Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu
surede Hıcr Vadisi Ashabı olan Semûd Kavmi zikredildiği için "Hıcr
suresi" ismi verilmiştir. Hıcr, Medine ile Şam arasında bir vadidir.
[1]
Bu sure ile bu sureden
önceki İbrahim Suresi arasında başlangıç, muhteva ve sonuç yönünden tam bir
uyum vardır.
Başlangıç yönünden:
Her iki surede yer ve göklerin vasıfları yer almakta, daha önceki
peygamberlerin karşılaştığı eziyetler ve Allah'ın bu peygamberlere yaptığı
yardımı, kâfir ve müşriklerle yapılan münakaşaları hatırlatmak suretiyle
kavminin yaptığı eziyetlere karşı Peygamberimiz (s.a.)' e teselli olmak üzere
Hz. İbrahim (a.s.) kıssası ile bazı geçmiş peygamberlerin kıssaları anlatılmaktadır.
Sonuç bölümünde:
İbrahim Suresi'nde Cenab-ı Hak kâfirlerin kıyamet günündeki durumlarını şu
ayetle tavsif etmiştir: "... O gün bütün varlıklar bir olan ve her şeye
hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaktır. O gün suçluların hep birlikte zincire
vurulduklarını görürsün. Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar."
(İbrahim, 14/48-50).
Hıcr Suresi'nin
başında ise şöyle buyurmuştur: "Kâfirler: (kıyamet günü) keşke müslüman
olsaydık, temennisinde bulunurlar" (Hicr, 2). Bu ayette zikredilen
suçlular cehennemde uzun müddet bekleyince, müminlerden ve tevhid ehlinden asi
olanların (cezalarını çektikten sonra) cehennemden çıkarıldıklarını görünce
dünyada iken keşke müslüman olsaydık diye temenni edeceklerdir.
Ayrıca İbrahim
Suresi'nin sonu kitabın tavsifi ile: "Bu (Kur'an) ... insanlara bir
tebliğdir" (İbrahim, 14/52) ayeti ile sona ermekte, Hicr Suresi de kitabın
tavsifi ile: "Bu ayetler kitabın ve apaçık olan Kur'anın
ayetleridir." ayetiyle başlamaktadır.
Bu husus, bu iki
surenin başlangıç ve sonuç kısımlarındaki benzerliği göstermektedir.
[2]
Bu sure, Mekkî
surelerde beyan olunan ana hedefleri; Allah'ın birliği, peygamberlik, öldükten
sonra dirilme, amellerin karşılığının verilmesi, Allah'ın yüce rasullerini
yalanlayanların ve tağutların akıbetlerinin hatırlatılması konularını
paylaşır.
Bundan dolayı bu sure
korkutma, tehdit, tedhiş ve ihtar ifadesiyle başlamaktadır: "Kâfirler
kıyamet günü keşke (dünyada iken) müslüman olsaydık temennisinde bulunurlar
(Ey peygamber!) Onları kendi hallerine bırak. Yesinler, eğlensinler ve boş
umutları onları oyalaya dursun. Onlar (kötü sonucu) yakında
bileceklerdir." (Hicr, 2-3).
Sure şu hususları
ihtiva etmektedir:
1-
İnsanlığın ikinci babası Hz. Nuh (a.s.)'dan başlayarak peygamberlerin sonuncusu
olan Hz. Muhammed (s.a.)'e kadar peygamberleri ve peygamberlerin getirdiği
mucizeleri yalanlayan müşrik ve kâfirlerle yapılan münakaşa.
2- Yer ve
göklerin yaratılması, insanın yaratılışı, aşı yapan rüzgârların durumu, hayat
ve ölüm, haşir (mahşer yerinde toplanma) ve neşr (amel defterlerinin
dağıtılması) gibi Allah Tealâ'nm varlığına delâlet eden delil ve burhanların
ortaya konulması:
"Şüphesiz biz
semada burçlar (yıldız kümeleri) yarattık. Bakıp ibret alanlar için onu
süsledik. "(Hicr, 16).
'Yeryüzünü düzgün bir
şekilde yarattık." (Hicr, 19).
"Şüphesiz biz
insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık."
(Hicr, 26).
"Biz, rüzgârları
aşılama vasıtaları olarak gönderdik." (Hicr, 22).
"Şüphesiz Rabbin
onları mahşerde toplayacaktır. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi en
iyi bilendir." (Hicr, 25).
Ayrıca varlıkların
yaratılış hikmeti olan Allah'a kulluk, adaleti ikame etmek, hayattaki nizamın
ana sütunlarını yerli yerine koymak hususlarının beyan edilmesi...
3- Peygamber
(s.a.)'e gelen vahyin sadık olduğunun ispat edilmesi: "Biz melekleri ancak
"Hak" ile göndeririz... Kuranı, biz indirdik biz. O'nun koruyucusu
da şüphesiz ki biziz" (Hicr, 8-9).
4-
Gökyüzünün karanlık olduğu şeklindeki teoriye işaret edilmesi: "Onlara
gökten bir kapı açsak, oradan yukarı durmadan çıksalar, gözlerimiz perdelendi,
daha doğrusu büyülendik, derler." (Hicr, 14-15).
5- Allah'ın,
Adem'e secde etmeleri ve ona ta'zimde bulunmaları emrine meleklerin uymak
suretiyle itaat etmeleri, şeytana verdiği Âdem'e secde etmesi emrine şeytanın
isyan etmek suretiyle isyan etmesini zikreden Hz. Âdem (a.s.) ve İblis
kıssasının anlatılması: "Onun için secdeye kapanın (denildi). Bunun
üzerine bütün melekler topluca secde ettiler. Ancak İblis secde edenlerle birlikte
olmaktan geri durdu." (Hicr, 29-31).
6- Bedbaht
olan cehennem ehli ile saîd olan takva ve cennet ehlinin vasıflarının beyan
edilmesi (Hicr, 42-48).
7- Rasulullah (s.a.)'a
Hz. Lut, Şuayb ve Salih peygamberlerin Allah'ın helak ettiği kavimleriyle,
ümitsizlik ve çaresizliğe düşmesini engellemek için teselli verilmesi.
- Lut Ailesi Kıssası:
Hicr, 58-77
- Eyke Ashabı (Şuayb
Kavmi): Hicr, 78-79
- Hicr Vadisi Ashabı
(Semud Kavmi): Hicr, 80-84
8- Allah'ın
peygamberine ihsan ettiği Kur'anm indirilmesi lutfu (Hicr, 87). Kendisiyle alay
eden düşmanlarını helak etmesi lutfu (Hicr, 95). Allah'ın ona kâfirlerin
dünyadan istifade etmelerinden fitneye düşmemelerini emretmesi, ayrıca yine ona
müminlere tevazu göstermesini emretmesi (Hicr, 88). Açıktan İslama davet
edilmesi emri (Hicr, 94). Müşriklerin alay etmeleri şeklinde sıkıntı
vermelerine karşı sabır, teşbih ve ölünceye kadar ibadet etmekle emrolunma-sı
(Hicr, 97-99).
Özetle: Hicr Suresi
tevhidin delilleri, kıyamet ahvali, mutlu ve mutsuzların sıfatları, bazı
peygamberlerin kıssaları, Allah'ın peygamberi Mustafa (s.a.)'ya lütufları
konularını ihtiva etmektedir.
[3]
1- Elif, Lâm, Râ. Bu
ayetler kitabın ve apaçık Kur'anın ayetleridir.
2- İnkâr edenler keşke
müslüman olsa- lardı diye nice kez temenni edecekler.
3. Onları bırak,
yesinler, eğlensinler ve koş eme^ onları
oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında
bilecekler.
4- Kendisi hakkında
(bizce) bilinen bir yazı olmaksızın> hiçbir kasabayı helâk
5- Hiçbir millet,
ecelinin önüne geçemez ve bu eceli geciktiremez.
"Elif, Lâm,
Râ" Kur'anın beyan ve ifade yönünden mucize oluşu ile Araplara karşı
meydan okuma işaretidir. Yani bu kitap Arap dili alfabesindeki Elif, Lâm, Mim
gibi harflerden meydana gelen Allah kelâmıdır.
"Bunlar" Bu
ayetler, bu surenin ihtiva ettiği ayetlere işarettir. "Kitabın" tam
bir fesahat ve mükemmel bir beyan ile farklılık arzeden yüce kitabın ve
"Kur'an-ı Mübin" yani her şeyi tam bir şekilde ifade eden, gayet açık
olan "Kur'anın ayetleridir". Kur'anda hiçbir eksiklik yoktur. Hakkı
batıldan ayırde-den bir kitaptır. Kitap ve Kur'an-ı Mübin Allah Tealâ'nın Hz.
Muhammed Mustafa'ya (s.a.) vaadettiği kitaptır.
Kur'amn nekre olarak
zikredilmesi sânını yüceltmek içindir. Buna göre mana: Bu ayetler
"Kitap" ve "Kur'an" olması sebebiyle bütün herşeyi içinde
toplayan kitabın ayetleridir, O "kitap" olması dolayısıyla
mükemmeldir, "Kur'an" olması dolayısıyla açık ifadeler manzumesidir.
"İnkâr edenler"
kıyamet günü kendi durumlarını ve müslümanların durumlarını gördükleri zaman
"keşke müslüman olsalardı diye nice kez temenni edeceklerdir".
"Rubbemâ:
Nice" kelimesi bundan sonraki şeyin az meydana geleceğine delâlet
etmektedir. Bazan da burada olduğu gibi çokluk için kullanılır. Çünkü onlar
müslüman olmayı çokça temenni ederler. Bir başka görüşe göre "azlık"
için kullanılmıştır. Çünkü korkunç hadiseler onlara dehşet verir. Baygın halde
düşerler. Nihayet ayıldıklan zaman bunu pek az bir zaman temenni ederler.
"Onları
bırak" Ey Muhammed! Onları terket "yesinler" ve dünyalarıyla
"eğlensinler" Uzun müddet yaşama şeklindeki "boş emel
onları" imandan "oya-layadursun" onları meşgul etsin. Onlar kötü
sonucu yaptıklarının karşılığını gördükleri zaman yaptıklarının kötülüğünü
"Pek yakında bilecekler".
Bundan maksat
Rasulullah (s.a.)'ın onların yola geleceği ümidini kesmek, onların rezil-rüsvay
olacaklarını Rasulullah'a (s.a.) bildirmek ve onlara nasihat etmenin faydasız
bir şeyle meşgul olmak sayılacağını bildirmek idi. Bu ifadede hüccetle
susturmak, insanları refah içerisine dalıp eğlenme yolunu tercih etmekten ve
bunun sebep olduğu "Tul-i Emel"den sakındırmak manası vardı.
"Kendisi
hakkında" bizce "bilinen" helak olması için tahdid edilen
"bir yazı" bir ecel, yani Levh-i Mahfuz'da yazılı olan mukadder bir
ecel "olmaksızın, hiçbir kasabayı" hiçbir kasaba halkını "helak
etmedik."
"Hiçbir millet
ecelinin önüne geçemez ve bu eceli geciktiremez." Ümmet kelimesine raci
olan bu fiil bu manaya hamledildiği için müennes yerine müzek-ker sigası
kullanılmıştır.
[4]
"Elif, Lam,
Ra" Bu mukattaa harfleriyle Araplara Kur'anın beyan yönünden mucize
oluşunun bildirilmesi ve bu Kur'anın en kısa suresi gibi bir sure getirmekle
meydan okuma kasdı gözetilmektedir. Çünkü Kur'an onların diliyle nazil olmuş,
Arap dilinde kelimelerin meydana geldiği harflerden meydana gelmiştir.
"Bunlar kitabın
ve apaçık Kur'anın ayetleridir." Yani bu suredeki ayetler her yönden kâmil
olan kitabın ayetleridir, bu ve diğer surelerde her şeyi tam bir şekilde
açıklayan Kur'an'ın ayetleridir.
Kur'an kelimesinin
nekre olarak kullanılması Kur'anın şanını yüceltmek içindir. Zemahşerînin
dediği gibi hem (kitab) hem de (Kur'an-ı Mübîn) vasıflarının birlikte
zikredilmesi Kur'an'ın her şeyi mükemmel manada bir arada toplayan, eşsiz ve
benzersiz bir ifade tarzını ihtiva eden bir kitap olduğuna delâlet etmesi
içindir.
Fakat kâfirler kıyamet
günü içinde bulundukları küfürden dolayı pişman olacaklar ve keşke dünyada iken
müslüman olsaydık, diye temennide bulunacaklardır.
(Rubbema) kelimesi her
ne kadar "azlık" ifade etse de tehdid hususunda gayet beliğ bir
tabirdir.
İbni Abbas, İbni
Mes'ud ve sahabeden başka zatların anlattıklarına göre Kureyş kâfirleri ateşe
atıldıkları zaman keşke dünyada iken müslüman olsa idik, diye temenni
edeceklerdir.
Zeccac diyor ki: Kâfir
azab durumlarından bir durumu yahut müslümanın (nimet) durumlarından birini
görünce keşke müslüman olsaydı diye temennide bulunacaklardır.
Bu ayetin benzeri şu
ayettir: "Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: Ne olurdu tekrar dünyaya
döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasay-dık da müminlerden olsaydık
dediklerini bir görsen!" (En'am, 6/27).
Taberani'nin Ebu Musa
el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cehennemlikler yanlarında Allah'ın dilediği ehl-i kıbleden olan
kimselerle birlikte Cehennem'de toplanırlar. Kâfirler (Ce-hennem'e giren)
müslümanlara:
- Siz müslüman değil
miydiniz? diye sorarlar. Müslümanlar:
- Evet, derler.
Kâfirler:
- Peki, müslümanlığın
size ne faydası oldu. Siz de bizimle birlikte cehen-nem'e girdiniz, derler.
Müslümanlar:
- Bizim günahlarımız vardı. Bu günahlarımız
sebebiyle cezalandırıldık, derler.
Cenab-ı Hak bunların
söylediklerini duydu. Ehl-i Kıbleden olan cehennemliklerin cehennemden
çıkarılmasını emretti. Onlar da cehennemden çıkarıldılar. Cehennem'de geride
kalan kâfirler bu durumu görünce: Keşke bizler de müslüman olsaydık da, onların
cehennemden çıktığı gibi biz de çıksak! derler. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.)
şu ayeti okudu: "Elif, Lam, Ra. Bu ayetler kitabın ve her şeyi açıkça
beyan eden Kuranın ayetleridir. Kâfirler (kıyamet günü) keşke biz de müslüman
olsaydık, temennisinde bulunurlar." (Hicr, 1-2).
Bu ayetten sonra
Cenab-ı Hak kâfirleri tehdit etti, onları şiddetli bir tehdit ve kuvvetli bir
ihtarla korkuttu ve şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed!
Kâfirleri eğlencelerinde ve dünya lezzetlerinden yararlanma hususunda kendi
hallerine bırak, hayvanların yediği gibi yesinler. Boş ümitler onları tevbeden
ve Allah'a yönelmekten, ahiretten ve ölümü düşünmekten alıkoyup oyalayadursun.
Onlar amellerinin akıbetini ve gelecekteki durumlarını gayet iyi
bilecekler."
Bu ayet şu ayetler
gibidir: "De ki: Yaşayın bakalım. Ama en son varacağınız yer cehennem
'dir. "(İbrahim, 14/30).
"(Ey kâfirler!)
Dünyada az bir müddet yiyin ve eğlenin bakalım. Siz şüphesiz suçlu
kimselersiniz." (Mürselât, 77/46).
Görüldüğü gibi bu üç
ayette kâfirlerin dünyadaki ihmalkârlarının sebepleri beyan edilmektedir.
Artık onların ahirette hiçbir nasipleri bulanmayacaktır.
Cenab-ı Hak bundan
sonra da kâfirlerin azabının kıyamet gününe tehir edilmesinin sebebini
zikretmektedir: Allah Tealâ'nın bütün ümmetler hakkındaki sünneti, kanunu
aynıdır. Bu da bir kavme bir hüccet (peygamber) göndermeden kendilerine
hidayet ve Hak yolu tebliğ etmeden, Levh-i Mahfuzda belirlenen ve takdir
edilen ecelleri bitmeden önce hiçbir kavmi helak etmemesi ve helak olma vakti
gelen hiçbir kavmin azabını tayin edilen vaktinden sonraya bırakmaması ve
müddetleri bitmeden öne almamasıdır: "Her ümmetin (belli) bir eceli
vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geri bırakabilirler ne de ileri
alabilirler." (Araf, 7/ 34).
Bu ayetlerden maksat
şudur: Allah dileseydi kâfirlere azabı acilen verirdi. Fakat ilâhî hikmet tevbe
ederler ümidiyle onlara mühlet verilmesini gerekli kıldı. Çünkü her ümmetin
belirli bir eceli vardır. Bu ecelde ne gecikme, ne öne alma olabilir Allah
mühlet verir ama ihmal etmez.
Bu ayet -İbni Kesir'in
dediği gibi- Mekke halkına ve benzerlerine içinde bulundukları ve bu sebeple
helak olmaya müstahak oldukları şirk, inatçılık ve dinsizlikten vazgeçmeleri
hususunda bir tenbih ve irşattır.
[5]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim her yönüyle mükemmel olma, gayet açık ve edebî ifadeler ihtiva etme
özelliklerini birarada toplayan bir kitaptır. Kur'anda hiçbir eksiklik ve
noksanlık yoktur. Hiçbir kapalılık ve karışıklık yoktur. O sadece her insana
Hakk'ı Batıl'dan ayırdeder.
2- Kâfirler
kıyamet günü küfür üzerinde olduklarına pişman olacaklar ve keşke müslüman
olsalardı, temennisinde bulunacaklardır.
Çünkü (Rubbema)
aslında "azlık" için kullanılsa da bazan "çokluk" için de
kullanılmaktadır. Arapların âdetlerinden biri de çokluğu zikrettikleri zaman
azlık için kullanılan bir lafzı kullanmalarıdır. Aynı zamanda bu azlık ifadesi
tehdit noktasında daha beliğ bir ifadedir.
3- Kâfirler
normal olarak maddî hususlara çok önem vermektedirler. Kâfirlerin şehvetler,
nefsî arzular, maddî lezzetlere iyice daldıklarını, ballandırılmış tatlı
emellere dayandıklarını, içi boş temennilerle kendilerini aldattıklarını,
ibadet-taat ve ahiret için çalışma yerine dünya ile meşgul olduklarını görürsün.
Allah onları yeme, içme ve eğlenme hususunda kendi hallerine bırakın diyerek
tehditte bulundu ve onların yaptıklarının acı sonucundan sakınmalarını ihtar
etti.
Ayet sadece zevklerini
tatmin etmek, eğlence peşinde koşmak ve bunun sebep olduğu tûl-i emel (geleceğe
yönelik boş ümitler)in müminlerin güzel ahlâkından olmadığına delâlet
etmektedir.
Efendimiz (s.a.)in
sünnetinde boş emeller taşımayı kötüleyen pek çok ha-dis-i şerifler vardır.
Bu hadis-i şeriflerden
biri Ahmed b. Hanbel, Buharî, Müslim ve Nesâî'nin Enes (r.a.)den rivayet
ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Adem oğlu yaşlanır. Onunla birlikte iki
arzu devamlı kalır: Hırs ve Emel"
Bezzar'ın Müsnedinde
Enes (r.a.)in Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadis-i şerifi rivayet ettiği
nakledilmektedir: Dört şey bedbahtlığa sebeptir: Gözlerin kuruması, kalbin
katılaşması, tûl-i emel (geleceğe yönelik boş uzun emeller) dünyayı elde etme
hırsı.
Ahmed b. Hanbel,
Taberanî ve Beyhakî'nin Amr b. Şuayb kanalıyla Efendimiz (s.a.)'den rivayet
ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmetin ilk nesli,
zühd (dünyaya önem vermeme) ve yakîn (gerçek bir iman) ile salih kimseler
oldular. Bu ümmetin sonu da cimrilik ve boş emel ile helak olacaklardır.
"
4-
Peygamberleri yalanlayan kâfir ümmetlerin helak olmasında hiçbir zulüm ve
haksızlık yoktur. Onların helaki sadece inkârları, nankörlükleri, Allah'ın
ayetlerini ve peygamberlerini yalanlama sebebiyle olmuştur.
5- Ümmetlerin
helak oluşu rastgele ve insanların arzularına göre olan keyfî bir olay
değildir. Bu belirli bir tarih ile takdir edilmiş, muayyen bir ecel ile
belirlenmiştir. Bu hususta hiçbir gecikme ve öne alma olamaz.
[6]
6- (Kâfirler) dediler ki: "Ey kendisine
Kur'an indirilen! Sen mutlaka bir mecnunsun.
7- Eğer doğru söyliyen
kişilerden olsaydın, bize melekleri getirmeliydin" dediler.
8- Biz melekleri ancak
hak ile indiririz. İşte o zaman onlara mühlet verilmez.
9- Kur'an'ı biz
indirdik, elbette onu biz koruyacağız.
10- Andolsun ki,
senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
11- Onlara bir peygamber gelince, hemen onunla
alay ederlerdi.
12- İşte böylece biz onu mücrimlerin kalplerine
sokarız.
13- Onlar buna (Kur'an'a) inanmazlar. Halbuki
eskiden yaşamış kimselerin tabi oldukları ilâhî âdet bellidir.
14- Onlara gökten Jbir kapı açsak da, oradan
yukarı çıksalar;
15- Yine de gözlerimiz
perdelendi. Bilâkis biz büyülenmiş bir milletiz! derlerdi
"Mücrimin",
"Evvelin" ve "Münzarin" kelimeleri arasında seci vardır.
Aynı şekilde Ya'rucûn ve Meşhurun kelimeleri arasında da seci vardır.
[7]
Kâfirler "Dediler
ki: Ey kendisine" öğüt "Kur'an indirilen kimse!" Peygamberimiz
(s.a.) e alaylı bir şekilde bu ifadeyle hitapta bulundular. "Sen mutlaka
bir mecnunsun!" Yani sen delilerin sözünü söylüyorsun. Hatta Allah'ın sana
öğüt verici bir kitap yani Kur'an indirdiğini iddia ediyorsun.
"Sen eğer"
Bu Kur'anın Allah tarafından olduğu ve senin de peygamber olduğun şeklindeki
sözünde yahut iddianda samimi ve "doğru söyleyen kişilerden olsaydın bize
melekleri getirmeliydin, dediler."
"Biz melekleri
ancak hak ile" yani Allah'ın takdir ettiği ve hikmetinin gerektirdiği
şekilde "indiririz." Zira meleklerin gördüğünüz şekilde gelmelerinde
hiçbir hikmet yoktur. Çünkü bu durum sizin gerçeği daha fazla karıştırmanıza
sebep olur. Cezanın âcil olarak gelmesini istemeniz de hikmetli bir hareket değildir.
Çünkü içinizden bir kısmınız ve bir kısmınızın zürriyeti iman edecektir.
Bir görüşe göre
"Hak ile indirdik" yani vahiyle yahut azabla indirdik, demektir.
"İşte o
zaman" yani meleklerin azabla indirildikleri zaman "onlara mühlet
verilmez" onlar geciktirilmez.
"Kur anı biz
indirdik." Bu ifade onların inkârları ve alay etmelerine karşı red
ifadesidir. Biz Kur1 anı insan kelâmından çok farklı ve benzerini getirmekten
âciz bırakan nazmını mucize olan bir kitap kılmak suretiyle üzerinde değişiklik
ve tahrif yapılmasından, Kur'an'a ilâve ve eksiltme yapılmasından "Onu
elbette biz koruyacağız. Yahut Kur'an baki kaldığı müddetçe O'nu koruma garantisi
altına alarak ona herhangi bir noksanlığın gelmeyeceği gerçeğine işaret
edilmektedir.
"Andolsun ki, Biz
senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik" Ayette geçen şia
kelimesi aynı inanç, aynı mezheb, aynı görüş etrafında birleşen fırka veya
cemaattır.
"Onlara bir
peygamber gelince, hemen onunla alay ederlerdi. Tıpkı senin kavminin de seninle
alay ettikleri gibi... Bu Peygamberimiz (s.a.)e bir tesellidir.
"İşte böylece
biz" onların kalplerine bu yalanlamayı soktuğumuz gibi "onu da
mücrimlerin" Mekke kâfirlerinin "kalplerine sokarız."
"Onlar ona"
Peygamber'e (s.a.) "inanmazlar" Halbuki eskiden yaşamış kimselerin
tabi oldukları ilâhî yalanlamaları sebebiyle azaba uğramaları gibi ilâhî kanunu
bellidir.
