14/ İBRAHİM SÛRESİ 2

Karanlıklardan Aydınlığa Çıkarmak: 2

Kur'ân Kimin Yoluna İletiyor?. 3

İvec Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 4

Ana Dili İle Eğitim: 5

Hz. Musa'ya Gönderilen Âyetlerin Amacı: 7

Önceki Toplumlardan İbret Almak: 10

Hâbe Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 17

İnkar Edenlerin Ameli Neye Benzer?. 18

Nereden Hareket Ederek İman Etmeli?. 19

Allah'ın Huzuruna Çıkınca Neler Olacak?. 20

Cehennemliklere Şeytanin Seslenmesi: 21

Emr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 21

İman Edip İyi İşler Yapanların Durumu: 24

Söz-Ağaç Benzetmesi: 24

Kelime Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 25

Toplumların Yöneticilerine Eskimeyen Bir Kural: 27

İbadetler Ölmeden Önce Yapılmalıdır: 28

Yüce Allah'ın İnsanlara Verdiği Rızıklar Nelerdir?. 29

Hz. İbrahim'in Duası: 30

Allah Cezada Acele Etmez: 35

Geçmişten İbret Almak: 37

Kıyamet Koptuktan Sonra Neler Olacak?. 39

İbrahim Suresinden Çıkarılacak İlkeler: 42


14/ İBRAHİM SÛRESİ

 

İbrahim sûresinin Mekkî sûrelerden olduğu konusunda fikir birliği vardır. Sûre, adını 35-41. âyetlerde geçen Hz. İbrahim'in duasından almakta ve Yûnus, Hûd ve Yûsuf sûrelerinin ardından gelmektedir. Başka bir ifade ile elimizdeki Kur'ân'm diziliş sis­temine göre, Peygamber adı ile anılan dördüncü sûre olmaktadır.

Bu sûre de Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd, Yûsuf ve Ra'd sûreleri gibi Kitabı merkeze almakta ve onunla başla­maktadır. Burada, yani İbrahim sûresinde kitabın Hz. Peygambe­re niçin indirildiği açıklanmaktadır. Kitap ile başlaması bakımın­dan bu sûre, Ra'd 1 ve 37. âyetlerin devamı mahiyetindedir ve ana dili ile eğitimi öne çıkarması bakımından (âyet, 4) da Ra'd 37'nin bir açıklamasını getirmektedir.

İbrahim sûresi, birinci âyetiyle Kur'ân'ı; beşinci âyetiyle de Hz. Musa'ya gelen vahyi bir araya getirmekte, görevlerinin benzerliğine işaret etmektedir.

İbrahim sûresinin 6. âyeti Bakara 49. âyetinin devamı du­rumundadır. 18. âyeti de ileriye yönelik Nur sûresinin 39. âyeti­nin müjdecisi durumundadır. İbrahim sûresinin 21. âyetinin içe­riğine bakınca bu sûre ile A'râf 38-39 ve Sebe' 31-33'ün bağlan­tılarının kurulduğu görülecektir.

İbrahim sûresinin merkezî konularından biri, "temiz keli­me" ile "kötü söz"ün anlatımı ve bir anlatım yapılırken verilen misaldir.

Diğer taraftan bu sûrede bir baba olarak Hz. İbrahim'in ai­lesi için yaptığı dualar da önemli bir yer tutmaktadır.

Yine bu sûrede Kıyametin nasıl kopacağı 48. âyetinde an­latırken, son âyeti 52'de de Kur'ân'ın görevinin de akıl sahiple­rine bir bildiri olduğu vurgulanmaktadır. 52 âyetten ibaret olan İbrahim sûresinin de merkezî konusu tevhîd inancıdır.[1]

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla:

 

Karanlıklardan Aydınlığa Çıkarmak:

 

1. Elif, Lâm, Râ. (Bu), Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip ve övgüye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdi­ğimiz bir kitaptır.

 

a) İbrahim sûresi de mukatta'a harfleri ile başlamaktadır. Bu harf­ler, bazı sûrelerin başında bağımsız bir âyet olduğu halde, İbrahim sûre­sinin birinci âyetinin ilk bölümünü teşkil etmekte ve bağımsız bir âyet olmamaktadır. "Ayrık harfler", "kesik kesik okunan harfler" veya hece­lenerek okunan anlamında "hecâ harfleri" de denen mukatta'a harfleri bize göre "şifre" niteliği taşımakta; hangi sûrenin başında iseler, o sûre­nin dosya numarası, yani şifresi niteliğindedirler. Şifreyi girince o sûre­nin dosyası açılıyor ve sûre ekrana geliyor. Bilgisayardaki dosya ve o dosyanın şifresi gibi bunlar da bir şifre niteliği taşımaktadır. Mukatta'a harfleri konusundaki açıklamamız için Âl-i İmrân sûresinin ilk âyetine bakılabilir.

b) "(Bu), sana indirdiğimiz bir kitaptır." "İndirmek" fiilinin öznesi Allah'tır. Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Kur'ân'ı Hz. Mu-hammed yazmadı, onu Yüce Allah ona indirmiştir. Nereden indirmiştir? "Levh-i Mahfuz" (Burûc 85/22) denen "korunmuş levha"dan. Kiminle indirmiştir? Cebrail ile (Bakara 2/97). Neresine indirmiştir? Aklına, yani kalbine (Bakara 2/97).

Yüce Allah bu âyette Kur'ân'a "kitap" demektedir. Kur'ân, kitabın özel bir ismidir, ama genel anlamda Kur'ân bir kitaptır. Âyetin başında "kitap" kavramı kullanıldığı için ilâhî eğitimin merkezinde kitap olduğu­na, yani Allah Teâlâ'nın bir kitap okulu açtığına âyette işaret edilmekte­dir. Çünkü Kur'ân denen kitap ilâhî bilgiyi taşıyan bir okuldur.

Bir aşiret toplumunu millet haline getirmenin en önemli yolların­dan biri onların kitap ile eğitime tabi tutulmasıdır. Milletler kültür ve bilim adına bütün kazanımlarını kitap vasıtasıyla gelecek nesillere akta­rırlar. Bu şekilde kültür aktarımı olmadığı yerde millete dönüşüm ola­maz.

Eğitimin en etkili aracı ve kaynağı olan kitap sadece bir topluma değil, bütün dünya insanlığına şekil vermekte, onları değiştirmekte, ge­liştirmekte ve onlara manevî can vermektedir. Kitap vasıtasıyla Yüce Allah insanların beynine ulaşıyor; insanlar da o kitapla birbirlerine ulaşıp birbirlerini eğitiyorlar.

"Kitap" kelimesinin geniş açıklamasını Bakara 2'de yaptık. "Farz, delil, zaman, antlaşma, hürriyetini veren berat" manalarına gelen kitap, "Allah'ın âyetlerini, hükümlerini ve açıklamalarını bir araya getiren Kur'ân" demektir.

Kitap denen Kur'ân, insanları Allah ile bir araya getirdiği gibi, in­sanları da bir araya getirmektedir. Bir araya gelmeyenler, düşmanla mü­câdele veremezler. Şeytan ve cehalet denen iki büyük düşmanla mücâde­le verebilmek için birleştirici kitaba ihtiyaç vardır.

c) "Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip ve övgüye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için." oUİkJl ez-zulumât "karanlıklar" ile jjjJt en-nûr "aydınlık" kavramları Bakara 257'de geniş bir şekilde açıklanmıştır. Özet olarak bahsedersek bu âyette geçen zulumât, "özü ile sözün bir olmaması, yanlış yapmak, Allah'ın âyetlerini yalanlamak, inkâra sapmak, kitapsızlık yani cehalet, hürriyet­sizlik, psikolojik bunalım, aklını çalıştırmamak, tefrika yani bölücülük, tâğûta kulluk etmek, ona dost olmak" demektir. Buradaki manaların ter­sini düşündüğümüzde de nuru yani aydınlığı anlatmış oluruz.

Yüce Allah, Kur'ân denen kitabı yukarıda geçen karanlıklardan aydınlığa çıkarması için Hz. Peygamber'e göndermiştir. Böylece O, hem Hz. Peygamber'in görevini belirliyor hem de ilâhî eğitimin amacını tesbit ediyor. "Çıkarmak" anlamına gelenli tuhrice kelimesinin başındaki lâm harfi işte bu anlam için gelmiştir.

Hz. Peygamber'in gönderilmesinin amacı, insanları karanlıklardan aydınlığa Kur'ân ile çıkarmaktır. Dikkat edilirse "karanlıklar" çoğul, "aydınlık" ise tekil olarak gelmiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Allah tek, hakikat tek, aydınlık da tekdir. Kötülükler, karanlıklar ise çoktur. Nûr ienen aydınlığın kaynağında Yüce Allah (Nûr 24/35); karanlıkların kay­rağında da şeytan, nefis ve insanlar olduğu için nûr tekil, kanarlıklar da çoğuldur.

Hz. Peygamber'in Kur'ân ile uygulayacağı eğitimin amacı "özü bir. zulüm yapmayan, cehaletten kurtulup bilgi sahibi olan ve bildi- ğini tatbik eden, Allah'ın âyetlerine inanan, özgürlüklerine sahip olan ve onları kullanan, manevî bunalımı olmayan, aklını kullanıp düşünen ve bütün işlerine aklını katan, birlik ve beraberliği savunan ve bu esaslara göre yaşayan, tâğûta dost olup kulluk etmeyen, yani tevhîd inancını be­nimseyen insan ve toplum oluşturmak ve yetiştirmek"tir. İşte buradaki "karanlıklardan aydınlığa çıkarma"nın başarısı bunlarla belli olacaktır.

Âyet "aydınlık" kavramına "azîz ve hamîd olan Allah'ın yolu" ifa­desini de ekleyerek değişik bir anlam daha kazandırmış olmaktadır. Kı­saca "Allah'ın yoluna" aydınlık manası verilmektedir. Demek ki, karan­lıklardan Allah'ın yoluna çıkarmak Hz. Peygamber'in görevi ve amacı olmaktadır. Allah'ın yolu nelerle örülmüştür? Bunun cevabını verebil­mek için En'âm 151-153. âyetlere gitmemiz gerekiyor. Allah'a şirk koş­mamak, ana-babaya hizmet etmek, açlık korkusu ile çocukları öldürme­mek, haksız yere bir cana kıymamak, gizli-açık ahlâksızlıktan sakınmak, yetim hakkına riâyet etmek, tartı ve ölçüyü adaletle yapmak, şahitliği adaletle yerine getirmek, Allah'a verdiği sözü tutmak Allah'ın dosdoğru yolunu teşkil etmektedir. Bunlar da kısaca aklın, düşüncenin ve takvanın yolu anlamına gelmektedir.

İşte Hz. Peygamber Kur'ân ile insanları bu yola çıkarmakla yü­kümlüdür. Hz. Peygamber bu yükümlülüğünü Kur'ân ile yaparken, başka bir şeyin daha devreye girmesi gerekiyor. Âyette bu şey, "Allah'ın izni" olarak belirlenmektedir. Hz. Peygamber Kur'ân'ı insanlara tebliğ edecek, öğretecek ve böylece alt yapıyı kuracaktır. Ardından Allah'ın izni, takdi­ri ve lütfü gelip insanların doğru yola yani aydınlığa çıkmasını temin edecektir. Mülkünde galip ve övgüye lâyık olan Allah'ın izni olmadan beşerin bunu başarması mümkün değildir. Bu beşer peygamber bile olsa istisna değildir.

Hz. Peygamber, insanları karanlıklardan aydınlığa, yani Allah'ın yoluna çıkarırken devreye Allah'ın izni, dilemesi, takdiri ve lütfü girme­lidir. Bu kural, ilke ya da kanun din eğitiminin de olmazsa olmazını teş­kil etmektedir. Hiçbir din âlimi, din görevlisi veya tarikat şeyhi kendi gücü ve öğretisi ile insanları doğru yola ilettiğini söyleyemez; aksi tak­tirde bu söylev imânî bir tehlike meydana getirir. Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" şeklindeki eğitim faaliyeti aynı zamanda Yüce Allah'ın gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmekte oldu­ğu bir eğitim faaliyetidir. Bakara 257'de şöyle buyurulmaktadır: "Allah inananların dostudur; onları karan­lıklardan aydınlığa çıkarır." Yüce Allah, nûru/ışığı insanın beyninde ve gönlünde yakmakta ve oradan insanlığa yayılmasını istemektedir. Dinde "karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" ilkesini insanlığa kabul ettirirsek, insanlar dinden kaçmayacak, tam tersine dine yöneleceklerdir.

Yüce Allah'ın bu eğitim faaliyeti hiç durmadan devam etmektedir. Hz. Peygamber 23 yıla yakın eğitim faaliyeti ile bunun kısa bir dönemini doldurmuş, ilâhî eğitimi yeryüzüne indirmiştir. Artık bu eğitim faaliyeti­ni din âlimleri Kur'ân ve Allah'ın izni ile yapacaklardır. Kur'ân'ı tam anlamı ile bilmeyenler kulaktan dolma bilgileriyle bunu yapamazlar. İlâhî vahyi bilenler ilâhî ışığa sahip olanlardır. Onlar eğitimlerinde bu ışığı takip ederlerse bunu güçleri nispetinde Allah'ın izni ile başaracak­lardır.[2]

 

Kur'ân Kimin Yoluna İletiyor?

 

2. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi kendisinin olan Allah(ın yoluna). Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline.

3. Ki onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler, Allah yolundan alıkoyarlar ve onun yolunu eğriltmek isterler.

 

İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.

a) Bir önceki âyette "mülkünde galip ve övgüye layık olan Allah'ın yoluna" ifadesine yer verilmişti. Bu âyette de çıkarılacak yolun nasıl bir Allah'a ait olduğuna açılım getirilmekte ve "göklerde ve yerde olan her şey kendisine ait olan Allah'ın yoluna" denmektedir. Yüce Allah burada iki boyuttan bakmamızı temin etmektedir:

i. Göklerde ve yerde olanların tamamı Allah'a aittir. Böylece Allah ile varlıklar arasındaki "ciddiyet" esasına dikkat çekilmektedir.

ii. Kendisi tarafından bakınca da bütün varlıkların sahibinin Allah olduğu esası anlatılmaktadır. Varlıklar açısından bakınca "sahipliliği" görmüş oluyoruz.

Bütün varlıkların ait olduğu, başka bir ifade ile bütün varlıkların sahibi olan Allah'ın yoluna bütün insanları çıkarmak Hz. Peygamber'in görevi ve amacı olmaktadır. Demek ki bu özelliğe salip olmayan bir var­lığın çıkarılabilecek bir yolu olamaz ve o yala çıkarmak gibi bir faaliyet de yapılamaz. Kimse, hatta peygamber bile kendi yoluna davet edemez. Herkes Allah'ın yoluna davet edecektir. Günümüzün ve geleceğin din eğitiminin ana meselelerinden biri, geçmişte olduğu gibi bugün de bu olacaktır. Din adına kimse Allah'ın dışında bir sahte tanrının yoluna çağıramaz ve çağırmamalıdır. Aksi taktirde bu çağrı aydınlığa değil, ka­ranlığa gidiş olur.

b) "Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline." Bütün varlıkların sahibi, mülkünde galip ve her övgüye lâ­yık Allah'ın yoluna çıkmayan veya çıkarılamayan insanların olduğu ve olacağı; bunların kâfir olarak nitelendirileceği; kâfir olmaları nedeniyle de şiddetli azap görecekleri bu âyette gündeme getirilmektedir İşte inkâr, karanlıklardan biri olduğu için, kâfir bu karanlıktan ay­dınlığa çıkamamaktadır. Onun orada kalması kendi irâdesi, yani tercihi ile gerçekleşmekte olduğundan şiddetli bir azap içinde olacaktır.

Bunlar sadece karanlığı tercih ettikleri için mi şiddetli azap göre­ceklerdir? Bu soruya cevap verebilmek için İbrahim 3'e, yani bir sonraki âyete inmemiz gerekiyor.

c) "Dünya hayatını âhirete tercih ederler." Âyetin bu kısmında yestehibbûn kelimesi yer almakta­dır. "Sevmek" anlamına gelen habbe kelimesinden üretilmiş altı harfli bir kelimedir. Bu kelimeye, üç harfli bir köten altı harfli bir keli­meye çıkartılırken i elif,  sîn ve o tâ harfleri ilâve edilmiştir. Bu harflerin ilâve edildiği bir fiil "istemek, dilemek ve tercih etmek" anlamına bürünür. habbe "sevdi" anlamına geldiği için bundan türetilen istehabbe ise "sevip tercih etmek, sevgi nesnesi olarak seçmek" manasına gelmektedir. İşte kâfirler dünya hayatını sevgi objesi olarak seçip âhirete tercih ederler.

Biz buna "tercihinde yanılma" diyoruz. Sevgi hangi objeye yöneli­yor ve onda yoğunlaşıyorsa onu tercih etmeye insanı zorluyor. Kâfir, karanlıklardan aydınlığa, yani inkârın karanlığından imanın aydınlığına çıkamadığı için tercihinde de yanılmakta ve sevgisini dünyaya yönlen­dirmektedir. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Mü'minin kitabında, kâfi­rin tercihinin ne işi var? Yüce Allah bunu anlatmakla mü'minlerin hataya düşmemelerini temin etmek istemekte, kötüyü anlatarak iyinin nerede olduğunu göstermektedir. Aynı anlatımı Nahl 106 ve 107'de de görüyo­ruz.

d) "Allah yolundan alıkoyarlar." Âyetin bu kısmında geçen OjJuâş yesuddûn/sadde kelimesi Nisa 160'da detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Geçişli olarak kullanılınca "alıkoymak, engelle­mek, menetmek" anlamına gelen bu kelime geçişsiz olarak da "yüz çe­virmek, sapmak, feryat etmek, menetmek" anlamlarına gelmektedir.  esadde kalıbından alınınca, "yaranın irinlemesi"; sadîd kalıbı da "irin" demektir.

Söz konusu kelimenin Kur'ân'daki manaları kısaca şöyledir: Yüz çevirmek (Nisa 4/55); dönüp uzaklaşmak (Nahl 16/94); çekip gitmek (Mü'minûn 23/5); vazgeçmek (Sebe' 34/32); doğru yoldan uzaklaştırmak (Nemi 27/43); alıkoymak ('Ankebût 29/38); kahkaha ile gülmek (Zuhruf 43/57); irin (İbrahim 14/16).

Şimdi bu manalardan "Allah'ın yolundan alıkoymak" ile "irin" manalarını ele alalım ve aralarındaki ilişkiyi kuralım. Bir insanı Allah yolundan alıkoymak, sosyal dokudaki hücreyi irinleştirmek demektir. Toplumda birbirini doğru yoldan alıp kötü yola sürüklemek, toplumun hayatında biyolojik yapıdaki irinleşrneyi meydana getirmek demektir.

Biyolojik yapıda meydana gelen "irin" hücre sistemini bozar, vü­cuda hem ağrı hem de ateş verir. İrinleşen yerin büyüklüğüne göre vücut ızdırap çeker. Allah yolundan çıkarmalar toplumda ne kadar fazla ve yoğunsa sosyal yapı da o kadar irinleşecek ve ızdırap çekecektir.

İnkarı içinde kalmayan, onu toplum hayatına yansıtarak eylem ha­line dönüştüren kâfirler doğal olarak şiddetli azaba uğrayacaklardır. Top­luma ne denli şiddetli bir ızdırap verip insanları Allah'ın yolundan çe-virmişlerse, aynı şekilde onlar da âhirette azaplarını çekeceklerdir.

e) "Onun eğriliğini isterler." "Onun" şeklinde anlam­landırdığımız li hâ zamiri, bu cümleye "Allah'ın yolunun eğriliğini istiyorlar" anlamını kazandırmaktadır. Âyette geçen 'ivecâ kelimesi, "eğri, bükümlü olmak, kıvnmlılık" manasına gelmektedir. 'âce şek­lindeki fiil kalıbı, "seyir halindeyken yoldan çıkmak", a'vec kalıbında alınınca da "duvar, mızrak ve buna benzer dikey olan şeylerdeki eğrilik" anlamlarına gelmektedir.

'İvec, "dinde, sözde ve davranışta meyletmek, sapmak ve doğru yoldan uzaklaşmak" demektir.[3]

 

İvec Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1. Yan çizmek

"O gün insanlar davetçiye uyacaklar. Ona karşı yan çizmek yoktur" (Tâhâ 20/108). Başka bir ifadeyle bu âyetteki 'ivec kelimesi, "kaçıp kurtulmak" anlamına gelmekte ve kıyametteki bir sahneyi anlatırken kullanılmaktadır.

2. Eğrilik

"Kendisine hiçbir eğrilik koymadığı kitabı kuluna indiren Allah'a hamdolsun" (Kehf 18/1). Bura­daki 'ivec kelimesi "eğrilik" anlamına geldiği için âyetin anlamı, "Kur'ân'da anlaşılması güç herhangi bir çarpıklık yoktur" demektir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de bu kelime, "Allah'ın yolu için kullanılmakta ve onda bir eğriliğin olmadığı"nı ifade etmekte­dir.

3. Kıvrım

"Böylece yerlerini dümdüz, bom­boş bırakacaktır. Orada ne bir kıvrım ne de tümsek göreceksin" (Tâhâ 20/106-107). Buradaki kıvrım ve tümseği, "iniş-yokuş" olarak da manalandırabiliriz. O zaman âyetteki 'ivec kelimesi "iniş" anlamına gelmektedir.

Demek ki kâfirler Allah'ın yolunda bir eğrilik, bir kıvrım, bir çar­pıklık aramaktadırlar. O dönemde böyle idi, bu gün de öyledir.

f) "Onlar uzak bir sapıklık içindedirler." O kâfir­ler Hakk'tan, yani ilâhî iîurdan uzakta kalmışlardır. Hakk ve ilâhî nurdan uzakta kalan kişi karanlıkta kalmış demektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Tüm varlıkların sahibi, yöneticisi, bes­leyip büyüteni olan Yüce Allah insanları yarattıktan sonra başıboş bı­rakmamış; onlara kitap ve peygamber göndererek eğitmek istemiştir. Onun eğitimi vahy, yani kitapla olmakta, yani önceden belirlenmiş kural­lara göre davranışlar kazandırmakla gerçekleşmektedir. İlahi vahy bu kuralları belirliyor; peygamber de onlara göre davranışların ne olduğunu hem anlatıyor hem de yaşayarak öğretiyor. Biz buna öğretim ve eğitim faaliyeti diyoruz. Bu faaliyetlerin amacı "karanlıklar içinde kalan insan­ları aydınlığa çıkarmak"tır. Bu çıkışta "Allah'ın izni", olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Bunun anlamı alt yapıyı ilâhî vahy ile peygamber ha­zırlayacak, Yüce Allah operasyonu gerçekleştirecektir.

Bütün bu faaliyetlerin dışında kalanlar, dünyayı âhirete tercih eden, Allah'ın yolunda eğrilik arayan, haktan uzak kalan ve şiddetli azaba çarptırılacak olan kâfirlerdir. Böylece Yüce Allah kâfirin durumunu anla­tarak imanın önemini ve etkinliğini ortaya çıkarmaktadır.[4]

 

Ana Dili İle Eğitim:

 

4. Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik. Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.

Âyetin açıklamasından eğitimin en önemli ilkelerinden birini bize sunduğu anlaşılacaktır.

1. "Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik." Peygamberler onlara neyi açıklayacak? Bu sorunun cevabını Nahl 44. âyette bulmamız mümkündür: "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu Kur'ân'1 indirdik." İnsanlara indirilen Kur'ân'in açıklanması Allah'ın hükümlerini ve emirlerini açıklamak demektir. Kur'ân evrensel bir kitap olmakla beraber, ilk önce onun gönderildiği topluma tebliğ edileceğine ve oradan bütün dünyaya yayılacağına göre, mutlaka ilk geldiği toplu­mun dili ile gönderilmeli idi; tüm peygamberlerde olduğu gibi Hz. Pey-gamber'de de böyle oldu. Çünkü bütün dünya milletlerinin ortaklaşa konuştuğu bir dil yoktu, bu gün de yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, o devirde edebî bakımdan en gelişmiş dil Arapça idi. Vahyin mesajı o dilin kav­ramları içine konarak bütün insanlığa sunulmuştur.

"Kendi toplumunun dili ile gönderilmiş olmak" ilkesi, geçmiş pey­gamberlere uygulandığı gibi Hz. Peygamber'e de uygulanmıştır.

İndirilen ilâhî mesajı daha iyi açıklamanın yolu "ana dili" ile eği­timdir. Yüce Allah bu kanunu ilk insandan bu yana uygulamıştır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özellik onun akıllı ve düşü­nen bir varlık olmasıdır. Ancak onun hayat bulması ve hayatını devam ettirebilmesi kültür meydana getirmesine bağlıdır. Bu sebeple sosyolog­lar ve antropologlar kültürü "insan düşüncesinin varlıkta vücut bulmuş hali" olarak tanımlarlar. Bu durumda düşünmenin ilk meydana getirdiği "'kültür", yine düşünmenin ürettiği "düşünceler" olmaktadır.

Düşünceler hüküm halinde dile yansırlar ve cümleleri oluştururlar. Bu sebeple insan kelimelerle değil cümlelerle düşünür ve dil adı verilen kültürel varlığı oluşturur.

Dilin ilk öğrenildiği kültürel ortam önemlidir. Bu kültürel ortam ai­ledir. İnsan ana karnında hayat bulur, ananın kucağında anasının dilini öğrenir, aile ortamında sosyalleşir ve kişiliğini kazanır. Kişilik bir bütün­dür. Kişiliğin parçalanması durumunda topluma uyum kaybolur.

Dil ile düşünme ve düşünce üretme faaliyeti birbirlerini beslerler. Daha açık bir ifade ile, düşüncenin genişliği ve gelişmişliği dilin geliş­mesini etkilediği gibi, dilin gelişmişliği de düşüncenin gelişmesine etki eder. Bunlar birbirini besleyemediği takdirde kültür meydana getirme kabiliyeti ortadan kalkar. Kültür yaratamayan toplumlar kültür yaratan toplumların hakimiyetine girerler.

Bir toplumun, fonksiyonları yerine getirebilmesi için üyeleri ve grupları arasında belli bir haberleşme sisteminin bulunması gerekir. Grup hayatının sürekliliği insanlar arasındaki fikir, düşünce, kanaat ve izle­nimlerini, duygularını birbirine aktarmalarını, yeni deyimiyle bir iletişimi zorunlu kılar.

Düşünen ve düşünce üreten varlık olarak insan, kendini ve kendi dışındaki varlıkları algılar, öğrenir, düşünür, analiz yapar, karşılaştırma­larla sentezlere ulaşır, varlıklar hakkında birtakım düşünceler geliştirir. Ancak düşünce geliştirmek yeterli değildir. Bunları ifade etmek ve başka varlıklara iletmek de gerekir. İşte bu aşamada iletişimin en önemli aracı "dil" olmaktadır.

Dil, bir kültür varlığı olarak insanın yarattığı en önemli iletişim a-racıdır. İnsan, düşünmenin fonksiyonlarına dayanarak objelere birtakım semboller verir. Bu anlamda düşünme olaylara, olgulara, nesnelere bir­takım semboller vererek bu semboller vasıtası ile düşünce üretmektedir. Üretilen düşünceler kelimeler halinde dile yansırlar. Demek ki kelimeler algılanan objelerin sembolleridir. İnsan algıladığı objeler ve bunlarla ilgili ürettiği semboller miktannca düşünce genişliğine, kültür ve mede­niyet yaratma gücüne sahip olur.

İletişim aynı zamanda sibernetik bir sistem içerisinde vuku bulur. Enformasyonlar, haber ve bilgiler, motifler, tavır ve hareketler, his ve duygular tek tek insanlar ve gruplar arasındaki yaptırıcı güçler vasıtası ile icra edilen ve tekrar sosyal olarak bu davranış şekillerine anlamlı ola­rak reaksiyonda bulunan bir sibernetik sistemde söz konusu olabilirler. Bu nedenle iletişim aynı zamanda geri besleme özelliğine de sahiptir.

İletişimin dört öğesi vardır. Bunlar: mesajı veren (mesajın kayna­ğı), mesajı alan, mesajın kendisi ve iletişim ortamıdır.

İletişimde amaç mesajın alıcıya ulaştırılmasıdır. Bu nedenle mesaj iletişimin en önemli öğesidir. Mesajın ifade aracı dildir. Bu nedenle dil, insanoğlunun başardığı ilk ve en önemli kültürdür. Daha önce de söyle­diğimiz gibi, kültür öğrenme ile elde edilir ve benimsenir, öğretme ile nesillere aktarılır. Bu şartlarda dil de diğer kültür öğeleri gibi değişir vegelişir. Dilin gelişmişliği aynı zamanda kültürün gelişmişliğini ifade e-der. Belli bir kültür oluşturan toplumlarda dil ile kültürleri arasında karşı­lıklı ve fonksiyonel bir ilişkinin olduğunu gözlemekteyiz.

Bir toplumdaki bilgilenmeler, zihnî öğrenme muhtevaları, his ve heyecan durumları, teşvik ve ödüllerle aktarılan araçlar yalnız ifade şe­killeri değil, aynı zamanda soyut sembollerdir. Eğer sosyal münasebetler büyük ölçüde yüz yüze vuku bulursa, meselâ, basit toplumlardaki gibi dil vasıtası ve belli sembollerin aracılığı ile dil, direkt olarak şahıslar arası trafiğe kâfi gelebilir. Fakat kompleks ve komplike toplumlarda, daha başka dolaylı ve şahıslar üstü sosyal iletişime aracılık eden mercilere ve nakil vasıtalarına ihtiyaç duyulur.

İnsanlık tarihinde en önemli kültür aşamalarından biri de davranışa dayalı ve sözlü iletişimden yazılı iletişime geçiştir. Dilin, belirli birtakım şekillerle belirtilmesi yazıyı oluşturur. Diğer bir ifade ile dil, sesle belirti­len sembollerden, yazı ise şekil halindeki sembollerden ibarettir. Bir kül­tür yazılı bir dile, bilime, felsefe ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bö­lümüne, karmaşık bir teknolojiye ve siyâsî sisteme sahip olduğunda uy­gar kültür, yani "medeniyet" halini alır.

İnsanlar esasta iletişimi, haberleşmeyi yüz yüze yaparlar. Ancak zaman geçip toplum her gün biraz daha karmaşık nitelik kazanınca me­sajlar yöneltilecek gruplar büyük genişlik kazanır ve yüz yüze haberleş­me ve iletişim yetersiz hale gelir. Kişinin artık bildiği, tanıdığı komşusu­na değil, tanımadığı, ilk ilişkiler içinde bulunmadığı diğer insanlara me­sajlar yöneltmesi gerekir. Bu olgudan doğan iletişime "talî, ikinci türde iletişim, haberleşme" denir. İşte bu nitelikteki haberleşmenin bazı teknik­lerle, belirli bir teknoloji uygulanarak çoğaltılıp güçlendirilerek, çok sa­yıda kişiyi etkileyecek biçime getirilmesine "kitle iletişimi" adı verilir ve kullanılan araçlara da "kitle iletişim araçları" denir.

Teknolojinin gelişmesi ile birlikte ulaştırma ve kitle iletişim araçla­rının fiziki mesafeleri daralttığını ve küçülttüğünü görüyoruz. Bu durum­dan iletişimin ortam faktörü kadar iletişimin alıcı öğesi de etkilenmekte­dir. Zaten bütün amaç da vericinin alıcıya duygu ve düşüncelerini kabul ettirmesi ve benimsetmesidir. Ancak iletişimin geri besleme özelliği butek yönlü etkileme durumunu bozar. Karşı tarafın da benzer amaç ve davranışı, düşünceler ve davranışlar arasında belli bir dengeleşmeyi ve anlaşmayı gerektirir. İşte, birlikte davranış olgusu ve sosyal uzlaşma bu aşamada gerçekleşir. Kalıplaşmış, tipleşmiş ve modelleşmiş davranış şekilleri toplum adı verilen varlığı bir bütün haline getirir. Demek ki, toplumun oluşabilmesi için üyeleri arasında belli bir iletişim sisteminin bulunması gerekir.

