor; insanlar
da o kitapla birbirlerine ulaşıp birbirlerini eğitiyorlar.
"Kitap" kelimesinin geniş
açıklamasını Bakara 2'de yaptık. "Farz, delil, zaman, antlaşma,
hürriyetini veren berat" manalarına gelen kitap, "Allah'ın
âyetlerini, hükümlerini ve açıklamalarını bir araya getiren Kur'ân"
demektir.
Kitap denen Kur'ân, insanları
Allah ile bir araya getirdiği gibi, insanları da bir araya getirmektedir. Bir
araya gelmeyenler, düşmanla mücâdele veremezler. Şeytan ve cehalet denen iki
büyük düşmanla mücâdele verebilmek için birleştirici kitaba ihtiyaç vardır.
c) "Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa,
yani her şeye galip ve övgüye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için."
oUİkJl ez-zulumât "karanlıklar" ile jjjJt en-nûr "aydınlık"
kavramları Bakara 257'de geniş bir şekilde açıklanmıştır. Özet olarak bahsedersek
bu âyette geçen zulumât, "özü ile sözün bir olmaması, yanlış yapmak,
Allah'ın âyetlerini yalanlamak, inkâra sapmak, kitapsızlık yani cehalet,
hürriyetsizlik, psikolojik bunalım, aklını çalıştırmamak, tefrika yani
bölücülük, tâğûta kulluk etmek, ona dost olmak" demektir. Buradaki
manaların tersini düşündüğümüzde de nuru yani aydınlığı anlatmış oluruz.
Yüce Allah, Kur'ân denen kitabı
yukarıda geçen karanlıklardan aydınlığa çıkarması için Hz. Peygamber'e
göndermiştir. Böylece O, hem Hz. Peygamber'in görevini belirliyor hem de ilâhî
eğitimin amacını tesbit ediyor. "Çıkarmak" anlamına gelenli tuhrice
kelimesinin başındaki lâm harfi işte bu anlam için gelmiştir.
Hz. Peygamber'in gönderilmesinin
amacı, insanları karanlıklardan aydınlığa Kur'ân ile çıkarmaktır. Dikkat
edilirse "karanlıklar" çoğul, "aydınlık" ise tekil olarak
gelmiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Allah tek, hakikat tek, aydınlık da
tekdir. Kötülükler, karanlıklar ise çoktur. Nûr ienen aydınlığın kaynağında
Yüce Allah (Nûr 24/35); karanlıkların kayrağında da şeytan, nefis ve insanlar
olduğu için nûr tekil, kanarlıklar da çoğuldur.
Hz. Peygamber'in Kur'ân ile
uygulayacağı eğitimin amacı "özü bir. zulüm yapmayan, cehaletten kurtulup
bilgi sahibi olan ve bildi- ğini tatbik eden, Allah'ın âyetlerine inanan,
özgürlüklerine sahip olan ve onları kullanan, manevî bunalımı olmayan, aklını
kullanıp düşünen ve bütün işlerine aklını katan, birlik ve beraberliği savunan
ve bu esaslara göre yaşayan, tâğûta dost olup kulluk etmeyen, yani tevhîd
inancını benimseyen insan ve toplum oluşturmak ve yetiştirmek"tir. İşte
buradaki "karanlıklardan aydınlığa çıkarma"nın başarısı bunlarla
belli olacaktır.
Âyet "aydınlık"
kavramına "azîz ve hamîd olan Allah'ın yolu" ifadesini de ekleyerek
değişik bir anlam daha kazandırmış olmaktadır. Kısaca "Allah'ın
yoluna" aydınlık manası verilmektedir. Demek ki, karanlıklardan Allah'ın
yoluna çıkarmak Hz. Peygamber'in görevi ve amacı olmaktadır. Allah'ın yolu
nelerle örülmüştür? Bunun cevabını verebilmek için En'âm 151-153. âyetlere
gitmemiz gerekiyor. Allah'a şirk koşmamak, ana-babaya hizmet etmek, açlık
korkusu ile çocukları öldürmemek, haksız yere bir cana kıymamak, gizli-açık
ahlâksızlıktan sakınmak, yetim hakkına riâyet etmek, tartı ve ölçüyü adaletle
yapmak, şahitliği adaletle yerine getirmek, Allah'a verdiği sözü tutmak
Allah'ın dosdoğru yolunu teşkil etmektedir. Bunlar da kısaca aklın, düşüncenin
ve takvanın yolu anlamına gelmektedir.
İşte Hz. Peygamber Kur'ân ile
insanları bu yola çıkarmakla yükümlüdür. Hz. Peygamber bu yükümlülüğünü Kur'ân
ile yaparken, başka bir şeyin daha devreye girmesi gerekiyor. Âyette bu şey,
"Allah'ın izni" olarak belirlenmektedir. Hz. Peygamber Kur'ân'ı
insanlara tebliğ edecek, öğretecek ve böylece alt yapıyı kuracaktır. Ardından
Allah'ın izni, takdiri ve lütfü gelip insanların doğru yola yani aydınlığa
çıkmasını temin edecektir. Mülkünde galip ve övgüye lâyık olan Allah'ın izni
olmadan beşerin bunu başarması mümkün değildir. Bu beşer peygamber bile olsa
istisna değildir.
Hz. Peygamber, insanları
karanlıklardan aydınlığa, yani Allah'ın yoluna çıkarırken devreye Allah'ın
izni, dilemesi, takdiri ve lütfü girmelidir. Bu kural, ilke ya da kanun din
eğitiminin de olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Hiçbir din âlimi, din
görevlisi veya tarikat şeyhi kendi gücü ve öğretisi ile insanları doğru yola
ilettiğini söyleyemez; aksi taktirde bu söylev imânî bir tehlike meydana
getirir. Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" şeklindeki eğitim faaliyeti
aynı zamanda Yüce Allah'ın gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmekte olduğu bir
eğitim faaliyetidir. Bakara 257'de şöyle buyurulmaktadır: "Allah
inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." Yüce
Allah, nûru/ışığı insanın beyninde ve gönlünde yakmakta ve oradan insanlığa
yayılmasını istemektedir. Dinde "karanlıklardan aydınlığa çıkarmak"
ilkesini insanlığa kabul ettirirsek, insanlar dinden kaçmayacak, tam tersine
dine yöneleceklerdir.
Yüce Allah'ın bu eğitim faaliyeti
hiç durmadan devam etmektedir. Hz. Peygamber 23 yıla yakın eğitim faaliyeti ile
bunun kısa bir dönemini doldurmuş, ilâhî eğitimi yeryüzüne indirmiştir. Artık
bu eğitim faaliyetini din âlimleri Kur'ân ve Allah'ın izni ile yapacaklardır.
Kur'ân'ı tam anlamı ile bilmeyenler kulaktan dolma bilgileriyle bunu
yapamazlar. İlâhî vahyi bilenler ilâhî ışığa sahip olanlardır. Onlar
eğitimlerinde bu ışığı takip ederlerse bunu güçleri nispetinde Allah'ın izni
ile başaracaklardır.[2]
2. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi kendisinin olan Allah(ın yoluna). Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay
haline.
3. Ki onlar dünya hayatını
âhirete tercih ederler, Allah yolundan alıkoyarlar ve onun yolunu eğriltmek
isterler.
İşte onlar uzak bir sapıklık
içindedirler.
a) Bir önceki âyette "mülkünde galip ve övgüye layık olan
Allah'ın yoluna" ifadesine yer verilmişti. Bu âyette de çıkarılacak yolun
nasıl bir Allah'a ait olduğuna açılım getirilmekte ve "göklerde ve yerde
olan her şey kendisine ait olan Allah'ın yoluna" denmektedir. Yüce Allah
burada iki boyuttan bakmamızı temin etmektedir:
i. Göklerde ve yerde olanların tamamı Allah'a aittir. Böylece Allah
ile varlıklar arasındaki "ciddiyet" esasına dikkat çekilmektedir.
ii. Kendisi tarafından bakınca da bütün varlıkların sahibinin Allah
olduğu esası anlatılmaktadır. Varlıklar açısından bakınca
"sahipliliği" görmüş oluyoruz.
Bütün varlıkların ait olduğu,
başka bir ifade ile bütün varlıkların sahibi olan Allah'ın yoluna bütün
insanları çıkarmak Hz. Peygamber'in görevi ve amacı olmaktadır. Demek ki bu
özelliğe salip olmayan bir varlığın çıkarılabilecek bir yolu olamaz ve o yala
çıkarmak gibi bir faaliyet de yapılamaz. Kimse, hatta peygamber bile kendi
yoluna davet edemez. Herkes Allah'ın yoluna davet edecektir. Günümüzün ve
geleceğin din eğitiminin ana meselelerinden biri, geçmişte olduğu gibi bugün de
bu olacaktır. Din adına kimse Allah'ın dışında bir sahte tanrının yoluna
çağıramaz ve çağırmamalıdır. Aksi taktirde bu çağrı aydınlığa değil, karanlığa
gidiş olur.
b) "Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline." Bütün
varlıkların sahibi, mülkünde galip ve her övgüye lâyık Allah'ın yoluna
çıkmayan veya çıkarılamayan insanların olduğu ve olacağı; bunların kâfir olarak
nitelendirileceği; kâfir olmaları nedeniyle de şiddetli azap görecekleri bu
âyette gündeme getirilmektedir İşte inkâr, karanlıklardan biri olduğu için,
kâfir bu karanlıktan aydınlığa çıkamamaktadır. Onun orada kalması kendi
irâdesi, yani tercihi ile gerçekleşmekte olduğundan şiddetli bir azap içinde
olacaktır.
Bunlar sadece karanlığı tercih
ettikleri için mi şiddetli azap göreceklerdir? Bu soruya cevap verebilmek için
İbrahim 3'e, yani bir sonraki âyete inmemiz gerekiyor.
c) "Dünya hayatını âhirete tercih ederler." Âyetin bu
kısmında yestehibbûn kelimesi yer almaktadır. "Sevmek" anlamına
gelen habbe kelimesinden üretilmiş altı harfli bir kelimedir. Bu kelimeye, üç
harfli bir köten altı harfli bir kelimeye çıkartılırken i elif, sîn ve o tâ harfleri ilâve edilmiştir. Bu
harflerin ilâve edildiği bir fiil "istemek, dilemek ve tercih etmek"
anlamına bürünür. habbe "sevdi" anlamına geldiği için bundan
türetilen istehabbe ise "sevip tercih etmek, sevgi nesnesi olarak
seçmek" manasına gelmektedir. İşte kâfirler dünya hayatını sevgi objesi
olarak seçip âhirete tercih ederler.
Biz buna "tercihinde
yanılma" diyoruz. Sevgi hangi objeye yöneliyor ve onda yoğunlaşıyorsa onu
tercih etmeye insanı zorluyor. Kâfir, karanlıklardan aydınlığa, yani inkârın
karanlığından imanın aydınlığına çıkamadığı için tercihinde de yanılmakta ve
sevgisini dünyaya yönlendirmektedir. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz:
Mü'minin kitabında, kâfirin tercihinin ne işi var? Yüce Allah bunu anlatmakla
mü'minlerin hataya düşmemelerini temin etmek istemekte, kötüyü anlatarak iyinin
nerede olduğunu göstermektedir. Aynı anlatımı Nahl 106 ve 107'de de görüyoruz.
d) "Allah yolundan alıkoyarlar." Âyetin bu kısmında geçen
OjJuâş yesuddûn/sadde kelimesi Nisa 160'da detaylı bir şekilde açıklanmıştır.
Geçişli olarak kullanılınca "alıkoymak, engellemek, menetmek"
anlamına gelen bu kelime geçişsiz olarak da "yüz çevirmek, sapmak, feryat
etmek, menetmek" anlamlarına gelmektedir.
esadde kalıbından
alınınca, "yaranın irinlemesi"; sadîd kalıbı da "irin"
demektir.
Söz konusu kelimenin Kur'ân'daki
manaları kısaca şöyledir: Yüz çevirmek (Nisa 4/55); dönüp uzaklaşmak (Nahl
16/94); çekip gitmek (Mü'minûn 23/5); vazgeçmek (Sebe' 34/32); doğru yoldan
uzaklaştırmak (Nemi 27/43); alıkoymak ('Ankebût 29/38); kahkaha ile gülmek
(Zuhruf 43/57); irin (İbrahim 14/16).
Şimdi bu manalardan
"Allah'ın yolundan alıkoymak" ile "irin" manalarını ele
alalım ve aralarındaki ilişkiyi kuralım. Bir insanı Allah yolundan alıkoymak,
sosyal dokudaki hücreyi irinleştirmek demektir. Toplumda birbirini doğru yoldan
alıp kötü yola sürüklemek, toplumun hayatında biyolojik yapıdaki irinleşrneyi
meydana getirmek demektir.
Biyolojik yapıda meydana gelen
"irin" hücre sistemini bozar, vücuda hem ağrı hem de ateş verir.
İrinleşen yerin büyüklüğüne göre vücut ızdırap çeker. Allah yolundan çıkarmalar
toplumda ne kadar fazla ve yoğunsa sosyal yapı da o kadar irinleşecek ve
ızdırap çekecektir.
İnkarı içinde kalmayan, onu
toplum hayatına yansıtarak eylem haline dönüştüren kâfirler doğal olarak
şiddetli azaba uğrayacaklardır. Topluma ne denli şiddetli bir ızdırap verip
insanları Allah'ın yolundan çe-virmişlerse, aynı şekilde onlar da âhirette
azaplarını çekeceklerdir.
e) "Onun eğriliğini isterler." "Onun" şeklinde
anlamlandırdığımız li hâ zamiri, bu cümleye "Allah'ın yolunun eğriliğini
istiyorlar" anlamını kazandırmaktadır. Âyette geçen 'ivecâ kelimesi,
"eğri, bükümlü olmak, kıvnmlılık" manasına gelmektedir. 'âce şeklindeki
fiil kalıbı, "seyir halindeyken yoldan çıkmak", a'vec kalıbında
alınınca da "duvar, mızrak ve buna benzer dikey olan şeylerdeki
eğrilik" anlamlarına gelmektedir.
'İvec, "dinde, sözde ve
davranışta meyletmek, sapmak ve doğru yoldan uzaklaşmak" demektir.[3]
1. Yan çizmek
"O gün insanlar davetçiye
uyacaklar. Ona karşı yan çizmek yoktur" (Tâhâ 20/108). Başka bir ifadeyle
bu âyetteki 'ivec kelimesi, "kaçıp kurtulmak" anlamına gelmekte ve
kıyametteki bir sahneyi anlatırken kullanılmaktadır.
2. Eğrilik
"Kendisine hiçbir eğrilik
koymadığı kitabı kuluna indiren Allah'a hamdolsun" (Kehf 18/1). Buradaki
'ivec kelimesi "eğrilik" anlamına geldiği için âyetin anlamı,
"Kur'ân'da anlaşılması güç herhangi bir çarpıklık yoktur" demektir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyette de bu kelime, "Allah'ın yolu için kullanılmakta ve onda bir
eğriliğin olmadığı"nı ifade etmektedir.
3. Kıvrım
"Böylece yerlerini dümdüz,
bomboş bırakacaktır. Orada ne bir kıvrım ne de tümsek göreceksin" (Tâhâ
20/106-107). Buradaki kıvrım ve tümseği, "iniş-yokuş" olarak da
manalandırabiliriz. O zaman âyetteki 'ivec kelimesi "iniş" anlamına
gelmektedir.
Demek ki kâfirler Allah'ın
yolunda bir eğrilik, bir kıvrım, bir çarpıklık aramaktadırlar. O dönemde böyle
idi, bu gün de öyledir.
f) "Onlar uzak bir sapıklık içindedirler." O kâfirler
Hakk'tan, yani ilâhî iîurdan uzakta kalmışlardır. Hakk ve ilâhî nurdan uzakta
kalan kişi karanlıkta kalmış demektir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Tüm
varlıkların sahibi, yöneticisi, besleyip büyüteni olan Yüce Allah insanları
yarattıktan sonra başıboş bırakmamış; onlara kitap ve peygamber göndererek
eğitmek istemiştir. Onun eğitimi vahy, yani kitapla olmakta, yani önceden
belirlenmiş kurallara göre davranışlar kazandırmakla gerçekleşmektedir. İlahi
vahy bu kuralları belirliyor; peygamber de onlara göre davranışların ne
olduğunu hem anlatıyor hem de yaşayarak öğretiyor. Biz buna öğretim ve eğitim
faaliyeti diyoruz. Bu faaliyetlerin amacı "karanlıklar içinde kalan insanları
aydınlığa çıkarmak"tır. Bu çıkışta "Allah'ın izni", olmazsa
olmazı teşkil etmektedir. Bunun anlamı alt yapıyı ilâhî vahy ile peygamber hazırlayacak,
Yüce Allah operasyonu gerçekleştirecektir.
Bütün bu faaliyetlerin dışında
kalanlar, dünyayı âhirete tercih eden, Allah'ın yolunda eğrilik arayan, haktan
uzak kalan ve şiddetli azaba çarptırılacak olan kâfirlerdir. Böylece Yüce Allah
kâfirin durumunu anlatarak imanın önemini ve etkinliğini ortaya çıkarmaktadır.[4]
4. Onlara iyice açıklasın diye
her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik. Artık Allah dileyeni
saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.
Âyetin açıklamasından eğitimin en
önemli ilkelerinden birini bize sunduğu anlaşılacaktır.
1. "Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi
kavminin dili ile gönderdik." Peygamberler onlara neyi açıklayacak? Bu
sorunun cevabını Nahl 44. âyette bulmamız mümkündür: "İnsanlara
kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu
Kur'ân'1 indirdik." İnsanlara indirilen Kur'ân'in açıklanması Allah'ın
hükümlerini ve emirlerini açıklamak demektir. Kur'ân evrensel bir kitap olmakla
beraber, ilk önce onun gönderildiği topluma tebliğ edileceğine ve oradan bütün
dünyaya yayılacağına göre, mutlaka ilk geldiği toplumun dili ile gönderilmeli
idi; tüm peygamberlerde olduğu gibi Hz. Pey-gamber'de de böyle oldu. Çünkü
bütün dünya milletlerinin ortaklaşa konuştuğu bir dil yoktu, bu gün de yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, o devirde edebî bakımdan en gelişmiş dil Arapça idi.
Vahyin mesajı o dilin kavramları içine konarak bütün insanlığa sunulmuştur.
"Kendi toplumunun dili ile
gönderilmiş olmak" ilkesi, geçmiş peygamberlere uygulandığı gibi Hz.
Peygamber'e de uygulanmıştır.
İndirilen ilâhî mesajı daha iyi
açıklamanın yolu "ana dili" ile eğitimdir. Yüce Allah bu kanunu ilk
insandan bu yana uygulamıştır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran
temel özellik onun akıllı ve düşünen bir varlık olmasıdır. Ancak onun hayat
bulması ve hayatını devam ettirebilmesi kültür meydana getirmesine bağlıdır. Bu
sebeple sosyologlar ve antropologlar kültürü "insan düşüncesinin varlıkta
vücut bulmuş hali" olarak tanımlarlar. Bu durumda düşünmenin ilk meydana
getirdiği "'kültür", yine düşünmenin ürettiği "düşünceler"
olmaktadır.
Düşünceler hüküm halinde dile
yansırlar ve cümleleri oluştururlar. Bu sebeple insan kelimelerle değil
cümlelerle düşünür ve dil adı verilen kültürel varlığı oluşturur.
Dilin ilk öğrenildiği kültürel
ortam önemlidir. Bu kültürel ortam ailedir. İnsan ana karnında hayat bulur,
ananın kucağında anasının dilini öğrenir, aile ortamında sosyalleşir ve
kişiliğini kazanır. Kişilik bir bütündür. Kişiliğin parçalanması durumunda
topluma uyum kaybolur.
Dil ile düşünme ve düşünce üretme
faaliyeti birbirlerini beslerler. Daha açık bir ifade ile, düşüncenin genişliği
ve gelişmişliği dilin gelişmesini etkilediği gibi, dilin gelişmişliği de
düşüncenin gelişmesine etki eder. Bunlar birbirini besleyemediği takdirde
kültür meydana getirme kabiliyeti ortadan kalkar. Kültür yaratamayan toplumlar
kültür yaratan toplumların hakimiyetine girerler.
Bir toplumun, fonksiyonları
yerine getirebilmesi için üyeleri ve grupları arasında belli bir haberleşme
sisteminin bulunması gerekir. Grup hayatının sürekliliği insanlar arasındaki fikir,
düşünce, kanaat ve izlenimlerini, duygularını birbirine aktarmalarını, yeni
deyimiyle bir iletişimi zorunlu kılar.
Düşünen ve düşünce üreten varlık
olarak insan, kendini ve kendi dışındaki varlıkları algılar, öğrenir, düşünür,
analiz yapar, karşılaştırmalarla sentezlere ulaşır, varlıklar hakkında
birtakım düşünceler geliştirir. Ancak düşünce geliştirmek yeterli değildir.
Bunları ifade etmek ve başka varlıklara iletmek de gerekir. İşte bu aşamada
iletişimin en önemli aracı "dil" olmaktadır.
Dil, bir kültür varlığı olarak
insanın yarattığı en önemli iletişim a-racıdır. İnsan, düşünmenin
fonksiyonlarına dayanarak objelere birtakım semboller verir. Bu anlamda düşünme
olaylara, olgulara, nesnelere birtakım semboller vererek bu semboller vasıtası
ile düşünce üretmektedir. Üretilen düşünceler kelimeler halinde dile yansırlar.
Demek ki kelimeler algılanan objelerin sembolleridir. İnsan algıladığı objeler
ve bunlarla ilgili ürettiği semboller miktannca düşünce genişliğine, kültür ve
medeniyet yaratma gücüne sahip olur.
İletişim aynı zamanda sibernetik
bir sistem içerisinde vuku bulur. Enformasyonlar, haber ve bilgiler, motifler,
tavır ve hareketler, his ve duygular tek tek insanlar ve gruplar arasındaki
yaptırıcı güçler vasıtası ile icra edilen ve tekrar sosyal olarak bu davranış
şekillerine anlamlı olarak reaksiyonda bulunan bir sibernetik sistemde söz
konusu olabilirler. Bu nedenle iletişim aynı zamanda geri besleme özelliğine de
sahiptir.
İletişimin dört öğesi vardır.
Bunlar: mesajı veren (mesajın kaynağı), mesajı alan, mesajın kendisi ve
iletişim ortamıdır.
İletişimde amaç mesajın alıcıya
ulaştırılmasıdır. Bu nedenle mesaj iletişimin en önemli öğesidir. Mesajın ifade
aracı dildir. Bu nedenle dil, insanoğlunun başardığı ilk ve en önemli
kültürdür. Daha önce de söylediğimiz gibi, kültür öğrenme ile elde edilir ve
benimsenir, öğretme ile nesillere aktarılır. Bu şartlarda dil de diğer kültür
öğeleri gibi değişir vegelişir. Dilin gelişmişliği aynı zamanda kültürün
gelişmişliğini ifade e-der. Belli bir kültür oluşturan toplumlarda dil ile
kültürleri arasında karşılıklı ve fonksiyonel bir ilişkinin olduğunu
gözlemekteyiz.
Bir toplumdaki bilgilenmeler,
zihnî öğrenme muhtevaları, his ve heyecan durumları, teşvik ve ödüllerle
aktarılan araçlar yalnız ifade şekilleri değil, aynı zamanda soyut
sembollerdir. Eğer sosyal münasebetler büyük ölçüde yüz yüze vuku bulursa,
meselâ, basit toplumlardaki gibi dil vasıtası ve belli sembollerin aracılığı
ile dil, direkt olarak şahıslar arası trafiğe kâfi gelebilir. Fakat kompleks ve
komplike toplumlarda, daha başka dolaylı ve şahıslar üstü sosyal iletişime
aracılık eden mercilere ve nakil vasıtalarına ihtiyaç duyulur.
İnsanlık tarihinde en önemli
kültür aşamalarından biri de davranışa dayalı ve sözlü iletişimden yazılı
iletişime geçiştir. Dilin, belirli birtakım şekillerle belirtilmesi yazıyı
oluşturur. Diğer bir ifade ile dil, sesle belirtilen sembollerden, yazı ise
şekil halindeki sembollerden ibarettir. Bir kültür yazılı bir dile, bilime,
felsefe ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bölümüne, karmaşık bir teknolojiye
ve siyâsî sisteme sahip olduğunda uygar kültür, yani "medeniyet"
halini alır.
İnsanlar esasta iletişimi,
haberleşmeyi yüz yüze yaparlar. Ancak zaman geçip toplum her gün biraz daha
karmaşık nitelik kazanınca mesajlar yöneltilecek gruplar büyük genişlik
kazanır ve yüz yüze haberleşme ve iletişim yetersiz hale gelir. Kişinin artık
bildiği, tanıdığı komşusuna değil, tanımadığı, ilk ilişkiler içinde
bulunmadığı diğer insanlara mesajlar yöneltmesi gerekir. Bu olgudan doğan
iletişime "talî, ikinci türde iletişim, haberleşme" denir. İşte bu
nitelikteki haberleşmenin bazı tekniklerle, belirli bir teknoloji uygulanarak
çoğaltılıp güçlendirilerek, çok sayıda kişiyi etkileyecek biçime getirilmesine
"kitle iletişimi" adı verilir ve kullanılan araçlara da "kitle
iletişim araçları" denir.
Teknolojinin gelişmesi ile
birlikte ulaştırma ve kitle iletişim araçlarının fiziki mesafeleri
daralttığını ve küçülttüğünü görüyoruz. Bu durumdan iletişimin ortam faktörü
kadar iletişimin alıcı öğesi de etkilenmektedir. Zaten bütün amaç da vericinin
alıcıya duygu ve düşüncelerini kabul ettirmesi ve benimsetmesidir. Ancak
iletişimin geri besleme özelliği butek yönlü etkileme durumunu bozar. Karşı
tarafın da benzer amaç ve davranışı, düşünceler ve davranışlar arasında belli
bir dengeleşmeyi ve anlaşmayı gerektirir. İşte, birlikte davranış olgusu ve
sosyal uzlaşma bu aşamada gerçekleşir. Kalıplaşmış, tipleşmiş ve modelleşmiş
davranış şekilleri toplum adı verilen varlığı bir bütün haline getirir. Demek
ki, toplumun oluşabilmesi için üyeleri arasında belli bir iletişim sisteminin
bulunması gerekir.
Yabancı dille eğitim
sünnetüllâha, yani "Allah'ın kanununa, uygulamasına ters düşmektedir. Her
toplum kendi insanını kendi dili ile eğitmelidir. Bunun dışına çıkmak,
günümüzün ifadesi ile kültür emperyalizmine yem olmak anlamına gelecektir.
Dil, bir kültürün temelidir. Dili bozarsanız kültürü de bozarsınız; bir kültürü
bozarsanız bir milleti bozarsınız ve millet olma özelliğini ortadan
kaldırırsınız. Kültürün helaki neslin helakini getirecektir. Kültürün helaki
de, dilden başlayacaktır.
"Siyâsî erki eline alır
almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, kültürü ve nesli yok etmeye çalışır. Allah
fesadı sevmez" (Bakara 2/205). Bu âyete derinden bakıldığında, kültürün,
yani harsın önce, neslin sonra geldiği görülecektir. Demek ki bir milleti
yıkmak için önce kültürünü zehirleyeceksin ki bu zehir nesle intikal etsin.
İbrahim sûresinin dördüncü âyetini birinci âyete bağlarsak, insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarabilmek için kitabı, yani ilâhî vahyi onlara iyi
bir şekilde anlatmak, açıklamak gerekiyor. İyi anlatabilmek için de onlara ana
dilleri ile konuşmak gerekiyor. Aynı zamanda birinci âyette Hz. Peygamber'e
ilâhî mesajın hangi amaçla gönderildiği açıklanıp bu amaç da
"karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" olurken, ikinci amaç da dördüncü
âyette işlenmekte ve bunun da "iyice açıklamak" olduğu tesbit
edilmektedir. Demek ki, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak; ilâhî mesajı iyice
açıklamak Hz. Peygamber'in görevi, yani amacı olmaktadır.
2. "Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola
iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir." Âyetin bu kısmı ile birinci
kısmı arasında bir bağlantı yokmuş gibi gözükmektedir. Aslında âyetin bu
kısmına özellikle şöyle mana gözükmektedir. Aslında âyetin bu kısmına özellikle
şöyle mana vermekteyiz: "Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru
yola iletir."
Âyeti, "artık Allah
dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir" şeklindeki manaya
göre açıklarsak şöyle bir netice karşımıza çıkar: "Allah dilediğini
saptırır." Sanki Allah bazı kullarına haksızlık yapıyormuş gibi bir his
uyanıyor. Âyetin bu bölümündeki haksızlığı ortadan kaldırabilmek için önceki üç
âyeti dikkate almak gerekiyor. Yüce Allah hem kitap hem de peygamber
gönderiyor. Kitabın amacı insanları karanlıklardan aydınlığa yani Allah'ın
yoluna çıkarmak. Peygamber de bir taraftan bu işi yapacak, diğer taraftan da
anlamaları için ilâhî vahyi iyice açıklayacaktır. Yüce Allah, insanları
aydınlığa getirmek için yaptığı bu faaliyete rağmen, inkâr edip dünya hayatını
âhirete tercih eden, Allah'ın yolundan insanları alıkoyan ve o yolu eğri
göstermeye çalışan insanların sapıklığını da tescil etmektedir; hiçbir şey
yokken onu saptırmamaktadır. İnsan kendi tercihini yapıyor, tavrını ortaya
koyuyor, amelini ona göre yapıyor ve ondan sonra Yüce Allah müdahalesini
gerçekleştiriyor.
"Allah dilediğini de doğru
yola iletir." Bu da öncekinin tam tersi bir tercihte bulunmuş ve Yüce
Allah'ın aydınlık çağrısına uymuş, kitaba ve peygambere inanmış ve tâbi
olmuştur. Bu insanı da Yüce Allah doğru yola iletmektedir. Âyetin bu
bölümlerini bu şekilde açıklayınca, Allah'ın kullarına haksızlık yapmadığı
anlaşılmış olacaktır. Allah kulunun beynine, gönlüne ve nefsine göre takdirde
bulunmaktadır. Kulun düşüncesi, niyeti, tercihi ve davranışları Allah'ın
takdirinin alt yapısını oluşturmaktadır.
Şimdi de metinde tercih ettiğimiz
manaya göre açıklamamızı yapabiliriz: "Yüce Allah dileyeni saptırır,
dileyeni de doğru yola iletir". Burada da alt yapıyı, insanın dilemesi
oluşturmakta ve Allah'ın takdirini belirlemektedir. Bunun nasıl ispat ederiz?
"Ve de ki: Hak,
Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf
18/29). İnkâr ve imanda insanın dilemesi vardır. Yüce Allah takdirini o
dilemeye göre yapmaktadır: "Şüphesiz biz ona yolu gösterdik. İster
şükredici olsun, ister nankör" (İnşân 76/3).
Bu durumu şu misallerle
açıklayabiliriz: Evlenme isteğini ortaya koymayana Yüce Allah evlilik takdir
eder mi? Çalışmayana rızık verir mi? Kitap açmayana ilim verir mi? Af
dilemeyeni affeder mi? Aynı şekilde sapıklığı istemeyeni saptırır mı? İyiyi,
güzeli, doğruyu istemeyeni doğru yola iletir mi?
Yüce Allah bunları azîz ve hakîm
sıfatları ile gerçekleştirmekte ve bu ilkeleri o sıfatlara sahip olan Allah
koymaktadır. Mülkünde galip ve yaptığı işi yerli yerinde yapan Allah, bunları
yapmaktadır.[5]
5. Andolsun ki biz, Mûsâ 'yi
'toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini
hatırlatıp bellet' diye âyetlerimizle gönderdik. Şu bir gerçek ki, bundan iyice
sabreden, çokça şükreden herkes için sayısız âyetler vardır.
6. Musa'nın kendi toplumuna şöyle
dediği zamanı da hatırla: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Hani, sizi
Firavun'un hanedanından (adamlarından) kurtarmıştı. Onlar size azabın en
kötüsüyle acı çektiriyorlar, erkekçocuklarınızı doğruyorlar, kadınlarınızı
canlı bırakıyorlardı". İşte bunda sizin için Rabb'inizden gelen çok büyük
bir deneme vardır.
