(15)   HİCR SÜRESİ 2

Giriş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Zikir Nedir?. 4

Allah'ın Kur'an'ı Koruması 5

Allah Kuranı Kerim'i Nasıl Korudu?. 6

Meal 7

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 8

Telkih Meselesi 11

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 15

Meal 20

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 20

Meal 23

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 23

Allah Neyle Yemin Eder?. 23

Saul-Mesanî 27

Reşad Halife'nin Hareketi 28

Geçici Lezzetlerden Sakınmak. 29

Meal 30

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 30

Yakînden Maksad Ölümdür 32


(15)   HİCR SÜRESİ

 

Giriş

 

Kur'an'in 15. suresi olan Hicr, 99 ayettir. 87. ayeti Medine'de, diğerleri ise Mekke'de nazil olmuştur. Hicr bir belde adıdır ve su­renin 80-84. ayetlerinde Hicr halkından söz edildiği için sureye bu isim verilmiştir.

Bu sure genel olarak akide, ahlâk, Allah'ın kudreti, ins ve cin-nin yaratılışı ve bazı peygamberler ile ümmetlerinin kıssaları gibi konulan içermektedir.

îbn Ömer ile îbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu sure Mek­ke'de nazil olmuştur. Katade ve Mücahid de bu görüştedirler. Ha­san Basri'ye göre 87. ayet müstesna, surenin tamamı Mekke'de (Hicret'ten önce) nazil olmuştur.

Ed-Dânî ve Tabersi'nin yorumuna göre, bu surede ttseyf. ayeti» ile nesholunmuş beş ayet vardır.

Sure 654 kelime, 2760 harften ibarettir. Surenin bir önceki İbrahim Suresi ile arasındaki münasebet şöyledir:

îki sure de huruf-u mukattaadan «Elim, L&m, Râ» ile başla­maktadır. İki sure de kâfirlerin Kıyamet Günü'ndeki durumlarını tasvir etmektedir. İbrahim Suresi mücrimlerin ahiretteki durum­larından bir kısmını içerirken, Hicr Suresi'nde mücrimlerin bi kısmına dünyada iken gelen azabın bir kısmı bildirilmektedir. Her iki surede de göklerin ve yerin durumuyla ilgili ayetler bu­lunmaktadır. Yine her iki surede de Hz. Peygamber'e teselli veren ayetler mevcuttur ve misaller verilmektedir.

îbrahim ve Hicr Sureleri'nde bu belirtilen hususlardan daha çok, birbiriyle ilişkili bölümler vardır. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Elif, Lam, Râ. Bunlar Kitab'm ve apaçık bir Kur'an'ın ayetleridir.

2- Kâfir olanlar, vaktiyle müslüman olsalardı diye çok ha-yıflanacaklardır.

3- Onları bırak, yesinler, eğlensinler ve boş emeller kendi­lerini oyalasın. (Nasıl olsa) ileride bileceklerdir.

4- Kendisi için  mutlaka bilinen  bir yazı olmaksızın, biz hiçbir ülkeyi helak etmedik.

5- Hiçbir toplum  (millet)  ecelini geçemez, ondan geri de kalamaz.

6- Dediler ki:  «Ey kendisine zikir indirilen! Sen mutlaka bir mecnunsun».

7- «Eğer doğru söyleyenlerdensen, bize melekleri getirse-ne!»

8- Biz melekleri ancak hak ile indiririz. İşte o zaman on­lara mühlet verilmez!

9- Kuşkusuz ki zikri biz indirdik ve elbette onu yine biz koruyacağız.

10- Andolsun senden önce de, evvelki topluluklar arasına elçiler gönderdik,

11- Onlara herhangi bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla alay ederlerdi.

12- İşte biz onu böylece suçluların kalbine sokarız.

13- Daha önce yaşayanların adeti geçtiği halde onlar, ona inanmadılar.

14- Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan yukarıya çı­kacak olsalardı;

15- Yine de «Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü. Biz bü­yülenmiş bir kavimiz» derlerdi. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Elif, Lâm, Râ. Bunlar Kitabın...» Ayetin Tefsiri

ttTilke» kelimesi, Hicr Suresi'ne işaret etmektedir. Yani şanı yüce olan bu sure, Kâmil ve Kitab ismiyle tahsis edilmiş Kitab'ın ve aynı zamanda apaçık olan Kur'an'ın ayetlerindendir.

«Kur'an» lâfzı, sıfatı olarak getirilen «Mübin» kelimesi ile bir­likte satırlarında hükümlerin bulunduğu kitab veya doğru yolu eğriden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırdeden ya da mânâ­ları apaçık, mucize oluşu ortada olan Kur'an anlamına gelir.

«Mübin» kelimesi «Mübeyyin» şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde «Açıklayan» anlamına gelir.

Kur'an'ın şanım yüceltmek İçin Allah Teâlâ onu, hem «Ki­tab», hem de «Kur'ann vasfıyla tesmiye etmiştir. îlk vasfıyla onun ilâhî kitaplar cinsinden olan kemâl sıfatlarını kapsadığına ye do­layısıyla adeta tüm kitapları muhtevi olduğuna, ikinci vasfıyla da diğer kitaplardan üstün ve mümtaz bulunduğuna işaret etmek­tedir.

Bazı müfessirlere göre «Kitab» kelimesiyle kastedilen, «Levh-i Mahfuz»duT. Nitekim Nemi Suresi'nin başlangıcı da buna benzer.

Ancak bu ayette önce «Kitab», sonra da «Kur'an» vasfı zikredil­miştir. Nemi Suresi'nde ise önce «Kur'an», sonra da «Kitab» vas­fı zikredilmiştir. Aradaki farkın sebebini tafsilatıyla öğrenmek için Razi'nin ve Alusi'nin tefsirlerine başvurulabilir.

Zemahşeri, «Tilke» lâfzının Hicr Sûresi'nin içerdiği mânâlara işaret ettiğini söyler. Kitab ve üzerine atıf yapılan Kur'an kelime­leri ise Hicr Sûresi'nin muhtevasından ibarettir. Nemi Sûresi'nde-ki «Kitab» lâfzı ise, ya «Levh-i Mahfuz» ya bu sure ya da Kur'an' dır. Yani o, Nemi Suresi'ndeki «Kitab» lâfzı için üç vecih zikre­derken, burada sadece bir vecihle iktifa etmektedir.

Kelimeyi elif-îâm ile (marife) getirmek azametin bir çeşidi iken, nekra getirmek de başka bir çeşididir. Maksad iki azameti biraraya getirmek olduğundan Allah Teâlâ, «Kitab» lâfzım marife, «Kur'an» lâfzını ise nekra getirmiştir. Burada da, Nemi Suresi'nde de marife kelime nekra kelimeden önce getirilmiştir. Her iki yer­de de marife olan kelimelerin Önce getirilmesi, onların şanını daha yüceltmek içindir.

Bazı müfessirlere göre, «el-Kitab» ile kastedilen Tevrat ve İn­cil, «Kur'an» ile kastedilense, Hz. Muhammed'e (s.a) nazil olan kitaptır. îbn Cerir et-Taberi, bu görüşü Mücahid ve Katade'den rivayet etmektedir. «EUBahr'uUMuhit» adlı tefsirinde Ebu Hay-yan, bu takdirde «Tilke» ile Kitab'm ayetlerine işaret edildiğini söylemektedir.

(2) «Kâfir olanlar vaktiyle müslüman olsalardı.,.»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, iman edilmesi gereken şeyleri inkâr edenler, aynı hususlara iman etmeyi, onlara teslim olmayı çoğu kez temenni ede­ceklerdir.

Bazı müfessirlere göre, burada sözü edilen «küfür», onların Kur'an'ı ve onun Allah katından geldiğini inkâr etmiş olmalarıdır. Onların çoğu kez temenni etmeleri, Kur'an'ın hükümlerine inki-yadı temenni ettiklerini gösterir. Bu ayet açıkça göstermektedir ki onların inkârı, «kilfr-i cuhudi» dir. Bu temenni, Kıyamet Gü-nü'nde asî müminlerin cehennemden çıktıklarını gördükleri anda vuku bulacaktır.

îbn Abbas ile Enes'ten rivayet edildiğine göre, bu iki sahabi mezkûr ayeti müzakere ederek şöyle demişlerdir:

«Bu temenni, Allah'ın müslümanlardan olan günahkârlar ile müşrikleri cehennemde biraraya getirdiğinde vuku bulacaktır. O zaman müşrikler günahkârlara «İbadetiniz sizi kurtaramadı» der­ler. Onların bu sözü üzerine gazaba gelen Allah Teâlâ da fazl ve rahmetiyle günahkârları cehennemden çıkarır. (îbn Mübarek, İbn Ebi Şeybe, Beyhakî)

Tabarani ile tbn Merduveyh'in sahih bir senetle Cabir b. Ab-dullah'tan rivayet ettiklerine göre, Hz, Peygamber şöyle buyur­muştur:

«Ümmetimden bazı kimseler, günahlarından dolayı azap gö. receklerdir. Allah'ın dilediği kadar cehennemde kalacaklar, sonra müşrikler kendileriyle, «Tasdikinizin size bir yaran olduğunu ni­çin görmüyoruz?» diye alay edecekler. İşte o zaman  hiçbir mu-vahhid kalmaksızın  Allah Teâlâ hepsini ateşten çıkaracaktır.

Bu sözlerinden sonra Hz. Peygamber Cs.a) mezkur ayeti oku­muştur. (Bu hadisi, Hz. Ali, Musa el-Eş'ari ve Ebu Said el-Hudri'den birçok ravi rivayet etmişlerdir ve hepsi de merfu hadislerdir. Ayrıca bu hadis, birçok selef-i salihinden de nakledilmiştir).

Dahhak, «Bu, dünyada, ölüm anında iken kâfirlere küfrün ve-hameti görüldüğünde vuku bulur» demiştir.

îbn Mesud'a göre, bu ayet Kureyş kâfirleri hakkında nazil ol­muştur. Onlar bu temenniyi Bedir Günü'nde müslümanların galip geldiklerini gördüklerinde yapmışlardı.

Yine İbn Mesud ve birçok sahabiden rivayet olunduğuna gö­re bu temenni, müşriklerin boyunları vurulduğu ve cisimleri ateşe arzedildiği zaman vuku bulacaktır.

İbn'ul-Enbari'ye göre, müslümanın selim kaldığı ve kafirle­rin azaba duçar olduğu her durumda ,bu temenni kâfirlerden su­dur eder.

«Rûbe» kelimesi şeddeli de, şeddesiz de okunur. Aslında azlık mânâsını ifade etmek için va'zedilmişse de, bazen çokluk için de kullanılır. «Rûbe» kelimesinin Arap dilindeki kullanımı yaygın ol­masına rağmen, Kur'an'da sadece bu ayette geçmektedir. Bu keli­menin ifade ettiği mânâ hususunda çeşitli görüşler vardır.

1. Daima «azlık» için kullanılır. Bu çoğunluğun görüşüdür. El-Basit isimli eserde, Halil, Sibaî, Ahfeş, Mazenî, Farisî Müber-rid, Kisaî, Perra ve Hişam'm bu görüşte olduğu söylenilmiştir.

2. Daima «çokluk» için kullanılır. El-Ayn'in sahibi îbn Du-ruşteveyh ve bir grup bu görüştedir. Bu görüş aynı zamanda Ha­lil'den de rivayet edilmiştir.

3. Suyutî, Farabî'ye uyarak çoğunlukla <cRûbe»nin azlık, ba­zen de çokluk için kullanıldığını söylemiştir.

4. Bunun tam zıddı bir görüşe göre, kelime çoğu zaman çok­luk, bazen de azlık için kullanılmıştır. Bu görüş «Teshil» de ke­sinlikle ifade edilirken, İbn Hişam, el-Muğni adlı eserinde bu gö­rüşü benimsemiştir.

5. Hem azlık hem de çokluk içindir. Hiçbiri, bir diğerine ga­lip değildir. Bu görüşü Ebu Hayyan, müteahhirin alimlerinin ba­zılarından rivayet etmiştir.

6. «Bübe» kelimesi ne azlık ne de çokluk için va'zedilmemiş-tir. Aksine ispat harfidir. Ancak çokluğa da azlığa da delâlet etmez. Çokluk ve azlık onun dışındaki bir karineden anlaşılır.

7. Bu kelime iftihar yerlerinde çokluk, diğer yerlerde ise az­lık için kullanılır. Bu görüş el-Alem ile İbn Seyyid'e aittir.

8. Bu kelime adetin mübhemi için kullanılmıştır. «Rûbe»den sonra gelen «771a» harfi (Rûbema) kaffe harfidir. Yani «Rûbe»yi amelden meneder. Ve  «Rûbeaiân fiili mazinin başında gelmesine neden olmuştur. Çünkü çokluk veya azlık ancak smın bilinen hu­suslarda olur. Gelecek ise bizim meçhulümüzdür. Bazen de bu ayette olduğu gibi fiili muzariye de dahil olur. Bazen de cümle, is. mine dahil olur.

Bu kelimenin ifade ettiği mânâ üzerinde ihtilaf edilmiştir. Bir gruba göre, azlık belirtir. Yani kâfir olanlar bazen müslüman ol­mayı temenni ederler. Rivayetlerden de anlaşılan budur. Nitekim daha Önce de belirttiğimiz gibi, müslümanların asileri cehennem­den çıktıkları zaman onlar bu temennide bulunurlar.

Bazılarına göre «Rûbe»xân sonundaki «Ma»6a şiddet anlamı vardır. Yani kâfirler şiddetli bir şekilde temennide bulunmaktadır lar. Fakat daimi bir şekilde mutlak temenni vardır.

(3) «Onîart bırak, yesinler, eğlensinler...» Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki hitap, önce Hz. Muhammed efendimize, sonra da tüm müminleredir. Böyle bir emirle kastedilen; «Onlar ile şehvet­leri arasından çekil! Çünkü uyarma ve nasihat onlara hiçbir ya­rar sağlamamtştır. Onları kendi hallerine bırak! Yesinler, eğlen­sinler, dünyalanyla oyalansınlar» demektir.

«Yesinler» ibaresinin «eğlensinler/faydalansınlar» ibaresin­den önce zikredilmesinin nedeni, onların dünya nimetlerinden yararlanmalarının hayvanlannkinin kabilinden olduğunu ortaya koymaktadır. Hayvanlar yiyecek ve içeceklerden nasıl faydalanı­yorlarsa, bunlar da aynı şekilde faydalanmaktadırlar.

«Boş emeller kendilerini oyalasın» ifadesinde geçen «emel» kelimesi uzun yaşamayı hayal etmek, ihtiyaçların tamamını elde etmeyi ve durumların müstakim olmasını ummak, sonuç itibarıy­la hayırla karşılamayı beklemek demektir. îşte bu emel, onları iman ve taat ya da varacakları noktayı düşünmek hususunda meş­gul etmektedir.

«(Nasıl olsa) ileride bileceklerdir»; yani ahirette bileceklerdir. Veyahut dünyada iken, yaptıklarının sonucunu, zilleti, öldürülme­yi, tutsak olmayı kendi gözleriyle görecekler, ahirette de ebedî aza­bı müşahade edeceklerdir.

Bu ayet, hayvanî bir şekilde lezzetlere dalmanın, nimetleri sa­çıp savurmanın yanında ahirete hazırlanmamanın felaha ulaşmak isteyen kimselerin ahlâkından olmadığını göstermektedir. Nitekim Hasan Basri'den gelen bir rivayette; «Bir kul, emelini uzattıkça ameli kötüleşir» denilmektedir.

Amr b. Şuayb'tan rivayet olunduğuna göre; «Bu ümmetin ev­velinin (Ük müslümanların) salahı, zühd ve yaTdn ile oldu. Sonu ise cimrilik ve tul-î emel üe helak olacaktır». (îmam Ahmet, Zühd; Tabarani, Evsat; Beyhakî, Şuab'ul-îman).

Bazı eserlerde Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmektedir: «Ben sizin için iki husustan korkuyorum. Birincisi; Tul-î emel, ikincisi; Hevaya tabi olmak. Çünkü TuUî emel ahireti unutturur, hevaya tâbi olmak da insanı haktan uzaklaştırır».

(4) «Kendisi için mutlaka bilinen bir yazı olmaksızın...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet onların azabının geciktirilmesindeki sırrı açıkla­maktadır.

«Karye» ile kastedilen herhangi bir kasaba veya şehirdir. Ya­ni, hiçbir (şehir, ülke veya) kasaba yoktur ki onu helak ettiğimiz­de onun için bir yazı olmasın. KendisiniC veya kâfir halkını) batır­dığımız ya da halkını helak ettikten sonra boş bıraktığımız hiçbir kasaba yoktur ki, onun için takdir edilmiş Levh-i Mahfuz'da yazıl­mış bir ecel olmasın! O ecel malumdur, unutulmaz. Ondan gaf­let edilmez.

«Kitab» kelimesi, takdir edilmiş ve Levh-i Mahfuz'da yazılmış ecel, zaman demektir. Gerek arazisini yere geçirmek veya halkını yoketmek suretiyle ya da başka afetlerle helak edilen ülkelerin hiçbirisi körü körüne, tesadüfi olarak yokedilmiş değillerdir. An­cak Allah tarafından tayin ve takdir edilmiş Levh-i Mahfuz'da ya­zılmış, unutulmaz bir yazı gereğince yok olmuşlardır. Anlaşıldığı gibi devlet ve milletlerin de tıpkı fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır. Fertler de doğar, gelişir, ihtiyarlar. Nihayet doğ­duğu   gibi devletler de kurulur, gelişir ve sonunda Allah'ın takdir ettiği gün gelince, yıkılıp tarihe karışırlar. Fertler gibi bunla­rın da bazıları uzun, bazıları kısa ömürlü olurlar.

(5) «Hiçbir toptum (millet) ecelinin önüne...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani helak edilmiş veya gelecek olan toplumlardan hiçbiri yoktur ki ecelini geçsin. Öyle ki o toplumun helaki muayyen zaman gelmezden önce vuku bulmaz. Yine bu ayet, ölen veya öldürülen bir kimsenin ancak eceliyle öldüğüne delâlet eder. însanın ecelin­den önce öldüğünü söyleyen yanılmıştır.[3]  

(6) «Dediler ki; Ey kendisine zikir indirilen...» Bu Ayetin Tefsiri

«Zikir» ile kastedilen Kur'an'dır. Kâfirler Kur'an'm herhangi bir ayetinin Allah tarafından gönderildiğine inanmadıkları halde Hz. Peygamber'e bu şekilde, yani alay olsun diye hitap etmişler­dir.

«Sen mutlaka bir mecnunsun!» demekteki maksatları, böyle­sine büyük bir iddiada bulunan bir kimsenin kesinlikle deli olma­sı gerektiğine inanmış olmalarıdır. O halde Hz. Muhammed mu­hakkak mecnun olmalıdır. Nitekim bir insandan sadır olması çok uzak olan bir konuşmayı dinleyen bir kimse, ona «sen delisin» der.

Bazı müfessirlere göre, Hz. Peygamber'e vahiy geldiğinde, adeta bayılıyormuş gibi bir duruma girdiğinden dolayı, onlar Hz. Peygamber'e böyle söylemişlerdir. Ancak ilk yorum, konum itibanyla daha uygundur. Nitekim Araplar şairlerin cinlerden ilham (vahiy) aldıklarına inanırlardı. Hz. Peygamber de fesahat ve be­lagat bakımından şiir ve nesirden daha üstün bir Kitab ile hu­zurlarına çıktığı için, ona bazen «mecnun», bazen de «şaiı» derlerdi. [4]

 

Zikir Nedir?

 

Kur'an'da «zikir» kelimesi 52 ayette geçmektedir.

«Zikir» kelimesi şu ayetlerde «Kur'an» anlamında kullanılmıştır.

Al-i İmrân: 58, A'raf: 63, 69, Yusuf: 104, Hicr: 6, 9, Nahl: 44, Enbiya: 2, 7, Furkan: 18, 29, Şuara: 5, Yasin: 11, 69, Sâ'd: 8, Fus-silet: 41.

Bu kelime, bazı ayetlerde ibadet, bazı ayetlerde Allah'ı anmak, hatırlamak ve yüce isim ve sıfatlarından birini söylemek anlamın­da da kullanılmıştır. Mesela Bakara Suresi'nin 200. ayeti bu husus­ta bir örnek olarak verilebilir.

Hz. Peygamber'e «Sen bir delisin» diyen müşriklerin bu sözü söylemede takip ettikleri kimse, Firavunudur. Çünkü o, Hz. Musa hakkında, «Kesinlikle size gönderilen peygamberiniz delinin teki-dir« demiştir.

(7) «Eğer doğru söyleyenîerdensen, bize...» Bu Ayetin Tefsiri

«Levmâ» lafzı, tıpkı «Levlâ» gibi iki mânâdan birisi için kul­lanılır. Ya bir şeyin varlığı için başkasının yokluğu veya tahdid için. Yani, «Niçin bize melekleri getirmiyorsun? O melekler senin peygamber olduğuna şahitlik etsinler ya da tebliğ hususunda sana yardımcı olsunlar veyahut seni yalanlayanlara ceza versinler!». Ni­tekim daha önce de peygamberlerini yalanlayan ümmetler için böyle melekler gelmişlerdi.

(8) «Biz melekleri ancak hak ile indiririz...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada, «Biz» şeklindeki ifade «Ben» anlamında ve tazim için kullanılmıştır. Hz, Peygamber'in onların sözlerine cevap vermesi, inat ve taassupları dolayısıyla sadır olan isteklerini geri çevir­mesi için, Allah Teâlâ bu sözü peygamberine telkin etmiştir.

«Biz melekleri ancak hak ile indiririz»; yani hikmet nasıl ge­rektiriyorsa öyle indiririz. Hikmeti teşriyye ve tekviniyye  denil­diği gibi inen meleklerin beşer suretinde olmasını ister. Beşer suretinde gelen melekler beşerden şüpheye düştükleri gibi, onlarda da şüpheye düşülmesini gerektirirler. Nitekim bir ayette, «Eğer bîz onu melek ktîsaydık, yine bir kişi kılacaktık. Onların üzerinde kapalı olanı, yine üzerlerine kapalı olarak bırakacaktık» buyurul-muştur.

«îşte o saman onlara mühlet verilmezdi»; yani onların isteği­nin tam tersi olacak ve zarar hemen oluşacaktır. Adeta Allah Teâ­lâ bu ayette, «Biz onlara melekleri sadece erkekler suretinde indir­dik. Çünkü bu hikmetin gereğidir. Fakat bu takdirde onlar, yine şüpheye düşerlerdi ve bunun hiçbir yaran olmazdı. Ayrıca biz melekleri indirdiğimizde de artık onlara herhangi bir mühlet de vermezdik. Yani meleklerin inmesiyle onlar zarar görürlerdi. Çün­kü onları o zaman derhal helak ederdik. Nitekim daha önceki Üm­metler hakkında da bizim adetimiz buydu. Onlara istedikleri mu­cizeyi getirdikten sonra, eğer buna rağmen iman etmeseler, hemen ardından onlara azabı getirirdik. Biz onların zaten iman et­meyeceklerini biliyoruz». Mânâ şöyle de anlaşılabilir: «Biz melek­leri ancak beşer suretinde indiririz. Bu hikmetin gereğidir. Melek­ler bu suretle indikleri için onlar iman etmezler ve o zaman da artık kendilerine mühlet de verilmeyeceği için hemen helak olur­lar».

îbn Cerir ve Îbn*ul-Münzir, Mücahid'den «el-Hak» kelimesi­nin yorumuyla ilgili olarak, bunun «risalet ve azap» olduğu şek­linde bir rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayete göre, ayetin mânâ­sı şöyle anlaşılır: «Biz melekleri ancak elçilik ve azap maksadıyla göndeririz .Şayet melekleri müşriklerin üzerine indirseydik artık onlara mühlet verilmezdi. Çünkü onlara peygamberlik indirilme­si burada sözkonusu değildir». Böylece meleklerin azapla gelecek­leri kesinlik kazanmış olmaktadır.

Maverdfye göre, «Hak» kelimesi burada sadece «risaletfelçi­lik» anlamındadır. Hasan Basri'ye göreyse bu kelime sadece «azap» anlamındadır. Bu rivayet mânâ yoluyla İbn Abbas'tan da nakledil­miştir. Yani, «Biz melekleri sadece kendisinde takdim-tehir olma­yan azapla indiririz».

İbn Atiyye*ye göre, «Hak» kelimesi burada vacip olan, vahiy­den muhakkak olan ve Allah'ın kullan için irade buyurduğu men­faatlerden ibarettir. Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle anlaşı­lır: «Biz melekleri sizin istediğiniz gibi değil, sadece vahiy ve ya-rarı gerektiren bir hakla indiririz. Eğer melekleri indirirsek, on­dan sonra azap hususunda size mühlet verilmez. Çünkü bizim sün­netimiz (adetimiz) mucize isteyen ümmetlere, istedikleri verildik­ten sonra,  inanmazlarsa  onları helak etmektir».

Zemahşeri'ye göre anlam şöyledir: «Biz melekleri ancak hik­met ve maslahatla indiririz. Meleklerin size apaçık gelmeleri, sizin onları görmeniz, peygamberlerin doğruluğuna dair şahitlik yapmalan sizin için hiçbir hikmet taşımamaktadır. Çünkü siz bu du­rumda peygamberi artık mecburen tasdik edeceksiniz. Yani ima-nvmz îztırari olacaktır». Zemahşeri'nin bu yorumu, meleklerin gerçek suretleriyle indirilmesine binaendir.

