Mekke
54
99
Mushaf'taki sıralamada onbeşinci, iniş sırasına göre
ellidördiincii sûredir. Yûsuf sûresinden sonra, En'âm sûresinden önce Mekke
döneminde, müşriklerin Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yaptıkları baskıların
şiddetlendiği yıllarda nazil olmuştur.[1]
İbn Âşûr'a göre[2] bİ'setin (Hz. Peygamber'e vahyin gelmeye
başlamasının) dördüncü yılının sonunda inmiştir. 87. âyetin Medine'de indiği
yolundaki bilgi itimada şayan görülmemektedir.[3]
Sûrenin "Hicr"den başka bir isimle
anıldığına dair bilgi yoktur. Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında,
Medine-Tebük yolu üzerinde, Teyma'ın yaklaşık
Sûrenin ilk konusu Kur'an, vahiy ve peygamberliktir.
Daha sonra insanın beden ve ruh varlığının yaratılış süreci ile İblîs'in
Allah'tan gelen secde buyruğuna uymaması anlatılır. İyilerin uhrevî
mükâfatları, Allah'ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrahim ve Lût ile Eyke halkı
ve Hicr halkıyla ilgili kısa bilgiler, Hz. Peygamber'e ve müminlere verilen
müjdeler, inkarcılara yapılan uyanlar sûrenin belli başlı konulandır. [6]
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1.
Elif-lâm-râ. Bunlar kitabın ve apaçık bir Kur'an'ın âyetleridir. 2. Zaman
olacak, inkâr edenler, <(Keşke müslüman olsaydık!" diye
hayıflanacaklar. 3. Bırak onları: yesinler, eğlensinler, boş ümit oyalasın
onları; yalanda bilecekler! 4. Biz hiçbir toplumu belirlenmiş bir yazgısı
olmadan helak etmedik. 5. Hiçbir ümmet kendi ecelini ne ileri alabilir ne de
erteleyebilir. [7]
1. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında
yer alan "elif, lâm. râ" vb. harflere "hurûf-ı mukattaa"
adı verilir. [8]
Âyetteki "bu" işaret zamiri sûrenin
âyetlerini ve onların içerdiği bilgileri gösterir. Taberî'ye göre
"kitap" -bugün Kitâb-ı Mukaddes diye anılan- Tevrat ve İncil gibi
önceki kitaplardır; "Kur'an" ise Kur'ân-ı Kerîm'in (o zaman henüz tamamlanmadığı
İçin bütününü değil) inzal edilmiş olan kısmını ifade eder. [9]
Zemahşerî hem "kitap" hem de
"Kur'an" kelimesiyle konumuz olan sûrenin kastedildiğini belirtir. [10]
Râzî'ye göre ise her iki kelimeden maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir; fakat ilki onun
yazılı şeklini, ikincisi de okunuşunu ifade eder. [11]
İbn Âşûr da bu görüşü tercih etmiştir. [12]
Âyetin sonundaki mübîn kelimesi genellikle "açık
seçik, anlaşılan" veya kısaca "apaçık" şeklinde çevrilir.
Taberî'ye göre kelime burada "O Kur'an âyetleri, üzerinde düşünüp
taşınanlara doğruluk ve bidayet yolunu açıklar" anlamına gelecek bir konumda
kullanılmıştır. Bu anlama göre sûrenin başında dinleyici ve okuyucu, sıradan
bir sözle değil, insanlığa doğruluk ve hidayet yolunu gösteren, ebedî kurtuluş
için gerekli olan inanç ve amel hayatıyla ilgili bilgiler ve dersler veren
ilâhî kelâmla karşı karşıya bulunduğu hususunda uyarılmakta;
onlardan istifade edecek tarzda
dikkatli ve edepli bir şekilde dinlemek veya okumak gerektiğine işaret
edilmektedir.
Sonuç olarak sûrenin başında ilâhî
vahyin önemine dikkat çekilmekte, onu dikkatle dinleyip aydınlatıcı içeriğinden
yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. [13]
2. İnkarcıların
ileride, İslâm ve müsliimanlar karşısındaki tutumlarının haksız ve yanlış
olduğunun farkına vardıklarında ve bu tutumun kendilerini götürdüğü kötü akıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri
pişmanlık dile getirilmekte, ama bunun boşuna bir hayıflanma olacağına işaret
edilmektedir. Bu suretle dolaylı olarak,
muhataplara, "Şimdi Allah'ın âyetlerini dikkatle dinleyip onların ışığıyla
inanç ve amel hayatınızı aydınlatmazsanız
sizin başınıza gelecek olan budur!" denilmektedir.
Tefsirlerde inkarcıların bu
pişmanlığı ne zaman ve hangi olay veya olaylar karşısında yaşayacakları
konusuyla ilgili, "ölüm sırasında", "kıyamet saatinde", "âhirette
müslümanlarm cehennem ateşinden kurtuldukları vakit" şeklinde üç değişik görüş İleri
sürülmüştür. Ancak Râzî'nin Zeccâc'a isnat ettiği ve benimsediği "İnkarcı kişi,
bir azap manzarasıyla karşılaştığında, müslümanın güzel bir durumunu
gördüğünde hep kendisinin de müslüman olmadığına hayıflanacaktır"[14]şeklindeki yorum en
isabetli olanıdır. Aslında, âyetin iik muhatapları Hz. Peygamber'e karşı ilk
direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu
pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke'yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin
müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz
âhirette müslümanlarm nail olacağı
nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır. Kur'ân-ı
Kerîm'de inkarcıların âhirette hissedecekleri
pişmanlığı anlatan ifadelerin birinde şöyle buyurulmaktadır: "İşte o gün gerçek egemenlik Rahman'indir ve o gün
İnkarcılar için çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyadayken) haktan sapmış
kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: "Keşke Peygamber'le birlikte aynı
yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!" [15]
3. "Bırak
onları..." buyruğu, Hz. Peygamber'in artık inkarcıları uyarmaktan vazgeçmesini, tebliğ görevini terketmesini öngören
bir emir olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade, nefsanî tutkularının kölesi olmak
yüzünden büsbütün dalâlette bulunan
inkarcıların, bu durumlarıyla muhatap almaya değer sayılmayacak kadar kendilerini değersiz hale getirdiklerini ima
etmekte, bu yönüyle onlara karşı ağır bîr
kınama ve uvan maksadı taşımaktadır.
"Boş ümit" diye
çevirdiğimiz emel kelimesi, sözlükte "istemek, ummak" anlamına gelir.
Özellikle ahlâk kitaplarında, gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan ve çok defa elde
edilemeyen ümit ve arzular için kullanılır. Bazı dilciler uzun vadeli ümit ve
beklentilere emel, orta vadeli olanlara recâ, kısa vadeli olanlara da tama' (tamah)
denildiğini belirtirler[16]. Kehf sûresinin 46. âyetinde emel kelimesi mutlak
anlamda "arzu edip ümit bağlama" mânasına gelecek şekilde geçmektedir.
Ahlâk kitaplarında, emel kelimesinin hadislerdeki kullanımından yararlanılarak,
insanın uzun vadeli dünyevî arzular taşımasına, zihnini yoğun bir şekilde
bunlarla meşgul edip çabalarını bu yönde harcamasına tût-i emel, istek ve
arzularına sınır koyarak özellikle âhiret hayatı için yararlı olacak işlere önem
vermesine de kasr-ı emel denilmiştir. "Yaşlı kişinin bütün güçleri
zayıflasa da dünya sevgisi ve uzun emeller konusunda gönlü hep genç kalır[17]anlamındaki hadis,
bir yandan uzun emellere kapılmama yönünde bir uyarı anlamı taşırken, bir
yandan da insanın içindeki emel eğiliminin bütünüyle yok edilemeyeceğini
göstermektedir. Bu hadisi de dikkate alan bazı ahlâk âlimleri, hırs
derecesindeki emeli yanlış ve zararlı bulmakla beraber, insana yaşama arzusu ve
gelecek ümidi veren emel duygusunu yararlı, hatta dünya hayatının düzeni,
birey ve toplumun refahı için gerekli görmüşlerdir. [18] Ancak konumuz olan âyette emel kelimesi bu
olumlu anlamıyla değil "İnsanı oyalayan, âhireti unutturan dünyevî
arzular"ı ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Bu âyetten anlaşıldığına göre
inkarcıları müslüman olmaktan alıkoyan ve ileride pişmanlık duyup
müslümanlara imrenecekleri bir duruma düşmelerine sebep olan şey, onların
akıllarını kullandıktan, düşünüp taşındıktan sonra bu dinîn hak olmadığı
kanaatine varmaları değildir; aksine, onların sağlıklı düşünmelerini, hakikati görmelerini ve
hidayete ermelerini engelleyen şey, bedensel nazlara, arzu ve ihtiraslara kendilerini
kaptırma]an; geçici, boş ve değersiz amaç, emel ye kuruntularla
oyalanmalarıdır. Âyet, insanların kendi tercihleri istikametinde yaşamakta
serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne
götüreceğini
ileride görüp anlayacaklarım bildirerek hem İnsanın özgürlüğüne işaret etmekte hem de Özgürlüğün
aynı zamanda bir sorumluluk getirdiği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği
hususunda uyarıda bulunmaktadır. [19]
4-5. Özel olarak Hz.
Peygamber dönemindeki Mekke müşrikleri, genel olarak benzer inançlar benimseyen,
benzer turum ve davranışlar, sergileyen topluluklar için veni bir ııvarı anlamı
uısıvan bu âvetlerde bireyler gibi bütün uygarlıkların, dînî, etnik vb.
toplulukların da sonlu olduğu, her bir uygarlık ve topluluğun, Allah tarafından
bilinen belirti bir ömrünün, bir sonunun bulunduğu, bunun ilâhî bir yasa
olduğu hatırlatılarak toplumsal hayatı, bu gerçek ışığında tam bîr dikkat ve sorumluluk
bilinciyle düzenlemek ve sürdürmek gerektiği ima edilmektedir. [20]
6. Dediler ki: "Ey kendisine
vahiy gelen adanı! Sen kesinlikle bir mecnunsun! 7. Doğru söyleyenlerden isen
bize melekleri getirseydin ya!" 8. Biz melekleri ancak ceza hükmüyle
indiririz, o zaman da onlara artık süre tanınmaz. 9. Kesin olarak bilesiniz ki bu
vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz. [21]
6. "Vahiy"diye
çevirdiğimiz zikir kelimesi sözlükte "ezberleme, hatırlama, anma, övme"gibi
anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise -bu sözlük anlamlan yanında- özellikle
"Allah'ın kullarına gönderdiği uyan, öğüt, vahiy" vb. mânalarda
geçtiği gibi daha önceki bazı kutsal kitaplar. [22] ve -buradaki 6 ve 9.
âyetlerde olduğu gibi- özellikle Kur'an için de kullanılmıştır. Nitekim
hadislerde Kur'an'm bir isminin de "zikir" olduğu bildirilir. [23]
Müşrikler Hz. Peygamber'e,
"Ey kendisine vahiy gelen adam!" diye hitap ederken ona vahiy geldiğine
inandıkları için böyle konuşmuyor, aksine onunla alay ediyorlardı.
Müfessirlerin görüşüne göre
müşrikler Hz. Peygamber'i mecnun diye itham ederken bunu
ya alay maksadıyla mecaz anlamında veya hakikat anlamında söylüyorlardı.