7. Rabb'inizin size duyurduğu (şu
gerçeği de) hatırda tutun: "Eğer şükrederseniz, ben de sizin için mutlaka
artıracağım. Ve eğer nankörlük ederseniz hiç kuşkusuz benim azabın çok çok
şiddetlidir."
8. Şöyle demişti Mûsâ: "Siz
de yeryüzünde bulunanların tümü de küfre saplamanız, hiç kuşkusuz Allah mutlak
zengindir, hamdedilmeye lâyıktır."
İbrahim sûresi birinci âyetteki
"karanlıklardan aydınlığa çıkarma" ekleminin Hz. Musa'nın da görevi
olduğu 5. âyette anlatılmaktadır. İlâhî . ih\ ve onu tebliğ eden peygamberlerin
görevleri arasında yer alan "kargılıklarla mücâdele verip insanları
aydınlığa çıkarmak", süreç olarak j
etmiştir.
"Andolsun ki biz, Musa'yı
'toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini
hatırlatıp bellet' diye âyetlerimizle gönderdik."
a) Âyetin bu kısmında
geçen od âyât
"âyetler" kelimesi,
"mu'cize" mi, yoksa "kitabın âyetleri" anlamına mı
gelmektedir? İbrahim sûresinin birinci âyetine bakarsak bu kelimenin,
"kitabın âyetleri" anlamına geldiği anlaşılacaktır.
Ama "âyetler"i,
"mu'cizeler" olarak manalandıranlar da vardır. İnsanları
karanlıklardan aydınlığa mu'cizeler mi, kitabın âyetleri mi çıkarır? Bize göre
kitabın âyetleri kalıcıdır, mu'cizeler ise zamana bağlı olarak geçicidirler.
Demek ki, "âyetler"den kasıt, "vahyin kendisi"dir, yani
"kitabın âyetlerTdir.
b) İbrahim sûresi birinci âyette insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in amacı olarak belirlenirken, beşinci
âyette Hz. Musa'nın, toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkarması amaç
edinilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Muhammed'in peygamberliği evrensel,
Hz. Musa'nın peygamberliği ise yöreseldir. Çünkü Hz. Muhammed için "tüm
insanlar" Hz. Mûsâ için de "kendi toplumu" ifadesine yer
verilmektedir.
c) İbrahim sûresi birinci âyette "karanlıklardan
aydınlığa" derken, bunun "Allah'ın yolu" olduğu tanımlaması
yapılmaktadır. Ama aynı tanımlamayı beşinci âyette bulamıyoruz. Onun yerine
"karanlıklardan aydınlığa çıkarmak"tan sonra, "Allah'ın
günlerinin hatırlatılması" gelmektedir.
Bizce birinci âyetteki
"karanlıklar ile aydınlık"; beşinci âyettekin-den biraz farklıdır.
Bütün müşterek yönlerine rağmen İsrâiloğulları için "karanlıklar",
"kölelikler" ve altıncı âyette anlatılan "Firavun'un zulmü";
"aydınlık" da "kölelerin hürriyetlerine kavuşmaları ve
Firavun'un zulmünden kurtulmaları"dır. "Kölelikten kurtulup
hürriyetine kavuşmak", "karanlıklardan aydınlığa çıkmak"tır. Bu
manada alınınca, "âyetler" kelimesine "mu'cizeler"
manasını vermemiz mümkündür. Çünkü Hz. Mûsâ, kavmini kölelikten kurtarırken o
mu'cizeleri kullanmıştır. Mu'cizelerolmasaydı kurtuluş imkansızdı. Bu
mu'cizelerin neler olduğunu cevap-landırabilmek için şu âyetlere bakmamız
gerekiyor:
i. Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ? 'O, benim asâmdır', dedi. 'Ona
dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başka ihtiyaçlarım da
vardır'. Allah: 'Onu yere at, ey Mûsâ' dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne
görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi
eski haline sokacağız,' diye buyurdu" (Tâhâ 20/17-21). Buna '"asâ
mu'cizesi" denmektedir.
ii. "Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mu'cize
olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın. Tâ ki, sana en büyük
âyetlerimizden bazılarını gösterelim" (Tâhâ 20/22-23). Buna da "Yed-i
Beydâ", yani "elin parlaması mu'cizesi" denmektedir.
iii. "Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye
vahyettik. Deniz yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ö-tekilerini de
(Firavun'un ordusunu) oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve beraberinde bulunanların
hepsini kurtardık" (Şu'arâ 26/63-65). Buna da "denizin yarılması
mu'cizesi" denmektedir. Ama bu mu'cize '"asâ mu'cizesi"nin bir
boyutunu teşkil etmektedir.
iv. 'Asanın oluşturduğu bir başka mu'cize de şudur:
"Mûsâ kavmi için su istemişti de biz ona:
'Asanla taşa vur!' demiştik. Derhal on iki pınar fışkırdı" (Bakara 2/60).
Buna da "taştan su akıtma mu'cizesi" denmektedir. 'Asanın, bir
ejderha olup sihirbazların sihrini yutması da 'asanın mu'cizesine dahildir.
v. Hz. Musa'nın diğer mu'cizeleri de A'râf 133'de şöyle sıralanmaktadır:
Tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan.
Bize göre, Hz. Musa'nın düşmanın
sarayında büyütülmesi en büyük mu'cizelerden biri olmuştur. Doğumu ve hayatı
mu'cize olan insanın bir peygamber olarak mu'cizeleri de bunlar olmuştur.
Hayatına nehre bırakılmak suretiyle su ile başladı, kavmi de sudan kurtarılarak
hürriyetine kavuşturuldu.
d) "Allah'ın günlerini onlara hatırlat". Bu emir, Hz.
Musa'nın ikinci görevi olmaktadır. Birincisi "kölelik karanlığından hürriyetin
aydınlığına ya da küfür karanlığından tevhîd inancının aydınlığına
çıkarmak", ikincisi de onlara "Allah'ın günlerini hatırlatmaktır.
Bilindiği gibi Hz. Yûsuf tan
sonra Mısır'ın idaresi Firavunların e-line geçmiş, İsrâiloğulları için çok kötü
yani "Allah dedirtecek günler" başlamıştı. İsrâiloğulları Firavun'un
idaresinde zulüm ve işkence görmeye başlamışlardı.
İsrâiloğulları bu acı, yani
"Allah dedirten günleri" yaşadıktan sonra, bir ilâhî nimet olarak
Hz. Mûsâ vasıtasıyla hürriyetlerine kavuştular. İşte hürriyetlerine
kavuştukları günlerdeki şımarıklıkları, şirke sapmaları sebebiyle Yüce Allah,
Hz. Musa'dan onlara eski günlerini hatırlatmasını ve tarihî bir olgu olarak
belletmesini istemişti. Onlar ne idi ve şimdi ne oldular? Yaşadıkları o
kahredici günlerden bu günlere nasıl geldiklerini onlara anlatması ve
beyinlerine kazımasını Yüce Allah Hz. Musa'dan istemişti. Bu demektir ki,
İsrâiloğullarında nankörlük başlamış, "Allah dedirten günler"
unutulmuştu. Erkek çocuklarının kesilip kızlarının bırakıldığı; Firavun tarafından
sömürülüp köleleştirildiği günler kısa zamanda unutulmuştu.
Peki âyetin bu kısmı bizim için
ne ifade etmektedir? Yani, İsrâiloğullannın başından geçen târihî olgular
müslümanların kitabında niçin yer almaktadır? İşte bu soruların cevabı âyetin
son bölümü ile cevaplandırılmaktadır.
2. "Şu bir gerçek ki, bunda iyice sab-reden, çokça şükreden
herkes için âyetler vardır." Yüce Allah, anlatılan bu gerçeklerde
sabreden, yani belalara dayanıp onların altından kalkabilecek, sahip olduğu
nimete iyice şükredenler için dersler, kanunlar ve ibretler olduğunu âyetin
sonunda hatırlatmaktadır. Tarihte Firavun ailesinin İsrâiloğullarına layık
gördüğü zulüm, gelecek nesillerde de tekrar-lanabilir. Aşırı ırkçı olanlar,
insanları kökenlerine göre gruplara ayırarak, siyâsî erki ellerine
geçirdiklerinde onlara zulüm edebilirler.
Firavun, iktidarını elinden
alacaklar diye İsrâiloğullannın erkek çocuklarını kesmedi mi? Aynı şekilde
günümüzde de siyâsî erki elinden kaçırmamak için rakiplerine entrika yapanlar
yok mudur? Bunun için demokrasi rejimine geçemeyen ülkeler mevcut değil midir?
İşte Yüce Allah'ın, Hz. Mûsâ dönemindeki târihî olguları bize anlatmadaki
amacı, yaşanan ve yaşanacak olan hayata ışık tutmak, benzer hatalara
düşülme-mesini öğütlemektir.
Hz. Musa'nın döneminde yaşanan o
çileli, o "Allah dedirtecek günler", Arapların kadınları hakkında Hz.
Peygamber'in doğduğu toplumda da tekrar ediyordu. Böylece bu âyetle Yüce Allah
Hz. Peygamber ve müslümanlara ışık tutmaktadır.
"Musa'nın kendi toplumuna şöyle
dediğini de hatırla: Allah'ın
üzerinizdeki nimetini anın. Hatırlayın ki, sizi Firavun'un hanedanından
(adamlarından) kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsüyle acı çektiriyorlar,
erkek çocuklarınızı doğruyorlar, kadınlarınızı canlı bırakıyorlardı."
a) Hz. Musa'nın kavmine olan konuşması, kavminin uğradığı zulüm ve
çektiği çile tarihsel olgular içerisinde yerini almalıydı ve aldı da. Kur'ân,
bir ilâhî metin olarak o dönemde çekilenlerin tarihin kara bir lekesi olarak
Hz. Muhammed ve ümmeti tarafından hatırlanmasını istemektedir.
İsrâiloğullarının başından geçen ve insanlığı utandıracak bu olguların iyi
analiz edilip tarihinin felsefesi yapılmalıdır.
b) "Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın." üzkürû
kelimesini, "düşünün" şeklinde de anlamlandırabiliriz. Hz. Mûsâ, hürriyetlerine
kavuştuklarından sonraki hayatlarında gösterdikleri nankörlükleri yüzünden
kavmine bu şeklide hitap etmektedir. Nimeti hatırlamayan ve onun kıymetini
bilmeyenlerden Allah nimetini alır.
Toplumların hafızası kısadır.
Kısa bir zamanda kendilerinin ve geçmiş nesillerinin yaşadıklarını unuturlar.
Toplum hafızasının olgularıunutması, geleceğe yönelik ışığının sönmesi
demektir. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Hatırlanması, üzerinde
düşünülmesi gereken nimetler nelerdi? Sorunun cevabı âyetin devamında
verilmektedir.
c) "Hatırlayın ki, sizi Firavun'un hanedanından (adamlarından)
kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsüyle acı çektiriyorlar, erkek
çocuklarınızı doğruyorlar, kadınlarınızı canlı bırakıyorlardı." İşte bu
"Allah dedirtecek ızdıraplar"dan kurtulmak, Allah'ın onlara olan
nimetidir.
i. Allah'ın, İsrâiloğullarını, Firavun hanedanının baskısından kurtarması
bir nimettir. Çünkü Firavun hanedanı, İsrâiloğullarını köle edinmişti.
Kölelikten kurtulmak nimetlerin en büyüğü değil midir?
ii. "Onlar size azabın en kötüsünü çektiriyorlardı"
derken ne kastediliyordu? Bunun cevabı Kasas 4'tedir. "Firavun, ülkesinde
gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere ayırmıştı. Onlardan bir zümreyi
güçsüz bırakıyordu."
Halkı kökenlerine göre gruplara
ayırmak, kendi grubundan olanları tutup diğer gruptan olanları zayıflatarak
ezmek, sömürmek ve köleleştirmek azabın en kötüsüdür. İşte bu durumdan
kurtulmaları Allah'ın onlara olan en büyük nimetidir.
iii. Erkek çocuklarının boğazlanıp kadınların sağ bırakılması da
çok büyük bir çile ve azaptı. Allah'ın, onları Mısır'dan Hz. Mûsâ vasıtasıyla
çıkarıp kurtarması da bir nimettir.
Bütün bu olayları geriye
bırakınca onları hatırlamamak, Allah'tan gelen bir planla onlardan kurtulduğunu
düşünmemek nankörlüktür.
Burada sorulması gereken bir soru
vardır: Bu korkunç azap, zulüm ve çileler ne zaman ve nasıl değişip nimete
dönüştü? Bu sorunun cevabını verebilmek için Kasas sûresinin 5. âyetine gitmek
gerekiyor: "Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları
önderler yapmak ve onları diğerlerine vâris kılmak istiyorduk." İşte Yüce
Allah İsrâiloğullarını kölelikten önderliğe çıkartmış, Firavun ülkesinin ve
siyâsî erkinin vârisi kılmayı murad etmiş ve bunu gerçekleştirmek için de Hz.
Mûsâ vasıtasıyla onlarıo zulümlerden kurtarmıştı. İsrâiloğullarının psikolojik,
toplumsal ve siyâsî yapılarındaki bu köklü değişimin daima hatırlanması ve
neticesinde nankörlük edilmeyip şükredilmesi gerekiyordu.
Bu noktada sorulması gereken
başka bir soru vardır: İsrâiloğullarının çektiği bu çileler ne anlama
geliyordu? Sorunun cevabı, yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 6'da
yatmaktadır.
4. "İşte bu size anlatılanlarda Rabb'inizden büyük bir imtihan
vardır." Demek ki Yüce Allah İsrâiloğullarını imtihandan geçiriyordu.
İmtihanın iki boyutlu olabileceğini söylemekte yarar vardır.
a) İsrâiloğullarının Firavun'un zulmü altında çektikleri, ya daha
önce yaptıkları kötülüklerin bir cezası ya da Yüce Allah'ın onları ağır bir
imtihandan geçiriyor olmasıydı. Çünkü Yüce Allah'ın müsaadesi olmasaydı,
Firavun onlara zulmedemezdi. Daha sonra İsrâiloğullarını kurtarıp
Firavun'u helak ettiği gibi baştan da
helak ederdi. Böyle bir imtihan sünnetüllâhda var mıdır? "Andolsun ki, biz
sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile
imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele" (Bakara 2/155). Bu âyetin sonundaki
sabır ile İbrahim 5'in sonundaki sabır bir araya getirildiğinde imtihanın
sabır için yapıldığı anlaşılmış olacaktır.
b) İmtihan Firavun'un zulmünden kurtulup nimete, yani hürriyetlerine
kavuşmaları nedeniyle olabilir. O zaman da imtihanın amacı şükür olmaktadır.
Buna olan delilimiz de İbrahim sûresinin biraz sonra yorumunu yapacağımız 7.
âyetidir.
Bize göre, imtihanın büyük olması
yukarıda bahsettiğimiz hem şer hem de iyilikle olmuş olmasıdır; yani biz bu
imtihanın iki boyutunun bir arada gerçekleştirildiğine inanıyoruz. Çünkü kötü
ile iyinin olmadığı bir imtihan tek taraflı olur ve büyük olamaz. Peki buna
delilimiz ne olabilir?
Bu sorunun cevabı Enbiyâ
35'dedir:
"Her canlı, ölümü tadar. Bir
deneme olarak sizi iyilikle de kötülükle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize
döndürüleceksiniz." İyi ve kötünün bulunduğu bir imtihan gerçekten büyük
ve sürekli bir imtihandır. Demek ki İsrâiloğullarımn kurtuluş öncesi çektikleri
de bir imtihan; kurtulduktan sonra sahip oldukları nimetler de bir imtihan
idi; daha doğrusu bir imtihanın iki yüzü ya da iki boyutu idi.
5. "Rabb'inizin şunu duyurduğunu da hatırda tutunuz: Eğer
şükrederseniz, ben de sizin için mutlaka artıracağım. Ve eğer nankörlük
ederseniz, hiç kuşkusuz benim azabım çok şiddetlidir."
a) İşte bu âyette Hz. Mûsâ onlara, Yüce Allah'ın değişmeyen evrensel
kuralını, kanununu veya sünnetini takdim ederek onu unutmamalarını tebliğ
etmiştir. Her toplum ve fert için geçerli olan genel kural şudur: Fert veya
toplumlar sahip oldukları nimetlere şükrederlerse Allah o nimetleri artırır;
tam tersine nankörlük ederlerse şiddetli azaba uğrarlar.
Bu, kıyamete kadar geçerli olacak
olan ilâhî bir kanundur.
b) Bu âyetteki eş-şükr kelimesine
"inanmak" manası
verilebilir. O zaman buradaki jiSül el-küfr kelimesine de "inkâr"
manası verilecektir. Bu manayı vermek için delilimiz ne olabilir? Cevap olarak
İnşân sûresinin 3. âyetini verebiliriz:
"Biz onu yola götürdük. Artık ya inançlı ya da inkarcı olur."
Fakat imanın bereketle ya da
bereketi artırmakla bir ilgisi var mıdır? Bu sorunun cevabı da A'râf 96'dadır:
"O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne
gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." İbn Abbas da şükrün
manasını bu âyete göre vermiştir.[6]
Demek ki nimete sahip olmak
önemli bir şey olmakla beraber, onu tutabilmek ve daha çoğaltmak için şükür
şarttır. Başka bir toplumun ezici baskısından kurtulmak; özgürlüğüne kavuşmak;
sömürülmekten kurtulmak bir toplum için şükredilmesi ve korunması gereken bir
ameldir.
Bu şükrü söz ile "Yâ Rabbi!
Verdiğin nimetlere şükürler olsun" demekten ziyade, çalışarak
gerçekleştirmek çok daha doğru olacaktır: "Ey Davud ailesi! Şükür için
çalışın" (Sebe' 34/13) şek- linde buyuran Yüce Allah çalışmayı da şükürden
kabul etmiştir. Bu çalışma bedenen olacağı gibi zihnen de olabilir. Demek ki
yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 7'deki "eğer şükrederseniz"
ifadesini "eğer şükür için çalışırsanız" şeklinde manalandırabiliriz.
Bu son izahımızdan da
anlaşılacağı üzere âyetteki şükür kelimesine kelimenin kendi anlamı olan
"şükür"; küfür kelimesine de "nankörlük" anlamı
verilebilir.
6. "Şöyle demişti Mûsâf Siz de yeryüzünde bulunanların tümü de
küfre sapsanız, hiç kuşkusuz Allah zengindir, hamdedilmeye lâyıktır."
Hz. Mûsâ öğüdüne devamla bu
açıklamayı yapmıştır. Isrâiloğullarının ve yeryüzünde yaşayan kim varsa
nankörlük yapsalar bile Allah'a bir zarar vermezler, Allah'ın zenginliğinden
bir şey eksilte-mezler, çünkü Allah müstağni, yani kendi kendine yeterlidir,
başkasına muhtaç değildir. Böylece kulun yaptığı nankörlüğün kendisine zarar vereceği,
Allah'a zarar veremeyeceği onlara öğretilmektedir.
Bunu söylerken, nimetin değerini
bilmenin, yani şükrün getirişinin insanın kendisine olacağını, Allah'a bir
fayda temin etmeyeceğine de burada işaret edilmektedir.
Yüce Allah müstağni olunca, her
övgüye de lâyık olmaktadır. Yeterlilikle övgüye lâyık olma sıfatları onun için
burada bir araya getirilmiştir. Hz. Musa'nın bu öğüdünden anlıyoruz ki, bir
insan bir iş yaparken, onun getirişinin kime ait olduğunun bilincinde
olmalıdır.[7]
9. Sizden öncekilerin, Nuh, 'Âd
ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi?
Onları Allah 'tan başkası bilemez. Peygamberleri kendilerine mu 'cizeler
getirdi de onlar, ellerini (peygamberlerinin veya kendilerinin) ağızlarına
bastılar ve dediler ki: 'Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine
çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.'
10. Peygamberleri dedi ki:
'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe(niz) mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan
bir kısmını bağışlamak ve muayyen bir vakte kadar tehir edip yaşatmak için sizi
çağırıyor.' Onlar dediler ki: 'Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey
değilsiniz. Siz, bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek
istiyorsunuz. Öyleyse bize, (bu iddianız konusunda) apaçık bir delil getirin!'
11. Peygamberleri onlara dediler
ki: 'Evet, biz sizin gibi bir insandan
başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder.
Allah'ın izni olmadan bizim size bir
delil getirmemize imkan
yoktur. Mü 'minler ancak Allah 'a dayansınlar.
12. Hem, bize yollarımızı
göstermiş olduğu halde ne diye biz, 'Allah'a dayanıp güvenmeyelim?' Sizin bize
verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah 'a
tevekkülde sebat etsinler.'
13. Kâfir olanlar peygamberlerine
dediler ki: 'Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize
döneceksiniz!' Rabb 'leri de onlara: 'Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz!' diye
vahyetti.
14. Ve (ey inananlar)! Onlardan
sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve
tehdidimden sakınan kimselere mahsustur.
15. (Peygamberler) fetih
istediler (Allah da verdi). Her inatçı zorba da hüsrana uğradı.
16. Ardından da cehennem vardır
ve orada kendisine irinli su içirilecektir.
17. Onu yudumlamaya çalışacak,
fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir.
Bundan öte şiddetli bir azap da vardır.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarına öğüt
verirken önce geçmişlerini hatırlatıp bulundukları durumdan dolayı Allah'a
şükretmelerini istedi. Ardından İsrâiloğullarına kendisine inanmalarını, itaat
etmelerini ve Allah'ın yolundan gitmelerini istedi ve bunu yapmadıkları
takdirde başlarına nelerin geleceğini târihî örneklerle onlara anlattı. Hz.
Mûsâ, tarihteki kavimlerin peygamberlerine olan olumsuz tepkilerinden dolayı
çarptırıldıkları cezaları örnek alarak halkından, kendi inanış, düşünce ve
amellerini a-yarlamalarını istemektedir. Böylece Hz. Mûsâ öğüdünü hem geçmişle
hem de gelecekle ilgili boyutlarda yapmakta, geleceğe yönelik öğüdünü
geçmişteki toplumların olguları üzerine oturtmaktadır.
Şimdi Hz. Musa’nın, İsrâiloğullarının
geçmişten almalarını istediği ibretin veya ibretlerin analizine geçebiliriz:
1. "Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve
onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi?" Bu Soru Hz. Musa tarafından kendi topyumuna,
yani İsrâiloğullarına yöneltilmektedir.
Sorunun tarihe yönelik olarak sorulmasından şunu anlıyoruz:
a) İsrâiloğulları Hz. Musa’ya karşı olumsuz tavır takınıyor ve
Allah’ın mesajına yakışmayan davranışlarda bulunuyorlardı. Bu nedenle Yüce
Allah onlara bir uyarı olarak, yaptıklarından dolayı geçmiş toplumların başına
gelenlere bakmaları halinde kendilerini değerlendirme imkanı bulacaklarını
ifade etmekte, aksi takdirde o toplumların başına gelenlerin kendi başlarına da
gelebileceğini onlara özellikle hatırlatmaktadır.
b) İsrâiloğulları kötülük yapmamış olabilirler. O takdirde Hz.
Musa’nın bu uyarısı gelecekteki muhtemel yanlış davranışlarını önlemek
maksadıyla yapılmış olabilirler. O zaman da yukarıda ki soru tamamen eğtim
amaçlı bir soru olarak kalmaktadır.
c) Geşmişteki toplumların başından geçen bela şeklindeki olgular,
tekrar etmeyecek anlamına gelmez. Çünkü sosyal olay ve olgularda bir
determinizm özelliği vardır. Nedir determinizm? Aynı sebepler ve aynı şartlar
altında aynı sonuçlar, yani olaylar meydana gelir.
Allaha, Peygamberine ve evrensel
ahlak kurallarına geçmiş toplumlar gibi ters düşmek, niteliği farklı olsa bile
benzer cezaların Yüce Allah tarafından verileceği sonucunu doğurur. Bu olguyu
daimi hatırlarında tutumaları
İsrâiloğullarından istenmektedir.
d) Hz. Musa, bu sorusu ile geçmişten geleceğe doğru ışık tutmakta,
geçmişin olgularının canlı olduğunu, insanın beynine oradan gönlüne hareket
eden, beyinde ve gönülde değişimler meydana getiren birer öğretmen olduklarını
onlara hatırlatmaktadır. Geçmişin olgularından ders alınırsa, onlara can
verilmiş olacaktır.
Peki Hz. Musa’nın bu sorusu neden
Kur’an’da yer almaktadır? Kur’an’da bu olay anlatılarak Hz. Peygamber dönemine ve gelecek
nesillerin oluşturacağı toplumlara ışık
tutulmakta; geçmiş sosyal olguların öğretici,ibret verici, ve süreç
niteleklerine dikkat çekilmekte, onlardan istifade ederek hayatın disipline
edilmesine işaret edilmektedir. Kur’an bu soruyu aynen bize sormaktadır. İşte
Hz. Musa’nın bizi eğitmedeki rolü bu olmaladır. Yüce Allah Hz. Musa’nın bu
sorusunu Kur’an’ın diline koyup bize sormakta sordurmaktadır. Böylece Yüce
Allah o soruyu Kur’an’a koyarak kaybolmasını ve unutulmasını önlemekte, geçmiş
toplumların başından geçen olguların konuşan, öğüt veren, insanları uyaran ve
insanların iyiliğini isteyen bir çaba içinde olduklarını hatırlatmaktadır.
2. " Onları Allah’ tan başkası bilmez. "
a) Yukarıda sorulan sorudan sonra bu açıklamanın gelmesi
manidardır. Geçmişte tarihi olguları kaydeden tek vesika Allah’ın vahyi idi.
İnsanlar henüz kendilerinin
yazmaları ile oluşturdukları bir tarih kültürüne sahip değillerdi. O olguları
tarihe kazandıran ve yaşatan ilahi vahiy olmuştur.
b) Birde beşeri tarih, olguları anlatırken eksik ve tarafgir olarak
nakledebilir.O zaman tarihin objektifliği ya da tarafsızlığgı ortadan kalkmış
olur. O toplumların başına gelen olguların sebebini onların amelleri ve yapıp
ettikleri teşkil etmiş; cezayı verende Yüce Allah olmuştur. Onun için Allahtan
başkası bu sebep sonuç ilişkisi içinde cereyan eden olguları bilemez.
Tarafsız bilgi sadece Allah
katındadır. Olguların sebep ve sonuçlarını belirleyen Allahtan başkası olamaz.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Allah’a isyan bakımından geçmiş toplumların başına gelen belaların ve azabın
gerçek bilgisini ilahi vahiyde bulmak mümkündür.
Geçmiş toplumlarda siyasi erki
elinde bulunduranların halka zulmetmeleri, ilahi azaba çarptırılmalarının ana
sebeplerindan biri olmuştur.
Aynı olgunun bir benzerini de
İsrâiloğullarıFiravundan görmüşlerdi ve bir süre sonra ondan kurtulmuşlardı.
Diğer taraftan ilahi vahyde bahsi
geçen toplumların dışında öyle toplumlar helak olmuştur ki , onların haberleri
kutsal kitablarda yer almamıştır. Onları sadece Allah bilmektedir. "Âd'ı,
Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesli de (helak ettik)"
(Furkân 25/38). Âyetten anlıyoruz ki Kur'ân'da adından söz edilmeyen nice
toplumlar tarihten silinip gitmişlerdir. Bize göre bunların çöküş sebepleri ile
diğerlerinin arasında büyük benzerlik olması sebebiyle zikredilmemişlerdir.
Bu toplumların helak olmasının
sebep veya sebepleri ne idi? Sorunun cevabını âyetin devamı verecektir.
"Peygamberleri kendilerine
mu'cizeler getirdi de onlar, ellerini (kendilerinin veya peygamberlerinin)
ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi
kendilerine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz." Bu âyetin
bu kısmından çıkaracağımız önemli ilkeler vardır:
a) Peygamberler, geldikleri toplumun halkına mu'cizelerle, delillerle
gelmişlerdir. Burada mu'cize ve delillerle gelme olgusu eğitim faaliyetine
işaret etmektedir. Peygamberler, toplumların kötü gidişini durdurmak, çöküşü
önlemek, iyiyi, güzeli, doğruyu, hakkı hayatlarına geri döndürmek için köklü
eğitim faaliyetine girişmişler ve bu faaliyeti Yüce Allah onlara farz
kılmıştır. Onların bu eğitim faaliyetini başlatan kaynak da ilâhî vahy ve
mu'cizeler olmuştur. İlâhî vahy, eğitimin beşerî fikirlere göre yapıldığı
ihtimalini ortadan kaldırıp tarafsız bir kaynaktan gelen fikrin önemini
vurgulamıştır.
Mu'cizeler de insanın şu psikolojisini
kapatmaktadır: İnsan vuruşup aciz kaldığı insana daima boyun eğer. Güçlünün
karşısında boynunu büker ve teslimiyet bayrağını çeker. Bu durum insanın
doğasında vardır. İşte mu'cizeler, insanı, güç ve beşerî bakımdan aciz
bırakmaktadır. Mu'çizenin karşısında aczini hisseden insan hemen Allah'ın
gücünü ve peygamberin gerçek peygamber olduğunu anlayıp iman denen teslimiyet
bayrağını çekiyor. Onun içindir ki tarafsız yani objektif bilgi olan ilâhî vahy
ile mu'cizeler peygamberlerin eğitiminde olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Bu
açıklamadan şu noktaya varmak istiyoruz: Yüce Allah her şeyi insan için istemiş
ve takdir etmiştir. Tıpkı bütün kâinatı insana bir yaşam ortamı haline getirip
istifadesine ve emrine sunduğu gibi vahy, mu'cize ve peygamberler de göndermiştir.
Çünkü bütün eğitim faaliyetleri insan içindir.
b) "Onlar ellerini, peygamberlerinin ağzına bastılar."
Ayetin bu kısmı bize geçmiş toplumların çöküşünü yani helakini hazırlayan
sebeplerin başta gelenini vermektedir. "Ellerini peygamberlerin ağzına
basmaları", aslında mecazî bir anlatım şeklidir. Bu anlatım şeklini
günümüze taşıyarak anlatırsak şöyle açıklayabiliriz: Biz buna "öğrenim
özgürlüğünü engellemek, ortadan kaldırmak, ona engel olmak" diyoruz.
Peygamberlerin, Yüce Allah'tan
aldıkları mesajı insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak ve öğretmek özgürlükleri
vardır. Halkın da onlardan bu mesajı öğrenme hakları, özgürlükleri vardır.
Öğrenim özgürlüğünü engellemek, insan haklarına yapılan en büyük tecavüzdür.
İşte o kavimlerin ileri gelenlerinin, peygamberlerin öğretimini
engellemelerini Yüce Allah "elleriyle ağızlarını kapatmak" olarak
ifade etmiştir. Biz burada şu soruyu sormalıyız: Yüce Allah neden
"engellemek" fiilini kullanmadı da de "el ve ağız"
kavramlarına yer vererek mecazî bir ifadeyi tercih etti?
Yüce Allah "eller" ile
"ağızlarına basmak" kelimelerine bize göre farklı bir mana
yüklemiştir. Arapça "el" anlamına gelen jJi el-yed, aynı zamanda "güç" anlamına da
gelmektedir. Bu mananın Kur'ân'dan delili Fetih sûresinin 10. âyetidir:
"Allah'ın eli onların elinin üzerindedir" âyeti "Allah'ın gücü,
desteği, onayı onların güçlerinin, onaylarının üstündedir" manasına
gelmektedir. Her işimizi ellerimizle yaptığımız için, ellerimiz bizim gücümüzü
ifade etmektedirler.
İşte bu manadan hareket edersek
"ellerini ağızlarına bastılar" ifadesi, "güç kullanarak zorla
peygamberleri susturdular" demektir. Fizikî, yani maddî anlamda ellerini
ağızlarına koymadılar; el denen gücü kullanarak konuşmalarını engellediler.
Bunun bir anlamı da "ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmalarıdır",
"ağız" kelimesi, "ifâde, düşündüğünü söylemek" anlamına
gelmektedir. Demek ki o toplumların özellikle ileri gelenleri zor kullanarak,
halkın hem öğrenim hakkını hem de ifâde özgürlüğünü ellerinden almışlar veya
almaya çalışmışlardır.