Yabancı dille eğitim sünnetüllâha, yani "Allah'ın kanununa, uy­gulamasına ters düşmektedir. Her toplum kendi insanını kendi dili ile eğitmelidir. Bunun dışına çıkmak, günümüzün ifadesi ile kültür emper­yalizmine yem olmak anlamına gelecektir. Dil, bir kültürün temelidir. Dili bozarsanız kültürü de bozarsınız; bir kültürü bozarsanız bir milleti bozarsınız ve millet olma özelliğini ortadan kaldırırsınız. Kültürün helaki neslin helakini getirecektir. Kültürün helaki de, dilden başlayacaktır.

"Siyâsî erki eline alır almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, kültürü ve nesli yok etmeye çalışır. Allah fesadı sevmez" (Bakara 2/205). Bu âyete derinden bakıldığında, kültürün, yani harsın önce, neslin sonra geldiği görülecek­tir. Demek ki bir milleti yıkmak için önce kültürünü zehirleyeceksin ki bu zehir nesle intikal etsin. İbrahim sûresinin dördüncü âyetini birinci âyete bağlarsak, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarabilmek için ki­tabı, yani ilâhî vahyi onlara iyi bir şekilde anlatmak, açıklamak gereki­yor. İyi anlatabilmek için de onlara ana dilleri ile konuşmak gerekiyor. Aynı zamanda birinci âyette Hz. Peygamber'e ilâhî mesajın hangi amaç­la gönderildiği açıklanıp bu amaç da "karanlıklardan aydınlığa çıkar­mak" olurken, ikinci amaç da dördüncü âyette işlenmekte ve bunun da "iyice açıklamak" olduğu tesbit edilmektedir. Demek ki, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak; ilâhî mesajı iyice açıklamak Hz. Peygamber'in gö­revi, yani amacı olmaktadır.

2. "Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir." Âyetin bu kısmı ile birinci kısmı arasında bir bağlantı yokmuş gibi gözükmektedir. Aslında âyetin bu kısmına özellikle şöyle mana gözükmektedir. Aslında âyetin bu kısmına özellikle şöyle mana vermek­teyiz: "Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir."

Âyeti, "artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola ile­tir" şeklindeki manaya göre açıklarsak şöyle bir netice karşımıza çıkar: "Allah dilediğini saptırır." Sanki Allah bazı kullarına haksızlık yapıyor­muş gibi bir his uyanıyor. Âyetin bu bölümündeki haksızlığı ortadan kaldırabilmek için önceki üç âyeti dikkate almak gerekiyor. Yüce Allah hem kitap hem de peygamber gönderiyor. Kitabın amacı insanları karan­lıklardan aydınlığa yani Allah'ın yoluna çıkarmak. Peygamber de bir taraftan bu işi yapacak, diğer taraftan da anlamaları için ilâhî vahyi iyice açıklayacaktır. Yüce Allah, insanları aydınlığa getirmek için yaptığı bu faaliyete rağmen, inkâr edip dünya hayatını âhirete tercih eden, Allah'ın yolundan insanları alıkoyan ve o yolu eğri göstermeye çalışan insanların sapıklığını da tescil etmektedir; hiçbir şey yokken onu saptırmamaktadır. İnsan kendi tercihini yapıyor, tavrını ortaya koyuyor, amelini ona göre yapıyor ve ondan sonra Yüce Allah müdahalesini gerçekleştiriyor.

"Allah dilediğini de doğru yola iletir." Bu da öncekinin tam tersi bir tercihte bulunmuş ve Yüce Allah'ın aydınlık çağrısına uymuş, kitaba ve peygambere inanmış ve tâbi olmuştur. Bu insanı da Yüce Allah doğru yola iletmektedir. Âyetin bu bölümlerini bu şekilde açıklayınca, Allah'ın kullarına haksızlık yapmadığı anlaşılmış olacaktır. Allah kulunun beyni­ne, gönlüne ve nefsine göre takdirde bulunmaktadır. Kulun düşüncesi, niyeti, tercihi ve davranışları Allah'ın takdirinin alt yapısını oluşturmak­tadır.

Şimdi de metinde tercih ettiğimiz manaya göre açıklamamızı yapa­biliriz: "Yüce Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir". Bu­rada da alt yapıyı, insanın dilemesi oluşturmakta ve Allah'ın takdirini belirlemektedir. Bunun nasıl ispat ederiz?

"Ve de ki: Hak, Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). İnkâr ve imanda insanın dilemesi var­dır. Yüce Allah takdirini o dilemeye göre yapmaktadır: "Şüphesiz biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör" (İnşân 76/3).

Bu durumu şu misallerle açıklayabiliriz: Evlenme isteğini ortaya koymayana Yüce Allah evlilik takdir eder mi? Çalışmayana rızık verir mi? Kitap açmayana ilim verir mi? Af dilemeyeni affeder mi? Aynı şe­kilde sapıklığı istemeyeni saptırır mı? İyiyi, güzeli, doğruyu istemeyeni doğru yola iletir mi?

Yüce Allah bunları azîz ve hakîm sıfatları ile gerçekleştirmekte ve bu ilkeleri o sıfatlara sahip olan Allah koymaktadır. Mülkünde galip ve yaptığı işi yerli yerinde yapan Allah, bunları yapmaktadır.[5]

 

Hz. Musa'ya Gönderilen Âyetlerin Amacı:

 

5. Andolsun ki biz, Mûsâ 'yi 'toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatıp bellet' diye âyetlerimizle gönderdik. Şu bir gerçek ki, bundan iyice sabreden, çokça şükreden herkes için sa­yısız âyetler vardır.

6. Musa'nın kendi toplumuna şöyle dediği zamanı da hatırla: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Hani, sizi Firavun'un hanedanından (adamlarından) kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsüyle acı çektiriyorlar, erkekçocuklarınızı doğruyorlar, kadınlarınızı canlı bırakı­yorlardı". İşte bunda sizin için Rabb'inizden gelen çok büyük bir deneme vardır.

7. Rabb'inizin size duyurduğu (şu gerçeği de) hatırda tutun: "Eğer şükrederseniz, ben de sizin için mutlaka artıracağım. Ve eğer nankörlük ederseniz hiç kuşkusuz benim azabın çok çok şiddetlidir."

8. Şöyle demişti Mûsâ: "Siz de yeryüzünde bulunanla­rın tümü de küfre saplamanız, hiç kuşkusuz Allah mut­lak zengindir, hamdedilmeye lâyıktır."

 

İbrahim sûresi birinci âyetteki "karanlıklardan aydınlığa çıkarma" ekleminin Hz. Musa'nın da görevi olduğu 5. âyette anlatılmaktadır. İlâhî . ih\ ve onu tebliğ eden peygamberlerin görevleri arasında yer alan "ka­rgılıklarla mücâdele verip insanları aydınlığa çıkarmak", süreç olarak j         etmiştir.

"Andolsun ki biz, Musa'yı 'toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatıp bellet' diye âyetlerimizle gönderdik."

a) Âyetin  bu  kısmında  geçen   od   âyât   "âyetler"  kelimesi, "mu'cize" mi, yoksa "kitabın âyetleri" anlamına mı gelmektedir? İbra­him sûresinin birinci âyetine bakarsak bu kelimenin, "kitabın âyetleri" anlamına geldiği anlaşılacaktır.

Ama "âyetler"i, "mu'cizeler" olarak manalandıranlar da vardır. İn­sanları karanlıklardan aydınlığa mu'cizeler mi, kitabın âyetleri mi çıka­rır? Bize göre kitabın âyetleri kalıcıdır, mu'cizeler ise zamana bağlı ola­rak geçicidirler. Demek ki, "âyetler"den kasıt, "vahyin kendisi"dir, yani "kitabın âyetlerTdir.

b) İbrahim sûresi birinci âyette insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in amacı olarak belirlenirken, beşinci âyette Hz. Musa'nın, toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar­ması amaç edinilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Muhammed'in pey­gamberliği evrensel, Hz. Musa'nın peygamberliği ise yöreseldir. Çünkü Hz. Muhammed için "tüm insanlar" Hz. Mûsâ için de "kendi toplumu" ifadesine yer verilmektedir.

c) İbrahim sûresi birinci âyette "karanlıklardan aydınlığa" derken, bunun "Allah'ın yolu" olduğu tanımlaması yapılmaktadır. Ama aynı ta­nımlamayı beşinci âyette bulamıyoruz. Onun yerine "karanlıklardan ay­dınlığa çıkarmak"tan sonra, "Allah'ın günlerinin hatırlatılması" gelmek­tedir.

Bizce birinci âyetteki "karanlıklar ile aydınlık"; beşinci âyettekin-den biraz farklıdır. Bütün müşterek yönlerine rağmen İsrâiloğulları için "karanlıklar", "kölelikler" ve altıncı âyette anlatılan "Firavun'un zulmü"; "aydınlık" da "kölelerin hürriyetlerine kavuşmaları ve Firavun'un zul­münden kurtulmaları"dır. "Kölelikten kurtulup hürriyetine kavuşmak", "karanlıklardan aydınlığa çıkmak"tır. Bu manada alınınca, "âyetler" ke­limesine "mu'cizeler" manasını vermemiz mümkündür. Çünkü Hz. Mû­sâ, kavmini kölelikten kurtarırken o mu'cizeleri kullanmıştır. Mu'cizelerolmasaydı kurtuluş imkansızdı. Bu mu'cizelerin neler olduğunu cevap-landırabilmek için şu âyetlere bakmamız gerekiyor:

i. Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ? 'O, benim asâmdır', dedi. 'Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başka ihtiyaçlarım da vardır'. Allah: 'Onu yere at, ey Mûsâ' dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi eski haline sokacağız,' diye buyurdu" (Tâhâ 20/17-21). Buna '"asâ mu'cizesi" denmektedir.

ii. "Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mu'cize olmak üzere o, ku­sursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın. Tâ ki, sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim" (Tâhâ 20/22-23). Buna da "Yed-i Beydâ", yani "elin parlaması mu'cizesi" denmektedir.

iii. "Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Deniz yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ö-tekilerini de (Firavun'un ordusunu) oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve berabe­rinde bulunanların hepsini kurtardık" (Şu'arâ 26/63-65). Buna da "deni­zin yarılması mu'cizesi" denmektedir. Ama bu mu'cize '"asâ mu'cizesi"nin bir boyutunu teşkil etmektedir.

iv. 'Asanın oluşturduğu bir başka mu'cize de şudur:

 "Mûsâ kavmi için su istemişti de biz ona: 'Asanla taşa vur!' demiştik. Derhal on iki pınar fışkırdı" (Bakara 2/60). Buna da "taştan su akıtma mu'cizesi" denmektedir. 'Asanın, bir ejderha olup sihirbazların sihrini yutması da 'asanın mu'cizesine dahildir.

v. Hz. Musa'nın diğer mu'cizeleri de A'râf 133'de şöyle sıralan­maktadır: Tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan.

Bize göre, Hz. Musa'nın düşmanın sarayında büyütülmesi en bü­yük mu'cizelerden biri olmuştur. Doğumu ve hayatı mu'cize olan insanın bir peygamber olarak mu'cizeleri de bunlar olmuştur. Hayatına nehre bırakılmak suretiyle su ile başladı, kavmi de sudan kurtarılarak hürriyeti­ne kavuşturuldu.

d) "Allah'ın günlerini onlara hatırlat". Bu emir, Hz. Musa'nın ikinci görevi olmaktadır. Birincisi "kölelik karanlığından hür­riyetin aydınlığına ya da küfür karanlığından tevhîd inancının aydınlığına çıkarmak", ikincisi de onlara "Allah'ın günlerini hatırlatmaktır.

Bilindiği gibi Hz. Yûsuf tan sonra Mısır'ın idaresi Firavunların e-line geçmiş, İsrâiloğulları için çok kötü yani "Allah dedirtecek günler" başlamıştı. İsrâiloğulları Firavun'un idaresinde zulüm ve işkence görme­ye başlamışlardı.

İsrâiloğulları bu acı, yani "Allah dedirten günleri" yaşadıktan son­ra, bir ilâhî nimet olarak Hz. Mûsâ vasıtasıyla hürriyetlerine kavuştular. İşte hürriyetlerine kavuştukları günlerdeki şımarıklıkları, şirke sapmaları sebebiyle Yüce Allah, Hz. Musa'dan onlara eski günlerini hatırlatmasını ve tarihî bir olgu olarak belletmesini istemişti. Onlar ne idi ve şimdi ne oldular? Yaşadıkları o kahredici günlerden bu günlere nasıl geldiklerini onlara anlatması ve beyinlerine kazımasını Yüce Allah Hz. Musa'dan istemişti. Bu demektir ki, İsrâiloğullarında nankörlük başlamış, "Allah dedirten günler" unutulmuştu. Erkek çocuklarının kesilip kızlarının bıra­kıldığı; Firavun tarafından sömürülüp köleleştirildiği günler kısa zaman­da unutulmuştu.

Peki âyetin bu kısmı bizim için ne ifade etmektedir? Yani, İsrâiloğullannın başından geçen târihî olgular müslümanların kitabında niçin yer almaktadır? İşte bu soruların cevabı âyetin son bölümü ile ce­vaplandırılmaktadır.

2. "Şu bir gerçek ki, bunda iyice sab-reden, çokça şükreden herkes için âyetler vardır." Yüce Allah, anlatılan bu gerçeklerde sabreden, yani belalara dayanıp onların altından kalkabi­lecek, sahip olduğu nimete iyice şükredenler için dersler, kanunlar ve ibretler olduğunu âyetin sonunda hatırlatmaktadır. Tarihte Firavun aile­sinin İsrâiloğullarına layık gördüğü zulüm, gelecek nesillerde de tekrar-lanabilir. Aşırı ırkçı olanlar, insanları kökenlerine göre gruplara ayırarak, siyâsî erki ellerine geçirdiklerinde onlara zulüm edebilirler.

Firavun, iktidarını elinden alacaklar diye İsrâiloğullannın erkek çocuklarını kesmedi mi? Aynı şekilde günümüzde de siyâsî erki elinden kaçırmamak için rakiplerine entrika yapanlar yok mudur? Bunun için demokrasi rejimine geçemeyen ülkeler mevcut değil midir? İşte Yüce Allah'ın, Hz. Mûsâ dönemindeki târihî olguları bize anlatmadaki amacı, yaşanan ve yaşanacak olan hayata ışık tutmak, benzer hatalara düşülme-mesini öğütlemektir.

Hz. Musa'nın döneminde yaşanan o çileli, o "Allah dedirtecek günler", Arapların kadınları hakkında Hz. Peygamber'in doğduğu top­lumda da tekrar ediyordu. Böylece bu âyetle Yüce Allah Hz. Peygamber ve müslümanlara ışık tutmaktadır.

 "Musa'nın kendi toplumuna şöyle

dediğini de hatırla: Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Hatırlayın ki, sizi Firavun'un hanedanından (adamlarından) kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsüyle acı çektiriyorlar, erkek çocuklarınızı doğruyorlar, kadınları­nızı canlı bırakıyorlardı."

a) Hz. Musa'nın kavmine olan konuşması, kavminin uğradığı zu­lüm ve çektiği çile tarihsel olgular içerisinde yerini almalıydı ve aldı da. Kur'ân, bir ilâhî metin olarak o dönemde çekilenlerin tarihin kara bir lekesi olarak Hz. Muhammed ve ümmeti tarafından hatırlanmasını iste­mektedir. İsrâiloğullarının başından geçen ve insanlığı utandıracak bu olguların iyi analiz edilip tarihinin felsefesi yapılmalıdır.

b) "Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın." üzkürû kelimesini, "düşünün" şeklinde de anlamlandırabiliriz. Hz. Mû­sâ, hürriyetlerine kavuştuklarından sonraki hayatlarında gösterdikleri nankörlükleri yüzünden kavmine bu şeklide hitap etmektedir. Nimeti hatırlamayan ve onun kıymetini bilmeyenlerden Allah nimetini alır.

Toplumların hafızası kısadır. Kısa bir zamanda kendilerinin ve geçmiş nesillerinin yaşadıklarını unuturlar. Toplum hafızasının olgularıunutması, geleceğe yönelik ışığının sönmesi demektir. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Hatırlanması, üzerinde düşünülmesi gereken nimet­ler nelerdi? Sorunun cevabı âyetin devamında verilmektedir.

c) "Hatırlayın ki, sizi Firavun'un hanedanından (adamlarından) kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsüyle acı çektiriyorlar, erkek çocuklarınızı doğruyorlar, kadınlarınızı canlı bırakıyorlardı." İşte bu "Allah dedirtecek ızdıraplar"dan kurtulmak, Allah'ın onlara olan nimetidir.

i. Allah'ın, İsrâiloğullarını, Firavun hanedanının baskısından kur­tarması bir nimettir. Çünkü Firavun hanedanı, İsrâiloğullarını köle edin­mişti. Kölelikten kurtulmak nimetlerin en büyüğü değil midir?

ii. "Onlar size azabın en kötüsünü çektiriyorlardı" derken ne kaste­diliyordu? Bunun cevabı Kasas 4'tedir. "Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere ayırmıştı. Onlardan bir zümreyi güçsüz bırakıyordu."

Halkı kökenlerine göre gruplara ayırmak, kendi grubundan olanları tutup diğer gruptan olanları zayıflatarak ezmek, sömürmek ve köleleş­tirmek azabın en kötüsüdür. İşte bu durumdan kurtulmaları Allah'ın on­lara olan en büyük nimetidir.

iii. Erkek çocuklarının boğazlanıp kadınların sağ bırakılması da çok büyük bir çile ve azaptı. Allah'ın, onları Mısır'dan Hz. Mûsâ vasıta­sıyla çıkarıp kurtarması da bir nimettir.

Bütün bu olayları geriye bırakınca onları hatırlamamak, Allah'tan gelen bir planla onlardan kurtulduğunu düşünmemek nankörlüktür.

Burada sorulması gereken bir soru vardır: Bu korkunç azap, zulüm ve çileler ne zaman ve nasıl değişip nimete dönüştü? Bu sorunun cevabı­nı verebilmek için Kasas sûresinin 5. âyetine gitmek gerekiyor: "Biz ise, o yerde güçsüz dü­şürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları diğerleri­ne vâris kılmak istiyorduk." İşte Yüce Allah İsrâiloğullarını kölelikten önderliğe çıkartmış, Firavun ülkesinin ve siyâsî erkinin vârisi kılmayı murad etmiş ve bunu gerçekleştirmek için de Hz. Mûsâ vasıtasıyla onlarıo zulümlerden kurtarmıştı. İsrâiloğullarının psikolojik, toplumsal ve si­yâsî yapılarındaki bu köklü değişimin daima hatırlanması ve neticesinde nankörlük edilmeyip şükredilmesi gerekiyordu.

Bu noktada sorulması gereken başka bir soru vardır: İsrâiloğullarının çektiği bu çileler ne anlama geliyordu? Sorunun cevabı, yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 6'da yatmaktadır.

4. "İşte bu size anlatılanlarda Rabb'inizden büyük bir imtihan vardır." Demek ki Yüce Allah İsrâiloğullarını imtihandan geçiriyordu. İmtihanın iki boyutlu olabilece­ğini söylemekte yarar vardır.

a) İsrâiloğullarının Firavun'un zulmü altında çektikleri, ya daha önce yaptıkları kötülüklerin bir cezası ya da Yüce Allah'ın onları ağır bir imtihandan geçiriyor olmasıydı. Çünkü Yüce Allah'ın müsaadesi olma­saydı, Firavun onlara zulmedemezdi. Daha sonra İsrâiloğullarını kurtarıp Firavun'u   helak ettiği gibi baştan da helak ederdi. Böyle bir imtihan sünnetüllâhda var mıdır? "Andolsun ki, biz sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele" (Bakara 2/155). Bu âyetin sonundaki sabır ile İbrahim 5'in so­nundaki sabır bir araya getirildiğinde imtihanın sabır için yapıldığı anla­şılmış olacaktır.

b) İmtihan Firavun'un zulmünden kurtulup nimete, yani hürriyetle­rine kavuşmaları nedeniyle olabilir. O zaman da imtihanın amacı şükür olmaktadır. Buna olan delilimiz de İbrahim sûresinin biraz sonra yoru­munu yapacağımız 7. âyetidir.

Bize göre, imtihanın büyük olması yukarıda bahsettiğimiz hem şer hem de iyilikle olmuş olmasıdır; yani biz bu imtihanın iki boyutunun bir arada gerçekleştirildiğine inanıyoruz. Çünkü kötü ile iyinin olmadığı bir imtihan tek taraflı olur ve büyük olamaz. Peki buna delilimiz ne olabilir?

Bu sorunun cevabı Enbiyâ 35'dedir:

"Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi iyilikle de kötülükle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz." İyi ve kötünün bulunduğu bir imtihan gerçekten büyük ve sürekli bir imti­handır. Demek ki İsrâiloğullarımn kurtuluş öncesi çektikleri de bir imti­han; kurtulduktan sonra sahip oldukları nimetler de bir imtihan idi; daha doğrusu bir imtihanın iki yüzü ya da iki boyutu idi.

5. "Rabb'inizin şunu duyurduğunu da hatırda tutunuz: Eğer şükrederseniz, ben de sizin için mutlaka artıracağım. Ve eğer nankörlük ederseniz, hiç kuşkusuz benim azabım çok şiddetlidir."

a) İşte bu âyette Hz. Mûsâ onlara, Yüce Allah'ın değişmeyen ev­rensel kuralını, kanununu veya sünnetini takdim ederek onu unutmama­larını tebliğ etmiştir. Her toplum ve fert için geçerli olan genel kural şu­dur: Fert veya toplumlar sahip oldukları nimetlere şükrederlerse Allah o nimetleri artırır; tam tersine nankörlük ederlerse şiddetli azaba uğrarlar.

Bu, kıyamete kadar geçerli olacak olan ilâhî bir kanundur.

b) Bu   âyetteki eş-şükr   kelimesine   "inanmak"   manası verilebilir. O zaman buradaki jiSül el-küfr kelimesine de "inkâr" manası verilecektir. Bu manayı vermek için delilimiz ne olabilir? Cevap olarak İnşân sûresinin 3. âyetini verebiliriz:  "Biz onu yola götürdük. Artık ya inançlı ya da inkarcı olur."

Fakat imanın bereketle ya da bereketi artırmakla bir ilgisi var mı­dır? Bu sorunun cevabı da A'râf 96'dadır: "O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." İbn Abbas da şükrün manasını bu âyete göre vermiştir.[6]

Demek ki nimete sahip olmak önemli bir şey olmakla beraber, onu tutabilmek ve daha çoğaltmak için şükür şarttır. Başka bir toplumun ezici baskısından kurtulmak; özgürlüğüne kavuşmak; sömürülmekten kurtul­mak bir toplum için şükredilmesi ve korunması gereken bir ameldir.

Bu şükrü söz ile "Yâ Rabbi! Verdiğin nimetlere şükürler olsun" demekten ziyade, çalışarak gerçekleştirmek çok daha doğru olacaktır: "Ey Davud ailesi! Şükür için çalışın" (Sebe' 34/13) şek- linde buyuran Yüce Allah çalışmayı da şükürden kabul etmiştir. Bu ça­lışma bedenen olacağı gibi zihnen de olabilir. Demek ki yorumunu yap­makta olduğumuz İbrahim 7'deki "eğer şükrederseniz" ifadesini "eğer şükür için çalışırsanız" şeklinde manalandırabiliriz.

Bu son izahımızdan da anlaşılacağı üzere âyetteki şükür kelimesi­ne kelimenin kendi anlamı olan "şükür"; küfür kelimesine de "nankör­lük" anlamı verilebilir.

6. "Şöyle demişti Mûsâf Siz de yeryüzünde bulunanların tümü de küfre sapsanız, hiç kuşkusuz Allah zengindir, hamdedilmeye lâyıktır."

Hz. Mûsâ öğüdüne devamla bu açıklamayı yapmıştır. Isrâiloğullarının ve yeryüzünde yaşayan kim varsa nankörlük yapsalar bile Allah'a bir zarar vermezler, Allah'ın zenginliğinden bir şey eksilte-mezler, çünkü Allah müstağni, yani kendi kendine yeterlidir, başkasına muhtaç değildir. Böylece kulun yaptığı nankörlüğün kendisine zarar ve­receği, Allah'a zarar veremeyeceği onlara öğretilmektedir.

Bunu söylerken, nimetin değerini bilmenin, yani şükrün getirişinin insanın kendisine olacağını, Allah'a bir fayda temin etmeyeceğine de burada işaret edilmektedir.

Yüce Allah müstağni olunca, her övgüye de lâyık olmaktadır. Ye­terlilikle övgüye lâyık olma sıfatları onun için burada bir araya getiril­miştir. Hz. Musa'nın bu öğüdünden anlıyoruz ki, bir insan bir iş yapar­ken, onun getirişinin kime ait olduğunun bilincinde olmalıdır.[7]

 

Önceki Toplumlardan İbret Almak:

 

9. Sizden öncekilerin, Nuh, 'Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah 'tan başkası bilemez. Peygamberleri kendi­lerine mu 'cizeler getirdi de onlar, ellerini (peygamber­lerinin veya kendilerinin) ağızlarına bastılar ve dediler ki: 'Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.'

10. Peygamberleri dedi ki: 'Gökleri ve yeri yaratan Al­lah hakkında şüphe(niz) mi var? Halbuki O, sizin gü­nahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve muayyen bir vakte kadar tehir edip yaşatmak için sizi çağırıyor.' Onlar dediler ki: 'Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz, bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, (bu iddianız konusunda) apaçık bir delil getirin!'

11. Peygamberleri onlara dediler ki: 'Evet, biz sizin gi­bi bir insandan   başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim   size   bir   delil   getirmemize    imkan   yoktur. Mü 'minler ancak Allah 'a dayansınlar.

12. Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne di­ye biz,   'Allah'a dayanıp güvenmeyelim?' Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül eden­ler yalnız Allah 'a tevekkülde sebat etsinler.'

13. Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: 'Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimi­ze döneceksiniz!' Rabb 'leri de onlara: 'Zâlimleri mut­laka helak edeceğiz!' diye vahyetti.

14. Ve (ey inananlar)! Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimselere mahsustur.

15. (Peygamberler) fetih istediler (Allah da verdi). Her inatçı zorba da hüsrana uğradı.

16. Ardından da cehennem vardır ve orada kendisine irinli su içirilecektir.

17. Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir. Bundan öte şiddetli bir azap da vardır.

 

Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarına öğüt verirken önce geçmişlerini hatırla­tıp bulundukları durumdan dolayı Allah'a şükretmelerini istedi. Ardın­dan İsrâiloğullarına kendisine inanmalarını, itaat etmelerini ve Allah'ın yolundan gitmelerini istedi ve bunu yapmadıkları takdirde başlarına nele­rin geleceğini târihî örneklerle onlara anlattı. Hz. Mûsâ, tarihteki kavim­lerin peygamberlerine olan olumsuz tepkilerinden dolayı çarptırıldıkları cezaları örnek alarak halkından, kendi inanış, düşünce ve amellerini a-yarlamalarını istemektedir. Böylece Hz. Mûsâ öğüdünü hem geçmişle hem de gelecekle ilgili boyutlarda yapmakta, geleceğe yönelik öğüdünü geçmişteki toplumların olguları üzerine oturtmaktadır.

Şimdi Hz. Musa’nın, İsrâiloğullarının geçmişten almalarını istediği ibretin veya ibretlerin analizine geçebiliriz:

1. "Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi?"  Bu Soru Hz. Musa tarafından kendi topyumuna, yani  İsrâiloğullarına yöneltilmektedir. Sorunun tarihe yönelik olarak sorulmasından şunu anlıyoruz:

a) İsrâiloğulları Hz. Musa’ya karşı olumsuz tavır takınıyor ve Allah’ın mesajına yakışmayan davranışlarda bulunuyorlardı. Bu nedenle Yüce Allah onlara bir uyarı olarak, yaptıklarından dolayı geçmiş toplumların başına gelenlere bakmaları halinde kendilerini değerlendirme imkanı bulacaklarını ifade etmekte, aksi takdirde o toplumların başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini onlara özellikle hatırlatmaktadır.

b) İsrâiloğulları kötülük yapmamış olabilirler. O takdirde Hz. Musa’nın bu uyarısı gelecekteki muhtemel yanlış davranışlarını önlemek maksadıyla yapılmış olabilirler. O zaman da yukarıda ki soru tamamen eğtim amaçlı bir soru olarak kalmaktadır.

c) Geşmişteki toplumların başından geçen bela şeklindeki olgular, tekrar etmeyecek anlamına gelmez. Çünkü sosyal olay ve olgularda bir determinizm özelliği vardır. Nedir determinizm? Aynı sebepler ve aynı şartlar altında aynı sonuçlar, yani olaylar meydana gelir.

Allaha, Peygamberine ve evrensel ahlak kurallarına geçmiş toplumlar gibi ters düşmek, niteliği farklı olsa bile benzer cezaların Yüce Allah tarafından verileceği sonucunu doğurur. Bu olguyu daimi hatırlarında  tutumaları İsrâiloğullarından istenmektedir.

d) Hz. Musa, bu sorusu ile geçmişten geleceğe doğru ışık tutmakta, geçmişin olgularının canlı olduğunu, insanın beynine oradan gönlüne hareket eden, beyinde ve gönülde değişimler meydana getiren birer öğretmen olduklarını onlara hatırlatmaktadır. Geçmişin olgularından ders alınırsa, onlara can verilmiş olacaktır.

Peki Hz. Musa’nın bu sorusu neden Kur’an’da yer almaktadır? Kur’an’da bu olay anlatılarak  Hz. Peygamber dönemine ve gelecek nesillerin  oluşturacağı toplumlara ışık tutulmakta; geçmiş sosyal olguların öğretici,ibret verici, ve süreç niteleklerine dikkat çekilmekte, onlardan istifade ederek hayatın disipline edilmesine işaret edilmektedir. Kur’an bu soruyu aynen bize sormaktadır. İşte Hz. Musa’nın bizi eğitmedeki rolü bu olmaladır. Yüce Allah Hz. Musa’nın bu sorusunu Kur’an’ın diline koyup bize sormakta sordurmaktadır. Böylece Yüce Allah o soruyu Kur’an’a koyarak kaybolmasını ve unutulmasını önlemekte, geçmiş toplumların başından geçen olguların konuşan, öğüt veren, insanları uyaran ve insanların iyiliğini isteyen bir çaba içinde olduklarını hatırlatmaktadır.

2. " Onları Allah’ tan başkası bilmez. "  

a) Yukarıda sorulan sorudan sonra bu açıklamanın gelmesi manidardır. Geçmişte tarihi olguları kaydeden tek vesika Allah’ın vahyi idi.

İnsanlar henüz kendilerinin yazmaları ile oluşturdukları bir tarih kültürüne sahip değillerdi. O olguları tarihe kazandıran ve yaşatan ilahi vahiy olmuştur.

b) Birde beşeri tarih, olguları anlatırken eksik ve tarafgir olarak nakledebilir.O zaman tarihin objektifliği ya da tarafsızlığgı ortadan kalkmış olur. O toplumların başına gelen olguların sebebini onların amelleri ve yapıp ettikleri teşkil etmiş; cezayı verende Yüce Allah olmuştur. Onun için Allahtan başkası bu sebep sonuç ilişkisi içinde cereyan eden olguları bilemez.

Tarafsız bilgi sadece Allah katındadır. Olguların sebep ve sonuçlarını belirleyen Allahtan başkası olamaz.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah’a isyan bakımından geçmiş toplumların başına gelen belaların ve azabın gerçek bilgisini ilahi vahiyde bulmak mümkündür.

Geçmiş toplumlarda siyasi erki elinde bulunduranların halka zulmetmeleri, ilahi azaba çarptırılmalarının ana sebeplerindan biri olmuştur.

Aynı olgunun bir benzerini de İsrâiloğullarıFiravundan görmüşlerdi ve bir süre sonra ondan kurtulmuşlardı.

Diğer taraftan ilahi vahyde bahsi geçen toplumların dışında öyle toplumlar helak olmuştur ki , onların haberleri kutsal kitablarda yer almamıştır. Onları sadece Allah bilmektedir. "Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesli de (helak ettik)" (Furkân 25/38). Âyetten anlıyoruz ki Kur'ân'da adından söz edilmeyen nice toplumlar tarihten silinip gitmişlerdir. Bize göre bunların çöküş sebepleri ile diğerlerinin arasında büyük benzerlik olması sebebiyle zikredilmemişlerdir.