Râzî'ye göre[24] bu
suçlamanın iki sebebi olabilir: a) Vahyin gelişi
sırasında Hz. Peygamber'de genellikle kendinden geçmişçesine olağan üstü bir
hal görülürdü. Müşriklerin bu hali bir cin çarpması alâmeti saydıkları ve bu
yüzden onu delilikle suçladıkları düşünülebilir, b) Peygamber efendimizin Allah
Urafından görevlendirilmiş gerçek bir elçi olmasını aklî yönden imkânsız
buldukları için peygamberlik iddiasını deli saçması gibi görmüş
ve bu yüzden onu delilikle suçlamış olabilirler. 304 Kur'an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir
Eskiden Arap putperestleri
şairlerin cinlerle ilişkisi bulunduğuna, şiirin de böyle bir
bağlantının sonucu olarak şairlerin cinlerden aldıkları ilhamın ürünü olduğuna
inanırlardı. Bu yüzden, Hz. Muhammed'in çağdaşı olan müşrikler de bir tür şiir
kabul ettikleri Kur'an'ı Allah'tan değil, cinlerden aldığını düşünüyorlardı. [25]
Buna göre âyette müşrikler. Hz. Peygamber'i kastederek
telaffuz ettikleri "mecnun" kelimesini sözlük anlamında değil, onun
cinlerle ilişkisinin bulunduğu anlamında kullanmış
olabilirler. [26]
7. Müşrikler güya vahyin geliş şeklini inandırıcı
bulmadıkları için Peygam-ber'den zaman zaman olağanüstülükler
göstermesini isterlerdi. Burada da onun peygamberlik davasında doğru olduğunu kanıtlamak
için kendilerine melekleri getirmesi
gerektiğini, peygamberliğinin doğru olup olmadığını bu meleklerden öğrenmek
istediklerini söyleyerek benzer bir istekte bulundukları görülmektedir. Ancak onların asıl maksatları iman edebilmeleri için
ikna edici deliller görmek değil, Peygamber'i zor durumda bırakmaktL Nitekim
bir önceki âyette belirtildiği üzere, Peygamber'i
mecnun diye itham etmekle bu kötü niyetlerini ortaya koymuşlardı. [27]
8. "Ceza hükmü"
diye çevirdiğimiz âyetteki hak kelimesi İbn Âşûr'a göre burada tam olarak
"kesinleşmiş mahkûmiyet, ceza, azap" anlamına gelmektedir. [28] Nitekim, âyetin
"O zaman da onlara artık süre tanınmaz" anlamındaki son bölümü de bunu
göstermektedir. Çünkü hayat insanların hak ve hidayeti bulmaları için tanınmış
bir mühlet, bir fırsattır. Âyetten anlaşıldığına göre meleklerin gelişiyle azap hükmü de gelmiş olacağından
bu mühlet ortadan kalkmış, iptal edilmiş
olacaktır. Oysa yüce Allah merhametinin gereği olarak kullarına, önyargılı ve
tepkisel davranışlardan sıyrılarak mâkul düşünüp karar vermelerini mümkün kılan
bir ortama kavuşmalarını sağlayacak ölçüde mühlet ve fırsat tanımayı
irade buyurmuştur. İşte bunun için de müşriklerin -burada görüldüğü gibi-
zaman zaman kendilerini azaba uğratacak
talepleri olmuşsa da bu talepler kabul edilmemiştir. [29]
İkinci bir yoruma göre âyetteki
hak kelimesi Allah'ın melekler gönderme yönündeki hükmünü, kararını,
iradesini ifade eder. Buna göre Allah, putperestlerin olur olmaz isteklerine göre melek
göndermez; ancak kendi iradesi, hikmeti ve kararı uyarınca gönderir. [30]
Diğer bir yoruma göre ise buradaki
hak kelimesinden maksat, "hikmet ve maslahattır. Buna göre âyette,
"Biz melekleri ancak hikmet ve iyilik için indiririz; bu sayede melekler size
Peygamberin doğruluğunu kanıtlayan açık seçik ka-nılhır gösterip si/i in-ınmaya
mecbur bırakırlar; fakat böyle bir mecburiyet sonucu 15/Hicr Sûresi, iman
etmenizin bir anlamı kalmaz ve artık bir imtihandan ibaret olan hayatta kalmanız
da gereksiz hale gelir. Onun için istediğiniz kabul edilmeyecek, size melekler gelmeyecek" buy urulm aktadır. [31]
9. Zikir kelimesi, sûrenin ilk âyetinde geçen
ve ikisi de özellikle Hz. Peygam-ber'in
muhatap olduğu ilâhî vahiy için kullanılan Kur'an ve kitabı ifade etmektedir. Bu sebeple burada zikir kelimesini vahiy diye
çevirmeyi uygun bulduk.
Yukarıda 6. âyette müşrikler
alaylı bir ifadeyle, Hz. Muhammed'e vahiy diye bir şey gelmediğini ima
etmişler ve onun bir mecnun olduğunu, dolayısıyla vahiy dediği sözlerin Allah'tan
değil cinlerden geldiğim veya söylediklerinin hakikatle ilgisi bulunmayan deli
saçması olduğunu ileri sürmüşlerdi. İşte burada ''Kesin olarak bilesiniz ki bu
vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz" buyurularak
onların bu iddiası açıkça reddedilmektedir. Şu halde burada
"zikir"den maksat vahiy, korumadan maksat da vahiy sürecinde
âyetlerin ilâhî olma özelliğini bozacak şekildeki herhangi bir dış etkiden vahyin
korunmasıdır. Böylece -bağlamı da dikkate alındığında- âyette esas itibariyle
müşriklerin vahye yönelik itirazları reddedilmekte, vahyin Allah'tan geldiği ve ona asla
herhangi bir ilâvenin söz konusu olmadığı ve olamayacağı bildirmektedir.
Bununla birlikte Taberî, âyeti
"Biz muhakkak ki Kur'an'ı koruyup içine onun aslında bulunmayan bir
ifadenin, bir yanlışın karışmasını veya hükümlerinde, hadlerinde, farzlarında bir
eksiklik meydana getirilmesini engelleyeceğiz" şeklinde açıklamış[32] âyetteki korumayı
münhasıran gelecekte vuku bulması muhtemel bir müdahaleye karşı koruma şeklinde
anlayan bu yorum, müfessirlerin ve diğer âlimlerin büyük çoğunluğunca da benimsenmiştir,
Buna göre daha önceki kutsal kitapların mâruz kaldığı ve genellikle tahrif
terimiyle ifade edilen eksilme, değişme, bozulma, kaybolma gibi haller Kur'an'ın
başına gelmeyecek; Kur'an, Peygamber'e geldiği sekliyle âhirete kadar varlığını ve
orijinalitesini koruyacaktır. Çünkü Kur'an'ı resulüne indiren Allah, onu koruyacağını da
vaad etmiştir
ve O'mın vaadi haktır, kesindir. 'Nitekim, yazılı kültürün yaygın bulunmadığı bir ortamda
gelmiş olmasına rağmen, Allah'tan geldiği ve yazıya geçirildiği şekliyle korunabilmiş
tek kutsal metin Kur'an'dır. Peygamber'in ağzından söz olarak dışa yansıdığı günden
bugüne kadar bütün müslümanlar Kur'an'ı korumayı en kutsal görev bilmişler;
başlangıçta daha çok ezberleyerek, sonraları da hem ezberleyip hem de yazıya
geçirerek aslî şekliyle bugüne aktarılmasını sağlamışlardır. Her türlü yazım
imkânlarının geliştiği, özellikle bilgisayar ortamının doğduğu günümüzde ve bundan sonraki
dönemlerde ise kuşkusuz Kur'an'm korunması daha kolay olacaktır.
Bu âyetin, sûrelerin başındaki
"besmelelerin ilgili sûrenin bir parçası ve dolayısıyla ilk âyeti olduğuna
güçlü bir delil teşkil ettiğini düşünenler olmuştur. Aksi halde bunların o sûrelerin
başına sonradan eklendiğini kabul etmek gerekir ki böyle bir ekleme de konumuz olan
âyetin hükmüne aykırıdır. [33] Ancak bunun Kur'an'ın
korunmuşluğu üzerine aşın hassasiyetten kaynaklanan isabetsiz bir yorum olduğu
kanaatindeyiz.
Ayetin "...ve onu mutlaka
koruyacak olan da yine biziz" kısmında, korunacağı bildirilenin Hz.
Peygamber olduğuna dair görüşler de vardır. Nitekim yüce Allah, son derece
elverişsiz şartlar içinde ortaya çıkıp İslâm'ı yaymaya çalışan resulünü pek
çok zorluklara, amansız düşmanların baskı ve zulümlerine karşı korumuş ve sonuçta hiçbir
peygamberin ulaşamadığı genişlikte basanlar gerçekleştirmesini sağlamıştır.
Kuşkusuz Peygamber'in korunması, dolaylı olarak vahyin de korunması anlamını
içerdiğinden her iki yorumu birleştirmek mümkündür. [34]
10. Andolsun senden önce de eski topluluklar arasından
elçiler göndermiştik. 11. Onlara bir
peygamber geldiğinde muhakkak onunla alay ederlerdi. 12-13. İşte onu (Kur1 an)
inkarcıların kalplerine, inanmadıkları halde böyle yerleştiririz. Nitekim daha
öncekileri de bu ilâhî kanun uygulanmıştır. 14-15. Onlara gökten bir kapı açsak
da oradan yukarı çıksalar, yine de "Herhalde gözlerimiz perdelendi, hatta bize büyü yapılmıştır" derler. [35]
10-11.
"Topluluklar" diye çevirdiğimiz siya' kelimesi, kök anlamı
"çoğalma, güçlenme, yayılma" şeklinde olan şîanın çoğuludur, Şîa terim olarak,
''üyelerinin birbirlerinden
güç ve moral aldıkları, belirli bir birlik ve bütünlük oluşturan topluluk, ümmet" veya "bir görüş ve anlayış
üzerinde birleşenlerin oluşturduğu grup, fırka" anlamına gelir. [36]
Ayette, putperestlerin inat ve
inkârları yanında, onların "Ey kendisine mesaj gelen adam! Sen kesinlikle bir
mecnunsun!" gibi küstahça söz ve davranışlarına muhatap olan ve bundan dolayı
üzülen Hz. Peygamber'i teselli etmek üzere, bu tür davranışların yeni bir şey
olmadığı, eski peygamberlerin de böyle davranışlarla karşılaştıkları, alay ve hakarete mâruz kaldıkları
bildirilmektedir. [37]
12-13. Suçluların yani
inkarcıların kalplerine yerleştirilen şeyin ne olduğu sorusuna bağlı olarak 12.
âyete tefsirlerde iki değişik mâna verilmiştir:
a) "İşte o "zikr"i yani ilâhî mesajı,
Kur'an'ı suçluların kalplerine böyle yerleştiririz."
b) "İşte
inkarcılık, putperestlik ve peygamberlerle alay etme sapkınlığını suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.'1
Ancak sûrenin ilk âyetlerinin
asıl konusu Kur'an olduğundan bu âyetlerdeki zamirlerden de Kur'an'ın
anlaşılması daha isabetlidir. Nitekim müfessirler 13. âyete "...hâlâ
Kur'an'a inanmamaktadırlar" şeklinde anlam vermişlerdir. Şu halde ilk şıktaki yorum daha
isabetlidir. Bu yüzden biz de mealinde bu görüşü tercih ettik.
Sonuç olarak yukarıdaki
tercihlere göre bu iki âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuş olmaktadır: "Peygamber
ve ilâhî mesaj karşısındaki inkarcı ve alaycı tavırlarıyla kendilerini suçlu
duruma düşüren Arap müşriklerinin kalplerine Kur'an'ı işte böyle yerleştiririz;
yani onu işitmelerim, bildikleri dilden konuştuğu için onu anla-maiarmı, özelliklerini
kavramalarım sağlarız; ama yine de tasdike yanaşmazlar, iman etmezler.
Halbuki öncekilerin sünneti yani eski kavimleri cezalandıran ilâhî yasa da
uygulanmıştır; onlar, eski milletlerin inkarcılıkları, peygamberieriyle alay etmeleri yüzünden
başlarına neler geldiğini de bilmektedirler. Ama bundan ibret ve ders almaları
gerekirken yine de inkârlarında tsrar ederler." Allah'ın, Kur'an'ı onu dinleyen
putperestlerin kalplerine yerleştirmesi yani onu işitip bilgilenmelerini sağlaması, âhirette artık onların, "Biz
Kur'an'ı duymadık, bilgi sahibi olmadık" gibi bir mazeret ileri sürmelerini de imkânsız hale getirmiştir. [38]
14-15. Başka bazı âyetlerde
ifade buyurulduğu gibi müşrikler, güya Hz. Mu-harrmıed'in peygamberliğini
tasdik etmek için onun ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli
bulmamışlar, ayrıca gökten kendilerine okuyacakları bir kitap [39] veya "açılmış
sayfalar" [40] indirilmesi gibi isteklerde bulunmuşlardır.
İşte burada "Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine
de 'Herhalde gözlerimiz perdelendi, hatta bize büyü yapılmıştır' derler"
buyurularak müşriklerin asıl amaçlarının gerçeği öğrenip ona inanmak olmadığına, aksine
onların, bu istekleriyle güya Hz. Peygamber'i zor durumda bırakmayı amaçladıklarına işaret edilmektedir.
Keza, En'âm sûresinde[41]
"Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir
kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş ol- salardı, yine de o inkarcılar, "Bu apaçık
bir büyüden başka bir şey değil" derlerdi. "Ona bir melek
indiriiseydi ya!" dediler. Eğer biz bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet
verilmezdi." buyurularak aynı hakikate dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz.
Âişe, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer samimi insanlar ResûluHah'ın dürüstlüğünü, Kur'an âyetlerinin ihtiva ettiği
açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman ederken; nefislerinin gururuna
kapılan, Kur'an'ın getirdiği yüce iEkelerin,
kendilerinin veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen inatçı
kimseler çeşitli bahaneler ileri sürerek,
sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bulamadıkları için Kur'an'ın "büyü"[42] Hz.
Peygamber'in de "kâhin veya mecnun"[43] olduğu yönünde tamamen tutarsız, keyfî ve
hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır.
Müşriklerin vahiy karşısındaki ön
yargılı tutumlarının tanıtıldığı âyetler, inkâr psikolojisinin bir özelliğini
ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. Normal ve ön yargısız bir insan
genellikle karşılaştığı yeni bir görüş, inanç veya iddiayı ölçüp tartar; üzerinde
düşünüp taşınır; söz konusu iddiayı mahiyetine göre akıl ve iz'an ölçülerine
vurarak sonunda kabul veya reddeder; ya da kesin bir sonuca va-ramamışsa ihtimal
noktasında bırakır. Halbuki, ilâhî mesaj karşısında zihinleri peşin hükümlere kilitlenip kalmış olanlar, bu
suretle bağımsız ve tarafsız düşünme imkânından
da kendilerini mahrum bırakmış oldukları için, aklî ve mantıkî deliller şöyle
dursun, mucizevî delillerle karılaşacak olsalar, meselâ âyette buyuruldu-ğu gibi gökten (yani metafizik âlemden) bir kapı
açılıp oraya yükseltilseier de vahyin
bildirdiklerini yahut vahyi getiren meleği açık seçik gözleriyle görseler, bunu
bile hemen göz boyama, büyü gibi temelsiz iddialarla reddederler.