Onların bu yaptıkları baskı, yani
öğrenim hakkı ve ifâde etme özgürlüğüne mani olma bir süreç olarak tarihte
devam etmiş, sonuçta da dinlerin ve demokratik rejim ve eğitimin muhalefeti ile
karşılaşmıştır. Günümüzde hemen hemen her toplumda egemen güçler bir şekilde
öğrenim hakkı ve düşüncesini ifade etme özgürlüğüne engel koymakta, baskı
uygulayarak bu özgürlüğün kullanımını kirletmektedirler. Dinler öğrenim hakkı
ve ifade özgürlüğü için mücâdele vermiş ve bunun için gönderilmişlerdir.
Hz. Mûsâ İsrâiloğullarına bunu
anlatırken bize de şunu söylüyor: Kendisi de onlardan böyle bir zahmeti
çekmekteydi. Ayrıca geçmiş toplumların çöküş nedenlerinden birini de bize
öğretmektedir. İnsan hak ve özgürlükleri ile olumsuz anlamda uğraşmak ve bunu
bir ahlâk haline getirmek toplumları çöküşe götürecektir.
"Ellerini ağızlarına
bastılar" ifadesinden psikolojik bir netice de çıkartıyoruz. Bu davranış
şekli bir "kin"in ifadesidir. "Ellerini ağızlarına
bastılar" derken, burada kâfirler de kastedilmiş olabilir. Yani kâfirler
sendi ellerini kendi ağızlarına basmış olabilirler. Âyetteki zamirlerden bu
manayı yakalamak da mümkündür. Kâfirlerin, peygamberlere duydukları kinden
dolayı ellerini kendi ağızlarına basmış olmaları yorumuna delil rnılabilir
miyiz? Bu sorunun cevabı için Âl-i İmrân 119. âyete gitmemiz gerekiyor:
"Onlar, sizinle karşılaştıklarında, 'inandık' derler; kendi başlarına
kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını
ısırırlar." "Elini kininden dolayı ağzına basmak" ile
"ısırmak" hemen hemen aynı manaya gelmekledir. Çünkü nefisteki kin
ile nefret ağızdan kelimelerle döküldüğü gibi '•ya durum davranışlarla da ifade
edilmektedir. "Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen
ozlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür"
ÂI-i İmrân 3/118).
O dönemlerde kâfirler,
inananların peygamberlerle yüz yüze gelip konuşmalarını baskı kullanarak
önlüyorlardı. Günümüzde kalemleri, gerçeği araştıran basını ve hakikati ortaya
çıkarmaya çalışan ilim adamlarını susturmak da aynı anlama gelmektedir. Artık
konuşmayla fikrini ifade etme özgürlüğü engellenirken, kalemin de yazma
özgürlüğü engellenmektedir. "Benim düşündüğüm gibi düşüneceksin",
"benim söylediğim gibi söyleyip yazacaksın" şeklindeki baskı ve
özgürlükleri engelleme şekli bugün, eski toplumları aratmayacak durumdadır.
Medenî dünyamızda düşüncelere
zincir vurulmamalı, kalemler susmamalı, öğrenim hakkı ayakta tutulmalı, ifade
özgürlüğü kutsanmalı-dır. Bunlar yapılmalıdır ki ilkellikten kurtaralım, hep
aydınlık içinde olalım ve Allah'ımızın katına özgürlükleri engelleme günahı
ile çıkmayalım; zararlı olmadığı müddetçe kelimelerin bile değerini bilelim,
gelecek nesillere nurlu, aydınlık bir dünya bırakalım.
"Ve dediler ki: Biz, size
gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir
kuşku içindeyiz." Kâfirlerin olumsuz tepkileri davranış olarak âyetin bir
önceki bölümünde anlatılmıştı, sözlü olarak da bu kısmında ifade edilmektedir.
i. "Size gönderileni inkâr ettik." Dikkat edilirse,
"inkâr ediyoruz" demediler de, "inkâr ettik" dediler, yani
geçmiş zaman kipini kullandılar. Geçmiş zaman kalıbında kullanmalarının sebebi,
inkârlarından dönmeyeceklerini ve istikbalde imana gelme diye bir ihtimali
ortadan kaldırmak istemeleridir. "İnkâr ediyoruz" deselerdi, şu anda
inkâr ediyor ama gelecekte inkâr etmeyebilir anlamı çıkacaktı. "Size
geleni" derken de kastettikleri şey, o peygamberlere gelen vahydir,
Allah'ın mesajıdır. İşte onların peygamberlerin öğrenim ve ifade
özgürlüklerine mani olacak kadar ileri gitmelerinin sebebi bu inkâr psikolojisi
olmuştur.
Peki onları bu kadar derin ve
kırılması mümkün olmayan zinciri gönüllerine vurmaya götüren sebep ne olmuştur?
Sorunun cevabını verebilmek için âyetin devamına bakmak gerekiyor.
ii. "Bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku
içindeyiz." İnkârın sebebi de derin şüphe olmuştur. Dikkat edilirse, Yüce
Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde Hz. Musa'nın söylevinin analizini yapmaktadır.
Şüphe sebep, inkâr sonuç; inkâr sebep, özgürlüklerin engellemesi de sonuç
olmaktadır. Bir aşamada sonuç olan bir sonraki aşamanın sebebi durumuna
gelmektedir. Burada sebep ve sonuçlar zinciri ile karşı karşıya olduğumuzu
söyleyebiliriz.
er-rayb kelimesinin izahını Râzî
şu şekilde yapmaktadır: 'Rayb, ruhun daralması, bir işe ısınamaması ve tatmin
olmaması" anlamına gelmektedir. Bundan türeyen el-mürîb kelimesi de
"şüpheye bulaşmış ya da şüpheye düşüren" demektir.
Âyetin bu kısmında geçen eş-şekk
kelimesi de "şüphe" anlamına gelmektedir. Şüphe ile ilgili iki
kelimenin bir araya gelmesi, şüpheyi pekiştirmekte ve derinliğini ifade
etmektedir.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarına
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde, geçmiş toplumların çöküş, yani helak
oluşlarının dinamikleri konusunda etkili bir ders verdi. Yüce Allah bu dersi
Levh-i Mahfuz'a yani "korunmuş levha"ya çıkardı, orada Hz. Muhammed'e
vereceği mesaja kadar tuttu ve çok derin bir ışık sakladığından gelecek
nesillere aydınlık versin diye bize gönderdi.
Bu sûrenin onuncu âyetiyle ilgi
kurulursa şu gerçeği de yakalayabiliriz: Onların şüphede oldukları şey
peygamberlere gelen mesaj değil de Allah'tır. Çünkü 10. âyette peygamberlerin
sorusu bunu ifade etmektedir. Şüphe, inkâr ve eylemle peygamberlere karşı koyma
geçmiş toplumların helakine sebep olmuştur.
4. "Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah
halekında şüphe(niz) mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını
bağışlamak ve muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi çağırıyor."
Geçmiş toplumların halkı, peygamberlere gelen vahyi inkâr edip çağırıldıkları
Allah hakkında derin bir şüpheye düşmelerini itiraf edince, peygamberlerinin
onlara verdikleri cevap bu olmuştur.
a) Peygamberleri, hemen göklerin ve yerin yaratılışı konusunu
gündeme getirmişler, hatta "yoktan yaratmak" anlamına gelen fâtır kelimesini
kullanmışlardır. Bu cevapları ile bile Yaratıcıdan şüphe edilemeyeceğini soru
şeklinde sormuşlardır. Biz buna şöyle bir örnek getirebiliriz: Doğuran
varlığı, doğrulan inkâr edebilir mi? Aynı şekilde yaratılan da yaratanı inkâr
edemez.
b) Üstelik gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah, onları günahlarından
bir kısmını bağışlamak için çağırıyordu. Demek ki Yüce Allah'ın,
peygamberlerini göndererek halktan ya da peygamberlerin toplumunda yaşayan
insanlardan köklü bir değişimi gerçekleştirmelerini istemesinin amacı onları
affetmekti. Yüce Allah insanlara gönderdiği vahy ile, inkârdan imana geçiş
gibi köklü değişimin teşvik edici unsurunu ortaya koymuştur.
Bu genel af ilanı ile ilgili
geçmiş peygamberlerden örnek verme imkanımız var mıdır? Geçmişte bunun en güzel
örneğini Hz. Nuh'tan verebiliriz:
"Nûh şöyle dedi: Ey kavmim!
Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. * Allah'a kulluk edin. O'na gelmekten
sakının ve bana itaat edin ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın"
(Nûh 71/2-4).
Aynı çağrıyı Yüce Allah başka bir
âyetinde de yapmaktadır: l}pjUj ı<Zj ja
r^kk. ji "Rabb'inizin affına koşun" (Âl-i İmrân 3/133). Burada
şu soruyu sorabiliriz: Günahları bağışlamanın dünyevî getirişi ne olacaktır? Bu
sorunun cevabını âyetin devamı verecektir:
c) "Ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için
(çağırıyor)'" Âyetin bu kısmından çağrının ikinci amacı ortaya çıkmaktadır.
İyiden yana değişim toplumun ömrünü uzatmaktadır. İnkardan imana geçiş gibi
köklü bir değişim toplumlara can vermektedir. Onun içindir ki Yüce Allah
çağrısına uydukları takdirde toplumlarının ömrünü uzatacağını söylemektedir.
Demek ki, iyiden yana değişim ruhtur, candır, hayattır, ömürdür. Aynı açıklama
Hz. Nûh tarafından kavmine yapılmıştır (Nûh 71/4).
Yüce Allah insanları nereye
çağırıyordu? Öncelikle öyle bir şeye çağırıyordu ki, o şeye gelenleri bu
sebeple affediyor ve ömürlerini uzatıyordu. Çağırılan şeyin bizzat Allah
olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu çağrının tevhîd inancına yani, geniş manada
insanı mutlu edecek iyiye, güzele, hakka ve doğru olana yönelik olduğunu da
söyleyebiliriz. Bütün bu iyilikler tevhîd inancı olmadan hiçbir şeye
yaramayacaktır. Çünkü imanı olmayanların amelleri bâtıldır (Âl-i İmrân
3/21-22).
5. "Onlar dediler lci: Siz de bizim gibi bir insandan başka
bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek
istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getiriniz."
a) Geçmiş toplumların peygamberlere karşı gösterdikleri olumsuz
tepkinin bir ifade şekli de, tabiat üstü varlıklardan peygamber beklemelerinden
kaynaklanıyordu. Kendileri gibi bir beşerin peygamber olarak gönderileceğine
inanamıyorlardı.
Meselâ beşer olduğu için
peygamberliği kabul edilmeyenlerden biri de Hz. Nuh'tur: "Kavminden ileri
gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak
görüyoruz" (Hûd 11/27). Semûd kavmi Hz. Salih için de şöyle demişti:
"Aramızda bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve
çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24).
Ama Allah'ın koyduğu kanun buydu.
İnsanlara göndereceği elçisini yine insanların içinden seçiyordu. İnsana insan
olmayan bir varlığı elçi tayin etmek, iletişimin sağlıklı yürümemesi anlamına
gelecekti.
b) "Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek
istiyorsunuz." Âyetin bu kısmı, peygamberlere gösterilen tepkinin
sebeplerinden birinin taklit olduğuna dikkat çekmektedir. Babalarını
sorgulayamayanların ve onların yanlışlığını göremeyen- lerin geleceği
karanlıktır. Sahibi kim olursa olsun yanlış, sorgulanmalı ve tarihe
gömülmelidir.
Atalarının taptıkları tanrılardan
vazgeçememeleri Allah ile olan i-lişkilerini bozmuş, çöküşlerini
hızlandırmıştı. İşte değişime, yeniliğe ve daha güzele açık olmayan gelenekler
ve inançlar, toplumların ömrünü kısaltacak hastalıklar halini almakta,
geleceğin ufuklarına uçmalarını engelleyen pranga durumuna gelmektedirler.
Sahte tanrıların bulunduğu yere ilâhî lütuf nasıl inecektir? Bunlar işlenmemiş
tarlada oluşan dikenler, ayrık otlarıdır. İşte insanların beyin ve
gönüllerinden bu dikenleri yolmak, beyin ve gönüllerine vurulan zinciri kırmak
için Yüce Allah vahyi ile birlikte peygamberleri görevlendirmiştir.
"Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri kaldırıp atar" (A'râf
7/157). '
Râzî âyetin bu kısmı için şu
açıklamayı yapmaktadır: Onlar atalarını, âlimlerini, ileri gelenleri putlara
ibadet etmek hususunda ittifak etmiş durumda bulmuşlardı. Onlar şöyle
demişlerdi: Öncekiler çokluklarına ve keskin zekalarına rağmen, bu dinin bâtıl
olduğunu anlayamamışlar da, şu bir tek adam mı bu dinin bâtıl olduğunu anlamış?
Halk çoğu kez öncekilerinin görüşlerinin yanlış olduğunu açıklayan bir âlime;
'senin sözünün doğruluğu, ancak öncekiler şu anda hayatta olsalardı çıkacaktı'
derler. Ve yine derler ki: Ölülerle müzâkere etmek kolaydır. Bu, ancak ahmak ve
beyinsizlerin söyleyeceği sözdür.[8]
Râzînin bu açıklaması hem âyeti
günümüze getiriyor, günümüze ı-şık tutuyor hem de günümüzün dini konulardaki
taklit problemlerine çözüm getiriyor. İslam âleminde geçmişin din olarak bize
sunduğu gelenekleri din olarak kabul edenler yok mudur? 'Sen nerden çıktın,
yüzlerce seneden beri bu görüş devam etmektedir' gibi sözleri söyleyenler hiç
de az değildir. İşte bu anlayışlar taklit denen cehennemi tekrar alevlendirmektedir.
Kâfirler, o dönemde bile
peygamberlerden apaçık delil istemişlerdi. Bundan anlıyoruz ki, dînî konularda
bile delile gerek vardır. Netice olarak diyebiliriz ki: îbrâhim 10'da bir
"tartışma metoduna" şahit oluyoruz. Aslında bu tartışma 9. âyetten
başlamaktadır. Tartışmanın taraflarından biri iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı
temsil eden peygamberler; diğeri de inkârlarını eyleme dönüştürüp sosyal
yapıyı çürüten kâfirlerdir. Peygamberler inkârdan imana geçişteki değişimi;
kâfirler de taklidi, geçmişi sorgulamamayı, yani statikliği savunmaktadır.
Peygamberlerin değişim için söz
geçirememeleri, etkili olamamaları toplumların çöküş sürecini başlatmıştır.
Aslında çöküş kâfirlerin beyin ve gönüllerinde başlamıştı. Geçmişin
tanrılaşmış sahte din anlayışları, şeytan ve nefis, yapacakları ihtilali
yapmış, toplumların altından hayatı canlı tutan hakikati çekip almışlardır.
6. "Peygamberleri onlara dediler ki: 'Biz sizin gibi bir
insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder.
Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur.' Mü'minler
ancak Allah'a dayansınlar."
İbrahim sûresinin 11. âyeti, bir
önceki âyette kâfirlerin söylediklerine bir cevap niteliğindedir. Peygamberler
onlara beşer olduklarını söylemişlerdir. Ama beşer olan bazı insanlara Yüce
Allah özel bir lütufta bulunarak peygamberlik vermektedir.
Peygamber tayin etmekte, seçmekte
veya göndermekte Allah'ın dilemesinden başka hiçbir şey rol alamaz. Peygamber
göndermenin bir ilâhî lütuf olduğu ifade edilmektedir: "Bu, Allah'ın
lütfudur, onu dilediğine verir" (Cum'a 62/4). "Allah meleklerden de
insanlardan da elçiler seçer" (Hacc 22/75).
Yüce Allah, önceki peygamberlere
gönderdiği vahyde bir sonraki peygamberin adını ve özelliklerini zikretmekte,
ancak ne zaman dünyaya geleceğini söylememektedir. Kur'ân'in ifadesine göre Hz.
Peygamber'in Tevrat'taki adı "Muhammed" (Fetih 48/29); İncîl'deki adı
da "Ahmed" idi (Saff 61/6). Fakat bu peygamberin dünyaya ne zaman
geleceği belli değildi. Bize göre peygamber olmanın en önemli özellikleri
arasında "üstün zekâlı, yani dahî olmak" da vardır. Peygamberler,
Allah'ın vahyini anlayıp tüm insanlığa anlatacak nitelikte üstün zekâya sahip
olmalıdırlar. Bu niteliği ile onlar, sosyal olayların kısa zamanda analizini
yapacak, onunla ilgili üretilmesi gereken davranışı belirleyecektir.
Peygamberlerin bir diğer özelliği
de "emîn", yani güvenilir olmalarıdır. Allah ve insanlar katında bu
özelliğe salip olmayan kişiye ilâhî vahy teslim edilemez. Meselâ; Şu'ayb
peygamberin kızı Hz. Mûsâ için şöyle demişti: "İki kızın-dan biri:
'Babacığım! Onu ücretle tut, çünkü bu, ücretle istihdam edeceğin en güçlü ve
güvenilir olandır' dedi" (Kasas 28/26). "Çünkü ben, sizin için
güvenilir bir elçiyim" (Duhân 44/18).
Demek ki, güvenilir olmak,
peygamber olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Diğer taraftan peygamber,
"onuruna sahip, şerefli biri" olmalıdır. "Andolsun,
kendilerinden önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik. Onlara şerefli
bir elçi gelmişti" (Duhân 44/17).
Peygamber, "merhamet"
sahibi olmalı, doğuştan bu özelliği öne çıkmalı, bunun yanı sıra "helal
süt emmiş, yani iyi bir ana-babadan gelmiş" olmalıdır. Ancak bunun Hz.
İbrahim gibi istisnaları vardır. Peygamber, asaleti sağlam bir nesilden
gelmelidir. Meselâ, Hz. Mûsâ köle-leştirilmiş bir toplumun içinde doğduğundan
dolayı, Yüce Allah onu orada yaşatmadı. Bazı oluşumlardan sonra onu Firavun
gibi bir yöneticinin yanında, sarayında özgür bir hava içinde yetiştirdi,
ardından ona peygamberlik verdi. Hz. Peygamber'in Kureyş'ten olması da
manidardır.
İslam âlimleri peygamberliğin
vehbî veya kesbîliğini tartışmışlar. Bize göre bu konularda taraf olup
tartışmaya lüzum yoktur. Peygamberlik vehbîdir, yani doğuştandır. Biz bunu
şöyle ifade edebiliriz. Peygamber olunmaz, peygamber doğulur.
"Allah'ın izni olmadan bizim
size bir delil getirmemize imkan yoktur." Bir mu'cize getirebilme gücü
peygam- berlere verilmemiştir. Burada da Allah'ın izni rol oynamaktadır.
Allah'ın izni olmadan bir delil veya bir mu'cize getiremeyeceklerini söylemekle
geçmişteki peygamberler, Yüce Allah'ın gerçek elçileri olduklarını ispat
etmişlerdir.
Geçmiş peygamberlerin bu sözünü
Yüce Allah bize niçin aktarıyor? Bu ve benzeri âyetler günümüzde o kadar
gereklidir ki, tazeliklerini her an korumaktadırlar.
Peygamberler kendiliklerinden bir
delil getiremezken, halkın bir kısmı ölülerden fayda beklemekte, türbelerden
aracı olmalarını, kendilerine herhangi bir şekilde faydalı olmalarını
beklemekte ve o şekilde dua etmektedirler. Allah'tan başkasından bu
beklentilerin olamayacağı bilincini aşılamak için bu âyetlerden yararlanmamız
gerekiyor.
"Mü'minler, sadece Allah'a
dayansınlar." İşte âyetin bize gönderilişinin sebep veya neticelerinden
biri budur. Sorunların, dertlerin ve ihtiyaçların sunulacağı, güvenip
dayanılacağı makam Allah'tır. 'Peygamberlere dayansınlar' denmiyor da 'Allah'a
dayansınlar' deniyor. Çünkü insana tevekkül edilmez, Allah'a tevekkül edilir.
İşte islam dininin temel ilkelerinden biri de budur. İnsanlara, problemlerine
çözümü kimden isteyecekleri, ihtiyaçlarını kime sunup yardım dileyecekleri
konusunda sağlam bir bilinç vermeden şirkin kökleri tamamen sökülemeyecek ve
İslam tam anlamı ile yaşanamayacaktır.
7. "Hem, bize
yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp
güvenmeyelim?" Hz. Musa'dan önceki peygamberler, tevekkül meselesini
işleyerek kâfirlerle tartışmalarını sürdürmüşlerdir. Ama tartışmalarının her
merhalesi mesaj yüklü idi. Tevekkül edilecek, yani güvenilip dayanılacak varlık
"hidâyet" edebilmeli, insanlara doğru yolu gösterme gücüne sahip
olmalıdır.
Âyetin bu kısmından şu neticeyi çıkartıyoruz:
Peygamberler de kendilerini doğru yola iletenin Allah olduğunu söylüyorlar. O
zaman bazılarının beşerden hidâyet beklemelerine ne demeli? Bir insanın bir
insanı doğru yola iletmesi mümkün müdür? Peygamberleri bile doğru yola Allah
ilettiğine göre, bizleri de doğru yola ancak Allah iletecektir. Demek ki, doğru
yola kim iletiyorsa, sadece ona tevekkül edilecektir. Peygamberler
kendiliklerinden doğru yolu belirleyememektedirler. Doğru yolun ne olduğunu
Allah tesbit eder, öğretir ve akla ulaştırılması için peygamberleri
görevlendirir.
8. "Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette sabredeceğiz.
Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler." Hz. Mûsâ,
kendisinden önce gelmiş olan peygamberlerin eziyet çektiklerini, aldıkları
olumsuz tepkiden dolayı eziyet gördüklerini söylerken, sanki kendi toplumundan
gördüğü eziyeti onların yüzüne vurmaktadır. Önceki peygamberler çektikleri
eziyetlere katlanmışlar, yani sabretmişler, onun çözümü için Allah'a güvenip
dayanmışlardır. Hz. Mûsâ, kendisinin de aynı yolu izleyeceğine işaret
etmektedir. Bu da Allah'a tevekkül etmeye devamla sağlanacaktır.
Zahmeti insanlar, rahmeti de
Allah vermektedir. Arada kalanlar da tevekkül edecek, gücünün son damlasına
kadar katlanıp çözüm arayacaklardır. Tevekkülün verdiği umut şudur: İnsanların
verdiği zahmet Allah'ın vereceği rahmetin önünde duramaz, onu eksiltemez ve
onu devre dışı bırakamaz. Bu da sonsuza dek Allah'a güvenme ile temin edilecektir.
9. "Kâfir o-lanlar peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi ya
yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz." Hz.
Musa'dan önceki peygamberler, kendilerine inanmayanlarla tartışırken tartışma,
tehdide kadar varmıştı. Tehdit zulmün doruk noktasına erişmişti.
a) "Elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız." Öyle
anlaşılıyor ki bu noktada inançlar çatışıyor ve çatışma savaşa dönüşüyor. Bir
süreç niteliğinde her toplumda inanç ve kültür çatışmaları olmuştur. Toplumlar
arasında olduğu kadar, toplumların içinde de bu tür çatışmalar yaşanmıştır.
Sömürülen, ezilen ve kültür emperyalizminin kucağına düşmüş ülkelerde bu daha
çok görülmüş ve görülmektedir. Hz. Musa'dan önceki peygamberlerin
toplumlarında, tevhîd inancı ile inkârın arasındaki mücâdelenin bir çeşit
savaşa dönüştüğü anlar da olmuştur.
İşte bu şiddetli savaşın,
peygamberleri ülkelerinden çıkarmakla sonuçlandığı dönemler de yaşanmıştır.
Âyette işaret edilen peygamberlerden biri de Hz. Şu'ayb'dır "Şu'ayb'ın
kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şu'ayb! Seni ve seninle
beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize
döneceksiniz.' Şu'ayb: 'İstemesek de mi?' diye sordu" (A'râf 7/88).
Aynı durum Hz. Peygamber'in
başına da gelmiş, kâfirlerin ağır baskılan neticesinde doğduğu yeri terk
etmiştir. Aslında hemen hemen her peygamber bir şekilde yurdunu terk edip
hicret etmiştir.
İnançlarından dolayı insanı
yurdundan çıkarmak zulümdür. Öğretim ve ifade özgürlüğüne engel olmak
yetmiyormuş gibi bir de ülkenin dışına zorla çıkarmak çok ağır bir davranış
olduğundan zulme varmaktadır. Günümüzde düşüncesini ifade ettiğinden dolayı
hapse atılmalar o dönemin kara kalıntılarıdır.
b) "Ya da mutlaka dinimize döneceksiniz." Bu ülkede
kalmak istiyorsanız, öğretim faaliyetinizi durdurmanız yeterli değildir, bizim
dinimize döneceksiniz. Kâfirler peygambere iki seçenek sunmuşlardı. Ya ülkeyi
terk edeceksiniz ya da bizim dinimize döneceksiniz.
İşte bu noktada kâfirler, inanç
özgürlüğünü de ortadan kaldırıyorlardı. İbrahim 9'da öğrenim ve ifade
özgürlüğünün ayaklar altına alındığı hatırlatılırken, burada da ülkesinde
yaşama hakkı ve inanç özgürlüğü devre dışı kalıyordu. Aslında Hz. Mûsâ kendi
toplumunun özgürlüğü ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için doğduğu
ülkeyi terk etmişti. Geçmiş peygamberlerin uğradığı zulmü kendisi de görmüştü.
Bu haliyle Hz. Mûsâ, kendi durumunu geçmişi anlatarak açıklamaktadır.
10. "Rabb'leri de onlara: 'Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz'
diye vahyetti." Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu şekilde davrananları
"zâlim" olarak nitelendirmektedir. Zulüm, helak getirmektedir. Böylece
Yüce Allah, toplumların helakinin nedenlerinden birini ve en önde olanını
burada belirlemekte ve onun "zulüm" olduğunu söylemektedir.
Peygamberlerin öğretim hakkını ve
ifade özgürlüklerini elinden almak, ülkeyi terke zorlamak veya dinlerini
değiştirme seçeneği ile karşı karşıya bırakan baskıyı devreye sokmak zulmün
kendisi olmaktadır. İşte bu zulüm de helaki getirmektedir. İnsanın insana
yaptığı bu muameleler Arş-ı A'lâ'ya çıkmakta, oradan helak için takdiri alıp
gelmektedir.
Bu âyetlerden çıkaracağımız
en önemli netice şudur: İnsan haklarını çiğnemek, özgürlükleri ayaklar altına
almak toplumların çöküşü için büyük ölçekli bir deprem olmaktadır.
11. "Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz.
İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimselere aittir."
Bütün bu tartışmalardan sonra
Yüce Allah, 13. âyetin sonunda öğrenim hakkına ve ifade özgürlüğüne mâni olan;
insanlara doğduğu ülkede yaşama hakkını tanımayan, inanç özgürlüğünü ayaklar
altına alan toplumları zâlim ilan ederek onları helak edeceğini belirtmekte,
helak olan bir toplumun yeri boş kalmayacağı için yerini inananlarla dolduracağını
ve siyâsî erkin el değiştireceğini de 14. âyette söylemektedir.
Zulüm bir toplumu veya iktidar
grubunu ortadan kaldırırken; diğer bir toplumu veya grubu da iktidara
getirmektedir. Bu tür değişime köklü değişim diyoruz. Yüce Allah'ın, bu âyette
siyâsî erki sunacağı kimselerde aradığı özellikler şunlardır:
a) "Makamımdan korkan." Allah'tan korkan kimse zulmetmez,
yani hak ve özgürlüklere dokunmaz, insanların hak ve özgürlüklerine saygı
gösterir. Bu demektir ki, Yüce Allah insanların hak ve özgürlüklerini öne
çıkarmakta, onlara saygı gösterilmesini önemsemek-tedir.
b) "Ve tehdidimden sakınan." Yüce Allah, insan hak ve
özgürlüklerini çiğneyenleri helak edeceğine ve genel manada günah işle-yenlere
mahşerde ağır ceza vereceğine dair söz vermekte, bu söze de tehdîd demektedir.
Bu tehditten korkan kimseler de halka zulmetmeyeceğinden dolayı onları
iktidara getirecektir.
"Allah'ın makamından korkmak",
"O'nun vaadinden sakınmak, tüm davranışlarını doğruya, güzele, iyiye ve
hakka kanalize etmek" demektir. Bunun anlamı da takva denen ruh
olgunluğuna ve Allah'a karşı sorumluluğunun bilincine ulaşmaktır. Çünkü sonuç
ve yeryüzünün mirası takva sahiplerinindir. Hz. Mûsâ İsrâiloğullarına şöyle
dedi: "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü
Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç takva
sahiplerinindir" (A'râf 7/128).
Netice olarak diyebiliriz ki:
Yüce Allah siyâsî erki elde etmekle takva, yani Allah'ın makamından ve O'nun
tehdidinden korkma arasında bir ilişki kurmaktadır. İnsan hak ve özgürlüklerine
Allah'tan korkarak saygı duymak da takvanın bir parçasıdır.
Allah korkusu olmayan insanlar,
eğer siyâsî erki ellerinde bulundu-ruyorlarsa halka zulmetmekten sakınmazlar.
"Korku dağları bekler" tekerlemesinden hareketle deriz ki, Allah
korkusu insanları bekleyip onlara zulmedilmesini önlemektedir. Yüce Allah
kendisinden korkan bu insan-.ann iktidara gelmesini istemektedir ve takdirini
bu yönde kullanmaktadır.
"Ya bizim dinimize
dönersiniz ya da bu diyardan gidersiniz" sekinde peygamberlere zulmeden
insanların elinden iktidarı alıp, inanç özgürlüğüne saygı gösterenlere
vereceğini bizzat Yüce Allah söylemekte, »corku psikolojisinin siyâsî devrimle
olan ilişkisini belirlemektedir.
Yüce Allah 13. âyetin sonu ile
14. âyette insanlara siyaset dersi «ermekte, siyâsî erki toplum veya gruplara
hangi ölçülere göre dağıttığı--ı açıklamaktadır.
12. "Fetih istediler. Her inatçı zorba da jusrana
uğradı." Fetih isteyenler kimlerdi? Cevap olarak:
"Peygamber-.»srdir" diyebiliriz. Fetih "zafer" anlamına
gelmektedir. Be kelime, lügat anası "açmak" olan ~zi feteha kökünden
türemiştir. istefteha kalıbı da "bir şeyi açmayı istedi, açılsın
istedi" anlamına gelmektedir. Demek ki peygamberler, baskı yapıp zulme
varan davranışların ortadan kalkmasını yani zulüm perdesinin açılmasını
istediler.
Bu zafer isteği, açıkça
zâlimlerin ortadan kalkması demektir. Onlar ortadan kalkmadan zulüm perdesi
açılmayacaktı. Yüce Allah onların bu duasını kabul etti ve zâlimleri hüsrana
uğrattı.
al ifteh kelimesini kullanarak
dua eden peygamberlerden biri de Hz. Şu'ayb olmuştur:
"Doğrusu Allah bizi ondan
kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah'a karşı yalan uydurmuş
oluruz. Rabb'imiz Allah'ın dilemesi başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için
olacak şey değildir. Rabb'imizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a
dayanırız. Ey Rabb'imiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen
hükmedenlerin en hayırhsısm" (A'râf 7/89).
A'râf 88'de Hz. Şu'ayb ve ona
inananlara "ya dinimize dönersiniz ya da bu diyardan gidersiniz"
şeklindeki tehditten sonra Hz. Şu'ayb bunu söylemiştir. Onun bu duası kabul
görmüş, inatçı zorbalar hüsrana uğramışlardır.
Âyetin son kısmında geçen hâbe
kelimesi, "başaramamak, kaybetmek, hüsrana uğramak, umutlan boşa
gitmek" manalarına gelmektedir.[9]
1) Kaybetmek
"İftira eden, elbette
kaybetmiştir" (Tâhâ 20/61).
2) Perişan olmak, soluğu kesilmek
"Zulüm yüklenen ise
gerçekten perişan olur" (Tâhâ 20/111).
3) Hüsrana uğramak
"Nefsini (karanlığa) gömen
de hüsrandadır" (Şems 91/10).
4) Ümitsizliğe kapılmak
"Böylece kâfirler,
ümitlerini kaybedip perişan olsunlar" (Âl-i İmrân 3/127).
Bu kelimenin Kur'ân'daki
kullanımlarını ve anlamlarını ifade ettikten sonra tefsirini yapmakta
olduğumuz âyette geçen cebbar kelimesinin, "Allah'a itaat etmeyip baş
kaldıran, serkeş, asi"; jlip 'anîd
kelimesinin de "başka olmak, uzaklaşmak ve terk etmek" anlamına
geldiğini ve burada "Hakk'a karşı inatla direnen" demek olduğunu
belirtmeliyiz.
