Hicir Sûresinin Kapsadığı Başlıca Konular
Kur'ân'ın Müslümanlara Önemli Haberi
Peygamber (A.S.) Efendimize Deli Diyenler
Meleklerin Gelmesini İsteyenler
Kur'ân'ın Koruyucusu Allah'tır
İnkarcılara Gökten Bir Kapı Açılsa
Gök Haberleri Şeytanlardan
Korunmuştur
Allah'ın Varlığınadelâlet Eden Belgeler
Yeryüzünde Her Şeyin Belli Bir Programa Göre Yaratılması
Herşeyin Hazinesi O'nun Kat1ndadır
Rüzgârları Aşılayıcı Olarak Gönderir
Öldüren Ve Dirilten Ancak Allah'tır
Öne Geçmek İsteyenler - Arkada Kalmak İsteyenler
İnsanın Pişmedik Kuru-Aynı Zamanda Çürümüş Çamurdan Yaratılması
Cânn Da Daha Önce Dumansız Ateşten Yaratılmıştır
Cânn Veya Cin, İnsandan Önce Yaratılmıştır
Allah'ın Kendi Ruhundan Âdem'e Üflemesi
Dünyâ Bir Bakıma Zıtlar (Karşıtlar) Âlemidir
İki Sûrede Olayın İşleniş Tarzı Arasındaki Farkın Özeti
Göklerle Yer Hak İle Yaratılmıştır
Yaratma Kudreti Allah'a Aittir
Seb'ü'l-Mesânî (Tekrarlanan Yedi İkili Âyet)
Fatiha Sûresi Neden İkilenen Sûre Olarak Anılmıştır?
Küfrü Seçenlerin İman Etmemelerine Üzülmemek
Mü'minlere Karşı Mütevazı' Olmak
Peygamber (A.S.) Açık Bir Uyarıcıdır
Kur'ân'ı Parça Parça Etmek, Onu Bütünlüğü İçinde Değerlendirmemek Çok
Sakıncalıdır
Allah'ın Emirlerini Açıkça Tebliğ Etme Dönemi
O Dönemde Gelişen Olayın İçyüzü
İnsan Hayatını Nura Garkeden Üç Emir
Kur'ân'ın 15.
süresidir. İsmini, Semûd kavminin yaşadığı Hicir yöresinden söz edildiği için,
oradan alır.
Müfessirlerin
icma'ıyla, sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.
Âyet sayısı :
99
Kelime » : 654
Harf » : 2760
İbrahim Sûresi ile bu
sûre arasındaki bağlantı beş madde ile belirlenmiştir :
1— Her iki sûreye de «açık, açıklayıcı kitap»
sözüyle başlanmıştır.
2— İki sûre de değişik kelime ve anlatımla
inkarcı azgınların durumunu ve karakterlerini açıklamaktadır. Aynı zamanda
kıyametin'bazı önemli safhaları uyarıcı bir hatırlatma olarak iki sûrede
anlatılır.
3— İkisinde de kevnî âyetler sıralanır: Göklerin
ve yerkürenin yaratılış ve düzeni akla ışık tutan, malzeme veren deliller
olarak sıralanır.
4— Her
ikisinde de İbrahim Peygamber'in (A.S.) kıssasının bazı önemli noktaları
üzerinde durularak Arap Yarımadası'nda yaşayan putperestler ile kitap ehli uyarılır
ve çok yanlış bir yolda yürüdükleri anlatılır.
5— Elde
edilen zaferlerin, başarıların Allah'a ait olduğu belirtilir. O bakımdan
Allah'a dosdoğru imân ettikten sonra gerekli tedbirlerde kusur etmeyen kavim ve
milletlerin eninde, sonunda başarıya erişecekleri müjdelenir. [1]
— Kur'ân'ın
aydınlatıcı, doğru yolu gösterici vasıfları ve özellikleri anlatılır, bazı
misaller verilir. .
rilir.
— İnkarcı putperestlerin, sapık müşriklerin
doğru yolu seçmemekte ısrar ettikleri takdirde kendilerinden yüz çevirilmesi
tavsiye edilir.
— Peygamber (A.S.) Efendimizi hem inkâr
etmeleri, hem de alaya almaları üzerinde durulur ve yapılması gereken
emredilir.
Allah'ın varlığına,
birliğine delâlet eden belge ve kanıtlara yer ve-
— İblîs'in Âdem olayında secde etmemek
suretiyle Allah'ın emrine karşı geldiğine dikkatler çekilir; kibir, gurur,
bencillik ve kıskançlıktan kaynaklanan
isyanın çok tehlikeli olduğuna bu olay misal verilir.
— Cennetlikler ile Cehennemlikler konu edilirken
duygular kamçılanır, düşünceler yönlendirilir ve böylece ruhlara bol gıda
verilmeğe çalışılır. Aynı zamanda ümitler tazelenir.
— Hakk'a karşı baş kaldıran inkarcı azgınları,
sapık maddecileri uyarmak ve mü'minlerin de imân ve irfanlarını artırmak için
gelip geçen kavim ve milletlerden pasajlar nakledilir, ibretli ve öğütlü
yanları misel vsrilir.
— Varlık âleminin yaratılmasındaki hikmetin,
Allah'a ibâdet olduğu, diğer bir tabirle marifetullah meşalesini yakmaya
yönelik bir hikmet taşıdığı çok anlamlı şekilde belirtilir.
— Allah'ın mü'minlere olan lütuf ve ihsanı
anlatılırken, dünya hayatının lüks ve konforuna özenilmemesi öğütlenir.
— İman edenlere karşı alçak gönüllü, yufka
yürekli olmanın faydaları üzerinde durulur.
— Her şeye rağmen, şartların ve imkânların
elverdiği ölçüde Allah'ın kullarını hak dine davetin, sapıkları doğru yola
çağırmanın, insanları irşat etmenin lüzumuna değinilir ve bunun devamı istenir.
— Daha çok sıkıntılı anlarda Allah'ı çokça anıp
tesbîh etmenin, ibâdete ağırlık vermenin faydaları açıklanır. [2]
1— Elif- Lâm- Râ. Bunlar Kitab'ın ve apaçık
olan, açıklayan Kur'ân'ın âyetleridir.
2— Kâfirler çok defa Müslüman olmayı arzu
edeceklerdir,
3— Bırak da onları, yesinler (nefis ve şehvet
otlağında) geçinip yararlansınlar; emel (=sonu gelmeyen arzu) onları
avundursun. İleride (böylesine sefih bir hayatın sonunun nereye varacağını)
bileceklerdir.
4— Hiç bir kasabayı yok etmedik ki, onun bilinen
belli bir yazısı olmasın.
5— Hiç bir ümmet ecelinin ne önüne geçebilir, ne
de ondan geri kalabilir.
«Lâ ilahe illallah,
diyen bir topluluk, günahları sebebiyle Cehennem'e girerler. Lât ve Uzzâ'ya
(iki büyük put) tapanlar, onlara: «Sizin lâ ilahe il-âilah demeniz size yarar
sağlamadı da bizimle birlikte Cehennem'e girdiniz?» derler. Bunun üzerine
Allah o putperestlere daha da gazap eder ve Tevhit ehlini Cehennem'den çıkarıp
hayat ırmağına sokar. Böylece ay, tutulmaktan sıyrılıp kurtulduğu gibi, onlar
da yanıklardan (ateşin bıraktığı leke ve izlerden) öylece sıyrılıp kurtulurlar
ve Cennet'e girerler de orada cehennemlikler diye anılırlar.» [3]
«Cehennem ehli
cehennemde toplanınca, beraberlerinde Allah'ın dile-, diği kadar kıble ehlinden
de kimseler bulunur. Kâfirler mü si umanlara: «Sizler Müslüman değil miydiniz?»
diye sorarlar. Onlar da : «Evet Müslüman-dık..» derler. «Müslümanlık sizin için
yeterli ve kurtarıcı olmadı da bizimle birlikte Cehennem'e girdiniz?» derler.
Onlar da: «Bizim birtakım günahlarımız vardır, o yüzden yakalanıp buraya
atıldık» diye cevap verirler. Allah onların ne dediklerini işitir de kıble
ehlinden Cehennem'de kim varsa çıkarın diye emreder. Kâfirlerden orada kalanlar
bu manzarayı görünce, «Ah, keşke biz de Müslümanlardan olsaydık da onlar gibi
buradan çıksadık!» diye hayıflanırlar.» [4]
Râvî diyor ki, Resûlüilah
(A.S.) Efendimiz bunları anlattıktan sonra sûrenin ikinci âyetini okudu. [5]
Bu harfler, diğer sûrelerde
olduğu gibi, burada da Allah ile Peygamberi arasında bir şifre, sûreye giriş,
sûredeki konuların özeti ve taşıdıkları hikmetin işaretleridir. Allah daha
iyisini bilir. [6]
«Elif-Lâm-Râ. Bunlar
kitabın ve apaçık olan, açıklayan Kur'ân'ın âyetleridir.»
Kur'ân insan hayatını
onun hılkatındaki azizliğe uygun şekilde tanzim eden, ilâhî sünneti açıklayan,
aile hayatını yönlendiren, toplum hayatını meşru sınırlar içine alıp ahlâk ve
fazîletle birleştiren, milletlerin hayatına ışık tutan son kitaptır; aynı
zamanda Allah'ın insanlara en aon mesajıdır.
Kur'ân'ın hem açık, hem de
açıklayıcı vasfı ve özelliği belirttiğimiz üzere çok geniş ve kapsamlıdır. Bu
kitap yalnız dünya hayatının bu yönleriyle yetinmez, fizik ötesinden haber
verir. Âhiret hayatını bütün haşmetiyle, mutluluk va'deden safhalarıyla,
korkutup yönlendiren bütün kademe-leriyle en anlamlı ve en duyarlı bir üslûpla
anlatıp açıklar. Böylece Kur'ân iki hayatı birbirleriyle açıklayıp
bütünleştiren eşsiz bir kudrettir, O bakımdan ilgili âyette ona «mübîn» sıfatı
verilmiş ve bu kelime üzerinde ciddi biçimde durmamız ilham edilmiştir. [7]
«Kâfirler çok defa
Müslüman olmayı arzu edeceklerdir.
Kur'ân, önce Mekke'de
çok acıklı, üzücü, yorucu ve yıpratıcı yıllar geçiren Peygamber (A.S.)
Efendimiz ile arkadaşlarına, sonra da her devir ve dönemdeki mü'minlere,
İslâm'ın ileride cihan dini olacağını, yaptığı köklü inkılâpla yepyeni bir
hayat düzeni, modeli olmayan bir yaşayış sistemi getirdiğini ilân ediyor.
Arkasından yaptığı bu büyük inkılâbın gelişeceğini, kıtalar üzerine
yayılacağını; aklını kullanan, ilmini hayra çeviren insanların akın akın bu
dine gireceğini ve eninde, sonunda küfür ve ahlâksızlığın, zulüm ve tuğyanın
bu ilâhî kudret karşısında başeğeceğini; nice soysuz inkarcıların ortaya çıkan
muhteşem manzara karşısında müslüman olmayı çok arzu edeceklerini haber
veriyor.
Unutmayalım ki, İslâm
ve Kur'ân buna benzer olayları tarihin birçok donemlerin.de mevzii olarak
yaşadı. Bir gün gelecek aynı olayları dünya çapında yaşama şansına erişecektir.
Bugün bile bunun bazı kıvılcımları yer yer parıldamakta, geleceğe ümitle
bakmamızı fısıldamaktadır. Son olarak Fransa'da birçok ilim adamlarının
Kur'ân'a hayranlık duyarak Islâmi-yeti seçmeleri bunun açık misallerinden
biridir. Aynı hava medenî geçinen hıristiyan ülkelerin birçoklarında kendini
hissettirmekte ve «İstikbal İslâm'ındır» dedirtmektedir.
Bu, inkarcı
sapıkların, ahlâksız şaşkınların bir gün gelecek dünyadaki arzu
ve'temennileri.olacak; âhiretteki temennileri ise daha içli ve gerçekçi
bulunacak. Nitekim hadîs-i şerifte bu husus açık şekilde ifadesini bulmuştur.
Ama önemli ve yararlı olan uyanış ve ona bağlı arzu, milyonlarca, hattâ
milyarlarca insan nefis çöplüğünde, şehvet otlağında bir ömür tüketirken,
onlardan kopup ölmeden önce hakikati anlayarak hakkı kabul etmektir. Yoksa
âhirette uyanmanın ve içli temennide bulunmanın hiçbir yaran olmaz.
İslâm Dini hakkında
hiçbir araştırma ve inceleme zahmetine katlanmayan, kulaktan dolma fikir
kırıntılarıyla bu din hakkında ileri-geri konuşan mürekkep yalamışlara,
Cenâb-ı Hak bu ihmâl ve bu sığ görüşlerinin hesabını mutlaka soracaktır. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın bize verdiği her nî-metten mutlaka sorumluyuz ve elbette hesap
vermek zorundayız. Bu Allah'ın koyduğu kurallardan biridir ki, değişmez.
Bir tacir, malın
kalitesini, gerçek değerini, pazarlamasını ve kazancım hesaplayıp öğrenmeğe
harcadığı zamanın onda birini dinini dosdoğru öğrenmeğe, Allah'ın kitabı
Kur'ân'ı okuyup anlamaya vermeli değil midir? Her iki hayatını fazîlet ve
saadet burcuna yükseltecek olan bir dine ve onun kitabına kayıtsız kalmanın ne
kadar büyük bir haksızlık olduğunu ölmeden önce idrâk etmekle yükümlüdür. Aksi
halde öldükten sonra bunları anlamasının kendisine hiçbir faydası
olmayacaktır.
Kur'ân insan hayatında yasak
olanla olmayanın sınırını belirleyen, hedefi tayin eden, hilkatin amaç ve
hikmetini öğreten tek kitaptır. Onsuz geçen bir hayat mutlak anlamda karanlık
ve verimsiz geçmiştir. Dünya'da hayatını karanlığa boğan kimseler, âhirette
aynı karanlıkla yüzyüze geleceklerini unutmamalıdırlar. [8]
«Bırak da onları,
yesinler (nefis ve şehvet otlağında) geçinip yararlansınlar. Emel (sonu
gelmeyen arzu) onları avundursun, İleride (böylesine sefih bir hayatın sonunun
nereye varacağını) bileceklerdir.»
İnkâr temeli üzerinde
gelişen sefih bir hayat iki ayrı dramatik sonuç doğurur: Biri dünyada başaşağı
gelip zillete uğramak; diğeri âhirette, ömür sermayesini gayesinin hilâfına
harcamaktan dolayı verilecek azabı yudum yudum tatmak..
Zira milletlerin de
fertler gibi, hayatlarının üç dönemi söz konusudur: Oluşma, gelişme ve yıpranıp
yaşlanma.. Allah'ın ezelî ilmi her milletin bu üç ayrı dönemini önceden tesbit
edip ona göre her biri için bir süre belirlemiş ve kader yazısını yazmıştır. O
süre son kertesine gelince, o milletin hayatı sona erer; artık ne ileri, ne de
geri bırakılır. Böylece her millet ken-
di kaderini kendisi
çizmiş oluyor. İlâhî ilim de onu öyle tesbit edip yazıyor. Yazıldığı için
gerçekleşmiyor, gerçekleşeceği için yazılıyor, sonucu ortaya çıkıyor.
Milletlerin süratle
yaşlılık dönemine girme sebepleri dinde ve sonra da sosyolojide şöyle
belirlenmiştir:
a) Ekonomik güce nazaran din, inanç ve ahlâkta
gerileme başlar. Böylece maddî hayatla manevî hayat arasında denge bozulup
derin uçurumlar meydana gelir.
b) Lüks ve konfor, tezelden servet edinme ve
aşırı israf sari bir hastalık halini alır. Orta sınıf kalkar, çok fakirle çok
zengin diye iki zıt zümre sahnede kalır. Bunun tabii neticesi olarak toplumda
büyük çalkantılar, huzursuzluklar ve sürtüşmeler başgösterir. Ahlâksızlık gemi
azıya alıp hiç bir engel tanımaz olur.
C) Aile
yuvası, milletin temel taşı olma özelliğini kaybeder. Kadınlar anne olmaktan
ziyade birer süs eşyası ve reklamcıların aracı haline getirilir. Seksüel
konulara ağırlık verilerek gençlik baştan çıkarılır.
Millet bünyesinde sözü edilen
bu üç yara açılmaya başladığında acil ve kalıcı tedbir alınmadığı takdirde
dönüşü mümkün olmayan bir çizgiye gelinip dayanılmış olur ki, bunun neticesi
yıkılıp yok olmaktır. Yukarıda mealini verdiğimiz dördüncü âyetle bilhassa bu
hassas noktaya parmak basılarak milletler uyarılıyor. [9]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Kur'ân'm beşer hayatı için lüzumlu olan ana, konulan, temel
bilgileri açıkladığı belirtildi. İleride İslâm Dininin büyük bir gelişme
kaydedeceğine işaretle, inkarcı sapıkların bile o dönemlerde müs-lüman olmayı
arzu edeceklerine dikkatler çekildi. Sonra da milletlerin sefih hayatı
üzerinde durularak, fertlerde olduğu gibi milletlerde de yaşlılık dönemine
girmenin kaçınılması zor bir netice olduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân'm lüzumlu bütün hakikatleri apaçık ortaya koymasına rağmen, aklını
kullanmayıp duygusunun esiri olan müşriklerin Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'in
yüksek şahsiyetini göremiyerek Ona deli diyecek kadar sapıttıkları konu ediliyor.
Meleklerin gözle görülecek Şekilde ortaya çıkarılmasını isteyerek Allah ve
melekleri hakkında ciddi hiçbir bilgilerinin olmadığı hatırlatılıyor. Sonra da
fazla üzülmeğe gerek olmadığı bildirilerek, Kur'ân'ı indiren Allah'ın onu
mutlaka koruyacağı müjdeleniyor. Arkasından, beyni yıkanmış ve putperestlik
vadisinde iyice şart-
lanmış müşriklere ne kadar
âyet ve belge de gösterilse, yine de inanmayacakları haber verilerek.
Peygamber ve mü'minlerin kendilerine düşen irşat ve teblîğ hizmetlerini
imkânlar elverdiği ölçüde sürdürmeleri emrediliyor. [10]
6— Dediler M: «Ey o kendisine zikir (Kitap)
indirildiğini (iddia edip duran) kişi! doğrusu sen delisin.
7— Eğer doğrulardan isen bize melekleri
getirsenel.»
8— Melekleri ancak hok(a dayalı bir hikmet) ile
indiririz ve o zaman da (inkarcılara) mühlet verilmez, göz açtırılmaz.
9— Şüphesiz ki Kur'âh'ı biz indirdik ve elbette
biz onun koruyu cuiarıyızdır.
10— And olsun ki, senden önceki topluluklara
kendilerinden (uyarıcı peygamberler) göndermişizdir.
11— Ne var ki onlara ne kadar bir peygamber
geldiyse, mutlaka onu alaya aldılar.
12— Bunun gibi onu (sapıklık, inkâr, alay ve
şirki) suçfu günahkârların kalplerine sokarız (öncekilerin kalplerine
soktuğumuz gibi).
13— Kur'ân'a inanmazlar. Halbuki öncekilerin (bu
yüzden başlarına) bir sünnet (ilâhî hüküm) de gelip geçmiştir, (misâli vardır).
14-15—
Kendilerine gökten bir kapı dçsak, onlar da yukarı yükselip çıksalar yine de
diyecekler ki, gözlerimize perde kapanmış, belki de biz büyülenmiş bir
milletiz.
Dediler ki: Ey o
kendisine zikir (kitap) indirildiğini (iddia edip duran) kişi! Doğrusu sen
delisin.»
Vahiy indiğinde yüce
ruh olan Melek Cebrail'in lâhutî havasından ve Levh-i Mahfuz'dan indirilen
ilâhî kelâmın kutsal nurundan etkilenen Resû-lüllah. (A.S.) Efendimiz'in
mübarek ruhu kendine has bir vecd hali geçirir ve bu Onun bedeninde bir
sarsıntı meydana getirirdi. O yüzden mübarek çehresinde çok hafif bir- sararma
ve terleme, sonra da tam edep ölçüleri içinde vahyin neticesini alma duyarlığı
kendini hissettirirdi.
Onun bu müstesna
halini gören, ya da duyan cahil putperestler, kutsî âlemden inen söz ile onu
getiren meleğin ne olduğunu, ruh üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğini
bilmedikleri ve esasen Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı aşırı bir kin ve düşmanlık
besledikleri için, bunu delilik alâmeti sayarak Peygamber (A.S.) Efendimiz'e
deli damgası vurmaya çalışırlardı.
Aynı iftirayı batılı
tarihçilerden bir kısmının ve kiliseye mensup bazı garazkâr, sözde ilim adamlarının
da yıllarca dillerine dolayıp etrafa yaymaya çalıştıkları herkesin malûmudur.
Ancak onlardan ilme ve tarihî gerçeklere saygılı olan birkaç ilim adamı ise
meseleye objektif açıdan yaklaşarak, «aklî dengesi yerinde olmayan bir kişinin
bu kadar mükemmel, mükemmelin de ötesinde bir özellik taşıyan Kur'ân'ı
hazırlaması mümkün değildir. Yaptığı emsalsiz büyük inkılâp ise. Onun
büyüklüğüne, üstün zekâsına ve sınırsız yeteneğine kâfi delildir,» demek
suretiyle gerçeği kısmen
oisun yansıtma
faziletini gösterebilmişlerdir.
Bunlardan Sorbon
Profesörlerinden Regis BELACHF.RE, Kur'ân çevirisinin 181. sayfasında diyor
ki: «Kur'ân bize Hz. Muhammed'in (A.S.) dinî faaliyetiyle ve peygamberliğinin
içyüzüyle tam bir uyum içinde görünmektedir. Bu kitap, cevval bir ruha tebliğ
olunmuş tanrısal vahiydir ki, her özelliği anlatım kuralıyla, anlam ve delâleti
verdiği sonuçla kusursuz biçimde irşat hedefiyle birleşmektedir. Sözünün
büyüleyici kudreti o kadar düzenli ve ahenklidir ki, inkarcıları doğru yola
eriştirmesindeki kudreti bu özelliğinde aramaktan başka çare yoktur.» [11]
Ünlü Fransız şâir ve
tarihçisi Lamartine ise, Türkiye Tarihi adlı kitabında diyor ki: «Hz. Muhammed
(A.S.) orduları, yasaları ve düzenleri, imparatorlukları, milletleri,
hanedanları, yaşanan kürenin üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete
geçirmiş, onlar üzerinde olumlu tesirler meydana getirmiştir.
Ama O, bundan başka,
düşünceleri, inançları, ruhları da harekete geçirip heyecan ve aksiyon
vermiştir. O, her kelimesi bir kanun yerine geçen bir kitap getirmiş; her dil
ve türden oluşan insanları bir bütün halinde toplayıp manevî bir millet
sahneye çıkarmış ve Müslüman ümmetinin silinmez sevgi ve aşkını damgalıyarak
sahte tanrıları saf dışı bırakmıştır.
İnsanoğlu hiçbir
devirde bu kadar az zaman içinde dünya yüzünde bu kadar geniş, büyük ve sürekli
bir inkılâp yapamamıştır.»
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün; ama fazlasına da gerek yok. Son olarak Fransız Tıp Akademisince Hz.
