Allah Kuranı Kerim'i Nasıl Korudu?
Kur'an'in 15. suresi
olan Hicr, 99 ayettir. 87. ayeti Medine'de, diğerleri ise Mekke'de nazil
olmuştur. Hicr bir belde adıdır ve surenin 80-84. ayetlerinde Hicr halkından
söz edildiği için sureye bu isim verilmiştir.
Bu sure genel olarak
akide, ahlâk, Allah'ın kudreti, ins ve cin-nin yaratılışı ve bazı peygamberler
ile ümmetlerinin kıssaları gibi konulan içermektedir.
îbn Ömer ile îbn
Abbas'tan gelen rivayete göre bu sure Mekke'de nazil olmuştur. Katade ve
Mücahid de bu görüştedirler. Hasan Basri'ye göre 87. ayet müstesna, surenin
tamamı Mekke'de (Hicret'ten önce) nazil olmuştur.
Ed-Dânî ve Tabersi'nin
yorumuna göre, bu surede ttseyf. ayeti» ile nesholunmuş beş ayet vardır.
Sure 654 kelime, 2760
harften ibarettir. Surenin bir önceki İbrahim Suresi ile arasındaki münasebet
şöyledir:
îki sure de huruf-u
mukattaadan «Elim, L&m, Râ» ile başlamaktadır. İki sure de kâfirlerin
Kıyamet Günü'ndeki durumlarını tasvir etmektedir. İbrahim Suresi mücrimlerin
ahiretteki durumlarından bir kısmını içerirken, Hicr Suresi'nde mücrimlerin bi
kısmına dünyada iken gelen azabın bir kısmı bildirilmektedir. Her iki surede de
göklerin ve yerin durumuyla ilgili ayetler bulunmaktadır. Yine her iki surede
de Hz. Peygamber'e teselli veren ayetler mevcuttur ve misaller verilmektedir.
îbrahim ve Hicr Sureleri'nde bu belirtilen hususlardan daha çok, birbiriyle ilişkili bölümler vardır. [1]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
1- Elif,
Lam, Râ. Bunlar Kitab'm ve apaçık bir Kur'an'ın ayetleridir.
2- Kâfir
olanlar, vaktiyle müslüman olsalardı diye çok ha-yıflanacaklardır.
3- Onları
bırak, yesinler, eğlensinler ve boş emeller kendilerini oyalasın. (Nasıl olsa)
ileride bileceklerdir.
4- Kendisi
için mutlaka bilinen bir yazı olmaksızın, biz hiçbir ülkeyi helak
etmedik.
5- Hiçbir
toplum (millet) ecelini geçemez, ondan geri de kalamaz.
6- Dediler
ki: «Ey kendisine zikir indirilen! Sen
mutlaka bir mecnunsun».
7- «Eğer
doğru söyleyenlerdensen, bize melekleri getirse-ne!»
8- Biz
melekleri ancak hak ile indiririz. İşte o zaman onlara mühlet verilmez!
9- Kuşkusuz
ki zikri biz indirdik ve elbette onu yine biz koruyacağız.
10- Andolsun
senden önce de, evvelki topluluklar arasına elçiler gönderdik,
11- Onlara
herhangi bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla alay ederlerdi.
12- İşte biz
onu böylece suçluların kalbine sokarız.
13- Daha
önce yaşayanların adeti geçtiği halde onlar, ona inanmadılar.
14- Onlara
gökten bir kapı açsak da, oradan yukarıya çıkacak olsalardı;
15- Yine de
«Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü. Biz büyülenmiş bir kavimiz» derlerdi.
[2]
(1) «Elif,
Lâm, Râ. Bunlar Kitabın...» Ayetin Tefsiri
ttTilke» kelimesi,
Hicr Suresi'ne işaret etmektedir. Yani şanı yüce olan bu sure, Kâmil ve Kitab
ismiyle tahsis edilmiş Kitab'ın ve aynı zamanda apaçık olan Kur'an'ın
ayetlerindendir.
«Kur'an» lâfzı, sıfatı
olarak getirilen «Mübin» kelimesi ile birlikte satırlarında hükümlerin
bulunduğu kitab veya doğru yolu eğriden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan
ayırdeden ya da mânâları apaçık, mucize oluşu ortada olan Kur'an anlamına
gelir.
«Mübin» kelimesi
«Mübeyyin» şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde «Açıklayan» anlamına gelir.
Kur'an'ın şanım
yüceltmek İçin Allah Teâlâ onu, hem «Kitab», hem de «Kur'ann vasfıyla tesmiye
etmiştir. îlk vasfıyla onun ilâhî kitaplar cinsinden olan kemâl sıfatlarını
kapsadığına ye dolayısıyla adeta tüm kitapları muhtevi olduğuna, ikinci
vasfıyla da diğer kitaplardan üstün ve mümtaz bulunduğuna işaret etmektedir.
Bazı müfessirlere göre
«Kitab» kelimesiyle kastedilen, «Levh-i Mahfuz»duT. Nitekim Nemi Suresi'nin
başlangıcı da buna benzer.
Ancak bu ayette önce
«Kitab», sonra da «Kur'an» vasfı zikredilmiştir. Nemi Suresi'nde ise önce
«Kur'an», sonra da «Kitab» vasfı zikredilmiştir. Aradaki farkın sebebini
tafsilatıyla öğrenmek için Razi'nin ve Alusi'nin tefsirlerine başvurulabilir.
Zemahşeri, «Tilke»
lâfzının Hicr Sûresi'nin içerdiği mânâlara işaret ettiğini söyler. Kitab ve
üzerine atıf yapılan Kur'an kelimeleri ise Hicr Sûresi'nin muhtevasından
ibarettir. Nemi Sûresi'nde-ki «Kitab» lâfzı ise, ya «Levh-i Mahfuz» ya bu sure
ya da Kur'an' dır. Yani o, Nemi Suresi'ndeki «Kitab» lâfzı için üç vecih zikrederken,
burada sadece bir vecihle iktifa etmektedir.
Kelimeyi elif-îâm ile
(marife) getirmek azametin bir çeşidi iken, nekra getirmek de başka bir
çeşididir. Maksad iki azameti biraraya getirmek olduğundan Allah Teâlâ, «Kitab»
lâfzım marife, «Kur'an» lâfzını ise nekra getirmiştir. Burada da, Nemi
Suresi'nde de marife kelime nekra kelimeden önce getirilmiştir. Her iki yerde
de marife olan kelimelerin Önce getirilmesi, onların şanını daha yüceltmek
içindir.
Bazı müfessirlere
göre, «el-Kitab» ile kastedilen Tevrat ve İncil, «Kur'an» ile kastedilense,
Hz. Muhammed'e (s.a) nazil olan kitaptır. îbn Cerir et-Taberi, bu görüşü
Mücahid ve Katade'den rivayet etmektedir. «EUBahr'uUMuhit» adlı tefsirinde Ebu
Hay-yan, bu takdirde «Tilke» ile Kitab'm ayetlerine işaret edildiğini
söylemektedir.
(2) «Kâfir
olanlar vaktiyle müslüman olsalardı.,.»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, iman edilmesi
gereken şeyleri inkâr edenler, aynı hususlara iman etmeyi, onlara teslim olmayı
çoğu kez temenni edeceklerdir.
Bazı müfessirlere
göre, burada sözü edilen «küfür», onların Kur'an'ı ve onun Allah katından
geldiğini inkâr etmiş olmalarıdır. Onların çoğu kez temenni etmeleri, Kur'an'ın
hükümlerine inki-yadı temenni ettiklerini gösterir. Bu ayet açıkça göstermektedir
ki onların inkârı, «kilfr-i cuhudi» dir. Bu temenni, Kıyamet Gü-nü'nde asî
müminlerin cehennemden çıktıklarını gördükleri anda vuku bulacaktır.
îbn Abbas ile Enes'ten
rivayet edildiğine göre, bu iki sahabi mezkûr ayeti müzakere ederek şöyle
demişlerdir:
«Bu temenni, Allah'ın
müslümanlardan olan günahkârlar ile müşrikleri cehennemde biraraya getirdiğinde
vuku bulacaktır. O zaman müşrikler günahkârlara «İbadetiniz sizi kurtaramadı»
derler. Onların bu sözü üzerine gazaba gelen Allah Teâlâ da fazl ve rahmetiyle
günahkârları cehennemden çıkarır. (îbn Mübarek, İbn Ebi Şeybe, Beyhakî)
Tabarani ile tbn
Merduveyh'in sahih bir senetle Cabir b. Ab-dullah'tan rivayet ettiklerine göre,
Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Ümmetimden bazı
kimseler, günahlarından dolayı azap gö. receklerdir. Allah'ın dilediği kadar
cehennemde kalacaklar, sonra müşrikler kendileriyle, «Tasdikinizin size bir
yaran olduğunu niçin görmüyoruz?» diye alay edecekler. İşte o zaman hiçbir mu-vahhid kalmaksızın Allah Teâlâ hepsini ateşten çıkaracaktır.
Bu sözlerinden sonra
Hz. Peygamber Cs.a) mezkur ayeti okumuştur. (Bu hadisi, Hz. Ali, Musa
el-Eş'ari ve Ebu Said el-Hudri'den birçok ravi rivayet etmişlerdir ve hepsi de
merfu hadislerdir. Ayrıca bu hadis, birçok selef-i salihinden de nakledilmiştir).
Dahhak, «Bu, dünyada,
ölüm anında iken kâfirlere küfrün ve-hameti görüldüğünde vuku bulur» demiştir.
îbn Mesud'a göre, bu
ayet Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Onlar bu temenniyi Bedir
Günü'nde müslümanların galip geldiklerini gördüklerinde yapmışlardı.
Yine İbn Mesud ve
birçok sahabiden rivayet olunduğuna göre bu temenni, müşriklerin boyunları
vurulduğu ve cisimleri ateşe arzedildiği zaman vuku bulacaktır.
İbn'ul-Enbari'ye göre,
müslümanın selim kaldığı ve kafirlerin azaba duçar olduğu her durumda ,bu
temenni kâfirlerden sudur eder.
«Rûbe» kelimesi
şeddeli de, şeddesiz de okunur. Aslında azlık mânâsını ifade etmek için
va'zedilmişse de, bazen çokluk için de kullanılır. «Rûbe» kelimesinin Arap
dilindeki kullanımı yaygın olmasına rağmen, Kur'an'da sadece bu ayette
geçmektedir. Bu kelimenin ifade ettiği mânâ hususunda çeşitli görüşler vardır.
1. Daima
«azlık» için kullanılır. Bu çoğunluğun görüşüdür. El-Basit isimli eserde,
Halil, Sibaî, Ahfeş, Mazenî, Farisî Müber-rid, Kisaî, Perra ve Hişam'm bu
görüşte olduğu söylenilmiştir.
2. Daima
«çokluk» için kullanılır. El-Ayn'in sahibi îbn Du-ruşteveyh ve bir grup bu
görüştedir. Bu görüş aynı zamanda Halil'den de rivayet edilmiştir.
3. Suyutî,
Farabî'ye uyarak çoğunlukla <cRûbe»nin azlık, bazen de çokluk için
kullanıldığını söylemiştir.
4. Bunun tam
zıddı bir görüşe göre, kelime çoğu zaman çokluk, bazen de azlık için
kullanılmıştır. Bu görüş «Teshil» de kesinlikle ifade edilirken, İbn Hişam,
el-Muğni adlı eserinde bu görüşü benimsemiştir.
5. Hem azlık
hem de çokluk içindir. Hiçbiri, bir diğerine galip değildir. Bu görüşü Ebu
Hayyan, müteahhirin alimlerinin bazılarından rivayet etmiştir.
6. «Bübe»
kelimesi ne azlık ne de çokluk için va'zedilmemiş-tir. Aksine ispat harfidir.
Ancak çokluğa da azlığa da delâlet etmez. Çokluk ve azlık onun dışındaki bir
karineden anlaşılır.
7. Bu kelime
iftihar yerlerinde çokluk, diğer yerlerde ise azlık için kullanılır. Bu görüş
el-Alem ile İbn Seyyid'e aittir.
8. Bu kelime
adetin mübhemi için kullanılmıştır. «Rûbe»den sonra gelen «771a» harfi (Rûbema)
kaffe harfidir. Yani «Rûbe»yi amelden meneder. Ve «Rûbeaiân fiili mazinin başında gelmesine
neden olmuştur. Çünkü çokluk veya azlık ancak smın bilinen hususlarda olur.
Gelecek ise bizim meçhulümüzdür. Bazen de bu ayette olduğu gibi fiili muzariye
de dahil olur. Bazen de cümle, is. mine dahil olur.
Bu kelimenin ifade
ettiği mânâ üzerinde ihtilaf edilmiştir. Bir gruba göre, azlık belirtir. Yani
kâfir olanlar bazen müslüman olmayı temenni ederler. Rivayetlerden de anlaşılan
budur. Nitekim daha Önce de belirttiğimiz gibi, müslümanların asileri cehennemden
çıktıkları zaman onlar bu temennide bulunurlar.
Bazılarına göre
«Rûbe»xân sonundaki «Ma»6a şiddet anlamı vardır. Yani kâfirler şiddetli bir
şekilde temennide bulunmaktadır lar. Fakat daimi bir şekilde mutlak temenni
vardır.
(3) «Onîart
bırak, yesinler, eğlensinler...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap, önce
Hz. Muhammed efendimize, sonra da tüm müminleredir. Böyle bir emirle
kastedilen; «Onlar ile şehvetleri arasından çekil! Çünkü uyarma ve nasihat
onlara hiçbir yarar sağlamamtştır. Onları kendi hallerine bırak! Yesinler,
eğlensinler, dünyalanyla oyalansınlar» demektir.
«Yesinler» ibaresinin
«eğlensinler/faydalansınlar» ibaresinden önce zikredilmesinin nedeni, onların
dünya nimetlerinden yararlanmalarının hayvanlannkinin kabilinden olduğunu
ortaya koymaktadır. Hayvanlar yiyecek ve içeceklerden nasıl faydalanıyorlarsa,
bunlar da aynı şekilde faydalanmaktadırlar.
«Boş emeller
kendilerini oyalasın» ifadesinde geçen «emel» kelimesi uzun yaşamayı hayal
etmek, ihtiyaçların tamamını elde etmeyi ve durumların müstakim olmasını ummak,
sonuç itibarıyla hayırla karşılamayı beklemek demektir. îşte bu emel, onları
iman ve taat ya da varacakları noktayı düşünmek hususunda meşgul etmektedir.
«(Nasıl olsa) ileride
bileceklerdir»; yani ahirette bileceklerdir. Veyahut dünyada iken,
yaptıklarının sonucunu, zilleti, öldürülmeyi, tutsak olmayı kendi gözleriyle
görecekler, ahirette de ebedî azabı müşahade edeceklerdir.
Bu ayet, hayvanî bir
şekilde lezzetlere dalmanın, nimetleri saçıp savurmanın yanında ahirete
hazırlanmamanın felaha ulaşmak isteyen kimselerin ahlâkından olmadığını
göstermektedir. Nitekim Hasan Basri'den gelen bir rivayette; «Bir kul, emelini
uzattıkça ameli kötüleşir» denilmektedir.
Amr b. Şuayb'tan
rivayet olunduğuna göre; «Bu ümmetin evvelinin (Ük müslümanların) salahı, zühd
ve yaTdn ile oldu. Sonu ise cimrilik ve tul-î emel üe helak olacaktır». (îmam
Ahmet, Zühd; Tabarani, Evsat; Beyhakî, Şuab'ul-îman).
Bazı eserlerde Hz.
Ali'den şöyle rivayet edilmektedir: «Ben sizin için iki husustan korkuyorum.
Birincisi; Tul-î emel, ikincisi; Hevaya tabi olmak. Çünkü TuUî emel ahireti
unutturur, hevaya tâbi olmak da insanı haktan uzaklaştırır».
(4) «Kendisi
için mutlaka bilinen bir yazı olmaksızın...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet onların
azabının geciktirilmesindeki sırrı açıklamaktadır.
«Karye» ile kastedilen
herhangi bir kasaba veya şehirdir. Yani, hiçbir (şehir, ülke veya) kasaba
yoktur ki onu helak ettiğimizde onun için bir yazı olmasın. KendisiniC veya
kâfir halkını) batırdığımız ya da halkını helak ettikten sonra boş
bıraktığımız hiçbir kasaba yoktur ki, onun için takdir edilmiş Levh-i Mahfuz'da
yazılmış bir ecel olmasın! O ecel malumdur, unutulmaz. Ondan gaflet edilmez.
«Kitab» kelimesi,
takdir edilmiş ve Levh-i Mahfuz'da yazılmış ecel, zaman demektir. Gerek
arazisini yere geçirmek veya halkını yoketmek suretiyle ya da başka afetlerle
helak edilen ülkelerin hiçbirisi körü körüne, tesadüfi olarak yokedilmiş
değillerdir. Ancak Allah tarafından tayin ve takdir edilmiş Levh-i Mahfuz'da
yazılmış, unutulmaz bir yazı gereğince yok olmuşlardır. Anlaşıldığı gibi
devlet ve milletlerin de tıpkı fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri
vardır. Fertler de doğar, gelişir, ihtiyarlar. Nihayet doğduğu gibi devletler de kurulur, gelişir ve
sonunda Allah'ın takdir ettiği gün gelince, yıkılıp tarihe karışırlar. Fertler
gibi bunların da bazıları uzun, bazıları kısa ömürlü olurlar.
(5) «Hiçbir
toptum (millet) ecelinin önüne...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani helak edilmiş
veya gelecek olan toplumlardan hiçbiri yoktur ki ecelini geçsin. Öyle ki o
toplumun helaki muayyen zaman gelmezden önce vuku bulmaz. Yine bu ayet, ölen
veya öldürülen bir kimsenin ancak eceliyle öldüğüne delâlet eder. însanın
ecelinden önce öldüğünü söyleyen yanılmıştır.[3]
(6) «Dediler
ki; Ey kendisine zikir indirilen...» Bu Ayetin Tefsiri
«Zikir» ile kastedilen
Kur'an'dır. Kâfirler Kur'an'm herhangi bir ayetinin Allah tarafından
gönderildiğine inanmadıkları halde Hz. Peygamber'e bu şekilde, yani alay olsun
diye hitap etmişlerdir.
«Sen mutlaka bir
mecnunsun!» demekteki maksatları, böylesine büyük bir iddiada bulunan bir
kimsenin kesinlikle deli olması gerektiğine inanmış olmalarıdır. O halde Hz.
Muhammed muhakkak mecnun olmalıdır. Nitekim bir insandan sadır olması çok uzak
olan bir konuşmayı dinleyen bir kimse, ona «sen delisin» der.
Bazı müfessirlere
göre, Hz. Peygamber'e vahiy geldiğinde, adeta bayılıyormuş gibi bir duruma
girdiğinden dolayı, onlar Hz. Peygamber'e böyle söylemişlerdir. Ancak ilk
yorum, konum itibanyla daha uygundur. Nitekim Araplar şairlerin cinlerden ilham
(vahiy) aldıklarına inanırlardı. Hz. Peygamber de fesahat ve belagat
bakımından şiir ve nesirden daha üstün bir Kitab ile huzurlarına çıktığı için,
ona bazen «mecnun», bazen de «şaiı» derlerdi.
[4]
Kur'an'da «zikir»
kelimesi 52 ayette geçmektedir.
«Zikir» kelimesi şu
ayetlerde «Kur'an» anlamında kullanılmıştır.
Al-i İmrân: 58, A'raf:
63, 69, Yusuf: 104, Hicr: 6, 9, Nahl: 44, Enbiya: 2, 7, Furkan: 18, 29, Şuara:
5, Yasin: 11, 69, Sâ'd: 8, Fus-silet: 41.
Bu kelime, bazı
ayetlerde ibadet, bazı ayetlerde Allah'ı anmak, hatırlamak ve yüce isim ve
sıfatlarından birini söylemek anlamında da kullanılmıştır. Mesela Bakara
Suresi'nin 200. ayeti bu hususta bir örnek olarak verilebilir.
Hz. Peygamber'e «Sen
bir delisin» diyen müşriklerin bu sözü söylemede takip ettikleri kimse,
Firavunudur. Çünkü o, Hz. Musa hakkında, «Kesinlikle size gönderilen
peygamberiniz delinin teki-dir« demiştir.
(7) «Eğer
doğru söyleyenîerdensen, bize...» Bu Ayetin Tefsiri
«Levmâ» lafzı, tıpkı
«Levlâ» gibi iki mânâdan birisi için kullanılır. Ya bir şeyin varlığı için
başkasının yokluğu veya tahdid için. Yani, «Niçin
bize melekleri getirmiyorsun? O melekler senin peygamber olduğuna şahitlik
etsinler ya da tebliğ hususunda sana yardımcı olsunlar veyahut seni
yalanlayanlara ceza versinler!». Nitekim daha önce de peygamberlerini
yalanlayan ümmetler için böyle melekler gelmişlerdi.
(8) «Biz
melekleri ancak hak ile indiririz...» Bu Ayetin Tefsiri
Burada, «Biz»
şeklindeki ifade «Ben» anlamında ve tazim için kullanılmıştır. Hz, Peygamber'in
onların sözlerine cevap vermesi, inat ve taassupları dolayısıyla sadır olan
isteklerini geri çevirmesi için, Allah Teâlâ bu sözü peygamberine telkin
etmiştir.
«Biz melekleri ancak
hak ile indiririz»; yani hikmet nasıl gerektiriyorsa öyle indiririz. Hikmeti
teşriyye ve tekviniyye denildiği gibi inen
meleklerin beşer suretinde olmasını ister. Beşer suretinde gelen melekler
beşerden şüpheye düştükleri gibi, onlarda da şüpheye düşülmesini gerektirirler.
Nitekim bir ayette, «Eğer bîz onu melek ktîsaydık, yine bir kişi kılacaktık.
Onların üzerinde kapalı olanı, yine üzerlerine kapalı olarak bırakacaktık»
buyurul-muştur.
«îşte o saman onlara
mühlet verilmezdi»; yani onların isteğinin tam tersi olacak ve zarar hemen
oluşacaktır. Adeta Allah Teâlâ bu ayette, «Biz onlara melekleri sadece
erkekler suretinde indirdik. Çünkü bu hikmetin gereğidir. Fakat bu takdirde
onlar, yine şüpheye düşerlerdi ve bunun hiçbir yaran olmazdı. Ayrıca biz
melekleri indirdiğimizde de artık onlara herhangi bir mühlet de vermezdik. Yani
meleklerin inmesiyle onlar zarar görürlerdi. Çünkü onları o zaman derhal helak
ederdik. Nitekim daha önceki Ümmetler hakkında da bizim adetimiz buydu. Onlara
istedikleri mucizeyi getirdikten sonra, eğer buna rağmen iman etmeseler, hemen
ardından onlara azabı getirirdik. Biz onların zaten iman etmeyeceklerini
biliyoruz». Mânâ şöyle de anlaşılabilir: «Biz melekleri ancak beşer suretinde
indiririz. Bu hikmetin gereğidir. Melekler bu suretle indikleri için onlar
iman etmezler ve o zaman da artık kendilerine mühlet de verilmeyeceği için
hemen helak olurlar».
îbn Cerir ve
Îbn*ul-Münzir, Mücahid'den «el-Hak» kelimesinin yorumuyla ilgili olarak, bunun
«risalet ve azap» olduğu şeklinde bir rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayete
göre, ayetin mânâsı şöyle anlaşılır: «Biz melekleri ancak elçilik ve azap
maksadıyla göndeririz .Şayet melekleri müşriklerin üzerine indirseydik artık
onlara mühlet verilmezdi. Çünkü onlara peygamberlik indirilmesi burada
sözkonusu değildir». Böylece meleklerin azapla gelecekleri kesinlik kazanmış
olmaktadır.
Maverdfye göre, «Hak»
kelimesi burada sadece «risaletfelçilik» anlamındadır. Hasan Basri'ye göreyse
bu kelime sadece «azap» anlamındadır. Bu rivayet mânâ yoluyla İbn Abbas'tan da
nakledilmiştir. Yani, «Biz melekleri sadece kendisinde takdim-tehir olmayan
azapla indiririz».
İbn Atiyye*ye göre,
«Hak» kelimesi burada vacip olan, vahiyden muhakkak olan ve Allah'ın kullan için
irade buyurduğu menfaatlerden ibarettir. Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle
anlaşılır: «Biz melekleri sizin istediğiniz gibi değil, sadece vahiy ve
ya-rarı gerektiren bir hakla indiririz. Eğer melekleri indirirsek, ondan sonra
azap hususunda size mühlet verilmez. Çünkü bizim sünnetimiz (adetimiz) mucize
isteyen ümmetlere, istedikleri verildikten sonra, inanmazlarsa onları helak etmektir».
Zemahşeri'ye göre
anlam şöyledir: «Biz melekleri ancak hikmet ve maslahatla indiririz.
Meleklerin size apaçık gelmeleri, sizin onları görmeniz, peygamberlerin
doğruluğuna dair şahitlik yapmalan sizin için hiçbir hikmet taşımamaktadır.
Çünkü siz bu durumda peygamberi artık mecburen tasdik edeceksiniz. Yani
ima-nvmz îztırari olacaktır». Zemahşeri'nin bu yorumu, meleklerin gerçek
suretleriyle indirilmesine binaendir.
Kadı Beyzavi'ye göre,
onların hikmete aykırı olan inişleri, beşer suretinde indirilmeleridir. Çünkü
onlar eğer insanların göreceği bir surette gelirlerse, bu onlan daha fazla
şüpheye düşürür ve bunun hiçbir hikmeti de olmaz.
Bazı müfessirlere
göre, ayetin yorumu şöyledir:
«Meleklerin
indirilmesi ancak hak ve maslahat icabıdır. Allah Teâlâ o kâfirlerin halinden
bilmiştir ki eğer onlara melek gönderse bile onlar yine de küfürlerinde ısrar
edeceklerdir. Böylece onların indirümesi abes ve bâtıl olum.