Âyeti o dönemden çıkarıp günümüze
ve geleceğe taşırsak şu neticeye varabiliriz: Öğrenim hakkını engellemek,
ifade özgürlüğüne mâni olmak, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak için zor
kullanarak farklı inançta olanları yurtlarından çıkarmak Allah katında âsî
anlamına gelen cebbar sıfatıyla anılmaktadırlar. Bu özellikteki insanlar aynı
zamanda zulümlerinde inat etmektedirler.
Her çağda böyle insanlar
çıkmıştır ve çıkmaktadır. Bunlar toplumlarını helake götürmektedirler. Yüce
Allah geçmişten verdiği örneklerle yaşanan ve yaşanacak hayata ve nesillerine
ışık tutmaktadır.
13. "Ardından da cehennem vardır ve orada kendisine irinli su
içirilecektir."
İnatçı zorbalar bu dünyada
perişan olacak, ümitleri boşa çıkacak, ama âhirette de cehenneme gidecekler ve
orada irin içeceklerdir. Âyette geçen juju> sadîd kelimesi,
"engellemek, çıkarmak, saptırmak" manasına gelen 1^> sadde
kelimesinden türemiştir. İnsanların haklarını ve özgürlüklerini engellemek,
onları doğru yoldan çıkarmak, toplum hayatında bedenimizde çıkan çıban gibidir.
Çıbandan irin akar. Bu zâlimlerin yapakları amellerin sonu da irine
dönüşmektedir. İşte sosyal hayatı çıbanlaş-tırıp irin akıtan bu insanlar,
âhirette de irin içeceklerdir. Dünya hayatında irin işler yapanlar, cehennemde
de irin içeceklerdir.
Orada içtikleri irinli suyun
özelliğini bir sonraki âyet vermektedir:
14. "Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından
geçiremeyecek." Bunun anlamı şöyledir: İrinli su, onların susuzluğunu
dindiremeyecektir. Bu dünyada dindirilmesi, ıslah edilmesi ve çare bulunması
mümkün olmayan sosyal olayların çıkmasına neden oldukları gibi, onların cezası
olan irinli suyu da onların âhirette cehennemdeki susuzluklarını
dindiremeyecektir. İnsan hak ve özgürlüklerine mâni olmak ve onları ortadan
kaldırmaya çalışmak insanlığın hazmedeceği yutabileceği bir şey değildir. İşte
onların bu tutumu yudumlanması mümkün olmayan irinli suya dönüşecektir.
Çünkü bu irinli suyu yutsa bile
su, bağırsaklarını doğrayacaktır: "Bağırsaklarını parça parça edecek
kaynar su içirilen (kimselerin durumu gibi mi?)" (Muhammed 47/15).
"Erimiş maden gibi yüzleri
haşlayan bir su ile cevap verilir" (Kehf 18/29).
Âyette geçen ^c tecerru'
kelimesi, "azar azar, yudum yudum devamlı bir şekilde içilecek şeyi
içmek"tir. Gıda, boğazdan kolayca geçip mideye indiğinde bu kelime
kullanılır.
Hakikat bilgisi onların beynine
ve gönüllerine inmediği için, irinli su da midelerine kolayca inmeyecek, yani
onun acısını ve susuzluğunu dindiremeyecektir.
15. "Ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir.
Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır." "Ona ölümün gelmesi"
ifadesinden anlıyoruz ki, ceza ona bu dünyada çektirilecektir. Her yandan
ölümün gelmesini şöyle yorumlayabiliriz:
a) Öğrenim hakkını ve ifade özgürlüğünü engelledikleri, inanç ve
din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştıkları ve insanları inanıyorlar diye
yurtlarından çıkardıkları için zamanla sosyal hayat, toplum, yani halk onlara
isyan edip hayatlarını tehlikeye sokacaktır. Sanki onlara ö-lüm her yönden
gelmiş gibi korku içinde olacaklardır.
b) Ölüm anında melekler onların boğazını sıkıp bırakacak, tekrar
sıkıp bırakacak, ölüyormuş gibi olacaklar ama ölmeyeceklerdir:
"O zâlimler ölümün dalgaları
içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: 'Haydi canlarınızı kurtarın',
derken onların halini bir görsen" (En'âm 6/93).
Demek ki böylelerinin canını
melekler bir anda almayacak, can verme işi uzun zaman devam edecektir. Diğer
taraftan bunun ötesinde de böyleleri ağır bir azaba çarptırılacaklardır. Bundan
da dünya ve âhiret azabının bir devamlılığı olacağını çıkarıyoruz. Kesintisi
olmayan bir azaba yakalanacaklardır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
insan hak özgürlükleriyle oynayan, onları engellemeye ve ortadan kaldırmaya çalışan;
ilâhî vahyi beyin ve gönlüne indirmeyen insanlara irinli su içirilecek ve onun
acısı dindirilmeyecektir. İlâhî vahyin gönlünde tıkandığı kişilerin, boğazına
irinli su tıkanacaktır.[10]
18. Rabb'lerini inkâr edenlerin
amelleri, fırtınalı bir günde rüzgarın tarumar ettiği küle benzer. Kazandık/arından
hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, dönüşü olmayan sapıklığın tâ kendisidir.
Yüce Allah imanın ya da tevhîd
inancının neye yaradığını anlatmak için, inkârın amellerle ilişkisini
kurmakta, olumsuzu anlatarak o-lumlu olanı belirleme metodunu kullanmakta,
bâtılı anlatarak hakkın ne olduğunu açıklamak gibi, inkârı anlatarak tevhîd
inancını belirleme yolunu izlemektedir. Bu metodun amacı, hem inkarcıyı
tiksindirmek hem de iman etmemin önemine dikkat çekmektir. Böylece Yüce Allah
insanlara olumsuzdan olumluyu bulmalarını önermiştir.
Şimdi âyetin açıklamasına
geçebiliriz:
1. "Rabb'lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde
rüzgarın tarumar ettiği küle benzer." Âyetin bu ve bundan sonraki kısmı şu
soruya cevaplandırmaktadır: Bir insan tevhîd inancını kabul etmeyip ahlâkın
gereklerini ve tüm ibadetleri yerine getirse de durumu ne olur? Başka bir
ifadeyle bir insan: 'Ben kâfirim ama dinin istediği bütün amelleri yerine
getireceğim, benim durumumun dindeki yeri nedir?' diye sorsa bu kişiye ne
cevap verilebilir?
İşte bu âyet ve buna benzer diğer
âyetler soruyu cevaplandırmaktadır. O âyetlere gitmeden önce şu gerçekten
hareket etmemiz gerekiyor: Amellerin Allah tarafından değerlendirilebilmesi
için, niyetin Allah adına, Allah rızası için yapılması gerekiyor. Namaz
kılarken, zekat verirken, savaşırken, hacca giderken, oruç tutarken, sıla-i
rahim yaparken, infak ederken, ana-babaya hizmet ederken niyet Allah için olmalıdır.
İnkâr eden kişi Allah'a
inanmadığından amellerinde niyetini Allah'ın rızasını kazanmak için
yapmayacaktır. Demek ki, inkârın ilk yaraladığı "değer", amellerin
kabulünü, değerlendirilmesini sağlayan ve olmazsa olmazını teşkil eden
"niyettir". Allah adına, O'nun rızası için yapılmayan bir amel,
değerlendirilme niteliğini kaybetmektedir. Meselâ, besmele çekmeden, yani
"bismillâhi Allâhu ekber" demeden kesilen hayvanın eti yenmez ve bu
et de leş olmaktan başka bir değer kazanmaz. Aynı şekilde Allah için yapılmayan
bir amel ortada kalan bir leş gibidir. Amel, dünya hayatında bir şeye
yarayabilir ama, Allah katında değerlendirilip âhirette bu amele ödül
verilmeyeceğine işaret etmek için bu ve buna benzer âyetler gönderilmiştir.
Onun içindir ki Kur'ân'da önce iman sonra amel gelmiş ve Hz. Peygamber de:
"Ameller, niyetlere göredir" ilkesini koymuştur. Tahribatı ilk önce
niyette olduğundan inkâr, amelin değerlendirilmesini engellemektedir.
Yüce Allah, kâfirin amelini
tabiat olaylarını kullanarak bize anlatmaktadır. Bu benzetme içinde kullandığı
çok önemli kelime ili; ramâddır. Kelimenin anlamı "kül"dür. Fiil
kalıbında alındığında "küle üflemek; faydasız, işe yaramayan bir işe
kalkışmak; abesle meşgul olmak" anlamına gelmektedir. rammede kalıbı da
"yakıp kül etmek" manasını ifade etmektedir. Bu kelimenin bir başka
kalıbında "gözün iltihaplanması" anlamı da vardır.
Yüce Allah'ın ilgili davranışı
"küle" benzetmesinden iki anlam çıkartıyoruz. Yakıp kül etmek,
maddenin aslını değiştirmektir. Ateş odunu yakıp kül edince, tabiatını
değiştiriyor. Artık o kül, bir daha eski halini alamaz. Diğer taraftan
"kül", dışarıdan gelen rüzgar gibi bir etkiye dayanamayıp etrafa
saçılır. Külün hiçbir varlığı ve gücü yoktur. Kötü olan adam hiçbir değere
sahip değildir. "Kül" rüzgarın etkisiyle etrafa saçılınca kaybolur,
bulunması imkansızlaşır. İnkâr eden kişi de amellerini yakıp küle çeviriyor.
Kül olarak bile yanında kalmayıp rüzgarın önünde kalmış gibi bir daha
bulunmacasına etrafa saçılıp yok oluyor. Demek ki, inkâr amellerin tabiatını
değiştiriyor. O zaman iman, amelleri kuvvetlendirip kökü sağlam bir ağaç gibi
rüzgarın önünde durmasını temin ediyor. İman yani tevhîd inancı, amelin bir
varlık, bir değer olarak kalmasını temin ediyor ve niyetin yapılmasını
sağlıyor.
"Fırtınalı bir günde
rüzgar" ifadesinden de rüzgarın, küle yönelik etkisinin büyüklüğünü
anlıyoruz. Böyle bir etki, külün bir daha bulunup bir araya getirilemeyeceğini
ifade etmektedir. "İnkâr edenlerin bu dühya hayatında yapmakta oldukları
infakın durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da
mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir" (Âl-i İmrân 3/117). Bu
âyette de rüzgar devreye sokulmaktadır. "Kavurucu rüzgar ile ekin",
yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 18'de "rüzgar ile külün ilişkisi"
anlatımında yer almaktadır.
Her iki âyette anlatılan husus,
Âl-i İmrân 22'de tek kelime ile ifade
edilmektedir: "İşte bunlar
dünyada da âhirette de amelleri boşa giden kimselerdir." Amelin boşa
çıkması" konusu ilgili âyetlerde örneklerle anlatılmaktadır.
Böylece Yüce Allah imanın başka
bir işlevini de gündeme getirmiş ve bunun da amellerin geçerliliğini temin
etmek olduğuna dikkat çekmiştir. Biz bunu şu örneklerle açıklayabiliriz: Okula
kaydolmadan bir insan ne kadar çalışırsa çalışsın okuldan diploma alamaz.
Çalışmaların diploma ile sonuçlanabilmesi için okula kaydolmak şarttır. Yapılan
amellerin geçerliliği de iman ile tevhîd inancı okuluna kaydolmakla
sağlanacaktır.
2. "Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, uzak
(dönüşü olmayan) sapıklığın tâ kendisidir." Âyetin bu kısmından anlıyoruz
ki, inkâr edenler amellerinden, yapıp-ettiklerinden dünya ve âhirette istifade
edemeyeceklerdir.
Bunlar, zaten âhirete
inanmadıklar için, âhiretleri karanlık olacağından, amelleri onlara bir fayda temin
etmeyecektir. Onların sadece inkârları ve kötü amelleri değerlendirilecektir.
Diğer taraftan âyetin bu kısmında
geçen kesebû kelimesinin faili, inkâr eden insanlardır. Demek ki insan kendi
amelini işliyor, kesbediyor. Öyle olmasaydı Yüce Allah, "yaptırdığım
şeyden bir şey elde edemeyecekler" derdi.
Bu durum, yani Yüce Allah'ın bu
âyette rüzgar ile kül arasındaki bağlantıdan hareketle kâfirlerin amelleri ile
olan ilişkisini anlatmakta ortaya çıkan şey nedir? Yüce Allah, yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetin son kısmı ile soruyu cevaplandırmaktadır. "İşte
bu, dönüşü olma- yan uzak (sapıklığın) tâ kendisidir." Yüce Allah'ın nihâî
değerlendirmesi budur.
Böylece sapıklığın en kötüsünün
ne olduğu da ifade edilmiştir. "Büsbütün uzak olan sapıklık";
"geri dönülmesi mümkün olmayan sapıklık" veya "en kötü
sapıklık" diye tercüme edebileceğimiz bu kısım Kur'ân'da Hac sûresinin 12.
âyetinde şirk için yapılan bir değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Din eğitimi için bundan
çıkaracağımız şey şudur: Din âlimi ve görevlileri, iman ile inkârın arasındaki
farkı belirlerken bu âyetlerden istifade etmeli, inkârın, amellerin tabiatını
nasıl değiştirip kül haline getirdiğini, bu külün, rüzgarın önüne düşmekle ne
hale geldiğini anlatarak imanın etkinliğini ve işlevselliğini gündeme getirip
öğretmeli ve inkârın ilk tahribatının niyetle olduğunu tesbit ederek, niyet ile
amelin ilişkisini ele almalıdırlar. İmanın değerini, gücünü ve işlevini inkârın
tahribatını anlatarak ortaya koyarlarsa, ilâhî metodu kullanmış olurlar.[11]
19. Allah'ın, gökleri ve yeri hak
ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk
getirir.
20. Bu, Allah 'a güç değildir.
1. Yüce Allah burada göklerin ve yerin yaratılışının gözlemlenmesini
istemektedir. Dış gözlem diyebileceğimiz bu eylemin ileri anlamı kâinat
kitabının okunması ve araştırılmasıdır. Bunu şu şekilde kaleme dökebiliriz:
Yüce Allah, eserden müessire varma yolunu, yani yaratılandan yaratana varma
yolunu teklif etmektedir. Böylece Yüce Allah, âdeta göksel ve yerel bilimlerin
okullarda okutulmasını ön görmüş, programlarda yer almasını teklif etmiştir.
Neticede bu âyette, inkâra
sapanların sapma sebeplerinden birinin kâinatı gözlemleyememeleri olduğuna
dikkat çekilmektedir. Dış gözlem yapamayan, gözü kör insanların gönül gözü de
kördür. Eserinden yaratıcısına gidemeyen beyne sahip olanın gönlünde iman
nasıl teşekkül edecektir.
Bu âyette teklif edilen dış
gözlem ile insanın anlaması gereken mesele Allah'ın gücüdür. Allah'ın gücünü
anlayan kişi âyetin ikinci bölümündeki sosyal değişimin arka planındaki gücü
yakalayacaktır.
2. " O, dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk
getirir. Bu, Allah'a güç değildir."
Yüce Allah burada inkârın ve onun
eyleme dönüşüp başka inançlara hak tanımayacak hale gelmesinin bir toplumun
yıkılışını getirecek olan sebeplerden biri olduğunu vurgulamaktadır. Değişimin,
İbrahim 9'dan 19. âyete kadar anlatılan insan hak ve özgürlüklerine karşı
takınılan olumsuz tavır ve konulan engellerin meydana getireceği bir oluşum
olduğu anlaşılmakta ve bunun bir toplumu oluşturan halkı yok edip yerine yeni
halkın getirilmesi şeklinde olacağına dikkat çekilmektedir. Kâinatı yaratan
Yüce Allah bu değişimi gerçekleştirecek güçtedir. Zaten 20. âyette bunun Allah'a
güç gelmeyeceği buyurulmaktadır.
Özelde Hz. Musa'nın toplumu
İsrâiloğullan için düşünerek, bunca nimetlere rağmen Allah'a nankörlük yapıp
inkâr etmeleri ve bu inkârlarını eyleme dönüştürmeleri İbrahim 7'ye göre
şiddetli bir azapla neticelenecekti. İşte bu şiddetli azap da, yok olup
yerlerine yeni bir toplumun gelmesidir. Âyeti özelden alıp evrensel bir boyuta
taşırsak âyet, her toplum i-çin aynı değişim söz konusu olacak demektir.
"Aynı sebepler, aynı şartlar altında aym neticeleri doğurur"
ilkesinden hareketle İbrahim sûresinin 6-20. âyetleri arasında sunulan,
özellikle inkâr, insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmak şeklinde ortaya
çıkan davranışlar her çağ ve nesilde aynı neticeleri vermiş, veriyor ve
verecektir.[12]
21. Hepsi toplu halde Allah 'in
huzuruna çıkacaklar. E-zilip horlananlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki:
'Biz size tabi olduk. Şimdi siz bizden, Allah'ın azabından herhangi bir şey
savabilir misiniz?' Büyüklük tas-layanlar diyecekler ki: 'Allah bize yol
gösterseydi, biz de size yol gösterirdik. Artık şimdi sızlansak da sabret-sek
de bizim için birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur!'
Bu âyet, dünya hayatında
başkalarını yoldan çıkaran sözde büyük insanlarla, onların yoldan çıkardığı
zayıf, güdülebilen, irâdesine sahip olamayanların etkileşimi, özellikle
zayıfların etki altında kalıp yoldan çıkmalarım konu edinmektedir. Zayıflardan
yana tek yönlü olan bu etki, âhirete kadar uzanacak ve orada tartışma konusu
olacaktır.
1. "Hepsi toplu halde Allah'ın huzuruna çıkacaklar."
Âyetin bu bölümü âhiret inancını gündeme getirmekte, ancak âhiretin bir
sahnesini işlemektedir. Bütün varlıklar, özellikle insanlar ve cinler Allah'ın
huzuruna toplu halde ortaya çıkacaklardır. Bu bilgi deneysel bir bilgi olmayıp,
tamamen ilâhî vahye dayanan imânî bir bilgi mahiyetindedir.
Bu dünyada Allah'tan uzak kalmaya
çalışanlarla Allah'a kulluk edenler istisnasız orada toplu halde Allah'ın
huzuruna çıkacaklardır. Bu imânî sahne, insanın kalbini yerinden çıkaracak
nitelikte bir sarsıntı meydana getirmektedir.
2. "Ezilip horlananlar, büyüklük tamlayanlara
diyecekler ki: 'Biz size tâbi
olduk. Şimdi siz bizden, Allah'ın azabından herhangi bir şey savabilir
misiniz?' Büyüklük taslayanlar da: 'Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol
gösterirdik' diyeceklerdir."
Toplantı anında bu dünyada
etkileyenlerle etkilenenler tartışmaya başlayacaklar, cezalandırılacaklarını
anlayınca birbirlerini suçlamaya başlayacaklardır. Bu durum çeşitli âyetlerde
konu edinilmektedir.
a) Tartışma, baba (önceki) nesli ile çocuklar (sonraki) nesli
arasında cereyan edecek ve çocuk nesli baba neslini suçlayacaktır. "Allah
buyuracak ki: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de
ateşe girin!' Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri
ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey
Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha
fazla azap ver!' diyecekler. Allah da: 'Zaten herkes için bir kat daha azap vardır,
fakat siz bilmezsiniz.' Öncekiler de sonrakilere derler ki: Sizin bize bir
üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın"
(A'râf 7/38-39).
Bir önceki nesil ile bir sonraki
nesil cehennemde bir araya gelince yoldan çıkarılan, zayıf, irâdesine sahip
olamayanlar, yoldan çıkmalarının suçunu bir önceki nesle atacaktır ve diğerini
suçlamanın faydası olmayacaktır.
b) Âhirette Allah huzurunda olacak olan bu tartışma, toplumları
yöneten, eğiten ve kendisine efendi sıfatını takanlarla zayıf insanlar arasında
geçecektir:
"Ey Rabb'imiz! Biz
reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.
Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden
kov!" (Ahzâb 33/67-68).
Halkı yanlış ideolojilerin
peşinde koşturanlar, öğretiyoruz diye yanlış bilgi verenler ve ahlaken
saptıranlar orada böyle şikâyet edilecektir.
c) Allah'ın huzurunda
tutuklanan zâlimler de kendi aralarında suçlamaya başlayacaklardır:
"Kâfir olanlar dediler ki:
Biz hiçbir zaman bu Kur'ân'a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız. Sen
o zâlimleri, Rabb'lerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken
bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara: 'Siz olmasaydınız,
elbette biz inananlar olurduk', derler. Büyüklük taslayanlar, zayıf
sayılanlara: 'Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis
siz suç işliyordunuz', derler. Zayıf olanlar da büyüklük taslayanlara: 'Hayır!
Gece gündüz işiniz tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na
ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz', derler. Artık azabı gördüklerinde, için
için yanarlar, biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız.
Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar"
(Sebe'34/31-33).
Bu suçlamaların ardından,
herkesin kendi günahını çekeceğine dair hüküm çıkacaktır.
d) Bu tartışmalardan bir diğeri de şeytan ile insanlar arasında olacaktır
ki bu tartışma bir sonraki yani İbrahim 22. âyette görülecektir.
e) Yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 21'de de zayıflar âhirette,
dünyada büyüklük taslayanlardan azaplarını biraz olsun hafifletmek
isteyeceklerdir. Çünkü dünyada onlara tâbi olduklarını, onlar tarafından
güdüldüklerini, istismar edildiklerini öne süreceklerdir. Sözde büyük olanlar,
Allah'ın onlara hidâyet vermemesi sebebiyle diğerlerine doğru yolu
gösteremediklerini söyleyeceklerdir.
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki,
dünyada farklı gruplar ve nesiller arasında bir etkileşim olmaktadır. Genelde
etkinin aktif tarafı statüsü yüksek olanlardan teşekkül ediyor. Pasif tarafı da
zavallı halk kitlelerinden. Siyâsî erki, ekonomik gücü ve eğitim faaliyetini
elinde bulunduranlardan halka yönelik olumsuz bir etki söz konusu olmaktadır.
Yüce Allah bu âyetleri ile
etkilenmeye müsait olanları uyarmakta ve onların kendi irâde, düşünce ve
davranışlarına sahip çıkmalarını ö-nermektedir. Çünkü âhiretteki pişmanlık ve
suçlamanın çaresi olmayacaktır. Pişmanlık duymadan ve şikâyetçi olmadan önce
tedbirlerini almalarının gereği insanlara sunulmaktadır.
Günümüzün bütün milletlerinin
gençleri bu uyarıya muhtaçtır. Dinin ve eğitimin ana amaçlarından biri insanı
en az etkilenen şahsiyete sahip kılmaktır. Etkilenmeyen insanı bulmak ya da
yetiştirmek zordur ama, en az etkilenen haline getirmek de mümkündür.
Gençler kimlere tâbi olduklarını,
kimin ardından gittiklerini iyice analiz etmelidirler. Başkalarının tutsağı
olmanın, irâdesini onlara teslim etmenin, beynini onlara kiraya vermenin,
kararlarını ve seçeneklerini onlara göre almanın ne denli insan dışı bir durum
olduğunu eğitim onlara öğretmelidir.
Halk kitlelerini yoldan çıkaran
büyükler, âhirette kendilerinden şikâyetçi olanlara: 'Allah bize hidâyet
etseydi, biz de size hidâyet ederdik' diyeceklerdir. Bu söylevleri ile suçu
Allah'a atacaklar ve kendilerinin doğru yolda olmadıklarını o zaman
anlayacaklardır.
Onların bu ifadesinden şunu da
anlıyoruz: Doğru yolda olmayan doğru yola iletemez. Eğitimli olmayan başkasına
eğitim veremez. Yüce Allah'ın eğitip doğru yola getirmediği kimse, din ve ahlâk
adına eğitim yapamaz.
Onlar bu sözleriyle Allah'a
iftira etmektedirler. Çünkü Allah Te'âlâ her millete bir peygamber
göndermiştir. Onlar doğrudan hidâyeti alamadıklarını söylüyorlar ama, Yüce
Allah vahyini onlara mutlaka göndermiştir.
Bu ifadeden çıkardığımız diğer
netice de şudur: İnsanların statü bakımından yukarıda olanları inanç ve düşünce
bakımından neye sahipseler, onu statüsü düşük olanlara aktarmakta, dayatmakta
ve bulaştırmaktadır.
3. "Şimdi sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için
sığınacak bir yer yoktur." Kendisi yoldan çıktığı gibi başkasını da yoldan
çıkaranların orada sızlanmasının veya azaba Tahammül etmesinin aynı şey
olduğunun farkına varmaları, çıkış yollarının olmadığını itiraf etmelerine
götürmektedir.
Şimdi soru şu: Yüce Allah oradaki
sahneyi bize niçin anlatıyor? Bu bir eğitim metodudur: Gelecekte yani âhirette
pişman olacağımız bir sonucun davranışından bu dünyada sakınmak gerekmekte,
çare olmayacak son pişmanlığa düşmeme telkin edilmektedir. Diğer taraftan
siyâsîlerin, eğitimcilerin, ana-babaların böylesine kötü etki edebileceklerine,
kitleleri eğitmekte hata edebileceklerine de burada dikkat çekilmektedir. Kötü
etkiyi yapanlar da, kötü etkiye maruz kalanlar da bu dünyada kendilerine
gelmelidirler.
[13]
22. İş bitirilince, Şeytan
diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim
ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece
sizi çağırdım, siz de benim çağrıma hemen koştunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi
kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz
daha önce ben, beni ortak koşmanızı inkâr ettim. Şüphesiz zâlimler için elem
verici bir azap vardır.'
Bu dünyada büyüklük taslayanlarla
zayıf kimselerin arasında orada tartışma devam ederken devreye îblîs
girecektir. Onun devreye giriş anı hakkında şu bilgiler verilmektedir:
1."İş bitirilince." Buradaki iş ve bitirme neyi ifade
etmektedir?
Ayetin bu kısmında geçen ^âi kadâ
kökünden gelen kudıye kelimesi, Bakara 117'de geniş bir şekilde açıklanmıştır.
"İhtiyacını gi- dermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu ödemek,
tebliğ etmek, yerine ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki taraf arasında
hükmetmek, beyân etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaşmak, anlaşmak, hakkını
almak" manalarına gelen bu kelime Kur'ân'da "işi bitirmek"
(En'âm 6/8); "açığa vurmak" (Yûsuf 12/68); "vahyetmek,
bildirmek, açıklamak" (Hicr 15/66; İsrâ 17/4); "emretmek" (İsrâ
17/23); "gidermek" (Hacc 22/29); "son vermek" (Kasas
28/15); "tamamlamak" (Kasas 28/29); "canını vermek" (Ahzâb
33/23); "karar vermek" (Ahzâb 33/36); "yaratmak" (Fussılet
41/12) manalarına gelmektedir.
Burada "iş" anlamına
gelen el-emr kelimesi, yüklem halinde kullanılınca "komut vermek, talimat
vermek, emretmek, bir işin yapılmasını istemek"; isim halinde ise,
"hal, durum, iş, olay, konum, otorite, güç, irâde" manalarına
gelmektedir.[14]
1) Din
"Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri
halde Allah'ın emri üstün geldi" (Tevbe 9/48). Âyette geçen emr
kelimesini âlimler "din" olarak manalandırmışlardır. Ancak âlimler,
Tevbe 48'de geçen emr kelimesinin "din" olduğunu ispat
etmemektedirler. Biz bunun ispatını da yapabiliriz: Dikkat edersek Tevbe 48'de
zahera kelimesi geçmektedir. Bu kelime "üstün gelmek, mağlub etmek"
anlamına gelmektedir. Aynı kelime Tevbe 33'de de geçmektedir. Tevbe 33'de
"hak dinin bütün diğer dinlere üstün geldiği" söylenmektedir:
"O, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için
Resulünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." Tevbe 48'de de "üstün
gelmek" ifadesi vardır. Bu kelimelerden yola çıkarak Tevbe 48'deki emr
kelimesinin "hak din" olduğunu hiç kuşkusuz söyleyebiliriz.
2) Durum
"Hani onlar aralarında
Ashab-ı Kehf'in durumunu tartışıyorlardı" (Kehf 18/21). Bu âyette ikinci
kez tekrarlanan emr kelimesi de "durum" anlamına gelmektedir.
3) Ceza, azap
"Artık Allah'ın emri gelinceye
kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez" (Tevbe
9/24). Buradaki emr kelimesi, "ceza, azap" manasından hareketle bu
âyette, "sevgisini hangi objeye ne kadar yönelteceğini bilemeyip hata
yapanların cezası" anlamına gelmektedir.
4) Kıyamet veya ölüm
"O ǰk aldatan, sizi Allah
hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi çattı" (Hadîd 57/14).
Bu âyette de emr kelimesi, "ölüm" veya "Kıyamet" anlamında
kullanılmıştır.
5) Hüküm
"Güneşi, ayı ve yıldızları
emrine boyun eğdiren O'dur. Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O'na
aittir" (A'râf 7/54). Bu âyette geçen iki emr kelimesi de
"hüküm" anlamına gelmektedir. "Emrine yani hükmüne boyun
eğdirir; çünkü yaratma da hüküm de O'na aittir."
6) Yasa
"Allah, yedi kat göğü ve
yerden de bir o kadarını yaratandır. Yasa onlar arasında inip durmaktadır"
(Talâk 65/12). Buradaki emr kelimesi, "tabiat kanunları, yasaları,
kâinatın işleyiş yasaları" anlamına gelmektedir. Bu âyetteki emri
"vahy" manasına alan olmakla beraber biz Ömer Rıza Doğrul'un manasını
uygun buluyoruz.
7) Emretmek
"Allah size, emanetleri
ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder" (Nisa 4/58). Bu âyette geçen ye'muru kelimesi fiil olarak
"emretmek" anlamına gelmektedir.
8) Görüş
"Firavun'un kavminden ileri,
gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyor, görüşünüz nedir?" (A'râf 7/109-110). Buradaki h/jfc i'iu mâ zâ te'murûn ifadesi aslında
"ne buyurursunuz?" demektir. Yani, "ileri gelenler yorumlarını,
görüşlerini beyan ettiler, ardından Firavun'un görüşünü, yani emrini
sordular."
9) Çare, tedbir
"İyi ki biz daha önce
tedbirimizi
almışız, derler ve böbürlenerek
dönüp giderler" (Tevbe 9/50). Ayette geçen emrenâ kelimesini Zemahşerî,
"tedbir, çare, önlem" manasına almıştır. (Emir ve bu kökten gelen
kelimelerin anlamı hakkında geniş açıklama için bkz. Mehmet Okuyan, Kur'ân'da
Vucûh ve Nezâir, Samsun, 2001, s. 88 vd).
Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyette, âhirette insanların amelleri değerlendirilip cennetlikler ve
cehennemlikler tam anlamı ile belli olduğunda her şey bitmiş olacaktır. O anda
şeytan kendisi ile beraber cehenneme gidecek olanlara seslenecek ve hatalarını
bildirecektir.
2."Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama,
size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi
çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz." Âyetin bu kısmından
çıkaracağımız önemli neticeler vardır:
a) Şeytan Allah'a inanmaktadır: Çünkü konuşmasına "Allah"
ismi ile başlamaktadır. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu konuşma âhirette
olacağına göre şeytan yani İblîs bu dünyada Allah'a inanıyor muydu? Iblis'in
Allah'a inandığını şu âyetlerle ispat edebiliriz:
i. "İblis, 'senin mutlak kudretine yemin ederim ki, onlardan
ihlâs sahibi olanlar müstesna kullarının tamamını mutlaka azdıracağım'
dedi" (Sâd 38/82-83). Allah'ın varlığına inanmasaydı, onun kudretine yemin
eder miydi?
ii."Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü
şeytan, insana 'inkâr et', der. İnsan inkâr edince de: 'Ben senden uzağım.
Çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım' der" (Haşr 59/16).
iii. "Fakat iki topluluk birbirini görünce ardına dönüp: 'Ben
sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım"
(Enfâl 8/48).
Demek ki şeytan Allah'ın
varlığına inanıyor ve O'ndan korkuyor.
b) Diğer taraftan şeytan, Allah'ın insanlara ne vaadettiğini de bilmekte
ve âhirette bunu şöyle ifade etmektedir: "Allah size gerçek olanı
vadetti." Vaadedilen şey neydi? İnsanların öldükten sonra
diriltileceklerini, amellerinin değerlendirilip karşılığında ceza veyaödül
verileceğini vadetmişti. Yüce Allah ne vaadetti ise, onu mutlaka yerine
getirecektir."Rabbimiz! Gelmesinden şüphe edilmeyen bir günde, insanları
mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez" (Âl-i İmrân
3/9). Demek ki şeytan Allah'ın vaadinin gerçek ve doğru olduğunun bilgisine
sahipti.
