15/HİCR  SÛRESİ: 2

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla: 2

İşe Yaramayan Beklentiler Ve Konuşmalar: 3

Bilgilendirme Olmadan Helak Yoktur: 4

Hz. Muhammed'e Hakaret: 5

Geçmiş Topluluklar Da Peygamberlerle Alay Etti: 8

Sekr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 10

Gökteki Burçlar Ve Şeytanlar: 11

Burûc Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 11

Her Şeyin Tasarrufu Allah'a Aittir: 15

Kıyamette Toplanma: 18

İnsanın Yaratılışı: 18

İblis'in Sorgulaması: 22

İblis'in İşi Yoldan Çıkarmaktır: 24

İhlâs/Muhles/Hulûs Kelimelerinin Kur'ân'daki Manaları: 25

Allah İçin Doğru Yol: 26

Hutame Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 30

Takva Sahiplerinin Odulu: 31

Hz. İbrahim'in Misafirleri: 33

Vecel Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 34

Elçi Denen Melekler Hz. Lût'a Geliyor: 36

Nekr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 36

Fiile Göre Ceza: 38

Cinsel Sapıklık Doruk Noktasına Ulaşıyor: 38

Eyke Ve Hicr Halkının Olgusu: 42

Kâinat Boşuna Yaratılmadı: 43

Manevi Değerler Başta Gelir: 44

Alay Edenlere Allah Yeter: 47

Sade'a Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 47

Çare Nedir?. 49

Hicr Sûresinden Çıkan İlkeler: 50


15/HİCR  SÛRESİ:

 

"Taşlık bölge" anlamına gelen bu kelime, "yasak bölge" manasına da gelmektedir. Sûre, 80. âyetinde geçen "Hicr halkı" kelimesinden bu ismi almıştır: "Andolsun, Hicr halkı da pey­gamberleri yalanlamıştı."

99 âyetten meydana gelen bu sûre, hicret etmeden önceki Mekke yıllarının son senesinde inmiştir.

Bu sûrenin, içerik bakımından önceki sûrelere bağlılığı vardır. Genelde Mekke'de inen sûreler kısa âyetli olduğundan Hicr sûresi de aynı niteliği taşımakta ve tevhîd inancını, yaratma kanununu öne çıkarmaktadır.

Lût peygamberden bahsetmesi sebebiyle Hûd sûresi; Hz. İbrahim'den bahsetmesi bakımından İbrahim sûresi ile alakası olan bu sûre onların devamı durumundadır ve "kitapla" başlama­sı bakımından da Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd ve İbra­him sûresinin niteliklerini taşımaktadır.

İnsanın yaratılışı ve İblîs'in insanla olan ilişkilerini gün­deme getirmesi bakımından ise Bakara, Nisa ve A'râf sûrelerinin devamı mahiyetindedir.

Hicr sûresinin 9. âyeti, Kur'ân'in tahrif, yani değiştirileme­yeceğini garanti altına alan ilâhî fermanı getirmiştir. Bize göre Hicr sûresinin merkezi konusunu Kur'ân ve onun korunması teş­kil etmektedir.[1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:

 

Kitap Ve Kur'an:

 

1.Elif, Lâm, Râ. Şunlar,   kitabın   ve   apaçık   bir Kur'ân'in âyetleridir.

"Şifreli harfler"; "anahtar ibare" diye manalandırabileceğimiz ve k harfler" denen Hurûf-u Mukatta'a, başında geldikleri sûrenin şif-cosya ismi durumundadırlar. Bu açıklama geniş olarak Bakara, kıs-le Âl-i İmrân sûresinin başında yapılmıştır.

a) tilke "şunlar" zamiri ile ifade edilen şeyler Hicr sûresinin âyetleridir. O zaman "şunlar", Hicr sûresini konu edinmektedir.

b) "Kitabın ve apaçık bir Kur'ân'in âyetleri­dir." Buradaki el-kitâb kelimesi, Kur'ân'ın daha önce gelmiş olan ilâhî kitaplarla olan müşterek adı ve her peygambere gelen ilâhî mesajın için­de bulunduğu sahifelerin bir araya gelmesi ile aldığı isimdir.

"Kitap" kavramının geniş açıklaması için Bakara 2. âyete bakılabi­lir. Demek ki Kur'ân'ın genel adı kitaptır, özel adı da Kur'ân ve diğer isimleridir.

Hz. Muhammed'e indirilen kitaba neden Kur'ân denmiştir? Bu so­ruya da şöyle cevap verebiliriz: Hz. Peygamberden önceki peygamberle­rin döneminde öğretim faaliyeti dinleme, yani kulak ağırlıklı idi, daha çok dinleme faaliyetini öne çıkarıyordu. Çünkü ellerinde okunacak kitap yoktu. Kur'ân ise okumayı, yani gözü öne çıkarmıştır. Öğretimde göz bir bakıma kulağın önüne geçmiş oldu. Bu durum, aslında medenî olmanın çizgisini, dönüm noktasını belirlemektedir. Bir toplumun medenî veya ilkel olduğunu belirleyen ölçülerden biri, çoğunlukla okuyor mu, yoksa dinliyor mudur. Çoğunlukla okuyan toplumlar; çoğunlukla dinleyenler­den daha medenîdir.

"Dinlemek" öğretim faaliyetinde, pasifliktir. "Okumak" ise aktif olmayı ifade etmektedir. İşte Kur'ân "okumayı" öne çıkardığı için insan­lık için bir devrimi başlatmış ve medenî olmanın ölçüsünü koymuştur. 'Alak sûresinin ilk âyeti "oku" emri ile başlamıştır ve bu âyet ilk inen âyettir. Okumayı öne çıkardığı, birinci öğretim faaliyeti olarak aldığı ve dinin olmazsa olmazı haline getirdiği için Kur'ân, okumak ismini almış­tır. Bu ne anlama gelmektedir? Mümin insan kendisi okuyarak bilinçli iman ve ahlâkî davranışlarda bulunacak. Okuyan insanın davranışları bilinçli olacaktır. Başkalarına kulak verip dolduruşa gelmeyecektir. İşte Kur'ân, bu özelliği yani okumayı öne çıkarması sebebiyle Kur'ân ismini almıştır.

Diğer taraftan Hicr birinci âyette Kur'ân'ın "apaçık" ya da "açıkla­yan" sıfatı gündeme getirilmektedir. Kur'ân'ın "apaçık" olması, onda anlaşılmayan bir şeyin bulunma­ması demektir. Asırlarca Kur'ân'da "müşkil âyetlerin" olduğu söylen­miştir. Halbuki müşkillik Kur' ân 'ı anlamaya çalışan insanların beyninde ve kültürlerinde idi. Kendi eksikliklerini Kur'ân'a veriyorlardı. Kur'ân hem kolaydır (Kamer 54/17, 22, 32, 40) hem de apaçıktır (Hicr 15/1). Bu niteliklere sahip bir kitapta müşkil var demek, onda müşkillik aramak ona bir hakaret olmaz mı? Zaten anlaşılamayacak âyetleri olan bir kitap, insanlığa net bir mesaj veremiyor demektir. Kur'ân apaçıktır, kapalı o-lan, net olmayan, müşkili bulunan ve eksikliği olan bizim beynimizdir.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Yüce Allah insanlara apaçık, net ve ko­nuları en ince noktalarına kadar açıklayan bir kitap gönderdiği gibi, biz­ler de insanlara bir konuyu anlatırken net olmalıyız.

Hazırlanan ders kitaplarında, yapılan ilmi konuşmalarda, anlatılan derslerde anlaşılır olmak, konuyu halk seviyesine indirmek ve apaçık hale getirmek bir zorunluluktur. Dini anlatırken apaçık olmak, anlaşıla­mayacak bir yer bırakmamak bir görevdir. Dini konuları anlatırken apa­çık olabilmek için Kur'ân gibi o konunun nedenini, niçinini ve nasılını açıklamak gerekiyor.[2]

 

İşe Yaramayan Beklentiler Ve Konuşmalar:

 

2. İnkâr edenler zaman zaman keşke müslüman olsaydı­lar diye derin bir özlem duyarlar.

3. Bırak onları, yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. İlerde (yaptıklarının yanlış olduğunu) bilecekler.

Bu âyetlerin analizinden varacağımız neticeler olacaktır.

1. "İnkar edenler zaman zaman keşke müslüman olsaydılar diye derin bir özlem duyarlar."

Bu âyet için öncelikle şu soruyu sormalıyız: Bu derin özlemi ne zaman duyarlar? Kâfirlerin bu özleminin âhirette olacağına dair hemen hemen bir ittifak vardır. Bu görüşe katılmakla beraber, bu özlemin dün­yada da yaşanabileceğini söylemekte yarar görüyoruz. Kâfirler kötüyü savunurken, müslümanlarla girdikleri mücadelelerde kaybetmeleri neti­cesinde bu özlemi duymuş olabilirler. Günümüzde bilgi, ekonomi, tekno­loji ve siyaset bakımından güçlü olan toplumlara akın edildiği, onlar gibi olmaya özlem duyulduğu, hatta onların dinine girmeye can atıldığına bakarsak aynı psikolojiyi görmüş oluruz.

Demek ki âyet, müslümanlar öyle bir dünya hayatı oluşturmalıdır­lar ki, kâfirlerin müslüman olup o hayatın içinde olma özlemini duymala­rına işaret etmektedir.

Müslümanlar Kur'ân'dan aldıkları bir ruh ile öylesine bir bilim or­tamı, teknoloji ve siyasette göz kamaştıran bir seviye ve hukukta, ahlâkta öylesine bir denge tutturmahdırlar ki kâfirler onlarla beraber olmanın özlemini duyup müslüman olmayı derinden istesinler.

Bu özlemi duyuracak olan, müslümanların beyin ürünleri olacağı gibi davranışları da olacaktır. Ama âyeti bir önceki âyetle birleştirdiği­miz zaman bu özlemi oluşturanın Kur'ân olduğunu söyleyebiliriz. Kur'ân, konuları o kadar açık-seçik anlatır ki, onu eline alıp okuyan kişi müslüman olmaya özlem duyar. Ama toplumdaki statüsü ve çevresi ona bu özlemini gerçekleştirmeye müsaade etmez.

Müslümanlar Kur'ân'ı çok iyi anlamalı ve kâfirlere çok güzel an­latmalıdırlar. Bu anlatışları ile onlarda müslümanlığa bir özlem uyandırmalıdırlar. Başka bir açıdan bakınca âlimlerin dediği gibi, kâfirler bu özlemi âhirette duyacaktır. İbrahim 44'te bu özlemi ve onu doğuran pişmanlığı geniş olarak açıkladık.

"Ey Rabbimiz! Ya­kın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve pey­gamberlere tâbi olalım ... diyecekleri gün hakkında insanları uyar" (İb­rahim 14/44). Bu âyetin açıklamasında gerekli âyetler getirilmiş, konu tam anlamı ile ortaya konmuştur.

Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 2'de inkâra yeni bir tanım getirmektedir. İnkâr, zamanla pişmanlık ve özlem uyandıran bir psikolojidir. İnkârın sonucu pişmanlık ve elde edilmesi mümkün olma­yan özlemdir. Yüce Allah böyle bir pişmanlığı ve özlemi duymadan önce tedbirin alınmasını istemektedir.

2. "Bırak onları, yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. İlerde (yaptıklarının yanlış olduğunu) bilecekler."

Bu âyete bakarsak, 2. âyetteki pişmanlığın ve özlemin bu dünyada olduğunu görürüz. Yüce Allah "bırak onları" derken, bunu âhirette söy­lememektedir; tam tersine bu dünyada söylemektedir.

a) İnkârında ısrarlı olanları, olduğu gibi bırakmak gerekiyor. Onlar yiyecek, eğlenecek ve bu dünyadan nasiplerini alacaklardır. Çünkü Yüce Allah inkârda ısrar edenleri kalpleri ile anlamayan, kulakları ile duyma­yan ve gözleri ile görmeyenleri hayvan olarak nitelendirmekte hatta hay­vandan da aşağı görmekte (A'râf 7/179), Allah'ın âyetlerini bir tarafa atıp hevasına uyanları da köpeğe benzetmekte (A'râf 7/176), Kur'ân'dan yüz çevirenleri de aslandan kaçan yaban eşeğine benzetmektedir (Müddessir 74/49-51). Bu insanlar şuursuzca yer-içer, eğlenirler ve fay­dalanırlar.

Bunun bir anlamı da onlar, yemek, eğlenmek ve faydalanmak için yaşarlar. Onlar için hayat bundan ibarettir. Bedenî gıda, beslenme ve zevkler olar için hayatın ana amacıdır. Ruhî gıda, beslenme ve zevkler onlara ters düşmekte, hiçbir şey ifade etmemektedir.

b) "Boş ümit onları oyalayadursun."

"Oyalamak" anlamına aldığımız yülhî kelimesi, lehâ, yahut el-lehv kökünden gelmekte ve "eğlenmek, vakit geçirmek, oyalan­mak, ziyan etmek, boşa geçirmek" manasına gelmektedir.

el-emel kelimesi de "umut, beklenti" anlamıyla âyette "boş umut" demektir. Âyet, boş umudun onları aldatıp oyalayacağına işaret etmektedir. Demek ki, kâfirler boş umutlarla oyalanmaktadırlar. Bu nok­tadan hareketle şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Tevhid inancı gerçek umut aşılamakta, insanı sahte umutların peşine koşmaktan kurtarmaktadır.

Sahte umut, psikolojik bir hastalıktır; şifası mümkün olmayan bir yaradır. Böyle bir umut manevî hastalıkların en derinde olanıdır. Manevî eğitimin en çetin uğraşılarından biri insanı sahte umutlardan kurtarmak­tır. Kalbin iman etmesinden başka bir tedâvî usulü de yoktur.

Emel, dünyaya tutku ile sarılmak, âhiretten yüz çevirmek ve dün­yaya kara sevda ile bağlanmaktır. İnsanı bu olumsuz psikolojilerin içine iten sahte umut, manevî hayatın en tehlikeli mikrobudur.

c) "İlerde (yaptıklarının yanlış olduğunu) bilecekler."

Bu dünyada Kur'ân'dan öğrenip gerçeği bilemeyenler, gerçekle karşılaştıklarında anlayıp bileceklerdir. Bu dünyada oyalanıp eğlenirken, öteki dünyada, hatta bu dünyada başlarına gelecek olanlarla ne kadar yanlış yaptıklarını bileceklerdir.

Bu aynen Tekâsür sûresinde anlatılıp dikkat çekilen oyalanmayı çağrıştırmaktadır: "Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. Hayır, yakında bileceksiniz; elbette yakında bileceksiniz! Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız mutlaka cehennemin ateşini görürdünüz. Sonra âhirette çıplak gözle onu göreceksiniz. Nihayet o gün, nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz" (Tekâsür 102/1-8).

Sahte emel ile oyalanmanın yuvalanıp ürediği gönüllerde bilgi ve onun temin ettiği anlayış yoktur. Bundan kurtulan gönüllerde ise önce­den gönül gözünün çalışması vardır. Mümin insan, bu dünyadan cehen­nem ateşini görebilen gönül gözüne sahiptir. Kâfir ise buradan göreme­diği o cehennem ateşini orada çıplak gözü ile görecek ve bu dünyada sahte kuruntuların orada cehennem alevinin yakıtı olduğunu anlayacak­tır.

İşte mübîn, yani apaçık olan, her şeyi net olarak açıklayan Kur'ân, insanda oluşturduğu gönül gözü ile buradan cehennemi göstermekte, ondan korunmanın çarelerini öğretmektedir.

Çıplak gözle görmeden önce görüp inanmak gönlün eylemidir. Tek çare inkâr psikolojisinden kurtulmaktır.[3]

 

Bilgilendirme Olmadan Helak Yoktur:

 

4. Biz, hiçbir toplumu ilâhî kitaptan haberdâr kılmadan helak etmedik.

5. Hiçbir  millet   ecelinin   önüne   geçemez   ve   onu geciktiremez-

Hicr sûresinin yukarıda 4. âyetini şu şekilde tercüme ediyorlar: "Helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında bilinen bir yazgı olma­sın."

Muhammed Esed'in meali bize daha uygun geldiği için tercüme­mizde ondan istifade ettik. Bize göre o, âyeti daha güzel anlamıştır. O-nun meali diğer âyetlere de uygun düşmektedir.

1.  "Biz hiçbir toplumu ilâhî kitap­tan haberdâr kılmadan helak etmedik."

Bu âyetten şunu çıkartıyoruz: Yüce Allah, insanları bilgilendirme­den, onları öğretime tâbi tutmadan sorumlu tutup cezalandırmayacaktır. Bu konu daha önce En'âm 131'de anlatıldı.

a) "Gerçek şu ki, halkı ha­bersizken Rabb'in haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir" (En'âm 6/131).

b) "Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15).

c) "Kaldı ki, biz hiçbir toplumu önceden uyarmadan yok etmemişizdir" (Şu'arâ 26/208).

d) "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir" (Nisa 4/165).

e) "Eğer biz, bundan önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağı­lığa ve rüsvalığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık" (Tâhâ 20/134).

Bütün bu âyetlerden şunu çıkartıyoruz: İnsanları bilgilendirmeden önce Yüce Allah onları sorumlu tutmamaktadır.

Önce öğretim ve eğitim, sonra da sorumluluk gelmektedir. Demek ki sorumluluk, bilginin üzerine oturmaktadır. Sorumluluk bilgi ile paralel olarak artmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, bilgiye sırt çeviren, onun gere­ğini yerine getirmeyen, onu ayaklar altına alan, onu hayata geçirmeyen toplumlar helak olmaktadır. Toplumların çöküşünü hazırlayan sebepler­den biri de bilginin devre dışı bırakılmasıdır.

Bilgi ışıktır, güçtür, candır. Işıktan, güçten ve candan nasibini ala­mayan toplumlar ölmeye mahkûmdur. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 4'te kitap göndermeden helak etmemenin sebebi budur. Şûra 52'de Yüce Allah Kur'ân'ı rûh ve nûr/ışık olarak vasıflandırmaktadır.

Âyetteki "kitabı" yazgı manasına alan âlimlerin yolunu takip eder­sek de aynı neticeye varmamız mümkündür.

Yüce Allah'ın insanlara gönderdiği vahyin içerdiği bilgi ve değer­ler bir toplumun yazgısıdır, kaderidir, hayat planıdır. Bu yazgıya uyma­yan toplumlar helak olmaya mahkûmdur. Zaten bir sonraki âyette geçen "ecel" kelimesi de buna açıklık getirmektedir.

2. "Hiçbir millet ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez."

Bir önceki âyetle bu âyet toplumsal içerikli âyetlerdir. Bir önceki âyette toplumsal hayatın bilgi ile ilişkisi kurulurken, burada milletlerin çöküşü başlayınca önüne hiçbir kuvvetin geçemeyeceği gündeme geti­rilmektedir.

Yüce Allah, şu genel ilkeyi toplum veya milletler için koymuştur: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49; A'râf 7/34).

Millet ve uygarlıklar canlı organizmalar gibi doğar, büyür, ihtiyar­layıp neticede ölürler.

Milletler de uygarlıklar da aynı kanuna tâbidir. Onun içindir ki, milletlerin de bir eceli vardır, yani sonu olan bir ömürleri vardır; Allah tarafından belirlenen bir yaşama süreleri vardır. Demek ki, devletin yapı­sını canlı organizmaya benzeten düşünceden önce Yüce Allah Kur'ân'da buna dikkat çekmiştir.

Milletler ve uygarlıklar kendileri için Yüce Allah'ın belirlediği ya­şam süresini ne öne alabilirler ne de onu erteleyebilirler. İşte "ecelin" yazgı olmasının sebebi, insan irâdesinin dışında kalmış olmasındandır. Milletler Yüce Allah'ın takdir ettiği yaşam süresini öne alamaz ve erteleyemez ama, o ömrü mutlu bir şekilde geçirebilirler, insanlığa büyük eserler bırakabilirler.

Hicr sûresinin ilk beş âyetini bir arada düşünürsek şöyle bir netice­ye varabiliriz: Milletlerin sağlıklı bir ömür, yani sosyal ömür geçirmeleri için kitap, yani Kur'ân gönderilmiştir.

Mübîn, yani "apaçık olan bu kitap" anlaşılıp hayata geçirilirse sağ­lıklı ve mutlu bir yaşam başlayacak demektir.

İlâhî vahyin, aklın, genel manada bilginin bulunduğu toplumsal hayat sağlıklı demektir. Bunların yer almadığı toplumsal hayat, ömrünü sağlıksız olarak tamamlayacaktır.

İşte Yüce Allah milletlere bir ecel tayin ediyor; ardından onlara vahy bilgisini gönderiyor; bu bilgi sayesinde yaşamını sağlıklı sürdürme­sini temin etmeyi amaçlıyor.

Bedenin sağlıklı bir hayat sürebilmesi için tıbbî bilgiler hayata ge­çirilmelidir. Tıbbî bilgiler biyolojik hayat için ne ise, ilâhî vahiy, akıl ve bilimsel bilgi de toplum hayatı için benzer işlevi görmektedir.

Biyolojik yapının ölmesi nasıl önceden belirlenmiş ise ve tıbbî bil­giler de o ömrün içinde devreye girip etkinliğini sürdürüyorsa, sonlu olan toplum hayatının içinde de ilâhî vahy, akıl ve bilimsel bilgi etkinliğini aynen sürdürmektedir.

Bunlar insanın beyin, gönül, nefis ayrıca sosyal ilişkiler bakımın­dan sağlıklı bir hayat sürmesini temin etmektedir. Bütün bu mükemmel hayata rağmen, toplumun ertelenemeyen eceli gelecektir. Çünkü sonsuza kadar bir toplumun yaşaması mümkün değildir. [4]

 

Hz. Muhammed'e Hakaret:

 

6. Dediler ki: 'Ey Kendisine Kur'ân indirilen! Sen mut­laka bir mecnunsun.'

7. 'Doğru sözlülerden isen, bize melekleri getirsene'(dediler).

8. Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez.

9. Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.

Hicr sûresi Kur'ân'la başladı, şimdi de Kur'ân'a olan tepkileri gündeme getirmektedir.

1. "Dediler ki: Ey kendisine Kur'ân indirilen! Sen mutlaka bir mecnunsun."

Kendisine Kur'ân indirilen kişi Hz. Muhammed olduğu halde is­mini ağızlarına almadılar, "kendisine indirilen" demekle yetindiler. Bu hitabın buradaki yeri hakarettir.

6. âyette geçen mecnûn kelimesinin açıklaması En'âm 76'da yapılmıştır ve cenne kelimesinden türeyen çeşitli kalıpları ile farklı manalar kazanmıştır. "Örtmek, yılan, cin, delilik, bahçe, cennet kalkan ve çocuk" manalarına gelen bu kelime, yorumunu yapmakta ol­duğumuz bu âyette "cinnet geçirmiş, cin çarpmış, deli" anlamına gel­mektedir.

Hz. Peygamber'e mecnun, yani cin çarpmış, deli demeleri ona çok ağır bir hakaret olmuştur. Bu şekilde hakaret etmelerinin sebebi, vahy geldiğinde Hz. Peygamber'in kendinden geçer gibi olmasıdır. Ama bir peygambere "deli" demenin eskiden gelen bir geleneği vardır. Daha ön­ceki peygamberlere de aynı şekilde hakaret edilmiştir.

a) "Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek: 'O, delirdi' dediler. Ve Nûh zorlandı" (Kamer 54/9).

b) "Firavun: 'Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir' dedi" (Şu'arâ 26/27). Burada Firavun'un hakaret ettiği peygamber Hz. Musa'dır. Başka bir zaman da şöyle dedi Firavun: "Firavun ordusu ile birlikte yüz çevirmiş; o bir büyücüdür ve bir defidir' demişti" (Zâriyât 51/39).

c) "Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız? derlerdi" (Sâffât 37/36). Şâir ve deli dedikleri Hz. Muhammed idi.