Gerçekte ise asıl Arap müşriklerinin
kendileri -başta putperestlikleri olmak üzere- yığınla hurafelere
inandıkları halde İslâmiyet'in ortaya koyduğu ve insan oğlunun akıl, mantık ve tecrübeleriyle, kalp ve vicdanının
talepleriyle uyuşan, kısaca insanın aslî fıtrat ve tabiatına tam bir uygunluk
teşkil eden hükümlerini bir çırpıda inkâr etmeleri, hemen her devirde
görülebilen bir zihin, muhakeme ve hatta ahlâk, bozukluğudur. Çünkü haklı
gerekçelere dayanmayan red ve inkâr tavn zihnî bir kusur olmanın yanında bir erdemsizliktir. Erdemli insan,
peşin hükümlerle karar vermekten, duygusal
ve tepkisel davranmaktan kurtulabilmiş, daima adaleti ve gerçekliği ilke edinebilmiş olan kimsedir. [44]
16. Andolsun biz gökte yıldız kümeleri oluşturduk ve
seyredenler için ona güzel bir görünüm
verdik, 17, Onu her kovulmuş şeytana karşı koruduk. 18. Ancak kulak hırsızlığı
yapmaya kalkışan olursa onu da parlak bir ışık kovalar. 19. Arzı da yaydık, oraya sağlam dağlar
yerleştirdik, orada her türden ölçülü ürünler bitirdik. 20. Yine orada hem
sizin için hem de sizin bakıp bes-leyemeyeceğiniz
varlıklar için uygun geçim şartları yarattık. 21. Her şeyin hazineleri sadece bizim katımızdadır ve biz oradan
indirdiğimizi belirli bir Ölçüye
göre indiririz. 22. Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su
İndirip onunla sizin su ihtiyacınızı karşıladık. Onu depolayan siz değildiniz. 23. Kuşkusuz hayat veren de öldüren de biziz; her
şeyin son sahibi de biz oluruz. 24.
Andolsun biz, içinizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da muhakkak biliriz. 25. Ve senin rabbin, onları
haşredecektir. O, hakimdir, alimdir. 26. Andolsun biz insanı şekillenebilir
balçıktan yapılma kuru bir çamurdan yarattık. 27. Cin türüne gelince daha önce
onu da kavurucu ateşten yaratmıştık. [45]
16-18. Putperestlerin,
yukarıda [46] özetle fakat çok net
bir şekilde
bildirilen Hz. Peygamber ve İslâm dini karşısındaki inkarcı ve inatçı tutumlarının
temelinde iki önemli sebep bulunmaktadır: Putlarının tann olduğu iddialarının
reddedilmesi, ahiret inancının getirilmiş olması. Nitekim Kur'an'm önemle üzerinde
durduğu, ısrarla savunduğu ve yerleştirmeye çalıştığı iman esaslarının başında
tevhid inancıyla âhiret inancının geldiği, bu iman esaslarını kanıtlamak için pek çok
delil ortaya konduğu görülmektedir. İşte, 6-7 ve 15. âyetlerde putperestlerin inkarcı
ve inatçı tutumları hakkında özetle bilgi verildikten sonra konumuz olan âyetler
kümesinin ilk üçünde Allah'ın birliğini ve kudretinin sınırsızlığını ifade
etmek üzere gökle ilgili, bunları takip eden âyetlerde arzla ilgili, 25. ve
devamındaki âyetlerde de insanın yaratılışıyla ilgili kozmolojik deliller
sıralanmakta;
daha sonra âhiret hayatından söz edilmektedir.
16. âyetin metnindeki burûc
kelimesinin tekili olan burç (burç), sözlükte "yüksek köşk" anlamına
gelmektedir. Ayrıca kalelerin kulelerine burç denildiği gibi, klasik astronomi
terimi olarak güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin İçlerinden
geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her biri için de burç
kelimesi kullanılmaktadır. [47]
Kelime Kur'ân-ı Kerîm'de dört defa
çoğul şeklinde geçmektedir, 85. sûreye de Burûc adı verilmiştir. Bu âyetlerin
birinde "kale burcu"[48] konumuz olan âyetin
de dahil olduğu diğerlerinde ise "yıldız kümeleri" veya "takım
yıldızları" anlamında kullanılmıştır. Grek astronomi geleneğinin İslâm
dünyasındaki
etkisinin başladığı dönemlerden itibaren kaleme alman eski tefsirlerin çoğunda buradaki burçlar
genellikle "ayın ve güneşin menzilleri" şeklinde açıklanmakta ve bilinen on iki
burcun adlan sıralanmaktadır. [49] Ancak daha önceki
yorumlarda burûc kelimesi kısaca "yıldızlar" diye açıklanmıştır. [50] Begavî'nin Meâli-mü't-tenzî7''inde "büyük
yıldızlar" olarak yorumlanır. [51] Astronomi biliminin ortaya koyduğu
yeni veriler dikkate alınarak kelimeyi "yıldız kümeleri" veya "takım
yıldızları" şeklinde karşılamak daha isabetli görünmektedir. Böylece bir yandan semanın pek çok yıldız kümeleriyle
donatılması, bir yandan bunların muhteşem
estetik görünüşü, gerçeği görebilen ve güzelliğin arkasındaki anlamı kavra-yabilenler için Allah'ın ortaksız varlığını ve
kudretinin mükemmelliğini gösteren açık seçik kanıtlardır. İnsanın, bunları
bilip görürken hâlâ inkarcılıkta direnmesi akıl ve iz'anla bağdaşabilir mi?
Anlamlarını açık seçik kavramak ya çok güç veya
İmkânsız olduğu için "mü-teşâbihât"
grubuna giren 17-18. âyetler hakkında klasik tefsirlerde bazı yorumlar
yapılmış, güvenilirliği kuşkulu olan rivayetlere dayanılarak bazı ayrıntılar
verilmiştir. [52] Ancak bir gayb, bir sır olan vahiy ile
ilgili bu âyetlerin tam olarak anlaşılabileceğini söylemek güçtür; bununla birlikte burada -vahyin Allah tarafından
korunduğunu bildiren 9. âyetle de bağlantılı
olarak- vahyin korunmuşluğuna dikkat çekildiği söylenebilir. Bu çerçevede şu
hususlara işaret edildiği de düşünülebilir: Allah'ın dilemesi dışında hiçbir
güç gayb ilmine ulaşamayacak; -müşrik Araplar'in hurafeden başka bir şey olamayan
inançları dolayısıyla ileri sürdükleri gibi- kâhinlik ve büyücülük için kullanmak
maksadıyla metafizik âlemdeki saklı bilgileri öğrenmeye kalkışan bazı şeytanî güçler bulunsa bile, bunlar başarılı
olamayacaklar; bunlar, "parlak bir ışık" diye ifade edilen, mahiyetini bilemediğimiz bir
ışıkla -belki bir ateş topuyla- engelleneceklerdir. Câhiliye döneminde
Arap kâhinleri, kendilerinin özel cinleri ve şeytanları bulunduğunu, bunların kendilerine gökten haberler getirdiğini,
bu sayede gaybı bildiklerini iddia
ederlerdi. Hatta bu yüzden putperestler Kur'ân-ı Kerîm'i bir kâhin sözü, dolayısıyla Hz. Peygamber'i de
kâhin olarak nitelemeye kalkışmışlar,
fakat Allah Teâlâ bu iddiayı açıkça reddetmiştir. [53] Konumuz
olan âyetlerin de bu tür hurafeye dayalı iddialara bir cevap teşkil ettiği
anlaşılmaktadır. [54]
19-20. Sema ile ilgili
delillerden sonra bu âyetlerle başlayan bölümde de yapısı, özellikleri ve
canlıların üreyip gelişmesine, hayatlarını sürdürmelerine elverişli şartlarıyla arzın
Allah'ın varlığı, birliği ve engin kudreti için başka bir delil oluşturduğu
konusu üzerinde durulmaktadır.
Arzın yayılmasından maksat,
dünyanın çeşitli jeolojik oluşumlar neticesinde bugünkü halini alması ve arazi
yapısı itibariyle üzerinde dolaşmaya, barınmaya ve korunmaya, ziraat yapmaya ve başka
faaliyetlerde bulunmaya, uygarlık kurmaya elverişli kılınması, kısaca gerek insanın gerekse
diğer canlıların hayatlarını sürdürmeleri
için lüzumlu olan özellikleri taşır hale getirilmesidir. Bunun yanında arz
üzerinde sağlam dağlar yerleştirildiğinin ayrıca zikredilmesi de, hem dağların
etkileyici yapılan ve haşmetli
duruşlarıyla ilâhî kudretin tecellisini yansıttığına hem de insanlar ve diğer yeryüzü varlıkları için uygun
hayat şartlarının oluşmasında önemli bîr payı ve rolü bulunduğuna işaret etmektedir.
Nitekim bu iki âyetin devamındaki ifadeler de mevcut yapısıyla arzdaki doğal
hayatın başlaması ve devamı için
gerekli olan imkânları çok kısa olarak özetlemekte, hatırlatmaktadır. Buna göre Allah Teâlâ arzda her şeyi bir ölçü ve karara
göre yaratmıştır; arzdaki hayat ve bütünüyle organik ve inorganik oluş, bu ölçü
ve kararın sonucudur. Hiçbir şey düzensiz,
yasasız, rastgele var olmamıştır; her şeyin bir hesabı kitabı vardır; bu da bir yaratıcının varlığını kanıtlar. Özellikle
arzın, gerek İnsanların gerekse diğer canlıların
yaşamaları ve barınmaları için, hayatlarını ve nesillerini devam ettirmeleri İçin lüzumlu olan maddî varlıklarla donatılmış
olması ve bu suretle üzerinde yaşanır hale getirilmesi yüce Allah'ın hem
kudretinin büyüklüğünü hem de engin lütfunu yansıtmaktadır. İnsanoğlu sadece
dünyaya gelmesini değil, dünyada elde ettiği
bütün imkânları da Allah'a borçludur. Hem bizi hem de görünüşte bizim ba-
kıp beslediğimiz veya beslemediğimiz diğer bütün canlıları asıl barındırıp
yaşatan, yedirip içiren, kondurup göçüren
Allah Teâlâ'dır. [55]
21.İster göklerde ister
yerde olsun var olan her şeyin hazineleri, kaynağı Allah'ın kalındadır ve O,
nimetlerini insanlara, canlılara belirli bir ölçüye, düzene, kurala ve yasaya göre
indirir. Bu yüzden O'nun lütuf ve ikramları yerli yerincedir, her türlü
aşırılıktan, eksiklik veya fazlalıktan uzaktır; O'nun verdikleri özünde hep
yararlıdır, hayırlıdır; onların zararlı hale dönüşmesine sebep olan kulların
kendileridir.
O'ndan gelen ve birer musibet şeklinde görülen hadiseler bile O'nun hikmetini kavrayıp
gereğince davrananlar için son tahlilde birer nimettir. O, "mâlikü'l-mülk"tür.
Her şey yok iken O istediği için, O'nun istediği vakitte, O'nun istediği
ölçü ve
miktarda, O'nun istediği şekilde ve düzende var olmuştur; O istediği sürece de var olur, O'nun
var olmasını uygun görmediği de varlık sahnesinden çekilir. "Ol! dedi bir
kerre var oldu cihan; olma derse yok olur ol dem heman!" Bu sebeple
insan, muhtaç olduğu, elde etmek istediği meşru şeyleri O'ndan dilemeli, O'nun koyduğu ve uyulmasını
gerekli kıldığı tabii-kozmolojik ve dinî-ahlâkî yasalara uyup esbabına tevessül
ederek O'ndan istemelidir; sahip olduğu her şeyi de O'nun mülkünden elde
ettiğini, şu halde O'na minnet ve şükran borçlu olduğunu bilmelidir. Bunun ilk
şartı da Allah'ın varlık ve birliğini tanımak ve O'nu, yalnız O'nu velinimet bilip bunun
gerektirdiği vecîbeleri yerine getirmeye çalışmaktır. İşte gerek bu âyetlerin
gerekse bütünüyle Kur'an'in birinci amacı da insanlığa bu borcunu hatırlatmaktır. [56]
22, Bitkileri
aşılayan rüzgârlar, canlıların su ihtiyaçlarını karşılayan yağmurlar da O'nun hazinelerinden gelen nimetlerdir.
Rüzgâr esmese aşılanma olmaz, yağmur
yağmasa canlılar su bulamaz ve hayat sönerdi. Bunları insan depolamış da o depolardan geliyor değildir. Hepsinin hazinesi
Allah'a aittir. Her gün her saat
içinde yaşadığımız için bu olaylar
bize normal ve sıradan geliyorsa da her birinde Allah'ın sonsuz kudretini, akıllara durgunluk veren hikmetini yansıtan
nice tecelliler vardır. Sadece arzdaki suyun önce güneşten gelen yeterli
ölçüdeki ısıyla buharlaşması, buharların uygun meteorolojik şartların
yardımıyla, keza esen rüzgârların,
fırtınaların denizleiden kaldırdığı
tuz zerrecikleri ve karalardan kaldırdığı toz zerreciklerinden oluşan
"yoğunlaşma çekirdekleri" sayesinde üst atmosfer tabakasına taşınması ve burada uygun fiziksel ortamda tekrar
yoğunlaşarak kazandığı ağırlıkla, -yukarıdan aşağıya düşen diğer bütün
cisimlerin aksine- hızında ivme olmadan, tahribata yol açmayacak ölçüdeki sabit bir hızla (limit hız) yere
inmesi; ardından insanlar ve diğer
canlılar tarafından kullanılabildiği kadarının kullanılması, bir kısmının da yerin üstünde (denizler, göller) veya
altında depolanması ve nihayet bü-
tün bu olup bitenlerin bağlı bulunduğu sayısız çeşitteki diğer doğal şartların
gerçekleşmesi, ince ince ayarların
yapılması, bunların hepsi gören göze, hisseden kalbe, düşünen akla sürekli Allah'ı hatırlatmaktadır.