Muhammed (A.S.)ın şuuru tamdı, O bir isterik değildi, başlığı altında küçük bir
broşür yayınlandı. Merhum Prof. Dr. Feridun Nafiz UZLUK onu dilimize çevirerek
faydalı bir hizmette bulunmuştur. [12]
Gerçi sözünü ettiğimiz
akademinin böyle bir karara varmasında belki politik nedenler de yer atabilir,
ama geç de olsa hıristiyan âleminin kafasına asırlardır yerleştirilen yanlış
bir düşüncenin giderilmesinde bazı olumlu tesirleri muhakkaktır.
Sonuç olarak ilâve
edelim ki, onbeş asırdır ilmin, medeniyetin ve milletlerin önünde yürüyen,
taşıdığı hükümlerle, ana fikir ve temel bilgilerle saltanatını hep koruyan ve
koruyacak olan Kur'ân-ı Kerîm her kelime ve cümlesiyle, her âyet ve süresiyle
mutlak anlamda ilâhîdir. Her yönüyle beşer kudretini aşmakta, emsal kabul
etmez bir yüceliktedir. Aklî dengesi ye-
rinde olmayan bir kimse şöyle
dursun, dünyanın en büyük ilim adamı ve filozofları böyle bir kitap vücuda
getirebilirler mi? Haddini bilmeyen bazı maceracılar ve garazkârlar, Kur'ân'a
nazire olsun diye yıllarca uğraştılar, fakat onun bir âyetine olsun nazire
getiremediler. Çünkü Allah sözü mutlak şekilde beşer sözünden ayrılmakta ve
ke**&P9 has bir yücelik arzet-mektedir O kadar ki, Hz. Peygamber'in (A.S.)
hadîsleriyle Kur'ân âyetleri arasında çok açık ve net fark ilk bakışta göze
çarpmakta, birinin insan sözü, diğerinin Allah sözü olduğu hemen
anlaşılmaktadır. [13]
«Eğer doğrulardan isen
bize melekleri getirsenel.»
Mekkeli putperest
müşrikler, ilim ve medeniyetten uzak, cehaletin verdiği kaba ve sahte bir
cesaret ve sınır tanımayan bir azgınlık içinde yürüyorlardı. Edebiyat
yapmaktan başka bir hünerleri yoktu. Kur'ân'tn ilâhî fesahat ve belagatı
karşısında edebiyatları da çok silik ve anlamsız duruma düşünce, baş olma,
Mekke'yi ellerinde tutma arzuları hilâfına büyük bir peygamberin sahayı dolduracağı
endişesi başgösterince, çareler düşünmeye başladılar. O bakımdan Hz.
Peygamber'i (A.S.) küçük düşürmek ve tesirini gidermek için kimi Ona «şair»,
kimi «büyücü», kimi de «deli» dedi. Ama bunların hiç biri toplum arasında
hüsn-ü kabul görmedi. Zira herkes Hz. Muhammed'in {A.S.) yüksek şahsiyeti
hakkında birtakım bilgilere sahip bulunuyordu. Onu çocukluğundan beri
tanıyorlar, terbiye, nezaket, vakar, doğruluk, iffet, zekâ ve benzeri sıfat ve
yeteneklerini takdir ediyorlardı.
Sonra da çaresiz
kalınca bir başka öneride bulundular: «Eğer doğrulardan isen, bize melekleri
getirsen ya..» diyerek onu güçsüz ve hâşâ yalancı durumuna düşürmeyi
plânladılar. Oysa melekler ancak belli hizmetler için kendilerine belirlenmiş
vakitlerde inerler: Ya vahiy getirirler, ya az-flfn bir toplumu yok etmek için
inerler, ya da Bedir ve Huneyn savaşların-ca olduğu gibi, insan şekline girip
kâfirlerin moralini bozmak, mü'minlerin :esaret, imân ve irfanlarını artırmak
için ortaya çıkarlar.
Kur'ân-! Kerîm'de
meleklerin indirilme konusu belirtilirken şu açıklamaya yer verilmiştir:
«Melekleri ancak hak(ka dayalı bir hikmet)le indiririz ve o zaman da
(inkarcılara) göz açtırmayız.,» Yani melekler aldıkları emri hemen yerine
getirirler. O bakımdan müşriklerin, gelmelerini istedikleri meleklerin inmesi
gerçekleşmiş olsaydı, kendileri için hiç de iyi olmaz, Lût kavminin basma
gelenlerin bir benzeri onların da başına gelebilirdi.
Fir'avn da böyle
dememiş miydi? Musa Peygamber'i gerçek anlamda tanımayan II. Ramses, onu acze
düşürmek ve hayranlık duyanların kafalarında bir şüphe kıvılcımı oluşturmak
için : «Eğer Musa doğru sözlü ise, üzerine altından bilezikler atılmalı veya
beraberinde melekler yer alıp gelmeli değil miydi?» [14]
diyerek onun yalancı olduğunu göstermek istemişti.
İnkarcı putperestlerin
bilmediği bir diğer husus da şu idi: Melekler nurdan yaratılmışlardır. Onları
bulundukları hilkat özelliği üzere görmek mümkün değildir. O bakımdan insan
suretine temessül etmeleri gerekmektedir. O takdirde ise, onların melek
olduğunu anlamaları ve kabul etmeleri konusu ortaya çıkar ve olumlu bir sonuç
yine eide edilmezdi. Kaldı ki, Allah'ın bu yolda cari bir sünneti de yoktur. [15]
Şüphesiz ki Kur'ân'ı
biz indirdik ve elbette biz onun koruyucularıyızdır.»
1400 yıldan bu yana
'«Kur'ân'a karşı olan Yahudiler ve Hıristiyan misyonerleri, ayrıca dinî
taassuba bağh kahp duygusal davranan bazı ilim adamları, şâirler, edipler, söz
sanatını çok iyi bilenler, ya Kur'ân'ı değiştirmek, ya da onun bir benzerini
getirmek için uğraşıp durdular; çok şeyler söylediler, çok şeyler karaladılar,
ama nafile, hepsi de sabun köpüğü gibi sönmeğe ve unutulmaya mahkûm oldular.
Kur'ân ise her geçen gün oilâsını daha iyi hissettirmekte, ilim geliştikçe
kendi kudretini daha iyi tanıtmaktadır ve buna kıyamete kadar devam edecek,
onu durduracak bir engel bulunmayacaktır.
Yemame'de peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkan Müseyleme, bütün yeteneklerini kullanarak, birçok şair
ve ediplerden malzeme olarak Kur'ân'a nazire yazdı, kendine göre birtakım
âyetler ve sûreler tertipledi, fakat çok geçmeden hepsi de afay konusu
olmaktan, Müseyleme'yi gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramadı. Sonra
da Halid b. Velid (R.A.) kumandasında gönderilen bir orduyla bu fitne ocağı
söndürüldü.
Ebû'I-Ûlâ el-Muarrî
(973-1059), «Lüzumu Mâla Yelzem» adlı beş ciltlik meşhur edebî eserini Kur'ân'a
nazire olacak kudrette yazdığını iddia etmiş ve Kur'ân gibi dillerde,
meclislerde ve mihraplarda birkaç asır cilalanınca asıl değerinin
anlaşılabileceği vehmine kapılmıştı. Gözlerini yedi yaşında iken kaybeden
Ebû'l-ÛIâ, bu defa kalbini ve ruhunu da kaybetme bedbahtlığına uğramış, kısa
zamanda o da alay konusu olmuş ve yazdıkları hiçbir iz bırakmadan unutulup
kaybolmuş; Kur'ân'ın ilâhî üslûbu karşısında belirsiz hale gelmiştir. Çünkü
biri Allah sözüdür, O'nun kudret ve mükemmelliğini taşımaktadır. Diğeri insan
sözüdür, onun kadar noksan, hatalı ve fânidir.
Ayrıca ilgili âyetle de
belirtildiği gibi, Allah (c.c.) semavî kitaplardan ancak Kur'ân'ı korumayı
kendi üzerine almış; Tevrat ve İncil'i dîn adamlarının hafızasına bırakmıştır.
Çünkü Kur'ân'dan sonra kitap indirilmeyecek ve o hep Allah'ın insanlara en son
mesajı olarak kıyamete kadar kalacaktır. O bakımdan Allah'ın ilim ve kudreti
Kur'ân'ı hep korumuş ve korumaya devam etmektedir. Görüldüğü gibi, Kur'ân, tek
harfine bile dokunulmadan, indiği gibi muhafaza edilerek günümüze kadar
arızasız gelebilmiştir. İnsan ilmine ve hafızasına gelince: O tuttuğunun bir
kısmını, ba-zan çoğunu koruyamamiştır; bazan da hafızada arşivlenen sözler değişikliğe,
noksanlığa uğrayarak aslından uzaklaşmıştır. [16]
Yapılan sahih tesbit
ve rivayete göre : Ünlü ilim adamlarından Yahya b. Eksem (H. 242-M. 856) şöyle
anlatmıştır: «Abbasî halîfelerinden Me-mun'un meclisinde bulunduğum bir sırada
kılık-kıyafeti düzgün, güzel yüzlü, nefis kokular sürünmüş bir yahudi içeri
girdi. Sıra ona gelince, çok güzel ve düzgün bir konuşma yaptı. Meclis sona
erip erkân dağılınca, Memun o yahudiyi yanma çağırdı ve aralarında şöyle bir
konuşma geçti:
— İsrâilî misin?
— Evet...
— İslâm'a girmez misin? O takdirde sana lâyık
olan değer ve makamı verebilirim.
Bunun üzerine yahudi
özür dileyerek şu oevabı verdi:
— İzin verirseniz babalarımın dini üzere kalmak
istiyorum.
Konuşma burada bitti
ve yahudi müsaade İsteyerek ayrıldı. Aradan b'r yıl gibi uzun bir süre
geçtikten sonra sözünü ettiğim yahudi Müslüman olarak bize döndü. Fıkıh
konusunda nefis bîr konuşma yaptı. Meclis dağımca Halîfe Memun yine onu yanına
çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti;
— Sen bir yıl önce yine bu mecliste bulunmadın
mı?
— Evet, bulundum.
— İslâmiyet! din olarak seçmenizin sebebi ne
olabilir?.
— Sizin
huzurunuzdan ayrıldıktan sonra
Musevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında bir kıyaslamaya ve denemeye
giriştim. Yazımın ne kadar güzel olduğunu görüyorsunuz. Önce Tevrat'tan,
birtakım fazlalıklar ve noksanlıklar yaparnk ıîo nüsha yazıp havraya götürdüm.
Hahamlar onlara hayran kalıp vakit kaybetmeden her üç nüshayı da benden satın
aldılar. Sonra İncil'i ele alıp ondan da, bazı fazlalık ve noksanlıklar
yaparak üç nüsha yazdım ve kiliseye götürdüm. Papazlar hiç incelemeden, araştırmadan
onları benden satın aldılar. Sonra Kur'ân-ı Kerîm'i ele alıp ondan da bazı
fazlalık ve noksanlıklar meydana getirmek suretiyle üç nüsha yazdım ve
kitapçılara götürdüm. Yazımı çok beğendiler, ancak birkaç sahife-sini dikkatle
gözden geçirdikten sonra yaptığım noksanları ve ilâve ettiğim fazlalıkları
farkettiier de o nüshaları hiddetle yüzüme çarptılar.
İşte o zaman anladım
k> Kur'ân'ı değiştirmek mümkün değildir. Kitapçılar bile bir bakışta onda
yapılan tahrifatı farkediyorlarsa, din adamları, ilim adamları pekâlâ
farkedebilirler. Kur'ân'ın Allah tarafından korunmakta olduğuna inandım ve
İslâmiyet! kendime din olarak seçtim.»
Râvî Yahya b. Eksem
devamla diyor ki :
«O yıl hacca gotiğimde
bu hususu devrin ünlü bilgini Süfyan b. Uyey-ne'den sordum, O bana şunu
söyledi: «Doğrudur, çünkü Kur'ân'da bu husus açıklanmıştır. Şöyle ki:
«Yahudilerden Rab için yol gösterenleri de, bilginleri de Alah'ın kitabından
hafızalarında tutmakla emrolundukları hususlarla hükmederlerdi ve onlar buna
şahitlerdi de,.» Kur'ân'a gelince, Allah onunla ilgili şöyle açıklamada
bulunmuştur. [17] «Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz
indirdik ve elbette biz onun koruyucularıyızdır.» [18]
Daha önceki ümmetler,
milletler, kavim ve kabileler kendilerine gönderilen peygamberleri alaya
almışlardır. Zira onların inkârda inat, azgınlığa devam etmeleri, kalplerine
sapıklık, küfür ve şirk tohumlarını serpmiş ve yeşertmiştir. Bu yüzden ilâhî
sünnet onlar hakkında hükmünü icra etmiş, böylece hepsi de hak ettikleri
cezayı görmüşlerdir.
Onların başından geçen
olaylar, yok olmalarının sebepleri ve geriye bıraktıkları izleri, tarihin
tekerrür edeceğini fısıldayan harabeleri, yaşamakta olan milletlere uyarıcı
sinyaller vermekte, öğüt ve ibret dolu tablolar sergilemektedirler.
Kalpleri kin ve alay
ile dolan insanların hakikatleri düşünüp anlamlan, doğruyu bulup kavramaları
pek düşünülemez. Allah'ın hidâyet verdikleri ve verecekleri müstesna.. [19]
«Kendilerine gökten
bir kapı açsak, onlar da yukarı yükselip çıksalar, yine de diyecekler kî:
Gözlerimize perde kapanmış, belki de biz büyülenmiş bîr milletiz..»
İnkarcı sapıklar,
meleklerin gelmesini istediler. Melekler insan suretine girip gelseler,
«bunlar melek değil, insandır!» diyecekler. Kendi asıl suretlerinde bir görünüm
arzedip gelseler, buna dayanamayıp hareketsiz kalacaklar ve sonra da, «biz
büyülendik» diyecekler.
Böyle değil de,
kendilerine gökten bir kapı açılsa, onlar da oradan yükselip yukarıya çıksalar,
yine de inanmazlar ve «gözlerimiz perdelendi, belki de büyülendik» derler.
Çünkü kalplerinde kin,
inkâr, alay ve azgınlık yerleşip katmerleşmiş-tir. Akıllarını ve sağduyularını
kullanarak kalplerini hakikatlere çevirmedikleri sürece hiçbir mu'cize fayda
vermez. Musa Peygamber'in gösterdiği mu'cizeler Fir'avn üzerinde ne gibi olumlu
tesir yaptı? Üstelik inkâr ve tuğyanı arttı da daha tehlikeli duruma geldi. İsa
Peygamber'in (A,S.) gösterdiği peşpeşe mu'cizelere sadece on iki kadar balıkçı
inandı, geriye kalan inkarcı azgınlar onu çarmıha gerecek kadar körleşip
hoyratlaştılar. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke'de gösterdiği birkaç
mu'cizeye sadece imân eden fakirler ve köleler inandılar. Mekke'nin eşrafı ise,
onu alay konusu edinerek bir sürü saçmalıklarda ve azgınlıklarda bulundular.
İşte ilgili âyetle
Cenâb-ı Hak bu gerçeği bize hatırlatıyor. Zira Allah'a, Ahiret'e, indirilen
kitaba, gönderilen peygambere inanmak bir ilim, irfan, idrâk ve sağduyu işidir.
Hislerinden sıyrılıp aklını kullanarak gerçeği arayanlar için yeterince
malzeme, delil ve belge mevcuttur. Bu düzeye gele-mıyenlere ne mu'cize, ne
belge ve delil, ne de olağanüstü şeyler tesir eder,.
Böylece Kur'ân bu
konuyla birlikte küfrü benimseyen ve savunan insanın psikolojik durumunu
eleştiriyor, onun karakteristik bazı vasıflarını ortaya koyuyor. Şöyle ki :
— İnsan yeniliğe karşı önce isteksiz
görünür, hattâ bazan onu tep-y!e karşılar. Daha çok geleneklerin tesiri altındadır.
— Bir konu, ya da
meselede ön yargıya varmış ve şartianmışsa, onu kısa zamanda değiştirmek çok
zordur.
— Bazı hususlarda aklını duygusunun emrine
verip şartlanmışsa, ona ters gelen bütün şeyleri, hatta hakikatleri düşünmeden
reddeder. Yenilgiye uğrayınca da işi alaya alıp bu yoldan kendi boşluğunu
doldurmak suretiyle tatmin olmak ister. Aynı zamanda kendisini müşkül durumda
bırakanlara karşı içinde derin bir kin besler.
— Üzerine varıldıkça inkâr ve inadı artar.
Fikren mağlup olunca, ka ba kuvvete, değilse hile ve tuzağa başvurur.
— Kusur arayıp bulmayı, yoksa onu icat etmeyi
sanat edinir. Çünkü o, aklının, vicdanının ve idrâkinin değil, nefsinin
emrindedir.
— Tarihî olaylardan
ibret almaz ve «bunlar eskilerin masallarıdır» diyerek geçer. Tarihin bir gün
tekerrür edeceğini hesaba katmaz.
— Hakkı getirip tebliğ edenlerin sözlerine ve
çağrılarına kulak ver mez, konuyu araştırıp gerçeği öğrenme zahmetine
katlanmaz.
Dünün Mekke putperestleri,
inkarcı müşrikleri ne ise, bugünün inkarcı sapıkları da odur. Aradaki fark,
inkâr ve ahlâksızlığın, azgınlık ve şarlatanlığın ambalaj değiştirmesidir.
Öncekiler inkâr ve inatlarını cehalet ve gelenek ambalajına, şimdikiler
bilimsel bir kılıfa sokmuşlardır. [20]
Yukarıdaki âyetlerle Mekkeli
müşriklerin Hz. Peygamber'e (A.S.) deli diyecek kadar akıllarını, vicdanlarını
ve irfanlarını kaybettikleri konu edilerek inkâr ve kinin insanı haktan nasıl
uzaklaştırdığına dikkatler çekildi ve bu durumda olanlara mu'cize göstermenin
de bir yarar sağlamıyacağına işaret edilerek insan karakteri üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle insan
aklına ışık tutan, malzeme veren kevnî delillere yer veriliyor, kâinatın
başıboş kendi haline terkedilmediği belirtilerek, göklere çıkmak isteyen
şeytanların şihaplarla kovulduğu misal veriliyor ve yerkürenin dağıyla,
ovasıyla, ırmağı ve deniziyle mükemmel bir plân ve programı yansıttığına işaret
ediliyor. [21]
16— Şanıma and olsun ki, gökte burçlar yarattık
ve onları seyredenler için süsleyip (çekici görünümde) donattık,
17— Kem onları kovulmuş her şeytandan koruduk.
18— Ancak kulak hırsızlığıyla bir şeyler çalmak
isteyenleri parlak bir ateş parçası izleyip kovalar.
19— Yeryüzünü de yaydık, orada ağırlığı olan
sabit dağlar koyduk ve orada ölçülmüş (miktar ve özelliği belirlenmiş) her şeyi
yetiştirdik.
20— Yine yeryüzünde size ve sizin rızık
veremiyeceğinîz kimselere (canlılara) geçimlikler meydana getirdik.
«Allah gökte bir
buyruğunun yerine getirilmesini irâde ettiğinde, melekler, sert bir kayaya
çarpan zincir misali kanatlarını çırparak ilâhî emre eğilip saygı gösterirler.
İçlerinden o saygı dolu korku kalkınca, «Rabbımız ne buyurdu?» diye sorarlar.
«Rabbınız hakkı buyurdu. O çok yüce ve çok büyüktür» derler.» [22]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir grup arkadaşıyla birlikte Ukaz Pana-yırı'na giderken şeytanlarla
gök haberleri arasına perde (engel) geriliyor. Göğe çıkmak isteyenin üzerine
parlak bir ateş (şihap) gönderiliyor.» [23]
Ansardan bir zat
anlatıyor:
«Bir gece Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ile birlikte (açık havada) oturuyorduk, derken bir yıldız kaydı ve
parlak bir ışık verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) bize sordu : «Cahiliye
devrinde böyle bir yıldız kayması olayı meydana gelip ışık saçtığında onu nasıl
yorumlardınız?» Ashab-ı Kiram da, «Bu gece büyük bir adam doğdu veya öldü diye
yorumda bulunurduk» şeklinde cevap verdiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
buyurdu ki: «Yıldız ne birinin ölümü, ne de doğumu için kayar. Ancak ismi yüce
ve mübarek olan Rabbımız bir emrinin yerine gelmesini irâde ettiğinde, Arş'ı
kaldıran melekler tesbîh ederler, sonra da onu izleyen gökteki melekler îesbîh
cinler de tâki bu dünya semasına gelip ulaşır. Sonra da Arş'a yakın semada olanlar
Arş'ı kaldıran meleklere: «Rabbımız ne buyurdu?» diye sorarlar. Onlar da
Allah'ın neler buyurduğunu onlara haber verirler. Böylece gök ehli sırasıyla
birbirlerinden sora sora dünya semasına kadar gelip ulaşır. Cinler kulak
hırsızlığı yaparak onu dost ve yaranlarına, içine fazlalık katarak aktarmaya
çalışırlar, derken bir şihap onları izler. (İşte yıldız kayması bundan dolayı
meydana gelir).» [24]
«Şanıma and olsun ki, gökte
burçlar yarattık ve onları seyredenler için süsleyip (çekici görünümde)
donattık.»
Burç : Burçlar
kuşağında bulunan on iki takım yıldızlarından her biri. Bunlar: Koc, Boğa,
İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep/Yay, Oğlak, Kova, Balık burçları
diye adlandırılır.
Bu isimler, her takım
yıldızlarının bunlardan birine benzetilmesi sonucu halk tarafından konulmuş ve
yaklaşık 2000 veya 2500 yıldan beri sürüp günümüze kadar gelmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'de bunlarda eöz edilmesi, bizi daha doğruya, gerçeğe yöneltmek, hurafeden
uzak tutup ilâhî kudret ve saltanatın gökteki tezahürlerinden birine
dikkatimizi çekmek içindir. Nitekim zamanla halk bu burçları doğdukları ayı
itibar ederek fal kapsamına sokmuş ve birtakım hükümler çıkartmaya
başlamışlardır. İlgili âyetle, burçlardan ahkâm cıkarılamıyacağı, onların da
birer cisim oldukları, dünyamızı süslemek ve kâinattaki dengeye bağlı kalıp
ilâhî kudreti yansıtmak için düzenlendiklerine işaret edilerek onlarla kader
çizgisini belirlemeğe kalkmanın yanlış bir inanç olduğu belirtilmek isteniyor. [25]
«Hem onları kovulmuş
her şeytandan koruduk.»
Çıplak gözle de sık
sık görülebilen ve «yıldız kayması» şeklinde yorumlanan parlak bir cismin çok
parlak bir çizgi çizip kaybolması üzerinde birtakım varsayımlar ileri
sürülmüştür ki onları tefsîrimize nakletmeyi gerekli görmüyoruz. Bilinen tek
şey, o da kâinatta meydana gelen birçok olayların ic yüzünü, bize kapalı kalan
tarafını bilmediğimizdir. Kur'ân «yıldız kayması» diye yorumladığımız ışık
kaymasını, parlak bir ateşin, gök haberini dinlemek isteyen bir şeytan veya
cinni recmetmesi, taşlayıp geri çevirmesi şeklinde açıklıyor. O halde biz
bunlara ilâhî roketler de diyebiliriz. Üzerinde dikkatle durup kâinatın mutlak
anlamda ilâhî tasarruf altında belli bir plân ve programa göre yürütüldüğünü
düşünürsek, bunun ga-ripsenecek bir yanı olmadığını anlamakta gecikmeyiz. [26]
Düzeni kusursuz kuran
ve sağlıklı bir plâna göre ayakta tutan mülkün yegâne sahibi Allah, her şeyi
birtakım faydalar ve hizmetler için yaratmıştır. Boşuna yaratılan veya
gereksiz değişimlere uğrayan hiçbir şey yoktur. Ne var ki, insanoğlunun bilgi
ve araştırması bunların henüz pek azını çözüp anlayabilmiştir. Mahiyetini
kendi bilgi ve aklımızla çözemediğimiz, anlayamadığımız bir olayın arkasındaki
hikmeti reddetmeğe de hakkımız yoktur. -
Burada Cenâb-ı Hak,
yıldız kayması gibi görünen ve şi ha b (parlak ateş) ismini verdiği olayın
esrar ve hikmetini bize açıklıyor. Fiziksel yönünü ve astronomi ile ilgili
yanını araştırmayı biz insanlara bırakıyor. Sonra da bu konuda temel bilgi
verir' 3n önemli bir hususu da bize öğretiyor. O da şudur: Cin ve şeytanlar
istedikleri gibi kâinptta cirit atamazlar. Onlar da insanlar gibi, yerküreye
yerleştirilmişlerdir. Dünya sınırlarını aşmak isteseler de buna imkân
bulamazlar. Onlar için de belirlenmiş sınırlar vardır. Aşmak istedikleri zaman
ilâhî roketlerle püskürtülürler.