"Sonra ondan yüz çevirdiler ve: 'Bu öğretil­miş bir deli' dediler" (Duhân 44/14).

İnkâr eden­ler, zikri (Kur'ân"ı) işittiklerinde, neredeyse seni gözleriyle devirecekler­di. Hâlâ daha: 'Hiç şüphe yok o bir delidir' derler" (Kalem 68/51).

Yüce Allah Kur'ân'da bu örnekleri verdikten sonra, peygamberlere deli diyerek gösterilen olumsuz tepkinin her peygambere olduğunu şu âyetle ifade etmektedir:

"İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: 'O, bir büyücüdür veya delidir' dediler" (Zâriyât 51/52).

Geçmişte tüm peygamberlere yakıştırılan söz ve yapılan hakarette iki sözcük vardı: Büyücü ve deli, yani mecnun. Bu hakaretlere karşı Hz. Peygamber'in bir bunalıma girmemesi, kendisi hakkında bir şüpheye düşmemesi için Yüce Allah şu âyetleri gönderdi:

a)  "Sen Ö6üt ver Rabb'inin lütfuyla sen ne bir kâhinsin ne de bir deli" (Tûr 52/29).

b) "Rabb'inin nimeti sayesinde mecnun (deli) değilsin" (Kalem 68/2).

c) "Arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir" (Tekvîr 81/22).

Daha önce gelen peygamberlere, deli diyerek yapılan hakarete Hz. Muhammed de uğramış ve Yüce Allah hem Hz. Muhammed'e hem de inkarcılara deli olmadığını bu âyetlerle anlatmıştır. Tarihsel bir olgu ola­rak bu âyetler bize nerede ışık tutup yarayacaktır? Bu âyetlerden günü­müz için şu neticeyi çıkartabiliriz: Geçmişte peygamberlerin, toplumun çürüyen hayatına can vermek için getirdikleri yeni açılımlar tepki gördü­ğü gibi günümüzde de yeniliklere, değişime hep tepki gösterilmektedir. Bu açıdan bir benzerlik kurmamızı temin ediyorlar. Diğer taraftan, dini tebliğ eden peygambere deli diyecek kadar ileri giden tepkiler, günümü­zün aydın din adamlarına da olacaktır. İşte buna sabretmek gerekiyor.

Aydın din adamı veya din âlimi derken, dinin ilkelerine aykırı gö­rüş beyan edeni değil; hurafeler, bid'atler ve beşerî dinin içinde olup da bunu fark edemeyen halkı Kur'ân ışığı ile uyandıranı kasdediyoruz. Bu insanlara hurafeciler, bid'atçiler ve geçmişin âlimlerini tanrılaştıranlar, elbette ağır tepki göstereceklerdir. Onlar da yukarıda, peygamberlere yapılan hakareti hatırlayıp teselli bulacak ve sabredeceklerdir. Kur'ân'ı getirene deli diyenler, Kur'ân'ı öğretmeye çalışanlara deli demezler mi?

Unutulmamalıdır ki, yeniden yana olan değişimler her zaman tepki görmüştür. Hele toplumun ahlâkî değerlerini, inancını ve hayat akışını kökten değiştirecek olan peygamberler daha ağır tepki görmüşlerdir. 'Çürük, işe yaramaz, hurafe olan bizimse kalsın' diyenler insanlığın iler­lemesine pranga vurmuşlardır. Bu prangayı kırıp atacaklara peygamber­ler örnek olmalıdır.

2. "Doğru sözlülerden isen, bize melekleri getirsene (dediler)."

İnkâr edenlerin bu hakaret ve aşağılama dolu istekleri, daha önce En'âm 8-9'da geçmişti. Konu orada geniş bir şekilde açıklandı, ama kısa da olsa burada da açıklamayı uygun buluyoruz.

Peygamberlerden melek isteme ya da kendilerine melek gelmesini istemek veya vahyi indirirken meleği görme isteği eskiden beri devam eden bir anlayış biçimi ve tepki tarzı idi. Hz. Peygamber'den melek ge­tirmesini istediler. Üstelik Semûd kavmi peygamberin melek olmasını istemiştir.

a) "Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize birmu'cize getir" (Şu'arâ 26/154) "Aramızda bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz, apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24). Onların bu ifadelerinden anlaşılıyor   ki,   peygamberi   beşer   olarak   değil   de  melek   olarak bekliyorlardı. Beşerden peygamber olamayacağı iddiasında idiler.

b)Daha sonra İsrâiloğulları da aynı beklenti içine girdiler: "Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş biti­rilmiştir" (Bakara 2/210). Nisa 153'e göre Hz. Musa'dan Allah'ı kendile­rine göstermelerini istediler.

Şimdi Bakara 210'a göre meleklerin bedene bürünüp insanlara gö­zükmesi işin bitmesi demektir. Hûd 69-79. âyetlerde bunu görüyoruz. En'âm 8. âyet de buna işaret etmektedir.

c)Aynı istekle Hz. Peygamber de karşılaşmıştır. "Muhammed'e bir melek indirilseydi yâ! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı" (En'âm 6/8). Yüce Allah En'âm 9'da meleklerden peygamber göndermiş olsaydı onu yine beşer suretine koyacağına dikkat çekmektedir. "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabb'imizi görme­liydik' dediler" (Furkân 25/21).

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in doğru söylediğinin delili olarak, kendilerine melekleri getirmesini görmekteydiler.

3. "Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez."

Bu ne anlama gelmektedir? Hakk'ın gerekli gördüğünden dolayı biz melekleri bedensel olarak indiririz. Yüce Allah'ın gönderdiği mesajı ve peygamberi inkâr edenlerin sahte, iğreti, densiz isteklerini karşılamak için melekleri indirmeyiz, demektedir.

O zaman şu soruyu da sorabiliriz: Hakk'ın gerekli görmesi ne an­lama gelmektedir? Bu soruyu cevaplandırabilirimiz için bazı âyetlere gitmemiz gerekiyor: "Olacak olanın gerçekleşmesi" (Hakka 68/1). "Rûh ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahman'in izin verdiklerinden başkaları konuşamazlar, konuşan da doğruyu söyler. İşte o, kesin olarak gelecek olan gündür. O halde dileyen Rabb'ine varan bir yol tutsun" (Nebe' 78/38-39). "Çünkü, (alay ettikleri yeniden dirilme) korkunç bir ses olarak patlayacak. İşte o zaman (hakikati) anlamaya başlayacaklar. 'Eyvah! İşte hesap günü bugündür' diyecekler" (Sâffât 37/19-20).

İşte Hakk'ın/hakikatin gerekli gördüğü, yani iktiza ettiği bu anlarda melekler herkesin yanına inecek, gelecek ve gerekli olanı yapacaklardır.

"Meleklerin bedene bürünerek inmesi" demek "kıyametin kopması ya da inkâr edenlerin toplumunun helak olması" demektir. Hûd sûresinin 69. âyetinde melekler bedene bürünerek Hz. İbrahim'e; Hûd 77'de de Hz. Lût'a aynı şekilde gelmişlerdir. Yine bu şekilde gelmelerinin netice­sinde Lût kavmi helak olmuştur. Cebrail Hz. Meryem'e, Meryem 17'ye göre bedene bürünerek tam bir beşer suretinde gelmiştir. Rivayet edildi­ğine göre bazen peygamberimize de vahyi insan suretine bürünerek ge­tirmiştir.[5]

Demek ki, Cebrail'in bedene bürünüp gelmesi çok önemli olgular için olmuştur ama, helak için olmamıştır. Fakat çoğul halinde meleklerin bedene bürünüp inmesi helak veya kıyamet günü için olacaktır ve olmuş­tur; ama kıyamette de bedene bürünüp cehennemliklerle bile konuşacak­lardır.

Netice olarak şu noktaya varıyoruz: İnkâr edenlerin meleklerin kendilerine gelme istekleri kabul edilemez, sahte, alay edici, aşağılayıcı bir istek olmaktan öte bir şey değildir.

Buna rağmen yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 8. âyetin son ifadesinden, Yüce Allah'ın onlara mühlet verdiğini, o mühlet içerisinde tevhîd inancına dönme beklentisi olduğunu öğreniyoruz ve anlıyoruz.

"O zaman onlara mühlet verilmez." Demek ki, Yüce Allah onlara mühlet veriyor, vermek istiyor. O zaman şu soru sorulabilir: Niçin mühlet veriyor? Yukarıda belirttiğimiz gibi, tevhid inancına dönerler, Allah'a bir yol tutarlar diye. Âyetin bu kısmından müminlere ve özellikle din eğitimi yapanlara şöyle bir kural çıkmaktadır: Yüce Allah insanları helak etmekten yana değil, onlara mühlet verip imana girmelerinden ya­nadır. Biz de insanları öldürmekten, ürkütmekten yana değil kazanmak­tan yana tavır koyup sabredip onlara mühlet vermeliyiz.

Yüce Allah, eğitiminde kullarını tevhide kazandırmak için mühlet verdiğini bize söylerken, aslında metodunu öğretmektedir. İnsanların iyiyi, doğruyu, güzeli ve hakkı anlamakta farklılıklar göstereceği bilin­melidir. Kimisi anında, kimisi de yıllar sonra hakikati anlayacaktır. Ferdi farklar psikolojinin burada işlerliği söz konusudur. Meselâ Hz. Ebû Bekir anında iman etmesine rağmen Hâlid b. Velîd yıllar sonra anlayıp imana gelebilmiştir. Herkes aynı anda aynı ritmi, sıçrayışı, idrâk hızını, anlayışı gösteremeyebilir. Din âlimi ve adamları bu ferdî farklar psikolojisini dikkate alarak muhataplarına mühlet tanımalıdırlar.

4. "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız."

Bu âyetin açıklamasından çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik." Yüce Allah'ın bu ifadesinden anlıyoruz ki, kâfirler Kur'ân'in Allah tarafından gönderildiği konusunda şüphe içindeydiler.

i. "Eğer kulumuza indirdiğimizden her­hangi bir şüpheye düşüyorsanız" (Bakara 2/23).

ii. "Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Al­lah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin" (Hûd 11/13).

Bir sûre, on sûre denmesinin sebebi Kur'ân'in tamamlanmadığı dönemlerde bu sözü söylemiş olmalarındandır.

iii. "Hâlâ Kur'ân'ı düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsay­dı onda bir çok tutarsızlıklar bulurlardı" (Nisa 4/82).

Demek ki onun sûresinin bir benzerini getirememeleri ve onda ihti­lafın, yani tutarsızlığın bulunmaması Allah tarafından gönderildiğinin en büyük delili olmaktadır.

Ayrıca âyette geçen "indirmek" eylemi de, kelimenin yapısından da anlaşılabileceği gibi bir anda değil de yavaş yavaş indirilmişliği ifade etmektedir. Kur'ân'in tedrîcî metodlu yavaş yavaş 23 yıl gibi bir sürede indirilmesine bile bir bahane buldular.

"İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştir­mek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk" (Furkân 25/32). Böylece Yüce Allah Kur'ân'ı neden yavaş yavaş, kısım kısım, âyet âyet, sûre sûre indirdiğini bu âyette cevaplandırmış oldu.

Yüce Allah âyetin bu kısmında Kur'ân ismini değil de, zikir ismini kullanmıştır. Kur'ân'ın görevlerinden biri "öğüt" vermektir. Onun bu görevi ismi haline dönüşmüştür. Birinci ciltte Kur'ân'ın isimleri bahsin­de bu isim açıklanmıştır.

Kur'ân, şeref vermesi bakımından zikir ismini almıştır. (Enbiyâ 21/10; Zuhruf 43/44). Onunla insanlığa öğüt verildiği için bu ismi almış- tır (Kaf 50/45; Zâriyât 51/55); Kur'ân düşündürdüğü, düşünceyi öne çı­kardığı ve düşünenlerin kitabı olduğu için bu ismi almıştır (Ra'd 13/19); Allah'ı andırdığı, nimetlerini hatırlattığı için bu ismi almıştır (Ra'd 13/28).

Bu nitelikle olan bir kitabı beşer yazamaz.

b) "Elbette onu yine biz koruyacağız."

Yüce Allah yukarıda belirtilen vasıflara sahip olan kitabı koruma görevini üzerine almıştır. Yüce Allah bu koruma işini nasıl gerçekleştir­miş ve gerçekleştirmektedir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz:

i. "Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Senin Rabb'in unutkan değildir" (Meryem 19/64).

Demek ki Yüce Allah daha önceki peygamberlere indirdiği vahy gibi Kur'ân'ı da indirirken koruyuculuğunu Hz. Peygamberin gönlüne gelmeden önce başlatmıştır. Meryem sûresinin 24. âyetinden anlıyoruz ki, ilâhî koruma önceden başlamıştır.

ii.  "Gaybı bilen Allah'tır. Gizli bilgisini kimseye göstermez. An­cak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar" (Cin 72/26-27). Burada da önceden koruma gündeme getirilmektedir.

iii. Bize göre Kur'ân'ı korumanın yollarından biri de, onun ezber­lenmesini temin etmektir. Günümüzde Tevrat, İncîl hafızı haham ve pa­paz bulunmazken Kur'ân'ı ezberleyen binlerce hafız vardır. Bu kadar âyetin ezberlenmesi ilâhî lütuf olmazsa gerçekleşmez. Beyinden beyine, gönülden gönle aktararak Yüce Allah Kur'ân'ı korumaktadır. Artık onun bir harfini, bir kelimesini, bir âyetini değiştirmek mümkün değildir.

iv. Yüce Allah Kur'ân'ı koruyup hayatına tatbik edecek toplumlar yaratacaktır. Onun müdafaasını yapan, tüm dünyaya tebliğ eden toplum-lar çıkaracaktır. Hatta bir zamanlar ona karşı olanları, ona inandırarak bekçiliğini yaptıracaktır. Bunlar da sonradan olan koruma sistemleridir.

Müminler, "nasıl olsa Kur'ân'ın koruyucusu Allah'tır; bize düşen bir şey yoktur" diyemezler ve dememelidirler. Bilmelidirler ki, Yüce Allah onlar vasıtasıyla Kur'ân'ı koruyacaktır. Bizim için Kur'ân'ı koru­mak, onu iyi anlayıp iyi anlatmak, beyinlere anlatıp aktarmak, öğretmek; bilimini yaparak günümüze ışık tutacak şekilde düşünceler üretmekle olacaktır. İşte bu insanlar, Kur'ân'ı hayata geçirerek yaşatacak ve onu gelecek nesillere canlı olarak teslim edeceklerdir. İşte o zaman Allah onu koruyacak ve korumuş olacaktır. Kur'ân duvara asılarak, süs eşyası hali­ne getirilerek korunamaz. Onun korunması beyinler, gönüller ve hayatın ta kendisidir.[6]

 

Geçmiş Topluluklar Da Peygamberlerle Alay Etti:

 

Andolsun ki senden önce gelip geçmiş ayrı ayrı top­luluklara (peygamberler) gönderdik.

Onlar, gelen elçiyi mutlaka alaya alırlardı.

Böylece biz de onu suçluların kalplerine sokarız.

Geçmiştekilerin durumu ortada iken yine de ona inanmazlar.

Onlara gökten bir kapı açsaydık da oraya çıkmaya koyulsalardı.

'Şüphesiz ki gözlerimiz döndü, hayır, büyüye uğra­mış bir topluluk olduk', derlerdi.

Bu âyetlerde Hz. Peygamber'den önceki peygamberlere gösterilen tepki gündeme getirilerek, Kur'ân ve Hz. Peygamber'e gösterilen olum­suz tepkinin altında yatan psikolojik durum açıklanmaktadır.

1. "Andolsun ki senden önce gelip geçmiş ayrı ayri topluluklara (peygamberler) gönderdik." Bu âyetin ana­lizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) Yüce Allah Hz. Peygamber'den önceki topluluklara da peygam­berler göndermiştir. Ayette geçen şî'a kelimesi, aynı inanca sahip, aynı ahlâkî davranış değerleri paylaşan, ama farklı bir gruplaşma gösteren topluluk ve cemaatlere denmektedir. Şî'a, küçük bir grup olarak başlayıp gittikçe topluluk haline gelen bir niteliğe sahiptir ve âyette sosyolojik açıdan topluluk çapındaki bir büyüklüğü ifade etmektedir.

Kendilerine peygamber gönderildiğine göre bunlar bağımsız bir topluluğu, yetkinliği ve kimliği olan sosyal gruptur. Demek ki Yüce Al­lah Hz. Peygamber'den önce her topluma peygamber gönderip ilâhî eği­timini yapmıştır.

Yûnus 47'de de benzer bir ilke gündeme getirilmiştir: "Her ümmetin bir peygamberi vardır." Peygamberlerin ardarda gönderil­diği, bir süreç niteliğinde bunun gerçekleştirildiği Kur'ân'da başka âyet­lerde de ifade edilmektedir (Bakara 2/87; Hadîd 57/26-27). Bunun anla- mı şudur: Mahşerde, o topluluklar peygamber gönderilip eğitime tâbi tutulmadıklarını mazeret olarak öne sürecekler ve: "Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvalığa düşmeden önce senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ 20/134) diyeceklerdir. İşte bu mazereti ileri süreceklerinden dolayı Yüce Allah peygamber ve vahyini her topluluğa göndermiştir. Peygamberlik, bir eğitim ve öğretim müessesesidir.

b) Peygamberlerin aynı dönemde ayrı ayrı topluluklara gönderil­miş olabildikleri gibi aynı topluma aynı anda birden fazla gönderilen peygamberler de olmuştur. Meselâ aynı anda îsrâiloğullarına Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn gönderildiği gibi Yâsîn 14'de aynı anda bir ülkeye iki pey­gamber, ardında da üçüncüsü gönderilmiştir. Başka bir ifade ile ayna anda üç peygamber gönderildiğini cevaplandırırken şu gerçeğe gitmemiz gerekiyor: Toplumlar öylesine bozulmuş, ahlâksızlaşmış, şahsiyet kaybı­na uğramış, ahlâkî değerlerden kopmuş ki bir peygamberin eğitimi ile düzelmesi mümkün olmamıştır. Yâsîn 14'te önce iki tane, yetersiz kalın­ca üçüncüsü ile takviye edildiğine dikkat çekilmektedir. Ama bir toplu­ma ayrı ayrı zamanlarda da peygamberler gönderilmiştir. İsrâiloğullarını buna örnek verebiliriz. Demek ki, her topluma bir peygamber gönderil­diği gibi, birden fazla gönderilen topluluklara bir peygamberin gönderil­diği olmuştur.

2. "Onlar, gelen her elçiyi mutlaka alaya alırlardı."

a) Geçmişte gönderilen peygamberlere gösterilen olumsuz müşte­rek tepkinin adı "alay"dı. Alay, peygamberlere gösterilen tepkinin de­ğişmeyen niteliği olmuştu. Bunu söylemekle Yüce Allah, Hz. Peygam­ber'i teselli etmiştir. Bu âyet, din adamlarına da bir ışık tutmaktadır."Peygamberlerle alay edildiğine göre, sizlere de olumsuz tepki gösteril­
mesini normal karşılayın" denmek istenmektedir.

b) Geçmiş  topluluklar peygamberleri  neden  alaya almışlardı? Kur'ân'in geneline bakıldığında, o toplumların ileri gelenlerinin bu alay eylemini gerçekleştirdiğini

görürüz. Çünkü bu ileri gelenler, peygambere inanıp itaat ederlerse sosyal statülerini, yani seviyelerini kaybedecekleri- ni zannediyorlardı, "Bizden basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz" (Hûd 11/37).

Demek ki bazı inançsızlar kendisini üst sınıftan görüp alt tabaka­dan olanlarla aynı seviyeye gelmek istemiyorlardı. Peygambere inanıp itaat edince bu farklılaşma ortadan kalkacaktı. Bulundukları sosyal statü, yani sosyal seviye, onların tanrısı haline gelince peygamberleri ile alay etmeye başladılar.

Toplumların ileri gelenleri, peygamberlerin kendi aralarından seçi­lip tayin edilmesini beklerken, peygamberliğin farklı sosyal tabakadaki bir insana verilmesini hazmedemiyorlardı. "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz" (Hûd 11/91). Biz­den başkası peygamber olamaz diyerek kibir yapanlar, başkasının pey­gamber olmasına alaycı bir yaklaşım göstermişlerdir. Toplumun yöneti­mini ele geçirenler, peygamberliği de ele geçirmek isterler. Siyâsî erki başkasına kaptırmak istemedikleri gibi, Yüce Allah'ın peygamberliği başkasına vermesini de alayla karşıladılar.

3. " "Böylece biz onu suçluların kalple­rine sokarız."

"Onu" anlamındaki » zamiri nereye gitmektedir. Bazı âlimlere göre "alaya", yani "inkâra" gitmektedir. Peygamberlerle alay etmek, onları inkâr etmektir. Bazıları da zamirin 9. âyette geçen "zikr" yani "Kur'ân'a" gittiğini ifade etmişlerdir.

Alimlerin bu tartışmasına girmeden 13. âyete bakmamız gerekiyor. Oradaki <o bihîdeki zamirin Kur'ân'a gittiğinde ittifak etmektedirler. Bundan hareketle, 12. âyette geçen "onu" zamirinin de Kur'ân'a gittiğini söyleyebiliriz. Buna başka bir delil getirebilir miyiz? "Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleri ile tutsalardı, yine inkâr edenler: 'Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' derlerdi" (En'âm 6/7). "Hayır, âyetlerimiz

sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkarcılar­dan olmuştun" (Zümer 39/59).

Zümer 59'da "sen inkâr ettin" ifadesi inkârın insan­dan kaynaklandığını göstermektedir. Çünkü kâfirin kalbine inkârı Allah sokmuştur diyen âlimlerimiz var. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 12'de ki "onu" zamirini inkâra gönderenler, bize göre bu hataya düşmek­tedirler.

Kur'ân'ı suçluların kalplerine sokmak, durumunu açıklayabiliriz: Yüce Allah, zikri indirdi ve onu mücrimlerin kalbine soktu. Kur'ân'ı kalplerine sokmasının anlamı, onu onlara peygamber ile duyurdu, işittir­di ve onların Kur'ân'ı anlamalarını sağladı demektir. Biraz daha ileri gidersek, öğretim faaliyeti ile onlara Kur'ân'ı ulaştırdı anlamına gelmek­tedir.

Bu âyette geçen dJİü neslükü/seleke kelimesi, "bir şeyi bir şeye girdirmek, sokmak" manasını ifade etmektedir. İpliğin iğneye geçirilmesi de bu kelimeyle ifade edilmektedir. "Sizi cehenneme sokan nedir?" (Müddessir 74/42) âyetinde de Yüce Allah bu kelimeyi kullanmaktadır.

Diğer âlimlerin görüşünü alırsak, yani "onu" zamirini "alaya", "in­kâra" gönderirsek, şöyle bir yorum ortaya çıkar: Peygamberlerle alay edenlerin inkârlarından dönmeyecekleri Yüce Allah tarafından biliniyor­du. Dönmemeleri sebebiyle Yüce Allah inkârlarını kalplerine soktu de­mektir. Bu, bir sonraki âyete göre pek isabetli gözükmemektedir.

4. "Geçmiştekilerin durumu ortada i-ken yine de ona inanmazlar."

Âyette bu insanların tarihî olgulardan ibret almadıklarına işaret e-dilmektedir. Bunu gündeme getirmekle Yüce Allah, tarihteki sosyal ol­guların eğitim açısından etkili olmalarını istemiş olmaktadır. Yaşanmış bir hayat, yaşanmakta ve yaşanacak olana ışık tutmalı, onu etkilemeli ve bir ders vermelidir. Tarihî olgular geleceğe ışık tutmuyorlarsa, öfdurû'r-ler. Ölüler dirilere konuşamaz. Yaşamakta olanlar tarihî olgulardan ders alırlarsa o olguların canlılığını sürdürüyorlar demektir. Yüce Allah tarihî olguların etkinliğinin hangi yönde olacağını da söylemektedir: "Yaşayan insanları imana sevketme yönünde." Geçmiş toplumların ilâhî vahy ve peygamberleri ile olan olumsuz ilişkilerinin onların başına getirdiği olumsuzluklardan ibret alarak ilâhî vahye inan­maları gerekirdi. Bu ilâhî vahy de, o günün Arapları için Kur'ân idi. De­mek ki, Hz. Peygamber dönemindeki Araplar arasında tarihî olgular ku­laktan kulağa naklediliyor ve o olgular canlı olarak yaşıyordu. O zaman, Araplar onları bir hikâye ve bir masal niteliğinde anlatıyorlardı.