"Onlara" bu
teklifte bulunanlara "gökten bir kapı açsak da oradan" o kapıdan
"yukarı çıksalar" göğe yükselseler; 'Yine de" onlar:
"gözlerimizperdelendi." görmemiz engellendi. "Bilâkis biz
büyülenmiş bir milletiz" Muhammed bizi büyüledi. Bize öyle geliyor ki biz
büyülendik "derlerdi."
[8]
Katade diyor ki: (6.
ve 7. ayette) belirtilen bu sözleri söyleyenler Kureyşin ileri gelenlerinden
Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Haris, Nevfel b. Huveylid, Ve-lid b. Mugîre idi.
[9]
Cenab-ı Hak kâfirleri
son derece ağır bir şekilde tehdit ettikten sonra, onların Hz. Muhammed
(s.a.)in peygamberliğini inkâr hususundaki şüphelerini ve Peygamberimiz (s.a.)
i beyinsizlik ve delilikle suçlamak suretiyle yaptıkları edepsizliklerini beyan
etti. Sonra da bu cahillerin bütün peygamberlere karşı tavrının daima aynı
şekilde olduğunu zikretti. Dolayısıyla Ya Muhammed kâfirlerin beyinsizlikleri
ve bilgisizliklerine karşı sabretmek hususunda önceki peygamberlerde senin için
örnek vardır.
[10]
Allah Tealâ bu
ayetlerde müşriklerin inkarcılıkları ve inatçılıklarından doğan bazı sözleri
ve şüphelerini haber vermektedir: Müşrikler alaylı bir şekilde ve hafife
alarak: Ey Kur'anın kendisine indiğini iddia eden kişi! Sen bizi sana uymaya ve
babalarımızı üzerinde bulduğumuz inançları terketmeye davet ettiğine göre sen
cinnet geçirmiş birisisin. Dolayısıyla senin davetini kabul etmeyiz.
Eğer iddia ettiğin
şeyde doğru sözlü olsaydın, senin doğruluğuna ve getirdiğin kitabın gerçek
olduğuna şahitlik eden, senin korkuttuğun hususlarda seni te'yid eden
melekleri bize getirmeliydin değil mi? dediler.
Nitekim Cenab-ı Hak
bir başka ayette şöyle buyurmuştu: "(Kâfirler) kendisine bir melek
indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! dediler." (Furkan, 25/7).
Bir başka ayette de:
"(Bir gün) bize kavuşacaklarını ummayanlar: Bize melekler indirilse veya
Rabbimizi görsek ya! derler. Yemin olsun ki, onlar kendi kendilerine
büyüklenmişler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir." (Furkan, 251)
buyurulmuştu.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa
(a.s.) hakkında Firavun'un söylediği şu sözü nakletti: "Ona (gökten) altın
bilezikler atılsa veya beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!"
(Zuhruf, 43/53).
Kâfirlerin ikinci
sözüne karşılık Cenab-ı Hak şu ayetle cevap verdi: Biz melekleri ancak hak,
hikmet ve bildiğimiz umumî menfaatlerle göndeririz. Peygamberin (s.a.)
doğruluğu hususunda size şahit olacak ve sizin kendilerini göreceğiniz şekilde
meleklerin size açıktan gelmesi hikmete uygun değildir. Çünkü o zaman siz
mecburen tasdik eden insanlar olursunuz. Halbuki onlar sizin cinsinizden ve
sizin şeklinizden ayrı olup bu durumda size karışıklık gelebilir. Çünkü her
cinsin kendi cinsinden davetçisi vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Eğer peygamberi melek cinsinden gönderseydik onu (yine) insan şeklinde
kılardık. Onları yine de düştükleri şüpheye düşürürdük." (Enam, 6/9).
"İşte o zaman
onlara hiç mühlet verilmez." Yani biz melekleri indirmiş olsaydık bu
helak etme ve azap için yapılan bir indirme olur, onlara gelecek azabı bir an
bile geciktirmezdi. Çünkü bizim sünnetimiz, kanunumuz insanların teklif ettiği
şekliyle bir mucize indirdiğimizde insanlar buna inanmazlarsa bu mucizenin
peşinde helak edici bir azab göndermemizdir. Bu sebeple meleklerin
indirilmesinde onlar için fayda değil mutlak bir azab vardır.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak kâfirlerin ilk sözlerine "Bu Kur'anı biz indirdik. Onun koruyucusu da
şüphesiz ki biziz" ayetiyle cevap verdi.
Yani peygamberine
zikri -Kur'anı- indiren Allah Tealâ'dır. Kur'anı değiştirme ve bozulmadan
koruyan O'dur. Siz: O peygamber delidir! deyin. Biz de: Bu Kur'anı indiren ve
onu koruyacak olan biziz, diyoruz. Bu Kur'anın özelliğidir. Çünkü Cenab-ı
Hakkın bizzat kendisi bütün zaman boyunca onu muhafaza etme ve korumaya kefil
olmuştur. Halbuki önceki kitapların rahibler ve din adamları tarafından
korunmaları emredilmiş, onlar da bu kitaplarla oynamış, tahrif ve değişiklikler
yapmışlardır. Hatta kitapların asıl nüshaları kaybolmuş ve zayi olmuş,
asıllarının hiçbir izine rastlanılmamıştır.
Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Şüphesiz biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik.
Allah'a teslim olan peygamber yahudilere onunla hükmederlerdi. Rablerine
samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de Allah'ın kitabından kendilerinden
korunması istenilenle hükmederlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna şahit
idiler." (Maide, 5/44).
Allah Tealâ daha sonra
Kureyş kâfirlerinin bazılarının yalanlamaları hususunda Rasulünü (s.a.)
teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki biz
senden önceki ümmetlere, milletlere kabilelere, guruplara da peygamberler
gönderdik. Fakat onlara bir peygamber gelir gelmez hemen onu yalanladılar
onunla alay ettiler ve onun peygamberliğini inkâr ettiler."
"Onlara bir
peygamber gelince..." cümlesi geçmiş ümmetlerin durumunu hikâye
etmektedir. Çünkü "ma" kelimesi müzari fiil üzerine gelince mutlaka
hal manası ifade eder, mazi fiilden önce gelirse hale yakın bir mana ifade
eder.
Daha sonra Yüce Allah
inatçılık yapan ve hidayete tabi olmaktan yüzçevi-rip kibirlenen mücrimlerin
kalplerine yalanlama hasletinin nüfuz ettiğini haber verdi. Zira geçmişteki
mücrimlerin kalplerine sokulan bu çeşit yalanlama ve inkarcılığı yeni
mücrimlerin kalplerine de sokarız.
"Onu
mücrimlerin", günahkârların "kalplerine sokarız" cümlesindeki
(Onu=hû) zamiri şirke aittir. Bu zamirin zikre yani Kur'ana râci olması da
mümkündür. Buna göre mana: Böylece biz günahkârların kalplerine Kur'an'ı
sokarız. Onu yalanlanarak, alay edilerek, makbul olmaksızın, ona ebediyyen iman
etmeyecekleri bir halde günahkârların kalbine sokarız.
"Halbuki eskiden
yaşamış kimselerin tabi oldukları ilahî âdet bellidir" Yani geçmiş
insanların zamanında takip edilen ilâhî âdet geçmişte bellidir. Bu ilâhî âdet,
Allah'ın peygamberlerini yalanlayan herkesi helak edip yok etmesi,
peygamberleri ve onlara tabi olanları dünya ve ahirette kurtuluşa
erdirmesi-dir. Ya Muhammedi Senden önceki peygamberler kendilerini yalanlayan
kavimleriyle yaptığı mücadelelerde senin için örnektirler. Diğer bir ifade
ile: Biz yeni günahkârlara eski günahkâr kavimlere yaptığımız muameleyi
yapacağız, peygamberlere ve müminlere yardım edeceğiz.
Cenab-ı Hak bundan
sonra kâfirlerin son derece inatçı olduklarını ve inkarcılıklarının
gönüllerinde yer ettiğini Hakk'a karşı böbürlendiklerini haber vererek şöyle
buyurdu:
Bu inatçılara gökten
bir kapı açsak oradan durmadan yukarı çıksalar yahut bu kapıdan melekler
yukarı doğru çıksalar onlar yine bunu tasdik etmezlerdi. Bilâkis onlar:
Gözlerimiz perdelendi, görmemiz engellendi bize öyle gösterildi,
zihinlerimizdeki işler birbirine karıştı. Artık sadece hayal görür olduk.
Büyülenmiş kişiler gibi Muhammed bizi ayetleriyle büyüledi, derler.
Bir başka ayette
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "(Ey Muhammed!) Sana kâğıtta yazılı bir kitap
indirmiş olsak da onu elleriyle tutsalardı, yine de o kâfirler: Muhakkak ki bu
apaçık bir sihirdir, derlerdi." (En'am, 6/7).
Ayetin manası
şöyledir: Müşriklerin inatçılığı o dereceye ulaşmıştır ki, onlar gerçekten
göğe çıksalar ve görecekleri ulvî manzaraları görseler yine de: Bütün bunlar
evham ve hayallerdir. Her hangi bir vesile ile Muhammed bizi büyüledi, derler.
Ayet-i kerimede dünya
dışındaki fezada karanlığın bulunduğuna delil vardır.
[11]
Bu ayet-i şerifeler şu
hususlara işaret etmektedir.
1- Allah
Tealâ, Kur'an-ı Kerim'in değiştirme ve tahrif, fazlalık ve noksanlıktan
korunması hususunda kıyamete kadar kefil olmuştur. Bu müşriklerin yalan yere ve
iftira olarak yaptıkları: "Bu Kur'anın indirildiği Muhammed,
mecnundur" ithamlarına karşı bir reddiyedir.
2- Peygamberimiz
(s.a.) in peygamberlik dâvasında doğru olduğuna dair şahitlik edecek meleklerin
indirilmesinde karışıklığa sebep olacağı için insanlara hiçbir fayda yoktur,
bilâkis bunun onlara zararı dokunur. Bu da o durumda inkâr ettikleri zaman
azab ve helak gelecek ve bu hususta onlara mühlet verilmeyecektir.
3-
Peygamberlerin yalanlanması ve onlarla alay edilmesi eski ümmetlerde yaygın
olan bir olay ve eski bir âdettir. Müşriklerin Peygamberimiz (s.a.) e davrandıkları
gibi önceki kavimler de peygamberlerine aynı şekilde davranmışlardır.
4- Allah
eski kavimlerdeki mücrimlerin, günahkârların kalplerine sapıklık, küfür, alay
etme ve şirk hasletlerini soktuğu gibi Arap müşriklerin kalplerine de aynı
duyguları sokacak, önceki kavimlerin peygamberlerine iman etmedikleri gibi
onlar da Muhammed (s.a.) 'e iman etmeyeceklerdir.
Diğer bir görüşe göre
şöyle denilmiştir: Onların kalplerine Kur'an'ı sokarız, onlar da Kur'anı
yalanlarlar. Bir gurup âlim bu görüşün müfessirlerin çoğunluğunun görüşü
olduğunu zikretmektedirler.
5- Allanın
kanunu, geçmişte kâfirleri helak etmek üzere gerçekleşmiştir. Şu, müşrikler
helake ne kadar yakındırlar!
6- Müşrikler
inatçıdırlar. Perdeler kaldırılıp da onlara gökten kapılar açılsa, meleklerin
çıkıp indiklerini görseler, bizler gözlerimizle gerçek olmayan şeyleri gördük
derler.
[12]
16- Andolsun ki biz gökte bir takım burçlar
(yıldız kümeleri) yarattık ve bakıp temâşâ edenler için gökyüzünü süsledik.
17- Gökyüzünü taşlanmış (kovulmuş) her Şeytan'dan
koruduk.
18- Ancak kulak
hırsızlığı yapan (Şeytan) müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi
düşmüştür.
19- Yeryüzünü uzatıp
yaydık, yeryüzünde ulu dağlar yerleştirdik ve tartılan her şeyden nice
bitkiler yeşerttik.
20- Yeryüzünde hem
sizin için, hem de sizin kendisine rızık vermediğiniz varlıklar için geçim
vasıtaları yarattık.
21- (Kâinatta var olan) hiçbir şey yoktur ki
bizim yanımızda o varlıktan hazineler dolusu bulunmasın. Ancak biz onu belli
bir miktarda indiririz.
22- Biz, rüzgârları aşılama vasıtaları olarak
gönderdik. Gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz
bunları yapmasaydık) siz o suyu saklayamazdınız.
23- Şüphesiz biz
diriltiriz ve biz öldürürüz. Ve sonunda her şeye biz varis oluruz.
24- Andolsun ki, biz
sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.
25- Şüphesiz Rabbin onları mahşerde
toplayacaktır. Çünkü O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi en iyi bilendir.
"Her şeyin
hazineleri bizim yanımızdadır" Burada istiare-i tahyiliyye ile Allah'ın
kâmil kudretine temsil yapılmaktadır. Allah Tealâ kudretini içinde eşya konulan
hazinelere benzetmektedir. Bu hazinelerden her şey Allah'ın hikmetine uygun
olarak çıkmaktadır.
"Biz
diriltiriz", "Biz öldürürüz" kelimeleri arasında "sizden
önce gelip geçenler" ve "sizden sonra gelecekler" arasında
tezat sanatı vardır.
21. ayetteki
"Hazâinühû" kelimesi ile "Bi-Hâzinîn" kelimeleri arasında
cinas-ı iştikak vardır.
[13]
"Andolsun ki biz
gökte bir takım burçlar (yıldız kümeleri) yarattık." Burûc: Burçlar,
köşkler, menziller. Burûcun asıl manâsı, zuhur etmek, ortaya çıkmaktır.
Buradaki burçlardan murad büyük yıldızlar ve bilinen 12 yıldızdır. Yani ay ve
güneşin menzilleri ve diğer gezegenlerdir. Bunlar da gökyüzünün genişliğiy-le
birlikte rasad işleri ve tecrübelerin delâlet ettiği şekliyle değişik şekilleri
ve özellikleri bulunan 12 burçtur.
Bunların isimleri şu
şekildedir: Hamel (Koç), Sevr (Boğa), Cevza (İkizler), Seratan (Yengeç), Esed
(Arslan), Sünbüle (Başak), Mizan (Terazi), Akreb (Akrep), Kavs (Yay), Cedy
(Oğlak), Delv (Kova) ve Hût (Balık).
Araplar, yıldızları ve
bunların bölümlerini bilmeyi en değerli ilimlerden sayıyorlardı. Yol bulmada ve
vakit tayininde hatta verimlilik ve kuraklık konularında yıldızlardan
yararlanıyorlardı.
Merih (Mars'ın)
burçları: Koç ve Akrep
Zühre (Venüs'ün) burçları:
Boğa ve Terazi
Utarid (Uranüs'ün)
burçları: ikizler ve Başak
Ay'ın burcu: Yengeç
Güneş'in burcu: Arslan
Müşteri (Jüpiter 'in)
burçları: Yay ve Balık
Zühal (Satürn'ün)
burçları: Oğlak ve Kova[14]
"Bakıp temaşa
edenler" düşünenler, ibret alanlar ve yaratıcısının kudretine ve eşsiz
sanatkârının birliğine delil olarak kabul edenler "için gökyüzünü"
yıldızlarla "süsledik."
"Gökyüzünü"
yıldız kaymalarıyla "taşlanmış her şeytandan koruduk" gökyüzüne
çıkmalarına engel olduk.
"Ancak kulak
hırsızlığı yapan" gizlice haber almaya çalışan, haber kaçıran Şeytan
"müstesna." Burada Şeytanın mele-i aladan meleklerden az bir şey
duymak istemeleri hırsızlığa benzetilmiştir. Kulak hırsızlığı yaptı: Gizlice ve
dikkatlice bir şeyi duymaya çalıştı, demektir.
"Onun"
şeytanın "peşine de açık bir ateş alevi düşmüştür." Işık veren ve
yakıcı bir yıldız parçası yahut ateşten parlayan bir şule o şeytanı izlemiş ve
ona göre erişmiştir.
Bakan kimsenin
seviyesine göre ve orada yaşayan insanlara göre "yeryüzünü uzatıp
yaydık."
"Yeryüzünde"
yaşayanların dengesi bozulmasın, yeryüzü sarsılmasın diye sabit "ulu
dağlar yerleştirdik. Tartılan" hikmet ve maslahata uygun olarak belirli
bir miktar takdir edilen "her şeyden nice bitkiler yeşerttik."
"Yeryüzünde hem
sizin için" yani çoluk çocuğunuz, hizmetçiler ve köleler için "hem de
sizin kendisine rızık vermediğiniz" bizim rızıklandırdığımız "varlıklar
için" yiyecek, giyecek gibi yaşayışınızı temin edeceğiniz "geçim
vasıtaları yarattık."
Bu ayetten maksat
yeryüzünün belirli bir ölçüde ve belirli bir şekilde, parçaları birbirinden
farklı, yaratılış ve tabiat itibariyle çeşitli bitki ve hayvanları ihtiva edici
tarzda uzatılıp yayılması ile; Allah'ın kudretinin mükemmel oluşuna, O'nun
hikmetinin sonsuzluğuna, "ilâhlık" vasfında tek oluşuna, kullarının
kendisini tek kabul etmeleri ve yalnız kendisine kulluk etmeleri için kullarına
ikram ve ihsanda bulunduğuna delil getirmektir.
Kâinatta var olan
"hiçbir şey yoktur ki bizde o varlıktan hazineler dolusu bulunmasın."
Hiçbir şey yoktur ki, biz onu dünyada bulunduğu miktardan kat kat fazlasıyla
varetmeye, meydana getirmeye muktedir olmayalım. Hazinelerle misal verilmesi
O'nun kudretine işarettir. Yahut kudretinin ölçüsü bunu meydana getirmek için
külfete, zorluğa ve gayrete ihtiyaç duyulmayan hazineler dolusu eşyaya
benzetilmiştir. Hazâin; Hazine kelimesinin çoğuludur.
"Ancak biz onu
belli bir miktarda indiririz." Biz hikmete uygun olarak her şeyin ölçüsü
belirli bir miktarda inmesine müsaade ederiz.
"Biz rüzgârları
aşılama vasıtaları olarak gönderdik." Bu rüzgârlar yağmur bulutlarını,
yahut toprak veya ağaçlan aşılama tohumları taşıyan rüzgârlardır. Ayrıca
hamile deve için (Nâkatün Lâkıh) denilmiştir. Burada hayır getiren, yağmur
yüklü bulutu taşıyan rüzgâr hâmile kadına benzetilmiştir. Bu şekilde olmayan
da kısır kadına benzetilmiştir.
"Gökten"
buluttan "bir su" yağmur "indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık.
" bahçeleriniz ve hayvanlarınıza sulama imkânı verdik.
Biz bunları
yapmasaydık "siz o suyu saklayamazdınız." O suyun hazineleri sizin elinizde
değildir.
"Şüphesiz biz
diriltiriz ve öldürürüz. Ve sonunda her şeye biz varis oluruz." Bütün
mahlûkatın varisçisi biziz. Yani en geriye kalan biziz.
"Andolsun ki biz
sizden önce gelip geçenleri de" Âdem (a.s.) zürriyetinden ölenleri
"biliriz, geri kalanları" şu anda hayatta olanları "da
biliriz."
"Şüphesiz
Rabbin" amellerinin karşılığını vermek için "onları mahşerde
toplayacaktır." onları başkası değil sadece Allah toplamaya muktedirdir.
Onların toplanmasını sadece O, üstlenmektedir.
"Çünkü O, hakimdir"
sanatında hikmeti gayet açık, yaptığı fiilleri sağlamdır, "alimdir."
ilmi her şeyi kaplamıştır.[15]
Cenab-ı Hak,
kâfirlerin küfrünü ve putlarının acizliğini belirttikten sonra, sonsuz
kudretini, birliğine delâlet eden yer ve gökteki delilleri: Yani gökteki
burçları (yıldız kümelerini) parlak yıldızları; alabildiğine uzanan
yeryüzündeki ulu dağlan insan ve hayvanlarının hayatını devam ettirmesine
vesile olan ilim ve hikmet terazisiyle tartılmış, bilinen kudret ölçüleriyle
takdir edilen bitkileri zikretti.
Nitekim bir başka
surede şöyle buyuruluyor: "Yakînen inanan kimseler için yeryüzünde nice
kudret delilleri vardır. Ayrıca kendi nefsinizde de... Görmek istemez misiniz?
Rızıklarınız da vaad olunduğunuz şeyler de semadadır. Göğün ve yerin Rabbine
yemin olsun ki, bu vaad olunduğunuz şeyler tıpkı şu konuşmanız gibi
gerçektir." (Zariyat, 51/20-23).
Yeryüzündeki kudret
delilleri 7 tanedir: Yerin yaygın hale getirilmesi, dimdik duran sabit dağlar,
bitkilerin yeşertilmesi, kudret hazinelerinden rızık-larla yapılan yardım,
rüzgârların aşılayıcı olarak gönderilmesi, hayvanların diriltilmesi,
öldürülmesi, insanın yaratılışı.
[16]
Allah'a yemin olsun ki
gökyüzünde sabit veya gezegen büyük yıldızları va-rettik. Gökyüzüne tekrar tekrar
bakıp gökyüzündeki gayet açık acaip nizamı, bakıp inceleyeni hayrette bırakan
göz kamaştırıcı kudret ayetlerini inceden inceye düşünen kimseler için
gökyüzünü yıldızlarla süsledik.
"Biz dünya
semasını eşsiz birzînetle, yıldızlarla süsledik." (Saffat, 37/ 6).
"Gökyüzünde
burçlar (yıldız kümeleri) yaratan (Allah) yüceler yücesidir." (Furkan,
25/61).
Bir gurup âlim;
burçlar, ay ve güneşin menzilleridir demişlerdir.
"Gökleri,
Allah'ın rahmetinden kovulan bütün şeytanlardan koruduk" Rahmetten kovulan
şeytanların gökyüzüne yaklaşmasına mani olduk. Bir başka ayette ise: "Biz
gökyüzünü inatçı bütün şeytanlardan koruduk." (Saffat, 37/7)
buyurulmuştur.
"Racîm: Kovulan,
taşlanan" yani kendilerine (yıldız kaymalarında) küçük yıldızlar atılan,
yahut çirkin ifadelere lâyık olan, yahut lanete uğrayan, Allah'ın rahmetinden
kovulan demektir.
"Ancak kulak
hırsızlığı yapanlar müstesna..." cümlesi istisna-i munka-tı'dır. Yani
ancak kelâm hırsızlığı yapan, yahut meleklerin kendi aralarında konuştuğu
gayba ait bilgilerden birşeyler çalmak isteyen şeytanı bir yıldız parçası
kovalar, o ateş parçası ona erişir. Yani yıldızlardan kopan, ayrılan bir parça
-ki bu da alevli bir ateştir- o şeytanı yakar. "Şihab" parlayan bir
ateş alevidir. Yıldıza da "şihab" adı verilmiştir.
Bir başka ayette ise:
"Doğrusu biz daha önce gökte olup bitenlerin işitilebi-leceği bir yerde
oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese kendisini gözetleyen bir ateş
parçasıyla karşılaşıyor" (Cin, 72/9) buyurulmaktadır.
Yine Cenab-ı Hak:
"Biz dünya semasını kandillerle (kandil gibi parlayan yıldızlarla)
süsledik. Onlarla (haddi aşan) şeytanların taşlanmasını sağladık" (Mülk,
67/5).
İbni Abbas (r.a.)
diyor ki: Önceleri şeytanların gökyüzüne çıkmalarına engel olunmuyordu.
Gökyüzüne çıkıyorlar, meleklerden gayba dair haberleri duyuyorlar, sonra da bu
bilgileri kâhinlere aktarıyorlardı. Hz. İsa (a.s.) dünyaya gelince son üç
semaya çıkmalarına mani olundu. Rasulullah (s.a.) dünyaya gelince de
gökyüzünün bütün katlarına çıkmalarına engel olundu. Onlardan herhangi biri
kulak hırsızlığı yapmak isterse kendisine bir yıldız parçası atılır.[17]
Sahih olan şudur ki
yıldız haberlerin kendilerine ulaşmasından önce şeytanları öldürür.
Dolayısıyla gökyüzünün haberleri yeryüzüne peygamberler ve vahiy melekleri
olmaksızın kesinlikle ulaşamaz. Bunun için Peygamberimiz (s.a.) in
gönderilmesiyle kâhinlik sona ermişti.