Onun için Kur'ân-ı Kerîm'de bunlara "Allah'ın âyetleri" yani
O'nun varlığının işaretleri, delilleri denmektedir. [57]
23. Yukarıdaki
bilgilerden de anlaşılıyoi ki, zahirdeki sebepler ne olursa olsun evrendeki
her şeyi yapıp yaratan Allah'tır, gökten indirdiği su İle yer yüzünü
canlandıran, vakti geldiğinde bitkileri sarartıp solduran doğal güçlerin
arkasındaki en büyük kudret de O'dur; şu halde can veren ve yaşatan da O'dur,
hayata son verip öldüren de O'dur. Mülkün (canlısıyla cansızıyla bütün
varlığın) asıl mâliki Allah olduğuna göre insanın kendi varlığının ve bu
dünyada kendisinin bildiği diğer
bütün şeylerin, kısaca top yekûn mevcudatın hakiki sahibi de O'dur. [58]
24-25. Zerresinden küresine
kadar bütün kozmik varlık ve olaylar gibi geçmişiyle, şinıdisiyle ve
geleceğiyle bütün insanlık dünyası da Allah'ın mülkünde ve tasarrufunda olup
onların bütün durumları ve yapıp ettikleri de O'nun ilmi tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple O,
öncekİleriyle sonrakileriyle bütün insanlığı bir gün tekrar canlandırıp bir araya toplayacak, herkese iyi ve kötü olarak
neler yaptığını gösterecek, hükmünü verecektir. O, hakimdir, alîmdir; sınırsız
ilmiyle kuşattığı işlerimizi gözümüzün önüne serecek ve derin hikmetİyle
herkes hakkında en uygun, en âdil ve en hakimane hükmünü verecektir. [59]
26. Allah'ın
kudretini, İlminin ve hikmetinin mükemmelliğini delilleriyle açıklayan bu bölümde sıra, akıl ve zekası,
duygulan ve estetik zevkleri gibi özellikleriyle
Allah'ın eserlerinin en önemlisi ve en seçkini olan insan türünün veya ilk
insanın yaratılışı konusuna
gelmiştir.
"Kuru çamur" diye çevirdiğimiz 26. âyet
metnindeki salsâl kelimesi sözlük ve
tefsirlerde genellikle "uzun süre bekletilerek vurulduğunda çınlayacak
derecede kurumuş olan çamur"
şeklinde açıklanmaktadır. Kendi halinde bırakılarak kuruyan çamura salsâl,
ateşte kurutulana da fahhâr[60] denir. Âyet metnindeki haine' kelimesine özetle "kokuşmuş kara balçık",
mesnûn kelimesine de "uzun süre kalan, akışkan, değişebilir, farklı
şekillere sokulabilen, bir surete bürünmüş olan nesne" gibi
mânalar verilmektedir. [61] Âyette insan bedeninin, Allah'ın yaratma
sıfatının bir eseri ve tecellisi olarak topraktan başlayıp gelişen
fızİksel-biyolojik değişim ve gelişim sürecine işaret edilmektedir. [62]
27. Nihayet
bazı bakımlardan insana benzeyen niteliklere sahip olmakla birlikte bedeni ve bedensel özellikleri bulunmayan,
bu sebeple de gözle görülmediği için
cin diye adlandırılmış olan varlık türünün yaratılışı da ilâhî kudretin
eserlerine son örnek olarak
zikredilmektedir. Tefsirlerde, âyet metnindeki cân kelimesiyle cinlerin atasının veya İblîs'in kastedildiğine
dair görüşlere yer verilmektedir. Buna
göre 26. âyette İnsanlığın atası olan Hz. Âdem'in, 27. âyette de cinlerin atası
olan İblîs'in yaratılışı söz konusu edilmiştir. [63]
Ancak cin ve İblîs hakkındaki bu görüşler
birer tahminden ibarettir. Bu konulara dair Kur'ân-ı Kerîm'de ve sahih
hadislerde bildirilenlerin dışında elimizde kesin bilgi bulunmamaktadır. [64]
28. Hani rabbin meleklere demişti
ki: "Ben şekillenebilir balçıktan yapılma kuru bir çamurdan bir
insan yaratacağım. 29. Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim
vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın." 30. Bunun üzerine
meleklerin hepsi secde ettiler. 31. Yalnız İblîs hariç; o, secde edenlerle
birlikte olmaktan kaçındı. 32. Allah, "Ey İblîs! Secde edenlerle birlikte
hareket etmeyişinin sebebi nedir?" diye sordu; 33. Dedi ki: "Ben,
şekillenebilir balçıktan teşekkül etmiş kuru bir çamurdan yarattığın bir insana
asla secde etmem!" 34. Allah, "O halde çık oradan!" dedi;
"artık kovuldun!" 35. Kıyamet gününe kadar lanetlenmiş
bulunmaktasın!" 36. "Rabbim! Öyleyse insanların yeniden diriltileceği
güne kadar bana mühlet ver" dedi. 37-38. Allah, "Malum vakte kadar
mühlet verilmiş olanlardansın" buyurdu." 39-40. İblîs, "Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin
için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara
(günahları) şirin göstereceğim ve -senin samimi kulların hariç- onların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım."
41. Allah da buyurdu ki: "İşte
bana varan doğru yol budur (hâlis kulların yolu). 42. Şüphesiz, azgınlardan sana uyacak olanlar dışmda
kullarım üzerinde senin hâkimiyetin
olmayacaktır." 43. Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma
yeri olacaktır. 44. Onun yedi kapısı vardır, her kapıdan girmek üzere de onlardan birer grup belirlenmiştir. [65]
28. Burada belirtilmemekle
birlikte, başka âyetlerde meleklerin, secde etmekle emrolundukları bu ilk insanın Âdem
aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. [66] Ancak burada Hz.
Âdem'in yaratıldığı
asıl unsura yani başlangıçta cıvık bir balçık iken sonraları kuruyup sertleşen
nesneye, dolayısıyla onun aslının toprak olduğu gerçeğine de dikkat çekiliyor. Bununla birlikte
yaratmanın gelişim ve oluşum süresiyle ilgili bilgi verilmemektedir. Kur'an
için önemli olan insanın aslının toprak, yaratıcısının da Allah olduğu gerçeğinin bilinmesi; toprak gibi
alelade bir tabiat nesnesinden insan gibi muhteşem
bir varlığı vücuda getiren kudretin büyüklüğüne dikkat çekilmesidir. Yaratılışta
tesadüfe ve tanrısız bir tekâmüle yer yoktur. Buradaki 26-29. âyetler bize bunu
anlatmaktadır. Konunun dini ilgilendiren yönü de budur. Bundan ötesinin aydınlatılması insanoğlunun, ihtiyaç duyduğu ve
başarabüdiği kadarıyla kendi çabasıyla antropolojide ve genel olarak bilimde
sağlayacağı ilerlemeye kalmıştır. Bu konuda
da henüz kesin bilimsel bir sonuca varılmış değildir. [67]
29-35. Allah Teâlâ, Hz.
Âdem'in bedenini yaratıp "ona ruhundan üfledikten" sonra yani ilk insanın biyolojik gelişimini
tamamlayıp ruh-beden birliğini sağlayarak
bu suretle adına "insan" denilen en gelişmiş canlı türünü yarattıktan
sonra meleklere, Âdem'in önünde
secdeye kapanmalarını emretti; meleklerin hepsi de secde ederken İblîs, kendi
âciz aklıyla vardığı mantıkî sonucu Allah'm buyruğundan daha önemli sayarak
buyruğa karşı geldi.
Bakara ve A'râf sûrelerinde de
görüldüğü gibi Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Ke-rîm'inde insan oğluna yaratıcısını
ve kendi aslını, atasını tanıtmayı, hatırlatmayı yararlı gördüğü durumlarda ilk
insanın yaratılışını ve onu takip eden gelişmeleri, ilgili âyetlerin bağlamına göre
az çok farklı ifadelerle tekrar etmiştir. [68]
Buradaki en önemli ilâve bilgi, ilâhî kudretin,
alelade toprağı balçık ve kurumuş çamur
aşamalarından geçirerek "tesviye etmesi" yani insan biçimine sokması
ve böylece miktarını bilemediğimiz bir zaman İçinde "beşer"İn yani
Âdem'in bedensel varlığım
şekillendirmesi, biyolojik oluşumunu tamamlaması; ardından da ona "ruhundan üflemesi"dir. Böylece
Kur'ân-ı Kerîm'de insanın bir ruh-beden varlığı olduğu açıkça ifade
edilmiş bulunmaktadır. Beden insanın Fizyolojik yönü* nü, ruh da metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ sûresinde[69]ruhun
mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği belirtilmekle beraber konumuz olan âyette "ona ruhumdan
üflediğim vakit..." buyurulmakla ruhun kesinlikle fiziksel bir fonksiyon, bir sözde varlık olmadığı ifade
edilmiştir. Şu halde ruh, Allah'ın,
bedeniyle bu dünyaya ait, ama mâna boyutuyla ilâhî âlemle ilişkisi bulunan yeni bir varlık türü yaratmak üzere
tabiat ötesinden, aşkın âlemden gönderdiği, tabiat üstü gerçek bir varlıktır;
hatta Cenâb-ı Hakk'ın "ruhumdan" buyurarak insan ruhunu kendi zâtına
yani bizatihi gerçek olan yegâne varlığa izafe etmesini dikkate alarak, insanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki
varlığının bedeni değil ruhu olduğunu kabul etmek gerekir.
İslâm düşüncesine özgü
"felsefî antropolojimin tartışmasız en büyük ismi olan Gazzâlî'nin îhyâ'da., insandaki
mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümde[70]yer alan, İslâm
dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin
bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz:
"Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun
rabbânîyyün). Çünkü yüce Allah, 'Senden ruh
hakkında bilgi İstiyorlar. De ki: O rabbimİn emrindendİr[71] buyurmuştur...
İnsan -açıklanması uzun sürecek- çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay
bulunduğu için doğal olarak rubû-biyyet'i
sever, Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik
ilâhî niteliklerden olduğu (ve insan da
ilâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki, yetkinlik insan tarafından
doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik
varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku
yoktur... Her insan, tabiatı gereği
mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri "Her insanın İçinde,
Firavun'un, 'Ben sizin en büyük tannnı-zım'
diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz"
demiştir. "Ruh rabbimİn emrindendir" şeklindeki beyanın göstermiş
olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı
kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh, yetkinliğin son noktasına
ulaşamasa da ondaki yetkinleşme ar- zusu hiçbir zaman sönmez... Her
varlık kendi zatım ve zatının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de -İster zatının yokluğu olsun, İster üstün
niteliklerinin yokluğu olsun- yokluğa
mâruz kalmaktan nefret eder,
İnsan, varlıkta eşsizleşmeyi
istemesi yanında, diğer bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmayı da bir
yetkinlik olarak düşünür ve ister... Bu yüzden, bir yetkinlik türü olması
dolayısıyla başka bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmak da doğal olarak
arzulanmaktadır. Herhangi bir şey üzerinde hâkimiyet kurmak demek, onu etkisi altına
alma, istediği şekilde değiştirme ve onu dilediği gibi kullanacağı şekilde
kontrolü altına alma gücüne sahip olmak demektir."
Gazzâlî, insanın canlı-cansız
varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunu, ruhun tanrısal âlemden gelmesinin
bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları
dilediği gibi kullanarak, kullanılması
mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu
gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra,
ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakiki yetkinliğin, aynı zamanda Allah'ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde,
teolojilerde ve mezheplerde müştereken
kabul edilen) temel sıfatlan olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakta olduğu sonucuna varır.
Şu halde insanın bütün varlıklar
arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, "rabbânî bir emir" olan,
üzerinde durduğumuz 29. âyetteki ifadesiyle "Allah tarafından bedene
üflenmiş" bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan bu
yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün
olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak
ister. Buna da Gazzâlî'nin belirttiği gibi ancak bilgi, Özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği
İçin normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat
insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılırlar ve
böylece hakiki değil, "sahte (vehmî) yetkinlik" peşinde koşarlar.
Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler
edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında
bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü
kazanmalıdır ki, sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan
aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsİn.