Kadı Beyzavi'ye göre, onların hikmete aykırı olan inişleri, be­şer suretinde indirilmeleridir. Çünkü onlar eğer insanların göre­ceği bir surette gelirlerse, bu onlan daha fazla şüpheye düşürür ve bunun hiçbir hikmeti de olmaz.

Bazı müfessirlere göre, ayetin yorumu şöyledir:

«Meleklerin indirilmesi ancak hak ve maslahat icabıdır. Allah Teâlâ o kâfirlerin halinden bilmiştir ki eğer onlara melek gönder­se bile onlar yine de küfürlerinde ısrar edeceklerdir. Böylece on­ların indirümesi abes ve bâtıl olum.

Tüm bu görüş ve yorumların tenkidleri ve o tenkidlerin ce­vaplan Alusî'nin ve Ebu Hayyan'ın tefsirlerinde vardır. Daha fazla bilgi edinmek için bu tefsirlere başvurulabilir.

Kafirlerin Kur'an'ı inkâr ve peygamberle alay etmelerini red­detmek ve Hz. Peygamberi (s.a) teselli etmek amacıyla, bir son­raki ayet nazil olmuştur, [5]

 

Allah'ın Kur'an'ı Koruması

 

(9) «Kuşkusuz ki zikri biz indirdik ve yine...»Bu Ayetin Tefsiri

«Zikir» ile kastedilen Kur'an'dır. Allah Teâlâ adeta şöyle bu­yurmaktadır:

«Biz şanımızın yüceliğiyle, onların inkâr ettikleri veya sana inenleri reddettikleri Kur'an'ı gönderdik. Kesinlikle onu tahrif­ten, fazlalık ve eksiklikten koruyan biziz».

Allah Teâlâ'nm «onu hıfzetmesi»nhi anlamı iztihza edenlerin, yalanlayanların bu yaptıklarının onda hiçbir etki yapmadığıdır.

Hasan Basri'ye göre, onun hıfzı, içindeki ahkâmın Kıyamet'e kadar baki kalmasıdır.

Birçok müfessire göre, onun hıfzı (korunması) ile kastedilen onun her zaman için muciz olmasıdır ve onu her türlü eksiklik, fazlalık, tahrif ve tebdilden korumaktır.

Allah Teâlâ hiçbir kitabını, Kur'an gibi zikretmemiştir. Daha Önceki kitaplarını, rahiplere ve ahbarlara, yani alimlere hıfzettir­diği için onlar tahrif edilmiştir. Oysa Kur'an'ı bizzat kendisi koru­muştur. Bu bakımdan Kur'an başlangıçta da, sonuçta da mahfuz bir kitaptır.

Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde buna işaret ederek şöyle der:

«Bu ifade, Hz. Peygamberi (s.a) yalanlayanlar için sevkedil-miş, «Biz zikri indirdik» cümlesiyle de cevap tamam olmuştur, O halde ikinci cümleye ne ihtiyaç vardı? İkinci cümlenin getirilme­si onun başta da sonda da Allah tarafından korunduğunu ispat etmek içinse eğer, güzel olur. İlk cümle her ne kadar onların iti­razının reddi için getirilmişse de mücerret bir dava gibidir. Onun için sanki, «Eğer Kur'an bizim katımızdan olmasaydı, eksiklik ve fazlalıktan korunmuş olarak kalamazdı. Diğer sözlere yapıldığı gibi, ona da ilaveler, çıkartmalar yapılırdı» denilmek istenmiştir. Onun eksiklik ve fazlalık taşımasının sebebi nazmının muciz olmaşıdır. Ona bir şey ekleme veya ondan bir şey çıkarma imkânı yoktur. Aksi takdirde onun icazına halel gelir. Bu yorumda atfın uygunluğuna işaret vardır».

Kadı Beyzavî, bu ayeti îmamiye mezhebine mensup bazı kim­selerin «Kur'an'a eksiklik ve fazlalık girmiştir» şeklindeki sözle­rinin fasid olduğuna dair delil getirmiştir. Fahreddin Razî ise, Beyzavi'nin bu delilinin zayıf olduğunu söylemiştir. Çünkü bu bir şeyi, kendisiyle ispat kabilinden olmaktadır. Zira eksiklik veya fazlalık olduğunu iddia eden zavallılar, «Bu ayet de ziyadelerden­dir» diyebilirler. Bu miktarda icazın var olduğunu söylemek te bir delile muhtaçtır. «Kelam* - Lafzısmn, hadis (sonradan olma) oldu­ğunu söyleyenler bu ayete itibar etmişlerdir. Bizim arkadaşları­mızdan (Eş'arilerden) bazıları, bu ayeti, besmelenin her surede bir ayet olduğuna dair kuvvetli bir delil olarak görmüşlerdir. Çünkü Allah Kur'an'ı koruyacağını va'detmektedir. Onun korunması, ek­siklik ve fazlalıktan korunması olmadıktan sonra, bir mânâsı kal­maz. Eğer besmele Kur'an'dan olmasaydı, «Tağyir'den korunmuş Kur'an» olmazdı. Yine fazlalıktan da Kur'an korunmuş olmazdı. Eğer besmeleyi sahabenin fazladan koydukları zannedilecek olur­sa, o zaman sahabenin eksiklik de yapmış oldukları zannı ortaya çıkmış olur ki bu da Kur'an'ın hüccet olmaktan çıkmasına yol açar.[6]  

Alusî, İmam Razi'nin bu ifadesine öfkelenerek; «Bu istidlal, değil, akılsızlıktır deseydi daha evla olurdu» demektedir. [7]

 

Allah Kuranı Kerim'i Nasıl Korudu?

 

Kur'an-ı Kerim'i Allah Teâlâ'nın nasıl koruduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.

Bazılarına göre Allah Teâlâ'nın, Kur'an'ı muciz Ve beşer ke­lâmına mubayin olarak kılması, onu koruması demektir. Böylece insanlar onda eksiklik veya fazlalık yapmaktan aciz kalırlar. Eğer onda eksiklik veya fazlalık yapabilirlerse, Kur'an nazmı bo­zulur. Oysa bu fazlalık veya eksikliğin Kur'an'dan olmadığı ,tüm akıl sahiplerine görünmüş olur. Kur'an'ın muciz olması, şehri ko­ruyan sur misali onu korumaktır.

Bazılarına göre Allah Kur'an'ı korumuş; yani insanlardan herhangi birinin ona muarız bir söz etmesi için kendisine güç ver­memiştir.

Bazılarına göre, Allah insanları Kur'an'ı iptal ve ifsaddan aciz bırakmıştır. Onu ezberleyen sürekli müzakere ve onu her yerde tüm kâinata ilan edecek kimseleri var etmiştir.

Bazılarına göre, Kur'an'ın korunmasıyla Kastedilen, Kur'an'in bir harfini değiştirmek veya fazladan bir nokta koymak istenmesi durumunda, dünya ehlinin onlara «Bu yaptığın iftiradır, Allah'ın kelâmını tağyir etmektir» demesidir. Nitekim büyük bir alim te­sadüfen bir yanlış, bir hazf ya da bir harfte yanlış okuma yapsa, ders okuttuğu çocuklar bile, ona «Ey alim sen yanüdın, onun doğ­rusu şudur» derler. îşte bu, «Elbette onu yine biz koruyacağız» ifadesinden anlaşılmaktadır.

Kur'anin korunması hususundaki titizlik hiçbir kitaba nasip olmamıştır. Hiçbir kitap yoktur ki hiç değilse bir kısmı tağyir ve­ya tahrif edilmemiş olsun.

Kur'an'ın mahfuz olması, her türlü tahriften salim bulunma­sı, hem mülhidlerin hem de Yahudi ve Hıristiyanların şiddetli sal­dırılarına rağmen, böyle bir iddianın ispatlanamaması, onun en büyük mucizelerindendir. Allah Teâlâ asırlar önce Kur'an'ı koruyacağını bildirmiştik Bu gaybî bir ihbardır ve kahir bir mucize­dir. [8]

Bazı müfessirlere göre, «Elbette onu yine biz koruyacağız» cümlesinde geçen «onu» (Lehu) zamiri Hz. Peygamber'e racidir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette «Allah seni insanlardan ko­ruyacaktır» diye buyurmuştur.

(10-11) «Andolsun senden Önce de...» Bu Ayetlerin Tefsiri

ttŞiyea» kelimesi, «Şia»mn çoğulu olup, fırkalar anlamına ge­lir. Şia ise, bir yol, bir görüş üzerinde ittifak eden grup/fırka de­mektir. Kureyş kâfirleri Hz. Peygamber'e cüretkâr bir şekilde, «Sen mecnunsun» dediklerinde Allah Teâlâ peygamberine, bu edep­sizliğin sadece kendisine karşı yapılmadığını, daha önce de pey­gamberlere bu türden suçlamalarda bulunulduğunu, onlar nasıl sabretmişlerse kendisinin de sabretmesi gerektiğini bildirmiştir.

Bu ayet Hz. Peygamber (s.a) için bir tesellidir. Ayette geçen «Erselim» fiilinin mefulü, mukadderdir. Yani «Peygamberler gön­derdik» anlamındadır. «Şiyea» kelimesinin «el-Evvelin» kelimesi ne izafesi ise, sıfatın mevsufuna izafesi kabilindendir.

(12)  «İşte biz onu böylece suçlulann kalbine...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, biz küfrü, peygamberleri yalanlamayı, onlarla alay et­meyi daha öncekilerin kalplerine nasıl koymuşsak, onu mücrim­lerin (Mekkelüerin) kalplerine de koyarız.

Bu ayet aynı zamanda Mutezile ve Kaderiyye mezhebine bir reddiye olup, kaderin ispatı hususunda açık bir ayettir. Tabii ki bu, hakka boyun eğenler, inad ve istiğnadan kaçanlar içindir.

Fahreddin Razi, bu ayet hakkında şöyle demektedir.

«Arkadaşlarımız (Eş'ariler) bu ayetle Allah Teâlâ'nın bâtıl ve sapıklığı kâfirlerin kalplerinde yarattığına dair delil getirmişlerdir. Çünkü «Biz onu böylece suçluların kalbine sokarız» ifadesi, bâ­tıl ve sapıklığın onların kalbine sokulduğu mânâsına gelir.

Mutezile, dalâl ve küfrün daha önce zikredilmemiş olması ne­deniyle zamirin bu lafızlara raci olmayacağını söyleyerek, yukarı­daki görüşlere itiraz etmiştir. Bu itiraza cevaben ise şöyle denil­miştir:

«Daha önce peygamberlerle alay edenlerin sözü edilmişti. Bu bakımdan «Neslukv.hu» fiiline bitişik olan zamir alay etmeye ra­cidir.Peygamberlerle alay etmek ise küfürdür, dalâldir. Dolayı­sıyla iddiamız ispatlanmış olmaktadır.»[9]  

(13) «Daha önce yaşayanların adeti geçtiği...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayette Mekke kâfirleri için ilâhî bir tehdit vardır. Al­lah Teâlâ, peygamberleri yalanlayan önceki ümmetlerin başına inen azabın bir benzerinin kendilerine inmemesi için onları kor­kutmaktadır. Ayetin anlamı şu şekildedir: «Geçmiş ümmetlerden peygamberleri yalanlayanların  helak  edilmesi   geçmiş bir adet-ilâhidir.   Ey Mekkeliler! Onlara isabet eden azabın size de isabet etmesinden sakının».

Ayetin başındaki «Bihi» zamiri, Kur'an'a da, Hz. Peygamberce de raci olabilir. {{Sünnet» kelimesi ise; yol, gidişat, âdet, kanun anlamlarına gelir.

(14) «Onlara gökten bir kapı açsak da...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, «Niçin bize bir melek getirmiyor» diyenlere gökten bir kapı açsak ve onlar da o kapıdan yukarıya çıkacak olsalar bile, inanmayacaklardır,

(15) «Yine de muhakkak Al..» Bu Ayetin Tefsiri

Bir önceki ayette (14) bahsi geçen «Yükselenler» acaba kim­lerdir? İbn Abbas ve Dahhak'a göre meleklerdir. Yani, kâfirlerin gözlerinden perdeler kaldırılsa ve onlar da gökte açık bir kapı görüp, meleklerin o kapıdan yükseldiğini müşahade etseler yine de inanmazlar!

Hasan Basri ile Katade*ye göre «Yükselenler» müşriklerdir. Yani, eğer bu kâfirlere gökten bir kapı açsak da, onlar o kapıdan yukarıya çıkıp yükselseler, göklerin melekûtuna ve oradaki melek­leri görseler yine de inanmazlar. Çünkü inad ve ısrarları vardır.

Onlar buna rağmen şöyle diyeceklerdir: «Biz büyülenmiş bir kavimiz».

14. ayetteki «Sukkiret» fiili, İbn Abbas'a göre «kapandı» anlammdadır. Bazılarına göre, «Şaşkınlığa uğradı* anlamına gelir. Nitekim sarhoş bir kimse, aklının bozukluğundan, görüşünün da­ğınıklığından ötürü şaşkın bir vaziyette sağa sola yalpalayarak, sallanarak yürür.Bazılarına göre fiil, «Gözümüz perdelendi, bakamıyor bir hale geldi, hayret ve dehşet içindeyiz»   anlamındadır.   Yani   onlar; «Muhammed'in sihri bizi etkiledi» diyeceklerdir.

Ayetin anlamı şöyle özetlenebilir:

«Kâfirler Hz. Peygamber'den (s.a) kendilerine bir melek in­il     dirilmesini ve o meleği gözleriyle görmeyi istediler ki onun doğ­ruluğuna şahitlik etsinler. Allah Teâlâ da, onlar bu durum vaki olsa da, meleği gözleriyle görseler yine de inanmayacaklarını ve ;r1     sinirlendiklerini söyleyeceklerini haber verdi. Çünkü ezelde on­lar için şekavet sebkat etmiştir.» [10]

 

Meal

 

16- Andolsun biz gökte birtakım burçlar kıldık ve temaşa edenler için onu süsledik.

17- O burçları,  kovulmuş her şeytandan  koruduk.

18- Ancak kulak kabartan müstesna. Onu da açık bir ateş izler durur.

19- Yeryüzünü serip yaydık. Oraya sarsılmaz dağlar attık ve orada ölçülüp tartılan her şeyden bitirdik.

20- Hem sizin için hem de rızık vericileri olmadığınız varlık­lar için orada besinler ve geçimlikler kıldık.

21- Her şeyin hazineleri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu belli bir miktar  ile indiririz.

22- Biz rüzgârı aşılayıcı olarak gönderdik ve hemen (ardın­dan)  gökten  bir su indirdik de onunla sizi suladık.  Yoksa  siz suyu depo ediciler değilsiniz.

23- Kuşkusuz ki biz diriltir ve biz öldürürüz ve biziz va­ris olanlar.

24- Andolsun ki biz sizden önce geçenleri biliriz, geride ka­lanları biliriz.

25- Kuşkusuz Rabbîn onları toplayacak olandır. Çünkü O Hakim'dir, Alim'dir.

26- Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş cı­vık bir balçıktan yarattık.

27- Canm da daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.

28- (Hatırlat o zamanı)   kî Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kuru bir çamurdan şekillenmiş, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım».

29- «Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğimde, he­men onun için secdeye kapanın».

30- Meleklerin hepsi toptan secde ettiler.

31- Ancak İblis secde edenlerle beraber olmaktan imtina ederek, dayattı. [11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(16) «Andolsun biz gökte birtakım burçlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, daha önceki ayetlerde peygamberliği (nübüvveti) İnkâr edenlerin durumunu zikretmişti. Bunlar tevhid ile ilgili bu­lunduğundan dolayı, Allah Teâlâ yerdeki ve gökteki delilleri zik­retmeye başlayarak bu ayeti beyan buyurmuştur.

«Buruc» kelimesi «Burç kelimesinin çoğulu olup, kasr (kale) anlamına gelir. İbn Atiyye'ye göre kelime, bü ayette de kasr an­lamındadır. İbn Ebi Hatim'in îbn Atiyye'den rivayet ettiğine göre mânâ şjöyledir: «Biz gökte kasrlar (kaleler) yarattık. Orada nö­betçiler vardır».

îbn Ebi Salih'ten gelen bir rivayete göre, «burçlar» ile kaste­den büyük yıldızlardır. Ebu Hayyan'ın, tefsirinde Ebu Salih'ten rivayet ettiğine göre, «Burçlar» üe kastedilen, «Seyyare/Yıldızlar» dır.

Mücahid ve Katade'den rivayet olunduğuna göre, «burçlar», sabit ya da gezegen olsun, mutlak anlamda yıldızlardır.

Bir rivayete göre İbn Abbas, «Burçlar» lâfzım bilinen 12 burç­la yorumlamıştır. Bu burçların altısı kuzeyde olan üçü bahar, üçü de yaz burçlarıdır, tikleri «Hamel Burcundur. Altısı da güneyde olan, üçü güz üçü de kış burçlarıdır. İlkleri ise «Terazi Burcu» dur. Bunlara burç denmesinin nedeni, orada bulunan yıldızlar için kale şeklinde olmalarıdır. Bu burçlar gerçekte en büyük feleğin parçalarıdır. Bu da felekiyet ilminin alimlerince atlas feleği, fe­lekler feleği diye isimlendirilmiştir. Şeriat dilinde ise bunun tam aksiyle isimlendirilmektedir.

Tecrübelerin gösterdiği üzere, burçların özelliklerinin deği­şik olmasında ve cumhurun göğün basit olması üzerinde ittifak etmesinde, Sanii Muhtar'ın (Allah'ın) varlığını ispatlayan büyük deliller vardır.

«Göğü süsledik»; yani sabit ya da gezgin yıldızlarla onu süs­ledik. Yıldızların sayısı çoktur. Allah'tan başka kimse onların sa­yısını bilmez. Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, yıldızların en küçüğü bile kocaman bir dağ gibidir.

Ebu Hayyan'a göre, «Zeyyennaha»ûaM «ha» zamiri «Sema»ya. değil «Burçlar»* racidir. Çünkü sözkonusu edilen burçlardır. Burç­lar ise, lafzen fule daha yakındır. Ne var ki cumhur, zamirlerin intişarından çekindikleri için zamirin semaya raci olduğunu söy­lemişlerdir.

«Temaşa edenler için»; yani düşünenler, semayı o burçlarla takdir edenin kudretine yoranlar, müdebbirin hikmetini onunla gözler önüne sermek isteyenler için.

(17) «O burçları kovulmuş her şeytandan...» Bu Ayetin Tefsiri

«Kovulmuş» (Racîm) ile kastedilen tüm hayırlardan uzaklaş­tırılmış demektir. Ayrıca «recm» kelimesi, bir şeyi taş yağmuru­na tutmak anlamına da gelir. Buradaki «Raczm» ile kastedilen ise, yıldızlarla recmedilmiş Şeytan'dır. Bu kelime aynı zamanda, «he­lak etrriek», «korkunç bir şekilde öldürmek» anlamlarına da ge­lir. Göklerin Şeytan'dan korunması ise, onun tamamen göklerden uzaklaştırılması veya göklere nüfuz ederek, yeryüzündeki insanla­ra karıştığı gibi gök ehline de karışmaktan menedilmesi demek­tir.

(18)   «Ancak kulak kabartan müstesna...» Bu Ayetin Tefsiri

«tsteraka's-Sem'a» ibaresindeki «Sem'a» kelimesi işitilen an­lamındadır, îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, şeytanlar daha önce göklerden menedilmemişlerdi. Onlar göklere nüfuz ederler, oradan aldıkları haberleri kahinlere getirir, telkin ederlerdi. Hz. îsa doğduğu zaman üç göre girmekten menedildiler. Resûl-i Ek­rem peygamber olduğunda bütün göklerden menedildiler. Hiç kim­se artık onlardan kulak kabartmalarını isteyemez. Meğer ki ettiği takdirde, ona bir ateş atılır. Bundan menedildiklerinde şeytanlar, bu durumu İblis'e haber verdiler. İblis, «Muhakkak İd yeryüzün­de bir şey olmuştur» dedi ve onları ne olduğunu Öğrenmeleri için gönderdi. Onlar Hz. Peygamber'in Kur'an okuduğunu gördüler. Sonra da «işte meydana gelen hadise budur» diye yemin ettiler.

Bunlar göklerden ya yıldızların yerlerinden ya da hareketle­rinden istidlalle bir şey getirirlerdi. Veya cevher itibarıyla şeytan­lar göğün sakinleriyle münasebet içindedirler.

«Şihab» kelimesi parlayan ateşten bir parça demektir. Bu ne­denle yıldızlara «Şihab» denmiştir. Çünkü onlarda parlaklık var­dır. Adeta alev alev yanan ateşe benzerler.

Îbn Abbas kulak hırsızlığı yapan şeytanlar hakkında şunları söyler:

«Şeytanların bazısı, diğerine semaya çıkıncaya kadar binerler. Meleklerin konuşmalarını dinleyerek, kulak hırsızlığı yaparlar. Böylece üzerlerine yıldızlar atılır. Atılan yıldızlar mutlaka onlara isabet eder. Kimisi ölür, kimisinin de yüzü veya eli ya da Allah'­ın dilediği bir uzvu yanar.

Bazılarına göre de, « denilen nesneye dönüşürler ve çöl­lerde insanları doğru yoldan saptırmaya çalışırlar.»

Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir:

«Allah Teâlâ gökte bir şeye hükmettiğinde, melekler, O'nun emrine başeğmek kabilinden, sanki kayalıklar üzerine sertçe vu­rulan zincirler gibi kanatlarını vururlar ve bu vurma neticesinde çıkan ses gibi ses çıkarırlar. Kalplerinden bu korku çıktıktan sonra, birbirlerine «Rabbimte rce dedi?» diye sorarlar. Sonra da bu soruyu sorana, «Hafcfc', dedi. O yücedir, büyüktür» derler. Ku­lak hırsızlığı yapanlar bu sözü dinlerler. Kulak kabartanların da bazıları bazılarının üstündedir». (Süfyan, onun eliyle işaret ederek elini çevirdiğini, parmaklarının arasım açıp, birbirlerinin Üstüne olan tasvirlerini yaptığım söylemiştir.) (Buharı)

Kulak hırsızlığı yapan, sözleri çalar, onu altında bulunana atar. O da diğer bir altta bulunana atar. öyle ki bu sihirbazın ve­ya kahinin dili üzerine atılmcaya kadar sürer. Çoğu kez atılan yıl­dız o kelime ilka edilmezden önce yetişir, ama bazen de yetişmez. Bazen de yetişmezden önce o kelimeyi ilka eder ve onunla beraber yüz yalan uydurur. Ona, «Bize şöyle şöyle demedi mi?» denilir. O da gökten işittiği o kelimeyi tasdik eder.

übirna kelimesiyle kastedilen, görenler için emrin apaçık ol­masıdır.

Kovulmuş Şeytan'ı atılan ateşle takip etmeye ona helak etmeye veya yaralamaya muhtemel olduğundan bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.

Kurtubi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Yıldızlar yaralar, fakat öldürmez».

Hasan Basri ve başka bir taifeden gelen bir rivayete göre ise öldürür. (Ancak ilk rivayetin daha sıhhatli olduğu hususu kuvvet­lidir.)

Ubey b. Ka*btan rivayet olunduğuna göre, Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasından beri yıldızlar atılmıyordu. Ancak Hz. Peygam­ber (s.a) gönderildiği zaman, yine şeytanların üzerine yıldızların fırlatılması başladı. Kureyşliler daha önce görmediklerini görün­ce develerini Allah için çöle bıraktılar, kölelerini azad ettiler. Kı-yamet'in kopmak üzere olduğunu sanmışlardı. Bu haber onlan idare eden ileri gelenlerine ulaşınca, onlara «Niçin böyle yapıyor­sunuz?» diye sordular. Onlar yıldızların fırlatıldıklarını söyleyin­ce, ileri gelenleri; «Dikkatle bakın! Eğer belli yıldızlar iseler, in­sanların sonu yaklaşmış demektir. Aksi takdirde bir hadise mey­dana gelmiştir. Acaba ondan mıdır?» dediler. Bunun üzerine on­lar, dikkatle baktılar ve gördüler ki, belli yıldızlar değildir. Bu ha­beri ileri gelenlerine ulaştırınca, onlara; «Demek ki daha süre var­dır. Bu bir peygamberin zuhuru anında olmuştur» dediler.

Bu ve benzeri birtakım rivayetleri delil diye sürerek, Hz. Pey-gamber'den önce yıldızların atılmadığını iddia edenler, yanılmış­lardır. Çünkü Hz. Peyğamber'den (s.a) önce de yıldızlar atılırdı. Ne var ki onun peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu da­ha da şiddetlenmiştir. Nitekim îbn Abbas'tan gelen benzer bir ri­vayette bu mânâya hamledilir.

Zühri*nin Hz, Ali kanalıyla naklettiğine göre, Hz. Peygamber ashabından birkaç kişiyle oturuyordu ve bu esnada bîr yıldız kaydi. Ortalık pınl pırıl olmuştu. Hz. Peygamber (s.a) ashabına ca-hiliyye döneminde böyle bir şey meydana geldiğinde ne dediklerini sordu. Onlar da, «Biz büyük bir kimse doğdu veya öldü diyorduk» dediler. Hz. Peygamber (s.a) onlara şöyle dedi: «Yıldızlar kesin­likle ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için atılmazlar. Fakat Rabbimiz, gökte bir şeye hükmederse, arşı taşıyan melekler teş­bihte bulunurlar. Sonra da her göğün ehlif teşbihleri yeryüzüne en yakın olan semaya gelinceye kadar teşbihte bulunur. Bu gök ehli arşı taşıyan meleklere, «Rabbimiz ne dedi?» diye sorarlar. On­lar da haber verirler. Bu haber yeryüzüne en yakm bulunan göğe kadar gelir. Cinler bu haberi ansızın yakalarlar ve Üka ederler. Onların getirdiği haber haktır ama onlar bu habere ilavede bulu­nurlar».