Şeytanın mahşerde söyleyeceği bu
sözü bize naklederken Yüce Allah, insanların Allah'ın sözünü takip etmelerini,
şeytanın çağrısına uymamalarının eğitimini vermektedir. İnsanı şeytanın
çağrısına götüren şey, gerçek sözü kimin vereceğini bilmemesidir. Bu konudaki
bilinçsizlik, çağrının kaynağını tanımakta hata yaptırmaktadır.
c) Şeytan mahşerde kendisinin bu dünyada yalancı olduğunu ve
sözünde durmadığını şu şekilde itiraf etmektedir: "Ben de size vaadettim
ama, size yalancı çıktım. Zaten size karşı bir gücüm yoktu. Ben sizi sadece
çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz."
Burada şu soruyu sormamız
gerekiyor: Şeytan neye çağırır?
i. Fakirliğe çağırır "Şeytan sizi fakirlikle korkutur"
(Bakara 2/268). Yani şeytan fakirlikle korkutarak insanları fakirlere infak
etmemeye çağırır.
ii. İnkâra çağırır. (Haşr 59/16).
iii. Doğal olarak şeytan kötü ne varsa, insanı Allah'ından
uzaklaştıran her şeye, ahlâksızlığın her boyutuna çağırır. Fâtihâ'nın
tefsirinde şeytanın bütün etkinlikleri anlatılmıştır.
Şeytan ahlâksızlığın temel
unsurlarından birinin "yalan" olduğunu da itiraf etmekte, vaadinde
durmayanın yalancı olduğu değerlendirmesini bu âyette yapmaktadır.
Diğer taraftan şeytan, insana
karşı bir yaptırım gücüne sahip olmadığını söyleyerek zorlayıcı olmadığına
işaret etmektedir. Sadece basit bir çağrı yaptığını, insanların da hemen o
çağrıya koştuğunu, çağrıya uyduğunu orada gündeme getirerek insanın ne kadar
sahte çağrıları takip ettiğini ve onlara kandığını hatırlatacaktır.
Yüce Allah şeytanın insana karşı
bir yaptırım gücü olmadığını, yalan vaadlerde bulunduğunu anlatarak ve bunu
bizzat şeytanın kendi sözleriyle gündeme getirerek insanı
bilinçlendirmektedir. Bu bilinç, insanın şeytanın etkisinde kalmamasını temin
edecektir. Şeytanın etki alanının dışında kalmak güçlü bir bilgi ve bu bilginin
gıdalandırdığı bilinç ister. Şeytanın etki alanının sanal, sahte bir alan ve
yalana dayanan bir yapıya sahip olduğunu bilmek, önemli bir aşamayı teşkil
etmektedir.
3. 'O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni
ortak koşmanızı da inkâr etmiştim. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap
vardır."
Şeytanın mahşerdeki konuşması bu
ifadelerle son bulacaktır. Konuşmanın bu kısmı ilginç mesajlarla doludur.
Çünkü şeytan ilk defa doğru konuşmuştur.
a) "O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın." Bunun
anlamı, "beni suçlamayın, kendinizi suçlayın" demektir. Râzî, âyetin
bu kısmına şu yorumu getirmektedir: Asıl şeytan nefistir. Çünkü şeytan, ancak
ves vese verir. Şayet insanda şehvet, heves, kompleks ve hayalden dolayı
meydana gelen meyi olmasaydı, onun vesvesesinin herhangi bir etkisi olmazdı. Bu
da, aslî şeytanın nefis olduğuna işaret eder[15].
Bunu Yüce Allah bize bildirmekle
cehennemliklerin, kabahati şeytanda bulamayacaklarını öğretmektedir.
"(Müşrikin) arkadaşı
(şeytan) der ki: 'Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir
sapıklık içindeydi" (Kâf 50/27).
Şeytan, kendi iç âleminde sapıtan
insanı sapıtmaktadır. Kâf 27'deki konuşmadan sonra Yüce Allah, huzurunda
tartışma yapılamayacağını, daha önce uyarıda bulunduğunu onlara bildirecektir
(Kâf 80/28).
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz: İnsan kendi düşünce, irâde, seçenek ve kararını kullanamaz
ise, şeytanın etkisi altında kalacaktır. Çünkü aklın, düşüncenin, irâdenin ve
bağımsız kararın bulunmadığı boşluğu şeytan doldurmaktadır. O boşluğu bırakan
insan, şeytanı suçlama hakkına sahip değildir. Üstelik o boşluğu bırakmaması
için ilâhî vahy ile Yüce Allah uyanda bulunmaktadır.
b) "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni
kurtarabilirsiniz." Âyetin bu kısmında yer alan musrıh kelimesi,
"bağırmak, haykırmak, çığlık atmak, yardım istemek için bağırmak"
anlamına gelen saraha fiilinden türemiştir. Musrıh kalıbı da "yardım
isteyen kişi" demektir. Aynı zamanda bu kelime, "yardım çağrısında
bulanana cevap veren kimse" anlamının yanında "imdadına yetişen,
yardımına koşup kurtaran" anlamlarına da gelmektedir.
Şeytanın orada itiraf edeceği bu
durum Kur'ân'ın temel prensibine uygun düşmektedir:
"Öyle bir günden korkun ki,
o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden
şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz, onlara asla yardım da yapılmaz"
(Bakara 2/48).
Buradan şu genellemeye
varabiliriz: Dünyada kötüler birbirlerine iyi destek çıkmakta, yardım etmekte
ve sıkı bir teşkilatlanma içine girmektedirler. Onlar bu dünyada yardımlarını
tüketmiş olduklarından âhirette böyle imkana sahip olamayacaklardır. Başka bir
ifadeyle, onların yardımları sadece bu dünyada birbirlerine ulaşmaktadır. Öteki
dünyada bu kesilecektir.
Şeytanın ve onun bu dünyada etki
altına alıp yoldan çıkardıkları arasında bir yardımlaşmanın olamayacağını Yüce
Allah bu âyette bizzat şeytanın ifadesi ile nakletmektedir. Bu ifade, dünyada
yaşamakta olan insanı, özellikle müslümanı sarsacak, kendine getirecek
niteliktedir.
c) "Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı da inkâr
etmiştim. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır."
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki,
bazı insanlar şeytanı Allah'a eş koşmakta; hem Allah'a inanmakta hem de şeytanı
tanrı olarak kabul etmektedirler. Şeytan onların bu şirk koşmasını
reddetmişti. Bu ne anlama gelmektedir?
Şeytan insanları yoldan çıkarma
gayreti içinde olmuştur ama, kendini Allah'a eşit bir konumda tutmalarını asla
kabullenmemiştir. Çünkü şeytan Allah'ı Rabb'ı olarak görmüş (A'râf 7/20; Hicr
15/36); diğer taraftan Yüce Allah'tan korktuğunu da itiraf etmiştir (Enfâl
8/48; Haşr 59/16).
Şeytan Allah'a şirk koşmadı, ama
insan şeytanı tanrı makamına koyarak Allah'a şirk kusabilmektedir. Şeytana
tapınmak, aynı zamanda Allah'a şirk koşmaktır. Müşrik, şeytandan daha öte bir
kötülüğü işlemiş olmaktadır.
Şeytan, kendisinin sahte ve yalan
çağrısına uyup süflî, düşük ahlâkî davranış sergileyenlerle, kendisini Allah'a
eş koşanları zâlim ilan etmekte; bu büyük hataları işleyenleri elem verici bir
azabın beklediğini itiraf ederken kendisini de o zâlimlerin içine koymaktadır.
Yüce
Allah, şeytanın âhiretteki bu konuşmasını bize niçin bu âyette aktarmaktadır?
Âhirette pişman olmamak ve fayda vermeyen pişmanlığa düşmemek için. Aklı
başında bir insan âhirette pişman olacağı bir işi yapmamalıdır. Yüce Allah bu
pişmanlığın hangi kelimelerle söze döküleceğini Kur'ân'da belirtmektedir.
i. Biz,
yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve
inkarcı: 'Keşke toprak olsaydım' diyecektir" (Nebe' 78/40).
ii.
"Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek"
(İnşikâk 84/10-11).
İşte bu
pişmanlıklara düşmeden Yüce Allah insanların önceden tedbir alıp şeytanın
etkisinde kalmalarının önünü kesmektedir. Onun için din eğitiminin temel
amaçlarından biri, âhirette pişman olmamaları için insanları şeytan ve nefsin
etkinliklerine karşı uyarıp bilinçlendirmektir.
Diğer
taraftan bu âyetten anlıyoruz ki, din eğitimi sahte çağrı ile gerçek çağrıyı
anlatmalı, onların kaynakları ile içeriklerini iyice tanıtmalıdır. İlâhî
vahyin içinde olan ve onun konu edindiği konular Allah Te'âlâ'dan geldiği için
gerçek çağrılardır. İlâhî vahyin dışında kalan çağrı da şeytanın çağrısı
olduğundan sahtedir.
Bu
ayrım yapılınca görülecektir ki aklı, doğruyu, güzeli, hakkı ve iyiyi devreye
sokan, hayata geçmesini isteyen çağrı Allah'ın gerçek çağrısı; insanın sahte
arzu, istek, heves, tutku ve hayallerini harekete geçiren çağrı da şeytanın
sahte çağrısıdır.
Böylece
yaptırımı olan çağrı ile yaptırımı olmayan şeytanî çağrının farkında olmak için
gerekli eğitim verilmelidir. Allah'a çağrı ile O'nu inkâra çağrı çok ciddi fark
ettirici bir ölçü durumundadır.[16]
23.
İman edip de iyi işler yapanlar, Rabb'lerinin izniyle içinde uzun süreli
kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada
(birbirleriyle) karşılaştıkça söyledikleri "selâm "dır.
Önceki
iki âyette etkileyip insanları yoldan çıkaran insan ve şeytan, bir de onlardan
etkilenip doğrudan ayrılanların Allah'ın huzurunda mahşerde birbirleri ile
nasıl tartışacakları ve birbirlerini nasıl suçlayacakları ele alınmıştı. Ritim
psikolojisi gereğince bunların ardından iman edip iyi işler yapanlar gündeme
getirilmektedir.
Dünyadaki
iman ve iyi ameller öteki dünyada cennete dönüşecektir. Bu cennetlerin
zemininden ırmaklar akacaktır. Bu ırmakların neler olduğunu Bakara 25 ve Ra'd
35'de; Muhammed 15. âyeti dikkate alarak açıkladık.
Akarsuların
çağladığı cennetlere sokulan bu insanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında selâm diyeceklerdir. Bir bakıma
birbirlerine esenlik dileyeceklerdir. Âyet bu içeriği ile Yûnus 9-10.
âyetlerine bağlanmaktadır. Orada birbirlerine esenlik dilerken selâm verip yanlarına girilecek (Ra'd
13/23-24); ve kendilerine Rabb'lerinden selâm
olacaktır (Yâsîn 36/58).
"Selâmlaşma"yı
bir gelenek olarak değil de dînî bir görev olarak görmek gerekiyor. "Selâm
vermek", En'âm 54'e göre farzdır. "Selâm
vermek"
sünnettir diyenler de vardır. Oysa ki Hz. Peygamber'e selâm vermesini yukarıda
âyette Allah emretmiştir.
Unutulmamalıdır
ki, bu dünyada dili selâm vermeye alışanlar öteki dünyada da aynı alışkanlığını
cennette sürdüreceklerdir. İman ve iyi a-mellerin karşılığı cennet olurken,
selâmın karşılığı yine selâm olacaktır. Bu dünyada mü'min kardeşine selâm
vererek esenlik dileyene ve rahmet okuyana orada esenlik dilenecektir.[17]
24.
Görmedin mi Allah nasıl bir örnekleme yaptı. Güzel söz, kökü (yerde) sabit,
dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.
O ağaç,
Rabb'inin izniyle yemişlerini her zaman verir. Allah, insanlara böyle örnekler
verir ki, düşünebilsinler.
Çirkin
bir söz de, gövdesi toprağın üstünde destek bulamamış bir ağaca benzer.
Allah,
sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam
tutar. Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.
Yüce
Allah güzel söz ile çirkin sözü ağaca benzeterek anlatmaktadır. Şimdi
âyetlerin açıklamasını yaparak neticelere varabiliriz:
1. "Güzel söz, kökü yerde, dallan gökte
olan güzel bir ağaca benzer." Âyette geçen hJk kelime, "söz, düşünce, dava, kelime-i tevhîd, bilgi" anlamına
gelmektedir.
1) Tevhîd inancı
Âl-i
İmrân 64'de bütün ilâhî dinlerin buluşması gereken müşterek nokta belirlenirken
kelimeye yer verilmekte ve bunun "tevhîd inancı" anlamına geldiği
ortaya çıkmaktadır.
"De
ki: Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda müşterek olan şu kelimeye
gelin." İşte bu müşterek kelime, "tevhîd
inancı" olmaktadır. Âyetin devamı, şirki ortadan kaldıran ifadelerle
örülüdür.
2) Vaad
"Rabb'inin
kelimesi (vaadi), doğruluk ve a-
dâlet
bakımından tamamlanmıştır" (En'âm 6/115). Tabii ki buradaki kelime (vaad), "verilen söz"
anlamına gelmektedir.
3) Dava
"Kâfirlerin
kelimesini (davasını) bütünüyle yere düşürdü. Allah'ın kelimesi (davası) ise
üstün ve yü-
ce
kaldı" (Tevbe 9/40). Âyetin içeriğine bakıldığında buradaki kelimeye bu
manayı vermek doğru olacaktır.
4) Karar
"Şayet
Rabb'inin katında önceden belirlenmiş bir kelime (karar) olmasaydı, düştükleri
bütün ayrılıklar çözümlenmiş olurdu" (Yûnus 10/19). Âyetteki ilgili
kelime "Allah'ın kararı" anlamını ifade etmektedir.
5) Söz
"Ve
bunu, daha sonra gelenler arasında yaşamaya devam eden bir söz olarak söyledi
ki insanlar düşünsünler" (Zuhruf 43/28).
6) Hz. îsâ
"Melekler
demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor"
(Âl-i İmrân 3/45). Buradaki kelime de Hz. îsâ'dır. Aynı şekilde Âl-i İmrân
39'da da Hz. Yahya kelime olarak isimlendirilmektedir.
Kelimenin
çoğul ve yüklem kalıbının manalarını burada detaylan-dırmak istemediğimiz için
konuya dönmek istiyoruz.
Yüce
Allah İbrahim 24'de, yani yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kelimeye bir de
"güzel, temiz, hoş" anlamına gelen tayyib sıfatını eklemiştir.
Kelimeyi
hangi anlama alırsak, tayyib kelimesine de ona uygun bir mana vermemiz
gerekiyor.
Kelimeye
"söz" dersek, tayyibe kelimesine de "temiz, doğru, sağlam ve
faydalı" anlamını verebiliriz. Her ikisine birden "bereketli
söz" de denebilir. Ama âyetin devamında ağaç, kök ve dallar gibi kelimeler
geçince, "sağlam, faydalı ve bereketli, yani verimli" manaları daha
uygun düşmektedir. "Dava" manasını kelimeye verince, tayyibe de
"sağlamlık, yücelik" anlamını vermemiz gerekiyor. O zaman sağlam ve
yüce olan davayı Yüce Allah ağaca benzetmiş olmaktadır. Kelimeye
"bilgi" dersek, tayyibe de
"doğru ve faydalı" manasını verebiliriz.
Ama
buradaki kelime ve tayyib kelimelerine giydireceğimiz mana İbrahim 22'ye göre
olacaksa, kelimeye "Allah'ın vaadi"; tayyibe de "hak" yani
"gerçek" anlamını verebiliriz. kelime-i tayyibe ifadesi va'de'1-hak olarak manalandırılabilir. Bu
mananın uzak olduğunu söylemek doğru değildir.
Yüce
Allah temiz düşünceyi, sağlam davayı, faydalı ve bereketli bilgiyi ya da tevhîd
inancını ifade eden sözü ağaca benzetmektedir. Bu ağaç kökü yerde, dallan gökte
olan güzel, sağlam, bereketli bir ağaçtır. Ağacın kökleri yerde, yani yerin
içinde olunca sağlam olmaktadır. Şiddetli rüzgarlar bile onu kökleri ile söküp
atamaz. Tevhîd kelimesinin kökleri de insanın gönlündedir. Şeytanın, nefsin ve
sahte felsefelerin onu söküp yıkması mümkün değildir. Eğer Allah'ın gerçek olan
vaadini bu ağaca benzetirsek, hak olan sözün yerde kalması mümkün değildir.
"Güzel kelimeyi" "dava" anlamına alırsak, Allah'ın
davasının kökleri yerin derinliklerinde, dalları da yücelere ulaşmaktadır
diyebiliriz.
Doğru,
verimli ve faydalı olan sözün, bilginin verimli ve sağlam bir ağaç gibi kökleri
ilâhî vahyde, dalları da göklerde, yani yücelerde olmalıdır. Bu benzetmenin
devamı şöyledir:
2.
"O ağaç, Rabb'inin izniyle yemişlerini her zaman verir." Köklerinin
yerde, dallarının gökte olmasının yanında bu ağacın, meyvelerini de Allah'ın
izni ile her zaman verme özelliği vardır. Bu âyette "ağacın Rabb'i"
ifadesi yer almaktadır. Burada Allah ile ağacın ilişkisi gündeme getirilmekte,
ağacın meyvesini Yüce Allah'ın izni ile verdiğine işaret edilmektedir. Demek
ki, Allah'ın izni olmadan ağaç bile meyvesini veremez. Ama temiz sözler her an
Allah'ın izni ile meyvesini veren ağaç gibi bereketli ve faydalıdırlar.
Burada
şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın, bu benzetme ile misal vermesinin amacı
nedir?
Yorumunu
yapmakta olduğumuz İbrahim 25'in sonunda bu soru cevaplandırılmaktadır.
"Allah, insan-lara böyle örnekler verir ki, düşünebilsinler." Demek
ki, bu örneğin ana amacı yetezekkerûndur. Bu kelime "hem düşünmek hem de
öğüt almak" anlamı taşıdığından "düşünüp öğüt almak" şeklinde de
manalandırılabilir.
Şimdi
bu âyetleri hayatımıza uyarladığımızda şu neticeyi çıkartıyoruz: Öğretimde
öğrencilere temiz, doğru, verimli ve faydalı bilgiler öğretilmelidir. Eğitimde
de sağlam, temiz ve doğru değerler aşılanmalı ve yaşatılmalı, öğrencilere doğru
ve iyi davranışlar kazandırılmalıdır. Onların gönüllerine kök salacak ama, onları
göklere çıkar gibi yüceltecek bilgi ve değerler ekilmelidir.
Ekilen
bu bilgiler onların beyinlerinde düşünceye; gönüllerinde de öğüde dönüşmelidir.
O bilgi ve değerlerin sentezinden yeni düşünceler üretmelidirler. Ama o
düşüncelerin kökü beyin ve gönüllerde olduğu halde yemişlerini yücelerde
vermelidirler.
Eğitim
bu amacına ulaştığında, insanlığa çok büyük bir hizmet sunmuş olacak ve onlara
mutluluk getirecektir. Madem ki Yüce Allah insanları düşünebilmeleri için
eğitimini yapıyor, din ve genel eğitim de aynı amacı önüne koymalıdır.
3. Çirkin
bir söz de, gövdesi toprağın üstünde destek bulamamış bir ağaca benzer."
Yüce
Allah tayyibe kelimesinin karşıtı olarak iLui- habîse kelimesine yer vermiştir.
Tayyibe "güzel" dersek, habîse "çirkin"; tayyibe
"temiz" dersek, habîse "pis"; tayyibe "verimli,
faydalı" dersek, habîse "verimsiz, zararlı" dememiz gerekiyor.
Demek
ki, "kötü, çirkin, verimsiz, faydasız ve doğru olmayan sözler, davalar,
düşünceler, bilgiler", "kökü olmayan ve o nedenle ayakta duramayan
ağac"a benzemektedir. Böyle bilgilere sahip olan nesiller de köksüz olduğu
için meyve de veremez, başkalarının etkisinde kalıp hemen yıkılırlar.
4. Allah,
sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam
tutar. Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar."
a)
"Sağlam
sözle iman etmek" ifadesini "kelime-i tevhîd" olarak
manalandırmak doğru olandır. O zaman 24. âyette geçen "temiz kelime",
"kelime-i tevhîd"i, yani tek tanrı inancını ifade etmektedir. İşte bu
âyette, Yüce Allah'ın, "tek tanrı" olduğunu itiraf edip kalbi ile
tasdik edenler kasdedilmektedir. Bu iman tarzının kökleri gönülde, yemişleri de
ağızdan çıkmaktadır.
b)
Sağlam
sözden kasıt genel anlamda "tevhîd" de olabilir.
i.
"Gevşeklik göstermeyin, ü-züntüye kapılmayın. Eğer inanıyorsanız, üstün
gelecek olan sizsiniz" (Âl-İİmrân 3/139).
Gevşememek,
üzülmemek, korkmamak ve üstün olmak dünya hayatında sağlam kalmanın en büyük
delilidir. Gerçek imana sahip olanlar üstündürler. Onların üstün olacağının
fermanını bu âyetle Yüce Allah vermektedir.
Bu
imana sahip olan toplumların, siyasetleri, ekonomileri, nesilleri ve kültürleri
konusunda hiç endişe, korku ve üzüntüleri olmayacaktır. Dünya toplumları
arasında hayatın her dalında üstün olanların gelecek için endişe ve korkuları
olmaz.
Aynı
şekilde bunların âhirette de korku ve üzüntüleri olmayacaktır (Bakara 2/62).
ii. "Onlardan
gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarında onları
yaygaraya boğ; mallarına ve evlatlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun.
Şeytan insanlara aldatmaktan başka bir şey vadetmez. Şurası muhakkak ki, benim
kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. Koruyucu olarak Rabb'in
yeter" (İsrâ 17/64-65).
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki, şeytan insanı doğru yoldan çıkarmak için bütün ordu ve
vesvese silahlarını kullanmaktadır. O, bu silahlan"
kullanırken
sahte vaadini de öne sürmektedir. Yüce Allah, kendisine kul olan, O'nu birleyip
O'nun emirlerini yerine getiren kullarını şeytana karşı koruyacak ve onun
üstünlüğünü yok edecektir.
İşte
dünya hayatında şeytana karşı imanını sağlam tutma budur. Bu şekilde dünyada
sağlam kalan da âhirette sağlam kalacaktır.
iii. "Allah
yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz. Allah
onları muratlarına erdirecek. Gönüllerini şadedecek ve onları kendilerine
tanıttığı cennete sokacak. Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz,
O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar" (Muhammed 47/4-7).
Muradına
erdirmek, gönüllerini şâdetmek, cenneti vermek ve a-dımlarını sağlam bastırmak
yukarıdaki sorunun cevabı olmaktadır.
Genelde
dünya hayatında Yüce Allah bu insanların, adım attıkları alanda sağlam
basmalarını temin edecektir. Bu adım, siyasette, ekonomide, eğitimde ve ilim
alanlarında olabilir. İleriye adım atıldığında Yüce Allah onu
sağlamlaştıracaktır.
Dünya
hayatında her attığı adımı sağlam atan, teşebbüs ettiği her faaliyetten
insanlık için fayda çıkaran insanlar Allah'ın desteğine sahiptirler. İşte
bütün bunlar, gönüldeki sağlam imanın getirilen olmaktadır. Düşünen beyin ile
sağlam imana sahip olan gönül bir araya gelince, dünya ve âhiret hayatı Allah
tarafından sağlamlaştırmaktadır.
Bundan
anlıyoruz ki, din eğitimi Yüce Allah'ın lütfunu, yardımını, desteğini yeryüzüne
indirebilecek beyin ve gönülleri hazırlamalıdır. Bu alt yapı olmadan ilâhî
lütuf gelmez. İnsanın sağlam imanı Arş-ı A'lâ'ya çıkma kudretine sahiptir.
Şeytanın
sahte ve yalan sözünün peşine takılan insanların, beyin ve gönüllerinden
zorları vardır. İşte bu insanları Yüce Allah zâlim ilan etmektedir. Çünkü
onlar beyin ve gönüllerinin haklarını vermeyip bu hakları gaspediyorlar.
"Allah ise zâlimleri saptırır." Yani bu ifade, "Allah, beyni ve
gönlü sapan insanların sapkınlığını tescil eder" anlamındadır. Kul
sapmadan Allah onu saptırmaz. Nasıl gönlünde sağlam iman olanı
sağlamlaştırıyorsa, gönlünü saptıranı da saptırıyor.
Diğer
taraftan şu gerçek de bilinmelidir: "Allah dilediğini yapar." Yüce
Allah'ı ne yapacağı konusunda yönlendirecek bir güç yoktur; O, dilediğini
yapacak sonsuz güce sahiptir. Zaten O, her an dilemekte, her an yapmakta, her
an bir iştedir. O'nun için dinlenmek, yorulmak ve bıkmak diye bir şey söz
konusu değildir. Ama onun en çok dikkate aldığı değer, insan beyni ve gönlünde
olanlardır.[18]
28.
Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak
yurduna sürükleyenleri görmedin mi?
29.
Onlar cehenneme girecekler. O, ne kötü karargâhtır.
30.
İnsanları Allah yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki: 'Yaşayın!
Dönüşünüz ateşedir.'
Yüce
Allah burada siyasetin ve toplumsal çöküşün önemli bir kuralına veya
dinamiğine dikkat çekmektedir:
1.
"Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak
yurduna sürükleyenleri görmedin mi?"
a) Âyetin
birinci kısmında Yüce Allah, nankörlük ile nimeti, yani küfür ile nimeti
değiştirmeyi ele almaktadır. Âyetin bu bölümü İbrahim 7 ve 8. âyetler ile
ilgilidir. O âyetlerde de şükür ve nimetten bahsedilmekte; şükrün getirişi ile
nankörlüğün götürüşü ya da imanın getirişi ile inkârın götürüşü işlenmektedir.
İbrahim 28'de de Allah'ın nimetini verip nankörlüğü ya da Allah'ın iman gibi
bir nimetini verip inkârı alma şeklinde yapılan değişim gündeme
getirilmektedir.
Allah'ın
nimeti denince ne anlaşılmalıdır?
i. Bu
nimet Yüce Allah'ın peygamberler ile gönderdiği mesajlar olabilir. Bu ilâhî
mesajların getirdiği ilk ilke "tevhîd" inancıdır. Âyette kastedilen
değişim, tevhîd inancını bırakıp şirki tercih edip bunu başkalarına
bulaştırmak anlamına gelebilir (Bakara 2/211).
ii.
Peygamber göndermesi de Allah'ın bir nimetidir. Çünkü peygamberler toplumlar
için bir nimettir. Peygamberleri yalanlayıp inkâr etmek nimeti inkârla
değişmektir (Mâide 5/20).
iii. Bir
topluma verilen en önemli dünyevî nimetlerden biri de sürülükten kurtulup
devlet kurabilmeleridir. Devleti idare edenler, devletin kıymetini bilemeyip o
nimete karşı nankörlük ederlerse, milletini helake sürüklerler. Bu yorum âyetin
devamına uygun düşmektedir. Enfâl 53. âyet bu nimet ve değişime dikkat
çekmektedir.
Üçüncü
madde ile dördüncü maddeyi şu âyette bir arada bulmamız mümkündür:
""Hani Mûsâ, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size verdiği
nimeti hatırlayın; zira O, içinizden peygamber çıkardı ve sizi hükümdarlar
kıldı. Âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi" (Mâide 5/20).
İşte
peygamberin seçildiği toplum ve devlet kurma imkanı tanınan toplum Allah'ın
nimetine kavuşmuş demektir.
iv.
Düşman olan toplumların Allah tarafından kardeş haline getirilmeleri de bir
nimettir (Âl-i îmrân 3/103). Kardeşliği bırakıp düşmanlığa, tefrikaya dönmek
nimeti verip nankörlüğü almaktır.
v. Bir
toplumun haksız yere zulmederek başka bir topluma saldırması durumunda Yüce
Allah mazlum topluma yardım eder. İşte bu yardım Allah'ın onlara olan
nimetidir. Yüce Allah'ın bu nimetini hatırlamamak, kıymetini bilmemek; zaferi
kendinden bilmek nankörlüktür (Mâide 5/1 l;Ahzâb 33/9).
vi. Yüce
Allah'ın gönderdiği din bir nimettir, "Bugün size dininizi ikmâl ettim.
Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim"
(Mâide 5/3). Bu dinin gereklerini yerine getirmemek, hayata geçirmemek ona
nankörlük etmektir.
Yüce
Allah'ın bir topluma verdiği siyâsî, ekonomik ve sosyal nimetlerin kıymetini
bilemeyip onları lüzumsuz yere harcayan idareciler toplumlarını helak yurduna
sürüklerler, toplumlarının çökmesine neden olurlar.
Demek
ki, Yüce Allah burada toplumların çöküş nedenlerinden birinin devleti
yönetenlerin sahip oldukları nimete nankörlük etmeleri olduğunu
vurgulamaktadır. Geçmişte bu sebep işlemiş, şimdi de işlemekte, gelecekte de
işleyecektir. Onun içindir ki devlet adamı yetiştirirken öğretilmesi gereken
şey, toplumun sahip olduğu sosyal güç denen nimeti, ekonomik ve ilmî nimetin
önemini bilmek, onları korumak ve daha ileri götürmektir. Onlara sırtını
dönmenin, onlara nankörlük etmenin, onları boş yere harcamanın ve onları
korumamanın toplumu helake sürüklemek olacağını gönüllerine kazımak gerekiyor.
Ekonomik nimeti yerli yerinde kullanmamak, onu İsraf etmek; miras olarak
devraldığı siyâsî ve sosyal gücü boş yere ve keyfi anlamda harcamak; aynı
şekilde devraldığı bilimsel seviyeyi ve eğitim imkanlarını iyi kullanmamak ve
onlara önem vermemek toplumun bir çeşit canını almak olacağı beyinlerine
kazınmalıdır.
Netice
olarak şunu da çıkartabiliriz: Nankörlük yapan insanın sosyal statüsü, yani
sosyal seviyesi çok önemlidir. Normal vatandaşın nankörlük etmesi, sahip
olduğu nimetin değerini bilemeyip elden çıkarmasının zararı kendisinedir. Ama
nankörlüğü devleti idare edenler yaparsa zararı bütün topluma olur. Aynı
anlatım ya da ilke İsrâ 16'da da yer almaktadır. Toplumun tepesinde
bulananların nimeti nankörlüğe dönüştürmelerinin vebalini tüm toplum öder.
Böylece
Yüce Allah toplumların çöküşünü araştıran insanlara "sosyal
seviyesinin" nasıl bir rol oynadığına dikkat etmelerini, bu konuda
araştırmayı yukarıdan aşağıya doğru yapmalarını önermektedir. Toplumun sahip
olduğu siyâsî, sosyal, ekonomik ve bilimsel nimetlerin korunmasında dinamikler
yukarıdan aşağıya doğru işlemelidir.
Halkın
canını, emeğini vererek, terini akıtarak elde ettiği nimetleri, yukarıdakiler
nankörlüğe çevirirlerse, toplumu batırırlar. Yüce Allah, bunun araştırılmasını,
gözlemlenmesini, bilinmesini
"görmedin mi" sorusuyla istemektedir.
2.
"Onlar cehenneme girecekler. O, ne kötü karargâhtır."
Dünyada
Yüce Allah'ın, toplumlarına bahşettiği nimetlerin kıymetini bilemeyip
nankörlüğe çeviren ve bu sebeple toplumlarını cehenneme çevirip çökmelerini
sağlayan bu ileri gelenlerin elbette öteki dünyadaki yerleri cehennem
olacaktır. Demek ki bu insanlar hem bu dünyada hem de öteki âlemde ateşle
uğraşmakta olacaklardır.
Çıkaracağımız
diğer netice şudur: Yüce Allah'ın nimetini nankörlükle değiştirmek, dünya ve
âhiret hayatına benzin döküp onları ateşe vermek demektir. Bu değişimi devletin
ileri gelenleri yapıyorsa o yangından hiçbir değer kurtarılamaz, çünkü alevler
her tarafı sarmış olacaktır.