İşte yüce Allah'ın, önünde
meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın
hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ
melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendir-iniş, onlar da secde buyruğuna
uymuşlardı. Buna karşılık İblîs'in, Adem'in ruhî
cevherinin menşeini ve
mükemmelliğini dikkate almadan sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem'in bedeninin
topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması onun ilâhî Tahmetten
kovulmasına, kıyamete kadar lanetlenmesine
sebep olmuştur. [72]
36-44. Tblîs'in, emri yerine
getirmediği gibi, yemden dirilme gününe kadaT yaşaması için dilekte bulunarak bu
süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinin, insanın sahip olduğu
ayrıcalığı hazmedememesinden ve onu kıskanmasından, özellikle rahmetten
kovulmasına Âdem'in yaratılışının sebep olduğu şeklindeki vehminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Halbuki aslında böyle bir cezaya çarptırılmasının asıl sebebi, kendi küstahlığı ve
isyanı idi. Muhtemelen İblîs, içten içe kendi günahına yine kendisinin kulluktaki
samimiyetsizliğinin sebep olduğunu da düşündüğü için, bu tecrübesinden hareketle
samimi kullara zarar veremeyeceğini ifade etmektedir. Allah Teâlâ, İnsanlar
hakkında dünya hayatını bir imtihan süreci kılmayı murat ettiği için İblîs'in
dileğini kabul etmiş; bu arada kendisine varan doğru yolun, şeytanın tuzaklarına
kapılmayacak olan ihlâslı kulların tutacağı yol olduğunu, bunlar üzerinde
şeytanın hâkimiyet kuramayacağını, buna karşılık şeytana uyacakların
buluşma yerinin cehennem olacağını bildirmek suretiyle dolaylı olarak insanlara da
akıllarını başlanna alıp şeytana kapılmamalan, kendisine varan doğru yoldan
şaşmamaları, cehennemden korunmaları gerektiği yolunda uyanda bulunmuştur. [73]
45. Allah'a karşı saygısızlıktan
sakınanlar mutlaka cennet bahçelerinde ve pınar başlarında olacaklar.
46. "Esenlikle, güvenle girin oraya!" 47. Onların gönüllerini
düşmanlık duygularından temizledik; artık bir kardeşler topluluğu olarak sedirler
üzerinde karşı karşıya oturacaklar. 48. Orada hiçbir yorgunlukla karşılaşmayacaklar.
Oradan çıkarılmaları da söz konusu olmayacaktır. 49. Kullanma benim
gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir, 50. Ama azabım da
çok elem verici bir tızııptır! [74]
45-48. Bundan önceki üç
âyette şeytanın kışkırtma ve saptırmasına kapılarak azgınlaşanların,
günahlarının derecesine göre yedi grup halinde cehennemin yedi kapısından içeri
atılacakları bildirilmişti. Bu âyetlerde ise Allah'a karşı saygısızlıktan
sakınan samimi müminlerin, esenlik ve güvenlik içinde cennete girmelerinin miijdeleneceğİ,
cennet bahçelerinde, pınar başlarında her türlü korku, kaygı, yorgunluk gibi
fiziksel ve psikolojik problemlerden korunmuş, keza kin ve düşmanlık gibi ahlâkî
kusurlardan kalpleri arındırılmış olarak dostluk ve kardeşlik içinde bulunacakları
bildirilmekte ve böylece bir bakıma, insanların, şeytanın aldatmalarına
kapılmaları halinde ebedî hayatlarında neleri kaybedecekleri de hatırlatılmış bulunmaktadır. [75]
49-50. İlk âyet tergîb (ümit aşılama ve
özendirme), ikinci âyet de terhîb (korkutma
ve caydırma) maksadı taşımakta; başka bir deyişle bu iki âyette insanlara,
tasavvuf! kaynaklarda havf ve recâ denilen bir ahlâkî ve dinî duyarlılık veya
ted-birlilik kazandırılması
amaçlanmaktadır. Esasen insanın âhiretteki durumuna ilişkin bilgi verilirken Kur'ân-ı Kerîm'in bütününde
izlenen yöntem burada özetlenmiş
bulunmaktadır. İslâm inancına göre Allah, ne acımasız, adaletsiz bir zorba ne
de insanların her türlü kötülükleri karşısında duyarsız, ilgisiz veya aciz bir
varlıktır. O, kendi kelimesinin (hüküm, yasa) iki temel özelliğini
"kusursuz bir doğruluk ve
adalet" şeklinde bildirmektedir. [76] Bu da O'nun bütün doğruluk ve iyilikleri özendirici, yanlışlık ve kötülüklerden
caydırıcı mahiyette sıfatlara, tasavvufta
celâl ve cemâl sıfatlan diye ifade edilen niteliklere sahip olduğunu gösterir. Böylece ulûhiyyetine yakışır mükemmellikteki
hikmetiyle Allah, herkesin her türlü yapıp ettiklerini görmekte, bilmekte ve
onların hesabına kaydetmektedir. Derin hikmetinin kusursuz ölçülerine göre
kimilerine mağfiret ve rahmetiyle, kimilerine de azabıyla muamele edecektir. Allah'ın insanlara mutlaka şöyle veya
böyle muamele etmeye mecbur olduğu
iddia edilemeyeceği gibi kendi "kelime"sİrti nitelediği doğruluk ve
adalet İlkelerinden sapmayı kendisine lâyık göreceği de asla söylenemez. Böyle
olunca da İyilik edenler yahut günahlarından vazgeçmek isteyenler Allah'ın rahmet ve merhametinden ümit
kesmemeli, kötülük edenler de O'nun bu
yaptıklarına ilgisiz kaldığını düşünmemeli veya kendisini mutlaka bağışlamak
zorunda olduğu gibi bir duyguya kapılmamalıdırlar. Genellikle kabul edildiği
üzere ahlâk en etkili yaptırım gücünü
böyle bir Tanrı inancından alır. Her ne kadar Emile Durkheim gibi bazı
pozitivist ve ateist düşünürler bu konuda Tann yerine toplumu koyarak ahlâkı güya Tann otoritesine
dayanmaktan kurtarıp toplumsal otoriteye dayandırmak istemişlerse de, bilhassa
XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın İlk yarısında
daha ziyade Batı dünyasında ve Batılılaşma sürecini yaşayan toplumlarda çok
etkili olan bu felsefe, günümüzde pek çok uzmanın da kabul ettiği1
büyük tahribata yol açmıştır. Hatta bu dönemde yaşanan iki büyük dünya
savaşında dahi bu felsefenin rolünün olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle de Batı
dünyasında artık tanrısız ve dinsiz ahlâk sürecinden kurtulma yönünde
politikalar oluşturma yoluna
girilmiştir.
Râzî, bu âyette dört incelik
bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralamaktadır. [77] a) Allah Teâlâ, "kullarım"
tamlamasında kullarını kendi zâtına izafe ederek onlara çok büyük bir şeref bahsetmiştir,
b) Rahmet ve mağfiretinden söz ederken, azabından bahsettiği âyete göre daha
çok tekit edatları kullanarak rahmetinin genişliğini özellikle vurgulamıştır.
Keza azabından bahsettiği âyette sadece onun çok şiddetli olduğunu ifade ettiği
halde rahmet ve mağfiretini anlatırken bunları "gafur ve rahîm"
şeklinde doğrudan doğruya kendi isimleri olarak zikretmiştir ki bu da yine onun rahmetini
azabından daha Önemli tuttuğuna işaret
eder. Ayrıca Allah'ın rahmetini gazabından daha geniş gösteren hadisler de vardır. [78] c)
Peygamber'ine hitaben, "Kullanma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir" buyurarak bir
bakıma rahmet vaadini zamanı geldiğinde yerine getireceğine bizzat
Peygamber'ini şahit tutmuştur, d) "Kullarıma... bildir" buyurmakla,
ibadetleri eksik de olsa, Allah'a inanıp kulluğunu kabul etmiş herkesin, günahkâr bile olsa, rahmetine lâyık
olduğunu anlatmak istemiştir. [79]
51. Onlara İbrahim'in
misafirlerini hatırlat. 52. Onun yanına girip selâm vermişler, o da "Doğrusu biz sizden
korkuyoruz" demişti. 53. "Korkma", dediler, "Biz sana
bilgili bir çocuk müjdeliyoruz." 54. İbrahim, "Üzerime yaş- İdik çökmüş olmasına rağmen bana böyle bir müjde
getiriyorsunuz öyle mi? Peki bana
neyi müjdeliyorsunuz?" dedi. 55. "Sana gerçeği müjdeledik. Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!" dediler. 56-
"Haktan sapmış olanlardan başka kim rabbimin rahmetinden ümit
keser!" dedi. 57. "Ey Elçiler! Göreviniz nedir?" diye sordu. 58.
Dediler ki: "Aslında biz, suçlu bir kavme (ceza vermek için) gönderildik. 59. Yalnız Lût'un ailesine
zarar gelmeyecek, onların hepsini kurtaracağız. 60. Fakat karısı hariç! Biz
onun da geride kalanlardan olmasını
takdir ettik," [80]
51-56. Hz. İbrahim'e meleklerin gönderilmesi ve sonrasında
gelişen olaylar Hûd sûresinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. [81] Konunun
burada tekrar özetle hatırlatılmasınm sebebi ise az önceki
âyetlerde bahsedilen Allah Te-âlâ'nın rahmetinin genişliğine ve azabının
şiddetli olduğuna tarihten birer örnek göstererek insanların ibret almalarını,
buna göre hareket etmelerini sağlamaktır. Konumuz olan âyetlerde, Allah'ın
rahmetinin, gerektiğinde biz insanlara olağan üstü gelecek
derecedeki genişliğine bir örnek olmak üzere sevdiği kullarından olup
"dost" (halîl) diye nitelediği[82] Hz.
İbrahim'e meleklerden insan görünümünde misafirler
göndererek ona "bilgili bir çocuk" müjdelemesinden söz edilmektedir.
Hûd sûresinde bu çocuğun İshak olduğu bildirilir. Burada onun tek kelimeyle
"bilgili" diye nitelendirilmesi, bilginin mutlak değerine ve önemine
işaret eder.
Hz. İbrahim, böyle ummadığı bir
şekilde, olağan üstü bir haber almanın verdiği şaşkınlıktan dolayı "Peki bana neyi
müjdeliyorsunuz?" diye soruverdi. Bu bir bakıma
"Verdiğiniz müjdenin ne kadar şaşırtıcı olduğunun farkında mısınız?"
anlamına geliyordu. [83] Habercileri "Sana gerçeği müjdeledik"
demeleri ise "Eğer Allah bir
şeyin olacağını bildirmişse, olağanüstü de olsa bu bildirdiği haktır, mutlaka gerçekleşecektir"
anlamına gelir. "Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!" uyarısı da Hz. İbrahim'in şahsında sıradan
müminlere bir uyandır. Çünkü, bizzat
kendisinin "Rabbimin rahmetinden, sapmışlardan başka kim ümit keser?" şeklindeki sözünden de
anlaşılacağı üzere bir peygamber için ümitsizlikten söz edilemez.
Hûd sûresinde Hz. İbrahim'in eşine
müjde verildiği bildirildiğine göre melekler İshak'in doğacağını müjdelerken
İbrahim'in eşi de orada bulunuyordu ve her ikisine de müjde iletilmişti;
yaşlılıkları dolayısıyla bir çocuk beklemeleri mümkün olmadığı için ikisi de bu
habere şaşırmıştı. İbrahim ile eşinin ayrı ayrı yerlerde bulundukları ve
haberin kendilerine ayrı ayrı verildiği de düşünülebilir. [84]
57-60. Bu âyetlerde de
Cenâb-ı Hakk'ın azabının şiddetli oluşuna ve dilediğinde hak edenleri nasıl
cezalandırdığına bir delil ve ibret örneği olmak üzere Lût kavminin helak
edilişine değinilmekte, müteakip âyetlerde ise olayın ayrıntısı anlatılmaktadır.
"Görev" diye
çevirdiğimiz hatb kelimesi, tefsirlerde "tehlikeli durum, Önemli iş" gibi
mânalarla açıklanmıştır. Buna göre Hz. İbrahim, bir peygamber olarak kendi sezgisiyle
meleklerin sadece müjde için değil, tehlikeli bir görevi yerine getirmek üzere de geldiklerini hallerinden
anladığından böyle bir soru sormuş olmalıdır.
Nitekim 52. âyetten de bu anlaşılmaktadır. Buna göre melekler önce iyi haberi, sonra da kötü haberi vermişlerdir. İyi haber
Hz. İshak'la ilgili olanı, kötü haber
de Lût kavminin helak edileceği haberiydi.
"Suçlu kavim"den
maksat, Hz. Lût'un peygamber olarak gönderildiği Sodom halkıdır. [85] en
büyük suçlan ise -aşağıda açıklanacağı iizere-eşcinsellik idi. [86]
61-62. Elçiler Lût ailesine
geldiklerinde Lût onlara, "Doğrusu siz yadırganan bir topluluksunuz!"
dedi. 63, "Hayır, dediler, biz sana, insanların hakkında kuşkuya
düştükleri şeyi getirdik. 64. Sana» gerçeği getirdik. Biz muhakkak doğru
söyleriz. 65. Hemen gecenin bir vaktinde ailenin hızla yola koyulmasını sağla! Sen
de arkalarından git! Hiçbiriniz arkasına dönüp hnkıııtı- sın! Size emredilen
yere doğru gidin!" 66. Lût'a şu hükmü bildirdik: "Onlar, sabah vaktine girerken
son ferdine kadar yok edilmiş olacaktır!" 67. Şehir halkı sevinerek
geldiler, 68. Lût, "Bunlar benim misafirlerim, sakın beni utandırmayın?" dedi; 69.
"Allah'tan korkunuz, beni rezil etmeyiniz!"
70. "Seni el
âlemi korumaktan menetmedik mi?" dediler. 71. Lût, "İşte kadınlar, benim kızlarım, (nikâh) yaparsanız" dedi.
72. Hayatına yemin olsun ki onlar, sarhoş
(sersem) halleriyle saçmalayıp duruyorlardı. 73. Nihayet ortalık aydınlanırken
korkunç ses onları yakalayıverdi! 74. Ardından yurtlarının altını üstüne getirdik, üzerlerine pişirilmiş taşlar
yağdırdık! 75. İşte bunda ibret alacak olanlar için dersler vardır. 76. İşte o
kentin harabesi bir yol üzerinde hâlâ
duruyor. 77. Onda da inanlar İçin bir ders vardır. [87]
61-62. Görevli melekler Hz.