Kısaca diyebiliriz ki, Kur'ân'da neden geçmiş peygamberlere ait olguların yer aldığının amacı ortaya çıkmıştır. Din eğitiminin programın­da tarihî olguların hikmeti yer almalıdır. Peygamberlerle toplumların ileri gelenlerinin ilişkisi, normal halkın birbirleriyle ilişkisi, yöneticilerle hal­kın ilişkisi ve doğurdukları neticeler en etkili öğretmendir.

Bu tarihî olguları bilenlerin hemen iman etmesi gerekirken, inkârda ısrarlı olanlar, imana yanaşmamışlardır. Yüce Allah Kur'ân'ı onların kalbine ulaştırıp sokmasına rağmen kalplerinde kilit, orada var olan şirk ve inkâr psikolojisi gelen ilâhî vahyin sinyallerine mâni oluyordu. İlâhî verici istasyonundan çıkan bu dalgalar, şirk ve inkâr duvarına çarpıp geri dönüyor ve; "Onlar, Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerde kilitleri mi var?" (Muhammed 47/24) sorusunu sor­duruyordu. Böylece ilâhî vahyin görüntüsü gönüllerine düşmüyordu.

İman, gönülde köklü bir değişimin adıdır. Tâğût'u, yani insanı Al­lah'tan uzaklaştıran organik veya inorganik tanrıları inkâr edip, onları gönülden temizleyen tevhid inancının oraya yerleşmesi eylemlerini ifade eden iman, köklü değişimin adı olmaktadır.

 5. "Onlara gökten bir kapı açsaydık da oraya çıkmaya ko-yulsalardı, 'şüphesiz gözlerimiz döndü, hayır, büyüye uğramış bir toplu­luk olduk', derlerdi."

a) Bu âyetten anlıyoruz ki, göğün kapıları vardır. Bu kapıların maddî mi, yoksa manevî mi olduğunun tesbiti zordur. Ancak bazı âyet­lerden ip uçları çıkarmak da mümkündür: i. "Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık" (Kamer 54/11).

Bundan gök kapılarının maddî olduğu anlamını çıkartıyoruz. Yağmurun çıktığı buluttaki yerin durumunu Yüce Allah kapı olarak nite­lendirmektedir. Sürtünme ile elektrik yüklenen bulutların boşalması ka­pının açılması demektir.

ii. "Gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar oluşur" (Nebe' 78/19). Kıyamet günü gök sisteminin bozulması ve yarı­lıp kapıların açılması ifade edilirken maddî anlatıma baş vurulmaktadır.

iii. "Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her şe­yin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün ümitlerini yitirdi­ler" (En'âm 6/44). Burada Yüce Allah, sıkıntı ve musibet içinde olan bir topluma bu ekonomik sıkıntı, sosyal ve siyâsî bunalımları kaldırdıktan sonra gelen ekonomik bereket ve mutluluğu gündeme getirmekte, bunla­rın topluma gelişinin kapılar yolu ile olduğuna dikkat çekmekte ve ilâhî lütfün, ihsanın ve takdîrin geliş yollarına kapılar demektedir. Bir toplu­mun refahı için gerekli olan ne varsa, onların geliş yolları, kapılarının açılması demektir. Buradaki kapılar da, manevî niteliktedir.

Bunun bir açıklaması da, A'râf 96'dadır: "O ülkelerin halkı inansalar ve günahlardan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik." İşte En'âm 44'teki kapıların bazısı işte bu bereket kapılarıdır.

iv. "Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak" (A'râf 7/40). Şimdi bu âyeti, yukarıda verdiğimiz A'râf 96. âyetle beraber düşünürsek, iman edip günahtan sakınanlara gökten ve yerden bereket kapılarını Yüce Allah açacaktı. Allah'ın âyetle­rini yalanlayıp onlara karşı kibirlenenlere de bu kapılar açılmayacak de- mektir. Ayrıca A'râf 40'ın, "manevî yücelmenin kapıları" anlamı da var­dır.

Bütün bu âyetlerden sonra yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 14'e dönersek, buradaki kapının manevî olduğunu söyleyebiliriz. Bura­daki kapı, manevî yücelmenin kapısı demektir.

b) Bu kapıyı açacak olan Yüce Allah'tır. "Açsaydık" ifadesinden anlıyoruz ki, kapının açıcısı Allah'tır ve mücrimlerin, yani suçluların durumunu bu kapının halletmeyeceğine âyette işaret edilmektedir. "Oraya çıkmaya koyulsalardı" yani biteviye yükseliyor olsalardı, yine işe yaramayacaktı. Bu ne demektir? Mücrimlere yücelmeleri için Yüce Allah bir fırsat verip, o fırsatı kullansalardı, onlar bu fırsattan neti­ce alamayacaklardı. Yüce Allah onlara yücelmeleri için fırsat vermedi denemez. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Çok ilkel bir çevrede bulunup ilkel hayat süren insanları alıp bunların sosyal seviyesini yükseltelim diyerek beş yıldızlı bir otele veya çevreye yerleştirseniz, onlar o ilkel yaşamlarını orada da sürdüreceklerdir. Kendilerini oraya değil, orasını kendilerine uyduracaklardır. Aynı şekilde beyni, gönlü ve nefsi kirli o-lan, oralarda inkâr ve şirkin ilkelliği olan insanları ma'nen göğün kapısı­nı açıp yüceltseniz o manevî çevreye intibak etmezler. Gönül, beyin ve nefis kirliliklerini beraberinde getireceklerinden orada rahatsız olacak­lardır. Onun .içindir ki onların bu intibaksızlığını Yüce Allah şöyle an­latmaktadır: "Şüphesiz gözlerimiz döndü, hayır, büyüye uğramış bir topluluk olduk, derlerdi." Yüceldikleri o manevî seviye onları rahatsız edecek ve bu şekilde değerlendirme ya­pacaklardır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 15'te geçen sükkira ke­limesi "kabı doldurmak, akan suya set yapmak, kapıyı kapatmak, rüzga­rın dinmesi, hararetin yatışması, gözü bakmaktan alıkoymak" manalarına gelen sekeraden gelmektedir. sekira kalıbı, "sarhoş olmak, havuz dolmak, öfkelenmek", sükira kalıbı, "gözü bağlandı, deniz sakinleşti", es-sekr kelimesi ise, "sarhoşluk veren madde" demektir.

 

Sekr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1. Sarhoşluk veren hurma ve üzüm suyu

"Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem sarhoşluk veren içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz" (Nahl 16/67).

2. Ölüm sarhoşluğu

"Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: 'İşte bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir' denir" (Kaf 50/19).

3. Manevî bunalım

"Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları i-çinde bocalıyorlardı" (Hicr 15/72). Bu âyet, genel veya cinsel ahlâksızlı­ğın verdiği bunalımı ifade etmektedir. Ama buna inkâr psikolojisinin bunalımını da ilâve edebiliriz.

Alkol almış bir insanın yalpalaması gibi bu insanlar da manevî bu­nalımla aynı şekilde dengesiz hareket ederler.

4. Sarhoşluk

"Ey iman eden­ler! Ne dediğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayın" (Ni­sa 4/43).

Kıyamet koparken insanların, içmedikleri halde alkol almış gibi sarhoş olacaklarını anlatan Hac 2'de de ilgili kelime bu anlamda kulla­nılmakta ve kıyametin dehşetinin verdiği bir psikolojik durumu anlat­maktadır.

5. Dönmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 15'te bu kelime, gözlerin "dönmesi", gözlerin "boyanması", gözlerin "bağlanması" manalarına gelmektedir.

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah onları yüceltmek için gökte bir kapı açsa ve onlar oraya çıksalar bile ona inanmayıp gözlerinin boy an d:- ğını, kendilerine sahte bir iş yapıldığını söyleyeceklerdir. Bundan daha da ileri giderek kendilerine büyü yapıldığını söyleyeceklerdir. İyiye, gü­zele doğruya, hakka tahammül edemediklerinden, ona intibakta zorluk çektiklerinden kendi inkâr psikolojilerinin etkisi altında değerlendirmele­rini bu şekilde yapacaklardır. Bu şekildeki değerlendirmelerini Yüce Allah başka bir şekilde de anlatmaktadır: "Ama Biz sana yazılı bir metin gön­dermiş olsaydık ve ona kendi elleriyle dokunmuş olsalardı bile kâfirler kesinlikle; 'bu aldatmacadan başka bir şey değil' derlerdi" (En'âm 6/7).

Kâfirler, Hz. Peygamber'in Allah'tan vahy almadığını, büyüleyici ve etkileyici sözlerle insanları aldattığını söylemiş, söylemekte ve söyle­yeceklerdir. İşte Hicr 15'te bu beyin ve gönüle sahip olan insanların yü­celere erdirilmesinin bir şey ifade etmeyeceği ifade edilmektedir. Dolayı­sıyla onlar, orada kendilerinin aldatılmış olduklarını, büyülenmiş olduk­larını söyleyeceklerdir.

Buradan şu psikolojik esası çıkartıyoruz: İnsanlar dışarıdaki olayla­rı, bulundukları çevreyi kendi inanç ve düşünce yapılarına göre algılayıp değerlendirmektedirler. Sanki kendi içlerindeki psikolojik yapıyı oraya yerleştirip dönüp onu algılamaktadırlar.

Mücrim (Hicr 15/12) denecek kadar derin bir inkâr psikolojisine sahip olan insanları göğe bir kapı açıp yüceler alemine getirseniz bile, o insan kendini aldatılmış olarak görüp değerlendirilecektir. Demek ki be­yin ve gönül bakımından hazır olmayan bir insanı hakikatin, iyinin, gü­zelin, doğrunun neresine götürürseniz götürünüz, beyni ve gönlü zincir­lenmiş olduğundan tutsak olmaktan kurtulamayacak ve kendinin şeytan tarafından büyülenmiş olduğunu itiraf edecektir. İnsan yerde olabilir, ama beyni ile gönlü gökler aleminde, yücelerde olabilir.

Bu âyetlerden çıkaracağımız eğitimle ilgili ilke şudur: Bazı insan­ları eğitmek mümkün değildir. Toplumdaki seviyeleri, yani statüleri, kibirleri, sahip oldukları kültürleri, onların beyin ve gönüllerinde zincir halini aldığı için, iyiye, güzele, doğruya ve hakka doğru gerçekleşecek köklü değişime kapalıdırlar. Bunlar Allah, vahy ve peygamber gönderse de değişmemektedirler. Onun için, eğitim açısından bunlara mesai ver-menin anlamı yoktur. İlâhî vahyi onların gönlüne akıtsanız bile inanma­ları mümkün değildir. Hidâyet, dışarıdan zorlama ile değil, gönüldeki istekle, yönelişle, sevgi ile olacaktır. Alıcınız bozuksa, verici istasyonu­nun görüntüsü gönüle düşmeyecektir. Demek ki, din eğitiminde asıl olan, insan gönlünü hazırlamak, oradaki sevgi ve inanç duygusunu harekete geçirip arayış içine sokmaktır. Arayan gönül Mevlâ'sını bulacaktır.

Eğitimciler ferdî farklar psikolojisinden hareket ederek şu esasa göre davranmalıdırlar: İnsanlara öğretilen bilgiye karşı, onların davranışı, tepkisi aynı olmayacaktır. Birisi daha erken değişime uğrayarak olumlu tepki gösterirken, diğeri daha geç değişime uğrayıp olumlu tepki vere­cektir. Bir diğeri de asla değişmeyecek ve olumsuz tepki gösterecektir. Hele bu ferdî farklar psikolojisine bir de farklı kültür anlayışı eklenirse, eğitimin, öğretimin etkinliği de kapanması zor olan açılarla farklılaşacak­tır. Ferdî farklar psikolojisinin olduğu yerde determinizmi yakalama zor­dur, hatta imkansızdır. Aynı kültür çevresinde yetişen insanlara aynı ilâhî vahy aynı neticeyi vermemektedir. Çünkü ferdî farklar orada devreye girerek determinizmi önlemektedir.[7]

 

Gökteki Burçlar Ve Şeytanlar:

 

16. Gerçekten de biz gökyüzüne büyük takım yıldızları (burçlar) serpiştirdik ve onları seyredenler için süsleyip bezedik.

17.Ve onları kovulmuş her türlü şeytânı güce karşı ko­ruma altına aldık.

18.Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onun peşine de parlak bir ateş alevi takılır.

Yüce Allah bu âyetleri ile astronomi denen göksel bilimin önüne önemli bir ödev olarak koymaktadır. Bu ödevin konusu "burçlardır." Şimdi âyetlerin analizini yaparak burçlar meselesine bir açılım getirebili­riz.

1. "Gerçekten de biz gökyüzüne büyük ta­kım yıldızlan (burçlar) serpiştirdik."

Âyette geçen burûc/burc ismi, "yükselmek, ortaya çıkmak, zahir olmak" anlamına gelen ry. berece veya berice fiilinden türemiştir.

Berice kalıbı "gözün beyazının siyahını tamamen kaplaması, gö­zün güzelleşmesi, iki kaş arası aralıklı olmak; burç, kule bina etmek"; teberrace kalıbı da "kadının süslenip süsünü kocasından başkasına gös­termesi" anlamına gelmektedir. Tâcu'l-'Arûs'da burûc kelimesine "bü­yük takım yıldızlan" manası verilmiştir.

Burûc kelimesi, Kur'ân'da çeşitli kalıpları ile kullanılmakta ve farklı manalan ifade etmektedir.

 

Burûc Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Kale

"Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, sağlam kalelerde olsanız bile!" (Nisa 4/78). Burada ilgili ke­limeye "kule, yani göğe yükselen kuleler" manası da verilebilir.

2) Açılıp saçılmak

Bu kelime Ahzâb sûresinin 33. âyetinde fiil kalıbında kullanılmak­tadır.

"Eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın." Aslında mana şöyledir: velâ teberracne "sergilemeyin", teberruc "cazibenizi". Beraber ifade edilirse, "cazibenizi sergile­meyin" demek olur ve "bedenini, güzelliğini, cazibesini sergilemek" anlamına gelmektedir.

Bu kelime, aynı zamanda "teşhir" etmek manasına da gelmektedir:

"Bir nikah ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların zinetlerini teşhir etmeksizin elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir günah yok­tur" (Nûr 24/60). Bu âyette ilgili kelime, müteberricât kalıbında yer almakta ve "teşhir etmek" manasına gelmektedir.

Böylece kelime "beden teşhiri" denen bir çeşit psikolojik mana ta­şımaktadır.

3) Takım yıldızı

Gökbilimciler gökyüzünü kolayca adresleyebilmek için çeşitli bü­yüklükte parçalar şeklinde parsellemiş ve bunlara genellikle Kuzey yarı­kürede mitolojik kökenli isimler vermişlerdi. Daha yakın zamanda ad­landırılan güney yarımküre takım yıldızlarıyla çoğunlukla nesnelere ben­zetilerek o nesnelerin isimleri verilmiştir. Parsellerin her biri takım yıldı­za karşılık gelir. Kuzey ve güney yarımküreler dahil gökyüzündeki top­lam takımyıldız parsellerinin sayısı 88'dir. Ufkun açık olduğu gecelerde gökyüzüne baktığımızda bu takım yıldızlarının 40 kadarı görüş alanı-mızdadır.

Yıldızların çeşitli burç, yani takım yıldızlara parsellenmesi ve bun­ların isimlendirilmesi, tarih boyunca, kültürden kültüre farklılık göster­miştir.

Zodyak takım yıldızları, 88 takım yıldızından bir bölümü Güneş'in yıl boyunca gökyüzünde hareket ediyor gibi göründüğü yol boyunca sıra­lanmış takımyıldızlardır. Bunlar "burçlar kuşağı" olarak andırılırlar. On iki burçtan meydana gelen bu burçlar zodyak takım yıldızları olarak bili­nir. Demek ki Güneş, bir yıl içinde Zodyak'ı kat etmektedir.

İşte burç denen bu takım yıldızları insanları tarih boyunca meşgul etmiştir. Bu meşguliyetin umumi adına Astroloji diyoruz. Gökbilimcile- rin göksel cisimleri incelerken gözlem ve ölçüyü metod olarak almaları Astrolojiyi astronomiye dönüştürmüştür. Astroloji bir hurafe niteliğinde insanlığı meşgul etmiş ve ediyor.

Astronomi bilimi göksel cisimler ve onların hareket tarzı ve yapısı hakkında bize oldukça doyurucu bilgiler vermesine rağmen Astroloji hala varlığını devam ettirmektedir. Bunun sebebi ne olabilir? Bize göre insanların hâlâ falcılıkla, Astroloji ile yıldızname denen kitaplarla ilgi­lenmesinin sebebi, psikolojik ihtiyaçtır. Bu psikolojik ihtiyaca, bir de bilgisizliği ilave edersek, insan Astrolojinin girdabından çıkamaz hale gelmektedir. Kendi inançlarını, davranışlarını sebep-sonuç ilişkisi içinde analiz edemeyen, Allah ile kâinatı ve insanın hayatındaki ilişkileri bile­meyen câhil insanlar kurtuluşu Astrolojide, falcılıkta arayacaklardır.

Artık İslam dini ve astronomi yıldızların insanların üzerinde ve on­ların geleceğini önceden görme meselesinde hiçbir etkisi olmadığını or­taya koymaktadır. Artık insan akıl, bilim ve gerçek imanı ile geleceğini belirleyip Allah'ın irâdesine bırakacak olgunluğa gelmelidir.

Astrolojinin insan hayatına girişini incelerken, insanın yaşam çiz­gisindeki değişimi bilmek gerekiyor. Göçebe hayattan yerleşik hayata geçerken, buzul yatakları nehir vadilerine, geniş ve mümbit alanlara dö­nüştüğünde bu alanlara yerleşmiş oldular. Bu mümbit alanlar, onların yerleşik hayata geçmesinin sebeplerinden biri olmuştur. Sıcaklığın ve nemin artması ile bereketli, verimli araziler oluştu. Bu da göçebe hayat­tan yerleşik hayata geçişi temin etmiştir. Artık insanlar, ziraat yaparak besinini yetiştirecek tecrübeyi kazanmaya başlamıştı. İlkel insan döne­minden kalma çevresel ve mevsimsel değişikliklerde ilgili bilgileri araş­tırıyordu. Eski gelenekleri, yeni sorunlara kanıtlar ve çözümler bulma işinde kullanacaktı. Bu yerleşik dönemin en önemli ihtiyacı ya da sorunu hava şartlarını öğrenmekti.

Çünkü tarımla geçinen insanlar için hava şartları çok önemlidir. Yeni dönem, insanına hava koşullarını öğrenmeyi dayatıyordu. İşte bu ihtiyacın meydana getirdiği zorlama, hava şartlarını ve buna paralel gök­yüzünü incelemeye başlamalarını temin etti. Belirli şekilleri kendilerine göre isimlendirip, hangi zaman aralıkla­rında göründüklerini kendilerine göre yorumladılar. Gözlem ve ölçümü bu çalışmalarına katınca da yavaş yavaş astronomiye, yani gökbilimine geçmiş oldular.

Babiller, ziraat ürünleri, hava koşulları ve krallığın genel durumu ile yakınen ilgilenirlerdi. Onlara göre, dünyanın durumu krala, kralın durumu da dünyaya bağlı idi. O dönemin din adamları, gök cisimlerinin hareketine ve bulundukları duruma bakarak kralın yazgısı, kaderi hak­kında yorumlar yaparlardı. Ay ve Güneş tutulmasını, kuyruklu yıldızları, kurban edilen hayvanların iç organlarının koşulları şeklindeki.işaretleri yorumluyorlardı.

Burada iki yöntem uyguluyorlardı:

i. Horuspex: Kurban edilen hayvanın karaciğerinin incelenip yo­rumlanması. Buna sakatat okuması denir.

ii. Heneroloji: Gökyüzünün ve gökyüzünde süregelen olayların o-kunması. Din adamları karaciğerin durumları ile dış dünya arasında akıl­cı benzerlikler ve ilişkiler kurmuşlardı. Denklik ilkesi veya benzerlikler yasası böyle oluşmuştur. Bu denklik ilkesi sadece sakatat okumada değil başka nesne veya nesnenin içinde bulunduğu koşullarla dış dünya arasın­daki ilişkiyi görebilmede kullanıldı. Bu ilkenin temelinde benzerlikler yatmaktadır. Örneğin balık suda yaşar. Denklik ilkesi yardımıyla balık, zodyak işaretlerinden biri olan balıklar burcuyla ilişkilendirilir. Böylece balıklar su işareti olur.

Yunanlılar, Babil ve Mısırlılara göre daha az uygar olmalarına rağmen, bütün yapılanmalar onları daha özgür ve daha yeni düşüncelere açık kılıyordu. Boş zamanları fazla olması nedeniyle, gözledikleri evre­nin uygun bir modelini oluşturmak için yeterince zaman bulabiliyorlardı.

Yunanlılar yeryüzündeki yaşamla evrenin ilişkisini kurmaya çalış­tılar. Babil Astrolojisi gök cisimleri ile yeryüzündeki olaylar arasında ilişkiler olduğunu varsayıyordu. Yunanlılar da bu mantığı benimsediler. Yunanlılar kendi evren modellerini Astrolojiyi de içerecek biçimde yeni­den düzenlediler. Yunandaki hemen hemen tüm düşünce okulları yıldız- ların Astrolojik etkilerine inanıyor ve onu kendi özgün mantık dizgeleri­ne yamıyorlardı. Yunanlılar özgür istenç (irade) gibisinden felsefi bir kavramı Astrolojiye sunarak onu daha ince duruma getirdiler. Çünkü eğer kişinin yazgısını, yani kaderini yıldızlar belirliyorsa, kişi kendi ha­yatını ilgilendiren konularda nasıl karar verecekti? Bu kararlar zaten yıl­dız konumlarınca belirlenmemiş miydi? Eğer Astrolojik öngörüler doğruysa, kişinin özgür iradesinden bahsedilmezdi. Bu da Yunanlıların sağ duyusuna ve deneyimlerine aykırı idi.

Yazgıcı Astrolojiye en çok inanan ve onu geliştiren Romalılar ol­muştu. M.S. n. yy'in ortalarından itibaren başa geçen imparatorların hep­si yıldızların dayattığı biçimde yaşadılar.

Astroloji, Romalıların dış gücünü öylesine ateşledi ki, Roma Sena­tosu M.Ö. 139 yılında bir bildiri ile Astrologları ve yıkıcı politik etkinlik­lerde bulunan yabancıları imparatorluğun sınırları dışına attılar. Böylece yeni düşüncelerin yayılmasını engellemeye çalıştılar. Ancak Astrolojinin Roma politikasında giderek daha çok rol oynamasını durduramadılar. Romalıların kuyruklu yıldızlara ilişkin bâtıl inançları çok derindi. Astro­loji politik hayata hızla tırmandı. Roma mahkemelerinde astrologlar da­ima hazır bulundurulurdu. Astroloji Roma'da o derece güçlü bir politik ve psikolojik silah haline gelmişti ki, astrologlar birkaç imparatorun yaz­gısını belirleyecek duruma gelmişlerdi. Julius Ceasar'ın suikastini Astro­lojik öngörüler söylüyordu.

Astroloji yoğun olarak Avrupa'ya X. yy'da yayılmaya başlamıştır. XII. yy. ortalarında bir yer altı arkeoloji kültürü oluşmuş ve gelişmesini sürdürmeye başlamıştı. Astrolojinin Avrupa'ya yayılışı doğru olmayan ya da doğru çıkmayan bir Astrolojik öngörü sonrasında olmuştur.