Bütün bunlardan
anlıyoruz ki, kâinatta ne varsa hiçbir şey hilkat kanununu aşamamakta,
belirlendiği sınırı geçememektedir. Hattâ en büyük melek Cebrail bile, Mi'rac
gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimize refakat edip kendisi için belirlenmiş
sınıra kadar yükselmiş, ve daha ileri geçemi-yeceğini Resüİüllah'a (A.S.)
bildirmiştir.
Müfessir Kurtubî diyor
ki;
«Gin ve şeytanlar
vahiy, ya da herhangi gökle ilgili bir haberi duymaya çok heveslidirler.
Cenâb-t Hak göğü, gök haberlerini onlardan korumuştur. Ancak kulak hırsızlığı
ile bir şeyler duymaya çalışanlarından göğü tamamıyla korumamjştır. Vahyin
dışındaki bazı haberleri kulak kabartıp duyabilirler, vahiyden ise hiçbir şey
duyamazlar. Çünkü onlar vahiy hususunda bilgi edinmekten uzak tutulmuşlardır.
Şeytanlar gök haberlerinden bir şey duyunca, onu göz açıp kapamadan daha
süratli olarak kâhinlere ulaştırmaya çalışırlar, derken arkalarından bir şihap
(parlak ateş) onları izler de ya öldürür ya da sakat bırakır.» [27]
Diğer bazı müfessirler
ilgili âyeti te'vîl ederek gökten şihabın atılması, Peygamber düşmanlarının
her defasında başarısızlığa uğratıldıklarına işarettir, derler. Böyleoe ruhanî
hakikatlerin tabii kanunlar dairesinde meydana geien olaylara uygun biçimde
gerçekleştiğini söylerler. Allah daha iyisini bilir.
Gök haberlerini
dinlemek isteyen şeytanlardan söz edilirken sıfat olarak «recîm»
kullanılmıştır. Bu kelime birbirine yakın, hattâ birbirini tamamlayan bir kaç
mânaya delâlet eder:
a) Lanetlenmiş, ilâhî rahmetten kovulmuş,
b) Taşlanıp cezalandırılmış,
c) Mele-i A'lâ haberlerinden uzaklaştırılıp
kovulmuş..
İlgili âyette ise, daha çok
(b) ve (a) maddesiyle ilgili mâna yansıtılmaktadır. [28]
«Yeryüzünü de yaydık,
orada ağırlığı olan sabit aagıar koyduk ve uiuuu ölçülmüş (miktar ve özelliği
belirlenmiş) her şeyi yetiştirdik.»
Yerküreyi insanların
ve diğer canlıların yaşamalarına elverişli düzende yaratan, orada kesin bir
plân ve program uygulayan mutlak bir kudretin tecellisi söz konusudur.
Görüldüğü gibi yeryüzü
denizleriyle, ırmaklarıyla, dağ ve ovalarıyla, ormanlık ve golleriyle hayat
fışkırtan ve harekete geçiren büyük bir labora-tuvardır. Dünyada yer alan her
şey ve meydana gelen her olay bir diğerini tamamlamakta ve hayatın.akışını
sağlamaktadır. Dünyayı dağlardan ayırın, geriye dümdüz bir arazi kalır, o
yüzden hava değişir, su kaynakları yetersiz kalır, canlılardan çoğunun
yaşaması imkansızlaşır. Dünyayı denizlerden ayrı düşünün, ay gibi kupkuru bir
çöl halini alırdı. [29]
Yeryüzündeki
bitkilerin sayısını kesin olarak belirleyip ortaya koymak zor. Çiçekli.çiçeksiz
bitki türleri de değişik kısımlara ayrılır ve böylece çok zengin çeşitleriyle
bitki tabakası dünyamızı süsler. Sadece süslemekle kalmaz, gıdasından ilâcına,
proteininden vitaminine kadar besleyici, şifa verici özellikleriyle canlılara
hayat sunar. Kur'ân'm ilgili âyetiyle açıklandığına göre, her bitki belli bir
ölçüde var kılınmıştır. Tabiat kendiliğinden var olsaydı, herhalde bu derece
plânlı, ölçülü, dengeli ve yararlı olamazdı; aynı zamanda birbirlerini
tamamlayan bunca yararlı nesneleri biraraya getiremezdi. Bir an düşünelim ki,
dünyada sadece bir, iki tür bitki vardır. Durum ne olurdu? Hemen söyleyelim
ki, hayat cılız, ilim kısır, akıl dar bir çerçeve içinde kalırdı. Yeterli
beslenme ve gelişme imkânları olmaz ve o yüzden bu günkü bayındır manzara
hayal olurdu
Gerçi ilim botanik açıdan
bize biraz olsun bitkilerin yarar ve ölçüsünü tesbit etmiştir; ama çoğunun
henüz yarar ve ölçüsünü, azlığının, ya da çokluğunun, bir bölgeye sıkışıp
kalmasının,'birçok bölgelere yayılmasının nedenlerini henüz tamamıyla
keşfedememiştir. Oyso Kur'ân, bu düzenlemede mutlak surette hâkim olan bir
plân ve programın söz konusu olduğunu haber veriyor. Bu bir ana fikir, temel
bilgidir. İlim adamlarına hareket noktasını belirlemektedir. [30]
Yalnız böcek
türlerinin milyonları aştığı, sayılarının milyarları bulduğu bir gerçektir.
Bitkiler gibi diğer canlıların da sayısını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak
ortada bir gerçek varsa, o da her canlı kendine has bir kanuna bağlı olarak
yaratılmış ve hilkatinin özelliğine, amacına göre, kendisine hayat kapısı acık
tutulmuştur. Öyle ki, her biri nasil üreyeceğini, neler yiyip besleneceğini,
neslini nasıl devam ettireceğini bilmektedir. Buna ister içgüdü diyelim, ister
ilâhî kudretin verdiği zekâ ve yetenek diyelim, netice aynı yola varır.
Cenab-i Hak canlıların
rızıklarını hazırlayıp vermeyi bize bırakmamış, yüce kudretinin, ezelî ilminin
eşsiz planıyla bizzat kendisi düzenleyip programlamıştır. Öyle olmasaydı,
canlıların yaşama şansı kalmaz ve biz de çok hareketsiz bir dünyada yaşardık,
Kur'ân bilhassa dikkatlerimizi bu noktaya çekerek ilâhî kudretin mutlak anlamda
hikmet sahibi olduğunu, her şeyi yerli yerince, belli bir amaca göre
yarattığını vurguluyor. [31]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, kudretinin eşsizliğine delâlet eden delil ve belgelere yer
verildi. İnsan aklını hakka, doğruya ve iyiye çevirmek için gereken temel
bilgiler, ana fikirler açıklandı. Sonra da Allah'ın mutlak tasarruf sahibi
bulun'duğuna, kâinatta meydana gelen ve fakat bizim müşahede ve tecrübe
sınırlarımızı aşan olayların birtakım sır ve hikmetlerinin söz konusu olduğuna
atıflar yapıldı.
Aşağidaki âyetlerle, kâkıatta
var olan her şeyin belli bir ölçü ve programa göre yaratıldığı, gelişigüzel,'
ölçüsüz, hesapsız, kitapsız hiçbir şeyin varlık alanına getirilmediği
açıklanıyor. Sonra rüzgârldnn hem yağmurun habercileri, hefrı çiçek tozlarını
taşımak suretiyle aşılama hizmetlerini sürdürdüğü misal olarak veriliyor.
Arkasından her şeyde mutlak tasarrufa sahip olan Allah'ın yine belirlediği
öiçü ve programa göre, insanları öldürdükten sonra onları ikinci fakat sonsuz
bir hayat için diriltip kaldıracağı hatırlatılıyor, [32]
21_ hiç bir
şey yoktur ki, onun hazineleri katımızda olmasın ve biz onu ancak belirli bir
ölçüde indiririz.
22— Rüzgârları da aşılayıcılar olarak gönderdik.
Gökten su indirdik de onunla sizi suladık; yoksa siz onu toplayıp depolayacak
değilsiniz.
23— Şüphesiz ki biz, diriltir ve öldürürüz ve
vâris olanlar da biziz.
24— And olsun ki, sizden öne geçmek isteyenleri
de bilmişizdir; arkada kalmak isteyenleri de bilmişizdir.
25— Şüphesiz ki, Rabbin onları diriltip biraraya
getirecek. Çünkü O, mutlak hikmet sahibidir, yegâne bilendir.
Hz. Âişe (R.A.) diyor
ki:
«Şiddetli rüzgâr
esmeye başlayınca Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle duâ ederdi: Allahım!
Şüphesiz ki bunun hayırlı tarafını ve içinde taşıdığı hayrı, beraberinde
gönderilen hayrı senden dilerim. Bunun şerrinden, İçinde taşıdığı serden
(mikroplardan), beraberinde gönderilen serden sana sığınırım.» [33]
Açıklama :
İlgili hadîsle esen
rüzgârın yağmurun habercisi olabileceği, çiçek tozlarını taşımak suretiyle
aşılamada bulunma hayrını beraberinde getirebileceği gibi, zararlı birtakım
mikropları da içinde taşıyıp getirebileceği ve geniş çapta hasara sebep
olabileceği bildiriliyor ve böyle durumlarda Aliah'a . el açıp esen rüzgarın
hayır ve berekete vesîle olmasını, şer ve kötülük getirmemesini dilememiz
tavsiye ediliyor.
«Erkeklerin saflarının
en hayırlısı, ilk saftır; en fenası (sevap bakımından en azı) ise, son saftır.
Kadınların saflarının en hayırlısı son saftır; en fenası ise, ön saftır.» [34]
Açıklama:
Erkek ve kadınların
cami ve mescitlerde bir fitneye, göz zinasına sebebiyet vermeden hangi
safiarda yerlerini almaları tavsiye edilirken, dolayısıyla hayırlı ve feyizli
işlerde öne geçmenin kaçırılmayacak büyük fırsatlar olduğuna işaret ediliyor.
«Her insan öldüğü hal
ve niyet üzere kabrinden kaldırılıp hesap alanına getirilir.» [35]
Açıklama:
İnsanın ömrünün son dönemi ne
ise, o hal üzere ölür ve öldüğü hal ve niyet üzere kabrinden kaldırılır. O
bakımdan ölümün ne zaman geleceğini bilmediğimize göre, her gün yeni bir
hazırlık içinde olmalıyız; _kalbimizi, vicdanımızı ve ruhumuzu kirleten her
şeyden temizlenmeğe özen göstererek Allah'ın dilediği şekilde Allah'a dönme
çizgisine kendimizi getirmeliyiz. [36]
«Hiçbir şey yoktur ki,
onun hazineleri katımızda olmasın...»
Cenâb-ı Hak, ezelî
plânı gereği, insanları ve diğer canlıları yaratmadan önce Dünya'yı yaratıp
hazırladı. Bu arada bir tekâmül söz konusudur, şöyle ki: Yerkürenin yaşamaya
elverişli duruma getirilmesi için birçok jeolojik devirler geçirmesi
gerekiyordu. Böylece milyon ve milyar seneler geçtikten sonra yeraltı ve
yerüstü kaynaklar oluştu; insan ve diğer canlıların yaşayıp üremesine uygun
ortam vücut buldu. Sonra Allah ezelde hazırladığı plân gereği, yaratacağı
her'canlı hakkında kudretiyle birer tecellide bulundu. Arkasından genetik bir
düzenleme ile biyolojik kanunları gerçekleştirip harekete geçirdi ve öylece
üreme başladı.
Anlaşıldığı üzere,
Cenâb-ı Hak, sofrayı hazırladıktan sonra bizi Dün-ya'ya getirdi. Ne var ki
insanoğlu bilgisizliği, ilgisizliği ve aklını gerektiği şekilde kullanmaması
nedeniyle Dünya'nın birçok kesimlerinde kısmen de olsa denge ve düzeni bozdu da
bunun cezasını daha çok kendilerinden sonra gelecek nesiller çekti.
Bulut, yağmur, hava ve
diğer hayat veren nimetlerin hazinesi O'nun yanındadır, öyle ki kurulan bu
hazine bir devridaim yapmakta, fakat hiçbir şey eksilmemektedir. Her şey belli
hesaplara, şaşmayan kanunlara göre düzenlenip hizmete sevkecJilmiştir., Eşya
arasında mutlak anlamda denge kanunu hâkimdir.
Yerküreyi bu açıdan
inceleyip değerlendirmesini yaptığımızda, karşımıza üstün bir kudretin plân ve
programı çıkar ve eşyanın her parçasında O'nun damgası görülür.
Böyleoe Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden belgeler" ve deliller sayılmayacak
kadar çok, O'nun varlığını reddeden hiçbir belge yok..
Yaratanların,en güzeli olan
Allah'ın şanı çok yücedir!. [37]
Rüzgârları da
aşılayıcı olarak gönderdik.»
Rüzgârların iki ayrı
aşılama görevi var. Birincisi, bulutları harekete geçirip pozitif elektrik
yüklü bulutu, negatif elektrik yüklü buluta doğru ııp müthiş bir elektrik akımı
meydana getirmesini sağlamasıdır. Bu doğrultuda yapılan ciddi araştırmalara
göre, pozitif ve negatif yüklü iki bulut Kümesi birbirinden, yani pozitif
pozitiften, negafit de negatiften kaçar, fakat Allah'ın bunları estirdiği
rüzgârla birbirine yaklaştırmasıyla bir ıncizap Meydana gelir ve o sebeple
birleşen bulutların her tarafı elektrikle, yükle-n'r. Yağmur bunun kaçınılmaz
neticesidir. İkincisi,ise, bitkilerin üreme organları çiçeklerdir. Ancak
bunların bir kısmı «birevcikli bitkiler», bir kısmı da «ikievcikli
bitkiler»dir. Birevciklilerde aynı kök üzerinde çiçeklerin bazısı dişi, bazısı
da erkektir. İkievciklide ise, erkek ve dişi çiçekler ayrı kökler üzerindedir,
Döllenebilmesi için erkek ve dişi hücrelerin birleşmesi gerekir. Bunun için de
çiçek tozunun dişi organın tepeciğine konması lâzımdır. İşte bu döllenme işi
rüzgârlar ve böcekler vasıtasıyla gerçekleşir. Şöyle ki: Rüzgâr, erkek organ
tozunu alıp dişi organa nakleder. Böcekler de ayaklan ve kanatlan ile bunu
birinden diğerine aktarırlar.
Kur'ân ilgili âyetle
rüzgârın birçok yararlarından ikisini açıklıyor. Aynı zamanda bununla ilâhî
plânın kusursuz işlediğini ve uygulandığını haber veriyor. Böylece ilâhî
kudretin kemal mertebesinde bulunduğunu isbatla-yan bir hakikatle ilme ışık
tutuluyor, ilim adamına hareket noktası belirleniyor. Günümüzdeki bilimsel
araştırmaya gelince, Kur'ân'ı tasdîk etmekte ve o istikamette yeterli bilgi
verebilmektedir.
Özetliyecek olursak,
Kur'ân ile ilmin belli konularda, sonuç alınan araştırmalarda birleştiğini
söyleyebiliriz. Nitekim bugüne kadar yapılan araştırma ve incelemelere göre, 250.000
çiçek tozu türünün mevcut olduğu tes-bit edilmiştir. Hiç birinin diğerine
uymadığı, benzemediği de kesindir. Buna parmak izlerini misal verebiliriz,
yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanların parmak izleri mutlaka birbirinden
ayrıdır; biri diğerine benzemez, işte çiçek tozları da öyle..
Kâinatta ne kadar mükemmel
bir düzen ve dengenin hâkim olduğunu, her şeyin yüklendiği programı kusursuz
uyguladığını, plândaki yerinden ve amacından sapmadığını pekâlâ anlıyoruz. O
halde bunca sağlam belgeler ve deliller ortada dururken, Allah'ın varlığına
delâlet eden başka belgeler arayıp bulmaya gerek var mıdır? Sadece çiçeklerin
ve bulutların aşılanma olayı aklını kullanan kimse için yeterli delil değil
midir? [38]
«Şüphesiz ki biz
diriltir ve öldürürüz ve vâris olanlar da biziz.»
Hayvanlar ile
bitkilerin genellikle biri ölü, diğeri diri iki ayrı dönemleri vardır. Tohum
ve sperma, bitki ve hayvanın bir bakıma ölü devresi; tohumun toprağa düşüp
filizlenmesi, spermanın ana rahmine intikal edip yumurtalıkla birleşmesi ise
onların canlılık devresidir.
Bu üreme düzenini belli
genetik ve biyolojik kanunlara bağlayıp sürdüren Allah'ın, «Biz diriltir ve
öldürürüz» buyurmasının bir bakıma manası anlaşılmış oluyor. Ayrıoa bitkilerin
yeşerdikten belli bir süre sonra tohuma geçip sararması ve çok geçmeden
kuruması, onun ölü devresidir. Neslinin devamını sağlamak için verdiği
tohumların tekrar toprağa düşmesi, onun dirilmenin ilk basamağına basması
demektir, buna benzer doğup büyüyen insanların da belirlenmiş ecelleri gelince
ölmeleri ve bu olaydan sonra yine belirlenmiş bir zaman geçince yeniden
diriltilip kaldırılmaları aynı kudretin az değişik tecelli ve takdirinden
biridir. Şunu demek istiyoruz ki, spermayı ana rahminde yumurtalıkla birleştirip
düzenli bölmek suretiyle çoğaltıp büyüten ve insan şekline sokan; tohumu
toprakta harekete geçirip filizlendiren yüce kudret için, ölen insanı diriltip
kaldırmak aynı şeydir. Biri diğerinden daha zor veya külfetli değildir. [39]
«And olsun ki, sizden
öne geçmek isteyenleri de bilmişizdir; arkada kalmak isteyenleri de
bilmişiz-dir.»
Bu âyet üzerinde ilim
adamları sekiz farklı yorum ortaya koymuşlardır ki, hepsi de aynı gerçeği
yansıtmakta ve ilâhî kudretin üstünlüğünü belirtmektedir. Şöyle ki:
1— Katade ve İkrime'ye göre, bugüne kadar ruhlar
âleminden sırası gelip de dünyaya inerek yaratılan insanlarla, henüz sırası
gelmeyip geride kalanlar demektir.
2— İbn Abbas (R.A.) ve Dahhak'a göre, bugüne kadar
ölenleri ve hâlen hayatta olanları, bundan sonra ölenleri ve hayata gözlerini
açanları Allah bilir, demektir.
3— Mücahid'e göre, Muhammed (A.S.) ümmetinden
önce gelenleri ve geriye kalanları; ona ümmet olmaya lâyık olanları ve
olmayanları bilir, anlamına gelmektedir.
4_ el-Hasan'a
göre, hayır, iyilik ve teâtte öne geçenleri; günah ve Şer için geriye kalanları
bilir, manasına yorumlanabilir.
5— Saîd b.
Müseyyeb'e göre, savaş saflarında öne geçenleri ve ge- * r|de kalanları bilir
şeklinde tefsîr edilebilir.
Müfessir el-Kurezî'ye göre, cihadda öldürülenleri ve
öldürülme-Venleri bilir demektir.
7— eş-Şa'bî'ye göre, ilk yaratılanları, son
yaratılacak olanları bilir, şeklinde yorumlanabilir.
8— Namaz saflarında öne geçenleri ve geri
saflarda kalanları bilir demektir.
Ancak ilim
adamlarından çoğu bu sekizinci yorumu daha uygun ka-bui etmişler ve delil
olarak da İbn Abbas'tn (R.A.) şu rivayetini göstermişlerdir:
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Çok güzel bir kadın vardı, o kadar ki insanların en güzellerinden biridir,
denilebilirdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in arkasında namaz kıimak üzere
geride durmuştu. Ashab-ı Kirâm'ın çoğu o kadına gözleri dokunmasın diye ön
saflara doğru ilerlerken kalplerinde nifaktan eser bulunan bazı
olgunlaşmamışlar ise, o kadını görebilmek için geri saflarda kalmayı tercih
etmişlerdi. Bunun üzerine ilgili âyet inmiştir. [40]
İşte bu durumda
olanları ao, olmayanları da Cenâb-ı Hak bir gün diriltip biraraya getirecek ve
her biri niyetine göre amelinin karşılığını görecektir.
Ancak bu rivayet bize
şu iki hususu öğretmektedir: Kadınların camilere gelip namaz kılmalarına cevaz
verilmiştir. Camilerde yer bulunduğu sürece onları men'etmemek gerekir. Aynı
zamanda camilere ibâdet niyetiyle gelen kadınların en arka safta bulunmaları
şarttır. Erkeklerin de bu durumda iyice ön saflara ilerleyerek rükû1 ve
secdelerde, kıyam ve selâm verme durumlarında gözlerinin kadınlara
'ilişmemesini sağlamaları sünnettir. [41]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâinatta var olan her şeyin belli bir plân ve programa, değişmeyen hizmetlere
yönelik olarak yaratıldığı belirtildi. Sonra da rüzgârların aşılama olayını
sağladığı, çiçek tozlarının bu vasıtayla aşılanma imkânları buldukları;, aynı
zamanda bulutlar arasında yine rüzgârların itip götürmesiyle bir mcizap ve
aşılama meydana geldiği misal olarak verildi. Öldükten sonra diriltmenin hiç
de zor olmayacağı konu edilerek bitkilerin yeniden yeşermeleri buna örnek
gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle, insanın
menşei hakkında teme! bilgi ortaya konuluyor; sonra da cinlerin neden
yaratıldığı hakkında ana fikir verilerek bu iki ayrı mahlûk hakkında daha doğru
düşünmemiz isteniliyor. [42]
26— Şanıma and olsun ki, insanı pişmedik kuru,
çürümüş ve kokuşmuş balçıktan yarattık.
27— Cânrt'ı da daha önce dumansız zehirli ateşten
yarattık.
«Melekler nurdan
yaratılmış, cân (cin) dumansız ateşten yaratılmış; Âdem ise size anlatılıp vasf
edilen şeyden yaratılmıştır.» [43]
«Allah, Âdem'i Cennet'te
yaratıp şekillendirdiğinde onu bir süre o vaziyette bıraktı. İbiîs ise, sık
sık gelip onun etrafında dolaşır ve ne olduğunu anlamaya çalışırdı. İçinin boş
olduğunu görünce, anladı ki bu kendine sahip olamayacak bir yaratıktır.»[44]
Şanıma and olsun ki,
insanı pişmedik kuru, çürümüş ve kokuşmuş balçıktan yarattık.»