Bu kulak hırsızlığı göklerin yanında bulunan meleklerden de olabilir. İki gök arasındaki meleklerden olduğuna dair bir kayıt yoktur.

Hz. Aise'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

«Kuşkusuz melekler bulutlara inerler ve gökte hükmedilen emri söylerler. Şeytanlar kulak Hırsızlığı yaparak, bu haberleri dinlerler ve aldıklarını gidip kahinlere naklederler. Bir kelimeye karşılık yüz kelime uydururlar.» (Buhari)

Bu hususta varid olan hadisler ile bunlara verilen cevaplan mufassalan okumak isteyenler, Alusî ile Fahreddin Razi'nin tefsir­lerine başvurabilirler.

(19) «Yeryüzünü serip yaydık. Oraya sarsılmaz...» Bu Ayetin Tefsiri

«Mededna» fiili, yaydık, serdik anlamına gelir. Hasan Basri' den rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ bir çamur alarak ona «Ya-yü» demiş, o da yayılarak Kürre-i Arz-ı meydana getirmiştir.

Katade şöyle demiştir: «Bize zikr edildiğine göre, şehirlerin anası Mekke'dir ve yeryüzü Mekke'den yayılmıştır.»

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, arzın yayılmasıyla onun su üzerine yayılması kastedilmiştir. Başka bir görüşe göre, arzın yayılmasıyla kastedilen, üç cihetten (uzunluk, genişlik, derinlik) yayılmasıdır.

Zahire göre, kelimeden anlaşılan, arzın herkesin kendisinden yararlanması için geniş kılınmasıdır. Bu ifade arzın ktirevî olma­dığı anlamına alınamaz. Çünkü büyük bir küre, büyüklüğü sebe­biyle dümdüz bir yüzeymiş gibi görünebilir. Gazali arzın (dünya­nın) küre olduğunu H. 4. yüzyılda söylemiş ve ondan sonra İslâm alimleri arasında bu görüşü açıklayanlar olmuştur.

«Oraya sarsılmaz dağlar attık» buyurulmaktadır. Allah Teâlâ niçin dağları atmıştır? Allah Teâlâ bu sorunun cevabını Kur'an'da yine kendisi vermektedir: «Sizi sarsıntıya uğratır diye, yerde sar­sılmaz dağlar bıraktı. Irmak ve yollar (küdı). Umulur ki doğru yolu buhursunuz». (Nahl: 15)

İbn Abbas'a göre, Allah Teâlâ yerküresini su üzerine yaydığı zaman, o gemi gibi oldu ve onu ağır dağlarla demirledi ki içinde­kileri denize dökmesin.

Pahreddin Razî'ye göre, Allah Teâlâ'nın böyle yapmasının hik­meti dağların yeryüzünün yollarına ve bölgelerine işaret etmesi, halkın o işaretlerle yollarını bulması, yanlış yönlere gitmemesi ola­bilir. Bu yorum açık bir ihtimaldir.

Alusî, «Dağlar gitti haberlerin, bu ihtimale mani olmasına rağ­men, bu ihtimali göz önünde bulundurmak caiz değildir» diyor.

«Orada ölçülüp tartılan her şeyden bitirdik» cümlesindeki zamir (orada), yerküresine racidir. Yerküresi lâfzına dağlar da da­hil olur. Çünkü dağlar yerküresinden sayılır. Ya da zamirin tahsis olmaksızın arzın tümüne raci olması da mümkündür. Çünkü bit­kilerin çoğu ve en güzelleri dağlık olmayan yerlerde yetişir. Za­mirin dağa da, yere de birden raci olması mümkündür. Veya «yer» in, «gök» karşılığı olması nedeniyle, zamirin yere raci olması, dağ­ların da buna dahil olması düşünülebilir.

Ayetin sonunda gelen, «Mevzun» kelimesi muayyen bir mik­tar ile takdir edilmiş anlamındadır. Yani hikmetin gerektirdiği muayyen bir miktar ile. Meselâ bir sözün «mevzun» olması, o sö­zün cümlelerinin muntazam, birbirine uygun olduğu anlamına ge­lir. Ayetteki ifade güzel sayılan, mütenasip her şeyden arzda ye­tiştirildiği anlamına gelir. Bu tıpkı, sözün «mevzun» olması gibi­dir. Günümüzde Arap olmayanlar bu kelimeyi daha fazla kullan­maktadırlar. Meselâ, «Mevzun bir kıvamdadır» demek, «Mütena­sip bir kıvamdadır» anlamına gelir.

îbn Zeyd'e göre, «mevzun» ile kastedilen altın, gümüş gibi tartılan şeylerdir.

(20) «Hem sizin için, hem de...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, sizin dünyada yaşamanız için gerekli olan yiyecek, gi­yecek, içecek ve başka ihtiyaçlarınızı da yarattık. Yani varlığını­zın bağlı bulunduğu her şeyi sizin için yarattık. Ayrıca sizlerin n-zık verici olmadığınız şeyleri de (aile efradınızı, kölelerinizi, hiz­metçilerinizi, hayvanlarınızı v.s.) yarattık.

Ferra'ya göre, Allah Teâlâ'nın onları böyle nitelemesinin se­bebi, bazı cahillerin «aileme, hizmetçilerime, hayvanlarıma ben nzıV veriyorum» diyerek büytiklenmelerini reddetmektir. Böyle­likle Allah Teâlâ büyük nimetlerini zikretmektedir. Ancak «Ve-men» lâfzının, «meayıç» kelimesi üzerine atfedilmesi durumunda mânâ böyle anlaşılır. Ne var ki bu lâfız, «Lekum» üzerine de atfo-lunabilir. Nitekim tercih ettiğimiz mânâ bu olmuştur. Sonuç iti­barıyla her iki kıraatte de manâ birdir.

Zeccac bu ayete üçüncü bir yorum getirmektedir. Yani; «SU ze yeryüzünde geçimlik kıldık ve rızik vericisi olmadığınız şeyleri de yaşattık». Yani sizden başka nice ümmetlere de hayat verdik.

İbn'ul-Münzir ve bazı müfessirlerin, Mücahid'den naklettikle­rine göre, «insanların rızik verici olmadıkları şeyler» ile hayvanlar kastedilmektedir. Mansur'dan gelen rivayete göre, bunlardan mak­sat vahşi hayvanlardır. Bazılarına göre ise, kastedilen hem vahşi hayvanlar hem de kuşlardır.

Bu yorumlara göre, «Men» kelimesi akılsız varlıklar için kul­lanılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki Arap dilinde «Men» ke­limesi çoğunlukla akıllı varlıklar için kullanılır.

(21) «Her şeyin hazineleri ancak bizim yanımtsdadır...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, mümkün olan her şeyin hazineleri bizim katımızdadır. îbn Cerir et-Taberî ve bazı müfessirlerin iddiasına göre «Şey» kelimesi burada sadece «yağmur» anlamında kullanılmıştır. Bu takdirde mânâ, «Yağmur hazineleri ancak bizim yanımzzdadır» şeklinde olur. Metindeki «Hazain» kelimesi «hazane»nia çoğuludur ve kıymetli malların saklandığı yere denir. Nitekim örfte, krallann insanların erzakını sakladığı, depoladığı yerler için bu kelime kullanılır.

Bu ayette Allah'ın sayılamayacak kadar makduratı/nimetleri, âlemlerin ilimlerinden gizli olduğundan ve istemelerine rağmen hiç kimsenin elinin yetişememesinden ötürü, hazinelerde saklanan kıymetli mallara benzetilmiştir. Yani, burada «Hazine» lâfzı, sembolik olarak kullanılmıştır. Ancak bazılarına göre, kelime sembo­lik değil, asıl anlamında kullanılmıştır. Yani kelime, kendisinde her şeyin saklandığı yerler anlamındadır. Bu bakımdan, «rüzgâ-

$ nn, yağmurun bir mekânı vardır ve her mekân için de koruyucu melekler mevcuttum denilmiştir. Fakat «Şey» kelimesinin genel mânâya alınması durumunda, onu böyle yorumlama imkânı orta- dan kalkar. Çünkü o mekân da, bir şeydir. Dolayısıyla o mekâna ikinci bir mekân, ona üçüncü, dördüncü vs. mekânlar ve sonsuza değin uzanan mekânlar olması gerekir.

«Biz onu belli bir miktar ile indiririz»; yani hikmetin gerek­tirdiği miktar üe ve mütenahi olmayan makdurlanmızm arasın­dan hikmete tabi olan meşiyet hangisini isterse, onu indiririz.

Her şeyi muayyen bir sıfatla özelleştirmek, muayyen bir öl­çü ve vakitle tahsis etmek, hepsinin eşit ve kudretin hepsine taal­lukunun sıhhatli olmasına rağmen bu şekli vermemek elbette o şeylerin her birisinin özelliğini iktiza eden bir hikmete dayanmak­tadır.

Bu ayet hazinelerde olduğu gibi, çoklukla eşyanın yapılmama­sının sırlarını açıklamaktadır. Yani onu indirmesine indiririz ama sadece muayyen ve malum bir miktarla... Veyahut, her şeyin ha­zineleri bizim yanımızdadır. Oysa biz onu ancak malûm bir mik­tarla indiririz. İlk yorum, Allah'ın kudretinin genişliğini, ikinci yorumsa hikmetinin yüceliğini beyan etmektedir.

«İndiririz» anlamındaki «NunezzUu» fiilinin kullanılmasının nedeni, bunun ulvî âlemden, süflî âleme bir fazilet yoluyla gel­mesinden dolayıdır.

Bazılarına göre bu, zatının kendisine meylettiği şeyin, adem­den çıkıp, zatının meyletmediği vücuda gelmesinden dolayıdır. Bu tıpkı, «Sisin için evcil hayvanlardan sekiz çift indirdik» ayeti gibidir. Yine «Sizin için demiri indirdik. Onda şiddetli bir kuvvet vardır» ayeti de böyledir.

«Şey»in «Yağmur» mânâsında olduğunu söyleyen (Taberi) sanki «tenzil» kelimesinin zahirine bakarak aldanmış gibidir. Çün­kü «tenzil», indirmek demektir. Böylece ayetin zahirinden çok uzak bir yorum öne sürülmüştür. Oysa Allah Teâlâ'nın «tenzU» ta­birini kullanması, bunun «tedriç» yoluyla olmasındandır. Ayrıca devamlılık/süreklilik anlamına delâlet eden muzari sigası kulla­nılmıştır. Nitekim «Madum bir şeydir» diyenler bu ayeti delil ola­rak göstermişlerdir.

(22)  «Biz rüzgârı aşılayıcı olarak gönderdik...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, «Size orada farzda) geçimlikler kıldık» ifadesine atıftır. Aradaki cümleler, geçmişin tahkiki ve geleceğin tahfifi için getirilmiş ara cümleleridir.

«Levakıh», «lakthsm çoğulu olup «Yüklü» anlamındadır. Rüzgârlara «yüklü» denilmesi teşbih-i beliğ yoluyladır. Yağmur bulutuyla gelen rüzgâr, yüklü deveye benzetilmiştir. Çünkü o rüz­gâr o bulutu yüklenmektedir.

«Levakıh» lâfzının, mülakin (aşılayıcı) demek olması da müm­kündür. Yani, kastedilen ağaçların ve bulutların rüzgâr yoluyla aşılanmasıdır. İbn Ebi Dünya'nın Katade'den rivayet ettiğine gö­re, aşılayıcı ve yüklü rüzgârlar güneyden esen rüzgârlardır. (Bu­nun benzerini Deylemi zayıf bir senedle Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir).

îbn Cerir'in TJbeyd b. Umeyr'den rivayet ettiğine göre, Allah müjdeleyiciyi gönderir, arzı süpürür. Sonra sürücüyü gönderir, bulutu sürer, onu parçalar. Sonra telif ediciyi göndererek, onun arasını bulur. Onu rükân haline getirir. Sonra aşılayıcıları gönde-rir, onu aşılar ve yağmur yağar. Yağdıncı bulutlar meydana gel­dikten sonra, buluttan yağmur yağar. Onu size içimlik yaparız siz de ondan içer, ekinlerinizi onunla yetiştirir, hayvanlarınızı sular­sınız. [12]

 

Telkih Meselesi

 

«Yoksa siz suyu depo ediciler değilsiniz»; bunu yapamazsınız.

Bu ayette Allah Teâlâ, rüzgârları bir aşılayıcı olarak gönder­diğini beyan etmektedir. Nitekim bugünkü ilim, yağmurun yağma­sında rüzgârların büyük bir rol oynadığını, aynı zamanda bitküer üzerinden eserken onların erkek tohumlarını, dişilerin üzerine ek­mek suretiyle onları aşıladığını ispat etmektedir. Bu ayette ayrı­ca gökten inen suların yer katmanlarında stok edildiği ve insanlı­ğın ihtiyacının buralardan temin edildiği ifade edilmektedir. Allah Teâlâ bu ayette, suyu yaratmanın, bulutlarda depo etmenin ve ora­dan da indirmenin kendi kudretinde olduğunu ve insanların buna kadir olamayacaklarını bildirmektedir.

Son ifade suyun yerin dibine gitmesini insanların önleyemeye­ceklerine de delâlet eder. Süfyan-ı Sevri'den nakledilen bir yoru­ma göre, mânâ şöyledir: «Siz onun buluttan inmesine mâni ola* mazsınız».

(23 «Kuşkusuz ki biz dirUtir ve biz...» Bu Ayetin Tefsiri

Hayata kabiliyeti olan bazı cisimlerde, hayatı meydana getir­mek ve bazılarından da hayatı izale etmek suretiyle ancak biz di­riltir ve biz öldürürüz. Hayat vücudî bir sıfattır, hissi, iradî hare­keti iktiza eder. Bazıları ise, ölümün de hayatın tersi olarak vü-cudi bir sıfat olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ, Mülk Suresi'nde, kendisinin ölümü yaratan olduğunu beyan etmektedir. Bazen bu kelimeler (yani Öldürmek-dirütmek) genelleştirilerek kullanılır. Öyle ki, bitki ve hayvanlar da bunun kapsamına girer. Meselâ diriltmekten maksad, «Neşvünema kuvveti vermek», öl­dürmekten maksat ise bu «Jcwuvet»i almak diye düşünülebilir.

«Biziz varis olanlar»; yani mahlûkatın yok olmasından sonra, baki kalan biziz, sahte mülkün zamanı geçtikten sonra, gerçek mülkün hakiki sahipleri biziz. Başta da sonda da hakim olan, va­ris olan biziz. Hiç kimse için surette olan tasarruftan, sahte mülk­ten başka bir şey yoktur.

Burada tazime delâlet eden bir tabir kullanılmaktadır. Bu ayet, hâlin zahirde göründüğü gibi sonradan gelenin, önden gide­nin mirasçısı olmadığına dikkatleri çekmektedir.

«Varis» lâfzının «Baki» şeklinde yorumlanması, Süfyan-ı Sev-ri'den rivayet edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) şu duası, bunu teyid etmektedir: «Ya Rabbi! Bizi kulaklarımızla, gözleri­mizle ve kuvvetimizle diri bıraktığın sürece, metalandır. Onu bize varis (baki) olarak kıl».

(24) «Andolsun ki biz, sizden Önce geçenleri de...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sizden önce geçenleri»; yani ölenleri biliriz. Andolsun ölme­yenleri de biliriz. (Bu yorumu İbn Ebi Hatim, îbn Abbas'tan ri­vayet etmiştir).

Katade'den rivayet edildiğine göre, {{geçenler» ile, Hz. Adem ile zürriyetinden geçenler, «Geride kalanlar» ile de, ayetin nazil olduğu dönemdeki kimselerin sulbünde bulunanlar kastedilmek­tedir.

Mücahid'den gelen rivayete göre, «Geçenler» ile geçmiş üm­metler, «kalanlar» ile de ümmeti Muhammed kastedilmektedir.

Bazılarına göre kastedilen, doğum ve ölüm bakımından geçen­ler ile kalanlardır.

Hasan Basri'den gelen tefsire göre, ifadenin anlamı şudur: «Taatte geçenlerle, ondan geri kalanları biliyoruz».

Mutemer'den gelen bir rivayette, o şöyle demektedir: «Bu ayetin savaş hususunda nazil olduğunu işittiğimde, bunu babama sordum, o da, bu ayetin savaş farz olmadan önce nasıl olduğunu söyledi».

Bu yoruma göre, cihadı taat içine dahil etmek bir şey ifade etmez. Kaldı ki onu geçmiş ve gelecek ile yorumlamak da pek uy­gun değildir. AUah Teâlâ'nın bunları bilmesi ile kastedilen, onla­rın hallerini bilmesidir. Ayet Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini or­taya koymaktadır. Önce kudretinin delilleri belirtilmiş, sonra da ilminin kemâli ortaya konmuştur. Çünkü her şeye kadir olan bir zat, elbette, yapacağını ihata eden ilme sahip olmalıdır. Nitekim «Velekad alimna» kelimesinin tekrarı tekidden sonra tekide delâ­let eder.

Ebul-Cevza kanalıyla tbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bir kadın Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılıyordu. Çok gü­zel bir kadındı. Cemaatin bir kısmı, kadını görmemek için birinci safa kadar ilerlediler. Bazıları da son safta kalmışlardı ve rükua .-vardıklarında kollarının altından kadım gözetliyorlardı. İşte ayet-i celile, bu olay üzerine nazil olmuştur. (İmam Ahmed, Tirmizi, Ne-sei, İbn Mace, Hâkim, Beyhaki)

Abdurrezzak ve İbn'ul-Münzir, Ebu'l-Cevza'dan şöyle rivayet etmişlerdir: «Andolsun ki Allah, namazdaki saflarda ileri giden­leri biliyor» dedi ve fakat yukarıda sözü edilen kadınla ilgili olarak herhangi bir şey zikretmedi.

Tirmizi, bu ikinci rivayetin sahih olmasının daha makul ol­duğunu söylemiştir.

Rebi b. Enes'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber sahabeyi ilk safta yer almak üzere teşvik etti. Herkes ilk safta bulunmak için öne ilerledi ve izdiham oldu. Benu Uzre kabilesinin evleri mes-cidden uzaktaydı. Onlar; «O halde biz evlerimizi satarak mescide yakın yerler ediniriz» dediler. Ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Bilindiği üzere tefsir ilminde, lâfzın umumuna itibar edilir, || sebebin hususuna değü. İşte bu noktadan hareketle bazı müfessir-ler, en uygun olanının ayeti umumî mânâya hamletmek olacağını söylemişlerdir, yani; «Andolsun ki biz, sizin içinizden doğumda, ölümde, İslâm'da, namaz saflarında ve her yerde, geri kalanlarla || ileri gidenleri biliyoruz».                                                                            

(25) «Kuşkusuz ki Rabbin onları toplayacak olandır...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onları mükâfatlandırmak ve cezalandırmak için toplaya­cak olan Rabbindir.

«Huve» zamirinin ortada gelmesi hasr nedeniyledir. Yani, on­ları biraraya getirecek, toplayacak olan sadece Allah'tır, başkası değil. Cümlenin başına «İnnenrtin gelmesi va'din tahkiki içindir. Gaib sığasından hitab sigasına geçmek Rububiyet makamının vurgulanmasına işaret eder. Hz. Peygamber'e (s.a) raci olan zami­re, «Rab» kelimesinin izafe edilmesi, Allah'ın Peygamberi hakkın­da sadır olan lütfunu gösterir.

Allah Hakîm'dir; Yani her şeyi olduğu gibi bilen ve uygun ol­duğu gibi yapandır. «Alim'dir»; yani onun ilmi her şeyi kapsamak­tadır.

(26) «Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan...» . Bu Ayetin Tefsiri

«İnsan» ile kastedilen, mahlûkatm bu nev'İ ve onun aslı olan Hz. Adem'dir. Yani; fertlerden ilk ferdi, sair fertlerin yaratılışım icmali bir şekilde kapsayıcı ve garip bir tarzda yarattık.

«Salsal» kelimesi, kuru çamur anlamına gelir, öyle ki vurdu­ğunda ses verir bir durumdadır. Bu yorumu, îbn Ebi Hatim, Ka-tade'den rivayet etmiştir.

Ebu Hayyan, Ebu Ubeyde'den «SaXsal»ın kumla karışık bir ça­mur olduğunu rivayet etmektedir. Bu yorum îbn Abbas'tan da ri­vayet edilmiştir.

îbni Ahbas'tan gelen diğer bir rivayete göre, «Salsal» ince ça­mur anlamındadır. İşte testiler bu çamurdan yapılır.

Bazılarına göre ,bu kelime aslında masdardır ve «vasf» mâna-sına gelir.

«Hamaın» kelimesi bozulmuş sudan dolayı simsiyah kesilen çamur, (cıvık çamur) demektir. Yani cıvık çamurdan oluşan kuru bir çamurdan sizleri yarattık.

«Mesnun» kelimesi, tasvir edilmiş demektir. İbn Abbas bu yo­rumu, Hz. Hamza'nın Rasulûllah'ı (s.a) metheden şu şiirinden al­mıştır:

«O bembeyazdır, sanki Bedr, onun yüzünün tasvirîdir, O Bedr ki ıştğî saçılmış ve yayılmıştır».

«Mesnun» kelimesi dökülmüş anlamına da gelebilir. Yani in­san heyeti üzerine, eritilmiş cevherden kalıplara dökülen suretler gibi dökülmüştür.

Katade ve Ma'mer'e göre, «Mesnun» kokmuş anlamına gelir. Bu kelime ya Hamain'in ya da Salsal'm sıfatıdır. Sarih olmayan bir sıfatın, sarih olandan önce gelmesi zarar vermez. Çünkü nek-ra bir kelime müfred ile zarf veya cümleyle sıfatlanırsa, çoğu za­man .müfred önce gelir. Ancak bu şart değildir. Nitekim, «Bu mübarek olan bizim indirdiğimiz bir Kitabtır» ayetinde kelime müfred, sıfatı mukaddem getirilmiştir. Sarih sıfatın burada tehir edilmesinin sebebi, o çamurun kokmuş olması, kuru olması halin­de değil, aksine sıvı olması halindedir. Adeta Allah Teâlâ, siyah çamuru dökmüş ve ondan insanın kalıbını (modelini) çıkarmış... îçi boş... ve kurumuş... öyle ki el dokunduğunda ses vermekte­dir. Sonra kendisine ruhundan üfleyinceye kadar onu bir safhadan bir safhaya geçirmiştir. Yaratanların en güzeli olan Allah, her türlü ortaktan münezzehtir.

Bazılarına göre, «mesnun» kelimesi, «mensub» anlamındadır. Yani zürriyeti kendisine nisbet edilendir. Fakat bu görüş zayıf ve uzaktır.

(27) «Cannı da daha önce...» Bu Âyetin Tefsiri

«ELCann», cinlerin babasıdır. Nitekim bu görüş, îbn Abbas'­tan rivayet edilmiştir. «Cin» kelimesinin «eUCann» şeklinde oldu­ğu gibi, «Cinaim şeklinde de çoğulu vardır. Bu, ünlü Şii müfessir Tabersi tarafından öne sürülmüştür.

Bazılarına göre, «Cann» çoğul değil, tekildir ve İblis demektir. Bu görüş de Hasan Basri ile Katade'den rivayet edilmiştir.

«Ed-Durr'ul-Mensur» da, Cann'ın cinnin babası (Ebu'1-Cin) ol­duğu söylenirken, İbn'ul-Bahr, bu kelimenin cinlerin cins ismi ol­duğunu söylemiştir.

Cins'in şubeleşmesi fertten ve tek maddeden yaratılmış olma­sından ileri gelmektedir. Çünkü cinsi bundan yaratılmıştır.

îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, «Semum» sıcak, Öl­dürmeyen rüzgâr demektir. Bu rüzgâr çoğunlukla gündüzleri ba­zen de geceleri eser. Ona «Semum» denmesinin nedeni lâtif ve ya­vaş esmesi ve bedenin mesamelerine nüfuz etmesidir. Öldürücü «Sem»; yani zehir de ismini buradan alır.

Bazıları «Semum» un dumansız ateş anlamına geldiğini, şimseklerin bundan oluştuğunu söylemişlerdir. Ebu Revk bu görüşü, Dahhak ve îbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

Bazıları ise, «Semum»un sıcaklığın en son derecesi olduğunu söylemişlerdir ki bu takdirde mânâ, «Onu sıcaklığın en son dere­cesi olan ateşten yarattık» demek olur. Nitekim rivayet olduğuna göre, «Canmnn kendisinden yaratıldığı ateş, bilinen ateşten sıcak­lık bakımından çok daha şiddetlidir.

îbn Merduveyh, îbn Mesud kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle rivayet etmiştir: «Müslümanın rüyası, nübüvvetin 70 parça­sından bir parçadır. Şu dünya ateşi ise, Allah Teâla'nın «el-Cannı» yaratmış olduğu Semum'un yetmiş parçasından bir parçadır». Bu sözlerinden sonra Hz. Peygamber (s.a), mezkûr ayeti okumuştur.