İbrahim'den sonra Lût'un yanına gittiler. Melekler,
insan suretinde görünmelerine rağmen Lût aleyhisselâm. "Doğrusu siz yadırganan
bir topluluksunuz, tamdık bildik kimseler değilsiniz, gelişiniz pek İyiye alâmet
değil!" anlamına gelen sözlerle endişesini ifade etmişti. [88]
63-65. Âyet metnindeki
"bel" (bilâkis, hayır) edatından anlaşıldığına göre melekler, Lût'un
kaygısını gidermek üzere, gerek kendisi gerekse öteki müminler için korkulacak bir
şey olmadığını; insanların yani inkarcı kavminin, kendilerine haber verilip
uyarıldıklarında kuşkuyla karşılayıp reddettikleri[89] felâketi
gerçekleştirmek üzere Allah tarafından gönderildiklerini, böylece gerçeği
getirdiklerini yani Allah'ın, inkarcılıkları sebebiyle müstahak olanlar için hükmettiği belânın
gerçek olduğunu ispatlamak için geldiklerini haber verdiler; ardından da Hz. Lût'un
ve ona iman eden yakanlarının söz konusu felâketten kurtulabilmeleri için
yapmaları gerekeni bildirdiler. [90]
66. Bu suretle Allah
Teâlâ, ıslahı gayri kabil olduğu anlaşılan bu kavmi toptan yok etme hükmünü Hz. Lût'a bildirdi. [91]
67-72. Kentin ahlâksız halkı,
Lût'un konukları olduğunu duyunca -muhtemelen onlara sarkıntılık etmek
üzere- geldiklerinde Hz. Lût onların niyetlerini sezdiği için kendilerini
uyardı; fakat "Seni el âlemi korumaktan menetmedik mi?" diyerek azgınlıklarında ısrar ettiler. Bu ifadeden
anlaşıldığına göre Hz. Lût onları daha önce
de bu ahlâksızlıklarından uzaklaştırmaya çalışmış; fakat olumsuz, hatta küstahça cevaplar almıştı. Buna rağmen son bir
defa daha "İşte kadınlar, benim kızlarım, (nikâh) yaparsanız" diyerek
onları arzularını meşru ve ahlâkî yollardan karşılamaya çağırdı. Bu sözüyle Lût, bir peygamber olarak kendisini
ümmetinin babası yerinde görüyor,
dolayısıyla ümmetinin kızlarını da kendi kızları kabul edi- yor[92] bu azgın
topluluğa, yapmak istediklerini bu kızlarla evlenerek yapmaları gerektiğini,
doğru ve meşru tutumun bu olduğunu bildiriyordu. Âyetlerin üslûbundan anlaşıldığına göre aslında bu kavim felâketi çoktan
hak et-mistİ. Fakat yüce Allah'ın, yukarıda işaret buyurulan geniş
rahmeti ve bir peygamber olarak Hz. Lût'un
ümmetine duyduğu şefkat nedeniyle yine de onlar, ahlâksızlıktan
vazgeçip hallerini düzeltmeye çağırılmıştır. Ne var ki, 72. âyetten anlaşıldığına göre sapık duyguları akıllarını başlarından
almış, ihtirasları gözlerim kör etmiş, mâkul ve ölçülü düşünüp hareket etme
kabiliyetlerini büsbütün kaybetmişlerdi. Âyetteki yemin ifadesi, onların bu
hallerinin artık ıslah edilemez olduğuna işaret etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Lût kavmi hakkındaki bu açıklamalarıyla
sadece geçmişteki bir toplum hakkında bilgi
vermeyi değil, daha önemlisi, insanoğlunun Allah'tan ve peygamberden
gelen her türlü uyarıya kulak tıkayarak beşerî tabiatına, arzu ve ihtiraslarına esir olması halinde sağlıklı düşünme
yeteneklerinin nasıl işlemez hale geleceğini,
en doğru ve yararlı öğütleri bile duyup anlayamayacak kadar insanlığını kaybedeceğini anlatmaktadır. [93]
73-74. Nihayet ortalık
aydınlanırken, yani hiç beklemedikleri bir saatte korkunç ses onları
yakalayıverdi! Ardından ülkeleri harap oldu, üzerlerine pişmiş çamurdan oluşan
taşlar yağdı. Böylece Allah'a âsi olup peygamberin ikazlarını ciddiye almadan,
hiçbir değer yargısı tanımadan, yüz kızartıcı ahlâksızlıkları bile hayasızca
ve fütursuzca işlemekte ısrar eden bir toplumun akıbeti ortaya konmuştur. [94]
75-77. Lût kavminin bu şekilde
tarih sahnesinden silinmesi insanlık için birçok bakımdan ibrete değer olarak
gösterilmekte, onlardan kalan Sodom kentindeki harabenin bir ibret levhası
olarak hâlâ bir yol üzerinde durduğu İfade edilmekte, Hz. Muhammed'in muhatabı
olan Kureyş halkının o harabeyi görerek ibret ve ders alması gerektiği hatırlatılmaktadır. [95]
Buna göre ticaretle meşgul olan Mekkeliler,
Suriye topraklarına yaptıkları ticarî seyahatleri
sırasında Lût kavminin yaşadığı Filistin'deki Sodom kentinden artakalan izleri
görüyorlardı. Muhammed Esed'in kaydettiğine göre[96] "Kuzey doğusunda Sodom ve Gomore bulunan Ölüdeniz'in kıyısını izleyerek kuzeye,
Suriye'ye doğru uzanan Kuzey Hicaz'daki bu yolun varlığı Amerikan Doğu Araştırmaları
Okulu (New Haven, Connecticut) tarafından yayımlanan hava fotoğraflarıyla
şaşırtıcı bir biçimde doğrulanmıştır. Söz konusu fotoğraflar bu eski yolu, Ölüdeniz'in doğu sahillerine az çok paralel bir
seyir göstererek kuzeye doğru kıvrılan
koyu bir çizgi halinde açıkça göstermektedir."
77. âyette "Onda da
inananlar için bir ders vardır" buyurulurken Mekke müşriklerinin, inkâr
ve inatları sebebiyle bu anlatılanlardan ibret alacak akıl ve basîre-te sahip olmadığına bir
ima vardır. [97] Çünkü durumu ve davranışlarını
sorgulamayan, hakka ulaşmak gibi bir arayışı olmayan ve kaygı taşımayanlar bu tür
kanıtlardan ders alma ihtiyacını da duymazlar. [98]
78. Eyke halkı da gerçekten bir
zalimler topluluğu idi. 79. Biz onların da cezasını
Terdik. Bu İki şehir açıkça bilinen bir yol üzerindedir. [99]
78-79. Tefsirlerde Eyke'nin, Hz. Şuayb'm peygamber olarak
gönderildiği, Mısır ile Filistin arasında, Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adı
olan Med-yen ile aynı yer olduğu, ağaçlık bir
yer olması dolayısıyla buraya Eyke denildiği belirtilmektedir. Hz. Şuayb
döneminde buralarda Araplar'ın Emur (Amorite) koluna mensup kabileler oturuyordu. [100]
78. âyette geçen zulüm kavramı,
başta inkarcılık olmak üzere her türlü inkâr ve isyanı ifade etmektedir.
Nitekim Lokman sûresinde de (31/13) "Gerçekte şirk çok büyük bir
zulümdür" buyurulur. İbn Kesîr, buradaki zulmü, "Eyke halkının
Allah'a ortak koşmaları, yol kesmeleri, ölçü ve tartıda haksızlık
etmeleri" şeklinde açıklamakta olup bu açıklama, Â'râf ve Hûd
sürelerindeki bilgilere dayanmaktadır. Söz konusu surelerde bildirildiğine
göre Şuayb da diğer peygamberlerin davetlerini tekrarlayarak Medyen halkını
Önce Allah'a kulluk etmeye, O'ndan başka tanrı tanımamaya çağırmış; fakat
onlar zulümlerine devam etmişler yani İnkarcılıkta, günah ve İsyanda ısrar
etmişler, bu yüzden de hak ettikleri cezaya çarptırılmışlardır. "Bu iki şehir
açıkça bilinen bir yol üzerindedir" buyurularak Eykeli-ler'le Sodomlular'ın
aynı coğrafî bölgede yaşadıklarına işaret edilmiştir. [101]
80. Kuşkusuz Hicr halkı da
peygamberleri yalancılıkla suçladılar. 81. Oysa onlara âyetlerimizi de
gönderdik, fakat bunlara sırt çevirdiler. 82. Onlar, güvende olmak üzere
dağlan oyarak barınaklar yaparlardı. 83. Ama sonunda sabaha girerlerken
korkunç ses onları da yakaladı! 84. Aldıktan tedbirin kendilerine hiçbir faydası
olmadı. [102]
80-82, Geçmişte inkâr ve
isyanları nedeniyle bazı toplumların uğradıkları felâketler hakkında bilgi verilerek
bunlardan ders almak gerektiğini anlatan âyetlerin bu bölümünde de Hicr halkından yani Semûd kavminden
bahsedilmektedir. Bu sûrenin girişinde de
belirtildiği gibi Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teyma'm yaklaşık
Konumuz olan âyette Hicr şehrinde
yaşayan kavmin ve bunlara gönderilen peygamberin ismi verilmemektedir. Ancak
müfessirler, Semûd kavminin kayaları oyarak evler yaptıklarını bildiren âyetleri[103] dikkate alarak Hicr'de yaşayan
topluluğun Semûd kavmi, peygamberlerinin de Salih aley-hisselâm olduğunu
belirtmişlerdir. Aslında bu kavme sadece Hz. Salih peygamber gönderilmiş, onu
da yalancılıkla suçlamışlardır. Bir peygamberi reddedenler, aynı temel gerçekleri
temsil eden öteki peygamberleri de reddetmiş sayılacağından âyette bu kavmin
"peygamberler"! yalancılıkla suçladığı bildirilmiştir. [104]
Buradaki "âyetler"
genellikle Hz, Salih'in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan mucizeler olarak
açıklanmıştır. [105] "Rablerini inkâr
etmiş[106] tevhid inancından sapmış olan Semûd kavmi, kendilerini
hidayete kavuşturması için gönderilen Hz. Salih'i yalancılıkla suçlayarak, doğru olduğunu
kanıtlaması için mucize göstermesini istemişler. [107] Salih de bir deveyi göstererek istedikleri
mucizenin bu devede olduğunu ifade
etmiş; çok özel bir yaratık olan bu deveye zarar vermemeleri hususunda kavmini uyarmış; ayrıca Allah'ın kendilerine
lütfettiği bazı nimetleri sıralayarak bunları hatırda tutmalarını ve ülkede
karışıklık çıkarmamalarını, zihinleri bulandırma-malannı istemiştir. Fakat
onlar bildiklerinden s.îişm;ıdıkhsn gibi söz konusu deve
yi de boğazlamak suretiyle
isyankârlıklarını apaçık ortaya koymuşlar; "Ey Salih! Eğer sen gerçekten
peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" [108] diyecek kadar ileri
gitmişlerdi. [109]
83-84. Nihayet Hicr halkı,
burada ve diğer ilgili âyetlerde[110]"racfe"
(dehşetli sarsıntı), "sayha" (korkunç ses), "azab",
"tâ-gıye"
(yakıp yıkıcı bir felâket) kelimeleriyle özellikleri ifade edilen bir felâketle
cezalandırıldılar.
Felâketin gelmesi sırasında, bir ömür boyu kazandıktan, biriktirdikleri servetler,
kayaları oyarak hazırladıkları, sağlam ve güvenilir olduğundan kuşku duymadıkları
evler, bir anlık felâketin getirdiği yıkımdan kendilerini kurtaramadı.
Böylece, Salih peygamberin kurtarıcı uyarılarım hiçe sayarak İnkâr ve isyankârlıkta
ısrar etmenin, özellikle peygamberin uyarıcı tehditlerini ciddiye almamanın cezasını ağır bir
şekilde gördüler.
Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de daha
fazla bilgi bulunmamakla birlikte tefsirlerde ayrıntılı bilgi veren uzun
rivayetler kaydedilir. [111] Ancak Kur'ân-ı
Kerîm'e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmayan bu rivayetlerin
doğruluğu şüphelidir. Esasen bizim için önemli olan olayın tarihî ayrıntıları
değil, ders ve ibret almaya değer olan yönü olup bu da Kur'ân-ı Kerîm'de gerektiği kadar
verilmiştir. [112]
85,8iz, gökleri, yeri ve bunlar
arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yarattık. O
saat de mutlaka gelecektir. Sen şimdi güzel bir şekilde hoşgörülü ol. 86. İyi
bilesin ki rabbin, evet O, muhakkak surette eşsiz yaratandır, bilendir. [113]
85. Yukarıda, geçmiş
kavimlerin haksız, inkarcı ve isyancı tutumlarıyla bunların sonuçlarına dair ibret
alınmaya değer bazı bilgiler verildikten sonra burada da gökler, yer ve bunlar arasındaki
varlıkların, olayların ontolojik veya gaî değerine ve anlamına işaret
edilmektedir. "Bİr gaye ve hikmetle" diye çevirdiğimiz metnindeki bi'1-hakkı
deyimine bağlı olarak bu âyet, tefsirlerde[114] genellikle iki değişik anlamda açıklanmıştır:
Ayetteki hak kelimesi "adalet
ve insaf anlamında da yorumlanmıştır. Buna göre Allah, âlemi ve onda olup bitenleri, bu arada
insanlığın tarihini de bir haksızlık ve
zulme göre değil, insaf ve adalet ölçülerine göre yaratıp yönetmektedir, yaratılışın
yasası adalettir. Şu halde geçmişteki bazı kavimler yaratılmış, sonra on
ların başına çeşitli felâketler gelmişse
bunun sebebi, Allah'ın onlara haksızlık yapmayı istemiş olması değildir. Çünkü "O'nun sözü (hüküm, yasa), hem
doğruluk hem de adalet bakımından
tamamlanmıştır. [115] Allah ve kendilerine gönderilen peygamber, o kavimlere, iman edip
hallerini düzeltmeleri için gerekli
bütün uyarıları yapmışlar, olabilecek bütün fırsatları tanımışlar, fakat
onlar yine de bildiklerinden şaşmamışlardır.