Tüm bu görüş ve
yorumların tenkidleri ve o tenkidlerin cevaplan Alusî'nin ve Ebu Hayyan'ın
tefsirlerinde vardır. Daha fazla bilgi edinmek için bu tefsirlere
başvurulabilir.
Kafirlerin Kur'an'ı
inkâr ve peygamberle alay etmelerini reddetmek ve Hz. Peygamberi (s.a) teselli
etmek amacıyla, bir sonraki ayet nazil olmuştur,
[5]
(9) «Kuşkusuz
ki zikri biz indirdik ve yine...»Bu Ayetin Tefsiri
«Zikir» ile kastedilen
Kur'an'dır. Allah Teâlâ adeta şöyle buyurmaktadır:
«Biz şanımızın
yüceliğiyle, onların inkâr ettikleri veya sana inenleri reddettikleri Kur'an'ı
gönderdik. Kesinlikle onu tahriften, fazlalık ve eksiklikten koruyan biziz».
Allah Teâlâ'nm «onu
hıfzetmesi»nhi anlamı iztihza edenlerin, yalanlayanların bu yaptıklarının onda
hiçbir etki yapmadığıdır.
Hasan Basri'ye göre,
onun hıfzı, içindeki ahkâmın Kıyamet'e kadar baki kalmasıdır.
Birçok müfessire göre,
onun hıfzı (korunması) ile kastedilen onun her zaman için muciz olmasıdır ve onu
her türlü eksiklik, fazlalık, tahrif ve tebdilden korumaktır.
Allah Teâlâ hiçbir
kitabını, Kur'an gibi zikretmemiştir. Daha Önceki kitaplarını, rahiplere ve
ahbarlara, yani alimlere hıfzettirdiği için onlar tahrif edilmiştir. Oysa
Kur'an'ı bizzat kendisi korumuştur. Bu bakımdan Kur'an başlangıçta da, sonuçta
da mahfuz bir kitaptır.
Zemahşeri, «Keşşaf»
adlı tefsirinde buna işaret ederek şöyle der:
«Bu ifade, Hz.
Peygamberi (s.a) yalanlayanlar için sevkedil-miş, «Biz zikri indirdik»
cümlesiyle de cevap tamam olmuştur, O halde ikinci cümleye ne ihtiyaç vardı?
İkinci cümlenin getirilmesi onun başta da sonda da Allah tarafından
korunduğunu ispat etmek içinse eğer, güzel olur. İlk cümle her ne kadar onların
itirazının reddi için getirilmişse de mücerret bir dava gibidir. Onun için
sanki, «Eğer Kur'an bizim katımızdan olmasaydı, eksiklik ve fazlalıktan
korunmuş olarak kalamazdı. Diğer sözlere yapıldığı gibi, ona da ilaveler,
çıkartmalar yapılırdı» denilmek istenmiştir. Onun eksiklik ve fazlalık
taşımasının sebebi nazmının muciz olmaşıdır. Ona bir şey ekleme veya ondan bir
şey çıkarma imkânı yoktur. Aksi takdirde onun icazına halel gelir. Bu yorumda
atfın uygunluğuna işaret vardır».
Kadı Beyzavî, bu ayeti
îmamiye mezhebine mensup bazı kimselerin «Kur'an'a eksiklik ve fazlalık
girmiştir» şeklindeki sözlerinin fasid olduğuna dair delil getirmiştir.
Fahreddin Razî ise, Beyzavi'nin bu delilinin zayıf olduğunu söylemiştir. Çünkü
bu bir şeyi, kendisiyle ispat kabilinden olmaktadır. Zira eksiklik veya
fazlalık olduğunu iddia eden zavallılar, «Bu ayet de ziyadelerdendir»
diyebilirler. Bu miktarda icazın var olduğunu söylemek te bir delile muhtaçtır.
«Kelam* - Lafzısmn, hadis (sonradan olma) olduğunu söyleyenler bu ayete itibar
etmişlerdir. Bizim arkadaşlarımızdan (Eş'arilerden) bazıları, bu ayeti,
besmelenin her surede bir ayet olduğuna dair kuvvetli bir delil olarak
görmüşlerdir. Çünkü Allah Kur'an'ı koruyacağını va'detmektedir. Onun korunması,
eksiklik ve fazlalıktan korunması olmadıktan sonra, bir mânâsı kalmaz. Eğer
besmele Kur'an'dan olmasaydı, «Tağyir'den korunmuş Kur'an» olmazdı. Yine
fazlalıktan da Kur'an korunmuş olmazdı. Eğer besmeleyi sahabenin fazladan
koydukları zannedilecek olursa, o zaman sahabenin eksiklik de yapmış oldukları
zannı ortaya çıkmış olur ki bu da Kur'an'ın hüccet olmaktan çıkmasına yol açar.[6]
Alusî, İmam Razi'nin
bu ifadesine öfkelenerek; «Bu istidlal, değil, akılsızlıktır deseydi daha evla
olurdu» demektedir.
[7]
Kur'an-ı Kerim'i Allah
Teâlâ'nın nasıl koruduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Bazılarına göre Allah
Teâlâ'nın, Kur'an'ı muciz Ve beşer kelâmına mubayin olarak kılması, onu
koruması demektir. Böylece insanlar onda eksiklik veya fazlalık yapmaktan aciz
kalırlar. Eğer onda eksiklik veya fazlalık yapabilirlerse, Kur'an nazmı bozulur.
Oysa bu fazlalık veya eksikliğin Kur'an'dan olmadığı ,tüm akıl sahiplerine
görünmüş olur. Kur'an'ın muciz olması, şehri koruyan sur misali onu
korumaktır.
Bazılarına göre Allah
Kur'an'ı korumuş; yani insanlardan herhangi birinin ona muarız bir söz etmesi
için kendisine güç vermemiştir.
Bazılarına göre, Allah
insanları Kur'an'ı iptal ve ifsaddan aciz bırakmıştır. Onu ezberleyen sürekli
müzakere ve onu her yerde tüm kâinata ilan edecek kimseleri var etmiştir.
Bazılarına göre,
Kur'an'ın korunmasıyla Kastedilen, Kur'an'in bir harfini değiştirmek veya
fazladan bir nokta koymak istenmesi durumunda, dünya ehlinin onlara «Bu
yaptığın iftiradır, Allah'ın kelâmını tağyir etmektir» demesidir. Nitekim büyük
bir alim tesadüfen bir yanlış, bir hazf ya da bir harfte yanlış okuma yapsa,
ders okuttuğu çocuklar bile, ona «Ey alim sen yanüdın, onun doğrusu şudur»
derler. îşte bu, «Elbette onu yine biz koruyacağız» ifadesinden
anlaşılmaktadır.
Kur'anin korunması
hususundaki titizlik hiçbir kitaba nasip olmamıştır. Hiçbir kitap yoktur ki hiç
değilse bir kısmı tağyir veya tahrif edilmemiş olsun.
Kur'an'ın mahfuz
olması, her türlü tahriften salim bulunması, hem mülhidlerin hem de Yahudi ve
Hıristiyanların şiddetli saldırılarına rağmen, böyle bir iddianın
ispatlanamaması, onun en büyük mucizelerindendir. Allah Teâlâ asırlar önce
Kur'an'ı koruyacağını bildirmiştik Bu gaybî bir ihbardır ve kahir bir mucizedir.
[8]
Bazı müfessirlere
göre, «Elbette onu yine biz koruyacağız» cümlesinde geçen «onu» (Lehu) zamiri
Hz. Peygamber'e racidir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette «Allah seni
insanlardan koruyacaktır» diye buyurmuştur.
(10-11) «Andolsun
senden Önce de...» Bu Ayetlerin Tefsiri
ttŞiyea» kelimesi,
«Şia»mn çoğulu olup, fırkalar anlamına gelir. Şia ise, bir yol, bir görüş
üzerinde ittifak eden grup/fırka demektir. Kureyş kâfirleri Hz. Peygamber'e
cüretkâr bir şekilde, «Sen mecnunsun» dediklerinde Allah Teâlâ peygamberine, bu
edepsizliğin sadece kendisine karşı yapılmadığını, daha önce de peygamberlere
bu türden suçlamalarda bulunulduğunu, onlar nasıl sabretmişlerse kendisinin de
sabretmesi gerektiğini bildirmiştir.
Bu ayet Hz. Peygamber
(s.a) için bir tesellidir. Ayette geçen «Erselim» fiilinin mefulü, mukadderdir.
Yani «Peygamberler gönderdik» anlamındadır. «Şiyea» kelimesinin «el-Evvelin»
kelimesi ne izafesi ise, sıfatın mevsufuna izafesi kabilindendir.
(12) «İşte biz onu böylece suçlulann kalbine...» Bu
Ayetin Tefsiri
Yani, biz küfrü,
peygamberleri yalanlamayı, onlarla alay etmeyi daha öncekilerin kalplerine
nasıl koymuşsak, onu mücrimlerin (Mekkelüerin) kalplerine de koyarız.
Bu ayet aynı zamanda
Mutezile ve Kaderiyye mezhebine bir reddiye olup, kaderin ispatı hususunda açık
bir ayettir. Tabii ki bu, hakka boyun eğenler, inad ve istiğnadan kaçanlar
içindir.
Fahreddin Razi, bu
ayet hakkında şöyle demektedir.
«Arkadaşlarımız
(Eş'ariler) bu ayetle Allah Teâlâ'nın bâtıl ve sapıklığı kâfirlerin kalplerinde
yarattığına dair delil getirmişlerdir. Çünkü «Biz onu böylece suçluların
kalbine sokarız» ifadesi, bâtıl ve sapıklığın onların kalbine sokulduğu
mânâsına gelir.
Mutezile, dalâl ve
küfrün daha önce zikredilmemiş olması nedeniyle zamirin bu lafızlara raci
olmayacağını söyleyerek, yukarıdaki görüşlere itiraz etmiştir. Bu itiraza
cevaben ise şöyle denilmiştir:
«Daha önce
peygamberlerle alay edenlerin sözü edilmişti. Bu bakımdan «Neslukv.hu» fiiline
bitişik olan zamir alay etmeye racidir.Peygamberlerle alay etmek ise küfürdür,
dalâldir. Dolayısıyla iddiamız ispatlanmış olmaktadır.»[9]
(13) «Daha
önce yaşayanların adeti geçtiği...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayette Mekke
kâfirleri için ilâhî bir tehdit vardır. Allah Teâlâ, peygamberleri yalanlayan
önceki ümmetlerin başına inen azabın bir benzerinin kendilerine inmemesi için
onları korkutmaktadır. Ayetin anlamı şu şekildedir: «Geçmiş ümmetlerden
peygamberleri yalanlayanların helak edilmesi
geçmiş bir adet-ilâhidir. Ey
Mekkeliler! Onlara isabet eden azabın size de isabet etmesinden sakının».
Ayetin başındaki
«Bihi» zamiri, Kur'an'a da, Hz. Peygamberce de raci olabilir. {{Sünnet»
kelimesi ise; yol, gidişat, âdet, kanun anlamlarına gelir.
(14) «Onlara
gökten bir kapı açsak da...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, «Niçin bize bir
melek getirmiyor» diyenlere gökten bir kapı açsak ve onlar da o kapıdan
yukarıya çıkacak olsalar bile, inanmayacaklardır,
(15) «Yine
de muhakkak Al..» Bu Ayetin Tefsiri
Bir önceki ayette (14)
bahsi geçen «Yükselenler» acaba kimlerdir? İbn Abbas ve Dahhak'a göre
meleklerdir. Yani, kâfirlerin gözlerinden perdeler kaldırılsa ve onlar da gökte
açık bir kapı görüp, meleklerin o kapıdan yükseldiğini müşahade etseler yine de
inanmazlar!
Hasan Basri ile
Katade*ye göre «Yükselenler» müşriklerdir. Yani, eğer bu kâfirlere gökten bir
kapı açsak da, onlar o kapıdan yukarıya çıkıp yükselseler, göklerin melekûtuna
ve oradaki melekleri görseler yine de inanmazlar. Çünkü inad ve ısrarları
vardır.
Onlar buna rağmen
şöyle diyeceklerdir: «Biz büyülenmiş bir kavimiz».
14. ayetteki
«Sukkiret» fiili, İbn Abbas'a göre «kapandı» anlammdadır. Bazılarına göre,
«Şaşkınlığa uğradı* anlamına gelir. Nitekim sarhoş bir kimse, aklının
bozukluğundan, görüşünün dağınıklığından ötürü şaşkın bir vaziyette sağa sola
yalpalayarak, sallanarak yürür.Bazılarına göre fiil, «Gözümüz perdelendi,
bakamıyor bir hale geldi, hayret ve dehşet içindeyiz» anlamındadır. Yani
onlar; «Muhammed'in sihri bizi etkiledi» diyeceklerdir.
Ayetin anlamı şöyle
özetlenebilir:
«Kâfirler Hz.
Peygamber'den (s.a) kendilerine bir melek inil dirilmesini ve o meleği gözleriyle görmeyi
istediler ki onun doğruluğuna şahitlik etsinler. Allah Teâlâ da, onlar bu
durum vaki olsa da, meleği gözleriyle görseler yine de inanmayacaklarını ve
;r1 sinirlendiklerini
söyleyeceklerini haber verdi. Çünkü ezelde onlar için şekavet sebkat etmiştir.»
[10]
16- Andolsun
biz gökte birtakım burçlar kıldık ve temaşa edenler için onu süsledik.
17- O
burçları, kovulmuş her şeytandan koruduk.
18- Ancak
kulak kabartan müstesna. Onu da açık bir ateş izler durur.
19- Yeryüzünü
serip yaydık. Oraya sarsılmaz dağlar attık ve orada ölçülüp tartılan her şeyden
bitirdik.
20- Hem
sizin için hem de rızık vericileri olmadığınız varlıklar için orada besinler
ve geçimlikler kıldık.
21- Her
şeyin hazineleri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu belli bir miktar ile indiririz.
22- Biz
rüzgârı aşılayıcı olarak gönderdik ve hemen (ardından) gökten
bir su indirdik de onunla sizi suladık.
Yoksa siz suyu depo ediciler
değilsiniz.
23- Kuşkusuz
ki biz diriltir ve biz öldürürüz ve biziz varis olanlar.
24- Andolsun
ki biz sizden önce geçenleri biliriz, geride kalanları biliriz.
25- Kuşkusuz
Rabbîn onları toplayacak olandır. Çünkü O Hakim'dir, Alim'dir.
26- Andolsun
biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık.
27- Canm da
daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.
28- (Hatırlat
o zamanı) kî Rabbin meleklere demişti
ki: «Ben kuru bir çamurdan şekillenmiş, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım».
29- «Onu
düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğimde, hemen onun için secdeye kapanın».
30- Meleklerin
hepsi toptan secde ettiler.
31- Ancak
İblis secde edenlerle beraber olmaktan imtina ederek, dayattı.
[11]
(16) «Andolsun
biz gökte birtakım burçlar...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, daha
önceki ayetlerde peygamberliği (nübüvveti) İnkâr edenlerin durumunu
zikretmişti. Bunlar tevhid ile ilgili bulunduğundan dolayı, Allah Teâlâ
yerdeki ve gökteki delilleri zikretmeye başlayarak bu ayeti beyan buyurmuştur.
«Buruc» kelimesi «Burç
kelimesinin çoğulu olup, kasr (kale) anlamına gelir. İbn Atiyye'ye göre kelime,
bü ayette de kasr anlamındadır. İbn Ebi Hatim'in îbn Atiyye'den rivayet
ettiğine göre mânâ şjöyledir: «Biz gökte kasrlar (kaleler) yarattık. Orada nöbetçiler
vardır».
îbn Ebi Salih'ten
gelen bir rivayete göre, «burçlar» ile kasteden büyük yıldızlardır. Ebu
Hayyan'ın, tefsirinde Ebu Salih'ten rivayet ettiğine göre, «Burçlar» üe
kastedilen, «Seyyare/Yıldızlar» dır.
Mücahid ve Katade'den
rivayet olunduğuna göre, «burçlar», sabit ya da gezegen olsun, mutlak anlamda
yıldızlardır.
Bir rivayete göre İbn
Abbas, «Burçlar» lâfzım bilinen 12 burçla yorumlamıştır. Bu burçların altısı
kuzeyde olan üçü bahar, üçü de yaz burçlarıdır, tikleri «Hamel Burcundur.
Altısı da güneyde olan, üçü güz üçü de
kış burçlarıdır. İlkleri ise «Terazi Burcu» dur. Bunlara burç denmesinin
nedeni, orada bulunan yıldızlar için kale şeklinde olmalarıdır. Bu burçlar
gerçekte en büyük feleğin parçalarıdır. Bu da felekiyet ilminin alimlerince
atlas feleği, felekler feleği diye isimlendirilmiştir. Şeriat dilinde ise
bunun tam aksiyle isimlendirilmektedir.
Tecrübelerin
gösterdiği üzere, burçların özelliklerinin değişik olmasında ve cumhurun göğün
basit olması üzerinde ittifak etmesinde, Sanii Muhtar'ın (Allah'ın) varlığını
ispatlayan büyük deliller vardır.
«Göğü süsledik»; yani
sabit ya da gezgin yıldızlarla onu süsledik. Yıldızların sayısı çoktur.
Allah'tan başka kimse onların sayısını bilmez. Bazı rivayetlerde
bildirildiğine göre, yıldızların en küçüğü bile kocaman bir dağ gibidir.
Ebu Hayyan'a göre,
«Zeyyennaha»ûaM «ha» zamiri «Sema»ya. değil «Burçlar»* racidir. Çünkü sözkonusu
edilen burçlardır. Burçlar ise, lafzen fule daha yakındır. Ne var ki cumhur,
zamirlerin intişarından çekindikleri için zamirin semaya raci olduğunu söylemişlerdir.
«Temaşa edenler için»;
yani düşünenler, semayı o burçlarla takdir edenin kudretine yoranlar,
müdebbirin hikmetini onunla gözler önüne sermek isteyenler için.
(17) «O
burçları kovulmuş her şeytandan...» Bu Ayetin Tefsiri
«Kovulmuş» (Racîm) ile
kastedilen tüm hayırlardan uzaklaştırılmış demektir. Ayrıca «recm» kelimesi,
bir şeyi taş yağmuruna tutmak anlamına da gelir. Buradaki «Raczm» ile
kastedilen ise,
yıldızlarla recmedilmiş Şeytan'dır. Bu
kelime aynı zamanda, «helak etrriek», «korkunç bir şekilde öldürmek»
anlamlarına da gelir. Göklerin Şeytan'dan korunması ise, onun tamamen
göklerden uzaklaştırılması veya göklere nüfuz ederek, yeryüzündeki insanlara
karıştığı gibi gök ehline de karışmaktan menedilmesi demektir.
(18) «Ancak kulak kabartan müstesna...» Bu Ayetin
Tefsiri
«tsteraka's-Sem'a»
ibaresindeki «Sem'a» kelimesi işitilen anlamındadır, îbn Abbas'tan gelen bir
rivayete göre, şeytanlar daha önce göklerden menedilmemişlerdi. Onlar göklere
nüfuz ederler, oradan aldıkları haberleri kahinlere getirir, telkin ederlerdi.
Hz. îsa doğduğu zaman üç göre girmekten menedildiler. Resûl-i Ekrem peygamber
olduğunda bütün göklerden menedildiler. Hiç kimse artık onlardan kulak
kabartmalarını isteyemez. Meğer ki ettiği takdirde, ona bir ateş atılır. Bundan
menedildiklerinde şeytanlar, bu durumu İblis'e haber verdiler. İblis, «Muhakkak
İd yeryüzünde bir şey olmuştur» dedi ve onları ne olduğunu Öğrenmeleri için
gönderdi. Onlar Hz. Peygamber'in Kur'an okuduğunu gördüler. Sonra da «işte
meydana gelen hadise budur» diye yemin ettiler.
Bunlar göklerden ya
yıldızların yerlerinden ya da hareketlerinden istidlalle bir şey getirirlerdi.
Veya cevher itibarıyla şeytanlar göğün sakinleriyle münasebet içindedirler.
«Şihab» kelimesi
parlayan ateşten bir parça demektir. Bu nedenle yıldızlara «Şihab» denmiştir.
Çünkü onlarda parlaklık vardır. Adeta alev alev yanan ateşe benzerler.
Îbn Abbas kulak
hırsızlığı yapan şeytanlar hakkında şunları söyler:
«Şeytanların bazısı,
diğerine semaya çıkıncaya kadar binerler. Meleklerin konuşmalarını dinleyerek,
kulak hırsızlığı yaparlar. Böylece üzerlerine yıldızlar atılır. Atılan
yıldızlar mutlaka onlara isabet eder. Kimisi ölür, kimisinin de yüzü veya eli
ya da Allah'ın dilediği bir uzvu yanar.
Bazılarına göre de, «
denilen nesneye dönüşürler ve çöllerde insanları doğru yoldan saptırmaya
çalışırlar.»
Ebu Hureyre'den şöyle
rivayet edilmiştir:
«Allah Teâlâ gökte bir
şeye hükmettiğinde, melekler, O'nun emrine başeğmek kabilinden, sanki
kayalıklar üzerine sertçe vurulan zincirler gibi kanatlarını vururlar ve bu
vurma neticesinde çıkan ses gibi ses çıkarırlar. Kalplerinden bu korku
çıktıktan sonra, birbirlerine «Rabbimte rce dedi?» diye sorarlar. Sonra da bu
soruyu sorana, «Hafcfc', dedi. O yücedir, büyüktür» derler. Kulak hırsızlığı
yapanlar bu sözü dinlerler. Kulak kabartanların da bazıları bazılarının
üstündedir». (Süfyan, onun eliyle işaret ederek elini çevirdiğini,
parmaklarının arasım açıp, birbirlerinin Üstüne olan tasvirlerini yaptığım
söylemiştir.) (Buharı)
Kulak hırsızlığı
yapan, sözleri çalar, onu altında bulunana atar. O da diğer bir altta bulunana
atar. öyle ki bu sihirbazın veya kahinin dili üzerine atılmcaya kadar sürer.
Çoğu kez atılan yıldız o kelime ilka edilmezden önce yetişir, ama bazen de
yetişmez. Bazen de yetişmezden önce o kelimeyi ilka eder ve onunla beraber yüz
yalan uydurur. Ona, «Bize şöyle şöyle demedi mi?» denilir. O da gökten işittiği
o kelimeyi tasdik eder.
übirna kelimesiyle
kastedilen, görenler için emrin apaçık olmasıdır.
Kovulmuş Şeytan'ı
atılan ateşle takip etmeye ona helak etmeye veya yaralamaya muhtemel olduğundan
bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.
Kurtubi'nin îbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Yıldızlar yaralar, fakat öldürmez».
Hasan Basri ve başka
bir taifeden gelen bir rivayete göre ise öldürür. (Ancak ilk rivayetin daha
sıhhatli olduğu hususu kuvvetlidir.)
Ubey b. Ka*btan
rivayet olunduğuna göre, Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasından beri yıldızlar
atılmıyordu. Ancak Hz. Peygamber (s.a) gönderildiği zaman, yine şeytanların
üzerine yıldızların fırlatılması başladı. Kureyşliler daha önce görmediklerini
görünce develerini Allah için çöle bıraktılar, kölelerini azad ettiler.
Kı-yamet'in kopmak üzere olduğunu sanmışlardı. Bu haber onlan idare eden ileri
gelenlerine ulaşınca, onlara «Niçin böyle yapıyorsunuz?» diye sordular. Onlar
yıldızların fırlatıldıklarını söyleyince, ileri gelenleri; «Dikkatle bakın!
Eğer belli yıldızlar iseler, insanların sonu yaklaşmış demektir. Aksi takdirde
bir hadise meydana gelmiştir. Acaba ondan mıdır?» dediler. Bunun üzerine onlar,
dikkatle baktılar ve gördüler ki, belli yıldızlar değildir. Bu haberi ileri
gelenlerine ulaştırınca, onlara; «Demek ki daha süre vardır. Bu bir
peygamberin zuhuru anında olmuştur» dediler.
Bu ve benzeri birtakım
rivayetleri delil diye sürerek, Hz. Pey-gamber'den önce yıldızların
atılmadığını iddia edenler, yanılmışlardır. Çünkü Hz. Peyğamber'den (s.a) önce
de yıldızlar atılırdı. Ne var ki onun peygamber olarak gönderilmesinden sonra
bu daha da şiddetlenmiştir. Nitekim îbn Abbas'tan gelen benzer bir rivayette
bu mânâya hamledilir.
Zühri*nin Hz, Ali
kanalıyla naklettiğine göre, Hz. Peygamber ashabından birkaç kişiyle oturuyordu
ve bu esnada bîr yıldız kaydi. Ortalık pınl pırıl olmuştu. Hz. Peygamber (s.a)
ashabına ca-hiliyye döneminde böyle bir şey meydana geldiğinde ne dediklerini
sordu. Onlar da, «Biz büyük bir kimse doğdu veya öldü diyorduk» dediler. Hz.
Peygamber (s.a) onlara şöyle dedi: «Yıldızlar kesinlikle ne bir kimsenin
ölümü, ne de doğumu için atılmazlar. Fakat Rabbimiz, gökte bir şeye hükmederse,
arşı taşıyan melekler teşbihte bulunurlar. Sonra da her göğün ehlif teşbihleri
yeryüzüne en yakın olan semaya gelinceye kadar teşbihte bulunur. Bu gök ehli
arşı taşıyan meleklere, «Rabbimiz ne dedi?» diye sorarlar. Onlar da haber
verirler. Bu haber yeryüzüne en yakm bulunan göğe kadar gelir. Cinler bu haberi
ansızın yakalarlar ve Üka ederler. Onların getirdiği haber haktır ama onlar bu
habere ilavede bulunurlar».