Ateş basittir. Değişik parçalardan meydana gelmiş (mürek-keb) değildir. Onda hayat nasıl yaratılır, diye itiraz edenler; «Ha­yat ancak mürekkeblerde olur, hükema hayat konusunda mürek-keb bünyeleri şart koşmuşlardır» diyorlar. Bunlara cevap olarak deriz ki: Mesele böyle değildir. Çünkü melekler gibi mücerredler-de hayat yaratıldıktan sonra veya felsefecilerin ispatladığı akıllar­da hayat yaratıldıktan sonra ateşten yaratılması haydi haydi olur. Basitlerde yaratılması da böyledir. Aksine tek olan parçalarda ha­yatın yaratılmasına bir mani yoktur. Mutezile'ye göre, cevherler­den mürekkeb olan dünya hayatı için, şarttır. Ancak Mutezile'nin elinde Örümcek ağı kadar zayıf bir şüpheden başka bir şey yok­tur. Kaldı ki bu itiraz da doğrudan öne sürülemez. Çünkü cinnin ateşten mahlûk olmasının anlamı, ateşin onun en büyük kısmı ve hilkatinde galib olan unsur olmasıdır. Nitekim insanda da galib olan unsur topraktır. Binaenaleyh o basit değildir.

Bazılarına göre «Cinn», havaî ve ateş türü cisimler demektir. Yani onlar üzerinde ateş ve hava daha galibtir. Onlar aslında melekler gibi dört unsurdan (su, toprak, hava ve ateş) mürekkeptir­ler. Fakat ateş ve hava oranları daha fazladır.

Fahruddin Razi, bu ayetin yorumunda müfessirlerin cinler hakkında ihtilaf ettiklerini belirterek şöyle demiştir:

«Bazılarına göre cinler, şeytanlardan ayrı başka bir cinstir. Ancak en sahih görüşe göre, şeytanlar cinlerden bir kısımdır. On-lardan mümin olanlara şeytan denilmez. Sadece kâfir olanlara şey­tan denilir. Bunun sahih oluşunun delili, cinn lâfzının gizlemek anlamına gelen Cenne'den müştak olmasıdır. Böyle olan herkes cinlerdendir».

Vehb'e göre cinlerden bir kısmı vardır ki, onların çocukları doğar, yerler-içerler, tıpkı insanlara benzerler. Bazıları da rüzgâr gibidirler. Ne doğum yaparlar ne yerler ne de içerler. Bunlar da

şeytanlardır.

Îbn'ul-Arabi şöyle demektedir: «Cinlerin tenasülü; insanların tenasülünde meninin rahme atılması gibi havayı dişinin rahmine atmakla gerçekleşir. Onların on dört kabile olduğu söylenmiştir. Asılları da böyledir. Sonra çeşitli dallara ayrılmışlardır. Araların­da savaşlar olur. Kasırgalardan bazıları onların savaşları anında meydana gelir. Çünkü kasırga iki rüzgârın karşılaşmasıdır. Her rüzgâr öbürünü itelemekte bu da dolaşmaya yol açmaktadır, Fa-!tat her kasırga da cinlerin savaşı demek değildir.»

Ebu Salebe'den sahih bir senedle merfuen şöyle rivayet edil­miştir: «Cinler üç sınıftır. Birinci sınıfı kanatlıdır, havada uçar­lar. İkinci sınıfı yüan ve köpeklerdir. Üçüncü sınıfı ise konar ve göç ederler». (Beyhaki, «el-Esma ve's-Sıfat», Ebu Nuaym, Deyle-mi) Yani, onlardan bir sınıf çoğunlukla havada uçarlar, bir kısmı bazı yerlerde dururlar, bazıları da o şekillere girdikleri için yılan ve köpek gibi ifadelerle tesmiye olunmuşlardır. Her ne kadar di­ğerleri de değişik şekillere girebiliyorlarsa da.

Alimler cinlerin değişik şekillere girebilme gücü olduğunu söy­lemişler ve fakat, bu takdirde hiçbir şeye güven kalmayacağı öne sürülerek buna itiraz edilmiştir. Bu itiraza da şöyle cevap verilmiş­tir: «Allah, bu ümmeti cinleri onların şekline girmesinden korumuş, tur». Yani din hususunda şüpheye neden olacak, güveni kaldıra­cak bir alim ve başkası için böyle bir korunma vardır. Şer'an bu istilzam muhaldir. Ancak onlar için bu şekil değiştirme hadisesi her zaman olmaz. Çoğunlukla denilir ki: «Şekil değiştirmeye kud. ret, ancak mütevekkin olan bir sınıf içindir». Alimlerin sözlerinde cinler için bunun ispat edilmesi, bazı sınıflar itibarıyla sıhhatli ol­ması kâfi gelir. Ne var ki bu, cidden uzak bir yorumdur. Bu hu­susta iyice düşünmek gerekir.

El-Heytemî, «Bu hadisi nakleden raviler sika kabul edilen kimseler ise de basılarında zaaf vardır» demektedir. Şayet hadis bundan ötürü zayıf ise, kıl-u kal yoktur. En doğrusunu Allah bi­lir.

Bu ayet-i kerime, Allah Teâlâ'nın kudretinin kemaline delâlet etmek için ve insanlar ile cinlerin hilkatinin başlangıcını beyan kastıyla gelmiştir. Bu ayet aynı zamanda bir mukaddimeye dikkat çekmektedir ki o mukaddime üzerinde haşr imkânı olur. O da maddelerin birleşme ve dirilmeyi kabul etmeleridir.

(28) «(Hatırlat o şamam) ki Rabbin meleklere...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada Allah Teâlâ'nın hitab ettiği melekler ile, yerin ve gök­lerin melekleri kastedilmiştir deniliyorsa da bu iddianın bir deli­li yoktur.

«Beşer» kelimesi lûgatta derinin zahirine denilir. însana «Be­şer» denilmesinin nedeni, derisinin tüysüz olmasıdır. Yani derisi, hayvanlarda olduğu gibi tüy ve kılla kaplı değildir.

(29) «Onu düzenlediğim ve ona ruhvmıdan üflediğimde...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onu düzenleyip, ruhun feyezanını kabul edecek bir hâle getirdiğimde, insan şekline soktuğumda, beşer hilkatiyle yarat­tığımda ve' ona ruhumdan üflediğimde, sizler hemen onun için secdeye kapanın.

«Nefahtu» fiili «nefh» kökünden gelir. Nefh ise, örfte liflemek, ağızla veya bir aletle, hava almaya ve onunla şişmeye elverişli olan içi boş bir cisme üflemek demektir. Burada hayata kabiliye­ti olan madde üzerinde, bilfiil hayatın aksamasına sebep olan bir şeyin temsili vardır. Dolayısıyla burada gerçek bir nefh (üfleme) yok, sadece temsili (sembolik) bir anlatım vardır.

Gazali'ye göre, burada «Ruh»\m nuru yerine «nefh» tabiri kullanılmıştır. Çünkü nefh, birçok safhadan geçtikten sonra mey­dana gelen çamurdan oluşan kabulleyici fitilin yanmasına sebep­tir. Tıpkı nefhi, yanmaya kabiliyeti olan ateşin yanışına sebep ol­duğu yerlerde ateşle tabir etmek gibi.

Bazen sebep, kendisinden istifade edip, oluşan fiil yerine me­caz yoluyla kullanılır. Her ne kadar istifade edilen fiil kendisin­den istifade edilen fiil suretinde olmasa da.

Gazali ve bir gruba göre, «Ruh»t suyun kaba girdiği gibi be­dene girer bir cisim değildir. Siyahlığın siyaha, ilmin alime gir­mesi gibi, kalbe veya dimağa giren bir araz da değildir. Aksine ruh, mücerret (soyut) bir cevherdir. Ne bedenin dahilinde ne dharicindedir. Ne bedenle bitişiktir, ne de ayrıdır. Onların bu hu­susta birçok delilleri vardır[13].

Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat alimlerinden Şeyh Abdurraif Müna-vî şöyle demektedir:

«Salih fırkalar, grublar «ruh» hakkında konuşmanın derinlik­lerine dalmışlar ve fakat bundan hiçbir yarar elde edemeyip zafer­le geri dönememişlerdir. İçlerinde, —İbn Cemaat'in de ifade etti­ği gibi— sarfedilmiş doğru bir söz yoktur ve hepsi de tahminler­den ibarettir. Akıl yürütmelerdir.»

Ehl-i Sünnet'in cumhuru, ruhun lâtif bir cisim olduğunu, ma­hiyet ve sıfat bakımından diğer cisimlere muhalif bulunduğunu, bedende tasarruf ettiğini, yağın zeytinde, ateşin kömürde bulun­ması gibi bedende bulunduğunu ona «Ben-Sen» tabirleriyle hitap edildiğini  söylemişlerdir.  İmam'ul-Harameyn de bu  görüştedir.

Mükkanî şöyle demektedir:

«Kelâmcılann cumhuruna göre ruh mahiyet bakımından aza­ların kendisinden doğup meydana geldiği cisme muhalif bir cisim­dir. Nuranîdir, ulvîdir, hafiftir, canlıdır. Diriliği zatından dolayı­dır. Azaların cevherinde nafizdir. Suyun gülde, ateşin kömürde sereyan ettiği gibi azalarda sereyan eder. Onda bir değişiklik arız olmaz. Bir inhilal, onun için bahis konusu değildir. Onun azalarla birlikte olması hayattır. Azalardan ruhlar âlemine geçmesi de ölümdür.

AUah Teâlâ meleklere selâm ve tazim kabilinden Adem'e sec­de etmelerini emretti. Veya Adem'i kıble yerine koyup da Allah'a secde etmelerini emretti. Çünkü Adem'de Allah'ın kudretinin izle­rinin en garipleri tecelli etmiştir. Onlara «Kapanın» anlamına ge­len Fekau' fiiliyle emredilmesi emredilenin sadece eğilmek olma­dığına delâlet eder. Belki de bu bizim bilmediğimiz şekildeki bir secdedir».

(30)  «Meleklerin hepsi...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah Adem'i yarattı, düzenledi, ona ruhundan üfledi ve melekler de ona secde ettiler. Meleklerin içinden secde etmeyen hiç kimse kalmadı ve hepsi secde ettüer.

(31) «Ancak İblis secde edenlerle beraber olmaktan.,.»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki istisna, muttasıldır. Yani istisna edilen, kendisinden ayrılanların cinsindendir. Bunun nedeninde ihtilaf edilmiştir. O îblis'in tek başına cinnî olup, diğer meleklerin arasında erimesi, onlardan sayılması mümkündür. Veya İblis melekler arasında ken­dilerine cin denilen, doğuran bir cinstendir. Ya da gerçekten me­lekti, cinnî değildi. Bu takdirde Allah Teâlâ'nın «O cinlerdendi» tarzındaki ifadesi tevil edilir.

«İblis secde edenlerle beraber olmaktan imana, ederek, dayat­tı» cümlesi istinâfi bir cümledir. İstisnadan anlaşılan, secde etme­menin keyfiyetini açıklamaktadır. Bu, «İsbattan nefy, nefyden is-bat olur» kaidesine binaendir. Burada istisnanın munkatı olması da mümkündür. Çünkü meşhur görüşe göre İblis, meleklerin cin­sinden değildir.

İstisna edilen, istisna edüenlerin cinsine veya hükmüne dahil olmadıktan sonra istisna munkatı olur. İstisna munkatı ise, İb­lis de secde emrine dahil değildi şeklinde itiraz edilemez. Çünkü cinler de melekler gibi, secde etmekle memurdurlar. Allah Teâlâ, burada melekleri zikretmektedir, cinleri değil. Onları zikretmek­le cinleri de kastetmektedir. [14]

 

Meal

 

32- Allah): «Ey İblis!  Secde edenlerle beraber olmamana sebep nedir » dedi.

33- (İblis): «Ben kuru çamurdan şekillenmiş cıvık bir bal­çıktan yarattığın insana secde etmek için varolmadım» dedi.

34- (Allah): «Öyleyse oradan çık/ muhakkak ki sen artık ko­vulmuş birisin» dedi.

35- «Muhakkak ki    Kıyamet Günü'ne kadar lanet senin üzerine olacaktır».

36- (İblis): «Ey Rabbim, o halde (tekrar)  dirilecekleri gü­ne kadar bana mühlet ver» dedi.

37- (Allah): «Sen mühlet verilenlerdensin» dedi.

38- «Bilinen vaktin gününe kadar».

39- (İblis): «Rabbim! Beni saptırmana karşılık ben de yer­yüzünde fenalıkları onlar için süsleyeceğim. Andolsun ki onların hepsini saptıracağım» dedi.

40- «Ancak ihlasa erdirilmiş kulların müstesna».

41- (Allah): «İşte benim katımda doğru yol budur» dedi.

42- «Kullarımın aleyhine sana verilmiş bir hakimiyet yok­tur. Ancak sapıklardan sana uyanlar müstesna».

43- Kuşkusuz cehennem onların hepsine va'dolunan bir yer­dir.

44- o cehennemin yedi kapısı, her kapı için ayrılmış bir kı­sım vardır.

45- Allah'a karşı   gelmekten   korkup,   rahmetine   sığınan muttakiler mutlaka cennetlerde ve pınar başlarmdadırlar.

46- «Oraya (cennetlere) emniyet içkide ve selâmetle girin» denilir.

47- Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık. Onlar ar­tık kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.

48- Onlara orada hiçbir yorgunluk dokunmayacaktır. On­lar oradan çıkarılacak da değillerdir.

49- (Ey Muhammedi) kullanma benim çok bağışlayan, çok esirgeyen olduğumu haber ver.

50- Bununla beraber azabımın acıklı azabın ta kendisi ol­duğunu da bildir.

51- Onlara İbrahim'in misafirlerinden de haber ver. [15]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(32-33) «(Allah); Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmama­na...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu cümle, müsta'nife'dir. İbîis'e hitab edilmesi onu şereflen­dirmek için değildir. Aksine ihanet ve idlâl, kınamayı gerektirir.

Hitabın zahirinden anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ îbüs'le va­sıtasız konuşmuştur. Çünkü İblis Allah'a verdiği cevapta, {{Yarat­tığın insana secde etmek için varolmadım» demiştir. «Yarattığın insana...» şeklinde ifade huzurda yapılmış bir hitaptır, gıyabda de­ğil. Bazı kelâmcılann, Allah Teâlâ'nm bu hitabı, peygamberlerinin diliyle İblis'e ulaştırdığı şeklindeki tevilleri ise zayıftır.[16]  

Kadı Beyzavî, «Lem ekun» ifadesi ile ilgili şöyle demektedir: «Bu benim için sıhhatli olmaz. Cismani ve kesif olan bir insana secde etmem, benim halime ters düşer. Çünkü ben bir meleğim ve ruhaniyim. Kaldı ki sen onu en düşük maddelerden, beni de ateşten yarattın. Oysa ateş bu maddelerin en üstünüdür. İblis, Hz. Adem'i nev ve asıl itibarıyla tenkis etmektedir».[17]  

Nurlu aslıyla, Adem'in çamurlu aslına karşı böbürlenen İblis, faziletin ancak Allah'ın faziletli kıldığında olacağını, maddenin öl. çüsüyle anlaşılamayacağını bilememiştir.

(34) «(Allah): Öyleyse oradan çık. Muhakkak ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey İblis! İsyan ettiğinden, böbürlendiğinden dolayı cen­netten çık. Çünkü sen, uzaklaştırılmış, lanetlenmiş olansın.

«Miriha» kelimesindeki zamir cennete racidir. Bazı müfessir-ler, «göklere» raci olduğunu söylemişlerdir. Yani «Göklerden de­fol!»

Melekler cümlesine raci olduğunu söyleyen müfessirler de ol­muştur. Yani «Meleklerin içinden çık!»

«Racîm» kelimesi, yıldızlarla, ateşlerle recmedilen kişi anla­mına gelir. Bazı müfessirlere göre bu kelimenin anlamı «mel'un» dur. Yani lanetlenmiş, Allah'ın rahmetinden kovulmuş. Nitekim adete göre, kovulan kimsenin ardından taşlar atılır.

(35-38) «Muhakkak ki Kıyamet Günü'ne kadar,,.» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, Ey İblis! Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmak, kovul­mak, daimi bir şekilde yakana yapışmış olacaktır ve bu Kıyamet Günü'ne kadar devam edecektir.

Denildiğine göre, İblis hem göklerde hem de yerde lanetlen­miştir. Kıyamet Günü, onun lanetlenmesinin artık sonu olduğu sanılmamalıdır. Çünkü Kıyametle de onun lanetlenmesi kesilmeyecektir. Bu cümle ile lanetin devam edeceği kastedilmektedir. Çünkü uzun süreden maksat devamlılıktır şeklinde bir kural var­dır. Dolayısıyla, Kıyamet Günü'nün zikredilmesi devamlılık için­dir. Tıpkı, «Gökler ve yer devam ettikçe» ayeti gibi.

Kastedilen, îblis'in Kıyamet Günü'ne kadar lanetlenmesi, Kı­yamet Günü ve daha sonra daha şiddetli azaba duçar edilmesi de olabilir. Öyle ki bu azap ona lanetin acısını unutturacaktır.

İblis, Allah'dan kendisine Ademoğullannm haşre gönderile­ceği güne kadar mühlet vermesini istemiştir. Çünkü o, Allah Te-âlâ kendisine «Muhakkak ki Kıyamet Günü'ne kadar lanet senin üzerine olacaktır» dediğinde, azabının Ahiret yurduna bırakıldı-ğını anlamıştı. O adeta ebediyyen ölmemek isteğinde bulunmuş­tur. Çünkü ölümü Kıyamet Günü'ne ertelendiğinde, o gün Sur'a ikinci kez üfürülecek gündür ve o günde artık ölüm yoktur. Çün­kü Sur'a ilk üfürülmesinden sonra ölüm kalkmaktadır. Bu bakım­dan Kıyamet Günü ölümsüz bir gündür.

Kadı Beyzavî'ye göre, İblis bu isteğiyle, halkı ifsad etmenin ve ölüm anındaki dehşetten kurtulmanın çaresini aramıştır. Çün­kü haşrden sonra ölüm yoktur. Allah Teâlâ ilk isteğini kabul etti ve fakat ikinci isteğini kabul etmedi.

Bazı müfessirlere göre, İblis ölmeme isteğinde bulunmamış­tır. O azabının Kıyamet'e kadar ertelenmesi, dünyada azap gör­memesi için istekte bulunmuştur. Allah Teâlâ onu, kendilerine mühlet verilenlerin zümresine dahil etti. Ya da günahlarından do­layı azaplan geciktirilenlerin cemaatine onu ilhak etti. Onun müh­let hususundaki talebini vermek Allah'tan ona bir ikram değil­dir. Bu onun belâsını, şekavet ve azabını daha da artırmak için­dir.

İblis'e verilen mühlet, «malûm vaktin gününe kadar» ifadesiyle belirtilmiştir. Bugün, Kıyamet Günü'dür. Çünkü din günü, onların diriltiieceği gün, malûm vaktin günü şeklindeki ifadele­rin hepsiyle Kıyamet Günü kastedilmektedir. Kıyamet Günü'ne «malûm gün» denilmesi onun Allah'tan başkasınca bilinmemesin-dendir. O sadece Allah katında malûmdur.

Bazı müfessirlere göre, tüm mahlûkat o gün dirilir. Bu yön­den o gün malûmdur.

Bazıları da, kastedilenin hasra yakın bir vakit olduğunu, İb-lis'in o zaman öleceğini söylemişlerdir.

îbn Abbas'a göre, «malûm vakit» ile kastedilen, Sur'a ilk üfü-rülüştür. İblis o zaman ölecektir. İki üfürülme arasında 40 yıllık bir süre vardır. İblisin ölü olarak kalacağı süre, kırk yıldır.

(39-40) «(İblis):   Rabbim!   Beni   saptırmana karşûik, beti de...»

Bu Âyetlerin Tefsiri

«BimaadaM «Ba» harfi yemin içindir. «Ma» ise masdariyet harfidir. Yani, beni idlâline yemin olsun ki, ben de yeryüzünde tüm fenalıkları onlar için süsleyeceğim ve hepsini saptıracağım!

Kadı Beyzavî, Araf Suresi'ndeki «Ba» harfinin sebebiyet için olduğu görüşünü tercih etmiş ve onun yemin için olduğunu Öne süren görüşü «denilir» lafzıyla zayıf göstererek nakletmiştir. Nite­kim bir başka yerde İblis, «Senin izzetine yemin olsun ki» diyor. Kıssa aynı kıssadır. Ancak birinde Allah'ın zatî sıfatıyla, ikinci­sinde ise fiiliyle yemin edilmesi sözkonusudur.

Pakihler Allah'ın zatına ait olan sıfatlarla yemin etmenin sa­hih olduğunu söylemişlerdir. Ancak, fakihler arasında Allah'ın fiili sıfatlarıyla yemin edilip edilemeyeceği hususunda ihtilaf var­dır. Bir gruba göre, ikisi arasında fark vardır. Ayrıca Allah'ın sap­tırması üzerine yemin etmek, pek bilinen bir kaide değildir. (Bu görüşü el-Kerhi öne sürmüştür).

Bizim kanaatimizce, îblis'in burada Allah'ın kendisini idlali üzerine yemin etmesi, başka bir yerde Allah'ın izzeti üzerine yemin etmesine ters değildir. Çünkü izzet, Allah Teâlâ'nın sultanı, kahrı demektir. îblis'in idlâli ise, izzetin kapsadığı mânâlardan biridir. Nitekim Irak ekolu «kudret, azamet, izzet gibi zati sıfatlarla ye­min edilmesi, yemin kabul edilir. Rahmet, öfke gibi fiili sıfatlar­la yemin etmek ise yemin değildir» demişlerdir.

Bazı müfessirlere göre, en doğrusu yeminlerin örfe uygun ol­masıdır. Hangi ifade halkın örfünde, yemin yerine geçiyorsa o ye­min kabul edilir, hangisi değilse o kabul edilmez. En güzel görüş budur [18]

îblis'in yemininin cevabı, «Le Uzeyyinenne» dir. Yani Adem-oğullanna emrine muKalefet etmeyi güzel göstereceğim. Adem-oğullannın sözü edilmediği halde, zamirin onlara irca edilmesi malûm oldukları içindir. Yani, onlar dünyada kaldıkça.

İblis'in süslemesi insanlara günahlarını güzelleştirmesi, onla­rı o günahlara düşürmesi ve onları dünya ziynetleriyle oyalaya­rak, Allah'ın emrini yapmaktansa, dünyayı daha sevimli göster­mesi demektir.

«Ândolsun ki onların hepsini saptıracağım»; yani onlan iba­det yolundan uzaklaştıracağım, kalplerine vesveseler sokarak, de­lâlete düşmeleri için uğraşacağım.

İblis niçin böyle yemin etmiştir? O kâfir olduğunu ve affedil­meyeceğini anlayınca, cüzzamlı bir kimsenin «tüm insanlar cüz-zamlı olsa da beni ayıplamasalar» şeklindeki temennisi gibi bütün insanların kâfir olarak ölmesi için temennide bulunmuştur.

Bu ayet, «İnsanlar kendi fiillerinin yaratıcısıdır» diyen Mute­zile mezhebinin aleyhinde bir delildir. Onlar buradaki «süsleyece­ğim» ve «Saptıracağım» fiillerinin sebebi kastedilmektedir demek­le, zahirden ayrılmaktadırlar. Zahirden ayrılmak ise, ancak bir za­ruretten ötürü olabilir.

«Ancak ihlasa erdirilmiş kulların müstesna»; yani kullarından ihlasa erdirmiş oldukların, ibadet ve taatlerini sırf senin için ya­pan, o ibadet ve taatlerle senden başkasını kastetmeyen kulların müstesna.

İblis bunları istisna etmiştir. Çünkü hile ve vesveselerinin bu kimselerde hiçbir tesiri olmayacağını, onların kendisinin hileleri­ni kabul etmeyeceklerini biliyordu.

îhlas'ın hakikati, bir şeyi başkasının korkusundan uzak ola­rak sadece Allah için yapmaktır.

(41-44 «(Allah): İşte benim katımda doğru yol...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ, îblis'e hitaben «Bu benim doğru yolumdur. Onu gözetlemek, korumak benim ilahî vazifemdir» buyurmuştur.

«Bu» işaretiyle gösterilen yol, «kullarımın üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur» hükmüdür. Ehl-i Sünnet'e göre, burada söz teşbih üzerine bina edilmiştir. Tıpkı «müminlere yardım üzertmize bir haktır» ayetindeki gibi. Çünkü Ehl-i Sünnet'e göre, en uy­gun olanı gözetmek, Allah'ın üzerine vacip değildir.

Bazı müfessirlerin naklettiğine göre, Kısaî bu ayetin yorumu hakkında şöyle demiştir.

«Bu ayet tehdid üzere bina edilmiştir. Tıpkı tehdid ettiğin kimseye, «senin yolun benim katımdadır, dönüşün banadır» de­men gibi. Veya «Kuşkusuz Rabbin seni gözetlemektedir» ayetinde olduğu gibi.

Bu yoruma göre ayetin mânâsı şöyledir: «Bu, dönüşü bana olan bîr yoldur. Ben herkese işlediğinin karşılığını vereceğim».

Bazı müfessirlere göre, metinde geçen «Aleyye», burada «İley-ye» anlamındadır.

Bazılarına göre mânâ şöyledir: «Benim üzerimde olan şudur ki, ben beyan ve hüccetlerle insanlara dosdoğru yolu göstereyim».