Kur'ân insanın menşei
hakkında bütün varsayımları, teorik görüşleri bir tarafa itip en doğru bilgiyi
veriyor. İlk insan Âdem'in testi gibi ses ve-
ren kuru, fakat
çürümüş siyah bir balçıktan yaratıldığını bildiriyor.
Aynı konu Kur'ân'da az
değişik anlatımla değişik sûrelerde olmak üzere beş yerde zikredilir. Bunların
hepsini biraraya getirip kullanılan değişik kelime ve farklı anlamların
tamamının nasıl bir sonuç verdiğini görmekte yarar vardır:
— Hicir sûresinde insanın «salsal hame-i
mesnûn»dan yaratıldığı belirtilir.
— Secde sûresinde, insanın sadece «tîn»den
yaratıldığına kısaca yer verilir.
— Mü'minûn sûresinde yine insanın
«süfâle-i tîn»den yaratıldığına
dikkatler çekilir.
— Saffat sûresinde
ise, insanın «tîn-i lâzib»den yaratıldığı açıklanır.
— Rahman sûresinde, insanın «fahhara benzer
salsabdan, cinnin de «mâric-i nar»dan yaratıldığı konu edilir.
Görülüyor ki, ilk insanın
yaratıldığı çamur beş farklı kelimeyle ifade edilerek tanımlanmıştır. Cinnin
veya Cann'ın yaratıldığı ateş ise, az farklı iki kelimeyle ifade edilerek tarif
edilmiştir.
Bu kelimelerin delâlet
ettikleri manayı bilmedikçe, gerçekte Âdem Peygamber'in nasıl bir topraktan
yaratıldığı anlaşılamaz.
1— Salsal ve
hame-i mesnun : Testi gibi ses veren kuru pişmedik çürümüş balçık;
biçimlendirilmiş kokmuş çamur.
2- Salsal ke'l-Fahhar: Testi misali ses veren
pişmiş çamur.
3- Sülâletin
min tîn : Süzülmüş çamur.
4- Tîn-i
Lâzib :, Yapışkan, kokan çamur.
5— Tîn :
Çamur. [45]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi iki yerde farklı kelimelerle anılmıştır:
1— Maricin min nar: Dumansız, kızıl, sarı ve
yeşil renklerden oluşan ateş.
2— Natv-i semûm : Dumansız, ısı derecesi yüksek,
zehirli ateş. !
O halde\ayetlerdeki değişik
kelime, ve anlatımlar bir araya getirildi-
ğinde, birinin diğerini
açıkladığı, manasını tamamladığı görülür. Böylece tümünden ortaklaşa şu mana
ortaya çıkmış olur: İlk insan Âdem Peygamber (A.S.) iyice süzülmüş, kuruyup
büzülmüş, dokunulduğunda testi misali ses çıkaracak kıvama gelmiş, yapışkan,
kokuşmuş ve biçimlendirilmiş bir çamurdan yaratılmıştır, Cânn ise : Dumansız,
ısı derecesi yüksek, karışık renkler arzeden zehirli bir ateşten yaratılmıştır. [46]
«Şanıma and olsun ki,
insanı pişmedik kuru, çürümüş ve kokuşmuş balçıktan yarattık.»
İlgili âyetlerin açık
anlatımından, Âdem Peygamber'in (A.S.) yapışkan, süzülmüş, çürüyüp kokuşmuş ve
dokunulduğunda ses çıkaracak kadar kurumuş bir balçıktan yaratıldığı
anlaşılıyor. Ancak balçık diye adlandırılan bu çamurun killi, yağlı ve
sıkıştırılmış olduğu muhakkak. Susuz ve nemsiz kaldığı zaman da çok sertleştiği
bir gerçektir. O bakımdan çamurun süzülmüş, yapışkan, kokuşmuş ve siyahlaşmiş
olması, akar suların onu süzerek böyle bir özelliğe kavuşturmasından
kaynaklanmış olabileceği düşünülebilir. Zira Âdem (A.S.) yer kabuğundan
yaratılmıştır. Pişmiş tuğlaya benzetilmesi, kurak zamanlarda fazla
sertleşmesine işarettir. Bu gibi toprak ve çamurlar daha çok tuğla ve kiremit
yapımında kullanılır.
Âdem Peygamberin,
diğer bir tabirle ilk insanın böyle bir balçıktan yaratılması genel anlamda
değil, özel anlamdadır. Çünkü o, fizikötesi ilâhî sünnetin teoellisiyle
şekillendirilip bizim bilmediğimiz birtakım kanunlarla yaratılmıştır. Ancak her
şeyin, eninde sonunda toprağa dönüştüğünü görmekteyiz. Öyleki, topraktaki
bakteriler tarafından ölen canlıların ve bitkilerin vücudu değişime uğratılarak
bir bakıma her şeyiyle bakteri ve toprağa dönüşüp belirsiz hale geldiğini
biliyoruz. Gerçek bu olunca, bunun aksi neden olmasın? Yani toprak da canlıya
dönüşmesin. Aslında toprak, kayaların ufalması ve ufalan zerreciklerin ölmüş
olan bütün bitki ve canlıların vücutlarına karışmasıyla oluşmuştur. Diyebiliriz
ki, toprağın her desimetre küpünde «bakteri» adı verilen milyonlarca
bitkicikler, hayvancıklar vardır. O bakımdan canlılık vasfı değişik bir
anlamla toprağın kendisinde, mevcuttur.
Hayvanları ve
bitkileri toprağa dönüştüren ve tekrar topraktan bitkileri yeşertip bitiren
kudret, topraktan insanı yaratamaz mı?
Bizim şu kâinatta
bildiklerimiz çok sınırlıdır ve azdır. Bilmediklerimiz ISe sayılmayacak kadar
çoktur. Âdem'in (A.S.) çamurdan yaratılması da bu bilmediklerimizden biridir.
Her şeyden önce yaratma kudreti Allah'a mahsustur. Bize düşen inanmak, sonra da
gönül yatışkanlığına erişmek için sebep ve hikmetlerini, bağlı bulundukları
fizik ve kimyayla ilgili kanunlarını araştırmaktır. İleride ilmî
araştırmaların ne gibi yenilikler bulacağını şimdiden kestirmek mümkün değilse
bile, bir gün ilk insanın, vasıfları belirtilen çamurdan yaratılmasının
sırrını da çözmesi mümkündür. Nitekim bu konuda tam bilimsel olmamakla beraber
hayli çalışmaların sürdürüldüğünü öğrenmiş bulunuyoruz. [47]
«Cânn'ı da daha önce
dumansız zehirli ateşten yarattık.»
Az yukarıda da açıkladığımız
gibi, dumansız ateşten maksat, yalın bir ateş olabileceği gibi, ışın da
olabilir. Bugün ışınların cisimleri delip a3Cti-ğini biliyoruz. Röntgen bunun
açık kanıtıdır. Cin ve şeytanların maddî engel tanımaması da onların bu
özelliğindendir. Bir de düşünün ki, ışına, cin ve şeytana ait ruh giriyor. O
takdirde onların nasıl bir hız ve enerjiye sahip olduklarım anlatmaya gerek
kalıyor mu? Cin ve şeytanların çok kısa bir zaman parçası içinde doğu ile
batıyı dolaşmaları, ışınla birleşip bütünleşmelerinden kaynaklanır.
Denilebilir ki, onlara ait ruhun ışına girmesiyle, onlar ışık hızından daha
fazla bir hıza sahip olmuşlardır. Çünkü ruhun hızının ne ölçüde olduğunu
bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, daha güçlü ve üstün ruha sahip olan ve
bütünüyle nurdan yaratılan Melek Cebrail'in fizik-ötesinden ayrılmasıyla
dünyaya inmesi bir an meselesidir. Diğer meleklerin durumu da buna yakın bir
özelliktedir. Katettikieri uzun mesafenin rakamlarla ifade edilmesi elbetteki
mümkün değildir. Çünkü kâinatın ne kadar büyük olduğunu azçok biliyoruz. [48]
Cinlerin insanlardan
önce yaratıldığını ilgili âyetten öğreniyoruz" Bunu, yerkabuğu henüz
soğumadan önoeye atfedenler vardır.
Şeyh Muhyiddin Arabî
(k.s.) bu konuda diyor ki:
«Biri nûrîye, diğeri
nâriye olmak üzere iki ayrı ruh (ruhanî) vardır. Nu-rîye olan ruhlar, nurdan
yaratılan meleklerdir. Nâriye olan ruhlar ise; yalın ateşten yaratılan cin ve
şeytanlardır.
Cenâb-ı Hak bu iki
ayrı tür ruhları yaratınca, ikisini bir hususta ortak duruma getirdi. O da,
insanların gözlerine görünmemeleri, bir bakıma perde gerisinde kalmalarıdır.
Oysa bu iki ayrı tür ruhlar toplantı yerlerimizde insanların yanlarında
bulunurlar, ancak Allah onlarla insanlar arasında bu durumda da perde
koymuştur. Bu perde insanlardan yanadır. O nedenle melekler ve cinler,
dolayısıyla şeytanlar bu manevî perdenin arkasında durup bize görünmez olurlar.
Diledikleri zaman kendilerini açığa vurabilirler ve işte o zaman onları
görebiliriz.
Bu özelliklerinden dolayı
Cenâb-ı Hak iki ayrı ruhu «cin» diye adlandırmıştır, yani bize gizli kalıp
görünmemeleri nedeniyle onlara bu isim verilmiştir.» [49]
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, cânn, cinlerin babasıdır. O bakımdan şeytanlardan ayrı sayılırlar.
Şeytanlar ise, İbiîs'in soyundandırlar. Bunlar ancak İblîs ile birlikte
öleceklerdir. Cinlere gelince: Doğarlar, yaşarlar ve ölürler. İçlerinde mü'min
olanı bulunduğu gibi, kâfirolanları da vardır. [50]
Bu görüş ve yoruma göre, Âdem
(A.S.) insanların, Cânn cinlerin, İblîs de şeytanların babasıdır. [51]
Yukarıdaki âyetlerle
insanın menşei hakkında temel bilgi verildi. Cinlerin ilk atası olan Cânn'ın
dumansız yalın bir ateşten yaratıldığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
pişmedik kuru balçıktan, biçimlendirilmiş çamurdan insan yaratacağını ve
meleklerle İbiîs'in ona secde etmesini emrettiği konu ediliyor. Ateşten yaratılan
İbiîs'in, çamurdan yaratılan bir mahlûka secde etmeği gururuna yediremediği, bu
yüzden hem ilâhî lanete çarptırıldığı, hem de Cennet'ten kovulduğu ve kıyamete
kadar kendisine mühlet verildiği belirtiliyor. [52]
28— Bir vakitler Rabbin meleklere: «Gerçekten
ben, pişmedik kuru çamurdan, biçimlendirilmiş balçıktan bir beşer (insan)
yaratacağım,
29— Bu bakımdan onu düzenleyip ruhumdan ona
üflediğimde derhal onun için secdeye kapanın» demişti.
30— Bu buyruk üzerine meleklerin hepsi birden secde
ettiler.
31— Ancak İBLİS secde edenlerle beraber olmaktan
çekinip (emre uymadı, Âdem'e secde etmedi).
32— Allah, «ey İblîs, dedi, neyin var, neden
secde edenlerle beraber olmadın?»
33— İblîs, «pişmedik kuru, şekillendirilmiş
balçıktan yarattığın bir beşere (insana) secde etmem için ben var olmadım»
dedi.
34— Bunun üzerine Allah ona : «Çık oradan; çünkü
doğrusu sen ko-ğulmuş ve sürülmüşsün!
35— ve doğrusu hesap-cezâ gününe kadar elbette
lanet senin üzerindedir» dedi.
36— iblis, «Rabbim, öyle ise bana onların dirilip
kalkacakları güne kadar mühlet ver» dedi.
37-38— Allah
da, «sen bilinen vaktin gününe kadar mühlet verilenlerdensin» dedi.
«Bu bakımdan onu
düzenleyip ruhumdan ona üflediğimde derhal onun için secdeye kapanın,
demişti.»
Bakara sûresinde
ilgili 34. âyetin tefsirinde ve A'raf sûresi ilgili 11 âyetin açıklanmasında
belirtildiği gibi, canlılar arasında insanın ayrı biı yeri, farklı bir azizliği
söz konusudur. Allah'ın daha çok lütuf ve ihsanına inayet ve kerametine o lâyık
görülmüştür. Bu bakımdan yeryüzünde Al-lah'ın halîfesi olma şerefiyle
onurlandırılmış, Allah'ın tecelli ettiği müstesnü bir surette yaratılarak her
organında Allah'ın hilkat kanununun damgasın taşımakla taltîf edilmiştir.
Meleklerin ona secde
etmekle emrolunmalanna gelince: Bu her ba kımdan ilâhî kudretin yüceliğini,
sınırsızlığını, yegâne tasarruf sahibi bu lunduğunu yansıtma açısından insanın
müstesna bir düzeye getirildiğin ve her bakımdan ilâhî rahmetin füyuzatına
lâyık görüldüğünü ifâde eder.
O bakımdan aynı konu
az değişik ifadelerle Kur'ân'ın tam yedi yerin de anılmıştır. [53]
Şeyh Muhyiddin Arabî
(k.s.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «Şüphesiz ki Allah, Âdem'i kendi sure tinde yaratmıştır», buyurdu. O
halde şu âlem insan için, onun sebebiyle v onun suretinde yaratılmıştır. Eğer
şu âlemde insan denilen varlık yok oluısa, âlem de yok olur. Çünkü âlem hem
onun için, hem de onun suretinde yaratılmıştır.
Cenâb-ı Hak : «Her can
ölümü tadacaktır.» buyurdu. Bu, ruhun şu tabii heykeldeki, yani et, kan ve
kemik yığınındaki tedbirine son vermek manasına gelir. Zira ruhun, sözünü
ettiğimiz heykeli sevk ve idare etmesi, dünyada onda eyieştiği süre içinde
devam eder.» [54]
Yine Şeyh Muhyiddin
Arabî (k.s.) diyor ki:
«Ona, istersen ilâhî
hazretin sıfatıdır, de; istersen ilâhî isimlerin tamamıdır, de; istersen
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in: «Allah, Âdem'i kendi suretinde yarattı.»
mealindeki sözüdür de.. {Hepsi de uygundur ve o bakımdan) Âdem'in sıfatı
budur. Oünkü Allah'ın onun hilkatini kendi huzurunda biraraya getirip
düzenlemesinden anlıyoruz ki, ona kemâl sıfatı vermiş, onu Ekmel mertebesinde
ve bütün isimleri onda toplayarak yaratmıştır. Onun için Âdem, bütün isimleri
kabullenmiştir. Bu bakımdan Âdem hakikati itibariyle âlemin tamamıdır ki, o bu
durumda başiıbaşına bir âlem oluyor; ondan başkası ise bu âlemin cüz'leri
(parça ve bölümleri) sayılırlar..
O halde insanın
Cenâb-ı Hakk'a nisbeti, bâtinî (içyüzü) cihetiyledir ki, o bu yönüyle dünyada
en mükemmel ölçü ve biçimdedir. Âhirette ise, Hakk'a olan nisbeti, hem zahirî
(dış görünüşüyle), hem de bâtınî (iç yüzüyle ve) yönüyledir.
Meleklere gelince :
Onların Cenâb-ı Hakk'a olan nisbeti, sadece zahirî cihetleriyledir ve bu da
tam ölçü ve anlamdadır O bakımdan melekler için bâtın diye bir şey söz konusu
değildir.» [55]
Görülüyor ki, Âdem
(A.S.) hem âlemin tamamını kendinde toplamıştır, hem de âlem onun için, o da
Allah için yaratılmıştır. Böylece âlem, Âdem'in suretinde, Âdem de mecazî
deyimle Hakk'tn suretindedir. Aynı zamanda Âdem'in hem zahirî, hem de bâtınî
yönleriyle Hakk'a nisbeti vardır. Meleklerin ve cinlerin ise, sadece zahirî
yönleriyle Hakk'a nisbetleri söz konusudur. O sebeple de Âdem (A.S.)
yaratılmışların en azizi ve en kâmilidir. Bu hikmete mebnidir ki, bütün
meleklerin ona saygı ve ta'zîm göstermeleri emredilmiştir, [56]
«Bu bakımdan onu
düzenleyip ruhumdan ona üflediğimde...,»
Allah'ın yarattığı
eşya, çoğu zaman Allah'a nisbet edilerek anılın Allah'ın gökleri, Allah'ın
melekleri, Allah'ın peygamberi, Allah'ın ruhu gibi tabirler ve terkipler
kullanılır. İlgili âyette «ruhumdan..» sözü de bunlardan biri olabilir,
olmayabilir de. Zira ruhun mahiyeti ve hakikati hakkında ciddi bir bilgimiz
yoktur. İlmin bu konuda sadra şifa ciddi hiçbir tesbiti-söz konusu değildir.
Bildiğimiz tek şey, ruhun bütünüyle hayat ve kudret olmasıdır. Aynı zamanda o
bir ilâhî sırdır da.. Girdiği yerde hayat ve hareket başlar; yerleştiği
varlığın şeklini aiır, tıpkı suyun doldurduğu kabın şeklini alması gibi. O
bakımdan ölen kimselerin ruhları onların fiziksel yapılarının biçimini
almıştır. Gerek Berzah âleminde, gerekse âhirette birbirlerini rahatlıkla
tanımalarının sebebi budur. Âhirette yeni oluşup kaldırılan bedenler,
dünyadaki bedenlerin suret ve şeklinde tezahür edeceklerdir.
Böylece ilâhî ruh,
şekillendirilmiş balçığa girince, orada hayat ve hareket başlıyor. Çünkü ruh
Allah'ın ruhu, suret de Allah'ın suretidir, yani ikisi de O'na mecazî anlamda
nisbet edilirler. O halde meleklere «Ruhumdan ona üflediğimde derhal onun için
secdeye kapanın!» emredilmesi, Hakk'ın tecelli eden suret ve ruhuna yönelik bir
anlam taşır. Onun için meleklerin bu secdesi, ibâdet secdesi değil, saygı,
ta'zîm ve onurlandırma secdestdir. Aynı zamanda ilâhî emre itaatin ayrı bir
tezahürüdür. [57]
Cenâb-ı Hakk'ın ezelî
ilim ve kudretiyle, Dünya denilen aşağı âlemi insanın yaşama yeri olarak
plânladığı kesindir. O bakımdan vakti saati gelince Âdem'i balçıktan yaratıp
önce Cennet'e koydu. Bu, ileride kafplarda doğacak soruları cevaplamaya yönelik
bir tedbir sayılır. Şöyle ki: Şu dünyaya getirilmemiz de neye? Madem Cennet ve
ebedî bir hayat önümüzde bizi beklemektedir, doğrudan o hayata gözlerimizi
açmamız daha rahat ve huzurlu olmaz mıydı? Şeklinde birtakım istifhamlar
birbirini izler, Cenâb-ı Hak, ilk insan Âdem babamızı dünyaya getirmeden
Cennet'e koymak suretiyle bu kabil istifhamları cevaplamış ve şüpheleri
gidermiş bulunuyor. Hayatın zevkini, anlamını, hikmetini, çilesini görmeyen,
tatmayan bir kimsenin doğrudan Cennet'e girmesi fazla bir şey ifade etmez,
yani o yüksek nimetin kıymeti anlaşılmaz. Anılmayınca da hem değer ölçüsü
bilinmez, hem de yaratanına lâyıkıyla hamd ve şükür duygusu gelişmez.
O bakımdan Cenâb-ı
Hakk'ın ezelî sünnetlerinden biri de, olayı meydana getirmeden önce
sebeplerini oluşturmaktır. İblîs'e de meleklerle birlikte Âdem'e secde etmesi
için emredilmesi bu ön sebepler zincirinin bir başka halkasını oluşturuyordu.
Oysa Cenâb-ı Hak, İblîs'in hılkatındaki özelliğini ve o bakımdan secde
etmiyeceğini çok iyi biliyordu. Ne var ki ileride mazeret beyânına imkân
vermemek için sebep ve illetleri oluşturup meydana getirmeyi hikmeti gereği
daha uygun görmüştür. Böylece Âdem'in karşısına zıddını getirip koydu ve
dünyayı zıtlarla (karşıtlarla) donattı.
Böyle bir düzen
kurmasaydı, Âdem'in (A.S.) yaratılması gereksiz veya hikmetsiz kalırdı. Zira
dünya hayatına canlılık kazandıran, daha doğrusu onu bayındır hale getiren daha
çok birbirine zıt fikirlerin, görüşlerin, inançların sürtüşme ve tartışması;
rekabet duygusunun kabarması ve öne geçme hırs ve isteğinin belirmesidir. Aynı
zamanda zıtlara hareket sağlayan ve onlart sonu gelmeyen rekabet havasına
sokan, nefis ile İblîs'tir. İndirilen kitap, gönderilen peygamber nefis ve
İblîs'in dürtüşlerinin tehlikeli boyutlara ulaşmasını önlemeğe, insanı arzu ve
hevesleriyle birlikte meşru sınırlar içine almaya, onun duygu ve düşüncelerini
aklının emrine, aklını da imânının kumandasına vermeye yönelik bir başka
tedbirdir. [58]
İblîs dumansız
ateşten- veya ışından ve aynı zamanda Âdem'den önce yaratıldığı için
kendisinden sonra yapışkan kokuşmuş balçıktan yaratılan Âdem'i (A.S.) kendine
rakip ve karşıt görerek, ilâhî emre rağmen ona secde etmedi. Zira her iki
varlıkta da nefis denilen bencil duygu bulunuyordu. Meleklerde ise bu duygu
bütünüyle yoktur. Derken İblîs'te kıskançlık duygusu gittikçe kabarmaya
başladı ve sonunda ardıarkası gelmiyecek bir düşmanlığa dönüştü.
İşte böylece İblîs'in
ilâhî emre muhalefet edip secdeden kaçınması, o yüzden lanete uğrayıp
Cennet'ten kovulması, kıyamete kadar mühlet istemesi ve isteğinin kabul
edilmesi hep dünya hayatında bu iki ayrı tür arasında sonu gelmeyen mücadele
ve sürtüşme ortamını hazırlamaya, hayata bir bakıma canlılık kazandırmaya
yönelik ilâhî plân ve programın uygulama alanına yönelen bir başka bölümüdür. [59]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilk insan Âdem'in (A.S.) balçıktan yaratıldığı ve meleklerin onun için secde
etmesinin emrolunduğu konu edildi. İblîs'in ilâhî program gereği, kıskançlık
duygusunun kabardığı, o yüzden Âdem'e secde etmlyerek ilâhî emre karşı geldiği
ve kıyamete kadar kendisine mühlet verildiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendisine mühlet verilen İblîs'in kıyamete kadar ıhlâs üzere amel eden muttaki
mü'minler dışında diğer insanları azdırıp sapıîtırmaya çalışacağı konu
ediliyor. Sonra da İblîs'in çağrısına kulak verip uyanlar cehennem azâbıyla
tehdît edilerek gereken uyarılar yapılıyor Arkasından imân temeli üzerinde
Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan mü'minler için Cennet'te hazırlanan
birçok nimetlerden haber veriliyor ve Cennet'in huzur yurdu olduğu anlatılıyor. [60]
39— İblis, «Robbim, dedi, beni azdırman sebebiyle
(veya azdırman hakkı için) yeryüzünde insanlara (günah ve kötülükleri) iyice
süsleyeceğim ve hepsini de azdıracağım.
40— Ancak içlerinden ıhlâs (gösterişten uzak,
katıksız bir samimiyetle Alah rızasını gözeterek amel etme şuurunu) verdiğin kulların
müstesna...»
41— Allah, «işte bu bana göre dosdoğru yoldur!»
dedi.