Bu kulak hırsızlığı
göklerin yanında bulunan meleklerden de olabilir. İki gök arasındaki
meleklerden olduğuna dair bir kayıt yoktur.
Hz. Aise'den rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
«Kuşkusuz melekler
bulutlara inerler ve gökte hükmedilen emri söylerler. Şeytanlar kulak
Hırsızlığı yaparak, bu haberleri dinlerler ve aldıklarını gidip kahinlere
naklederler. Bir kelimeye karşılık yüz kelime uydururlar.» (Buhari)
Bu hususta varid olan
hadisler ile bunlara verilen cevaplan mufassalan okumak isteyenler, Alusî ile
Fahreddin Razi'nin tefsirlerine başvurabilirler.
(19) «Yeryüzünü
serip yaydık. Oraya sarsılmaz...» Bu Ayetin Tefsiri
«Mededna» fiili,
yaydık, serdik anlamına gelir. Hasan Basri' den rivayet edildiğine göre, Allah
Teâlâ bir çamur alarak ona «Ya-yü» demiş, o da yayılarak Kürre-i Arz-ı meydana
getirmiştir.
Katade şöyle demiştir:
«Bize zikr edildiğine göre, şehirlerin anası Mekke'dir ve yeryüzü Mekke'den
yayılmıştır.»
îbn Abbas'tan gelen
bir rivayete göre, arzın yayılmasıyla onun su üzerine yayılması kastedilmiştir.
Başka bir görüşe göre, arzın yayılmasıyla kastedilen, üç cihetten (uzunluk, genişlik,
derinlik) yayılmasıdır.
Zahire göre, kelimeden
anlaşılan, arzın herkesin kendisinden yararlanması için geniş kılınmasıdır. Bu
ifade arzın ktirevî olmadığı anlamına alınamaz. Çünkü büyük bir küre,
büyüklüğü sebebiyle dümdüz bir yüzeymiş gibi görünebilir. Gazali arzın (dünyanın)
küre olduğunu H. 4. yüzyılda söylemiş ve ondan sonra İslâm alimleri arasında bu
görüşü açıklayanlar olmuştur.
«Oraya sarsılmaz
dağlar attık» buyurulmaktadır. Allah Teâlâ niçin dağları atmıştır? Allah Teâlâ
bu sorunun cevabını Kur'an'da yine kendisi vermektedir: «Sizi sarsıntıya
uğratır diye, yerde sarsılmaz dağlar bıraktı. Irmak ve yollar (küdı). Umulur
ki doğru yolu buhursunuz». (Nahl: 15)
İbn Abbas'a göre,
Allah Teâlâ yerküresini su üzerine yaydığı zaman, o gemi gibi oldu ve onu ağır
dağlarla demirledi ki içindekileri denize dökmesin.
Pahreddin Razî'ye
göre, Allah Teâlâ'nın böyle yapmasının hikmeti dağların yeryüzünün yollarına
ve bölgelerine işaret etmesi, halkın o işaretlerle yollarını bulması, yanlış
yönlere gitmemesi olabilir. Bu yorum açık bir ihtimaldir.
Alusî, «Dağlar gitti
haberlerin, bu ihtimale mani olmasına rağmen, bu ihtimali göz önünde
bulundurmak caiz değildir» diyor.
«Orada ölçülüp
tartılan her şeyden bitirdik» cümlesindeki zamir (orada), yerküresine racidir.
Yerküresi lâfzına dağlar da dahil olur. Çünkü dağlar yerküresinden sayılır. Ya
da zamirin tahsis olmaksızın arzın tümüne raci olması da mümkündür. Çünkü bitkilerin
çoğu ve en güzelleri dağlık olmayan yerlerde yetişir. Zamirin dağa da, yere de
birden raci olması mümkündür. Veya «yer» in, «gök» karşılığı olması nedeniyle,
zamirin yere raci olması, dağların da buna dahil olması düşünülebilir.
Ayetin sonunda gelen,
«Mevzun» kelimesi muayyen bir miktar ile takdir edilmiş anlamındadır. Yani
hikmetin gerektirdiği muayyen bir miktar ile. Meselâ bir sözün «mevzun» olması,
o sözün cümlelerinin muntazam, birbirine uygun olduğu anlamına gelir.
Ayetteki ifade güzel sayılan, mütenasip her şeyden arzda yetiştirildiği
anlamına gelir. Bu tıpkı, sözün «mevzun» olması gibidir. Günümüzde Arap
olmayanlar bu kelimeyi daha fazla kullanmaktadırlar. Meselâ, «Mevzun bir
kıvamdadır» demek, «Mütenasip bir kıvamdadır» anlamına gelir.
îbn Zeyd'e göre,
«mevzun» ile kastedilen altın, gümüş gibi tartılan şeylerdir.
(20) «Hem
sizin için, hem de...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, sizin dünyada
yaşamanız için gerekli olan yiyecek, giyecek, içecek ve başka ihtiyaçlarınızı
da yarattık. Yani varlığınızın bağlı bulunduğu her şeyi sizin için yarattık.
Ayrıca sizlerin n-zık verici olmadığınız şeyleri de (aile efradınızı,
kölelerinizi, hizmetçilerinizi, hayvanlarınızı v.s.) yarattık.
Ferra'ya göre, Allah
Teâlâ'nın onları böyle nitelemesinin sebebi, bazı cahillerin «aileme,
hizmetçilerime, hayvanlarıma ben nzıV veriyorum» diyerek büytiklenmelerini
reddetmektir. Böylelikle Allah Teâlâ büyük nimetlerini zikretmektedir. Ancak
«Ve-men» lâfzının, «meayıç» kelimesi üzerine atfedilmesi durumunda mânâ böyle
anlaşılır. Ne var ki bu lâfız, «Lekum» üzerine de atfo-lunabilir. Nitekim
tercih ettiğimiz mânâ bu olmuştur. Sonuç itibarıyla her iki kıraatte de manâ
birdir.
Zeccac bu ayete üçüncü
bir yorum getirmektedir. Yani; «SU ze yeryüzünde geçimlik kıldık ve rızik
vericisi olmadığınız şeyleri de yaşattık». Yani sizden başka nice ümmetlere de
hayat verdik.
İbn'ul-Münzir ve bazı
müfessirlerin, Mücahid'den naklettiklerine göre, «insanların rızik verici
olmadıkları şeyler» ile hayvanlar kastedilmektedir. Mansur'dan gelen rivayete
göre, bunlardan maksat vahşi hayvanlardır. Bazılarına göre ise, kastedilen hem
vahşi hayvanlar hem de kuşlardır.
Bu yorumlara göre,
«Men» kelimesi akılsız varlıklar için kullanılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır
ki Arap dilinde «Men» kelimesi çoğunlukla akıllı varlıklar için kullanılır.
(21) «Her
şeyin hazineleri ancak bizim yanımtsdadır...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, mümkün olan her
şeyin hazineleri bizim katımızdadır. îbn Cerir et-Taberî ve bazı müfessirlerin
iddiasına göre «Şey» kelimesi burada sadece «yağmur» anlamında kullanılmıştır.
Bu takdirde mânâ, «Yağmur hazineleri ancak bizim yanımzzdadır» şeklinde olur.
Metindeki «Hazain» kelimesi «hazane»nia çoğuludur ve kıymetli malların
saklandığı yere denir. Nitekim örfte, krallann insanların erzakını sakladığı,
depoladığı yerler için bu kelime kullanılır.
Bu ayette Allah'ın
sayılamayacak kadar makduratı/nimetleri, âlemlerin ilimlerinden gizli
olduğundan ve istemelerine rağmen hiç kimsenin elinin yetişememesinden ötürü,
hazinelerde saklanan kıymetli mallara benzetilmiştir. Yani, burada «Hazine»
lâfzı, sembolik olarak kullanılmıştır. Ancak bazılarına göre, kelime sembolik
değil, asıl anlamında kullanılmıştır. Yani kelime, kendisinde her şeyin
saklandığı yerler anlamındadır. Bu bakımdan, «rüzgâ-
$ nn, yağmurun bir
mekânı vardır ve her mekân için de koruyucu melekler mevcuttum denilmiştir. Fakat
«Şey» kelimesinin genel mânâya alınması durumunda, onu böyle yorumlama imkânı
orta- dan kalkar. Çünkü o mekân da, bir şeydir. Dolayısıyla o mekâna ikinci bir
mekân, ona üçüncü, dördüncü vs. mekânlar ve sonsuza değin uzanan mekânlar
olması gerekir.
«Biz onu belli bir
miktar ile indiririz»; yani hikmetin gerektirdiği miktar üe ve mütenahi
olmayan makdurlanmızm arasından hikmete tabi olan meşiyet hangisini isterse,
onu indiririz.
Her şeyi muayyen bir
sıfatla özelleştirmek, muayyen bir ölçü ve vakitle tahsis etmek, hepsinin eşit
ve kudretin hepsine taallukunun sıhhatli olmasına rağmen bu şekli vermemek
elbette o şeylerin her birisinin özelliğini iktiza eden bir hikmete dayanmaktadır.
Bu ayet hazinelerde
olduğu gibi, çoklukla eşyanın yapılmamasının sırlarını açıklamaktadır. Yani
onu indirmesine indiririz ama sadece muayyen ve malum bir miktarla... Veyahut,
her şeyin hazineleri bizim yanımızdadır. Oysa biz onu ancak malûm bir miktarla
indiririz. İlk yorum, Allah'ın kudretinin genişliğini, ikinci yorumsa
hikmetinin yüceliğini beyan etmektedir.
«İndiririz»
anlamındaki «NunezzUu» fiilinin kullanılmasının nedeni, bunun ulvî âlemden,
süflî âleme bir fazilet yoluyla gelmesinden dolayıdır.
Bazılarına göre bu,
zatının kendisine meylettiği şeyin, ademden çıkıp, zatının meyletmediği vücuda
gelmesinden dolayıdır. Bu tıpkı, «Sisin için evcil hayvanlardan sekiz çift
indirdik» ayeti gibidir. Yine «Sizin için demiri indirdik. Onda şiddetli bir
kuvvet vardır» ayeti de böyledir.
«Şey»in «Yağmur»
mânâsında olduğunu söyleyen (Taberi) sanki «tenzil» kelimesinin zahirine
bakarak aldanmış gibidir. Çünkü «tenzil», indirmek demektir. Böylece ayetin
zahirinden çok uzak bir yorum öne sürülmüştür. Oysa Allah Teâlâ'nın «tenzU» tabirini
kullanması, bunun «tedriç» yoluyla olmasındandır. Ayrıca devamlılık/süreklilik
anlamına delâlet eden muzari sigası kullanılmıştır. Nitekim «Madum bir şeydir»
diyenler bu ayeti delil olarak göstermişlerdir.
(22) «Biz rüzgârı aşılayıcı olarak gönderdik...» Bu
Ayetin Tefsiri
Bu ayet, «Size orada
farzda) geçimlikler kıldık» ifadesine atıftır. Aradaki cümleler, geçmişin
tahkiki ve geleceğin tahfifi için getirilmiş ara cümleleridir.
«Levakıh», «lakthsm
çoğulu olup «Yüklü» anlamındadır. Rüzgârlara «yüklü» denilmesi teşbih-i beliğ
yoluyladır. Yağmur bulutuyla gelen rüzgâr, yüklü deveye benzetilmiştir. Çünkü o
rüzgâr o bulutu yüklenmektedir.
«Levakıh» lâfzının,
mülakin (aşılayıcı) demek olması da mümkündür. Yani, kastedilen ağaçların ve
bulutların rüzgâr yoluyla aşılanmasıdır. İbn
Ebi Dünya'nın Katade'den rivayet ettiğine göre, aşılayıcı ve yüklü rüzgârlar
güneyden esen rüzgârlardır. (Bunun benzerini Deylemi zayıf bir senedle Ebu
Hureyre'den rivayet etmiştir).
îbn Cerir'in TJbeyd b.
Umeyr'den rivayet ettiğine göre, Allah müjdeleyiciyi gönderir, arzı süpürür.
Sonra sürücüyü gönderir, bulutu sürer, onu parçalar. Sonra telif ediciyi
göndererek, onun arasını bulur. Onu rükân haline getirir. Sonra aşılayıcıları
gönde-rir, onu aşılar ve yağmur yağar. Yağdıncı bulutlar meydana geldikten
sonra, buluttan yağmur yağar. Onu size içimlik yaparız siz de ondan içer,
ekinlerinizi onunla yetiştirir, hayvanlarınızı sularsınız.
[12]
«Yoksa siz suyu depo
ediciler değilsiniz»; bunu yapamazsınız.
Bu ayette Allah Teâlâ,
rüzgârları bir aşılayıcı olarak gönderdiğini beyan etmektedir. Nitekim bugünkü
ilim, yağmurun yağmasında rüzgârların büyük bir rol oynadığını, aynı zamanda
bitküer üzerinden eserken onların erkek tohumlarını, dişilerin üzerine ekmek
suretiyle onları aşıladığını ispat etmektedir. Bu ayette ayrıca gökten inen
suların yer katmanlarında stok edildiği ve insanlığın ihtiyacının buralardan
temin edildiği ifade edilmektedir. Allah Teâlâ bu ayette, suyu yaratmanın,
bulutlarda depo etmenin ve oradan da indirmenin kendi kudretinde olduğunu ve
insanların buna kadir olamayacaklarını bildirmektedir.
Son ifade suyun yerin
dibine gitmesini insanların önleyemeyeceklerine de delâlet eder. Süfyan-ı
Sevri'den nakledilen bir yoruma göre, mânâ şöyledir: «Siz onun buluttan
inmesine mâni ola* mazsınız».
(23 «Kuşkusuz
ki biz dirUtir ve biz...» Bu Ayetin Tefsiri
Hayata kabiliyeti olan
bazı cisimlerde, hayatı meydana getirmek ve bazılarından da hayatı izale etmek
suretiyle ancak biz diriltir ve biz öldürürüz. Hayat vücudî bir sıfattır,
hissi, iradî hareketi iktiza eder. Bazıları ise, ölümün de hayatın tersi
olarak vü-cudi bir sıfat olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ, Mülk
Suresi'nde, kendisinin ölümü yaratan olduğunu beyan etmektedir. Bazen bu
kelimeler (yani Öldürmek-dirütmek) genelleştirilerek kullanılır. Öyle ki, bitki
ve hayvanlar da bunun kapsamına girer. Meselâ diriltmekten maksad, «Neşvünema
kuvveti vermek», öldürmekten maksat ise bu «Jcwuvet»i almak diye
düşünülebilir.
«Biziz varis olanlar»;
yani mahlûkatın yok olmasından sonra, baki kalan biziz, sahte mülkün zamanı
geçtikten sonra, gerçek mülkün hakiki sahipleri biziz. Başta da sonda da hakim
olan, varis olan biziz. Hiç kimse için surette olan tasarruftan, sahte mülkten
başka bir şey yoktur.
Burada tazime delâlet
eden bir tabir kullanılmaktadır. Bu ayet, hâlin zahirde göründüğü gibi sonradan
gelenin, önden gidenin mirasçısı olmadığına dikkatleri çekmektedir.
«Varis» lâfzının
«Baki» şeklinde yorumlanması, Süfyan-ı Sev-ri'den rivayet edilmiştir. Nitekim
Hz. Peygamber'in (s.a) şu duası, bunu teyid etmektedir: «Ya Rabbi! Bizi
kulaklarımızla, gözlerimizle ve kuvvetimizle diri bıraktığın sürece,
metalandır. Onu bize varis (baki) olarak kıl».
(24) «Andolsun
ki biz, sizden Önce geçenleri de...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sizden önce
geçenleri»; yani ölenleri biliriz. Andolsun ölmeyenleri de biliriz. (Bu yorumu
İbn Ebi Hatim, îbn Abbas'tan rivayet etmiştir).
Katade'den rivayet
edildiğine göre, {{geçenler» ile, Hz. Adem ile zürriyetinden geçenler, «Geride
kalanlar» ile de, ayetin nazil olduğu dönemdeki kimselerin sulbünde bulunanlar
kastedilmektedir.
Mücahid'den gelen
rivayete göre, «Geçenler» ile geçmiş ümmetler, «kalanlar» ile de ümmeti
Muhammed kastedilmektedir.
Bazılarına göre
kastedilen, doğum ve ölüm bakımından geçenler ile kalanlardır.
Hasan Basri'den gelen
tefsire göre, ifadenin anlamı şudur: «Taatte geçenlerle, ondan geri kalanları
biliyoruz».
Mutemer'den gelen bir
rivayette, o şöyle demektedir: «Bu ayetin savaş hususunda nazil olduğunu
işittiğimde, bunu babama sordum, o da, bu ayetin savaş farz olmadan önce nasıl
olduğunu söyledi».
Bu yoruma göre, cihadı
taat içine dahil etmek bir şey ifade etmez. Kaldı ki onu geçmiş ve gelecek ile
yorumlamak da pek uygun değildir. AUah Teâlâ'nın bunları bilmesi ile
kastedilen, onların hallerini bilmesidir. Ayet Allah Teâlâ'nın ilminin
kemalini ortaya koymaktadır. Önce kudretinin delilleri belirtilmiş, sonra da
ilminin kemâli ortaya konmuştur. Çünkü her şeye kadir olan bir zat, elbette,
yapacağını ihata eden ilme sahip olmalıdır. Nitekim «Velekad alimna»
kelimesinin tekrarı tekidden sonra tekide delâlet eder.
Ebul-Cevza kanalıyla
tbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bir kadın Hz. Peygamber'in arkasında
namaz kılıyordu. Çok güzel bir kadındı. Cemaatin bir kısmı, kadını görmemek
için birinci safa kadar ilerlediler. Bazıları da son safta kalmışlardı ve rükua
.-vardıklarında kollarının altından kadım gözetliyorlardı. İşte ayet-i celile,
bu olay üzerine nazil olmuştur. (İmam Ahmed, Tirmizi, Ne-sei, İbn Mace, Hâkim,
Beyhaki)
Abdurrezzak ve
İbn'ul-Münzir, Ebu'l-Cevza'dan şöyle rivayet etmişlerdir: «Andolsun ki Allah,
namazdaki saflarda ileri gidenleri biliyor» dedi ve fakat yukarıda sözü edilen
kadınla ilgili olarak herhangi bir şey zikretmedi.
Tirmizi, bu ikinci
rivayetin sahih olmasının daha makul olduğunu söylemiştir.
Rebi b. Enes'in
rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber sahabeyi ilk safta yer almak üzere teşvik
etti. Herkes ilk safta bulunmak için öne ilerledi ve izdiham oldu. Benu Uzre
kabilesinin evleri mes-cidden uzaktaydı. Onlar; «O halde biz evlerimizi satarak
mescide yakın yerler ediniriz» dediler. Ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Bilindiği üzere tefsir
ilminde, lâfzın umumuna itibar edilir, || sebebin hususuna değü. İşte bu
noktadan hareketle bazı müfessir-ler, en uygun olanının ayeti umumî mânâya
hamletmek olacağını söylemişlerdir, yani; «Andolsun ki biz, sizin içinizden
doğumda, ölümde, İslâm'da, namaz saflarında ve her yerde, geri kalanlarla ||
ileri gidenleri biliyoruz».
(25) «Kuşkusuz
ki Rabbin onları toplayacak olandır...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onları
mükâfatlandırmak ve cezalandırmak için toplayacak olan Rabbindir.
«Huve» zamirinin
ortada gelmesi hasr nedeniyledir. Yani, onları biraraya getirecek, toplayacak
olan sadece Allah'tır, başkası değil. Cümlenin başına «İnnenrtin gelmesi va'din
tahkiki içindir. Gaib sığasından hitab sigasına geçmek Rububiyet makamının
vurgulanmasına işaret eder. Hz. Peygamber'e (s.a) raci olan zamire, «Rab»
kelimesinin izafe edilmesi, Allah'ın Peygamberi hakkında sadır olan lütfunu
gösterir.
Allah Hakîm'dir; Yani
her şeyi olduğu gibi bilen ve uygun olduğu gibi yapandır. «Alim'dir»; yani
onun ilmi her şeyi kapsamaktadır.
(26) «Andolsun
biz insanı kuru bir çamurdan...» . Bu Ayetin Tefsiri
«İnsan» ile kastedilen,
mahlûkatm bu nev'İ ve onun aslı olan Hz. Adem'dir. Yani; fertlerden ilk ferdi,
sair fertlerin yaratılışım icmali bir şekilde kapsayıcı ve garip bir tarzda
yarattık.
«Salsal» kelimesi,
kuru çamur anlamına gelir, öyle ki vurduğunda ses verir bir durumdadır. Bu
yorumu, îbn Ebi Hatim, Ka-tade'den rivayet etmiştir.
Ebu Hayyan, Ebu
Ubeyde'den «SaXsal»ın kumla karışık bir çamur olduğunu rivayet etmektedir. Bu
yorum îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
îbni Ahbas'tan gelen
diğer bir rivayete göre, «Salsal» ince çamur anlamındadır. İşte testiler bu
çamurdan yapılır.
Bazılarına göre ,bu
kelime aslında masdardır ve «vasf» mâna-sına gelir.
«Hamaın» kelimesi
bozulmuş sudan dolayı simsiyah kesilen çamur, (cıvık çamur) demektir. Yani
cıvık çamurdan oluşan kuru bir çamurdan sizleri yarattık.
«Mesnun» kelimesi,
tasvir edilmiş demektir. İbn Abbas bu yorumu, Hz. Hamza'nın Rasulûllah'ı (s.a)
metheden şu şiirinden almıştır:
«O bembeyazdır, sanki
Bedr, onun yüzünün tasvirîdir, O Bedr ki ıştğî saçılmış ve yayılmıştır».
«Mesnun» kelimesi
dökülmüş anlamına da gelebilir. Yani insan heyeti üzerine, eritilmiş cevherden
kalıplara dökülen suretler gibi dökülmüştür.
Katade ve Ma'mer'e
göre, «Mesnun» kokmuş anlamına gelir. Bu kelime ya Hamain'in ya da Salsal'm
sıfatıdır. Sarih olmayan bir sıfatın, sarih olandan önce gelmesi zarar vermez.
Çünkü nek-ra bir kelime müfred ile zarf veya cümleyle sıfatlanırsa, çoğu zaman
.müfred önce gelir. Ancak bu şart değildir. Nitekim, «Bu mübarek olan bizim
indirdiğimiz bir Kitabtır» ayetinde kelime müfred, sıfatı mukaddem
getirilmiştir. Sarih sıfatın burada tehir edilmesinin sebebi, o çamurun kokmuş
olması, kuru olması halinde değil, aksine sıvı olması halindedir. Adeta Allah
Teâlâ, siyah çamuru dökmüş ve ondan insanın kalıbını (modelini) çıkarmış... îçi
boş... ve kurumuş... öyle ki el dokunduğunda ses vermektedir. Sonra kendisine
ruhundan üfleyinceye kadar onu bir safhadan bir safhaya geçirmiştir.
Yaratanların en güzeli olan Allah, her türlü ortaktan münezzehtir.
Bazılarına göre,
«mesnun» kelimesi, «mensub» anlamındadır. Yani zürriyeti kendisine nisbet
edilendir. Fakat bu görüş zayıf ve uzaktır.
(27) «Cannı
da daha önce...» Bu Âyetin Tefsiri
«ELCann», cinlerin
babasıdır. Nitekim bu görüş, îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. «Cin»
kelimesinin «eUCann» şeklinde olduğu gibi, «Cinaim şeklinde de çoğulu vardır.
Bu, ünlü Şii müfessir Tabersi tarafından öne sürülmüştür.
Bazılarına göre,
«Cann» çoğul değil, tekildir ve İblis demektir. Bu görüş de Hasan Basri ile
Katade'den rivayet edilmiştir.
«Ed-Durr'ul-Mensur»
da, Cann'ın cinnin babası (Ebu'1-Cin) olduğu söylenirken, İbn'ul-Bahr, bu
kelimenin cinlerin cins ismi olduğunu söylemiştir.
Cins'in şubeleşmesi
fertten ve tek maddeden yaratılmış olmasından ileri gelmektedir. Çünkü cinsi
bundan yaratılmıştır.
îbn Abbas'tan rivayet
olunduğuna göre, «Semum» sıcak, Öldürmeyen rüzgâr demektir. Bu rüzgâr
çoğunlukla gündüzleri bazen de geceleri eser. Ona «Semum» denmesinin nedeni
lâtif ve yavaş esmesi ve bedenin mesamelerine nüfuz etmesidir. Öldürücü «Sem»;
yani zehir de ismini buradan alır.
Bazıları «Semum» un
dumansız ateş anlamına geldiğini, şimseklerin bundan oluştuğunu söylemişlerdir.
Ebu Revk bu görüşü, Dahhak ve îbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Bazıları ise,
«Semum»un sıcaklığın en son derecesi olduğunu söylemişlerdir ki bu takdirde
mânâ, «Onu sıcaklığın en son derecesi olan ateşten yarattık» demek olur.
Nitekim rivayet olduğuna göre, «Canmnn kendisinden yaratıldığı ateş, bilinen
ateşten sıcaklık bakımından çok daha şiddetlidir.
îbn Merduveyh, îbn
Mesud kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle rivayet etmiştir: «Müslümanın
rüyası, nübüvvetin 70 parçasından bir parçadır. Şu dünya ateşi ise, Allah
Teâla'nın «el-Cannı» yaratmış olduğu Semum'un yetmiş parçasından bir parçadır».
Bu sözlerinden sonra Hz. Peygamber (s.a), mezkûr ayeti okumuştur.
Ateş basittir. Değişik
parçalardan meydana gelmiş (mürek-keb) değildir. Onda hayat nasıl yaratılır,
diye itiraz edenler; «Hayat ancak mürekkeblerde olur, hükema hayat konusunda
mürek-keb bünyeleri şart koşmuşlardır» diyorlar. Bunlara cevap olarak deriz ki:
Mesele böyle değildir. Çünkü melekler gibi mücerredler-de hayat yaratıldıktan
sonra veya felsefecilerin ispatladığı akıllarda hayat yaratıldıktan sonra
ateşten yaratılması haydi haydi olur. Basitlerde yaratılması da böyledir.