Allah Tealâ bunun
ardından Allah'ın birliğine delâlet eden semavî delillerden sonra yeryüzündeki
delilleri beyan etti:
Yeryüzünü uzunluğuna
ve genişliğine uzun bir şekilde, gözün alabildiğine görebileceği ve istifadeye
hazır bir şekilde, üstünde yaşayan insana göre yarattık. Nitekim bir ayette:
"Biz yeryüzünü (yaşamaya uygun şekilde) döşedik. Ne güzel
döşeyiciyiz!" (Zariyat, 51/48).
Bu ifade yeryüzünün
"küresel" oluşunu inkâr etmek manasında değildir. Çünkü büyük kürenin
parçaları bu parçalardan birine bakan kimseye sanki (tepsi gibi) dümdüz bir
arazi şeklinde görünür. Bu durum, Allah Tealâ'nm kudretinin ve azametinin
mükemmel olduğuna açık bir delildir. Zira bu dünyadan yararlanan insan, küresel
olduğu halde onu dümdüz görür, hareket ettiği halde onu sabit zanneder.
'Yeryüzünde"
insanların dengesinin bozulmaması için "sabit dağlar yerleştirdik."
Bir başka ayette de: "Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar
yerleştirdi" (Nahl, 16/15). Bu ayetler yeryüzünü Allah'ın yarattığına,
yeryüzünü yayıp genişlettiğine ve yeryüzünde sabit dağlar, vadiler yerleştirdiğine
delâlet etmektedir.
Yeryüzünde belirli bir
miktar, belirli bir ölçü ile takdir edilen hikmet ve maslahata uygun münasip
bitki ve meyveler bitirdik. Her bitkinin unsurları ölçülmüş, muhtaç olduğu her
şey takdir edilmiştir.
"Her şeyi belli
bir ölçüde ..." ifadesi belirli bir miktar ile takdir edilmiş, hikmet
terazisiyle tartılmış, yani hikmet ve maslahata uygun olarak... demektir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette: "Allah katında her şey bir ölçüye tabidir"
(Ra'd, 13/8).
"Yeryüzünde size
... geçim yolları yarattık" Yani yeryüzünde sizin için gıda, ilâç,
giyecek, su gibi münasip bir hayat ve geçim vasıtaları hazırladık.
"Sizin
kendilerine rızık vermediklerinize de ... " Yani yine yeryüzünde sizin
için hizmetçiler, köleler, binek hayvanları ve diğer hayvanlar gibi sizin
kendilerine nzık vermediğiniz varlıklara da geçim vasıtaları yarattık. Yani Allah
size de onlara da rızık vermektedir.
Bu ayetlerden maksat
Allah Tealânın insanlara yeryüzünde geçim ve kazanç vasıtaları ihsan etmek,
üzerine binilen ve eti yenilen hayvanları, hizmet için kullandıkları
hizmetçileri insanların emrine vermek suretiyle lütufta bulunduğu beyan
etmesidir. Yaratıcı olan Allah Tealâ onların rızıklarına kefil olmuştur.
Onların rızıklan kendileri üzerine değil, yaratıcıları üzerinedir. Onlar için
istifade etme hakkı vardır. Rızık vermek ve her şeyi insanın emrine vermek
Allah'ın üzerinedir.
Bundan sonra Allah
Tealâ kendisinin her şeyin maliki olduğunu ve bitkiler, madenler ve sayılması
mümkün olmayan çeşitli yaratıkların her sınıfından kendisi nezdinde hazineler
bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu kâinatta
insanların yararlandığı hiçbir şey yoktur ki, biz onu yoktan var etmeye,
meydana getirmeye ve onunla ikramda bulunmaya muktedir olmayalım. Biz, bunun
ancak faydalı olduğunu bilerek belirli bir ölçüde veririz."
Cenab-ı Hak
"hazine" derken gerçek değil, temsil maksadı gözetmektedir. Bunun
manası Allah'ın imkân dışı olmayan her şeye kadir olmasıdır.
Cenab-ı Hak bundan
sonra da nimetlerin elde edilmesinin sebeplerini açıklayarak şöyle buyurdu: Biz
yağmur indirmek için rutubetle dolu bulutları taşıyan hayırlı rüzgarları
gönderdik.
Nitekim bir başka
ayette şöyle buyurulmaktadır: "Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları
gönderen Allah'tır. O rüzgarlar yağmur yüklü bulutları yüklenince onu kurak
bir memlekete gönderir, sonra onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte biz
ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız" (A'raf,
7/57).
Aynı şekilde
rüzgârları meyvenin meydana gelmesi için çiçeklerdeki erkek tohumları dişi
tohumlara nakledip döllenme meydana getiren rüzgârları ağaçların aşılanması
vasıtası kıldık.
Ayrıca gıdanın yerine
ulaşması için rüzgârları ağaçlardan tozu giderme vasıtaları kıldık. İbni Abbas
diyor ki: Rüzgârlar ağaçları ve bulutları aşılama vasıtalarıdır.
"Gökten su
indirdik ..." Yani buluttan yağmur indirdik, onunla sizi suladık. Yani bu
sudan sizin içmeniz de mümkündür, onunla bitkilerinizi ve hayvanlarınızı da
suladık.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Her canlıyı sudan yarattık" (Enbiya, 21/30).
"Söyleyin
bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
İsteseydik onu acı ve tuzlu yapabilirdik. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vakıa,
56/68-70).
"Size semadan su
indiren O'dur. Siz ondan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o
su ile yetişir." (Nahl, 16/10).
"... Yoksa siz
onu biriktiremezdiniz." Yani onu muhafaza edemezdiniz. Bilâkis onu biz
indiririz, biz muhafaza ederiz, onu yeryüzünde kaynaklar haline getiririz.
Allah dileseydi o suyu alır götürür, yerin dibine batırırdı. Fakat Allah
rahmetiyle insanların içmesi; bitki, meyve ve hayvanların sulanması için suyu
yıl boyunca saklar. Bu saklama bulutlarda ve yerin boşluklarında olur.
Daha sonra Allah Tealâ
yaratılışın başlangıcına ve tekrar diriltmeye kadir olduğunu haber vererek
şöyle buyurdu:
Biz mahlûkatı yoktan
varederiz, sonra onları öldürürüz. Sonra hepsini mahşer günü toplanmaları için
diriltiriz. Yeryüzü ve üzerinde bulunanlara biz varis oluruz. Onlar bize
döndürüleceklerdir: "O'ndan başka her şey yok olacaktır" (Kasas,
28/88).
Sonra Cenab-ı Hak, ilk
ve son bütün mahlûkatı tam manasıyla bildiğini bize bildirdi: "Allah'a
yemin olsun ki Âdem (a.s.) den şu ana gelip geçen ve yok olan kimseleri, şu
anda canlı olanları ve kıyamet gününe kadar gelecek kimseleri biz
biliriz."
Şüphesiz onların
hepsini ilkleri sonuncuları, Allah'a itaat edenle isyan edenleri toplayacak
olan senin Rabbindir. Her nefse yaptığı amelinin karşılığını verecektir.
Şüphesiz Allah Tealâ hüküm ve hikmet sahibidir, yaptığı sanatında açık hikmet
sahibidir, işlerini çok sağlam yapmaktadır, ilmi geniştir. Onun ilmi her şeyi
kaplamıştır. O hikmeti ve her şeyi ihata eden ilim gereği dilediğini yapar.
[18]
Bu ayetler, tevhidin
yerdeki ve gökteki delillerini zikretmektedir. Önce semavî delillerle
başlanmış ardından da yeryüzündeki deliller zikredilmiştir:
1- Sabit ve
gezegen olan büyük yıldızların yaratılması, yıldızlar için burçlar (yıldız
kümeleri) ve menziller yaratılması. Astronomi ilminde bilinen 12 tane burç
vardır. Bunlar ayetlerin manaları kelime kelime açıklanırken beyan edilmiştir.
2-
Gökyüzünün taşlanan, Allanın rahmetinden kovulan şeytanların yaklaşmasından
korunması. Recm: Taşlanmak yahut dille sövüp saymaya muhatap olmak demektir.
Lanete uğramak ve kovulmak manalarına da gelir.
Kisai diyor ki;
Kur'andaki her "racim" kelimesi ayıplanan, sövülen, tenkit edilen
manasındadır.
Kim gayb ilminden bir
takım şeyleri alıp kaçmaya kalkarsa yıldızdan kopan alevli ateş parçalarıyla
taşlanır. Bu alev kulak hırsızlığıyla elde ettiği şeyi başkasına nakledemeden
onu yakar ve öldürür.
3- Yeryüzü
üzerinde beşerî hayatın mümkün olacağı tarzda dümdüz döşenmiştir. Üzerindeki
insanlarla sarsılmasın diye sabit dağlarla takviye edilmiştir. Yeryüzünde
hikmet ve maslahata uygun olarak belli miktarlarla tayin edilen çeşitli nebatat
bulunmaktadır. Yine yeryüzünde insanların ve diğer canlı varlıkların yaşamasını
temin eden yiyecek ve içecekler, çeşitli yararlan bulunan hayvanlar
bulunmaktadır. Bunlara rızık veren de Allahtır.
4- Allah her
şeyin sahibidir. Her şeyi yoktan vareder, meydana getirir. Mahlûkatının o
canlıya muhtaç olduğu kadar belirli bir miktarla dilediğine göre o canlıya
nimet verir. Mahlûkatının nzıklanndan ve onların yararlanacağı şeylerden Allah
katında hazineler vardır. Meselâ her şeyi bitiren gökten indirilen yağmur
gibi. Fakat Allah o yağmuru ihtiyaç miktarı ve dilediği kadar indirir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Eğer Allah kullarına rızkı bolca vermiş olsaydı
yeryüzünde azgınlık çıkarırlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir."
(Şûra, 42/27).
5- Allah,
kâinatta rızık ve yoMan var etme sebeplerini hazırladı. Rüzgârları bulut ve
ağaçları aşılama vesilesi kılması bu sebeplerden biridir. Bu rüzgârlarla
insanların su içmesi, ekin meyve ağaç ve hayvanların sulanması için yağmurları
indirmiştir. Allah, yağmur sularını bulutlarda ve yerin boşluğunda saklar.
Hayat veren, öldüren ve kâinata varis olacak olan O'dur. Kâinatta hiçbir kimse
kalmayacaktır.
6- Allah
Tealâ daha önce geçen ve kıyamete kadar gelecek bütün mahlûka-tı gayet iyi
bilir. Allah Tealâ bütün insanların hesabını görmek ve amellerinin karşılığını
vermek üzere mahşer yerinde toplayacaktır.
Fakihler
"Şüphesiz biz, sizden önce gelenleri de sizden sonra gelecekleri de
biliriz." (Hicr,24) ayetinden şu iki fıkhî hükmü çıkarmışlardır:
Birincisi:
Namazda ilk vaktin fazileti ve cemaatle namazda ilk safın fazileti: Ahmed b.
Hanbel, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ezan okuma ve
ilk safta bulunmanın faziletini bilseler sonra da kur'a çekmekten başka çare
bulamasalar, kur'a çekerlerdi."
Birinci safta imama
yakınlık vardır. Fakat imama yakınlık herkesin hakkı değildir. Bu ancak büyük
şahsiyetlerin hakkıdır. Müslim ve diğer dört Sünen sahibinin Ebî Mes'ud'dan
rivayet ettiği hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadırlar:
"İçinizdeki olgun akıl ve isabetli görüş sahipleri benim hemen arkamda
namaza dursun." Bu şeriat sahibinin emriyle bu kimseler için sabit bir
haktır.
İkincisi:
Savaşta birinci safin fazileti: Zira savaşta öne atılan, nefsini Alla-ha satmış
demektir. Rasulullah (s.a.)'ın huzurunda savaşta ondan öne atılan hiç kimse
olmazdı. Çünkü O insanların en cesuru idi.
Bera diyor ki: Vallahi
savaş kızıştığı zaman ona sığınırdık, içimizden cesur olanlar onunla -yani Peygamberimiz
(s.a.) ile- aynı hizada olurlardı.
[19]
26- Andolsun ki biz
insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık.
27- Cinleri de daha
önce zehirli bir ateşten yaratmıştık.
28- Hani Rabbin
meleklere: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir
insan yaratacağım.
29- Ona şekil verdiğim, ona ruhumdan üflediğim
zaman siz hemen onun için secdeye kapanın." demişti.
30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde
ettiler.
31- Ancak İblis, secde
edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.
32- (Allah): "Ey
İblis! Secde edenlerle beraber olmamana sebep ne?" dedi.
33- (İblis): "Ben
kuru bir çamurdan oluşan şekillenmiş balçıktan yarattığın bir insana secde
edecek değilim," dedi.
34- Bunun üzerine
Allah: "Öyle ise oradan çık! Çünkü artık kovuldun.
35- Muhakkak ki,
kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır." dedi.
36- (İblis:) "Ey
Rabbim! Öyle ise (varlıkların) tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet
ver." dedi.
37- "O halde sen
kendilerine mühlet verilenlerdensin.
38- Belirli bir vakte
kadar." dedi.
39- (İblis) dedi ki:
"Ey Rabbim! Beni saptırdığın için mutlaka ben de yeryüzünde Ademoğullarına
kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım.
40- Ancak kullarından
ihlâslı olanlar müstesnadır."
41- Allah da şöyle
buyurdu: "Bu, bana ulaşan dosdoğru bir yoldur.
42- Kullarımın
üzerinde hiçbri nüfuzun yoktur. Ancak sana uyan azgınlar hariç.
43- Onların hepsine
vaadedilen yer Cehennem'dir."
44- Cehennem'in yedi kapısı vardır. O kapıların
her birinden girecek belirli bir zümre vardır.
"Andolsun ki biz
insanı" Hz. Adem (a.s.)ı yahut insan cinsini vurulduğu zaman ses çıkaran
"kuru bir çamurdan" kokusu değişmiş ve su ile beraber bulunmaktan
dolayı siyahlaşan "şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık." Pişmiş
çamura ise (Fahhar) adı verilir.
"Cinleri"
Cinlerin babası olan İblis'i yahut cin cinsini "de daha önce" Hz.
Adem (a.s.) yaratılmadan önce dumanı olmayan, harareti son derece şiddetli olan
insan vücudunun gözeneklerinden geçebilen "güçlü bir ateşten
yarattık."
"Hani Rabbin
meleklere şöyle demişti:" O günü hatırla. "Ben kuru bir çamurdan,
şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir beşer" yani bir insan
"yaratacağım." İnsana beşeresinin yani cildinin farklı olması
sebebiyle "beşer" adı verilmiştir.
"Ona şekil
verdiğim" yaratılışını tamamladığım ona ruhun üflenmesine hazır hale
getirdiğim ve "ona ruhumdan üflediğim zaman" hayat unsurunu kabul
edecek maddeye ilâve ettiğim zaman hayat bulunca "siz" ey meleklerim
"hemen onun için secdeye kapanın, demişti." O'na huzurunda eğilmek
üzere saygı secdesi yapın. Burada ruhun Allah'a nisbet edilerek Cenab-ı Hakkın
"Ruhumdan üflediğim" demesi Hz. Âdem'e şeref vermektedir.
"Bunun üzerine
meleklerin hepsi toptan" Hz. Adem'e "secde ettiler." Buradaki
(hepsi) ve (toptan) kelimeleri umumîlik ifade etmekte mübalağa etmek üzere
te'kid ifade eder.
"Ancak"
meleklerin arasında bulunan cinlerin babası "İblis, secde edenlerle
beraber" ona "secde etmekten imtina etti."
Burada istisna ya
munkatı'dır. Yani: Fakat İblis imtina etti demektir. Yahut yeni bir cümle başı
olarak istisna muttasıldır. Bu durumda secde etmeliydi, değil mi? diye soru
soran birine cevap mahiyetindedir.
Allah lealâ: "Ey
İblis! secde edenlerle beraber olmamana sebep ne?" Yani secde edenlerle
beraber olmamakta maksadın nedir? Sana ne oluyor da secde etmiyorsun? Secde
etmene engel olan nedir? "dedi"
İblis, maddelerin en şereflisi
olan ateşten yarattığın "Ben, kuru bir çamurdan oluşan şekillenmiş bir
balçıktan yarattığın" maddelerin en düşüğü olan çamurdan yoğun bir cisim
olarak yarattığın "bir insana secde edecek değilim" benim ona secde
etmem gerekmez, ona secde etmem doğru olmaz, "dedi."
"Bunun üzerine
Allah: Öyle ise oradan" yani Cennetten yahut gökyüzünden veyahut melekler
zümresi içinden "çık. Çünkü artık" hayırdan ve yüce mertebeden
"kovuldun." Bu ifade bu şüpheye cevap ihtiva eden bir tehdittir.
"Muhakkak
ki" ceza gününe "kıyamet gününe kadar lanet" rahmetten kovulmak
ve uzaklaştırılmak cezası "senin üzerine olacaktır." dedi.
İblis: "Ey
Rabbim! Öyle ise" insanların "tekrar dirilecekleri güne kadar bana
mühlet ver," bana müddet tanı, beni öldürme, "dedi.
"O halde sen
kendilerine mühlet verilenlerdensin."
"Belirli bir
vakte kadar" Allah katında ecelinin belirlendiği vakte, bütün insanların
helak olduğu vakte kadar mühlet verilmiştir. Bu vakit- İbni Ab-bas'm dediği
gibi- bütün mahlûkatm öldüğü sûra ilk üfürüldüğü andır. Ceza günü, Baas günü,
Malûm gün ifadeleriyle murad edilen Kıyamet günüdür. Beyzavi'nin dediği gibi
ibarelerin farklı farklı oluşu itibar edilen şeyin farklılığı sebebiyledir.
Kıyamet günü "Amellerinin karşılığının verilmesi" günüdür, baas "öldükten
sonra dirilme" günüdür. Meydana gelmesi insanların bilgisiyle kesin, Allah
katında vuku bulacağı vakti belirli "malum" gündür.
İblis dedi ki:
"Ey Rabbim! Beni saptırdığın için" beni saptırman mukabilinde
"mutlaka ben de yeryüzünde" Âdemoğullanna "kötülükleri güzel
göstereceğim" Yani yemin ederim ki senin beni saptırmana karşılık mutlaka
ben de aldanma yeri olan dünyada insanlara masiyetleri güzel göstereceğim.
"Ve onların hepsini azdıracağım."
"Ancak
kullarından ihlâslı olanlar" Allah'ın kendine taati için seçtiği ve manevî
lekelerden temizlediği müminler "müstesnadır." (el-Muhlasîn) kelimesi
(el-Muhlîsîn) şeklinde lâmm kesre harekesi ile de okunmuştur. Buna göre: Sana
riyadan ve fesaddan uzak ihlâslı ibadet eden kişiler demektir.
"Allah da şöyle
buyurdu: Bu, bana ulaşan" benim gözetimime tabi olan, hiçbir sapma ve
hiçbir ters eğilim olmayan "dosdoğru bir yoldur."
41. ayette
"bu" diye işaret edilen şey, önceki ayette istisnanın ihtiva ettiği
manadır. Yani ihlâslı kulların Şeytan'ın aldatmasından uzak kalması yahut sadece
ihlâs yolu demektir.
Mümin "kullarımın
üzerinde" senin "hiçbir nüfuzun yoktur." Bu ifade, İblis'in
istisna ettiği hususu aynen doğrulamaktadır. Bundan maksat Şeytan'ın onlara
tesir etmesinden kurtulduklarını beyan etmektir. Sultan; burada saptırma
suretiyle nüfuz ve hâkimiyet kurmak demektir.
"Ancak sana"
şeytan'a "uyan azgınlar" kâfirler "hariç!"
"Onların
hepsine" azgınlara yahut Şeytan'a tabi olanlara "vaadedilen yer
Cehennem 'dir." (Ecmaîn) kelimesi zamiri tekid etmektedir, yahut haldir.
Burada amel eden şibh-i fiil (mav'ıd) kelimesidir. Bu durumda muzaf takdirinde
mastardır. İsm-i mekân sayılırsa amel etmez.
"Cehennemin yedi
kapısı vardır." Sayılarının çokluğu sebebiyle bu kapılardan cehennem'e
girerler. Yahut Şeytan'a uymadaki mertebelerine göre girecekleri cehennem'in
yedi tabakası vardır. Bunlar da: Cehennem, Lezâ, Huta-me, Saıyr, Sekar, Cahıym,
Hâviye tabakalarıdır. Belki de burada sayının özellikle belirtilmesi bütün
helak edici hatalara şamil olması sebebiyledir. Yahut Cehennem ehli yedi
guruptur. "O kapıların herbirinden girecek" Şeytana tabi olanlardan
"belirli bir zümre" ayrılmış belirli bir gurup "vardır".[20]
"m (ayetlerde
belirtilen) delil, Allah'ın varlığı, kudreti ve birliğine dair yedinci
delildir. Cenab-ı Hak önceki 20. ayette Allah'ın birliğinin doğruluğuna delil
olarak hayvanları yaratmayı zikredince burada aynı hususta delil olarak insanın
yaratılmasını zikretti.
Delil şudur: İlki
olmayan hadiselerin varlığının imkânsız olduğu kesin delillerle sabit olduğuna
göre, bütün hadiseler neticede ilk hadiseye dayanır. Dolayısıyla bütün
insanlar neticede bir insana yani ilk insana dayanır. Bu ilk insan da
ana-babadan yaratılan kişi değildir. Dolayısıyla hiç şüphesiz Allah'ın
kudretiyle yaratılmış demektir.
Allah Tealâ ilk
insanın yaratılışını zikrettikten sonra meleklerin ve cinlerin onun hakkındaki
sözlerini zikretti.
[21]
Allah, ilk insan
beşeriyetin babası Hz. Âdem (a.s.)'ı çamurdan ve kuru topraktan yarattı.
Cenab-ı Hak ilk defa
insanı yaratırken önce topraktan başladı, sonra çamur, sonra da kuru topraktan
yarattı. Bu durum ilâhî kudrete daha açık bir delil olmuştur.
Biz "cin"
taifesini ateş alevinden yani isabet edeni öldüren, zehirli yılanın dilinin ucu
gibi insanı yalayan sımsıcak rüzgârın ateşinden yarattık.
İbni Mes'ud diyor ki:
Bu zehirler, cinlerin yaratıldığı zehirli ateşin zehrinin yetmişte bir
parçasıdır. Sonra bu ayeti okudu. "Biz cinleri de daha önce zehirli bir
ateşten yaratmıştık" (Hicr, 27).
Müslim'in Sahihinde ve
Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde Hz. Âişe (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i
şerifte: "Melekler nurdan, cinler ateş alevinden yaratılmıştır. Adem de
size tarif edilen şeyden yaratılmıştır" buyurulmaktadır.
Bu ayetin benzeri şu
ayettir: "Allah insanı vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir
balçıktan yarattı. Cinleri de dumansız saf ateşten yarattı" (Rahman,
55/14-15)
Burada insan
tabiatının soğukluğuna ve cin tabiatının sıcaklığına işaret vardır. Bu ayette,
Hz. Âdem (a.s.)'ın şerefli oluşuna, ana unsurunun güzelliğine, ana maddesinin
temizliğine işaret edilmektedir. Bütün bunlar Allah Te-alâ'nın kudretine
delildir.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak meleklere Hz. Adem (a.s.)'a secde etmelerini emretmek suretiyle O'nu
şerefli kıldığını ve Hz. Adem (a.s.)'ın düşmanı İblis'in diğer meleklerden
farklı olarak kıskançlık, inkarcılık, inatçılık böbürlenmek ve batılla
gururlanmak sebebiyle Hz. Adem (a.s)'a secde etmekten geri durduğunu beyan
ederek şöyle buyurdu: "Hani Rabbin meleklere şöyle demişti..."
Yani ey peygamber! Meleklere
Adem'in yaratılışı tamamlandıktan sonra Adem'e secde edeceksiniz diye
emrettiğimde Adem'in düşmanı olan İblis'in diğer meleklerden ayrılarak
"Ben kara topraktan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın bir insana secde
edecek değilim" (Hicr, 33) diyerek ve "Ben ondan daha hayırlıyım.
Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan yarattın" (Sad, 38/76) diye mazeret
uydurarak ve "Benden üstün kıldığın kimse bu mu?" (İsra, 17/62)
diyerek secde etmekten imtina ettiğini kavmine anlat.