Bazıları ise mânânın, «Onlara tevhid ve hidayetle doğru yolu göstereyim» şeklinde olduğunu söylerken, bazıları da mânânın şöyle olduğunu öne sürmüştür: «İhlas bana aittir, benim katım­dadır, benim yolumdur. Ve bana getirir. O, benim kerem ve ma­ma getiren bir yoldur.»

           Ebussuud Efendi, bu ayetin yorumunda şöyle demektedir:

«En belirgin olanı şu ki, bu söz İblis'in; «Andolsun onlar ty senin dosdoğru yoluna oturacağım ve onları saptıracağım» sözü­nün cevabı ve reddidir.

Bazı kıraatlerde, «Aleyye» kelimesi,   «Yücedir»   anlamındaki «Aliyyun» şeklinde okunmuştur.

«Kullarımın aleyhine sana verilmiş...» ifadesindeki «Kullar» ile muhlis insanlar kastedilmektedir. Yani, onları günaha sokmak, helaklerine sebep olmak, tevbe etmemelerini sağlamak hususun­da, senin onlar üzerinde bir tasarrufun yoktur.

Bu ayet Adem ve Havva'dan vaki olan hadiseye ters düşme­mektedir. Çünkü o tevbe ettiği için, kendinden affedilen bir günah (^elle)tı.

Meânî alimleri, «Aleyhim»in anlamının «Alâkulubihîm» (on­ların kalplerinin üzerinde) demek olduğunu söylemişlerdir. Yani sen onların kalplerine hakim olamazsın. Senin onların kalpleri üzerinde bir hakimiyetin yoktur.

Süfyan bin Uyeyne'ye göre bu ayetin anlamı şu şekildedir: «Senin onlar üzerinde, onlart affın ortadan kaldıramayacağı bir günaha sokabilecek kuvvet ve kudretin yoktur».

Bu kullar Allah Teâlâ'nm has kullandır. Yani hidayet ettiği ve kullan arasından seçtiği kimselerdir. Allah Teâlâ bunlar ara­sından, şeytana tabi olan dalâletteki kimseleri i$tisna etmiştir. Çünkü bu kimseler, Şeytan'a tabi olmuş, hak yoldan sapmış, da­lâlete düşmüşlerdir. Bu husus tblis'in, «Andolsun onların hepsini saptıracağım, ihlasa erdirilmiş kulların müstesna» sözüne de mu­vafıktır.

îblis'in sözü ile bu söz arasında fark olduğunu söylemek mümkündür. Allah Teâlâ'nın sözünde îblis'in bütün kullar üzerin­deki hakimiyeti ona tabi olan sapıklar müstesna nefyediliyor. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın ifadesi içerisine, hem muhlisler hem de îblis'e tabi olmayanlar girmektedir. Îblis'in sözü ise, muhlisler müstesna tüm insanların saptırılacağım içermektedir. Böylece muhlis olmamakla beraber, îblis'e tabî olmayanlar da buna dahil oluyor. Kısacası, muhlisler ile sapıtıp îblis'e tabî olanlar arasında üçüncü bir grup vardır. Onlar ne ihlasa erdirilmişlerdir ne de İb-lis'e tabi olup, sapıtmışlardır.

Bazı müfessirler, îblis'e tabi olanların müşrikler olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da; «Onun (Şeytan'ın) hakimiyeti sa­dece kendisini dost edinenlerle, Allah'a ortak koşanların üzerinde vardır» ayetini gösterirler,

Ebussuud Efendi diyor ki;

— îblis'in sözü tahkikî olmasına rağmen, bu ayetle muhlisle­rin şanım yüceltmek vardır. Onların mertebelerinin onlara uzanan dalâlet ellerinin kırılmasının, İblis'in ancak sapıklığı seçenlere te­sir etmesinin, onun kullar üzerinde bir hakimiyetinin olmadığının, sadece insanların kendi yanlış seçimleriyle İblis'e tabî oldukları­nın beyanı vardır.

Allah Teâlâ, bu muhavereyi naklettikten sonra tehdid maksa­dıyla İblis'e tabi olanların toplanacakları yerin kesinlikle cehen­nem olduğunu bildirdi. Cehennern'in yedi kapısı vardır. Cehennem ehli o kapılardan cehenneme girerler. Cehennemin yedi kapısının bulunması, cehennem ehlinin çokluğuna delâlet eder. O kapıların her biri için, îblis'in etbaından belli bir hizip vardır. Taife taife ayrılmışlardır.

Bazılarına göre cehennem kapılarından maksat, üstüste gelen cehennem tabakalarıdır. İbn Cüreyc, ateşin yedi dereke olduğunu söylemiş ve isimlerini saymıştır:

I Cehennem

3 Hutame

4 Sair

5 Sekar

6 Cehim

7 Haviye

En üst tabaka ehli tevhidin asileri, ikinci tabaka Yahudiler, üçüncüsü Hıristiyanlar, dördüncüsü sabiiler, beşincisi mecusiler, altıncısı müşrikler ve yedincisi de münafıklar içindir. Bu takdirde cehennem, bu tabakaların en üstündekidir. Onun akabinde zikre­dilenler, onun altında bulunurlar. Ayet bu yoruma göre şöyle an­laşılır: Allah îblis'e tabi olanları yedi kısma ayırır ve her kısım bir tabakaya girer. Bunun sebebi küfür ve isyanın değişik olması-dır. Bu yüzden kâfir ve asilerin ateşteki mertebeleri farklıdır.

El-Hatib şöyle demektedir: «Bu sayının tahsisinin nedeni ce­hennem ehlinin yedi fırka olmasıdır».

Bazılarına göre insanın azalan (göz, kulak, dil, karın, tenasül uzvu, el ve ayak) olmak üzere yedi tane olduğundan dolayı cehen­nem tabakaları da yedi olmuştur. Çünkü günahların çıkış nokta­ları bu azalardır. Dolayısıyla onların varacakları yer de yedi ta­bakadır. Bu azalar aynı zamanda niyet şartıyla iyiliklerin de kay­nağı olduğuna, niyetin de kalbin amellerinden bulunduğuna göre, onlara bir daha eklenerek cennet kapılan da sekiz olmuşlardır.

Kanaatimizce, bu sayının tahsisindeki nedenler sadece bu söy­lenenlerden ibaret değildir. En doğrusu, bunu, Allah'ın ilmine ha­vale etmektir. Ancak Hz. Peygamber'den sahih bir haber varid olmuşsa, onu kabullenmek vaciptir.

Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre, cehennem tabakalan yedi­dir. Bazıları diğerinin üstündedir. Önce birinci tabaka, sonra ikinci ve üçüncü tabakalar doldurulacaktır. Ta ki yedinci tabakaya kadar.

Buhari Tarih'in de, Tirmizi de garip kabul ederek, tbn Ömer' den şöyle rivayet ediyorlar: Hz. Peygamber (s.a); «Cehennem'in yedi kapısı vardır. Onlardan biri ümmetime kılıç çekenler içindir» buyurdu.

İbn Merduveyh ve Hatib, Tarih'inde Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar: Hz. Peygamber (s.a); «Ayette işaret edilen bir kısım vardır ki Allah'a şirk koşmuşlardır, başka bir kısım vardır ki Al­lah'ın varlığında şüpheye düşmüşler ve bir kısım vardır ki Allah'' tan gafil olmuşlardır» diye buyurmuştur.

Cehennem ehlinin, cehennemin sıfatlarının ve dehşetinin hak­kında birçok rivayetler varid olmuştur. Tafsilat için hadis kitap­larına başvurulabilir.

(45-48) «Allah'a karşı gelmekten korkup...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Muttakiler» ile kastedilenler, Allah'a şirk koşmaktan sakı­nanlardır. Nitekim sahabe ve tabiun bu kanaattedir ve en doğru görüş de budur.

Bazılarına göre «muttakiler», bütün günahlardan sakınanlar­dır. Bu görüş Cübbai'ye ve Mutezile'ye aittir Ne var ki bu kimse­ler böylelikle Allah'ın rahmetini dar bir çerçeve içine sokmuş ol­duklarından, önceki görüş daha evlâdır.

Ümmet şu noktada birleşmiştir: Küfürden sakınmak, cenne­te varmanın şartıdır. Muttaki olmanın şartı ise, takvanın tüm ge­reklerini yerine getirmek değildir. Çünkü takvanın gereklerinden bir kısmın? yerine getiren kimse, takva emrini yerine getirmiş sa­yılır. Nitekim insan bir defa vursa, ona vuran, bir defa öldürse ona Öldüren denir. Mahiyetin tamamını kapsaması gerekmektedir. Bu nedenle sözkonusu inceleme ile «emir tekrarı ifade etmez» de-liline varmışlardır.

«Cennetler» ile kastedilen bahçe ve bostanlar, «çeşmeler» ile kastedilense akan nehirlerdir. Yani cennet ehli, cennet ve nehir-lere girerler.

Ayetin terkibinden anlaşılan iki mânâ vardır: Ya hepsinin bir­den cennet ve nehirleri vardır, veyahut her biri için cennet ve ne­hirler vardır. Allah'ın kudreti ise sınırlı değildir. O'nun fazlına kimse mâni olamaz. Nitekim başka bir ayette, «Rabbinden korkan kimse için iki cennet vardır» diye buyurulmuştur. Yani cennet eh­linin her biri için köşk ve saraylarının altından akan nehirler ve bahçeler vardır. Onlardan diledikleri gibi yararlanırlar.

Fahruddin Razî, tefsirinde şöyle demektedir:

«Bu cennetlerden biri, muhtemelen Allah Teâlâ'nın şu ayet­te zikrettiğidir: «Muttakiterin va'dolundukları cennetin misali, kokmamış sudan olan nehirlerdir». Yine sözkonusu «nehirler» ile kastedilen muhtemelen, o akan nehirlerin dışındaki kaynak ve mecralardırlar. Onlara, «cennetlere girin» denilmektedir. Yani Al­lah onları cennete göndermektedir.»

Şöyle bir itiraz yapılabilir:

«Onlar cennet ve nehirlerde oldukları halde, kendilerine «cen­netlere girin» demenin anlamı nedir? Çünkü onlara «cennetlere girin» denildiğine göre, bu emir, onların daha cennete girmedik­lerini gösterir».

Cevap olarak şöyle denilmiştir:

«Onlar cennette iken bir cennetten diğerine nakledilirler. îşte o girmek istedikleri cennetin kapısına geldiklerinde kendilerine «Girin» denilir. Bu sözü söyleyen, ya Allah Teâlâ'nın kendisidir ya da vazifelendirdiği meleklerdir».

«Bi Selâmına ile kastedilen, «Tüm afetlerden sağlam olarak»

cennete girmeleridir. Cennet ehlinden birisinin diğerine selâm ver­mesi de olabilir. Veyahut ya Allah Teâlâ tarafından ya da meleklei tarafından onlara selâm verilerek cennete girmeleri söylenmekte dir.

«Aminin»; yani bütün korkulardan veya cennet nimetlerinin tükenmeyeceğinden emin olarak cennetlere girin.

Dahhak'a göre mânâ şu şekildedir: «Onlar ölümden emin ku Undtlar, artık ölmezler, hasta olmazlar, çıplak kalmazlar ve acık­mazlar».

«Gittin» kelimesi, düşmanlık, buğz, kin gütmek anlamlarına gelir. Yani, Allah Teâlâ onların kalbinden tüm mezmum vasıflan söküp atacaktır.

Hasan Basrî'den gelen bir rivayete göre, Hz. Ali şöyle demiş-yemin ederim ki, bu ayet biz cennet ehli hakkında nazil olmuştur». Bir başka rivayette ise şöyle denilmektedir: «Bu ayet Beni Haşim, Beni Temim ve Beni Adiy olmak üzere uç Arap kabilesi hakkında nazil olmuştur.»

Üçüncü bir rivayete göre bu ayet, IIz. Ebubekir ile Hz. Ömer hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Hz. praer şöyle demiştir:   «umuyorum fci, ben, Osman, Zübeyr,  TaVıa hakkında, «Biz onların göğüslerindeki kini söküp atttk» denilen kimseler­den olalım».

tbn Abbas ise şöyle demiştir: «Bu ayet on kişi hakkında na­zil olmuştur: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said, Abdurrahman, îbn Mesud».

Bir rivayete göre müminler cennet kapısında durdurulurlar. Bazılarının hakkı, diğerinden alınır. Sonra kalpleri kin ve hased-den temizlenmiş olarak cennete girerler ve orada kardeş olurlar. Altından yapılmış, inci, mercan ve yakutla süslü tahtlar üzerinde başbaşa otururlar.

«Sürür» kelimesi, «Serir»in çoğuludur ve tahtlar anlamına ge­lir. Bazılarına göreyse, «Şerir» ile kastedilen, yüce ve yüksek mec­lislerdir.

«Karşı karşıya»; yani birbirlerinin yüzlerine bakar halde otu­rurlar.

Mücahid şöyle demektedir: «Ehli cennetten hiç kimse diğeri­nin ensesini görmez». Bunun benzeri bir rivayet de îbn Abbas'tan gelmiştir.

«Onlar biraraya geldikleri, karşılaştıkları ve ayrılmak iste­dikleri zaman, her birinin tahtı, binicisi ne tarafa gitmek istiyor-sa, o tarafa döner. Fakat binicinin yüzü yanındakinin yüzüne bak­maktadır. Ensesi İse geriye, yani tahtın gittiği istikamete çevrili­dir, îşte bu ünsiyet ve ikramın son derecesidir. »

Zeyd b. Ebi Evfa'dan şöyle rivayet edilmektedir:

«Hz. Peygamber (sa) bir ara yanımıza çıkagelerek, bu ayeti okudu, sonra da şöyle buyurdu: «Allah için birbirlerini sevenler cennettedir. Bazıları diğerlerine bakar durur». (Tabaranî, Beğavi, îbn Ebi Hatim).

Cennette onlara bir yorgunluk dokunmaz. Çünkü cennet nimet­leri halis, lezzetleri katıksızdır. Onlar için kolay elde edilebilir durumdadırlar. Çalışmalarına, didinmelerine gerek kalmaksızın, istedikleri kendilerine verilir. Yeter ki bir şeyin isteği kalplerinde oluşsun. Hemen o şey, onların yanlarında tertemiz olarak görülü-verir.

Süddi, «Nesbun» kelimesinin meşakkat ve eziyet anlamına geldiğini söylemektedir. Onlara meşakkat ve eziyyet dokunmaz. Cennette ebedî kalırlar.

Allah Teâlâ, cennet ehlinin cennette ebedî kalacaklarına dair nass getirmektedir. Yani zevalsiz bir ebediyet, fenasız bir beka, eksiksiz bir kemâl, mahrumiyet olmaksızın bir zafer vardır. Evet bu ebedilik içinde ve onların bundan haberdar olmasında, lezzetin tamamı, rahmetin kemâli vardır. Çünkü nimet ve lezzet içinde olan bir kimse, bunların arkasının bir zaman sonra kesileceğini, yok olacağını bilirse, o nimetler kendisine adeta zehir olur. Lezzetler karmakarışık hale gelir.

(49-50) «(Ey Muhammedi) Kullarıma benim...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, Ey Muhammed! Bana kulluğu kabul eden herkese bun­ları söyle.

«îbadî» (kullarım) tabirinin kapsamına itaat eden her mümin girdiği gibi, asî müminler de girerler.

Onlara haber ver ki: Gafur ve Banim (mağfireti ve rahmeti bol) olan sadece benim. Ben bununla nefsim üzerine hükmet­tim.

Nitekim bir hadis-i kudside, «Rahmetim gazabımı geçmiştir» buyurulmaktadır.

Ya Rabbi! Fazlına mazhar kıldığın kulların arasına bizi de dahil eyle!

Mus'ab b. Sabit'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) ashabından bazılarının yanından geçerken, onların gülmek­te olduğunu görür ve «cennet ve cehennemi hatırlayın!» der. İşte bunun üzerine de mezkûr ayeti kerime nazil olur. (İbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim)

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

«Kuşkusuz Allah Teâlâ, yarattığı gün rahmeti yüz tane yarat­mış doksan dokuzunu yanında tutmuş, ancak bir tanesini mahlû-

katına göndermiştir. Eğer kâfir, Allah'ın rahmetinden, Allah'ın ka­tında olanları bilseydi, ümitsiz olmazdı. Eğer mümin Allah'ın ka­tındaki azabın hepsini bilseydi, ateşten emin olmazdı». (Buhari, Müslim).

Allah Teâlâ, bu büyük müjdeyi vermesi için peygamberine emir buyurduktan sonra, onlara korku ve sakınmayı içeren bir şeyi de zikretmesini emretti ki kişinin kalbinde korku ile ümit, müjde ile inzar birarada bulunsun. Ta ki hem Allah'ın rahmetini umsunlar, hem de O'nun azabından korksunlar.

«Bununla beraber azabımın, acıklı azabın ta kendisi olduğunu da bildir». Burada sözü edilen azap, çok elem verici bir azaptır.

Allah Teâlâ, kullarını bu iki durum arasında topladı. Bir ta­raftan müjde, bir taraftan korku dolayısıyla onlar da ümit ile ümitsizlik arasında kaldılar. Durumların en hayırlısı zaten vasat, orta olanıdır. Bu bakımdan ümit ile korku arasında olmak, üns ile heybet halleri arasında bulunmaktadır.

Deniliyor ki, şayet kul Allah'ın affının miktarını bilse, hiçbir bakımdan kaçınmaz. Yine şayet azabının miktarını bilse hiçbir günaha yönelmez.

Bu iki ayette (49-50) birçok incelikler vardır ki onlardan bi­risi de şudur: Allah Teâlâ, kulları kendi nefsine izafe ederek, «KuUarım» demiştir. Tıpkı «Kulunu geceleyin yolculuğa çıkardı» (îsra: 1) ayetinde olduğu gibi.

Bu inceliklerden bir diğeri de şudur: Allah Teâlâ, mağfiret ve rahmet sahibi oluşunu 3 kez tekid etmektedir. Birincisi, «Ennî», ikincisi «ene», üçüncüsü de «Gafur ve Rahim» sıfatlarının marife getirilmesidir. Bu üç tekid de rahmet ile mağfiret tarafının daha ağır bastığını gösterirler. Azap zikredilirken ise, «Ennı, ene'l-Mu-azzibua denilmiştir ki «Kuşkusuz ki ben, evet, ben azap verici­yim» demektir. Bu belki de haber vermek kabilindendir.

İnceliklerden biri de şöyledir: Allah Teâlâ, bu mânâyı kulla­rına tebliğ etmesi için peygamberine buyurmuştur. Adeta mağfi­ret ve rahmet hususunda peygamberi kendine şahit kılmıştır.

(51) «Onlara, İbrahim'in misafirlerinden de...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Ey Muhammedi İbrahim hakkında cereyan eden ümit ile korkuyu, içine korku ile birlikte giren müjdeli durumunu haber ver ki bundan ibret alsınlar ve bilsinler ki bu, Allah'ın kulları hak­kındaki bir ilahi adetidir.

Bu kıssa müminlerin felahını, zalimlerin helakim içerdiğin­den, «elX}afur'ur-Rahim»in ve «Benim azabım elem verici azap­tır» ifadesinin bir tefsiridir.

«Misafirler» şeklinde karşılık verdiğimiz «Dayf» kelimesi as­lında meyletmek anlamındadır. Mesela, «Zaten senin dayftn da sa­na meylederek geliyor» denir. «Dayf» kelimesi aslında masdardır. Fakat hem tekil hem de çoğul için kullanılır. Burada tekil getiril­mesinin nedeni de budur. Çünkü Hz. İbrahim'in misafirleri, üç ve­ya on ya da on iki melekti. Cebrail de onlardan biriydi. Yakışıklı delikanlılar şeklinde Allah onları Hz. İbrahim'e, çocuğu olacağına dair müjde vermeleri ve ayrıca Lut kavmini helak etmeleri için göndermişti. Bu olayın ayrıntıları Hud Suresi'nde geçmiştir. [19]

 

Meal

 

52- (Hatırlat o zamanı) ki, onun yanına girip «selâm» de­mişlerdi. O da: «Doğrusu biz sizden korkuyoruz» demişti.

53- Dediler ki:  «Sakın korkma! Kuşkusuz biz sana, bilgin bir çocuk müjdeliyoruz)}.

54- (İbrahim): «Bana ihtiyarlık gelip çökmesine rağmen mi müjdeliyorsunuz? Ne ile beni müjdeliyorsunuz?» dedi.

55- «Sana gerçeği müjdeledik. Sakın ümit kesenlerden ol­ma!» dediler.

56- (İbrahim):  «Rabhinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser?» dedi.

57- «Ey elçiler!  (Bundan başka) ne işiniz var?» dedi.

58- Dediler ki: «Biz suçlu bir kavme gönderildik».

59- «Ancak ÂH Lut müstesna. Çünkü  biz onların   hepsini kurtaracağız».

60- «Lâkin Lut'ım karısı bundan hariçtir. Biz onun geride kalanlardan olmasını uygun bulduk».

61- Elçiler Âl-i Lut'a gelince,

62- (Lut) dedi ki: «Hakikat şu ki sizler tanınmayan kim­selersiniz».

63- Dediler ki: «Bilakis, biz sana onların şüphe etmekte ol­duklarım (felaketi) getirdik».

64- «Sana gerçeği getirdik. Kuşkusuz biz doğru söyleyen­leriz».

65- «Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar ve sen de arkalarından git! Sakın sizden hiç kimse, dönüp de ardına bak­masın. Emrolunduğunuz yere gidin».

66- Ona (Lut'a) şu kesin emri bildirdik: «Sabaha çıkarlar­ken, muhakkak onların ardı kesilecektir!»

67- Şehir halkı birbirlerini müjdeleyerek geldiler.

68- (Lut) onlara: «Bunlar benim misafirlerimdir. Beni sa­kın mahcup etmeyin!» dedi.

69- «Allah'tan korkun! Beni (onlara karşı) rüsvay etmeyin».

70- Onlar da (cevaben) dediler kî: «Seni halkın işlerine ka­rışmaktan menetmemiş miydik?» [20]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(52) «(Hatırlat o zamanı) ki onun yanına girip...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başında gelen «iz» edatı, mukadder bir fiilin mefulti-dtir. Yani, onların Hz. İbrahim'in huzuruna girdiklerini hatırla veya hatırlat.

«Setâmen» kelimesi ya sağlam kalmak anlamındaki «Selâmet» kökünden, ya da bilinen «SeZdm»dan gelmektedir. Her iki halde de fiil-i mukadderdir. Mukadder bir masdarın sıfatı olması da mümkündür. Bu takdirde mânâ şöyledir: «Fekalû kavlen setû-men»; yani, onlar sağlamlık veya bilinen selâm anlamında bir söz söylediler.

Hz. İbrahim onlara «Biz sîzlerden korkuyoruz» demiştir. O bu sözü onlara kızartılmış buzağıyı getirdikten ve onlar da buzağıdan yemeyi reddettikten sonra söylemiştir. Çünkü o dönemdeki adete göre, misafir ikram edilen yemeğe dokunmazsa, ev sahibinde o kimsenin iyi niyetle gelmediği kanaati hasıl olurdu.

Bazılarına göre, Hz. İbrahim bu sözü onlar içeri ilk girdik­lerinde söylemiştir. Çünkü onlar izin almadan ve münasip olma­yan bir zamanda eve girmişlerdi. Ancak bu yorum, zayıftır. Çün­kü Hz. İbrahim bu sözü o zaman söylemiş olsaydı, onlar da ayette geçen cetabı verirlerdi. Ve Hz. İbrahim <ie onlara yemek ikram etmezdi. Aynca diğer bir nokta daha var: Başka bir ayette; «İbrahim onların ellerinin sofraya uzanmadığım görünce, onları tanımadı ve içine korku nedeniyle bir ızdırap düştü» denilmektedir. Dola­yısıyla bu tafsilat daha önce Hud Suresi'nde geçtiğinden, hadise burada kısa kesilmiştir.

Bazılarına göre de, Hz. İbrahim onların selâm vermelerini garip bulmuştur. Çünkü Hz. İbrahim'in memleketinde selâm ver­me adeti yoktu.

(53) «Dediler ki sakın korkma! Kuşkusuz ki biz...» Bu Ayetin Tefsiri

«Tevceln, îkrime'den gelen bir rivayete göre, «Korkma» de­mektir.

«Biz sana bilgin bir çocuk müjdeliyoruz» cümlesi, müste'ni-fedir ve korkmamanın sebebini bildirmektedir. Zira müjde geti­ren kişiden korkulmaz.

«Alim» kelimesi çok ilim sahibi, çok bilgin kimse dernektir. Başka bir ayette, doğacak çocuğun sıfatı olarak «Alim» yerine «Halim» kelimesi geçmektedir. Burada müjdelenen çocuk, Hz. îs-hak'tır. Bu husus Hud Suresi'nde geçmişti.

(54) «(İbrahim): Ama bana ihtiyarlık gelip çökmesine rağ­men...»Bu Âyetin Tefsiri,

Yani, ben ihtiyarlamış, kocamış iken, bana ne müjdesi vere­ceksiniz?

Bu soru, ya inkârî, ya da taaccübîdir. Yani, ya «bu olmaz» demektir ya da «Hayret benim yaşımdaki bir insan çocuk sahibi olabilir mi?» anlamındadır.