Aksine tek olan parçalarda hayatın yaratılmasına bir mani yoktur. Mutezile'ye
göre, cevherlerden mürekkeb olan dünya hayatı için, şarttır. Ancak
Mutezile'nin elinde Örümcek ağı kadar zayıf bir şüpheden başka bir şey yoktur.
Kaldı ki bu itiraz da doğrudan öne sürülemez. Çünkü cinnin ateşten mahlûk
olmasının anlamı, ateşin onun en büyük kısmı ve hilkatinde galib olan unsur
olmasıdır. Nitekim insanda da galib olan unsur topraktır. Binaenaleyh o basit
değildir.
Bazılarına göre
«Cinn», havaî ve ateş türü cisimler demektir. Yani onlar üzerinde ateş ve hava
daha galibtir. Onlar aslında melekler gibi dört unsurdan (su, toprak, hava ve
ateş) mürekkeptirler. Fakat ateş ve hava oranları daha fazladır.
Fahruddin Razi, bu
ayetin yorumunda müfessirlerin cinler hakkında ihtilaf ettiklerini belirterek
şöyle demiştir:
«Bazılarına göre
cinler, şeytanlardan ayrı başka bir cinstir. Ancak en sahih görüşe göre,
şeytanlar cinlerden bir kısımdır. On-lardan mümin olanlara şeytan denilmez.
Sadece kâfir olanlara şeytan denilir. Bunun sahih oluşunun delili, cinn
lâfzının gizlemek anlamına gelen Cenne'den müştak olmasıdır. Böyle olan herkes
cinlerdendir».
Vehb'e göre cinlerden
bir kısmı vardır ki, onların çocukları doğar, yerler-içerler, tıpkı insanlara
benzerler. Bazıları da rüzgâr gibidirler. Ne doğum yaparlar ne yerler ne de
içerler. Bunlar da
şeytanlardır.
Îbn'ul-Arabi şöyle
demektedir: «Cinlerin tenasülü; insanların tenasülünde meninin rahme atılması
gibi havayı dişinin rahmine atmakla gerçekleşir. Onların on dört kabile olduğu
söylenmiştir. Asılları da böyledir. Sonra çeşitli dallara ayrılmışlardır.
Aralarında savaşlar olur. Kasırgalardan bazıları onların savaşları anında
meydana gelir. Çünkü kasırga iki rüzgârın karşılaşmasıdır. Her rüzgâr öbürünü
itelemekte bu da dolaşmaya yol açmaktadır, Fa-!tat her kasırga da cinlerin
savaşı demek değildir.»
Ebu Salebe'den sahih
bir senedle merfuen şöyle rivayet edilmiştir: «Cinler üç sınıftır. Birinci
sınıfı kanatlıdır, havada uçarlar. İkinci sınıfı yüan ve köpeklerdir. Üçüncü
sınıfı ise konar ve göç ederler». (Beyhaki, «el-Esma ve's-Sıfat», Ebu Nuaym,
Deyle-mi) Yani, onlardan bir sınıf çoğunlukla havada uçarlar, bir kısmı bazı
yerlerde dururlar, bazıları da o şekillere girdikleri için yılan
ve köpek gibi ifadelerle tesmiye olunmuşlardır. Her ne
kadar diğerleri de değişik şekillere girebiliyorlarsa da.
Alimler cinlerin
değişik şekillere girebilme gücü olduğunu söylemişler ve fakat, bu takdirde
hiçbir şeye güven kalmayacağı öne sürülerek buna itiraz edilmiştir. Bu itiraza
da şöyle cevap verilmiştir: «Allah, bu ümmeti cinleri onların şekline
girmesinden korumuş, tur». Yani din hususunda şüpheye neden olacak, güveni
kaldıracak bir alim ve başkası için böyle bir korunma vardır. Şer'an bu
istilzam muhaldir. Ancak onlar için bu şekil değiştirme hadisesi her zaman
olmaz. Çoğunlukla denilir ki: «Şekil değiştirmeye kud. ret, ancak mütevekkin
olan bir sınıf içindir». Alimlerin sözlerinde cinler için bunun ispat edilmesi,
bazı sınıflar itibarıyla sıhhatli olması kâfi gelir. Ne var ki bu, cidden uzak
bir yorumdur. Bu hususta iyice düşünmek gerekir.
El-Heytemî, «Bu hadisi
nakleden raviler sika kabul edilen kimseler ise de basılarında zaaf vardır»
demektedir. Şayet hadis bundan ötürü zayıf ise, kıl-u kal yoktur. En doğrusunu
Allah bilir.
Bu ayet-i kerime,
Allah Teâlâ'nın kudretinin kemaline delâlet etmek için ve insanlar ile cinlerin
hilkatinin başlangıcını beyan kastıyla gelmiştir. Bu ayet aynı zamanda bir
mukaddimeye dikkat çekmektedir ki o mukaddime üzerinde haşr imkânı olur. O da
maddelerin birleşme ve dirilmeyi kabul etmeleridir.
(28) «(Hatırlat
o şamam) ki Rabbin meleklere...» Bu Ayetin Tefsiri
Burada Allah Teâlâ'nın
hitab ettiği melekler ile, yerin ve göklerin melekleri kastedilmiştir
deniliyorsa da bu iddianın bir delili yoktur.
«Beşer» kelimesi
lûgatta derinin zahirine denilir. însana «Beşer» denilmesinin nedeni,
derisinin tüysüz olmasıdır. Yani derisi, hayvanlarda olduğu gibi tüy ve kılla
kaplı değildir.
(29) «Onu
düzenlediğim ve ona ruhvmıdan üflediğimde...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani onu düzenleyip,
ruhun feyezanını kabul edecek bir hâle getirdiğimde, insan şekline soktuğumda,
beşer hilkatiyle yarattığımda ve' ona ruhumdan üflediğimde, sizler hemen onun
için secdeye kapanın.
«Nefahtu» fiili «nefh»
kökünden gelir. Nefh ise, örfte liflemek, ağızla veya bir aletle, hava almaya
ve onunla şişmeye elverişli olan içi boş bir cisme üflemek demektir. Burada
hayata kabiliyeti olan madde üzerinde, bilfiil hayatın aksamasına sebep olan
bir şeyin temsili vardır. Dolayısıyla burada gerçek bir nefh (üfleme) yok,
sadece temsili (sembolik) bir anlatım vardır.
Gazali'ye göre, burada
«Ruh»\m nuru yerine «nefh» tabiri kullanılmıştır. Çünkü nefh, birçok safhadan
geçtikten sonra meydana gelen çamurdan oluşan kabulleyici fitilin yanmasına
sebeptir. Tıpkı nefhi, yanmaya kabiliyeti olan ateşin yanışına sebep olduğu
yerlerde ateşle tabir etmek gibi.
Bazen sebep,
kendisinden istifade edip, oluşan fiil yerine mecaz yoluyla kullanılır. Her ne
kadar istifade edilen fiil kendisinden istifade edilen fiil suretinde olmasa
da.
Gazali ve bir gruba
göre, «Ruh»t suyun kaba girdiği gibi bedene girer bir cisim değildir.
Siyahlığın siyaha, ilmin alime girmesi gibi, kalbe veya dimağa giren bir araz
da değildir. Aksine ruh, mücerret (soyut) bir cevherdir. Ne bedenin dahilinde
ne dharicindedir. Ne bedenle bitişiktir, ne de ayrıdır. Onların bu hususta
birçok delilleri vardır[13].
Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat alimlerinden Şeyh Abdurraif Müna-vî şöyle demektedir:
«Salih fırkalar,
grublar «ruh» hakkında konuşmanın derinliklerine dalmışlar ve fakat bundan
hiçbir yarar elde edemeyip zaferle geri dönememişlerdir. İçlerinde, —İbn
Cemaat'in de ifade ettiği gibi— sarfedilmiş doğru bir söz yoktur ve hepsi de
tahminlerden ibarettir. Akıl yürütmelerdir.»
Ehl-i Sünnet'in
cumhuru, ruhun lâtif bir cisim olduğunu, mahiyet ve sıfat bakımından diğer
cisimlere muhalif bulunduğunu, bedende tasarruf ettiğini, yağın zeytinde,
ateşin kömürde bulunması gibi bedende bulunduğunu ona «Ben-Sen» tabirleriyle
hitap edildiğini söylemişlerdir. İmam'ul-Harameyn de bu görüştedir.
Mükkanî şöyle
demektedir:
«Kelâmcılann cumhuruna
göre ruh mahiyet bakımından azaların kendisinden doğup meydana geldiği cisme
muhalif bir cisimdir. Nuranîdir, ulvîdir, hafiftir, canlıdır. Diriliği
zatından dolayıdır. Azaların cevherinde nafizdir. Suyun gülde, ateşin kömürde
sereyan ettiği gibi azalarda sereyan eder. Onda bir değişiklik arız olmaz. Bir
inhilal, onun için bahis konusu değildir. Onun azalarla birlikte olması
hayattır. Azalardan ruhlar âlemine geçmesi de ölümdür.
AUah Teâlâ meleklere
selâm ve tazim kabilinden Adem'e secde etmelerini emretti. Veya Adem'i kıble
yerine koyup da Allah'a secde etmelerini
emretti. Çünkü Adem'de Allah'ın kudretinin izlerinin en garipleri tecelli
etmiştir. Onlara «Kapanın» anlamına gelen Fekau' fiiliyle emredilmesi
emredilenin sadece eğilmek olmadığına delâlet eder. Belki de bu bizim
bilmediğimiz şekildeki bir secdedir».
(30) «Meleklerin hepsi...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah Adem'i
yarattı, düzenledi, ona ruhundan üfledi ve melekler de ona secde ettiler.
Meleklerin içinden secde etmeyen hiç kimse kalmadı ve hepsi secde ettüer.
(31) «Ancak
İblis secde edenlerle beraber olmaktan.,.»Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki istisna,
muttasıldır. Yani istisna edilen, kendisinden ayrılanların cinsindendir. Bunun
nedeninde ihtilaf edilmiştir. O îblis'in tek başına cinnî olup, diğer
meleklerin arasında erimesi, onlardan sayılması mümkündür. Veya İblis melekler
arasında kendilerine cin denilen, doğuran bir cinstendir. Ya da gerçekten melekti,
cinnî değildi. Bu takdirde Allah Teâlâ'nın «O cinlerdendi» tarzındaki ifadesi
tevil edilir.
«İblis secde edenlerle
beraber olmaktan imana, ederek, dayattı» cümlesi istinâfi bir cümledir.
İstisnadan anlaşılan, secde etmemenin keyfiyetini açıklamaktadır. Bu,
«İsbattan nefy, nefyden is-bat olur» kaidesine binaendir. Burada istisnanın
munkatı olması da mümkündür. Çünkü meşhur görüşe göre İblis, meleklerin cinsinden
değildir.
İstisna edilen,
istisna edüenlerin cinsine veya hükmüne dahil
olmadıktan sonra istisna munkatı olur. İstisna munkatı ise, İblis de
secde emrine dahil değildi şeklinde itiraz edilemez. Çünkü cinler de melekler
gibi, secde etmekle memurdurlar. Allah Teâlâ, burada melekleri zikretmektedir,
cinleri değil. Onları zikretmekle cinleri de kastetmektedir.
[14]
32- Allah):
«Ey İblis! Secde edenlerle beraber
olmamana
sebep nedir » dedi.
33- (İblis):
«Ben kuru çamurdan şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattığın insana secde
etmek için varolmadım» dedi.
34-
(Allah):
«Öyleyse oradan çık/ muhakkak ki sen artık kovulmuş birisin» dedi.
35-
«Muhakkak
ki Kıyamet Günü'ne kadar lanet senin
üzerine olacaktır».
36-
(İblis):
«Ey Rabbim, o halde (tekrar)
dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver» dedi.
37-
(Allah):
«Sen mühlet verilenlerdensin» dedi.
38-
«Bilinen
vaktin gününe kadar».
39-
(İblis):
«Rabbim! Beni saptırmana karşılık ben de yeryüzünde fenalıkları onlar için
süsleyeceğim. Andolsun ki onların hepsini saptıracağım» dedi.
40-
«Ancak
ihlasa erdirilmiş kulların müstesna».
41-
(Allah):
«İşte benim katımda doğru yol budur» dedi.
42-
«Kullarımın
aleyhine sana verilmiş bir hakimiyet yoktur. Ancak sapıklardan sana uyanlar
müstesna».
43-
Kuşkusuz
cehennem onların hepsine va'dolunan bir yerdir.
44-
o
cehennemin yedi kapısı, her kapı için ayrılmış bir kısım vardır.
45-
Allah'a
karşı gelmekten korkup,
rahmetine sığınan muttakiler
mutlaka cennetlerde ve pınar başlarmdadırlar.
46- «Oraya
(cennetlere) emniyet içkide ve selâmetle girin» denilir.
47- Biz
onların göğüslerindeki kini söküp attık. Onlar artık kardeşler olarak tahtlar
üzerinde karşı karşıya otururlar.
48- Onlara
orada hiçbir yorgunluk dokunmayacaktır. Onlar oradan çıkarılacak da
değillerdir.
49- (Ey
Muhammedi) kullanma benim çok bağışlayan, çok esirgeyen olduğumu haber ver.
50- Bununla
beraber azabımın acıklı azabın ta kendisi olduğunu da bildir.
51- Onlara
İbrahim'in misafirlerinden de haber ver.
[15]
(32-33) «(Allah);
Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmamana...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu cümle,
müsta'nife'dir. İbîis'e hitab edilmesi onu şereflendirmek için değildir.
Aksine ihanet ve idlâl, kınamayı gerektirir.
Hitabın zahirinden
anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ îbüs'le vasıtasız konuşmuştur. Çünkü İblis
Allah'a verdiği cevapta, {{Yarattığın insana secde etmek için varolmadım»
demiştir. «Yarattığın insana...» şeklinde ifade huzurda yapılmış bir hitaptır,
gıyabda değil. Bazı kelâmcılann, Allah Teâlâ'nm bu hitabı, peygamberlerinin
diliyle İblis'e ulaştırdığı şeklindeki tevilleri ise zayıftır.[16]
Kadı Beyzavî, «Lem
ekun» ifadesi ile ilgili şöyle demektedir: «Bu benim için sıhhatli olmaz.
Cismani ve kesif olan bir insana secde etmem, benim halime ters düşer. Çünkü
ben bir meleğim ve ruhaniyim. Kaldı ki sen onu en düşük maddelerden, beni de
ateşten yarattın. Oysa ateş bu maddelerin en üstünüdür. İblis, Hz. Adem'i nev
ve asıl itibarıyla tenkis etmektedir».[17]
Nurlu aslıyla, Adem'in
çamurlu aslına karşı böbürlenen İblis, faziletin ancak Allah'ın faziletli
kıldığında olacağını, maddenin öl. çüsüyle anlaşılamayacağını bilememiştir.
(34) «(Allah):
Öyleyse oradan çık. Muhakkak ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Ey İblis! İsyan
ettiğinden, böbürlendiğinden dolayı cennetten çık. Çünkü sen, uzaklaştırılmış,
lanetlenmiş olansın.
«Miriha» kelimesindeki
zamir cennete racidir. Bazı müfessir-ler, «göklere» raci olduğunu
söylemişlerdir. Yani «Göklerden defol!»
Melekler cümlesine
raci olduğunu söyleyen müfessirler de olmuştur. Yani «Meleklerin içinden çık!»
«Racîm» kelimesi,
yıldızlarla, ateşlerle recmedilen kişi anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre
bu kelimenin anlamı «mel'un» dur. Yani lanetlenmiş, Allah'ın rahmetinden
kovulmuş. Nitekim adete göre, kovulan kimsenin ardından taşlar atılır.
(35-38) «Muhakkak
ki Kıyamet Günü'ne kadar,,.» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani, Ey İblis!
Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmak, kovulmak, daimi bir şekilde yakana
yapışmış olacaktır ve bu Kıyamet Günü'ne kadar devam edecektir.
Denildiğine göre,
İblis hem göklerde hem de yerde lanetlenmiştir. Kıyamet Günü, onun
lanetlenmesinin artık sonu olduğu sanılmamalıdır. Çünkü Kıyametle de onun
lanetlenmesi kesilmeyecektir. Bu cümle ile lanetin devam edeceği
kastedilmektedir. Çünkü uzun süreden maksat devamlılıktır şeklinde bir kural
vardır. Dolayısıyla, Kıyamet Günü'nün zikredilmesi devamlılık içindir. Tıpkı,
«Gökler ve yer devam ettikçe» ayeti gibi.
Kastedilen, îblis'in
Kıyamet Günü'ne kadar lanetlenmesi, Kıyamet Günü ve daha sonra daha şiddetli
azaba duçar edilmesi de olabilir. Öyle ki bu azap ona lanetin acısını
unutturacaktır.
İblis, Allah'dan
kendisine Ademoğullannm haşre gönderileceği güne kadar mühlet vermesini
istemiştir. Çünkü o, Allah Te-âlâ kendisine «Muhakkak ki Kıyamet Günü'ne kadar
lanet senin üzerine olacaktır» dediğinde, azabının Ahiret yurduna
bırakıldı-ğını anlamıştı. O adeta ebediyyen ölmemek isteğinde bulunmuştur.
Çünkü ölümü Kıyamet Günü'ne ertelendiğinde, o gün Sur'a ikinci kez üfürülecek
gündür ve o günde artık ölüm yoktur. Çünkü Sur'a ilk üfürülmesinden sonra ölüm
kalkmaktadır. Bu bakımdan Kıyamet Günü ölümsüz bir gündür.
Kadı Beyzavî'ye göre,
İblis bu isteğiyle, halkı ifsad etmenin ve ölüm anındaki dehşetten kurtulmanın
çaresini aramıştır. Çünkü haşrden sonra ölüm yoktur. Allah Teâlâ ilk isteğini
kabul etti ve fakat ikinci isteğini kabul etmedi.
Bazı müfessirlere
göre, İblis ölmeme isteğinde bulunmamıştır. O azabının Kıyamet'e kadar
ertelenmesi, dünyada azap görmemesi için istekte bulunmuştur. Allah Teâlâ onu,
kendilerine mühlet verilenlerin zümresine dahil etti. Ya da günahlarından dolayı
azaplan geciktirilenlerin cemaatine onu ilhak etti. Onun mühlet hususundaki
talebini vermek Allah'tan ona bir ikram değildir. Bu onun belâsını, şekavet ve
azabını daha da artırmak içindir.
İblis'e verilen
mühlet, «malûm vaktin gününe kadar» ifadesiyle belirtilmiştir. Bugün, Kıyamet
Günü'dür. Çünkü din günü, onların diriltiieceği gün, malûm vaktin günü
şeklindeki ifadelerin hepsiyle Kıyamet Günü kastedilmektedir. Kıyamet Günü'ne
«malûm gün» denilmesi onun Allah'tan başkasınca bilinmemesin-dendir. O sadece
Allah katında malûmdur.
Bazı müfessirlere
göre, tüm mahlûkat o gün dirilir. Bu yönden o gün malûmdur.
Bazıları da,
kastedilenin hasra yakın bir vakit olduğunu, İb-lis'in o zaman öleceğini
söylemişlerdir.
îbn Abbas'a göre,
«malûm vakit» ile kastedilen, Sur'a ilk üfü-rülüştür. İblis o zaman ölecektir.
İki üfürülme arasında 40 yıllık bir süre vardır. İblisin ölü olarak kalacağı
süre, kırk yıldır.
(39-40) «(İblis): Rabbim!
Beni saptırmana karşûik, beti
de...»
Bu Âyetlerin Tefsiri
«BimaadaM «Ba» harfi
yemin içindir. «Ma» ise masdariyet harfidir. Yani, beni idlâline yemin olsun
ki, ben de yeryüzünde tüm fenalıkları onlar için süsleyeceğim ve hepsini
saptıracağım!
Kadı Beyzavî, Araf
Suresi'ndeki «Ba» harfinin sebebiyet için olduğu görüşünü tercih etmiş ve onun
yemin için olduğunu Öne süren görüşü «denilir» lafzıyla zayıf göstererek
nakletmiştir. Nitekim bir başka yerde İblis, «Senin izzetine yemin olsun ki»
diyor. Kıssa aynı kıssadır. Ancak birinde Allah'ın zatî sıfatıyla, ikincisinde
ise fiiliyle yemin edilmesi sözkonusudur.
Pakihler Allah'ın
zatına ait olan sıfatlarla yemin etmenin sahih olduğunu söylemişlerdir. Ancak,
fakihler arasında Allah'ın fiili
sıfatlarıyla
yemin edilip edilemeyeceği hususunda ihtilaf vardır. Bir gruba göre, ikisi
arasında fark vardır. Ayrıca Allah'ın saptırması üzerine yemin etmek, pek
bilinen bir kaide değildir. (Bu görüşü el-Kerhi öne sürmüştür).
Bizim kanaatimizce,
îblis'in burada Allah'ın kendisini idlali üzerine yemin etmesi, başka bir yerde
Allah'ın izzeti üzerine yemin etmesine ters değildir. Çünkü izzet, Allah
Teâlâ'nın sultanı, kahrı demektir. îblis'in idlâli ise, izzetin kapsadığı
mânâlardan biridir. Nitekim Irak ekolu «kudret, azamet, izzet gibi zati
sıfatlarla yemin edilmesi, yemin kabul edilir. Rahmet, öfke gibi fiili
sıfatlarla yemin etmek ise yemin değildir» demişlerdir.
Bazı müfessirlere
göre, en doğrusu yeminlerin örfe uygun olmasıdır. Hangi ifade halkın örfünde,
yemin yerine geçiyorsa o yemin kabul edilir, hangisi değilse o kabul edilmez.
En güzel görüş budur
[18]
îblis'in yemininin
cevabı, «Le Uzeyyinenne» dir. Yani Adem-oğullanna emrine muKalefet etmeyi güzel
göstereceğim. Adem-oğullannın sözü edilmediği halde, zamirin onlara irca
edilmesi malûm oldukları içindir. Yani, onlar dünyada kaldıkça.
İblis'in süslemesi
insanlara günahlarını güzelleştirmesi, onları o günahlara düşürmesi ve onları
dünya ziynetleriyle oyalayarak, Allah'ın emrini yapmaktansa, dünyayı daha
sevimli göstermesi demektir.
«Ândolsun ki onların
hepsini saptıracağım»; yani onlan ibadet yolundan uzaklaştıracağım, kalplerine
vesveseler sokarak, delâlete düşmeleri için uğraşacağım.
İblis niçin böyle
yemin etmiştir? O kâfir olduğunu ve affedilmeyeceğini anlayınca, cüzzamlı bir
kimsenin «tüm insanlar cüz-zamlı olsa da beni ayıplamasalar» şeklindeki
temennisi gibi bütün insanların kâfir olarak ölmesi için temennide bulunmuştur.
Bu ayet, «İnsanlar
kendi fiillerinin yaratıcısıdır» diyen Mutezile mezhebinin aleyhinde bir
delildir. Onlar buradaki «süsleyeceğim» ve «Saptıracağım» fiillerinin sebebi
kastedilmektedir demekle, zahirden ayrılmaktadırlar. Zahirden ayrılmak ise,
ancak bir zaruretten ötürü olabilir.
«Ancak ihlasa
erdirilmiş kulların müstesna»; yani kullarından ihlasa erdirmiş oldukların,
ibadet ve taatlerini sırf senin için yapan, o ibadet ve taatlerle senden
başkasını kastetmeyen kulların müstesna.
İblis bunları istisna
etmiştir. Çünkü hile ve vesveselerinin bu kimselerde hiçbir tesiri
olmayacağını, onların kendisinin hilelerini kabul etmeyeceklerini biliyordu.
îhlas'ın hakikati, bir
şeyi başkasının korkusundan uzak olarak sadece Allah için yapmaktır.
(41-44 «(Allah):
İşte benim katımda doğru yol...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ, îblis'e
hitaben «Bu benim doğru yolumdur. Onu gözetlemek, korumak benim ilahî
vazifemdir» buyurmuştur.
«Bu» işaretiyle
gösterilen yol, «kullarımın üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur» hükmüdür.
Ehl-i Sünnet'e göre, burada söz teşbih üzerine bina edilmiştir. Tıpkı
«müminlere yardım üzertmize bir haktır» ayetindeki gibi. Çünkü Ehl-i Sünnet'e
göre, en uygun olanı gözetmek, Allah'ın üzerine vacip değildir.
Bazı müfessirlerin
naklettiğine göre, Kısaî bu ayetin yorumu hakkında şöyle demiştir.
«Bu ayet tehdid üzere
bina edilmiştir. Tıpkı tehdid ettiğin kimseye, «senin yolun benim katımdadır,
dönüşün banadır» demen gibi. Veya «Kuşkusuz Rabbin seni gözetlemektedir»
ayetinde olduğu gibi.
Bu yoruma göre ayetin
mânâsı şöyledir: «Bu, dönüşü bana olan bîr yoldur. Ben herkese işlediğinin
karşılığını vereceğim».
Bazı müfessirlere
göre, metinde geçen «Aleyye», burada «İley-ye» anlamındadır.
Bazılarına göre mânâ
şöyledir: «Benim üzerimde olan şudur ki, ben beyan ve hüccetlerle insanlara
dosdoğru yolu göstereyim».
Bazıları ise mânânın,
«Onlara tevhid ve hidayetle doğru yolu göstereyim» şeklinde olduğunu söylerken,
bazıları da mânânın şöyle olduğunu öne sürmüştür: «İhlas bana aittir, benim
katımdadır, benim yolumdur. Ve bana getirir. O, benim kerem ve mama getiren
bir yoldur.»
s» Ebussuud Efendi, bu ayetin yorumunda
şöyle demektedir:
«En belirgin olanı şu
ki, bu söz İblis'in; «Andolsun onlar ty senin dosdoğru yoluna oturacağım ve
onları saptıracağım» sözünün cevabı ve reddidir.