Toledol'u John, o dönemde bilinen 7 gezegenin 1186 yılında Libra (terazi) burcunda, yani takım yıldızında, bir doğru boyunca dizilecekleri-ni öngördü. John bu durumun felaketlere yol açacağını ileri sürdü. Geze­genler beklenen konuma geldi, ama beklenen felaketler gerçekleşmedi. Bu başarısız öngörü John'un saygınlığını kırmamıştı. Genç Rönesans Avrupa'sındaki Üniversitelerde astronomi kürsüle­ri kuruldu. Astroloji böylece, entelektüellerin ilgi alanına girmiş oldu. Helenistik dönemde olduğu gibi bu dönemde de astronomi ile Astroloji birbirine karıştırıldı. Bir kez daha astrologlar mahkemelerde resmi kadro­lar bulmaya başladılar. Bu uygulama önce İtalya'da sonra Fransa'da gö­rüldü. Gök cisimlerinin insan yaşantısı üzerine olan etkilerine inanılmaya başlandı. Hatta o dönemin bilimcileri bile, gezegen hareketlerine ilişkin kuramlarında, Astrolojik düşünceden etkilendiler. Kepler, gezegen hare­ketlerini düzenleyen yasaları bulmaya çalışıyordu. Kepler, Plato'cu dü­şüncenin bir ürünü olan "kürelerin uyumu" gibisinden bir söylencenin etkisi altında tam otuz yılını boşuna harcadı.

Roma'nın politik yaşamının tam tersine Rönesans Avrupa'sında Astroloji tamamen halka açık bir tüketim malı oldu. Bu açıdan diyebiliriz ki Astroloji Rönesans dünyasının vazgeçilmez bir parçası durumundaydı.

Astrolojinin çöküşü şu şekilde olmuştur: Kepler, Rönesans döne­minin sonralıyla aydınlanma dönemlerinin başlarında yaşadı. Oldukça çalkantılı olan bu dönemde, bâtıl inançlar, büyü, feodalizm, ve emperya­lizm birbirleriyle sıkı sıkıya örtülüydü. Aynı zamanda bu durumun yanı sıra akılcılık yükseliyor, gerçekliğe olan ilgi de artıyordu. Kepler geze­genlerin yörüngeleriyle hareketleri arasında matematiksel bir bağlantı bulmayı amaçlıyordu. Bunu yapmak için iki yol vardı: Çinlilerin düzgün yüzlü katı cisimleri ve Yunanlıların gezegenler arası harmonik ilişkileri­nin varlığını savunan evren görüşü. Ancak ikinci görüş gezegen hareket­lerine açıklık getireceği yerde durumu daha da karmaşık hale sokunca bu düşünceyi tarihin çöplüğüne gönderdi.

Kepler uzun çalışmalar sonucunda bilim için çok önemli üç yasayı buldu:

a) Gezegenlerin yörüngesi elips şeklindedir. Güneş bu elipsin odaklarından birinde bulunur.

b) Güneş etrafında dolanan gezegenleri Güneş'e birleştiren doğru parçası eşit zamanlarda eşit alanlar tarar.

c) Gezegenlerin yarı-büyük eksen uzunluklarının küpü, gezegenle­rin dolanma dönemlerinin karesine oranı sabittir.

Keplerin bu yasaları keşfetmesinden sonra Astroloji uzun zaman alacak olan bir alçalma dönemine girmiş ve neticede Mars'ın savaş tanrı­sı krallığı olarak görülmesi sona erecekti.

Kopernik, Galileo ve Keplerin bulguları, gezegenleri gerçek ko­numlarına yerleştirmişti. Gezegenler, artık bilinen yasalara göre Gü­neş'in etrafında dolanıyordu ve isteyen herkes bu yasaların doğruluğunu denetleyebilecekti. Keplerin yasalarını, Newton'un çekim kanunu, Descartes'in analitik geometrisi ve Mendel'in genetik yasaları izledi. Her bir bulgu Astrolojinin o yıkılmaz abidesinden bir taş söküyor ve çöküşü­nü hızlandırıyordu.

Kişinin karakterini gezegenlerin mistik etkisi değil, kalıtım belirliyordu. Kişinin kimliği atalarından aldığı genetik bilgilerle belirle­niyordu.

Astrolojinin, kişinin yazgısı, serveti ve sağlığının bilinmesinde oy­nadığı rol de zamanla unutuldu. Çağdaş bilim, Astroloji gibi geçici değil, kalıcı görünüyordu. Ancak, aydınlanma çağı Astrolojinin çöküşünü ta­mamlayamamıştı.

Günümüzde pek çok insanın eğlendirici bir oyun gözüyle bakması­na rağmen hâlâ câhil odaklarda hayatını sürdürmektedir. Astroloji, bu câhil ortamlarda hâlâ psikolojik bir tehlike olarak yaşamakta ve kendine inananlara cazibesini kabul ettirmektedir. İşte tehlike ona inanmakta yatmaktadır.

Özellikle İslam âleminde, câhil olanlarda Astrolojinin kalıntıları devam etmekte, yıldıznameler yazılarak, fal bakma, falcılık yapmak, insanların geleceği hakkında öngörüde bulunmak devam etmektedir. Peki Kur'ân'in bu konudaki açılımı nedir?

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette olduğu gibi Yüce Allah başka âyetlerde de gökte burçları yarattığını, serpiştirdiğini söylemekte­dir. Meselâ, "Gökte burçlarıvar eden, onların içinde bir çerağ (kandil/Güneş) ve nurlu bir Ay barındı­ran Allah, yüceler yücesidir" (Furkân 25/61).

Demek ki Güneş ve Ay, burçların oluşturduğu halkaların içinde bu­lunmaktadır. Astronomi bilimi, asırlar önce Kur'ân'ın bu söylevine gel­miş bulunmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 16. âyetin devamında ve sonraki âyetlerden burçların işlevini anlıyoruz.

2. " Ve onları seyredenler için süsleyip bezedik."

Demek ki burçların insanlar için ifade ettiği en önemli şey sanatsal bir güzellik taşımalarıdır. Diğer taraftan, onların gözlenebileceği, bilim­sel araştırmalar için gözlem yapılabileceği de burada gündeme getiril­mektedir. Âyetin son kelimesi olan en-nâzırîn "gözlem yapanlar" ifadesinden bunu çıkartıyoruz.

Demek ki burçlar, sadece gözleyenlere sanatsal bir süs zevki versin diye değil, araştırılsın diye onlara sanatsal bir şekil verilmiştir. Onların o güzellikleri bilim adamlarını araştırmaya sevkeden bir niteliğe de sahip­tir.

3. "Ve onları kovulmuş her türlü şeytanî güce karşı koruma aftına aldık."

a) Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 17. âyet, 16. âyetin de­vamı mahiyetindedir. 16. âyette Yüce Allah burçları yarattığını, sonra da onları süslediğini belirtmişti. 17. âyette de onları şeytanî güçlerden koru­duğunu söylemekte, yaratma, süsleme ve koruma fiilleri ile burçlarla olan ilişkisini bize anlatmaktadır. Demek ki Yüce Allah takım yıldızları denen burçları özel anlamda koruma altına almıştır.

b) Daha önce Bakara 36. âyette de anlattığımız gibi "uzak oldu, uzaklaştı, yabancılaştı" anlamına gelen şetane fiilinden türeyen şeytân kelimesi Kur'ân'da, "doğru, güzel, iyi ve faydalı olan her şeye uzak, ya­bancı olan, ve onlara daima karşı çıkan güç ve etki" anlamında geçmek­tedir.[8] Bu kelime, insanın ruhundaki şey­tanî, yani son derece kötü eğilimleri ve özellikle hakikate ve maneviyata düşman olan bütün dürtüleri tanımlamak için kullanılmıştır[9].

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 17'de şeytanların özelliği racîm yani "kovulmuş, taşlanmış" olarak verilirken, Sâffât 7'de ise "bozguncu" anlamına gelen mârid kelimesi şeytanın sıfatı olarak geçmektedir. Şimdi Sâffât 6 ve 7. âyetlere gidebiliriz:

 ütfali yeryüzüne en yakın gökleri, yıldızların güzelliği ile süsledik ve onları her türlü bozguncu şeytanî güce karşı ko­ruduk." Hicr 16'da geçen burçlar, Sâffât 6'da yıldızlar olarak geçmekte­dir. Demek ki burçlar dünyaya en yakın olan gök tabakasında bulunmak­tadır. Demek ki Yüce Allah takım yıldızları denen burçları kovulmuş ve bozguncu şeytanî güçlerden korumuştur.

4. "Ancak kulak hırsızlığı eden olursa onun da peşine hemen parlak bir alev takılır."

Kulak hırsızlığı yapmak, göğün sınırlarını çalmaya kalkışmak an­lamına gelmektedir.

Şeytanların, bir bakıma cinlerin kâfirleri, araya girip çalmak iste­dikleri bir mesaj mıdır? Eğer mesaj ise, burçlar arasında ya da burçlarla dünya arasında bir haberleşme sistemi mi vardır? Başka bir soru şeklinde sorarsak, şeytanlar kulak hırsızlığı niye yapıyorlar?

Bu sorulara cevap verebilmek için Hac sûresinin 52. âyetine git­memiz gerekiyor: "Biz, senden önce hiçbir peygamber ve nebî göndermedik ki o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya çalışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın kataca­ğı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini sağlam olarak yerleştirir."

Demek ki şeytan Allah'ın peygamberlerine gönderdiği mesaja ku­lak hırsızlığı yaparak araya girip mesajı bozmaya çalışmaktadır.

İşte araya girip kulak hırsızlığı yapan ve mesajı bozmaya çalışan şeytanı parlak bir alev takip ederek onu yakmaktadır. Bu durum sadece peygamberlere gönderilen mesajda olmuyor, normal insanlara gönderilen ilhamlarda da böyle olmaktadır. Şimdi bu üç âyeti açıkladıktan sonra, Astroloji, falcılık, yıldıznameden öngörüler çıkarmak, insanların kaderi, geleceği hakkında hükümler vermek, herkesi doğduğu aya göre burçlara yerleştirip karak­ter, hayat ve geleceklerini okumanın dinde yeri olup olmadığını açıkla­mamız gerekiyor.

Yukarıdaki konulara cevap verebilmemiz için En'âm 75-79. âyetle­re gitmemiz gerekiyor. O âyetlerde Hz. İbrahim'in, Rabb'ini arayışa gök­sel cisimlerden başladığını, ama onların Rabb olarak insanın hayatı üzerinde etkili olamayacağını, kaderini belirleyemeyeceğini görmekte­yiz. Bu âyetlerin analizine geçmeden, şunu söylememiz gerekiyor: Yıl­dızlara bakarak insanların yazgısını, karakterini, geleceğini belirlemek, göksel cisimlere, meselâ, Güneş'e, Ay'a veya yıldızlara tapanların sapık din ve tanrı anlayışlarının bir kalıntısıdır.

"Böylece biz, ke­sin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteri yorduk" (En'âm 6/75). melekût kelimesinin birinci anlamı, "hükümranlık"tır; ikinci anlamı da "işleyiş tarzı, tabiat kanunları" de­mektir. Başka bir ifade ile bu âyet, "göklerin ve yerin işleyiş tarzının sırlarını ona öğretiyorduk" anlamına gelmektedir.

"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. 'Rabbim budur', dedi. Yıldız batınca da, 'batanları sevmem', dedi" (En'âm 6/76). İşte Hicr 16'daki burçlar meselesi ile bunu bir araya getirmemiz gerekiyor. Hz. İbrahim, kaybolan yıldızın Rabb'lık yapamayacağını, çünkü Rabb'in, insanın karakteri, geleceği ve hayatı üzerinde etkili rol oynayıp onu şekillendireceğini ifade etmektedir. Ama kaybolan yıldızlardan bunları beklemek yanlıştır, hurafedir, bâtıl inançtır.

Hz. İbrahim: "Batanları sevmem" derken "batanlara inanmam" ifa­desini kasdetmiştir. İşte yıldızlara kutsal bir güç isnad etmek ve onlara dayanarak insanların yazgısı ile oynamak, bir yazgı istemek ve gelecek inşa etmek ya da buna inanmak bâtıl olmaktadır. Daha sonra Hz. İbrahim Ay'ı Rabb edinir; Ay batınca Güneş'i Rabb edinir; o da batınca hiçbirinin tanrı olamayacağını ve yeryüzündeki insanların kaderini ve geleceğini onların belirlemeyeceklerinin kararını ve göksel cisimlerin Allah'ın yaptığı şeylere ortak olamayacağının dersi­ni verdi (En'âm 6/77-78).

Böylece Hz. İbrahim göksel cisimlerin Rabb olamayacağını anla­mış, yüzünü Allah'a çevirmiştir. Âyetteki yüz, bütün benliği ifade et­mektedir.

İnsan bütün benliği ile Allah'a dönmeli, O'ndan yardım beklemeli, burçlara dönüp onlardan bir gelecek beklememelidir. Göksel cisimlerden yazgı, gelecek beklemek Hz. İbrahim'in tanımı ile şirktir. Artık Kur'ân, insanın yüzünü yıldızlara, burçlara çevirmenin bâtıllığını ortaya koyarak onları Allah'a yöneltmiştir. İnsanın geleceği, aklı ile ve samimi olarak yaptığı çalışmaların neticesine noktayı koyan Allah'ın takdiri ile olacak­tır. Gaybı yalnız Allah bildiğine göre, yıldızlara, burçlara bakarak, gele­cek tayin etmek, geri kalmışlığın, yobazlığın, karanlığın, ilkelliğin gös­tergesinden başka bir şey değildir.

Akıl, bilim ve çalışma gibi üç önemli unsuru Allah'ın dilemesi ve takdirine bırakarak hayat belirlenecek, gelecek tayin edilecek, yazgılar yazılacaktır. Aklını kullanamayan, bilim üretemeyen, çalışmayan ve Al­lah'ın dilemesine imanı olmayan, köhne, karanlık ve kirli beyinlerin içi şirkle dolacak, yıldıznamelerin sahifeleri beklentileri olacaktır. Çalışma­yan, ufku, beyni ve gönlü dar olan insanlar bâtıl inançlardan yardım bek­leyeceklerdir.

Bu insanları, kulak hırsızlığı yapan şeytanları takip eden parlak a-lev gibi, medeniyetin parlak nuru takip edecektir. Bu insanlar aklını kul­lanamadıklarından, düşünemediklerinden, bilgi üretemediklerinden an­cak hırsızlık yaparlar. Başkalarının emeğini kullanırlar.

Yüce Allah Hicr 16-18. âyetleri bize niçin anlatıyor? Şeytanî güç­ler gibi mesajları dinleyerek kulak hırsızlığı yapan insanların olduğunu, onların da bir şeytanî güç olduklarını, medeniyetin, aklın, bilginin ve ilâhî mesajın ışığının onları takip edeceğini ve onlara faaliyet alanı bı- Takmayacağını anlatmaktadır. Aklını kullanmayan, çalışmayan, bilgi üretmeyen insanlar sadece kulak hırsızlığı yaparlar. Yüce Allah bu mesa­jı vermektedir.[10]

 

Her Şeyin Tasarrufu Allah'a Aittir:

 

İ9. Yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar diktik ve ora­da her şeyi ölçülü bitirdik.

20. Orada sizin ve rızk veremeyeceğiniz varlıklar için geçimlikler var ettik.

21. Katımızda hazineleri olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak bilinen bir ölçüye göre indiririz.

22. Biz rüzgarları dölleyici olarak gönderdik ve böylece gökten su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa, siz o suyu depolayamazdınız.

23. Doğrusu biz diriltiriz, öldürürüz ve hepsinin vârisi biz kalırız.

Yüce Allah tevhid inancını anlatırken, göksel olayları gündeme ge­tirdikten sonra yerel olayları da dersin programına almakta, böylece gök­sel bilimler ile yerel bilimleri programa koymakta; bir bakıma genel eği­tim ile din eğitiminin programını yapmaktadır. Fussilet 53'te buyurduğu gibi, dış âlemin kanunlarının araştırılmasını önermektedir.

Göksel ve yerel bilgiler, Allah'ın varlığına ve birliğine delil ola­caktır. O zaman Yüce Allah'ın kâinatla ilgili olan tasarrufunda göksel ve yerel deliller gösterilmektedir.

1. "Yeryü­zünü yaydık, oraya sabit dağlar diktik ve orada her şeyi ölçülü bitirdik."

Yüce Allah bu âyetinde üç eylemini gündeme getirmektedir:

a) Yeryüzünü yaymak

İlk patlamayla Dünya, Güneş, Ay ve yıldızlar oluştuktan sonra, Yüce Allah yeryüzünü şekillendirdi. Dünya küre şeklindedir. Ancak bu kürenin büyük olması sebebiyle insanlar üzerinde dururken düz olduğu­nu zannetmektedir. Patlamada yer kürenin oluşması ve onun düzenlen­mesi eylemi i. medde fiili ile ifade edilmektedir. Böylece Yüce Allah yeryüzünün oluşumunu araştırma ödevini bize vermektedir.

b) Oraya sabit dağlar dikmek

Âyetin bu kısmında geçen ravâsî kelimesinin tekili râsîdır. Bu kelimenin çoğulu râsiyedir. Çoğulun çoğulu da ravâsî olmaktadır.[11] Aslında Arapça'da dağ cebeldir. Ravâsî, "sabit dağlar" manasına gelmektedir. Burada şu soruyu sorabili­riz: Yüce Allah yeryüzünün üzerinde dağları niye koydu? "Sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu" (Lokman 31/10). Demek ki yeryüzünün üstünde ağır baskılar anlamına gelen dağ­lar konmasaydı, yeryüzü insanları sallayacak, sarsacaktı. Başka bir âyette de dağların bu görevi gündeme getirilmektedir (Nahl 16/15). Dağların bu görevi Nebe' 7'de şu şekilde açıklanmaktadır: 'iSlijl JdLij "Ve dağları da(yerin) sütunları." Demek ki dağlar, direk, kazık ve sütun olarak görev yapsınlar diye konmuştur.

Yüce Allah yerküreyi insan için beşik (Nebe' 78/6) ve döşek (Ba­kara 2/22) olarak yaratmıştır. Bu beşiğin sarsmadan dengeli bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Oradaki dengeleri sağlayanlardan biri de dağ­lardır. Aksi takdirde beşikte ve ondaki döşekte insanlar rahat edemezler. Yerkürenin yani insanın beşiğinin denge içinde hareket edebilmesi, sabit dağlara, yani kazık görevini gören dağlara bağlıdır.

Büyük patlamadan sonra, yerkürenin yüzeyinde, magma denen er­gime halindeki maddeden ve belki de gazlardan arzın merkezine doğru ilerleyen soğuma ve katılaşmadan ileri gelen tazyik ve sıkışmaların so­nucunda yer kabuğunun maruz kaldığı dengelenme işlevi sonucu dağlar meydana gelmiştir. Yerkürenin içi kısmında bulunan bu sıvı gaz karışımı yukarıdaki tabakaların ve katı kütlelerin -ki bunların göze çarpan kısmı dağlardır- meydana gelmesini sağlamıştır.

Dağların büyük basıncı ile yeryüzü dengede tutulmaktadır. İşte Nebe' 7'de geçen kazık, direk, sütun anlamına gelen evtâd kelimesi bu­nu ifade etmektedir. Bu kelime, dağları, yerkürenin jeolojik süreçler i-çinde tedricen kazandığı izafî denge ve mukavemetin sembolü olarak tanımlayan Kur'ân'a ait işaretin de açıklaması durumundadır. Bu denge, yer sarsıntıları ve volkanik patlamaların gösterdiği gibi, mutlak bir denge olmamakla birlikte, yine de yerküre üzerinde hayatın devamına imkan veren şey, yer altındaki akıcı ama kararsız tabakalara karşı direnç göste­ren yer kabuğunun varlığıdır.[12] İşte Nahl 15; Enbiyâ 31; Nebe' 7 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 19. â-yetler bu oluşumu gündeme getirmekte ve bu konuyu araştırmak üzere insanlara ödev olarak vermektedir.

c) Yeryüzünde her şeyi ölçülü bitirmek

Âyetin bu kısmında geçen mevzun kelimesi vezin kelimesinden türemiştir. Genelde bu kelime "ölçü" ve "miktar" için kullanılır. Yüce Allah kâinatı yaratırken "ölçü" ve "denge" esasına göre yaratmış   ve   "ölçü"yü   temel   kanun   olarak   koymuş   ve   her   türlü"ölçü"yü temel kanun olarak koymuş ve her türlü yaratmasında bu "öl­çü" kanununu kullanmıştır.

i. "Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer 54/49). Yüce Allah koyduğu "ölçü" kanununa uyduğu gibi bize de ölçülü olmamızı emretmektedir. Yüce Allah bu âyette ölçü için kader kelime­sini kullanmıştır. Demek ki kader, ölçü demektir.

ii. "Allah'ın katında her şey ölçü iledir" (Ra'd 13/8). Bu âyette de Yüce Allah mikdâr kelimesine yer vermekte ve ölçü manasında kullanmaktadır. Kamer 49 ile Ra'd 8'deki kader ve mikdar kelimeleri aynı kelimeden türemiştir. Demek ki kâinatın ve içindeki bü­tün varlıkların kaderi "ölçüdür".

iii. "Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçü­de indirir" (ŞÛrâ 42/27).

iv. "Her şeyin hazineleri yal­nız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçü ile indiririz" (Hicr 15/21). Bu âyette de kader kelimesi "belli" anlamına gelen ma'lûm ke­limesi ile kullanılmaktadır.

Şimdi bu âyetlerdeki "ölçü" kavramlarının ne anlama geldiğine ba­kabiliriz. Kamer 49'da ifade edildiğine göre Yüce Allah, genel anlamda bütün kâinatı ve içindeki varlıkları yaratmada "ölçü" kullanmıştır. Biz buna kısaca "yaratmada ölçü" diyebiliriz. O, Şûra 27'de ise varlıklara ve özellikle insanlara hayatlarını sürdürebilmeleri için vereceği rızkı, yani ekonomik nimeti de ölçü ile vermektedir; başka bir ifadeyle, onların ihti­yaçları ölçüsünde vermektedir. Kısaca buna "varlıkların ihtiyacı ölçü­sünde rızkı göndermek" de diyebiliriz. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 19'da Yüce Allah, insanların ve diğer canlıların bitkisel gıdaları için ihtiyaçları olan her şeyi yerden bitirdiğini, bu bitirmesini de bir ölçü ile yaptığını söylemektedir.

Hicr 21'de de her şeyin hazinelerinin Allah'ın katında olduğu ve o hazinelerden indirirken ölçü ile indireceğini buyurmaktadır. Bu indirme ekonomik nimet olacağı gibi, bilgi, teknolojik buluş ve bunun gibi hayat-ta ve kâinatın işleyişinde gerekli olan her şeyi ölçü ile verdiği anlamına gelmektedir.

Demek ki Yüce Allah, yaratmada, bitki örtüsünü bitirmede ve in­sanların ihtiyaçlarını karşılamada hep "ölçüyü" kullanmıştır. Yüce Al­lah'ın temel kanunlarından biri olan "ölçülü iş yapmak", insanların da davranışlarında, ahlâklarında, işlerinde, düşüncelerinde, niyetlerinde, sosyal ilişkilerinde de yer almalıdır. "Ölçü" duygu hayatımızın da temel ilkesi olmalıdır. Sevmekte ölçü, neyi ne kadar seveceğinin bilincinde olmak çok önemlidir. Allah'tan başka varlıkları Allah'ı sever gibi sev­mek şirke götürür (Bakara 2/165). Gıpta etmekte ölçü: Gıpta etmekte ölçü kaçırılırsa kıskançlığa, onda ölçü kaçırılırsa hasede, ondaki ölçünün kaçırılması da düşmanlığa dönüşür. Elde edebileceği hedeflerde ölçüyü kaçırmak da hayalciliğe götürecektir.