Ayetin kısaca mânâsı şudur: «Bana ne ile müjde 'veriyorsu­nuz? Âdet yönünden mümkün olmayan bir şeyle müjde vermek doğru olmaz»,

(55) «Sana gerçeği müjdeledik...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, melekler şöyle dediler:

«Biz kesin olan bir şeyi müjdeliyoruz. Kesin bir hakikati sa­na haber veriyoruz. Onda bir yanlışlık yoktur. Çünkü bu, Allah'­ın va'didir ve O va'dinden dönmez. Allah için hiçbir şey muhal de­ğildir. Zira O her şeye kadir olandır. Sakın ümitsizlerden olma! Allah Teâlâ, anne ve babası olmadan bile bir inşam yaratabilir. Bu bakımdan yaşlı bir erkekle, kocamış, kısır bir kadından bir ço-. cuk meydana getirmesi hiç de imkânsız değildir»;

Hz. İbrahim, Allah'ın kudretinden şüphe etmiyordu. Onu hay­rete düşüren husus bunun âdet yönünden olmamasıydı.

(56) «(İbrahim): Rabbinin rahmetinden...» Bu Ayetin Tefsiri

«Yeknetu» (veya «Yeknitu») füli ümitsizlik anlamındaki «Xw-nut» mastarından gelmektedir.

«Dallun» ise Allah'ı yalanlayanlar veya yanılanlar, doğru yolu terkedenterdir. İşte bu kimseler Allah'ın rahmetinden ümit keser­ler. Onlar Allah'ın rahmetinin genişliğini bilmezler, ilminin ve kudretinin kemâlinden habersizdirler. Nitekim bir ayette «Durum şu ki, Allah'ın rahmetinden ancak kâfir bir kavim ümidini keser» denilmiştir.

Hz. İbrahim, «Çocuğumun olmasını ben uşak bir ihtimal gör­düm, zira yaşım oldukça ilerlemiştir. Yoksa ben, Allah'ın rahme­tinden ümidimi kesmiş değilim» demek istiyordu.

(57) «Ey elçiler! (Bundan başka) ne işiniz...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hatb» kelimesi, tehlikeli bir durum, önemli bir hal demek­tir. Yani sizin işiniz nedir? Bana verdiğiniz müjdeden başka bir vazife ile gönderildiniz mi? diye onlara sordu. Çünkü onların sa­dece müjde vermek için gelmediklerini anlamıştı. Kesinlikle on­ların tehlikeli bir durum için gönderildiklerine inanıyordu. Çünkü melekler birkaç kişiydi. Müjde ise pekâlâ bir kişi ile verilebilirdi. Bu yüzden Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem'le ilgili müjdenin götü­rülmesi için bir tek melek gönderilmişti. Melekler meselenin saf­haları arasında, korku ortadan kalksın diye Hz. İbrahim'e bu müj­deyi verdiler. Eğer müjde meleklerin gelmesinin maksadını teşkil eden yegâne nokta olsaydı, başta bu müjde verilirdi.

(58-59) «Dediler ki: Biz suçlu bir.kavme...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Mücrim bir kavim»; yani suç işlemiş bir kavim. «Cürm»ün kapsamına şirk ve şirkten sonra gelen tüm küfür ve günahlar" girmektedir. Sözü edilen kavim Hz. Lut'un (a.s) kavmidir. Melek­ler onların bu özelliğini söyledikten sonra, Hz. Lut'u ve ehlini hariç tutmuşlardır. Yani Hz. Lut ve ehli hariç, o kavmin hepsi müc­rimdi. Bu ifade edildikten sonra da. Hz. Lut'a özellikle bahşedilen nimet, «Biz onların hepsini kurtaracağız» denilerek, belirtildi.

«Ât-i Lut» ile, onun aile efradı ve dinine tabi olan kimseler kastedilmektedir. Dolayısıyla onların kurtuluşlarına sebep, iman etmiş olmalarıydı. Yani, diğerlerinin maruz olacakları azaptan on­lar kurtulacaklardır. Binaenaleyh melekler hem mücrimler için hem de, ÂH Lut için gönderilmiştir, öncekilerin helaki, sonraki­lerin felahı için...

(60  «Lâkin LuVun karısı bundan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Lut'un karısı kurtaracak olduklarımıza dahil değildir. O helak edeceklerimiz arasındadır.

«Kadderna» fiili, hükmettik, takdir ettik mânâsmdadır. Yani onun kâfirlerle beraber azaba maruz kalmasını takdir ettik. Bu takdir hüküm, Allah'ın fiili olmasına rağmen mecazen meleklere isnad edilmiştir. Çünkü onlar manen Allah'a yakındırlar ve O'mın elçileridirler. Başka bir deyişle Allah ile mahlukatı arasında bir vasıtadırlar.

(61) «Elciler ÂH Lut'a gelince...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ifade, helak olmayı hakedenlerin yok edilmesini, felaha müstahak olanların da kurtulduğunu açıklar.

Bu sözde hazf vardır. Yani onlar Hz, İbrahim'in yanından aynldılar ve yürüyerek Hz. Lut'un köyüne vardüar. İki köy arasın-dakî mesafe dört fersahtı.

(62) «(Lut) dedi H: Hakikat şu ki...»Bu Âyetin Tefsiri

Hz. Lut onlara hitaben şöyle dedi:

«Sizleri tanımıyorum ve bana bir kötülük yapmanızdan kor­kuyorum. Çünkü gayenizi bilmediğim gibi, hangi kabiledensiniz onu da bilmiyorum».

(63-65) «Dediler H: Bilakis biz sana...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Melekler; «Onların kendileri hakkında şüphelendikleri azapla senin yanına gelmiş bulunuyoruz» dediler. Yani, biz senin kalbin­den geçen kötülükleri yapmak için gelmedik. Aksine biz seni se­vindirecek bir haberle, sana geldik. îşte o haber, kavmini sürek­li kendisiyle korkuttuğun ve onların da bu hususta seni yalanla­dıkları azaptır. Biz kendisinde ne bir şüphe ne de bir tereddüt ol­mayan bir Hak ile geldik. Bu hak onlara dokunacağı kesin olan azaptır. Biz sana getirdiğimiz bu haberde doğru söyleyenlerde­niz.

«Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar ve sen de arkalarından git» ifadesinde geçen, «Ehl» (aüe fertleri) tabiri, Hz. Lut*un iki kızına delâlet eder. Çünkü Hz. Lut köyünden sadece iki kızı ile birlikte çıkmıştır.

Kurtubî, Hud Suresi'nin tefsirinde; «Hz. Lut köyünden çıktı ve Allah Teâlâ o anda Tayyi Arz yaptı ve Hz. Lut kurtularak Hz. İbrahim'in yanına ulaştı» demektedir.

«Sen de arkalarından git»; yani onların arkasında yürü ve on­lardan geride kalan olmasın. Aksi takdirde ona azap dokunur. Ve-yahut; «Kalbin onlar hakkında mutmain olsun. Onların kurtul­muş olduklarını bilebilmek için arkalarında ol. Sen ve ehlinden hiç kimse arkasına bakmasın. Onların üzerine inen azabı görmek için, ardına dönmesin. Çünkü ardına bakan, hızla yürümekten alt konur, zalimlerin yurdundan uzaklaşamadığı takdirde de azaba duçar olur».

Bazı müfessirler; «Sakın sizden hiç kimse dönüp de- ardına bakmasın ifadesini, «Kimse geride kalmasın» şeklinde yorumla­maktadırlar.

«Emrolunduğunuz yere gidin»; yani Allah'ın size emrettiği yere gidin. Müfessirler, gidilecek yer ile ilgili çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bazılarına göre Şam, bazılarına göre Mısır, bazıla­rına göre Lut bölgesinden biri veya Hz. İbrahim'in memleketi ya da Ürdün'dür.

(66) «Ona (Lut'a) şu kesin emri bildirdik...»Bu Ayetin Tefsiri

«Kadayna» fiili, «Ona vahyettik, bildirdik» anlamındadır.

«Şu kesin emr» ise Hz. Lut'un kavminin helak edilmesidir.

«Enne dabira» cümlesi, işbu emrin tefsiridir. Yani kavminin sonu da, başı da, temelinden, kökünden kazınacaktır ve o gecenin sabahında geriye onlardan hiç kimse kalmayacaktır.

 (67-69) «Şehir halkı birbirlerini müjdeleyerek...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, Hz. Lutfun kavmi, ona misafirlerin geldiğini haber al­dıklarında, onların şehirlerine gelmiş olmalarından çok sevindi­ler. Onlarla o çirkin fiillerini yapmayı düşündüler. Sıddık Hasan Han, tefsirinde bu şehrin adının «Sezim» olduğunu söyler. «Sodom» diyenlerin ise yanıldıklarına dair ibareler vardır. Burası Hz. Lut'-un kavminin kasabalarından bir tanesiydi.

Allah Teâlâ bu ayetle onların işledikleri çirkinliğin fecaatine işaret etmektedir. Çünkü onlar Örfe karşı çıkıp, doğru ve temiz zevklerde misafirlere ikramda bulunmak, onlara güzelce davran­mak şeklindeki âdetleri çiğnediler. Onlar misafirlerle daha önce yaşayan insan topluluklarından hiçbirinin yapmaya teşebbüs et­mediği lûtîliği yapmaya kalkıştılar.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Lutfun hanımı «üç tane genç parlak misafir geldi ki onların yüzerinden daha güzeli, şekillerin­den daha endamlısı hiç görülmemiştir» diye onlara haber vermiş-tir. Onlar da bu gençleri elde etmek ümidiyle sevinçle ve koşarak Hz. Lut'un evine geldiler. Hz. Lut onların niyetlerinin kötü oldu­ğunu anlayınca kendilerine şöyle dedi:

«Bunlar benim misafirlerimdir. Beni sakın mahcup etmeyin»; yani şu çirkin fiilinizi kendileriyle icra etmeye geldiğiniz kimseler benim misafirlerimdir. Onlara bir kötülük yapmamak suretiyle, bana ikramda bulunun. Gerek benim gerekse kendiniz için, Allah azabının gelebileceğinden korkun. Onlara kötü bir tarzda saldı­rarak beni rezil etmeyin.

Ayetteki ikinci cümle, ilkinden daha tekidli gelmiştir. Çünkü bir kimsenin himayesinde bulundurduğu  misafire, onun komşularının saldırması rezaleti daha fazla celbeder. Onlar Hz. Lut'a rezalet ve mahcubiyetinin asıl sorumlusunun kendisi olduğunu söylediler.

(70) «Onlar da (cevaben) dediler ki: Seni...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani bizler seni, halktan herhangi birini misafir etmekten ve onu köyümüzde saklamaktan menetmemiş miydik?

Onlar her gelen misafire lûtilik amacıyla yaklaşırlardı. Hz. Lut da onlan bu fulden sakmdırmaya çalışırdı. O, kavmi böyle bir şey yapacağı zaman, misafirlerle onlar arasına girerdi. Bu ba­kımdan kavmi bir daha böyle bir durumda kendilerini yapmak istedikleri işten alıkoymaya çalışmamasını söylemişlerdi. Onlar, «Bu söylediğin mahcubiyet ve rezaletin sebebi sensin, bunu zorla kendin istiyorsun. Eğer bize karışmasaydın, bunlar olmazdı» de­diler. [21]

Sıddık Hasan Han, «Feth'ul-Beyan» adlı tefsirinde, şöyle de­mektedir:

«Ayetteki istifham, istifham-ı inkâriyedir. İstifham harfinden sonra gelen atıf harfi bu cümleyi mukadder bir cümle üzerine at­fetmektedir. Yani; «Biz daha önce sana gelmiş ve yapacağımız ha­reketi kendisiyle icra edeceğimiz kimse hakkında bizimle konuş­mamanı sana tavsiye etmiştik».

Bazı müfessirlere göre, mânâ şöyledir: «Yabancı yolcuları misafir etmemeni sana daha önce söylemiştik».

Katade'ye göre ise mânâ şöyledir: «Biz sana hiç kimseyi mi. safir kabul etmemeni veya herhangi bir yabancıyı köyümüze ge­tirmemeni daha önce söylememiş miydik?»

Ayetteki Lut kavminin kendisine söylediği sözü daha genel bir anlam içinde yorumlamak da mümkündür. [22]

 

Meal

 

71- (Lut): «Şayet (bu isteğinizi)   mutlaka gerçekleştirmek istiyorsanız, işte kızlarını! (Onlarla evlenin)» dedi.

72- (Ey Muhammed!)  Hayatın hakkı için, onlar  (şehvet) sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.

73- Güneşin doğma zamanına girerlerken, onları o korkunç sayha (ses) yakalayıverdi.

74- Hemen  (ülkelerini)  alt-ust ettik. Üzerlerine de balçık­tan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

75- İşte bunda düşünen ve ferasetli kimseler için ibretler vardır.

76- O şehir (harabeleri) bir yol üzerinde hâlâ durmaktadır.

77- Gerçekten bunda iman edenler için ibretler vardır.

78- Eyke halkı da gerçekten zalimdiler.

79- Bu yüzden onlardan da intikam aldık. Bu yerlerin iki­si de (Eyke ve S o dom) hâlâ işlek bir yol üzerindedirler.

80 - Andolsun kî Hicr halkı da  peygamberleri   yalanlamış­lardı.

81- Biz onlara ayetlerimizi vermiştik ve iakat onlar bu ayet­lerden yüzçevirmişlerdi.

82- Onlar güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı.

83- Onları da sabahladıklarında o korkunç ses yakaladı.

84- Kazanmakta oldukları şeyler, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı.

85- Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasmdakileri ancak hak ile yarattık. Kuşkusuz o saat (Kıyamet) gelecektir. Şimdilik on­lara güzel bir muamele ile davran!

86- Kuşkusuz ki Babbin yaratan ve en iyi bilendir.

87- Andolsun ki biz sana tekrarlananlardan yedi (ayet) i ve o büyük Kur'an'i verdik.

88- Onlardan bazı çiftlere geçici olarak faydalanmaları için verdiğimiz dünya mauna gözlerini dikme! Onlara üzülme ve mü­minlere kanadını ger.

89- De ki: «Ben o apaçık uyarıcıyım».

90-  «(Eğer inanmıyorsanız) o bölücülere (azabı) indirdiği­miz gibi (size de indireceğiz). [23]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(71) «(Lut): Şayet (bu isteğinizi)...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Lut, «İşte tozlarım» demekle, Öz kızlarını veya Ümmetinin kızlarını kastetmiştir.

Zemahşeri, Hz. Lutfun, «Şayet mutlaka bu isteğinizi gerçek­leştirmek istiyorsanız,..» şeklindeki ifadesini, kavminin kendi tek­lifini kabul edip etmeyecekleri hususunda onun şüphede olduğu­na yormaktadır. Âdeta Hz. Lut şöyle demektedir: «Sizin bu işi yapacağınızı sanmıyorum. Fakat mutlaka yapacaksanız işte tozla­rım, onlarla evlenin.»

Bazı müfessirler ise ayete şöyle anlam vermişlerdir: «Eğer arzularınızı Allah'ın haram kıldığında değil de, helâl kıldığında tatmin etmeyi istiyorsanız, işte kızlarım, onlarla evlenin».[24]

 

Allah Neyle Yemin Eder?

 

(72) «(Ey Muhammed) Hayatın hakkı için...» Bu Ayetin Tefsiri

Yukarıdaki karşılıklı konuşmadan sonra bu sözü Hz. Lut'a  hitaben söylemiş olmaları muhtemeldir. Yani, «Hayatın hakkı için (Seni yaratana andolsun ki) muhakkak onlar sapıklıkları içinde şaşkın bir şekilde dolaşıp durmaktadırlar.» Yani onlar bu şaşkın­lıkları içerisinde, senin sözünü nasıl terkederler? Kadınları bıra­kıp da nasıl olur da erkeklere varmak isterler?

Bazı müfessirler ise (ki biz de bu görüşü tercih edip mealde işaret ettik) hitabın Hz. Muhammed'e olduğunu söylemişlerdir. Hayatı adına yemin edilen şahıs Hz. Muhammed'dir. Allah Teâlâ her şeyle yemin edebilir. Bizler ise ancak O'nun zat ve sıfatlarıyla yemin edebiliriz.

Bu hitap Hz. Muhammedi (s.a) şereflendirmek için yapılmış­tır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Muhammed'den başka kimsenin hayatı adına yemin etmemiştir. Bu ise Hz. Muhammed'in (s.a) tüm in­sanlardan üstün olduğuna delâlet eder. [25]

Sıddık Hasan Han, «Feth'ul Beyan» adlı tefsirinde şöyle de­mektedir:

«Amr» veya «Umm aynı anlamdaki kelimelerdir. Ancak ye­minlerde, «Amr» sadece fetha (üstün) ile okunur. Çünkü bu dil­lerde çok dolaşır ve fetha da harekelerin en hafif olanıdır. Burada da fetha tercih edilmiştir. «Amr» veya «TJmr»; insan bedeninin, ha­yat ve ruh ile mücehhez kılındığı sürenin adıdır. Başka bir deyişle insanın dünyada kaldığı sürenin adıdır. Ayetin anlamı şöyledir: «Se­nin ömrün benim yeminim (veya benim yeminim senin ömrün) ol­sun!» Kadı İyaz, müfessirlerin bu yeminin Allah tarafından Hz. Muhammed'in ömrüne edilmiş bir yemin olduğunda ittifak ettik­lerini söyler. Ebubekir b. Arabi de bu hususda müfessirlerin icma ettiklerini belirterek şöyle der: «Müfessirlerin hepsi Allah Teâlâ' nın burada onu şereflendirmek için Hz. Muhammed'in hayatına yemin ettiğini söylemişlerdir». Ebu'l-Cevza ise demektedir ki; «Al­lah Teâlâ Hz. Muhammed'in (s.a) hayatından başka bir hayat adı­na yemin etmemiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a) Allah katında­ki en şerefli insandır».[26]  

Görüldüğü gibi, burada «Garaib'uLKur'annûaki iddianın tam aksi söz konusudur. Çünkü o bu mânâyı zayıf olarak göstermiştir. Nakiller de onun tersini ortaya koymaktadırlar.

Ne var ki, büyük müfessir El-Meraği tefsirinde (cilt: 13, sh: 38) Garaib'ul-Kur'an'daki görüşü tasdik etmiş ve hitabın Hz. Mu­hammed'e olduğu görüşünü hiç nazarı itibara almamıştır.

Son dönem müfessirlerinden Alusi ise, Allah Teâlâ'nın bu ayette peygamber efendimiz üzerine yemin ettiğini ve müfessirle­rin cumhurunun da bu görüşte olduğunu söylemektedir. [27] Nite­kim Beyhakî, «Ed-Dektil'un-Nübüvve» adlı eserinde Ebu Nuaym ve îbn Merduveyh'le birlikte, İbn Abbas'tan şunu rivayet etmektedir­ler: «Allah Teâlâ, kendi katında Hz. Muhammed'den daha şerefli bir kimse yaratmamıştır. Öyle ki Allah'ın Hz. Muhammed'in ha­yatından başka birinin hayatı adına yemin ettiğini işitmedim».

Alusî, şöyle devam etmektedir: {(Denilmiştir ki bu melekler ta­rafından Hz. Lut'un hayatı adına yemin etmektir». Ancak bu yo­rum gelen rivayetlerle çatıştığından, takdire muhtaçtır. Yani, «Me­lekler Lut'a dediler ki» şeklinde bir takdirde bulunmak gerekir. Kur'an'daki takdir ise, aslın tam tersidir. Her ne kadar kıssanın siyakı bunun delil ve karinesi ise de, bu yine aslın hilafınadır. Bu bakımından,  Feraiz'in müellifi, şöyle diyerek «Garaib'ul-Kur'an» m yorumunu zayıf saymaktadır:

— Bu, zaruretin iktiza etmediği bir takdirdir. Şayet böyle bir takdire gidilirse, o zaman Kur'an'ın bütün nasslannı bir şey tak-dir etmek suretiyle gerçek anlamından çıkarmak mümkün olur.

«Sekret» kelimesi, sapıklıklar veya erkeklere karşı olan şid­detli arzu demektir ki aklı ortadan kaldırır, doğru ve yanlışı ayır-detme imkânı bırakmaz.

«Ya'mehun» fiiliyse, onların şaşkın şaşkın ve körü körün© dolaştıkları anlamına gelir. Zamirlerin hepsi de şehir ahalisine racidir.

Bazıları, İbn Abbas'ın, bu zamirlerin hepsinin Kureyş müşrik­lerine raci olduğunu söylediğini rivayet etmişlerdir. İbn Atiyye, bu yorumu uzak bir ihtimal olarak değerlendirmiştir ki zaten ne si­yak ne de sibak buna uygundur!

Bazıları da şöyle demiştir: «Allah Teâlâ, incire, zeytine, Tur-î Sina Dağt'na yemin etmiştir ki daha bunlar gibi yemin ettiği bir­çok şey vardır. Dolayısıyla bunlar için bir üstünlük söz konusu değildir». Bu görüşe, Allah Teâlâ'nın yemin ettiği her şeyde, onun cinsinden daha üstün bir meziyete sahip olduğu söylenerek itiraz edilmiştir.

Denildi ki: Allah Teâlâ, incir, zeytin, Tur-i Sina, yıldızlar, kuş­luk vakti, güneş, gece ve benzerleri adına yemin etmiştir ve fakat burada muzafları hazfedümiştir. Yani adı geçen bu şeylerin yara-danına yemin söz konusudur. Dolayısıyla bu ayetteki mânâ şöy­ledir: «senin hayatım yaratana yemin olsun ki...»

(73-77) «Güneşin doğma zamanına girerlerken...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«O sayha» ile kastedilen «O büyük sayha» veya «Cebrail'in sayhasında.

îbn Cüreyc'e göre, «sayha», «saika» gibi bir kavmin helakın-da kullanılan azaptır. Öyle ki ister yıldıran, ister taş yağmuru ve­ya isterse gök gürültüsü olsun.

«Müşrikin» (Şuruk'tan türemedir) aydınlığın ortaya çıktığı vakti anlatan bir lafızdır. Aydınlık ile güneşin aydınlığı kastedil­mektedir. Fakat bazı kimseler ecrin, bazıları da azabın öncesinin aydınlığı olduğunu söylemişlerdir. Yani, azap ilk defa parladığm-da bu sayha güneş doğuncaya kadar sürer.

«Âlîyeha» ve «Sâfüeha» kelimelerindeki «Hâ» zamirleri şehre veya Lut kavminin köylerine racidir. Yani, «Biz o şehrin (veya köylerin) altını üstüne getirdik».

Zemahşeri zamirlerin «köylere» raci olduğunu söylemişse de ilk görüş daha kuvvetlidir. Çünkü «el-Medine» (şehir) kelimesi zamirlere daha yakındır.

Şehrin (veya köylerin) üstü ile kastedilen yeryüzü veya ora­da bulunanlardır. Cebrail, şehri göğe doğru kaldırdı ve alt tara­fından tam tersine çevirip bıraktı. Onlar dört kasabaydı ve orada dörtyüz savaşçı yaşamaktaydı. Allah Teâlâ köylerde ve onların dı­şında bulunanların üzerine taş yağdırdığını beyan etmektedir. Ça­murdan yapışmış taşlar, yani sert taşlar yağdırılmıştır.

Bu mesele daha mufassal bir şekilde Hud Suresi'nde ele alın­mıştı. Oraya bakılabilir.

Bu kıssalar ve o şehir ahalisine isabet eden felaket hususun­da düşünen, olaylara ibretle bakanlar için ayetler vardır. Bu kimseler o ayetlerle (ibretlerle) Allah'ın kuvvetinin sonsuzluğuna da­ir istidlal ederler.

Ebu Ubeyde, «Mütevessimin» kelimesinin, «Görenler» anla­mına geldiğini söylemektedir.

Katade bu kelimenin «ibret alanlar» olduğunu söylerken; ba­zıları da «Teemmül edenleri} demek olduğunu Öne sürmüşlerdir. Mücahid ise, «Feraset sahibi olanlar» şeklinde bir mânâ vermiş­tir.

Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygam­ber (s.a) «Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruy­la bakar» dedikten sonra bu ayeti okumuştur. (Buhari/Tarih, Tir-mizi, îbn Cerir, îbn Ebi Hatim)

Feraset ikiye ayrılır:

1) Allah'ın salih kullarının kalbine verdiği feraset ki onunla mahlûkatın hallerini veciz bir şekilde değerlendirirler.

2) Tecrübe ve  ahlâkın  delaletiyle elde  edilen   feraset. Bu ilim hususunda, insanların birçok telifi vardır. Kadim dönemler­den bu yana, bu hususta birçok kitaplar yazılmıştır,

Sa'lebî'ye göre> «Mutevessimin»w. tekili olan «Vesim», tepeden tırnağa kadar süzen kişi demektir. Fakat, Öne sürülen bu mânâla­rın hepsi de yaklaşık anlamlardır.

Lut kavminin köyleri (veya şehirleri) bir yol üzerindelerdi. Bu yol Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yoldur. Bu yoldan ge-üp geçen yolcular, Lut kavmine ait köylerin harabelerinin yanla­rından geçerler ve onları görürler. Allah'ın azabının tesirim, gazabinin sonuçlarını müşahade ederler. Çünkü onlar toprak olmamış­lardır, izleri hâlâ mevcuttur.

îbn Abbas'tan rivayet edilen bir yoruma göre, «Lebisebilin» kelimesi, «daimi bir helak üzerindedir» anlamında kullanılmıştır.

Mücahid, «Nişanlı bir yoldadır ve kimseye gizli değildir» der­ken Katade, «Açık bir yoldadır» demektedir.