3. "İnsanları
Allah yolundan saptırmak için O'na ortak koştular. De ki: Yaşayın! Dönüşünüz
ateşedir." Toplumları yönetenler bazen inanç ve ibadet özgürlüğüne baskı
yaparak müdahalede bulunmuşlar, zor kullanarak onları Allah'ın yolundan
saptırıp kendi şirk inançlarını onlara kabul ettirmişlerdir. Firavun'u buna bir
örnek olarak gösterebiliriz. İbrahim 9'da inanç ve ibadet özgürlüğüne ve diğer
özgürlüklere değinmiştik.
Bu
âyette, insanları Allah yolundan çıkarmak için şirk koşan ve zorla kendi
inancını halka kabul ettiren toplumun ileri gelenleri ele alınmaktadır.
İşte bu
insanlar da "tevhîd inancı" nimetini şirke dönüştürmüş; özgürlükler
nimetini baskıya dönüştürmüş olduklarından hem toplumlarım hem de âhiretlerini
cehenneme çevirmişlerdir. Bunlar belki bu dünyada az bir zaman yaşayacaklar ama
dönüşleri ateşe olacaktır.
Netice
olarak diyebiliriz ki, 28-30. âyetlerde Yüce Allah siyâsî, e-konomik, sosyal ve
bilimsel güç denen nimetlere nankörlük yapmanın; özgürlüklerden meydana gelen
nimetlere baskı yaparak onları ortadan kaldırmanın korkunç neticelerini
anlatmakta ve bir din eğitimi yapmaktadır.
30.
âyette geçen "De ki: Yaşayın" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah bu
tip insanları hemen cezalandırmamaktadır. Onlara değişim için bir fırsat
tanıdığı gibi onları tehdit de etmektedir. Fussılet 40'da onları şu şekilde
uyarmaktadır: "Âyetlerimiz hakkında
doğruluktan
ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde ateşin içine atılan mı
daha iyidir, yoksa Kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz
O, yaptıklarınızı görmektedir." Görüldüğü gibi Yüce Allah, hem mühlet
veriyor hem de tehdit ediyor.[19]
31. İnanan
kullanma söyle: Namazı kılsınlar; kendilerine verdiğimiz rızıklardan, hiçbir
alış-verişin, hiçbir dostluğun olmadığı gün gelmeden önce gizli ve aşikâr infak
etsinler.
Bu
âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
1. "inanan
kullanma söyle." Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, inanmış olmak çok
önemli bir merhaledir, ama yeterli değildir. Bu merhaleden sonra nelerin
öğretilmesi Hz. Peygamber'e söylenmekte ve program belirlenmektedir.
İnanmayanlara
yönelik yapılacak din eğitimi ile inananlara yapılacak din eğitiminin de
farklılığı ortaya çıkmaktadır. İnanmayanlara şirk, inkâr, iman ve tevhîd inancı
gibi konulara yönelik konular tebliğ edilip öğretilirken, iman etmiş olanlar
için ibadetler üzerinde durulacaktır.
2. "Namazı
kılsınlar; kendilerine verdiğimiz rızıklardan, hiçbir alışverişin, hiçbir
dostluğun olmadığı gün gelmeden önce gizli ve aşikâr infak etsinler."
Âyetin
bu kısmında üç şey ele alınmakta ve inananlara neleri yapacakları
öğretilmektedir:
a)
"Namazı kılsınlar." Namaz konusu Bakara 3'te derinlemesine
açıklanmıştır. Burada söyleyeceğimiz şey şudur: Namaz ibadeti önde gelen
ibadetlerden biridir ve İslam ahlâkının temellerini oluşturmakta ('Ankebût
29/45; Meryem 19/59) ve kulu Allah'a yaklaştıran ibadetlerin başında gelmektedir.
Çünkü secde onun bir parçasıdır ('Alak 96/19). Namaz ayrıca, tapınmanın en
önemli göstergelerinden biridir.
b)
"Hiçbir alış-verişin ve hiçbir dostluğun olmadığı gün." Yüce Allah
âhiretin önemli iki özelliğini öne çıkarmaktadır. Âhirette alış-veriş ve dostluk
geçerli değildir. Bu, Kur'ân'ın başka âyetlerinde de gündeme gelmektedir.
c)
Bu
konu Bakara 48 ve 254'de anlatılmıştır. O âyetlerde anlatılmakla beraber
burada vurgulamamız gereken mesele "o günün gelmesinden önce"
ifadesidir. Kişi yaşarken Allah yolunda infak etmeli, fakirin elinden tutmalı,
kamunun yararına olan bir iş için fedakarlıkta bulunmalıdır. Ölmeden önce
kişinin, infak adına iyiliğini yapması gerekiyor, çünkü ölüm anında iyilik
yapmadığını hatırlayacak ve Yüce Allah'tan ömür isteyecektir (Münâfıkûn 63/11).
Diğer
taraftan sadakaların, infakın yapılması meselesindeki metod konusu da
belirlenmektedir. Gizlilik ve âşikârlık (Bakara 2/271; Ra'd 13/22); gece ve
gündüz (Bakara 2121 A). Gösterişe düşmeyecek insanların açıktan, bu tehlikeyi
hissedenlerin de gizli olarak vermeleri daha uygundur.
Netice
olarak diyebiliriz ki, namaz ahlâkın; infak da toplumun canıdır. Namaz ferdî
bir ibadet olarak görünse bile, toplumun ahlâkını ilgilendirmektedir. İnfak da
topluma yönelik yapılan bir faaliyeti içermekte, ama Allah tarafından
emredildiği için bir ibadet olmaktadır. Fakirlerin iniltisini dindirmek için
yapılan fedakarlık bir ibadet olmaktadır. Kamu yararına, insanların daima
istifade edeceği bir şeye infakta bulunmak bir ibadettir.
İşte
bunları inananlara anlatması, öğretmesi için Yüce Allah Hz. Peygamber'i
görevlendirmektedir. Hz. Peygamber hayatta olmadığına göre bu görevi din
âlimleri yapacaktır. Kur'ân bunları konuşuyor; önemli olan onu anlayıp halka
iletmektir.
Dikkat
edilirse mü'minin gizli aşikâr yapacağı yardım evrensel boyutta olmalıdır.
Çünkü fakirlik, yetimlik ve ihtiyaçlar yakından uzağa doğru gittikçe genişleyen
bir daire şeklinde kendini gösterdiği için, yardımlar da yakından uzağa metodu
ile yapılmalıdır.[20]
32.
Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak
size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri
emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı.
33.
Düzenli seyreden Güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de
istifadenize sundu.
34. O
size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız
sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!
Yüce
Allah insanı yaratmadan önce onun yaşayabileceği bir fiziki çevre, bir çeşit
beşiğini ve yatağını hazırladı. Onun içindir ki Bakara 22'de tu.. "O Rabb
ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir tavan yaptı" diye buyurdu ve
varlıkların en şereflisini yaratacağı için ona bu kâinatın tüm fizikî kanunlarının
hizmet etmesini takdir etti ve her şeyi onun için yarattı.
1. "Allah'tır
ki, gökleri ve yeri yarattı." Yüce Allah bu âyetteki derste, yaratma
olgusunu ele almakta ve bu olgunun arkasındaki gücün Allah olduğunu
söylemektedir. Demek ki Allah, kendisini anlatıp tanıtıyor. Bu tanıtım birinci
elden bir tanıtımdır.
Zaten
Kur'ân'ın ilk âyetlerinde yaratılış kitabının okunması istenmektedir.
Yaratılış olgusunu düşünmeyen beyinler kendi acziyetlerini hissedemezler. Yüce
Allah bu âyetinde şu soruyu cevaplandırmaktadır: Kâinat ve onun içinde öylesine
kanunlar cereyan ediyor ki, onlar insan gücünü aşmaktadırlar. Peki kim yarattı
kâinatı ve onun içindeki kanunları? Yüce Allah buna tek kelime ile cevap
vermektedir: Allah.
2. Yüce
Allah 32. âyette su ile canlılık arasındaki bağlantıyı kurmaktadır:
"Gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı;
izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi. Nehirleri de
sizin için akıttı."
Kâinatın
yaratılışından sonra en önemli kanun, sudur. Onun içindir ki Yüce Allah ikinci
konu ile suyun etkinliklerini anlatmaktadır.
İnsanlara
rızık olsun diye su ile meyveleri çıkarttı. Bunu insan için yapmıştır.
"Suyun
itme gücü" konusundaki dersinde gemilerin denizde yüzüp gitmesini
anlatmaktadır. Böylece gemilerin suda batmayıp nasıl hareket ettiklerini
keşfetmek ve bu teknolojiyi üretmek için insana ödev vermekte, suya bu
niteliğini insan için verdiğine işaret etmektedir.
Nehirleri
de bizim için akıttığını buyururken insanın hizmetine neleri verdiğine de bir
ilâve yapmaktadır. Gökler ve yer, su ile yetişen meyveler, suda hareket edip
yüzen gemiler ve nehirler hep insan içindir.
3.
"Düzenli seyreden Güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı." "Düzenli
seyretmek", "görevini şaşmadan yapmak" anlamına gelmektedir.
"Size faydalı kıldı" ifadesi de "size boyun eğdirdi, sizin
hizmetinize sundu" demektir.
Dikkat
edilirse Yüce Allah, bir önceki âyette yerel oluşumlardan, yere ait konulardan
bahsederken bu âyette, yani 33. âyette göksel oluşumları ele almaktadır. Biz
buna "yakından uzağa metodunu kullanarak öğretmek" diyoruz.
Görevlerini hiç aksatmadan yerine getirmek üzere Güneş ile Ay da insanın
hizmetine sunulmuştur.
Burada
Güneş'in ve Ay'ın faydalarını saymaktan ziyâde, onların Allah tarafından
insanların hizmetine sunulmuş olması meselesini yakalayıp Allah'a iman etmek
bizi ilgilendirmektedir. Gerçi Bakara 189'da Ay'ın insanlar için, özellikle hac
için vakit ölçüsü olduğuna dikkat çekilmekte; Rahman 5'te de Güneş ve Ay'ın
bir hesaba göre hareket ettiğine işaret edilmektedir.
4.
"Geceyi ve gündüzü de istifadenize sundu." Böylece gece ile gündüzün
de, insan denen varlığın hizmetine tahsis edildiği anlatılmaktadır. Güneş ve Ay
konu edilince, doğal olarak gece ile gündüz de gündeme gelmektedir.
"Rahmetinden
ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz; gündüzün de
O'nun lütfundan rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz" (Kasas 28/73).
Netice
olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah, kendi varlığını ve gücünü etrafımızda
cereyan eden tabiat olayları ile anlayıp iman etmemizi istemekte,
"eserden müessire gidiş" diyebileceğimiz bu aklî sıçrayışın altında
bilimsel araştırmaların olmasını öngörmektedir. Yüce Allah'ın yerel olaylardan
göksel olaylara giden "yakından uzağa metodu"nu kullanarak verdiği
dersten şunu da çıkartıyoruz: Din öğretiminin programında tabiat bilimleri de
yer almalıdır. Tabiat bilimleri bir taraftan Allah'ın varlığını, diğer taraftan
gücünü, öbür taraftan da insana sunduğu nimetleri anlatacaktır. Tabiat
olayları ve tüm kâinat Allah'ın kudretinin okunduğu çok önemli bir kitaptır.
5. "O,
size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız
sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür."
"O
size istediğiniz her şeyden verdi" buyurulurken "istemeyi",
"ihtiyacınız olan her şeyi tedârik edip verdi" anlamına almak
gerekiyor. Çünkü Yüce Allah, hiç istenmeyen çocuğu da anne karnında vermektedir.
İnsanlar doğar doğmaz kendilerini nimetin içinde bulurlar. Kimi zaman
istemedikleri halde nimetlerle bezenirler, kimi zaman isteklerini Yüce Allah'a
ileterek nimetlendirilirler.
Meselâ
varolmamız, aklımız bizim için bir nimettir ama, bizim isteğimizle bize
verilmiş değildir. Onun için âyette geçen seeltüm kelimesini, "ihtiyaç duyduğunuz" şeklinde
manalandırmamız isabetli olacaktır.
Diğer
taraftan insanın istediği her şeyin bir kısmını Allah ona verecektir. Bu
isteğini, her şeyi bilen ve planlayan Yüce Allah kendi takdirine göre
verecektir. Ama Yüce Allah'ın insana verdiği nimetler sayılmaya kalkılırsa
sayılamazlar.
Yüce
Allah'ın bize verdiği nimetleri iki kısma ayırabiliriz:
a)
Bizi
yaratmakla, bedenî ve ruhî bakımdan verdiği nimetler vardır. Hücrenin
çalışması için sahip olduğumuz nimetler bir düşünülürse hesap makineleri bile
yetmez. Diğer taraftan sahip olduğumuz ruh alemimiz de sayılamayacak nimetler
yumağını oluşturmaktadır. Beyin, gönül ve nefis boyutlarımız, onların içindeki
kabiliyet, yetenek, içgüdü ve arzular akla sığmayacak nimetler taşır.
b) Varlığımızı
sürdürebilmemiz için Yüce Allah'ın sunduğu yakın ve uzak nimetleri hesaplamak
için bütün kâinatı hesaplamamız gerekiyor. Gıda olarak aldıklarımızla,
hayatımızı sürdürebileceğimiz adi: çevreyi düşünürsek sayısız nimetlerle
donatıldığımızı anlarız, fark ederiz, düşünürüz, ama asla onları sayamayız.
Yüce Allah'ın bu nimetlerine karşılık insan iki
davranışını öne çıkarmaktadır:
i. Bu
nimetlere rağmen insan zâlimce bir tavır içinde oluyor. Buradaki zalûm kelimesini, "şirk koşmak"
manasına alabiliriz. Çünkü şirk bir zulümdür (Lokman 31/13).
Zulüm kelimesi, aynı zamanda "hata yapmak"
anlamına da gelir. Buradaki hata, sahip olduğu nimetleri yerli yerinde
kullanmamaktır. Kişinin, beynini, gönlünü ve nefsini yaratılış amaçlarına
uygun olarak kullanmaması da bir zulümdür. Çünkü bir şeyi yerli yerinde
kullanmak adalet; yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. Akıl, sevgi, inanç
duygusu, nefsin güçleri, dürtülerimiz, kabiliyet ve yeteneklerimiz kendi
amaçlarına göre kullanılırlarsa adalet; kullanamazlarsa zulüm olacaktır.
Meselâ
ekonomik nimetleri yerli yerinde kullanırsak adalet; kullanmazsak, haram yersek
zulüm olacaktır. Kul hakkı, yetim hakkı, kamu hakkı yiyenler zulüm
işlemektedirler (Nisa 4/10).
ii. Bu
nimetlerin kaynağını inkâr etmek, değerlerini bilmemek de nankörlüktür.
"İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz
çevirip yan çizer" (İsrâ 17/83). İnsanın, nimetleri kendisinin
kazandığını, Allah'tan gelmediğini söylemesi nankörlüğün doruk noktasını teşkil
etmektedir.
Din
eğitimi insanın bu zulüm ve nankörlüğü ile mücâdele vermeli ve sahip olduğumuz
nimetlerin kaynağı konusunu iyi işlemelidir. İnsanlar beslendikleri kapıyı, o
ilâhî kapıyı bilip onda kul köle olmalıdırlar. Din eğitimi bu kapıyı, bu
kaynağı ve onu veren kudreti iyi tanıtmalıdır.[21]
35.
Hani İbrahim şöyle demişti: 'Rabbim, Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut!
36.
Rabbim, onlar insanlardan bir çoğunu şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana
uyarsa o bendendir; kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen, affedici ve merhamet
sahibisin.
37.
Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını ekilebilirtoprağı olmayan vadiye, senin
Kutsal Ev'inin yakınınayerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye
(böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir ve meyvelerden onlara rızk ver. Umulur ki bu nimetlere şükrederler.
38.
Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu bilirsin. Ne yerde ne
de gökte hiçbir şey Allah 'a gizli kalmaz-
39.
İhtiyarlık çağımda bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah a hamdolsun.
Şüphesiz Rabbim, duayı işitendir.
40. Rabbim,
beni, soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul
et.
41.
Rabbimiz, hesabın görüleceği gün
beni, anamı-babamı ve bütün müminleri
bağışla.'
Hz.
ibrahim'in bu duasının bu sûrede bulunmasındandır ki sûreye İbrahim sûresi denmiştir.
İbrahim sûresinin merkezî konularından biri nimet, rızık ve şükürdür. Hz.
İbrahim'in duasının bu açıdan o âyetlerle bağlantısı net olarak görülmektedir.
1. Bu
dualardan anlıyoruz ki, Yüce Allah bize ve bizden sonrakilere nasıl dua
yapılacağını öğretmekte, bunu öğretirken de Hz. İbrahim'in duasını örnek olarak
vermektedir. Dua öncelikle .1$ "Rabb'im" kelime siyle başlıyor ve
duaların içeriği ile devam ediyor. Onun içindir ki, duaların içeriği ve
sunuluş biçimi bizim için çok önemlidir. Nerede kendisine, nerede çocuklarına
ve nerede başkalarına dua etmektedir? Bu dualardan şu neticeye de ulaşacağız:
"Hz. İbrahim dualarında bencil değildi."Şimdi duaların analizine
geçebiliriz.
2.
"Rabb'im! Bu şehri güvenli kıl." Duanın bu kısmı daha önce Bakara Î26'da
geçmişti ve dolayısıyla bu cümlenin a- çıklaması orada yapılmıştır. Burada şunu
ilâve edebiliriz: Hz. İbrahim, bu geniş duasında ilk defa o beldenin, şehrin ve
ülkenin güvenliğini istemektedir. ^Vl el-emn kelimesi, "güven ve
barış" anlamına gelmektedir; imân kelimesi de ondan türemiştir.
Güvenlik
ve barışın olmadığı bir ülkede diğer nimetlerin değeri kaybolmaktadır.
İstenecek olan ilk şey bir toplum için barış ve güvendir. O zaman diğer
nimetlerin bir değeri ve insanın mutluluğuna bir katkısı olacaktır.
Duanın
bu kısmından şu neticeye varıyoruz: Hz. İbrahim "güvenliğin" tesisi
için ilâhî müdahaleyi istemektedir. Bir ülkede güven varsa, orada Yüce Allah'ın
lütfunun olduğu hükmüne varabiliriz. Demek ki o toplum, Allah'ın güvenliği
temin etme lütfuna lâyık işler yapmaktadır. Her şeyin başı güvenlik olduğu için
nimetlerin de başı odur.
Hz.
İbrahim'in "güvenliği" duasına konu edinmesi, o dönemde bir güvenlik
sorunu olduğunu göstermektedir. Ama sadece o dönemde değil, günümüzde ve
gelecekte de insanlığın önde gelen meselelerinden biri güvenlik olacaktır.
İnsanlar güvenlik için ellerinden geleni yapacak, güçlerini aşan kısmını da
Allah'tan bekleyeceklerdir.
Güvenliği
temin etmekte insanlar ne yapmalıdırlar? Bu sorunun cevabını verebilmek için
Bakara 125'e gitmemiz gerekiyor. Bu âyete baktığımızda öne çıkan konu
"eğitim" olmaktadır: "Beyt'i insanların toplantı yeri ve
güvenlik mekanı yaptığımızı hatırla." Âyette geçen h& mesabe kelimesi,
"toplantı yeri, sevabın, bilginin üretildiği yer" demektir. Bu
manalardan ikisini de alabiliriz: Mesabe kelimesi "bilginin, iyinin,
güzelin, doğrunun ve faydalı olanın üretildiği yer" demektir. Bu görevler
Beytullâh ile birleşince, Beytullâh bir üniversite niteliğine bürünmektedir.
Bakara 125'te ikinci nitelik güvenliğe verilmektedir. O zaman, bilginin ve
ahlâkî değerlerin üretildiği yerde güven var olacak demektir. Önce bilgi ve
ahlâk, sonra da güven gelmektedir. Cehaletin ve ahlâksızlığın kol gezdiği bir
şehir ve ülkede güvenden bahsedilemez.
Bilgi
ve ahlâk işi de eğitimden geçmektedir. Eğitimin boşluğunu polis ve askerî
tedbirler dolduracaktır ama bu tür tedbirler nihâî çözüm olmayacaktır. Çünkü
eğitim insana aklını kullanmayı, doğru düşünmeyi, doğru davranışı öğretecek ve
nihayet bunlarla bir iç disiplini oluşturup insanın kendi içinde manevî bir
polis gücü meydana getirecektir. Bu olmadan Yüce Allah'ın güvenlik için lütfü
gelmeyecektir. Yüce Allah, bir ülkeye güvenlik vermesi için bilgi ve ahlâktan
yana alt yapının oluşup oluşmadığına bakar.
Demek
ki, bir ülkenin eğitimdeki başarısının göstergesi güvenliğidir. Ne kadar
güvenlik varsa, o kadar güçlü bir eğitim var demektir. Eğitim bilgi, imân ve
ahlâkî değerleri insanlara kazandırırken insana saygı, insan sevgisi ve insan
haklarını da işleyecektir. Eğitim bu bakımdan güvenliği doğuran bir ana
niteliğine bürünecektir.
3.
"Beni ve oğullarımı putlara tapınmaktan uzak tut!"
Hz.
İbrahim duasının ikinci konusunu şirkten uzak kalmaya, yani tevhîd inancına
tahsis etmekte, önce kendisini, ardından da çocuklarını gündeme getirmektedir.
Bunun sebebi ne olabilir? Bu durum eğitimin eskimeyen kurallarından biridir.
Kendisi tevhîd inancında olmayan baba veya hoca çocuklar için tevhîd inancını
isteyemez; kendisi tatbik etmedikçe çocukları veya öğrencilerinden o konuda
benzer uygulamaları gerçekleştirmelerini isteyemez veya onlara emredemez. Hz.
İbrahim duasının başlangıcında bu kuralı işletmektedir. Belki de bu kural
olması gerekenlerin başını çekmektedir.
Duanın
bu kısmından şu neticeyi çıkartabiliriz: Putlara tapınmaktan geri durma gücünü
Hz. İbrahim tam anlamı ile kendinde görememekte ve bu nedenle Yüce Allah'ın
müdahalesini istemektedir. Böylece tevhid inancını muhafaza etmek ve putlardan
uzak durmak gibi dinin ilk ilkesini gerçekleştirmek insan gücünü aşabilir.
Duanın
bu kısmında yer alan el-esnâm kelimesi
es-sanem kelimesinin çoğuludur. Bu
kelime sadece maddi anlamda yapılan putlar anlamına gelmiyor; "Allah'tan
başka ilâhî güç, tapınacak kadar kutsallık affedilen ideoloji, nesne ve
insanlar"ı da kapsamına alıyor. "Zenginlik, itibar ve nefsin
arzularını tanrılaştırmak" da bu kapsama girmektedir. Olayların ve
nimetlerin arkasında tek gücün Allah olduğunu görmemek, buna inanmamak ve
onları başka güçlere bağlamak da şirkin bir başka çeşidi olmaktadır. Puta
tapınmak açık şirk; ama maddî yapısı olmayan ideoloji, nefsin arzuları,
zenginlik ve itibar gibi şeylere tapınmak da gizli şirk olmaktadır. Tapınılan
şeyin, tanrılık niteliği verilen bir insan veya diğer nesnelerde ya da
varlıklarda olması muhtemeldir. Çünkü bir sonraki âyetin içeriği buna delil
olmaktadır.
Burada
çıkaracağımız diğer netice de şudur: Aile eğitiminde duanın önemi de öne
çıkmaktadır. Böylece Hz. İbrahim dua vasıtasıyla, yani Allah'ın yardımı ile
ailesinden şirkin kökünü temizlemeye çalışmaktadır. Şirkin dikili bir ağaç
olarak bulunduğu aile, Allah katında bütün itibarını yitirmiştir. Onun için
babalar çocuklarına din eğitimi verirlerken, bu şekilde dua yapmayı
unutmamalıdır.
4.
"Rabbim, onlar insanlardan bir çoğunu şaşırttılar." Eğer insanlar
taştan yapılmış putlara tapmışlarsa, putlar onları nasıl yoldan çıkarıp
şaşırtmıştır? Yoldan çıkarma ya şeytan ya da başka bir insan tarafından
gerçekleştirilebilir. O zaman, bir önceki âyetten kasdedilen canlı putlardır.
Ancak cansız putlar şirk koşmanın ve saptırmanın aracı olduklarından eylem
onlara da mal edilmiş olabilir.
Bize
göre bu âyette insanı şirke götüren beşerî ve diğer anlamda bütün güçler
kasdedilmektedir. Diğer taraftan şirke düşmenin sapıklık olduğunu da anlamış
oluyoruz. Böylece Hz. İbrahim sapıklığı şirk ile; şirki de sapıklıkla tanıtmış
oldu.
Demek
ki Hz. İbrahim bu sahte tanrıların diğer insanları yoldan çıkardığını görmüş
ve bu nedenle şirk hastalığının, ailesine bulaşmamasını istemiştir.
5.
"Artık bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir; kim bana karşı gelirse
şüphesiz sen, affedici ve merhamet sahibisin."
Âyetin
bu kısmı ile Hz. İbrahim tebliğ ettiği dini kabullenerek kendisine uyanların
kiminle beraber, yani kimden olduklarını açıklamaktadır. Peygambere tabi
olmak, onun getirdiği mesajı kabullenmek, ona inanmak anlamına gelmektedir.
"Bendendir"
ifadesi, "benim ümmetimdendir, benim dinimdendir" anlamına
gelmektedir. Demek ki, aynı inancı paylaşanlar birbirlerinden olmaktadırlar,
yani inanç birliğine göre oluşan beraberlikler vardır. Gruplaşma sürecinde inanç
da yer almaktadır, bû "Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse,
artık onlar dinde kardeşlerinizdir" (Tevbe 9/11); "Müminler ancak
kardeştirler" (Hucurât 49/10) ifadelerinde yer alan kardeşlik, Hz.
İbrahim'in ifadesinde "bendendir" şeklinde ifade edilmektedir. Hz.
İbrahim din veya iman kardeşliğini gündeme getirmektedir.
Bu
açıklamadan şu noktaya varmak istiyoruz: Farklı inanç veya dine mensub
olanların grup haline gelmeleri normaldir, ama aynı dine mensub olanların
içinde gruplaşma olması normal değildir. Aynı dine mensub olanların tefrikaya
düşüp gruplara ayrılmaları, dinin etkinliğini azaltmaktadır. "Kim bana
karşı gelirse, şüphesiz sen affedici ve merhamet sahibisin."
Hz.
İbrahim, kendisine tâbi olmayıp karşı gelene beddua etmemekte, işi Allah'a
bırakmaktadır. Kendisine tâbi olanı kabulleniyor, ama karşı geleni Yüce
Allah'ın affına ve merhametine bırakıyor.
Asırlar
sonra kendi soyundan gelen Hz. îsâ da aynı anlayış biçimini sergilemiştir:
"Eğer onlara azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, (dedi)" (Mâide
5/118). Burada da görüldüğü gibi Hz. îsâ kendisinden olmayanları Allah'ın
bağışlama sıfatına havale etmektedir.
Bundan
anlıyoruz ki peygamberlerin sünnetinde, ahlâkında, daima af ve merhamet vardır.
Onun içindir ki kendilerine karşı gelenleri Allah'ın af ve merhametine
göndermektedirler. Tâif ten dönerken Hz. Peygamber'in beddua etmemesi de bu
ahlâkın devamı durumundadır.
Hz.
İbrahim'den torunu Hz. Muhammed'e uzanan evrensel dinin geleneklerinden biri de
bu olduğu için Hz. Muhammed de ona uymuştur: "Sonra da sana: 'Doğru yola
yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik"
(Nahl 16/123).
6.
"Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını ekilebilir toprağı olmayan vadiye,
senin Kutsal Evin'in yakınına yerleştirdim."
Hz.
İbrahim neden gelip ziraat yapılamayan bir vadiye çocuklarının bir kısmını
yerleştirdi? Hz. İbrahim bu olgunun amacını âyetin devamında açıklamaktadır
ama sebebini vermemektedir. Sebebini tefsir kitaplarında Buhârî'nin İbn
Abbâs'tan rivayet ettiği bir hadisten öğreniyoruz. Kur'ân'da bulamadığımız bu
kısmı, hadisi esas alarak şöyle anlatabiliriz: Rivayet olunduğuna göre
"Hacer, Sâre'nin cariyesi idi. Sâre, Hacer'i İbrahim'e sunarak evlendirdi.
Hacer de İsmail'i doğurdu. Hacer'i kıskanan Sâre, Hz. İbrahim'den Hacer ile
çocuğunu kendisinden uzaklaştırmasını istedi. O da süt emme çağında olan
İsmail ile annesi Hacer'i Mekke'ye götürüp bıraktı. Yanlarına içinde hurma
bulunan bir torba ile içinde su bulunan bir kırba (su kabı) bıraktı.
Hz.
İbrahim geri dönüp giderken Hacer arkasından koştu ve içinde hiç kimsenin
bulunmadığı bir vadide 'bizi bırakıp nereye gidiyorsun?' diye seslendi ve bunu
defalarca tekrarladı. Hacer, 'kendilerini oraya bırakmasını Hz. İbrahim'e
Allah'ın emredip emretmediğini' sordu. 'Evet' cevabını alınca Hacer: 'Allah
bizi kaybetmez' dedi ve yerine döndü.
Hz.
İbrahim onların göremeyeceği bir tepeye gelince İbrahim 37. âyette geçen duayı
yaptı.
Kırbanın
suyu bitince Hacer, yakınında olan Safa tepesine koştu. Tepenin üzerine çıkıp
vadiye baktı. Vadiye doğru indiğinde Merve tepesine doğru yürüdü, yine kimseyi
göremedi. Bu koşmasını yedi defa tekrarladı.
İşte
İbn Abbâs'ın nakline göre Hac'da sa'y etme bundan çıkmıştır. Hacer bu koşmaları
anında bir ses duydu ve o sese yönelince bugünzemzem kuyusunun bulunduğu yerde
meleği gördü ve yanına gittiğinde orada suyun çıktığını farketti. Suyu
avuçlayıp içti ve kırbasına doldurdu. Ama su devamlı çıkıyordu. Melek ona suyun
tükenmeyeceğini söyledi; sebebinin de Beytullâh olduğunu belirledi. Oğlu ile
babasının o evi (yeniden) inşa edeceklerini ve o ailenin yok olmayacağını ona
söyledi" (Buhârî, Enbiyâ, 9).
Hz.
İbrahim gerçekten hanımlarını ayırmak için böyle yapmış olabilir ama, arada bu
kadar aşırı bir kıskançlığın olacağı düşündürücüdür. Fakat Hz. İbrahim'in çok
uzağa gitme ihtimali üzerinde de düşünülmelidir.
Onları
yerleştirdiği vadide ziraat yapılmıyordu ama orada Allah'ın kutsal evi
Beytullâh vardı. Demek ki o Kutsal Ev, Hz. İbrahim'den önce yapılmıştı. Nitekim
Âl-i İmrân sûresinin 96. âyeti, insanlar için yaptırılan ilk beytin (ma'bed)
Mekke'de olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla bu ilk Beyt'in Hz. İbrahim'den
çok daha önce yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Demek ki evinin camiye yakın
olmasını isteyenler Hz. İbrahim'in sünnetini tatbik etmektedirler. Mekke'de Hz.
Peygamber'in doğduğu ev ile Beytullâh arasındaki yakınlığı göz önüne getirirsek
durumu daha iyi anlarız.
7. "Rabbimiz!
Namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir
kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızk ver. Umulur ki
bu nimetlere şükrederler."
a)
Hz.
İbrahim, namazlarını dosdoğru kılmaları
için ailesini Beytullâh'in yanına yerleştirdiğini söylemektedir. Demek ki, onun
dinin de de namaz ibadeti vardı. Namaz ibadeti için evini camiye yakın olarak
satın almanın Hz. İbrahim'den gelen bir sünnet olduğu bu ifadeden
anlaşılmaktadır.
b) Hz.
İbrahim ora halkının gönüllerini ailesine meylettirmesini Allah'tan istemiştir.