42— Şüphesiz ki, kullarımın üzerinde senin hiçbir
sultan yoktur; ancak şaşkın ozgınlardan senin peşine takılanlar müstesna.
43— Ve gerçekten Cehennem hepsine va'dolunan
yerdir.
44— Onun yedi kapısı vardır; her kapıdan onlar
için ayrılmış bir kışını ve pay mevcuttur.
45— Şüphesiz ki
takva sahipleri (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınanlar)
Cennetlerde pınarlar (başlarında zevk u safa icin)de-dirler.
46_- Girin oraya,
sefa met ve güven içinde! (denilir).
47— Kalplerindeki kini söküp çıkarmışızdır.
Sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir onlar.
48— Orada onlara hiçbir zahmet ve yorgunluk
dokunmaz ve onlar bir daha oradan çıkarılacak da değillerdir.
İbn Abbas
(R.A.) anlatıyor: «Resûiüllah
(A.S.) Efendimiz ashabına Kur'ân'daki sûreleri öğrettiği gibi,
onlara şu duayı da öğretti:
«Allahım! Cehennem
azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Mesîh Deccal'ın
fitnesinden de sana sığınırım. Dirim ve
ölümün fitnesinden de
sana sığınırım..» [61]
«Kim Allah'tan üc defa
cennet isterse, Cennet der ki: «Allah'ım! O kulunu Cennet'e koy.» Kim de üc
defa cehennemden, onun ateşinden Allah'a sığınıp güven içinde kalmayı isterse,
Cehennem der ki: «Allah'ım! O kulunu Cehennem'den koru.» [62]
Enes b. Mâlik (R.A.)
anlatıyor:
«Resûiüllah (A.S.)
Efendimizin en cok ettiği duâ şu idi: «Rabbımız! Dünyada da bize iyilik ver,
Âhiret'te de bize iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru.» [63]
«İblis, «Rabbım, dedi,
beni azdırman sebebiyle (veya azdırman hakkı için) yeryüzünde insanlara (günah
ve kötülükleri) iyice süsleyeceğim ve hepsini de azdıracağım.»
Htlkatları ayrı olup,
Cennet'te bile anlaşamayan İblts ile Âdem Peygamber, o yüzden Cennet'ten
çıkarılıp Dünya'ya indirildiler. İkisi ve nesilleri arasındaki savaş kıyamete
kadar devam edecektir. Yaratılışlarındaki özellikleri gereği birbirleriyle uyum
sağlamaları mümkün olmayan bu iki ayrı tür mahlûkun düşmanlığı, dünya hayatının
canlılık kazanmasına, zıt-ların oluşup sürtüşmelerinin devamına; iyilerle
kötülerin; aklını kullanıp doğruyu seçenlerle, duygusunun esiri olup eğri yolu
tercîh edenlerin ayırt edilmesine yöneliktir. Bundan başka birtakım hikmetler
de söz konusudur.
O bakımdan İblîs ve
onun devam eden nesli, ademoğullarından zayıf bulduklarını küfür ve nifak
ateşine atıp yakarlar; imân ve irfan bakımından güçlülerle aralıksız
mücadelelerini sürdürürler. İmânlarım ıhlâs, yani samimiyet ve
gösterişsizlikle birleştirip bütünleştirenlerin gaflet anlarım seçer ve öylece
beyinlerine ve kalplerine vesvese ve şüphe sinyalleri gönderir. Ancak
kendilerini ıhlâs ve takva düzeyine getiren bu mü'minler üzerinde sulta
kuramaz. Zira sözü edilen mü'minierin gafletten uyanmaları cok çabuk olur,
kalplerinde kök salıp hücrelerine kadar sızan imânları, gelen şüpheleri
çarçabuk geri çevirir.
Anlaşıldığı
gibi.-İblîs'in insana yaklaşmasını kolaylaştıran âmiller bulunduğu gibi, onu
uzaklaştıran, dürtüşlerini tesirsiz kılan birtakım âmiller de vardır. Önemli
olan, bunları birbirinden tefrik edip İblîs'e oyuncak olma durumuno
düşmemektir.
İblîs neden bıkmadan,
usanmadan bu savaşı sürdürmek ister ve neden bundan hoşlanır? Bilindiği gibi
her varlık bir şeyden daha çok hoşlanır ve bazan' ona erişmek için hayatı
pahasına girişimlerde bulunur. Buna birkaç misal verelim: Tavşan havucu, tilki
tavuğu, arı çiçekleri, karınca zahireyi, aslan canlı bir avı sever. Zaman olur
ki bunlar sevdikleri şeyi elde etme uğruna canlarından olurlar. Melekler
Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzîh etmeyi severler. Onların en doyurucu gıdası
budur ve ancak bununla tatmin olup yatışırlar. İnsanlar ise, meieksel
yönlerini güçlendirdikleri zaman Allah'ı daha çok sevmeğe başlarlar. Bunun
aksine İblîs'ten yana nefsanî arzularına takılıp zevk ve duygularının esiri
olunca, mal, makam, içki, kumar, kadın ve benzeri şeylerden daha çok hoşlanıp
zevk alırlar ve Allah'ı, âhireti unutmaya başlarlar.
İblîs, insanları
azdırmayı, beyin ve kalplerine vesvese vermeyi sever ve ancak bu yolda başarılı
olduğu takdirde rahat eder, yatışkanlık sağlar. Her canlı sevdiği şey peşinde
koşup ömür tüketirken, İblis de bu kuralın dışında elbette ki kalamaz. [64]
«Ancak içlerinden
ıhlâs (gösterişten uzak, katıksız bir samimiyetle Allah rızası gözeterek
amel etme şuurunu) verdiğin kulların müstesna..»
İblîs bile, imân
temeli üzerinde amelini ıhlâs ölçüsünde tutacak olanlar üzerinde fazla bir
tesirinin olmayacağını, sulta kuramayacağını, kavga ve mücadelenin ilk adımında
itiraf etmek zorunda kalmış ve böylece kimler üzarinde olumsuz tesir meydana
getirebileceğini açıklamıştır. İlgili âyetle onun bu itirafının anılması,
bizlere bilgi vermek ve ona göre hayatımızı düzene sokmamıza yardımcı olmak
içindir. O bakımdan niyet ve amellerinde ıhlâs üzere olanların birtakım
özellikleri söz konusudur. Onları şöyle özetleyip maddeleştirebiliriz :
a) İbâdet ve
günlük işlerinde yalnız Allah'ın hoşnutluğuna erişmeyi düşünürler.
b)
Gösterişten, alkış ve övgüden tiksinirler.
c) Alçak gönüllü olmaya çalışırlar ve Cenâb-ı
Hakk'ın sonsuz kudretinin her şey üzerinde hâkim bulunduğunu düşünerek tam bir
mahviyet içinde teslimiyet gösterirler.
d) Sevdiklerini yalnız Allah için severler,
sevmediklerini de yine Allah için sevmezler.
e) Peygamber
(A.S.) Efendimizin yüksek terbiyesiyle edeplenmek isterler; o bakımdan sünnete
sımsıkı bağlanırlar.
f) Farz, vacip ve sünnet ibâdetlerden derin zevk
duyariar. Bir namazdan sonra ikinci namaz vaktini sabırsızlıkla beklerler.
g) Allah sevgi ve korkusunu, O'na olan yüksek ve
derin saygılarıyla birleştirip bütünleştirirler. Böylece ümitle korku arasında
bir yol seçip hayatlarını ona göre tanzim ederler.
İşte ıhlâs mertebesine
erişen bahtiyarlar bu yedi sıfat ve* özellikleriyle Cehennem'in yedi kqpısını
kendilerinden yana kapatmış olurlar. Artık bu durumda şeytanın onlar üzerinde
ciddi hiçbir sultası olamaz.
Azgınlar ise, bu yedi
sıfattan yoksundurlar. Onların daha çok zevk aldıkları değişik yedi şey vardır
ki, hayatları boyunoa onlara erişmek için mücadele verirler ve sonunda aynı
yolun sonuna gelip hayatları noktalanır. Onların sevip hoşlandıkları ve uğruna
bir ömür tükettikleri yedi şeyi şöyle sıralamak mümkün :
1— Mal ve servet,
2— Mokam ve riyaset,
3— Evlat ve torun,
4— Kadın ve şehvet,
5— Kaba kuvvet, haklara tecavüz ve insanlara
karşı saygısızlık,
6 Sınırsız
hürriyet, maddeyi hedef ve amaç seçmek, ona ulaşmak 'Cin aradaki her türlü
ahlâkî ve kutsal değerlen çiğnemek,
7— İnsanlara
tepeden bakmak, gurur ve kibir taslamak, disiplin altına girmemek, manevî ve
uhrevî müeyyide tanımamak veya önemsememek..
Birden dörde kadar
olanlara, meşru sınırlar içinde ilgi duymak veya hoşlanmakta bir sakınca
yoktur. Meşru sınırlardan maksat da, Allah rızası doğrultusunda O'nun dinine,
iyi ahlâka, fazîlet ve adalete hizmejt etmek, insanların yüzünü güldürecek
eserler ortaya koymaktır.
İşte azgınların, diğer
bir tabirle sapıkların bu gibi aşırılıkları, meşru sınan tanımamaları, onlara
Cehennem'in yedi kapısını açık tutar. [65]
«Onun yedi kapısı
vardır; her kapıdan onlar için ayrılmış bir kısım ve pay mevcuttur»
İlgili âyette
Cehennem'in yedi kapısından söz edilirken, hadîslerde onun yedi tabaka olduğu
veya her tabakaya ayrı bir kapıdan girileceği açıklanır. Şöyle ki:
1— Cehennem
2__ Lezza
3__ Sair
4__ Hutema
5__ Sakar
6__ Cahim
7__ Haviye
Birinci tabakaya,
Allah'ın varlığına, birliğine imân etmekle beraber büyük günahları işleyen; kul
ve millet haklarına tecavüz edip tevbe etmeden, hakları ödemeden, hak
sahipleriyle helâllaşmadan ölen mü'minler girer. Orada ilâhî adalet gereği
günahları nisbetinde azap gördükten sonra çıkarılırlar, hayat suyunda
yıkanmaları sağlanır ve öylece Cennet'e girmelerine izin verilir.
İkinci tabaka
Yahudilere aittir. Üçüncüsü Hıristiyanlara, dördüncüsü Sabitlere, beşincisi
ateşe tapanlara, altıncısı AMah'a eş, ortak koşanlara, yedincisi münafıklara
aittir. [66]
Şüphesiz ki takva
sahipleri (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınanlar)
Cennetlerde pınarlar (başlarında zevk-ü safa içinjdedirler.»
Takva sahiplerinin
ise, sekiz ayrı özelilkleri, diğer bir deyişle yedi farklı vasıfları vardır.
Bunlar ıhlâs sahiplerindeki yedi sıfatı aynen kendijerinde taşırlar. Sekizinci
olarak, her yerde ve her zaman kötülüklerden sakınırlar da Allah kullarına iyi
niyetle yardımcı olmaya çalışırlar. O bakımdan bu bahtiyarlara Cennet'in sekiz
kapısı birden açılır. İçlerinde kin ve kıskançlık olmadığı için ıhlâs ve
takvanın parlaklığı yüzlerinde ışıl ışıl ışıldar. İnsanları Allah için
sevdikleri için de Cennet'te selâmete erişip kardeşliğin en güzel havasını
yaşarlar. Yorgunluklarına karşılık, nicelik ve na-sılhğını ancak Allah'ın
bildiği sedirler üzerine otururlar. Orada hep esenlik ve güven içindedirler.
Zira onlar Dünya'da da güven.ve selâmet havası estirmek suretiyle insanlara
huzur kaynağı olmuşlardı.
Sonuç olarak, ilgili
âyetlerle, dünyada insanlığına yakışanı yaptp yaratanına kulluk eden
insanlarla, bunun aksine bir yol tutup yaratıldığı amaç ve hikmetten
uzaklaşarak hayatını berbat eden insanlara verilecek karşılıktan, hazırlanan
akıbetten ve neticeden haber veriliyor ve böylece yaşamakta olan insanlara en
doğru yol gösterilerek Allah'ın rahmet kapısının hep açık tutulup dönüş
yapanları beklediğine işaret ediliyor. [67]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanın ezelî ve ebedî düşmanı olan İblîs'e isteği üzerine kıyamete kadar
mühlet verildiği, ıhlâs üzere amel eden kimseler dışında diğer insanları
azdırıp saptıracağı açıklandı. Ayrıca Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan
mü'minlere âhirette hazırlanan yüksek nîmet-lere dikkatler çekilerek ölmeden
önce onlara lâyık olmaya özen göstermemiz emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minlerin korku ile ümit arasında bir yol izlemeleri, Allah'ın çok
bağışlayan ve çok merhamet eden Rab olduğuna inandıkları gibi, O'nun azabının
da çok şiddetli olacağını hatırlarından çıkarmamaları tavsiye ediliyor. [68]
49-50—
Kullarıma haber ver ki, gerçekten ben, evet ben çok bağışlayan, çok merhamet
edenim ve doğrusu azabım da çok elem verioi bir azaptır.
Mus'âb b. Sâmit (R.A.)
anlatıyor: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabından bir cemaate uğradığında,
onların gülüp konuştuklarını gördü ve şöyle buyurdu : «Cennet'i anın ve
Cehennem1! hatırlayın!» Bu sebeple yukarıdaki iki âyet indi. [69]
İbn Cerîr
eî-Taberi'nin tesbitine göre :
İbn Ebî Rebah, ashab-i
kiramdan bir zatın şöyle dediğini duymuştur: «Peygamber (A.S.) Efendimiz, Şeybe
oğullarının girdiği kapıdan girerek yanımıza geldi ve : «Yoksa sizi güler bir
halde mi görüyorum?» buyurduktan sonra arkasını dönüp ayrıldı. Hacer-i Esved'e
varmıştı ki, gerisin geri dönüp geldi ve şöyle buyurdu : «Yanınızdan ayrılıp
giderken Cebrâii (A.S.) bana geldi ve dedi ki: Ey Muhammedi Allah şöyle
buyuruyor: «Kullarımı neden ümitsizlendirirsin?! Kullarıma haber ver ki:
Gerçekten ben, evet ben çok bağışlayan ve çok merhamet edenim ve doğrusu azabım
da çok elem verici bir azaptır.» Şüphesiz bu haber hepimizi sevindirdi.» [70]
Ancak unutmamak
gerekir ki, âyet-i kerîmede Allah'ın gufran ve rahmeti önce geliyor. Bu da O'nun
günahkâr kullarına olan lütuf ve inayetinin gereğidir. [71]
«Eğer mü'min kul,
Allah yanında verilecek azabın ölçü ve anlamını bilmiş olsaydı, hiç kimse O'nun
Cennet'ine aşırı istekli olmaz; eğer kâfir de Allah yanındaki rahmetin ne olduğunu
bilmiş olsaydı, hiç biri ilâhî rahmetten ümidini kesmezdi.» [72]
«Sizin için (ahirette)
neler hazırlandığını bilmiş olsaydınız, sizden yana aEıkonup verilmeyen
şeylerden dolayı üzülmezdiniz.» [73]
Hz. Ali (R.A.) ne
güzel söylemiştir:
«Şüphesiz ki Allah insanları
ebedî kılmak üzere yaratmıştır. Artık bunun yok olup silinmesi söz konusu
değildir. Ebedî hayat, imân ve irfan karşılığında gerçekleşince, artık zilleti
olmayan bir azizlik, korkusu olmayan eminlik, fakirliği olmayan zenginliktir.
Elemsiz lezzeti, noksansız kemâli vardır. Dünya hayatı, devamı olmayan bir
zevaldir. İzzeti zilletle yürür, güveni korkuyla buluşur, zenginliği fakirlikle
yürür, lezzeti eleme dönüşür, sevinci de üzüntüyle yarışır.»
O halde Allah'ın
adaletinden ve azabından' hiç korkmayıp sadece O'nun rahmet ve gufranına
güvenmek insanı sağlıklı ve güvenli bir neticeye götürmez. O'nun rahmetinden
ümit kesip sadece azabından korkmak da insanı dosdoğru mü'min yapmaz. Bu
ikisini dengeli tutup hayatımıza uygulamamız en emin yoldur. [74]
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'minlerin korku ile ümit arasında bir yol izlemeleri ve hayatlarını ona göre
düzenlemeleri emredildi. Allah'ın gufran ve rahmeti ne kadar geniş İse,
azabının da çok şiddetli olduğu hatırlatılarak sağlam bir inancın ölçülerinden
biri belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber'in ümit konusundaki görüşü misal veriliyor ve sonra da
kâinatta cereyan eden olayların rastgele meydana gelmediği, belli sünnet ve
programa göre düzenlendiği, melekler vasıtasıyla, sebep ve illetlerin harekete
geçirildiği anlatılıyor. [75]
51— (Ey Muhammedi) Onlara İbrahim'in
konuklarından da haber ver.
52— Bir vakit İbrahim'in yanına gelerek «selâm!»
demişlerdi. O da, «doğrusu biz sizden korkuyoruz» demişti.
53— Onlar, «korkma, çünkü biz seni bilgin bir
oğulla müjdeliyoruz» demişlerdi.
54— «Yaşlılık gelip yapışmışken, beni mi
müjdeliyorsunuz? Hem neye göre müjdeliyorsunuz?» demişti.
55— Dediler ki: «Seni hak ile müjdeledik. Artık
sen ümitsizlerden olma!»
56— O da, «sapıklardan başka kim Rabbinin
rahmetinden ümidini keser?» demişti.
Melekler İbrahim
Peygamberi oğlan evladıyla müjdeledikleri zaman, yaşı hayli ilerlemiş olan bu
büyük peygamber, verilen haberin nasıl gerçekleşeceğini bir anda kavrayamadı da
sordu: Gençleşecek miyim, yoksa olağanüstü bir doğum mu olacak? Melekler onun
ne demek istediğini anladılar ve şu cevabı verdiler: «Seni hak ile, ilâhî
sünnetin câri âdetiyîe müjdeliyoruz. O, sebepleri oluşturacak ve normal ölçüler
doğrultusunda bir doğum olacak!»
Bu cevap İbrahim
Peygamberi (A.S.) hayli rahatlattı ve Allah'ın kudretinin her şeye yeteceğini
düşünerek gönülden O'na hamd-u senada bulundu. [76]
Aynı olay değişik
anlatımlarla Hûd Sûresi 69, 70. âyetlerde de geçmektedir. Burada tekrar
ediîmesî ise, yeni ve değişik bilgiler getirmekte, aynı zamanda birçok arap
kabileleri tarafından bilinen ve sevilen bir peygamberden uyarıcı misaller,
yönlendirici safhalar nakledilmektedir ki bunun büyük faydaları söz konusudur.
Şöyle ki:
Hûd Sûresinde :
1— İbrahim Peygamber'e (A.S.) Allah'ın elçileri
müjdeyle gönderildiği,
2— Gelen elçi meleklerin selâm verip selâm
aldıkları,
3— Çok geçmeden kızartılmış bir buzağının ikram
edildiği,
Gelen elçilerin
ellerini sofraya uzatmadıklarını gören İbrahim Pey-gamber'in, insan suretine
girmiş ilâhî elçilerin ne maksatla geldiklerini az-çok- tahmin ederek endişe
duymaya başladığı,
5— Melek olup Lût kavmini helak etmekle görevli
bulunduklarını açıkladıkları,
6— İbrahim Peygamber'in (A.S.) ayakta duran
eşinin güldüğü ve ona İshak adında bir oğul ve ardından da Yakub adında bir de
torun verileceğini müjdeledikleri,
7— Kadının
hem kendinin, hem de kocasının iyice yaşlılığını, dynı zamanda kısırlaştığını
düşünerek şaşkınlık gösterdiği,
8—
Meleklerin ilâhî buyruğa şaşmanın gereksizliğini söylemesi, Allah^ in rahmet ve
bereketinin İbrahim ailesi üzerine inmesi anlatılmaktadır.
.Hicir Sûresinde:
1—
Gelenlerin konuk oldukları, İbrahim
Peygamber'e (A.S.) selâm verdikleri,
2— İbrahim (A.S.)tn onların mübhem halinden
endişelendiği,
3— Konukların İbrahim'e (A.S.) güven verip onu
oğlan evladıyla müjdeledikleri,
4— İbrahim Peygamberin (A.S.) bu müjdeye karşt
hayretini izhar edip . çok yaşlandığını ifade ettiği,
5— Meleklerin ona, ümitsiz olmamasını
hatırlattıkları,
6— İbrahim Peygamber'in (A.S.) bu söze karşı,
sapıklardan başkasının Allah'ın rahmetinden umutsuz olmayacağını belirttiği
anlatılmaktadır.
Görülüyor ki, aynı
olayın değişik noktalarıyla iki ayrı sûrede anlatılması, bizlere değişik,
fakat önemli mesajlar vermektedir.
Hûd Süresindeki
mesajlar:
— Meleklerin peygamberlere bazan insan
suretinde geldikleri bir gerçektir. Bizlere ise beşerî surete temessül edip
gelmezler. Ancak yüksek derecedeki veliler bir istisna teşkil edebilirler. Melekler bizim kalbimize ilhamda bulunurlar
ki mü'minlerin önsezişleri daha çok onların ilhamından kaynaklanır.
— Misafire ikram, Âdem Peygamber'den (A.S.) son
peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gelip geçen her peygamberin güzel
sünnetlerinden bindir. Ancak Peygamber (A.S.) Efendimiz'de bu sünnet kemâl derecesinde
idi.
— Melekler bizim gibi yiyip içmezler. Onların
gıdası, zikir ve teşbihtir.
— Kadınların çoğu çok ciddi konu ve meseleler
karşısında bile gülerler. Bu bir bakıma utangaçlıktan, bir bakıma da hayretten
kaynaklanır.
— Kadın iyice yaşlanmış bile olsa, Allah murat
edince gebe kalabilir, doğum yapabilir. Çünkü Allah'ın «kün (ol)» emrinin
tecelli etmesiyle sebepler zinciri harekete geçirilir.
— İlâhî buyruklara hayret etmek, diğer bir
deyişle şaşmak, fevkalâde bir durum arzetmesi sebebiyledir.
— Allah'ın rahmet ve bereketi, inanan ve
konuksever olan faziletli aileler üzerinedir.
Hicir Süresindeki
mesajlar:
— Mü'minler meleklerden korkmazlar. Çünkü
melekler onlara rahmet ve bereket havası getirirler.
— YaŞlı çiftlerden
doğaeak çocuğun ekseriya çok zeki ve bilgin olmaya istf'datlı olması genetik
bir olaydır.
— Oğlu olacağı müjdelenince, İbrahim
Peygamber'in (A.S.) gülmediği, sadece yaşlı bulunduğunu hatırlatması,
erkeklerin önemli meseleler ve konular karşısında ciddi olduklarına işaret
ediliyor.
— Allah'ın rahmetinden ancak sapıkların, doğru
yoldan çıkmışların umutsuz olacakları; iman edenlerin ise, hep umut
besleyecekleri hatırlatılıyor. . -
Bu son maddeyle aynı
zamanda Allah'a güvenip dayanan ve bütün umudunu O'na bağlayan Hz, Muhammed
(A.S.) Efendimiz ile ashabının yakında ilğhî yardıma nail olacaklarına,
inkarcıların da hüsrana uğrayapak-larına işaretler yapılmaktadır. Aynı müjdenin
Hz. Muhammed'in (Â.S.) izinde yürüyenler için de geçerli olduğu söz konusudur.