İblisin kendini
savunması; kendisinin Hz. Adem (a.s.)'den daha hayırlı olduğunu, zira
kendisinin ateşten Hz. Adem (a.s.)'in ise topraktan yaratıldığını, ateşte
yükseklik ve yücelik unsurunun, toprakta ise düşüklük ve durgunluk unsurunun
bulunduğunu, dolayısıyla ateşin çamurdan daha şerefli olduğunu, yüksek olanın
alçak olana ta'zim edemiyeceğini söyleyerek Hz. Adem (a.s.)'e secde etmekten
imtina etmesini ihtiva etmektedir.
Bu fasid (geçersiz)
bir kıyastır. Çünkü maddenin hayırlı ve üstün oluşu unsurun hayırlı ve üstün
oluşu manasına gelmez. Meleklerin nurdan, nurun da ateşten daha hayırlı olması
buna delildir. Ayrıca bu yaratıcının emrine isyankârlıktır ve Hz. Adem
(a.s.)'ın verilecek vazifeleri almaya ve kâinatın ilerlemesine ilmî ve amelî
olarak hazır olma hususiyetine sahip olduğunu bilmemektir.
Bunun için Allah,
İblisi şu sözüyle cezalandırdı. İçinde bulunduğun "Me-le-i A'lâ"
mertebesinden dışarı çık. Çünkü sen artık lanete hem de kıyamet gününe kadar
durmadan devam edecek bir lanete uğramış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş birisin.
İblis, Hz. Adem
(a.s.)'a tuzak kurmakta daha ileri gitmek için, ona ve zür-riyetine olan
kıskançlığından dolayı insanların kabirlerden çıkıp hesap sahasında toplanma
gününe kadar Cenab-ı Hak'tan mühlet istedi. Allah da ona belirli bir vakte
-yani mahlûkatın tamamımn can verdiği surun birinci defa üflenmesine- kadar
ona mühlet tanıdı.
İblis bu güne kadar
bekleme garantisi alınca isyankâr ve inatçı bir eda ile şöyle dedi: Ya Rabbi!
Senin beni şaşırtman ve saptırman sebebiyle dünyada Hz. Adem (a.s.) zürriyetine
nefsî arzularını süsleyeceğim, onlara günahları sevdirecek ve teşvik edeceğim.
Ancak sana ibadet ve taatte ihlaslı olan kendilerine ih-lâs verilen kulların
müstesna. (Bunlara dokunamam).
"Kendilerine
ihlâs verilen kulları" müstesna etti. Çünkü İblis kendi tuzağının onlara
işlemeyeceğini ve bunu kabul etmeyeceklerini gayet iyi bilmektedir.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak İblis'e tehditte bulundu ve şu sözüyle ihtar etti: Kulluk veya ihlâs
hususunda şu yol doğru bir yoldur. Bunun sonu bana döner. Ben herkese kendi
ameliyle karşılık vereceğim; hayırsa hayır, serse şer karşılık vereceğim.
"Şüphesiz Rabbin,
her an gözetlemektedir" (Fecr, 89/14).
"Bu bana ulaşan
dosdoğru bir yoldur." (Hicr, 41) Yani bu ihlâs benim ikramıma ve sevabıma
ulaştıran bir yoldur. Yahut kullukta bu yol dosdoğru bir yoldur. Yahut bu yol
isbatı ve te'kidi bana ait olan bir yoldur. Bu yol doğrudur: Haktır ve
gerçektir. Bu ifadenin neticesi: Benden kaçabilecek kimse var mı? demektir.
Tıpkı tehdit edip korkuttuğu kimseye: Yolun benden geçer, demek gibi.
"Müstakim" kelimesi hiçbir eğrilik ve sapma olmayan doğru demektir.
Bu ayet İblis'in:
"... Senin doğru
yolunda kullarının önünü keseceğim. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından,
sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece (kullarının) çoğunu
şükredenler olarak bulamayacaksın" şeklindeki sözüne reddiyedir.
"Kullarımın
üzerinde hiç bir nüfuzun yoktur" (Hicr, 42). İhlâslı olan veya ihlâslı
olmayan yahut kendilerine hidayet takdir ettiğim mümin kullarımın hiçbirinin
üzerinde senin hâkimiyetin yoktur. Senin için onlara erişecek hiçbir yol
yoktur, onlara ulaşma imkânın yoktur.
"... Ancak sana
uyan azgınlar hariç." (Hicr, 43) Buradaki istisna munkatı-dır. Yani sana
kendi isteğiyle tabi olan sapık müşrikler hariç. Emir ve yasaklarda sana boyun
eğmeleri sebebiyle, senin onlar üzerinde hâkimiyetin vardır. Bunun ayrı bir
delili ise "Şeytan'ın nüfuzu sadece onu dost edinenler ve onun
vesvesesiyle Allah'a ortak koşanlar üzerinde vardır." (Nahl, 16/100).
"Onların hepsine
vaadedilen yer cehennem'dir." (Hicr, 43) Şüphesiz İblis'e tabi olanların
hepsinin varacağı yer cehennem'dir. Nitekim bir başka ayette şöyle buyuruluyor:
"Fırkalardan kim bunu inkâr ederse ona vaadedilen ateştir." (Hûd,
11/17).
Cenab-ı Hak bundan
sonra cehennem'in yedi kapısı olduğunu haber verdi: "Cehennemin yedi
kapısı vardır. O kapıların herbirinden girecek belirli bir zümre vardır."
Bu yedi kapının herbiri için İblis'e tabi olanlardan payedilmiş bir parça,
belirli bir sayı tahsis edilmiştir. O kapıdan girerler, bundan kaçacakları bir
yer yoktur. Herkes ameline göre bir kapıdan girer. Ameli miktarınca bir çukura
yerleşir.
Bu "yedi
kapı" hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Bunlar
birbiri üzerinde "yedi tabaka"dır. Bu tabakalara "Dereke"
ismi verilir. "Şüphesiz münafıklar cehennem ateşinin en alt
tabakasındadırlar" (Nisa, 41/145) ayeti buna delildir. Bunun sebebi de
sudun Küfür mertebeleri şiddetli ve hafif oluşuna göre çeşitlidir. Dolayısıyla
azab mertebeleri de farklı olmuştur.
İkinci görüş: Bunlar
"yedi kısım"dır. Her kısmın ayrı bir kapısı vardır. İbni Cüreyc'in
dediği gibi bu yedi kısım şunlardır: Cehennem, Lezâ, Hutame, Saıyr, Sekar,
Cahıym, Hâviye.
Dahhâk'ın belirttiği
şekliyle:
Birinci kapı
(Cehennem): İsyankâr olan tevhid ehline
İkincisi (Lezâ):
Yahudilere
Üçüncüsü (Hutame):
Hrıstiyanlara
Dördüncüsü (Saıyr):
Sabiîlere
Beşincisi (Sekar):
Mecûsîlere
Altıncısı (Cahıym):
Müşriklere
Yedincisi (Hâviye):
Münafıklara aittir.
[22]
Bu ayetler şu
hususları ifade etmektedir:
1- Allah,
ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ı ilâhî kudretine delil olması için kuru çamurdan
yaratmıştır. Cinleri ise, Hz. Adem (a.s.)'ı yaratmadan önce cehennem
ateşinden, yahut öldürücü sıcaklıktaki rüzgârdan yahut dumanı olmayan bir
ateşten yaratmıştır.
Sahih-i Müslimde Enes
(r. a)'den Peygamberimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Allah Hz. Adem (a.s.)'a cennette şekil verdiği zaman onu dilediği kadar
bir müddet olduğu gibi bıraktı. İblis onun etrafında dolaşmaya ve ne olduğunu
incelemeye başladı. Onun içini boş olarak görünce onun kendine sahip olamayacak
(Yani kendini şehvetlerden koruyamayacak, kendini tutamayacak, vesveseyi
engelleyemeyecek) yeni bir yaratık olduğunu anladı."
2- Allah,
"İnsan" denilen varlığı şerefli kılmıştır, bundan dolayı meleklere
ilk insana ibadet secdesi değil, bir saygı ve değer verme ifadesi olarak secde
etmelerini emretmiştir; dilediğini üstün kılmak Allah'ın hakkıdır. Allah
peygamberleri meleklerden üstün kılmış onları bol sevaba nail olmaları için,
ilk peygambere secde etmekle imtihan etmiştir.
3-
Meleklerin hepsi Hz. Adem (a.s.)'e secde ettiler. Ancak İblis secde etmeyi
reddedip ayak diretti. İblis meleklerden değildi: "İblis müstesna. O
cinlerden biriydi" (Kehf, 18/50).
Bu istisna İmam
Şafiî'nin kabul gördüğü istisna kuralının delilidir. "Bir cins kendi
cinsinden olmayan şeylerle de istisna edilebilir" Meselâ: Falanın benden
bir elbise hariç bir dinar alacağı var. Veya bir rıtl miktarında buğday hariç
on elbise alacağı var diyebilir. Bu ister litre ile ölçülebiler veya tartıyla
ölçülen yahut da kıymet tayin edilebilen şeylerle olsun istisna edilebilir.
İmam Malik ve İmam Ebu
Hanife (Allah kendilerinden razı olsun) tartılan şeylerden litre ile ölçülen
şeylerin, litre ile ölçülen şeylerin tartılan şeylerden istisna edilmesini
meselâ dirhemlerin buğdaydan, buğdayın dirhemlerden istisna edilmesini caiz
görmüşlerdir.
Bu iki imam, İmam
Şafii'nin görüşünü beyan ederken zikredilen misallerde olduğu gibi kıymetle
takdir edilen şeylerin ölçülen ve tartılan şeylerden istisna edilmesini caiz görmemişlerdir.
Bunu kabul edene bütün meblağın ödenmesi gerekir.
4- İblis'e
secde etmekten imtina etme sebebi sorulmuş, o da kendisinin topraktan daha
şerefli bir unsurdan -ateşten- yaratıldığı şeklinde cevap vermiştir.
5- İblis'in
cezası semalardan yahut Adn Cenneti'nden veyahut meleklerin arasından kovulması
ve kıyamet gününe kadar devamlı lanete uğraması oldu.
6- İblis,
kurtulmaktan ümidi olmayan bir kişi gibi belâsına ziyade olarak azabının
geciktirilmesini istedi. Dirilecekleri güne kadar mühlet verilmesini (yani
ölmemeyi) istedi. Çünkü diriliş gününde veya ondan sonra ölüm yoktur.
Allah belirli bir
vakte kadar (Mahlukatın tamamının Öleceği surun ilk üfürül-mesine kadar) ona
mühlet verdi.
7- İblis,
hayatı boyunca Adem oğullarını kandırmaya ve onları hidayet yolundan
saptırmaya kesin kararlıydı. Ancak ister ihlâslı olsun, isterse ihlâslı olmasın
Allah'ın affına engel olacak bir günah içerisine düşürmek hususunda müminler
üzerinde Şeytan'ın nüfuzu olamayacaktı. Müminler Allah'ın kendilerine hidayeti
ihsan ettiği, seçtiği ve razı olduğu kullar idi.
8- Allah'ın
"Bu yol, bana ulaşan dosdoğru bir yoldur" ayeti tehdit ve ihtar
şeklindedir. Bu ifade tehdit ettiğin kimseye "Senin yolun benden geçer.
Nihayet bana gelirsin" demen gibidir. Bu ayetin manası: Bu yol, kulluk
yolu, sonu bende biten bir yoldur. Bu sebeple herkese yaptığı ameline göre
karşılık vereceğim.
9-
"İçlerinden kendilerine ihlâs verilen kullar hariç" veya "Sana
uyan azgınlar hariç" şeklindeki istisna, azlığın çoğunluktan veya
çoğunluğun azlıktan istisna edilebileceğine delildir. Bu tıpkı biri hariç on
dirhem borcum var, yahut dokuzu hariç on dirhem borcum var sözü gibidir.
Ahmed ibni Hanbel
diyor ki: Miktarın yarısı ve yarısından daha azının tümden istisna edilmesi
hariç istisna etmek caiz değildir. Çoğunluğun bu tümden istisna edilmesi ise
sahih değildir.
10-
Cehennem, İblis ve ona uyanların varacağı yerdir. Cehennemin üst üste 7
tabakası vardır. Her tabakanın belirli bir nasibi vardır. Cehennem bu tabakaların
en üstte olanıdır. Bu tabaka Hz. Muhammed (s.a.) ümmetinden isyankâr olanlara
mahsustur. Münafıklar ise ateşin en alt tabakasındadırlar.
[23]
45- Müttakîler
(Allah'tan gerçekten korkanlar) ise cennetlerde ve pınarların başındadır.
46- Allah'tan korkanlara:
Selâmetle ve emniyet içinde girin cennetlere, denilir.
47- Biz, onların
kalplerinden kini çıkardık. Kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı
koltuklara otururlar.
48- Cennette onlar
hiçbir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değildirler.
"Selâmetle
girin" ifadesinde hazif yapmak suretiyle îcaz yapılmıştır. Yani:
"Onlara denilir ki: Selâmetle girin."
[24]
"Müttakîiler"
küfür ve çirkin davranışlardan sakınanlar "cennetlerde" bahçelerde
"vepınarların" akan nehirlerin "başındadır"..
Onlara:
"Selâmetle" korkulardan ve belâlardan salim olarak her türlü korkudan
"emin olarak girin cennetlere denilir."
"Biz onların
kalplerinden kini" kalplerde gömülü olan intikam ve kıskançlık duygusunu
"çıkardık. Kardeşler olarak sevinç içinde, karşılıklı koltuklara"
yerden yüksekte olan tahtlara "otururlar." Koltuklar döndüğü için hep
birbirinin yüzlerine bakarlar.
"Cennette onlar
hiçbir yorgunluk" yorulma ve acizlik "hissetmezler." Onlar
"oradan" ebedî olarak "çıkarılacak da değildirler."
[25]
45. ayetin indiriliş
sebebi ile ilgili olarak Sa'lebî'nin Selman-ı Farisî'den naklettiğine göre
Selman "Onların hepsine vaadedilen yer cehennemdir" (Hicr, 43)
ayetini duyunca korkudan üç gün müddetle kaçtı. (Aklı başında değildi.) Selman
nihayet Peygamberimiz'e getirildi. Efendimiz (s.a.) ona bu durumun sebebini
sordu. Selman: Ya Rasulallah! "Onların hepsine vaadedilen yer cehennemdir.
" ayeti nazil oldu. Seni hak kitapla gönderen Allah'a yemin ederim ki bu
ayet kalbimi paramparça etti, dedi. Bunun üzerine "Allah'tan gerçekten korkanlar
cennette ve pınarlardadır." (Hicr, 45) ayeti nazil oldu.
"Biz onların
kalblerinden kini çıkardık." 47. ayetin indiriliş sebebi hususunda İbni
Ebî Hatim, Ali b. Hüseyn'den bu ayetin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r. a) hakkında
nazil olduğunu rivayet etti. Denildi ki: Hangi kin? Ali b. Hüseyn: Cahiliyet
kini dedi. Temim Oğulları, Adıy Oğulları ve Haşini Oğulları arasında
cahiliyette düşmanlık vardı. Bu kabileler müslüman olunca birbirini seven
kabileler oldular.
[26]
Cenab-ı Hak
cehennemlik olan bedbaht insanların durumunu zikrettikten sonra, İblis'in
üzerlerinde hiçbir nüfuzu bulunmayan devamlı cennet nimetlerinin içinde olan
mes'ud ve bahtiyar insanların yani müttakilerin durumunu anlattı.
[27]
Allah'ın azabından ve
O'na isyan etmekten sakınan, Allah'ın emirlerine itaat eden, nehiylerinden
kaçınan, dolayısıyla İblis'in nüfuzu ve vesveselerinin tesirinde kalmayan
"Müttakî'ler, Cennetler yani daimî meyveleri ve geniş gölgeli ağaçlan
bulunan bahçeler içindedir. Etraflarında ise dört çeşit pınar fışkırmıştır.
Bunlar su, süt, sarhoş edici olmayan Cennet şarabı ve süzülmüş bal nehirleridir.
Bunlar hiç çekişmesiz ve yanşmasız onlara yahut bütün Cennetliklere aittir.
Nitekim Cenab-ı Hak birbaşka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müttekî-lere
vaad edilen Cennetin vasfı şudur: Orada hiç bozulmayan su ırmakları, tadı
değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren Cennet şarabı nehirleri ve süzülmüş
bal nehirleri vardır. Ayrıca onlar için orada her çeşit meyveleri ve Rableri
tarafından büyük bir mağfiret vardır." (Muhammed, 47/15).
"Selâmetle ve
emniyet içinde girin cennetlere!" Onlara: Belâlardan salim olarak, size
selâm verilerek her türlü korku ve dehşetten uzak kalarak girin cennetlere
denilir. Cennetten çıkarılmaktan, nimetin kesilmesinden yok olmasından
korkmayın.
"Biz onların
kalplerinden kini çıkardık." Dünyadaki onların kalplerinde olan kin,
düşmanlık, intikam ve kıskançlık duygularını çıkardık. Böylece onlar
birbirlerini seven, aynı duygulan paylaşan, karşılıklı koltuklar üzerinde oturan
kimseler olarak herbiri diğerinin yüzüne bakıyor ve arkalanna bakmıyorlardı.
Onlar yüce ve değerli bir makamdaydılar.
Burada anlatılmak
istenen husus şudur: Allah onlann kalplerini dünyanın bulanık ve kirli
duygulanndan temizledi. Orada birbirini kıskanma, birbirine kin duyma,
birbirine sırt çevirme, başkasını arkasından çekiştirme, laf taşıma ve
münakaşa etme yoktur. Onlann kalplerine karşılıklı sevgi, muhabbet ve samimiyet
tohumlan atılmıştı. Zira dünyadaki ölümle birlikte maddenin özellikleri ortadan
kalkmıştı.
Sahih bir hadis-i
şerifte, Ebu Said el-Hudrî'den Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Günahkâr müminler cehennem'den kurtulur, cennet ile
cehennem arasında bir köprüde hapsedilirler. Dünyada aralarında olan bazı
haksızlıklar birbirinden kısas olarak alınır. Nihayet tertemiz olup arındıkları
zaman onların cennet'e girmelerine izin verilir."
İbni Cerir ve İbni
Münzir, Talha hazretlerinin azatlı kölesi Ebû Habî-be'den rivayet ediyorlar:
İmran b. Talha, Cemel Olayından sonra Hz. Ali'nin huzuruna girdi. Hz. Ali (r.
a) onu güleryüzle karşıladı ve şöyle dedi: Ümit ederim ki Allah beni ve babanı
(Hz. Talha'yı) Allah'ın kendileri hakkında: "Biz onların kalplerinden kini
çıkardık. Kardeşler olarak (sevinç içinde) karşılıklı koltuklara
otururlar" buyurduğu kimselerden kılacaktır. Halının bir kenarında oturan
iki kişi:
"Allah bundan
daha âdildir. Sen dün onları öldüreceksin, sonra da kardeş olacaksınız, öyle
mi?" dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali
(r. a):
"Siz kalkın, en
uzak ve en kötü yere gidin. Ben ve Talha böyle kardeş olmazsak, o halde kim
böyle olacak", dedi.
"Cennette onlar
hiçbir yorgunluk hissetmezler" Yani onlara bu cennetlerde yorgunluk,
meşakkat ve eziyet isabet etmez. Zira her arzu ettiklerine hiçbir gayret
sarfetmeden önlerinde kolayca bulacakları için cennettekiler hiçbir gayret ve
mücadeleye ihtiyaç duymayacaklardır.
Buharî ve Müslim'in
Sa/uMerindeki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuş-tur: "Allah bana
Hatice'ye cennette içi boş çok değerli inciden yapılmış bir köşk verileceğini
müjdelememi emretti. Orada ne gürültü vardır, ne de yorgunluk."
"Onlar oradan
çıkarılacak da değillerdir." Yani orada ebediyyen kalacaklardır. Oradan
çıkarılmayacak ve yerleri değiştirilmeyecektir.
Sabit (yani sahih) bir
hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Denilir ki: Ey Cennet ehli artık
devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hasta olmayacaksınız. Devamlı yaşayacak, hiç
ölmeyeceksiniz. Devamlı cennette kalacak, hiç azgınlık yapmayacaksınız"
Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklar,
oradan hiç ayrılmayacaklardır" (Kehf, 18/108).
- Özetle: Cennet
nimetleri, sevabı ve menfaatlerinin ââtc üç tanedir:
1- Huzur
içinde bulunmak. Bunu şu ayette görüyoruz: "Selâmetle ve emniyet içinde
girin cennete." (Hicr, 46).
2- Kin. ve
kıskançlık gibi ruhî kirliliklerden, yorgunluk ve meşakkat gibi bedenî
sıkıntılardan, zararlı şeylerden uzak kalmak. Bunu şu ayetten anlıyoruz:
"Biz onların kalplerinden kini çıkardık." (Hicr, 47), "Cennette
onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler" (Hicr, 48).
3- Zeval
olmaksızın devamlılık ve ebedîlik. Bunu da şu ayetten anlıyoruz: "Onlar
cennetten çıkarılacak da değildirler." (Hicr, 48).
[28]
Bu ayetlerden şu
hususlar çıkarılmaktadır:
1- Her türlü
çirkinliklerden, haramlardan ve şirkten sakınan takva sahiplerinin mükâfatı;
Cennet bahçeleri ile su, cennet şarabı, süt ve baldan dört nehirdir. Onlara
her türlü dert ve belâdan, ölüm ve azaptan uzak ve sona ermekten emin olarak
girin Cennete denilir. Onlar hürmet ve ta'zim makammdadır-lar. Sahabe ve
tabiînin çoğunluğunun görüşü olan doğru ve hak olan görüşe göre
"MüttakTlerden murad edilen mana Allah'a şirk koşmaktan ve Onu inkâr
etmekten sakınan kimselerdir. Mu'tezile'ye göre ise: Müttakîler bütün günahlardan
sakınan kimselerdir.
2-
Cennetlikler zararlı ve eziyet verici hiçbir şeyle karşılaşmazlar. Onlar kin
vs. gibi ruhanî, yorgunluk ve hastalık gibi cismanî arızalardan uzaktırlar.
Onlar nimet ve ikram içindedir. Sıla ve muhabbet sebebiyle birbirinin arkasına
bakmazlar.
3- Cennet nimeti
daimîdir, yok olmaz. Cennet ehli de bakidirler. "Onlar Cennetten
çıkarılacak değildirler." (Hicr, 48), "Meyveleri de gölgeleri de
devamlıdır." (Ra'd, 13/35), "Bu bizim rızkımızdır. Bu bizim
tükenmez-bitmez rızkımız-dır" (Sad, 38/54).
4- Cennetler
dört tanedir. Pınarlar da dört tanedir: Cennetlerin sayısına gelince ayette
"Rabbinin azametinden korkanlar için iki cennet vardır" (Rahman,
55/46), "Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır" (Rahman,
55/62).
Cennet nehirleri de
dört tanedir. Daha önce zikri geçen ayette (Muham-med, 47/15) belirtilen su,
cennet şarabı, süt ve bal nehirleridir.
[29]
49- Ey peygamber)
kullarıma haber ver ki Ben Gafur (son derece bağışlayıcı) ve Rahimim (çok
merhametliyim).
50- Azabım da
gerçekten can yakıcı bir azaptır.
Bu iki ayette
"Gafur" ile "Azab" kelimeleri ve "Rahim" ile
"Elim" kelimeleri arasında mukabele yapılmıştır.
[30]
Ey Muhammed
"kullarıma haber ver" bildir "ki, Ben" mü'minler için
"son derece bağışlayıcı ve çok merhametliyim".
İsyankârlar için
"azabım da gerçekten can yakıcı" acıklı bir "azaptır."
[31]
Taberanî'nin Abdullah
b. Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) ashabından gülmekte olan
bir guruba uğradı ve şöyle buyurdu: "Cennet ve cehennem önünüzde olduğu
halde gülebiliyor musunuz? Bunun üzerine bu ayet indi: "Kullarıma haber
ver ki: Ben son derece bağışlayıcı ve çok merhametliyim. Azabım da gerçekten
can yakıcı bir azaptır."