Demek ki sanıldığı gibi Mekke tamamen boş değildi. Orada yerleşik bir halk
vardı. Hacer ve oğlu İsmail'e ora halkınıngönülden meyletmesi ise onları
sevmeleri, onlarla ilgilenmeleri ve geçimde kendilerine yardım etmeleri
demektir.
Hz.
İbrahim gönülden ilişki istemektedir. Böylece insanlar arası i-lişkilerde
gönlün yer almasının önemi de gündeme gelmektedir.
c) Hz.
İbrahim, onların beslenmesini de düşünerek Allah'ın müdâhale etmesini
istemektedir. Bu rızıklandırmayı dua ile isterken şükrü de gündeme getirmektedir.
Nimete şükretmenin bir ibadet olduğu ta o dönemdeki dinlerde de vardı. Demek
ki şükür evrensel bir ibadet niteliği taşımaktadır. Bu âyette namaz ve şükür
ibadetlerinin zikredilmesi, Hz. İbrahim'in dininde de bunların var olduğunu
ortaya koymaktadır.
8.
"Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu bilirsin. Ne yerde
ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz."
Hz.
İbrahim'in duasında yer alan bu ifâde, aslında Allah'ın vasıflarından birini
gündeme getirmekte, Yüce Allah'ın bilgisinin dışında hiçbir şeyin kalmayacağını
ifade etmektedir. Çünkü O, insanı içerden ve dışardan bilgisi ile kuşatmıştır.
Özel
manada Hz. İbrahim, Hacer'i ve oğlu İsmail'i hangi niyetle ve amaçla Ka'be'nin
yanına yerleştirdiğini Yüce Allah'ın bildiğini büyük bir teslimiyetle ifade
etmekte ve niyetinin kötü olmadığını belirtmek için bu tarz bir açılım
getirmektedir. Genel anlamıyla da bu âyet, Yüce Allah'ın insanların
niyetlerini, bir iş yaparken hangi amacı güttüklerini tam anlamı ile bildiğini
ifade etmektedir. Bu sonsuz bilgiye sahip olmasaydı Allah olamazdı.
Diğer
taraftan yerde ve gökte olan zerre kadar bir şey veya oluşum Allah'a gizli
kalmaz, O'nun bilgisinin dışında olamaz.
Dikkat
edilirse Hz. İbrahim insandan başlayan bir açılımla yer ve göğe giden, yakından
uzağa metodu ile bize bir ders vermekte, Yüce Allah'a duasını da aynı metotla
sunmaktadır. Hz. Lokmân'ın oğluna verdiği öğütte de aynı anlatım tarzına
rastlıyoruz: "Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile
olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa
yine de Allah
veya
göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu getirir.
Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır"
(Lokman 31/16). Hz. İbrahim ile Hz. Lokmân'ın ifadelerinde, Allah'ın ilminin
sonsuzluğu ve kuşatıcılığının anlatımı vardır.
En'âm
59'da açıklandığı gibi:
"Gaybın
anahtarları, Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve
denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin
karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi
apaçık bir kitaptadır" kalpteki her niyeti, beyindeki her düşünceyi,
nefisteki her oluşumu ve yapılan bütün eylemleri Allah'ın bildiğine inanmanın
ahlâk bakımından disiplin duygusunu öne çıkarıcı bir etkinliği vardır. Bu bilgi
ve imanla ahlâkı buluşturma işi eğitime düşmektedir.
Diğer
taraftan, tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin ifade tarzında dikkatleri çeken
çok önemli edebî bir incelik de söz konusudur: Âyet, "Rabbimiz, sen bizim
gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu bilirsin" anlamını ifade eden muhatap
sigasıyla başlamış ve "ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli
kalmaz" cümlesiyle bu defa ifade üçüncü tekil şahıh sığasına
dönüştürülmüştür ki Arapça'da buna iltifat sanatı denmektedir. Bu sanat
kullanılarak muhatapların uyarılması ve mesajın daha etkin bir hale getirilmesi
amaçlanır.
9. "İhtiyarlık
çağımda bana İsmail'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabb'im
duayı işitendir." Bu âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler
vardır:
a) Hz.
İbrahim hamd ibadetinin hangi
durumlarda yapılacağı konusuna bir açıklık getirmektedir. Biz bunu şöyle
açıklıyoruz: Verilmesi muhtemel olan bir lütuf için şükredebilir; ama ümidin
kesildiği bir anda Allah'ın lütfetmesi hamdi gerektirmektedir. Çocuk yapmaktan
kesilen ihtiyarlık yaşında çocuk sahibi olmak doğaya aykırıdır. Böyle bir anda
Allah Te'âlâ'nın lütfuna mazhar olmak hamdi
gerektirir.
Kişinin
kendisine verilen nimete şükredilir, ama bütün dünya canlılarına verilen
nimete hamdedilir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette Hz. İbrahim, ihtiyarlık halini gündeme getirirken
çocuk yapmaktan düştüğünü mü ifade ediyor? Sorunun cevabını verebilmek için şu
âyetlere gitmemiz gerekiyor:
O esnada
hanımı ayakta idi ve güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından Yakub'u
müjdeledik. (İbrahim'in hanımı): 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam
da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey'
dedi. (Bunun üzerine melekler de): 'Allah'ın emrine şaşıyor musun?'
dediler" (Hûd 11/71-73). Demek ki hem hanımı hem de kendisi çocuk yapacak
vasıflarını kaybetmişlerdi, "(Melekler) dediler ki: 'Korkma biz sana
bilgin bir oğul müjdeliyoruz.' (Bunun üzerine İbrahim de): 'Bana ihtiyarlık çökmesine
rağmen beni müjdeliyor musunuz?' dedi" (Hicr 15/53-54).
Hz.
İbrahim'e bu müjde daha önce yapmış olduğu duasının kabul edilmesi ile
verilmiştir.. "Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları
alçaklardan kıldık. (Oradan kurtulan İbrahim): 'Ben Rabb'ime gidiyorum. O bana
doğru yolu gösterecek. Rabb'im, bana sâlihlerden olacak bir evlat ver,' dedi.
İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik" (Sâffât 37/98-101).
İşte
çocuk yapmak konusunda biyolojik manada bütün ümitlerin kesildiği bir anda yapılan
duanın kabul edilmesi ile çocuk sahibi olmanın karşılığı "hamd"
olacaktır. Bu âyeti günümüze taşırsak ve geleceğe bir ışık tutarsak şöyle
deriz: Çocuk yapma ihtimali olmayan çiftlerin tıbbî müdahaleler neticesinde
çocuğa sahip olmaları hamdi gerektirmektedir.
Demek
ki tıbbî çalışmalarla elde edilen mu'cizevî başarıların ardından tüm insanlık
hamdetmelidir. Çünkü o buluşun ilhamı Allah'tan gelmektedir.
b) "Şüphesiz
Rabb'im duayı işitendir."
Hz.
İbrahim "Ey Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat bağışla!"
duasını yapmış, Yüce Allah da İsmail ile İshâk'ı ona bağışlayınca duasının
kabul edildiğini anlamıştı.
Bundan
şu neticeyi çıkartıyoruz: Duayı duymayacak olan varlıklara yapmak şirktir.
Yatırlara gidip ihtiyaçlarımızı ya onlardan istiyoruz ya da onlar vasıtasıyla
Allah'tan istiyor ve sonuçta imânî bakımdan çok tehlikeli bir iş yapmış
oluyoruz.
Duayı
gönlünden yapsan da Allah onu duyar ve bilir. Onun içindir ki Yüce Allah'a hem
açıktan hem de gizli olarak dua edilebilir. Nitekim bu izahımızın şu âyetlere
de uygun düştüğünü görmekteyiz:
"Rabbini,
gönülden ve korkarak hafif bir sesle içinden sabah-akşam zikret. Sakın gafillerden
olma"' (A'râf 7/205). tlij ıi£ü ^3 i>Sl "Rabb'inize alçak gönüllüce
ve yüreğinizin tâ derinliklerinden dua edin (seslenin)" (A'râf 7/55); jJ^\j *-Ji ıiu iîü JjiL 'jg- h\j
"Eğer sen sözü açıktan söylesen, bilesin ki Allah gizliyi, gizlinin
gizlisini de bilir" (Tâhâ 20/7).
Din
eğitimcileri, duanın her şeyi işiten ve bilen bir varlık olan Allah'a
yapılmasını öğretmeli ve hiç durmadan ısrarla anlatmalıdırlar.
10.
"Rabbim! Beni ve soyumdan gelenleri
namazı devamlı kılanlar "eyle. Rabbimiz! Duamı kabul et."
Hz.
İbrahim'in dininde de namaz kılmanın olduğunu 37. âyetin yorumunda
söylemiştik. Hz. İbrahim kendisinin aksatmadan namazı devamlı kılabilmesi için
Yüce Allah'a dua etmekte, kendi adına yaptığı duanın ardından soyu için de aynı
duayı yapmaktadır. Önce kendisini tercih etmesinin altında önemli bir eğitim
kuralı yatmaktadır: "Kendinin tatbik etmediğini çocuklarından, öğrencilerinden,
halkından isteyemezsin." İşte bu kural gereği Hz. İbrahim önce kendisi
için dua etmektedir. Namazını kılmayan bir baba, çocuklarının namaz kılması
için dua eder mi? Etse bile bu dua geçerli olur mu? Demek Hz. İbrahim'in bu
duasın-daki önceliklerin bir eğitim ilkesini taşımakta olduğunu söyleyebiliriz.
iSj "Rabbimiz! Duamı kabul et" buyururken Hz.
ibrahim neye güveniyordu? Bu sorunun cevabını verebilmek için Mü'min sûresinin
60. âyetine gitmemiz gerekiyor:
"Rabbımız
şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim." Aynı şekilde Bakiri 186'da
da "Kullarım sara beni sorduğunda:
Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık
veririm" buyurulmaktadır.
Yüce
Allah'ın başlangıçta belirlediği temel kural, dua edenin duasını kabul edeceğidir.
Yeter ki duanın zamanı, mekânı ve içeriği kabul edilmeye lâyık olsun. Hz.
Peygamber: "Dua ibadetin özüdür".[22]
buyururken duanın önemini belirlemiş, onu kulluğun özü olarak görmüştür. Dua,
Allah'ın varlığını ve birliğini, O'nun huzurundaki acziyetimizi kabul
ettiğimizin en önemli göstergesi olmaktadır.
11. "Rabbimiz!
Hesabın görüleceği gün beni, anamı-babamı ve bütün mü'minleri bağışla."
Hz.
İbrahim duasının son kısmını mahşerdeki hesap gününe ayırmış ve oradaki genel
affa girmesini istemiştir. Af dilerken sadece kendisini düşünmemiş,
ana-babasını ve bütün müminleri de kapsamına almıştır. Bundan şu temel kuralı
çıkartıyoruz: Bir mü'min bir mü'min için Allah'tan af dileyebilir.
Hz.
İbrahim'in, babası için yaptığı bu af dileme kabul edilmemiştir.
"Rabbimden
senin için af dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır" (Meryem
19/47). Hz. İbrahim'in, babası için af dilemesinin kabul görmemesi, onun şunu
bilmemesinden kaynaklanıyordu:
"İbrahim'in,
babası için af dilemesi sadece ona verdiği bir sözden dolayı idi. Ne var ki
onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı"
(Tevbe 9/114).
Diğer
taraftan Hz. İbrahim, af dilemesi ile ilgili bu duasına bütü" müminleri de
koymuştur. Demek ki mümin, kâfirin affı için dua edemez ama hidâyete gelmesi
için dua edebilir.
Burada
şu soruyu sorabiliriz: Hz. İbrahim günah mı işledi de af dilemiştir? Bu soruya
iki şekilde cevap verebiliriz:
a) Bizim
açımızdan bakınca peygamberler ismet sıfatına sahiptirler, yani
günahsızlardır, günah işlemezler. Ama ilâhî açıdan bakınca günah, küçük günah
işleme yani hata yapma ihtimalleri de vardır. Buna delil olarak şu âyetleri
gösterebiliriz: "Bil ki Allah'tan başka bir tanrı yoktur. Hem kendinin hem
de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını
dile!"(Muhammed 47/19). Bu âyet birinci derecede Hz. Peygamberi ilgilendirmekte
ve onu muhatap almaktadır.
"Ey
peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok affedici ve merhamet sahibidir" (Tahrîm
66/1).
İşte
Hz. Peygamber verdiği kararda ya da fetvada hata yaptığı için Allah tarafından
sorgulanmış ancak affedildiği de belirtilmiştir.
Hz. Nûh
da, Nûh 28'de affı için dua etmektedir.
Hz.
Âdem yasak ağaçtan yeyip kovulmadı mı? Ardından affedilmesi için şu duayı
yapmadılar mı? "Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer
bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz" (A'râf
7/23).
b) Hz.
İbrahim kendisini tamamen günahsız, hatasız olarak görmemektedir. Aksi bir
durum, insana kibir getiren bir düşünce olabilirdi. Kendisini hatasız görmek
peygamber ahlâkına ters düşecekti. Hz. Peygamberin günde oldukça fazla bir
sayıda "estağfırullâh" demesi de buna delil olmaktadır.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz yedi âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:
i. Hz.
İbrahim'in buradaki dualarının ana teması kendisi ve çocukları, yani neslidir.
O, din eğitiminin dua boyutunu gündeme getirmekte, eğitimin bütün esas ve
metodlarını uyguladıktan sonra Allah'ın yardımı-
nın
istenmesini öğretmekte ve bunun nasıl yapılacağına dikkat çekmektedir.
ii.
Kendisine tâbi olanları kendisinden gördüğü halde, kendisine tabi olmayanları
kötülemeyip onları Allah'ın affına ve merhametine bırakmaktadır.
iii.
Neye şükredileceği ve neye hamdedileceği de burada öğretilmektedir.
iv.
Duanın kabulünü Allah'a bırakmakta, bencillik yapıp sadece kendisi için af
dilememekte; tüm müminleri af ile ilgili duasının kapsamına almakta; ancak
ana-babasını özel olarak anmakta ve İsrâ 24'te olduğu gibi ana-baba için özel
dua yapılması ilkesine bizzat kendisi uymaktadır.
v. Hz.
İbrahim, güvenlik ve ekonomik meseleleri de duasına katarak bizlere her şeyi,
yani bütün gücünü sarfettikten sonra Allah'tan beklemenin önemini anlatmakta,
böylece duanın formülünü de öğretmektedir.[23]
42.
Sakın, Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Sadece Allah onları,
korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.
43. O
gün başlarını dikerek koşarlar; bakışları kendilerine dönmez. Yüreklerinin içi
de bomboş havadır.
44.
İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki, zâlimler: 'Rabbimiz'
derler, 'bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin çağrına gelelim, elçilere
uyalım!' Peki önceden, sizin için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?
Hz.
İbrahim duasını mahşerdeki hesap günü hatırlatması ile bitirmiş, o günde
kendisinin, ana-babasının ve bütün müminlerin affını dilemişti. Duasının
sonundaki "hesabın görüleceği gün" ifadesinin açıklanması
gerekiyordu. İşte Yüce Allah 42. âyetten itibaren bunu açıklamaktadır.
1.
"Sakın, Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma!"
Âyetin
bu kısmı veya âyetin tamamı şu anlayışı, kanaati, görüşü veya konuyu
cevaplandırmaktadır: "Sanki zâlimlerin yaptıkları kötülükler, işledikleri
günahlar, çiğnedikleri haklar yanlarına kâr kalıyor. Sanki Allah onların
durumunu görmüyor, hem lüks içinde yaşıyorlar hem de sıhhatli bir hayatları
var. Dünya nimetlerinden hep onlar istifade ediyor, geçim dertleri yok".
Genelde bu düşünce her çağın ezilenlerini, sömürülenlerini, fakirlerini ve
çaresizlerini meşgul eder ve hemen her fırsatta her zaman ve her yerde bu
düşüncelerini soru haline getirirler. Bu düşün-ceye kapılmaması, bu zannı takip
etmemesi için öncelikle Hz. Peygamber uyarılmaktadır. Aynı emir bizim için de
geçerlidir.
Sömürülen,
ezilen ve çaresizliğe itilen kitlelerin psikolojisini tedavi edici bir
açıklamayı da bağrında barındıran bu âyet, halk-idareci; işçi-işveren, egemen
guruplar-aşağı tabakada olanlar arasındaki düşmanlığa varan kıskançlığı da
tedavi eder mahiyettedir.
Âyette
geçen zâlimler kavramının kapsamına,
inkâr edip Yüce Allah'ın mesajına karşı bu inkârını eylem haline getiren;
toplumlarda hukuku kendi menfaatine kullanıp haksız yollarla kazanç peşinde
koşanlar; siyâsî erki eline geçirip onu halk kitlelerini ezme vasıtası haline
getiren; nihayet halkı ekonomik açıdan sömürüp kul hakkı yiyenler girmektedir.
Genelde
bu adamlara bakınca, sanki Allah onları unutmuş gibi görünürler. Her nimetten
onlar istifade ederler, her yerde onların dediği geçer; ipten adam indirecek
kadar prestij sahibidirler; bir elleri yağda, diğeri balda imiş gibi
görüntüleri vardır. İşte bu adamlar inanmıyor veya Allah'a şirk koşuyorlarsa,
bu âyetteki zâlimler kavramının kapsamına girmektedirler. Aşağı tabakadan
olanlar arasında "bunca kötülüklerine ve günahlarına rağmen Yüce Allah
niçin bunları cezalandırmıyor?" sorusunu soranlar çıkar. Hatta kimileri
onların yerinde olmak için can atarlar. İşte bu âyetiyle Yüce Allah, onların
yaptıklarından habersiz olmadığının bilinmesini istemektedir.
Onları
hemen cezalandırmamasının sebebi, yine Yüce Allah'ın koyduğu temel ilkedir.
Nedir bu temel ilke? Sorunun cevabını hem bu âyetin devamında hem de başka
âyetlerde bulacağız.
2.
"Ancak Allah onları, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı 6ir güne
erteliyor."
Mahşerde
dehşet ve hayretin insanı kuşattığı anda, insanın gözleri yerinden fırlayacak
gibi olacaktır. İşte zâlimlerin cezası Allah tarafından o güne ertelenmektedir.
Çünkü onların yaptıkları zulme bu dünyada verilecek olan ceza hafif
kalacaktır. Böylece onların cezalandırılmayacağı zannına yer verilmemelidir
Bir
taraftan da Yüce Allah mahşerdeki cezanın niteliğini anlatmaktadır. Bu konuda,
yani Yüce Allah'ın ceza vermede acele etmemesini temin eden kendi koyduğu temel
prensibi anlatan diğer âyet şudur: "Öyleyse onlar hakkında acele etme. Biz
onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem 19/84). Şeytana uyup kendi
kendilerine, başkalarına ve Allah'ın emirlerini yerine getirenlere engel olma
meselesinde zulmedenlerin cezalandırılmasında yetki acele etmeyen Allah'a
aittir.
Allah
katındaki zaman anlayışı ile bizim zaman anlayışımız arasında büyük fark
olduğu için, kâfirlere cezanın geciktiğini zannederiz. Halbuki Allah için o
çok kısa bir zamandır.
"Birisi
yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve
hiç kimsenin savmayacağı azabı istedi. Melekler ve Ruh, oraya miktarı ellibin
yıl olan bir günde yükselip çıkar. Şimdi sen güzelce sabret. Doğrusu onlar, o
azabı uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görmekteyiz" (Me'âric 70/1-7).
Bilinçli
bir şekilde inkâr edip kötülük işleyip insanlara zulmedenlerin bir çoğunun bu
dünyada refah içinde yaşadığı görüntüsü karşısında onların neden hemen ceza
görmediğini düşünen biri, onların bu refah durumunun değişip değişmeyeceğini,
değişecekse ne zaman değişeceğini merak edip sorabilir; bu değişimin Allah
tarafından âdil olarak gerçekleşmesini de isteyebilir. Me'âric 2'de
böylelerinin durumlarının mutlaka değişeceği gündeme getirilmektedir. Bu azap
ile olacak köklü değişimin geç kaldığı düşünülebilir ama aslında kısa bir zaman
içinde o ceza şeklindeki değişim gerçekleşecektir. Önemli olan bu konuda
sabretmektir.
Demek
ki Yüce Allah ya cezayı âhirete erteliyor ya da bu dünyada belli bir zaman veya
değişik şartlar altında onu verecektir.
Aslında
azabın acele gelmesini refah içinde yaşayan bilinçli inkarcılar da
isteyebilirler (Ra'd 13/6). İşte bu kötülük yapanların değişme ihtimalleri
olabileceğinden Yüce Allah cezayı erteleyebilir. Olumlu manada değişim için
beklentinin olması cezayı erteletebilir.
Şimdi
bu âyetin Hz. İbrahim'in duasından hemen sonra gelmesinin nedenini
belirleyebiliriz. Hz. İbrahim kendi dönemindeki müşriklerin kötülüklerine,
zulümlerine nasıl sabretti ise, Hz. Peygambere de aynı şekilde davranmasını öğütlemektedir.
Çünkü Yüce Allah zâlimlerin yaptıklarından gafil değil, her şeyi bilmektedir.
3.
"O gün başlarını dikerek koşacaklar. Bakışları kendilerine dönmez.
Yüreklerinin içi de bomboş havadır."
a)
Âyetin bu kısmında geçen mühtı'îne kelimesinin
mazi sigası "koşarken boynunu uzatmak" anlamına gelen ve üç harfli
kök kalıbı heta'a olan ehta'a kelimesidir ve "zelil olarak
bakmak, korku ile koşup gelmek" manasına gelmektedir. Âyette geçen
el-muhti' kalıbı da, "gözünü
baktığı yere dikip zillet içinde, meskenetle bakan, kendini çağırana susarak
giden kimse, yaratılıştan boynu aşağı doğru eğik ve yatık olan deve"
demektir.
Diğer
taraftan mukni'î kelimesi de
"başını kaldırarak zillet ve korku ile bakmak" demektir. Demek ki
dünyada zulmedenler âhirette başları yukarıya zillet ve korku içinde bakarak
kendilerine verilecek azaba doğru koşacaklardır.
Burada
şu soruyu sorabiliriz: Neden onlar azaba bu şekilde gideceklerdir? Onlar bu
dünyada kibirlerinden dolayı hiç aşağıya bakmıyorlardı ki. Başkalarını toz
kadar görmüyor, büyüklük taslayarak onlara zulmediyorlardı. Bu dünyada
kibrinden burnu havada olanın, öteki dünyada da başı havada zillet içinde
çağmaya doğru koşacaklardır.
Kamer
sûresinin 8. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Davetçiye koşarak
giderler." Ama oradaki sahnenin tamamı şöyle anlatılır:
"Sanki
etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde kabirlerden
çıkarak davetçiye koşarlar. O esnada kâfirler: 'Bu. çok çe bir gündür!'
derler" (Kamer 54/7-8).
Yukarı
bakarak verilecek azaba doğru yürüme şeklinin Yâsîn 8'de de bir anlatım şekli
vardır: "Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere
kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır."
Bunun
anlamı şudur: Boğazlarına sivri dişleri olan halkalar takılacaktır.
Öteye-beriye, aşağıya baktıklarında halkanın sivri dişleri boğazlarına
batacağından yukarı doğru somurtup bakacaklardır. Bu şekilde mahşerde çağmanın
çağrısına uyup azaplarına doğru koşacaklardır.
Dikkat
edilirse boyun ve kafanın durumu bu şekilde anlatılmaktadır. Bu dünyada
etrafına bakmadan, kimsenin durumuna aldırmadan, egoistçe davranıp kötülük
yapan, burnunun doğrultusunda etrafını yakıp-yıkarak hareket edenler âhirette
etrafına bakamadan zelil, korku ve somurtarak azaplarına doğru koşacaklardır.
Yüce
Allah onların bu durumunu bize anlatarak dünyada etrafına bakmadan ezip
geçmekten, zulmetmekten ve burnunun doğrultusunda gitmekten caydırma amacını
gütmektedir. Anlatımda bu şekilde davranmaktan bir tiksinti uyandırma vardır.
b)
"Bakışları kendilerine dönmez."
Başlan
dik, yukarı doğru bakıp somurtarak yürüyeceklerdir, aynı zamanda kendilerine de
bakamayacaklardır. Bu dünyada nefis muhasebesi yapmayan, kendini eleştirmeyen,
kendi iç alemine gözlem yapmayan, davranışlarını sorgulamayan bu insanlar, mahşerde
de kendilerine bakamayacak, bakışları kendilerine dönemeyecektir. Bakmak
isteseler de boyunlarına takılan sivri dişli halkalar bakışlarını
engelleyecektir.
c)
"Yüreklerinin içi de bomboş havadır."
Bu
dünyada zulmeden bu insanlar iman etmediklerinden, başkalarına baskı
yaptıklarından ve onları sömürdüklerinden dolayı gönülleri de merhametten
boştu. Bu dünyada gönlü iman, sevgi ve merhametten boş olan insanların
gönülleri mahşerde de boş olacaktır.
Görüldüğü
gibi Yüce Allah beyin ve gönlü gündeme getirerek öteki dünyada olacak her
şeyin bu dünyadaki beynin ve gönlün kullanımından kaynaklandığına dikkat
çekmektedir.
Bu
dünyada beyni havada olup somurtanlar orada da somurtacak-tır. Bu dünyada
fikirleri ve davranışları ile insanlara diken gibi batan ve zarar verenlerin
boynuna dikenli halkalar takılıp kendilerine batacaktır.
4. "İnsanları,
kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki,' zâlimler: 'Rabbimiz' derler,
'bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin çağrına gelelim, elçilerine
uyalım!' Peki önceden, sizin için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş
miydiniz?"
Yüce
Allah mahşerin özelliklerini anlatmaya devam etmektedir. Bu özellikleri
saymasının amacının da uyarı olduğunu söylemektedir.
a)
"İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar." Âyetin bu
kısmında geçen en-nâs yani
"insanlar" kelimesinden anlıyoruz ki uyarı evrensel olacaktır.
Azabın
gelmesi ifadesinden de anlıyoruz ki bu dünyada işlenen bütün günahların
cezalandırılacağı kesindir. Pişmanlık gelmeden uyarmak bir eğitim faaliyetidir.
b)"Zâlimler:
'Rabbimiz, biz'i yakın bir süreye kadar ertele de senin çağrına gelelim,
elçilere uyalım!' derler." İşte mahşerde azabı görünce zâlimler pişmanlık
duyacak ve geri dönmek isteyecekler. Kendilerine bir fırsat daha veril mesini
isteyecekler. Bu fırsatta Allah'ın çağrısına kulak verip gerekeni yapacaklarına
ve O'nun peygamberlerine uyacaklarına söz verecekler ama bu pişmanlığın çare
olamayacağı burada ve başka âyetlerde belirtilmektedir.
İşte
din eğitimi bir pişmanlık günü gelmeden Allah'ın çağrısına i-cabet etmenin,
peygamberlere tâbi olmanın önemini beyin ve gönüllere işlemeli, insanın bu gün
yaptıklarının geleceğe yönelik neleri getireceğini açık-seçik
anlatmalıdır.
i. "O
günahkârların, Rabb'lerinin huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz!
Gördük, duyduk, şimdi bizi geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak
inandık' diyecekleri zamanı bir görsen" (Secde 32/12).
ii.
"Onlar orada: 'Rabbimiz! Bizi çıkar, önceden yaptıklarımızın yerine iyi
işler yapalım!' diye feryad ederler" (Fâtır 35/37).
iii. "(Kişinin)
'keşke benim için bir kez dönmeye imkan bulunsa da iyilerden olsam!' diyeceği
günden sakının" (Zümer 39/58).
iv.
"Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin. İşte
günahlarımızı itiraf ettik. Artık çıkış için bir yol var mı?" (Mü'min
40/11).
Bütün
bu âyetler bize şunu anlatıyor: Mahşerde pişmanlık doruk noktasına ulaşacaktır.
Bir fırsat daha verilebilmesi için dua edilecek ama bu fırsat
yakalanamayacaktır. Yüce Allah bu şekilde yalvaranlara ne diyecektir? Sorunun cevabı
yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 44. âyetin devamında ve başka âyetlerdedir.
c) "Peki
önceden sizin için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?"
Yüce
Allah onlara dünyadaki bu sözlerini hatırlatacaktır. Çünkü onlar bu dünyada
iken öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmişlerdi.
i.
"Onlar: 'Allah ölen bir kimseyi diriltmez' diye olanca güçleriyle Allah'a
yemin ettiler" (Nahl 16/38).
ii. "Kendisine
zulmederek bağına girdi ve: 'Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam.
Kıyametin kopacağını da sanmıyorum' dedi" (Kehf 18/35-36).
iii. "O halde siz, bugününüze kavuşmayı
unuttuğunuz için azabı tadın. Gerçekten biz de sizi unuttuk. Şimdi
işleyegeldiğinize karşılık olarak ebedîlik azabını tadın" (Secde 32/14).
Pişmanlıkların
ardından kâfirler, Yüce Allah'tan bu şekilde cevap alacaklardır. Aklını
kullanmamak, düşünmemek, uyarıcıyı dinlememek gibi olumsuz eylemlerin
âhiretteki karşılığı cehenneme girmeden önce pişmanlık olacaktır.
"Kulak
vermiş yahut aklımızı kullanmış olsaydık şu alevli cehennemin mahkûmları
arasında olmazdık, demiş olacaklardır" (Mülk 67/10). İşte orada söylenecek
son sözlerden biri de budur. "Hayır, âyetlerim sana gelmişti de sen onları
yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştun" (Zümer 39/59)
âyeti de Yüce Allah'ın onlara verdiği cevaptır. İşte bütün bu konuşmalar
olmadan Yüce Allah Hz. Peygamber'den insanları uyarmasını istemektedir. Bu
uyarı geleceğin hayatı için bu dünyayı düzenlemeyi hedef almalıdır. Din eğitimi
hem Yüce Allah'ın bu emrini hem de Hz. Peygamber'in uygulamasını yerine
getirmelidir. Dünyasını, gelecek olan âhiret hayatı uğruna planlamak
müslümanlığın biricik amacıdır.[24]
45. Siz
de kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl muamele
ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misaller de verdik.
46.
Kâfirler tuzaklarını kurdular. Onların tuzakları nedeniyle dağlar yerinden
oynayacak nitelikte olsa bile, tuzakları Allah 'in katındadır.
47. O
halde sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü
Allah mutlak üstündür, öç alandır.
Ayetlerin
analizinden varacağımız neticeler de vardır:
1. "Siz de kendilerine zulmedenlerin
yurtlarında oturdunuz." Yüce Allah burada siyâsî erkin el değiştirmesine
dikkat çekmektedir.
Daha
önce bir ülkede oturan, orada hükümranlık süren halk yanlış işler yaparak
toplumlarının yıkılmasına sebep oldular. Yüce Allah onların yerine başka bir
halkı getirtti. Önceki halk ya tamamen yok olup gitti ya da elindeki siyâsî
erki kaybetmiş oldu. tşte böyle bir değişim ile ülkeye yerleşen halka Yüce
Allah mesajını göndermiştir. Kendilerine zulmedenlerin yurduna yerleşenleri
aynı hataya düşünmemeleri için uyarmaktadır. Onlara demek istemektedir ki,
daha önce sosyal ve siyâsî hayatın yaşandığı, hataların yapılıp helakin geldiği
ülkenin topraklarında yaşamaktasınız, bu değişim size bir ders vermeli ve siz
de o dersten çok şey öğrenmelisiniz.
2.
"Onlara nasıl muamele ettiğimiz size apaçık belli oldu ve size misaller de
verdik."
Yüce
Allah "aynı sosyal çevre ve koşullarda yaşadıkları halde ahlâkî değerlere
karşı çıkanlara nasıl muamelede bulunduğumuz sizin için malumdur"
buyurmuştur. Demek ki âyette daha önceki nesle "nasıl muamele
yapıldığı" ya da "yapılan muamelenin nasıllığının bilinmesi" istenmektedir.
Hatta bu "nasıllık" onlara açıkça beyân olmuştu. Böylece âyette
"niçin yıkıldılar" ile "nasıl yıkıldılar" meselelerinin
bilindiğine dikkat çekilmektedir. Daha doğrusu onlara nelerin yapıldığı
yaşamakta olan nesle açıklanmıştı. Sosyal olguların "niçininin"
bilinmesi kadar "na-sıllığının" da bilinmesi gerekli ve sebep-sonuç
bağlantısı içinde analizleri yapılmalıdır.