Bu toplumların helak olmasının sebep veya sebepleri ne idi? Soru­nun cevabını âyetin devamı verecektir.

"Peygamberleri kendilerine mu'cizeler ge­tirdi de onlar, ellerini (kendilerinin veya peygamberlerinin) ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendilerine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz." Bu âyetin bu kısmın­dan çıkaracağımız önemli ilkeler vardır:

a) Peygamberler, geldikleri toplumun halkına mu'cizelerle, delil­lerle gelmişlerdir. Burada mu'cize ve delillerle gelme olgusu eğitim faa­liyetine işaret etmektedir. Peygamberler, toplumların kötü gidişini dur­durmak, çöküşü önlemek, iyiyi, güzeli, doğruyu, hakkı hayatlarına geri döndürmek için köklü eğitim faaliyetine girişmişler ve bu faaliyeti Yüce Allah onlara farz kılmıştır. Onların bu eğitim faaliyetini başlatan kaynak da ilâhî vahy ve mu'cizeler olmuştur. İlâhî vahy, eğitimin beşerî fikirlere göre yapıldığı ihtimalini ortadan kaldırıp tarafsız bir kaynaktan gelen fikrin önemini vurgulamıştır.

Mu'cizeler de insanın şu psikolojisini kapatmaktadır: İnsan vuru­şup aciz kaldığı insana daima boyun eğer. Güçlünün karşısında boynunu büker ve teslimiyet bayrağını çeker. Bu durum insanın doğasında vardır. İşte mu'cizeler, insanı, güç ve beşerî bakımdan aciz bırakmaktadır. Mu'çizenin karşısında aczini hisseden insan hemen Allah'ın gücünü ve peygamberin gerçek peygamber olduğunu anlayıp iman denen teslimiyet bayrağını çekiyor. Onun içindir ki tarafsız yani objektif bilgi olan ilâhî vahy ile mu'cizeler peygamberlerin eğitiminde olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Bu açıklamadan şu noktaya varmak istiyoruz: Yüce Allah her şeyi insan için istemiş ve takdir etmiştir. Tıpkı bütün kâinatı insana bir yaşam ortamı haline getirip istifadesine ve emrine sunduğu gibi vahy, mu'cize ve peygamberler de göndermiştir. Çünkü bütün eğitim faaliyetleri insan içindir.

b) "Onlar ellerini, peygamberlerinin ağzına bastılar." Ayetin bu kısmı bize geçmiş toplumların çöküşünü yani helakini hazırlayan sebeplerin başta gelenini vermektedir. "Ellerini peygamberlerin ağzına basmaları", aslında mecazî bir anlatım şeklidir. Bu anlatım şeklini günümüze taşıyarak anlatırsak şöyle açıklayabiliriz: Biz buna "öğrenim özgürlüğünü engellemek, ortadan kaldırmak, ona engel olmak" diyoruz.

Peygamberlerin, Yüce Allah'tan aldıkları mesajı insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak ve öğretmek özgürlükleri vardır. Halkın da onlardan bu mesajı öğrenme hakları, özgürlükleri vardır. Öğrenim özgürlüğünü engellemek, insan haklarına yapılan en büyük tecavüzdür. İşte o kavim­lerin ileri gelenlerinin, peygamberlerin öğretimini engellemelerini Yüce Allah "elleriyle ağızlarını kapatmak" olarak ifade etmiştir. Biz burada şu soruyu sormalıyız: Yüce Allah neden "engellemek" fiilini kullanmadı da de "el ve ağız" kavramlarına yer vererek mecazî bir ifadeyi tercih etti?

Yüce Allah "eller" ile "ağızlarına basmak" kelimelerine bize göre farklı bir mana yüklemiştir. Arapça "el" anlamına gelen jJi el-yed, aynı zamanda "güç" anlamına da gelmektedir. Bu mananın Kur'ân'dan delili Fetih sûresinin 10. âyetidir: "Allah'ın eli onların elinin üze­rindedir" âyeti "Allah'ın gücü, desteği, onayı onların güçlerinin, onayla­rının üstündedir" manasına gelmektedir. Her işimizi ellerimizle yaptığı­mız için, ellerimiz bizim gücümüzü ifade etmektedirler.

İşte bu manadan hareket edersek "ellerini ağızlarına bastılar" ifade­si, "güç kullanarak zorla peygamberleri susturdular" demektir. Fizikî, yani maddî anlamda ellerini ağızlarına koymadılar; el denen gücü kulla­narak konuşmalarını engellediler. Bunun bir anlamı da "ifade özgürlüğü­nü ortadan kaldırmalarıdır", "ağız" kelimesi, "ifâde, düşündüğünü söylemek" anlamına gelmektedir. Demek ki o toplumların özellikle ileri gelenleri zor kullanarak, halkın hem öğrenim hakkını hem de ifâde özgürlüğünü ellerinden almış­lar veya almaya çalışmışlardır.

Onların bu yaptıkları baskı, yani öğrenim hakkı ve ifâde etme öz­gürlüğüne mani olma bir süreç olarak tarihte devam etmiş, sonuçta da dinlerin ve demokratik rejim ve eğitimin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Günümüzde hemen hemen her toplumda egemen güçler bir şekilde öğre­nim hakkı ve düşüncesini ifade etme özgürlüğüne engel koymakta, baskı uygulayarak bu özgürlüğün kullanımını kirletmektedirler. Dinler öğre­nim hakkı ve ifade özgürlüğü için mücâdele vermiş ve bunun için gönde­rilmişlerdir.

Hz. Mûsâ İsrâiloğullarına bunu anlatırken bize de şunu söylüyor: Kendisi de onlardan böyle bir zahmeti çekmekteydi. Ayrıca geçmiş top­lumların çöküş nedenlerinden birini de bize öğretmektedir. İnsan hak ve özgürlükleri ile olumsuz anlamda uğraşmak ve bunu bir ahlâk haline getirmek toplumları çöküşe götürecektir.

"Ellerini ağızlarına bastılar" ifadesinden psikolojik bir netice de çı­kartıyoruz. Bu davranış şekli bir "kin"in ifadesidir. "Ellerini ağızlarına bastılar" derken, burada kâfirler de kastedilmiş olabilir. Yani kâfirler sendi ellerini kendi ağızlarına basmış olabilirler. Âyetteki zamirlerden bu manayı yakalamak da mümkündür. Kâfirlerin, peygamberlere duydukları kinden dolayı ellerini kendi ağızlarına basmış olmaları yorumuna delil rnılabilir miyiz? Bu sorunun cevabı için Âl-i İmrân 119. âyete gitmemiz gerekiyor: "Onlar, sizinle karşılaştıklarında, 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar." "Elini kininden dolayı ağzına basmak" ile "ısırmak" hemen hemen aynı manaya gelmek­ledir. Çünkü nefisteki kin ile nefret ağızdan kelimelerle döküldüğü gibi '•ya durum davranışlarla da ifade edilmektedir. "Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen ozlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür" ÂI-i İmrân 3/118).

O dönemlerde kâfirler, inananların peygamberlerle yüz yüze gelip konuşmalarını baskı kullanarak önlüyorlardı. Günümüzde kalemleri, gerçeği araştıran basını ve hakikati ortaya çıkarmaya çalışan ilim adam­larını susturmak da aynı anlama gelmektedir. Artık konuşmayla fikrini ifade etme özgürlüğü engellenirken, kalemin de yazma özgürlüğü engel­lenmektedir. "Benim düşündüğüm gibi düşüneceksin", "benim söyledi­ğim gibi söyleyip yazacaksın" şeklindeki baskı ve özgürlükleri engelle­me şekli bugün, eski toplumları aratmayacak durumdadır.

Medenî dünyamızda düşüncelere zincir vurulmamalı, kalemler susmamalı, öğrenim hakkı ayakta tutulmalı, ifade özgürlüğü kutsanmalı-dır. Bunlar yapılmalıdır ki ilkellikten kurtaralım, hep aydınlık içinde ola­lım ve Allah'ımızın katına özgürlükleri engelleme günahı ile çıkmaya­lım; zararlı olmadığı müddetçe kelimelerin bile değerini bilelim, gelecek nesillere nurlu, aydınlık bir dünya bırakalım.

"Ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz." Kâfirlerin olumsuz tepkileri davranış olarak âyetin bir önceki bölümünde anlatılmıştı, sözlü olarak da bu kısmında ifade edilmektedir.

i. "Size gönderileni inkâr ettik." Dikkat edilirse, "inkâr ediyoruz" demediler de, "inkâr ettik" dediler, yani geçmiş zaman kipini kullandılar. Geçmiş zaman kalıbında kullanmalarının sebebi, inkârlarından dönme­yeceklerini ve istikbalde imana gelme diye bir ihtimali ortadan kaldırmak istemeleridir. "İnkâr ediyoruz" deselerdi, şu anda inkâr ediyor ama gele­cekte inkâr etmeyebilir anlamı çıkacaktı. "Size geleni" derken de kastet­tikleri şey, o peygamberlere gelen vahydir, Allah'ın mesajıdır. İşte onla­rın peygamberlerin öğrenim ve ifade özgürlüklerine mani olacak kadar ileri gitmelerinin sebebi bu inkâr psikolojisi olmuştur.

Peki onları bu kadar derin ve kırılması mümkün olmayan zinciri gönüllerine vurmaya götüren sebep ne olmuştur? Sorunun cevabını vere­bilmek için âyetin devamına bakmak gerekiyor.

ii. "Bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içinde­yiz." İnkârın sebebi de derin şüphe olmuştur. Dikkat edilirse, Yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde Hz. Musa'nın söylevinin analizini yap­maktadır. Şüphe sebep, inkâr sonuç; inkâr sebep, özgürlüklerin engelle­mesi de sonuç olmaktadır. Bir aşamada sonuç olan bir sonraki aşamanın sebebi durumuna gelmektedir. Burada sebep ve sonuçlar zinciri ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

er-rayb kelimesinin izahını Râzî şu şekilde yapmaktadır: 'Rayb, ruhun daralması, bir işe ısınamaması ve tatmin olmaması" anla­mına gelmektedir. Bundan türeyen el-mürîb kelimesi de "şüpheye bulaşmış ya da şüpheye düşüren" demektir.

Âyetin bu kısmında geçen eş-şekk kelimesi de "şüphe" anla­mına gelmektedir. Şüphe ile ilgili iki kelimenin bir araya gelmesi, şüp­heyi pekiştirmekte ve derinliğini ifade etmektedir.

Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarına sebep-sonuç ilişkisi içerisinde, geçmiş toplumların çöküş, yani helak oluşlarının dinamikleri konusunda etkili bir ders verdi. Yüce Allah bu dersi Levh-i Mahfuz'a yani "korunmuş levha"ya çıkardı, orada Hz. Muhammed'e vereceği mesaja kadar tuttu ve çok derin bir ışık sakladığından gelecek nesillere aydınlık versin diye bize gönderdi.

Bu sûrenin onuncu âyetiyle ilgi kurulursa şu gerçeği de yakalayabi­liriz: Onların şüphede oldukları şey peygamberlere gelen mesaj değil de Allah'tır. Çünkü 10. âyette peygamberlerin sorusu bunu ifade etmektedir. Şüphe, inkâr ve eylemle peygamberlere karşı koyma geçmiş toplumların helakine sebep olmuştur.

4. "Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Al­lah halekında şüphe(niz) mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi çağı­rıyor." Geçmiş toplumların halkı, peygamberlere gelen vahyi inkâr edip çağırıldıkları Allah hakkında derin bir şüpheye düşmelerini itiraf edince, peygamberlerinin onlara verdikleri cevap bu olmuştur.

a) Peygamberleri, hemen göklerin ve yerin yaratılışı konusunu gündeme getirmişler, hatta "yoktan yaratmak" anlamına gelen fâtır kelimesini kullanmışlardır. Bu cevapları ile bile Yaratıcıdan şüphe edi­lemeyeceğini soru şeklinde sormuşlardır. Biz buna şöyle bir örnek geti­rebiliriz: Doğuran varlığı, doğrulan inkâr edebilir mi? Aynı şekilde yara­tılan da yaratanı inkâr edemez.

b) Üstelik gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah, onları günahların­dan bir kısmını bağışlamak için çağırıyordu. Demek ki Yüce Allah'ın, peygamberlerini göndererek halktan ya da peygamberlerin toplumunda yaşayan insanlardan köklü bir değişimi gerçekleştirmelerini istemesinin amacı onları affetmekti. Yüce Allah insanlara gönderdiği vahy ile, inkâr­dan imana geçiş gibi köklü değişimin teşvik edici unsurunu ortaya koy­muştur.

Bu genel af ilanı ile ilgili geçmiş peygamberlerden örnek verme imkanımız var mıdır? Geçmişte bunun en güzel örneğini Hz. Nuh'tan verebiliriz:

"Nûh şöyle dedi: Ey kavmim! Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. * Allah'a kul­luk edin. O'na gelmekten sakının ve bana itaat edin ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın" (Nûh 71/2-4).

Aynı çağrıyı Yüce Allah başka bir âyetinde de yapmaktadır: l}pjUj ı<Zj ja r^kk. ji "Rabb'inizin affına koşun" (Âl-i İmrân 3/133). Burada şu soruyu sorabiliriz: Günahları bağışlamanın dünyevî getirişi ne olacaktır? Bu sorunun cevabını âyetin devamı verecektir:

c) "Ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için (çağırıyor)'" Âyetin bu kısmından çağrının ikinci amacı ortaya çık­maktadır. İyiden yana değişim toplumun ömrünü uzatmaktadır. İnkardan imana geçiş gibi köklü bir değişim toplumlara can vermektedir. Onun içindir ki Yüce Allah çağrısına uydukları takdirde toplumlarının ömrünü uzatacağını söylemektedir. Demek ki, iyiden yana değişim ruhtur, candır, hayattır, ömürdür. Aynı açıklama Hz. Nûh tarafından kavmine yapılmış­tır (Nûh 71/4).

Yüce Allah insanları nereye çağırıyordu? Öncelikle öyle bir şeye çağırıyordu ki, o şeye gelenleri bu sebeple affediyor ve ömürlerini uzatı­yordu. Çağırılan şeyin bizzat Allah olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu çağrının tevhîd inancına yani, geniş manada insanı mutlu edecek iyiye, güzele, hakka ve doğru olana yönelik olduğunu da söyleyebiliriz. Bütün bu iyilikler tevhîd inancı olmadan hiçbir şeye yaramayacaktır. Çünkü imanı olmayanların amelleri bâtıldır (Âl-i İmrân 3/21-22).

5. "Onlar dediler lci: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getiriniz."

a) Geçmiş toplumların peygamberlere karşı gösterdikleri olumsuz tepkinin bir ifade şekli de, tabiat üstü varlıklardan peygamber beklemele­rinden kaynaklanıyordu. Kendileri gibi bir beşerin peygamber olarak gönderileceğine inanamıyorlardı.

Meselâ beşer olduğu için peygamberliği kabul edilmeyenlerden bi­ri de Hz. Nuh'tur: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz" (Hûd 11/27). Semûd kavmi Hz. Salih için de şöyle demişti: "Aramızda bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24).

Ama Allah'ın koyduğu kanun buydu. İnsanlara göndereceği elçisi­ni yine insanların içinden seçiyordu. İnsana insan olmayan bir varlığı elçi tayin etmek, iletişimin sağlıklı yürümemesi anlamına gelecekti.

b) "Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz." Âyetin bu kısmı, peygamberlere gösterilen tepkinin sebeplerinden birinin taklit olduğuna dikkat çekmek­tedir. Babalarını sorgulayamayanların ve onların yanlışlığını göremeyen- lerin geleceği karanlıktır. Sahibi kim olursa olsun yanlış, sorgulanmalı ve tarihe gömülmelidir.

Atalarının taptıkları tanrılardan vazgeçememeleri Allah ile olan i-lişkilerini bozmuş, çöküşlerini hızlandırmıştı. İşte değişime, yeniliğe ve daha güzele açık olmayan gelenekler ve inançlar, toplumların ömrünü kısaltacak hastalıklar halini almakta, geleceğin ufuklarına uçmalarını engelleyen pranga durumuna gelmektedirler. Sahte tanrıların bulunduğu yere ilâhî lütuf nasıl inecektir? Bunlar işlenmemiş tarlada oluşan diken­ler, ayrık otlarıdır. İşte insanların beyin ve gönüllerinden bu dikenleri yolmak, beyin ve gönüllerine vurulan zinciri kırmak için Yüce Allah vahyi ile birlikte peygamberleri görevlendirmiştir. "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri kaldırıp atar" (A'râf 7/157).     '

Râzî âyetin bu kısmı için şu açıklamayı yapmaktadır: Onlar atala­rını, âlimlerini, ileri gelenleri putlara ibadet etmek hususunda ittifak et­miş durumda bulmuşlardı. Onlar şöyle demişlerdi: Öncekiler çoklukları­na ve keskin zekalarına rağmen, bu dinin bâtıl olduğunu anlayamamışlar da, şu bir tek adam mı bu dinin bâtıl olduğunu anlamış? Halk çoğu kez öncekilerinin görüşlerinin yanlış olduğunu açıklayan bir âlime; 'senin sözünün doğruluğu, ancak öncekiler şu anda hayatta olsalardı çıkacaktı' derler. Ve yine derler ki: Ölülerle müzâkere etmek kolaydır. Bu, ancak ahmak ve beyinsizlerin söyleyeceği sözdür.[8]

Râzînin bu açıklaması hem âyeti günümüze getiriyor, günümüze ı-şık tutuyor hem de günümüzün dini konulardaki taklit problemlerine çözüm getiriyor. İslam âleminde geçmişin din olarak bize sunduğu gele­nekleri din olarak kabul edenler yok mudur? 'Sen nerden çıktın, yüzlerce seneden beri bu görüş devam etmektedir' gibi sözleri söyleyenler hiç de az değildir. İşte bu anlayışlar taklit denen cehennemi tekrar alevlendir­mektedir.

Kâfirler, o dönemde bile peygamberlerden apaçık delil istemişler­di. Bundan anlıyoruz ki, dînî konularda bile delile gerek vardır. Netice olarak diyebiliriz ki: îbrâhim 10'da bir "tartışma metoduna" şahit oluyoruz. Aslında bu tartışma 9. âyetten başlamaktadır. Tartışmanın taraflarından biri iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı temsil eden peygamber­ler; diğeri de inkârlarını eyleme dönüştürüp sosyal yapıyı çürüten kâfir­lerdir. Peygamberler inkârdan imana geçişteki değişimi; kâfirler de takli­di, geçmişi sorgulamamayı, yani statikliği savunmaktadır.

Peygamberlerin değişim için söz geçirememeleri, etkili olamama­ları toplumların çöküş sürecini başlatmıştır. Aslında çöküş kâfirlerin be­yin ve gönüllerinde başlamıştı. Geçmişin tanrılaşmış sahte din anlayışla­rı, şeytan ve nefis, yapacakları ihtilali yapmış, toplumların altından haya­tı canlı tutan hakikati çekip almışlardır.

6. "Peygamberleri on­lara dediler ki: 'Biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur.' Mü'minler ancak Allah'a dayansın­lar."

İbrahim sûresinin 11. âyeti, bir önceki âyette kâfirlerin söyledikle­rine bir cevap niteliğindedir. Peygamberler onlara beşer olduklarını söy­lemişlerdir. Ama beşer olan bazı insanlara Yüce Allah özel bir lütufta bulunarak peygamberlik vermektedir.

Peygamber tayin etmekte, seçmekte veya göndermekte Allah'ın di­lemesinden başka hiçbir şey rol alamaz. Peygamber göndermenin bir ilâhî lütuf olduğu ifade edilmektedir: "Bu, Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir" (Cum'a 62/4). "Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer" (Hacc 22/75).

Yüce Allah, önceki peygamberlere gönderdiği vahyde bir sonraki peygamberin adını ve özelliklerini zikretmekte, ancak ne zaman dünyaya geleceğini söylememektedir. Kur'ân'in ifadesine göre Hz. Peygamber'in Tevrat'taki adı "Muhammed" (Fetih 48/29); İncîl'deki adı da "Ahmed" idi (Saff 61/6). Fakat bu peygamberin dünyaya ne zaman geleceği belli değildi. Bize göre peygamber olmanın en önemli özellikleri arasında "üstün zekâlı, yani dahî olmak" da vardır. Peygamberler, Allah'ın vahyini anla­yıp tüm insanlığa anlatacak nitelikte üstün zekâya sahip olmalıdırlar. Bu niteliği ile onlar, sosyal olayların kısa zamanda analizini yapacak, onunla ilgili üretilmesi gereken davranışı belirleyecektir.

Peygamberlerin bir diğer özelliği de "emîn", yani güvenilir olmala­rıdır. Allah ve insanlar katında bu özelliğe salip olmayan kişiye ilâhî vahy teslim edilemez. Meselâ; Şu'ayb peygamberin kızı Hz. Mûsâ için şöyle demişti: "İki kızın-dan biri: 'Babacığım! Onu ücretle tut, çünkü bu, ücretle istihdam edece­ğin en güçlü ve güvenilir olandır' dedi" (Kasas 28/26). "Çünkü ben, sizin için güvenilir bir elçiyim" (Duhân 44/18).

Demek ki, güvenilir olmak, peygamber olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Diğer taraftan peygamber, "onuruna sahip, şerefli biri" olmalıdır. "Andolsun, kendilerinden önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik. Onlara şerefli bir elçi gelmişti" (Duhân 44/17).

Peygamber, "merhamet" sahibi olmalı, doğuştan bu özelliği öne çıkmalı, bunun yanı sıra "helal süt emmiş, yani iyi bir ana-babadan gel­miş" olmalıdır. Ancak bunun Hz. İbrahim gibi istisnaları vardır. Pey­gamber, asaleti sağlam bir nesilden gelmelidir. Meselâ, Hz. Mûsâ köle-leştirilmiş bir toplumun içinde doğduğundan dolayı, Yüce Allah onu orada yaşatmadı. Bazı oluşumlardan sonra onu Firavun gibi bir yönetici­nin yanında, sarayında özgür bir hava içinde yetiştirdi, ardından ona peygamberlik verdi. Hz. Peygamber'in Kureyş'ten olması da manidardır.

İslam âlimleri peygamberliğin vehbî veya kesbîliğini tartışmışlar. Bize göre bu konularda taraf olup tartışmaya lüzum yoktur. Peygamber­lik vehbîdir, yani doğuştandır. Biz bunu şöyle ifade edebiliriz. Peygam­ber olunmaz, peygamber doğulur.

"Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur." Bir mu'cize getirebilme gücü peygam- berlere verilmemiştir. Burada da Allah'ın izni rol oynamaktadır. Allah'ın izni olmadan bir delil veya bir mu'cize getiremeyeceklerini söylemekle geçmişteki peygamberler, Yüce Allah'ın gerçek elçileri olduklarını ispat etmişlerdir.

Geçmiş peygamberlerin bu sözünü Yüce Allah bize niçin aktarı­yor? Bu ve benzeri âyetler günümüzde o kadar gereklidir ki, tazeliklerini her an korumaktadırlar.

Peygamberler kendiliklerinden bir delil getiremezken, halkın bir kısmı ölülerden fayda beklemekte, türbelerden aracı olmalarını, kendile­rine herhangi bir şekilde faydalı olmalarını beklemekte ve o şekilde dua etmektedirler. Allah'tan başkasından bu beklentilerin olamayacağı bilin­cini aşılamak için bu âyetlerden yararlanmamız gerekiyor.

"Mü'minler, sadece Allah'a dayansınlar." İşte âyetin bize gönderilişinin sebep veya neticelerinden biri budur. Sorunla­rın, dertlerin ve ihtiyaçların sunulacağı, güvenip dayanılacağı makam Allah'tır. 'Peygamberlere dayansınlar' denmiyor da 'Allah'a dayansın­lar' deniyor. Çünkü insana tevekkül edilmez, Allah'a tevekkül edilir. İşte islam dininin temel ilkelerinden biri de budur. İnsanlara, problemlerine çözümü kimden isteyecekleri, ihtiyaçlarını kime sunup yardım dileye­cekleri konusunda sağlam bir bilinç vermeden şirkin kökleri tamamen sökülemeyecek ve İslam tam anlamı ile yaşanamayacaktır.

7.  "Hem, bize yollarımızı gös­termiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?" Hz. Musa'dan önceki peygamberler, tevekkül meselesini işleyerek kâfirlerle tartışmalarını sürdürmüşlerdir. Ama tartışmalarının her merhalesi mesaj yüklü idi. Tevekkül edilecek, yani güvenilip dayanılacak varlık "hidâyet" edebilmeli, insanlara doğru yolu gösterme gücüne sahip olmalıdır.

Âyetin bu kısmından şu neticeyi çıkartıyoruz: Peygamberler de kendilerini doğru yola iletenin Allah olduğunu söylüyorlar. O zaman bazılarının beşerden hidâyet beklemelerine ne demeli? Bir insanın bir insanı doğru yola iletmesi mümkün müdür? Peygamberleri bile doğru yola Allah ilettiğine göre, bizleri de doğru yola ancak Allah iletecektir. Demek ki, doğru yola kim iletiyorsa, sadece ona tevekkül edilecek­tir. Peygamberler kendiliklerinden doğru yolu belirleyememektedirler. Doğru yolun ne olduğunu Allah tesbit eder, öğretir ve akla ulaştırılması için peygamberleri görevlendirir.

8. "Sizin bize verdiği­niz eziyete elbette sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevek­külde sebat etsinler." Hz. Mûsâ, kendisinden önce gelmiş olan peygam­berlerin eziyet çektiklerini, aldıkları olumsuz tepkiden dolayı eziyet gör­düklerini söylerken, sanki kendi toplumundan gördüğü eziyeti onların yüzüne vurmaktadır. Önceki peygamberler çektikleri eziyetlere katlan­mışlar, yani sabretmişler, onun çözümü için Allah'a güvenip dayanmış­lardır. Hz. Mûsâ, kendisinin de aynı yolu izleyeceğine işaret etmektedir. Bu da Allah'a tevekkül etmeye devamla sağlanacaktır.

Zahmeti insanlar, rahmeti de Allah vermektedir. Arada kalanlar da tevekkül edecek, gücünün son damlasına kadar katlanıp çözüm arayacak­lardır. Tevekkülün verdiği umut şudur: İnsanların verdiği zahmet Al­lah'ın vereceği rahmetin önünde duramaz, onu eksiltemez ve onu devre dışı bırakamaz. Bu da sonsuza dek Allah'a güvenme ile temin edilecek­tir.

9. "Kâfir o-lanlar peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaraca­ğız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz." Hz. Musa'dan önceki pey­gamberler, kendilerine inanmayanlarla tartışırken tartışma, tehdide kadar varmıştı. Tehdit zulmün doruk noktasına erişmişti.

a) "Elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız." Öyle anlaşılıyor ki bu noktada inançlar çatışıyor ve çatışma savaşa dönüşüyor. Bir süreç niteliğinde her toplumda inanç ve kültür çatışmaları olmuştur. Toplumlar arasında olduğu kadar, toplumların içinde de bu tür çatışmalar yaşanmıştır. Sömürülen, ezilen ve kültür emperyalizminin kucağına düşmüş ülkelerde bu daha çok görülmüş ve görülmektedir. Hz. Musa'dan önceki peygamberlerin toplumlarında, tevhîd inancı ile inkârın arasındaki mücâdelenin bir çeşit savaşa dönüştüğü anlar da olmuştur.

İşte bu şiddetli savaşın, peygamberleri ülkelerinden çıkarmakla so­nuçlandığı dönemler de yaşanmıştır. Âyette işaret edilen peygamberler­den biri de Hz. Şu'ayb'dır "Şu'ayb'ın kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şu'ayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz.' Şu'ayb: 'İstemesek de mi?' diye sordu" (A'râf 7/88).

Aynı durum Hz. Peygamber'in başına da gelmiş, kâfirlerin ağır baskılan neticesinde doğduğu yeri terk etmiştir. Aslında hemen hemen her peygamber bir şekilde yurdunu terk edip hicret etmiştir.

İnançlarından dolayı insanı yurdundan çıkarmak zulümdür. Öğre­tim ve ifade özgürlüğüne engel olmak yetmiyormuş gibi bir de ülkenin dışına zorla çıkarmak çok ağır bir davranış olduğundan zulme varmakta­dır. Günümüzde düşüncesini ifade ettiğinden dolayı hapse atılmalar o dönemin kara kalıntılarıdır.

b) "Ya da mutlaka dinimize döneceksiniz." Bu ülkede kalmak istiyorsanız, öğretim faaliyetinizi durdurmanız yeterli değildir, bizim dinimize döneceksiniz. Kâfirler peygambere iki seçenek sunmuş­lardı. Ya ülkeyi terk edeceksiniz ya da bizim dinimize döneceksiniz.

İşte bu noktada kâfirler, inanç özgürlüğünü de ortadan kaldırıyor­lardı. İbrahim 9'da öğrenim ve ifade özgürlüğünün ayaklar altına alındığı hatırlatılırken, burada da ülkesinde yaşama hakkı ve inanç özgürlüğü devre dışı kalıyordu. Aslında Hz. Mûsâ kendi toplumunun özgürlüğü ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için doğduğu ülkeyi terk et­mişti. Geçmiş peygamberlerin uğradığı zulmü kendisi de görmüştü. Bu haliyle Hz. Mûsâ, kendi durumunu geçmişi anlatarak açıklamaktadır.

10. "Rabb'leri de onlara: 'Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz' diye vahyetti." Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu şekilde davrananları "zâlim" olarak nitelendirmektedir. Zulüm, helak getirmektedir. Böylece Yüce Allah, toplumların helakinin nedenlerinden birini ve en önde olanını burada belirlemekte ve onun "zulüm" olduğunu söylemektedir.

Peygamberlerin öğretim hakkını ve ifade özgürlüklerini elinden almak, ülkeyi terke zorlamak veya dinlerini değiştirme seçeneği ile karşı karşıya bırakan baskıyı devreye sokmak zulmün kendisi olmaktadır. İşte bu zulüm de helaki getirmektedir. İnsanın insana yaptığı bu muameleler Arş-ı A'lâ'ya çıkmakta, oradan helak için takdiri alıp gelmektedir.

Bu âyetlerden çıkaracağımız en önemli netice şudur: İnsan hakları­nı çiğnemek, özgürlükleri ayaklar altına almak toplumların çöküşü için büyük ölçekli bir deprem olmaktadır.

11. "Ve on­lardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimselere aittir."

Bütün bu tartışmalardan sonra Yüce Allah, 13. âyetin sonunda öğ­renim hakkına ve ifade özgürlüğüne mâni olan; insanlara doğduğu ülke­de yaşama hakkını tanımayan, inanç özgürlüğünü ayaklar altına alan toplumları zâlim ilan ederek onları helak edeceğini belirtmekte, helak olan bir toplumun yeri boş kalmayacağı için yerini inananlarla doldura­cağını ve siyâsî erkin el değiştireceğini de 14. âyette söylemektedir.

Zulüm bir toplumu veya iktidar grubunu ortadan kaldırırken; diğer bir toplumu veya grubu da iktidara getirmektedir. Bu tür değişime köklü değişim diyoruz. Yüce Allah'ın, bu âyette siyâsî erki sunacağı kimseler­de aradığı özellikler şunlardır:

a) "Makamımdan korkan." Allah'tan korkan kimse zulmetmez, yani hak ve özgürlüklere dokunmaz, insanların hak ve özgür­lüklerine saygı gösterir. Bu demektir ki, Yüce Allah insanların hak ve özgürlüklerini öne çıkarmakta, onlara saygı gösterilmesini önemsemek-tedir.

b) "Ve tehdidimden sakınan." Yüce Allah, insan hak ve özgürlüklerini çiğneyenleri helak edeceğine ve genel manada günah işle-yenlere mahşerde ağır ceza vereceğine dair söz vermekte, bu söze de tehdîd demektedir. Bu tehditten korkan kimseler de halka zulmetmeye­ceğinden dolayı onları iktidara getirecektir.