Bazı kıraatlerde,
«Aleyye» kelimesi, «Yücedir» anlamındaki «Aliyyun» şeklinde okunmuştur.
«Kullarımın aleyhine
sana verilmiş...» ifadesindeki «Kullar» ile muhlis insanlar kastedilmektedir.
Yani, onları günaha sokmak, helaklerine sebep olmak, tevbe etmemelerini
sağlamak hususunda, senin onlar üzerinde bir tasarrufun yoktur.
Bu ayet Adem ve
Havva'dan vaki olan hadiseye ters düşmemektedir. Çünkü o tevbe ettiği için,
kendinden affedilen bir günah (^elle)tı.
Meânî alimleri,
«Aleyhim»in anlamının «Alâkulubihîm» (onların kalplerinin üzerinde) demek
olduğunu söylemişlerdir. Yani sen onların kalplerine hakim olamazsın. Senin
onların kalpleri üzerinde bir hakimiyetin yoktur.
Süfyan bin Uyeyne'ye
göre bu ayetin anlamı şu şekildedir: «Senin onlar üzerinde, onlart affın
ortadan kaldıramayacağı bir günaha sokabilecek kuvvet ve kudretin yoktur».
Bu kullar Allah
Teâlâ'nm has kullandır. Yani hidayet ettiği ve kullan arasından seçtiği
kimselerdir. Allah Teâlâ bunlar arasından, şeytana tabi olan dalâletteki
kimseleri i$tisna etmiştir. Çünkü bu kimseler, Şeytan'a tabi olmuş, hak yoldan
sapmış, dalâlete düşmüşlerdir. Bu husus tblis'in, «Andolsun onların hepsini
saptıracağım, ihlasa erdirilmiş kulların müstesna» sözüne de muvafıktır.
îblis'in sözü ile bu
söz arasında fark olduğunu söylemek mümkündür. Allah Teâlâ'nın sözünde îblis'in
bütün kullar üzerindeki hakimiyeti ona tabi olan sapıklar müstesna
nefyediliyor. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın ifadesi içerisine, hem muhlisler hem
de îblis'e tabi olmayanlar girmektedir. Îblis'in sözü ise, muhlisler müstesna
tüm insanların saptırılacağım içermektedir. Böylece muhlis olmamakla beraber,
îblis'e tabî olmayanlar da buna dahil
oluyor.
Kısacası, muhlisler ile sapıtıp îblis'e tabî olanlar arasında üçüncü bir grup
vardır. Onlar ne ihlasa erdirilmişlerdir ne de İb-lis'e tabi olup,
sapıtmışlardır.
Bazı müfessirler,
îblis'e tabi olanların müşrikler olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da;
«Onun (Şeytan'ın) hakimiyeti sadece kendisini dost edinenlerle, Allah'a ortak
koşanların üzerinde vardır» ayetini gösterirler,
Ebussuud Efendi diyor
ki;
— îblis'in sözü
tahkikî olmasına rağmen, bu ayetle muhlislerin şanım yüceltmek vardır. Onların
mertebelerinin onlara uzanan dalâlet ellerinin kırılmasının, İblis'in ancak
sapıklığı seçenlere tesir etmesinin, onun kullar üzerinde bir hakimiyetinin
olmadığının, sadece insanların kendi yanlış seçimleriyle İblis'e tabî olduklarının
beyanı vardır.
Allah Teâlâ, bu
muhavereyi naklettikten sonra tehdid maksadıyla İblis'e tabi olanların
toplanacakları yerin kesinlikle cehennem olduğunu bildirdi. Cehennern'in yedi
kapısı vardır. Cehennem ehli o kapılardan cehenneme girerler. Cehennemin yedi
kapısının bulunması, cehennem ehlinin çokluğuna delâlet eder. O kapıların her
biri için, îblis'in etbaından belli bir hizip vardır. Taife taife
ayrılmışlardır.
Bazılarına göre
cehennem kapılarından maksat, üstüste gelen cehennem tabakalarıdır. İbn Cüreyc,
ateşin yedi dereke olduğunu söylemiş ve isimlerini saymıştır:
I
Cehennem
3 Hutame
4 Sair
5
Sekar
6 Cehim
7
Haviye
En üst tabaka ehli
tevhidin asileri, ikinci tabaka Yahudiler, üçüncüsü Hıristiyanlar, dördüncüsü
sabiiler, beşincisi mecusiler, altıncısı müşrikler ve yedincisi de münafıklar
içindir. Bu takdirde cehennem, bu tabakaların en üstündekidir. Onun akabinde
zikredilenler, onun altında bulunurlar. Ayet bu yoruma göre şöyle anlaşılır:
Allah îblis'e tabi olanları yedi kısma ayırır ve her kısım bir tabakaya girer.
Bunun sebebi küfür ve isyanın değişik olması-dır. Bu yüzden kâfir ve asilerin
ateşteki mertebeleri farklıdır.
El-Hatib şöyle
demektedir: «Bu sayının tahsisinin nedeni cehennem ehlinin yedi fırka
olmasıdır».
Bazılarına göre
insanın azalan (göz, kulak, dil, karın, tenasül uzvu, el ve ayak) olmak üzere
yedi tane olduğundan dolayı cehennem tabakaları da yedi olmuştur. Çünkü
günahların çıkış noktaları bu azalardır. Dolayısıyla onların varacakları yer
de yedi tabakadır. Bu azalar aynı zamanda niyet şartıyla iyiliklerin de kaynağı
olduğuna, niyetin de kalbin amellerinden bulunduğuna göre, onlara bir daha
eklenerek cennet kapılan da sekiz olmuşlardır.
Kanaatimizce, bu
sayının tahsisindeki nedenler sadece bu söylenenlerden ibaret değildir. En
doğrusu, bunu, Allah'ın ilmine havale etmektir. Ancak Hz. Peygamber'den sahih
bir haber varid olmuşsa, onu kabullenmek vaciptir.
Hz. Ali'den gelen bir
rivayete göre, cehennem tabakalan yedidir. Bazıları diğerinin üstündedir. Önce
birinci tabaka, sonra ikinci ve üçüncü tabakalar doldurulacaktır. Ta ki yedinci
tabakaya kadar.
Buhari Tarih'in de,
Tirmizi de garip kabul ederek, tbn Ömer' den şöyle rivayet ediyorlar: Hz.
Peygamber (s.a); «Cehennem'in yedi kapısı vardır. Onlardan biri ümmetime kılıç
çekenler içindir» buyurdu.
İbn Merduveyh ve
Hatib, Tarih'inde Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar: Hz. Peygamber (s.a);
«Ayette işaret edilen bir kısım vardır ki Allah'a şirk koşmuşlardır, başka bir
kısım vardır ki Allah'ın varlığında şüpheye düşmüşler ve bir kısım vardır ki
Allah'' tan gafil olmuşlardır» diye buyurmuştur.
Cehennem ehlinin,
cehennemin sıfatlarının ve dehşetinin hakkında birçok rivayetler varid
olmuştur. Tafsilat için hadis kitaplarına başvurulabilir.
(45-48) «Allah'a
karşı gelmekten korkup...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Muttakiler» ile
kastedilenler, Allah'a şirk koşmaktan sakınanlardır. Nitekim sahabe ve tabiun
bu kanaattedir ve en doğru görüş de budur.
Bazılarına göre
«muttakiler», bütün günahlardan sakınanlardır. Bu görüş Cübbai'ye ve
Mutezile'ye aittir Ne var ki bu kimseler böylelikle Allah'ın rahmetini dar bir
çerçeve içine sokmuş olduklarından, önceki görüş daha evlâdır.
Ümmet şu noktada
birleşmiştir: Küfürden sakınmak, cennete varmanın şartıdır. Muttaki olmanın
şartı ise, takvanın tüm gereklerini yerine getirmek değildir. Çünkü takvanın
gereklerinden
bir kısmın? yerine getiren kimse, takva
emrini yerine getirmiş sayılır. Nitekim insan bir defa vursa, ona vuran, bir
defa öldürse ona Öldüren denir. Mahiyetin tamamını kapsaması gerekmektedir. Bu
nedenle sözkonusu inceleme ile «emir tekrarı ifade etmez» de-liline
varmışlardır.
«Cennetler» ile
kastedilen bahçe ve bostanlar, «çeşmeler» ile kastedilense akan nehirlerdir.
Yani cennet ehli, cennet ve nehir-lere girerler.
Ayetin terkibinden
anlaşılan iki mânâ vardır: Ya hepsinin birden cennet ve nehirleri vardır,
veyahut her biri için cennet ve nehirler vardır. Allah'ın kudreti ise sınırlı
değildir. O'nun fazlına kimse mâni olamaz. Nitekim başka bir ayette, «Rabbinden
korkan kimse için iki cennet vardır» diye buyurulmuştur. Yani cennet ehlinin
her biri için köşk ve saraylarının altından akan nehirler ve bahçeler vardır.
Onlardan diledikleri gibi yararlanırlar.
Fahruddin Razî,
tefsirinde şöyle demektedir:
«Bu cennetlerden biri,
muhtemelen Allah Teâlâ'nın şu ayette zikrettiğidir: «Muttakiterin
va'dolundukları cennetin misali, kokmamış sudan olan nehirlerdir». Yine
sözkonusu «nehirler» ile kastedilen muhtemelen, o akan nehirlerin dışındaki
kaynak ve mecralardırlar. Onlara, «cennetlere girin» denilmektedir. Yani Allah
onları cennete göndermektedir.»
Şöyle bir itiraz
yapılabilir:
«Onlar cennet ve
nehirlerde oldukları halde, kendilerine «cennetlere girin» demenin anlamı
nedir? Çünkü onlara «cennetlere girin» denildiğine göre, bu emir, onların daha
cennete girmediklerini gösterir».
Cevap olarak şöyle
denilmiştir:
«Onlar cennette iken
bir cennetten diğerine nakledilirler. îşte o girmek istedikleri cennetin
kapısına geldiklerinde kendilerine «Girin» denilir. Bu sözü söyleyen, ya Allah
Teâlâ'nın kendisidir ya da vazifelendirdiği meleklerdir».
«Bi Selâmına ile
kastedilen, «Tüm afetlerden sağlam olarak»
cennete girmeleridir.
Cennet ehlinden birisinin diğerine selâm vermesi de olabilir. Veyahut ya Allah
Teâlâ tarafından ya da meleklei tarafından onlara selâm verilerek cennete
girmeleri söylenmekte dir.
«Aminin»; yani bütün
korkulardan veya cennet nimetlerinin tükenmeyeceğinden emin olarak cennetlere
girin.
Dahhak'a göre mânâ şu
şekildedir: «Onlar ölümden emin ku Undtlar, artık ölmezler, hasta olmazlar,
çıplak kalmazlar ve acıkmazlar».
«Gittin» kelimesi,
düşmanlık, buğz, kin gütmek anlamlarına gelir. Yani, Allah Teâlâ onların
kalbinden tüm mezmum vasıflan söküp atacaktır.
Hasan Basrî'den gelen
bir rivayete göre, Hz. Ali şöyle demiş-yemin ederim ki, bu ayet biz cennet ehli
hakkında nazil olmuştur». Bir başka rivayette ise şöyle denilmektedir: «Bu ayet
Beni Haşim, Beni Temim ve Beni Adiy olmak üzere uç Arap kabilesi hakkında nazil
olmuştur.»
Üçüncü bir rivayete
göre bu ayet, IIz. Ebubekir ile Hz. Ömer hakkında nazil olmuştur. Rivayet
edildiğine göre Hz. praer şöyle demiştir:
«umuyorum fci, ben, Osman, Zübeyr,
TaVıa hakkında, «Biz onların
göğüslerindeki kini söküp atttk» denilen kimselerden olalım».
tbn Abbas ise şöyle
demiştir: «Bu ayet on kişi hakkında nazil olmuştur: Ebubekir, Ömer, Osman,
Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said, Abdurrahman, îbn Mesud».
Bir rivayete göre
müminler cennet kapısında durdurulurlar. Bazılarının hakkı, diğerinden alınır.
Sonra kalpleri kin ve hased-den temizlenmiş olarak cennete girerler ve orada
kardeş olurlar. Altından yapılmış, inci, mercan ve yakutla süslü tahtlar
üzerinde başbaşa otururlar.
«Sürür» kelimesi,
«Serir»in çoğuludur ve tahtlar anlamına gelir. Bazılarına göreyse, «Şerir» ile
kastedilen, yüce ve yüksek meclislerdir.
«Karşı karşıya»; yani
birbirlerinin yüzlerine bakar halde otururlar.
Mücahid şöyle
demektedir: «Ehli cennetten hiç kimse diğerinin ensesini görmez». Bunun
benzeri bir rivayet de îbn Abbas'tan gelmiştir.
«Onlar biraraya
geldikleri, karşılaştıkları ve ayrılmak istedikleri zaman, her birinin tahtı,
binicisi ne tarafa gitmek istiyor-sa, o tarafa döner. Fakat binicinin yüzü
yanındakinin yüzüne bakmaktadır. Ensesi İse geriye, yani tahtın gittiği
istikamete çevrilidir, îşte bu ünsiyet ve ikramın son derecesidir. »
Zeyd b. Ebi Evfa'dan
şöyle rivayet edilmektedir:
«Hz. Peygamber (sa)
bir ara yanımıza çıkagelerek, bu ayeti okudu, sonra da şöyle buyurdu: «Allah
için birbirlerini sevenler cennettedir. Bazıları
diğerlerine bakar durur». (Tabaranî, Beğavi, îbn Ebi Hatim).
Cennette onlara bir
yorgunluk dokunmaz. Çünkü cennet nimetleri halis, lezzetleri katıksızdır.
Onlar için kolay elde edilebilir durumdadırlar. Çalışmalarına, didinmelerine
gerek kalmaksızın, istedikleri kendilerine verilir. Yeter ki bir şeyin isteği
kalplerinde oluşsun. Hemen o şey, onların yanlarında tertemiz olarak
görülü-verir.
Süddi, «Nesbun»
kelimesinin meşakkat ve eziyet anlamına geldiğini söylemektedir. Onlara
meşakkat ve eziyyet dokunmaz. Cennette ebedî kalırlar.
Allah Teâlâ, cennet
ehlinin cennette ebedî kalacaklarına dair nass getirmektedir. Yani zevalsiz bir
ebediyet, fenasız bir beka, eksiksiz bir kemâl, mahrumiyet olmaksızın bir zafer
vardır. Evet bu ebedilik içinde ve onların bundan haberdar olmasında, lezzetin
tamamı, rahmetin kemâli vardır. Çünkü nimet ve lezzet içinde olan bir kimse,
bunların arkasının bir zaman sonra kesileceğini, yok olacağını bilirse, o
nimetler kendisine adeta zehir olur. Lezzetler karmakarışık hale gelir.
(49-50) «(Ey
Muhammedi) Kullarıma benim...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani, Ey Muhammed!
Bana kulluğu kabul eden herkese bunları söyle.
«îbadî» (kullarım)
tabirinin kapsamına itaat eden her mümin girdiği gibi, asî müminler de
girerler.
Onlara haber ver ki:
Gafur ve Banim (mağfireti ve rahmeti
bol)
olan sadece benim. Ben bununla nefsim üzerine hükmettim.
Nitekim bir hadis-i
kudside, «Rahmetim gazabımı geçmiştir» buyurulmaktadır.
Ya Rabbi! Fazlına
mazhar kıldığın kulların arasına bizi de dahil eyle!
Mus'ab b. Sabit'ten
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) ashabından bazılarının yanından
geçerken, onların gülmekte olduğunu görür ve «cennet ve cehennemi hatırlayın!»
der. İşte bunun üzerine de mezkûr ayeti kerime nazil olur. (İbn'ul-Münzir, İbn
Ebi Hatim)
Ebu Hureyre'den
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
«Kuşkusuz Allah Teâlâ,
yarattığı gün rahmeti yüz tane yaratmış doksan dokuzunu yanında tutmuş, ancak
bir tanesini mahlû-
katına göndermiştir.
Eğer kâfir, Allah'ın rahmetinden, Allah'ın katında olanları bilseydi, ümitsiz
olmazdı. Eğer mümin Allah'ın katındaki azabın hepsini bilseydi, ateşten emin
olmazdı». (Buhari, Müslim).
Allah Teâlâ, bu büyük
müjdeyi vermesi için peygamberine emir buyurduktan sonra, onlara korku ve
sakınmayı içeren bir şeyi de zikretmesini emretti ki kişinin kalbinde korku ile
ümit, müjde ile inzar birarada bulunsun. Ta ki hem Allah'ın rahmetini umsunlar,
hem de O'nun azabından korksunlar.
«Bununla beraber
azabımın, acıklı azabın ta kendisi olduğunu da bildir». Burada sözü edilen
azap, çok elem verici bir azaptır.
Allah Teâlâ, kullarını
bu iki durum arasında topladı. Bir taraftan müjde, bir taraftan korku
dolayısıyla onlar da ümit ile ümitsizlik arasında kaldılar. Durumların en
hayırlısı zaten vasat, orta olanıdır. Bu bakımdan ümit ile korku arasında
olmak, üns ile heybet halleri arasında bulunmaktadır.
Deniliyor ki, şayet
kul Allah'ın affının miktarını bilse, hiçbir bakımdan kaçınmaz. Yine şayet
azabının miktarını bilse hiçbir günaha yönelmez.
Bu iki ayette (49-50)
birçok incelikler vardır ki onlardan birisi de şudur: Allah Teâlâ, kulları
kendi nefsine izafe ederek, «KuUarım» demiştir. Tıpkı «Kulunu geceleyin
yolculuğa çıkardı» (îsra: 1) ayetinde olduğu gibi.
Bu inceliklerden bir
diğeri de şudur: Allah Teâlâ, mağfiret ve rahmet sahibi oluşunu 3 kez tekid
etmektedir. Birincisi, «Ennî», ikincisi «ene», üçüncüsü de «Gafur ve Rahim»
sıfatlarının marife getirilmesidir. Bu üç tekid de rahmet ile mağfiret
tarafının daha ağır bastığını gösterirler. Azap zikredilirken ise, «Ennı,
ene'l-Mu-azzibua denilmiştir ki «Kuşkusuz ki ben, evet, ben azap vericiyim»
demektir. Bu belki de haber vermek kabilindendir.
İnceliklerden biri de
şöyledir: Allah Teâlâ, bu mânâyı kullarına tebliğ etmesi için peygamberine
buyurmuştur. Adeta mağfiret ve rahmet hususunda peygamberi kendine şahit
kılmıştır.
(51) «Onlara,
İbrahim'in misafirlerinden de...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Ey Muhammedi
İbrahim hakkında cereyan eden ümit
ile
korkuyu, içine korku ile birlikte giren müjdeli durumunu haber ver ki bundan
ibret alsınlar ve bilsinler ki bu, Allah'ın kulları hakkındaki bir ilahi
adetidir.
Bu kıssa müminlerin
felahını, zalimlerin helakim içerdiğinden, «elX}afur'ur-Rahim»in ve «Benim
azabım elem verici azaptır» ifadesinin bir tefsiridir.
«Misafirler» şeklinde
karşılık verdiğimiz «Dayf» kelimesi aslında meyletmek anlamındadır. Mesela,
«Zaten senin dayftn da sana meylederek geliyor» denir. «Dayf» kelimesi aslında
masdardır. Fakat hem tekil hem de çoğul için kullanılır. Burada tekil getirilmesinin
nedeni de budur. Çünkü Hz. İbrahim'in misafirleri, üç veya on ya da on iki
melekti. Cebrail de onlardan biriydi. Yakışıklı delikanlılar şeklinde Allah
onları Hz. İbrahim'e, çocuğu olacağına dair müjde vermeleri ve ayrıca Lut
kavmini helak etmeleri için göndermişti. Bu olayın ayrıntıları Hud Suresi'nde
geçmiştir.
[19]
52- (Hatırlat
o zamanı) ki, onun yanına girip «selâm» demişlerdi. O da: «Doğrusu biz sizden
korkuyoruz» demişti.
53- Dediler
ki: «Sakın korkma! Kuşkusuz biz sana,
bilgin bir çocuk müjdeliyoruz)}.
54- (İbrahim):
«Bana ihtiyarlık gelip çökmesine rağmen mi müjdeliyorsunuz? Ne ile beni
müjdeliyorsunuz?» dedi.
55- «Sana
gerçeği müjdeledik. Sakın ümit kesenlerden olma!» dediler.
56- (İbrahim): «Rabhinin rahmetinden sapıklardan başka kim
ümit keser?» dedi.
57- «Ey
elçiler! (Bundan başka) ne işiniz var?»
dedi.
58- Dediler
ki: «Biz suçlu bir kavme gönderildik».
59- «Ancak
ÂH Lut müstesna. Çünkü biz onların hepsini kurtaracağız».
60- «Lâkin
Lut'ım karısı bundan hariçtir. Biz onun geride kalanlardan olmasını uygun
bulduk».
61- Elçiler
Âl-i Lut'a gelince,
62- (Lut)
dedi ki: «Hakikat şu ki sizler tanınmayan kimselersiniz».
63- Dediler
ki: «Bilakis, biz sana onların şüphe etmekte olduklarım (felaketi) getirdik».
64- «Sana
gerçeği getirdik. Kuşkusuz biz doğru söyleyenleriz».
65- «Gecenin
bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar ve sen de arkalarından git! Sakın
sizden hiç kimse, dönüp de ardına bakmasın. Emrolunduğunuz yere gidin».
66- Ona
(Lut'a) şu kesin emri bildirdik: «Sabaha çıkarlarken, muhakkak onların ardı
kesilecektir!»
67- Şehir
halkı birbirlerini müjdeleyerek geldiler.
68- (Lut)
onlara: «Bunlar benim misafirlerimdir. Beni sakın mahcup etmeyin!» dedi.
69- «Allah'tan
korkun! Beni (onlara karşı) rüsvay etmeyin».
70- Onlar da
(cevaben) dediler kî: «Seni halkın işlerine karışmaktan menetmemiş miydik?»
[20]
(52) «(Hatırlat
o zamanı) ki onun yanına girip...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başında gelen
«iz» edatı, mukadder bir fiilin mefulti-dtir. Yani, onların Hz. İbrahim'in
huzuruna girdiklerini hatırla veya hatırlat.
«Setâmen» kelimesi ya
sağlam kalmak anlamındaki «Selâmet» kökünden, ya da bilinen «SeZdm»dan
gelmektedir. Her iki halde de fiil-i mukadderdir. Mukadder bir masdarın sıfatı
olması da mümkündür. Bu takdirde mânâ şöyledir: «Fekalû kavlen setû-men»; yani,
onlar sağlamlık veya bilinen selâm anlamında bir söz söylediler.
Hz. İbrahim onlara
«Biz sîzlerden korkuyoruz» demiştir. O bu sözü onlara kızartılmış buzağıyı
getirdikten ve onlar da buzağıdan yemeyi reddettikten sonra söylemiştir. Çünkü
o dönemdeki adete göre, misafir ikram edilen yemeğe dokunmazsa, ev sahibinde o
kimsenin iyi niyetle gelmediği kanaati hasıl olurdu.
Bazılarına göre, Hz.
İbrahim bu sözü onlar içeri ilk girdiklerinde söylemiştir. Çünkü onlar izin
almadan ve münasip olmayan bir zamanda eve girmişlerdi. Ancak bu yorum,
zayıftır. Çünkü Hz. İbrahim bu sözü o zaman söylemiş olsaydı, onlar da ayette
geçen cetabı verirlerdi. Ve Hz. İbrahim <ie onlara yemek ikram etmezdi.
Aynca diğer bir nokta daha var: Başka bir ayette; «İbrahim onların ellerinin
sofraya uzanmadığım görünce, onları tanımadı ve içine korku nedeniyle bir
ızdırap düştü» denilmektedir. Dolayısıyla bu tafsilat daha önce Hud Suresi'nde
geçtiğinden, hadise burada kısa kesilmiştir.
Bazılarına göre de,
Hz. İbrahim onların selâm vermelerini garip bulmuştur. Çünkü Hz. İbrahim'in
memleketinde selâm verme adeti yoktu.
(53) «Dediler
ki sakın korkma! Kuşkusuz ki biz...» Bu Ayetin Tefsiri
«Tevceln, îkrime'den
gelen bir rivayete göre, «Korkma» demektir.
«Biz sana bilgin bir
çocuk müjdeliyoruz» cümlesi, müste'ni-fedir ve korkmamanın sebebini
bildirmektedir. Zira müjde getiren kişiden korkulmaz.
«Alim» kelimesi çok
ilim sahibi, çok bilgin kimse dernektir. Başka bir ayette, doğacak çocuğun
sıfatı olarak «Alim» yerine «Halim» kelimesi geçmektedir. Burada müjdelenen
çocuk, Hz. îs-hak'tır. Bu husus Hud Suresi'nde geçmişti.
(54) «(İbrahim):
Ama bana ihtiyarlık gelip çökmesine rağmen...»Bu Âyetin Tefsiri,
Yani, ben
ihtiyarlamış, kocamış iken, bana ne müjdesi vereceksiniz?
Bu soru, ya inkârî, ya
da taaccübîdir. Yani, ya «bu olmaz» demektir ya da «Hayret benim yaşımdaki bir
insan çocuk sahibi olabilir mi?» anlamındadır.
Ayetin kısaca mânâsı
şudur: «Bana ne ile müjde 'veriyorsunuz? Âdet yönünden mümkün olmayan bir
şeyle müjde vermek doğru olmaz»,
(55) «Sana
gerçeği müjdeledik...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, melekler şöyle
dediler:
«Biz kesin olan bir
şeyi müjdeliyoruz. Kesin bir hakikati sana haber veriyoruz. Onda bir yanlışlık
yoktur. Çünkü bu, Allah'ın va'didir ve O va'dinden dönmez. Allah için hiçbir
şey muhal değildir. Zira O her şeye kadir olandır. Sakın ümitsizlerden olma!