İbni Merduveyh,
Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir zattan şu hadis-i şerifi rivayet
etmektedir: Rasulullah (s.a.) Şeybe oğuları'nın girdiği kapıdan çı-kageldi ve
şöyle dedi: "Sizi gülerken görmiyeyim. Sonra döndü, geri gitti, geldi ve
şöyle buyurdu: Ben evden çıktım. Nihayet Hıcr-i İsmail'e gelince Cebrail geldi,
bana: Ya Muhammed! Şüphesiz ki Allah buyuruyor ki: Niçin kullarıma ümitsizlik
veriyorsun? "Kullarıma haber ver ki ben son derece bağışlayıcı ve çok
merhametliyim. Azabım da gerçekten can yakıcı bir azaptır."
[32]
Allah Tealâ önceki ayette
takva sahiplerinin durumlarını zikrettikten sonra bu ayette de takva sahibi
olmayan kullarının durumlarını zikrederek şöyle buyurdu: "Kullarıma haber
ver..." Bu ifade Allah'ın kulları hakkındaki sünnetinin Rablerine
yönelen, tevbe edenlerin günahlarını affedici, günahları üzerinde ısrar edip
tevbe etmeyen kullarına acıklı bir azap ile azap verici olduğunu bildirmektir.
[33]
"Ya Muhammedi
Kullanma benim mağfiret ve rahmet sahibi ve aynı zamanda acıklı bir azab
sahibi olduğumu haber ver."
Bu ifade ümit ve korku
makamlarına delâlet etmektedir. Allah Tealâ kendisine yönelip tevbe edenlerin
günahlarını örter, böylelerini rezil etmez ve cezalandırmaz. Onları rahmetine
nail kılar, tevbe ettikten sonra onlara azab vermez. Bu durum itaatkâr mümine
de, isyankâr mümine de şamildir.
"Yine onlara
haber ver ki küfür ve masiyet üzerinde ısrar edip tevbe etmeyen kimselere
vereceğim azabım acıklı, can yakıcı bir azaptır."
Bu ifade de masiyet
işleyenlere tehdit ve ihtar mahiyetindedir.
Bu iki ayette diğer
pek çok ayetlerde olduğu gibi müjde ile ihtar, teşvik ile korkutma birlikte
zikredilmiş böylece insanların korku ile ümit arasında olmaları istenmiştir.
Said b. Mansûr ve Abd
b. Humeyd'in Katade'den bu ayet hakkında naklettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyuruyor: "Kul Allah'ın affının derecesini bilseydi
haramdan çekinmezdi. Kul Allah'ın azabının derecesini bilseydi kendini hiçe
sayardı."
Buharı, Müslim ve
başka zatların Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.)
şöyle buyururlar: "Cenab-ı Hak rahmeti yarattığı zaman 100 parça yarattı.
Yanında 99 parçasını alıkoydu. Bütün mahlûkatına kalan bir parçayı gönderdi.
Kâfir Allah nezdindeki bütün rahmetin ne olduğunu bilse rahmetten hiç ümidini
kesmez. Mümin Allah nezdindeki bütün azabı bilse ateşten emin olamaz."
Müslim'in rivayeti şu
şekildedir: "Mümin Allah katındaki cezayı bilse hiçbir kimse O'nun
cennetini arzu edemez. Kâfir Allah katındaki rahmeti bilse hiçbir kimse O'nun
rahmetinden ümidini kesmez."
[34]
Bu iki ayet, İslâmın
orta yolu tuttuğuna delildir. O halde insanın hem kendi nefsini hem de
başkalarını uyarıp hem korkutucu hem de ümit verici olması gerekir. Sağlık
anında ümit, hastalık anından daha fazla olur. İnsan daima korku ile ümit
arasında bulunmalıdır. Çünkü ümitsizlik çaresizliktir. Aşırı ümit ise
ihmalkârlıktır. Her şeyin en hayırlısı ise ortasıdır.
Allah Tealânın rahmeti
her şeyi kaplamıştır. O kendisine yönelip tevbe edeni çok bağışlayıcıdır. Fakat
o aynı zamanda dengeyi temin etmek, fuhuş ve haramları, şirki engellemek için
kendisine isyan etmekte ısrar eden, kendisine yönelme ve tevbe etmeden önce
ölen kimseye de azabı şiddetlidir. İşte bu mutlak adaletin ta kendisidir.
Kulluğu itiraf eden
herkes için Allanın gafur ve rahim oluşu hak olur. Bunu inkâr eden kimse ise
acıklı bir cezaya müstehak olur. Çünkü usul âlimlerinin ifade ettikleri gibi
bir sıfata verilen hüküm, bu sıfatın o hükmün illeti (sebebi) olduğunu
gösterir. Allah onları kendisinin kullan olarak tavsif etmiş sonra da bu
vasfın hemen peşinden Gafur (son derece bağışlayıcı) ve Rahim (çok merhametli)
olduğu hükmünü zikretmiştir.
Fahreddin Razî diyor
ki: Bu iki ayet-i kerimede bazı latîf işaretler bulunmaktadır:
Birincisi:
Allah kullarını kendi nefsine izafe ederek "Benim kullarım" dedi. Bu
büyük bir şereftir.
İkincisi:
Cenab-ı Hak rahmet ve mağfireti zikredince üç ayrı lâfızla bunu mübalağalı bir
şekilde te'kid etti.
1- (İnnî)
Şüphesiz ki ben;
2- (Ene)
Bizzat ben;
3- (Gafur)
ve (Rahim) kelimelerindeki elif-lâm: "Şüphesiz ki ben gafur (son derece
bağışlayıcı) ve rahîmim (çok merhametliyim)."
Ama azabı zikrederken
"Şüphesiz ki ben azab ediciyim" demedi. Kendini bu vasıfta tavsif
etmedi. Sadece: "Benim azabım gerçekten acıklı bir azaptır" dedi.
Üçüncüsü: Allah Tealâ,
Peygamberine onlara bu manayı tebliğ etmesini emretti. Sanki Cenab-ı Hak bu
ayetle mağfiret ve rahmet edeceğine dair Rasulünü şahid kılmış olmaktadır.
Dördüncüsü: Cenab-ı
Hak "Kullarıma haber ver." deyince bunun manası: Bana kul olduğunu
itiraf eden herkese haber ver, demektir. Bu ifadeye itaatkâr mümin de isyankâr
mümin de girmektedir. Bütün bunlar Cenab-ı Hakkın rahmet tarafının daha ağır
geleceğine delildir.[35]
51- (Ey Peygamber!) Sen İbrahim'in misafirlerini
onlara anlat."
52- Hani melekler
İbrahim'in evine girdikleri zaman: Selâm olsun, demişlerdi, İbrahim de onlara:
Doğrusu biz sizden korkuyoruz, demişti.
53- Bunun üzerine
melekler İbrahim'e: Korkma! Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla
müjdeliyoruz, dediler.
54- İbrahim:
'İhtiyarlığıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? Neye göre bana müjde
veriyorsunuz?" dedi.
55- Melekler:
"Seni gerçekle (kesin olacak bir şeyle) müjdeliyoruz. Sakın (Allah'ın
rahmetinden) ümidini kesenlerden olma", dediler.
56- Bunun üzerine
İbrahim: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser?"
dedi.
57- İbrahim: "Ey Allah'ın elçileri! Peki,
meseleniz nedir?" dedi.
58- Melekler şöyle
dediler: "Biz, suçlu bir kavmi cezalandırmak için gönderildik.
59- Ancak Lut ailesi
hariç. Biz Lut ailesinin tamamını kurtaracağız."
60- (Lut ailesinden) Sadece karısı kurtulmayacak.
Çünkü onun helak olacaklar arasında olmasını takdir ettik.
61- Gönderilen melekler Lut ailesine
62- Lut onlara:
"Doğrusu siz tanınma- yan kişilersiniz'" dedi.
63- Melekler de:
"Hayır! Biz, sana kav- minin şüphe ettiği şeyi (azabı) getirdik."
dediler.
64- "Biz, sana
gerçek bir emri getirdik. Biz elbette doğru sözlü kimseleriz.
65- Geceleyin bir ara
aileni yola çıkar. Sen de peşlerinden yürü. Sizden hiçbir kimse arkasına
bakmasın. Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" dediler.
66- İşte biz Lut'a:
Suçluların sabaha karşı kökleri kesilecektir şeklindeki bu emri bildirdik.
67- Şehir halkı sevinç
içerisinde Lut'a geldiler.
68- Lut, kavmine şöyle
dedi: "Bu gençler benim misafirlerimdir. Beni rezil etmeyin.
69- Allah'tan korkun!
Beni rüsvay etmeyin."
70- Bunun üzerine Lut
kavmi, şöyle dediler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş
miydik?"
71- Lut: "Eğer
nikâhlayacaksanız işte kızlarım!" dedi.
72- (Ey Peygamber!)
Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
73- Şafak vakti onları
korkunç bir çığlık yakaladı.
74- Biz onların
kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerlerine kızgın taşlar yağdırdık.
75- Şüphesiz ki, bunda
ince düşünenler için nice ibretler vardır.
76- O ülkenin
harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta durmaktadır.
77- Şüphesiz ki, bunda
müminler için mutlaka ibret vardır.
"Onun helak
olacaklardan olmasını takdir ettik" (Hicr, 60) ayetinde (takdir etme)
fiili, Allah'a olan yakınlıkları sebebiyle mecazî olarak meleklere nis-bet
edilmiştir. Gerçekte ise takdir etme sadece Allah'a aittir.
"Suçluların
sabaha karşı kökleri kesilecektir." Tamamen helak edici azaptan
kinayedir.
"Üstünü altına
çevirdik." Bu iki kelime arasında tezat sanatı vardır.
"Kanitıyn",
"Gâbiriyn", "Ecmeıyn", "Musbihıyn",
"Müşrikıyn", "Mütevessi-miyn" kelimelerinde seci' vardır.
"Dâllûn", "Murselûn" ve "Sâdikûn" kelimeleri de
böyledir.
[36]
(Ey Peygamber!)
"Sen İbrahim'in misafirlerini onlara anlat" Onlara haber ver. Bu
cümle daha önce geçen "Kullarıma haber ver." (Hicr, 49) ayetine matuftur.
Atıfta bunun gerçek olduğuna işaret vardır.
"İbrahim'in
misafirleri" melekler idi. Sayıları 12 veya 10 yahut 3 idi. Aralarında
Cebrail de vardı. Melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e evlâdı olacağı ve Lut kavminin
helak olacağı müjdesini verdiler. (Dayf: misafir) kelimesi tekil, ikil, çoğul,
erkek ve dişi için aynı şekilde kullanılır.
"Hani melekler
İbrahim'in evine girdikleri zaman: Selâm olsun" Senin üzerine selâm
veriyoruz "demişlerdi. İbrahim de onlara: Doğrusu biz sizden
korkuyoruz" endişeliyiz, korku içindeyiz, "demişti."
"Bunun üzerine
melekler İbrahim'e: Korkma! biz" Rabbinin elçileri, "seni" ileride
"büyük ilim sahibi" olacak "bir evlâtla müjdeliyoruz,
dediler." Bu evlât O'na İshakı müjdeledik" (Hûd, 11/71) ayetinin
delaletiyle İshak (a.s.) idi. Bu cümle korkmaktan nehyetmenin sebebini beyan
etme manasında yeni bir cümledir.
"İbrahim:
İhtiyarlığıma rağmen mi bana bu müjdeyi" evlât müjdesini "veriyorsunuz?
Neye göre" ne ile "bana müjde veriyorsunuz? Burada sual taaccüp
sualidir.
"Melekler: Seni
gerçekle" şüphe olmayan kesin olacak bir şeyle, doğru ve yakîn bir haberle
"müjdeliyoruz. Sakın" Allah'ın rahmetinden "ümidini kesenlerden"
yaşlılık sebebiyle evlâd sahibi olmaktan ümit kesenlerden "olma, dediler.
"Bunun üzerine
İbrahim: Sapıklardan" Allah Tealânın kudretinin mükemmelliğini ve
rahmetinin genişliğim bilmeyen kâfirlerden Hakdan uzak olanlardan "başka
kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser." Yani bunlardan başka kimse
ümidini kesmez, "dedi."
"İbrahim: Ey
Allah'ın elçileri! Peki meseleniz nedir?" durumunuz, göreviniz nedir?
"dedi."
"Melekler şöyle
dediler: Biz suçlu" kafir "bir kavmi" Lut kavmini "cezalandırmak"
helak etmek "içingönderildik."
"Ancak Lut ailesi
hariç. Biz Lut ailesinin tamamını" mümin olmaları sebebiyle, bu gelecek
azaptan "kurtaracağız."
Lut ailesinden
"Sadece karısı kurtulmayacak. Çünkü onu helak olacaklar arasında takdir
ettik," böylece hükmettik ve yazdık. Takdir: Bir şeyi belirli bir ölçüde
kılmak demektir. Melekler Allah'a olan yakınlıkları sebebiyle ve onun yanındaki
özel durumları sebebiyle takdir etmek Allah Tealâ'ya ait bir fiil olduğu halde
melekler takdir etmeyi kendilerine isnad ettiler.
(Gabirîn) azapta
kalacak kimseler demektir. Lut'un karısı inkâr etmesi sebebiyle azapta kaldı.
"Gönderilen
melekler Lut ailesine" yani Lut'a "gelince" "Lut
onlara:Doğrusu siz tanınmayan kişilersiniz." Sizi tanımıyorum
"dedi" "Melekler de: Hayır! Biz sana kavminin şüphe ettikleri
şeyi" yani azabı "getirdik"
"Biz sana gerçek
bir emri getirdik. Biz elbette doğru" sözlü "kimseleriz."
"Geceleyin bir
ara aileni çıkar. Sen de" onların izinden, onların arkasından "peşlerinden
yürü. Sizden hiçbir kimse" kavmine inen azabın büyüklüğünü görmemeleri
için yahut onların durumlarına muttali olup ta takat getiremiyecek-leri
dehşetli olayları görmemeleri için, yahut kavimlerinin başına gelen azap
onların da başına gelmemesi için "arkasına dönüp bakmasın."
"Emrolunduğunuz
yere doğru" Allah'ın emrettiği yere doğru Şam'a veya Mısır'a doğru yola
"devam edin, dediler."
"İşte biz Lut'a:
Suçluların sabaha karşı kökleri kesilecektir" onların tamamen helak
oluşları sabah vakti tamamlanacaktır" şeklindeki bu emri bildirdik"
vahyettik.
"Şehir
halkı" Lut kavminin şehri olan Sedûm şehri ahalisi Lut (a.s.)'ın evinde
yakışıklı gençlerin -meleklerin- bulunduğunu haber alınca "sevinç içerisinde"
onları arzulayarak "Lut'a geldiler."
"Lut kavmine
şöyle dedi: Bu gençler benim misafırlerimdir". Misafirlerime dokunarak
"Beni rezil etmeyin" Fazîha, utanılacak birşeyin ortaya konulması
demektir. Zira bir kimsenin misafirine kötülük etmek ona kötülük etmektir.
"Allah'tan
korkun" Fuhuş işlemeyin, "beni rüsvay etmeyin." Onların sebebiyle
beni zillete düşürmeyin. Hızy, zillet ve horlanma demektir. Yani onlarla fuhuş
yapmak suretiyle onlara kastederek beni zillete düşürmeyin, beni utandırmayın.
"Bunun üzerine
Lut kavmi şöyle dediler: Biz başkalarıyla ilgilenmekten" yani onları
misafir etmekten yahut onlardan birini korumaktan "seni menetmemiş
miydik?" Niçin bizimle onlar arasında engel oluyorsun? dediler. Zira Lut
kavmi gelen her yabancıya tasallutta bulunuyorlardı. Lut (a.s.) elinden geldiği
kadar onlara engel oluyordu.
"Lut: Eğer
nikâhlayacaksanız" şehvetinizi normal yoldan tatmin etmek istiyorsanız
"işte kızlarım!" yani kavminin kadınları! Zira her ümmetin peygamberi
o kavmin babaları yerindedir. Yahut bunlar kızlarım, buyurun nikahlayın
"dedi".
Ey peygamber!
"Ömrün hakkı için" Bu ifade Allah tarafından muhatabının -yani
Peygamber (s.a.)'in hayatına yemindir, "onlar sarhoşlukları" sapıklıkları
"içinde bocalayıp duruyorlardı" yuvarlanıyorlardı.
"Şafak
vakti" Güneş doğarken "onları korkunç bir çığlık" Cebrail'in
çığlığı yahut gökgürültüsü "yakaladı" İbni Cerir diyor ki: Bir kavmi
helak eden her şey "Sayha"dır.
"Biz
onların" kasabalarının "üstünü altına çevirdik." Cebrail bu
kasabaları semaya kaldırıp ters olarak yere vurdu. Böylece ters-yüz oldular.
"Üzerlerine" ateşte pişirilmiş taşlaşmış çamurdan "kızgın
taşlar yağdırdık."
"Şüphesiz ki
bunda" bu zikredilen azapta "ince düşünenler" bakıp ibret
alanlar "için" Allah'ın birliğine delâlet eden "nice ibretler
vardır."
"Bunlar" Lut
kavmine ait kasabaların harabeleri "yolunuz üzerinde" kavmin olan
Kureyşlilerin Şam yolu üzerinde henüz kalıntıları silinmemiş açık bir şekilde
"dimdik ayaktadır." İnsanlar buradan geçiyor ve bu eserleri, bu
kalıntıları görüyorlar. Hâlâ bunlardan ibret almıyorlar mı?
"Şüphesiz ki
bunda" Allah'a ve peygamberlerine "iman edenler için mutlaka ibret
vardır."
[37]
Cenab-ı Hak tevhidin
delillerini, kıyamet ahvalini, cennetlik ve cehennemliklerin vasıflarını
zikrettikten sonra bunun ardından peygamberlerin kıssalarını zikretti. Bu
kıssalar peygamberlerin derecelerini kazanmak için gerekli ta-ata teşvik edici
ve bedbahtların düşüklüğüne sebep olacak ma'siyetten sakmdı-rıcı olmaktadır.
Bu kıssaların zikri
vaad ve vaîdi (mükafat ve cezayı) birlikte ihtiva etmektedir. Önce Hz. İbrahim
(a.s.)'a bilgili bir evlad müjdesi verilmesi kıssası ile başlamış, sonra da
dünyada daha önce hiç kimsenin işlemediği iğrenç suçu işlemesi sebebiyle Lut
kavminin helak edilmesini zikretmiştir.
[38]
Ya Muhammed! İbrahim
(a.s.)'ın misafirlerinden haber ver. Bunlar Allah'ın Lut kavmini helak etmek
için gönderdiği melekler idi.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın
yanına girdiklerinde, selam dediler. Yani belâlardan, acılardan, korkulu
şeylerden selâmette olasın. Hz. İbrahim (a.s.), Ebûd-Dîfan (misafir babası)
künyesi ile anılırdı.
Hz. İbrahim (a.s.)
misafirler eve izinsiz girdikleri için yahut kendilerine takdim ettiği yemeğe
(kızgın ateşte kızartılmış yağlı danaya) el uzatmadıkları için misafirlere
"Doğrusu biz sizden korkuyoruz" dedi.
Bu ifade gelenlerin
kötülük kasdı güttükleri manasına gelir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce durumları hoşuna
gitmedi ve içine bir korku düşdü" (Hûd, 11/70).
Misafir melekler:
Korkma! diye cevap verdiler. Hûd Suresi'nde ise "korkma, biz Lut kavmine
gönderildik" (Hûd, 11/70) dedikleri yer almaktadır. Hud Suresi'ndeki bu
ayet bu suredeki "Korkma" ifadesinin sebebini beyan etmektedir.
Burada ise bunun
sebebini "Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla müjdeliyoruz diyerek"
ifade ettiler. Yani biz Allah'ın dinini gayet iyi anlayan, zeki ve ilim sahibi,
ileride peygamber olacak bir evlâtla müjdelemek için sana geldik. Bu evlât Hûd
Suresi'nde (71. ayette) geçtiği gibi İshak (a.s.) idi. Saffat Suresi'nde ise
"Biz onu salihlerden, bir peygamberlerden olan İshak ile müjdeledik."
(Saffat, 37/112) buyurulmaktadır.
İbrahim (a.s.)
kendisinin ve hanımının yaşlılığı sebebiyle çocuğun gelişini hayretle
karşılayarak ve verilen vaadin mutlaka gerçekleşeceğini bilerek şöyle dedi:
Bana yaşlılık isabet ettikten sonra böyle bir müjde mi veriyorsun? Hangi garib
şeyle bana müjde veriyorsun? Yahut siz beni normal olarak tasavvur edilemeyen
bir şeyle bana müjde veriyorsunuz. Bana neyi müjdeliyorsun? Yani siz bana
gerçekte hiçbir şeyi müjdelemiyorsunuz. Çünkü bu gibi bir şeyle müjde vermek
hiç müjde vermemek demektir.
Misafir melekler
verdikleri müjdeyi te'kid ederek cevap verdiler. Hz. İbrahim'in misafirleri
ona şöyle dediler: "Sana gerçek ve sabit olan bir şeyi müjdeliyoruz. Zira
bu Allah'ın kudreti ve şaşmaz vaadidir. O halde sen ümitsizliğe ve çaresizliğe
düşen kimselerden olma. İnsanı topraktan anasız, babasız vareden
Allah, onu başka
herhangi bir şeyden, meselâ iki yaşlı ana-babadan da yaratmaya kadirdir".
Yani İbrahim (a.s.) normal olarak alışılmamış bir vakitte Allah'ın kendisine
verdiği bu nimeti çok büyük bir nimet olarak kabul etmişti.
İbrahim (a.s.)
misafirlere ümidini kesmediği şeklinde cevap verdi. Çünkü Allah'ın kudretinin
ve rahmetinin bundan daha üstün olduğunu, Allah'ın rahmetinden ancak
sapıkların -yani doğru yolu şaşıranların- ümit kestiğini biliyordu. Nitekim
Yakup (a.s.) da: "Şüphesiz ki Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler
topluluğu ümidini keser." (Yusuf, 121/87) demişti.
İbrahim Halilullah
(a.s.) bu müjdenin kesinliğini, gelen misafirlerin melekler olduğunu anlayıp
da korku ve endişesi gidince, onlara böyle gizlice gelmelerinin sebebini
sordu: Ey elçi olarak gelen melekler! Bu müjdeden başka sizin gönderilmenize
sebep nedir? Asıl meseleniz nedir?
İbrahim (a.s.) sanki
gelenlerin durumundan onların müjdeden başka asıl bir vazifeleri olduğunu
anladı. Çünkü Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem (a.s.)'a olduğu gibi bir müjdeci
yeterliydi.
Misafir melekler
İbrahim (a.s.)'e şu cevabı verdiler: Biz mücrim, ve müşrik bir kavim olan, haramları
işleyen kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle yaklaşan Lut kavmini helak
etmek için gönderildik.
Sonra da Lut kavmi
içinde Lut (a.s.) ailesini kurtaracaklarını ancak kav-miyle gizli anlaşma
içerisinde bulunan Lut'un karısının helak olan kâfirlerle birlikte helak olup
gideceğini haber verdi. Biz Lut (a.s.) ailesinin hepsini bu azaptan, tamamen
yok olma azabından kurtaracağız. Ancak Cenab-ı Hak, Lut'un karısının kavminin
pis emellerine yardım etmesi sebebiyle, helak olanlarla birlikte helak olmasını
takdir etmiştir.
Takdir eden bizzat
Cenab-ı Hak olduğu halde, meleklerin Allah'a olan yakınlıkları ve özel
durumları sebebiyle, melekler "Takdir ettik" ifadelerinde takdir
etmeyi kendilerine nispet ettiler. Tıpkı emreden kralın bizzat kendisi olduğu
halde kralın imtiyazlılarının "şöyle yaptık, böyle emrettik" demeleri
gibi.
Bundan sonra helak ve
azab kıssası, meleklerin Lut (a.s.)'a gelişleri kıssası başladı: Meleklerin
İbrahim (a.s.) ile olan vazifeleri sona erince, İbrahim (a.s.)'e evlâd müjdesi verip
kendilerinin mücrim, suçlu bir kavme azap vermek için gönderildiklerini haber
verince, bundan sonra güzel yüzlü gençler şeklinde Sodom kasabasında bulunan
Lut (a.s.) ve ailesine gittiler.
Lut (a.s.) ve kavmi
gelen misafirlerin melek olduğunu İbrahim (a.s.)'in hemen tanıdığı gibi
tanımamışlardı. Lut (a.s.) onlara: Doğrusu siz tanınmayan kişilersiniz. Yani
siz benim tarafımdan tanınmayan, gönlüme endişe veren kişilersiniz. Bana
insanların ansızın hücum etmesinden korkarım. Siz hangi kavimdensiniz? dedi.