"Allah'ın makamından korkmak", "O'nun vaadinden sakınmak, tüm davranışlarını doğruya, güzele, iyiye ve hakka kanalize etmek" de­mektir. Bunun anlamı da takva denen ruh olgunluğuna ve Allah'a karşı sorumluluğunun bilincine ulaşmaktır. Çünkü sonuç ve yeryüzünün mira­sı takva sahiplerinindir. Hz. Mûsâ İsrâiloğullarına şöyle dedi: "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından diledi­ğini ona vâris kılar. Sonuç takva sahiplerinindir" (A'râf 7/128).

Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah siyâsî erki elde etmekle takva, yani Allah'ın makamından ve O'nun tehdidinden korkma arasında bir ilişki kurmaktadır. İnsan hak ve özgürlüklerine Allah'tan korkarak saygı duymak da takvanın bir parçasıdır.

Allah korkusu olmayan insanlar, eğer siyâsî erki ellerinde bulundu-ruyorlarsa halka zulmetmekten sakınmazlar. "Korku dağları bekler" te­kerlemesinden hareketle deriz ki, Allah korkusu insanları bekleyip onlara zulmedilmesini önlemektedir. Yüce Allah kendisinden korkan bu insan-.ann iktidara gelmesini istemektedir ve takdirini bu yönde kullanmakta­dır.

"Ya bizim dinimize dönersiniz ya da bu diyardan gidersiniz" sek­inde peygamberlere zulmeden insanların elinden iktidarı alıp, inanç öz­gürlüğüne saygı gösterenlere vereceğini bizzat Yüce Allah söylemekte, »corku psikolojisinin siyâsî devrimle olan ilişkisini belirlemektedir.

Yüce Allah 13. âyetin sonu ile 14. âyette insanlara siyaset dersi «ermekte, siyâsî erki toplum veya gruplara hangi ölçülere göre dağıttığı--ı açıklamaktadır.

12. "Fetih istediler. Her inatçı zorba da jusrana uğradı." Fetih isteyenler kimlerdi? Cevap olarak: "Peygamber-.»srdir" diyebiliriz. Fetih "zafer" anlamına gelmektedir. Be kelime, lügat anası "açmak" olan ~zi feteha kökünden türemiştir. istefteha kalıbı da "bir şeyi açmayı istedi, açılsın istedi" anlamına gelmektedir. Demek ki peygamberler, baskı yapıp zulme varan davranışların ortadan kalkmasını yani zulüm perdesinin açılmasını istediler.

Bu zafer isteği, açıkça zâlimlerin ortadan kalkması demektir. Onlar ortadan kalkmadan zulüm perdesi açılmayacaktı. Yüce Allah onların bu duasını kabul etti ve zâlimleri hüsrana uğrattı.

al ifteh kelimesini kullanarak dua eden peygamberlerden biri de Hz. Şu'ayb olmuştur:

"Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dö­nersek Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabb'imiz Allah'ın dileme­si başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabb'imizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Ey Rabb'imiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmeden­lerin en hayırhsısm" (A'râf 7/89).

A'râf 88'de Hz. Şu'ayb ve ona inananlara "ya dinimize dönersiniz ya da bu diyardan gidersiniz" şeklindeki tehditten sonra Hz. Şu'ayb bunu söylemiştir. Onun bu duası kabul görmüş, inatçı zorbalar hüsrana uğra­mışlardır.

Âyetin son kısmında geçen hâbe kelimesi, "başaramamak, kaybetmek, hüsrana uğramak, umutlan boşa gitmek" manalarına gelmektedir.[9]

 

Hâbe Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Kaybetmek

"İftira eden, elbette kaybetmiştir" (Tâhâ 20/61).

2)  Perişan olmak, soluğu kesilmek

"Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan olur" (Tâhâ 20/111).

3) Hüsrana uğramak

"Nefsini (karanlığa) gömen de hüsrandadır" (Şems 91/10).

4) Ümitsizliğe kapılmak

"Böylece kâfirler, ümitlerini kaybedip perişan olsunlar" (Âl-i İmrân 3/127).

Bu kelimenin Kur'ân'daki kullanımlarını ve anlamlarını ifade et­tikten sonra tefsirini yapmakta olduğumuz âyette geçen cebbar kelimesinin, "Allah'a itaat etmeyip baş kaldıran, serkeş, asi"; jlip 'anîd kelimesinin de "başka olmak, uzaklaşmak ve terk etmek" anlamına geldiğini ve burada "Hakk'a karşı inatla direnen" demek olduğunu belirtmeliyiz.

Âyeti o dönemden çıkarıp günümüze ve geleceğe taşırsak şu neti­ceye varabiliriz: Öğrenim hakkını engellemek, ifade özgürlüğüne mâni olmak, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak için zor kullanarak farklı inançta olanları yurtlarından çıkarmak Allah katında âsî anlamına gelen cebbar sıfatıyla anılmaktadırlar. Bu özellikteki insanlar aynı zamanda zulümlerinde inat etmektedirler.

Her çağda böyle insanlar çıkmıştır ve çıkmaktadır. Bunlar toplum­larını helake götürmektedirler. Yüce Allah geçmişten verdiği örneklerle yaşanan ve yaşanacak hayata ve nesillerine ışık tutmaktadır.

13. "Ardından da cehennem vardır ve orada kendisine irinli su içirilecektir."

İnatçı zorbalar bu dünyada perişan olacak, ümitleri boşa çıkacak, ama âhirette de cehenneme gidecekler ve orada irin içeceklerdir. Âyette geçen juju> sadîd kelimesi, "engellemek, çıkarmak, saptırmak" manasına gelen 1^> sadde kelimesinden türemiştir. İnsanların haklarını ve özgür­lüklerini engellemek, onları doğru yoldan çıkarmak, toplum hayatında bedenimizde çıkan çıban gibidir. Çıbandan irin akar. Bu zâlimlerin yap­akları amellerin sonu da irine dönüşmektedir. İşte sosyal hayatı çıbanlaş-tırıp irin akıtan bu insanlar, âhirette de irin içeceklerdir. Dünya hayatında irin işler yapanlar, cehennemde de irin içeceklerdir.

Orada içtikleri irinli suyun özelliğini bir sonraki âyet vermektedir:

14. "Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğa­zından geçiremeyecek." Bunun anlamı şöyledir: İrinli su, onların susuz­luğunu dindiremeyecektir. Bu dünyada dindirilmesi, ıslah edilmesi ve çare bulunması mümkün olmayan sosyal olayların çıkmasına neden ol­dukları gibi, onların cezası olan irinli suyu da onların âhirette cehennem­deki susuzluklarını dindiremeyecektir. İnsan hak ve özgürlüklerine mâni olmak ve onları ortadan kaldırmaya çalışmak insanlığın hazmedeceği yutabileceği bir şey değildir. İşte onların bu tutumu yudumlanması mümkün olmayan irinli suya dönüşecektir.

Çünkü bu irinli suyu yutsa bile su, bağırsaklarını doğrayacaktır: "Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içiri­len (kimselerin durumu gibi mi?)" (Muhammed 47/15).

"Erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir" (Kehf 18/29).

Âyette geçen ^c tecerru' kelimesi, "azar azar, yudum yudum devamlı bir şekilde içilecek şeyi içmek"tir. Gıda, boğazdan kolayca geçip mideye indiğinde bu kelime kullanılır.

Hakikat bilgisi onların beynine ve gönüllerine inmediği için, irinli su da midelerine kolayca inmeyecek, yani onun acısını ve susuzluğunu dindiremeyecektir.

15. "Ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir. Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır." "Ona ölümün gelmesi" ifadesinden anlıyoruz ki, ceza ona bu dünyada çektirilecektir. Her yandan ölümün gelmesini şöyle yo­rumlayabiliriz:

a) Öğrenim hakkını ve ifade özgürlüğünü engelledikleri, inanç ve din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştıkları ve insanları inanıyorlar diye yurtlarından çıkardıkları için zamanla sosyal hayat, toplum, yani halk onlara isyan edip hayatlarını tehlikeye sokacaktır. Sanki onlara ö-lüm her yönden gelmiş gibi korku içinde olacaklardır.

b) Ölüm anında melekler onların boğazını sıkıp bırakacak, tekrar sıkıp bırakacak, ölüyormuş gibi olacaklar ama ölmeyeceklerdir:

"O zâlimler ölümün dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: 'Haydi canları­nızı kurtarın', derken onların halini bir görsen" (En'âm 6/93).

Demek ki böylelerinin canını melekler bir anda almayacak, can verme işi uzun zaman devam edecektir. Diğer taraftan bunun ötesinde de böyleleri ağır bir azaba çarptırılacaklardır. Bundan da dünya ve âhiret azabının bir devamlılığı olacağını çıkarıyoruz. Kesintisi olmayan bir azaba yakalanacaklardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, insan hak özgürlükleriyle oynayan, on­ları engellemeye ve ortadan kaldırmaya çalışan; ilâhî vahyi beyin ve gön­lüne indirmeyen insanlara irinli su içirilecek ve onun acısı dindirilmeyecektir. İlâhî vahyin gönlünde tıkandığı kişilerin, boğazına irinli su tıka­nacaktır.[10]

 

İnkar Edenlerin Ameli Neye Benzer?

 

18. Rabb'lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgarın tarumar ettiği küle benzer. Kazandık/a­rından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, dönüşü olma­yan sapıklığın tâ kendisidir.

 

Yüce Allah imanın ya da tevhîd inancının neye yaradığını anlat­mak için, inkârın amellerle ilişkisini kurmakta, olumsuzu anlatarak o-lumlu olanı belirleme metodunu kullanmakta, bâtılı anlatarak hakkın ne olduğunu açıklamak gibi, inkârı anlatarak tevhîd inancını belirleme yo­lunu izlemektedir. Bu metodun amacı, hem inkarcıyı tiksindirmek hem de iman etmemin önemine dikkat çekmektir. Böylece Yüce Allah insan­lara olumsuzdan olumluyu bulmalarını önermiştir.

Şimdi âyetin açıklamasına geçebiliriz:

1. "Rabb'lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgarın tarumar ettiği küle benzer." Âyetin bu ve bundan sonraki kısmı şu soruya cevap­landırmaktadır: Bir insan tevhîd inancını kabul etmeyip ahlâkın gerekle­rini ve tüm ibadetleri yerine getirse de durumu ne olur? Başka bir ifadey­le bir insan: 'Ben kâfirim ama dinin istediği bütün amelleri yerine getire­ceğim, benim durumumun dindeki yeri nedir?' diye sorsa bu kişiye ne cevap verilebilir?

İşte bu âyet ve buna benzer diğer âyetler soruyu cevaplandırmakta­dır. O âyetlere gitmeden önce şu gerçekten hareket etmemiz gerekiyor: Amellerin Allah tarafından değerlendirilebilmesi için, niyetin Allah adı­na, Allah rızası için yapılması gerekiyor. Namaz kılarken, zekat verirken, savaşırken, hacca giderken, oruç tutarken, sıla-i rahim yaparken, infak ederken, ana-babaya hizmet ederken niyet Allah için olmalıdır.

İnkâr eden kişi Allah'a inanmadığından amellerinde niyetini Al­lah'ın rızasını kazanmak için yapmayacaktır. Demek ki, inkârın ilk yara­ladığı "değer", amellerin kabulünü, değerlendirilmesini sağlayan ve ol­mazsa olmazını teşkil eden "niyettir". Allah adına, O'nun rızası için ya­pılmayan bir amel, değerlendirilme niteliğini kaybetmektedir. Meselâ, besmele çekmeden, yani "bismillâhi Allâhu ekber" deme­den kesilen hayvanın eti yenmez ve bu et de leş olmaktan başka bir değer kazanmaz. Aynı şekilde Allah için yapılmayan bir amel ortada kalan bir leş gibidir. Amel, dünya hayatında bir şeye yarayabilir ama, Allah katın­da değerlendirilip âhirette bu amele ödül verilmeyeceğine işaret etmek için bu ve buna benzer âyetler gönderilmiştir. Onun içindir ki Kur'ân'da önce iman sonra amel gelmiş ve Hz. Peygamber de: "Ameller, niyetlere göredir" ilkesini koymuştur. Tahribatı ilk önce niyette olduğundan inkâr, amelin değerlendirilmesini engellemektedir.

Yüce Allah, kâfirin amelini tabiat olaylarını kullanarak bize anlat­maktadır. Bu benzetme içinde kullandığı çok önemli kelime ili; ramâddır. Kelimenin anlamı "kül"dür. Fiil kalıbında alındığında "küle üflemek; faydasız, işe yaramayan bir işe kalkışmak; abesle meşgul ol­mak" anlamına gelmektedir. rammede kalıbı da "yakıp kül etmek" manasını ifade etmektedir. Bu kelimenin bir başka kalıbında "gözün ilti­haplanması" anlamı da vardır.

Yüce Allah'ın ilgili davranışı "küle" benzetmesinden iki anlam çı­kartıyoruz. Yakıp kül etmek, maddenin aslını değiştirmektir. Ateş odunu yakıp kül edince, tabiatını değiştiriyor. Artık o kül, bir daha eski halini alamaz. Diğer taraftan "kül", dışarıdan gelen rüzgar gibi bir etkiye daya­namayıp etrafa saçılır. Külün hiçbir varlığı ve gücü yoktur. Kötü olan adam hiçbir değere sahip değildir. "Kül" rüzgarın etkisiyle etrafa saçılın­ca kaybolur, bulunması imkansızlaşır. İnkâr eden kişi de amellerini yakıp küle çeviriyor. Kül olarak bile yanında kalmayıp rüzgarın önünde kalmış gibi bir daha bulunmacasına etrafa saçılıp yok oluyor. Demek ki, inkâr amellerin tabiatını değiştiriyor. O zaman iman, amelleri kuvvetlendirip kökü sağlam bir ağaç gibi rüzgarın önünde durmasını temin ediyor. İman yani tevhîd inancı, amelin bir varlık, bir değer olarak kalmasını temin ediyor ve niyetin yapılmasını sağlıyor.

"Fırtınalı bir günde rüzgar" ifadesinden de rüzgarın, küle yönelik etkisinin büyüklüğünü anlıyoruz. Böyle bir etki, külün bir daha bulunup bir araya getirilemeyeceğini ifade etmektedir. "İnkâr edenlerin bu dühya hayatında yapmakta oldukları infakın durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir" (Âl-i İmrân 3/117). Bu âyette de rüzgar devreye sokulmaktadır. "Kavurucu rüzgar ile ekin", yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 18'de "rüzgar ile külün ilişkisi" anlatı­mında yer almaktadır.

Her iki âyette anlatılan husus, Âl-i İmrân 22'de tek kelime ile ifade

edilmektedir: "İşte bunlar dünyada da âhirette de amelleri boşa giden kimselerdir." Amelin boşa çıkması" ko­nusu ilgili âyetlerde örneklerle anlatılmaktadır.

Böylece Yüce Allah imanın başka bir işlevini de gündeme getirmiş ve bunun da amellerin geçerliliğini temin etmek olduğuna dikkat çekmiş­tir. Biz bunu şu örneklerle açıklayabiliriz: Okula kaydolmadan bir insan ne kadar çalışırsa çalışsın okuldan diploma alamaz. Çalışmaların diploma ile sonuçlanabilmesi için okula kaydolmak şarttır. Yapılan amellerin ge­çerliliği de iman ile tevhîd inancı okuluna kaydolmakla sağlanacaktır.

2. "Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, uzak (dönüşü olmayan) sapıklığın tâ kendisidir." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, inkâr edenler amellerin­den, yapıp-ettiklerinden dünya ve âhirette istifade edemeyeceklerdir.

Bunlar, zaten âhirete inanmadıklar için, âhiretleri karanlık olaca­ğından, amelleri onlara bir fayda temin etmeyecektir. Onların sadece inkârları ve kötü amelleri değerlendirilecektir.

Diğer taraftan âyetin bu kısmında geçen kesebû kelimesinin faili, inkâr eden insanlardır. Demek ki insan kendi amelini işliyor, kesbediyor. Öyle olmasaydı Yüce Allah, "yaptırdığım şeyden bir şey elde edemeyecekler" derdi.

Bu durum, yani Yüce Allah'ın bu âyette rüzgar ile kül arasındaki bağlantıdan hareketle kâfirlerin amelleri ile olan ilişkisini anlatmakta ortaya çıkan şey nedir? Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kısmı ile soruyu cevaplandırmaktadır. "İşte bu, dönüşü olma- yan uzak (sapıklığın) tâ kendisidir." Yüce Allah'ın nihâî değerlendirmesi budur.

Böylece sapıklığın en kötüsünün ne olduğu da ifade edilmiştir. "Büsbütün uzak olan sapıklık"; "geri dönülmesi mümkün olmayan sapık­lık" veya "en kötü sapıklık" diye tercüme edebileceğimiz bu kısım Kur'ân'da Hac sûresinin 12. âyetinde şirk için yapılan bir değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Din eğitimi için bundan çıkaracağımız şey şudur: Din âlimi ve gö­revlileri, iman ile inkârın arasındaki farkı belirlerken bu âyetlerden isti­fade etmeli, inkârın, amellerin tabiatını nasıl değiştirip kül haline getirdi­ğini, bu külün, rüzgarın önüne düşmekle ne hale geldiğini anlatarak ima­nın etkinliğini ve işlevselliğini gündeme getirip öğretmeli ve inkârın ilk tahribatının niyetle olduğunu tesbit ederek, niyet ile amelin ilişkisini ele almalıdırlar. İmanın değerini, gücünü ve işlevini inkârın tahribatını anla­tarak ortaya koyarlarsa, ilâhî metodu kullanmış olurlar.[11]

 

Nereden Hareket Ederek İman Etmeli?

 

19. Allah'ın, gökleri ve yeri hak ile yarattığını görme­din mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir.

20. Bu, Allah 'a güç değildir.

1. Yüce Allah burada göklerin ve yerin yaratılışının gözlemlenme­sini istemektedir. Dış gözlem diyebileceğimiz bu eylemin ileri anlamı kâinat kitabının okunması ve araştırılmasıdır. Bunu şu şekilde kaleme dökebiliriz: Yüce Allah, eserden müessire varma yolunu, yani yaratılan­dan yaratana varma yolunu teklif etmektedir. Böylece Yüce Allah, âdeta göksel ve yerel bilimlerin okullarda okutulmasını ön görmüş, program­larda yer almasını teklif etmiştir.

Neticede bu âyette, inkâra sapanların sapma sebeplerinden birinin kâinatı gözlemleyememeleri olduğuna dikkat çekilmektedir. Dış gözlem yapamayan, gözü kör insanların gönül gözü de kördür. Eserinden yaratı­cısına gidemeyen beyne sahip olanın gönlünde iman nasıl teşekkül ede­cektir.

Bu âyette teklif edilen dış gözlem ile insanın anlaması gereken me­sele Allah'ın gücüdür. Allah'ın gücünü anlayan kişi âyetin ikinci bölü­mündeki sosyal değişimin arka planındaki gücü yakalayacaktır.

2. " O, dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a güç değildir."

Yüce Allah burada inkârın ve onun eyleme dönüşüp başka inançla­ra hak tanımayacak hale gelmesinin bir toplumun yıkılışını getirecek olan sebeplerden biri olduğunu vurgulamaktadır. Değişimin, İbrahim 9'dan 19. âyete kadar anlatılan insan hak ve özgürlüklerine karşı takını­lan olumsuz tavır ve konulan engellerin meydana getireceği bir oluşum olduğu anlaşılmakta ve bunun bir toplumu oluşturan halkı yok edip ye­rine yeni halkın getirilmesi şeklinde olacağına dikkat çekilmektedir. Kâi­natı yaratan Yüce Allah bu değişimi gerçekleştirecek güçtedir. Zaten 20. âyette bunun Allah'a güç gelmeyeceği buyurulmaktadır.

Özelde Hz. Musa'nın toplumu İsrâiloğullan için düşünerek, bunca nimetlere rağmen Allah'a nankörlük yapıp inkâr etmeleri ve bu inkârla­rını eyleme dönüştürmeleri İbrahim 7'ye göre şiddetli bir azapla netice­lenecekti. İşte bu şiddetli azap da, yok olup yerlerine yeni bir toplumun gelmesidir. Âyeti özelden alıp evrensel bir boyuta taşırsak âyet, her toplum i-çin aynı değişim söz konusu olacak demektir. "Aynı sebepler, aynı şart­lar altında aym neticeleri doğurur" ilkesinden hareketle İbrahim sûresinin 6-20. âyetleri arasında sunulan, özellikle inkâr, insan hak ve özgürlükle­rini ortadan kaldırmak şeklinde ortaya çıkan davranışlar her çağ ve nesil­de aynı neticeleri vermiş, veriyor ve verecektir.[12]

 

Allah'ın Huzuruna Çıkınca Neler Olacak?

 

21. Hepsi toplu halde Allah 'in huzuruna çıkacaklar. E-zilip horlananlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki: 'Biz size tabi olduk. Şimdi siz bizden, Allah'ın azabın­dan herhangi bir şey savabilir misiniz?' Büyüklük tas-layanlar diyecekler ki: 'Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik. Artık şimdi sızlansak da sabret-sek de bizim için birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur!'

Bu âyet, dünya hayatında başkalarını yoldan çıkaran sözde büyük insanlarla, onların yoldan çıkardığı zayıf, güdülebilen, irâdesine sahip olamayanların etkileşimi, özellikle zayıfların etki altında kalıp yoldan çıkmalarım konu edinmektedir. Zayıflardan yana tek yönlü olan bu etki, âhirete kadar uzanacak ve orada tartışma konusu olacaktır.

1. "Hepsi toplu halde Allah'ın huzuruna çıkacaklar." Âyetin bu bölümü âhiret inancını gündeme getirmekte, ancak âhiretin bir sahnesini işlemektedir. Bütün varlıklar, özellikle insanlar ve cinler Al­lah'ın huzuruna toplu halde ortaya çıkacaklardır. Bu bilgi deneysel bir bilgi olmayıp, tamamen ilâhî vahye dayanan imânî bir bilgi mahiyetin­dedir.

Bu dünyada Allah'tan uzak kalmaya çalışanlarla Allah'a kulluk edenler istisnasız orada toplu halde Allah'ın huzuruna çıkacaklardır. Bu imânî sahne, insanın kalbini yerinden çıkaracak nitelikte bir sarsıntı meydana getirmektedir.

2. "Ezilip horlananlar, büyüklük tamlayanlara

diyecekler ki: 'Biz size tâbi olduk. Şimdi siz bizden, Allah'ın azabından herhangi bir şey savabilir misiniz?' Büyüklük taslayanlar da: 'Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik' diyeceklerdir."

Toplantı anında bu dünyada etkileyenlerle etkilenenler tartışmaya başlayacaklar, cezalandırılacaklarını anlayınca birbirlerini suçlamaya başlayacaklardır. Bu durum çeşitli âyetlerde konu edinilmektedir.

a) Tartışma, baba (önceki) nesli ile çocuklar (sonraki) nesli arasın­da cereyan edecek ve çocuk nesli baba neslini suçlayacaktır. "Allah buyuracak ki: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!' Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!' diyecekler. Allah da: 'Zaten herkes için bir kat daha azap vardır, fakat siz bilmezsiniz.' Öncekiler de sonrakilere derler ki: Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın" (A'râf 7/38-39).

Bir önceki nesil ile bir sonraki nesil cehennemde bir araya gelince yoldan çıkarılan, zayıf, irâdesine sahip olamayanlar, yoldan çıkmalarının suçunu bir önceki nesle atacaktır ve diğerini suçlamanın faydası olmaya­caktır.

b) Âhirette Allah huzurunda olacak olan bu tartışma, toplumları yöneten, eğiten ve kendisine efendi sıfatını takanlarla zayıf insanlar ara­sında geçecektir:

"Ey Rabb'imiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onla­rı büyük bir lanetle rahmetinden kov!" (Ahzâb 33/67-68).

Halkı yanlış ideolojilerin peşinde koşturanlar, öğretiyoruz diye yanlış bilgi verenler ve ahlaken saptıranlar orada böyle şikâyet edilecek­tir.

c)  Allah'ın huzurunda tutuklanan zâlimler de kendi aralarında suç­lamaya başlayacaklardır:

"Kâfir olanlar dediler ki: Biz hiçbir zaman bu Kur'ân'a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız. Sen o zâlimleri, Rabb'lerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, bü­yüklük taslayanlara: 'Siz olmasaydınız, elbette biz inananlar olurduk', derler. Büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara: 'Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis siz suç işliyordunuz', derler. Zayıf olanlar da büyüklük taslayanlara: 'Hayır! Gece gündüz işiniz tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koş­mamızı bize emrederdiniz', derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar, biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar" (Sebe'34/31-33).

Bu suçlamaların ardından, herkesin kendi günahını çekeceğine dair hüküm çıkacaktır.

d) Bu tartışmalardan bir diğeri de şeytan ile insanlar arasında ola­caktır ki bu tartışma bir sonraki yani İbrahim 22. âyette görülecektir.

e) Yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 21'de de zayıflar âhirette, dünyada büyüklük taslayanlardan azaplarını biraz olsun hafif­letmek isteyeceklerdir. Çünkü dünyada onlara tâbi olduklarını, onlar ta­rafından güdüldüklerini, istismar edildiklerini öne süreceklerdir. Sözde büyük olanlar, Allah'ın onlara hidâyet vermemesi sebebiyle diğerlerine doğru yolu gösteremediklerini söyleyeceklerdir.

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, dünyada farklı gruplar ve nesiller arasında bir etkileşim olmaktadır. Genelde etkinin aktif tarafı statüsü yüksek olanlardan teşekkül ediyor. Pasif tarafı da zavallı halk kitlelerin­den. Siyâsî erki, ekonomik gücü ve eğitim faaliyetini elinde bulunduran­lardan halka yönelik olumsuz bir etki söz konusu olmaktadır.

Yüce Allah bu âyetleri ile etkilenmeye müsait olanları uyarmakta ve onların kendi irâde, düşünce ve davranışlarına sahip çıkmalarını ö-nermektedir. Çünkü âhiretteki pişmanlık ve suçlamanın çaresi olmaya­caktır. Pişmanlık duymadan ve şikâyetçi olmadan önce tedbirlerini alma­larının gereği insanlara sunulmaktadır.

Günümüzün bütün milletlerinin gençleri bu uyarıya muhtaçtır. Di­nin ve eğitimin ana amaçlarından biri insanı en az etkilenen şahsiyete sahip kılmaktır. Etkilenmeyen insanı bulmak ya da yetiştirmek zordur ama, en az etkilenen haline getirmek de mümkündür.

Gençler kimlere tâbi olduklarını, kimin ardından gittiklerini iyice analiz etmelidirler. Başkalarının tutsağı olmanın, irâdesini onlara teslim etmenin, beynini onlara kiraya vermenin, kararlarını ve seçeneklerini onlara göre almanın ne denli insan dışı bir durum olduğunu eğitim onlara öğretmelidir.

Halk kitlelerini yoldan çıkaran büyükler, âhirette kendilerinden şi­kâyetçi olanlara: 'Allah bize hidâyet etseydi, biz de size hidâyet ederdik' diyeceklerdir. Bu söylevleri ile suçu Allah'a atacaklar ve kendilerinin doğru yolda olmadıklarını o zaman anlayacaklardır.

Onların bu ifadesinden şunu da anlıyoruz: Doğru yolda olmayan doğru yola iletemez. Eğitimli olmayan başkasına eğitim veremez. Yüce Allah'ın eğitip doğru yola getirmediği kimse, din ve ahlâk adına eğitim yapamaz.

Onlar bu sözleriyle Allah'a iftira etmektedirler. Çünkü Allah Te'âlâ her millete bir peygamber göndermiştir. Onlar doğrudan hidâyeti alamadıklarını söylüyorlar ama, Yüce Allah vahyini onlara mutlaka gön­dermiştir.

Bu ifadeden çıkardığımız diğer netice de şudur: İnsanların statü bakımından yukarıda olanları inanç ve düşünce bakımından neye sahip­seler, onu statüsü düşük olanlara aktarmakta, dayatmakta ve bulaştırmak­tadır.

3. "Şimdi sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur." Kendisi yoldan çıktığı gibi başkasını da yoldan çıkaranların orada sızlanmasının veya azaba Tahammül etmesinin aynı şey olduğunun farkına varmaları, çıkış yollarının olmadığını itiraf etmelerine götürmektedir.

Şimdi soru şu: Yüce Allah oradaki sahneyi bize niçin anlatıyor? Bu bir eğitim metodudur: Gelecekte yani âhirette pişman olacağımız bir so­nucun davranışından bu dünyada sakınmak gerekmekte, çare olmayacak son pişmanlığa düşmeme telkin edilmektedir. Diğer taraftan siyâsîlerin, eğitimcilerin, ana-babaların böylesine kötü etki edebileceklerine, kitleleri eğitmekte hata edebileceklerine de burada dikkat çekilmektedir. Kötü etkiyi yapanlar da, kötü etkiye maruz kalanlar da bu dünyada kendilerine gelmelidirler. [13]

 

Cehennemliklere Şeytanin Seslenmesi:

 

22. İş bitirilince, Şeytan diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size ya­lancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim çağrıma hemen koştunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsi­niz! Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı in­kâr ettim. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır.'

 

Bu dünyada büyüklük taslayanlarla zayıf kimselerin arasında orada tartışma devam ederken devreye îblîs girecektir. Onun devreye giriş anı hakkında şu bilgiler verilmektedir:

1."İş bitirilince." Buradaki iş ve bitirme neyi ifade etmektedir?

Ayetin bu kısmında geçen ^âi kadâ kökünden gelen kudıye kelimesi, Bakara 117'de geniş bir şekilde açıklanmıştır. "İhtiyacını gi- dermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu ödemek, tebliğ etmek, yerine ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki taraf arasında hükmet­mek, beyân etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaşmak, anlaşmak, hakkını almak" manalarına gelen bu kelime Kur'ân'da "işi bitirmek" (En'âm 6/8); "açığa vurmak" (Yûsuf 12/68); "vahyetmek, bildirmek, açıklamak" (Hicr 15/66; İsrâ 17/4); "emretmek" (İsrâ 17/23); "gidermek" (Hacc 22/29); "son vermek" (Kasas 28/15); "tamamlamak" (Kasas 28/29); "canını vermek" (Ahzâb 33/23); "karar vermek" (Ahzâb 33/36); "yaratmak" (Fussılet 41/12) manalarına gelmektedir.

Burada "iş" anlamına gelen el-emr kelimesi, yüklem halinde kullanılınca "komut vermek, talimat vermek, emretmek, bir işin yapılma­sını istemek"; isim halinde ise, "hal, durum, iş, olay, konum, otorite, güç, irâde" manalarına gelmektedir.[14]

 

Emr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Din

 "Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Al­lah'ın emri üstün geldi" (Tevbe 9/48). Âyette geçen emr kelimesini âlimler "din" olarak manalandırmışlardır. Ancak âlimler, Tevbe 48'de geçen emr kelimesinin "din" olduğunu ispat etmemektedirler. Biz bunun ispatını da yapabiliriz: Dikkat edersek Tevbe 48'de zahera kelimesi geçmektedir. Bu kelime "üstün gelmek, mağlub etmek" anlamına gel­mektedir. Aynı kelime Tevbe 33'de de geçmektedir. Tevbe 33'de "hak dinin bütün diğer dinlere üstün geldiği" söylenmektedir: "O, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resulünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." Tevbe 48'de de "üstün gelmek" ifadesi vardır. Bu kelime­lerden yola çıkarak Tevbe 48'deki emr kelimesinin "hak din" olduğunu hiç kuşkusuz söyleyebiliriz.

2) Durum

"Hani onlar aralarında Ashab-ı Kehf'in durumunu tartışıyorlardı" (Kehf 18/21). Bu âyette ikinci kez tekrarlanan emr keli­mesi de "durum" anlamına gelmektedir.

3) Ceza, azap

"Artık Allah'ın emri gelin­ceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez" (Tevbe 9/24). Buradaki emr kelimesi, "ceza, azap" manasından hareketle bu âyette, "sevgisini hangi objeye ne kadar yönelteceğini bilemeyip hata yapanların cezası" anlamına gelmektedir.

4) Kıyamet veya ölüm

"O ǰk aldatan, sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi çattı" (Hadîd 57/14). Bu âyette de emr kelimesi, "ölüm" veya "Kıyamet" anlamında kullanılmıştır.