Allah Teâlâ, anne ve babası olmadan bile bir inşam yaratabilir. Bu bakımdan
yaşlı bir erkekle, kocamış, kısır bir kadından bir ço-. cuk meydana getirmesi
hiç de imkânsız değildir»;
Hz. İbrahim, Allah'ın
kudretinden şüphe etmiyordu. Onu hayrete düşüren husus bunun âdet yönünden
olmamasıydı.
(56) «(İbrahim):
Rabbinin rahmetinden...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yeknetu» (veya
«Yeknitu») füli ümitsizlik anlamındaki «Xw-nut» mastarından gelmektedir.
«Dallun» ise Allah'ı
yalanlayanlar veya yanılanlar, doğru yolu
terkedenterdir.
İşte bu kimseler Allah'ın rahmetinden ümit keserler. Onlar Allah'ın rahmetinin
genişliğini bilmezler, ilminin ve kudretinin kemâlinden habersizdirler. Nitekim
bir ayette «Durum şu ki, Allah'ın rahmetinden ancak kâfir bir kavim ümidini
keser» denilmiştir.
Hz. İbrahim,
«Çocuğumun olmasını ben uşak bir ihtimal gördüm, zira yaşım oldukça
ilerlemiştir. Yoksa ben, Allah'ın rahmetinden ümidimi kesmiş değilim» demek
istiyordu.
(57) «Ey elçiler!
(Bundan başka) ne işiniz...» Bu Ayetin Tefsiri
«Hatb» kelimesi,
tehlikeli bir durum, önemli bir hal demektir. Yani sizin işiniz nedir? Bana
verdiğiniz müjdeden başka bir vazife ile gönderildiniz mi? diye onlara sordu.
Çünkü onların sadece müjde vermek için gelmediklerini anlamıştı. Kesinlikle onların
tehlikeli bir durum için gönderildiklerine inanıyordu. Çünkü melekler birkaç
kişiydi. Müjde ise pekâlâ bir kişi ile verilebilirdi. Bu yüzden Hz. Zekeriya ve
Hz. Meryem'le ilgili müjdenin götürülmesi için bir tek melek gönderilmişti.
Melekler meselenin safhaları arasında, korku ortadan kalksın diye Hz.
İbrahim'e bu müjdeyi verdiler. Eğer müjde meleklerin gelmesinin maksadını
teşkil eden yegâne nokta olsaydı, başta bu müjde verilirdi.
(58-59) «Dediler
ki: Biz suçlu bir.kavme...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Mücrim bir kavim»;
yani suç işlemiş bir kavim. «Cürm»ün kapsamına şirk ve şirkten sonra gelen tüm
küfür ve günahlar" girmektedir. Sözü edilen kavim Hz. Lut'un (a.s)
kavmidir. Melekler onların bu özelliğini söyledikten sonra, Hz. Lut'u ve
ehlini hariç tutmuşlardır. Yani Hz. Lut ve ehli hariç, o kavmin hepsi mücrimdi.
Bu ifade edildikten sonra da. Hz. Lut'a özellikle bahşedilen nimet, «Biz
onların hepsini kurtaracağız» denilerek, belirtildi.
«Ât-i Lut» ile, onun
aile efradı ve dinine tabi olan kimseler kastedilmektedir. Dolayısıyla onların
kurtuluşlarına sebep, iman etmiş olmalarıydı. Yani, diğerlerinin maruz
olacakları azaptan onlar kurtulacaklardır. Binaenaleyh melekler hem mücrimler
için hem de, ÂH Lut için gönderilmiştir, öncekilerin helaki, sonrakilerin
felahı için...
(60 «Lâkin LuVun karısı bundan...» Bu Ayetin
Tefsiri
Yani, Lut'un karısı
kurtaracak olduklarımıza dahil değildir. O helak edeceklerimiz arasındadır.
«Kadderna» fiili,
hükmettik, takdir ettik mânâsmdadır. Yani onun kâfirlerle beraber azaba maruz
kalmasını takdir ettik. Bu takdir hüküm, Allah'ın fiili olmasına rağmen mecazen
meleklere isnad edilmiştir. Çünkü onlar manen Allah'a yakındırlar ve O'mın
elçileridirler. Başka bir deyişle Allah ile mahlukatı arasında bir
vasıtadırlar.
(61) «Elciler
ÂH Lut'a gelince...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ifade, helak olmayı
hakedenlerin yok edilmesini, felaha müstahak olanların da kurtulduğunu açıklar.
Bu sözde hazf vardır.
Yani onlar Hz, İbrahim'in yanından aynldılar ve yürüyerek Hz. Lut'un köyüne
vardüar. İki köy arasın-dakî mesafe dört fersahtı.
(62) «(Lut)
dedi H: Hakikat şu ki...»Bu Âyetin Tefsiri
Hz. Lut onlara hitaben
şöyle dedi:
«Sizleri tanımıyorum
ve bana bir kötülük yapmanızdan korkuyorum. Çünkü gayenizi bilmediğim gibi,
hangi kabiledensiniz onu da bilmiyorum».
(63-65) «Dediler
H: Bilakis biz sana...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Melekler; «Onların
kendileri hakkında şüphelendikleri azapla senin yanına gelmiş bulunuyoruz»
dediler. Yani, biz senin kalbinden geçen kötülükleri yapmak için gelmedik.
Aksine biz seni sevindirecek bir haberle, sana geldik. îşte o haber, kavmini
sürekli kendisiyle korkuttuğun ve onların da bu hususta seni yalanladıkları
azaptır. Biz kendisinde ne bir şüphe ne de bir tereddüt olmayan bir Hak ile
geldik. Bu hak onlara dokunacağı kesin olan azaptır. Biz sana getirdiğimiz bu
haberde doğru söyleyenlerdeniz.
«Gecenin bir bölümünde
aile fertlerini yola çıkar ve sen de arkalarından git» ifadesinde geçen, «Ehl»
(aüe fertleri) tabiri, Hz. Lut*un iki kızına delâlet eder. Çünkü Hz. Lut
köyünden sadece iki kızı ile birlikte çıkmıştır.
Kurtubî, Hud
Suresi'nin tefsirinde; «Hz. Lut köyünden çıktı
ve Allah Teâlâ o anda Tayyi Arz yaptı ve Hz. Lut kurtularak Hz.
İbrahim'in yanına ulaştı» demektedir.
«Sen de arkalarından
git»; yani onların arkasında yürü ve onlardan geride kalan olmasın. Aksi
takdirde ona azap dokunur. Ve-yahut; «Kalbin onlar hakkında mutmain olsun.
Onların kurtulmuş olduklarını bilebilmek için arkalarında ol. Sen ve ehlinden
hiç kimse arkasına bakmasın. Onların üzerine inen azabı görmek için, ardına
dönmesin. Çünkü ardına bakan, hızla yürümekten alt konur, zalimlerin yurdundan
uzaklaşamadığı takdirde de azaba duçar olur».
Bazı müfessirler;
«Sakın sizden hiç kimse dönüp de- ardına bakmasın ifadesini, «Kimse geride
kalmasın» şeklinde yorumlamaktadırlar.
«Emrolunduğunuz yere
gidin»; yani Allah'ın size emrettiği yere gidin. Müfessirler, gidilecek yer ile
ilgili çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bazılarına göre Şam, bazılarına göre
Mısır, bazılarına göre Lut bölgesinden biri veya Hz. İbrahim'in memleketi ya
da Ürdün'dür.
(66) «Ona
(Lut'a) şu kesin emri bildirdik...»Bu Ayetin Tefsiri
«Kadayna» fiili, «Ona
vahyettik, bildirdik» anlamındadır.
«Şu kesin emr» ise Hz.
Lut'un kavminin helak edilmesidir.
«Enne dabira» cümlesi,
işbu emrin tefsiridir. Yani kavminin sonu da, başı da, temelinden, kökünden
kazınacaktır ve o gecenin sabahında geriye onlardan hiç kimse kalmayacaktır.
(67-69) «Şehir halkı birbirlerini müjdeleyerek...» Bu
Ayetlerin Tefsiri
Yani, Hz. Lutfun
kavmi, ona misafirlerin geldiğini haber aldıklarında, onların şehirlerine
gelmiş olmalarından çok sevindiler. Onlarla o çirkin fiillerini yapmayı
düşündüler. Sıddık Hasan Han, tefsirinde bu şehrin adının «Sezim» olduğunu
söyler. «Sodom» diyenlerin ise yanıldıklarına dair ibareler vardır. Burası Hz.
Lut'-un kavminin kasabalarından bir tanesiydi.
Allah Teâlâ bu ayetle
onların işledikleri çirkinliğin fecaatine işaret etmektedir. Çünkü onlar Örfe
karşı çıkıp, doğru ve temiz zevklerde misafirlere ikramda bulunmak, onlara
güzelce davranmak şeklindeki âdetleri çiğnediler. Onlar misafirlerle daha önce
yaşayan insan topluluklarından hiçbirinin yapmaya teşebbüs etmediği lûtîliği
yapmaya kalkıştılar.
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Lutfun hanımı «üç tane genç parlak misafir geldi ki onların yüzerinden
daha güzeli, şekillerinden daha endamlısı hiç görülmemiştir» diye onlara haber
vermiş-tir. Onlar da bu gençleri elde etmek ümidiyle sevinçle ve koşarak Hz.
Lut'un evine geldiler. Hz. Lut onların niyetlerinin kötü olduğunu anlayınca
kendilerine şöyle dedi:
«Bunlar benim
misafirlerimdir. Beni sakın mahcup etmeyin»; yani şu çirkin fiilinizi
kendileriyle icra etmeye geldiğiniz kimseler benim misafirlerimdir. Onlara bir
kötülük yapmamak suretiyle, bana ikramda bulunun. Gerek benim gerekse kendiniz
için, Allah azabının gelebileceğinden korkun. Onlara kötü bir tarzda saldırarak
beni rezil etmeyin.
Ayetteki ikinci cümle,
ilkinden daha tekidli gelmiştir. Çünkü bir kimsenin himayesinde
bulundurduğu misafire, onun komşularının
saldırması rezaleti daha fazla celbeder. Onlar Hz. Lut'a rezalet ve
mahcubiyetinin asıl sorumlusunun kendisi olduğunu söylediler.
(70) «Onlar
da (cevaben) dediler ki: Seni...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani bizler seni,
halktan herhangi birini misafir etmekten ve onu köyümüzde saklamaktan
menetmemiş miydik?
Onlar her gelen
misafire lûtilik amacıyla yaklaşırlardı. Hz. Lut da onlan bu fulden sakmdırmaya
çalışırdı. O, kavmi böyle bir şey yapacağı zaman, misafirlerle onlar arasına
girerdi. Bu bakımdan kavmi bir daha böyle bir durumda kendilerini yapmak
istedikleri işten alıkoymaya çalışmamasını söylemişlerdi. Onlar, «Bu söylediğin
mahcubiyet ve rezaletin sebebi sensin, bunu zorla kendin istiyorsun. Eğer bize
karışmasaydın, bunlar olmazdı» dediler.
[21]
Sıddık Hasan Han,
«Feth'ul-Beyan» adlı tefsirinde, şöyle demektedir:
«Ayetteki istifham,
istifham-ı inkâriyedir. İstifham harfinden sonra gelen atıf harfi bu cümleyi
mukadder bir cümle üzerine atfetmektedir. Yani; «Biz daha önce sana gelmiş ve
yapacağımız hareketi kendisiyle icra edeceğimiz kimse hakkında bizimle konuşmamanı
sana tavsiye etmiştik».
Bazı müfessirlere
göre, mânâ şöyledir: «Yabancı yolcuları misafir etmemeni sana daha önce
söylemiştik».
Katade'ye göre ise
mânâ şöyledir: «Biz sana hiç kimseyi mi. safir kabul etmemeni veya herhangi bir
yabancıyı köyümüze getirmemeni daha önce söylememiş miydik?»
Ayetteki Lut kavminin
kendisine söylediği sözü daha genel bir anlam içinde yorumlamak da mümkündür.
[22]
71- (Lut):
«Şayet (bu isteğinizi) mutlaka gerçekleştirmek
istiyorsanız, işte kızlarını! (Onlarla evlenin)» dedi.
72- (Ey
Muhammed!) Hayatın hakkı için,
onlar (şehvet) sarhoşlukları içinde
bocalayıp duruyorlardı.
73- Güneşin
doğma zamanına girerlerken, onları o korkunç sayha (ses) yakalayıverdi.
74- Hemen (ülkelerini)
alt-ust ettik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
75- İşte
bunda düşünen ve ferasetli kimseler için ibretler vardır.
76- O şehir
(harabeleri) bir yol üzerinde hâlâ durmaktadır.
77- Gerçekten
bunda iman edenler için ibretler vardır.
78- Eyke
halkı da gerçekten zalimdiler.
79- Bu
yüzden onlardan da intikam aldık. Bu yerlerin ikisi de (Eyke ve S o dom) hâlâ
işlek bir yol üzerindedirler.
80 - Andolsun
kî Hicr halkı da peygamberleri yalanlamışlardı.
81- Biz
onlara ayetlerimizi vermiştik ve iakat onlar bu ayetlerden yüzçevirmişlerdi.
82- Onlar
güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı.
83- Onları
da sabahladıklarında o korkunç ses yakaladı.
84- Kazanmakta
oldukları şeyler, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı.
85- Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasmdakileri ancak hak ile yarattık. Kuşkusuz o saat
(Kıyamet) gelecektir. Şimdilik onlara güzel bir muamele ile davran!
86- Kuşkusuz
ki Babbin yaratan ve en iyi bilendir.
87- Andolsun
ki biz sana tekrarlananlardan yedi (ayet) i ve o büyük Kur'an'i verdik.
88- Onlardan
bazı çiftlere geçici olarak faydalanmaları için verdiğimiz dünya mauna
gözlerini dikme! Onlara üzülme ve müminlere kanadını ger.
89- De ki:
«Ben o apaçık uyarıcıyım».
90- «(Eğer inanmıyorsanız) o bölücülere (azabı)
indirdiğimiz gibi (size de indireceğiz).
[23]
(71) «(Lut):
Şayet (bu isteğinizi)...» Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Lut, «İşte
tozlarım» demekle, Öz kızlarını veya Ümmetinin kızlarını kastetmiştir.
Zemahşeri, Hz. Lutfun,
«Şayet mutlaka bu isteğinizi gerçekleştirmek istiyorsanız,..» şeklindeki
ifadesini, kavminin kendi teklifini kabul edip etmeyecekleri hususunda onun
şüphede olduğuna yormaktadır. Âdeta Hz. Lut şöyle demektedir: «Sizin bu işi
yapacağınızı sanmıyorum. Fakat mutlaka yapacaksanız işte tozlarım, onlarla
evlenin.»
Bazı müfessirler ise
ayete şöyle anlam vermişlerdir: «Eğer arzularınızı Allah'ın haram kıldığında
değil de, helâl kıldığında tatmin etmeyi istiyorsanız, işte kızlarım, onlarla
evlenin».[24]
(72) «(Ey
Muhammed) Hayatın hakkı için...» Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıdaki karşılıklı
konuşmadan sonra bu sözü Hz. Lut'a
hitaben söylemiş olmaları muhtemeldir. Yani, «Hayatın
hakkı için (Seni yaratana andolsun ki) muhakkak onlar sapıklıkları içinde şaşkın
bir şekilde dolaşıp durmaktadırlar.» Yani onlar bu şaşkınlıkları içerisinde,
senin sözünü nasıl terkederler? Kadınları bırakıp da nasıl olur da erkeklere
varmak isterler?
Bazı müfessirler ise
(ki biz de bu görüşü tercih edip mealde işaret ettik) hitabın Hz. Muhammed'e
olduğunu söylemişlerdir. Hayatı adına yemin edilen şahıs Hz. Muhammed'dir.
Allah Teâlâ her şeyle yemin edebilir. Bizler ise ancak O'nun zat ve
sıfatlarıyla yemin edebiliriz.
Bu hitap Hz. Muhammedi
(s.a) şereflendirmek için yapılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Muhammed'den
başka kimsenin hayatı adına yemin etmemiştir. Bu ise Hz. Muhammed'in (s.a) tüm
insanlardan üstün olduğuna delâlet eder.
[25]
Sıddık Hasan Han,
«Feth'ul Beyan» adlı tefsirinde şöyle demektedir:
«Amr» veya «Umm aynı
anlamdaki kelimelerdir. Ancak yeminlerde, «Amr» sadece fetha (üstün) ile
okunur. Çünkü bu dillerde çok dolaşır ve fetha da harekelerin en hafif
olanıdır. Burada da fetha tercih edilmiştir. «Amr» veya «TJmr»; insan
bedeninin, hayat ve ruh ile mücehhez kılındığı sürenin adıdır. Başka bir
deyişle insanın dünyada kaldığı sürenin adıdır. Ayetin anlamı şöyledir: «Senin
ömrün benim yeminim (veya benim yeminim senin ömrün) olsun!» Kadı İyaz,
müfessirlerin bu yeminin Allah tarafından Hz. Muhammed'in ömrüne edilmiş bir yemin
olduğunda ittifak ettiklerini söyler. Ebubekir b. Arabi de bu hususda
müfessirlerin icma ettiklerini belirterek şöyle der: «Müfessirlerin hepsi Allah
Teâlâ' nın burada onu şereflendirmek için Hz. Muhammed'in hayatına
yemin ettiğini söylemişlerdir». Ebu'l-Cevza ise
demektedir ki; «Allah Teâlâ Hz. Muhammed'in (s.a) hayatından başka bir hayat
adına yemin etmemiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a) Allah katındaki en şerefli
insandır».[26]
Görüldüğü gibi, burada
«Garaib'uLKur'annûaki iddianın tam aksi söz konusudur. Çünkü o bu mânâyı zayıf
olarak göstermiştir. Nakiller de onun tersini ortaya koymaktadırlar.
Ne var ki, büyük
müfessir El-Meraği tefsirinde (cilt: 13, sh: 38) Garaib'ul-Kur'an'daki görüşü
tasdik etmiş ve hitabın Hz. Muhammed'e olduğu görüşünü hiç nazarı itibara
almamıştır.
Son dönem
müfessirlerinden Alusi ise, Allah Teâlâ'nın bu ayette peygamber efendimiz
üzerine yemin ettiğini ve müfessirlerin cumhurunun da bu görüşte olduğunu
söylemektedir.
[27] Nitekim Beyhakî,
«Ed-Dektil'un-Nübüvve» adlı eserinde Ebu Nuaym ve îbn Merduveyh'le birlikte,
İbn Abbas'tan şunu rivayet etmektedirler: «Allah Teâlâ, kendi katında Hz.
Muhammed'den daha şerefli bir kimse yaratmamıştır. Öyle ki Allah'ın Hz.
Muhammed'in hayatından başka birinin hayatı adına yemin ettiğini işitmedim».
Alusî, şöyle devam
etmektedir: {(Denilmiştir ki bu melekler tarafından Hz. Lut'un hayatı adına
yemin etmektir». Ancak bu yorum gelen rivayetlerle çatıştığından, takdire
muhtaçtır. Yani, «Melekler Lut'a dediler ki» şeklinde bir takdirde bulunmak
gerekir. Kur'an'daki takdir ise, aslın tam tersidir. Her ne kadar kıssanın
siyakı bunun delil ve karinesi ise de, bu yine aslın hilafınadır. Bu
bakımından, Feraiz'in müellifi, şöyle
diyerek «Garaib'ul-Kur'an» m yorumunu zayıf saymaktadır:
— Bu, zaruretin iktiza
etmediği bir takdirdir. Şayet böyle bir takdire gidilirse, o zaman Kur'an'ın
bütün nasslannı bir şey tak-dir etmek suretiyle gerçek anlamından çıkarmak
mümkün olur.
«Sekret» kelimesi,
sapıklıklar veya erkeklere karşı olan şiddetli arzu demektir ki aklı ortadan
kaldırır, doğru ve yanlışı ayır-detme imkânı bırakmaz.
«Ya'mehun» fiiliyse,
onların şaşkın şaşkın ve körü körün© dolaştıkları anlamına gelir. Zamirlerin
hepsi de şehir ahalisine racidir.
Bazıları, İbn
Abbas'ın, bu zamirlerin hepsinin Kureyş müşriklerine raci olduğunu söylediğini
rivayet etmişlerdir. İbn Atiyye, bu yorumu uzak bir ihtimal olarak
değerlendirmiştir ki zaten ne siyak ne de sibak buna uygundur!
Bazıları da şöyle
demiştir: «Allah Teâlâ, incire, zeytine, Tur-î Sina Dağt'na yemin etmiştir ki
daha bunlar gibi yemin ettiği birçok şey vardır. Dolayısıyla bunlar için bir
üstünlük söz konusu değildir». Bu görüşe, Allah Teâlâ'nın yemin ettiği her
şeyde, onun cinsinden daha üstün bir meziyete sahip olduğu söylenerek itiraz
edilmiştir.
Denildi ki: Allah
Teâlâ, incir, zeytin, Tur-i Sina, yıldızlar, kuşluk vakti, güneş, gece ve
benzerleri adına yemin etmiştir ve fakat burada muzafları hazfedümiştir. Yani
adı geçen bu şeylerin yara-danına yemin söz konusudur. Dolayısıyla bu ayetteki
mânâ şöyledir: «senin hayatım yaratana yemin olsun ki...»
(73-77) «Güneşin
doğma zamanına girerlerken...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«O sayha» ile
kastedilen «O büyük sayha» veya «Cebrail'in sayhasında.
îbn Cüreyc'e göre,
«sayha», «saika» gibi bir kavmin helakın-da kullanılan azaptır. Öyle ki ister
yıldıran, ister taş yağmuru veya isterse gök gürültüsü olsun.
«Müşrikin» (Şuruk'tan
türemedir) aydınlığın ortaya çıktığı vakti anlatan bir lafızdır. Aydınlık ile
güneşin aydınlığı kastedilmektedir. Fakat bazı kimseler ecrin, bazıları da
azabın öncesinin aydınlığı olduğunu söylemişlerdir. Yani, azap ilk defa
parladığm-da bu sayha güneş doğuncaya kadar sürer.
«Âlîyeha» ve «Sâfüeha»
kelimelerindeki «Hâ» zamirleri şehre veya Lut kavminin köylerine racidir. Yani,
«Biz o şehrin (veya köylerin) altını üstüne getirdik».
Zemahşeri zamirlerin
«köylere» raci olduğunu söylemişse de ilk görüş daha kuvvetlidir. Çünkü
«el-Medine» (şehir) kelimesi zamirlere daha yakındır.
Şehrin (veya köylerin)
üstü ile kastedilen yeryüzü veya orada bulunanlardır. Cebrail, şehri göğe
doğru kaldırdı ve alt tarafından tam tersine çevirip bıraktı. Onlar dört
kasabaydı ve orada dörtyüz savaşçı yaşamaktaydı. Allah Teâlâ köylerde ve
onların dışında bulunanların üzerine taş yağdırdığını beyan etmektedir. Çamurdan
yapışmış taşlar, yani sert taşlar yağdırılmıştır.
Bu mesele daha
mufassal bir şekilde Hud Suresi'nde ele alınmıştı. Oraya bakılabilir.
Bu kıssalar ve o şehir
ahalisine isabet eden felaket hususunda düşünen, olaylara ibretle bakanlar
için ayetler vardır. Bu kimseler o ayetlerle (ibretlerle) Allah'ın kuvvetinin
sonsuzluğuna dair istidlal ederler.
Ebu Ubeyde,
«Mütevessimin» kelimesinin, «Görenler» anlamına geldiğini söylemektedir.
Katade bu kelimenin
«ibret alanlar» olduğunu söylerken; bazıları da «Teemmül edenleri} demek
olduğunu Öne sürmüşlerdir. Mücahid ise, «Feraset sahibi olanlar» şeklinde bir
mânâ vermiştir.
Ebu Said el-Hudri'den
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) «Müminin ferasetinden sakının.
Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar» dedikten sonra bu ayeti okumuştur.
(Buhari/Tarih, Tir-mizi, îbn Cerir, îbn Ebi Hatim)
Feraset ikiye ayrılır:
1) Allah'ın
salih kullarının kalbine verdiği feraset ki onunla mahlûkatın hallerini veciz
bir şekilde değerlendirirler.
2) Tecrübe
ve ahlâkın delaletiyle elde edilen
feraset. Bu ilim hususunda, insanların birçok telifi vardır. Kadim
dönemlerden bu yana, bu hususta birçok kitaplar yazılmıştır,
Sa'lebî'ye göre>
«Mutevessimin»w. tekili olan «Vesim», tepeden tırnağa kadar süzen kişi
demektir. Fakat, Öne sürülen bu mânâların hepsi de yaklaşık anlamlardır.
Lut kavminin köyleri
(veya şehirleri) bir yol üzerindelerdi. Bu yol Medine-i Münevvere'den Şam'a
giden yoldur. Bu yoldan ge-üp geçen yolcular, Lut kavmine ait köylerin
harabelerinin yanlarından geçerler ve onları görürler. Allah'ın azabının
tesirim, gazabinin sonuçlarını müşahade ederler. Çünkü onlar toprak olmamışlardır,
izleri hâlâ mevcuttur.
îbn Abbas'tan rivayet
edilen bir yoruma göre, «Lebisebilin» kelimesi, «daimi bir helak üzerindedir»
anlamında kullanılmıştır.
Mücahid, «Nişanlı bir
yoldadır ve kimseye gizli değildir» derken Katade, «Açık bir yoldadır»
demektedir.