Ölçüsü olmayan bir eser hem sağlam hem de sanat eseri olamaz. Güzellikte de ölçü vardır. Ölçülü eser hem sağlam hem de güzel olacak­tır. Yüce Allah yaratmasındaki sağlamlığı, güzelliği ölçü ile temin et­mekte, canlıların, özellikle insanların ihtiyaçlarını belli bir ölçüde karşı­lamaktadır.

2.  "Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz varlıklar için geçimlikler var ettik."

Bu âyet bir bakıma Hûd sûresinin 6. âyetini açıklamaktadır. "Ve yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a bağlı olmasın. Ayrıca O, yeryüzünde­ki her canlının yaşama süresini de, yerleşip kalacağı yeri de bilmektedir. Bütün bunlar apaçık bir kitapta yer almış bulunmaktadır."

Yüce Allah insan ve diğer varlıklar için yeryüzünde hiç bitmeyen bir sofra kurmuş ve kurmaktadır.

Bu sofranın varlığı, Allah'ın varlığının ve kudretinin delili olmak­tadır. Aslında Yüce Allah deneysel olarak bize kendini anlatmaktadır. Onun içindir ki 'Abese sûresinde inkâr eden insanın önüne kendi yaratı­lışını ve önündeki sofrada yer alan nimetlere bakmasını emretmektedir. Özellikle sofradaki yemeğin nelerden dolaşıp oraya geldiğini incelemesi ve düşünmesi  insanın  Allah'ı bulmasında yeterli  olacaktır ('Abese 80//17-

42).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 20'de Yüce Allah'ın verdiği rızkı insanın düşünmesi ve insanın rızk vermediği, yani beslemediği can­lıları Allah'ın nasıl beslediğini araştırması öngörülmektedir. İnsanların besledikleri canlar olduğu gibi, beslemedikleri de vardır. Bu canlılara rızk veren, onları besleyen, onların ihtiyaçlarını gideren kimdir? Taşın içinde, ağaçların kovuğunda, yerin altında yaşayan en küçük böceğinden en büyüğüne kadar canlıların sofrasını kim kuruyor? Bu soruları, düşü­nen ve cevap arayan beyin ve gönül Allah'a varacaktır.  

3. "Katımızda hazineleri olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak bir ölçüye göre indiririz." Âyette hazâin kelimesinin çoğul olduğu gerçeğinden hareketle, 19. âyette açıkladığımız gibi her şeyin bir hazinesinin olduğunu söyleyebiliriz. "Hazineler" derken, insanların ihtiyaçlarını temin eden hazi­neler havyan ve bitkilerin beslenmesi için hazineler vardır. İhtiyaçların çok çeşitli olduğunu düşünürsek, hazineler de çeşitli olmaktadır. Hazine kav­ramını, insanlar bildiği için, bilinen bir kavramla Yüce Allah bize, varlıkların geçimliklerini, ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını onunla anlatmaktadır.

Yalnız Yüce Allah hazinelerinden varlıkların ihtiyacını karşılarken hep ölçüyü kullanmakta, ölçüyü kullanırken de varlıkların ihtiyacını dik­kate almaktadır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, yaratılan her var­lık, özelde her insan yavrusu rızkı ile beraber yaratılmaktadır.

İşte kul hakkı, Yüce Allah'ın birine takdir ettiği rızkı elinden hile ile alıp ilâhî ölçüyü bozmaktan doğmaktadır.

Diğer taraftan ilâhî ölçü, aynı zamanda kulun çalışmasına bağlı o-larak da işlemektedir. Kim ne kadar çalışırsa, ona ne kadar verilecekse işte o da bir ölçüye bağlıdır.

4. "Biz rüzgarları dölleyici olarak gönderdik ve böylece gökten su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa, siz o suyu depolayamazdınız."

a) "Biz rüzgarları dölleyici olarak gönderdik." levâkih "döl­leme" kelimesini "aşılayıcı" olarak almak gerekiyor. Ayette geçen söz konusu kelime, "döllemek, aşılamak" anlamına gelen el-ilkâhtan gelmektedir. "Hareket eden hava" anlamına gelen er-rîh kelimesinin çoğulu er-riyâhtır. Enfâl sûresinin 46. âyetinde açıkladığımız gibi
rîh kelimesi, "sosyal ve siyâsî güç" anlamına da gelmektedir.

Rüzgarın iki türlü dölleme, aşılama görevi vardır. Birisi bulutları döllemesi, diğeri de çiçekleri döllemesidir. Rüzgar, hem bitkilerin tozla­rını hem de bulutları taşıyarak döllemesini gerçekleştirir. Bulutların sür­tüşmesine neden olur, böylece bulutlar elektrik yüklenir. Elektrik yüklü olan bulutlar sıkışır. Onların içerdiği sular, süzülmeye başlar ve yağmur olarak yeryüzüne iner.

Bitkilerde de erkeklik ve dişilik vardır. Erkek tohumları dişi çiçek­lere taşıyıp döllenmeyi gerçekleştiren de rüzgarlardır.

İşte bu âyette rüzgarları gönderen gücün Allah olduğuna dikkat çe­kilmekte ve tabiat olaylarından Allah'a varışın yolu öğretilmektedir. Ta­biat olaylarının esrarengiz yapısını öğrenen beyin, gönüldeki inanç duy­gusunu harekete geçirerek imanı teşekkül ettirmektedir. Rüzgarın kendisi ve onun dölleme görevi dikkate alındığında Allah ve O'nun sonsuz kud­reti anlaşılmaz mı?

Rüzgar nasıl bulutlan ve bitkileri döllüyorsa, onu araştıran ve göz­lemini yapan beyin ile gönlü de döllenmelidir. İşte Yüce Allah, bilgi to­humu ile gönüldeki inanç duygusu çiçeğini dölleyip imanı meydana ge­tirmesini istemektedir. İşte rüzgar ve onun aşılama görevini anlatmadaki maksat, bu imanı meydana getirmektir.

Diğer taraftan rüzgar bulutları hareket ettirip onları nasıl elektrik yüklü hale getirip yağmur yağdırıyorsa, insan aklı da gönüldeki inanç duygusu ile sevgi bulutlarını harekete geçirip aralarındaki elektriklenme ile merhamet denen yağmuru insanlar alemine yağdırmahdır.

b) "Böylece gökten su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa, siz o suyu depolayamazdınız." İşte Yüce Allah rüzgarların döllemesi ya da aşılaması sureti ile bulutlardan, canlılığın kaynağı olan suyu indirip in­sanları ve bütün canlıları sulamaktadır.

Canlıların, özelde insanın suya olan ihtiyacını nasıl karşıladığını Yüce Allah insana anlatırken, gönlünde tevhid inancının teşekkül etme­sini istemektedir. Su, hem canlılığın kaynağı hem de o canlının hayatını sürdürmek için temel ihtiyacını gidermektedir.

Yüce Allah'ın sulama işi devam etmektedir. Rüzgarlar devamlı o-larak bulutları döllüyor ve ölçülü bir şekilde yeryüzünün bölgelerini ve insanı suluyor. "Gök­ten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu yeryüzünde durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter" (Mü'minûn 23/18). Demek ki yağmuru indirirken de "ölçü" kullanılmaktadır. Ölçü "az" olursa kurak­lık, fazla olursa seller meydana gelir. İkisi arasındaki dengeye "ölçü" denmektedir. Halbuki insanın su ihtiyacını karşılamak için depolama imkanı ya da öyle yağmur yağdırma gücü var mıdır? İşte bu tabiat ola­yından hareketle gönülde imanı teşekkül ettirmek insanın ev ödevidir.

5.  "Doğrusu biz diriltiriz, öldürürüz ve hepsinin vârisi biz kalırız."

a) Diriltme, yani hayat vermek, var etmek, varlık alanına getirmek Yüce Allah'ın işidir. Başka hiç kimse bu işe ortak olamaz. "Hayat ver­me" konusu düşünüldüğünde ne denli ağır bir konunun içinde olduğu­muz anlaşılmış olacaktır. Hz. İbrahim Yüce Allah'ı insanlara anlatıp tevhid inancının ağacını dikmek isterken şöyle dedi: "Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur (Şu'arâ 26/81). "Öldüren de dirilten de O'dur" (Necm 53/44).

Yüce Allah hayata, dirilişe ve ölüme hükmedenin kendisi olduğunu anlatarak var olma ile ölüm olgusuna dikkat çekmektedir. Bu iki olgu insanı en çok aciz duruma getiren derslerdendir. Varlık kitabı ile ölüm kanunu başlı başına tevhid inancı dersini vermeye yeterlidir. Yaratma ve öldürme sıfatları Yüce Allah'ı en etkili, en geniş ve en derin bir şekilde anlatmaktadır.

b) "Hepsinin vârisi biz kalırız."

Âyetin bu kısmını şu âyetlerle açıklayabiliriz:

i. "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" (Âl-i İmrân 3/180). Kâinatı Yüce Allah yarattı, onun için mülk O'nundur. Bu­radaki mirasın sahibi Allah'ın olması şeklindeki anlatım mecazîdir. "Ön­ceki sahibi gittikten sonra geride kalanın sahip olması" anlamına gelen vâris ve mîras kelimeleri Yüce Allah için mecazî bir anlam taşımaktadır.

ii. "Halbuki göklerin ve yerin mirası Al­lah'ındır" (Hadîd 57/10). Bu âyet de insanları kamunun yararına infak etmeye teşvik etmek için söylenmektedir. Göklerin ve yerin mirası Al­lah'a ait olduğuna göre, istediği şekilde tasarrufta bulunacaktır. Bu ne­denle fakirleşirim korkusu ile yardım etmekten uzak durmamak gereki­yor.

c) "Yeryüzünde bulunan herkes yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabb'inin zâtı baki kalacak" (Rahman 55/26-27). Burada ölümlü varlık ile sonsuz varlık anlayışı öğretilmektedir.

d) "O, ilktir, sondur; zahir­dir, bâtındır. O, her şeyi bilendir" (Hadîd 57/3). "Sondur", "bakidir", "hepsinin vârisidir" ifadeleri aynı şeyin farklı şekillerde anlatımıdır. Yü­ce Allah'ın ilk oluşu gerçekleşti. Son oluşu, yani baki kalması da gerçek­leşecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, varlığını, tekliğini, gücünü Hicr sûresinin bu âyetleri ile anlatmaktadır. Bunu anlatırken, göklerin yaratılışı, yerin teşekkülü, dağların işlevi, her çeşit bitki ile donatması, insanları ve bütün varlıkları beslemesi, bunu ve tabiat olaylarını belli bir ölçü ile idare etmesi, rüzgar ile bitki ve bulutları dölleyip ürün ve yağmur yağdırması, var edip öldürmesi ve en sona kalması konularında dersler vererek bunu ispatlamaktadır.[13]

 

Kıyamette Toplanma:

 

24. Andolsun biz sizden önce gelip geçenleri de biliriz; geri kalanları da biliriz.

25. Şüphesiz Rabb'in onları toplayacaktır. Çünkü O, hakimdir, alimdir.

1. Bu âyetlerin birincisinde iki kavram vardır: el-müstekdimîn ve el-müste'hırîn. Bu kavramların ne ifade etti­ğini Râzî geniş olarak açıklamıştır. Beş madde altında anlattığı bu kav­ramlara getirilen yorumların tamamını burada vermeyi uygun bulmuyoruz.

îbn Abbâs müstekdimîn kelimesini, "Allah'a itaat edenler"; müste'hırîni de "itaat etmeyenler" şeklinde manalandırmıştır. Dahhâk ve Mukâtil, müstekdimîni "savaşta ön safta savaşanlar", müste'hırîni de "arkada olanlar" şeklinde yorumlamışlardır.

Diğer yorumcular da müstekdimîni "geçmiş ümmetler"; müste'hırîni de "Hz. Muhammed'in ümmeti" olarak yorumlamışlardır.

a) İlk bakışta önce yaşayan nesillerle, sonra gelecek olanlar şeklin­deki yorum haklı görülmektedir. Bu yorumu benimsemekle beraber baş­ka yorumlara da geçebiliriz.

b) Bu   kelimelere   sosyal   tabakalaşma   açısından   bakarsak, müstekdimîni "sosyal piramidin başında olan tabaka"; müste'hırîni de "idare edilen halk tabakası" olarak alabiliriz. Başka bir ifade ile toplu- mun ileri gelenleri ile aşağı tabakada olanların çağrışımını vermektedir. Bir sonraki âyete bakarsak bu yorum doğru görülmektedir.

c) Müstekdimîn "tevhid inancını hemen kabullenip kısa zamanda manen gelişip mesafe alanlar"; müste'hırîn de "tevhid inancını kabullenmeyip manen geri kalanlar" manasına alınabilir. Bu mananın delili de 16. âyet ile 23. âyet arasında anlatılan eylemleri gerçekleştirenin Allah olduğuna iman olmaktadır.

d) "Çok çalışıp medeniyette önce geçenler"e müstekdimîn; "tem­bellik yapıp mesafe alamayanlar"a da müste'hırîn denebilir. Tabiatı ve ondaki kanunları araştırıp bilgi üreten ve bu bilgiyi teknolojiye çeviren, hayata uyarlayan insanlar öne geçecek, bunları sadece seyretmekle yeti­nenler de geri kalacaklardır.

Yüce Allah bunları bilmekte ve değerlendirmektedir. Nesiller ve aynı anda yaşayan milletler bir yarış içinde olduklarını bilmelidirler.

2. "Şüphesiz Rabb'in onları toplayacaktır. Çünkü O, hakimdir, alîmdir."

Bütün nesiller, mahşerde bir araya gelecekler ve amelleri değerlen­dirilip kararları verilecektir. Kim inandı kim inanmadı, kim çalıştı kim çalışmadı, kim doğru yoldan gitti kim gitmedi, kim insanlığa faydalı oldu kim zarar verdi, kim zulüm yaptı kim zulme uğradı orada belli olacak ve bütün bu gruplar bir araya geleceklerdir. Bu durum, Yüce Allah'ın hakîm, yani her işini yerli yerinde yapan ve her şeyi bilme sıfatı ile gerçek­leşecektir.

İşte din âlimi ve görevlileri, öne geçmekle geri kalmanın farkını, nedenini açıklayıp insanları öne geçmek için teşvik etmeli ve bu yarışın ödülünün büyük olacağını hatırlatmalıdır. Mümin insanlar imanda öne geçtikleri gibi, medeniyette, bilgide de öne geçmelidirler.[14]

 

İnsanın Yaratılışı:

 

26.ndolsun biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.

27. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.

28. Hani Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan ya­ratacağım.

29. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim za­man, siz hemen onun için secdeye kapanın!'

30. Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.

31. Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber ol­maktan kaçındı.

İnsanın yaratılışı konusu daha önce Bakara 30-37; Âl-i İmrân 59; Nisa 1; En'âm 2; A'râf 11-23, 172, 189. âyetlerde geçmişti. Hz. Âdem'in yaratılışı Âl-i İmrân 59'da geniş olarak açıklanmıştır. Tekrar olmaması için, buradaki kavramlar bakımından özet niteliğinde bir açıklama yap­mayı uygun buluyoruz.

1. "Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık."

Bu âyeti açıklarken önceki âyetlerle olan ilişkisine bakmamız ge­rekiyor. Hicr 16-18. âyetlerde göklerin ve oradaki burçların yaratılışı; 19-23. âyetlerde de yerin ve oradaki bazı tabiat olaylarının yaratılışı ele a-lınmıştı. Bu yaratmaların aslında insanı yaratmak için bir beşik ve bir döşek olması uğruna yaratıldığı gündeme getirilmiş, amacın insanın ya­şayabileceği bir maddî çevreyi yaratmak olduğuna dikkat çekilmişti. İşte 26. âyetten itibaren de insanın ve cinin yaratılışı ele alınmaktadır.

Yüce Allah bu âyetlerde eşeysiz yaratmayı, yani sperm ve yumur­tanın döllenmesi şeklindeki eşeyli yaratılmanın olmadığı ilk yaratmayı anlatmaktadır. Demek ki ilk yaratılış eşeysiz yaratılma safhasıdır. Bu safhadan sonra eşeyli yaratılma başlamıştır ve halen devam etmektedir. Bundan sonra canlıyı kopyalama safhasına da bir isim bulunacaktır. Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Hicr 26'da geçen salsâl, "vurunca tın tın diye ses veren, çınlayan, pişmeden havada kuruyan çamur"dur. \jf-hame', "kokuşmuş kara çamur", mesnûn da "niteliği değişmiş" manasına gelmektedir. Hame-i mesnûn ifadesi ise "dura dura, kala kala kokuşmuş, niteliği değişmiş çamur" demektir.

Râzî'nin naklettiğine göre, âlimler mesnûn kelimesinin manasını farklı farklı vermiştir. Mesnûn, "kazanılmış, hak edilmiş" demektir. Bi­leği taşının üzerinde demir bilendiği zaman, sürtüldüğü için "bileği ta-şı"na el-mi'senn denir. Sürtülen şeyle o bileği taşından çıkan şeye de es-senen denir. Bir aleti bileği taşına sürtünce şekil kazanıp niteliği değişti­ği için bu kelime ile ifade edilmektedir. Zeccâc'a göre bu kelime "yolun eskimesi" manasını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yol eskiyince şe­kil değiştirmiş olduğundan bu kelime ile ifade edilmektedir. Ebû Ubeyde, mesnûn kelimesinin "akıtılmış" anlamına geldiğini söylemek­tedir. Sîbeveyh de, bu kelimenin "yüzün şekli" anlamına geldiğinden "şekillenmiş" demek olduğunu ifade etmektedir. İbn Abbâs da söz konu­su kelimenin "şekil almış yaş çamur" anlamına geldiğini söylemiştir. Bütün bu manalar "niteliği değişmişlik" anlamında buluşmaktadır. Daha önce görüldüğü gibi Âl-i İmrân 59'da türâb denen "normal toprak"; İsrâ 61'de ji, tîn denen "çamur"dan; Sâffât ll'de tîn-i lâzib "yapışkan çamur"dan; yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de, "havada kurumuş, vurunca tın tın diye ses veren salsâlden; Rahman 14'te de jûj fehhâr denen "fırında pişmiş çamur"dan yaratıldığına işaret edilerek, Hz. Âdem'in yaratılışında toprağın geçirdiği değişim safhaları açıklanmaktadır.

Âl-i İmrân 59'da anlatıldığı gibi her safhada insan psikolojik özel­likler kazanmıştır.

Yüce Allah Hicr sûresinin bu âyetlerinde kâinatın ve oradaki insan ile cinlerin yaratılışını niçin anlatmaktadır? Soruya verilecek cevaplar şunlardır:

a) Tevhid. yani Allah'ın var ve bir olduğu inancını ispat etmek, maddî yaratılış ile Allah'ın varlığını ve birliğini açıklamak.

b) Tevhid inancına varabilmesi için insanın önüne yaratılış kitabını koyarak ona araştırması için ödev vermek. Bu ödev verilirken ve açıkla­ma yapılırken uzaktan-yakına metodu kullanılmaktadır: Gökten yere; yerden insanın kendisine gelmek.

c) Yüce Allah, Hadîd sûresinin 3. âyetinde "ilk", yani "evvel" ol­duğunu da bu yaratılış olgusu ile ispat etmektedir. Kâinat yaratılmadan ya da kâinatı yaratmadan önce O, vardı.

2. "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık."

Bu âyette iki kavram yer almaktadır: Birisi iti-l el-cânn diğeri de es-semûmdur.

Cânn kelimesi, En'âm 76 ve Hicr 6'da da genişçe izah edildiği gi­bi "örtmek, yılan, cin, delilik, bahçe, cennet, kalkan, çocuk" manalarına gelmektedir. Kelimenin asıl manası En'âm 76'da geçen "örtmek, bürü-mek" anlamına gelen cenne kalıbıdır. Bu manalardan "gizlenmiş, örtülmüş" olanını alıp bu âyete getireceğiz. "Anne karnındaki çocuğa" cenîn denmesinin sebebi de görünmediğinden, annenin vücudu onu ört- tüğündendir. Cânn, "gizleyen" anlamına da gelmektedir. Âyetteki bu kelime İblîs, yani cinlerin atası anlamına gelmektedir. Kendisini insanla­rın görmesinden sakladığı için, insanlar onu göremediği için bu ismi al­mıştır.

Yüce Allah A'râf 27'de "cin" denen varlığı tanımlarken "Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz boyuttan sizi görürler" buyurmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 27'den anlıyoruz ki, cinler insanlardan önce yaratılmışlardır. Bu durum Bakara 30-34. âyetlerden de anlaşılmaktadır.

Âyetin diğer kavramı semûmdur ve "zehirleyici" anlamına gel­mektedir. Rahman 15'te cinlerin "yalın ateşten" yaratıldığına dikkat çe­kilmektedir. Orada "yalın ateş", burada da "zehirleyici ateş" denmekte­dir.

Yalın ateş, cinin yaratıldığı ana madde; zehirli ateş de cinin işlevsel bakımdan hangi kaynaktan geldiğini açıklamaktadır. "Cin" den gelen şeytan da, insanın erdemini ısırarak zehirlemekte ve manen insanı zehir­den debelenen varlık haline getirmektedir.

Yüce Allah burada şu esasa dikkat çekmektedir: Varlıklar yaratıl­dıkları ana madde ne ise ona göre davranış sergilerler. Yalın ateşten ya­ratılan "cin"ler insanı cehennem ateşine götürmek için davranışta bulu­nurlar. Zehirli ateşten yaratılmaları nedeniyle de, insanı manen ısırıp zehirlerini akıtıp kötülüğün içinde kıvrandırırlar. İşte Yüce Allah şeytan denen cinin zehrinden insanı kurtarmak için vahyini göndermiştir.

3. "Hani Rabb'in meleklere demişti ki: Ben kupkuru' bir çamurdan, şekillenmiş kuru balçıktan bir insan yaratacağım."

Yüce Allah, cânn denen görülemeyen ve dokunulamayan varlığın ardından görülebilen ve dokunulabilen insanı, yani bir beşeri yaratacağı­nı söyledi. Her canlının dış cildine beşere denmektedir[15]. Demek ki Hz. Âdem'e beşer denmesinin nedenlerinden biri, görülen ve dokunulan bir maddî yapıya sahip olmasıdır. "Beşer, şaşar" tekerle­mesinden hareket edersek Bakara 30'da hata yapıp fesat çıkaran, kanakıtan; 31. âyette de bilgi öğretildiğinde normal hareket edebilen bir var­lığa beşer denmektedir. "Beşeriyyet" de insanlık anlamına gelmektedir. Demek ki âyette geçen '"bir beşer", "bir insan" anlamına gelmektedir.

"Kuru bir çamur, şekillenmiş kara balçık" kavramları 26. Âyette açıklanmıştır.

Yüce Allah'ın meleklere "ben yaratacağım" söylemiş olması, meleklerin bu yaratma işinde rol almamasına işaret etmektedir.

Halk arasında şöyle bir anlayış vardır: İnsan yaratılırken bedenini melekler, kafasını da Allah yaratmıştır. Bu âyetteki "yaratacağım" ifade­sinden böyle bir iş bölümünün olmadığı ortaya çıkmaktadır.

4. "Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapa­nın."