5) Hüküm

"Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren O'dur. Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O'na aittir" (A'râf 7/54). Bu âyette geçen iki emr kelimesi de "hüküm" anla­mına gelmektedir. "Emrine yani hükmüne boyun eğdirir; çünkü yaratma da hüküm de O'na aittir."

6) Yasa

"Allah, yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır. Yasa onlar arasında inip durmak­tadır" (Talâk 65/12). Buradaki emr kelimesi, "tabiat kanunları, yasaları, kâinatın işleyiş yasaları" anlamına gelmektedir. Bu âyetteki emri "vahy" manasına alan olmakla beraber biz Ömer Rıza Doğrul'un manasını uy­gun buluyoruz.

7) Emretmek

"Allah size, emanetleri ehline verme­nizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emre­der" (Nisa 4/58). Bu âyette geçen ye'muru kelimesi fiil olarak "emret­mek" anlamına gelmektedir.

8) Görüş

"Firavun'un kavminden ileri, gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, görüşünüz nedir?" (A'râf 7/109-110). Buradaki h/jfc i'iu mâ zâ te'murûn ifadesi aslında "ne buyurursunuz?" demektir. Yani, "ileri gelenler yorumlarını, görüşlerini beyan ettiler, ardından Firavun'un görüşünü, yani emrini sordular."

9) Çare, tedbir

"İyi ki biz daha önce tedbirimizi

almışız, derler ve böbürlenerek dönüp giderler" (Tevbe 9/50). Ayette geçen emrenâ kelimesini Zemahşerî, "tedbir, çare, önlem" manasına almıştır. (Emir ve bu kökten gelen kelimelerin anlamı hakkında geniş açıklama için bkz. Mehmet Okuyan, Kur'ân'da Vucûh ve Nezâir, Sam­sun, 2001, s. 88 vd).

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette, âhirette insanların amelle­ri değerlendirilip cennetlikler ve cehennemlikler tam anlamı ile belli ol­duğunda her şey bitmiş olacaktır. O anda şeytan kendisi ile beraber ce­henneme gidecek olanlara seslenecek ve hatalarını bildirecektir.

2."Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

a) Şeytan Allah'a inanmaktadır: Çünkü konuşmasına "Allah" ismi ile başlamaktadır. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu konuşma âhirette olacağına göre şeytan yani İblîs bu dünyada Allah'a inanıyor muydu? Iblis'in Allah'a inandığını şu âyetlerle ispat edebiliriz:

i. "İblis, 'senin mutlak kudretine yemin ederim ki, onlardan ihlâs sahibi olanlar müstesna kullarının tamamını mutlaka azdıracağım' dedi" (Sâd 38/82-83). Allah'ın varlığına inanmasaydı, onun kudretine yemin eder miydi?

ii."Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan, in­sana 'inkâr et', der. İnsan inkâr edince de: 'Ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım' der" (Haşr 59/16).

iii. "Fakat iki topluluk birbirini görünce ardına dönüp: 'Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım" (Enfâl 8/48).

Demek ki şeytan Allah'ın varlığına inanıyor ve O'ndan korkuyor.

b) Diğer taraftan şeytan, Allah'ın insanlara ne vaadettiğini de bil­mekte ve âhirette bunu şöyle ifade etmektedir: "Allah size gerçek olanı vadetti." Vaadedilen şey neydi? İnsanların öldükten sonra diriltileceklerini, amellerinin değerlendirilip karşılığında ceza veyaödül verileceğini vadetmişti. Yüce Allah ne vaadetti ise, onu mutlaka yerine getirecektir."Rabbimiz! Gelmesinden şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez" (Âl-i İmrân 3/9). Demek ki şeytan Allah'ın vaadinin gerçek ve doğru olduğunun bilgisine sahipti.

Şeytanın mahşerde söyleyeceği bu sözü bize naklederken Yüce Al­lah, insanların Allah'ın sözünü takip etmelerini, şeytanın çağrısına uy­mamalarının eğitimini vermektedir. İnsanı şeytanın çağrısına götüren şey, gerçek sözü kimin vereceğini bilmemesidir. Bu konudaki bilinçsiz­lik, çağrının kaynağını tanımakta hata yaptırmaktadır.

c) Şeytan mahşerde kendisinin bu dünyada yalancı olduğunu ve sözünde durmadığını şu şekilde itiraf etmektedir: "Ben de size vaadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten size karşı bir gücüm yoktu. Ben sizi sadece çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz."

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Şeytan neye çağırır?

i. Fakirliğe çağırır "Şeytan sizi fakirlikle korkutur" (Bakara 2/268). Yani şeytan fakirlikle korkutarak insanları fakirlere infak etmemeye ça­ğırır.

ii. İnkâra çağırır. (Haşr 59/16).

iii. Doğal olarak şeytan kötü ne varsa, insanı Allah'ından uzaklaştı­ran her şeye, ahlâksızlığın her boyutuna çağırır. Fâtihâ'nın tefsirinde şeytanın bütün etkinlikleri anlatılmıştır.

Şeytan ahlâksızlığın temel unsurlarından birinin "yalan" olduğunu da itiraf etmekte, vaadinde durmayanın yalancı olduğu değerlendirmesini bu âyette yapmaktadır.

Diğer taraftan şeytan, insana karşı bir yaptırım gücüne sahip olma­dığını söyleyerek zorlayıcı olmadığına işaret etmektedir. Sadece basit bir çağrı yaptığını, insanların da hemen o çağrıya koştuğunu, çağrıya uydu­ğunu orada gündeme getirerek insanın ne kadar sahte çağrıları takip etti­ğini ve onlara kandığını hatırlatacaktır.

Yüce Allah şeytanın insana karşı bir yaptırım gücü olmadığını, ya­lan vaadlerde bulunduğunu anlatarak ve bunu bizzat şeytanın kendi söz­leriyle gündeme getirerek insanı bilinçlendirmektedir. Bu bilinç, insanın şeytanın etkisinde kalmamasını temin edecektir. Şeytanın etki alanının dışında kalmak güçlü bir bilgi ve bu bilginin gıdalandırdığı bilinç ister. Şeytanın etki alanının sanal, sahte bir alan ve yalana dayanan bir yapıya sahip olduğunu bilmek, önemli bir aşamayı teşkil etmektedir.

3. 'O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı da inkâr etmiştim. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır."

Şeytanın mahşerdeki konuşması bu ifadelerle son bulacaktır. Ko­nuşmanın bu kısmı ilginç mesajlarla doludur. Çünkü şeytan ilk defa doğ­ru konuşmuştur.

a) "O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın." Bunun anlamı, "beni suçlamayın, kendinizi suçlayın" demektir. Râzî, âyetin bu kısmına şu yorumu getirmektedir: Asıl şeytan nefistir. Çünkü şeytan, ancak ves­ vese verir. Şayet insanda şehvet, heves, kompleks ve hayalden dolayı meydana gelen meyi olmasaydı, onun vesvesesinin herhangi bir etkisi olmazdı. Bu da, aslî şeytanın nefis olduğuna işaret eder[15].

Bunu Yüce Allah bize bildirmekle cehennemliklerin, kabahati şey­tanda bulamayacaklarını öğretmektedir.

"(Müşrikin) arkadaşı (şeytan) der ki: 'Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi" (Kâf 50/27).

Şeytan, kendi iç âleminde sapıtan insanı sapıtmaktadır. Kâf 27'deki konuşmadan sonra Yüce Allah, huzurunda tartışma yapılamayacağını, daha önce uyarıda bulunduğunu onlara bildirecektir (Kâf 80/28).

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İnsan kendi düşünce, irâde, se­çenek ve kararını kullanamaz ise, şeytanın etkisi altında kalacaktır. Çün­kü aklın, düşüncenin, irâdenin ve bağımsız kararın bulunmadığı boşluğu şeytan doldurmaktadır. O boşluğu bırakan insan, şeytanı suçlama hakkı­na sahip değildir. Üstelik o boşluğu bırakmaması için ilâhî vahy ile Yüce Allah uyanda bulunmaktadır.

b) "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz." Âyetin bu kısmında yer alan musrıh kelimesi, "bağırmak, haykır­mak, çığlık atmak, yardım istemek için bağırmak" anlamına gelen saraha fiilinden türemiştir. Musrıh kalıbı da "yardım isteyen kişi" de­mektir. Aynı zamanda bu kelime, "yardım çağrısında bulanana cevap veren kimse" anlamının yanında "imdadına yetişen, yardımına koşup kurtaran" anlamlarına da gelmektedir.

Şeytanın orada itiraf edeceği bu durum Kur'ân'ın temel prensibine uygun düşmektedir:

"Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz, onlara asla yardım da yapılmaz" (Bakara 2/48).

Buradan şu genellemeye varabiliriz: Dünyada kötüler birbirlerine iyi destek çıkmakta, yardım etmekte ve sıkı bir teşkilatlanma içine gir­mektedirler. Onlar bu dünyada yardımlarını tüketmiş olduklarından âhirette böyle imkana sahip olamayacaklardır. Başka bir ifadeyle, onların yardımları sadece bu dünyada birbirlerine ulaşmaktadır. Öteki dünyada bu kesilecektir.

Şeytanın ve onun bu dünyada etki altına alıp yoldan çıkardıkları arasında bir yardımlaşmanın olamayacağını Yüce Allah bu âyette bizzat şeytanın ifadesi ile nakletmektedir. Bu ifade, dünyada yaşamakta olan insanı, özellikle müslümanı sarsacak, kendine getirecek niteliktedir.

c) "Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı da inkâr etmiş­tim. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, bazı insanlar şeytanı Allah'a eş koşmakta; hem Allah'a inanmakta hem de şeytanı tanrı olarak kabul et­mektedirler. Şeytan onların bu şirk koşmasını reddetmişti. Bu ne anlama gelmektedir?

Şeytan insanları yoldan çıkarma gayreti içinde olmuştur ama, ken­dini Allah'a eşit bir konumda tutmalarını asla kabullenmemiştir. Çünkü şeytan Allah'ı Rabb'ı olarak görmüş (A'râf 7/20; Hicr 15/36); diğer ta­raftan Yüce Allah'tan korktuğunu da itiraf etmiştir (Enfâl 8/48; Haşr 59/16).

Şeytan Allah'a şirk koşmadı, ama insan şeytanı tanrı makamına koyarak Allah'a şirk kusabilmektedir. Şeytana tapınmak, aynı zamanda Allah'a şirk koşmaktır. Müşrik, şeytandan daha öte bir kötülüğü işlemiş olmaktadır.

Şeytan, kendisinin sahte ve yalan çağrısına uyup süflî, düşük ahlâkî davranış sergileyenlerle, kendisini Allah'a eş koşanları zâlim ilan etmekte; bu büyük hataları işleyenleri elem verici bir azabın beklediğini itiraf ederken kendisini de o zâlimlerin içine koymaktadır.

Yüce Allah, şeytanın âhiretteki bu konuşmasını bize niçin bu âyette aktarmaktadır? Âhirette pişman olmamak ve fayda vermeyen pişmanlığa düşmemek için. Aklı başında bir insan âhirette pişman olacağı bir işi yapmamalıdır. Yüce Allah bu pişmanlığın hangi kelimelerle söze dökü­leceğini Kur'ân'da belirtmektedir.

i. Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkarcı: 'Keşke toprak olsaydım' diyecektir" (Nebe' 78/40).

ii. "Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek" (İnşikâk 84/10-11).

İşte bu pişmanlıklara düşmeden Yüce Allah insanların önceden tedbir alıp şeytanın etkisinde kalmalarının önünü kesmektedir. Onun için din eğitiminin temel amaçlarından biri, âhirette pişman olmamaları için insanları şeytan ve nefsin etkinliklerine karşı uyarıp bilinçlendirmektir.

Diğer taraftan bu âyetten anlıyoruz ki, din eğitimi sahte çağrı ile gerçek çağrıyı anlatmalı, onların kaynakları ile içeriklerini iyice tanıtma­lıdır. İlâhî vahyin içinde olan ve onun konu edindiği konular Allah Te'âlâ'dan geldiği için gerçek çağrılardır. İlâhî vahyin dışında kalan çağ­rı da şeytanın çağrısı olduğundan sahtedir.

Bu ayrım yapılınca görülecektir ki aklı, doğruyu, güzeli, hakkı ve iyiyi devreye sokan, hayata geçmesini isteyen çağrı Allah'ın gerçek çağ­rısı; insanın sahte arzu, istek, heves, tutku ve hayallerini harekete geçiren çağrı da şeytanın sahte çağrısıdır.

Böylece yaptırımı olan çağrı ile yaptırımı olmayan şeytanî çağrının farkında olmak için gerekli eğitim verilmelidir. Allah'a çağrı ile O'nu inkâra çağrı çok ciddi fark ettirici bir ölçü durumundadır.[16]

 

İman Edip İyi İşler Yapanların Durumu:

 

23. İman edip de iyi işler yapanlar, Rabb'lerinin izniyle içinde uzun süreli kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada (birbirleriyle) karşılaştıkça söyledikleri "selâm "dır.

Önceki iki âyette etkileyip insanları yoldan çıkaran insan ve şeytan, bir de onlardan etkilenip doğrudan ayrılanların Allah'ın huzurunda mah­şerde birbirleri ile nasıl tartışacakları ve birbirlerini nasıl suçlayacakları ele alınmıştı. Ritim psikolojisi gereğince bunların ardından iman edip iyi işler yapanlar gündeme getirilmektedir.

Dünyadaki iman ve iyi ameller öteki dünyada cennete dönüşecek­tir. Bu cennetlerin zemininden ırmaklar akacaktır. Bu ırmakların neler olduğunu Bakara 25 ve Ra'd 35'de; Muhammed 15. âyeti dikkate alarak açıkladık.

Akarsuların çağladığı cennetlere sokulan bu insanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında selâm diyeceklerdir. Bir bakıma birbirlerine esenlik dileyeceklerdir. Âyet bu içeriği ile Yûnus 9-10. âyetlerine bağlanmakta­dır. Orada birbirlerine esenlik dilerken selâm verip yanlarına girilecek (Ra'd 13/23-24); ve kendilerine Rabb'lerinden selâm olacaktır (Yâsîn 36/58).

"Selâmlaşma"yı bir gelenek olarak değil de dînî bir görev olarak görmek gerekiyor. "Selâm vermek", En'âm 54'e göre farzdır. "Selâm

vermek" sünnettir diyenler de vardır. Oysa ki Hz. Peygamber'e selâm vermesini yukarıda âyette Allah emretmiştir.

Unutulmamalıdır ki, bu dünyada dili selâm vermeye alışanlar öteki dünyada da aynı alışkanlığını cennette sürdüreceklerdir. İman ve iyi a-mellerin karşılığı cennet olurken, selâmın karşılığı yine selâm olacaktır. Bu dünyada mü'min kardeşine selâm vererek esenlik dileyene ve rahmet okuyana orada esenlik dilenecektir.[17]

 

Söz-Ağaç Benzetmesi:

 

24. Görmedin mi Allah nasıl bir örnekleme yaptı. Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

O ağaç, Rabb'inin izniyle yemişlerini her zaman ve­rir. Allah, insanlara böyle örnekler verir ki, düşünebil­sinler.

Çirkin bir söz de, gövdesi toprağın üstünde destek bulamamış bir ağaca benzer.

Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünya haya­tında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.

Yüce Allah güzel söz ile çirkin sözü ağaca benzeterek anlatmakta­dır. Şimdi âyetlerin açıklamasını yaparak neticelere varabiliriz:

1.  "Güzel söz, kökü yerde, dallan gökte olan güzel bir ağaca benzer." Âyette geçen hJk ke­lime, "söz, düşünce, dava, kelime-i tevhîd, bilgi" anlamına gelmektedir.

 

Kelime Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Tevhîd inancı

Âl-i İmrân 64'de bütün ilâhî dinlerin buluşması gereken müşterek nokta belirlenirken kelimeye yer verilmekte ve bunun "tevhîd inancı" anlamına geldiği ortaya çıkmaktadır.

"De ki: Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda müşterek olan şu kelimeye gelin." İşte bu müşterek ke­lime, "tevhîd inancı" olmaktadır. Âyetin devamı, şirki ortadan kaldıran ifadelerle örülüdür.

2) Vaad

"Rabb'inin kelimesi (vaadi), doğruluk ve a-

dâlet bakımından tamamlanmıştır" (En'âm 6/115). Tabii ki buradaki ke­lime (vaad), "verilen söz" anlamına gelmektedir.

3) Dava

"Kâfirlerin kelimesini (dava­sını) bütünüyle yere düşürdü. Allah'ın kelimesi (davası) ise üstün ve yü-

ce kaldı" (Tevbe 9/40). Âyetin içeriğine bakıldığında buradaki kelimeye bu manayı vermek doğru olacaktır.

4) Karar

"Şayet Rabb'inin katında önceden belirlenmiş bir kelime (karar) olmasaydı, düştükleri bütün ayrı­lıklar çözümlenmiş olurdu" (Yûnus 10/19). Âyetteki ilgili kelime "Al­lah'ın kararı" anlamını ifade etmektedir.

5) Söz

"Ve bunu, daha sonra gelenler ara­sında yaşamaya devam eden bir söz olarak söyledi ki insanlar düşünsün­ler" (Zuhruf 43/28).

6) Hz. îsâ

"Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor" (Âl-i İmrân 3/45). Buradaki kelime de Hz. îsâ'dır. Aynı şekilde Âl-i İmrân 39'da da Hz. Yahya kelime olarak isimlendirilmektedir.

Kelimenin çoğul ve yüklem kalıbının manalarını burada detaylan-dırmak istemediğimiz için konuya dönmek istiyoruz.

Yüce Allah İbrahim 24'de, yani yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kelimeye bir de "güzel, temiz, hoş" anlamına gelen tayyib sıfatını eklemiştir.

Kelimeyi hangi anlama alırsak, tayyib kelimesine de ona uygun bir mana vermemiz gerekiyor.

Kelimeye "söz" dersek, tayyibe kelimesine de "temiz, doğru, sağlam ve faydalı" anlamını verebiliriz. Her ikisine birden "bereketli söz" de denebilir. Ama âyetin devamında ağaç, kök ve dallar gibi keli­meler geçince, "sağlam, faydalı ve bereketli, yani verimli" manaları daha uygun düşmektedir. "Dava" manasını kelimeye verince, tayyibe de "sağlamlık, yücelik" anlamını vermemiz gerekiyor. O zaman sağlam ve yüce olan davayı Yüce Allah ağaca benzetmiş olmaktadır. Kelimeye "bilgi" dersek, tayyibe de "doğru ve faydalı" manasını verebiliriz.

Ama buradaki kelime ve tayyib kelimelerine giydireceğimiz mana İbrahim 22'ye göre olacaksa, kelimeye "Allah'ın vaadi"; tayyibe de "hak" yani "gerçek" anlamını verebiliriz. kelime-i tayyibe ifadesi  va'de'1-hak olarak manalandırılabilir. Bu mananın uzak olduğunu söylemek doğru değildir.

Yüce Allah temiz düşünceyi, sağlam davayı, faydalı ve bereketli bilgiyi ya da tevhîd inancını ifade eden sözü ağaca benzetmektedir. Bu ağaç kökü yerde, dallan gökte olan güzel, sağlam, bereketli bir ağaçtır. Ağacın kökleri yerde, yani yerin içinde olunca sağlam olmaktadır. Şid­detli rüzgarlar bile onu kökleri ile söküp atamaz. Tevhîd kelimesinin kökleri de insanın gönlündedir. Şeytanın, nefsin ve sahte felsefelerin onu söküp yıkması mümkün değildir. Eğer Allah'ın gerçek olan vaadini bu ağaca benzetirsek, hak olan sözün yerde kalması mümkün değildir. "Gü­zel kelimeyi" "dava" anlamına alırsak, Allah'ın davasının kökleri yerin derinliklerinde, dalları da yücelere ulaşmaktadır diyebiliriz.

Doğru, verimli ve faydalı olan sözün, bilginin verimli ve sağlam bir ağaç gibi kökleri ilâhî vahyde, dalları da göklerde, yani yücelerde olmalıdır. Bu benzetmenin devamı şöyledir:

2. "O ağaç, Rabb'inin izniyle yemişlerini her zaman verir." Köklerinin yerde, dallarının gökte olmasının yanında bu ağacın, meyvelerini de Allah'ın izni ile her zaman verme özelliği var­dır. Bu âyette "ağacın Rabb'i" ifadesi yer almaktadır. Burada Allah ile ağacın ilişkisi gündeme getirilmekte, ağacın meyvesini Yüce Allah'ın izni ile verdiğine işaret edilmektedir. Demek ki, Allah'ın izni olmadan ağaç bile meyvesini veremez. Ama temiz sözler her an Allah'ın izni ile meyvesini veren ağaç gibi bereketli ve faydalıdırlar.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın, bu benzetme ile misal vermesinin amacı nedir?

Yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 25'in sonunda bu soru cevaplandırılmaktadır. "Allah, insan-lara böyle örnekler verir ki, düşünebilsinler." Demek ki, bu örneğin ana amacı yetezekkerûndur. Bu kelime "hem düşünmek hem de öğüt almak" anlamı taşıdığından "düşünüp öğüt almak" şeklinde de manalandırılabilir.

Şimdi bu âyetleri hayatımıza uyarladığımızda şu neticeyi çıkartıyo­ruz: Öğretimde öğrencilere temiz, doğru, verimli ve faydalı bilgiler öğre­tilmelidir. Eğitimde de sağlam, temiz ve doğru değerler aşılanmalı ve yaşatılmalı, öğrencilere doğru ve iyi davranışlar kazandırılmalıdır. Onla­rın gönüllerine kök salacak ama, onları göklere çıkar gibi yüceltecek bilgi ve değerler ekilmelidir.

Ekilen bu bilgiler onların beyinlerinde düşünceye; gönüllerinde de öğüde dönüşmelidir. O bilgi ve değerlerin sentezinden yeni düşünceler üretmelidirler. Ama o düşüncelerin kökü beyin ve gönüllerde olduğu halde yemişlerini yücelerde vermelidirler.

Eğitim bu amacına ulaştığında, insanlığa çok büyük bir hizmet sunmuş olacak ve onlara mutluluk getirecektir. Madem ki Yüce Allah insanları düşünebilmeleri için eğitimini yapıyor, din ve genel eğitim de aynı amacı önüne koymalıdır.

3. Çirkin bir söz de, gövdesi toprağın üstünde destek bulamamış bir ağaca benzer."

Yüce Allah tayyibe kelimesinin karşıtı olarak iLui- habîse kelimesine yer vermiştir. Tayyibe "güzel" dersek, habîse "çirkin"; tayyibe "temiz" dersek, habîse "pis"; tayyibe "verimli, faydalı" dersek, habîse "verimsiz, zararlı" dememiz gerekiyor.

Demek ki, "kötü, çirkin, verimsiz, faydasız ve doğru olmayan söz­ler, davalar, düşünceler, bilgiler", "kökü olmayan ve o nedenle ayakta duramayan ağac"a benzemektedir. Böyle bilgilere sahip olan nesiller de köksüz olduğu için meyve de veremez, başkalarının etkisinde kalıp he­men yıkılırlar.

4.   Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar."

a) "Sağlam sözle iman etmek" ifadesini "kelime-i tevhîd" olarak manalandırmak doğru olandır. O zaman 24. âyette geçen "temiz kelime", "kelime-i tevhîd"i, yani tek tanrı inancını ifade etmektedir. İşte bu âyette, Yüce Allah'ın, "tek tanrı" olduğunu itiraf edip kalbi ile tasdik edenler kasdedilmektedir. Bu iman tarzının kökleri gönülde, yemişleri de ağız­dan çıkmaktadır.

b) Sağlam sözden kasıt genel anlamda "tevhîd" de olabilir.

i. "Gevşeklik göstermeyin, ü-züntüye kapılmayın. Eğer inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz" (Âl-İİmrân 3/139).

Gevşememek, üzülmemek, korkmamak ve üstün olmak dünya ha­yatında sağlam kalmanın en büyük delilidir. Gerçek imana sahip olanlar üstündürler. Onların üstün olacağının fermanını bu âyetle Yüce Allah vermektedir.

Bu imana sahip olan toplumların, siyasetleri, ekonomileri, nesilleri ve kültürleri konusunda hiç endişe, korku ve üzüntüleri olmayacaktır. Dünya toplumları arasında hayatın her dalında üstün olanların gelecek için endişe ve korkuları olmaz.

Aynı şekilde bunların âhirette de korku ve üzüntüleri olmayacaktır (Bakara 2/62).

ii. "Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarında onları yaygaraya boğ; mallarına ve evlatlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan insanlara aldatmaktan başka bir şey vadetmez. Şurası muhakkak ki, benim kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. Koruyucu olarak Rabb'in yeter" (İsrâ 17/64-65).

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, şeytan insanı doğru yoldan çıkarmak için bütün ordu ve vesvese silahlarını kullanmaktadır. O, bu silahlan"

kullanırken sahte vaadini de öne sürmektedir. Yüce Allah, kendisine kul olan, O'nu birleyip O'nun emirlerini yerine getiren kullarını şeytana kar­şı koruyacak ve onun üstünlüğünü yok edecektir.

İşte dünya hayatında şeytana karşı imanını sağlam tutma budur. Bu şekilde dünyada sağlam kalan da âhirette sağlam kalacaktır.

iii. "Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz. Allah onları muratları­na erdirecek. Gönüllerini şadedecek ve onları kendilerine tanıttığı cenne­te sokacak. Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar" (Muhammed 47/4-7).

Muradına erdirmek, gönüllerini şâdetmek, cenneti vermek ve a-dımlarını sağlam bastırmak yukarıdaki sorunun cevabı olmaktadır.

Genelde dünya hayatında Yüce Allah bu insanların, adım attıkları alanda sağlam basmalarını temin edecektir. Bu adım, siyasette, ekonomi­de, eğitimde ve ilim alanlarında olabilir. İleriye adım atıldığında Yüce Allah onu sağlamlaştıracaktır.

Dünya hayatında her attığı adımı sağlam atan, teşebbüs ettiği her faaliyetten insanlık için fayda çıkaran insanlar Allah'ın desteğine sahip­tirler. İşte bütün bunlar, gönüldeki sağlam imanın getirilen olmaktadır. Düşünen beyin ile sağlam imana sahip olan gönül bir araya gelince, dün­ya ve âhiret hayatı Allah tarafından sağlamlaştırmaktadır.

Bundan anlıyoruz ki, din eğitimi Yüce Allah'ın lütfunu, yardımını, desteğini yeryüzüne indirebilecek beyin ve gönülleri hazırlamalıdır. Bu alt yapı olmadan ilâhî lütuf gelmez. İnsanın sağlam imanı Arş-ı A'lâ'ya çıkma kudretine sahiptir.

Şeytanın sahte ve yalan sözünün peşine takılan insanların, beyin ve gönüllerinden zorları vardır. İşte bu insanları Yüce Allah zâlim ilan et­mektedir. Çünkü onlar beyin ve gönüllerinin haklarını vermeyip bu hak­ları gaspediyorlar. "Allah ise zâlimleri saptırır." Yani bu ifade, "Allah, beyni ve gönlü sapan insanların sapkınlığını tescil eder" anlamındadır. Kul sapmadan Allah onu saptırmaz. Nasıl gönlünde sağ­lam iman olanı sağlamlaştırıyorsa, gönlünü saptıranı da saptırıyor.

Diğer taraftan şu gerçek de bilinmelidir: "Allah dilediğini yapar." Yüce Allah'ı ne yapacağı konusunda yönlendirecek bir güç yoktur; O, dilediğini yapacak sonsuz güce sahiptir. Zaten O, her an dilemekte, her an yapmakta, her an bir iştedir. O'nun için dinlenmek, yorulmak ve bıkmak diye bir şey söz konusu değildir. Ama onun en çok dikkate aldığı değer, insan beyni ve gönlünde olanlardır.[18]

 

Toplumların Yöneticilerine Eskimeyen Bir Kural:

 

28. Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve so­nunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri gör­medin mi?

29. Onlar cehenneme girecekler. O, ne kötü karargâh­tır.

30. İnsanları Allah yolundan saptırmak için O'na or­taklar koştular. De ki: 'Yaşayın! Dönüşünüz ateşedir.'

 

Yüce Allah burada siyasetin ve toplumsal çöküşün önemli bir kura­lına veya dinamiğine dikkat çekmektedir:

1. "Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurdu­na sürükleyenleri görmedin mi?"

a) Âyetin birinci kısmında Yüce Allah, nankörlük ile nimeti, yani küfür ile nimeti değiştirmeyi ele almaktadır. Âyetin bu bölümü İbrahim 7 ve 8. âyetler ile ilgilidir. O âyetlerde de şükür ve nimetten bahsedilmek­te; şükrün getirişi ile nankörlüğün götürüşü ya da imanın getirişi ile inkâ­rın götürüşü işlenmektedir. İbrahim 28'de de Allah'ın nimetini verip nankörlüğü ya da Allah'ın iman gibi bir nimetini verip inkârı alma şek­linde yapılan değişim gündeme getirilmektedir.

Allah'ın nimeti denince ne anlaşılmalıdır?

i. Bu nimet Yüce Allah'ın peygamberler ile gönderdiği mesajlar olabilir. Bu ilâhî mesajların getirdiği ilk ilke "tevhîd" inancıdır. Âyette kastedilen değişim, tevhîd inancını bırakıp şirki tercih edip bunu başkala­rına bulaştırmak anlamına gelebilir (Bakara 2/211).

ii. Peygamber göndermesi de Allah'ın bir nimetidir. Çünkü pey­gamberler toplumlar için bir nimettir. Peygamberleri yalanlayıp inkâr etmek nimeti inkârla değişmektir (Mâide 5/20).

iii. Bir topluma verilen en önemli dünyevî nimetlerden biri de sürülükten kurtulup devlet kurabilmeleridir. Devleti idare edenler, devletin kıymetini bilemeyip o nimete karşı nankörlük ederlerse, milletini helake sürüklerler. Bu yorum âyetin devamına uygun düşmektedir. Enfâl 53. âyet bu nimet ve değişime dikkat çekmektedir.

Üçüncü madde ile dördüncü maddeyi şu âyette bir arada bulmamız mümkündür: ""Hani Mûsâ, kavmine şöyle demişti: Ey kav­mim! Allah'ın size verdiği nimeti hatırlayın; zira O, içinizden peygamber çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerden hiçbir kimseye vermediği­ni size verdi" (Mâide 5/20).

İşte peygamberin seçildiği toplum ve devlet kurma imkanı tanınan toplum Allah'ın nimetine kavuşmuş demektir.

iv. Düşman olan toplumların Allah tarafından kardeş haline geti­rilmeleri de bir nimettir (Âl-i îmrân 3/103). Kardeşliği bırakıp düşmanlı­ğa, tefrikaya dönmek nimeti verip nankörlüğü almaktır.

v. Bir toplumun haksız yere zulmederek başka bir topluma saldır­ması durumunda Yüce Allah mazlum topluma yardım eder. İşte bu yar­dım Allah'ın onlara olan nimetidir. Yüce Allah'ın bu nimetini hatırla­mamak, kıymetini bilmemek; zaferi kendinden bilmek nankörlüktür (Mâide 5/1 l;Ahzâb 33/9).

vi. Yüce Allah'ın gönderdiği din bir nimettir, "Bugün size dininizi ikmâl ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim" (Mâide 5/3). Bu dinin gereklerini yerine getirmemek, hayata geçirmemek ona nankörlük etmektir.

Yüce Allah'ın bir topluma verdiği siyâsî, ekonomik ve sosyal ni­metlerin kıymetini bilemeyip onları lüzumsuz yere harcayan idareciler toplumlarını helak yurduna sürüklerler, toplumlarının çökmesine neden olurlar.

Demek ki, Yüce Allah burada toplumların çöküş nedenlerinden bi­rinin devleti yönetenlerin sahip oldukları nimete nankörlük etmeleri ol­duğunu vurgulamaktadır. Geçmişte bu sebep işlemiş, şimdi de işlemekte, gelecekte de işleyecektir. Onun içindir ki devlet adamı yetiştirirken öğre­tilmesi gereken şey, toplumun sahip olduğu sosyal güç denen nimeti, ekonomik ve ilmî nimetin önemini bilmek, onları korumak ve daha ileri götürmektir. Onlara sırtını dönmenin, onlara nankörlük etmenin, onları boş yere harcamanın ve onları korumamanın toplumu helake sürüklemek olacağını gönüllerine kazımak gerekiyor. Ekonomik nimeti yerli yerinde kullanmamak, onu İsraf etmek; miras olarak devraldığı siyâsî ve sosyal gücü boş yere ve keyfi anlamda harcamak; aynı şekilde devraldığı bilim­sel seviyeyi ve eğitim imkanlarını iyi kullanmamak ve onlara önem ver­memek toplumun bir çeşit canını almak olacağı beyinlerine kazınmalıdır.