O şehirlerde veya
oralara inen azapta mü'minler için bir ibret, bir delil vardır. Çünkü Allah'a
ve onun Rasulü'ne inananlar gör-dükleri izlerden ibret alırlar ve bilirler ki
bu, cahillere, sırf haki. katlere karşı çıktıkları için Allah'tan gelen bir
azaptır. îman et-s. meyenler ise bu tür olayları kâinat içerisinde vuku bulan
tesadüfi hadiseler olarak değerlendirirler.
Allah Teâlâ, önce, «Ayet»
kelimesini «Ayat» şeklinde çoğul getirmiştir. Çünkü orada Lut hadisesi, Hz.
İbrahim'in misafirleriyle rı ilgili olaylar, Lut kavminin onlara saldırmak
istemeleri, bu kav-I min helaki, şehirlerinin alt-üst edilmesi, üzerlerine
taşlar yağdı-| nlması gibi hadiseler anlatılmıştır. Dolayısıyla kelime çoğul
olarak getirilmiştir. İkincisinde tekil getirilmesinin nedeniyse, bu se-İ fer
Lut kavminin yaşadığı şehrin sözünün edilmesidir. Bu bakım-I dan kıssanın aynı
olmasına rağmen niçin önce «Ayat», sonra da, «Ayet» denildiği şeklinde bir
itiraza gerek yoktur.
Kısacası Lut kavmi,
«Homoseksüellik» denilen o çirkin günahı işlediği için, Allah Teâlâ onlara
önce bir ses işittirmiş, sonra memleketlerinin altını üstüne getirmiş, daha
sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır. Ki bir toplumun yok olup, dünya
haritasından silinip gitmesi için bundan daha şiddetli bir azap olmaz!
(78-79) «Eyke
halkı da gerçekten...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu iki ayetle sözü
edilen «Eyke», sık ormanlık demektir. Hz. Şuayb'ın (a.s) ve kavminin oturduğu
yurt, ormanlık olduğu için onlara «Eyke halfa» denilmiştir.
Allah Teâlâ Eyke
halkına Hz. Şuayb'ı peygamber olarak gön-dermiştir. Fakat onlar Hz. Şuayb'ı
yalanlayarak, sözü edilecek olan azap ile helak oldular.
Bazılarına göre
«Eyke», ora halkının oturduğu yerin adıdır. Nitekim Şuara Suresi'nde, «Eyke»
yerine «Leyken okunması da bu yorumu desteklemektedir. Ebu Ubeyde, «Onların
memleketine Eyke de, Leyke de denilirdi» demektedir. Tıpkı Mekke-ı
Mükerre-me'ye Mekke de Bekke de denilmesi gibi,
tbn Amr'dan rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Medyen ve Eyke halkı, iki
ümmetti. Allah Teâlâ Hz. Şuayb'ı onlara peygamber olarak göndermişti». (îbn
Asakir, îbn Merduveyh).
îbn Abbas'tan gelen
bir rivayete göre, «Eyke halkı» Hz. Şu-ayb'ın kavmidir.
«Bu yüzden onlardan da
intikam aldık»; yani onları da azapla helak ettik.
Bu azap şu şekilde
olmuştur: Allah Teâlâ, çok aşırı derecedeki sıcağa onları yedi gün maruz
bıraktı. Neredeyse nefesleri kesilmek üzereydiler. Helak olmaya yaklaşmışlardı
ki o esnada Allah Teâlâ onlara gölgeye benzer bir bulut gönderdi. Hepsi o
bulutun altına sığındılar, biraraya geldiler. îşte onlar bir serinlik arayışı
içindelerken Allah Teâlâ üzerlerine bir ateş
göndererek, onlan yakıp kül etti,
«Bu yerlerin ikisi de
hâlâ işlek bir yol üzerindedirler» ifade-sindeki «Huma» (ikisi) zamiri, Lut
kavminin memleketiyle Eyke halkının memleketine racidir. Yani bu iki yer de
apaçık bir yol üzerindedirler. Bu yorum İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Bazı kimseler, bu
zamirin iki habere, yani Lut kavminin helak haberiyle, Şuayb kavminin helak
haberine raci olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları da, Eyke ve
Medyen halkına raci olduğunu iddia etmişlerdir. Çünkü Hz. Şuayb (a.s), o
kavimlerin her ikisine de peygamber olarak gönderilmişti. Ancak yorumların en
kuvvetlisi ilkidir.
«îmam» kelimesi,
kendisine uyulan şeyin adıdır. îşlek olan yol da bunlardan biridir. Ferra ve
Zeccac'a göre, yola «imam» denmesinin nedeni insanların ona uyması ve o yoldan
gitmesidir.
İbn Kuteybe ise şöyle
demiştir: «Çünkü yolcu, gideceği yere kadar ona uyar. Bu nedenle yola «imam»
Ğenilmiştir».
Bazılarına göre, bu
tesniye (ikil) zamiri Eyke ile Medyen'e racidir. Çünkü Hz. Şuayb onlara nispet
edilirdi.
(80-84) «Andolsun
ki Hicr halkı da...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Hicr» Hz. Salih'in
(a.s) kavminin yaşadığı bölgenin adıdır. Burada yaşayan halka, «Semud kavmi» de
denilirdi.
Allah Teâlâ yemin
ederek, «Hicr hdlkı»mn peygamberlerini yalanladıklarını söylemektedir.
Katade'ye göre, «Hicr
halkı» ile kastedilen, Hicr Vadisi'nin halkıdır. Hz. Salih'in kavmiyse
Semud'du. Hicr ise, Semud'un yurduna denilmekte olup, burası Mekke ile Tebûk
arasındadır.
îbn Cerir şöyle
demektedir:
— Burası Hicaz ile Şam
arasındaki bir yerin adıdır. Onun izleri hâlâ mevcuttur. Şam'dan Hicaz'a,
Hicaz'dan Şam'a gidip gelenler bu kalıntıları görürler.
Onlara sadece Hz.
Salih gönderilmişti ve onlar da onu yalan-lamışlardi. Oysa Allah Teâlâ, onların
«peygamberleri» yalanladıklarını söylemektedir. Bunun nedeni, bir peygamberi
yalanlayanın, tüm peygamberleri yalanlamış olmasındandır. Çünkü bütün
peygamberler insanları Allah'a çağırmak hususunda aynı çizgiyi izlemişlerdir.
Bazıları bu ayetin
yorumunda şöyle demişlerdir: «Onlar hem Hz. Salih'i hem de 071dan önce gelen
peygamberleri yalanlamışlar-dır».
Bazı müfessirier ise,
Allah Teâlâ'nm böyle bir tabir kullanmasının nedeni olarak, onların hem Hz.
Salih'i, hem de Hz. Salih ile birlikte diğer müminleri yalanlamış olmalarını
göstermektedirler.
Allah Teâlâ; «Biz
onlara ayetlerimizi (mucizelerimizi) vermiş-tik» diye buyurmaktadır. Bu
mucizelerden biri, Hz. Salih'e verilen dişi devedir. Devenin kendisinde birçok
mucizeler vardı. Meselâ ortaya çıkması, doğması bir mucizeydi. Daha sonra
doğurması
ise ikinci bir mucizeydi. Büyüklüğü
üçüncü, sütünün çokluğu ise dördüncü bir mucizedir.
Allah Teâlâ
mucizelerin «onlara» verildiğini bildirmektedir. Oysa bu mucizeler Hz. Salih'e
verilmişti. Böyle denilmiş olmasının nedeni Hz. Salih bu mucizelerle
kendilerine geldiğinde, onların bu mucizelerin sanki kendilerine verildiğini sanmış
olmasıdır. Onlar bu mucizelerden yüzçevirdiler, hiç ibret almadılar ve onlan
terkederek, sözü edilen deveyi kestiler. Peygamberlerinin kendilerine yaptığı
ikazlara kulak asmadılar.
El-Kerhî; «Bu ayet
delâlet eder ki kâinata bakıp Allah Teâlâ' nın varlığına/birliğine delil
getirmek vacip ve bu hususta başkasını taklit etmek mezmumdur» demiştir.
Onlar evlerinin harap
olmasından veya evlerine hırsız girmesinden emin oldukları halde, dağlarda
evler oyup duruyorlardı. Yani onlar evlerinin muhkem olması halinde,
hırsızların buralara girmesinin mümkün olamayacağı veya buraların harap olamayacağı
kanaatini taşıyorlardı. Ya da dağın veya evin tavanının üzerlerine
düşmesinden, ölümden, azaptan çok emindiler. Tüm bu gü-ven hisleri, evlerinin
sağlam olduğu zannına dayanıyordu. Onlar ya dağlan delip, ev yapıyorlardı veya
dağlardaki büyük kayalıkları oyarak bina yapmaksızın onlan kendilerine mesken
ediniyorlardı. Azap, yani o yerden gelen şiddetli zelzele, onlan sabah vaktine
girdiklerinde yakalayıverdi. Elde ettikleri servetler, dağlarda yaptıklan
kaleler ve son tahlilde şirk ve kötü amelleri kendilerine hiçbir yarar
sağlamadı.
Îbn Ömer'den rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hicr halkı hakkında şöyle buyurmuştur:
«Sakın onların
bulundukları bölgeye ağlamadan
girmeyin.
Eğer içinizden ağlamak
gelmiyorsa, oralara gitmeyin. Çünkü onlara isabet edenin benzeri, size de
İsabet edebilir. (Buhari)
Yine îbn Ömer'den
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber Tebuk gavzesine giderken Semud'un
evlerinin yanında El-Hicr'de konakladı. Halk onların kuyularından su çıkardı. O
sularla hamur yoğurdular ve çanaklarına koyup et pişirmeye başladılar. Hz.
Peygamber (s.a) onlara: «Çanakları dökün, hamuru da develerinize yedirin»
dedikten sonra, kalkıp devenin su içmekte olduğu kuyunun yanına gitti. Ashabına
azap gören kavmin evlerine girmeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: ((Korkarım ki
onlara isabet edenin bir benzeri de size isabet etsin. Bu yüzden, onların
evlerine girmeyin». (İbn Merduveyh)
(85) «Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasvndakileri...» Bu Ayetin Tefsiri
«Hak», yer ile
göklerdeki fayda ve nasihatlardır. Bu bakımdan hikmet bu gibilerin helak
olmasını iktiza etmiştir ki yeryüzü ve göklerden fesad kalksın, geride kalanlar
ise salaha doğru yürüsünler.
Bazılarına göre,
ayetteki hak ile kastedilen, iyilik yapanın iyiliğinin karşıhğıyla
mükâfatlandınlması, kötülük yapanın da yaptığı kötülüğün karşılığıyla
cezalandırılmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir ayette; «Göklerde ve yerde
olanlar Allah'ındır, öyle fci kötülükte bulunanları, yapmakta olduklarıyla
cezalandırır. Güzel davrananları ise daha güzeliyle mükâfatlandırır» diye
buyurmuştur.
Bazıları, «Hak»
kelimesiyle zevalin, fena olmanın kastedildiğini, zira yerlerde, göklerde ve
İkisi arasında bulunanların hepsinin mahlûk olduğunu, dolayısıyla her mahlûkun
zail olacağını söylemişlerdir.
Kıyamet'in kopması
anında Allah Teâlâ, azaba müstehak olan-lardan intikam alır, ihsanı hak
edenlere ise ihsan eder. Bu mânâ. yi ifade eden cümle âsiler için ilahî bir
tehdittir. Allah Teâlâ, bunları emrettikten sonra, peygamberine kavminin
kusurlarını affetmesini isteyerek şöyle buyurmuştur: «Şimdilik onlara güzel
bir muamele ile davran!». Yani onların hatalarından vazgeçip, onları güzel bir
şekilde affet. Veya güzel bir yüz çevirmekle onlardan yüz çevir. Onlardan hemen
intikam alma yanlısı olma! Onlara, halim ve müsamahakâr bir kimse gibi muamele
et.
Hz. Ali, ayette geçen
«es-Safh'ul-Cemil» ile azap tatbik etmeksizin onlardan razı olmanın
kastedildiğini söylemiştir. (Bu sözün bir benzeri İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir.)
Mücahid, bu ayetin
savaş ilân eden ayetten önce olduğunu söylemiştir. (Bu sözün bir benzeri
İkrime'den de rivayet edilmiştir.) İkrime ve Mücahid, bu ayetin seyf (kılıç)
ayetiyle neshedil-diğine işaret etmektedirler. Ancak bu görüşleri uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetle, peygamberinin güzel ahlâkını ortaya
koymasını istemiştir. Ona kavmine af ve güzel muamele ile, geniş bir
bağışlamayla davranarak, onlarla iyi diyaloglar kurmasını emretti. Böyle bir
davranış ise savaş ile çelişmektedir.
(86) «Kuşkusuz
ki Rabbin yaratan ve en iyi...»Bu Ayetin Tefsiri
«Hallak» kelimesi,
bütün insanları canlıları/cansızları yaratan demektir. «ELAlim» kelimesi ise,
onların her halini bilen, şalinle-ri fasıklardan ayırdedici güç ve kudret
sahibi olan mânâsında-dır.
[28]
(87) Andolsun ki biz sana tekrarlananlardan...» Bu
Ayetin Tefsiri «Min» harf-i çeri, baziyet de, beyan da ifade edebilir.
Zeccac'a göre,
«Tekrarlanan yedi» ile, Fatiha Suresi veya uzun sureler kastedildiği takdirde,
«Mm» harf-i çeri baziyet ifade eder. Yok eğer «yedilik» kastediliyorsa, «min»
beyan içindir.
«Tekrarlanan yedi»
ifadesi hakkında alimler ihtilaf etmişlerdir. Müfessirlerin çoğuna göre,
bununla kastedilen Fatiha Suresi' dir. Nitekim Vahidi de, «müfessirlerin çoğuna
göre, bununla kastedilen Fatiha Suresi'dir» demiştir. Bu görüş aynı zamanda,
İbn Ömer'in, Hz. Ali'nin, îbn Mesud'un, Hz. Hasan'm, Hasan Basri'nin,
Mücahid'in, Katade', Rebî ve el-Kelbi'nin görüşüdür. Kurtubî, Ebu Hureyre ile
Ebu'l-Aliye'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Nisaburi ise, Dahhak ve
Said b. Cübeyr'in de bu görüşte olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu görüş, hadis
olarak Hz. Peygamberce nispet edilmiştir. Bu hadis sahih ise eğer, ifadeyi bu
şekilde yorumlamak gerekir.
Bazılarına göre bu,
Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ve (bir sure gibi olup,
aralarında besmele bulunmayan) En-fal ve Tevbe sureleridir. Bu görüş İbn
Abbas'a nispet edilmiştir.
Bazıları yedinci
surenin «Enfal ve Tevbe» sureleri olmayıp «Yunus Suresi» olduğunu söylemiştir.
Bazılarına göre,
«Tekrarlanan yedi» ile yedi hizb kastedilmektedir. Çünkü her hizb, yedi
sayfadır. Bir kısmı uzun surelerden sonra gelen ve mufassal surelerden fazla
olan surelerdir. Ki bu sureler yüz veya yüzün üstünde ayeti kapsayan
surelerdir.
«El-Mesanî», tesniye
kökünden gelen «Müsennatnin çoğuludur. «Müsennat» tekrar edilen demektir.
Veyahut bu kelime «Me$. niye»rnn çoğuludur.
Zeccac, «Bunun anlamı
kendisiyle beraber, kendisinden sonra okunanlarla tekrarlanan ayetler demektir»
demiştir.
İlk görüşe göre,
Fatiha Suresi'ne «Mesanî» denilmesinin nedeni, her namazda tekrarlanmasıdır.
«Yedi usun sure»
olduğunu Öne süren görüşe göre, bunlara «Tekrar edilenler» denilmesinin nedeni,
ibretlerin, hüküm ve hu-dudlarm bu surelerde tekrarlanıp durmasıdır.
«Hizblerin yedisidir»
diyen görüşe göre, bunun nedeni Kur', an'daki kıssa ve benzerlerinin
tekrarlanmasıdır.
Dahhak, Tavus ve Ebu
Malik'e göre de «Tekrarlanan yedi» ile kastedilen Kur'an'ın tümüdür. (Bu görüş
aynı zamanda îbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir). Delüleri ise, şu ayettir:
«Allah sözün en güzeli olarak müteşabih (benzeşen, ikişerli) bir kitab indirdi».
(Zümer: 23)
Bazılarına göre
kastedilen Kur'an'ın kısımlarıdır. O kısmalar ise emir, nehy, müjde, inzar,
darb-ı meseller, nimetlerin tarifi, geçmiş nesillerin haberleridir. Bu görüş
Ziyad b, Ebi Meryem'e aittir.
Bilindiği üzere Fatiha
Suresi'ne «Tekrarlanan yedin anlamındaki «Seba' min'el-Mesani» adını vermek,
bunun başka bir şeyin adı olmasına bir engel teşkil etmez. Tekerrür etmiş
olması nedeniyle (ki kastedilen Fatiha'dır) başka şeylere tekrarlanan anlamındaki
eUMesani tabirinin ıtlak edilmesi bir zarara yol açmaz.
«O büyük Kur'an» ile
kastedilen, Kur'an'ın diğer ayetleridir Bu yorum îbn Mesud'a aittir. Bu
takdirde umum, hususa atfedil mis olmaktadır. ÇUnkü Fatiha Kur'an'ın bir kısmı,
«O büyük Kur', an» ise Kur'an'ın tümüdür.
«Seba' min'el-Mesani»
ile yedi uzun sure kastedilse bile durum yine böyledir. Çünkü yedi uzun sure
Kur'an!ın bir kısmıdır.
Fakat bu ibare ile,
yedi hizb kastediliyorsa, o zaman «Büyük Kur'an ifadesinin «Tekrarlananlardan
yedi» ibaresi üzerine atfedilmesi, sıfatlardan birinin diğerine atfedilmesi
kabilindendir.
«Seba' min'eUMesai»
ile Fatiha Suresi'nin kastedildiğini destekleyen delillerden biri de bu
surenin hicretten önce nazil olmasıdır. Oysa uzun olan yedi surenin çoğu
hicretten sonra Medine'de nazil olmuştur. Kur'an kısımlarının çoğu da böyledir.
Bu ayetin zahirinden
anlaşılıyor ki, tekrarlanan yedi ayet, bu ayet inmezden önce Hz. Peygamber'e
(s.a) verilmiştir.
Buhari'nin, Ebu Said
b. El-Mualla'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) kendisine «sana
meclisten çıkmazdan önce en faziletli sureyi öğreteyim mi?» demiştir. Sonra Hz.
Peygamber çıkmak üzere yürümüş ve vermiş olduğu sözü hatırlayınca,
«El-hamdulülahi Rabb'iUÂlemîn (Fatiha Suresi) tekrarlanan yedi ayet ile o büyük
Kur'an'dır» dedi.
Yine Buharı, Ebu
Hureyre'den şöyle nakletmektedir: «Hz. Peygamber (s.a): «Umm'uLKur'an (Fatiha
Suresi) tekrarlanan yedi ayet ile o büyük Kur'an'dtr» buyurmaktadır».
Sonuçta, «Tekrarlanan
yedi» ile kastedilenin Fatiha Suresi olduğuna kanaat getirmek vacip olmaktadır.
Fakat ona bu ismin verilmesi, başkasına da bu ismin verilmesine mani olmaz.
Dahhak'tan gelen bir
rivayete göre, «Tekrarlanan Yedi» ile Kur'an kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ,
bir kıssayı Kur'an'da tekrar tekrar zikretmektedir.
Alusî, Ruh'ul-Meani'de
şunları söylemektedir:
«Tekrarlanan yedi» ile
kastedilen yedi sure de olabilir. Bu rivayet Hz. Ömer, îbn Abbas, İbn Mesud,
İbn Cübeyr ve Mücahid' den gelmiştir. Bu sureler ise sırasıyla Bakara, Âl-i
İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ve bir sure sayılan Enfal ile Tevbe sureleridir».
Başka bir rivayette,
«Enfal» Suresi sayılmamış, sadece Tevbe Suresi sayılmıştır. Diğer bir rivayette,
yedinci olarak «Kehf» Suresi sayılmıştır.
Bazılarına göre
«Tekrarlanan yedi» ile Ha-mim sureleri kastedilmektedir.
Bazıları bunun,
peygamberlere nazil olan sahifelerden yedisi olduğunu söylemiştir. Başka bir
deyişle Allah Teâlâ, bu yedi sa-hifenin muhtevasını, peygamberine vermiştir.
Alusî, tüm bu
görüşleri kaydettikten sonra, en sahih görüşün ilki olduğunu söylemektedir.
Yani ona göre kastedilen, Fatihi Su-resi'dir. Nitekim Buhari, Ebu Davud,
Tirmizi gibi muhaddisler, «Tekrarlanan yedi»nin. Fatiha Suresi olduğuna dair
merfu hadisler rivayet etmişlerdir,
Ebu Hayyan'a göre,
birinci görüşten udul etmek doğru olmaz ve hatta caiz değildir.
Rivayet olunduğuna
göre, Er-Rebi'ye; «Halk «Tekrarlanan yedi», yedi uzun suredir diyor. Bu konuda
sen ne diyorsun?» diye sorulduğunda o, «Bu ayet nazil olduğunda yedi uzun
sureden hiç biri indirilmemişti» diye cevap verir.
Fakat Er-Rebi'ye şöyle
bir cevap verilmiştir: «Onların verilmesi ile kastedilen semavatın en alt
tabakasına indirilmiş olmala. rtdtr. Bu takdirde Mekkî-Medenî ayetler arasında
bir fark yoktur.»
Er-Rebî'ye verilen
cevaba şu şekilde itiraz edilmiştir: «Suna verdik» şeklindeki ibarenin zahiri,
böyle bir tevili menetmektedir.
Keşşafta «EUMesanî»
için, mesnamn cem'îdir. Ve tekrar edilen anlamına gelir denilmektedir.
Bazıları, Fatiha
Suresi'ne «EUMesanî» denilmesini, onun namazlarda tekrar edilmesiyle
açıklamışlardır.
Bâzıları ise bu
surenin, biri Mekke, diğeri Medine döneminde iki kere nazil olduğu için,
tekrarlanan anlamındaki EUMesanî ismini aldığım söylemişlerdir. Ancak bu
görüşe, «Bu sure ikinci kez nazil olmazdan önce de, bu ismi taşıyordu»
denilerek itiraz edilmiştir.
Bazılarına göre,
Fatiha Suresi'ne bu ismin verilmesinin nedeni, onun çoğu lâfızlarının Kur'an
içinde tekrar ediliyor olmasıdır. Mesela, er-Rahman, er-Rahim, iyyake,
es-Sırat, ve aleyhim vs.
Bazıları surenin
Allah'a hamdı, senayı içermesi dolayısıyla bu ismi aldığını söylemişlerdir.
Bazıları bunun nedeni
olarak, Allah Teâlâ'nın onu istisna emeşini ve onu sadece ümmet-i Muhammed'e
vermiş olmasını göstermişlerdir.
Ebu Zeyd el-Belhî'den
rivayet olunduğuna göre, Kur'an'a veya Fatiha Suresi'ne eUMesani denmesi, onun
şer ehlini şerlerinden çevirmesi nedeniyledir.
EUMesani ile Kur'an'm
veya tüm semavi kitablann kastedil-mesi mümkündür. Bu takdirde, «min» harf-i
çeri baziyet ifade eder.
[29]
Aslen Mısırlı olup,
halen ABD'de yaşayan ve öğrenimini orada tamamlayan Reşad Halife adlı bir
yazar, bu ayeti Kıyamet'in kopacağı tarihi ortaya çıkaran bir şifre olarak
yorumlamış ve birtakım matematiksel (ebcedi) hesaplarla güya Kıyamet'in
kopacağı tarihi tespit etmiştir. Ancak kendisinin bu yorumu, lâfızları zorlamak,
gramer kurallarını hiçe saymak esasına dayandığından, itibar edilemez. Ayrıca,
A'raf Suresfnin 187. ayeti ve daha birçok deliller nedeniyle de böyle bir
yoruma itibar etmiyoruz. Düşünülüp muhakeme edilmesi için ilgili ayeti
zikredelim:
«Sana Kıyamet'ten
soruyorlar. Gelip çatması ne zamandır? diye. De ki: Onun bilgisi Rabbimin
katındadır. Onu tam zamanında açığa çıkarıp gösterecek olan yalnız O'dur. O
göklere de, yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu
biliyor-muşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Rabbimin kaün-dadır.
Fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler». (A'raf: 187)
Dikkat edilecek olursa
bu ayette, Kıyamet'in ne zaman kopacağına dair bilginin, Allah'ın katında
olduğu ve onu vaktinde açığa çıkarıp gösterecek olanın da yalnızca Allah olduğu
söylenmektedir. Üstelik Kıyamet'in «ansızın» kopacağının açıkça vurgulanması,
bu hususta insanoğlunun ne denli bir bilgiye sahip olabileceğinin sınırlarını
kesin çizgilerle ortaya koymaktadır. Ayrıca Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber'e
«Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar» demiş olması. Hz.
Peygamber'in de onun bilgisine sahip olmadığını açıkça gözler önüne
sermektedir.
Kısacası, Kur'an'm
ibarelerini birtakım hurafecilik yöntemleriyle zorlamak, kendisinde olmayan
şeyleri ondan çıkarmaya çalışmak sakıncalıdır ve kötü sonuçlara yol açabilecek
bir tarzdır. Elbette, Kur'an üzerinde çalışmak, çalışmaların en güzelidir. Ancak
dilin kurallarına ters düşmemek ve dirayet ile rivayete zıt olmamak şartıyla.
Kainattaki hadisatı Kur'an ışığında düşünmek, onun geniş ve engin hikmetlerini
ortaya çıkarmak gerekirken, Kur'an'ı bu tür hadisata tabi kılmak veyahut çokça
yapıldığı gibi Kur'an'a inanmayan birtakım materyalistlere onu beğendirmek için
Kur'an metnini kural dışı zorlamak tehlikeli bir davranıştır. Rabbimiz bizi
affetsin.