Bu âyette Yüce Allah Hz. Âdem'i yaratırken iki eylemini gündeme getirmektedir: Birisi "tesviye etmek", diğeri de "ruhundan üflemesi"dir. Bu iki eyleminden sonra, meleklere ona secde emrini vermektedir. Şimdi bu eylemleri açıklayabiliriz:

a) "Ona şekil verdiğim zaman." "Eşit, eş değer olmak" an­lamına gelen seviye kelimesi  sevvâ kalıbından alınınca, "düz yapmak, düzlemek, tesviye etmek"; elbise ile kullanılınca, "elbisedeki kırışıklıkları, buruşuklukları gidermek", beyne "aralarında arasında" kelimesi ile bir araya gelince, "ikisine de eşit davranmak, aralarında fark gözetmemek, düzeltmek, düzenli hale getirmek, kargaşayı, münakaşayı, tartışmayı gidermek"; sâvâ kalıbı "denk, eşdeğer olmak" anlamına geliyor. , istevâ kalıbı "düz hale gelmek, doğrulmak, dik durmak"; y 'alâ cer harfi ile de "yerleşmek, kurulmak, oturmak, sağlam bir şekilde binmek, iyi pişmek, olgunlaşmak" manasını ifade etmektedir. Tesviye kelimesi "yaratma" eyleminin hemen ardından gelen bir eylem için kullanılmakta ve insan için kullanıldığı gibi, kâinatın yaratılı­şının hemen ardından da kullanılmaktadır. Şimdi Kur'ân'da kullanıldığı alan ve aldığı manaları tesbit edebiliriz.

i. Gökler için "O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onu yedi kat ola­rak yaratıp düzenledi" (Bakara 2/29).

Âyette geçen sevvâ "düzenlemek" eylemi, "yarattıktan hemen sonra şekillendirmek, işleyiş tarzını belirlemek, gök tabakalarını, göksel cisimlerin büyüklüğünü, şekli ve aralarındaki ilişkiyi tayin etmek" anla­mına gelmektedir.

ii. Genel varlıklar için

"O ki, (her şeyi) yaratmakta ve amacına uygun şekiller vermektedir" (A'lâ 87/2).

Bu âyetteki sevvâ kelimesi, her şeyi yarattıktan sonra yaratılışları­na uygun düşen amaca göre şekil vermeyi ifade etmektedir.

iii. İnsan için

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 29'un dışında da insan için pek çok âyette yer almaktadır.

"Seni yaratan ve (varlık amacına uygun ola­rak) şekillendiren, tabiatını adil ölçüler içinde oluşturan" (İnfitâr 82/7).

Burada sevvâ kelimesi insanı, yaratılış amacına uygun bir şekilde görevlerini yerine getirebilecek düzeni vermek, şekillendirmek anlamına gelmektedir.

"Nefse, ve onu amacına uygun şekillendirene yemin ederim" (Şems 91/7). Burada insan nefsinin, yani benliğinin, şahsiyetinin amacına uygun düzenlenip şekillendirilmesi manası ifade edilmekte, insanın iç alemi, yani psikolojik yapısı hakkında bilgi verilmektedir. rlıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: 'Sen, seni topraktan yaratan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra bir adam biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin?'dedi" (Kehf 18/37).

Bu âyetteki sevvâ kelimesinin manası da, "adam şekline sokmak" demektir, yani biyolojik bakımdan insan şeklini vermek demektir. "Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter" (Kıyamet 75/4). Bu âyetteki (s'yâ nüsevviye kelimesi "eski haline getirmek, yeniden var etmek, yeniden şekillendirmek" anlamını ifade etmekte ve "kıyamette yeniden yaratılmadaki şekillendirme" için kullanılmaktadır.

Demek ki insanın ilk yaratılışı, benliğini ve öldükten sonra yaratılı-şındaki şekillenmeyi, düzenlenmeyi ifade etmektedir. Biyolojik yapıdaki hücre, organ ve bunlar arasındaki ilişkiler sistemini; psikolojik yapısın­daki beyin, gönül ve nefis güçlerini düzenlemeyi ve onları çalışır hale getirmeyi anlatırken Yüce Allah bu kelimeye yer vermektedir.

iv. İlâhî azap için

"Bunun üzerine Rabbleri günahları sebe­biyle onlara büyük bir felaket gönderdi de hepsini helak etti" (Şems 91/14).

"Tümünü birden yok etmek" anlamına gelen sevvâ kalıbı, Yüce Allah'ın cezalandırma şeklini ifade etmektedir. Bu kelime, "yerle bir olmak" anlamında Nisa 42'de de yer almaktadır.

v. Şirk için

"Çünkü sizi âlemlerin Rabb'i ile bir tutuyorduk" (Şu'arâ 26/98).'

Mahşerde müşrikler dünyada koştukları şirki itiraf ederken bu ke­limeye yer verecekler, başka varlıkları Allah ile bir tutmalarını bu kelime ile itiraf edeceklerdir. Bu haliyle söz konusu kelime bu âyette, "bir tut­mak, aynı seviyede olduklarını söylemek" anlamını ifade etmektedir.

vi. Engel için

"Nihayet demir külçeleri yığıp, iki yar arasın­daki boşluğa doldurunca" (Kehf 18/96). Bu radaki sâvâ kelimesi "dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirmek" demektir ve Zülkarneyn'in, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı kurduğu engel ile ilgili olarak geçmektedir.

vii. Allah'ın kâinat ile ilişkisi için

"Şüphesiz ki Rabb'iniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonrada Arş'a istiva eden­dir" (A'râf 7/54).

Bu ve benzeri âyetlerde istevâ kalıbında yer alan bu kelime, Yüce Allah'ın kâinatı yaratınca kendini onun içine koyup onu kapsaması durumunu ifade ederken kullanılmaktadır.

viii. Nuh'un gemisi için

"Gemi de Cûdî üzerine yerleşti" (Hûd 11/44). Sular çekilince Hz. Nuh'un gemisi Cudi dağına oturdu, yerleşti. Bu durum anlatılırken istevâ kelimesine yer verilmektedir.

Aynı şekilde bu kelime, Hz. Nûh ve ona inananların gemiye yer­leşmelerini de ifade etmektedir: "Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde"(Mü'minûn 23/28).

"Ve bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yer­leşince" (Zuhruf 43/12-13).

ix. Bazı şeyleri mukayese etmek için

"De ki: Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" (Ra'd 13/16). Bu anlamdaki kullanımlar Fussilet 34, Tevbe 19 ve Fâtır 12, 19, 21. âyet­lerde de söz konusudur.

x. Mekân için

"Ne senin ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde" (Tâhâ 20/58). Bu kelime mekanla ilgili kullanılınca, "uygun" anlamına gelmektedir. Bu âyette süvâ kalıbında geçmektedir.

"Yarattıktan sonra maddî anlamda şekillendirmek, yaratılışının amacına uygun şekil vermek, eski haline getirmek, helak etmek, yerle bir etmek, eşit tutmak, boşluğu doldurmak, kâinatı kaplamak, oturup yer­leşmek, gemiye yerleşmek, binmek, bir tutmak, uygun" manaları ile bu kelime, Kur'ân'in temel kelimelerinden birini teşkil etmektedir.

Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Yaratma olgusunu kaliteye kavuş­turan tesviye olmaktadır.

b) "Ve ona ruhumdan üflediğim zaman."

Yüce Allah, Hz. Âdem'i yaratıp tesviye, yani şekillendirdikten sonra can vermek üzere ona üflemiştir. Yüce Allah'ın sıfatlarından biri de el-hayy "diri" olmaktır. İşte o canlılık, dirilik sıfatından bir kıvıl­cımı da insana üfleyerek onu canlı hale getirmiştir. Ona hayat verirken, bilinç ve duyarlılık gibi özellikleri de sunmuştur. Kendi sıfatlarının bazı­larını kısmî, yani cüz'î olarak ona vermiş, onlarla onu teçhiz etmiştir.

Yüce Allah'ın insana bazı sıfatlarının cüz'îsini vermesi sebebiyle­dir ki, insan gelişip olgunlaşan ve Allah'a yaraşır bir şahsiyete sahip ola­bilen bir varlıktır. İnsan, sahip olduğu bu gizli güçlerle kendini geliştirip yüceltebilir, sahip olduğu bilinçle, akılla medeniyetler de kurabilir. Fizikî çevresine şekil vereceği gibi bir kültür de oluşturabilir. İlkellikten kurtu­lup medenî olma çabası da bu cüz'î ilâhî sıfatlar sayesinde gerçekleş­mektedir.

c) "Siz hemen onun için secdeye kapanın."

Buradaki secde emrinin niçin verildiği açıklanmamaktadır. Âyette­ki secdenin açıklaması Bakara 31-34. âyetlerde yapılmıştır. Âyetleri kı­saca şöyle özetleyebiliriz: Yüce Allah, Hz. Âdem'e isimleri öğretince, o bilgileri meleklere sordu. Melekler cevapları bilemeyince, aynı görev Hz. Âdem'den istendi. Hz. Âdem o isimleri bildirince Yüce Allah meleklere ona secde etmelerini emretti.

İşte bilmeyenin bilene secde etmesini Yüce Allah emrederken, bize şu eskimeyen evrensel ilkeyi öğretmektedir: Bilmeyen, bilgiye gönül vermeyen, bilgiyi tutku ile takip etmeyen, bilgiye sevdalanmayan kişi ve toplumlar, bilen ve bilgiyi tutku ile takip edip hayata geçiren kişi ve top­lumlara saygı gösterip boyun eğecek ve buna mahkûm olacaktır.

Bu tarihî olguyu bu şekilde yorumladığımız zaman, günümüze ve geleceğe ışık tutmuş olacaktır. Aksi takdirde söz konusu bilgiler birer hikaye olmaktan ileri gidemez.

Demek ki, insan bilgilendikçe bilgi bakımından melekten üstün olmaktadır. Bilenle bilmeyen bir olmadığına göre (Zümer 39/9), bilgi edinen, bilgiyi üreten ve onu hayata, teknolojiye uyarlayan toplumlar da üstün olacaktır.

İşte Hicr 29'da meleklere Hz. Âdem'e secde etme emrinin niçin verildiğinin cevabı böylece verilmiş olmaktadır.

Yüce Allah neden meleklere Hz. Âdem'e secde etme emrini verdi? sorusuna başka bir cevap vermemiz de mümkündür: Yüce Allah, kendi ruhundan, yani kendi sıfatlarının bazılarının cüz'îsinden insana vermesi sebebiyle, ona secde edilmesini emretmiştir. Aslında insan potansiyel olarak da meleklerden üstündür.

Başka bir cevabımız da şudur: Yüce Allah Hz. Âdem'e, secde et­mesini öğretmektedir. Yüce Allah'a Hz. Âdem'in secde ile ibadet etme­sini tatbikî olarak öğretmektedir.

5. "Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı."

Hicr sûresinin 30 ve 31. âyetlerini birlikte açıklayacağız. 29. âyette Yüce Allah, meleklere Hz. Âdem'e secde etme emrini verince, emri me­leklerin tümü derhal yerine getirmiştir. Fakat onların arasında bulunan İblis secde etmemiş, secde edenlerle beraber olmaktan kaçınmıştır.

İblis'in secde etmemesinin sebebi ne olabilirdi? Sorunun cevabını A'râf sûresinin 12 ve 13. âyetlerinde Yüce Allah vermektedir. Hicr sûre­sinin 32 ve 33. âyetlerinde de aynı cevap verilmektedir.

İblis'in secde etmemesinin sebepleri arasında kendi doğası olduğu kadar Hz. Âdem'e bakış açısı da vardır.

a) "Hani meleklere: 'Adem'e secde edin', demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen sec­de ettiler. Zaten o (İblis) cinlerdendi" (Kehf 18/50).

İblis'in cinlerden olması sebebiyle isyan edip Allah'jn emrini yeri­ne getirmeme iradesine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki, İblis melek tabiatında değildi. Bundan anlıyoruz ki, cinler de iyi ile kötüyü seçme iradesine sahiptirler.

b) "Hani biz meleklere (ve cinlere): 'Adem'e secde edin', demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı" (Bakara 2/34).

Bu âyetten de, İblis'in secde etmesine mâni olan şeyin onun "kibri" olduğunu anlıyoruz. Şeytan, kibre kapılmasının analizini hem A'râf 12'de hem de Hicr 32'de yapmaktadır. Hicr 32'de bunun tefsirine gire­ceğimiz için burada açıklamayı uygun bulmuyoruz.

Ancak özetle şunu ifade edebiliriz:

Yüce Allah, burada hem şeytanın Allah'ın emrine karşı çıkma ne­denini hem de inanıp da Allah'a ibadet yapmayanların davranışının se­bebini öğretiyor. Böylece Allah'a ibadetten uzakta kalan yani O'nun emirlerini yerine getirmeyen insanların davranışlarını analiz ederek bu­nun altında kendini müstağni görme ve büyüklük taslama psikolojisinin olduğunu göstermektedir.[16]

 

İblis'in Sorgulaması:

 

32.Allah: 'Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışı­nın sebebi nedir?' dedi.

33.İblis:  'Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş karabalçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim' dedi.

34. Allah şöyle buyurdu: 'Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!'

35. Muhakkak ki kıyamet gününe kadar la 'net senin üzerine olacaktır.

36.İblis:  'Rabbim! Öyle ise, öldükten sonra dirilme gününe kadar bana mühlet tanı' dedi.

37-38. Allah: 'Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin' buyurdu.

Âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır. . 

1. Yüce Allah, İblis'in eyleminin sebebini sorarak onu sorgulamak­tadır.  "Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?" Bundan anlıyoruz ki, yargılama olmaksızın hüküm verilemez. Yüce Allah'ın sor­gulamadan İblis'i cezalandırmaması, sonraki hukukî uygulamalara temel olmuştur. Hukukun temel ilkelerinden biri ve belki de en önde geleni, sorgulamadan ceza vermemektir. Suçun tesbiti, sebeplerinin araştırılma­sının ardından yaptırıma hükmedilmesi hukukun olmazsa olmazını ve insanın savunma hakkının koruma altına alınmasını teşkil etmektedir.

A'râf 12'de "İblis'in secde etmemesine engel olan şeyin" soruldu­ğunu görüyoruz. Hicr 32'de ise sebep sorulmaktadır. Yüce Allah secde etmemeyi sonuç olarak görmekte ve onun sebebini tesbit etmekte, sorgu­lamayı sebep-sonuç ilişkisi içerisinde

gerçekleştirmektedir.

Demek ki sorgulayan, sonuçtan hareket eder; savunan da sebepleri belirler. Aslında Yüce Allah İblis'in secde edenlerle beraber olmaması­nın nedenini biliyordu. Bu nedenle Yüce Allah, İblis'e objektif, yani ta­rafsız davranmak için sebepleri ile ilgili olarak bizzat kendisinin görüşü­nü almak istemiş, sorgulayarak hüküm vermek ya da sorgulamadan hü­küm vermemek ilkesini kullarına öğretmek istemiştir.

2. İblis sorguya doğru cevap veriyor.

İblis, İblisliğine rağmen davranışının sebebini veya sebeplerini sap­tırmadan doğru olarak ifade ediyor. "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan olan bir insana secde edecek değilim."

İblis, Hz. Âdem'in yaratıldığı maddeyi hafife aldığı ve onu adi gördüğü için ona secde etmediğini söylemiştir.

İblis, kuru ve balçıktan yaratılana neden secde etmeyeceğini söy­lemiştir? Bunun cevabını da A'râf 12'de buluyoruz: "Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi." İblis, kendi aslının ateş olduğunu da biliyordu. Ateş ile toprağı mukayese ederek kibre kapılması onu secde etmekten alıkoymuştur. Onun için diyebiliriz ki, bilimsel araştırmalardaki durum­lar hariç, kıyası pek kullanmamak gerekiyor. Meselâ: Bir öğretmen tale- beleri arasında mukayese yapmamalıdır. Bir hanım beyini başka erkek­lerle, bir koca hanımını başka kadınlarla mukayese yapmamalıdır.

Demek ki, şeytan yaratıldığı asıl maddeyi ve Hz. Âdem'in de ça­murdan yaratıldığını biliyordu.

Sâd sûresinin 75. âyetinde Yüce^Allah'ın sorgulamasında az da ol­sa bir farklılık vardır: "Allah: 'Ey İblis! Kudretimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelenlerden misin?' dedi." İblis'in cevabı A'râf 12'deki gibi olmuştur.

Sâd 75'te Yüce Allah, İblis cevap vermeden, davranışının arka planındaki psikolojik nedeni ortaya koymuş ve gerçek analizini yapmış­tır. İblis'in verdiği cevap da aynı doğrultuda olmuştur.

Öyle anlaşılıyor ki, insanın yaratılışından önce "ateş" kavramı var­dı. Rahman 14'e göre, insanın tabiatında az da olsa ateş vardır.

Sorgulamada İblis doğruyu itiraf etmiş olmasına rağmen ceza al­maktan

kurtulamamıştır. Çünkü İblis, secde etmeme eyleminde ısrar et­miştir. Yorumunu

yapmakta olduğumuz Hicr 33'teki İblis'in cevabına bakarsak, aynı emirle bir daha karşı karşıya kaldığında yine aynı davra­nışı sergileyeceğini anlarız. "Secde edecek değilim" derken eyleminde ısrarlı olduğunu ifade etmiştir.

İblis, eyleminin sebeplerini doğru olarak itiraf etmesine rağmen, eyleminde ısrar etmesi onun tövbe etmeyeceğine delil olmuş ve ceza almasına neden olmuştur. Bu durum bize nasıl bir ışık tutar ve biz bun­dan nasıl bir netice çıkarabiliriz? İşlediği suçtan dolayı özür dilemeyen ve işlediği günahtan dolayı istiğfar etmeyen insanlar daha çok İblis'e; tövbe edip suçunu itiraf edenler de Hz. Âdem'e yakın düşmektedir.

Böylece özür dileme ya da tövbe etmenin erdemi ortaya çıkmakta­dır. İşte buradaki olgudan bizim alacağımız esas budur. Aksi takdirde, bu olgu hikayeden öte bir şey ifade etmeyecektir.

3. İblis'e ceza veriliyor.

"Allah şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!" Bu konu, A'râf 13 'te ise: "(Allah): 'İn oradan. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu" şeklinde yer almaktadır.

Sâd 77'de de "Allah: 'Çık oradan! Artık sen kovulmuş birisin' dedi" şeklinde geçmektedir. Her üç âyette de ortaklaşa yer alan ceza "çıkmaktır." İblis bulun­duğu makamı, Allah'ın nazarındaki yerini kaybetmiştir. Meleklerle bera­ber olma şerefine sahip idi ve bu şerefi yitirmiş oldu.

Demek ki, bulunduğu yeri, statüyü, değeri ve o yerin getirdiği şere­fi kaybetmek ilk ceza olduğu gibi, en ağır cezalardan da biri olmaktadır. İçinde bulunduğu olumlu grubu kaybetmek, yaşadığı fizikî çevreden çı­karılmak ızdırap veren bir yaptırımdır.

Yüce Allah, bu çıkarılışın ya da inmenin "kovulma" şeklinde ol­ması nedeniyle cezayıbir kat daha artırmaktadır. Hicr 34'te ve Sâd 77'deki racîm kelimesi "kovulmuş, taşlanmış" anlamına gelmekte­dir. Kovularak bir yerden çıkarılmış olmak onur kırıcı bir durumdur. A'râf 13'te de ayrıca İblis'in, "aşağılıklardan" olduğuna dikkat çekil­mektedir. Kovulmakla aşağılıklardan olmak birbirini tamamlamaktadır.

Böylece İblis'in kendini üstün görüp kibirlenmesi, onun yerini sarsmış, şerefini yıkan bir deprem halini almıştır.

Cezanın ikinci merhalesinde "la'net" yer almaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 35'te Yüce Allah İblis'e şöyle seslenmiştir: "Muhakkak ki kıyamet gününe kadar la'net senin üzerine olacaktır."

Ayette geçen "din günü" ifadesi, "kıyamet" anlamına gelmek­tedir. "Kıyamete kadar" ifadesinden, "bu dünyada la'net olunacak da âhirette olunmayacak" anlamı çıkar mı? Kovmak, uzaklaştırmak, beddua etmek an- lamına gelen "la'net", tabii ki bu dünyada gerçekleşmekte, bu durum zaten İblis'e verilen cezanın ikinci boyutunu teşkil etmektedir.

Şeytan ile Yüce Allah'ın konuşması ilginçtir. Hem sorgularken sorduğu soru hem de cezalandırırken yaptığı konuşmadan, Allah'ın İblis ile konuştuğu anlaşılmaktadır. Sorgularken ve cezalandırırken İblis'le konuşması, ona vahyettiği anlamına gelmez ve bu konuşma da bu an­lamda değerlendirilmemelidir.

4.  İblis mühlet istiyor.

"iblis, 'Rabbim! Öyle ise, öldükten sonra dirilme gününe kadar bana mühlet tanı', dedi." Aynı âyetin benzerleri A'râf 14 ve Sâd 79'dur. Şimdi bu âyetlerden çıkaracağımız neticeler şun­lardır:

a) İblis, "Rabbim!" derken Allah'ın varlığına ve birliğine inandığı­nı ispat etmektedir. Demek ki, İblis Allah'a inanıyor. Kovulmasına vela'netlenmesine rağmen yine de "Rabbim!" diyebiliyor. Zaten A'râf 12'de "beni ateşten, Âdem'i çamurdan yarattın" derken, Yüce Allah'ın hâlık, yani yaratıcı olduğunu da itiraf etmektedir. Hatta Haşr 16'da"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" demektedir. Demek ki, Allah'tan korkmuş olması onun şeytan olmasını önlememektedir.

"Rabbim!" diyerek, kendince Allah'a dua ederek istekte bulunmaktadır.

b) İblis, öldükten sonra dirilme gününe, yani âhirete de inanmakta­dır. Yüce Allah'tan mühleti, öldükten sonra dirilme gününe kadar iste­mektedir. Demek ki İblis, mühleti verecek olan makamı bildiği gibi öl­dükten sonra dirilmeyi de bilmektedir. Bu bilgilere daha önce sahipti.

İblis'in Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına ve öldükten sonra di­rilmeye inanmasını bize anlatmasının eğitimimiz için getireceği şey nedir? Çünkü bu âyetlerin hayata geçmesi mümkün değildir. Bunun bizim din eği­timimize getirişi şu olacaktır: İblis, Allah'a, O'nun birliğine, yaratıcılığına ve öldükten sonra dirilmeye inandığı halde insanlardan bunlara inanmayanlar vardır. Bu insanlar İblis'ten bile daha kötü bir duruma düşmektedirler.

Şeytan bu ilkelere inanmasına rağmen, Allah'ın emrine karşı gel­mesinden dolayı kovulup la'netlenmiştir. Kibirlenmesi onu bu duruma düşürmüştür. Bu olguyu bize anlatmakla Yüce Allah, kibrin ne kadar kötü bir şey olduğunu ve kendini üstün görmenin tahribatını öğretmekte­dir. İşte şeytanın olgusundan çıkartılacak neticelerden bazıları bunlardır.

5. Yüce Allah, İblis'in istediği mühleti veriyor.

"Allah: 'Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin' buyurdu." A'râf 15'te sadece "mühlet verilenlerdensin" buyurduğu halde "bilinen bir vakte kadar" dememiştir. Ancak Sâd 80-81'de "bilinen vakte kadar mühlet verilenler­densin" denmektedir.

İblis'in isteğini kabul ederken Yüce Allah "mühlet verilenlerdensin" buyurmaktadır. İfade çoğul olarak geçmektedir. Demek ki başka mühlet verilenler de vardır. Çünkü sadece İblis'e mühlet veril­seydi, "sana mühlet verdim" ya da "sana mühlet verildi" denilecekti, ama ifadede "verilenlerdensin" denmektedir.

Başka mühlet verilenler kimler olabilir? İlk bakışta melekler akla gelmektedir. Son olarak Allah kalacağına göre melekler de ölümlü var­lıklardandır. Ama onların ve İblis'in ömrü insanlardan uzundur. Mühlet verilen varlıklara bazı bakteri çeşitleri konulabilir mi? Uzayda kıyamete kadar yaşayacak olan varlıklar olamaz mı? Bu sorular insanlığın önünde bir ev ödevi olarak durmaktadır. Mühlet verilenler arasında İblis'in as­kerlerinin, onun zürriyetinin de olabilieceği düşünülebilir.