O şehirlerde veya oralara inen azapta mü'minler için bir ibret, bir delil vardır. Çünkü Allah'a ve onun Rasulü'ne inananlar gör-dükleri izlerden ibret alırlar ve bilirler ki bu, cahillere, sırf haki. katlere karşı çıktıkları için Allah'tan gelen bir azaptır. îman et-s. meyenler ise bu tür olayları kâinat içerisinde vuku bulan tesadüfi hadiseler olarak değerlendirirler.

Allah Teâlâ, önce, «Ayet» kelimesini «Ayat» şeklinde çoğul ge­tirmiştir. Çünkü orada Lut hadisesi, Hz. İbrahim'in misafirleriyle rı ilgili olaylar, Lut kavminin onlara saldırmak istemeleri, bu kav-I min helaki, şehirlerinin alt-üst edilmesi, üzerlerine taşlar yağdı-| nlması gibi hadiseler anlatılmıştır. Dolayısıyla kelime çoğul ola­rak getirilmiştir. İkincisinde tekil getirilmesinin nedeniyse, bu se-İ fer Lut kavminin yaşadığı şehrin sözünün edilmesidir. Bu bakım-I dan kıssanın aynı olmasına rağmen niçin önce «Ayat», sonra da, «Ayet» denildiği şeklinde bir itiraza gerek yoktur.

Kısacası Lut kavmi, «Homoseksüellik» denilen o çirkin güna­hı işlediği için, Allah Teâlâ onlara önce bir ses işittirmiş, sonra memleketlerinin altını üstüne getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır. Ki bir toplumun yok olup, dünya haritasından silinip gitmesi için bundan daha şiddetli bir azap olmaz!

(78-79) «Eyke halkı da gerçekten...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu iki ayetle sözü edilen «Eyke», sık ormanlık demektir. Hz. Şuayb'ın (a.s) ve kavminin oturduğu yurt, ormanlık olduğu için onlara «Eyke halfa» denilmiştir.

Allah Teâlâ Eyke halkına Hz. Şuayb'ı peygamber olarak gön-dermiştir. Fakat onlar Hz. Şuayb'ı yalanlayarak, sözü edilecek olan azap ile helak oldular.

Bazılarına göre «Eyke», ora halkının oturduğu yerin adıdır. Nitekim Şuara Suresi'nde, «Eyke» yerine «Leyken okunması da bu yorumu desteklemektedir. Ebu Ubeyde, «Onların memleketine Ey­ke de, Leyke de denilirdi» demektedir. Tıpkı Mekke-ı Mükerre-me'ye Mekke de Bekke de denilmesi gibi,

tbn Amr'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Medyen ve Eyke halkı, iki ümmetti. Allah Teâlâ Hz. Şuayb'ı onlara peygamber olarak göndermişti». (îbn Asakir, îbn Merduveyh).

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «Eyke halkı» Hz. Şu-ayb'ın kavmidir.

«Bu yüzden onlardan da intikam aldık»; yani onları da azap­la helak ettik.

Bu azap şu şekilde olmuştur: Allah Teâlâ, çok aşırı derecede­ki sıcağa onları yedi gün maruz bıraktı. Neredeyse nefesleri kesil­mek üzereydiler. Helak olmaya yaklaşmışlardı ki o esnada Allah Teâlâ onlara gölgeye benzer bir bulut gönderdi. Hepsi o bulutun altına sığındılar, biraraya geldiler. îşte onlar bir serinlik arayışı içindelerken Allah Teâlâ üzerlerine bir ateş göndererek, onlan yakıp kül etti,

«Bu yerlerin ikisi de hâlâ işlek bir yol üzerindedirler» ifade-sindeki «Huma» (ikisi) zamiri, Lut kavminin memleketiyle Eyke halkının memleketine racidir. Yani bu iki yer de apaçık bir yol üzerindedirler. Bu yorum İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Bazı kimseler, bu zamirin iki habere, yani Lut kavminin helak haberiyle, Şuayb kavminin helak haberine raci olduğunu söylemiş­lerdir.

Bazıları da, Eyke ve Medyen halkına raci olduğunu iddia et­mişlerdir. Çünkü Hz. Şuayb (a.s), o kavimlerin her ikisine de pey­gamber olarak gönderilmişti. Ancak yorumların en kuvvetlisi il­kidir.

«îmam» kelimesi, kendisine uyulan şeyin adıdır. îşlek olan yol da bunlardan biridir. Ferra ve Zeccac'a göre, yola «imam» denmesinin nedeni insanların ona uyması ve o yoldan gitmesidir.

İbn Kuteybe ise şöyle demiştir: «Çünkü yolcu, gideceği yere kadar ona uyar. Bu nedenle yola «imam» Ğenilmiştir».

Bazılarına göre, bu tesniye (ikil) zamiri Eyke ile Medyen'e racidir. Çünkü Hz. Şuayb onlara nispet edilirdi.

(80-84) «Andolsun ki Hicr halkı da...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Hicr» Hz. Salih'in (a.s) kavminin yaşadığı bölgenin adıdır. Burada yaşayan halka, «Semud kavmi» de denilirdi.

Allah Teâlâ yemin ederek, «Hicr hdlkı»mn peygamberlerini yalanladıklarını söylemektedir.

Katade'ye göre, «Hicr halkı» ile kastedilen, Hicr Vadisi'nin halkıdır. Hz. Salih'in kavmiyse Semud'du. Hicr ise, Semud'un yurduna denilmekte olup, burası Mekke ile Tebûk arasındadır.

îbn Cerir şöyle demektedir:

— Burası Hicaz ile Şam arasındaki bir yerin adıdır. Onun iz­leri hâlâ mevcuttur. Şam'dan Hicaz'a, Hicaz'dan Şam'a gidip ge­lenler bu kalıntıları görürler.

Onlara sadece Hz. Salih gönderilmişti ve onlar da onu yalan-lamışlardi. Oysa Allah Teâlâ, onların «peygamberleri» yalanla­dıklarını söylemektedir. Bunun nedeni, bir peygamberi yalanlaya­nın, tüm peygamberleri yalanlamış olmasındandır. Çünkü bütün peygamberler insanları Allah'a çağırmak hususunda aynı çizgiyi izlemişlerdir.

Bazıları bu ayetin yorumunda şöyle demişlerdir: «Onlar hem Hz. Salih'i hem de 071dan önce gelen peygamberleri yalanlamışlar-dır».

Bazı müfessirier ise, Allah Teâlâ'nm böyle bir tabir kullanma­sının nedeni olarak, onların hem Hz. Salih'i, hem de Hz. Salih ile birlikte diğer müminleri yalanlamış olmalarını göstermektedir­ler.

Allah Teâlâ; «Biz onlara ayetlerimizi (mucizelerimizi) vermiş-tik» diye buyurmaktadır. Bu mucizelerden biri, Hz. Salih'e verilen dişi devedir. Devenin kendisinde birçok mucizeler vardı. Meselâ ortaya çıkması, doğması bir mucizeydi. Daha sonra doğurması ise ikinci bir mucizeydi. Büyüklüğü üçüncü, sütünün çokluğu ise dördüncü bir mucizedir.

Allah Teâlâ mucizelerin «onlara» verildiğini bildirmektedir. Oysa bu mucizeler Hz. Salih'e verilmişti. Böyle denilmiş olmasının nedeni Hz. Salih bu mucizelerle kendilerine geldiğinde, onların bu mucizelerin sanki kendilerine verildiğini sanmış olmasıdır. Onlar bu mucizelerden yüzçevirdiler, hiç ibret almadılar ve onlan terkederek, sözü edilen deveyi kestiler. Peygamberlerinin kendi­lerine yaptığı ikazlara kulak asmadılar.

El-Kerhî; «Bu ayet delâlet eder ki kâinata bakıp Allah Teâlâ' nın varlığına/birliğine delil getirmek vacip ve bu hususta başka­sını taklit etmek mezmumdur» demiştir.

Onlar evlerinin harap olmasından veya evlerine hırsız girme­sinden emin oldukları halde, dağlarda evler oyup duruyorlardı. Yani onlar evlerinin muhkem olması halinde, hırsızların buralara girmesinin mümkün olamayacağı veya buraların harap olamaya­cağı kanaatini taşıyorlardı. Ya da dağın veya evin tavanının üzer­lerine düşmesinden, ölümden, azaptan çok emindiler. Tüm bu gü-ven hisleri, evlerinin sağlam olduğu zannına dayanıyordu. Onlar ya dağlan delip, ev yapıyorlardı veya dağlardaki büyük kayalıkla­rı oyarak bina yapmaksızın onlan kendilerine mesken ediniyor­lardı. Azap, yani o yerden gelen şiddetli zelzele, onlan sabah vak­tine girdiklerinde yakalayıverdi. Elde ettikleri servetler, dağlarda yaptıklan kaleler ve son tahlilde şirk ve kötü amelleri kendilerine hiçbir yarar sağlamadı.

Îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hicr halkı hakkında şöyle buyurmuştur:

«Sakın   onların  bulundukları   bölgeye ağlamadan girmeyin.

Eğer içinizden ağlamak gelmiyorsa, oralara gitmeyin. Çünkü on­lara isabet edenin benzeri, size de İsabet edebilir. (Buhari)

Yine îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber Tebuk gavzesine giderken Semud'un evlerinin yanında El-Hicr'de konakladı. Halk onların kuyularından su çıkardı. O sularla ha­mur yoğurdular ve çanaklarına koyup et pişirmeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a) onlara: «Çanakları dökün, hamuru da develeri­nize yedirin» dedikten sonra, kalkıp devenin su içmekte olduğu kuyunun yanına gitti. Ashabına azap gören kavmin evlerine gir­meyi yasakladı ve şöyle buyurdu: ((Korkarım ki onlara isabet ede­nin bir benzeri de size isabet etsin. Bu yüzden, onların evlerine girmeyin». (İbn Merduveyh)

(85) «Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasvndakileri...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hak», yer ile göklerdeki fayda ve nasihatlardır. Bu bakım­dan hikmet bu gibilerin helak olmasını iktiza etmiştir ki yeryüzü ve göklerden fesad kalksın, geride kalanlar ise salaha doğru yü­rüsünler.

Bazılarına göre, ayetteki hak ile kastedilen, iyilik yapanın iyi­liğinin karşıhğıyla mükâfatlandınlması, kötülük yapanın da yaptı­ğı kötülüğün karşılığıyla cezalandırılmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir ayette; «Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır, öyle fci kötülükte bulunanları, yapmakta olduklarıyla cezalandırır. Gü­zel davrananları ise daha güzeliyle mükâfatlandırır» diye buyur­muştur.

Bazıları, «Hak» kelimesiyle zevalin, fena olmanın kastedildi­ğini, zira yerlerde, göklerde ve İkisi arasında bulunanların hepsinin mahlûk olduğunu, dolayısıyla her mahlûkun zail olacağını söy­lemişlerdir.

Kıyamet'in kopması anında Allah Teâlâ, azaba müstehak olan-lardan intikam alır, ihsanı hak edenlere ise ihsan eder. Bu mânâ. yi ifade eden cümle âsiler için ilahî bir tehdittir. Allah Teâlâ, bun­ları emrettikten sonra, peygamberine kavminin kusurlarını af­fetmesini isteyerek şöyle buyurmuştur: «Şimdilik onlara güzel bir muamele ile davran!». Yani onların hatalarından vazgeçip, onları güzel bir şekilde affet. Veya güzel bir yüz çevirmekle onlardan yüz çevir. Onlardan hemen intikam alma yanlısı olma! Onlara, halim ve müsamahakâr bir kimse gibi muamele et.

Hz. Ali, ayette geçen «es-Safh'ul-Cemil» ile azap tatbik etmek­sizin onlardan razı olmanın kastedildiğini söylemiştir. (Bu sözün bir benzeri İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.)

Mücahid, bu ayetin savaş ilân eden ayetten önce olduğunu söylemiştir. (Bu sözün bir benzeri İkrime'den de rivayet edilmiş­tir.) İkrime ve Mücahid, bu ayetin seyf (kılıç) ayetiyle neshedil-diğine işaret etmektedirler. Ancak bu görüşleri uzak bir ihtimal­dir. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetle, peygamberinin güzel ahlâkını or­taya koymasını istemiştir. Ona kavmine af ve güzel muamele ile, geniş bir bağışlamayla davranarak, onlarla iyi diyaloglar kurması­nı emretti. Böyle bir davranış ise savaş ile çelişmektedir.

(86) «Kuşkusuz ki Rabbin yaratan ve en iyi...»Bu Ayetin Tefsiri

«Hallak» kelimesi, bütün insanları canlıları/cansızları yaratan demektir. «ELAlim» kelimesi ise, onların her halini bilen, şalinle-ri fasıklardan ayırdedici güç ve kudret sahibi olan mânâsında-dır. [28]

 

Saul-Mesanî

 

(87)  Andolsun ki biz sana tekrarlananlardan...» Bu Ayetin Tefsiri «Min» harf-i çeri, baziyet de, beyan da ifade edebilir.

Zeccac'a göre, «Tekrarlanan yedi» ile, Fatiha Suresi veya uzun sureler kastedildiği takdirde, «Mm» harf-i çeri baziyet ifade eder. Yok eğer «yedilik» kastediliyorsa, «min» beyan içindir.

«Tekrarlanan yedi» ifadesi hakkında alimler ihtilaf etmişler­dir. Müfessirlerin çoğuna göre, bununla kastedilen Fatiha Suresi' dir. Nitekim Vahidi de, «müfessirlerin çoğuna göre, bununla kas­tedilen Fatiha Suresi'dir» demiştir. Bu görüş aynı zamanda, İbn Ömer'in, Hz. Ali'nin, îbn Mesud'un, Hz. Hasan'm, Hasan Basri'nin, Mücahid'in, Katade', Rebî ve el-Kelbi'nin görüşüdür. Kurtubî, Ebu Hureyre ile Ebu'l-Aliye'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Nisaburi ise, Dahhak ve Said b. Cübeyr'in de bu görüşte olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu görüş, hadis olarak Hz. Peygamberce nis­pet edilmiştir. Bu hadis sahih ise eğer, ifadeyi bu şekilde yorum­lamak gerekir.

Bazılarına göre bu, Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ve (bir sure gibi olup, aralarında besmele bulunmayan) En-fal ve Tevbe sureleridir. Bu görüş İbn Abbas'a nispet edilmiştir.

Bazıları yedinci surenin «Enfal ve Tevbe» sureleri olmayıp «Yunus Suresi» olduğunu söylemiştir.

Bazılarına göre, «Tekrarlanan yedi» ile yedi hizb kastedil­mektedir. Çünkü her hizb, yedi sayfadır. Bir kısmı uzun sureler­den sonra gelen ve mufassal surelerden fazla olan surelerdir. Ki bu sureler yüz veya yüzün üstünde ayeti kapsayan surelerdir.

«El-Mesanî», tesniye kökünden gelen «Müsennatnin çoğulu­dur. «Müsennat» tekrar edilen demektir. Veyahut bu kelime «Me$. niye»rnn çoğuludur.

Zeccac, «Bunun anlamı kendisiyle beraber, kendisinden sonra okunanlarla tekrarlanan ayetler demektir» demiştir.

İlk görüşe göre, Fatiha Suresi'ne «Mesanî» denilmesinin nede­ni, her namazda tekrarlanmasıdır.

«Yedi usun sure» olduğunu Öne süren görüşe göre, bunlara «Tekrar edilenler» denilmesinin nedeni, ibretlerin, hüküm ve hu-dudlarm bu surelerde tekrarlanıp durmasıdır.

«Hizblerin yedisidir» diyen görüşe göre, bunun nedeni Kur', an'daki kıssa ve benzerlerinin tekrarlanmasıdır.

Dahhak, Tavus ve Ebu Malik'e göre de «Tekrarlanan yedi» ile kastedilen Kur'an'ın tümüdür. (Bu görüş aynı zamanda îbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir). Delüleri ise, şu ayettir: «Allah sö­zün en güzeli olarak müteşabih (benzeşen, ikişerli) bir kitab in­dirdi». (Zümer: 23)

Bazılarına göre kastedilen Kur'an'ın kısımlarıdır. O kısmalar ise emir, nehy, müjde, inzar, darb-ı meseller, nimetlerin tarifi, geç­miş nesillerin haberleridir. Bu görüş Ziyad b, Ebi Meryem'e ait­tir.

Bilindiği üzere Fatiha Suresi'ne «Tekrarlanan yedin anlamın­daki «Seba' min'el-Mesani» adını vermek, bunun başka bir şeyin adı olmasına bir engel teşkil etmez. Tekerrür etmiş olması nede­niyle (ki kastedilen Fatiha'dır) başka şeylere tekrarlanan anlamın­daki eUMesani tabirinin ıtlak edilmesi bir zarara yol açmaz.

«O büyük Kur'an» ile kastedilen, Kur'an'ın diğer ayetleridir Bu yorum îbn Mesud'a aittir. Bu takdirde umum, hususa atfedil mis olmaktadır. ÇUnkü Fatiha Kur'an'ın bir kısmı, «O büyük Kur', an» ise Kur'an'ın tümüdür.

«Seba' min'el-Mesani» ile yedi uzun sure kastedilse bile durum yine böyledir. Çünkü yedi uzun sure Kur'an!ın bir kısmıdır.

Fakat bu ibare ile, yedi hizb kastediliyorsa, o zaman «Büyük Kur'an ifadesinin «Tekrarlananlardan yedi» ibaresi üzerine atfe­dilmesi, sıfatlardan birinin diğerine atfedilmesi kabilindendir.

«Seba' min'eUMesai» ile Fatiha Suresi'nin kastedildiğini des­tekleyen delillerden biri de bu surenin hicretten önce nazil olma­sıdır. Oysa uzun olan yedi surenin çoğu hicretten sonra Medine'de nazil olmuştur. Kur'an kısımlarının çoğu da böyledir.

Bu ayetin zahirinden anlaşılıyor ki, tekrarlanan yedi ayet, bu ayet inmezden önce Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiştir.

Buhari'nin, Ebu Said b. El-Mualla'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) kendisine «sana meclisten çıkmazdan önce en faziletli sureyi öğreteyim mi?» demiştir. Sonra Hz. Peygamber çıkmak üzere yürümüş ve vermiş olduğu sözü hatırlayınca, «El-hamdulülahi Rabb'iUÂlemîn (Fatiha Suresi) tekrarlanan yedi ayet ile o büyük Kur'an'dır» dedi.

Yine Buharı, Ebu Hureyre'den şöyle nakletmektedir: «Hz. Peygamber (s.a): «Umm'uLKur'an (Fatiha Suresi) tekrarlanan yedi ayet ile o büyük Kur'an'dtr» buyurmaktadır».

Sonuçta, «Tekrarlanan yedi» ile kastedilenin Fatiha Suresi olduğuna kanaat getirmek vacip olmaktadır. Fakat ona bu ismin verilmesi, başkasına da bu ismin verilmesine mani olmaz.

Dahhak'tan gelen bir rivayete göre, «Tekrarlanan Yedi» ile Kur'an kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, bir kıssayı Kur'an'da tekrar tekrar zikretmektedir.

Alusî, Ruh'ul-Meani'de şunları söylemektedir:

«Tekrarlanan yedi» ile kastedilen yedi sure de olabilir. Bu ri­vayet Hz. Ömer, îbn Abbas, İbn Mesud, İbn Cübeyr ve Mücahid' den gelmiştir. Bu sureler ise sırasıyla Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ve bir sure sayılan Enfal ile Tevbe sureleri­dir».

Başka bir rivayette, «Enfal» Suresi sayılmamış, sadece Tevbe Suresi sayılmıştır. Diğer bir rivayette, yedinci olarak «Kehf» Su­resi sayılmıştır.

Bazılarına göre «Tekrarlanan yedi» ile Ha-mim sureleri kas­tedilmektedir.

Bazıları bunun, peygamberlere nazil olan sahifelerden yedisi olduğunu söylemiştir. Başka bir deyişle Allah Teâlâ, bu yedi sa-hifenin muhtevasını, peygamberine vermiştir.

Alusî, tüm bu görüşleri kaydettikten sonra, en sahih görüşün ilki olduğunu söylemektedir. Yani ona göre kastedilen, Fatihi Su-resi'dir. Nitekim Buhari, Ebu Davud, Tirmizi gibi muhaddisler, «Tekrarlanan yedi»nin. Fatiha Suresi olduğuna dair merfu hadis­ler rivayet etmişlerdir,

Ebu Hayyan'a göre, birinci görüşten udul etmek doğru olmaz ve hatta caiz değildir.

Rivayet olunduğuna göre, Er-Rebi'ye; «Halk «Tekrarlanan ye­di», yedi uzun suredir diyor. Bu konuda sen ne diyorsun?» diye sorulduğunda o, «Bu ayet nazil olduğunda yedi uzun sureden hiç biri indirilmemişti» diye cevap verir.

Fakat Er-Rebi'ye şöyle bir cevap verilmiştir: «Onların veril­mesi ile kastedilen semavatın en alt tabakasına indirilmiş olmala. rtdtr. Bu takdirde Mekkî-Medenî ayetler arasında bir fark yok­tur.»

Er-Rebî'ye verilen cevaba şu şekilde itiraz edilmiştir: «Suna verdik» şeklindeki ibarenin zahiri, böyle bir tevili menetmekte­dir.

Keşşafta «EUMesanî» için, mesnamn cem'îdir. Ve tekrar edi­len anlamına gelir denilmektedir.

Bazıları, Fatiha Suresi'ne «EUMesanî» denilmesini, onun na­mazlarda tekrar edilmesiyle açıklamışlardır.

Bâzıları ise bu surenin, biri Mekke, diğeri Medine döneminde iki kere nazil olduğu için, tekrarlanan anlamındaki EUMesanî is­mini aldığım söylemişlerdir. Ancak bu görüşe, «Bu sure ikinci kez nazil olmazdan önce de, bu ismi taşıyordu» denilerek itiraz edil­miştir.

Bazılarına göre, Fatiha Suresi'ne bu ismin verilmesinin nede­ni, onun çoğu lâfızlarının Kur'an içinde tekrar ediliyor olmasıdır. Mesela, er-Rahman, er-Rahim, iyyake, es-Sırat, ve aleyhim vs.

Bazıları surenin Allah'a hamdı, senayı içermesi dolayısıyla bu ismi aldığını söylemişlerdir.

Bazıları bunun nedeni olarak, Allah Teâlâ'nın onu istisna emeşini ve onu sadece ümmet-i Muhammed'e vermiş olmasını gös­termişlerdir.

Ebu Zeyd el-Belhî'den rivayet olunduğuna göre, Kur'an'a veya Fatiha Suresi'ne eUMesani denmesi, onun şer ehlini şerlerinden çevirmesi nedeniyledir.

EUMesani ile Kur'an'm veya tüm semavi kitablann kastedil-mesi mümkündür. Bu takdirde, «min» harf-i çeri baziyet ifade eder. [29]

 

Reşad Halife'nin Hareketi

 

Aslen Mısırlı olup, halen ABD'de yaşayan ve öğrenimini orada tamamlayan Reşad Halife adlı bir yazar, bu ayeti Kıyamet'in ko­pacağı tarihi ortaya çıkaran bir şifre olarak yorumlamış ve birta­kım matematiksel (ebcedi) hesaplarla güya Kıyamet'in kopacağı tarihi tespit etmiştir. Ancak kendisinin bu yorumu, lâfızları zor­lamak, gramer kurallarını hiçe saymak esasına dayandığından, iti­bar edilemez. Ayrıca, A'raf Suresfnin 187. ayeti ve daha birçok deliller nedeniyle de böyle bir yoruma itibar etmiyoruz. Düşünü­lüp muhakeme edilmesi için ilgili ayeti zikredelim:

«Sana Kıyamet'ten soruyorlar. Gelip çatması ne zamandır? diye. De ki: Onun bilgisi Rabbimin katındadır. Onu tam zamanın­da açığa çıkarıp gösterecek olan yalnız O'dur. O göklere de, yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyor-muşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Rabbimin kaün-dadır. Fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler». (A'raf: 187)

Dikkat edilecek olursa bu ayette, Kıyamet'in ne zaman kopaca­ğına dair bilginin, Allah'ın katında olduğu ve onu vaktinde açığa çıkarıp gösterecek olanın da yalnızca Allah olduğu söylenmekte­dir. Üstelik Kıyamet'in «ansızın» kopacağının açıkça vurgulanması, bu hususta insanoğlunun ne denli bir bilgiye sahip olabileceği­nin sınırlarını kesin çizgilerle ortaya koymaktadır. Ayrıca Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber'e «Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sa­na soruyorlar» demiş olması. Hz. Peygamber'in de onun bilgisine sahip olmadığını açıkça gözler önüne sermektedir.

Kısacası, Kur'an'm ibarelerini birtakım hurafecilik yöntemle­riyle zorlamak, kendisinde olmayan şeyleri ondan çıkarmaya ça­lışmak sakıncalıdır ve kötü sonuçlara yol açabilecek bir tarzdır. Elbette, Kur'an üzerinde çalışmak, çalışmaların en güzelidir. An­cak dilin kurallarına ters düşmemek ve dirayet ile rivayete zıt ol­mamak şartıyla. Kainattaki hadisatı Kur'an ışığında düşünmek, onun geniş ve engin hikmetlerini ortaya çıkarmak gerekirken, Kur'an'ı bu tür hadisata tabi kılmak veyahut çokça yapıldığı gibi Kur'an'a inanmayan birtakım materyalistlere onu beğendirmek için Kur'an metnini kural dışı zorlamak tehlikeli bir davranıştır. Rabbimiz bizi affetsin.