Bu durumda ceza günü geldiğinde onların cezalandırılması da haktır, adaletin gereğidir.
Hak kelimesi, bâtılın zıddı olarak ontolojik
gerçekliği ifade eder. Buna göre âyetin
anlamı şöyledir: Evren ve onda bulunan varlıklar, akıp giden olaylar, bazı
aşın şüpheci filozofların yahut bir kısım mutasavvıfların iddia ettiği gibi bir
hayal, bir serap, bir vehim değil[116]birer gerçek olarak var kılınmıştır. Varlık gibi
varlığa ilişkin bilimsel bilgiler gerçektir ve bunlara güvenilmesi gerekir, kuşkular yersizdir. Bu cümleden
olmak üzere Allah'ın geçmişe dair yukarıdaki âyetlerde özet olarak verdiği
bilgiler de hakikaten yaşamış olan
toplumların hayat ve gidişatına, hak ettikleri için başlarına gelen belâlara dair
gerçek bilgilerdir. Eğer Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği toplumlar o eski milletlerin yanlış tutumlarını
tekrarlarsa onlar da bir şekilde bunun cezasını
görürler. Nihayet bir gün gelecek, kıyamet saati de akıp giden gerçekliğin bir devamı olarak kesinlikle vuku bulacaktır.
Âyetin sonunda Hz. Peygamber'e ve
onun şahsında eğitim, irşad ve aydınlatma görevi yapan herkese -muhatabın tutumu olumsuz,
sert ve kırıcı da olsa- bu tür faaliyetlerini
ümitsizliğe veya öfkeye kapılmadan, mümkün olduğunca yumuşak davranarak,
kırmadan, İncitmeden, güzellikle, hoşgörülü bir tarzda sürdürmeleri
öğütlenmektedir. [117]
86. Hz. Peygamber'den sabırlı ve hoşgörülü
olmasını isteyen âyetin ardından yüce
Allah'ın eşsiz ve kesintisiz yaratıcılığı ve bilgisi hatırlatılmakta; bu
suretle, dolaylı olarak Resûlullah'ın, inkarcılar kendisini dinlememekte
direniyorlar diye hoşgörülü tutumunu değiştirip sertleşmemesi istenmektedir.
Çünkü Peygamber'İn görevi ve
sorumluluğu peygamberlik ahlâkına uygun bir incelik ve güzellikte Hakk'ın hükümlerini tebliğ etmektir; gerisi her
şeyi yapıp yaratan, bilip gözeten Allah'a
aittir. [118] İbn Âşûr'a göre [119] burada, yüce Allah'ın bu inkarcı topluluk
arasından ve onların soyundan Peygamber'e candan dost olacak
yeni bir nesil yaratacağına dair
bir müjde anlamı da sezilmektedir. Nitekim bu müjde kısa zamanda gerçek olmuş; Allah
Teâlâ, başlangıçta Peygamber'in amansız düşmanı olan kesimden veya onların çocuklarından
mallarını ve canlarını Allah ve Resulü'nün
yoluna adayan iman ve vefa âbidesi bir topluluk meydana getirmiştir. [120]
87. Kuşkusuz sana tekrar tekrar
okunandan yedi (âyeti) ye yüce Kur'an'ı verdik. 88. Sakın ola ki, onlardan bazı gruplara
verdiğimiz geçici dünya nimetine göz dikmeyesin! Onlardan dolayı üzülme,
müminlere karşı da
alçakgönüllü ol! 89. "Kuşkusuz ben apaçık bir uyarıcıyım" de. 90.
Nitekim biz, bölüp parçalayanları
cezalandırdık. 91. Kur'an'ı parçalara ayıranlar yok mu? 92-93. Rabbine andolsun
ki yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!
94. Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere aldırış etme! 95-96. Allah'ın yanında başka bir tanrı daha
edinen o alaycılara karşı biz senin
yanındayız. Onlar ileride anlayacaklar! 97. Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını muhakkak ki
biliyoruz. 98. Ama sen rab-bini hamd
ile teşbih et, secde edenlerden ol! 99. Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et. [121]
87. Allah Teâlâ,
putperestlerin Hz. Peygamber'i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına
karşı resulünü teselli etmek üzere, kendisini âdeta çok değerli bir hediye ile,
tekrar tekrar okunan yedi (âyeti) ve yüce Kur'an'ı vermekle onurlandırdığını
İfade buyurmaktadır.
"Tekrar tekrar okunan yedi
(âyet)" diye çevirdiğimiz âyet metninde geçen mesânî kelimesi, mesnâ veya
mesnâtün kelimesinin çoğulu kabul edilmiştir; "övgü" anlamındaki
senadan gelebileceği de belirtilmektedir. Mesânî kelimesi "katlanıp
bükülerek ikilenen, başka bir şeyle takviye edilen" gibi mânalara gelir.
Bir şeyin büklümlerine, kadarına da mesânî denilmekte, "tekrar tekrar
yapılan, okunan" gibi bir anlamda da kullanılabileceği ifade edilmektedir.
Konumuz olan âyetteki "seb'an mine'1-mesânî" ifadesi müfessirleri
epeyce meşgul etmişse de bu hususta en fazla kabul gören iki yorum vardır:
a) Bir görüşe göre bu
ifade ile KuT'ân-ı Kerîm'in, "es-seb'u't-tuvel" diye anılan en uzun yedi
sûresi kastedilmiştir. Bunlar Bakara, Âl-İ İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl
(başında besmele bulunmayan Tevbe sûresi ile birlikte) sûreleridir. Bu sûrelerin
"mesânî" diye anılmasının sebebi, içlerinde farzlara, hukukî emir ve yasaklara,
cezalara ve geçmiş toplumlara dair ibretli kıssalara geniş bir şekilde ve tekrar tekrar
yer verilmesidir. Ancak Hicr sûresi Mekke'de, anılan yedi uzun sûreden En'âm ve
A'râf in dışındakiler ise Medine'de inmiştir. Bu durumda Mekke'de inen bir
sûrede, henüz ortada bulunmayan sûrelerden söz edilmesi mâkul gözükmemektedir.
Gerçi sûrenin özellikle bu âyetinin Mekke'de indiği söylenmişse de bu bilgi itimada
şayan görülmemektedir.
b) Daha çok kabul gören
diğer görüşe göre "seb'an mine'l-mesânî" ifadesiyle Fatiha sûresi
kastedilmiştir. Sûrenin böyle anılması İse yedi âyetten oluşması, namazda tekrar tekrar
(her rek'at) okunması, her okunuşta arkasından bir de zammı sûre İlâve edilerek
bir nevi ikilenmesi, katlanması, sûrenin -ilki Allah Teâlâ'ya hamd ve sena, ikincisi
dua ve niyaz olmak üzere- iki bölümlü olması, biri Mekke'de peygamberliğin ilk
döneminde, diğeri Medine döneminde olmak üzere iki defa nazil olması gibi sebeplerle
izah edilmektedir. [122]
88, Hz. Peygamber'e ve
İslâm'a karşı cephe alıp düşmanlık edenler arasında, müreffeh bir hayat yaşayan
Mekkeli şımarık zengin kişiler ve aileler de yer alıyor, müslümanlar ise büyük
ölçüde yoksul ve mazlum kişilerden oluşuyordu. İşte Allah Teâlâ, resulünden ve onun şahsında ümmetinden,
inkarcı kişi ve grupların elinde bulunan ve
onlar için görünüşte zenginlik, fakat hakikatte bir imtihan vesilesi (fitne) olan dünya malına imrenmekten
sakınmalarını istemektedir. Bu buyruk, İslâm'ın sırf ekonomik dengesizlikten, gelir farkları arasındaki uçurumdan
kaynaklanan toplumsal bir baş kaldın olmadığını göstermesi bakımından
anlamlıdır. İslâm, kıskançlıktan kaynaklanan bir duygusal tepki hareketi
değildir. Kur'an, sosyal adaletin
sağlanmasına yönelik tedbirlerin de içinde bulunduğu topyekün bir ıs-Itıh projesidir. Allah, bu projenin yer
aldığı "tekrar tekrar okunan yedi âyeti yunul 15/Hicr Sûresi, Âyet: 87-99,
sûreyi ve bütünüyle yüce Kur' an'
ı" vermekle resulünü en büyük nimete mazhar kılmış, peygamberlikle
şereflendirmiştir; onunla birlikte müminlere de nihaî zaferin ve ebedî kurtuluşun
yolunu açmıştır. Böylece Allah'ın, Peygamber'ine ve müminlere lütfettiği bu kalıcı nimetler dikkate
alındığında inkarcıların elindeki bütün maddî
imkânlar önem ve değerini kaybeder. Bu durum karşısında inkarcıların bu tür nimetlerden daha fazla yararlanmalarından[123] yahut iman
etmemelerinden, mallarıyla yoksullara ve dine hizmet etmemelerinden dolayı[124] üzülmemek gerekir.
Bir peygamber için asıl önemli
olan ve kendilerine değer verilmesi gerekenler, ona inanıp bağlanmış olan
müminler topluluğudur. Bu nedenle Allah Teâlâ Hz, Peygamber'e, ümmetine karşı
alçak gönüllü olması, yumuşak davranması, yakınlık göstermesi, onları
incitecek katı ve kaba söz ve hareketlerden sakınması hususunda öğütlerde
bulunmaktadır. [125] Kuşkusuz, buradaki
buyruklardan Resûlullah'ın ümmetine karşı yanlış hareket ettiği, kibirli
davrandığı ve bu yüzden uyarıldığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Her şeyden
önce iman ve ibadette olduğu gibi ahlâk konularında da bir eğitim rehberi olan Kur'ân-ı
Kerîm'in bu
ve benzerî âyetleriyle aynı zamanda bir ahlâk örneği ve önderi olması sıfatıyla
Peygamber
efendimizin şahsında onun yolundan giden müminler eğitilmekte, en güzel ahlâka
özendirilmektedir. [126]
89.Hz. Peygamber'e,
kendisinin açık bir uyarıcı olduğunu insanlara bildirmesi emredilmektedir.
Onun hem bir uyarıcı olduğu hem de uyardığı hususların doğruluğu açık ve kesindir.
Allah, başlangıçtan itibaren sahih itikad, yüksek ahlâk ve güzel yaşayış
konularında insanları aydınlatıp aksine hareket edenlerin dünyada ve âhirette
karşılaşacakları sıkıntıları, acıları kendilerine açıkça bildiren uyarıcılar göndermiştir,
Hz. Muhammed'in de bunlardan olduğunda kuşku yoktur. Âyet, ona bu gerçeği insanlara
bildirmesini emretmekte ve dolaylı olarak, insanların da bu uyarıcıya kulak
vermeleri gerektiğine, aksi halde uyarı konusu olan dünyevî yıkım ve âhiret
azabının -yukarıda anılan eski kavimlere olduğu gibi- bunların da başlarına
gelirse bunun hak edilmiş bir akıbet olacağına işaret etmektedir. [127]
90.Allah, "bölüp
parçalayanlar" ı cezalandırmıştır, Burada "bölüp parçala yanlarda
kimlerin kastedildiği ve neyi bölüp parçaladıkları hususunda farklı yorumlar
yapılmıştır. Bir yoruma göre bunlar, Kur'an'ı İşlerine geldiği gibi bölerek bir kısmına inanan, bir
kısmım reddeden yahudi ve hıristiyanlardtr. [128] Bir rivayete göre âyette, sırf Kur'an'la alay
etmek için "Şu sûre benim, şu sûre senin" diye Kur'an'I aralarında paylaşan
Ehl-i kitap kastedilmiştir, Başka bir yoruma göre âyette Kureyş putperestlerinin bir
bölümü kastedilmiştir. Rivayete göre hac mevsiminde bir kısım Mekkeli bölük bölük
ayrılıp yollara dağılır, dışarıdan gelenlere Hz. Peygamber aleyhinde "O bir
mecnun!", "O bir şair!", "O bir sihirbaz!" diye propaganda yaparlardı.
Taberî bu görüşlere dair
bilgiler verdikten sonra kendi yorumunu şöyle ifade eder: "Allah, resulüne,
Kur'an'ı bölüp parçalayanlara şu hususu bildirmesini emretmektedir: Peygamber,
Allah'ın öfkesi ve cezalandırması konusunda insanları uyarmakla görevlidir. Gerek
kendi aralarından gerekse daha önceki ümmetlerden vahyi bölüp parçalayanların başlarına gelenler onların
da başına gelebilir.