Böylece İbrahim (A.S.)
kıssasının belirtilen önemli safhaları bize ilham kaynağı olmakta ve birçok
müşkillerimizi halletmektedir. [77]
Yukarıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber'e (A.S.) konuk olarak gelen meleklerden söz edildi ve
İbrahim'in (A.S.) Allah'a ümit beslemesindeki inancına yer veriicfi. Böylece
varlık âleminde cereyan eden olayların gelişigüzel meydana gelmediğine, belli
programlara göre yürütüldüğüne dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber'e (A.S.) gelen meleklerin Lût kavmini helak etmekle görevli
bulundukları belirtiliyor. Sonra.da azıp sapıtan ve dünyada eşine ender rastlanan
bir hayasızlığı sanat edinen Lût kavminin ilâhî emrin inmesini gerektiren
çizgiye gelip ulaştıklarına temas ediliyor. Böylece hayasız sapıklara yardımcı
olan Lût Peygamber'in (A.S.) eşinin de yok edilenlerle birlikte yok edildiği
açıklanarak aynı çatı altında yaşayan aile fertlerinin ahlâk ve inançlarının
bazan birbirine muhalif olduğuna işaret ediliyor. Arkasından, bu elim tarihî
olayın meydana geldiği yörede yok edilen o kavmin kalıntılarına ibretle
bakılması tavsiye ediliyor. [78]
57— Ey elciler! göreviniz ne? diyerek sormuştu.
58— Onlar da: «Doğrusu biz suçlu günahkâr bir
kavme gönderildik,
59— Ancak Lût ailesi müstesna, onların hepsini
mutlaka kurtaracağız.
60— Yalnız Onun karısını değil; onun (helak
olmasını) takdir etmişizdir; o elbette geride kalanlardandır» demişlerdi.
61— Ne vakit ki, elçiler Lût ailesine geldiler;
62— Lüt, onlara: «Herhalde (yabancısınız) tanınan
bir topluluk değilsiniz,» dedi.
63— Onlar da, «kavmin, hakkında şüphe edip
durdukları şeyi (gelecek azabı) sana getirdik.
64— Sana Hakk'ın (buyruğuyla) geldik; şüphen
olmasın ki biz doğrularız.
65— Gecenin bir bölümünde aileni yola koy, sen de
arkalarından onları izle ve sakın sizden hiçbiri dönüp arkasına bakmasın;
emrolunduğu-nuz yere geçin gidin» dediler.
66— Lût'a şu emri hükmettiğimizi bildirdik:
«Sabahladıklarında bunların kökü kesilmiş olacak.»
67— (Memleketlerine yabancı kimselerin geldiğini
haber alan) şehir hafkı birbirine müjde vererek (Lût'a) geldiler,
68— O da «şüpheniz olmasın ki, bunlar benim konuklarımdır;
beni rüsvay etmeyin;
69— Allah'tan korkun do beni utandırıp üzmeyin»
dedi.
70— Onlar: «Biz seni yabancıları (konuk
edinmek)den men'etmemiş miydik?» dediler.
71— O da,
«işte kızlarım, eğer yapmak (evlenmek) istiyorsanız, (onları size nlkâhbyabllirim)»
dedi,
72—
(Peygamberim!) hayatına yemin olsun
ki, onlar sarhoşlukları içinde ne yaptıklarını
bilmiyorlardı.
73— Güneş doğarken bir ses, bir uğultu onları ya
kal ay iverdi.
74— Şehirlerinin üstünü altına getiriverdik ve
üzerlerine çamurdan pişirilmiş taş yağdırdık. .
75— Şüphesiz ki bunda seziş, anlayış, görüş
yeteneği olanlara öğütler, ibretler, belgeler vardır.
76— Ve şehrin kalıntısı, öteden beri işlek olan
yol üzerinde duruyor.
77— Doğrusu bunda mü'minler için âyetler vardır.
Lût'un daha önce Hûd
sûresinde belirttiğimiz gibi, Sodom şehrine peygamber olarak gönderildiği
bilinmektedir. İbrahim Peygamber'in (A.S.) amcasının oğlu olduğunu klasik
tefsirlerimiz nakletmektedirler.
Aynı olayın birkaç
yerde az değişik cümle ve kelimelerle tekrar edilmesi, hem hafızalardaki izi
derinleştirmeğe, hem edinilen ibret ve öğütleri tazelemeğe, hem de bu konuda
idrâkleri devamlı uyanık tutmaya yöneliktir. Aynı zamanda kıssanın önemli ve
ibretli safhalarının zikredilen yer ve konu itibarîyle değişik yanları
belirtilerek olay hakkında daha geniş düşünme imkânı sağlanmaktadır. Şöyle ki:
Hûd sûresinde Lût
kıssasından alınan öğüt ve ibretleri yedi madde halinde özetlemiş bulunuyoruz.
Burada ise, hem yeni öğütleri, hem de mü'-minlere olayın ışığında sunulan
mesajları sıralamakla yetinmek istiyoruz.
1— Zina, fuhuş ve benzeri gayri meşru
ilişkilerin; seksüel sapıklığın yaygınlaşıp din, ahlâk, fazilet, aile ve namus
kavramlarının silindiği bir ülkenin yıkılıp yok olması mukadderdir: Ya ahlâk
ve ekonomik yönden çöküp düşmanlarına el açmak zilletine düşer; ya da bir savaş
ile istiklâlini kaybeder veya tabii bir afetle her şeyini kaybetme
bedbahtlığına uğrar.
2— Varlık âleminde meydana gelen her olayın
mutlaka birtakım sebep ve illetleri vardır. Sebep ve illetleri oluşturma
programını kim idare etmektedir? Âyet-i Kerîme bize bu hususta ışık tutup en
doğru bilgiyi veriyor. Öyle ki: Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin altını
üstüne getirmek için mevcut sebepleri harekete geçirecek iki melek
gönderiliyor. İnsanla-
rın çoğu ise, sadece
zahirî sebeplere bağlı kalıp onların ötesinde bir plân, program ve yürüten
düşünemiyorlar.
3— Bir
memleket veya ülkeye gelen yabancıları tedirgin etmek, ahlâksızlık ve
haksızlığın en kötülerinden biridir. İleriyi görebilen ve kendi milletinin
geleceğini düşünebilen hiçbir devlet kadrosu ve halk tabakası böylesine
sakıncalı bir tutum içinde olamazlar.
5— Kişinin
fazileti, yüksek şahsiyeti bütün aileye izafe edilecek gerçek bir kıstas, ve
ölçü "değildir. Meselâ Nûh Peygamber'in (A.S.) oğlu; İbrahim Peygamber'in
{A.S.) babası; Lût Peygamber'in (A.S.) karısı bunun açık belgelerinden
birkaçıdır. Fir'avn ile eşi Asiye'nin durumu bir başka tipik örneklerden
biridir. O halde faziletli bir babayı, fena huylu oğlundan, kızından veya
eşinden dolayı -ihmâl ve taksiratı yoksa- kınamamak gerekir.
Bir millet veya toplum
iyice azıp sapıtınca, onları ıslâh etmek mümkün olmadığında, daha emin yerlere
yerleşmeyi denemek yararlı olur. [79]
Hûd Sûresinde :
— İbrahim Peygamber'in
(A.S.) kendisine gelen elçi meleklerle tartıştığı, Lût kavminin helak
edilmesine gönlünün bir türlü razı olmadığı, özellikle Lût ailesinin böyle bir
sonuçla başarısızlığa uğramasına fazlasıyla üzüldüğü,
— Küfür ve
ahlâksızlık, zulüm ve taşkınlık belli sınıra gelip dayanınca artık ilâhı hükmün
inmesine engel olunamıyacağı, gelecek azabı geri çe-virmen-in insan gücünü
mutlak anlamda aştığı,
— Lût Peygamber'in
gelen elcilerin ne maksatla gönderildiğini anlayınca, peygamberlik
merhametinin harekete geçtiği ve her şeye rağmen kavminin helak edilmesine
üzüldüğü,
— Cinsel sapıkların
gelen misafirleri rahatsız etmeğe yöneldikleri, içlerinde aklı başında,
vicdanı yerinde bir kimsenin bulunmddığı,
— Lût Peygamber'in
(A.S.) bu azgın sapıkları savacak maddî bir güce sahip olmadığı,
— Lût
Peygamber'in.(A.S.) eşinin de sözü edilen cinsel sapıklardan ya1 na olduğunun
anlaşıldığı; ülkede yaygınlaşan ahlâksızlığın peygamber evine kadar uzanacak
boyutlara vardığı,
— Sabahleyin müthiş uğultuyla birlikte yer
sarsıntısı olduğu ve üzerterine belirlenmiş, pişirilerek taşlaşmış maddelerin
yağdığı açıklanır. [80]
Hicir Sûresinde :
— Gelen elçi melekleri ilk anda Lût Peygamberin
tanıyamadığı, uzak bir ülkeden konuk olarak geldiklerini sandığı,
— Gecenin bir bölümünde, ahlâksızlarla
işbirliği yapan karısı dışında katarrbütün aile halkını alıp şehri
terketmelerinin gerektiği,
— İnecek olan ilâhî azaba dönüp bakmalarının
sakıncalı olacağı,
— Lût kavminin hemen
hepsinin seksüel sarhoşluk içinde ne yaptıklarını ve ne yapacaklarını bilmeyen
bir sürü serseri sapıklar olduğu,
— Yerin altından müthiş bir patlama, uğultu,
lâv ve kat kat akıp ka-tılaşan sıvının kısa zamanda şehri belirsiz hale
getirdiği,
— Yıkılan Sodom'un hâlâ yol üzerinde veya
güzergâhında bazı kalıntılarının bulunduğu,
. — Ve bu olayda mü'minler için birçok öğüt ve
ibretlerin yer aldığı belirtilir.
Anlaşıldığı gibi, az
da olsa değişik safhalar, farklı öğüt ve ibretler, yer aldığı konunun
özelliklerine göre yansıtılmakta ve düşünebilen toplum ve milletlere hazîn bir
tablo sergilenmektedir. [81]
Yukarıdaki âyetlerle
Lût Peygamber'in azıtıp sapıtan, ahlâl<sızlaşıp dejenere olan kavmini helak
etmek üzere meleklerin gönderildiği belirtildi. Böylece olayları meydana
getirecek sebeplerin ucunun Allah'ın kudret elinde bulunduğuna işaret edildi.
Zulüm, sapıklık ve ahlâksızlığın son kertesine gelen bir milleti, Allah'ın
inayetinden başka hiçbir şeyin kurtara-mıyacağına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakka karşı tuğyan edip baş kaldıran putperest Mekkeli'leri ve bir de her
devirde yaşamakta olan inkarcı maddecilere,tuttukları tehlikeli yoldan
döndürmek için; inkâr, zulüm ve ahlâksızlıklarından dolayı heiâk edilen birkaç
kavim misal veriliyor ve bir kısmının kalıntılarının yer yer boyunları bükük
bir haide tarihin tekerrür edeceğini hatırlattığına işaret ediliyor. [82]
78— EYKE halkı do cidden zâlimlerdi.
79— O yüzden onlardan da intikam aldık. (Sözünü
ettiğimiz) şehirlerin ikisi de açık bir (yolun) önünde bulunuyor.
80— And olsun ki, Hicir halkı da peygamberleri
yalanlamışlardı.
81— Biz ise onlara âyetler (açık belgeler ve
mu'cizeler) verdik; buna rağmen ondan yüzçevirdiler.
82-83—
Dağlarda evler yontarak güven içinde bulunuyorlardı; derken sabahladıklarında
onları müthiş bir ses ve uğultu yaka I ay iverdi.
84— Artık
elde ettikleri şeylerin kendilerine hiç de yararı olmadı.
Resûlullah (A.S.)
Efendimiz Hicir yöresinden geçerken onların yer yer kendini gösteren
kalıntılarına dönüp baktı ve ashabına şöyle buyurdu :«Kendilerine zulmedenlerin
kalıntıları arasına girmeyin. Sonra onlara inen azap size de inebilir; meğer
ki, (ilâhî kudretin yüceliğim- ve mutlak tasarrufunu düşünüp) ağlayarak
gîresiniz..» Sonra da Resûlullah (A.S.) Efendimiz başını örterek o yerden
süratle uzaklaştı. [83]
Açıklama:
Şüphesiz ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözleri ve davranışıyla ümmetini uyarıyor,
onların yürüdüğü yolda yürümenin sonunun felâket olacağını hatırlatıyor ve
aynı zamanda zulüm, inkâr ve ahlâksızlıktan ne kadar çok tiksindiğini, o
yüzden helak edilen bir kavmin kalıntılarına bile ayak basmak istemediğini
anlatmağa çalışıyor. [84]
«Eyke halkı da cidden
zalimlerdi.»
E y k e : Kelime
olarak, ormanlık bölge veya ormanlık yöre demektir. Müfessirlerin tesbitlerine
göre, Şuayb Peygamber'in (A.S.) gönderildiği Medyen halkı, daha çok ormanlık
bir arazide oturdukları için onlara bu isim de verilmiştir. .
Medyen ile Sodom
şehirleri, Filistin ile Hicaz arasında Kızıldeniz sahiline yakın bir
bölgededirler.. Daha çok ticarî kervanların geçtiği güzer-gâhda bulunuyorlar.
Yapılan tesbitlere göre hâlâ yer yer kalıntıları tarihin o netameli günlerinin
damgasını taşıyarak gelip geçenlere maziyi hatırlatmaktadırlar.
Hûd sûresinde
belirttiğimiz gibi, Medyen halkı hem ticarî kervanları yağma eden, hem de ölçü
ve tartıyı noksan kullanan, ülkelerine gelen tüccarı soyup soğana çeviren ve
böylece haksızlığı, haklara tecavüzü inkâr ve tuğyanla birleştirip
bütünleştiren bir kavim idi. Şuayb Peygamber (A.S.) uzun yıllar onları doğru
yola sokmak için irşat ve teblîğ görevini sürdür-düyse de olumlu bir netice
alamadı. Hakk'm caddesinden sapıp boğazlarına kadar zulüm ve küfre giren bir
milleti ıslâh etmek çok zordur. Ama peygamberlerin görevi, şartlar ve ortam ne
olursa olsun, hakkın sesini duyurmaya çalışmaktır. Ne yazık ki, Şuayb
Peygamber (A.S.) ne kadar bu sesi duyurmaya çalıştıysa, onların sadece inkâr ve
azgınlıkları arttı. Hiç bir öğüt kâretmeyince de ilâhî sünnet gereği kahredici
azap inmeğe başladı. Sabaha karşı Medyen yerle bir edilerek kökleri kesilmiş
oldu. İlâhî adaletten kaynaklanan intikam, sünneti doğrultusunda gerçekleşti.
Böylece hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybettiler.
Cenâb-ı Hak önce
Mekkeli müşrikleri, sonra da yaşamakta olan maddeci sapıkları uyarıyor.
Tuttuğunuz yolda belli kerteye geldiğiniz takdirde tarihin tekerrür edeceğini
unutmayınız, buyuruyor: [85]
«And olsun ki, Hicir
halkı da peygamberleri yalanlamışlardı..»
Hicir: Salih
Peygamber'in (A.S.) gönderildiği Semûd kavmine verilen bir başka isimdir.
Dağlardaki kayaları yontup evler ve sığınaklar yaptıkları için haklarında
«hicr» tabiri kullanılmıştır. A'raf ve Hûd sûrelerinde bunlar hakkında geniş
açıklama yapılmıştır. Verimli ve bayındır bir bölgede yaşıyorlardı. Ovada
saray gibi binalar, dağlarda ise yonttukları kayalarda evler ve sığınaklar
yapmak suretiyle geniş imkânlara sahip olan bir kavimdi. Buna rağmen inkâr,
zulüm, azgınlık ve ahlâksızlığın doruğuna çıkmışlardı. Bunca bol nîmetiere ve
imkânlara rağmen nankörlük içinde yüzüp bir ömür tüketiyorlardı. Salih
Peygamber (A.S.) rahmet ve şefkatla onlara yöneldi, Allah'ın emirlerini en
doyurucu bir metotla işlemeye çalıştı. Onlar ise, bu gibi sözleri dinlemekten
hoşlanmıyorlardı; o bakımdan lâf olsun diye Salih Peygamber'den akıl almayacak
şeyler, olağanüstü olaylar istediler. O onların isteğine uygun ilâhî kudretten
meydana gelme bir dişi deve ortaya çıkardı. Deve içtiği suyun birkaç kati süt
veriyor ve mutlak bir mu'cize olduğunu ispatlıyordu. Ne var ki, Semûd kavmi
sözlerinde durmadılar, mu'cizeye dokunmamaları gerektiği halde devenin
ayaklarını kesmek suretiyle oriu öldürdüler.
Böylece teblîğ ve
irşadın son noktasına gelinirken, onlar da küfür ve azgınlığın en geri
çizgisine dayanmış bulunuyorlardı. Artık sünnetullah gereği ilâhî azap tecelli
etti. Sabah olunca Semûd diyarında, bir varmış, bir yokmuş misali kulaklarda
çınlıyor, yerlerinde yeller esiyordu. Ne ovadaki saray misali evler, ne de o
evlerde gururla gezip dolaşan mağrurlar kalmıştı. Reddi mümkün olmayan bir
hâle uğradılar. Bir masal oldu onlar. Bir toz toprak.bulutu sanki.. O taçlar, o
devletler, o mülkler saltanatlar bir rüyadır artık. Her biri, hayalden geçen
gölge gibi, zamandan geçip durdu.
Yüce Kur'ân'da bu
olayın birkaç yerde tekrarı, dikkatleri kalıntılarına çekmeğe, değişik
safhalarını bölüm bölüm açıklayarak hafızaları canlı ve uyanık tutmaya,
taşıdığı ibret ve öğütlerin derin iz bırakmasını sağlamaya yönelik bir uygulama
metodudur.
Zira gerek Mekke'li
azgın inkarcılarla, gerekse onlardan sonra gelecek olan aynı karakter ve
inançta olanlarla Semûd kavmi arasında büyük bir benzerlik söz konusudur. O
halde küfrü benimseyip zulmü sanat edinen kavimlerin acıklı sonlarını
hatırlatmakta ve birer ibretli misal olarak kalp ve kafalara nakşetmekte büyük
'yararlar vardır. Aynı zamanda Allah'ın insanlara olan geniş rahmetinin bir
başka tezahürüdür.
Endülüs'e ağıt yciz.uu
Salih b. Şerifin şu rmsra'larım hatırlamamak mümkün mü?
Nerede, de bana, o
taçlı hükümdarları Yemenin?
De bana, onların
taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?
Şeddad'ın cennet
diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem, Sasanilerin ebedî sanılan devleti ne
oldu?
Altınları yığdı yığdı
da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan,
hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?»
Evet, hepsi de birer
masal oluu, bir varmış, bir yokmuş sözüyle masal-laşmış olup gitti.. Geriye
kötü misal, ibret ve lanet bırakırken, önlerini karanlık ve ateşle
doldurdular.. [86]
Küfürde ısrar edip
mü'minlere haksızlık eden Mekkeli'leri ve sonra'da diğer inkarcı milletler ve
toplulukları uyarmak için tarihin karanlıklarına boğulmuş birkaç kavmin yok
ediliş sebeplen üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın kudretinin eşsizliğine ve sınırsızlığına delâlet eden belgeler
sıralanıyor. Fâtiha'nın Kur'ân'ın özeti mahiyetinde olduğuna işaretle,
indirilen Kur'ân'ın en büyük nîmet olduğuna atıf yapılıyor ve o nedenle
inkarcıların şatafat içinde yaşamalarına göz dikmenin gereksiz ve anlamsız
olduğu belirtiliyor. Sonra da Kur'ân'ı bir bütün olarak kabul etmeyen,
lehlerine olan âyetleri benimseyip aleyhlerine olanlarını ret ve inkâr eden
kitap ehli kınanıyor. [87]
85— Gökleri'
yeri ve bu ikisi arasındaki şeyleri ancak Hak ile yarat-"K. Kıyamet
mutlaka gelecektir. O halde onları bağışla da güzel-tatlı davranmaya devam et.
86— Şüphesiz
ki Senin Rabbin <gerektiği ölçüde)
yaratan ve (her ş>yi hakkıyla) bilendir.
87— And
°'Sun kî sana »harlanan, ikilenen yedi âyeti ve çok büyük Kutsal Kur'ân'ı
verdik.
88— KâfirIerden
bir kısmına -birbirine emsal sayılacak ölçüde- verdi-amız servete gözlerini
dikme, onların imân etmemesine karşı üzülme; bir de (tevâzü) kanadını
mü'minlere indir.
89— Ve de ki: Şüphesiz ben açık bir uyarıcıyım.
90— Nitekim işbölümü yapanlara,
91— Kur'ân'ı parvu parça edenlere de (azap
indirmiştik).
92-93—
Rabbin hakkı için elbette onların hepsinden, yapageldikleri şeylerden bir bir
soracağız.
«ef-Hamdu liMıh*
Rabbi'l-âlemîn, tekrarlanan yedi ikili âyettir ve o bana verilen çok büyük ve
kutsal Kur'ân'dır.» [88]
Açıklama :
Hadîsin açık
delâletinden, Fatiha-i Şerîfe'nin namazda tekrarlanan bir sûre olduğu, aynı
zamanda Kur'ân'ın özeti mahiyetinde bulunduğu anlaşılıyor.
«Ümmü'l-Kur'ân
(Kur'ân'ın ana temeli), teK.-crlanan yedi ikifi âyetler ve o büyük ve kutsal
Kur'ân'dır.» [89]
«Allah'ın benimle
gönderdiği şeyin (risalet ve Kur'ân) misali ve benîm (bu düzeydeki) durumum,
kavmine gelip de: «Ey kavmim, şu gözümle bir ordunun geldiğini gördüm. Ben
sadece silâhsız, teçhizatsız bir uyarıcı ve haber vericiyim. Siz kendinizi
kurtarmaya bakın!» diyen adamın durumuna benzer. Kavminden bir grup ona uydu ve
bütün gece yol yürüyüp gelen orduyu oyalamak istediler. O yüzden kurtuldular.
Onlardan diğer bir grup o adamı yalanladılar da oldukları yerde kaldılar.
Derken ordu sabahleyin onları uykuda yakalayıp yok etti. İşte bu benzerlik
bakımından bana uyan, getirdiğim hakikate tabi' olan ve bana karşı gelip
getirdiğim hakkı yalanlayan kimselerin durumunu yansıtır.» [90]
«Yâ Muâz! $üphesiz ki
kıyamet gününde bütün gayret ve davranışın dan, hattâ gözündeki sürmeden,
parmağına bulaşmış olan çamur kırıntı larından bile sorulacaksın.» [91]
«Gökleri ve yeri ve bu
ikisi arasındaki şeyleri ancak hak ile yarattık.»
Daha önceki sûrelerde
de belirttiğimiz gibi, hak: Bir şeyin bir şeye tıpatıp uygun gelmesi ve uyum
sağlamasıdır. Her şeyi lâyık olduğu yerine koymak da bu kelimenin kapsamına,
girer. Bir şeyi hikmetin gerektirdiği ölçü ve anlamda icat edene ve icat edilen
şeye de hak denilmiştir. Gerçeğe uygun olan inanca da hak denildiği vakidir.
O halde gökler, yer ve
ikisi arasındaki şeyler, hikmetin gerektirdiği, insana yarar sağladığı denge ve
düzende yaratılmışlardır. Hak kavramı bizi bu manaya götürmekte ve kâinatta
bir düzensizliğin, uyumsuzluğun, yararsızlığın bulunmadığını hatırlatmaktadır.