Netice olarak şunu da çıkartabiliriz: Nankörlük yapan insanın sos­yal statüsü, yani sosyal seviyesi çok önemlidir. Normal vatandaşın nan­körlük etmesi, sahip olduğu nimetin değerini bilemeyip elden çıkarması­nın zararı kendisinedir. Ama nankörlüğü devleti idare edenler yaparsa zararı bütün topluma olur. Aynı anlatım ya da ilke İsrâ 16'da da yer al­maktadır. Toplumun tepesinde bulananların nimeti nankörlüğe dönüş­türmelerinin vebalini tüm toplum öder.

Böylece Yüce Allah toplumların çöküşünü araştıran insanlara "sosyal seviyesinin" nasıl bir rol oynadığına dikkat etmelerini, bu konu­da araştırmayı yukarıdan aşağıya doğru yapmalarını önermektedir. Top­lumun sahip olduğu siyâsî, sosyal, ekonomik ve bilimsel nimetlerin ko­runmasında dinamikler yukarıdan aşağıya doğru işlemelidir.

Halkın canını, emeğini vererek, terini akıtarak elde ettiği nimetleri, yukarıdakiler nankörlüğe çevirirlerse, toplumu batırırlar. Yüce Allah, bunun araştırılmasını, gözlemlenmesini, bilinmesini  "görmedin mi" sorusuyla istemektedir.

2. "Onlar cehenneme girecekler. O, ne kötü karargâhtır."

Dünyada Yüce Allah'ın, toplumlarına bahşettiği nimetlerin kıyme­tini bilemeyip nankörlüğe çeviren ve bu sebeple toplumlarını cehenneme çevirip çökmelerini sağlayan bu ileri gelenlerin elbette öteki dünyadaki yerleri cehennem olacaktır. Demek ki bu insanlar hem bu dünyada hem de öteki âlemde ateşle uğraşmakta olacaklardır.

Çıkaracağımız diğer netice şudur: Yüce Allah'ın nimetini nankör­lükle değiştirmek, dünya ve âhiret hayatına benzin döküp onları ateşe vermek demektir. Bu değişimi devletin ileri gelenleri yapıyorsa o yan­gından hiçbir değer kurtarılamaz, çünkü alevler her tarafı sarmış olacak­tır.

3. "İnsanları Allah yolundan saptırmak için O'na ortak koştular. De ki: Yaşayın! Dö­nüşünüz ateşedir." Toplumları yönetenler bazen inanç ve ibadet özgürlüğüne baskı yaparak müdahalede bulunmuşlar, zor kullanarak onları Allah'ın yolun­dan saptırıp kendi şirk inançlarını onlara kabul ettirmişlerdir. Firavun'u buna bir örnek olarak gösterebiliriz. İbrahim 9'da inanç ve ibadet özgür­lüğüne ve diğer özgürlüklere değinmiştik.

Bu âyette, insanları Allah yolundan çıkarmak için şirk koşan ve zorla kendi inancını halka kabul ettiren toplumun ileri gelenleri ele alın­maktadır.

İşte bu insanlar da "tevhîd inancı" nimetini şirke dönüştürmüş; öz­gürlükler nimetini baskıya dönüştürmüş olduklarından hem toplumlarım hem de âhiretlerini cehenneme çevirmişlerdir. Bunlar belki bu dünyada az bir zaman yaşayacaklar ama dönüşleri ateşe olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, 28-30. âyetlerde Yüce Allah siyâsî, e-konomik, sosyal ve bilimsel güç denen nimetlere nankörlük yapmanın; özgürlüklerden meydana gelen nimetlere baskı yaparak onları ortadan kaldırmanın korkunç neticelerini anlatmakta ve bir din eğitimi yapmak­tadır.

30. âyette geçen "De ki: Yaşayın" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah bu tip insanları hemen cezalandırmamaktadır. Onlara deği­şim için bir fırsat tanıdığı gibi onları tehdit de etmektedir. Fussılet 40'da onları şu şekilde uyarmaktadır: "Âyetlerimiz hakkında

doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa Kıyamet günü güvenle gelen mi? Dile­diğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir." Görüldüğü gibi Yüce Allah, hem mühlet veriyor hem de tehdit ediyor.[19]

 

İbadetler Ölmeden Önce Yapılmalıdır:

 

31. İnanan kullanma söyle: Namazı kılsınlar; kendile­rine verdiğimiz rızıklardan, hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun olmadığı gün gelmeden önce gizli ve aşikâr infak etsinler.

Bu âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

1. "inanan kullanma söyle." Ayetin bu kısmın­dan anlıyoruz ki, inanmış olmak çok önemli bir merhaledir, ama yeterli değildir. Bu merhaleden sonra nelerin öğretilmesi Hz. Peygamber'e söy­lenmekte ve program belirlenmektedir.

İnanmayanlara yönelik yapılacak din eğitimi ile inananlara yapıla­cak din eğitiminin de farklılığı ortaya çıkmaktadır. İnanmayanlara şirk, inkâr, iman ve tevhîd inancı gibi konulara yönelik konular tebliğ edilip öğretilirken, iman etmiş olanlar için ibadetler üzerinde durulacaktır.

2. "Namazı kılsınlar; kendilerine verdiğimiz rızıklardan, hiçbir alış­verişin, hiçbir dostluğun olmadığı gün gelmeden önce gizli ve aşikâr infak etsinler."

Âyetin bu kısmında üç şey ele alınmakta ve inananlara neleri yapa­cakları öğretilmektedir:

a) "Namazı kılsınlar." Namaz konusu Bakara 3'te derinlemesine açıklanmıştır. Burada söyleyeceğimiz şey şudur: Namaz ibadeti önde gelen ibadetlerden biridir ve İslam ahlâkının temellerini oluşturmakta ('Ankebût 29/45; Meryem 19/59) ve kulu Allah'a yaklaştıran ibadetlerin başında gelmektedir. Çünkü secde onun bir parçasıdır ('Alak 96/19). Namaz ayrıca, tapınmanın en önemli göstergelerinden biridir.

b) "Hiçbir alış-verişin ve hiçbir dostluğun olmadığı gün." Yüce Al­lah âhiretin önemli iki özelliğini öne çıkarmaktadır. Âhirette alış-veriş ve dostluk geçerli değildir. Bu, Kur'ân'ın başka âyetlerinde de gündeme gelmektedir.

c) Bu konu Bakara 48 ve 254'de anlatılmıştır. O âyetlerde anlatıl­makla beraber burada vurgulamamız gereken mesele "o günün gelme­sinden önce" ifadesidir. Kişi yaşarken Allah yolunda infak etmeli, fakirin elinden tutmalı, kamunun yararına olan bir iş için fedakarlıkta bulunma­lıdır. Ölmeden önce kişinin, infak adına iyiliğini yapması gerekiyor, çün­kü ölüm anında iyilik yapmadığını hatırlayacak ve Yüce Allah'tan ömür isteyecektir (Münâfıkûn 63/11).

Diğer taraftan sadakaların, infakın yapılması meselesindeki metod konusu da belirlenmektedir. Gizlilik ve âşikârlık (Bakara 2/271; Ra'd 13/22); gece ve gündüz (Bakara 2121 A). Gösterişe düşmeyecek insanların açıktan, bu tehlikeyi hissedenlerin de gizli olarak vermeleri daha uygun­dur.

Netice olarak diyebiliriz ki, namaz ahlâkın; infak da toplumun ca­nıdır. Namaz ferdî bir ibadet olarak görünse bile, toplumun ahlâkını ilgi­lendirmektedir. İnfak da topluma yönelik yapılan bir faaliyeti içermekte, ama Allah tarafından emredildiği için bir ibadet olmaktadır. Fakirlerin iniltisini dindirmek için yapılan fedakarlık bir ibadet olmaktadır. Kamu yararına, insanların daima istifade edeceği bir şeye infakta bulunmak bir ibadettir.

İşte bunları inananlara anlatması, öğretmesi için Yüce Allah Hz. Peygamber'i görevlendirmektedir. Hz. Peygamber hayatta olmadığına göre bu görevi din âlimleri yapacaktır. Kur'ân bunları konuşuyor; önemli olan onu anlayıp halka iletmektir.

Dikkat edilirse mü'minin gizli aşikâr yapacağı yardım evrensel bo­yutta olmalıdır. Çünkü fakirlik, yetimlik ve ihtiyaçlar yakından uzağa doğru gittikçe genişleyen bir daire şeklinde kendini gösterdiği için, yar­dımlar da yakından uzağa metodu ile yapılmalıdır.[20]

 

Yüce Allah'ın İnsanlara Verdiği Rızıklar Nelerdir?

 

32. Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı.

33. Düzenli seyreden Güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize sundu.

34. O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimeti­ni sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâ­lim, çok nankördür!

 

Yüce Allah insanı yaratmadan önce onun yaşayabileceği bir fiziki çevre, bir çeşit beşiğini ve yatağını hazırladı. Onun içindir ki Bakara 22'de tu.. "O Rabb ki, yeri sizin için bir dö­şek, göğü de bir tavan yaptı" diye buyurdu ve varlıkların en şereflisini yaratacağı için ona bu kâinatın tüm fizikî kanunlarının hizmet etmesini takdir etti ve her şeyi onun için yarattı.

1. "Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı." Yüce Allah bu âyetteki derste, yaratma olgusunu ele almakta ve bu olgu­nun arkasındaki gücün Allah olduğunu söylemektedir. Demek ki Allah, kendisini anlatıp tanıtıyor. Bu tanıtım birinci elden bir tanıtımdır.

Zaten Kur'ân'ın ilk âyetlerinde yaratılış kitabının okunması isten­mektedir. Yaratılış olgusunu düşünmeyen beyinler kendi acziyetlerini hissedemezler. Yüce Allah bu âyetinde şu soruyu cevaplandırmaktadır: Kâinat ve onun içinde öylesine kanunlar cereyan ediyor ki, onlar insan gücünü aşmaktadırlar. Peki kim yarattı kâinatı ve onun içindeki kanunla­rı? Yüce Allah buna tek kelime ile cevap vermektedir: Allah.

2. Yüce Allah 32. âyette su ile canlılık arasındaki bağlantıyı kur­maktadır: "Gökten suyu indirip onunla rızık ola­rak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için ge­mileri emrinize verdi. Nehirleri de sizin için akıttı."

Kâinatın yaratılışından sonra en önemli kanun, sudur. Onun içindir ki Yüce Allah ikinci konu ile suyun etkinliklerini anlatmaktadır.

İnsanlara rızık olsun diye su ile meyveleri çıkarttı. Bunu insan için yapmıştır.

"Suyun itme gücü" konusundaki dersinde gemilerin denizde yüzüp gitmesini anlatmaktadır. Böylece gemilerin suda batmayıp nasıl hareket ettiklerini keşfetmek ve bu teknolojiyi üretmek için insana ödev vermek­te, suya bu niteliğini insan için verdiğine işaret etmektedir.

Nehirleri de bizim için akıttığını buyururken insanın hizmetine ne­leri verdiğine de bir ilâve yapmaktadır. Gökler ve yer, su ile yetişen meyveler, suda hareket edip yüzen gemiler ve nehirler hep insan içindir.

3. "Düzenli seyreden Güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı." "Düzenli seyretmek", "görevini şaşmadan yapmak" anlamına gelmektedir. "Size faydalı kıldı" ifadesi de "size boyun eğdirdi, sizin hizmetinize sundu" demektir.

Dikkat edilirse Yüce Allah, bir önceki âyette yerel oluşumlardan, yere ait konulardan bahsederken bu âyette, yani 33. âyette göksel olu­şumları ele almaktadır. Biz buna "yakından uzağa metodunu kullanarak öğretmek" diyoruz. Görevlerini hiç aksatmadan yerine getirmek üzere Güneş ile Ay da insanın hizmetine sunulmuştur.

Burada Güneş'in ve Ay'ın faydalarını saymaktan ziyâde, onların Allah tarafından insanların hizmetine sunulmuş olması meselesini yaka­layıp Allah'a iman etmek bizi ilgilendirmektedir. Gerçi Bakara 189'da Ay'ın insanlar için, özellikle hac için vakit ölçüsü olduğuna dikkat çe­kilmekte; Rahman 5'te de Güneş ve Ay'ın bir hesaba göre hareket ettiği­ne işaret edilmektedir.

4. "Geceyi ve gündüzü de istifadenize sundu." Böylece gece ile gündüzün de, insan denen varlığın hizmetine tahsis edildiği anlatılmaktadır. Güneş ve Ay konu edilince, doğal olarak gece ile gündüz de gündeme gelmektedir.

"Rahme­tinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz; gündüzün de O'nun lütfundan rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz" (Kasas 28/73).

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah, kendi varlığını ve gücünü etrafımızda cereyan eden tabiat olayları ile anlayıp iman etmemizi iste­mekte, "eserden müessire gidiş" diyebileceğimiz bu aklî sıçrayışın altın­da bilimsel araştırmaların olmasını öngörmektedir. Yüce Allah'ın yerel olaylardan göksel olaylara giden "yakından uzağa metodu"nu kullanarak verdiği dersten şunu da çıkartıyoruz: Din öğretiminin programında tabiat bilimleri de yer almalıdır. Tabiat bilimleri bir taraftan Allah'ın varlığını, diğer taraftan gücünü, öbür taraftan da insana sunduğu nimetleri anlata­caktır. Tabiat olayları ve tüm kâinat Allah'ın kudretinin okunduğu çok önemli bir kitaptır.

5. "O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak ol­sanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür."

"O size istediğiniz her şeyden verdi" buyurulurken "istemeyi", "ih­tiyacınız olan her şeyi tedârik edip verdi" anlamına almak gerekiyor. Çünkü Yüce Allah, hiç istenmeyen çocuğu da anne karnında vermekte­dir. İnsanlar doğar doğmaz kendilerini nimetin içinde bulurlar. Kimi za­man istemedikleri halde nimetlerle bezenirler, kimi zaman isteklerini Yüce Allah'a ileterek nimetlendirilirler.

Meselâ varolmamız, aklımız bizim için bir nimettir ama, bizim is­teğimizle bize verilmiş değildir. Onun için âyette geçen seeltüm kelimesini, "ihtiyaç duyduğunuz" şeklinde manalandırmamız isabetli olacaktır.

Diğer taraftan insanın istediği her şeyin bir kısmını Allah ona vere­cektir. Bu isteğini, her şeyi bilen ve planlayan Yüce Allah kendi takdiri­ne göre verecektir. Ama Yüce Allah'ın insana verdiği nimetler sayılmaya kalkılırsa sayılamazlar.

Yüce Allah'ın bize verdiği nimetleri iki kısma ayırabiliriz:

a) Bizi yaratmakla, bedenî ve ruhî bakımdan verdiği nimetler var­dır. Hücrenin çalışması için sahip olduğumuz nimetler bir düşünülürse hesap makineleri bile yetmez. Diğer taraftan sahip olduğumuz ruh ale­mimiz de sayılamayacak nimetler yumağını oluşturmaktadır. Beyin, gö­nül ve nefis boyutlarımız, onların içindeki kabiliyet, yetenek, içgüdü ve arzular akla sığmayacak nimetler taşır.

b) Varlığımızı sürdürebilmemiz için Yüce Allah'ın sunduğu yakın ve uzak nimetleri hesaplamak için bütün kâinatı hesaplamamız gerekiyor. Gıda olarak aldıklarımızla, hayatımızı sürdürebileceğimiz adi: çevreyi düşünürsek sayısız nimetlerle donatıldığımızı anlarız, fark ederiz, düşünürüz, ama asla onları sayamayız. Yüce Allah'ın bu nimetlerine karşılık insan iki davranışını öne çı­karmaktadır:

i. Bu nimetlere rağmen insan zâlimce bir tavır içinde oluyor. Bura­daki zalûm kelimesini, "şirk koşmak" manasına alabiliriz. Çünkü şirk bir zulümdür (Lokman 31/13).

Zulüm kelimesi, aynı zamanda "hata yapmak" anlamına da gelir. Buradaki hata, sahip olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmamaktır. Ki­şinin, beynini, gönlünü ve nefsini yaratılış amaçlarına uygun olarak kul­lanmaması da bir zulümdür. Çünkü bir şeyi yerli yerinde kullanmak ada­let; yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. Akıl, sevgi, inanç duygusu, nefsin güçleri, dürtülerimiz, kabiliyet ve yeteneklerimiz kendi amaçlarına göre kullanılırlarsa adalet; kullanamazlarsa zulüm olacaktır.

Meselâ ekonomik nimetleri yerli yerinde kullanırsak adalet; kullanmazsak, haram yersek zulüm olacaktır. Kul hakkı, yetim hakkı, kamu hakkı yiyenler zulüm işlemektedirler (Nisa 4/10).

ii. Bu nimetlerin kaynağını inkâr etmek, değerlerini bilmemek de nankörlüktür.

 "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer" (İsrâ 17/83). İnsanın, nimetleri kendisinin kazandığını, Allah'tan gelmediğini söylemesi nankörlüğün doruk noktasını teşkil et­mektedir.

Din eğitimi insanın bu zulüm ve nankörlüğü ile mücâdele vermeli ve sahip olduğumuz nimetlerin kaynağı konusunu iyi işlemelidir. İnsan­lar beslendikleri kapıyı, o ilâhî kapıyı bilip onda kul köle olmalıdırlar. Din eğitimi bu kapıyı, bu kaynağı ve onu veren kudreti iyi tanıtmalıdır.[21]

 

Hz. İbrahim'in Duası:

 

35. Hani İbrahim şöyle demişti: 'Rabbim, Bu şehri gü­venli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!

36. Rabbim, onlar insanlardan bir çoğunu şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir; kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen, affedici ve merhamet sahibisin.

37. Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını ekilebilirtoprağı olmayan vadiye, senin Kutsal Ev'inin yakınınayerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızk ver. Umulur ki bu nimetlere şükrederler.

38. Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurdu­ğumuzu bilirsin. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Al­lah 'a gizli kalmaz-

39. İhtiyarlık çağımda bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim, duayı işitendir.

40. Rabbim, beni, soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul et.

41. Rabbimiz,  hesabın görüleceği gün beni,  anamı-babamı ve bütün müminleri bağışla.'

 

Hz. ibrahim'in bu duasının bu sûrede bulunmasındandır ki sûreye İbrahim sûresi denmiştir. İbrahim sûresinin merkezî konularından biri nimet, rızık ve şükürdür. Hz. İbrahim'in duasının bu açıdan o âyetlerle bağlantısı net olarak görülmektedir.

1. Bu dualardan anlıyoruz ki, Yüce Allah bize ve bizden sonrakile­re nasıl dua yapılacağını öğretmekte, bunu öğretirken de Hz. İbrahim'in duasını örnek olarak vermektedir. Dua öncelikle .1$ "Rabb'im" kelime­ siyle başlıyor ve duaların içeriği ile devam ediyor. Onun içindir ki, dua­ların içeriği ve sunuluş biçimi bizim için çok önemlidir. Nerede kendisi­ne, nerede çocuklarına ve nerede başkalarına dua etmektedir? Bu dualar­dan şu neticeye de ulaşacağız: "Hz. İbrahim dualarında bencil değildi."Şimdi duaların analizine geçebiliriz.

2. "Rabb'im! Bu şehri güvenli kıl." Duanın bu kısmı daha önce Bakara Î26'da geçmişti ve dolayısıyla bu cümlenin a- çıklaması orada yapılmıştır. Burada şunu ilâve edebiliriz: Hz. İbrahim, bu geniş duasında ilk defa o beldenin, şehrin ve ülkenin güvenliğini is­temektedir. ^Vl el-emn kelimesi, "güven ve barış" anlamına gelmekte­dir; imân kelimesi de ondan türemiştir.

Güvenlik ve barışın olmadığı bir ülkede diğer nimetlerin değeri kaybolmaktadır. İstenecek olan ilk şey bir toplum için barış ve güvendir. O zaman diğer nimetlerin bir değeri ve insanın mutluluğuna bir katkısı olacaktır.

Duanın bu kısmından şu neticeye varıyoruz: Hz. İbrahim "güvenli­ğin" tesisi için ilâhî müdahaleyi istemektedir. Bir ülkede güven varsa, orada Yüce Allah'ın lütfunun olduğu hükmüne varabiliriz. Demek ki o toplum, Allah'ın güvenliği temin etme lütfuna lâyık işler yapmaktadır. Her şeyin başı güvenlik olduğu için nimetlerin de başı odur.

Hz. İbrahim'in "güvenliği" duasına konu edinmesi, o dönemde bir güvenlik sorunu olduğunu göstermektedir. Ama sadece o dönemde değil, günümüzde ve gelecekte de insanlığın önde gelen meselelerinden biri güvenlik olacaktır. İnsanlar güvenlik için ellerinden geleni yapacak, güç­lerini aşan kısmını da Allah'tan bekleyeceklerdir.

Güvenliği temin etmekte insanlar ne yapmalıdırlar? Bu sorunun cevabını verebilmek için Bakara 125'e gitmemiz gerekiyor. Bu âyete baktığımızda öne çıkan konu "eğitim" olmaktadır: "Beyt'i insanların toplantı yeri ve güvenlik mekanı yaptığımızı hatırla." Âyette geçen h& mesabe kelimesi, "toplantı yeri, sevabın, bilginin üretildiği yer" demektir. Bu manalardan ikisini de alabiliriz: Mesabe kelimesi "bilginin, iyinin, güzelin, doğrunun ve faydalı olanın üretildiği yer" demektir. Bu görevler Beytullâh ile birleşince, Beytullâh bir üniversite niteliğine bürünmektedir. Bakara 125'te ikinci nitelik güvenliğe verilmektedir. O zaman, bilginin ve ahlâkî değerlerin üretildiği yerde güven var olacak demektir. Önce bilgi ve ahlâk, sonra da güven gelmektedir. Cehaletin ve ahlâksızlığın kol gezdiği bir şehir ve ülkede güvenden bahsedilemez.

Bilgi ve ahlâk işi de eğitimden geçmektedir. Eğitimin boşluğunu polis ve askerî tedbirler dolduracaktır ama bu tür tedbirler nihâî çözüm olmayacaktır. Çünkü eğitim insana aklını kullanmayı, doğru düşünmeyi, doğru davranışı öğretecek ve nihayet bunlarla bir iç disiplini oluşturup insanın kendi içinde manevî bir polis gücü meydana getirecektir. Bu ol­madan Yüce Allah'ın güvenlik için lütfü gelmeyecektir. Yüce Allah, bir ülkeye güvenlik vermesi için bilgi ve ahlâktan yana alt yapının oluşup oluşmadığına bakar.

Demek ki, bir ülkenin eğitimdeki başarısının göstergesi güvenliği­dir. Ne kadar güvenlik varsa, o kadar güçlü bir eğitim var demektir. Eği­tim bilgi, imân ve ahlâkî değerleri insanlara kazandırırken insana saygı, insan sevgisi ve insan haklarını da işleyecektir. Eğitim bu bakımdan gü­venliği doğuran bir ana niteliğine bürünecektir.

3. "Beni ve oğullarımı putlara tapınmak­tan uzak tut!"

Hz. İbrahim duasının ikinci konusunu şirkten uzak kalmaya, yani tevhîd inancına tahsis etmekte, önce kendisini, ardından da çocuklarını gündeme getirmektedir. Bunun sebebi ne olabilir? Bu durum eğitimin eskimeyen kurallarından biridir. Kendisi tevhîd inancında olmayan baba veya hoca çocuklar için tevhîd inancını isteyemez; kendisi tatbik etme­dikçe çocukları veya öğrencilerinden o konuda benzer uygulamaları ger­çekleştirmelerini isteyemez veya onlara emredemez. Hz. İbrahim duası­nın başlangıcında bu kuralı işletmektedir. Belki de bu kural olması gere­kenlerin başını çekmektedir.

Duanın bu kısmından şu neticeyi çıkartabiliriz: Putlara tapınmak­tan geri durma gücünü Hz. İbrahim tam anlamı ile kendinde görememek­te ve bu nedenle Yüce Allah'ın müdahalesini istemektedir. Böylece tevhid inancını muhafaza etmek ve putlardan uzak durmak gibi dinin ilk ilkesini gerçekleştirmek insan gücünü aşabilir.

Duanın bu kısmında yer alan el-esnâm kelimesi es-sanem kelimesinin çoğuludur. Bu kelime sadece maddi anlamda yapılan putlar anlamına gelmiyor; "Allah'tan başka ilâhî güç, tapınacak kadar kutsallık affedilen ideoloji, nesne ve insanlar"ı da kapsamına alıyor. "Zenginlik, itibar ve nefsin arzularını tanrılaştırmak" da bu kapsama girmektedir. Olayların ve nimetlerin arkasında tek gücün Allah olduğunu görmemek, buna inanmamak ve onları başka güçlere bağlamak da şirkin bir başka çeşidi olmaktadır. Puta tapınmak açık şirk; ama maddî yapısı olmayan ideoloji, nefsin arzuları, zenginlik ve itibar gibi şeylere tapın­mak da gizli şirk olmaktadır. Tapınılan şeyin, tanrılık niteliği verilen bir insan veya diğer nesnelerde ya da varlıklarda olması muhtemeldir. Çün­kü bir sonraki âyetin içeriği buna delil olmaktadır.

Burada çıkaracağımız diğer netice de şudur: Aile eğitiminde dua­nın önemi de öne çıkmaktadır. Böylece Hz. İbrahim dua vasıtasıyla, yani Allah'ın yardımı ile ailesinden şirkin kökünü temizlemeye çalışmaktadır. Şirkin dikili bir ağaç olarak bulunduğu aile, Allah katında bütün itibarını yitirmiştir. Onun için babalar çocuklarına din eğitimi verirlerken, bu şe­kilde dua yapmayı unutmamalıdır.

4. "Rabbim, onlar insanlardan bir çoğunu şaşırttılar." Eğer insanlar taştan yapılmış putlara tapmışlarsa, putlar onları nasıl yoldan çıkarıp şaşırtmıştır? Yoldan çıkarma ya şeytan ya da başka bir insan tarafından gerçekleştirilebilir. O zaman, bir önceki âyetten kasdedilen canlı putlardır. Ancak cansız putlar şirk koşmanın ve saptırmanın aracı olduklarından eylem onlara da mal edilmiş olabilir.

Bize göre bu âyette insanı şirke götüren beşerî ve diğer anlamda bütün güçler kasdedilmektedir. Diğer taraftan şirke düşmenin sapıklık olduğunu da anlamış oluyoruz. Böylece Hz. İbrahim sapıklığı şirk ile; şirki de sapıklıkla tanıtmış oldu.

Demek ki Hz. İbrahim bu sahte tanrıların diğer insanları yoldan çı­kardığını görmüş ve bu nedenle şirk hastalığının, ailesine bulaşmamasını istemiştir.

5. "Artık bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir; kim bana karşı gelirse şüphesiz sen, affe­dici ve merhamet sahibisin."

Âyetin bu kısmı ile Hz. İbrahim tebliğ ettiği dini kabullenerek ken­disine uyanların kiminle beraber, yani kimden olduklarını açıklamakta­dır. Peygambere tabi olmak, onun getirdiği mesajı kabullenmek, ona inanmak anlamına gelmektedir.

"Bendendir" ifadesi, "benim ümmetimdendir, benim dinimdendir" anlamına gelmektedir. Demek ki, aynı inancı paylaşanlar birbirlerinden olmaktadırlar, yani inanç birliğine göre oluşan beraberlikler vardır. Gruplaşma sürecinde inanç da yer almaktadır, bû "Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir" (Tevbe 9/11); "Müminler ancak kardeştirler" (Hucurât 49/10) ifadelerinde yer alan kardeşlik, Hz. İbrahim'in ifadesinde "bendendir" şeklinde ifade edilmektedir. Hz. İbrahim din veya iman kardeşliğini gündeme getirmektedir.

Bu açıklamadan şu noktaya varmak istiyoruz: Farklı inanç veya di­ne mensub olanların grup haline gelmeleri normaldir, ama aynı dine mensub olanların içinde gruplaşma olması normal değildir. Aynı dine mensub olanların tefrikaya düşüp gruplara ayrılmaları, dinin etkinliğini azaltmaktadır. "Kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen affedici ve merhamet sahibisin."

Hz. İbrahim, kendisine tâbi olmayıp karşı gelene beddua etmemek­te, işi Allah'a bırakmaktadır. Kendisine tâbi olanı kabulleniyor, ama kar­şı geleni Yüce Allah'ın affına ve merhametine bırakıyor.

Asırlar sonra kendi soyundan gelen Hz. îsâ da aynı anlayış biçimi­ni sergilemiştir: "Eğer onlara azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, (dedi)" (Mâide 5/118). Burada da görüldüğü gibi Hz. îsâ kendisinden olmayanları Allah'ın bağışlama sıfa­tına havale etmektedir.

Bundan anlıyoruz ki peygamberlerin sünnetinde, ahlâkında, daima af ve merhamet vardır. Onun içindir ki kendilerine karşı gelenleri Al­lah'ın af ve merhametine göndermektedirler. Tâif ten dönerken Hz. Pey­gamber'in beddua etmemesi de bu ahlâkın devamı durumundadır.

Hz. İbrahim'den torunu Hz. Muhammed'e uzanan evrensel dinin geleneklerinden biri de bu olduğu için Hz. Muhammed de ona uymuştur: "Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik" (Nahl 16/123).

6. "Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını ekilebilir toprağı olmayan vadiye, senin Kut­sal Evin'in yakınına yerleştirdim."

Hz. İbrahim neden gelip ziraat yapılamayan bir vadiye çocukları­nın bir kısmını yerleştirdi? Hz. İbrahim bu olgunun amacını âyetin de­vamında açıklamaktadır ama sebebini vermemektedir. Sebebini tefsir kitaplarında Buhârî'nin İbn Abbâs'tan rivayet ettiği bir hadisten öğreni­yoruz. Kur'ân'da bulamadığımız bu kısmı, hadisi esas alarak şöyle anla­tabiliriz: Rivayet olunduğuna göre "Hacer, Sâre'nin cariyesi idi. Sâre, Hacer'i İbrahim'e sunarak evlendirdi. Hacer de İsmail'i doğurdu. Hacer'i kıskanan Sâre, Hz. İbrahim'den Hacer ile çocuğunu kendisinden uzaklaş­tırmasını istedi. O da süt emme çağında olan İsmail ile annesi Hacer'i Mekke'ye götürüp bıraktı. Yanlarına içinde hurma bulunan bir torba ile içinde su bulunan bir kırba (su kabı) bıraktı.

Hz. İbrahim geri dönüp giderken Hacer arkasından koştu ve içinde hiç kimsenin bulunmadığı bir vadide 'bizi bırakıp nereye gidiyorsun?' diye seslendi ve bunu defalarca tekrarladı. Hacer, 'kendilerini oraya bı­rakmasını Hz. İbrahim'e Allah'ın emredip emretmediğini' sordu. 'Evet' cevabını alınca Hacer: 'Allah bizi kaybetmez' dedi ve yerine döndü.

Hz. İbrahim onların göremeyeceği bir tepeye gelince İbrahim 37. âyette geçen duayı yaptı.

Kırbanın suyu bitince Hacer, yakınında olan Safa tepesine koştu. Tepenin üzerine çıkıp vadiye baktı. Vadiye doğru indiğinde Merve tepe­sine doğru yürüdü, yine kimseyi göremedi. Bu koşmasını yedi defa tekrarladı.

İşte İbn Abbâs'ın nakline göre Hac'da sa'y etme bundan çıkmıştır. Hacer bu koşmaları anında bir ses duydu ve o sese yönelince bugünzemzem kuyusunun bulunduğu yerde meleği gördü ve yanına gittiğinde orada suyun çıktığını farketti. Suyu avuçlayıp içti ve kırbasına doldurdu. Ama su devamlı çıkıyordu. Melek ona suyun tükenmeyeceğini söyledi; sebebinin de Beytullâh olduğunu belirledi. Oğlu ile babasının o evi (ye­niden) inşa edeceklerini ve o ailenin yok olmayacağını ona söyledi" (Buhârî, Enbiyâ, 9).