Kur'an'ın Kıyamet
Suresi'ni incelediğimizde, Kıyamet'in kopacağı zamana dair bir tarih
verildiğine veya herhangi bir tarihi iş'ar edecek bir ifadeye tesadüf
etmiyoruz.
Naziat Suresi'nin 42.
ayetinde ise, Kıyamet'in vakt-i zamanının sadece Allah tarafından
bilinebileceği açıkça ortaya konmaktadır:
«Senden KıyameVi
soruyorlar. Gelip-çatması ne zamandır diye? Sen nerede, onun vaktini söylemek
nerede...»
[30]
(88-90) «Onlardan
bazı çiftlere geçici olarak...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ, Hz.
Muhammed'e verdiği dini ve yüce nimetleri
beyan
ettikten sonra, geçici lezzetlere kapılmamasını, onlardan kaçınmasını kendisine emretti.
«Ezvac» tbn
Kuteybe'nin yorumuna göre, sınıflar (Esnaf) demektir.
El-Cevheri ise,
«Ezvac»va mânâsını yaşıtlar veya başka durumlarda eşit olanlar şeklinde
vermektedir.
Bazıları ise bu
kelimeyle, Yahudi, Hıristiyan ve mecusilerin kastedildiğini söylemişlerdir.
Yani, insanlar içindeki bu sınıflara verdiklerimize gözünü dikme, dünya malına
istekle bakma, bunları temenni etme.
«La tumeddenne»
şeklindeki emir bazılarına göre «gözünü dikme» değil, «Hased etme»
anlamındadır. Fakat bu yorum, Hz. Peygamber'in hased etmekten mutlak olarak
nehyedilmiş olduğu kaziyesiyle reddedilmiştir.
Mücahid'e göre
ifadenin anlamı şu şekildedir: «Onların zenginlerine (mallarına) gözünü
dikme!»
Süfyan b. Uyeyne'ye
göre,, kendisine Kur'an verildiği halde, o kimsenin Kur'an'm küçümsediği
herhangi bir şeye gözünü dikmesi Kur'an'a muhalefet etmektir. Çünkü Allah
Teâlâ, daha önce «Andolsun ki biz sana tekrarlananlardan yedi ayeti ve o büyük
Kur'an'ı verdik» diye buyurmuştur.
Allah Teâlâ
peygamberini onların mallarına iltifattan men ettikten sonra şöyle
buyurmuştur:
«Onlara üzülme ve
müminlere kanadını ger»; yani iman etmediklerinden ve fakat küfürde inad ve
ısrar ettiklerinden dolayı, üzülme. Veya, dünyada
onlara verilip de sana verilmeyen bir
hu-susta sakın mahzun olma. Çünkü Ahiret sadece sizin içindir.
Begavî, Ebu
Hureyre'den Hz. Peygamberdin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
«Bir facire, ona
verilen nimetten dolayı sakın gıpta etme! Sen o facirin ölümünden sonra neyle
karşılaşacağını bilemezsin. Muhakkak ki o facir için, Allah katında sürekli
bir öldürücü vardır.
Hz. Peygamber'e o
öldürücünün ne olduğu sorulduğunda, «Ateştir» diye buyurdu.»
Yine Ebu Hureyre'den
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kendinizden aşağı
olana talan, üstte olana değil. Böyle yapmanız, Allah'ın nimetlerini hafife
almamak konusunda en uygun olanıdır.» (Müslim).
A'vf şöyle demiştir:
«Ben zenginlerle arkadaşlık yapıyordum. Bu hususta benden daha çok üzülen hiç
kimse yoktu. Bineğimden daha hayırlı bir bineği, elbisemden daha güzelini
gördüğümde çok üzülür ve onu elde etmek için çaba sarfederdim. Ne var ki, bu
hadisi işittikten sonra, fakirlerle arkadaş oldum ve huzura kavuştum».
«Ve müminlere kanadını
ger»; yani onlara tevazu göster şefkatle davran.
«Tevazu kanadım
germek» deyimi, şu hadiseden kinayedir. Kuşlar yavrularım göğüslerine almak
istediklerinde, önce kanatlarını açarlar ve üzerlerine kapatırlar. îşte bu bir
kimsenin kendisine tabi olan insanlara tevazu göstermesinden kinayedir. Nitekim,
«filan kimse kanatlarım germiş» denildiğinde, o kimsenin sakin ve vakur bir
insan olduğu anlatılmak istenir.
«Ben o apaçık
uyarıcıyım»; yani ben, kavmime kendilerine isabet edecek olan Allah'ın azabını
izhar eden kimseyim.
«Muktesimîn»
(Bölücüler) kelimesi hakkında farklı görüşler öne sürülmüştür.
Mukatil ve Ferra'ya
göre bu bölücüler 16 kişiydi. Hac veya panayır mevsimlerinde, Velid b. Muğira
onları gönderir, onlar da Mekke'nin giriş ve çıkış yollarını taksim ederek, bu
yollardan Mekke'ye gelen insanlara «Aramızdan çıkan ve ben peygamberim diyen
şu deliye (bazen sahir, kâhin veya şair diyorlardı) inanmayın!» diyorlardı.
îşte bu 16 kişiye «Muktesimin», yani bölücüler, taksim edicüer denilmektedir.
Bazı müfessirlere
göre, bunlar Kureyş'ten bir topluluktu. Onlar Allah'ın Kitabı'nı taksim
ederek, bir kısmına sihir, bir kısmına şiir ve baza kısımlarına da, eskilerin
masalları diyorlardı. (Bu yorum Katade'ye aittir).
Bazılarına göre, bunlar
ehli kitaptır. Çünkü onlar da Kur'an'ı, alay ederek bölmeye çalışırlardı.
îbn Abbas'tan gelen
bir yoruma göre, bazı kimseler, «Şu sure benim, onu ben alaya alacağım, şu sure
de senin» derlerdi. îşte bölücüler bunlardır.
Bazı müfessirler, ehli
kitabın kendi kitaplarım parça parça edip tahrif etmelerinden dolayı bölücüler
olduklarını söylemişlerdir.
Bazı müfessirler de,
bu kimselerle Hz. Salih'in kavminin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü
onlar, onun Ölümüne yemin etmişler ve bu nedenle kendilerine bölücü denmiştir.
Nitekim Nemi
Suresi'nin 45. ayetinde şöyle
buyurulmuştur: «Andolsun ki biz, Semud kavmine de kardeşleri Salih'i, onlara
«Allah'a kulluk edin» demesi için gönderdik. Bir de baktık fci birbirleriyle
çekişen iki bölük olmuşlardır».
Bazılarına göre,
bunlarla kastedilen, As b. Vail, Utbe ve Şeybe (Rabia'nın oğullan), Ebu Cehil,
Ebu'l-Buhteri, Nadr b. Umeyye b. Halef ve Şeybe b. el-Haccac'dır. Bu yorumu
Maverdi zikretmiştir.
[31]
91- Onlar
Kur'an'ı parça parça edenlerdir.
92- Rabbin
hakkı için, onların hepsinden muhakkak soracağız.
93- O yapmış
olduklarından.
94- O halde
sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir.
95- Seninle
alay eden o kimselere karşı, biz sana yeteriz.
96- Onlar
Allah ile beraber başka bir mabud ediniyorlar. Fakat yakında bileceklerdir.
97- Andolsun
ki onların söylemekte olduklarından dolayı, canının sıkıldığını biliyoruz.
98- O halde,
sen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol!
99- Sana
yakın (ölüm) gelinceye dek, Rabbine kulluk et!
[32]
(91) «Onlar
Kur'm't parça parça edenlerdir...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onlar hak ile
bâtıl olarak Kur'an'ı taksim ettiler, tnad ve düşmanlıkları sebebiyle de
dediler ki, «Bazısı haktır, Tevrat ve İncil'e uygundur. Basısı da bâtıldır,
ona muhaliftir».
Suyuti'nin
ed-Durr*ül-Mensur adlı tefsirinde nakledildiğine göre, Buhari, Said b. Mensur,
Hâkim ve İbn Merduveyh birkaç kanaldan tbn Abbas'tan bölücülerin ehli kitap
olduğunu rivayet et-mislerdir, tbn Abbas, onların Kur'an'ı birtakım kısmalara
ayırarak bir kısmına iman ettiklerini bir kısmını ise reddettiklerini söylemektedir.
Tabaranî de Mu'cem'ul
- Evsafında îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir.
Bir kimse Hz.
Peygamber'e mezkur ayeti ve bölücülerin kim olduğunu sordu ve Hz. Peygamber, bunların
Yahudilerle, Hıristiyanlar olduğunu söyledi. Soran kimse, «idin» lâfzının ne
demek olduğunu sordu. Hz. Peygamber de, «Onlar onun bir kısmına inan-düar>
bir kısımnı da inkâr ettiler» diye cevap verdi.
Bazı rivayetlerde
«idin» lâfzının tekilinin, Kureyş lehçesinde
«sihir» anlamına geldiği kayıtlıdır. Kureyşliler, sihir yapana «Ad-deh»
bu kadın olursa, «Daaddehetun» derler.
îbn
Adiy'in, el-Kâmil ve Ebu YaTa'nın da Müsned'in de rivayet ettikleri bir
hadiste, Hz. Peygamber: «Allah, âddeh ve Mus-teaddeh'e (sihir yapana ve
yaptırana) lanet etmiştir» demekle bu kelimenin lûgatta sihirbaz anlamını ifade
ettiğini belirtmiştir.
Kisaî, «idin»
kelimesinin, iftira atmak anlamındaki «addehe. ftw» kökünden geldiğini
söylemiştir.
Ferra'ya göre, «Idîn»
kelimesinin tekili olan «addehu» diken gibi insanlara eziyet veren bir ağaçtır.
Daha önce de geçtiği
gibi Kur'an'ı parçalayanlar, onun bir kısmını kabul, bir kısmım da
reddedenlerdir. Ya da, Kur'an'a şiir, kehanet ve darb-ı mesel diyenlerdir.
(92-95) «Rabbin
hakkı için onların hepsine...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ, Kıyamet
Günü'nde, ister Kur'an'ı parça parça edenlerden olsun, isterse olmasın
kâfirlerin bütün sınıflarından hesap soracağına yemin etmektedir.
Allah kafirlerin,
dünyada iken sarfettikleri sözler, fiiller ve takrirlerinin hepsini onlardan
soracaktır. Ve onları bu söz ve davranışlarından dolayı cezalandıracaktır.
Ancak bilinmelidir ki,
«İşte o gün, ne inse ne de cinne günahından sorulmaz» (Rahman: 39) ayetiyle,
bu ayet arasında bir çelişmezlik sözkonusu değildir. Çünkü burada tevbih
sorusu sözko-nusudur. Rahman Suresi'ndeki ayette ise, istifham sorusu yok
edilmektedir. Çünkü Allah bütün amelleri bilendir. Bu görüş İbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir.
İmam Fahruddin Razî,
bu görüşü istifhamın yokluğunu Kıyamet Günü'ne tahsis etmenin bir gerekçesi
olmadığını belirterek reddetmiştir. Çünkü bu soru, ister Kıyamet'te ister
dünyada olsun her zaman Allah için muhaldir.
Bazıları ise iki durum
olduğunu, bazılarından sorulduğunu, bazılarından ise sorulmadığını söylemişlerdir.
Bazı müfessirlere göre
«Onlardan soracağız» ifadesindeki «Onlardan» zamiri Kur'an'ı parçalayan
bölücülere racidir. Çünkü daha yakındır.
Bu zamirin, hem
müslümanlara hem de kâfirlere raci olması da muhtemeldir. Çünkü daha önce
müslümanlarm ve kâfirlerin bahsi zımnen geçmişti.
İbn Cerir,
Ebu'l-Âliye'den şöyle rivayet etmiştir.
Kullar Kıyamet
Günü'nde iki meseleden sorgulanacaklardır.
1. Siz kime
ibadet ediyordunuz?
2. Peygamberlere
nasıl karşılık verdiniz?
Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur: «İnsanlar Kelime-i Tevhid'den sorulacaklardır». (Bu hadisi,
Tirmizi Enes'ten başka bir suretle mevkuf olarak ve Buhari «Tarih»inde rivayet
etmiştir. Ayrıca aynı hadis, İbn Ömer ve Mücahid'den de nakledilmiştir.)
El-Bahr'da, «Onlara La
ilaheillallah'a vefa gösterdiniz mi? Amellerinizle bu sözü tasdik ettiniz mi?
diye sorulacaktım denilmektedir.
El-Kelbî, «Fesda'n
emrini «izhar et, açıkça söyle» şeklinde yorumlamıştır. Çünkü bir kimse
delilini açıkça söylediğinde Araplar «Seda» fiilini kullanırlar. Yani «açıkça
söyledi, delillerini getirdi» derler.
Bu fiilin hak ile
bâtılın arasını ayırmak anlamında olması da muhtemeldir.
Hz. Peygamber'in
(s.a), «Emrolunduğu» ile mutlak anlamda tüm hükümler kastedilmektedir.
İbn Ebi Hatim'in
Mücahid'den rivayet ettiğine göre, bu, «Kur'an'ı -namazda cehren (sesti) olarak
oku» demektir. Fakat bu yorum, ifadenin zahirindeki genel anlamı tahsis
etmektir. Oysa tahsise gerek yoktur.
Daha açık bir yorum
İbn Zeyd'den gelmektedir: «Emrolunduğu» ile kastedilen kendisine vahyedilen
Kur'an'dir. Yani Allah Teâlâ, peygamberine, Kur'an'ı insanlara tebliğ etmesini
emretmektedir.
Bu ayette, ifade
açısından büyük bir fesahat ve cezalet vardır. Hikâye edildiğine göre, bir
bedevi bu ayeti dinlediğinde hemen secdeye kapanmıştır. Kendisine niçin secdeye
kapandığı sorulduğunda, «Ben bu sözdeki belagat nedeniyle secde ettim» der.
îbn Mesud'dan rivayet
olunduğuna göre, bu ayet inmezden önce Hz. Peygamber (s.a) gizli davet
yapıyordu. Fakat bu ayet indikten sonra, Hz. Peygamber ve ashabı ortaya çıkarak
insanları açıkça İslâm'a davet etmişlerdir.
«Müşriklerden yüz
çevir»; yani onların sözlerine iltifat etme, sözlerine zerre kadar itibar etme.
Ayet bu mânâya delâlet ettiği takdirde mensuh sayılmaz.
Ancak bazı kimseler bu
ayetin seyf (kılıç) ayetiyle nesholun-duğunu söylemişlerdir. Bu görüşü îbn Ebi
Hatim rivayet etmiştir. Bu görüşü İbn Abbas'tan ise, Ebu Davud, «Nasih»inde
naklet-miştir.
«Seninle alay eden»;
yani seninle ve Kur'an'Ia alay eden kimselere karşı biz sana yeteriz.
İbn Abbas'tan rivayet
olunduğuna göre mânâ «onları yok etmek hususunda biz sana yeteriz»
şeklindedir.
Tabaranî'nin
Mu'cem'ul-Evsat'mda, Beyhakî ile Ebu Nuaym' m «Delail»lenn<Xe ve İbn
Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, alay eden bu kimseler, Velid b. Muğira,
Esved b. Abdulyağus, Esved b. Mutallib, el-Hars b. Ayetilissami, As b. Vail
adlı kâfirlerdi.
Cebrail, Hz.
Peygamber'e (s.a) geldiğinde, Hz. Peygamber onları şikâyet etti. Ve o esnada
Velid'i Cebrail'e gösterdi. Cebrail onun can damarına bakarak işaret etti. Hz.
Peygamber (s.a) «Sen bir şey yapmadın» deyince Cebrail, «Ben sana, ona karşı
kâfiyim» dedi. Sonra Hz. Peygamber ona, Esved b. Mutalüb'i gösterdi. Onun da
iki gözüne işaret etti. Hz. Peygamber Cebrail'e «Sen yine bir şey yapmadın»
deyince, Cebrail, «Ben sana, ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra ona, Esved b.
Abdulyağus'u gösterdi. Cebrail onun başına işaret etti. Hz. Peygamber «Sen bir
şey yapmadın» deyince, Cebrail, «Ben sanat ona karşı kâfiyim» dedi. Sonra Hz.
Peygamber ona el-Hars'ı gösterdi. Cebrail onun kanuna işaret etti. Hz.
Peygamber, «Bir şey yapmadın» deyince Cebrail, «Ben sana, ona karşı kâfiyim»
dedi. Sonra ona As b. Vail'i gösterdi. Cebrail onun ayaklarının altına işaret
etti. Hz. Peygamber yine «Bir şey yapmadın» deyince Cebrail aynı sözü söyledi.
Velid, Huzaa'dan ok
yapan bir kimsenin yanından geçiyordu
ki
fırlayan bir ok, onun şah damarına isabet ederek, onu parça, ladı.
Esved b. Mutallib,
Sumre denilen bir ağaç altında konaklarken, birdenbire, «Ey evlatlarım! Beni
niçin korumuyorsunuz. Helak oldum, gözüme diken batıyor» diye diye bağırmaya
başladı. Çocukları bir şey görmediklerini söylediler. O durmadan böyle bağıra
bağıra iki gözünü kaybetti.
Esved b. Abdulyağus'un
başında bir çıban çıktı ve bu çıban yüzünden ölüp gitti.
El-Hars'ın karnı san
su bağladı. Öyle ki büyük abdesti ağzından gelmeye başladı. Sonunda o da ölüp
gitti.
As b. Vail ise, Taife
doğru gitmekte iken, üzerine bir ağaç düştü. Ayaklarının altına da diken battı
ve o diken onu öldürdü.
Kirmani, Buhari'nin
Sahih'ine yazdığı şerhte, Hz. Peygamber ile alay edenlerin yedi kişi olduklarım
ve Hz. Peygamber namaz kılarken üzerine pislik attıklarım söylemektedir.
Nitekim Buhari'nin rivayet ettiği hadiste, bu isimler verilmiştir: Ömer b.
Hişam, Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Velid b. Utbe, Umeyye b. Halef, Uk-be b.
Muayt, Ammar b. Velid'dir.
Süheyli.
«eLA'tom»ında, onların hepsinin Bedir kuyularına leş olarak atıldıklarını
söylemiş, fakat isimlerini daha farklı saymıştır.
Ed-Durr'ul-Mensur'da
bu kimselerin sayısı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayette, İbn
Abbas, onların sekiz kişi olduklarını söylemektedir. Ayrıca isimleri, helak
oluş keyfiyetleri de farklı anlatılmaktadır. Meselâ, Şairi, Hibar b.
el-Esvedî'yi bunlar arasında saymıştır. Fakat Ebu Hayyan «Bahr'ul-MuhiU adlı
tefsirinde, Hibar'in feth gününde müslüman olup, Medine'ye göç ettiğini
kaydetmektedir. Bu bakımdan onu bunlardan saymak bir vehim olur.
Fahruddin Razi de bu
ihtilafları naklettikten sonra şöyle demektedir:
«Bu rivayetlerin hiç
birine gerek yoktur. Bilinen husus, onların bir grup olup, güç ve otoriteye
sahip kimseler olduklarıydı. Çünkü ancak bu tür kimseler, Hz. Peygamberin
başına bu sö> lenenleri getirebilirlerdi.»
(96) «Onlar Allah üe beraber başka bir mabud...»
Bu Ayetin Tefsiri
Onların böyle
yapmalarının anlamı, bir put dikip Allah'a ibadet etmekle beraber o puta da
ibadet eder olmalarıdır.
Bu cümle Hz. Peygamber
için bir tesellidir. Üzerindeki belaları kolaylaştırmak içindir. Çünkü Allah
Tealâ, «Bunlar sadece seninle alay etmekle kalmadılar. Hatta benim hakkımda da
en büyük cürmü işlemeye cüret gösterdiler. Onlar yaptıklarının nelere yol
açtığını ileride bileceklerdir». Bu cümle ilahî bir tehdittir.
Ebu Hayyan,
«el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, bu cümlenin, onlann alaylarına ve şirk
koşmalarına karşılık Ahiret'te cezalandırılacaklarına dair ilahî bir tehdit
olduğunu söylemektedir. Nitekim dünyada da cezalandırıldıkları gibi. Yani
dünyadaki cezalandırma yeterli değildir. Onlar Ahiret'te de ikinci bir cezaya
çarptırılacaklardır.
(97) «Andoîsun
ki onların söylemekte olduklarından...» Bu Ayetin Tefsiri
Onların söylemekte
oldukları, şirke delâlet eden sözler ile alaylarıdır. Hz. Peygamber bu
sözlerden dolayı rahatsız olur, göğsü daralırdı. Allah Teâlâ, peygamberini
teselli etmek için bu hususu gayet iyi bildiğine yemin etmektedir.
(98) «O
halde sen Rabbini hamd ile...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, göğsünün
darlanmasından Allah'a sığın! Onu hamd ile teşbih et. Yani, «Subhanallah» veya
«Elhamdülillah» de. Ya da seni hakka ilettiğinden dolayı Allah'a şükrederek, O'nu
onların sözlerinden tenzih et.
«Rabb» lafzının Hz.
Peygamber'in zamirine izafesi, Allah'ın peygamberi hakkında ne kadar lütufkâr
olduğunu belirtmekle beraber, hükmün sebebini de is'ar eder.
«Secde edenlerden ol»;
yani namaz kılanlardan ol. Secde cüz, namaz külldür. Burada «küll»ün yerine
«cüz» kullanılmıştır. Çünkü secde, namazın en üstün kısmıdır. Hz. Peygamber
(s.a), «Kulun Allah'a en yakın olduğu zaman, secdedeki anıdır» diye buyurmuştur.
Hz. Peygamber'e (s.a)
bu emirlerin yöneltümesi, onu üzüntüsünün giderilmesine irşad etmek içindir.
Adeta O'na bu emredilenleri yaparsa, Babbinin kendisinden Üzüntüyü, göğüs
darlığını kaldıracağı söylenilmektedir. Namaz kılmak çok önemli olduğundan
dolayı, Allah Teâlâ ayrıca ona, «Secde edenlerden (namaz tolanlardanj ol» diye
emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s,a) ne zaman üzülse, hemen namaza koşardı.
Şu hadis sahih olarak nakledilir: «Dünyanızdan bana üç şey sevdirilmiştir.
Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz».
Bazı müfessirler, bu
ayetin cemaat namazını tergib ve teşvik için geldiğini söylemişlerdir.
[33]
(99) «Sana
yakîn (ölüm) gelinceye dek...»Bu Ayetin Tefsiri
«Rabbine kulluk et»;
yani ibadet etmekte olduğun hâl üzere ölünceye kadar devam et.
«Yakîn» lâfzı «Ölüm»
anlamında kullanılmıştır. Bu görüş İbn Ömer, Hasan Basri, Katade ve îbn
Zeyd'den rivayet edilmiştir.
Ölüm her insanın basma
mutlaka geleceği için, ona yakîn denilmiştir.
«Yakın gelinceye dek»
tabiri ölümün her canlıya yönelmiş olduğuna ve ona kavuşmak isteğinde bulunduğuna
işaret eder. Yani, hayatta bulunduğun sürece devamlı ibadet et ve bir an bile
onu ihmal etme.
îbn Bahr, el-Yakîn'in
kâfirlere galebe çalmak demek olduğunu söylemiştir. Yani, kâfirlere galip
gelinceye kadar ve ondan sonra da ibadete devam et.
Burada el-YaUn ile
bazı mülhidlerin iddia ettiği gibi, «Keşf ve
şuhud» kastediliyor değildir. Bu mülhidler, dinsizler, «Keşf ve Şuhud
bir kvlda "meydana geldiği takdirde, ondan ibadet sorumlu, luğu kalkar.
İbadet ancak Allah'ın dergâhından mahrum olanlar için sözkonusudur» derler.
Onlar bu sözleriyle okun yaydan çıktığı gibi, dinden çıkmışlardır. İslâm ve
müslüman cemaatinin ipini, kendi boyunlarından çözmüşlerdir. Kalbinde zerre
kadar iman, hardal tanesi kadar da aklı olan bir kimse böyle bir şey demeye
cesaret edemez. Çünkü Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece ibadet etmiş,
sorumluluk yükünü taşımıştır. Sorumluluk yolundan zerre kadar büe sapmamıştır.
Acaba Hz. Peygamber (s.a) için keşf ve şuhud makamı hasıl olmadığı için mi
böyle ölünceye kadar ibadete devam etmiştir? Hiç böyle denebilir mi? Acaba
insanlıktan zerre kadar nasibi olan bir kimsenin kalbinden böyle bir düşünce
sadır olabilir mi?
Hicr Suresi'nin sonuna
geldik. Allah Teâlâ'iun bizi kötü hükümden korumasını, sevdiği ve razı
olduğuna bizi muvaffak kılmasını, sevgili peygamberi Hz. Muhammed ve ashabı
hürmetine zat-ı kibriyasından dileriz. Hatalarımızın bağışlanmasını, düzeltilmesini
yüce mevlamızdan dileriz.
[34]
— HİCR SURESİ'NİN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/173-174.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/176.
[3] Fahreddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 377
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/177-185.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/185-188.
[6] Fahreddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 379
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/188-190.
[8] Fahreddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt; 5, sh: 380
[9] Hazin, Lübab'ut-Tevil, cilt: 3, sh: 55
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/190-195.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/197.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/198-209.
[13] AJusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 14, sh: 37
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/209-222.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/224.
[16] Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 5, sh: 183
[17] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 561
[18] Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 5, sh: 185-186
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/225-242.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/244.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/245-254.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/256.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/257.
[25] Garaib'ul-Kur'an, cilt: 14, sh: 31
[26] Siddıfc Hasan Han, Feth'ul-Beyan, dit: 5, sh: 198
[27] Alusi, Ruh'ul-Meânl, cilt: 14, sh: 72
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/257-269.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/270-275.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/275-276.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/276-280.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/282.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/283-291.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/291-292.