Âyette geçen "bilinen vakit" kavramı, kimsenin bilmediği ama sa­dece Allah'ın bildiği kıyamet ve öldükten sonra dirilme anını ifade et­mektedir. Peki İblis bu ömrü niçin istemiştir? Sorunun cevabı sonraki âyetlerde verilmektedir. [17]

 

İblis'in İşi Yoldan Çıkarmaktır:

 

3P.'Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (kötü davranışları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!

40. Ancak onlardan ihlâslı kulların istisnadır.' Âyetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:

1. "Rabbim! Beni azdırmana karşılık" İblis'in yap­tığı hatalardan biri de budur. Kendi kendine azmasına rağmen, Allah'ın azdırdığını söylemektedir. Kendini üstün görmek suretiyle kibretmesi, kendini azdırması anlamına gelmektedir. Azmasını Allah'a mal etmesi de Allah'ı suçlaması demektir.

Kur'ân'da hataya düşmek (Tâhâ 20/121); aldatılmak (Necm 53/2); azdırmak (Kasas 28/63); yoldan çıkarmak (Sâd 38/82); helak (Meryem 19/59) manalarına gelen ğayy kelimesinin açıklaması Bakara 256'da yapılmıştır. Bu kelimenin lügat manası da: "Başkasının hakkına tecavüz etmek, haddi aşmak, incitmek, suç, hata, günah, iffetini ihlal etmek, gü­naha teşvik etmek, kandırmak, cezbetmek"tir.

Şimdi Yüce Allah bir yaratığına bu manalardan birini eylem haline getirip onu azdırır mı? Bu fiiller Allah'a yakıştırılabilir mi? Daha önceki âyetlerde İblis'in Allah'ın var ve bir olduğuna, Rabbliğine ve yaratıcılı­ğına inanmasına rağmen, Allah'a hangi fiillerin yakıştırılmayacağım bilemediği de ortaya çıkmaktadır. Olumlu sıfatları Allah'a yakıştırdığı yani O'nu takdîs ettiği halde, olumsuz sıfatlardan uzaklaştırmayı yani tenzih ve tesbîh etmeyi bilememektedir.

2. "Ben de yeryüzünde onlara (kötü davranışları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım."

Âyetin bu kısmında şeytanın iki eylemine şahit oluyoruz:

a) Kötüyü iyi gösterme eylemi olan süslemek. "Onlara süsleyece­ğim" derken, neyi süsleyeceğini söylememektedir. Bunun anlamı, kötü­nün iyi; yanlışın doğru; çirkinin güzel; erdemsizin erdemli; bâtılın hak; sahtenin gerçek olarak gösterilmesidir. İşte bu süslemenin, yani sahte süsün neler olacağını belirleyen âyetler şunlardır:

i. "Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fa­kat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi" (En'âm 6/43). Buradaki süslü göstermek, cazip ve güzel göstermek an­lamına gelmektedir.

Bu süslü göstermenin alanı amel yani ahlâkî davranışlar olmakta­dır.

ii. "Bunun gibi ortaklan, müşriklerden çoğuna çocuklarına öldürmeyi güzel gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp boz­sunlar" (En'âm 6/137).

İnsanların kendilerini yok etmek ve dinlerini bozmaları için kız ço­cuklarını öldürmeyi hoş göstermek şeytanın süslemelerinden biri olmuş­tur.

iii. "Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: 'Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım', dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: 'Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir', dedi" (Enfâl 8/48).

Savaş anında sahte sözlerle, güçsüz olan orduyu galip gelecek diye savaşa sürüklemek için yardımcı olacağını söyleyip sonra onları yüz üstü bırakan şeytanın sahte süsünü ifade etmektedir.

iv. "Allah'a and olsun, senden önceki milletlere de peygamber göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte şeytan, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır" (Nahl 16/63).

Şeytan insanlara iman etmemelerini süslü göstermiştir. Hoşlanmadık­ları şeyleri Allah'a yakıştırmalarını, yalan açıklamalarda bulunmalarını ca­zip, hoş ve güzel gösteriyordu. Aslında o, sonucu kötü olanı güzel gösteri­yordu.

v. "Onun kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alı­koymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar" (Nemi 27/24).

Şeytan, şirki, yani Allah'a eş koşmayı insanlara hoş göstermektedir. Bu sahte süsle onları yoldan çıkarmaktadır.

"Kime ameli süslü gösterilirse, o da onu güzel görür" (Fâtır 35/8). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, şeytan insanı yoldan çıkarmak için, önce ona ameli­ni süslü göstermekte ve bu yolla onu aldatmaktadır. Böyle yapacağını ilk yaratılan insanın olgusunda Allah'a itiraf etmiştir. İblis, Hicr 39'da "yeryü­zünde onlara süsleyeceğim" demekle genel ifade kullanmış, hangi amelleri süsleyeceğini söylememiştir. İlk insanın yaratıldığı an olduğundan, amelle­rin neler olacağını söylemesi mümkün değildi. İnsanı Allah'tan, kendinden uzaklaştıran hangi amel varsa onu süslü göstermektedir. Kıyamete kadar bu ameller farklılıklar kazanabilir. Şeytan için önemli olan onu sahte süsle süs­leyerek insana hoş ve güzel göstermektir.

b) "Ve onların hepsini mutlaka azdıracağım." Şeytanın insanı azdırması, insanı kötü manada etkilemesi anlamına gelmektedir. "Hepsini" ifadesi, bütün insanları etkileyeceği, şeytanın etki alanının dışında kimsenin kalamayacağı anlamına gelmektedir. Şeytan insanı nasıl etkileyip azdırmaktadır? Bunun cevabı Fâtihâ sûresinin tefsirinde verilmiştir. Ancak biz burada kısaca bu etkileme yollarını sıralayabiliriz: Tahrik ederek (A'râf 7/200); vesvese vererek (Nâs 114/1-6); çağırarak (Lokman 31/21); süs- lemek suretiyle (Enfâl 8/48); emretmekle (Bakara 2/268); unutturarak (Mücâdele 58/19). İblis ve onun zürriyeti, zamanla bu metotları uygula­maya koyarak, insanları azdırmış ve azdırmaktadır.

A'râf sûresinin 16. ve 17. âyetlerinde nasıl azdıracağını şu şekilde Allah'ın huzurunda itiraf etmiştir: ' "îblis: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoğu­nu şükredenlerden bulamayacaksın', dedi."

Demek ki İblis Allah'ın yolu olan sırât-ı müstakimin üzerine otu­rup insanları ondan çevirecek, onlara her taraftan yaklaşarak etkilemeye çalışacaktır. Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yani dört taraftan yaklaşmak, onları kıskıvrak yakalayıp iyiye çıkış kapısı bırak­mamaktır. Ön taraftan gelmesi insanın geleceği yani âhireti ile ilgisinin kesilmesi: arka da geçmişi ile bağlarının kopması; sağ iyiliklerle ilişkisi­nin kesilmesi: sol da günaha batması anlamına gelebilir. Bunun diğer bir anlamı da. yönsüz, boyutsuz, şekilsiz, kararsız ve bağlantısız bir insan şeklini ortaya çıkarmaktır. Bu ifade, sağı-solu belli olmayan, ne zaman nasıl davranacağı kestirilemeyen, bukalemun, renksiz insan tipini ifade etmektedir.

İşte Yüce Allah Kur'ân ile bize verdiği eğitimde, şeytanın insana nasıl yaklaştığını, hangi yollarla etkilediğini anlatarak bilgilendirmekte ve bilinç kazandırmaktadır. İnsanın düşmanı olan İblis, "insana nasıl saldırıyor, hangi metodlarla yoldan çıkarmaya çalışıyor" meselesi bizim din eğitimimizin de ana konularından birini teşkil etmelidir.

Günümüzde şeytanın insanları etkileme yollan hem artmış hem de çeşitlenmiştir. Hz. Âdem'i etkileme yolları ile günümüzün ve geleceğin yolları çok daha farklıdır. Teknolojinin getirdiği ilgi alanları, şeytanın etkileme yollarını da arttırmış ve yoğunlaştırmıştır. Bu yollar vasıtasıyla, şeytan ahlâkî değerlerle daha etkili bir şekilde mücadele vermektedir. Diğer taraftan onun ahlâkî değerlerle etkili mücadelesi insanın yoldan çıkmasını da kolaylaştırmaktadır.

3. "Ancak onlardan ihlâslı kulların müstes­na." "İhlâslı" olarak tercüme ettiğimiz kelime, ihlâsa erdirilmiş anlamına gelen el-muhlesîn kelimesidir.

İhlâs kelimesi, "saf, arı, katıksız" anlamına gelen el-hulûs kelimesinden türemiştir. İhlâs da, "bir şeyi, başka bir şeyin karışmasın­dan korumak, arı, saf ve katıksız hale getirmek için damıtmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kök fiili olan halesa ilâ cer harfi ile kullanılınca "varmak, ulaşmak, gelmek"; min cer harfi ile kullanılınca "kurtulmak, canını kurtarmak, fidye verip kurtulmak, bitirmek, tamam­lamak, sonuna gelmek" manasını ifade etmektedir. Halâs, min edatı ile kullanılınca "serbest, bağımsız olmak" demektir. hallesa kalıbı da, "arıtmak, saflaştırmak, katıksız hale getirmek, durumu aydınlatmak, açıklamak" anlamına gelmektedir. Bu kelime hak ile beraber kulla­nılınca, "hakkını almak, kurtarmak" manasını ifade etmektedir. ehlesa kalıbı da "tahsis etmek, vakfetmek, bağlı olmak" demektir. "Sev­gi" ile kullanılınca "birini samimiyetle, gerçekten sevmek"; "din" ile kullanılınca "Allah'a ihlâs ile bağlanmak" demektir.

Şimdi bu manalardan hareket ederek, şeytanın etkisinde kalmayan ihlâs sahibi insanın özelliklerini söyleyebiliriz. îhlâs sahibi insan, inancı­na, beynine yabancı bilgi ve inancın karışmasına mani olan, beyin ve gönlünü koruyan insandır. Bu insan, saf, katıksız inanca sahiptir. İhlâs sahibi insan, Allah'ın yoluna varan ve öylece yücelip Allah'a ulaşan ki­şidir.

Manevî olgunluğunu tamamlayan, nefsin, şeytanın zincirinden kendini kurtarıp manevî özgürlüğünü elde etmiş; bağımsız düşünen ve davranan; iç alemini ilâhî nûr ile ışıklandıran aydın insandır; kendini Allah'a vakfeden, doğru, dürüst davranan kişidir. Bu niteliklere sahip olması nedeniyle şeytan, onu etkileyememekte, başka bir ifade ile şeyta­nın etkileme alanının dışında kalabilmektedir.

 

İhlâs/Muhles/Hulûs Kelimelerinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1. Kenara çekilmek

 "Ondan ümitlerini kesince gizli görüşmek ü-

zere kenara çekildiler" (Yûsuf 12/80). Bu anlam maddî bir davranışı ifa­de etmektedir. Bu manadan hareket edersek, muhlis insan, yani ihlâs sahibi insan, şeytan ve nefsin etkilerinden ayrılıp kendini sıyıran adam anlamını ifade etmektedir.

2. Yürekten inanıp bağlanmak

"Ancak tövbe edenler, dürüst ve erdemlice yaşayanlar, Allah'a sımsıkı sarılanlar ye yalnız O'na yürekten inanıp bağlananlar hariç" (Nisa 4/146).

"Hakikati ortaya koyan bu vahyi sana indiren biziz. Öyle ise içten O'na kulluk et" (Zümer 39/2).

Bu âyetlerde ilgili kelime, şüphenin, şirkin girmediği bütün benliği ile Allah'a iman edip bağlanmayı ifade etmektedir.

3. Dost ve danışman edinmek

"Ve Kral: Onu bana getirin, dedi: Kendime dost ve danışman edineyim" (Yûsuf 12/54).

Bir bakıma kral Hz. Yusuf'u kendisi için seçiyor, yani danışman tayin ediyordu. Bunun anlamı, halkın arasında güvenilirliği çok ilerde olduğu için öne çıkarılıp seçilmektir. İhlâs sahibi kişi de Allah'a yakın olan, herkesten daha önde olan, Allah ve kullar katında güvenilirliği olan ve bu erdeme sahip olandır.

4. Arı-duru ve katıksız olmak

Bu manada düşünce, din ve süt için kullanılmaktadır, "Biz onları arı-duru bir düşünce aracılığı ile temizledik" (Sâd 38/46). Bu âyette söz konusu kelime hem fiil hem de isim kalıbında gel­miştir. Fiil kalıbı "temizlemek", isim kalıbı da "arı-duru düşünce" anla- mına gelmektedir. Âyette temizleme eylemini Yüce Allah gerçekleştir­mektedir.

"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır" (Zümer 38/3).

Âyetteki hâlis din, "arı-duru, katıksız" anlamına gelmektedir. "Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karın-larındaki atıklarla kan arasından içenlerin boğazından kolayca geçen katıksız bir süt içirtiyoruz" (Nahl 16/66).

Bu âyette maddî anlamda saflığı, katıksızlığı ifade etmektedir. Bu kullanımıyla ilgili kelime, saf düşünce, saf din ve saf süt ifadeleri için de kullanılmaktadır.

5. Özgü olmak

"De ki: Kıyamet gününde ise yalnızca inananlara özgü olacaklardır" (A'râf 7/32).

"De ki: Eğer Allah ka­tındaki âhiret hayatı, başka hiç kimseye değil de yalnız size özgü ise" (Bakara 2/94). Bu âyetlerde ilgili kelime, "sadece birine ait olmak" an­lamına gelmektedir.

6. Adamak

"Kitap ehline de ki: Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıkla­rınız da size aittir. Biz kendimizi yalnızca O'na adamışızdır" (Bakara 2/139). Buradaki "adamak" gönülden bağlanmak manasına alınmalıdır.

7. Seçmek

"Çünkü o, seçilmiş kullarımızdan biri idi" (Yûsuf 12/24).

"Ve bu kitapta Musa'yı da an. Doğrusu o da seçilmiş biri idi. Hem resul, hem de nebi idi" (Meryem 19/51).

Her iki âyette de ilgili kelime seçmek fiilinden gelen "seçilmiş" an­lamına gelmektedir.

8.  Dine sıkı sıkı sarılıp Allah'a yönelmek

Yûnus 22'de bir musibet karşısında insanın, dini yalnız Allah'a has kılarak yalvarmasını açıklarken yukarıdaki anlamda kullanılmaktadır.

9. Temizlemek

"Biz onları arı-duru bir düşünce ile temizledik" (Sâd 38/46).

Bütün bu manaları bir potaya koyup eritirsek şu neticeyi elde ede­riz: Beynini, kalbini ve nefsini kötü düşünce, kötü niyet ve şirkten temiz­leyip saf bir imana, davranışa sahip olan insan ihlâs sahibidir ve böyle bir insan bütün benliği ile Allah'a yönelen, kötü arzu ve şeytanın alanın­dan kendini soyutlayan ve şeytanın yaklaşıp etkileyemediği bir şahsiyete sahiptir; bildikleri ile yaptıkları, dili ile gönlü bir olan; kötülüklerden temizlenip arınmış kişidir; Allah'ın emirlerine tam anlamı ile intibak edendir; kendisi ile barışık, Allah'ı ile barışık ve bütün insanlık ile barı­şık bir kimliğe sahiptir.

Bu neticeden başka bir ilkeye geçiyoruz: Dinin ya da din eğitimi­nin amacı bu şahsiyette insan yetiştirmektir. Şeytanın etkisinde kalma­yan, onun etki alanının dışında kalan; başka bir ifade ile şeytanın etkile-yemeyeceği insan tipini yetiştirmektir. Bütün bu anlatılanlardan hareket­le, din eğitiminin arı-duru, saf, katıksız dini bilgilerle insanları donatması gerektiğini hatırlatmakta yarar görmekteyiz.[18]

 

Allah İçin Doğru Yol:

 

 41. Allah şöy/e buyurdu: Benim için doğru yol budur.

42. Şüphesiz, senin, kullarım üzerinde bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.Muhakkak cehennem, onların hepsine vaadolunan yerdir.

43. Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır.

1. Doğru yol

Şeytanın ihlâs sahibi kullarını etkileyemeyeceğini söylemesinin ar­dından Yüce Allah'ın, kendisine varan yolun o olduğunu söylemesi, şey­tandan etkilenmeme denen İhlasın Allah'a giden yol olduğu tanımını getirmiştir. Bunu şöyle açıklarız: Allah'ın yolu İhlasın yoludur. İhlâs Allah'ın doğru yolunu açmaktadır.

Allah'ın yoluna giren mümin, şeytanın etkisinden korunmaktadır. Allah'a giden yol koruyucudur. Şeytanın verdiği vesveseleri kırıp geri çevirmektedir. Bu açıdan bakınca, Allah'a giden yolun insanın iç âle­minden başladığını söyleyebiliriz. İnsanın beyni, gönlü ve nefsindeki disiplin, adanmışlık, samimiyet, katıksız iman ve o yolun çıktığı kaynak­lardır. Doğru yol, Yüce Allah'ın muradının, yani isteğinin aktığı yoldur. Onun için Yüce Allah, bu yolun, şeytanın isteğinin kullarını etkilememe­si, yani kulların etki altında kalmaması olduğunu ifade etmiştir. Kulun şeytanın etkisinde kalmamasının anlamı; ondaki takva denen bağışıklık sisteminin çalışıp şeytanla mücadele vermesidir.

Diğer taraftan Allah'ın yolu mücadele yoludur. Şeytan ile insan mücadele yaptıkça ve bu mücadelede zafer insandan yana oldukça Al­lah'ın yolu açılmaktadır.

İşte A'râf 16'da şeytanın üzerinde oturacağı yol bu yoldur.

2. İblis'in insanlar üzerinde bir nüfuzu yoktur. İblis, Hicr 39'da "Onların hepsini azdıracağım" demesine karşılık Yüce Allah ona böyle bir gücü, hükümranlığı ve nüfuzu olmadığını hatırlatmaktadır. İblis, in­sanların çok azını istisna ederek onları etkileyemeyeceğini söylerken Yüce Allah çok azını etkileyebileceğini söylemektedir.

"Şüphesiz kulla­rım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyan müstesna." Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyet bize, şeytanın etki­sinde kalanların azgın insanlar olacağını öğretmektedir. Âyette geçen sultân kelimesi, "dili uzun olmak, sert sözlü olmak" anlamına ge­len seleta veya selita fiilinden türemiştir. Bu kelimenin selleta kalıbı, "hakimiyet ve kudret vermek, musallat olmak", 'alâ edatı ile kullanılınca, "birini bir şeye tahrik etmek, teşvik etmek" anla­mına gelmektedir. teselleta kalıbı da, "hükmü altına almak, yönet­mek" demektir. Sultân da "padişah, vali, hüccet, delil, burhan ve kuv­vet" anlamına gelmektedir.

 

Sultân Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Bela etmek

"Allah dileseydi onları başınıza bela ederdi" (Nisa 4/90). Ancak bu âyetteki selleta kalıbı, "güçlü kılmak" anlamına da gelebilir. Dolayısıyla âyete "halbuki Allah onları sizden daha güçlü kılsaydı" anlamı verilebilir.

2) Üstün kılmak

"Ama Allah peygamberlerini kimi dilediyse onlara üstün kılar" (Haşr 59/6).

3) Delil

"Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?" (A'râf 7/71).

4) Nüfuz, otorite, hükümranlık

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 42'de bu anlama gelmekte­dir. İbrahim 22'de de aynı anlamı taşımaktadır: "Zaten benim size karşı bir nüfuzum yoktu."

5) Ferman, mesaj

"Sonra âyetlerimizle ve apaçık bir fermanla Mûsâ ve kardeşi Harun'u Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik" (Mü'minûn 23/45). Bu âyetteki sultân kelimesine "mesaj" manası da verilebilir.

6 Güç

"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilir­siniz" (Rahman 55/33).

7) Yetki

"Bir kimse zulmen öldürülürse onur. velisine yetki verdik" (İsrâ 17/33).

8) Saltanat

"Saltanatım da benden yok olup gitti" (Hakka 69/29).

Yüce Allah, şeytanın insanlar üzerinde bir yaptırım gücüne sahip olmasına rağmen, azgınları etkileyeceğini de gündeme getirmektedir. Peki azan insanlar kimlerdir? Bu soruyu cevaplandırabilmek için Nahl sûresine gitmemiz gerekiyor:

"Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rabblerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır" (Nahl 16/99-100).

Demek ki, şeytanı dost edinip tanrı edinenler, onun etki alanına girmektedir. Azgın olanlar bunlardır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şirk şeytanın insana yaptırımını getirmekte ve ona sebep olmaktadır.

Burada soracağımız başka bir soru daha vardır: Yüce Allah şeytana insanı etkileme, yoldan çıkarma fırsatını niye verdi? Şeytansız bir dünya olamaz mıydı? Bu soruların cevabını verebilmek için Sebe' 21'e gitme­miz gerekiyor: "Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak âhirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye şey­tana bu fırsatı verdik. Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır." Bundan anlıyoruz ki, Yüce Allah'ın kaderinde, planında şeytanın varlığı, inanan insanla inanmayanın farkını ortaya çıkaran bir işleve sahiptir. Aslında âyette geçen "ayırdedip bilelim" ifadesini "ayırdedip bildirelim" anlamı­na almak gerekiyor; ya da sırf ayırdettirmek için anlamını vermek müm­kündür.

Demek ki imtihan olan dünya hayatının en zor sorusu şeytandır. Bu soruyu çözmeden imtihanda başarılı olmak hayalden öteye geçemez. Bu imtihanın içinde inanan ve inanmayanlar da vardır: "İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?" ('Ankebût 29/2). 'Ankebût 3'te bu imtihanın amacının sâ­dık/doğru olanlarla yalancıları bilmek olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah için bilmeye lüzum yoktur; ama Allah bildirmek için bu imtihanı yapmaktadır. Bu bilmek de ayırdetmek niteliğini taşımaktadır. 'Ankebût 11'de iman edenlerle gerçekten iman etmeyen münafıkların bildirilmesi için imtihan yapılmaktadır. Böylece imtihanın ayırdedici yönüne dikkat çekilmiş olmaktadır.

Kötü ile iyiyi seçme özgürlüğünün içinde şeytanî güçlerle mücade­le de vardırıl "Görmedin mi? Biz kâfir-lerin üzerine, kendilerini iyice isyana sevkeden şeytanî güçleri gönder­dik" (Meryem 19/83).

İnananla inanmayanı; doğru söyleyenle yalancıyı bilmek, onların farkını farkettirmek için imtihan etmek ve bu nedenle şeytana insanı etki­leme fırsatını vermek insanın hayatında önemli bir yer tutmaktadır.

Dünya hayatımızda en önemli yer işgal eden öğretim ve eğitim faa­liyetinde imtihan, olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Çalışan ile çalışma­yanı; tembellik yapanla gayret göstereni; emek harcayanla pinekleyeni ayıramayan bir eğitim sistemi başarılı olamaz ve kaliteyi yakalayamaz. Tembellik ve emek sarfetmemek bizim içimizdeki şeytanî güçlerdir. İşte bu şeytanî güçlerin varlığı içimizdeki mücadelenin oluşumunu temin etmektedir. Çalışma ve gayret gösterme ile tembelliğin mücadelesinde galip gelenle mağlup olanın bilinmesi, işlerin iyi yürütülmesinde ehil olanı bulmaya yardım edecek ve buna göre düzenlenen dünya hayatının ilerlemesini sağlayacaktır.

Bu âyet, insanlar hakkında imtihansız, denemesiz değerlendirme yapıp karar vermemenin önemini bize öğretmektedir. Farkın fark edile­bilmesi için imtihan şarttır. Bu imtihanın ana sorusu da şeytandır.

3. "Muhakkak cehennem, onların hepsine vaadolunan yerdir."