Hz. İbrahim gerçekten hanımlarını ayırmak için böyle yapmış ola­bilir ama, arada bu kadar aşırı bir kıskançlığın olacağı düşündürücüdür. Fakat Hz. İbrahim'in çok uzağa gitme ihtimali üzerinde de düşünülmeli­dir.

Onları yerleştirdiği vadide ziraat yapılmıyordu ama orada Allah'ın kutsal evi Beytullâh vardı. Demek ki o Kutsal Ev, Hz. İbrahim'den önce yapılmıştı. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 96. âyeti, insanlar için yaptırılan ilk beytin (ma'bed) Mekke'de olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla bu ilk Beyt'in Hz. İbrahim'den çok daha önce yaptırıldığı anlaşılmakta­dır. Demek ki evinin camiye yakın olmasını isteyenler Hz. İbrahim'in sünnetini tatbik etmektedirler. Mekke'de Hz. Peygamber'in doğduğu ev ile Beytullâh arasındaki yakınlığı göz önüne getirirsek durumu daha iyi anlarız.

7. "Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızk ver. Umulur ki bu nimetlere şükrederler."

a) Hz. İbrahim, namazlarını dosdoğru  kılmaları için ailesini Beytullâh'in yanına yerleştirdiğini söylemektedir. Demek ki, onun dinin­ de de namaz ibadeti vardı. Namaz ibadeti için evini camiye yakın olarak satın almanın Hz. İbrahim'den gelen bir sünnet olduğu bu ifadeden anlaşılmaktadır.

b) Hz. İbrahim ora halkının gönüllerini ailesine meylettirmesini Allah'tan istemiştir. Demek ki sanıldığı gibi Mekke tamamen boş değil­di. Orada yerleşik bir halk vardı. Hacer ve oğlu İsmail'e ora halkınıngönülden meyletmesi ise onları sevmeleri, onlarla ilgilenmeleri ve ge­çimde kendilerine yardım etmeleri demektir.

Hz. İbrahim gönülden ilişki istemektedir. Böylece insanlar arası i-lişkilerde gönlün yer almasının önemi de gündeme gelmektedir.

c) Hz. İbrahim, onların beslenmesini de düşünerek Allah'ın müdâ­hale etmesini istemektedir. Bu rızıklandırmayı dua ile isterken şükrü de gündeme getirmektedir. Nimete şükretmenin bir ibadet olduğu ta o dö­nemdeki dinlerde de vardı. Demek ki şükür evrensel bir ibadet niteliği taşımaktadır. Bu âyette namaz ve şükür ibadetlerinin zikredilmesi, Hz. İbrahim'in dininde de bunların var olduğunu ortaya koymaktadır.

8. "Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu bilirsin. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz."

Hz. İbrahim'in duasında yer alan bu ifâde, aslında Allah'ın vasıfla­rından birini gündeme getirmekte, Yüce Allah'ın bilgisinin dışında hiçbir şeyin kalmayacağını ifade etmektedir. Çünkü O, insanı içerden ve dışar­dan bilgisi ile kuşatmıştır.

Özel manada Hz. İbrahim, Hacer'i ve oğlu İsmail'i hangi niyetle ve amaçla Ka'be'nin yanına yerleştirdiğini Yüce Allah'ın bildiğini büyük bir teslimiyetle ifade etmekte ve niyetinin kötü olmadığını belirtmek için bu tarz bir açılım getirmektedir. Genel anlamıyla da bu âyet, Yüce Al­lah'ın insanların niyetlerini, bir iş yaparken hangi amacı güttüklerini tam anlamı ile bildiğini ifade etmektedir. Bu sonsuz bilgiye sahip olmasaydı Allah olamazdı.

Diğer taraftan yerde ve gökte olan zerre kadar bir şey veya oluşum Allah'a gizli kalmaz, O'nun bilgisinin dışında olamaz.

Dikkat edilirse Hz. İbrahim insandan başlayan bir açılımla yer ve göğe giden, yakından uzağa metodu ile bize bir ders vermekte, Yüce Allah'a duasını da aynı metotla sunmaktadır. Hz. Lokmân'ın oğluna ver­diği öğütte de aynı anlatım tarzına rastlıyoruz: "Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah

veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu geti­rir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haber­dardır" (Lokman 31/16). Hz. İbrahim ile Hz. Lokmân'ın ifadelerinde, Allah'ın ilminin sonsuzluğu ve kuşatıcılığının anlatımı vardır.

En'âm 59'da açıklandığı gibi:

"Gaybın anahtarları, Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır" kalpteki her niyeti, beyindeki her düşünceyi, nefisteki her oluşumu ve yapılan bütün eylemleri Allah'ın bildiğine inanmanın ahlâk bakımından disiplin duygusunu öne çıkarıcı bir etkinliği vardır. Bu bilgi ve imanla ahlâkı buluşturma işi eğitime düşmektedir.

Diğer taraftan, tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin ifade tarzında dikkatleri çeken çok önemli edebî bir incelik de söz konusudur: Âyet, "Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu bilirsin" an­lamını ifade eden muhatap sigasıyla başlamış ve "ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" cümlesiyle bu defa ifade üçüncü tekil şahıh sığasına dönüştürülmüştür ki Arapça'da buna iltifat sanatı denmek­tedir. Bu sanat kullanılarak muhatapların uyarılması ve mesajın daha etkin bir hale getirilmesi amaçlanır.

9. "İhti­yarlık çağımda bana İsmail'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabb'im duayı işitendir." Bu âyetin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

a) Hz. İbrahim hamd ibadetinin hangi durumlarda yapılacağı ko­nusuna bir açıklık getirmektedir. Biz bunu şöyle açıklıyoruz: Verilmesi muhtemel olan bir lütuf için şükredebilir; ama ümidin kesildiği bir anda Allah'ın lütfetmesi hamdi gerektirmektedir. Çocuk yapmaktan kesilen ihtiyarlık yaşında çocuk sahibi olmak doğaya aykırıdır. Böyle bir anda Allah Te'âlâ'nın lütfuna mazhar olmak hamdi gerektirir.

Kişinin kendisine verilen nimete şükredilir, ama bütün dünya canlı­larına verilen nimete hamdedilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette Hz. İbrahim, ihtiyarlık ha­lini gündeme getirirken çocuk yapmaktan düştüğünü mü ifade ediyor? Sorunun cevabını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:

O esnada hanımı ayakta idi ve güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından Yakub'u müjdeledik. (İbrahim'in hanımı): 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, ger­çekten şaşılacak bir şey' dedi. (Bunun üzerine melekler de): 'Allah'ın emrine şaşıyor musun?' dediler" (Hûd 11/71-73). Demek ki hem hanımı hem de kendisi çocuk yapacak vasıflarını kaybetmişlerdi, "(Melekler) dediler ki: 'Korkma biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.' (Bunun üzerine İbrahim de): 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz?' de­di" (Hicr 15/53-54).

Hz. İbrahim'e bu müjde daha önce yapmış olduğu duasının kabul edilmesi ile verilmiştir.. "Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık. (Oradan kurtulan İbrahim): 'Ben Rabb'ime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek. Rabb'im, bana sâlihlerden olacak bir evlat ver,' dedi. İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik" (Sâffât 37/98-101).

İşte çocuk yapmak konusunda biyolojik manada bütün ümitlerin kesildiği bir anda yapılan duanın kabul edilmesi ile çocuk sahibi olmanın karşılığı "hamd" olacaktır. Bu âyeti günümüze taşırsak ve geleceğe bir ışık tutarsak şöyle deriz: Çocuk yapma ihtimali olmayan çiftlerin tıbbî müdahaleler neticesinde çocuğa sahip olmaları hamdi gerektirmektedir.

Demek ki tıbbî çalışmalarla elde edilen mu'cizevî başarıların ar­dından tüm insanlık hamdetmelidir. Çünkü o buluşun ilhamı Allah'tan gelmektedir.

b) "Şüphesiz Rabb'im duayı işitendir."

Hz. İbrahim "Ey Rabbim! Bana sâlihlerden ola­cak bir evlat bağışla!" duasını yapmış, Yüce Allah da İsmail ile İshâk'ı ona bağışlayınca duasının kabul edildiğini anlamıştı.

Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Duayı duymayacak olan varlıkla­ra yapmak şirktir. Yatırlara gidip ihtiyaçlarımızı ya onlardan istiyoruz ya da onlar vasıtasıyla Allah'tan istiyor ve sonuçta imânî bakımdan çok tehlikeli bir iş yapmış oluyoruz.

Duayı gönlünden yapsan da Allah onu duyar ve bilir. Onun içindir ki Yüce Allah'a hem açıktan hem de gizli olarak dua edilebilir. Nitekim bu izahımızın şu âyetlere de uygun düştüğünü görmekteyiz:

"Rabbini, gö­nülden ve korkarak hafif bir sesle içinden sabah-akşam zikret. Sakın ga­fillerden olma"' (A'râf 7/205). tlij ıi£ü ^3 i>Sl "Rabb'inize alçak gö­nüllüce ve yüreğinizin tâ derinliklerinden dua edin (seslenin)" (A'râf 7/55); jJ^\j *-Ji ıiu iîü JjiL 'jg- h\j "Eğer sen sözü açıktan söylesen, bile­sin ki Allah gizliyi, gizlinin gizlisini de bilir" (Tâhâ 20/7).

Din eğitimcileri, duanın her şeyi işiten ve bilen bir varlık olan Al­lah'a yapılmasını öğretmeli ve hiç durmadan ısrarla anlatmalıdırlar.

10. "Rabbim! Beni ve soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlar "eyle. Rabbimiz! Duamı ka­bul et."

Hz. İbrahim'in dininde de namaz kılmanın olduğunu 37. âyetin yo­rumunda söylemiştik. Hz. İbrahim kendisinin aksatmadan namazı de­vamlı kılabilmesi için Yüce Allah'a dua etmekte, kendi adına yaptığı duanın ardından soyu için de aynı duayı yapmaktadır. Önce kendisini tercih etmesinin altında önemli bir eğitim kuralı yatmaktadır: "Kendinin tatbik etmediğini çocuklarından, öğrencilerinden, halkından isteyemez­sin." İşte bu kural gereği Hz. İbrahim önce kendisi için dua etmektedir. Namazını kılmayan bir baba, çocuklarının namaz kılması için dua eder mi? Etse bile bu dua geçerli olur mu? Demek Hz. İbrahim'in bu duasın-daki önceliklerin bir eğitim ilkesini taşımakta olduğunu söyleyebiliriz.

iSj "Rabbimiz! Duamı kabul et" buyururken Hz. ibrahim neye güveniyordu? Bu sorunun cevabını verebilmek için Mü'min sûresi­nin 60. âyetine gitmemiz gerekiyor:

"Rabbımız şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim." Aynı şekilde Bakiri 186'da da  "Kullarım sara beni sorduğunda: Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm" buyurulmaktadır.

Yüce Allah'ın başlangıçta belirlediği temel kural, dua edenin dua­sını kabul edeceğidir. Yeter ki duanın zamanı, mekânı ve içeriği kabul edilmeye lâyık olsun. Hz. Peygamber: "Dua ibadetin özüdür".[22] buyururken duanın önemini belirlemiş, onu kulluğun özü olarak görmüştür. Dua, Allah'ın varlığını ve birliğini, O'nun huzurunda­ki acziyetimizi kabul ettiğimizin en önemli göstergesi olmaktadır.

11. "Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı-babamı ve bütün mü'minleri bağışla."

Hz. İbrahim duasının son kısmını mahşerdeki hesap gününe ayır­mış ve oradaki genel affa girmesini istemiştir. Af dilerken sadece kendi­sini düşünmemiş, ana-babasını ve bütün müminleri de kapsamına almış­tır. Bundan şu temel kuralı çıkartıyoruz: Bir mü'min bir mü'min için Allah'tan af dileyebilir.

Hz. İbrahim'in, babası için yaptığı bu af dileme kabul edilmemiştir.

"Rabbimden senin için af dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır" (Meryem 19/47). Hz. İbrahim'in, babası için af dilemesinin kabul görmemesi, onun şunu bilmemesinden kaynaklanı­yordu:

"İbra­him'in, babası için af dilemesi sadece ona verdiği bir sözden dolayı idi. Ne var ki onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı" (Tevbe 9/114).

Diğer taraftan Hz. İbrahim, af dilemesi ile ilgili bu duasına bütü" müminleri de koymuştur. Demek ki mümin, kâfirin affı için dua edemez ama hidâyete gelmesi için dua edebilir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Hz. İbrahim günah mı işledi de af di­lemiştir? Bu soruya iki şekilde cevap verebiliriz:

a) Bizim açımızdan bakınca peygamberler ismet sıfatına sahiptir­ler, yani günahsızlardır, günah işlemezler. Ama ilâhî açıdan bakınca gü­nah, küçük günah işleme yani hata yapma ihtimalleri de vardır. Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz: "Bil ki Allah'tan başka bir tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!"(Muhammed 47/19). Bu âyet birinci derecede Hz. Peygamberi ilgi­lendirmekte ve onu muhatap almaktadır.

"Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Al­lah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok affedici ve merhamet sahibidir" (Tahrîm 66/1).

İşte Hz. Peygamber verdiği kararda ya da fetvada hata yaptığı için Allah tarafından sorgulanmış ancak affedildiği de belirtilmiştir.

Hz. Nûh da, Nûh 28'de affı için dua etmektedir.

Hz. Âdem yasak ağaçtan yeyip kovulmadı mı? Ardından affedil­mesi için şu duayı yapmadılar mı? "Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz" (A'râf 7/23).

b) Hz. İbrahim kendisini tamamen günahsız, hatasız olarak gör­memektedir. Aksi bir durum, insana kibir getiren bir düşünce olabilirdi. Kendisini hatasız görmek peygamber ahlâkına ters düşecekti. Hz. Pey­gamberin günde oldukça fazla bir sayıda "estağfırullâh" demesi de buna delil olmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz yedi âyetten şu neticeleri çıkartı­yoruz:

i. Hz. İbrahim'in buradaki dualarının ana teması kendisi ve çocuk­ları, yani neslidir. O, din eğitiminin dua boyutunu gündeme getirmekte, eğitimin bütün esas ve metodlarını uyguladıktan sonra Allah'ın yardımı-

nın istenmesini öğretmekte ve bunun nasıl yapılacağına dikkat çekmek­tedir.

ii. Kendisine tâbi olanları kendisinden gördüğü halde, kendisine ta­bi olmayanları kötülemeyip onları Allah'ın affına ve merhametine bı­rakmaktadır.

iii. Neye şükredileceği ve neye hamdedileceği de burada öğretil­mektedir.

iv. Duanın kabulünü Allah'a bırakmakta, bencillik yapıp sadece kendisi için af dilememekte; tüm müminleri af ile ilgili duasının kapsa­mına almakta; ancak ana-babasını özel olarak anmakta ve İsrâ 24'te ol­duğu gibi ana-baba için özel dua yapılması ilkesine bizzat kendisi uy­maktadır.

v. Hz. İbrahim, güvenlik ve ekonomik meseleleri de duasına kata­rak bizlere her şeyi, yani bütün gücünü sarfettikten sonra Allah'tan bek­lemenin önemini anlatmakta, böylece duanın formülünü de öğretmekte­dir.[23]

 

Allah Cezada Acele Etmez:

 

42. Sakın, Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Sadece Allah onları, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.

43. O gün başlarını dikerek koşarlar; bakışları kendile­rine dönmez. Yüreklerinin içi de bomboş havadır.

44. İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki, zâlimler: 'Rabbimiz' derler, 'bizi yakın bir sü­reye kadar ertele de senin çağrına gelelim, elçilere uyalım!' Peki önceden, sizin için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?

Hz. İbrahim duasını mahşerdeki hesap günü hatırlatması ile bitir­miş, o günde kendisinin, ana-babasının ve bütün müminlerin affını dile­mişti. Duasının sonundaki "hesabın görüleceği gün" ifadesinin açıklan­ması gerekiyordu. İşte Yüce Allah 42. âyetten itibaren bunu açıklamak­tadır.

1. "Sakın, Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma!"

Âyetin bu kısmı veya âyetin tamamı şu anlayışı, kanaati, görüşü veya konuyu cevaplandırmaktadır: "Sanki zâlimlerin yaptıkları kötülük­ler, işledikleri günahlar, çiğnedikleri haklar yanlarına kâr kalıyor. Sanki Allah onların durumunu görmüyor, hem lüks içinde yaşıyorlar hem de sıhhatli bir hayatları var. Dünya nimetlerinden hep onlar istifade ediyor, geçim dertleri yok". Genelde bu düşünce her çağın ezilenlerini, sömürü­lenlerini, fakirlerini ve çaresizlerini meşgul eder ve hemen her fırsatta her zaman ve her yerde bu düşüncelerini soru haline getirirler. Bu düşün-ceye kapılmaması, bu zannı takip etmemesi için öncelikle Hz. Peygam­ber uyarılmaktadır. Aynı emir bizim için de geçerlidir.

Sömürülen, ezilen ve çaresizliğe itilen kitlelerin psikolojisini tedavi edici bir açıklamayı da bağrında barındıran bu âyet, halk-idareci; işçi-işveren, egemen guruplar-aşağı tabakada olanlar arasındaki düşmanlığa varan kıskançlığı da tedavi eder mahiyettedir.

Âyette geçen zâlimler kavramının kapsamına, inkâr edip Yüce Al­lah'ın mesajına karşı bu inkârını eylem haline getiren; toplumlarda hu­kuku kendi menfaatine kullanıp haksız yollarla kazanç peşinde koşanlar; siyâsî erki eline geçirip onu halk kitlelerini ezme vasıtası haline getiren; nihayet halkı ekonomik açıdan sömürüp kul hakkı yiyenler girmektedir.

Genelde bu adamlara bakınca, sanki Allah onları unutmuş gibi gö­rünürler. Her nimetten onlar istifade ederler, her yerde onların dediği geçer; ipten adam indirecek kadar prestij sahibidirler; bir elleri yağda, diğeri balda imiş gibi görüntüleri vardır. İşte bu adamlar inanmıyor veya Allah'a şirk koşuyorlarsa, bu âyetteki zâlimler kavramının kapsamına girmektedirler. Aşağı tabakadan olanlar arasında "bunca kötülüklerine ve günahlarına rağmen Yüce Allah niçin bunları cezalandırmıyor?" sorusu­nu soranlar çıkar. Hatta kimileri onların yerinde olmak için can atarlar. İşte bu âyetiyle Yüce Allah, onların yaptıklarından habersiz olmadığının bilinmesini istemektedir.

Onları hemen cezalandırmamasının sebebi, yine Yüce Allah'ın koyduğu temel ilkedir. Nedir bu temel ilke? Sorunun cevabını hem bu âyetin devamında hem de başka âyetlerde bulacağız.

2. "Ancak Allah onları, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı 6ir güne erteliyor."

Mahşerde dehşet ve hayretin insanı kuşattığı anda, insanın gözleri yerinden fırlayacak gibi olacaktır. İşte zâlimlerin cezası Allah tarafından o güne ertelenmektedir. Çünkü onların yaptıkları zulme bu dünyada veri­lecek olan ceza hafif kalacaktır. Böylece onların cezalandırılmayacağı zannına yer verilmemelidir

Bir taraftan da Yüce Allah mahşerdeki cezanın niteliğini anlatmak­tadır. Bu konuda, yani Yüce Allah'ın ceza vermede acele etmemesini temin eden kendi koyduğu temel prensibi anlatan diğer âyet şudur: "Öyleyse onlar hakkında acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem 19/84). Şeytana uyup kendi kendilerine, başkalarına ve Allah'ın emirlerini yerine getirenlere engel olma mesele­sinde zulmedenlerin cezalandırılmasında yetki acele etmeyen Allah'a aittir.

Allah katındaki zaman anlayışı ile bizim zaman anlayışımız arasın­da büyük fark olduğu için, kâfirlere cezanın geciktiğini zannederiz. Hal­buki Allah için o çok kısa bir zamandır.

"Birisi yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve hiç kimsenin savmayacağı azabı istedi. Melekler ve Ruh, oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar. Şimdi sen güzelce sabret. Doğrusu onlar, o azabı uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görmekteyiz" (Me'âric 70/1-7).

Bilinçli bir şekilde inkâr edip kötülük işleyip insanlara zulmedenle­rin bir çoğunun bu dünyada refah içinde yaşadığı görüntüsü karşısında onların neden hemen ceza görmediğini düşünen biri, onların bu refah durumunun değişip değişmeyeceğini, değişecekse ne zaman değişeceğini merak edip sorabilir; bu değişimin Allah tarafından âdil olarak gerçek­leşmesini de isteyebilir. Me'âric 2'de böylelerinin durumlarının mutlaka değişeceği gündeme getirilmektedir. Bu azap ile olacak köklü değişimin geç kaldığı düşünülebilir ama aslında kısa bir zaman içinde o ceza şek­lindeki değişim gerçekleşecektir. Önemli olan bu konuda sabretmektir.

Demek ki Yüce Allah ya cezayı âhirete erteliyor ya da bu dünyada belli bir zaman veya değişik şartlar altında onu verecektir.

Aslında azabın acele gelmesini refah içinde yaşayan bilinçli inkar­cılar da isteyebilirler (Ra'd 13/6). İşte bu kötülük yapanların değişme ihtimalleri olabileceğinden Yüce Allah cezayı erteleyebilir. Olumlu ma­nada değişim için beklentinin olması cezayı erteletebilir.

Şimdi bu âyetin Hz. İbrahim'in duasından hemen sonra gelmesinin nedenini belirleyebiliriz. Hz. İbrahim kendi dönemindeki müşriklerin kötülüklerine, zulümlerine nasıl sabretti ise, Hz. Peygambere de aynı şekilde davranmasını öğütlemektedir. Çünkü Yüce Allah zâlimlerin yap­tıklarından gafil değil, her şeyi bilmektedir.

3. "O gün başlarını dikerek koşacaklar. Bakışları kendilerine dönmez. Yüreklerinin içi de bomboş havadır."

a) Âyetin bu kısmında geçen mühtı'îne kelimesinin mazi sigası "koşarken boynunu uzatmak" anlamına gelen ve üç harfli kök ka­lıbı heta'a olan ehta'a kelimesidir ve "zelil olarak bakmak, korku ile koşup gelmek" manasına gelmektedir. Âyette geçen el-muhti' kalıbı da, "gözünü baktığı yere dikip zillet içinde, meskenetle bakan, kendini çağırana susarak giden kimse, yaratılıştan boynu aşağı doğru eğik ve yatık olan deve" demektir.

Diğer taraftan mukni'î kelimesi de "başını kaldırarak zillet ve korku ile bakmak" demektir. Demek ki dünyada zulmedenler âhirette başları yukarıya zillet ve korku içinde bakarak kendilerine verilecek aza­ba doğru koşacaklardır.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Neden onlar azaba bu şekilde gide­ceklerdir? Onlar bu dünyada kibirlerinden dolayı hiç aşağıya bakmıyorlardı ki. Başkalarını toz kadar görmüyor, büyüklük taslayarak onlara zulmediyorlardı. Bu dünyada kibrinden burnu havada olanın, öte­ki dünyada da başı havada zillet içinde çağmaya doğru koşacaklardır.

Kamer sûresinin 8. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Davetçiye koşarak giderler." Ama oradaki sahnenin tamamı şöyle anla­tılır:

"Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde kabirlerden çıkarak davetçiye koşarlar. O esnada kâfirler: 'Bu. çok çe bir gündür!' derler" (Kamer 54/7-8).

Yukarı bakarak verilecek azaba doğru yürüme şeklinin Yâsîn 8'de de bir anlatım şekli vardır: "Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayan­maktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır."

Bunun anlamı şudur: Boğazlarına sivri dişleri olan halkalar takıla­caktır. Öteye-beriye, aşağıya baktıklarında halkanın sivri dişleri boğazla­rına batacağından yukarı doğru somurtup bakacaklardır. Bu şekilde mah­şerde çağmanın çağrısına uyup azaplarına doğru koşacaklardır.

Dikkat edilirse boyun ve kafanın durumu bu şekilde anlatılmakta­dır. Bu dünyada etrafına bakmadan, kimsenin durumuna aldırmadan, egoistçe davranıp kötülük yapan, burnunun doğrultusunda etrafını yakıp-yıkarak hareket edenler âhirette etrafına bakamadan zelil, korku ve somurtarak azaplarına doğru koşacaklardır.

Yüce Allah onların bu durumunu bize anlatarak dünyada etrafına bakmadan ezip geçmekten, zulmetmekten ve burnunun doğrultusunda gitmekten caydırma amacını gütmektedir. Anlatımda bu şekilde davran­maktan bir tiksinti uyandırma vardır.

b) "Bakışları kendilerine dönmez."

Başlan dik, yukarı doğru bakıp somurtarak yürüyeceklerdir, aynı zamanda kendilerine de bakamayacaklardır. Bu dünyada nefis muhase­besi yapmayan, kendini eleştirmeyen, kendi iç alemine gözlem yapma­yan, davranışlarını sorgulamayan bu insanlar, mahşerde de kendilerine bakamayacak, bakışları kendilerine dönemeyecektir. Bakmak isteseler de boyunlarına takılan sivri dişli halkalar bakışlarını engelleyecektir.

c) "Yüreklerinin içi de bomboş havadır."

Bu dünyada zulmeden bu insanlar iman etmediklerinden, başkala­rına baskı yaptıklarından ve onları sömürdüklerinden dolayı gönülleri de merhametten boştu. Bu dünyada gönlü iman, sevgi ve merhametten boş olan insanların gönülleri mahşerde de boş olacaktır.

Görüldüğü gibi Yüce Allah beyin ve gönlü gündeme getirerek öte­ki dünyada olacak her şeyin bu dünyadaki beynin ve gönlün kullanımın­dan kaynaklandığına dikkat çekmektedir.

Bu dünyada beyni havada olup somurtanlar orada da somurtacak-tır. Bu dünyada fikirleri ve davranışları ile insanlara diken gibi batan ve zarar verenlerin boynuna dikenli halkalar takılıp kendilerine batacaktır.

4. "İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki,' zâlimler: 'Rabbimiz' der­ler, 'bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin çağrına gelelim, elçilerine uyalım!' Peki önceden, sizin için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?"

Yüce Allah mahşerin özelliklerini anlatmaya devam etmektedir. Bu özellikleri saymasının amacının da uyarı olduğunu söylemektedir.

a) "İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar." Âyetin bu kısmında geçen  en-nâs yani "insanlar" kelimesinden anlıyoruz ki uyarı evrensel olacaktır.

Azabın gelmesi ifadesinden de anlıyoruz ki bu dünyada işlenen bü­tün günahların cezalandırılacağı kesindir. Pişmanlık gelmeden uyarmak bir eğitim faaliyetidir.

b)"Zâlimler: 'Rabbimiz, biz'i yakın bir süreye kadar ertele de senin çağrına gelelim, elçilere uyalım!' derler." İşte mahşerde azabı görünce zâlimler pişmanlık duyacak ve geri dönmek isteyecekler. Kendilerine bir fırsat daha veril­ mesini isteyecekler. Bu fırsatta Allah'ın çağrısına kulak verip gerekeni yapacaklarına ve O'nun peygamberlerine uyacaklarına söz verecekler ama bu pişmanlığın çare olamayacağı burada ve başka âyetlerde belirtil­mektedir.

İşte din eğitimi bir pişmanlık günü gelmeden Allah'ın çağrısına i-cabet etmenin, peygamberlere tâbi olmanın önemini beyin ve gönüllere işlemeli, insanın bu gün yaptıklarının geleceğe yönelik neleri getireceğini açık-seçik anlatmalıdır. 

i. "O günahkârların, Rabb'lerinin huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık' diyecekleri zamanı bir görsen" (Secde 32/12).

ii. "Onlar orada: 'Rabbimiz! Bizi çıkar, önceden yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım!' diye feryad ederler" (Fâtır 35/37).

iii. "(Kişinin) 'keşke be­nim için bir kez dönmeye imkan bulunsa da iyilerden olsam!' diyeceği günden sakının" (Zümer 39/58).

iv. "Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Artık çıkış için bir yol var mı?" (Mü'min 40/11).

Bütün bu âyetler bize şunu anlatıyor: Mahşerde pişmanlık doruk noktasına ulaşacaktır. Bir fırsat daha verilebilmesi için dua edilecek ama bu fırsat yakalanamayacaktır. Yüce Allah bu şekilde yalvaranlara ne di­yecektir? Sorunun cevabı yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 44. âyetin devamında ve başka âyetlerdedir.

c) "Peki önceden sizin için hiç ze­val olmadığına yemin etmemiş miydiniz?"

Yüce Allah onlara dünyadaki bu sözlerini hatırlatacaktır. Çünkü onlar bu dünyada iken öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmişlerdi.

i. "Onlar: 'Allah ölen bir kimseyi diriltmez' diye olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler" (Nahl 16/38).

ii. "Kendi­sine zulmederek bağına girdi ve: 'Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum' dedi" (Kehf 18/35-36).

iii.  "O halde siz, bugününüze kavuşmayı unuttuğunuz için azabı tadın. Gerçekten biz de sizi unuttuk. Şimdi işleyegeldiğinize karşılık olarak ebedîlik azabını tadın" (Secde 32/14).

Pişmanlıkların ardından kâfirler, Yüce Allah'tan bu şekilde cevap alacaklardır. Aklını kullanmamak, düşünmemek, uyarıcıyı dinlememek gibi olumsuz eylemlerin âhiretteki karşılığı cehenneme girmeden önce pişmanlık olacaktır.

"Kulak vermiş yahut aklımızı kullanmış olsaydık şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık, demiş olacaklardır" (Mülk 67/10). İşte orada söylenecek son sözlerden biri de budur. "Hayır, âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştun" (Zümer 39/59) âyeti de Yüce Allah'ın onlara verdiği cevaptır. İşte bütün bu konuşmalar olmadan Yüce Allah Hz. Peygamber'den insanları uyarmasını istemektedir. Bu uyarı geleceğin hayatı için bu dünyayı düzenlemeyi hedef almalıdır. Din eğitimi hem Yüce Allah'ın bu emrini hem de Hz. Peygamber'in uygulamasını yerine getirmelidir. Dünyasını, gelecek olan âhiret hayatı uğruna planlamak müslümanlığın biricik amacıdır.[24]

 

Geçmişten İbret Almak:

 

45. Siz de kendilerine zulmedenlerin yurtlarında otur­dunuz. Onlara nasıl muamele ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misaller de verdik.

46. Kâfirler tuzaklarını kurdular. Onların tuzakları ne­deniyle dağlar yerinden oynayacak nitelikte olsa bile, tuzakları Allah 'in katındadır.

47. O halde sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah mutlak üstün­dür, öç alandır.

 

Ayetlerin analizinden varacağımız neticeler de vardır:

1.  "Siz de kendilerine zulmeden­lerin yurtlarında oturdunuz." Yüce Allah burada siyâsî erkin el değiştir­mesine dikkat çekmektedir.

Daha önce bir ülkede oturan, orada hükümranlık süren halk yanlış işler yaparak toplumlarının yıkılmasına sebep oldular. Yüce Allah onla­rın yerine başka bir halkı getirtti. Önceki halk ya tamamen yok olup gitti ya da elindeki siyâsî erki kaybetmiş oldu. tşte böyle bir değişim ile ülke­ye yerleşen halka Yüce Allah mesajını göndermiştir. Kendilerine zulme­denlerin yurduna yerleşenleri aynı hataya düşünmemeleri için uyarmak­tadır. Onlara demek istemektedir ki, daha önce sosyal ve siyâsî hayatın yaşandığı, hataların yapılıp helakin geldiği ülkenin topraklarında yaşa­maktasınız, bu değişim size bir ders vermeli ve siz de o dersten çok şey öğrenmelisiniz.

2. "Onlara nasıl muamele ettiğimiz size apaçık belli oldu ve size misaller de verdik."