Kur'an'ın Kıyamet Suresi'ni incelediğimizde, Kıyamet'in ko­pacağı zamana dair bir tarih verildiğine veya herhangi bir tarihi iş'ar edecek bir ifadeye tesadüf etmiyoruz.

Naziat Suresi'nin 42. ayetinde ise, Kıyamet'in vakt-i zamanının sadece Allah tarafından bilinebileceği açıkça ortaya konmaktadır:

«Senden KıyameVi soruyorlar. Gelip-çatması ne zamandır di­ye? Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede...» [30]

 

Geçici Lezzetlerden Sakınmak

 

(88-90) «Onlardan bazı çiftlere geçici olarak...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'e verdiği dini ve yüce nimetleri beyan ettikten  sonra, geçici lezzetlere  kapılmamasını,   onlardan kaçınmasını kendisine emretti.

«Ezvac» tbn Kuteybe'nin yorumuna göre, sınıflar (Esnaf) de­mektir.

El-Cevheri ise, «Ezvac»va mânâsını yaşıtlar veya başka durum­larda eşit olanlar şeklinde vermektedir.

Bazıları ise bu kelimeyle, Yahudi, Hıristiyan ve mecusilerin kastedildiğini söylemişlerdir. Yani, insanlar içindeki bu sınıflara verdiklerimize gözünü dikme, dünya malına istekle bakma, bunla­rı temenni etme.

«La tumeddenne» şeklindeki emir bazılarına göre «gözünü dikme» değil, «Hased etme» anlamındadır. Fakat bu yorum, Hz. Peygamber'in hased etmekten mutlak olarak nehyedilmiş olduğu kaziyesiyle reddedilmiştir.

Mücahid'e göre ifadenin anlamı şu şekildedir: «Onların zen­ginlerine (mallarına) gözünü dikme!»

Süfyan b. Uyeyne'ye göre,, kendisine Kur'an verildiği halde, o kimsenin Kur'an'm küçümsediği herhangi bir şeye gözünü dikme­si Kur'an'a muhalefet etmektir. Çünkü Allah Teâlâ, daha önce «Andolsun ki biz sana tekrarlananlardan yedi ayeti ve o büyük Kur'an'ı verdik» diye buyurmuştur.

Allah Teâlâ peygamberini onların mallarına iltifattan men et­tikten sonra şöyle buyurmuştur:

«Onlara üzülme ve müminlere kanadını ger»; yani iman et­mediklerinden ve fakat küfürde inad ve ısrar ettiklerinden dolayı, üzülme. Veya, dünyada onlara  verilip de sana verilmeyen bir hu-susta sakın mahzun olma. Çünkü Ahiret sadece sizin içindir.

Begavî, Ebu Hureyre'den Hz. Peygamberdin şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedir:

«Bir facire, ona verilen nimetten dolayı sakın gıpta etme! Sen o facirin ölümünden sonra neyle karşılaşacağını bilemezsin. Mu­hakkak ki o facir için, Allah katında sürekli bir öldürücü vardır.

Hz. Peygamber'e o öldürücünün ne olduğu sorulduğunda, «Ateştir» diye buyurdu.»

Yine Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: «Kendinizden aşağı olana talan, üstte ola­na değil. Böyle yapmanız, Allah'ın nimetlerini hafife almamak ko­nusunda en uygun olanıdır.» (Müslim).

A'vf şöyle demiştir: «Ben zenginlerle arkadaşlık yapıyordum. Bu hususta benden daha çok üzülen hiç kimse yoktu. Bineğimden daha hayırlı bir bineği, elbisemden daha güzelini gördüğümde çok üzülür ve onu elde etmek için çaba sarfederdim. Ne var ki, bu hadisi işittikten sonra, fakirlerle arkadaş oldum ve huzura ka­vuştum».

«Ve müminlere kanadını ger»; yani onlara tevazu göster şef­katle davran.

«Tevazu kanadım germek» deyimi, şu hadiseden kinayedir. Kuşlar yavrularım göğüslerine almak istediklerinde, önce kanatla­rını açarlar ve üzerlerine kapatırlar. îşte bu bir kimsenin kendi­sine tabi olan insanlara tevazu göstermesinden kinayedir. Nite­kim, «filan kimse kanatlarım germiş» denildiğinde, o kimsenin sa­kin ve vakur bir insan olduğu anlatılmak istenir.

«Ben o apaçık uyarıcıyım»; yani ben, kavmime kendilerine isabet edecek olan Allah'ın azabını izhar eden kimseyim.

«Muktesimîn» (Bölücüler) kelimesi hakkında farklı görüşler öne sürülmüştür.

Mukatil ve Ferra'ya göre bu bölücüler 16 kişiydi. Hac veya pa­nayır mevsimlerinde, Velid b. Muğira onları gönderir, onlar da Mekke'nin giriş ve çıkış yollarını taksim ederek, bu yollardan Mek­ke'ye gelen insanlara «Aramızdan çıkan ve ben peygamberim di­yen şu deliye (bazen sahir, kâhin veya şair diyorlardı) inanma­yın!» diyorlardı. îşte bu 16 kişiye «Muktesimin», yani bölücüler, taksim edicüer denilmektedir.

Bazı müfessirlere göre, bunlar Kureyş'ten bir topluluktu. On­lar Allah'ın Kitabı'nı taksim ederek, bir kısmına sihir, bir kısmına şiir ve baza kısımlarına da, eskilerin masalları diyorlardı. (Bu yo­rum Katade'ye aittir).

Bazılarına göre, bunlar ehli kitaptır. Çünkü onlar da Kur'an'ı, alay ederek bölmeye çalışırlardı.

îbn Abbas'tan gelen bir yoruma göre, bazı kimseler, «Şu sure benim, onu ben alaya alacağım, şu sure de senin» derlerdi. îşte bölücüler bunlardır.

Bazı müfessirler, ehli kitabın kendi kitaplarım parça parça edip tahrif etmelerinden dolayı bölücüler olduklarını söylemişler­dir.

Bazı müfessirler de, bu kimselerle Hz. Salih'in kavminin kas­tedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onlar, onun Ölümüne yemin et­mişler ve bu nedenle kendilerine bölücü denmiştir. Nitekim Nemi Suresi'nin 45. ayetinde şöyle buyurulmuştur: «Andolsun ki biz, Semud kavmine de kardeşleri Salih'i, onlara «Allah'a kulluk edin» demesi için gönderdik. Bir de baktık fci birbirleriyle çekişen iki bölük olmuşlardır».

Bazılarına göre, bunlarla kastedilen, As b. Vail, Utbe ve Şeybe (Rabia'nın oğullan), Ebu Cehil, Ebu'l-Buhteri, Nadr b. Umeyye b. Halef ve Şeybe b. el-Haccac'dır. Bu yorumu Maverdi zikretmiş­tir. [31]

 

Meal

 

91- Onlar Kur'an'ı parça parça edenlerdir.

92- Rabbin hakkı için, onların hepsinden muhakkak sora­cağız.

93- O yapmış olduklarından.

94- O halde sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir.

95- Seninle alay eden o kimselere karşı, biz sana yeteriz.

96- Onlar Allah ile beraber başka bir mabud ediniyorlar. Fakat yakında bileceklerdir.

97- Andolsun ki onların söylemekte olduklarından dolayı, canının sıkıldığını biliyoruz.

98- O halde, sen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde eden­lerden ol!

99- Sana yakın (ölüm) gelinceye dek, Rabbine kulluk et! [32]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(91) «Onlar Kur'm't parça parça edenlerdir...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onlar hak ile bâtıl olarak Kur'an'ı taksim ettiler, tnad ve düşmanlıkları sebebiyle de dediler ki, «Bazısı haktır, Tevrat ve İn­cil'e uygundur. Basısı da bâtıldır, ona muhaliftir».

Suyuti'nin ed-Durr*ül-Mensur adlı tefsirinde nakledildiğine göre, Buhari, Said b. Mensur, Hâkim ve İbn Merduveyh birkaç ka­naldan tbn Abbas'tan bölücülerin ehli kitap olduğunu rivayet et-mislerdir, tbn Abbas, onların Kur'an'ı birtakım kısmalara ayıra­rak bir kısmına iman ettiklerini bir kısmını ise reddettiklerini söy­lemektedir.

Tabaranî de Mu'cem'ul - Evsafında îbn Abbas'tan şöyle riva­yet etmektedir.

Bir kimse Hz. Peygamber'e mezkur ayeti ve bölücülerin kim olduğunu sordu ve Hz. Peygamber, bunların Yahudilerle, Hıristi­yanlar olduğunu söyledi. Soran kimse, «idin» lâfzının ne demek olduğunu sordu. Hz. Peygamber de, «Onlar onun bir kısmına inan-düar> bir kısımnı da inkâr ettiler» diye cevap verdi.

Bazı rivayetlerde «idin» lâfzının tekilinin, Kureyş lehçesinde «sihir» anlamına geldiği kayıtlıdır. Kureyşliler, sihir yapana «Ad-deh» bu kadın olursa, «Daaddehetun» derler. îbn Adiy'in, el-Kâmil ve Ebu YaTa'nın da Müsned'in de riva­yet ettikleri bir hadiste, Hz. Peygamber: «Allah, âddeh ve Mus-teaddeh'e (sihir yapana ve yaptırana) lanet etmiştir» demekle bu kelimenin lûgatta sihirbaz anlamını ifade ettiğini belirtmiştir.

Kisaî, «idin» kelimesinin, iftira atmak anlamındaki «addehe. ftw» kökünden geldiğini söylemiştir.

Ferra'ya göre, «Idîn» kelimesinin tekili olan «addehu» diken gibi insanlara eziyet veren bir ağaçtır.

Daha önce de geçtiği gibi Kur'an'ı parçalayanlar, onun bir kısmını kabul, bir kısmım da reddedenlerdir. Ya da, Kur'an'a şiir, kehanet ve darb-ı mesel diyenlerdir.

(92-95) «Rabbin hakkı için onların hepsine...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ, Kıyamet Günü'nde, ister Kur'an'ı parça parça edenlerden olsun, isterse olmasın kâfirlerin bütün sınıflarından he­sap soracağına yemin etmektedir.

Allah kafirlerin, dünyada iken sarfettikleri sözler, fiiller ve takrirlerinin hepsini onlardan soracaktır. Ve onları bu söz ve dav­ranışlarından dolayı cezalandıracaktır.

Ancak bilinmelidir ki, «İşte o gün, ne inse ne de cinne güna­hından sorulmaz» (Rahman: 39) ayetiyle, bu ayet arasında bir çe­lişmezlik sözkonusu değildir. Çünkü burada tevbih sorusu sözko-nusudur. Rahman Suresi'ndeki ayette ise, istifham sorusu yok edilmektedir. Çünkü Allah bütün amelleri bilendir. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

İmam Fahruddin Razî, bu görüşü istifhamın yokluğunu Kıya­met Günü'ne tahsis etmenin bir gerekçesi olmadığını belirterek reddetmiştir. Çünkü bu soru, ister Kıyamet'te ister dünyada olsun her zaman Allah için muhaldir.

Bazıları ise iki durum olduğunu, bazılarından sorulduğunu, bazılarından ise sorulmadığını söylemişlerdir.

Bazı müfessirlere göre «Onlardan soracağız» ifadesindeki «On­lardan» zamiri Kur'an'ı parçalayan bölücülere racidir. Çünkü da­ha yakındır.

Bu zamirin, hem müslümanlara hem de kâfirlere raci olması da muhtemeldir. Çünkü daha önce müslümanlarm ve kâfirlerin bahsi zımnen geçmişti.

İbn Cerir, Ebu'l-Âliye'den şöyle rivayet etmiştir.

Kullar Kıyamet Günü'nde iki meseleden sorgulanacaklardır.

1. Siz kime ibadet ediyordunuz?

2. Peygamberlere nasıl karşılık verdiniz?

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «İnsanlar Kelime-i Tevhid'den sorulacaklardır». (Bu hadisi, Tirmizi Enes'ten başka bir suretle mevkuf olarak ve Buhari «Tarih»inde rivayet etmiş­tir. Ayrıca aynı hadis, İbn Ömer ve Mücahid'den de nakledilmiş­tir.)

El-Bahr'da, «Onlara La ilaheillallah'a vefa gösterdiniz mi? Amellerinizle bu sözü tasdik ettiniz mi? diye sorulacaktım denil­mektedir.

El-Kelbî, «Fesda'n emrini «izhar et, açıkça söyle» şeklinde yorumlamıştır. Çünkü bir kimse delilini açıkça söylediğinde Arap­lar «Seda» fiilini kullanırlar. Yani «açıkça söyledi, delillerini ge­tirdi» derler.

Bu fiilin hak ile bâtılın arasını ayırmak anlamında olması da muhtemeldir.

Hz. Peygamber'in (s.a), «Emrolunduğu» ile mutlak anlamda tüm hükümler kastedilmektedir.

İbn Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre, bu, «Kur'an'ı -namazda cehren (sesti) olarak oku» demektir. Fakat bu yorum, ifadenin zahirindeki genel anlamı tahsis etmektir. Oysa tahsise gerek yoktur.

Daha açık bir yorum İbn Zeyd'den gelmektedir: «Emrolun­duğu» ile kastedilen kendisine vahyedilen Kur'an'dir. Yani Allah Teâlâ, peygamberine, Kur'an'ı insanlara tebliğ etmesini emretmek­tedir.

Bu ayette, ifade açısından büyük bir fesahat ve cezalet vardır. Hikâye edildiğine göre, bir bedevi bu ayeti dinlediğinde hemen secdeye kapanmıştır. Kendisine niçin secdeye kapandığı soruldu­ğunda, «Ben bu sözdeki belagat nedeniyle secde ettim» der.

îbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, bu ayet inmezden ön­ce Hz. Peygamber (s.a) gizli davet yapıyordu. Fakat bu ayet in­dikten sonra, Hz. Peygamber ve ashabı ortaya çıkarak insanları açıkça İslâm'a davet etmişlerdir.

«Müşriklerden yüz çevir»; yani onların sözlerine iltifat etme, sözlerine zerre kadar itibar etme. Ayet bu mânâya delâlet ettiği takdirde mensuh sayılmaz.

Ancak bazı kimseler bu ayetin seyf (kılıç) ayetiyle nesholun-duğunu söylemişlerdir. Bu görüşü îbn Ebi Hatim rivayet etmiş­tir. Bu görüşü İbn Abbas'tan ise, Ebu Davud, «Nasih»inde naklet-miştir.

«Seninle alay eden»; yani seninle ve Kur'an'Ia alay eden kim­selere karşı biz sana yeteriz.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre mânâ «onları yok et­mek hususunda biz sana yeteriz» şeklindedir.

Tabaranî'nin Mu'cem'ul-Evsat'mda, Beyhakî ile Ebu Nuaym' m «Delail»lenn<Xe ve İbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, alay eden bu kimseler, Velid b. Muğira, Esved b. Abdulyağus, Esved b. Mutallib, el-Hars b. Ayetilissami, As b. Vail adlı kâfirlerdi.

Cebrail, Hz. Peygamber'e (s.a) geldiğinde, Hz. Peygamber on­ları şikâyet etti. Ve o esnada Velid'i Cebrail'e gösterdi. Cebrail onun can damarına bakarak işaret etti. Hz. Peygamber (s.a) «Sen bir şey yapmadın» deyince Cebrail, «Ben sana, ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra Hz. Peygamber ona, Esved b. Mutalüb'i gösterdi. Onun da iki gözüne işaret etti. Hz. Peygamber Cebrail'e «Sen yine bir şey yapmadın» deyince, Cebrail, «Ben sana, ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra ona, Esved b. Abdulyağus'u gösterdi. Cebrail onun başına işaret etti. Hz. Peygamber «Sen bir şey yapmadın» deyince, Cebrail, «Ben sanat ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra Hz. Peygam­ber ona el-Hars'ı gösterdi. Cebrail onun kanuna işaret etti. Hz. Peygamber, «Bir şey yapmadın» deyince Cebrail, «Ben sana, ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra ona As b. Vail'i gösterdi. Cebrail onun ayaklarının altına işaret etti. Hz. Peygamber yine «Bir şey yap­madın» deyince Cebrail aynı sözü söyledi.

Velid, Huzaa'dan ok yapan bir kimsenin yanından geçiyordu ki fırlayan bir ok, onun şah damarına isabet ederek, onu parça, ladı.

Esved b. Mutallib, Sumre denilen bir ağaç altında konaklar­ken, birdenbire, «Ey evlatlarım! Beni niçin korumuyorsunuz. He­lak oldum, gözüme diken batıyor» diye diye bağırmaya başladı. Çocukları bir şey görmediklerini söylediler. O durmadan böyle bağıra bağıra iki gözünü kaybetti.

Esved b. Abdulyağus'un başında bir çıban çıktı ve bu çıban yüzünden ölüp gitti.

El-Hars'ın karnı san su bağladı. Öyle ki büyük abdesti ağzın­dan gelmeye başladı. Sonunda o da ölüp gitti.

As b. Vail ise, Taife doğru gitmekte iken, üzerine bir ağaç düştü. Ayaklarının altına da diken battı ve o diken onu öldürdü.

Kirmani, Buhari'nin Sahih'ine yazdığı şerhte, Hz. Peygamber ile alay edenlerin yedi kişi olduklarım ve Hz. Peygamber namaz kılarken üzerine pislik attıklarım söylemektedir. Nitekim Buha­ri'nin rivayet ettiği hadiste, bu isimler verilmiştir: Ömer b. Hişam, Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Velid b. Utbe, Umeyye b. Halef, Uk-be b. Muayt, Ammar b. Velid'dir.

Süheyli. «eLA'tom»ında, onların hepsinin Bedir kuyularına leş olarak atıldıklarını söylemiş, fakat isimlerini daha farklı saymış­tır.

Ed-Durr'ul-Mensur'da bu kimselerin sayısı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayette, İbn Abbas, onların sekiz kişi ol­duklarını söylemektedir. Ayrıca isimleri, helak oluş keyfiyetleri de farklı anlatılmaktadır. Meselâ, Şairi, Hibar b. el-Esvedî'yi bunlar arasında saymıştır. Fakat Ebu Hayyan «Bahr'ul-MuhiU adlı tefsirinde, Hibar'in feth gününde müslüman olup, Medine'ye göç etti­ğini kaydetmektedir. Bu bakımdan onu bunlardan saymak bir ve­him olur.

Fahruddin Razi de bu ihtilafları naklettikten sonra şöyle de­mektedir:

«Bu rivayetlerin hiç birine gerek yoktur. Bilinen husus, onla­rın bir grup olup, güç ve otoriteye sahip kimseler olduklarıydı. Çünkü ancak bu tür kimseler, Hz. Peygamberin başına bu sö> lenenleri getirebilirlerdi.»

(96)   «Onlar Allah üe beraber başka bir mabud...»

Bu Ayetin Tefsiri

Onların böyle yapmalarının anlamı, bir put dikip Allah'a iba­det etmekle beraber o puta da ibadet eder olmalarıdır.

Bu cümle Hz. Peygamber için bir tesellidir. Üzerindeki bela­ları kolaylaştırmak içindir. Çünkü Allah Tealâ, «Bunlar sadece se­ninle alay etmekle kalmadılar. Hatta benim hakkımda da en bü­yük cürmü işlemeye cüret gösterdiler. Onlar yaptıklarının nelere yol açtığını ileride bileceklerdir». Bu cümle ilahî bir tehdittir.

Ebu Hayyan, «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, bu cümlenin, onlann alaylarına ve şirk koşmalarına karşılık Ahiret'te cezalan­dırılacaklarına dair ilahî bir tehdit olduğunu söylemektedir. Nite­kim dünyada da cezalandırıldıkları gibi. Yani dünyadaki cezalan­dırma yeterli değildir. Onlar Ahiret'te de ikinci bir cezaya çarptı­rılacaklardır.

(97) «Andoîsun ki onların söylemekte olduklarından...» Bu Ayetin Tefsiri

Onların söylemekte oldukları, şirke delâlet eden sözler ile alaylarıdır. Hz. Peygamber bu sözlerden dolayı rahatsız olur, göğ­sü daralırdı. Allah Teâlâ, peygamberini teselli etmek için bu hu­susu gayet iyi bildiğine yemin etmektedir.

(98) «O halde sen Rabbini hamd ile...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, göğsünün darlanmasından Allah'a sığın! Onu hamd ile teşbih et. Yani, «Subhanallah» veya «Elhamdülillah» de. Ya da se­ni hakka ilettiğinden dolayı Allah'a şükrederek, O'nu onların söz­lerinden tenzih et.

«Rabb» lafzının Hz. Peygamber'in zamirine izafesi, Allah'ın peygamberi hakkında ne kadar lütufkâr olduğunu belirtmekle be­raber, hükmün sebebini de is'ar eder.

«Secde edenlerden ol»; yani namaz kılanlardan ol. Secde cüz, namaz külldür. Burada «küll»ün yerine «cüz» kullanılmıştır. Çün­kü secde, namazın en üstün kısmıdır. Hz. Peygamber (s.a), «Ku­lun Allah'a en yakın olduğu zaman, secdedeki anıdır» diye buyur­muştur.

Hz. Peygamber'e (s.a) bu emirlerin yöneltümesi, onu üzüntü­sünün giderilmesine irşad etmek içindir. Adeta O'na bu emredi­lenleri yaparsa, Babbinin kendisinden Üzüntüyü, göğüs darlığını kaldıracağı söylenilmektedir. Namaz kılmak çok önemli olduğun­dan dolayı, Allah Teâlâ ayrıca ona, «Secde edenlerden (namaz tolanlardanj ol» diye emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s,a) ne zaman üzülse, hemen namaza koşardı. Şu hadis sahih olarak nak­ledilir: «Dünyanızdan bana üç şey sevdirilmiştir. Kadın, güzel ko­ku ve gözümün nuru namaz».

Bazı müfessirler, bu ayetin cemaat namazını tergib ve teşvik için geldiğini söylemişlerdir. [33]

 

Yakînden Maksad Ölümdür

 

(99) «Sana yakîn (ölüm) gelinceye dek...»Bu Ayetin Tefsiri

«Rabbine kulluk et»; yani ibadet etmekte olduğun hâl üzere ölünceye kadar devam et.

«Yakîn» lâfzı «Ölüm» anlamında kullanılmıştır. Bu görüş İbn Ömer, Hasan Basri, Katade ve îbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.

Ölüm her insanın basma mutlaka geleceği için, ona yakîn de­nilmiştir.

«Yakın gelinceye dek» tabiri ölümün her canlıya yönelmiş ol­duğuna ve ona kavuşmak isteğinde bulunduğuna işaret eder. Yani, hayatta bulunduğun sürece devamlı ibadet et ve bir an bile onu ihmal etme.

îbn Bahr, el-Yakîn'in kâfirlere galebe çalmak demek olduğu­nu söylemiştir. Yani, kâfirlere galip gelinceye kadar ve ondan son­ra da ibadete devam et.

Burada el-YaUn ile bazı mülhidlerin iddia ettiği gibi, «Keşf ve şuhud» kastediliyor değildir. Bu mülhidler, dinsizler, «Keşf ve Şu­hud bir kvlda "meydana geldiği takdirde, ondan ibadet sorumlu, luğu kalkar. İbadet ancak Allah'ın dergâhından mahrum olanlar için sözkonusudur» derler. Onlar bu sözleriyle okun yaydan çıktı­ğı gibi, dinden çıkmışlardır. İslâm ve müslüman cemaatinin ipini, kendi boyunlarından çözmüşlerdir. Kalbinde zerre kadar iman, hardal tanesi kadar da aklı olan bir kimse böyle bir şey demeye cesaret edemez. Çünkü Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece iba­det etmiş, sorumluluk yükünü taşımıştır. Sorumluluk yolundan zerre kadar büe sapmamıştır. Acaba Hz. Peygamber (s.a) için keşf ve şuhud makamı hasıl olmadığı için mi böyle ölünceye kadar iba­dete devam etmiştir? Hiç böyle denebilir mi? Acaba insanlıktan zerre kadar nasibi olan bir kimsenin kalbinden böyle bir düşünce sadır olabilir mi?

Hicr Suresi'nin sonuna geldik. Allah Teâlâ'iun bizi kötü hü­kümden korumasını, sevdiği ve razı olduğuna bizi muvaffak kıl­masını, sevgili peygamberi Hz. Muhammed ve ashabı hürmetine zat-ı kibriyasından dileriz. Hatalarımızın bağışlanmasını, düzeltil­mesini yüce mevlamızdan dileriz. [34]

— HİCR SURESİ'NİN SONU —

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/173-174.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/176.

[3] Fahreddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 377

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/177-185.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/185-188.

[6] Fahreddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 379

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/188-190.

[8] Fahreddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt; 5, sh: 380

[9] Hazin, Lübab'ut-Tevil, cilt: 3, sh: 55

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/190-195.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/197.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/198-209.

[13] AJusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 14, sh: 37

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/209-222.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/224.

[16] Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 5, sh: 183

[17] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 561

[18] Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 5, sh: 185-186

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/225-242.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/244.

 

[21] Meragi Tefsiri, cilt: 14, sh: 37

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/245-254.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/256.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/257.

[25] Garaib'ul-Kur'an, cilt: 14, sh: 31

[26] Siddıfc Hasan Han, Feth'ul-Beyan, dit: 5, sh: 198

[27] Alusi, Ruh'ul-Meânl, cilt: 14, sh: 72

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/257-269.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/270-275.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/275-276.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/276-280.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/282.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/283-291.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/291-292.