Bu büyük sistemler içinde yer alan canlı, cansız her varlık, bir yarar için
yaratılmış ve diğeriyle bir denge ve düzen oluşturmuştur. Kâinatta dengesizlik
hiç bir zaman söz konusu değildir ve olamaz da.. Zira yapılan ciddi araştırma
ve incelemelerden, hiçbir şeyin rastgele, boşuna, anlamsız ve hikmetsîz
yaratılmadığı anlaşılmaktadır. Allah'ın hikmet plânına uygun yaratılan eşyada
bir düzensizlik, gayesizlik görmek mümkün değildir. Hattâ en zararlı bilinen
yılan ve benzeri zehirli hayvanların bile varlıkta dengeyi korudukları ve
zehirlerinden eczacılıkta yararlanıldığı kesinlik kazanmıştır.
İşte hak ile yaratılan
göklerle yerin her parçasıyla Hakk'ın damgasını taşıdığı ve kâinatta mutlak anlamda
dengeyi sağladığı; aynı zamanda bütünüyle insanın hizmetine sevkedildiği,
tartışma kabul etmeyecek bir bedahettedir. [92]
«Kıyamet mutlaka
gelecektir. O halde onları bağışlada güzel-tatlı davranmaya devam et.»
Vücut bulan her şey,
bir gün yıkılıp silinmeğe yüztutacaktır. Kâinat nasıl mükemmel bir plâna göre
var kılınmışsa, öylece başka bir plânla şekil ve düzen değiştirecek, bunun
için de birinci şekil ve düzen temelinden bozulacaktır. Yaratıldığına
inandığımız şeyin yıkılıp silinmesine neden inanmayalım? Hak ile yaratılan
göklerle yerin, yine hak ile yıkılıp sistem ve düzen değişikliğine uğraması
hikmetin ve ona bağlı kılınan plân ve proğ-
ramın gereği değil
midir? Eşyanın tabiatı da bunu böyle kabul etmiyor mu?
Onun için Kur'ân,
hakka dayalı plânın bir gün başka bir plânla değiştirileceğini, yeni bir
düzenlemeyle imkân alanına tekrar getirileceğini sık sık kafa ve kalplere en
anlamlı sözlerle işleyerek bu konuda meydana gelen izi hep derinleştirmek
istiyor. Çünkü bu öylesine manevî boşluğu doldurucu, fert ve toplumu
yönlendirici inançtır ki, bütün iyi ahlâkî kuralların kaynağı, iki hayatın
birbirine bağlantısını sağlayan manevî müeyyidesidir. [93]
O halde kötüleri iyi
insan etmek için yol ve yöntemlerden biri de, onları belli bir ölçüde
bağışlamak; imkânlar ve şartlar eiverdiği nisbette güzel ve tatlı
davranmaktır. Kamu yararı söz konusu olduğu veya kamu haklarını savunmak veya
korumak gündeme geldiği zaman, kötüleri cezalandırmak da iyi insanların rahat
nefes almasını, huzur ve güven içinde çalışmasını sağlamak için zorunludur.
Demek oluyor ki, kötülük işleyen, günahlara dalan kişileri bazan affetmekte
yarar varsa da, kamu haklarıyla ilgili bulunduğu takdirde cezalandırmak daha
hayırlıdır.
Nitekim Peygamber
(A.S.) Efendimiz ile ashabı, Kur'ân'ın belirttiği bu güzel ahlâka sahip
bulunuyorlardı. Bir devlet hüviyetine girmeden önoe kendilerine yapılan bütün
kötülükleri, işkence ve saldırıları sabırla karşılamasını bildiler. Medine'ye
hicret edip şehir devletini kurunca, kamu haklarını zedelemiyen, onları
huzursuz etmiyen, güvensizlik doğurmayan günah ve suçları bağışlamakta çok
cömert davrandılar. Kamu haklarını zedeleyen, toplumun güven ve huzurunu bozan
suç ve günahları ise anında tes-bit edip cezalandırmakta bir an olsun tereddüt
etmediler.
Mağrur kabile
reislerinin, yağmacı zorbaların Medine'ye gelip İslâmiyet hakkında bir şeyler
öğrenmek için Hz. Peygamber {A.S.) ile görüşmeleri onların doğru yolu
seçmelerine yetiyordu. Çoğunun İslâmiyet hakkında kayda değer bir bilgileri
olmadan ve henüz bir şeyler sorup öğrenmeden, sadece Resûlüllah'ın (A.S.) edep
ve terbiyesine, nezakefve davranışlarına, arkadaşlarına olan sıcak ilgisine;
arkadaşlarının da Ona olan gönülden samimi bağlılıklarına ve birbirlerine olan
sevgi ve saygılarına, hoşgörü ve lütufkâr davranmalarına hayran kalırlar ve
vakit kaybetmeden ls-lâmiyeti din olarak seçerlerdi. Oysa o zorba ve
mağrurların çoğu bir zamanlar İslâm aleyhine çalışan, Hz. Peygamber'i (A.S.)
ve arkadaşlarını tedirgin eden birçok yakışıksız söz ve davranışlarda
bulunmuşlardı. Ne var ki, İslâm, Hz. Resûlüllah'ın (A.S.) tabiriyle
«kendisinden önceki her günah ve kusuru, küfür ve tuğyanı kökünden kesip atar,
kişiyi anasından yeni doğmuş gibi kabul edip hizmete sevkeder.»
İşte konumuzu
oluşturan âyeti biraz daha açıklayan ikinci bir âyetle Kur'ân, Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in bu terbiye ve nezih halinden söz ederken şöyle bir tasvîrde
bulunur: «Ancak Allah'ın rahmetiyledir ki, sen onlara yumuşak (ve hoşgörüyle)
davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, elbette etrafından dağılır,
giderlerdi.» [94]
«Şüphesiz ki senin
Rabbin (gerektiği ölçüde) yaratan ve (her şeyi hakkıyla) bilendir.»
İlim canlı varlığın
yapısını, canlı bir hücrenin hangi maddelerden meydana geldiğini,
protoplazmanın hücrelerin yapı taşı olduğunu keşfetmiştir. Ama ona canlılık
vasfını ve kudretini verememiştir. Veremediği gibi, onun sır ve hikmetini de
çözememiştir.
«Biraz düşünürsek,
canlıların nasıl meydana geldiğini bilmenin bugün -için önemini meydana
çıkarabiliriz. Verem, tîfo gibi hastalıkları yapan bakterileri ele alalım.
Eğer bu bakteriler, hastanın vücudunda kendiliğinden meydana geliyorsa,
doktorun, aneak hastanın vücudundaki organizmayı yok etmek için çaba göstermesi
gerekir. Fakat bugün.bir bakterinin ancak aynı tür bir bakteriden meydana
geldiğini biliyoruz. Bir insan, ancak dı^ şardan gelen mikropların vücuduna
girmesiyle hasta olur. Koruyucu hekimlik ancak bu gerçek bilinince işe yarar
ve insana, vüeuduna dışardan girebilecek mikroplardan korunmasını öğretir.
Bugün, canlıların
kendine benzeyen canlılardan meydana geldiğini kabul etmekle beraber,
dünyamızda eskiden hayatın olmadığını dö biliyoruz. Bu ilk hayat naşı! meydana
gelmiştir?» [95]
İşte ilim bu soruyu
gerçek anlamda ve şüpheye yer vermiyecek açıklıkta cevaplıyamamıştır. Çünkü
ilim hareket noktası olarak birtakım varsayımlardan yola çıkmış ve sonunda
yorulup bir sonuç elde etmeden geri dönmek zorunda kalmıştır. Kur'ân, onların
hareket noktasının çok yanlış olduğunu belirterek hilkati Allah'a izafe
etmekte, O'ndan başka yaratma kudretine sahip bir varlığın mevcut olmadığını
bildirmektedir.
Demek oluyor ki,
canlıların kimyevî tahlilinde hangi ana maddelerden oluştuğunu tesbit etmek
mümkündür. Ama canlıdaki canlılık vasfının mahiyetini anlamak mümkün değildir.
Çünkü o bütünüyle fizik-kimya dışında, daha doğrusu fizikötesiyle ilgili bir
kudrettir. Cenâb-ı Hak yaratmak istediği her canlı hakkında birer defa tecelli
etmek suretiyle nesli tükenen ve tükenmeyen canlıları yaratıp imkân alanına
getirmiştir.
Anlaşıldığı gibi,
beşer ilmi belli bir sınıra kadar uzanabiliyor, yaratma kudretinin ve canlılık
vasfının ne olduğunu anlayamıyor, yani bununla ilgili olay ve gerçek, onun
sınırlarını- çok aşıyor.
Kur'ân, Cenâb-ı
Hakk'ı, O'nun yaratma kudretini inkâr edenlerin bir sivrisinek yaratmaya bile
güç getiremiyeceklerini açıklarken insanın bu husustaki aczini, sınırını
hatırlatmakta ve her an O Yüksek ve Sonsuz Kud-ret'e muhtaç bulunduğuna işaret
etmektedir.
O halde kâinatta
hiçbir varlık ve en akıllı ve yetenekli olan insanoğlu hiçbir zaman Allah ile
yanşamaz, O'nun sınırına geçemez ve kendi aklî buluşlarıyla her şeyi bulup
çözdüğünü iddia edemez. [96]
«And olsun ki sana
tekrarlanan, ikilenen yedi âyeti ve çok büyük, kutsal Kur'ân'i verdik.»
Seb'ü'l-Mesânî terkibi
üzerinde hayli durulmuş, farklı rivayetler ve birbirine yakın yorumlar
yapılmıştır. Onları şöyle özetleyip maddeleş'tire-biliriz:
a) Ali b. Ebî Tâlib'e {R.A.) göre, Fâtiha-i
Şerife demektir. Ebû Hüreyre (R.A.), Rebi' b. Enes ve Ebû Âliye de aynı
görüştedirler. Nitekim Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz : «el-Hamdu lillah.,..
Kur'ân'ın, kitabın ana temelidir ve o Seb'ü'l-Mesânî'dir.» Buyurmuştur. [97]
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre, bundan maksat yedi
uzun sûredir. Onlar: Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En'am, A'raf ve Enfal ile
birlikte Tevbe sûreleridir. Abdullah b. Mes'ud ile Abdullah b. Ömer'e (Allah
ikisinden de razı olsun) göre de böyledir. Bunlara tekrarlanan, ikilenen yedi
sûre denilmesinin sebebi, içerdikleri öğütler, hadler ve hükümlerin ikişer
defa anlatıldığı olarak gösterilir.
c) Kur'ân'ın tamamı demektir. Çünkü Kur'ân'da
daha çok şu yedi konuya veya bölüme yer verilmiştir: Emirler, yasaklar,
müjdeler, uyanlar, misaller, nimetleri sayıp dökmeler, geçmiş milletlerle
ilgili kıssalar..
Ancak ilim adamlarının
çoğuna göre, Hz. Ali'den (R.A.) yapılan rivayet ve yorum daha sahihtir. [98]
İlim adamları ve müfessirler
bu hususta az farklı yorumlar ve tesbit-ler ortaya koymuşlardır. Onları şöyle
özetliyebiliriz:
— Her namazda iki defa tekrarlandığı,-
— Her namazda Fâtiha'dan sonra bir sûre veya o
nisbette âyetler okunduğu.
— Fâtiha'nın yarısı Allah ile, yarısı da namaz
kılan kimse ile ilgili bulunduğu,
— Fâtiha'nın yarısı övgü, yansı da duâ olduğu,
— Fâtiha'nın bir defa Mekke'de, bir defa da
Medine'de olmak üzere iki defa indirildiği,
— Fâtiha'daki âyetlerin kapsadığı bazı
cümlelerin tekrarlandığı için ona yedi tekrarlanan, ikilenen sûre denilmesine
neden olmuştur. [99]
Fatiha sûresi hem
Kur'ân'a giriş, hem önsöz, hem de Kur'ân'ın özetidir. İlim adamları Fâtiha'nın
yedi' âyetinden h6r birini Kur'ân'ın bir bölümüyle ilgili bulup, Kur'ân'ın da
bir bakıma yedi ana bölümden oluştuğunu söylemişlerdir. Bunları şöyle
karşılaştırıp açıklayabiliriz:
1—
Bismi'liahi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Her işin başı
Allah'tır. Her varlık O'nun yüce ismiyle yokluk karanlığından varlık
aydınlığına çıkmıştır. Rahmeti her şeyi içine almıştır. O'nun geniş rahmetinin
dışında hiçbir şey düşünülemez. Ancak her varlık kendi isti'dadına göre o
rahmetten nasibini alır. Gönlünü ve kafasını o rahmete kapalı tutanlar ise,
kendilerine yazık etmiş olurlar.
Besmele bütünüyle
Kur'ân'da geçen Allah'ın va'dlerini, müjdelerini, bağışlama ve rahmetini
özetler. O bakımdan Kur'ân'ın anahtarı sayılmıştır.
Ayrıca Rahman sıfatı
daha çok dünyaya, Rahîm sıfatı âhirete yöneliktir. Cennet'e girecek olanlar
ancak bu sıfatın tecellisine mazhar olarak girerler.
2— el-Hamdu liilâhi Rabbi'I-âlemîn.
Allah, yegâne kudret
sahibi bulunduğu ve kâinatı yaratıp tasarrufu altında tutarak ona denge ve
düzen bahşettiği için en güzel övgülere lâyıktır. Hamd kavramı, övgülerin en
güzellerini kendinde taşır. O bakımdan kullarla Allah arasındaki yolu işlek
duruma getirir. İnsana kulluğunun anlamını öğretir. Cenâb-ı Hakk'ın bütün
iyilikler, hayırlar, faziletler, rahmetler, inayetler, feyizler ve bereketlerin
yegâne kaynağı bulunduğunu telkîn ederek her an O'na muhtaç bulunduğumuzu
ilham eder.
Böylece «el-Hamdu
lillahi Rabbi'I-âlemîn», bütünüyle Kur'ân'da Allah'ın kudret ve yüceliğini,
koyduğu hayat kanunlarını, sünnetullahı, kul ile Allah arasındaki yakın ilgiyi
özetleyip yansıtır. Aynı zamanda Rab sıfatıyla her şeyi terbiye edip
geliştirerek kemâle erdirdiğini, her canlıyı türünün özelliğine göre bu
sıfatına mazhar kılarak varlığını, neslini sürdürmesine imkân verdiğini telkîn
eder. Yalnız imân edenlerin değil, canlı cansız her şeyin Rabbi olduğunu açıklayarak
millî bir ilâhın olamayacağı, terbiye sıfatının bütün kâinata yöneldiğini
açıklayarak Allah hakkında en sağlam bilgiyi verir.
3— er-Rahmâni'r-Rahîm.
Birinci sıfat
dünyadaki bütün eşyayı, güneş misali aydınlatır ve kendi kapsamında bulundurur.
Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, gönül kapısını rahmet güneşine açabilen
herkes bu rahmetten nasîbini alıp içini ve dışını aydınlatır. Gönül kapısına
küfür kilidi takanlara gelince, ara yere kesif bir engel koydukları için hiçbir
nasip almazlar. Kusur rahmette değil, onların katplerindeki çoraklıkta ve ara
yere koydukları kesif perdededir. Rahîm sıfatı daha çok âhîrette tecelli
edecek, insanlara mutluluk kapılarını açıp rahmete garkedecektir. O bakımdan
dünyada Rahman sıfatına gönül kapısını açanlar, âhirette de Rahîm sıfatından
yeterince yararlanma şansına sahiptirler. Böylece sözünü ettiğimiz iki sıfat,
Kur'ân'da dünya ve qhi-rette tecelli edecek rahmet konularını özetlemektedir.
4— Mâliki yevmi'd-dîn.
Kur'ân'da kıyamet ve
onunla ilgili bütün safhaları, bölümleri özetlemektedir. Din gününün, yani
hesap, ceza ve mükâfat gününün yegâne mâliki Allah'tır.
5— İyyâke na'büdu ve iyyâke nestaîn.
Kur'ân'da zikredilen
putlarla, putperestlerle, ibadet ve taatierle ilgilidir. Aynı zamanda insana
şahsiyet, vakar ve kişilik kazandıran bütün fa-zîlet yollarını telkîn eder.
Böylece Kur'ân'ın önemli bir bölümünün özetini bütün haşmetiyle yansıtır.
6— İhdina's-sırata'l-müstakiym.
Günlük hayatımızın her
bölümünde yaratılışımızdaki hikmet ve amacı düşünerek her şeyin en iyisini, en
doğrusunu, en güzelini seçmemizi ve böylece doğru yolda, Allah'a uzanan sırat-i
müstakim üzere olduğumuza inanmamızla ilgili bütün esas ve prensipleri, tavsiye
ve işaretleri kapsayıp özetlemektedir.
7— Sirata'lllezîne en'âmte aleyhim.......
Doğru yolun, ilâhî
rızaya uygun hayatın ancak peygamberlerin yolu olduğunu bilerek hayatımızı
tanzim etmeyi ilham etmektedir. O bakımdan peygamberlerin inancını, ahlâkını,
fazîlet ve takvalarını yansıtan bütün hükümleri, kuralları, tavsiyeleri
özetleyip yansıtmaktadır.
Peygamberlerin
yolundan ve getirdikleri dinî esaslardan ayrılıp sapan ve o yüzden Allah'ın
gazabına çarpılan ve İsa'yı (A.S.) Allah'ın oğlu ifân edecek kadar doğru yoldan
ayrılan kitap ehlinin kültür ve ahlâkına, inanç ve yaşayışlarına iltifat
etmememiz emrediliyor. Zira hakkın başkalık, farklılık ve birkaçlık
arzetmiyeceği," onun ancak tek yol olduğu; ondan başkasının bâtıl
sayılacağı değişmeyen esaslardan bîridir. İslâm ve Kur'ân hak olup doğru yol
olarak insanların önüne konulmuşsa; ancak İslâm ve Kur'ân'la tıpatıp uyum
halinde olan inanç ve esaslar doğru kabul edilir ki, hepsi aynı yolu gösterir.
Onunla tıpatıp uyum sağlamayan her inanç ve esas doğru değildir, sırat-î
müstakimden sapmıştır.
O bakımdan Kur'ân'da
putperestlik, müşriklik ve kitap ehliyle ilgili bütün beyânları ve hükümleri
Fâtiha'nin bu son âyetinin son bölümü kendinde özetlemektedir. [100]
«Kâfirlerden bir
kısmına -birbirine emsal sayılacak ölçüde- verdiğimiz servete gözlerini
dikme..»
İnkâr ve azgınlığın dayanaklarından
biri, belki de önde geleni, para ve servettir. Buna ekonomik güç de
diyebiliriz. Allah'a imân etmeyenlerin bütün himmet, gayret ve,özentileri; amaç
ve hedefleri geniş nimetlere, ekonomik güce sahip olmaktır. Tabii buna paralel
olarak önemli mevkileri ele geçirmek suretiyle bu arzularını fazlasıyla
gerçekleştirme hırsıdır. Aslında dünya hayatımızın bir kanadını gerçekten bu
gücün oluşturduğunu bilmekteyiz. Ama kâfirin hayatının iki kanadını da para ve
mevki oluşturmaktadır. O bakımdan yeryüzünde ekonomik yönden üstünlük sağlamak
onların tek arzu ve hedefleridir. Zaman zaman çok da başarılı olmaktadırlar. Ne
var ki, ekonomik güç ve üstünlük, inkâr, azgınlık ve ahlâksızlıkla birleşip kendini
güvende hissedince, seksüel sapıklıklara, lüks ve konfora, çılgınca yaşamaya,
her şeyi mubah saymaya süratle geçiş sağlar ve dönüş yapılmadığı, önlemler
alınmadığı takdirde yıkılıp sefilliğe sürüklenmeğe kapı açar ve böylece yalnız
ekonomik gücün kurtarıcı olmadığı ortaya çıkar. Kur'ön on beş asır önce bu dengesizliğin
felâket getireceğini çeşitli vesilelerle açıklayarak milletleri uyarmıştır ve
uyarmaya devam etmektedir.
O halde imân ve
irfandan, takva ve faziletten yoksun bir ekonomik kalkınmaya heveslenmek,
ileride telâfisi zor, hattâ imkânsız birtakım ahlâksızlıkların doğacağından
gaflet etmek demektir. Aynı zamanda Allah'a ve Âhiret'e dosdoğru imân edenleri
daha büyük amaç ve hedeften uzaklaştırmayı göze almak, ülkenin geleceğini
karanlığa boğmak demektir ki aklı başında bir kadronun böylesine sakıncalı bir
yolu seçmeleri düşünülemez.
Bunun için ilgili
âyetle, «kâfirlere verdiğimiz mal ve servete göz dikme!» diye uyanda
bulunulmuştur. Bu uyarıdan maksat, onlar gibi serveti, ekonomik kalkınmayı
hayatınızın tek amacı olarak seçmeyin;-bir o kadar, hattâ fazlasıyla imân,
ahlâk ve fazîlet yönünden de kalkınmaya muhtaçsınız, demektir. [101]
Onların imân
etmemesine karşı üzülme..»
Zira her insana,
hayatını mutlu edeoek ölçü ve anlamda-birtakım yetenekler, imkânlar ve
ortamlar hazırlanıp verilmiştir. Her kişi bunları kendi lehine, ya da aleyhine
değerlendirmekte serbest bırakılmıştır. Ancak doğru olanını seçmesi, ilâhî
rızaya uygun olanını yapması için yol'gösteren, tehlikeden haber veren
peygamber gönderilmiş ve kitap indirilmiştir. Cenâb-ı Hak bunu, kullarına olan
geniş rahmetinin bir tezahürü olarak ilk insanla başlatmış ve kıyamete kadar
devam ettirecektir. Nitekim O'nun en son mesajı olan İslâmiyet insanoğlunun
yolunu kıyamet kopunoaya. kadar aydınlatmak üzere indirilmiştir. Yoksa Allah'ın
hiç kimsenin imân ve ibâdetine ihtiyacı yoktur. O mutlak ganîdir. Herkesin iyi
veya kötü kazancı, amel ve işi kendisine aittir.
O halde mevcut yetenek
ve araçları -bütün yol göstermelere ve uyarılara rağmen- doğru yolu seçmekte
değil, nefsin ihtirasları doğrultusunda kullanıp maddeyi amaç seçmek, insanı
hem yüce amaçlardan uzaklaştırır, hem de hilkatinin gayesini unutturur. Kendini
bu dereceye düşüren insanların doğru yolu bulmaya çaljşmamala'nna, ilgi
duymamalarına üzülmenin bir anlamı yoktur. Çünkü öylesi bütün imkânları kendi
aleyhine kullanmak suretiyle kendine haksızlık etmiştir. [102]
«Bir de tevazu
kanadını mü'minlere indir.»
Hak mütevazidir,
ağırbaşlıdır, güven verici ve sevgi, saygı havası es-tiricidir. Camilerde sınıf
ve makam farkı gözetilmeksizin mü'minlerin imamın arkasında saf bağlayıp namaz
kılmaları, onların bu güzel ahlâk ve özelliklerini en güzel şekilde yansıtan
olaylardan bîridir. Aynı zamanda İs-lâmiyetin, imân edenleri yine sınıf ve
makam, mal ve servet farkı gözetmeksizin kardeş ilân etmesi, sözü edilen
tevazu'un bir diğer belgelerinden biridir.
Bunun için mü'minlerle
kaynaşmayan, ülfet etmîyen, ülfet edilmeyen; kendini mü'minlerden saymayan,
onlara tepeden bakan kimsede hayır yoktur, denilmiştir. Öylesinin ibâdeti de,
zikri de, hayr-u hasenatı da fazla bir anlam ifade etmez.
İlgili âyette,
mü'minlere karşı mütevazi olma hususunda her ne kadar emir Hz. Peygamber'e
(A.S.) ise de, bütün mü'minleri de hükmün kapsamına aldığında şüphe yoktur.