Yüce Allah "aynı sosyal çevre ve koşullarda yaşadıkları halde ah­lâkî değerlere karşı çıkanlara nasıl muamelede bulunduğumuz sizin için malumdur" buyurmuştur. Demek ki âyette daha önceki nesle "nasıl mu­amele yapıldığı" ya da "yapılan muamelenin nasıllığının bilinmesi" is­tenmektedir. Hatta bu "nasıllık" onlara açıkça beyân olmuştu. Böylece âyette "niçin yıkıldılar" ile "nasıl yıkıldılar" meselelerinin bilindiğine dikkat çekilmektedir. Daha doğrusu onlara nelerin yapıldığı yaşamakta olan nesle açıklanmıştı. Sosyal olguların "niçininin" bilinmesi kadar "na-sıllığının" da bilinmesi gerekli ve sebep-sonuç bağlantısı içinde analizleri yapılmalıdır.

Yüce Allah pek çok dînî konuyu misallerle anlatmakta, siyâsî ve sosyal olayları geçmiş toplumların hayatı ile örneklendirmektedir. Mese­lâ Nûh, 'Âd ve Semûd kavimlerini anlatarak, yaşamakta olan toplumlara ve geleceğe ışık tutması gibi. Kendi varlığını, birliğini ve kudretini an­latmak için tabiat olaylarından ve yaratılış kanunlarından örnek vermesi gibi. Hak ile bâtılı anlatırken tabiattaki oluşumlardan örnek vermesi gibi. "İşte biz bu Kur'ân'da üzerinde düşünsünler diye insanların önüne her türlü örnek olayı koy­duk" (Zümer 39/27).

Âhiretteki oluşumlar insan idrâkini aşacağı için insanlar bunları an­lamakta zorluk çekecektir. Böyle anlatımların devamında beşerî dene­yimler seviyesinde terimler kullanarak Yüce Allah insanın algılamasını sağlamaktadır.

3. "Kâfirler tuzaklarını kurdular. Onların tuzakları nedeniyle dağlar yerinden oyna­yacak nitelikte olsa bile, tuzakları Allah'ın katındadır."

a) Âyette geçen mekerû fiilinin öznesi kimdir? Râzî buna iki şekilde cevap verildiğini nakletmektedir. Hz. Peygamber'in toplumunun üzerinde yaşadığı topraklarda daha önce yaşamış olan topluluklardı. Nûh, 'Ad ve Semûd kavimleri gibi. O kavimlerin öne çıkan özelliklerin­den biri, peygamberlerine ve o peygamberlere inananlara hile kurmaları olmuştur. Burada iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın ilişki­sini düşmanlığa döndürüp savaşmalarındaki tuzak ve hileler kasdedilmektedir. Bu tuzaklar öldürmek, yurdundan çıkarmak, ilâhî me­sajı anlatmalarına engel olmak şeklinde tezahür ediyordu.

Bazı âlimler de âyetteki mekerû fiilinin öznesi olarak Hz Muhammed döneminde yaşayanlar olduğunu söylemektedirler. Onlar di Hz. Peygamberi engelleyebilmek için tuzak kurmuşlardı: "Hatırla ki. kir'r.f- seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni yurdundan çıkarmala­rı için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir" (Enfâl 8/30). Bu âyetten anlıyoruz ki tuzak kuranlar Hz. Peygamber'in dönemindeki Mek­ke kâfirleri idi.

Bu âyet aynı zamanda tuzak ve hilelerin ne şekilde planlandığını da açıklamaktadır. Bağlamak, öldürmek veya yurdundan çıkarmak. el-mekr kelimesi, bilinçli bir şekilde tasarlanan tuzak, oyun ve hilelerdir. Şirk ile tevhid inancının mücadelesinde, müşriklerin enine-boyuna tartı­şıp tasarladıkları entrikalar, engeller ve oyunlara mekr denmektedir.

b) "Hileleri Allah katında bilinirken." Onlar tuzak ku­rarken, sanki yanlarında Allah yoktu; sanki Allah onların tuzaklarını bilmiyordu ve onlan cezai andırmayacaktı. Tuzaklarını planlarken insan­lardan gizliyorlar ama Allah'tan gizlemiyorlardı. "İnsanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır" (Ni­sa 4/108).

"Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilen­dir" (Mücâdele 58/7). İşte onlar hilelerini kurarken, tuzaklarını tasarlar­ken, kendi aralarında bunları konuşurken Yüce Allah onlarla beraber idi ve tuzaklarının cezasını da belirtiyordu. Yüce Allah'ın bilgisi onların bütün oyunlarını kapsıyordu; o oyunlar O'nun bilgisi içinde idi.

c) "Onların hileleri nedeniyle dağlar yerin­den oynayacak olsa bile." Bunun anlamı şudur: Kâfirlerin tuzakları, ha­kikate karşı oyunları asla başarıya ulaşamayacaktır. Zira onların tuzakla­rına karşı Allah da tuzak kuracaktır. Allah'ın tuzağının mağlub edilmesi mümkün değildir. İşte burada gerekli olan şey, kâfirlerin kurdukları tuzağın muhatabı olan insan veya insanların imanlarında, davalarını savunmalarında sa­mimi olmalarıdır. Onların gönülleri, Allah'ın, kâfirlerin tuzağını bozma­sını temin edecektir.

Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyete şöyle mana verenler de vardır: "Hilelerinin cezası Allah katında malum iken, onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Halbuki onların hileleriyle dağlar yerinden gidecek değil­di." Bu anlama göre son cümlenin başındaki jl in edatı olumsuzluk anlamındadır. Bizim tercih ettiğimiz anlamda ise söz konusu bu edat şart anlamına gelmektedir. Her iki anlama göre de insanların yaptıkları hile­lerin ve kurdukları tuzakların, sonuçta başarıya ulaşmasının mümkün olmadığı veya mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır.

Âyetin bu kısmında geçen el-cibâl "dağ" kelimesi manidardır. "Dağ" gibi sağlam, sarsılmaz, yerinden söküp atılmayacak olan şey İs­lam dininin değerleridir, ilkeleridir ve inançlarıdır. Tevhid inancı, haklar, sevgi ve diğer değerler de bunlara ilâve edilebilir. Onların entrikaları asla bunları yerinden oynatacak durumda değildir.

"Dağ" kavramının Hz. Peygamber'e yapılan hileler ile yakın alaka­sı düşünülmelidir. Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiklerinde Mek­ke'yi terkedip Sevr dağındaki mağaraya sığınması, onların tuzaklarının o dağda son bulmasına da bir işaret olabilir. Dağların peygamberler tari­hindeki yeri önemlidir. Cûdî dağının Hz. Nûh; Tûr dağının Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn; Nûr dağı ve Sevr dağının Hz. Muhammed'in, Cebel-i Rah-me'nin Hz. Âdem'in hayatında çok önemli yeri vardır.

4. O halde, sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah mutlak üstündür, intikam sahibidir (kimsenin yaptığını yanında bırakmaz)."

Yüce Allah'ın peygamberlerine verdiği söz nedir? Sorunun ceva­bını Kur'ân'in başka âyetlerinde bulmamız mümkündür.

a) "Şüphesiz peygam­berimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahit­lik edecekleri günde yardım ederiz" (Mü'min 40/51). Demek ki Yüce Allah, peygamberleri ve müminleri dünya ve âhiret hayatında koruma altına alacağına dair bu âyette söz vermiştir. Kâfirlerin entrikaları işe yaramayacaktır.

b) "Allah: 'Elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah güçlüdür, galiptir" (Mücâdele 58/21). Yüce Allah kaderde kendine ve peygamber­lerine galip gelme kuralını yazmıştır. Bu yazgı, O'nun vaadlerinden, yani verdiği sözlerdendir.

c)  "Eğer sana hile yapmak isterlerse şunu bil ki, Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" (Enfâl 8/62).

d) "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez" (Tevbe 9/32).

Yüce Allah bu ve buna benzer sözlerinden cayacağına ihtimal vermemesini öncelikle peygamberlerinden, sonra da bütün müminlerden istemektedir. Allah'ın nurunu söndürmeye çalışandan, hakka karşı bâtılı savunup peygambere ve müminlere eziyet edenden, tevhid inancına karşı şirki ve inkârı savunmayı eylemleriyle ortaya koyandan Allah intikamını alacak ve mutlaka galip gelecektir. Bu, Yüce Allah'ın cayması mümkün olmayan sözüdür. Çünkü Yüce Allah kötülere şöyle yer tayin etmiştir: "Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar" (Mücâdele 58/20).[25]

 

Kıyamet Koptuktan Sonra Neler Olacak?

 

48. Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüş­türüleceği ve (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz.

49. İşte o gün, günahkârların zincirlere vurulmuş oldu­ğunu görürsün.

50. Onların gömlekleri katrandandır; yüzlerini de ateş bürümektedir.

51. Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için (onları dirütecektir.) Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk gö­rendir.

52.İşte bu, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşü­nüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.

 

İbrahim sûresinin son âyetleri daha önce, iyi ile kötü. doğ yanlış, hak ile bâtıl, güzel ile çirkin, şirk ile tevhîd inancının mücadelesinde yer alan insanların eylemlerinin sonunun ne olacağına çözüm ge­tirmektedir.

1. "Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği gün."

Yüce Allah, insanların bu dünyada işlediklerinin karşılığını göre­bilmeleri için, iyilerin dünyadaki mutluluktan daha mutlu; kötülerin de dünyadaki cezalardan daha ağırını çekmek için kâinata son verip onu başka bir kâinata dönüştürecektir. Çünkü bu dünyada karşılığı görülme­yen haksızlıklar oluyor; cezalandırılmayan veya cezalandınlamayan kö­tülükler işleniyor. İşte bütün bu eylemlerin karşılığının noksansız verile­ceği bir âlemin kurulması için bu dünya hayatına son verilecektir.

Âyetin bu kısmında yer alan tübeddel kelimesi, "değişim, çe­virim ve dönüşüm" ya da "karşılık olarak değiştirmek" demektir. Bu değişimde yerin ve göklerin şimdiki kanunlarının başka kanunlara dönü­şümü olacaktır. Meselâ: Kıyamet koparken dağların ne olacağı ve yer yüzünün hangi şekle bürüneceği Hz. Peygamber'e sorulmuş ve bu soruyu Yüce Allah şöyle cevaplandırmıştır: "Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini, bomboş bıraka­caktır. Orada ne bir iniş ne de bir yokuş göreceksin" (Tâhâ 19/105-107). İşte yeryüzünün dönüşümünü açıklayan âyetlerden bazıları bunlardır.

Öyle anlaşılıyor ki kıyamet koparken yer başka bir yere; gökler de başka göklere dönüşecek, işte bu dönüşüm kıyametin kendisi olacaktır. Hûd sûresinin 107 ve 108. âyetlerinde de cennet ve cehennemin âhiretteki göklerin ve yerin devam ettiği sürece devam edeceği gündeme getirilmişti.

Âhirette de gökler ve yer olacaktır. O yer ve göklerin bulunduğu yerde cennet ve cehennem kurulacaktır. İşte âhiretteki bu cennet ve ce­hennemin sonsuz olduğunu söyleyebilir miyiz? Daha önce Hûd 107 ve 108. âyetlerin tefsirinde cennet ve cehennemin Allah'ın dilediği kadar uzun süreli olacağını ama sonsuz olamayacağını açıklamıştık. Bunun Kur'ân'dan delillerini de getirmiştik.

2. Ve (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıkacakları (gün)."

Aslında âyetin bu kısmı, kıyamet günü gerçekleşecek olan değişi­min amacını belirlemektedir. İnsanların toplu halde Allah'ın huzuruna çıkmaları ve amellerinin karşılığını görmeleri için bu değişim ya da dö­nüşüm gerçekleşecektir. Yalnız burada Yüce Allah'ın iki sıfatı öne çıka­rılmaktadır:

a) el-Vâhid, "Yüce Allah'ın tek olduğunu, eşi ve benzeri olmadığı"nı ifade etmektedir.

Burada da Yüce Allah kendini tanıtarak öğretim yapmaktadır. Ma­demki âhirette "tek" olan Allah'ın huzuruna çıkılacaktır, öyle ise bu dünyada da O'na şirk koşmak büyük bir hata olmayacak mıdır? Mahşer­de birkaç tane Allah'ın huzuruna çıkılmayacağını göre; bu dünyada tapı­nılan sahte tanrıların mahşere uzanan tanrılıkları olmayacağına göre müşrik olmanın anlamı var mıdır?

b) el-Kahhâr, "her şeye galip, her şey O'nun kudretine yenik ve mahkûm, irâdesine karşı konulamayan varlık" anlamına gelmektedir. Kahrına yerler ve gökler dayanamadığı için değişecekler ve insanlar hu­ zuruna çıkacaklardır.

"Tek" olmak ile "irâdesine karşı konulamamak" arasındaki yakın ilişkiyi görmek gerekiyor. Her şeye galip gelecek olan varlığın "tek" olması gerekiyor. İnsanlar Allah'a eş koşarken her şeyin onun kudretine yenik ve mahkûm olduklarını da bir tarafa atmaktadırlar.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İbrahim 48'den Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini, hiçbir şeyin ondan gizli kalmayacağını ve dünya ve âhiretin iktidarın, yani mülkün ona ait olduğu ilkesine varıyoruz: "O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır" (Mü'min 40/16). İşte bu âyette, kahhâr, "mutlak otorite sahibi olma"yı ifade etmektedir.

Demek ki kıyamet günü yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecek ve bütün insanlar "tek" ve "mutlak otorite sahibi olan Al­lah'ın huzuru"na çıkacaklardır.

3.  "O gün günahkârların zincir­lere vurulmuş olduğunu görürsün." Âyette geçen el-mücrimîn kelimesi "suçlu, günahkâr, cürüm işlemiş kişiler" anlamına gelmektedir. " mükarranîn kelimesi ise "bağlanmış, derdest edilmiş olarak" an­lamına gelmektedir. Bu kelime, "ilişki kurmak, bağlamak, ilâve etmek, birbirine geçirmek" anlamına gelen jy karane kelimesinden türemiştir.

el-esfâd kelimesi de "esir bağlayacak bağ ve bukağı" anla­mına gelen es-safed kelimesinin çoğuludur ve "zincirler, bukağılar" anlamına gelmektedir. Fiil kalıbı "bukağı ile sağlam bağlamak" anlamına gelen safede kalıbıdır.

Günahkârların zincirlere, bukağılara vurulmasının bir anlamı da birbirlerine yaklaştırılmış, birbirlerinden ayrılamaz olmalarıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Günahkârlar da orada niçin zincirlere vurulacaklar­dır? Bu soruya iki açıdan cevap verebiliriz:

a) Bu günahkârlar, dünyada ifade özgürlüğünü, düşünce özgürlü­ğünü, öğretim özgürlüğünü engelleyip kendileri gibi inanmayanları ya yurtlarından çıkarıyor veya zorla kendi inançlarına çeviriyorlardı (İbra­him 14/9-13). Demek ki olar insanların beyinlerine, gönüllerine ve ifade özgürlüklerine zincir vurdukları için, öteki dünyada da onlara zincir vu­rulacaktır. Bu dünyada insan hak ve özgürlüklerine zincir vururken nasıl bir araya gelip teşkilatlanıyor idiyseler, öteki dünyada da zincir vurularak bir araya getirileceklerdir.

Bu dünyada peygamberler Allah'ın mesajını tebliğ edip öğretirken ellerini onların ağzına basıyorlardı, onları engelliyorlardı (İbrahim 14/9). Öteki dünyada bunun cezasını zincire vurulmakla çekeceklerdir. Bu dün­yada insanların hak ve özgürlükleri ile uğraşanlar, öteki dünyada zincire vurulacaklardır.

Buradan şu neticeye varıyoruz: Din eğitimi insan hak ve özgürlük­lerini savunacak, onların korunmasının Allah'a ibadet olduğunu anlata-cak, hürriyetin önde gelen değerlerinden biri olduğunu öğretecek.r..Nir. hak ve özgürlüklerine mâni olmanın âhiretteki cezasını her an hî:caktır.

b) Yukarıdaki soruyu Muhammed Esed şöyle cevaplandınnaktjcır Her kötü eylemin yeryüzünde zincirleme bir reaksiyonu harekete geçir­diğini, her kötülüğün kaçınılmaz olarak ardından başka kötülüğü da^ec ettiği gerçeğini dile getirmektedir.[26]

Demek ki mücrimlerin bu dünyada işledikleri günahlar, suçlar, kö­tülükler birbirini takip eden zincirleme bir reaksiyon ile topluma yanı tüm insanlığa yayılmıştır. Zincirleme olaylarla mikrop gibi başkalarına bulaştığı için, mahşerde onlara zincir vurulacaktır.

Bu zincirleme reaksiyon yaratıp topluma yayılan suçlar neler olabi­lir? Sorunun cevabını verebilmek için Hakka sûresine gitmemiz gereki­yor. Orada zincire vurulup alevli ateşe atılacak olan kişinin suçlan sıralanmaktadır.

i. "Malım bana hiç fayda vermedi" (Hakka 69/28). Bu insan veya insanlar zengin olduklarından mal toplamış ama infafc etme­miştir. İnfak etmediği için fakirliğin zincirleme çoğalmasına sebep ol­muştur. Malını kasalara koyup zincirle kilitleyenlere mahşerde zincir vurulacaktır.

ii. "Saltanatım da benden yok olup gitti" (Hakka 69/29). Bu dünyada siyâsî gücünü veya statü farkını kullanarak insanlara zulmediyor, onların hak ve özgürlüklerini engelliyordu. Hak ve özgür­lükleri engellemekle toplumu kangrene çeviren sosyal hastalığa sebep oluyordu.

iii. "Çünkü o, Allah'a iman etmezdi" (Hakka 69/33). İmansızlık, inkâr kültürü de toplumda zincirleme reaksiyonla yapılan bir hastalıktır; inkâr mikrobunu insanlara bulaştırıyordu ve gö­nüllere zincir vurduğu için, mahşerde de ona zincir vurulacaktır.

iv. "Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi" (Hakka 69/34). Yoksulu doyurmadığı gibi, doyurmayı da teşvik etmezdi. Böylece yoksulluk zincirleme bir hastalık gibi topluma yayılırdı. Böyle zincirleme sosyal hastalıklara göz yuman veya sebep olan, mahşerde zincire vurulacaktır. "Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun" (Hakka 69/32).

Siyâsî erki ve statü farkını kötüye kullanmak; fakirin iniltisini duymamak ve fakirliğin çoğalmasına neden olmak; inkâr edip başkasına bulaştırmak ve yoksullukla ilgilenmemek zincirleme reaksiyonla toplu­ma bulaşan kötü eylemlerdir.

Bu eylemler de âhirette zincirleme karşılık bulacaktır.

4. "Onların gömlekleri katran­dandır; yüzlerini de ateş bürümektedir." '

Bu âyette geçen serâbîl kelimesi, "gömlek, elbise" anlamına gelen sirbâlin çoğuludur. Bu gömlek zift gibi katrandan meydana gelecektir, jyâi kaürân ise ;'ebhel denilen bir ağaçtan alınan sıvı" olup kaynatılarak uyuz develere sürülür. Böylece o suyun yakıcılığı ve kes-kine uyuz yakılmış olurdu.[27]

Peki günahkârlara neden böyle bir elbise giydirilecektir? Mücrim­lerin inkân. işledikleri kötülükler ve günahları kalplerini karartmaktadır. Kararan bu kalpten Yüce Allah âhirette onlara bir gömlek biçecektir. Diğer taraftan mücrimlerin insanlığa verdikleri zararla, yaptıkları zulüm âhirette onlara bir gömlek olarak giydirilecektir. Ayrıca mücrimler bede­nin arzularını takip ederek ruhlarına zulmettiler. Ruhlarına yaptıkları zulümden onlara âhirette bir gömlek biçilecektir.

İnsan hak ve özgürlüklerine engel olmaya çalışan ve bunun uğruna hile ve tuzak kuranların beyinlerinin içinde kurdukları planları âhirette yüzlerine alev olarak dönecektir. Âyette vucûh "yüz" kelimesi, parçayı anıp bütünü kasdetme kuralınca beyni ifade etmektedir. Bu dünyada insanların beyinlerinde tasarladıkları plan ve kurdukları niyet ve onlara göre gerçekleştirdikleri eylemler öteki dünyada ateşe veya iyi iseler nura, yani ışığa dönüşecektir.

a) "Kimlerin de tartıları (sevapları) hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir. Çünkü onlar süreli olarak cehennemdedir-

ler. Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulu­nurlar" (Mü'minûn 23/103-104).

b)"Kıyamet gününde yüzünü azabın şiddetinden korumaya çalışan kimse (kendini ondan emin kılan gibi) midir? Zâlimlere: 'Kazandığınızı tadın' denir" (Zümer 39/24).

c) "O gün yüzüstü ateşe sürük­lendiklerinde: 'Cehennemin elemini tadın', denir (Kamer 54/48).

d) Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) prangalar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap var­dır" (Müzzemmil 73/11-13).

Yorumlarını yapmakta olduğumuz İbrahim 49 ve 50. âyetlerini be­raber düşünürsek yukarıda verdiğimiz diğer âyetleri onlara katarsak şu neticeye varabiliriz.

i. Bu dünyada ruhlarının yücelmesini engelleyen, ruhlarına pranga vurup gelişmesine mani olanlara öteki dünyada da pranga vurulacaktır.

ii. Bu dünyada inanç ve ifade özgürlüğüne; öğrenim hakkına engel olan, baskı yapan, yurdundan çıkaracak, hatta ölümüne gidecek kadar zulüm yapan insanlara âhirette pranga, yani zincir vurulacaktır.

iii. Dünyada yaptıkları kötülükler, iyiye karşı kurdukları tuzaklar ve tasarladıkları kötü planlar öteki dünyada hem gömlek olarak kendile­rine biçilip giydirilecek hem de ateşin alevi olarak yüzlerini dağlayacak-tır.

Din eğitimi, ruhlarının yücelmesini engelleyecek şekilde kendi kendilerine zincir vuranların zincirlerini kıracak ve ruhlarının yücelmesi­ni temin edecek nitelikte yapılmalıdır. Zaten Yüce Allah insanların bu zincirlerini kırmak üzere Hz. Peygamber'i görevlendirmiştir.   

"Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" (Â'râf 7/157).

Din eğitimi, insanların, grupların veya toplumların birbirlerine kar­şı inanç, düşünce ve ifade özgürlüklerinde pranga vurmasını engelleye­cek, insan hak ve özgürlüklerini öne çıkarıp yüceltecek ve insanların beynine kazıyacaktır. Bunu yaparken dünyaya şunu haykıracaktır: İnsan hak ve özgürlüklerinin olmadığı bir sosyal ortamda din yaşayamaz, insan manen gelişip yücelemez ve hayatın mutluluğunu tadamaz.

5. "Allah herkese ka­zandığının karşılığını vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir."

Bu âyeti önceki âyetlerle ilgi kurarak manalandırırsak, buradaki tecziyenin bir ödül değil cezalandırma olduğunu söyleyebiliriz. Ama kelime ödüllendirmeyi de kapsamına almaktadır. Herkes hangi tür amel yaptı ise Yüce Allah onunla onu cezalandıracaktır: Amel iyi ise ödül; kötü ise azap verecektir.

Öldükten sonra dirilmenin amacı budur. Ceza ve ödül olmasaydı öldükten sonra dirilmenin anlamı olmayacaktı. Bu dünyadaki ödül ve ceza insanın amelleri için yeterli değildir. Ayrıca bu dünyada nice suçlar, hukuki bakımdan ceza görememektedir. Haksızlığa uğrayanların hakkını Yüce Allah âhirette alacaktır.

Yüce Allah mahşerde, kısmen de bu dünyada hesabını, yani değer­lendirmesini çabuk yapmaktadır. Bundan şunu çıkartıyoruz: Hukuk ge-cikmemelidir. Geciken hukuk, amacına ulaşamayacak ve insanları tatmin edemeyecektir. Hukuku süratlendirerek işlerliliğini kazandırmak Al­lah'ın sünnetidir. Beşerî manada bunu yapan toplumlar ilâhî sünneti yer­yüzüne indirmiş olacaklardır. Çünkü geciken hukuk, hukuk olmaktan çıkacak, inlemeleri dindiremeyecek ve sonuçta kötülüklerin topluma yayılmasına neden olacaktır.

6. "İşte ya bu, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir."

a) "Bu, insanlara bir bildiridir." Âyetin bu kısmındaki hazâ zamiri nereye gitmekte, yani neyin yerini doldurmaktadır? Bazı

âlimler 'ondan maksat Kur'ân'ın tamamı bazıları da İbrahim süresidir', görüşünü benimsemişlerdir. Ama âyetin devamına baktığımız zaman bu kelimenin, özeli değil de geneli konu edindiği görülmüş olacaktır.

b) Yüce Allah, "bildiri" olarak sunduğu bu şeyin üç amacı olduğu­na da dikkat çekmektedir.

i."Uyarılsınlar." Uyarmak din eğitiminin olmazsa olmaz boyutunu teşkil etmektedir. Uyarıyı yapmak kadar uyandan almak, uyarılmak da önemlidir.

ii. "Allah'ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsin­ler." Demek ki ilâhî tebliğ olan Kur'ân'ın ana amaçlarından biri var ol­manın amacı olan "bilmeyi" gerçekleştirmektir. Çünkü insan bilmenin uğruna yaratılmıştır. Bilmenin ilk merhalesi de Allah'ın tek tanrı oldu­ğunu bilmektir.

Tevhîd inancını insanlığa öğretmek, kabullendirmek ve onu gönül­lere nakşetmek bu tebliğin ana amacını teşkil etmektedir.

Demek ki bilmek, yani bilgi Kur'ân'ın yücelttiği değerlerin başın­da gelmektedir. Allah, bilgiye akıldan sonra ona ikinci sırayı vermekte­dir. Yüce Allah'ın tek tanrı olduğuna inanmadan önce onun bilinmesini istemesi bilinçli bir imanı hedeflemekte olduğunu göstermektedir.

iii. "Akıl sahipleri düşünsünler."

İşte Kur'ân'm bütün açıklamaları insan aklını harekete geçirip dü­şünmesini temin etmeye yöneliktir ve onu birincil amaç olarak almıştır.

Kur'ân tebliğinin burada sıralanan amacının kolaydan zora, daha az önemliden en önemliye doğru sıralandığını söyleyebiliriz. Uyan. bil­mek ve aklını kullanıp düşünmek şeklindeki sıranın en önemlisi sonun­cusudur. O olmadan bilmek olamaz, o olmadan da uyarı bir şeye yara­maz. En önemliden daha aza önemliye doğru sıralanırsa, sıralama aklın: kullanıp düşünmek, bilmek ve uyarmak şeklinde olmalıdır.

Kur'ân'ın tebliğ ettiği bu üç şey aynı zamanda eğitimin tanımını da yapmaktadır. Eğitim, "aklı kullandırıp doğru düşünmeyi öğreten, bilgi aktaran ve uyarıda bulunan bir faaliyettir" şeklinde tanımlanabilir. Butanımdaki unsurlar, aynı zamanda eğitimin amaçlarını da teşkil etmekte­dir.

İster özel anlamda İbrahim sûresi, isterse genel manada Kur'ân'ın tamamı bu tebliğ olarak alınsın, önemli olan tebliğin amaçları olacaktır. [28]

 

İbrahim Suresinden Çıkarılacak İlkeler:

 

1. İbrahim sûresi kitapla başlayıp kitapla bitmektedir. Başlangıç âyetinde insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için kitabın Hz. Pey­gamber'e indirildiği belirtilirken, son âyette de bu kitabın insanlığa uya­rılmaları, Allah'ın tek olduğunu bilmeleri ve akıllarını kullanarak dü­şünmelerini temin etmek için bir tebliğ olduğu gündeme getirilmektedir (âyet: 1, 52). Kitapla başlayıp kitapla bitmesi Yüce Allah'ın, kitabı eği­timin merkezine koyduğu anlamını ifade etmektedir.

2. Bu sûre, mümin ile kâfirin arasında inancın dışında temel farkı belirlemekte, kâfirlerin dünyayı âhirete tercih ettiğini ifade etmektedir. (âyet: 3).

İnsanları Allah yolundan alıkoydukları, peygamberlerin ağzına el­lerini tıkadıkları, yani ifade, eğitim, düşünce ve inanç özgürlüğünü en­gelledikleri ve bu nedenle toplumlarını helake sürükledikleri gündeme getirilmektedir. Böylece toplumların çöküş nedenlerini sebep sonuç iliş­kisi içinde açıklanmıştır (âyet: 3, 9-12).

3. Bu sûrede bir topluma siyâsî erki vermenin dinamiklerinden ba­zısı ele alınmıştır. Allah'ın makamından ve O'nun tehdidinden korkarak tüm işlerini düzenleyenlerin bu iktidara layık olduğu, helak edilecek top­lumun yerine diğerlerinin getirileceği bir sosyal ilke olarak anlatılmıştır. (âyet: 14, 45).

4. Bu dünyada sözleri, düşünceleri, kalemi ile topluma ve insanlığa irinli bilgi içeren, topluma bir çıban gibi rahatsızlık verip irinleştirenlere âhirette irinden su içirilecektir (âyet: 16).

5. Mahşerde, bu dünyada başkalarının etkisi altında kalıp yoldan çıkanlar, Allah'ın huzurunda tartışacak, zayıflar suçu güçlülere atacak­lardır. O aradan şeytan devreye girecek, yoldan çıkardığı insanlardan kendisini kınamamalarını isteyecektir. Bunları anlatırken Yüce Allah, insanın kendi ayakları üzerinde durmasını, kötülerin etkisi altına girme- meşini, kendi iradesine, beynine, gönlüne ve nefsine sahip çıkıp hâkim olmasını insanlardan istemektedir (âyet: 21-22).

6. Temiz, yani doğru, faydalı, iyi ve güzel söz ile bunun zıttı olan yanlış ve kirli sözü karşılaştırırken ağaç örneği verilmiştir. Faydalı ve doğru sözün kökleri mazide, dalları da geleceğin ufuklanndadır. Bu ka­fada olan insanlar ne maziye ne de geleceğe kapalıdırlar (âyet: 24-27).

7. Alış-verişin ve dostluğun olmayacağı gün için müminlerin na­maz kılarak, Allah'ın verdiği nimetlerden gizli ve aşikâr fakirlere ve ka­mu yararına infak ederek hazırlanmaları emredilmektedir (âyet: 31). Bu hazırlanmanın anlamı, âhiret hayatını bu dünyadan düzenlemektir.

8. Yüce Allah, insana sunduğu nimetleri anlatırken, bu nimetlerin sayılamayacağını ve bütün kâinatı insanın uğruna yarattığını, ama insa­nın O'na nankörlük ettiğini vurgulamaktadır (âyet: 34).

9. Hz. İbrahim'in bütün benliğini Allah'a dönerek ve vererek yap­tığı duanın içeriği yine bu sûrede açıklanmakta ve dua yapma metodu öğretilmektedir. Beldenin güvenliği, putlardan sakınmak, neslin eğitimi; kendisinin, ebeveyninin ve bütün müminlerin affı için dua edilebileceği­ne de dikkat çekilmektedir (âyet: 35-41).

10. Yüce Allah'ın, zâlimlerin cezasını bu dünyada neden vermediği konusunda inananların yanlış bir anlayışa kapılmaması için onların aza­bını âhirete ertelediği burada ifade edilmektedir (âyet: 42).

11. Müslümanlara hile kuranların hilesinin başlarına geçirileceği, insan hak ve özgürlüklerine mâni olanların âhirette zincire vurulacaklarıda yine bu sûrenin yer verdiği konular arasında bulunmaktadır. (âyet: 46-50).[29]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/145-146.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/147-151.

[3] Kurtubî, age, IV, 304; Ebû Ubeyde'den nakil.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/151-154.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/155-156.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/156-162.

[6] Kurtubî, age, IX, 519.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/162-171.

[8] Râzî, age, XIII, 516.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/172-192.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/192-195.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/195-199.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/199-201.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/201-205.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/206-207.

[15] Râzî, age, XIII, 540.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/207-214.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/215-216.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/216-223.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/223-227.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/228-230.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/230-234.

[22] TirmizL De'av ât, 1.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/235-249.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/249-257.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/257-262.

[26] Esed, age, s. 512 dip not, 64.

[27] Râzî, age, XIV, 45.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/263-272.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/273-274.