Nitekim bir başka
ayette: "Elçilerimiz Lut'a gelince hoşuna gitmedi. Sıkıntıya düştü ve
işte bugün zor bir gündür, dedi." (Hûd, 11/77).
Denilmiştir ki: Lut
(a.s.) onların bu yakışıklı, güzel hallerinden hoşlanmadı. Onları parlak,
güzel yüzlü delikanlılar olarak görünce kavminin onlara kötülük yapmasından
korktu.
Misafir melekler, Lut
(a.s.)'a: "Biz" seni memnun edecek bir görevle "kavminin
meydana geleceğini şüphe ile karşıladıkları" seni yalanladıkları
"azab" etme, ve yok etme görevi "ile geldik, dediler."
Sonra da bu
zikrettiklerini: "Biz sana gerçeği getirdik". Yani muhakkak olacak
bir emri, meydana geleceğinde hiç şüphe bulunmayan değişmez bir emri yani Lut
kavmine azap edilmesi emrini getirdik sözleriyle te'kid ettiler. Bu ayet tıpkı
"Biz melekleri ancak Hak ile göndeririz" (Hicr, 8) ayeti gibidir.
"Biz elbette
doğru sözlü kimseleriz" Bu, diğer bir te'kiddir. Yani sana haber
verdiğimiz şekilde kavminin helak edilmesi ve sana tabi olan müminlerle birlikte
senin kurtulman hususunda biz doğru sözlü kimseleriz.
Melekler azabın
mutlaka gerçekleşeceğini ve Hz. Lut (a.s.)'ın yaptığı dine davette doğru sözlü
olduğunu ispat etmek için sadece vazifelerini tavsif ettiler, onlara azap
edecekleri hususunda açık bir ifade kullanmadılar.
Bundan sonra Lut
(a.s.) ile ona tabi olanlara kurtuluş planını bildirme ve "infaz"
merhalesi başladı.
Hz. Lut (a.s.)'a:
"Geceleyin bir ara aileni yola çıkar." Gecenin bir kısmı geçtikten
sonra sadece iki kızından ibaret olan aileni yola çıkar. Sen de onları koruyucu
olmak üzere ailenin peşinden yürü.
"Sizden hiçbir
kimse arkasına bakmasın" Yani kavminize gelen çığlığı duyduğunuz zaman
onlara dönüp bakmayın. Onları kendilerine isabet eden azab ve işkence içinde
olduğu gibi bırakın, kalbiniz onlar için duygulanmasın, şefkat beslemesin.
Bu yasaklamayı
"Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" sözüyle te'kid ettiler.
Yani hiç ardınıza dönüp bakmadan Rabbinizin emriyle -İbni Ab-bas'ın dediği
gibi- Şam'a doğru yürüyün. Yahut Lut kavminin amelini yapmayan belirli bir
kasabaya gitmelerini emreden Cebrail'in yönelttiği şekilde yürüyün.
Allah, Lut (a.s.)'a bu
infazın sür'atle meydana geleceğini vahyederek şöyle buyurdu: "İşte biz
Lut'a bu emri kesin bir hüküm olarak bildirdik." Ona kavminin helak
oluşunun artık kesin olarak verilmiş bir hüküm olduğunu ve kavminin ilk
kişiden son kişiye kadar sabah vakti tamamen helak olacağını vahyet-tik, bu
durumu bu şekilde takdim ettik. Başka bir ayeti kerimede buyurulduğu gibi:
"Onlara vaad edilen helak vakti bu sabahtır. Sabah da yakın değil mi?"
(Hûd, 11/81).
"Onların kökü
kesilecektir" tabiri yani son nefere kadar yok edilecek, onlardan hiçbir
kimse kalmayacaktır demektir.
Bundan sonra Allah
Tealâ bu olay esnasında Lut kavminin gelen bu misafirleri lekelemeye kararlı
olduğunu zikrederek şöyle buyurdu.
"Şehir halkı
sevinç içerisinde Lut'a geldiler" Yani Lut kavmi olan Sodom halkı Lut
(a.s.)'ın misafirlerini ve onların yüzlerinin güzelliğini görünce onlarla
iğrenç işlerini yapabileceklerini ümit ederek sevinç içerisinde ve şımarık
tavırlarla Lut (a.s.)'a geldiler.
Bu Lûtîlik
(homoseksüellik), gelen yabancı misafire ikramda bulunmak, iyilik yapmak gibi
güzel örflere ve selim zevklere taban tabana zıt gayet feci bir suç, iğrenç bir
durumdur.
Denilmiştir ki:
Misafir melekler son derece güzellik içerisinde olunca onların haberi meşhur
olup Lut kavmine ulaşmıştı. Yine denilmiştir ki: Lut'un karısı kavmine bu
durumu bildirmişti. Hangi şekilde olursa olsun Lut kavmi: "Lut'a misafir
olarak üç oğlan gelmiş, kendilerinden daha güzel yüzlü, fizikî şekli daha güzel
hiç kimse görmedik", dediler. Hemen Lut (a.s.)'ın evine gittiler.
Lut (a.s.) kavmine iki
tesirli cümle söyledi: Birincisi: "Bu gençler benim misaftrlerimdir"
onların yanında utanca sebep olacak şeyi işlemek suretiyle "Beni rezil
etmeyin." Misafiri ağırlamak mecburiyeti vardır. Onlara bir kötülük
yapmaya kalkışırsanız bu, beni hiçe saymak demektir.
İkinci cümle
birincisini te'kid ediyordu: "Allah'tan korkun" Allah'ın azabından
korkun "Beni rüsvay etmeyin." Yani misafirlerimi zelil etmek, küçük
düşürmek suretiyle beni küçük düşürmeyin. Onları lekelemek suretiyle beni
rezil-rüsvay olma horlanma ve utanç içerisine düşürmeyin.
Lut kavmi ona şöyle
cevap verdiler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş miydik?
"Biz fuhuş yapmak istediğimiz her hangi bir kişi hakkında konuşmanı, onu
korumayı sana yasaklamamış mıydık? Bir kimseyi misafir etmekten menetmemiş
miydik?
Lut (a.s.) kavmini
irşad etmek üzere şu cevabı verdi: "Eğer nikâhlayacak-sanız işte
kızlarım!" Eğer size emrettiğim şeyi yapacaksanız, benim görüşümü kabul
edecekseniz Allah'ın size helâl kıldığı kadınlarla evlenin, erkeklerle ilişki
kurmaktan sakının.
Burada
"kızlarım" derken, kavminin kadınlarını kasdetmiştir. Çünkü bir
ümmetin rasulü onların babası yerindedir. Nitekim Cenab-ı Hak peygamberimiz
hakkında "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha evlâdır. Peygamber
hanımları da müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurmaktadır. Übeyy
b. Ka'b kıraatinde peygamber onların babasıdır, şeklinde ifade de vardır.
Denilmiştir ki: Kızlarından murad, sulbünden olan kızlarıdır, yani onlarla evlenmeyi
teşvik etmiştir.
Bütün bunlar olurken,
onlar kendileri için murad edilen şeyden, etraflarını kuşatan belâdan ve
kararlaştırılan azaptan başlarına ne geleceğinden habersiz ve gafil bir durumdaydılar.
Bunun için Allah Tealâ
Muhammed (s.a.)'e yahut melekler Lut (a.s.)'a şöyle dedi: "(Ey
Peygamber!) Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp
duruyorlardı." (Hicr: 72). Yani Ey Rasulüm! Senin hayatına, ömrüne ve
dünyada kalmana yemin ederim. Bu ifadede büyük bir şereflendirme ve yüce bir
makam tayini vardır. Onlar sapıklıkları için şaşkınlık içinde bulunuyorlardı.
Onlar senin nasihatlerine aldırış etmezler, doğru ile yanlışı birbirinden ayıramazlar.
İbni Abbas diyor ki:
Allah, Muhammed (s. a.)'den daha değerli hiçbir kimseyi yaratmamıştır. Allah'ın
ondan başka hiçbir kimsenin hayatına yemin ettiğini duymadım.
Bundan sonra Allah
Tealâ onların azabının cinsini bildirmek üzere şöyle buyurdu: "Şafak vakti
onları korkunç bir çığlık yakaladı" Onlara Cebrail (a.s.)'ın korkunç
derecede yüksek, dehşetli sesi inmişti. Bu çığlık güneş doğarken onlara gelen
helak edici korkunç sesti.
(Müşrikıyn) Şafak
vaktine girdikleri halde demektir. Başlangıcı sabah namazı vakti, sonu güneşin
doğduğu zamandır. Bu sebeple önce (Musbıhıyn): Sabah vaktine girdikleri halde
denmiş, daha sonra (Müşrikıyn): Şafak vaktine girdikleri halde denmiştir.
"Çığlığın
yakalanması" onları kahretmesi ve tamamen hâkim olmasıdır. Bu ses
kasabalarının ta göklere kadar yükseltilip sonradan da altüst edilmesine ve
üzerilerine pişmiş taşların gönderilmesine sebep olmuştur. Sayha, gökyüzünden
gelen helâkedici şiddetli sestir.
"Biz onların
kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerilerine kızgın taşlar
yağdırdık" ayetinin ihtiva ettiği mana budur. Yani biz şehrin üstünü,
yerüstünde bulunan kısmını yerin dibine derinliklerine geçirdik. Ters-yüz
ettik. Onların üzerlerine ateşte pişirilmiş kızgın, taşlaşmış çamurdan taşlar
indirdik.
Geçen ifadelerden
anlaşılmaktadır ki bu ayet Allah'ın onlara üç çeşit azapla azabettiğini
bildirmektedir.
1- Korkunç
şiddetli ses
2-
Kasabaların ters-yüz edilmesi
3-
Üzerlerine kızgın taşların yağdırılması.
Bundan sonra bu
kıssadan alınacak ibreti zikrederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz bunda ince
düşünenler için nice ibretler vardır" Yani Lut kavmine gelen bu azab
hakkında olaylardan ibret alan, küfür ve fuhuş ehline gelecek acıklı cezayı
anlayan ince düşünceli ve feraset sahibi kimseler için nice ibretler vardır.
Bu münasebetle şunu
ilâve edebiliriz: Buharî'nin et-Tarih el-Kebîr kitabında, Tirmizî, İbni Cerir,
İbni Ebî Hatim, Ebû Nuaym ve İbni Merdüveyh'in Ebu Said el-Hudrî'den rivayet
ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o Allah'ın nuruyla
bakar." Bundan sonra Efendimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Şüphesiz bunda
ince düşünenler için nice ibretler vardır."
Bundan sonra Cenab-ı
Hak Mekke halkı ve benzerlerini olanlardan ibret almaya yöneltti ve şöyle
buyurdu: "O ülkenin harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta
durmaktadır." Yani bu azabın isabet ettiği Sodom şehri bilinen bir yol
üzerindedir. Oradan gelip geçen yolculara gizli-kapah değildir. Kalıntıları
günümüze kadar ayakta kalmıştır. Hicaz-Şam yolu üzerindedir. Bir başka ayette
ise şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden
geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (Saffat, 37/137-138).
"Şüphesiz ki
bunda müminler için ibret vardır" Yani Lut kavmine yaptığımız bu helak ve
yok etme, Lut'u ve ailesini kurtarmamız hususunda Allah'a ve peygamberlerine
iman edenler için açık bir delil vardır. Yani bu kıssanın hedefinden gerçekten
yararlananlar bu azabın Allah'ın peygamberlerinin intikamını almak olduğunu
idrak eden müminlerdir. Allah'a inanmayanlara gelince bu helaki tabiatın
yaptığını ve yeryüzündeki bazı değişikliklerden kaynaklandığını iddia
etmektedirler.
[39]
Bu kıssa aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- Başkalarının yanına
girdiği zaman selâm vermek gibi misafir edebinin öğretilmesi.
2-
Misafirine yemek takdim edip misafiri yemek yemediği takdirde ev sahibinin
hissiyatının ve endişelerinin tavsif edilmesi.
3-
Meleklerin Hz. İbrahim (a.s.)'a Hz. İshak'ı müjdelemeleri korkularının
gitmesine sebep olup huzur ve güven telkin etmiştir.
4- İbrahim
Halil (a.s.)'m suali olağanüstü durumdan ana-babanın her ikisinin yaşlılık
durumunda evlâdın meydana gelmesinden hayret eden birinin suali idi. Onun suali
yaşlılık zamanında evlad yaratmaktan Allah Tealâ'nın kudretini uzak görmek
değildi.
5- Melekler
kendilerinin müjdeci ve bu müjdenin dönüşü olmayan değişmez bir gerçek
olduğunu, evlâdın mutlaka meydana geleceğini te'kid ettiler, sonra da
ümitsizlik ve çaresizlikten nehyettiler.
Buradan ayrıca insanın
bir şeyi yapmaktan nehy edilmesi nehyedilen kişinin o nehyedilen işi yaptığına
delil olmadığı anlaşılmaktadır. Meselâ yine Ce-nab-ı Hak peygamberine
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" (Ahzab, 33/48) diye nehiyde
bulunmaktadır.
Hz. İbrahim (a.s.):
"Sapıklardan (Hakkı yalanlayanlardan ve doğru yoldan ayrılanlardan) başka
kim Rabbinin rahmetinden ümit kesebilir? dedi". Bu söz onun yaşlılığı
sebebiyle evlâdı olmasını uzak gördüğü ama Allah Tealâ'nın rahmetinden ümit
kesmediği manasına gelir.
6- Arap
dilinde olumsuz cümleden yapılan istisnanın olumsuz manasına geldiği hususunda
hiçbir ihtilaf yoktur. Cenab-ı Hakkın: "Biz suçlu bir kavme gönderildik.
Ancak Lut ailesi hariç. Bu ailenin hepsini kurtaracağız. Sadece Lut'un karısı
müstesna." ayetinde Lut ailesini suçlu kavimden istisna etti. Sonra da
Lut ailesinden Lut'un karısını istisna etti. O helak olacaktı.
7- Lut
(a.s.) ve ailesi gelen misafirlerin melek olduklarını anlamamışlardı. Aynı
şekilde İbrahim (a.s.) da onları tanımamıştı.
Rivayete göre:
Melekler genç yaşta idiler. Hz. Lut (a.s.) güzelliklerini görünce kavminin
fitnesinin onları lekeleyeceğinden korktu. "Siz tanınmayan bir
topluluksunuz" sözündeki tanınmamanın manası budur.
8- Allah'ın
helak ettiği kavmin kalıntılarına uzun müddet bakıp incelemek hoş bir tavır değildir.
Bu diyardan hızlı bir şekilde geçmek sünnettir. Çünkü buraları gazap ve lanet
yeridir.
9- Allah
Tealâ, Hz. Lut (a.s.) ve ona tabi olanları kavimlerine karşı şefkat
duymamaları, daha hızlı yürümeleri ve ansızın sabah olmadan önce kasabadan
uzaklaşmaları için; Lut kavmine azab yağarken arkalarına bakmaktan nehyet-ti.
10- Lut
kavminin gelen misafirlerle iğrenç fiili işlemeye kararlı olmaları, onların
fuhuş, küfür ve sapıklıklarına diğer maddî bir delil idi.
11- Hz. Lut
(a.s.)'ın: "Eğer nikâhlayacaksanız işte benim kızlarım! ifadesi ister
kendi sulbünden olan kızları olsun, isterse kendi manevî kızları
sayılan-kavminin kadınları olsun haram olmayan helâl olan nikâh ve evliliğe
irşad etmektedir. Yani onlarla evlenin, harama düşmeyin demektir. Bundan başka
bir mana anlayan küfre düşmüş olur. Çünkü zina bütün dinlerde ve şeriatlerde
haramdır. Zaruret için bile olsa zinayı hiçbir peygamber kabul edemez.
12- Cenab-ı
Hakkın "Senin ömrüne yemin olsun ki" ayeti hakkında Kadî Iyaz ve
İbnü'l-Arabî diyorlar ki: Tefsir ehli âlimleri bu yeminin Allah tarafından Hz.
Muhammed (s. a.)'in şerefli olduğunu beyan etmek için onun hayatının müddetine
yapılan bir yemin olup onun kavmi olan Kureyş'in sarhoşluklarında yani
sapıklıklarında bocalayıp durdukları ve şaşkınlık içinde yuvarlandıkları
manasında ittifak etmişlerdir.
Bu yeminin Lut Kavmine
râci olması ve Lut Kavmi'nin sarhoşluklarında bocalayıp durdukları ve bu sözü
onlara Meleklerin söyledikleri şeklindeki mana da doğru olabilir.
Alimlerin pek çoğuna
göre insanın (Le-amrî=ömrüme yemin olsun ki) demesi mekruhtur. Çünkü bu
insanın kendi hayatına yemin etmesi demektir. Bu ise basit insanların
sözlerindendir. İmam Ahmed diyor ki: Kim "Peygamberimiz (s.a.)'e yemin
olsun ki" derse o kimseye keffaret cezası lâzım gelir.
13- Lut
kavminin cezası korkunç çığlık ve kasabalarının alt-üst olması ve üzerlerine
ateşte pişirilmiş taşlaşmış çamur yani kızgın taşlar atılması şeklindeydi.
14- Bu
kıssada, sadık müminlere ders ve ibretler vardır. Lut kavminin diyarında Şam
yolunda (Bugün Ürdün'de bulunan Lut gölü civarında) bulunan maddî eserler,
kalıntılar en hayırlı şahid ve ibret alacaklar için en doğru delildir.
Ayrıca Malikîler
feraset, ince anlayış ve sezgi ile hüküm vermeyi caiz görmemişlerdi. Çünkü bu
kesin (yakinî) olmayan bir delildir. Bunun üzerine hüküm bina edilemez.
[40]
78- Şüphesiz ki Eyke
halkı zalim kimselerdi.
79- Biz onlardan da intikam aldık. Lut kavminin
ve Eyke halkının harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir.
80- Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri
yalanladılar.
81- Biz, onlara
ayetlerimizi gönderdik. Ne var ki, onlar ayetlerimizden yüzçe-virdiler.
82- Onlar dağları oyarak, kendilerine emniyet
içinde yaşayacakları evler yapıyorlardı.
83- "abahleyin
onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi.
84- Yaptıkları işler
onları kurtaramadı.
85- Biz gökleri, yeri
ve aralarındaki varlıkları yerli yerince yarattık. Kıyamet elbette kopacaktır.
(Ey peygamber!) o halde güzel bir şekilde davran (Hoşgörülü ol.)
86- Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve bilen ancak
Rabbindir.
"el-Hallâku'l-Aliym"
Her şeyi yaratan, her şeyi en iyi şekilde bilen anlamında mübalağa
sigalarıdır.
[41]
"Şüphesiz ki Eyke
halkı" Hz. Şuayb (a.s.) kavmi idiler. Eyke: Birbirine sarılmış bol
ağaçları olan orman demektir. Eyke, Medyen şehri yakınında bir kasabadır. Bu
kasaba halkı, Hz. Şuayb (a.s.)'ı yalanlamaları sebebiyle "zalim
kimselerdi."
"Biz"
şiddetli bir sıcaklıkla helak etmek suretiyle "onlardan da intikam aldık."
Bu iki kavim "Lut kavmi ve Eyke halkının harabeleri" hâlâ "işlek
bir yol üzerindedir." İmam: Uyulan izlenen demektir. İzlendiği, takip
edilip uyulduğu için yola da imam denilmiştir.
"Şüphesiz Hicr
halkı da" Semûd kavmi diye bilinmektedir. Hicr: Medine ile Şam arasındaki
bir vadidir. Semud kavmi bu vadiye yerleşmişlerdi. Ayrıca taşla çevrili her
yere de "Hicr" ismi verilmektedir. Kabe'deki "Hicr" da bu
kökten gelmektedir. Hicr Vadisi halkı "peygamberleri yalanladılar"
Yani Hz. Salih (a.s.)'ı yalanladılar. Burada tek bir şahsiyeti, cemi sığası ile
ifade etti. Bütün peygamberler tevhidi getirmek noktasında birleştikleri için
Hz. Salih (a.s.)'ı yalanlamak, diğer peygamberleri de yalanlamak demekti.
"Biz onlara
ayetlerimizi gönderdik." Bu "deve" mucizesi olup büyük bir
bünyesi olması, sütünün çokluğu ve çok su içmesi gibi pek çok ibretli yönü vardı.
Yahut ayetlerden murad peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'e indirilen kitabın
ayetleridir.
"Ne var ki onlar
ayetlerimizden yüzçevirdiler." Ayetlerimizi tefekkür edip düşünmediler.
"Sabahleyin"
sabah vakti "onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi." Sağlam
binalar, kaleler yapmaları, dünya malı toplamaları gibi "Yaptıkları işler
onları kurtaramadı." azaba engel olamadı.
"Biz gökleri,
yeri ve aralarındaki varlıkları yerli yerince" Hakka uyacak, Hakka
sarılacak, fesadın devam etmesine serlerin ayakta kalmasına müsait olmayan
mahlûkat olarak "yarattık. Kıyamet elbette" şüphesiz
"kopacaktır." Herkes amelinin karşılığını görecektir. Ey Muhammedi
"O halde" kavmine karşı "güzel bir şekilde davran."
Onlardan şikayet etmeksizin uzak dur. Onlardan intikam almakta acele etme.
Onlara hoşgörülü ve yumuşak huylu birinin mu-amelesiyle muamele et.
"Şüphesiz
ki" seni de onları da her şeyi "yaratan" senin de onların da hayatını
elinde tutan ve senin durumunu da onların durumunu da gayet iyi "bilen
ancak Rabbindir." Her şeyin kendisine havale edilmesine lâyık olan Odur.[42]
Bu kıssalar bu surede
zikredilen üçüncü ve dördüncü kıssalardır. Birinci kıssa: Hz. Adem (a.s.) ve
İblis kıssalarıdır. İkinci kıssa: Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Lut (a.s.)
kıssalarıdır.
Üçüncü kıssa: Eyke
halkı kıssasıdır. Eyke halkı Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavmidir. Bunlar ormanlık
(birbirine sarmaş dolaş olmuş bol ağaçların bulunduğu) bir bölge halkıydılar.
Hz. Şuayb (a.s.)'ı yalanladılar. Allah da onların Allah'a şirk koşmaları, ölçü
ve tartıda hile yapmaları sebebiyle (Yevmü'z-Zulle) azabı ile yani sabah vakti
korkunç bir çığlıkla helak etti.
Dördüncü kıssa: Hz.
Salih (a.s.) ile kavmi kıssasıdır. Mucize olarak gönderilen "dişi
deve" de kaya parçasından çıkmış olması, bünyesinin büyüklüğü, çıkar
çıkmaz süt vermesi ve bol sütlü oluşu gibi pek çok ibretler vardı.
Bu kıssaları
anlatmaktan fayda-daha önce de beyan ettiğimiz gibi- Cennetleri kazanmaya
vesile olacak ibadet ve taati teşvik etmek ve Cehennem azabına götüren isyandan
sakındırmak, kavminin kendisini yalanlamasına karşılık peygamberimiz (s.a.)'i
teselli etmektir.
Bu arada "Biz
gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları yerli yerince yarattık" ayetinin
ilişkisine gelince: Allah Tealâ kâfirleri helak ettiğini zikredince sanki helak
etme ve azab etme nasıl Rahim: (çok merhamet edici) olan Allah'a yakışır, gibi
bir sual sorulmuş farzediliyor ve bu suale karşı şu şekilde bir cevap veriliyor:
Ben mahlûkatı ibadet ve taatle meşgul olsunlar, diye yarattım. Onlar bunu
terkedip bundan yüzçevirdikleri zaman onları helak etmek ve yeryüzünü onlardan
temizlemek hikmetin gereği olarak gerekli olmaktadır. Yahut bu ayetten murad
kavminin beyinsizliğine karşı Hz. Muhammed (s. a.)'e sabır tavsiye etmektir.
Çünkü geçmiş peygamberlere ümmetlerinin bu gibi seviyesiz muamelelerle muamele
ettiklerini bilirse Peygamberimiz (s.a.)'in de kavminin beyinsizliklerine karşı
tahammül etmesi kolaylaşır.
[43]
Eyke halkı -Hz. Şuayb
(a.s.) kavmi- Allah'ı şirk koşmaları yolkesicilik yapmaları, ölçü ve tartıda
hile yapmaları sebebiyle zalim kimselerdi. Korkunç bir çığlık, şiddetli bir yer
sarsıntısı ve (Yevmü'z-Zulle: Bulutlu gün) azabı ile Allah da onlardan intikam
aldı. Halbuki onlar Hz. Lut (a.s.) kavminden sonra ama ona yakın bir zamanda ve
yer olarak da onların kasabalarına yakın bir yerde yaşamışlardı. Bunun için Hz.