Zira tefsir usûlünde şu kaide vardır: «Hitap has, emir âmdır.» [103]
Ve de ki: Şüphesiz ben
acık bir uyarıcıyım;»
Peygamber'in (A.S.) ve O'nun saadet yolunda yürüyen mü'minlerin görevi, ilâhî emir ve yasaklan
günün şartlarını, imkânlarını, sosyal yapının eğilimlerini dikkate alarak
bilimsel metot doğrultusunda insanlara tebiîğ etmek, yanlış yolda yürüyenleri',
azıp sapıtanları, yine en uygun şekilde uyarmaktır. Ondan sonrası
uyarılanların, tebiîğ edilenlerin idrâk, anlayış ve irfanlarına; Allah'ın
onların kalplerinde doğuracağı hidâyet (doğru yolu seçme) ilhamına kalmıştır.
Çünkü dinde hiçbir zaman zorlama yoktur.
Kur'ân bu cümleyle,
dinin zorla, işkenceyle kalp ve kafalara enjekte edilebilen bir nesne
olmadığını hatırlatıyor. Hem tehditle bir kişiyi dine sokmak veya Allah'a
inandırmak, o kişiyi mü'min yapmaz. Sadece tehdit eden kendi kendini aldatmış
olur.
Tebiîğ etmek ve
uyarmak da gelişigüzel olmaz. Belirttiğimiz gibi, halk psikolojisini bilmeğe, ortam
ve şartları dikkate almaya, geniş bilgi ve kültüre, söz söyleme sanatını
bilmeğe büyük ihtiyaç söz konusudur. Zaten hitabın Peygamber'e (A.S.)
yapılması/Onun yolunda yürüyen ve Onun ahlakıyla ahlâklanan, Kur'ân ve sünneti
çok iyi bilen mürşitlerin bu şerefli görevi yüklenmesini ilham etmektedir.
Ayrıca «tebiîğ etmek»
ve «uyarmak» görevinin ilk hitapla Peygamber'e (A.S.) verilmesi, insanların
dünya ve âhiret hayatlarıyla ilgili bu önemli hizmetin peygamber ilmini,
ahlâkını, metodunu ve dini yayma usûl ve adabını bilmeyen ellere
bırakılmamasını öğütlüyor. Sebebine gelince: Peygamber ilmiyle, İslâm
kültürüyle donatılmamış kimselerin devreye girmesiyle iki sakıncalı durum
ortaya çıkar: Birincisi, inanan halk tabakasının gönlünde ifrat alevini yakmak
suretiyle onları fanatizmin kucağına atar. İkincisi, dini öğrenmek İsteyen
aydın kişilerin, dinden soğumasına sebep olur. Oysa İslâm Dini, ifrat ve
tefritten uzak, itidal sınırını koruyan; hakkı, hakikati dengede tutan, şer'î
bir sakınca olmadığı sürece hep kolay olanı emreden mükemmel bir sistemdir. Onu
zayıf ve bilgisiz ellere terketmek çok sakıncalıdır.
Nitekim günümüzde bazı
İslâm ülkelerinde halka eğitim yoluyla yeterli dini bilgi verilmemesi ve dinin
esasını bütün hikmet ve amacıyla kavrayan yeterince ilim adamları
yetiştirilmemesi, sığ ve kısır bilgili birçok grupların devreye girmesine neden
olmuş, böylece birbirinden kopuk, aynı zamanda farklı zümreler dini yayma heves
ye gayretiyle sahneye çıkmışlardır. Çoğu Hz. Muhammed'in (A.S.) tebiîğ ve
irşat metodunu bilmediği için, dini şekilperestlik havasına sokmakta, esastan
kopuk teferruata boğmaktadır. Oysa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kadın ve
erkekler için tesettürü emretmiş, ama bir kıyafet inkılâbı yapmamıştır.
Kendisi de o dönemde Arapların giydiklerini giymiş, ancak temizlik, düzen ve
tesettürü hem yaşamış, hem yaşatmıştır. [104]
«Nitekim iş bölümü yapanlara,
Kur'ân'ı parça parça edenlere de (azap indirmiştik),»
Kur'ân ve Peygamberi
alaya alanlara verilecek azap, onu parça parça edip bütünlüğünü zedeleyen ve
bunun için iş bölümü yapan müşriklere verilen azabın bir benzeri olacaktır.
Kur'ân'ın bütünlüğünü
zedelemek, onu parça parça etmek için iş bölümü yapanlar kimlerdir? Bu hususta
yedi farklı tesbit yapılmıştır ki, hepsi de âyetin delâlet ve anlamına uygun
görülmektedir:
1— Mukatil'e göre! Hao mevsiminde taşradan
Mekke'ye akın edip gelen kabileleri, Hz. Muhammed'in (A.S.) tesir alanının
dışında tutmak için azılı kâfirlerden Velîd b. Muğîre, Ebû Cehl ve diğer ileri
gelen birkaç kişi iş bölümü yaparak Mekke'nin giriş kapılarına yerleşmek
suretiyle İslâm aleyhine propaganda yapıyorlardı.
2— Katade'ye göre : Bunlar Kureyş kâfirlerinden
bir gruptur ki, Kur'ân âyetlerinin bir kısmını kendilerine göre bir sıraya
koyup onları şu isimlerle belirlemişlerdir: Şiir, Sihir, Büyü, Gelip geçen
eskilerin masalları vb...
3— İbn Abbas'a (R.A.) göre : Bunlar kitap ehli
olan Yahudi ve Hıris-tiyanlardır. Kendilerine indirilen kitapların bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr ettikleri için kutsal kitaplardaki ilâhî hükümlerde
birtakım değişiklikler meydana getirdiler. Hattâ bu konuda kendi aralarında iş
bölümü yapıp Kur'ân'a da el uzatmak istediler.
Tabiînden İkrime de
aynı görüştedir.
4— Yine İbn
Abbas'a göre : Kur'ân âyetlerini kendi aralarında alay konusu edinip, «bu sûre
benimdir», «şu sûre de senindir» şeklinde Allah kelâmını parça parça etmeğe
çalışanlarla ilgili bir açıklamadır.
5— Zeyd b. Eslem'e göre : Bunlar, Salih
Peygamberi öldürmek için iş bölümü yapanlardır. Nitekim Nemi sûresi 49. âyetle
bu husus şöyle açıklanıyor : «O (fesatçılar) kendi aralarında yemin edip
dediler ki: «Ona ve ailesine bir gece baskında bulunalım, sonra da ona sahip
çıkan yakınına, ailesinin yok edilmesine şahit olmadık ve elbette bizler doğru
kimseleriz, diyelim.»
6— İncil'i aslından uzaklaştırıp farklı anlam ve
ifadede birden: fazla
İncil yazanlara
işarettir.
7— Kureyş'in
ileri gelenleridir ki, Peygamber (A.S.) Efendimiz aley^ hine toplanıp iş bölümü
yapmışlardı.
Kur'ân, sözü
edilenlerin yaptıkları tahrifat, ortaya koydukları fikirler ve hasmane
davranışlarından dolayı mutlaka hesaba çekileceklerini haber veriyor. Böylece
yaşamakta olan mü'minlere Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütün-4üğünü korumaları hususunda
birbirlerine destek olmaları isteniliyor. İnkarcılar da Kur'ân'ı bölüp
parçalama, değiştirip tahrif etme hevesine ka-pılmamaları hususunda uyarılıyor.
Zira Kur'ân'ı Allah'ın kıyamete kadar her türlü tahriften koruyacağında hiç
şüphe yoktur. [105]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına delâlet eden birkaç belgeye yer verilerek temel bilgilere
dikkatler çekildi. Fâtiha'nın önemi üzerinde durularak Kur'ân'ın özeti
mahiyetinde olduğuna işaretle sûre üzerinde daha geniş düşünmemiz ilham edildi.
Aynı zamanda Kur'ân'ın indirilmesi büyük bir nîmet olarak hatırlatıldı; böyle
bir nimetin karşısında dünyanın servet ve makamlarının çok küçük kalacağına
atıf yapılarak şükretmemiz istenildi.
Sonra da Kur'ân'ın her
zaman bütünlüğünün korunması üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcıların arzusuna göre değil, Allah'ın emrettiği şekilde hareket etmemiz
emrediliyor. Allah'a ortafc koşanlardan yüz çevirmemizde yarar bulunduğu
belirtilerek Allah'ın mü'minleri destekleyeceği haber veriliyor. Sonra da
müşriklerin sataşma ve saldtrılarının durmayacağı konu edilerek üzülmeğe gerek
olmadığı hatırlatılıyor. Ecel gelinceye kadar ibâdet etmemiz emredilerek bizi
dünya dağdağasından çekip alacak kutsal havanın önemi ve lüzumu üzerinde
duruluyor. [106]
94— (Ey
Şanlı Peygamber!) Artık sen ne ile emrolunuyorsan (onu hak ile bâtılın arasını)
ayıracak şekilde ortaya koy. Allah'a ortak koşanlardan yüzçevir (de aldırış
etme onlara).
95-96—
Şüphen olmasın ki, Allah ile beraber başka ilâh tanıyan o alaycı gruba karsı
biz sana yeteriz. İleride (ne olacağını) bilecekler.
97— Şanıma yemin olsun ki, biz onların
dediklerinden dolayı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.
98— Sen Rabbine hamd ile tesbîh et ve secde
edenlerden ol!
99— Sana yakîn (hak ile ölüm) gelinceye kadar
Rabbine ibâdet et!.
(Ey şanlı Peygamber!)
Artık sen ne ile emrolunuyorsan (onu, hak ile bâtılı birbirinden ayıracak)
şekilde ortaya koy. Allah'a ortak koşanlardan yüzçevir de (aldırış etme
onlara).»
Bu âyet inmeden önce,
Kur'ân-ı Kerîm daha çok gizli okunuyor, ibâdet de gizli yapılıyor; müşriklerin
saldırısı dikkate alınarak çok temkinli ve tedbirli davranılıyordu. Aynı
zamanda inen âyetler müşriklere teblîğ edile-miyor, sadece imân edehifere
ulaştırılıyor ve onlar da fırsat ve ortamı uygun gördükleri zaman kendi
yakınlarına teblîğe çalışıyorlardı.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in çevresinde kırk, elli kişi toplanıp az-çok bir güç oluşturma
imkânı sağlanınca artık Kur'ân'ın sesli okunması, ibâdetin de açıkça yapılması
ve inen âyetlerin imkân nisbetinde insanlara ulaştırılması emredildi.
Bu, İslâm'ın İleride
büyük bir devlet olacağının ilk işareti idi. Başarıya ulaşacağına açık delil
sayılarak, böylece mü'minlerin güven ve ümidi bir kat daha artmış oluyordu.
Zira azgın
inkarcıların ağızlarına geleni söylemeleri, Mekke'ye gelen hacı namzetlerine
Hz. Peygamber'i (A.S.) sihirbaz, büyücü, şair ve masalcı diye tanıtmaya
çalışmaları, ister istemez onu üzüyor, canını sıkıyordu. Ba-zan müşrikler öylesine
bardağı taşınyorlardı ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in hak adına göğsü
damlıyordu. Zira ondaki rahmet ve sıcak ilgi grafiği, insanların Hakk'a
inanması hususunda son derece yüksek ve duyarlı idi.
Allah, peygamberine
büyük bir ümit ve müjde kapısı açarak, İslam'ın mutlaka başarıya erişip duruma
hâkim olacağın: bildiriyor ve Allah'a ortak koşanlardan yüzçevirmesini emredip
sıkıntılı günlerin yakında sona ereceğini ilham ediyordu. «Şüphen olmasın ki,
Allah ile beraber başka ilâh tanıyan o alaycı gruba karşı biz sana yeteriz.
İleride (ne olacağını) bilecekler.» Mealindeki âyet ile de küfrün başaşağı
gelme günlerinin pek uzak olmadığına atıf yapılarak büyük bir tesellide
bulunuyordu. Nitekim öyie oldu. [107]
Siyerci İbn İshak'ın
tesbitine göre i Mekke'nin ileri gelenlerinden Ve-lid b. Muğîre, Âs b. Vâil,
Esved b. Muttalib b. Esed, Esved b. Abdiyağus ve Haris b. Tûlâtile biraraya
gelerek Kur'ân ve Peygamberle alay etmeye başladılar ve bunu bir âdet haline
getirip sürdürdüler. Allah onların bir bir cezasını dünyada da verdi. Şöyle ki:
Esved b. Muttalib'in kısa zamanda gözleri kör olup mahalle çocuklarının
eğlencesi haline geldi. Esved b. Ab-diyağus'un karnı şişti, birkaç ay inilti,
ıstırap ve uykusuzluk içinde kıvranıp kaldı ve çok geçmeden o da öldü, Velid
b. Muğîre ise, ayağında bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde
müzminleşti, yıllarca onun ıstırabını çekip başka konularla meşgul olacak bir
sağlık bulamadı. Âs b. Vâil'in ayağına batan diken, yılan zehiri gibi,
bacağının şişmesine ve iniltiler içinde kıvranmasına, sonra da ölümüne sebep
oldu. Haris b. Tûlâtile'-nin ise, başında bir çiban çıktı. Çok geçmeden aklî
dengesi bozularak pislik içinde can verdi.
Böyiece Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ile alay edip Kur'ân'ı küçümseyenler bir bir Allah'ın hışmına
uğrayıp ıstırap ve rezillik içinde cehennemi boyladılar. Âhirette verilecek
ceza ise, daha t..,n ve daha şiddetlidir.
Bazı müfessirlerin
rivayetine göre, sözünü ettiğimiz o beş kişide meydana gelen sakatlık ve ölüm,
Melek Cebrail'in işaretiyle, gerçekleşmiştir. Allah daha iyisini bilir. [108]
Kulun Allah ile iki
hali vardır. Biri, diğerini tamamlar ve kemâle erdirir. Kur'ân bu iki hali en
açık ve duyarlı bir anlatımla belirterek sûreyi noktalıyor :
1— İman ve İslâm nîmetine şükredip kalbi Allah'a
hamd etme duygusuyla, dili O'nu tesbîh ve tenzîh zevkiyle dolup taşarsa, Allah
ile aralarındaki engeller kalkar ve Allah'a yakın olma idrâk ve zevki uyanmış
olur. Namaz ve içindeki secde bu yakınlığı, kulun irfan ve takva derecesine göre
doruğuna doğru yükseltir.
İşte Allah kelâmı olan
Kur'ân'ın tamamı, bu hakikati insan kalbine işlemek, kafasını aydınlatmak için
indirilmiştir.
2— Allah ile beraber olma mutluluğuna erişebilmek
için -ki bu mutlulukların en yücesi, gayelerin gayesidir- ibâdeti vaktinde ve
bilincinde yerine getirip, bıkkınlık duymadan, gevşeklik izhar etmeden tam
zevkine ererek ölünceye kadar sürdürmek gerekir.
İnsan olarak
yaratılmanın ve dünya uğrağına sevkedilmenin amacı, işte bu ibâdettir. Böyle
bir ibâdete yönelmenin yolu ise, Allah'ı bilmek ve O'na şüpheden uzak bir
gönülle inanmaktır.
İlgili son âyette
ölüme «yakîn» denilmesi, her canlı için mukadder olduğuna ve bunda hiç şüphe
bulunmadığına, aynı zamanda hiçbir fani hakkında şaşmadan hükmünü yürüteceğine
işarettir. [109]
Hicir sûresi
noktalanırken Cenâb-ı Hak, başta Hz. Peygamber (A.S.) olmak üzere, bütün
mü'minlere bir bir seslenerek üç emir vermiştir
a) Allah'ı
hamd ile tesbîh etmek,
b) Namaz kılıp Hakk'a secde edenlerle birlikte
secde etmek,
c) Çocukluk dönemi dışında hayatın her gününde
emredildiği şekilde ibâdete devam etmek, ölüm gelinceye kadar ibâdetten
ayrılmamak..
Birinci emir şu
h"rjsu bize öğretiyor: Allah'ı dosdoğru bilip imân edenler ancak O'na
hamdederler; O'nu en güzel övgülerle yâd ederler. Çünkü insan iyice tanımadığı,
büyüklüğüne ve yüceliğine inanmadığı bir varlığı övmez, takdir duygularını dile
getirmez. Allah'ın yegâne yaratan, denge ve düzende tutan, mutlak anlamda
tasarrufu elinde bulunduran öncesiz ve sonrasız olduğunu akı! ve imân yoluyla
anlayıp tasdîk eden kimse, bu irfan ve inanç aydınlığı içinde Allah'ın kudret
damgasını görmeğe başlar; her şevin hareket halinde olduğunu, hilkat kanununa
bağlı kalarak belli bir plân ve programa göre hizmetini sürdürdüğünü akıl ve
ilim yoluyla tesbit edip Cenâb ! Hakk'ı her türlü beşerî sıfatlardan, noksanlıklardan
tenzîh eder ve böylece O'nu tesbîh etme irfanına kavuşur.
İkinci emir, birinci
emrin ruhları aydmlatmasıyla gerçekleşir. Şöyle ki: Allah'ın kudret damgasını
eşyanın her parçasında gören bir mü'min, vakit kaybetmeden o yüce kudretin
karşısında secdeye kapanarak O'nun ulu-hiyetini, kendi ubudiyetini kalpten
dile, dilden diğer azaya getirerek itiraf eder. Böylece cami ve cemaat onun
gönül dostlarıyla buluştuğu cennet bahçelerinden biri durumuna gelir. Allah'ın
rahmet ve inayetinin cemaat üzerine tecelli ettiğinin zevkine varıp hayatının
her bölümünü cami irfan ve kültürüyle değerlendirerek dünya ile âhiret arasında
hem köprü, hem de denge kurmuş olur.
Üçüncü emir, birinci
ve ikinci emirleri tamamlar ve bütünleştirir. Öyle ki, Hakk'ı bilip O'nun eşya
üzerindeki uluhiyet damgasını, kudret remzini gören ve O'na gönülden hamd edip
teşbihte bulunan, sonra da namaz kılıp secde etmek suretiyle Cenâb-ı Hakk'a
yakın olma zevkine erişen mü'-minler, ölünceye kadar bu zevki yudum yudum
tatmak isterler; onun için de ölüm gelinceye kadar başta namaz olmak üzere
ibâdete zevk ve heyecanla devam ederler.
Bizi bu surenin
tefsirini tamamlamamızda başarılı kılan Allah'a hamd olsun. Feyizli hayatı,
rahmet saçan sünneti, yüksek ahlâkı ve gönüllere şifa veren irfanıyla bize
manevî destek olan Resûlüllah (A.S.) Efendimız'e ve O'na dosdoğru uyan
mü'minlere salât-ü selâmlar olsun.
Cenâb-i Hak'tan ilk ve
son dileğimiz odur ki: Bizi hamd ile tesbîh, namaz ile secde, ibâdet ile
yakınlık sağlayan bahtiyar kullarından eylesin. Âmîn. [110]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3185.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3185-3186.
[3] Hafız Taberânî: Enes b. Mâlik (R.A.)den
.
Hafız Taberânî: Enes b.
Mâlik (R.A.)den .
[4] Hafız Taberânî : Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.)den
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3188.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3188.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3188-3189.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3189-3190.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3190-3191.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3191-3192.
[11] Kur'ân/Garp Mütefekkirlerine göre : 37-
İstanbul: 195
[12] Güven Matbaası/Ankara : ?
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3193-3195.
[14] Zuhruf Sûresi :
53
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3195-3196.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3196-3197.
[17] Mâide Sûresi :
44
[18] Tefsir-i Kurtubl'den özetlenerek.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3197-3199.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3199-3200.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3200.
[22] Buharî/tevhîd : 32, tefsir : 15, 34- Tirmizî/tefsîr :
34- İbn Mâce/mukad-deme: 13
[23] Buharî/tefsîr :
15, 34- îbn Mâce/mukaddeme; 13,
35
[24] Sahîh-i Müslim - Hafız Taberânî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3201-3202.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3202-3203.
[26] Bilgi için bak: Hicir: 18, Saffat: 10, Cin: 8, 9,
Enbiyâ: 30. âyetlerin tefSİRİ
[27] Tefşîr-i Kurtubî: 10/10, ll'den özetlenerek
[28] Ö;ök haberleriyle ilgili geniş bilgi için bak : Cin ve
Saffat sûrelerinin tefsirine..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3203-3204.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3205.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3205.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3206.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3206.
[33] Mtislim/istiska :
15
[34] Müslim/salât:
132- Ebû Dâvud/salât: 97- Tirmizî/mevakiyt: 52- Nesâî/ imamet: 32- Ibn Mâce/ikamet: 52- Dâremî/salât: 52- Ahmed:
2/247, 336, 340, 353, 367, 480-
3/16, 293, 331, 398
[35] Müslim/cennet: 83
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3207-3208.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3208-3209.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3209-3210.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3210-3211.
[40] Nesâî - Tirmizî: îbn Abbas (R.A.)dan
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3211-3112.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3212.
[43] Müslim/zühd:
60- Ahmed: 6/158, 168
[44] Buharî/enbiyâ: 1- Ebû Davud/sünnet: 16-
Tirmizî/tefsîr 2/7-5/49
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3213.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3213-3214.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3214-3215.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3215-3216.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3216.
[49] Pütuhat-i Mekkiye : 3/367
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3216-3217.
[50] Mâverdî - Kurtubî: 10/25
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3217.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3217.
[53] Bügi için bak : Bakara sûresi 34, A'raf sûresi 11,
Isrâ sûresi 61, Kehf s< resi 50, Sad sûresi 72. âyetlerin tefsiri
[54] Fütuhat-i Mekkiye : 3/107
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3219-3220.
[55] »
» : 2/67
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3220.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3221.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3221-3222.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3222.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3222-3223.
[61] Ebû Dâvud/vitir : 32- Nesâî/cenaiz : 115- îbn Mâce/duâ : 3- Taberânî/ Kur'ân: 33-
Ahmed: 1/242, 288, 296,
311,
315
[62] Tirmizî/cennet: 27- İbn Mâce/zühd: 39
[63] Sahîh-i BuharL: Enes b. Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3224-3225.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3225-3226.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3226-3227.
[66] Fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-Gayb : 5/402 - Kurtubî : 10/30
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3228.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3228-3229.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3229.
[69] îbn Ebî Hatim - Lübabu't-te'vîl - İbn Kesîr : 2/553
[70] Tefsîr-i Taberî: 14/27
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3230.
[72] Sahîh-i Müslim - Ahmed: 2/334, 397, 484
[73] Müsned-i Ahmed - Tirmizî/zühd : 39
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3231.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3231.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3232-3233.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3233-3235.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3235.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3238-3239.
[80] Hicir sûresinde «güneş etrafı aydınlatırken» veya
«güneş doğarken» tabiri yer almaktadır. Bu, lâvların püskürmesinin sabahın
erken saatinde başladığına ve güneş doğuncaya kadar devam ettiğine işarettir.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3239-3240.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3240.
[83] Buharî - Müslîra: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3241-3242.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3242-3243.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3243-3244.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3244.
[88] Buharî/Tefsîr : 1/1; 3/15, fezail: 9- Tirmizî/sevap:
1- Nesâî/iftitah: 26
[89] Buhari - Ahmed:
2/448
[90] Buharî/rikak: 26, i'tisam : 2
[91] îbn Ebî Hatim : Muâz b. Cebel (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3246.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3247.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3247-3248.
[94] Âl-i İmrân Sûresi: 159
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3248-3249.
[95] Modern Biyoloji :
1/59 - Millî Eğitim Basımevi: 4970
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3249-3250.
[97] Tirmizî/Hadisün hasenün sahîhün..
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3250-3251.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3251.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3251-3253.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3253-3254.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3254-3255.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3255.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3255-3256.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3257-3258.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3258.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3259-3260.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3260-3261.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3261.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3261-3262.