'Bölüp parçalayanlardan' Tevrat ve İncil'e inanlar
kastedilmiş olabilir; çünkü onlar Allah'ın
kitabını kısımlara ayırıyor; yahudiler Tevrat'ın bir kısmını kabul ederken geri
kalan kısmım tanımıyor, İnciPi ve Kur'an'ı da reddediyor; hıristiyan-lar ise İncil'in bir kısmını benimserken geri
kalan kısmını, ayrıca Tevrat'ı ve Kur'an'ı
reddediyorlardı. Ancak burada Kureyş putperestleri de kastedilmiş olabilir. Çünkü onlar Kur'an hakkında farklı gruplara
ayrılıyor; bir kısmı ona şiir, bir kısmı
kehânet ürünü, bir kısmı eskilerin masalları diyordu... Sonuç olarak bu âyet-lerde
hangi kesimin kastedildiğine ilişkin Kur'an'da kesin bir delil bulunmadığı gibi
Hz. Peygamber'den nakledilmiş bir açıklama ve aklî bir kanıt da yoktur."
Bu durumda Taberî'ye göre,
Allah'ın vahyini, bir kısmına inanıp bir kısmım reddetmek suretiyle parçalayan
her türlü eski ve yeni inkarcı zümrelerin âyetin kapsamına girdiğini düşünmek
en doğru yaklaşımdır. Ayet Allah'ın kurtarıcı mesajlarını bu şekilde
yıpratmaya ve tesirsiz kılmaya çalışan her inkarcı kesimin ilâhî cezalara uğratıldığını hatırlatmaktadır. [129]
91-93. Eski kitaplara yapıldığı gibi Kur'ân-ı
Kerîm'i parçalara ayıranlar da yaptıklarından
dolayı muhakkak surette Allah katında sorguya çekilip cezalandırılacaktır. Bu
tavır birçok eski kavmi yıkıma götürmüştür, Mekkeli putperestler de vahyi bu şekilde bölüp parçalamanın cezasını
görmüşlerdir. Çünkü Kur'an bütünüyle Allah'tandır, bir tek âyeti bile
O'ndan başkasına nispet edilemeyeceği gibi yine
bir tek âyeti dahi değersiz ve anlamsız görülemez. Allah'ın kitabı bir bütündür, hükümleri geneldir. Hakk'ın yoluna koyulup o
yolda ilerleyenler için Hakk'ın hükümlerinin hepsi de mutlaka bir yönden
yararlıdır, gereklidir; onların -bir bölümünün dahi olsa- faydasız olduğu, reddedilebileceği asla düşünülemez.
İnsanlar, içinde yaşadıkları zamana,
şartlara, ihtiyaçlara, bilgi ve kültür düzeylerine göre vahiy billuruna farklı açılardan bakabilir, orada
farklı renkler görebilirler; onu az çok farklı yorumlayıp algılayarak ondan değişik biçimde yararlanabilirler;
fakat "Şurasını kabul ediyorum,
burasını etmiyorum" diyemezler. Aksine dayrıııuuılıır, Allah'ın huzurunda yaptıklarının hesabını
verecek(erdir. [130]
94-96. Hz. Peygamber'den,
putperestlerin inkarcı ve kaba davran ıslımı w iti dırmadan kendisine bildirilen
ilâhî gerçekleri savunması, İnsanlara duyurmusı ıs tenmekte; bu arada kendisiyle
alay etmeye kalkışanlara karşı Allah'ın yardımımı güvenmesi telkin edilmekte;
birtakım değersiz nesneleri Allah'a ortak koşacak kadar düşüncesiz olduklarına
bakmadan, Peygamber'le alay etmeye kalkışanların; onun gönlünü inciten, canını
sıkanların bu yaptıklarının Allah tarafından bilindiği kendisine hatırlatılarak
moralini bozmaması, cesur olması telkin edilmektedir. Ta-berî, Resûhıllah'a
karşı alaycı davrananların bilhassa Kureyş'in önde gelenleri olduğunu belirterek
bunların isimlerinin yer aldığı rivayetleri aktarmaktadır. [131]
Basta peygamberler olmak üzere
büyük inanç, fikir ve aksiyon adamlarının en önemli özelliklerinden biri,
her türlü güçlük, engel ve engellemeye aldırış etmeden, yılmadan temsil ettikleri
inancı, düşünceyi, dünya görüşünü azim ve kararlılıkla sürdürmeleridir. Hemen
bütün peygamberlerin ve diğer önder şahsiyetlerin, davalarını toplumlara
anlatma mücadelesi verirken en sık mâruz kaldıkları karşı davranışlardan biri alay ve hakaret olmuştur.
Alay etmek, Mekkelİ İnkarcı ve zalimlerin de
Hz. Peygamber'e ve müminlere karşı en sık başvurdukları mücadele yöntemlerinden biri idi. Fakat -bu âyetlerde de
görüldüğü gibi- Resûlullah aley-hisselâm,
Kur'ân-ı Kerîm'İn eğitimi ve irşadı ile iradesini beslemiş; Allah'ın yardımını
her zaman yanında hissetmiştir; bu sayede putperestlik, inkarcılık, zulüm, cehalet ve ahlâksızlıktan ibaret olan bir zihniyetin
vahyin gerçekleri karşısında yıkılmaya
mahkûm olduğuna inancım asla kaybetmemiştir. [132]
98-99. "Kesin olan
şey" diye çevirdiğimiz son âyetteki yakîn kelimesi, "ölüm; Allah'ın
vaad ettiği, gerçeklemesi kesin olan zafer", "kesin bilgi" gibi
farklı
şekillerde açıklanmıştır. Taberî'nin aktardığı rivayetler[133] yakîn kelimesinin daha çok
"ölüm" olarak tefsir edildiğini, aynca Hz. Peygamber'İn de zaman zaman kelimeyi bu
anlamda kullandığını göstermektedir.
Kelime "kesin bilgi"
veya "zafer" mânasına alınırsa tercümenin "İbadet et ki bilgiye/zafere
ulaşasın" şeklinde olması gerekir.
Hz. Peygamber'e karşı mücadele
edenlerin, bütün davranışlarının mahiyetini belirleyen temel inançlarının
Allah'a ortak koşmak olduğuna az önce [134] işaret edilmişti. Şu
halde Peygamber'İn ve onun izinde gidenlerin temel inanç ve tutumları da Allah'ı
bir bilip O'na kullukta sebat etmek olmalıdır.
Kuşkusuz, "Allah'ı hamd ile
teşbih et!" buyruğu, hem "elhamdülillah..., süb-hânallah..." gibi
güzel sözlerle dilimizi süslemeyi hem bu ifadelerin anlamıyla kalp ve zihnimizi
bezemeyi hem de bu inancı hayatımızın belirleyici ilkeleri kıl- mayı gerektirir.
"Secde et" yerine "...secde edenlerden ol!" buyurulması da
müs-lüraanlann
Hak yolunda birlikte davranmalarını, aynı inancı ve dinî davranışı paylaşmalarını ima
etmektedir.
Kulun rabbini hamd ile teşbih
etmesi, yani O'mı övgüyle anarak her türlü eksiklikten, sanma yaraşmayacak
niteliklerden tenzih edip yüceltmesi; rabbi karşısındaki tevazuunun, O'na karşı
duyduğu derin saygının en çarpıcı ifadesi olmak üzere huzurunda secdeye kapanması
ve nihayet hayatı boyunca rabbine bu şekilde kulluğunu sürdürmesi, hem bir
kulluk görevi hem bütün kötülere ve kötülüklere karşı rabbinin yardım ve
desteğine liyakat kazanmasının şartı hem de O'ndan gelen yardım ve lütuflar
için bir şükür görevidir.
Böylece Hicr sûresi gerek
Peygamber efendimizi gerekse onun şahsında ümmetini kötüleri ve kötülükleri
yenme hususunda azimli ve kararlı davranmaya, Ce-nâb-ı Hakk'ın yardım ve desteğini
yanımızda bilerek ümitli ve azimli olmaya, bunun için de hayatımız boyunca
rabbimİzİn şanını yüceltip kulluğumuzu sürdürmeye çağıran, bu yönde bizi
aydınlatan âyetlerle son bulmaktadır. [135]
[1] bk. âyet 94
[2] XIII, 6
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/299.
[4] fazla bilgi için bk. Ömer Faruk
Harman, "Hicf',DÎA, XVII, 454-455
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/299.
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/299.
[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/300.
[8] İslâm bilginlerinin bu harflerle
ilgili görüş ve yorumlan hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1
[9] XIV, 1
[10] II, 309
[11] XIX, 151
[12] XIV, 8
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/300-301.
[14] XX, 154
[15] Furkan
25/26-29
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/301.
[16] Feyyûmî, ei-Misbâhu'l-münîr,
"emi" md
[17] Buhârî,
"Rikak", 5
[18] meselâ bk. îbn Hibbân el-Büstî,
Ravzatü'î-ukalâ\ s. 129-132; Mâverdî, Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, s. 146-147
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/301-302.
[20] bu konuda
bilgi için bk. En'âm 6/2
[21] Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/302-303.
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/303.
[22] Nahil 16/43;
Enbiyâ 21/7,105
[23] meselâ bk.
Tir-mizî, "Sevâbü'l-Kur'ân", 14
[24] XIX, 158
[25] bk. Enbiyâ
21/5; Sâffât 37/36
[26] Ateş, V, 54
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/303-304.
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/304.
[28] XIV, 19
[29] Bu hususta
daha fazla bilgi ve farklı açıklamalar için bk. En'âm 6/8; Ankebût 29/53-54
[30] Şevkânî, III,
139
[31] Zenıahşerî,
II, 310
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/304-305.
[32] XIV, 7
[33] Razı, XIX, 166
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/305-306.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/306.
[36] Râgıb
el-İsfahânî, eî-Müfredât, "şya" md.; Zemahşerî, II, 311
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/306-307.
[38] İbn Aşûr, XIV,
24-25
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/307.
[39] İsrâ 17/93
[40] Müddessir
74/52
[41] 6/7-8
[42] En'âm 6/7
[43] Tûr 52/29
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/307-308.
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/309.
[46] 6-7 ve 15.
âyetlerde
[47] bilgi için
bk. Kürşat Demircİ-İlhan Kutluer, "Burç", Dİ A, VI,
421-424
[48] en-Nisâ 4/78
[49] meselâ bk.
Kurtubî, X, 14; Şev-kânî, m, 142
[50] bk. Taberî,
XIV, 14; İbn Kesîr, IV, 446
[51] III, 45
[52] meselâ bk.
Taberî, XIV, 14; Kurtubî, X, 15-17
[53] Tür 52/29;
Hakka 69/42
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/309-311.
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/311-312.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/312.
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/312-313.
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/313.
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/313.
[60] Rahman 55/14
[61] Taberî, XIV, 28-30; İbn
Âşûr, XIV, 41-42
[62] insanın
fiziksel oluşum ve gelişimi hakkında bilgi için bk. Mü'minûn 23/12-14
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/313.
[63] bk. Taberî, XIV, 27, 30;
Kurtubî, X, 25,28
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/313-314.
[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/314-315.
[66] meselâ bk.
Bakara 2/34; A'râf 7/11; İsrâ 17/61
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/315.
[68] ayrıntılı bilgi için bk.
Bakara 2/30-39; A'râf 7/11-25
[69] aynntı İçin
bk. 17/85
[70] III, 278 vd
[71] İsrâ 17/85
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/315-318.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/318.
[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/318.
[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/319.
[76] En'âm 6/115
[77] XIX, 194-195
[78] meselâ bk.
Buharı, "Tevhid", 15, 22, 28; "Edeb", 19; Müslim,
"Tevbe", 14-16
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/319-320.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/320-321.
[81] Hûd 11/69-83
[82] en-Nisâ 4/125
[83] Zemahşerî,
II, 315
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/321.
[85] İbn Atıyye,
III, 366
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/322.
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/322-323.
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/323.
[89] Zemahşerî,
II, 316
[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/323.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/323.
[92] Zemahşerî,
II, 317
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/323-324.
[94] krş. A'râf
7/80-84; Hûd 11/69-83; Şuarâ 26/160-173; Nemi 27/54-58
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/324.
[95] Zemahşerî, II, 318; İbn Atıyye, III, 370
[96] II, 524
[97] ibn Âşûr, XIV,
70
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/324-325.
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/325.
[100] bilgi için
bk. A'râf, 7/85-93; Hûd 11/84-95
[101] İbn Kesîr,
IV, 462
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/325
[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/326.
[103] A'râf 7/74;
Şuarâ 26/141-149
[104] Zemahşerî,II,318;Kurtubî,X,51
[105] Taberî, XIV,
50; Kurtubî, X, 57-58
[106] Hûd 11/68
[107] Şuarâ 26/154
[108] A'râf 7/77
[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/326-327.
[110] A'râf
7/78; Şuarâ 26/158; Hakka 69/5
[111] bk.
Taberî, VIII, 224-225; Râzî, XIV, 162
[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/327.
[113] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/327.
[114] meselâ
bk. Taberî, XIV, 50; Zemahşerî, II, 318
[115] En'âm
6/115
[116] bk. Âl-i
İnırân 3/191; Sâd 38/27
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/327-328.
[118] Taberî,
XIV, 51
[119] XIV, 78
[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/328-329.
[121] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/329.
[122] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/329-330.
[123] Taberî,
XIV, 60
[124] Elmalı-lı, V, 3077
[125] Taberî,
XIV, 61
[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/330-331.
[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/331.
[128] Taberî,
XIV,61
[129] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/331-332.
[130] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/332.
[131] bk. XIV, 69-72
[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:III/333.
[133] XIV,
73-75
[134] 96. âyet
[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/333-334.