Şuayb (a.s.) onları: "Lut kavmi sizden uzak değildir" (Hûd, 11/89)
diyerek uyarmıştı.
İbni Merdüveyh ve İbni
Asakir'in Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri \iad\s-\ şerifte Çe^gamberinviı
la.a.^ şöy\e. b\\y\iYmu%\a.Yd\r. "Medyetv ve Eyke halkı iki ümmet olup
Allah bunlara Hz. Şuayb (a.s.)'ı peygamber olarak göndermişti."
"Biz Eyke
halkından da intikam aldık..." Yani küfürlerine ve isyankârlıklarına
karşılık olarak onları cezalandırdık.
Eyke halkını
"Bulutlu günle cezalandırdık. O zaman onlara hiç gölge bulunmaksızın yedi
gün şiddetli bir sıcaklık isabet etmişti. Sonra onlara bulut gönderdi. Bu
bulutun gölgesine oturdular. Allah da onların üzerlerine ateş gönderip bu ateş
de onları yakıp helak etti. Medyen halkını ise sayha (korkunç çığlık) ile
cezalandırdık.
"Bu iki kavmin
harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir." Yani Lut kavmine ait kasabalar
ile Eyke halkının toprakları halkın Hicaz-Şam yolculuğu yaparken izledikleri
işlek bir yol üzerindedir.
İmam: İzlenen, uyulan
demektir. "Yol"a imam adı verilmiştir. Çünkü kişinin arzu ettiği
yere varıncaya kadar izlediği ve uyduğu hafta yol denilmiştir.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak, Hicr Vadisinin halkı olan Semûd Kavmini zikrederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri yalanladılar." Yani Semûd Kavmi
peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'i yalanladılar. Bütün peygamberler tevhid,
Allah'a kulluk ve temel faziletli ameller hakkında aynı noktada ittifak
ettikleri için, kim bir peygamberi yalanlarsa bütün peygamberleri yalanlamış
olur.
"Biz onlara
ayetlerimizi gönderdik..." Biz Hicr Vadisi halkına peygamberleri Hz.
Salih (a.s.)'in duasıyla kupkuru bir kaya parçasından Allah'ın çıkardığı Dişi
Deve" mucizesi gibi, Hz. Salih (a.s.)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet
eden mucizeler, deliller, ayetler verdik. Ancak onlar ayetlerimizden
yüzçe-virdiler, mucize deveyi kestiler ve bundan ibret almadılar. Deve bu
beldede dolaşıyor, o civarda bulunan küçük bir nehirden bir gün bu deve su
içiyor, ertesi gün de vadi halkı bu nehirden su içiyorlardı. Devenin bu
kabileye (Semûd Kavmine) yetecek kadar bol sütü vardı.
Semud Kavminin
dağlardaki taşlan yontarak yaptıkları evleri vardı. Bu evlerin sağlamlığı
sebebiyle korkusuz bir şekilde düşmanlardan emin olarak yaşıyorlardı. Bu evler
Tebuk'e giderken Peygamberimiz (s.a.)'in uğradığı Hicr Vadisinde (Bugün Suudi
Arabistan'da Medainü Salih denilen yerde) hâlâ müşahede edilmektedir.
Efendimiz (s.a.) buraya gelince başını örtmüş, bineğini hızlandırmış,
Buharî'nin ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre ashabına:
"Azaba uğrayan kavimlerin evlerine ağlayarak girin. Ağlamazsanız, onlara
isabet eden belâlar size isabet eder korkusuyla ağlamaya çalışın, ağlar gibi
görünün."
"Sabahleyin
onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi. Semud Kavmi azgm-laşıp haddi aşıp da
mucize deveyi kestiklerinde azabın kendilerine vaadedüen dördüncü gününde sabah
vakti helak edici korkunç çığlık onları yakalamıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurdu: "Salih dedi ki: Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu
yalanlanamayacak bir tehdittir." (Hûd, 11/65)
"Yaptıkları işler
onları kurtaramadı." Rabbinin emri gelince bu mallarının onlara faydası
dokunmadı. Edindikleri mallar bu azaba engel olamadı. Dağlarda kayaları yontup
ev yapmaları, kendilerine (bahçeleri sulamada kullandıkları) su hususunda
sıkıntı çekmemeleri için devenin bol su içmesine göz dikip nihayet deveyi
kesmelerine sebep olan ekin ve meyvalardan istifade etmeleri gibi kazançlardan
yeteri kadar yararlanamadılar. Bilâkis oldukları yerde helak oldular.
Allah Tealâ kâfirlere
helak etmeyi haber verince sanki bir şahıs: Çok merhametli ve çok ikramsever
olan Allah'a kullarına azab etmek ve onları helak etmek nasıl yaraşır? diye
sormuş farzedilmektedir. İşte buna Cenab-ı Hak şu ayetle cevap veriyor:
"Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları" Hak ile yani adalet ve
hikmetle "yarattık." Zulmederek yahut batıl olarak, boş yere yaratmadık.
Bunun sebebi yaradılanlann ibadet ve taat etmeleri içindir. Bu ibadet ve taati
bırakır, bundan yüzçevirirlerse adalet ve hikmetin gereği olarak onları helak
etmek ve yeryüzünü onlardan temizlemek gerekli olmaktadır. Burada Peygamberimiz
(s.a.)'i yalanlayanların ahirette azab görmelerinin hak, adalet hikmet ve
bizzat beşer için maslahat olduğuna işaret edilmektedir.
"Kıyamet elbette
kopacaktır." Yani kötülük işleyenleri yaptıklarına karşılık cezalandırmak,
güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için kıyamet günü şüphe
yok ki gelecektir. Bu ayette isyankârlar için tehdit, itaatkârlar için teşvik
vardır.
"O halde güzel
bir şekilde davran" Yani Ya Muhammed, müşriklerden yüz-çevir. Onlardan
karşılaştığın eziyetlere karşı yumuşak huyluluk ve müsamaha ile güzel bir
şekilde yüzçevirerek tahammül et.
Bu emir insanlara
güzel bir ahlâkla davranmaya çalışmaktır. Bu neshedil-memiş, hükmü devam eden
bir emirdir. Her ne kadar "Güzel bir şekilde yüzçe-vir" emri, savaş
emri geldikten sonra neshedilmiş kanaati yaygın olsa da.
Fahreddin Razî diyor
ki: Müsamahakârlığın kılıç kullanma ayetiyle neshedilmiş olması uzak bir
ihtimaldir. Çünkü bundan maksat güzel ahlâk, af ve müsamaha gösterilmesidir. Bu
nasıl neshedilmiş olabilir![44]
"Şüphesiz ki her
şeyi yaratan ve bilen ancak Rabbindir" Yani Rabbin çok çok yaratandır, her
şeyi o yaratmıştır. İlmi çok geniştir. Her şeyi bilir.
Bu ayet öldükten sonra
dirilmeyi, Allah Tealâ'nm kıyameti meydana getirmeye kadir olduğunu ispat
etmektedir. Çünkü o hiçbir şeyi yaratmaktan âciz olmayan yüce yaratıcı ve parça
parça olan ve yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan cesetleri bilendir.
Herkes ona dönecek, huzurunda hesaba çekilecektir.
[45]
Beşeriyeti sarsan,
duygularını tahrik eden mecburî uyanışa, iman ve salih ameller sahasına koşmaya
teşvik eden bu iki kıssa peygamberlerini yalanlayan, haksızlık yapan ve
sonunda tamamen helak olan ümmetlerin kıssalann-dandır.
Eyke halkı (Hz. Şuayb
kavmi) çeşitli hayırlar ve nimetler içinde oldukları, meyveli ağaçlarla dolu
bağlar, bahçeler ve ormanların sahipleri oldukları halde peygamberleri olan Hz.
Şuayb (a.s.)'ı yalanladılar.
Allah Tealâ'nın
hikmeti olarak Lut kavmin şehrinin ve Eyke kasabasının kalıntıları bugüne kadar
ayakta kalmış oradan gelip geçenlerin ibret almaları için hâlâ müşahede
edilmekdedir.
Aynı şekilde (Medine
ile Tebûk arasındaki Semud Kavmi diyarı olan) Hicr Vadisi halkı, peygamberleri
Hz. Salih (a.s.)'ı yalanlamışlar, onun risaletine iman etmemişlerdir. Bir
peygamberi yalanlayan bütün peygamberleri yalanlamış olur. Çünkü bütün
peygamberler temel esaslarda aynı din üzerindedirler. Aralarını ayırmak caiz
değildir.
Bu yalanlayanların
cezası ibret alacaklara ibret olması, düşünenlere ders ve tefekkür vesilesi
olması için tam bir helak olma, yok olma ve yerle bir olma cezasıdır. Mallan,
dağlardaki kaleleri ve vücutlarının kuvvetli olmasının onlara faydası
dokunmadı. Gökleri ve yeri yaratan Allah mahlûkatı arasında adaleti ortaya
koymak ve bütün insanların hesabım görmek üzere öldükten sonra diriltmeye,
ahiret hayatına ve kıyamete kadirdir.
Âlimler, bu ayetlerden
Sünnet-i Seniyye ışığında aşağıdaki hükümleri çıkarmışlardır:
1- Azab
bölgelerine girmenin mekruh oluşu. Kâfirlerin mezarlıklarına girmek de
böyledir. İnsan eğer böyle yerlere ve mezarlıklara girerse daha önce
zikredildiği gibi peygamberimizin irşad ettiği şekilde ibret alma, korku içerisinde
bulunma ve oradan süratle geçme vasıfları üzerinde olmalıdır.
Nitekim peygamberimiz
(s.a.): Babil şehrine girmeyin. Çünkü orası lanetlenmiştir. "
buyurmuştur.
Buharî'deki İbni Ömer
hadisinin diğer rivayetleri de vardır. Buna göre: Rasulullah (s.a.) Tebuk
Gazvesi esnasında Hıcr Vadisi'nde konaklayınca ashabına bu bölgedeki
kuyulardan su içmemelerini, hayvanları sulamamalarını emretti. Sahabe-i Kiram:
Bu su ile hamur yoğurduk ve hayvanlarımıza ise su aldık dediler. Efendimiz
(s.a.) suların dökülmesini ve bu hamurun atılmasını emretti.
Hadisin bir başka
rivayetinde: Ashab-ı Kiram, Rasulullah (s.a.) ile birlikte Hicr Vadisinde
(Semûd Kavmi topraklarında) konakladılar. Kuyulardan su aldılar, bu su ile
hamur yaptılar. Rasulullah (s.a.) aldıkları suyu dökmelerini, hamuru develere
yedirmelerini emretti. Onlara develerin su içtikleri diğer kuyulardan su
almalarını emretti.
2- Allah'ın
gazabından kaçmak için gazaplı yerin suyundan istifade etmenin caiz olmaması:
Zira peygamberimiz (s.a.) Semud kuyularının suyunun dökülmesini ve bu su ile
yapılan hamurların atılmasını ve develere yem olarak vermelerini emretti. Bu
emir pis suyun içilmemesi ve onunla hamur yapılmaması emrine uygunluk
arzetmektedir.
3- İmam
Malik diyor ki: kullanılması caiz olmayan yiyecek ve içeceklerin develere ve
diğer hayvanlara yedirilmesi caizdir. Zira hayvanların mükellefiyeti yoktur.
Pislenen bal da böyledir. Arılara yedirilir.
4-
Rasulullah (s.a.) bu sularla yapılan hamurun develere yedirilmesini emretti,
Hayber'deki ehlî eşeklerin eti gibi atılmasını emretmedi. Bu durum ehlî eşek
etinin haram olma yönünden daha şiddetli, necislik yönünden daha necis olduğuna
delâlet etmektedir.
5-
Peygamberimiz (s.a.) necis hamurun develere yedirilmesini emretmesi sebebiyle,
kişinin necis bir şeyi köpeklerine yedirmesi caizdir.
6-
Peygamberimiz (s.a.)'in mucize devenin kuyusundan su almalarını emretmesi
sebebiyle, peygamberler ve salihler çok önceki asırlarda yaşamış olsalar da,
izleri silinse de onların eserleriyle teberrük etmek (bu eserlerden Allah'ın
izniyle bereket geleceğini ummak) caizdir.
7- Bazı
âlimler azap yerinde namaz kılmayı caiz görmemekte ve şöyle demektedirler:
Böyle yerde namaz caiz değildir. Çünkü burası ilâhî öfke yeri, gazap
bölgesidir. Bu yerin toprağıyla teyemmüm etmek, suyuyla abdest almak caiz
değildir, burada namaz kalmak da caiz değildir.
Tirmizî'nin İbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şu yedi yerde namaz kılmaktan
nehyetti.
a) Çöplük
b) Mezbaha
c) Mezarlık
d) Yol ağzı
e) Banyo
f) Deve
ahırı
g)
Beytullah'm üstü
Malikîler bunlara şu
yerleri de ilâve ettiler: Gaspedilen ev, kilise ve havra, içinde heykel bulunan
ev, gaspedilen arazi, uyuyan kimseye veya bir insanın yüzüne dönülecek yer,
üzerinde necaset bulunan duvar. (Malikîlere göre buralarda da namaz kılmak
nehyedilmiştir.)
Fakat âlimler
müşriklerin mezarlığındaki temiz bir yerde teyemmüm etmenin, kilise veya
havrada temiz bir yerde namaz kılmanın caiz olduğunda ittifak etmişlerdir.
İmam Malik: Zaruret olmadıkça üzerinde resimler bulunan yaygı ve seccade
üzerinde namaz kılınamaz, demiştir.
Namaz kılınması yasak
olan yerler Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Cabir (r. a)'den rivayet ettikleri:
"Bana yeryüzü mescid ve (teyemmüm etmek üzere) temiz kılındı"
hadis-i şerifinden istisna edilmiştir.
8- İçine
tarıma elverişli hale getirilmek üzere gübre veya pis kokulu şeyler atılan
bahçede de üç defa sulanmadıkça namaz kılınamaz.
Bunun delili
Darakutnî'nin İbni Abbas'dan rivayet ettiği, içine gübre veya pis kokulu şeyler
atılan bahçe hakkında Efendimiz (s.a.)'in: "Üç defa sulandığı zaman orada
namaz kıl" buyurduğu hadis-i şeriftir.
[46]
87- Şüphesiz ki biz, sana namazlarda tekrar
tekrar okunan yedi ayeti (Fati-ha'yı) ve yüce Kur'anı verdik.
88- Sakın kâfirlerden
bir kısmına verdiğimiz çeşitli dünya nimetlerine (heves- lenip) göz dikme.
Onların âkibetlerine üzülme. Müminlere,
merhamet kanatla- nm indir.
89. De ki: ,,Şüphesiz
ki ben apaçık bir uyarıcıyım.»
90- Nitekim biz,
bölücülere de emrimizi indirmiştik.
91- "Onlar
Kur'an'ı (bir kısmına iman edip bir
kısmına iman etmeyerek) parçalara böldüler"
92-93- Yapmış
oldukları amellerden do- lay!» Rabbine yemin olsun ki, onların hepsini hesaba çekeceğiz.
94- (Ey peygamber!)
Emrolunduğun şeyi açıkça tebliğ et.
Müşriklerden yüzçevir.
95- Alay edenlere
karşı biz sana yeteriz.
96- Onlar Allah'la beraber bir ilâh edinirler.
Yakında bileceklerdir.
97- Şüphesiz ki biz,
onların söylediklerinden senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz.
98- Sen, Rabbini hamd
ile teşbih et. Secde edenlerden ol.
99- Sana ecel
gelinceye kadar, Rabbine ibadet et.
90. ayetteki
"Nitekim biz indirmiştik..." cümlesindeki kâf harfinin müteal-lakı
87. ayettir. Buna göre: "Bölücülere emrimizi indirdiğimiz gibi, sana da
yedi ayet olan ve namazlarda tekrar edilen Fâtiha'yı... indirmiştik",
şeklinde mana verilmektedir.
Yahut kâf harfinin
müteallakı 89. ayettir. Buna göre mana: Bölücülere emrimizi indirdiğimiz gibi
sizi de azapla uyarırım, demektir. Bölücüler Mekke yollarını ve ilk
müslümanlara yapılan cezaları aralarında bölüşenler, insanların Peygamberimiz
(s.a.)'in sözünü dinlemesine engel olanlardır.
[47]
"Biz sana namazlarda
tekrar tekrar okunan yedi ayeti (Fatihayı) ve yüce Kur'an'ı verdik"
ayetinde umumî olan Kur'an hâs olan Fatihaya atfedilmiştir.
"Müminlere
merhamet kanatlarını indir." ayetinde istiare-i tebaıyye vardır. Bir
kenarı eğmek kanadı indirmeye teşbih edilmiştir. Her ikisinde de şefkat ve
incelik vardır. Müşebbehûn bih (benzetilen) müşebbeh'e (benzeyene) istiare
edilmiştir.
[48]
"Biz sana
namazlarda tekrar tekrar okunan" Buradaki (el-Mesani) kelimesi (müsenna)
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de tekrar ve iade etmek mana-sındaki tesniye
kelimesinden gelmektedir. (es-Seb'ul-Mesânî: Namazlarda tekrar tekrar okunan
yedi ayet) Buharî ve Müslim'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.)'in buyurduğu gibi Fatiha Suresi'dir. Çünkü bu sure namazda
her rek'atte okunmaktadır ve ayetleri de yedi tanedir."yedi ayeti"
Fa-tiha'yı "ve Yüce Kur'an'ı verdik"
"Onlardan bir
kısmına verdiğimiz çeşitli dünya nimetlerine göz dikme." Başkasının
yanındaki dünya çer-çöpüne bakarak heveslenme. Ezvâcen: Çeşit çeşit demekdir.
İman etmezlerse
"Onların âkibetlerine üzülme. Müminlere merhamet kanadını indir."
Yumuşak davran. Burada murad edilen alçakgönüllülük ve yumuşaklıktır. Bu
ifade, yavrularını bağrına basan ve kanatlarıyla örten manasında "kuş
yavrularına kanatlarını indirdi" ifadesine mutabıktır.
"De ki: Şüphesiz
ki ben apaçık" uyarısı gayet açık olan, Allah'ın azabının size inmesini
bildiren "bir uyarıcıyım." İman etmeyen kimseyi Allah'ın cezasından
korkutucuyum. Yani, iman etmezseniz Allah'ın azabının size ineceğini a£ık bir
şekilde ve burhan ile sizi uyarıyorum.
"Nitekim
biz" azabımızı "bölücülere de emrimizi indirmiştik." Bölücüler
Hac Mevsimi günlerinde, Mekke girişlerini aralarında bölüşen 12 kişi olup insanları
Rasulullah (s.a.)'a iman etmekten engellemeye çalışıyorlardı. Allah Te-alâ da
bunları Bedir günü helak etti. Bir başka görüşe göre: Bölücüler Ehl-i Kitap
(Yahudi ve Hristiyanlar)dır.
"Onlar Kur'anı
parça parça böldüler." Müşrikler inatçılık yaparak şöyle dediler:
Kur'an'ın bir kısmı haktır, Tevrat ve İncil'e muvafıktır. Bir kısmı batıldır,
Tevrat ve İncil'e aykırıdır. Yahut Kur'anı şiir, büyücülük, kâhinlik ve eskilerin
masalları kısımlarına ayırdılar. Burada Kur'an'dan Ehl-i Kitab'ın maksadı
kendilerine inen kitapları ise; Ehl-i Kitap kitaplarının bir kısmına iman edip
bir kısmını inkâr ettiler. Dolayısıyla bu durum Peygamberimiz (s.a.)'e teselli
olmaktadır.
"Parça parça
böldüler" Yani Kur'anı uydurma saydılar. Yahut bir kısmına iman ettiler,
bir kısmını inkâr ettiler.
"Rabbine yemin
olsun ki, onların hepsine soracağız." (Onları hesaba çekeceğiz). Hepsine
soracağız ifadesi Kur'anın bölünmesine veya onun "sihirbazlık" diye
nitelendirilmesine karşı ihtar manasındadır. Allah onları buna karşı cezalandıracaktır.
Yahut bu ifade onların yaptıkları küfür ve isyankârlık gibi bütün amelleri için
umumî bir ifadedir. Buradaki sormaktan maksat haber alma yahut bilgi edinme
manasında değildir. Çünkü Allah her şeyi bilmektedir. Fakat onlara ihtar
manasında soracak ve niçin Kur'ana isyan ettiniz? Bu konuda hüccetiniz nedir?
diyecektir. Bu İbni Abbas'ın görüşüdür. Ikrime ise şöyle der: Kıyametin çeşit
çeşit sahneleri vardır. Bazan bu ayette olduğu gibi hem soru hem de cevap olur.
Bazan da "O gün hiçbir insana ve hiçbir cinniye günahından sorulmaz"
(Rahman, 55/39) ayetinde olduğu gibi ne soru sorulur ne de söz hakkı verilir.
Ey Muhammed
"Emrolunduğun şeyi" insanlara "açıkça tebliğ et" ve bunu
yerine getir. Bu ayet bir şeyi açıkça anlattı, ifadesinden alınmıştır.
"Müşriklerden yüz çevir."
"Alay edenlere
karşı" onların herbirini bir belâ ile helak etmek suretiyle "Biz sana
yeteriz." Bu alay edenler Velid b. Mugîre, Âs b. Vâil, Adiyy b. Kays,
Esved b. Abdilmuttalib, Esved b. Abdi-Yegûs idi.
"Onlar Allah'la
beraber bir ilâh edinirler." Yaptıklarının dünya ve ahiret-teki âkibetini
"yakında bileceklerdir."
"Şüphesiz ki
biz" alay etme ve yalanlama gibi "onların söylediklerinden senin
canının sıkıldığını" üzüntü ve sıkıntıdan dolayı kalbinin daraldığını
"çok iyi biliyoruz."
"Sen Rabbini hamd
ile" birlikte "teşbih et" Yani (Sübhanallahi ve bi-ham-dihî) de.
"Secde edenlerden" namaz kılanlardan "ol."
"Sana ecel"
ölüm "gelinceye kadar Rabbine ibadet et." Rivayet edildiğine göre
peygamberimiz (s.a.), herhangi bir iş sebebiyle endişelenir üzülürse derhal namaza
koşardı.
[49]
95. Ayetin indiriliş
sebebi ile ilgili olarak, Bezzar ve Taberanî'nin, Enes b. Malik (r. a)'den
rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Mekke'de bir takım kimselerin
yanından geçti. "Kendisini peygamber zanneden kişi budur," diyerek
onun arkasından kaş-göz işareti yapmaya başladılar. O sırada Efendimiz
(s.a.)'in yanında Cebrail (a.s.) da vardır. Cebrail de eliyle işaret yaptı. Bu
işaret onların cesetlerinde tırnak gibi çıktı. Sonra çıban oldu, nihayet
kokmaya başladılar. Hiç kimse bunlara yaklaşamıyordu. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz" (Hicr, 95) ayetini
indirdi.
[50]
Ceban-ı Hak kavminin
eziyetlerine karşı Hz. Muhammed (s. a.)'e sabır tavsiye edip ona hoşgörü ile
davranmasını emredince bunun ardından Allah Tealâ'nın Hz. Muhammed (s. a.)'e
tahsis ettiği büyük nimetleri zikretti. Çünkü insan kendi üzerindeki Allah'ın
nimetlerini hatırlayınca müsamahakâr ve affedici oluşu kolaylaşır.
[51]
"Allah'a yemin olsun
ki, Ey peygamber! Biz sana Seb'ul-Mesanî'yi; namazlarda tekrar tekrar okunan
yedi ayeti ve yüce Kur'anı indirdik."
1- "es-Seb'ul-Mesanî":
Yedi ayeti olan ve namazın her rek'atında tekrarlanan Fatiha Suresi'dir.
Besmele bu surenin yedinci ayetidir. Allah bu sureyi sadece size indirdi.
Buharî
"es-Seb'ul-Mesanî" hakkında biri Ebû Said b. Muallâ'dan, diğeri Ebû
Hureyre'den olmak üzere iki hadis-i şerif rivayet etmiştir:
a) Ebû Said
b. Muallâ'nın hadisi şöyledir: Namaz kılarken Peygamberimiz (s.a.) yanıma
uğradı. Beni çağırdı. Namazı bitirmeden onun yanına gitmedim Sonra gittim.