Yüce
Allah pek çok dînî konuyu misallerle anlatmakta, siyâsî ve sosyal olayları
geçmiş toplumların hayatı ile örneklendirmektedir. Meselâ Nûh, 'Âd ve Semûd
kavimlerini anlatarak, yaşamakta olan toplumlara ve geleceğe ışık tutması gibi.
Kendi varlığını, birliğini ve kudretini anlatmak için tabiat olaylarından ve
yaratılış kanunlarından örnek vermesi gibi. Hak ile bâtılı anlatırken
tabiattaki oluşumlardan örnek vermesi gibi. "İşte biz bu Kur'ân'da
üzerinde düşünsünler diye insanların önüne her türlü örnek olayı koyduk"
(Zümer 39/27).
Âhiretteki
oluşumlar insan idrâkini aşacağı için insanlar bunları anlamakta zorluk
çekecektir. Böyle anlatımların devamında beşerî deneyimler seviyesinde
terimler kullanarak Yüce Allah insanın algılamasını sağlamaktadır.
3.
"Kâfirler tuzaklarını kurdular. Onların tuzakları nedeniyle dağlar
yerinden oynayacak nitelikte olsa bile, tuzakları Allah'ın katındadır."
a)
Âyette geçen mekerû fiilinin öznesi
kimdir? Râzî buna iki şekilde cevap verildiğini nakletmektedir. Hz.
Peygamber'in toplumunun üzerinde yaşadığı topraklarda daha önce yaşamış olan
topluluklardı. Nûh, 'Ad ve Semûd kavimleri gibi. O kavimlerin öne çıkan
özelliklerinden biri, peygamberlerine ve o peygamberlere inananlara hile
kurmaları olmuştur. Burada iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın
ilişkisini düşmanlığa döndürüp savaşmalarındaki tuzak ve hileler
kasdedilmektedir. Bu tuzaklar öldürmek, yurdundan çıkarmak, ilâhî mesajı
anlatmalarına engel olmak şeklinde tezahür ediyordu.
Bazı
âlimler de âyetteki mekerû fiilinin
öznesi olarak Hz Muhammed döneminde yaşayanlar olduğunu söylemektedirler. Onlar
di Hz. Peygamberi engelleyebilmek için tuzak kurmuşlardı: "Hatırla ki.
kir'r.f- seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni yurdundan çıkarmaları
için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzak
kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir" (Enfâl 8/30). Bu
âyetten anlıyoruz ki tuzak kuranlar Hz. Peygamber'in dönemindeki Mekke
kâfirleri idi.
Bu âyet
aynı zamanda tuzak ve hilelerin ne şekilde planlandığını da açıklamaktadır.
Bağlamak, öldürmek veya yurdundan çıkarmak. el-mekr kelimesi, bilinçli bir şekilde tasarlanan tuzak, oyun ve
hilelerdir. Şirk ile tevhid inancının mücadelesinde, müşriklerin enine-boyuna
tartışıp tasarladıkları entrikalar, engeller ve oyunlara mekr denmektedir.
b)
"Hileleri Allah katında bilinirken." Onlar tuzak kurarken, sanki
yanlarında Allah yoktu; sanki Allah onların tuzaklarını bilmiyordu ve onlan
cezai andırmayacaktı. Tuzaklarını planlarken insanlardan gizliyorlar ama
Allah'tan gizlemiyorlardı. "İnsanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler.
Halbuki geceleyin O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O onlarla beraber
idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır" (Nisa 4/108).
"Üç
kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü
mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O,
onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir.
Doğrusu Allah, her şeyi bilendir" (Mücâdele 58/7). İşte onlar hilelerini
kurarken, tuzaklarını tasarlarken, kendi aralarında bunları konuşurken Yüce
Allah onlarla beraber idi ve tuzaklarının cezasını da belirtiyordu. Yüce
Allah'ın bilgisi onların bütün oyunlarını kapsıyordu; o oyunlar O'nun bilgisi
içinde idi.
c)
"Onların hileleri nedeniyle dağlar yerinden oynayacak olsa bile."
Bunun anlamı şudur: Kâfirlerin tuzakları, hakikate karşı oyunları asla
başarıya ulaşamayacaktır. Zira onların tuzaklarına karşı Allah da tuzak
kuracaktır. Allah'ın tuzağının mağlub edilmesi mümkün değildir. İşte burada
gerekli olan şey, kâfirlerin kurdukları tuzağın muhatabı olan insan veya
insanların imanlarında, davalarını savunmalarında samimi olmalarıdır. Onların
gönülleri, Allah'ın, kâfirlerin tuzağını bozmasını temin edecektir.
Tefsirini
yapmakta olduğumuz bu âyete şöyle mana verenler de vardır: "Hilelerinin
cezası Allah katında malum iken, onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Halbuki
onların hileleriyle dağlar yerinden gidecek değildi." Bu anlama göre son
cümlenin başındaki jl in edatı olumsuzluk anlamındadır. Bizim tercih ettiğimiz
anlamda ise söz konusu bu edat şart anlamına gelmektedir. Her iki anlama göre
de insanların yaptıkları hilelerin ve kurdukları tuzakların, sonuçta başarıya
ulaşmasının mümkün olmadığı veya mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır.
Âyetin
bu kısmında geçen el-cibâl "dağ" kelimesi manidardır. "Dağ"
gibi sağlam, sarsılmaz, yerinden söküp atılmayacak olan şey İslam dininin
değerleridir, ilkeleridir ve inançlarıdır. Tevhid inancı, haklar, sevgi ve
diğer değerler de bunlara ilâve edilebilir. Onların entrikaları asla bunları
yerinden oynatacak durumda değildir.
"Dağ"
kavramının Hz. Peygamber'e yapılan hileler ile yakın alakası düşünülmelidir.
Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiklerinde Mekke'yi terkedip Sevr dağındaki
mağaraya sığınması, onların tuzaklarının o dağda son bulmasına da bir işaret
olabilir. Dağların peygamberler tarihindeki yeri önemlidir. Cûdî dağının Hz.
Nûh; Tûr dağının Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn; Nûr dağı ve Sevr dağının Hz.
Muhammed'in, Cebel-i Rah-me'nin Hz. Âdem'in hayatında çok önemli yeri vardır.
4. O
halde, sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah
mutlak üstündür, intikam sahibidir (kimsenin yaptığını yanında bırakmaz)."
Yüce
Allah'ın peygamberlerine verdiği söz nedir? Sorunun cevabını Kur'ân'in başka
âyetlerinde bulmamız mümkündür.
a)
"Şüphesiz
peygamberimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik
edecekleri günde yardım ederiz" (Mü'min 40/51). Demek ki Yüce Allah,
peygamberleri ve müminleri dünya ve âhiret hayatında koruma altına alacağına
dair bu âyette söz vermiştir. Kâfirlerin entrikaları işe yaramayacaktır.
b)
"Allah:
'Elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz ki
Allah güçlüdür, galiptir" (Mücâdele 58/21). Yüce Allah kaderde kendine ve
peygamberlerine galip gelme kuralını yazmıştır. Bu yazgı, O'nun vaadlerinden,
yani verdiği sözlerdendir.
c)
"Eğer sana hile yapmak isterlerse şunu bil ki, Allah
sana yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" (Enfâl 8/62).
d)
"Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da
Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez" (Tevbe 9/32).
Yüce
Allah bu ve buna benzer sözlerinden cayacağına ihtimal vermemesini öncelikle
peygamberlerinden, sonra da bütün müminlerden istemektedir. Allah'ın nurunu
söndürmeye çalışandan, hakka karşı bâtılı savunup peygambere ve müminlere
eziyet edenden, tevhid inancına karşı şirki ve inkârı savunmayı eylemleriyle
ortaya koyandan Allah intikamını alacak ve mutlaka galip gelecektir. Bu, Yüce
Allah'ın cayması mümkün olmayan sözüdür. Çünkü Yüce Allah kötülere şöyle yer
tayin etmiştir: "Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, işte onlar en
aşağıların arasındadırlar" (Mücâdele 58/20).[25]
48.
Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği ve (insanlar) bir
ve gücüne karşı durulamaz.
49.
İşte o gün, günahkârların zincirlere vurulmuş olduğunu görürsün.
50.
Onların gömlekleri katrandandır; yüzlerini de ateş bürümektedir.
51.
Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için (onları dirütecektir.)
Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir.
52.İşte
bu, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve
akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.
İbrahim
sûresinin son âyetleri daha önce, iyi ile kötü. doğ yanlış, hak ile bâtıl,
güzel ile çirkin, şirk ile tevhîd inancının mücadelesinde yer alan insanların
eylemlerinin sonunun ne olacağına çözüm getirmektedir.
1.
"Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği gün."
Yüce
Allah, insanların bu dünyada işlediklerinin karşılığını görebilmeleri için,
iyilerin dünyadaki mutluluktan daha mutlu; kötülerin de dünyadaki cezalardan
daha ağırını çekmek için kâinata son verip onu başka bir kâinata
dönüştürecektir. Çünkü bu dünyada karşılığı görülmeyen haksızlıklar oluyor;
cezalandırılmayan veya cezalandınlamayan kötülükler işleniyor. İşte bütün bu
eylemlerin karşılığının noksansız verileceği bir âlemin kurulması için bu
dünya hayatına son verilecektir.
Âyetin
bu kısmında yer alan tübeddel kelimesi,
"değişim, çevirim ve dönüşüm" ya da "karşılık olarak
değiştirmek" demektir. Bu değişimde yerin ve göklerin şimdiki kanunlarının
başka kanunlara dönüşümü olacaktır. Meselâ: Kıyamet koparken dağların ne
olacağı ve yer yüzünün hangi şekle bürüneceği Hz. Peygamber'e sorulmuş ve bu
soruyu Yüce Allah şöyle cevaplandırmıştır: "Sana dağlar hakkında sorarlar.
De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini, bomboş bırakacaktır.
Orada ne bir iniş ne de bir yokuş göreceksin" (Tâhâ 19/105-107). İşte
yeryüzünün dönüşümünü açıklayan âyetlerden bazıları bunlardır.
Öyle
anlaşılıyor ki kıyamet koparken yer başka bir yere; gökler de başka göklere
dönüşecek, işte bu dönüşüm kıyametin kendisi olacaktır. Hûd sûresinin 107 ve
108. âyetlerinde de cennet ve cehennemin âhiretteki göklerin ve yerin devam
ettiği sürece devam edeceği gündeme getirilmişti.
Âhirette
de gökler ve yer olacaktır. O yer ve göklerin bulunduğu yerde cennet ve
cehennem kurulacaktır. İşte âhiretteki bu cennet ve cehennemin sonsuz olduğunu
söyleyebilir miyiz? Daha önce Hûd 107 ve 108. âyetlerin tefsirinde cennet ve
cehennemin Allah'ın dilediği kadar uzun süreli olacağını ama sonsuz
olamayacağını açıklamıştık. Bunun Kur'ân'dan delillerini de getirmiştik.
2. Ve (insanlar)
bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıkacakları (gün)."
Aslında
âyetin bu kısmı, kıyamet günü gerçekleşecek olan değişimin amacını
belirlemektedir. İnsanların toplu halde Allah'ın huzuruna çıkmaları ve
amellerinin karşılığını görmeleri için bu değişim ya da dönüşüm
gerçekleşecektir. Yalnız burada Yüce Allah'ın iki sıfatı öne çıkarılmaktadır:
a) el-Vâhid, "Yüce Allah'ın tek olduğunu, eşi ve benzeri
olmadığı"nı ifade etmektedir.
Burada
da Yüce Allah kendini tanıtarak öğretim yapmaktadır. Mademki âhirette
"tek" olan Allah'ın huzuruna çıkılacaktır, öyle ise bu dünyada da
O'na şirk koşmak büyük bir hata olmayacak mıdır? Mahşerde birkaç tane Allah'ın
huzuruna çıkılmayacağını göre; bu dünyada tapınılan sahte tanrıların mahşere
uzanan tanrılıkları olmayacağına göre müşrik olmanın anlamı var mıdır?
b) el-Kahhâr, "her şeye galip, her
şey O'nun kudretine yenik ve mahkûm, irâdesine karşı konulamayan varlık"
anlamına gelmektedir. Kahrına yerler ve gökler dayanamadığı için değişecekler
ve insanlar hu zuruna çıkacaklardır.
"Tek"
olmak ile "irâdesine karşı konulamamak" arasındaki yakın ilişkiyi
görmek gerekiyor. Her şeye galip gelecek olan varlığın "tek" olması
gerekiyor. İnsanlar Allah'a eş koşarken her şeyin onun kudretine yenik ve
mahkûm olduklarını da bir tarafa atmaktadırlar.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz İbrahim 48'den Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini, hiçbir
şeyin ondan gizli kalmayacağını ve dünya ve âhiretin iktidarın, yani mülkün ona
ait olduğu ilkesine varıyoruz: "O gün onlar meydana çıkarlar. Onların
hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek
Allah'ındır" (Mü'min 40/16). İşte bu âyette, kahhâr, "mutlak otorite sahibi olma"yı ifade etmektedir.
Demek
ki kıyamet günü yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecek ve bütün
insanlar "tek" ve "mutlak otorite sahibi olan Allah'ın huzuru"na
çıkacaklardır.
3. "O gün günahkârların zincirlere
vurulmuş olduğunu görürsün." Âyette geçen el-mücrimîn kelimesi
"suçlu, günahkâr, cürüm işlemiş kişiler" anlamına gelmektedir. " mükarranîn kelimesi ise "bağlanmış, derdest edilmiş olarak" anlamına
gelmektedir. Bu kelime, "ilişki kurmak, bağlamak, ilâve etmek, birbirine
geçirmek" anlamına gelen jy karane kelimesinden
türemiştir.
el-esfâd kelimesi de "esir bağlayacak bağ
ve bukağı" anlamına gelen es-safed
kelimesinin çoğuludur ve "zincirler, bukağılar" anlamına
gelmektedir. Fiil kalıbı "bukağı ile sağlam bağlamak" anlamına gelen
safede kalıbıdır.
Günahkârların
zincirlere, bukağılara vurulmasının bir anlamı da birbirlerine yaklaştırılmış,
birbirlerinden ayrılamaz olmalarıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Günahkârlar
da orada niçin zincirlere vurulacaklardır? Bu soruya iki açıdan cevap
verebiliriz:
a) Bu
günahkârlar, dünyada ifade özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü, öğretim
özgürlüğünü engelleyip kendileri gibi inanmayanları ya yurtlarından çıkarıyor veya
zorla kendi inançlarına çeviriyorlardı (İbrahim 14/9-13). Demek ki olar
insanların beyinlerine, gönüllerine ve ifade özgürlüklerine zincir vurdukları
için, öteki dünyada da onlara zincir vurulacaktır. Bu dünyada insan hak ve
özgürlüklerine zincir vururken nasıl bir araya gelip teşkilatlanıyor idiyseler,
öteki dünyada da zincir vurularak bir araya getirileceklerdir.
Bu
dünyada peygamberler Allah'ın mesajını tebliğ edip öğretirken ellerini onların
ağzına basıyorlardı, onları engelliyorlardı (İbrahim 14/9). Öteki dünyada bunun
cezasını zincire vurulmakla çekeceklerdir. Bu dünyada insanların hak ve
özgürlükleri ile uğraşanlar, öteki dünyada zincire vurulacaklardır.
Buradan
şu neticeye varıyoruz: Din eğitimi insan hak ve özgürlüklerini savunacak,
onların korunmasının Allah'a ibadet olduğunu anlata-cak, hürriyetin önde gelen
değerlerinden biri olduğunu öğretecek.r..Nir. hak ve özgürlüklerine mâni
olmanın âhiretteki cezasını her an hî:caktır.
b)
Yukarıdaki soruyu Muhammed Esed şöyle cevaplandınnaktjcır Her kötü eylemin
yeryüzünde zincirleme bir reaksiyonu harekete geçirdiğini, her kötülüğün
kaçınılmaz olarak ardından başka kötülüğü da^ec ettiği gerçeğini dile
getirmektedir.[26]
Demek
ki mücrimlerin bu dünyada işledikleri günahlar, suçlar, kötülükler birbirini
takip eden zincirleme bir reaksiyon ile topluma yanı tüm insanlığa yayılmıştır.
Zincirleme olaylarla mikrop gibi başkalarına bulaştığı için, mahşerde onlara
zincir vurulacaktır.
Bu
zincirleme reaksiyon yaratıp topluma yayılan suçlar neler olabilir? Sorunun
cevabını verebilmek için Hakka sûresine gitmemiz gerekiyor. Orada zincire
vurulup alevli ateşe atılacak olan kişinin suçlan sıralanmaktadır.
i.
"Malım bana hiç fayda vermedi" (Hakka 69/28). Bu insan veya insanlar
zengin olduklarından mal toplamış ama infafc etmemiştir. İnfak etmediği için
fakirliğin zincirleme çoğalmasına sebep olmuştur. Malını kasalara koyup
zincirle kilitleyenlere mahşerde zincir vurulacaktır.
ii.
"Saltanatım da benden yok olup gitti" (Hakka 69/29). Bu dünyada
siyâsî gücünü veya statü farkını kullanarak insanlara zulmediyor, onların hak
ve özgürlüklerini engelliyordu. Hak ve özgürlükleri engellemekle toplumu
kangrene çeviren sosyal hastalığa sebep oluyordu.
iii.
"Çünkü o, Allah'a iman etmezdi" (Hakka 69/33). İmansızlık, inkâr
kültürü de toplumda zincirleme reaksiyonla yapılan bir hastalıktır; inkâr
mikrobunu insanlara bulaştırıyordu ve gönüllere zincir vurduğu için, mahşerde
de ona zincir vurulacaktır.
iv. "Yoksulu
doyurmaya teşvik etmezdi" (Hakka 69/34). Yoksulu doyurmadığı gibi, doyurmayı
da teşvik etmezdi. Böylece yoksulluk zincirleme bir hastalık gibi topluma
yayılırdı. Böyle zincirleme sosyal hastalıklara göz yuman veya sebep olan,
mahşerde zincire vurulacaktır. "Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir
zincir içinde oraya sokun" (Hakka 69/32).
Siyâsî
erki ve statü farkını kötüye kullanmak; fakirin iniltisini duymamak ve
fakirliğin çoğalmasına neden olmak; inkâr edip başkasına bulaştırmak ve
yoksullukla ilgilenmemek zincirleme reaksiyonla topluma bulaşan kötü
eylemlerdir.
Bu eylemler
de âhirette zincirleme karşılık bulacaktır.
4.
"Onların gömlekleri katrandandır; yüzlerini de ateş bürümektedir." '
Bu
âyette geçen serâbîl kelimesi,
"gömlek, elbise" anlamına gelen sirbâlin çoğuludur. Bu gömlek zift gibi katrandan meydana gelecektir, jyâi
kaürân ise ;'ebhel
denilen bir ağaçtan alınan sıvı" olup kaynatılarak uyuz develere sürülür.
Böylece o suyun yakıcılığı ve kes-kine uyuz yakılmış olurdu.[27]
Peki
günahkârlara neden böyle bir elbise giydirilecektir? Mücrimlerin inkân.
işledikleri kötülükler ve günahları kalplerini karartmaktadır. Kararan bu
kalpten Yüce Allah âhirette onlara bir gömlek biçecektir. Diğer taraftan
mücrimlerin insanlığa verdikleri zararla, yaptıkları zulüm âhirette onlara bir
gömlek olarak giydirilecektir. Ayrıca mücrimler bedenin arzularını takip
ederek ruhlarına zulmettiler. Ruhlarına yaptıkları zulümden onlara âhirette bir
gömlek biçilecektir.
İnsan
hak ve özgürlüklerine engel olmaya çalışan ve bunun uğruna hile ve tuzak
kuranların beyinlerinin içinde kurdukları planları âhirette yüzlerine alev
olarak dönecektir. Âyette vucûh "yüz"
kelimesi, parçayı anıp bütünü kasdetme kuralınca beyni ifade etmektedir. Bu
dünyada insanların beyinlerinde tasarladıkları plan ve kurdukları niyet ve
onlara göre gerçekleştirdikleri eylemler öteki dünyada ateşe veya iyi iseler
nura, yani ışığa dönüşecektir.
a) "Kimlerin
de tartıları (sevapları) hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık
etmişlerdir. Çünkü onlar süreli olarak cehennemdedir-
ler.
Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar"
(Mü'minûn 23/103-104).
b)"Kıyamet
gününde yüzünü azabın şiddetinden korumaya çalışan kimse (kendini ondan emin
kılan gibi) midir? Zâlimlere: 'Kazandığınızı tadın' denir" (Zümer 39/24).
c)
"O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde: 'Cehennemin elemini tadın',
denir (Kamer 54/48).
d) Nimet
içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. Hiç şüphesiz
bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) prangalar, yakıcı bir ateş, boğazdan
geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır" (Müzzemmil 73/11-13).
Yorumlarını
yapmakta olduğumuz İbrahim 49 ve 50. âyetlerini beraber düşünürsek yukarıda
verdiğimiz diğer âyetleri onlara katarsak şu neticeye varabiliriz.
i. Bu
dünyada ruhlarının yücelmesini engelleyen, ruhlarına pranga vurup gelişmesine
mani olanlara öteki dünyada da pranga vurulacaktır.
ii. Bu
dünyada inanç ve ifade özgürlüğüne; öğrenim hakkına engel olan, baskı yapan,
yurdundan çıkaracak, hatta ölümüne gidecek kadar zulüm yapan insanlara âhirette
pranga, yani zincir vurulacaktır.
iii.
Dünyada yaptıkları kötülükler, iyiye karşı kurdukları tuzaklar ve
tasarladıkları kötü planlar öteki dünyada hem gömlek olarak kendilerine
biçilip giydirilecek hem de ateşin alevi olarak yüzlerini dağlayacak-tır.
Din
eğitimi, ruhlarının yücelmesini engelleyecek şekilde kendi kendilerine zincir
vuranların zincirlerini kıracak ve ruhlarının yücelmesini temin edecek
nitelikte yapılmalıdır. Zaten Yüce Allah insanların bu zincirlerini kırmak
üzere Hz. Peygamber'i görevlendirmiştir.
"Ağırlıklarını
ve üzerlerindeki zincirleri indirir" (Â'râf 7/157).
Din
eğitimi, insanların, grupların veya toplumların birbirlerine karşı inanç,
düşünce ve ifade özgürlüklerinde pranga vurmasını engelleyecek, insan hak ve
özgürlüklerini öne çıkarıp yüceltecek ve insanların beynine kazıyacaktır. Bunu
yaparken dünyaya şunu haykıracaktır: İnsan hak ve özgürlüklerinin olmadığı bir
sosyal ortamda din yaşayamaz, insan manen gelişip yücelemez ve hayatın
mutluluğunu tadamaz.
5.
"Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için (onları
diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir."
Bu
âyeti önceki âyetlerle ilgi kurarak manalandırırsak, buradaki tecziyenin bir
ödül değil cezalandırma olduğunu söyleyebiliriz. Ama kelime ödüllendirmeyi de
kapsamına almaktadır. Herkes hangi tür amel yaptı ise Yüce Allah onunla onu
cezalandıracaktır: Amel iyi ise ödül; kötü ise azap verecektir.
Öldükten
sonra dirilmenin amacı budur. Ceza ve ödül olmasaydı öldükten sonra dirilmenin
anlamı olmayacaktı. Bu dünyadaki ödül ve ceza insanın amelleri için yeterli
değildir. Ayrıca bu dünyada nice suçlar, hukuki bakımdan ceza görememektedir.
Haksızlığa uğrayanların hakkını Yüce Allah âhirette alacaktır.
Yüce
Allah mahşerde, kısmen de bu dünyada hesabını, yani değerlendirmesini çabuk
yapmaktadır. Bundan şunu çıkartıyoruz: Hukuk ge-cikmemelidir. Geciken hukuk,
amacına ulaşamayacak ve insanları tatmin edemeyecektir. Hukuku süratlendirerek
işlerliliğini kazandırmak Allah'ın sünnetidir. Beşerî manada bunu yapan
toplumlar ilâhî sünneti yeryüzüne indirmiş olacaklardır. Çünkü geciken hukuk,
hukuk olmaktan çıkacak, inlemeleri dindiremeyecek ve sonuçta kötülüklerin
topluma yayılmasına neden olacaktır.
6. "İşte
ya bu, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak
bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar
diye insanlara bir bildiridir."
a) "Bu,
insanlara
bir bildiridir." Âyetin bu kısmındaki hazâ zamiri nereye gitmekte, yani
neyin yerini doldurmaktadır? Bazı
âlimler
'ondan maksat Kur'ân'ın tamamı bazıları da İbrahim süresidir', görüşünü
benimsemişlerdir. Ama âyetin devamına baktığımız zaman bu kelimenin, özeli
değil de geneli konu edindiği görülmüş olacaktır.
b) Yüce
Allah, "bildiri" olarak sunduğu bu şeyin üç amacı olduğuna da dikkat
çekmektedir.
i."Uyarılsınlar."
Uyarmak din eğitiminin olmazsa olmaz boyutunu teşkil etmektedir. Uyarıyı yapmak
kadar uyandan almak, uyarılmak da önemlidir.
ii. "Allah'ın
ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler." Demek ki ilâhî tebliğ olan
Kur'ân'ın ana amaçlarından biri var olmanın amacı olan "bilmeyi"
gerçekleştirmektir. Çünkü insan bilmenin uğruna yaratılmıştır. Bilmenin ilk
merhalesi de Allah'ın tek tanrı olduğunu bilmektir.
Tevhîd
inancını insanlığa öğretmek, kabullendirmek ve onu gönüllere nakşetmek bu
tebliğin ana amacını teşkil etmektedir.
Demek
ki bilmek, yani bilgi Kur'ân'ın yücelttiği değerlerin başında gelmektedir.
Allah, bilgiye akıldan sonra ona ikinci sırayı vermektedir. Yüce Allah'ın tek
tanrı olduğuna inanmadan önce onun bilinmesini istemesi bilinçli bir imanı
hedeflemekte olduğunu göstermektedir.
iii.
"Akıl sahipleri düşünsünler."
İşte
Kur'ân'm bütün açıklamaları insan aklını harekete geçirip düşünmesini temin
etmeye yöneliktir ve onu birincil amaç olarak almıştır.
Kur'ân
tebliğinin burada sıralanan amacının kolaydan zora, daha az önemliden en
önemliye doğru sıralandığını söyleyebiliriz. Uyan. bilmek ve aklını kullanıp
düşünmek şeklindeki sıranın en önemlisi sonuncusudur. O olmadan bilmek olamaz,
o olmadan da uyarı bir şeye yaramaz. En önemliden daha aza önemliye doğru
sıralanırsa, sıralama aklın: kullanıp düşünmek, bilmek ve uyarmak şeklinde
olmalıdır.
Kur'ân'ın
tebliğ ettiği bu üç şey aynı zamanda eğitimin tanımını da yapmaktadır. Eğitim,
"aklı kullandırıp doğru düşünmeyi öğreten, bilgi aktaran ve uyarıda bulunan
bir faaliyettir" şeklinde tanımlanabilir. Butanımdaki unsurlar, aynı
zamanda eğitimin amaçlarını da teşkil etmektedir.
İster
özel anlamda İbrahim sûresi, isterse genel manada Kur'ân'ın tamamı bu tebliğ
olarak alınsın, önemli olan tebliğin amaçları olacaktır.
[28]
1.
İbrahim
sûresi kitapla başlayıp kitapla bitmektedir. Başlangıç âyetinde insanları
karanlıktan aydınlığa çıkarmak için kitabın Hz. Peygamber'e indirildiği
belirtilirken, son âyette de bu kitabın insanlığa uyarılmaları, Allah'ın tek
olduğunu bilmeleri ve akıllarını kullanarak düşünmelerini temin etmek için bir
tebliğ olduğu gündeme getirilmektedir (âyet: 1, 52). Kitapla başlayıp kitapla
bitmesi Yüce Allah'ın, kitabı eğitimin merkezine koyduğu anlamını ifade
etmektedir.
2. Bu
sûre, mümin ile kâfirin arasında inancın dışında temel farkı belirlemekte,
kâfirlerin dünyayı âhirete tercih ettiğini ifade etmektedir. (âyet: 3).
İnsanları
Allah yolundan alıkoydukları, peygamberlerin ağzına ellerini tıkadıkları, yani
ifade, eğitim, düşünce ve inanç özgürlüğünü engelledikleri ve bu nedenle
toplumlarını helake sürükledikleri gündeme getirilmektedir. Böylece toplumların
çöküş nedenlerini sebep sonuç ilişkisi içinde açıklanmıştır (âyet: 3, 9-12).
3.
Bu
sûrede bir topluma siyâsî erki vermenin dinamiklerinden bazısı ele alınmıştır.
Allah'ın makamından ve O'nun tehdidinden korkarak tüm işlerini düzenleyenlerin
bu iktidara layık olduğu, helak edilecek toplumun yerine diğerlerinin
getirileceği bir sosyal ilke olarak anlatılmıştır. (âyet: 14, 45).
4.
Bu
dünyada sözleri, düşünceleri, kalemi ile topluma ve insanlığa irinli bilgi
içeren, topluma bir çıban gibi rahatsızlık verip irinleştirenlere âhirette
irinden su içirilecektir (âyet: 16).
5. Mahşerde,
bu dünyada başkalarının etkisi altında kalıp yoldan çıkanlar, Allah'ın
huzurunda tartışacak, zayıflar suçu güçlülere atacaklardır. O aradan şeytan
devreye girecek, yoldan çıkardığı insanlardan kendisini kınamamalarını
isteyecektir. Bunları anlatırken Yüce Allah, insanın kendi ayakları üzerinde
durmasını, kötülerin etkisi altına girme- meşini, kendi iradesine, beynine,
gönlüne ve nefsine sahip çıkıp hâkim olmasını insanlardan istemektedir (âyet:
21-22).
6.
Temiz,
yani doğru, faydalı, iyi ve güzel söz ile bunun zıttı olan yanlış ve kirli sözü
karşılaştırırken ağaç örneği verilmiştir. Faydalı ve doğru sözün kökleri
mazide, dalları da geleceğin ufuklanndadır. Bu kafada olan insanlar ne maziye
ne de geleceğe kapalıdırlar (âyet: 24-27).
7.
Alış-verişin
ve dostluğun olmayacağı gün için müminlerin namaz kılarak, Allah'ın verdiği
nimetlerden gizli ve aşikâr fakirlere ve kamu yararına infak ederek
hazırlanmaları emredilmektedir (âyet: 31). Bu hazırlanmanın anlamı, âhiret
hayatını bu dünyadan düzenlemektir.
8.
Yüce
Allah, insana sunduğu nimetleri anlatırken, bu nimetlerin sayılamayacağını ve
bütün kâinatı insanın uğruna yarattığını, ama insanın O'na nankörlük ettiğini
vurgulamaktadır (âyet: 34).
9. Hz.
İbrahim'in bütün benliğini Allah'a dönerek ve vererek yaptığı duanın içeriği
yine bu sûrede açıklanmakta ve dua yapma metodu öğretilmektedir. Beldenin
güvenliği, putlardan sakınmak, neslin eğitimi; kendisinin, ebeveyninin ve bütün
müminlerin affı için dua edilebileceğine de dikkat çekilmektedir (âyet:
35-41).
10. Yüce
Allah'ın, zâlimlerin cezasını bu dünyada neden vermediği konusunda inananların
yanlış bir anlayışa kapılmaması için onların azabını âhirete ertelediği burada
ifade edilmektedir (âyet: 42).
11.
Müslümanlara
hile kuranların hilesinin başlarına geçirileceği, insan hak ve özgürlüklerine
mâni olanların âhirette zincire vurulacaklarıda yine bu sûrenin yer verdiği
konular arasında bulunmaktadır. (âyet: 46-50).[29]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/145-146.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/147-151.
[3] Kurtubî, age, IV, 304; Ebû
Ubeyde'den
nakil.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/151-154.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/155-156.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/156-162.
[6] Kurtubî, age, IX, 519.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/162-171.
[8] Râzî, age, XIII, 516.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/172-192.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/192-195.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/195-199.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/199-201.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/201-205.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/206-207.
[15] Râzî, age, XIII, 540.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/207-214.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/215-216.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/216-223.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/223-227.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/228-230.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/230-234.
[22] TirmizL De'av ât, 1.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/235-249.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/249-257.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/257-262.
[26] Esed, age, s. 512 dip not, 64.
[27] Râzî, age, XIV, 45.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/263-272.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/273-274.