Bana:
— Senin bana gelmene
engel olan nedir? dedi. Ben de:
— Namaz kılıyordum,
dedim Peygamberimiz (s.a.)
— Allah: "Ey iman
edenler! Allah'ın rasulü sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği
zaman hemen Allah'ın ve rasulünün davetine icabet edin" (Enfal, 8/24)
buyurmadı mı? Sana mescidden çıkmadan önce Kur'an'daki en büyük sureyi
öğreteyim mi? Peygamberimiz (s.a.) Mescidden çıkmaya kalkınca ona sözünü
hatırlattım. Şöyle buyurdu: "Elhamdülillahi Rabbil-Âlimîn, bana verilen
es-Seb'ul-Mesanî ve yüce Kur'andır."
b) Ebû
Hureyre'nin hadisi şöyledir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kur'anın
anası 'es-Seb'ul-Mesanî' Fatiha süresidir."
2- Bir başka
görüşe göre es-Seb'ul-Mesanî yedi uzun sure: Kıssalar, hükümler ve cezaların
tekrar edildiği; Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Enfal
sureleridir.
3- Bir diğer
görüşe göre: "es-Seb'ul-Mesanî"den maksat: Bütün Kur'andır. Buradaki
atıf müteradif (eşanlamlı) iki kelimenin birbirine atfedilmesidir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'anı
müteşabih (ayetleri birbirine benzeyen) mesani (karşılıklı hükümleri zikreden)
bir kitap olarak indirmiştir." (Zümer, 39/23) Kur'an bir yönden müteşabih,
diğer yönden mesanidir.
Tercih edilecek görüş
Buharî'nin açıklamasının Fâtiha'nın es-Seb'ul-Mesa-ni olduğu hakkında kesin
nass olmasıdır. Ancak İbni Kesir'in dediği gibi Fâti-ha'dan başkasında bu vasıf
olduğunda ona bu vasfın verilmesine engel yoktur. Kur'an'ın tamamının da bu
vasıfla anılması gerçeğe aykırı değildir. Ayet Küba Mescidi'nde nazil olmuştur.
Bu hususta hiçbir çelişki yoktur. Bir şeyin bir isimle zikredilmesi aynı ortak
vasfi taşıyan bir başka şeyin de aynı isimle anılmasına engel değildir.[52]
Bu büyük lütuftan
sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey Rasulüm! -Hitap aslında ümmetinedir-
Zenginlere verdiğimiz dünya hayatının zinetine he-zeslenme." Zira bunun
ardından şiddetli bir ceza vardır.
"Onların içinde
bulundukları dünya metaı ve geçici zevkleri bırakıp Allah'ın sana verdiği Yüce
Kur'an ile iktifa et." mana şudur: Allah'ın sana yaptığı vahiyle iftihar
et. O'nun nimetinin azametini takdir et. Dünyaya ve dünyanın zinetine ve dünya
ehlini imtihan etmek için kendilerine verdiğimiz geçici süslere bakma. Onların
içinde bulundukları duruma imrenme. Onların seni yalanlamalarına ve senin
dinine muhalif olmalarına kırılma. Sen büyük bir nimet içerisinde olduğun
zaman bu nimete göre diğer nimetler basit gelir, önemsiz sayılır. Bu ifade
Kur'an'ın büyük bir servet, hayır ve kurtuluş yolu olduğuna delildir. Bu
ayetin bir benzeri de: "(Ey Muhammedi) Bir kısım kâfirler, kendilerini
imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün
olmasın." Tâ-Hâ, 20/131).
Hz. Ebubekir (r.a.)
diyorki: "Kime Kur'an verilir de, başkasına kendisine verilen bu nimetten
daha üstün bir nimetin dünyada verildiğini zannederse büyük nimeti küçültmüş,
küçük nimeti büyültmüş olur."
"Onların durumuna
üzülme" İslâm'ın kuvvet bulması müslümanlarm izzet bulması için, müşrikler
iman etmiyorlar diye üzülme. Denilmiştir ki: Ayetin manası şöyledir: Onlara
verilen bu dünya nimetine bakıp üzülme. Senin için ahirette daha üstün nimetler
vardır.
Kafirlerin
zenginlerine bakmaktan nehyettikten sonra Rasulüne müslümanlarm fakirlerine
karşı alçakgönüllü olmayı emrederek şöyle buyurdu:
"Müminlere
merhamet kanatlarını indir." Yani müminlere yumuşak davran. Tevazu ile
davran. Onlara sert ve katı davranma. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette
şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından verilen rahmet sebebiyle onlara
yumuşak davrandın. Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar
etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve onlar için Allah'tan
mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişare et. (Âl-i İmran, 3/159).
Bundan sonra Allah onu
"uyarma" vazifesine yönelterek şöyle buyurdu: Ey Muhammedi De ki!
Yalanlama ve dalâlette devam etmek sebebiyle peygamberlerini yalanlayan önceki
ümmetlere gelen ve onları kuşatan intikam ve azab gibi acıklı bir azaptan
uyarıcı ve kurtarıcıyım."
Buharî ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benim ve Allah'ın, benimle
gönderdiği kitabın misali şu adam gibidir: Adam kavmine gelir ve şöyle der: Ey
kavmim! Ben düşman ordusunu gördüm. Ben gerçekten açık bir uyarıcıyım.
Yetişin! Yetişin! Kavminden bir gurup ona itaat eder. Derhal yola çıkar,
yürümeye devam eder ve kurtulurlar. Kavminden diğer gurup da onu yalanlarlar,
yerlerinde dururlar. Düşman ordusu ansızın çıkagelir. Hepsini helak eder, yok
eder. İşte bana itaat edip de benim getirdiğim kitaba uyan ile bana isyan edip
benim getirdiğim Hak kitabı yalanlayan kimselerin misali budur."
"Nitekim biz
bölücülere de emrimizi indirmiştik. Onlar Kur'an 'ı (bir kısmına iman edip bir
kısmına iman etmeyerek)parçalara böldüler." (Hicr, 90-91).
(Ke-mâ enzelnâ)
kelimesindeki kâfin müteallakı hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Kâfin
müteallakı 87. ayettir. Yani senden önceki ehl-i kitaba (Yahudi ve
Hristiyanlara) Tevrat ve İncili indirdiğimiz gibi sana da Kur'an'ı indirdik.
Yahudi ve Hristiyanlar Kur'an'ı kısımlara ayırdılar. Tevrat ve İncil'e uygun
olan kısmına iman ettiler. Bu iki kitaba aykırı olan kısmını inkâr ettiler.
Kur'an'ı (kendi zanlarınca) Hak ve Batıl diye iki kısma ayırdılar.
Bu görüş Buharî, Said
b. Mansur, Hakim ve İbni Merdüveyh'in İbni Ab-bas'dan rivayet ettikleri
görüştür.
İkinci Görüş: Kâfin
müteallakı 89. ayettir. Yani bu bölücülere -Yahudi ve Hristiyanlara-
indirdiğimiz azab gibi Kureyş'i de azabın geleceği uyarısı ile uyar.
Bu durum, Kureyza ve
Nadiroğulları'na uygulanan husustur. Beklenen şey olmuş gibi telakki
edilmiştir. Bu mucizedir. Olacak bir şeyi haber vermektir. Bu da olmuştur,
gerçekleşmiştir.
Bu iki görüşten
herbiri bölücüleri Ehl-i Kitaptan saymaktadır. Bölünen yani kısım kısım telakki
edilen Kur'an'dır. Burada Kur'an'la kastedilen okudukları kitaplardır. Bunlar
bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettiler. Bu Peygamberimiz (s.a.)'i teselli
babından olmaktadır. Zira onun kavmi (Kureyşli-ler) Kur'an hakkında sihirdir,
şiirdir yahut kâhinliktir, demişlerdir.
Burada bir üçüncü
görüş daha vardır ki, bu da İbni Abbas'dan rivayet edilmiştir. Fahreddin Razî
bunu birinci görüş olarak saymıştır. İbni Abbas bu rivayette şöyle demiştir:
Bunlar Mekke yollarını aralarında taksim eden kimselerdir. İnsanları,
Rasulullah (s.a.)'a iman etmekten menetmektedirler. Sayılan 40 kadardı.
Mukatil b. Süleyman:
Sayıları 16 kişiydi. Bunları Velid b. Mugire Hac Mevsiminde görevlendirmişti.
Bunlar aralarında Mekke'nin tepelerini ve yollarını bölüşmüşlerdi. Buradan
Mekke'ye gelenlere: İçimizden çıkıp da peygamberlik iddia eden kişiye
aldanmayın. Çünkü bu adam mecnundur, diyorlar. İnsanları o sihirbazdır,
kâhindir veya şairdir diye Peygamberimiz (s.a.)'den nefret ettirmeye
çalışıyorlardı. Allah da onlara rezil-rüsvay edici bir hastalık gönderdi, en
kötü bir ölümle öldüler. Ayetin manası: Ben sizi bu bölücülere inen belâ gibi
bir belânın gelmesine karşı uyarıyorum, şeklindedir.[53] Bu
durumda bölücüler Kureyşlilerdir.
Bu uyarıdan sonra
Cenab-ı Hak amellerinin hesabı görüleceğine dair yüce zatına yemin ederek şöyle
buyurdu: "Rabbine yemin olsun ki hepsine soracağız" Yani Allah'a
yemin olsun ki, bütün kâfirlere ihtar ve azarlama suali olarak söz ve
hareketlerinden soracağız. Onlara bunun karşılığını tam olarak vereceğiz.
Ebu'l-Âliye, bu ayeti
şöyle tefsir etti: Allah, kıyamet günü bütün kullara şu iki şeyi soracak: neye
kulluk ettiklerini ve peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini soracak.
İbni Ebî Hatim, Muaz
b. Cebel'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: Ya Muaz! Kişi kıyamet günü bütün davranışlarından sorulacak:
Hatta gözlerinin sürmesinden, parmağındaki çamur artıklarından bile
sorulacaktır. Sakın kıyamet günü senden başkasının Allah'ın sana verdiği
nimetle senden daha mesud olduğunu görmiyeyim. (Sen kıyamette en mes'ud insan
olmaya çalış.)
Ey Peygamber! Senin
görevin uyarıcı olmak ve amellerinin hesabının görülmesi mutlak bir hakikat
ise senin üzerine düşen sadece açıktan davette bulunmaktır. Artık davette
gizlilik merhalesi sona ermiştir. Cenab-ı Hak buyurdu ki: "Emrolunduğun
şeyi insanlara açıkça tebliğ et" Yani davetinin tebliğini herkese açıkça
yap. Bununla müşriklerin karşısına çık. Onlara aldırış etme. Şüphesiz ki Allah
seni koruyacak ve onların şerrinden muhafaza edecektir. Müşriklerden yüz
çevir. Yani Rabbinden sana inen hususları tebliğ et. Seni Allah'ın ayetlerinden
menetmek isteyen müşriklere aldırma.
"May edenlere
karşı biz sana yeteriz." Bu Rabbani bir teminat ve korumadır. Biz seninle
alay edenlerin, sana düşmanlık edenlerin gayretlerine, seni ve Kur'an'ı alaya
alanların şerrine karşı sana yeteriz. Bunlar müşriklerden güç-kuvvet sahibi bir
topluluktu. Bunlar beş kişiydi: Velid b. Mugire, Âs b. Vail, Adiy b. Kays,
Esved b. Muttalib ve Esved b. Abdi-Yegûs.
Cebrail Rasulullah
(s.a.)'a, ben onlara karşı sana yardımcı olmakla emro-lundum, dedi.
Velid'in topuğuna
işaret etti. Elbisesine bir ok ilişti. Kibrinden onu çıkarmaktan imtina etti.
Bu ok topuğundaki bir damara isabet etti ve öldü.
Âs b. Vail'in dizine
işaret etti. Âs b. Vail dizine giren bir diken sebebiyle öldü. Esved b.
Muttalib'in gözlerine işaret etti. Esved'in gözleri kör oldu. Adiy b. Kays'ın
burnuna işaret etti. Adiy irin sümkürdü ve öldü.
Esved b. Abdi-Yegûs'e
işaret etti. Esved o sırada bir ağacın dalında oturuyordu. Hemen bir derde
tutuldu. Başını ağaca toslamaya, yüzünü dikenle yaralamaya başladı. Nihayet
öldü.[54]
Bu alay edenler müşrik
idiler. Bunun için Allah bu kişileri "Onlar Allah'la beraber bir ilâh
edinirler" Allah'a faydası ve zararı dokunmayan kimseleri şirk koşarlar.
Onlar işlerinin âkibetini, şirklerinin sonunu, küfürlerinin neticesini
"Pek yakında bileceklerdir." Bu ifade onların sonuçlarının kötü
olacağı şekilde bir tehdit ve ihtardır.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak müşriklerden karşılaştığı eziyete karşı peygamberini teselli ederek şöyle
buyurdu: "Şüphesiz ki biz onların söylediklerinden senin canının
sıkıldığını çok iyi biliyoruz." Ya Muhammedi Biz müşriklerin alaylarından
ve şirklerinden senin eziyet çektiğini gönlünün daraldığını gayet iyi
biliyoruz. Bu durum seni Allah'ın dâvasını tebliğ etmekten uzaklaştırmasın.
Sadece O'na tevekkül et. Çünkü O sana yeter, onlara karşı O sana yardımcıdır.
Daralmayı ve endişeyi gidermek için O'na iltica et. "Sen Rabbini hamd ile
teşbih et. Secde edenlerden ol. Sana ecel gelinceye kadar Rabbine ibadet
et."
Yani Allah'ın
zikriyle, O'na hamdetmekle, O'na teşbih etmekle, O'na ibadet etmekle (namazla)
meşgul ol. Sana ölüm gelinceye kadar buna devam et.
Burada ölüm
"yakın" kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü o yakînen olacak bir
olaydır. Bu tefsirin delili Allah Tealâ'nın Cehennemliklerden naklettiği şu
sözleridir: "Cehennemlikler dediler ki: Biz namaz kılanlardan değildik.
Yoksullara bir şey yedirmezdik. Batıla dalanlarla beraber biz de dalardık.
Ceza gününü yalanlardık. Ölüm (yakîn) gelene kadar bu halde devam ettik."
(Müddes-sir, 74/43-47).
Bu ayet gönül
darlığının ilâcının teşbih, takdis, tahmid ve çokça namaz kılmak olduğuna ve
namaz gibi ibadetin aklı sabit olduğu müddetçe her insana farz olduğuna işaret
ediyor. Kişi durumuna göre namaz kılacaktır.
Nitekim Buharî'nin
Sahihinde İmran b. Husayn (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Namazı
ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak, ona da gücün yetmezse yatarak kıl."
Bu ifadeler ayette
zikredilen "Yakîn" kelimesinin "Ma'rifet" manasında olduğunu
iddia eden bazı dinsizlerin ne büyük bir yanlışlık içinde bulunduğuna delildir.
Onlara göre onlardan biri marifete ulaşınca ondan mükellefiyet sakıt olur. Bu
inanç -İbni Kesir'in dediği gibi- küfür, sapıklık ve cehalettir. Çünkü
peygamberler ve onların ashabı insanlar içerisinde Allah'ı en iyi bilen, O'nun
haklarını ve sıfatlarını ve O'nun lâyık olduğu ta'zimi en iyi bilen kimseler
idiler. Bunun yanında insanların en çok ibadet edenleri ve vefat anına kadar
hayır işlemeye devam edenleri idiler.
Peygamberimiz (s.a.)
bir sıkıntı olduğu zaman, bir iş zorlaştığı zaman derhal namaza koşardı.
Ahmed b. Hanbel, İbni
Ammar'ın Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadis-i kudsî-yi duyduğunu nakleder: Allah
Tealâ şöyle buyuruyor: Ey Ademoğlu! Günün ilk saatlerinden dört rekat kılmaktan
âciz olma ki, sonunda senin yardımcın olayım."
[55]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı
Azim, Peygamberimiz (s.a.)'e ve müslümanlara mal ve servet gibi başka hiçbir
şeyle kıyas edilemeyecek kadar büyük bir nimettir.
2- Fatiha
Suresi, İslâmın temel esaslarını ihtiva ettiği için fazileti ve meziyeti için
özellikle zikredilen Kur'an'ın bir süresidir.
Hatta bu sure şu iki
sebeple Kur'an'ın en faziletli süresidir:
Birincisi: Kur'an1 dan
bir parça olduğu halde çok şerefli ve faziletli olduğuna delâlet etmek üzere
hususî bir şekilde zikredilmiştir.
İkincisi: Cenab-ı Hak,
bu sureyi iki defa indirmiştir. Bu da son derece faziletli ve şerefli olduğuna
delildir. Fatiha Suresi ilk defa Mekke'de Kur'an'da ilk defa inen sureler
arasında bir defa da Medine'de indi.
3- Müminin
yanında Mevlânın bilgisi olduğu müddetçe O'nun gözü dünyanın süslerine
heveslenmemelidir.
Peygamberimiz (s.a.)
Buharî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır:
"Kur'anla müstağni olmayan bizden değildir."
4- Bazıları
der ki: Bu ayet devamlı bir şekilde dünya metaına göz dikmekten menetmekte ve
kulu mevlâsına yöneltmektedir.
Gerçek şudur ki
Muhammed Mustafa'nın (s.a.) dininde, Hz. İsa (a.s.)'ın dininde olduğu gibi
ruhbanlık yani dünyayı tamamen terkedip sadece salih amellere yönelmek yoktur.
İslâm, ruh ile maddeyi, hem dünya hem de ahiret hayatı için çalışmayı, Allah'a
huzurlu bir kalp ile yönelmenin yanında vücudun mubah olan arzularını yerine
getirmeyi birarada toplayan; müsamahakâr tev-hid dini, fıtrat dini ve orta yol
dinidir.
5- Mümin
müşriklerden uzak olmalı, iman etmezlerse üzülmemeli. Müminlere yakın, onlara
karşı alçakgönüllü olmalı ve fakir olsalar bile müminleri sevmelidir.
6-
Peygamberimiz (s.a.)'in ve ondan sonra İslâmı bilen her müminin vazifesi:
Allah'ın dâvasını bütün insanlığa tebliğ etmek, küfür ve isyana karşı azapla
uyarmaktır. Peygamberimiz (s.a.)'in daveti ilk anda gizli bir davet idi. Sonra
"Emrolunduğunu insanlara açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüzçevir."
(Hicr, 94) ayetiyle bu davet açığa vuruldu.
7- Allah'ın
kitabının bir kısmına iman edip diğer kısmına inanmayarak Allah'ın kitabını
parça parça bölenlere, ister Ehl-i Kitap'tan (Yahudi ve Hristi-yanlardan)
olsunlar, isterse Kureyş müşriklerinden olsunlar, azaba uğramaları
kararlaştırılmıştır.
8- "Rabbine
yemin olsun ki onları sorguya çekeceğiz" ayeti umumî manasıyla, Cennete
hesapsız girenler hariç mümin olsun, kâfir olsun bütün insanların sorgu-suale
tabi tutulacağına delâlet etmektedir.
Anlaşılan şudur ki:
"Onları huzurumuzda durdurun, çünkü onlar hesaba çekileceklerdir."
(Saffat, 37/24) ve "Şüphesiz ki onların dönüşü bizedir. Onları hesaba
çekmek de bize aittir" (Gâşiye, 88/25-26) ayetlerinin delaletiyle kâfirler
sorguya çekileceklerdir.
Ancak "Suçlulara
günahları sorulmaz." (Kasas, 28/78) "İşte o gün insanlara da, cinlere
de günahları sorulmayacaktır. (Rahman, 55/39) "Allah (kıyamet günü)
onlarla konuşmayacaktır." (Bakara, 2/174) "O gün onlar Rablerinden uzaktırlar,
mahrumdurlar" (Mutaffifîn, 83/15) gibi ayetler kıyamet günü bazı özel
durumlar hakkındadır. Çünkü kıyametin çeşitli sahneleri vardır. Bir yerde hem
soru ve söz hakkı bulunurken; diğer bir yerde ise ne soru ne de söz hakkı
bulunmamaktadır.
İkrime diyor ki:
Kıyemet sahne sahnedir. Birinde soru sorulurken, diğerinde soru
sorulmayabilir.
İbni Abbas (r. a) diyor
ki: Allah, onlara haber alma ve bilgi alma için: Şunu şunu yaptınız mı? diye,
sormayacaktır. Çünkü Allah her şeyi bilmektedir. Fakat onlara ihtar ve
azarlama şeklinde soru soracak, onlara: Niçin Kur'an'a isyan ettiniz, bu konuda
hüccetiniz nedir? Diyecektir.[56]
9- Allah'ın
yardımı ve gözetimi Peygamberimiz (s.a.)'i korumayı ve onu müşriklerin
eziyetlerinden himaye etmeyi kefaleti altına almıştır. Ayet-i kerimede
"Müşriklerden yüzçevir" yani onların alaylarına önem vermekten ve sözlerine
aldırış etmekten yüz çevir. Allah seni onların bütün söylediklerinden uzak
kılmıştır, denmektedir.
Bazıları diyor ki: Bu
hüküm "kıtal" ayetiyle neshedilmiştir. Fahreddin Ra-zî şöyle
demektedir: Bu görüş zayıftır. Çünkü bu yüzçevirmenin manası: Onlara aldırış
etmemesidir. Bu da neshedilecek bir şey değildir.[57]
Daha sonra Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Alay edenlere karşı Biz sana yeteriz." Yani
emrolunduğun şeyi insanlara açıkça tebliğ et. Allah'tan başkasından korkma.
Çünkü Allah, alay edenlere karşı sana yettiği gibi, sana eziyet edene karşı
Allah sana yetecektir, seni koruyacaktır. Alay edenlerin ortak sıfatlan
şirktir. Nitekim Cenab-ı Hak "Onlar Allah'la beraber bir ilâh
edinirler." buyurmuştur.
10- Teşbih,
tahmid ve namaz endişe ve üzüntülerin ilacı; kriz, bunalım ve dertlerden
kurtuluşun yoludur. Allah Tealâ'ya en yakın olunan yer "secde" halidir.
Nitekim Peygamberimiz
(s.a.), Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin Ebû Hu-reyre'den rivayet ettikleri
hadis-i şerifinde: "Kulun Rabbine en yakın olduğu yer, secdede olduğu
andır. İhlâslı bir şekilde dua edin." Bu sebeple "Secde edenlerden
ol" ayetiyle burada özellikle "secde" zikredilmiştir.
11- Müslüman
farz olan ibadeti -yani namazı- baygınlık yahut hafızayı kaybetmek gibi bir
kusur olmadıkça ölüm gelinceye kadar devamlı bir şekilde yerine getirmek
mecburiyetindedir. İslâm müsamahakârdır, kolaydır. Müslüman hangi şekilde
olursa olsun namazı eda etmek zorundadır. Hafızasını kaybetmek durumu hariç
üzerinden namaz sakıt olmaz. Terkettiği ve kasden ihmal ettiği her farzdan
hesaba çekilir.
Nitekim Allah'ın salih
kulu Hz. İsa (a.s.) da: "Rabbim bana hayatta olduğum müddetçe namazı ve
zekâtı tavsiye etti" (Meryem, 19/31) demiştir.
[58]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/235.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/235.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/235-237.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/238-239.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/239-241.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/241-242.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/243.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/243-244.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/244.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/244-245.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/245-247.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/247.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/248-249.
[14] Bugün medyada bu burçlara ait yayınlanan fal
tahminlerine inanmak haramdır. Yazar bu hususları bilgi kabilinden vermektedir.
[Çeviren].
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/249-250.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/251.
[17] Razî, XIX/169; Zemahşerî, 11/188.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/251-254.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/254-255.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/257-258.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/258-259.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/259-261.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/262-263.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/264.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/264.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/264-265.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/265.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/265-266.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/267.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/268.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/268.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/268.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/268.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/269.
[35] Razî, XIX/194-195.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/269-270.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/272.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/272-274.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/274-275.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/275-280.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/280-281.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/282.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/282-283.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/283-284.
[44] Razî, XIX/206.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/284-286.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/286-288.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/289-290.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/290.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/290-291.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/291.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/291-292.
[52] İbn Kesir, 11/557.
[53] Razî,XIX/211.
[54] Razî, XIX/215; Kurtubî, X/62; İbni Kesir, 11/559.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/292-296.
[56] Kurtubî, X/61.
[57] Razî, XK/215.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/296-298.