Şeytanın üzerlerinde hiçbir nüfuzu olmadığı halde, onun etkisinde kalan ve bu etkiye bir alt yapı oluşturan insanların varacağı yer cehen­nemdir. Çünkü şeytanın insanı etkileyebilmesi için, insanın gönlü ve beyni buna hazır halde olmalıdır. İnkâr psikolojisi, şirk, yalanlama ve kötü alışkanlıklar şeytanı çeken alt yapıyı teşkil etmektedir. İşte bu alt yapı ile şeytan buluşunca cehennemin ateşi yanmaya başlıyor. Şeytana beyninde, gönlünde ve nefsinde faaliyet gösterme fırsatını veren insan, bu dünyada cehennemin ateşini yakmaktadır.

A'râf 17'de belirtildiği gibi şeytana önünden, arkasından; sağından, so­lundan gelme fırsatını verip bütün benliğini işgal etmesine imkan tanımak, cehenneme girmekten başka bir şey değildir. Cehennemi bir sonuç olarak alırsak sebeb de insanın inanış ve davranış biçimi olmaktadır.

4. "Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için bir grup ayrılmıştır."

Cehennemin yedi kapısının olması cehennemin çeşitlerini mi ifade ediyor yoksa derekesini mi? Bize göre her ikisini de ifade etmektedir. Her ikisini ifade ettiğine dair delilimiz ne olabilir. Nisa 145. âyete gider­sek cehennemin en alt tabakasında kimlerin olduğunu buluruz. Demek ki cehennem çeşitleri üstüste tabakalar halinde olma özelliğine sahiptir: "Şüphesiz ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın."

Diğer taraftan Kur'ân'in bütününden Râzî yedi çeşit cehennemi çıkarmıştır. Râzî bu açıklamasını İbn Cüreyc'den almıştır.[19] İbn Cüreyc ve ondan alıntı yapan Râzî yedi cehennemi say­mış ama kimlerin oralarda yer alacağını söylememişlerdir.

Şimdi biz onların Kur'ân'dan çıkardıkları tasnifi esas alarak kimle­rin, yani hangi inanışı ve ameli sergileyenlerin oralara gideceğini açıkla­yacağız. Çünkü âyette geçen cüz' kelimesini "grup" anlamına alıyoruz. Âhirette benzer amelleri ve inançları paylaşanlar bir grup, farklı inanış ve ameli paylaşanlar da başka bir grup olacaktır.

a) Cehennem        

Cehennem İbranice'den geldiği için kök kelimesi bilinmemekte­dir. Aslında bütün cehennemlerin genel adı olmaktadır. Cehennem ke­limesi Kur'ân'da 7 âyette yer almaktadır. Bu kadar âyette yer almasından anlıyoruz ki o kelime geneli ifade itmektedir.

Özet olarak cehenneme kimlerin gideceğini tesbit edebiliriz: Al­lah'tan sakın dendiğinde benlik ve gururu kendisini günaha sevkedenler (Bakara 2/206); kâfirler (Âl-i İmrân 3/12); bir mü'mini kasden öldürenler (Nisa 4/93); dini yaşama fırsatını aramadan kötülüğe boyun eğip çaresiz­liklerini mazeret gösterenler (Nisa 4/97); Kendisi için doğru yol belli olduğu halde peygambere karşı çıkmayan müminlerin yolunu tercih et­meyip başka yola girenler (Nisa 4/115); şeytana aldananlar (Nisa 4/120-121); münafıklar (Nisa 4/140-145); inkâr edip zulmedenler (Nisa 4/168, 169); duyu organlarını, yani kalb, göz ve kulaklarını hakikati anlamak için kullanmayanlar (A'râf 7/179); haksız yere para kazanıp yığan ve sonra onu Allah yolunda infak etmeyen (Tevbe 9/34-35), peygambere, başka bir ifade ile İslam'a tuzak kurup ikili oynayan kâfirler (Tevbe 9/48-49); toplumda tefrika için ibadethane yapanlar (Tevbe 9/107-109); Allah'ın verdiği irade, düşünce ve inanç özgürlüğünü kötüye kullananlar (HÛd 11/118-119); Allah'ın emrine uymayanlar (Ra'd 13/18); ifade ve inanç özgürlüğünü engelleyen ve eğitim ile öğrenim hakkını ayaklar altı­na alanlar (İbrahim 14/9-16); kibirlenenler (Nahl 16/29); şirk koşanlar (İsrâ 17/39); mücrim denen ağır günah ve su işleyenler (Meryem 19/86); mahşerde sevapları hafif gelenler (Mü'minûn 23/103) ve Allah'a ve Pey­gamberine asi olanlar (Cin 72/23).

Dikkat edilirse inanç ve davranışlar cehenneme götürmektedir. Bu âyetler cehenneme gideceklerin bütününü yansıtmaktadır.

b) Lezâ

Cehennemin isimlerinden biri olmakla beraber, yorumunu yapmak­ta olduğumuz Hicr 44'teki cehennemin yedi kapısından biri olabilir. Da­ha doğrusu cehennem çeşitlerinden birinin adıdır. Bu kelime fiil olarak alınınca "ateş tutuşmak, parlamak" demektir. Leyi 14'de de telezzâ kalıbında geçmektedir. lezâ "alabildiğine şiddetli yanan ateş"tir.

Bu cehennemi, yani lezâyı Yüce Allah Me'âric 16'da tanımlamak­tadır:

"Derileri kavranıp soyar." Lezâ denen cehennemin tanımı budur.

Peki bu cehenneme kimler gidecektir? Bu sorunun cevabını vere­bilmek için hem Me'âric hem de Leyi sûresine gitmemiz gerekiyor. Mücrim denen günahkarlar (Me'âric 70/11); yalanlayıp yüz çeviren kö­tüler (Leyi 92/15-16) ve yüz çevirip geri dönen; toplayıp yığan kimseler (Me'âric 70/17-18). Tevhid inancından, Allah'ın yolundan, iyiden, doğrudan, haktan ve güzelden yüz çeviren, malını yığıp fakirin elinden tutmayan, kamunun yararına iş yapmayan insanlar bu cehenneme gidecektir.

Yukarıda yazılanlardan yüz çeviren insan bu dünyada derileri kasıp kavuracak olan lezâ denen cehennem ateşini yakmaktadır. Yüce Allah'ın istediğinden yüz çevirmek kibriti çakıp ateşi yakmaktır. Dünyevî manada alırsak, durup dururken ormanı ateşe veren, terör olsun diye yeşili yakan insanın psikolojisini düşünürsek bu kişi, hayatını lezâ denen ateşe çevi­ren o psikolojiye sahiptir ve bu insan insan olma değerini, Allah katında­ki kıymetini, üstünlüğünü ve geleceğini ateşe verip yakmaktadır.

c) Sa'îr

Bu kelime ateşi karıştırıp alevlendirmek anlamına gelen se'ara kelimesinden türemiştir. "Harb" ile kullanılınca "savaşı tahrik edip alev­lendirmek"; "toplum" ile kullanılınca "insanlara kötü bir şey atmak"; "at"la kullanılınca "hızlı koşmak"; - se'ire kalıbı, "rengi siyaha meyletmek"; su'ire kalıbı "delirmek, açlık ve susuzluğu artmak"; es-sa'îr de "ateş, ateşin alevi" demektir.

Kamer sûresinin 24. âyetinde bu kelime, "ahmaklık, delilik" anla­mına gelmektedir. Tekvîr 12'de de "ateşin parlaması, alevlenmesi" de­mektir. Sa'îr olarak geçtiği âyetlerde ise bu kelimerbir cehennem çeşi­dini ifade etmektedir. Bu cehenneme kimler gidecektir?

Yetimin malını haksız yere yiyenler (Nisa 4/10); Peygambere yüz çevirenler (Nisa 4/55); beşer olduklarından dolayı peygamberlere inan­mayanlar (İsrâ 17/94-97); Şeytanı yoldaş edinenler (Hacc 22/4); âhireti inkâr edenler (Furkân 25/11); geçmiş atalarını aşırı bir şekilde taklit edip Allah'ın indirdiğine inanmayanlar (Lokman 31/21); kâfirler (Ahzâb 33/64); Allah'ın emrinden sapanlar (Sebe' 34/12); düşman olan şeytanın çağrısına uyanlar (Fâtır 35/6); uyandan anlamayanlar (Şûra 42/7); dün­yada peygamberleri dinleyip akıllarını kullanmayanlar (Mülk 67/10); diri diri kız çocuklarını öldürenler (Tekvîr 81/8-9); mahşerde kitabı arkadan verilenler (İnşikâk 84/12). Kısaca inkâr, şeytan ve başkalarına eziyet bu cehenneme götür­mektedir.

d) Sekar

Bu kelimenin lügat manası "vücudu güneşte yakıp incitmek, uzak olmak, sıcaklığı ile elem ve eza vermek"; eskara kalıbı "hurma ağacını pekmez akıtmak", anlamına gelmektedir. Sekar kalıbıyla da cehennemden birinin adıdır.

Bu kelime Kur'ân'da ne anlama gelmektedir? Yüce Allah Müddessir 27'de sekarı soruyor ve ardından cevaplandırıyor.

"Sen biliyor musun sekar nedir? Hem bırakmaz, hem vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur. Üzerinde ondokuz (melek) vardır." Bu cehenneme kimler gidecektir? Hangi eylemler insanları bu cehenneme sürükleyecektir? Yüce Allah Müddesir sûresinde bunu cevaplandırmaktadır:

"Günahkarlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler:

i. Biz namaz kılanlardan değildik."

ii. "Yoksulu doyurmuyorduk."

iii. "Kendimizi günaha kaptırmıştık."

iv. "Ceza gününü de yalan sayıyorduk."

v. "Şefaatçilerin şefaatinin fayda vermediği,

vi. "Yaban eşeğinin arslandan kaçması gibi öğütten (Kur'ân'dan) yüz çevirenler."

vii. "Kutsal kitap isteyenler."

viii. "Âhiretten korkmayanlar." İşte sekar denen ce­henneme bunlar gideceklerdir (Müddesir 74/40-53).

e) Cahîm

"Ateşi yakmak" anlamına gelen. cahame fiilinden türemiştir. "Göz" ile kullanılınca "gözünü açmak"; "iş" ile kullanılınca "işten alı- koymak, vazgeçirmek" anlamına gelmektedir. cahîm kalıbı da "çok şiddetli yanan ateş, çok sıcak yer, yedi cehennemden biri" demektir. Kur'ân'da bu cehenneme gidecek olanlar şöyle anlatılmaktadır: Allah'ın kendileri ile konuşmasını, kendilerine âyet gelmesini isteyenler (Bakara 2/118-119); Allah'ın âyetlerini inkâr edip yalanlayanlar (Mâide 5/10); şirk koşanlar (Tevbe 9/113); Allah'ın âyetlerini tesirsiz hale getirmek için birbiri ile yarışanlar (Hacc 22/51); azgınlık edenler (Şu'arâ 26/91); zâlimlerle beraber faaliyet gösterenler ve Allah'tan başka taptıkları (Sâffât 37/22-23); öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler (Sâffât 37/52-55); kendini üstün ve şerefli gören, âhiretten şüphelenen (Dühân 44/47-49); yalanlayıcı sapıklar (Vâkı'a 56/93-94); kitabı sol tarafından verilen­ler (Hakka 69/25-31); azan, dünya hayatını âhirete tercih edenler (Na­zi'ât 79/37-39); füccâr denen kötü ruhlar (İnfıtâr 82/14); ceza gününü yalanlayan, hükümleri çiğneyen, günaha dalan, Allah'ın âyetlerine eski­lerin masalları diyen, kalpleri kirli olanlar (Mutaffıfîn 83/11-16).

f) Hâviye

Hâviye, cehennem türlerinden biridir. Çok yükseklerden ateşin içi­ne düşüldüğü için bu ismi almıştır. Hâviye cehennemini Yüce Allah Kâ-ri'a sûresinde tanımlamaktadır: Anne gibi kucağına alan bir cehennemdir (Kâri'a 101/9); dağlayan bir ateştir (Kâri'a 101/11). Bu cehenneme âhirette sevapları hafif, günahları ağır gelenler girecektir.

g) Hutame

Bu kelime, "bir şeyi kırmak" anlamına gelen hatame fiilinden türemiştir. hatime kalıbı "hastalık veya ihtiyarlıktan zayıf ve bitkin düşmek" anlamına gelmektedir. Jaa-Î ehtame kalıbından alınıp "yer"le beraber kullanılınca "yerin kırığının çok olması" demektir. inhatame kalıbı, "kırılmak"; "insan" kelimesi ile bir araya getirilince "izdiham yapmak" manasına gelmektedir. Râzî'nin nakline göre Müberred bu kelimeye, "içine düşen herkesi un-ufak eden, kırıp-geçiren cehennem"e hutame demektedir. "Yanındaki insanların yemeklerini yiyenlerle obur" anlamına da hutame denmektedir. "Kemikleri kırıp geçiren, etleri yiyen, kalplere hücum eden" manasını da Mükâtil vermek­tedir[20].

 

Hutame Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1. Ezmek

"Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca: 'Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!' dedi" (Nemi 27/18).

 "sizi ezmesin" ifadesine baktığımızda ilgili kelimenin fiil kalıbında ve "ezip un-ufak etmek" anlamında gelmiş olduğunu görürüz.

Bu manadan hareket edersek Hümeze sûresinde geçen "hutame" kelimesini şöyle yorumlarız: Hümeze sûresinde "hümeze" ve "lümeze" kelimeleri yer almaktadır. Kaş-göz hareketleriyle başkasının onuru ve şerefiyle oynayıp onları manen kınp-geçiren insanlar, kendilerini kırıp geçiren hutame cehennemine atılacaklardır. Başkasının onurunu kıranın âhirette hutame cehenneminde onuru kırılacaktır.

Hemmâz ve lemmâz, "ölü eti yemek" anlamında "insanların etini yemek"tir. Hutame cehennemi de bu gıybeti yapanların deri ve etini ya-kıp-yemektedir.

2. Çer-Çöp

"Sonra da onu çer-çöp yapar" (Zümer 39/21; Vakı'a 56/65; Hadîd 57/20). Buradaki ifade tabiattan örnek vererek dünya haya­tını anlatmakta, doğrudan doğruya tabiattaki bitki örtüsünün oluşumuna dikkat çekmektedir.

3. İnsanın kalbine işleyen yanan ateş

"Hayır! And'olsun ki o, Hutameye atılacaktır. Hutamenin ne olduğunu bilir misin? Allah'ın tutuşturulmuş tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateştir. Onlar uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyet­te o ateş, üzerlerine kapatılmıştır" (Hümeze 104/4-9) Böylece Yüce Allah "hutame"yi işlevi ile manalandırmaktadır. Kaş-göz hareketleriyle, gıybette insanların gönüllerini kıran insanlar, mahşerde gönüllerinin cidarına işleyecek ateşle karşılaşacaklardır. Şimdi Hutame cehennemine insanı götürecek davranışları ele alabiliriz:

İlk olarak, hümeze ve lümeze yapanlar: Hümeze kelimesi, "el ile çimdiklemek ve dürtmek, kakmak, vurmak, dar bir yere sıkıştırmak, ı-sırmak, kırmak, yere çalmak" anlamına gelen il el-hemzden türemiştir. Asıl manası, "ayıplama, çekiştirme, kaş-göz hareketleri ile insanın onu­runu ısırmak" demektir. Bu özellikteki insan söz ve hareketleriyle insan­ların onurunu ve şerefini ısırır, kırar ve onu incitir.

Lümeze de "mızrak saplar gibi kötülemek, ayıplamak, kaş-göz kırparak, işaret ederek, eğlence suretiyle birini diğerine göstermek" an­lamına gelen el-Iemzden türemiştir ve "herkesi ayıplamayı ve şunda bunda ayıp ve eksiklik bularak eğlenmeyi adet edinmiş, kendini beğen­miş kişi" demektir. Hümezeye anlamdaş veya farklı olarak da kullanılır[21]. Zemahşerî'ye göre hümeze "kırıcı", lümeze de "ayıplayıcı, saplayıcı" anlamına gelmektedir.[22].

Kısaca insanları kıracak, ayıplayacak, arkadan çekiştirecek söz ve davranışları üretenler hutame cehennemine gideceklerdir.

İkinci olarak da "Mal toplayıp onu sayıp duran ve malının kendisi­ni ebedî kılacağını zannedenler" (Hümeze 104/2-3).

Kendisini ebedîleştirecek zannı ile malını yığıp sayan, onunla fa­kirlerin elinden tutmayan ve kamunun faydasına sunmayan, insanları kırıp geçiren, onlarla alay edip onurlarını inciten insanlar, Hutame ce­hennemine atılacaklardır. Yüce Allah bu cehennem türünü anlatırken, eğitim açısından caydırmayı hedef almaktadır.

Bütün bu cehennemler Hicr 44'te yedi cehennem olarak takdim e-dilmekte ve caydırıcı bir nitelik taşımaktadırlar.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 44'e göre, her kapı, yani her cehennem için bir grup ayrılmıştır. Böylece cehennemliklerin yedi grup olacağını anlamış oluyoruz. Aynı günahları işleyenler bir grup halinegelecektir. Bundan da şu neticeye varıyoruz: Genelde günahlar yedi gru­ba ayrılmaktadır. Gruplarda benzer günahlar olabilir ama, aralarındaki ilişkilere göre yedi gruba ayrılmaktadırlar. Biz genel manada günahların yedi çeşidini şöyle sıralayabiliriz:

i. İnkâr ve yalanlamak,

ii. Şirk koşmak,

iii. Hak ve özgürlükleri engellemek,

iv. Münafıklık etmek,

v. Ahlâkî değerleri çiğnemek,

vi. Allah'a ve Peygamber'e asi olmak,

vii. Şeytanı dost edinmek.

Bu günahların alt günahları olacağını da unutmamalıyız. Her dav­ranışta bulunması

zorunlu olan inkâr ve yalanlamadır.[23]

 

Takva Sahiplerinin Odulu:

 

45.Takva sahipleri, elbette cennetlerde ve pınar başla­rında olacaklar.

46.Oraya esenlik ve emniyetle girin.

47.Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.

48.Onlara orada hiçbir yorgunluk dokunmayacak ve onlar oradan çıkarılmayacaktır.

49.Kullanma, benim çok bağışlayıcı ve merhamet sa­hibi olduğumu haber ver.

50.Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.

Âyetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Takva sahipleri, elbette cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır." Bu âyette geçen takva sahipleri denen muttakîler kimlerdir?

Takva kelimesinin geniş açıklaması için Bakara 22. âyete bakılabi­lir. Fakat buradaki "takva sahiplerini" önceki âyetlere bakarak açıkla­mamız daha doğru olacaktır. Hicr 39-40. âyetlere dönersek orada şeytana nisbet edilen şu ifadeyi buluyoruz: "İblis dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna."

Şeytanın etki altına alıp azdırmak isteyip de azdıramadığı ihlâs sa­hibi kişilere aynı zamanda muttakî yani takva sahibi denmektedir. Ken­dini şeytanın etkisinden koruyabilen ve böylece şirk, inkâr, yalanlama ve ahlâk dışı davranışlardan korunan kişiye takva sahibi denmektedir. Hicr 42'de Yüce Allah'ın İblis'e söylediği: "Kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur" ilkesini gerçekleştirip İblisin ha­kimiyetini yıkıp Allah'ın hakimiyetine giren adama takva sahibi den­mektedir.

Şeytanın ve nefsin olumsuz manada etkisine rağmen, bu etkinin a-lamndan kendini koruyan takva sahiplerine Yüce Allah ödüller vermek­tedir. Ödülü takva sahibi insanın beyni, gönlü ve onlara paralel olumlu davranışları almaktadır: "Muttakîler cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır." Buradaki cennetleri ve pınarları hem dün­yevî hem de âhiretle ilgili olarak düşünebiliriz. Takva sahibi insanlar, aslında iç âlemlerini cennete çeviren ve psikolojik oluşumları olumlu manada pınarlar gibi akmakta olan kişilerdir. Buradaki "pınar" kavramını birinci manası ile "iffet, namusu koruma" olarak ele alabiliriz. Çünkü "su" temizleyicidir. "Eteğine temiz" ifadesi "iffef'i ifade etmektedir. Bu dünyada iffet, namus pınarlarının başında oturup onları koruyanlar, öteki dünyada da pınar başında olacaktır. Çünkü iffet, namus duygusu bizim içimizde akan bir pınardır. Bu pınarı kesintiye uğramadan akıtan, öteki dünyada da çok uzun süreli olarak pınarların başında olacaktır.

Âyette geçen "cennetler" kelimesinin çoğul olduğunu görüyoruz. Demek ki takva sahibi insanlar hem iç alemlerini hem sosyal hayatlarını hem de âhiretlerini cennete çevirmektedirler. Böylece cennet ödülünün, inanışlarının ve davranışlarının neticesi olduğu ortaya çıkmaktadır.

Âyette geçen "cennetler" çoğul olduğuna göre, çoğul cennetlere Rahman sûresinden de bir açılım getirebiliriz: "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır" (Rahman 55/46). Burada Allah'a karşı kötü fiil işlemekten sakınana iki cennet; "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir? ... Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır" (Rahman 55/60-62). Bu iki cennet de iyiliğin getirdiği cennettir. Bu dört cennet korkma ile iyiliğin getirdiği cennetler olmaktadır.

Âyetteki pınarlar da, Muhammed 15'te geçen bozulmayan sudan, süzme baldan, tadı değişmeyen sütten ve tatlı içecekten oluşan nehirler olabilir.

2. "Oraya esenlik ve emniyetle girin."

Cennetleri ve pınarları dünyevi olarak düşünürsek, takva sahibi in­sanlar hem iç alemlerini hem de sosyal hayatlarını cennete çevirince, oluşturdukları ülkenin içine esenlik ve güvenle girmeleri onlara emre-dilmektedir. Buradaki selâm kelimesi "barış" anlamına da gelmektedir. Ayrıca selâmın "rahmet" manası göz önünde tutulursa, ilâhî rahmete sahip bir şekilde oraya girebilmesi emredilmiş olmaktadır. Demek ki selâm kelimesini "esenlik, barış ve rahmet" anlamına alıp kelimeyi öyle anlamamız gerekiyor. Bir sonraki, yani Hicr 47'yi düşünürsek "barış" manası öne çıkmaktadır. Çünkü kalplerinden kinlerin söküldüğü insanlar barış içinde yaşarlar.

Âyette geçen âminîn "emniyet ve güven" anlamına gelmektedir. "İman" kelimesi de

ondan türemiştir.

İman eden insan güvenilir adamdır. Onun elinden ve dilinden her­kes güvendedir. Demek ki dünyevî manası ile ele alınca, takva sahibi insanların yaşadığı ülkede barış ve güven vardır. Kin ve düşmanlıktan arınmış, herkesin hayatı, malı ve sahip olduğu tüm değerler güven için­dedir.

Bu dünyada hem iç dünyasını hem de ülkesini barış ve güven için­de oluşturanlar elbette âhiretteki cennetlerde de esenlik ve güven içinde olacak, o şekilde oralara gireceklerdir. Barış ve güven buradan oraya taşınmaktadır. Kendi iç âleminde beyin, gönül ve nefis huzur ve barış içinde ise, hepsi birbirinden güvende ise ve bu psikolojik atmosfer, yaşa­dıkları ülkeye yansıyorsa, âhiretleri de aynı şekle bürünecektir. Böylece Yüce Allah takva sahibi insanın tanımına bazı ilâveler yapmaktadır: Muttakî insan, Allah ile, kendisi ile ve tüm insanlık ile barış içinde olan, kendisine güvenilen insandır.

3. "Biz gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar."

a) Kini söküp atmak işlemi bu dünyada mı, yoksa âhirette mi? Âhirette amel yapıp sevap alma imkanı yoktur. Orada yeniden bir şeyler yapıp bir şeyler elde edilemeyecektir. Orada tövbe de yoktur. Bunlar olmayınca gönüllerinden kinin sökülüp farklı bir yaşam tarzı olur mu? O zaman bu işlemin dünyada olması gerekmiyor mu? Takva sahibi olan insanların gönlünde kimseye karşı kin olmama­lıdır. Bu manevî seviyeye ulaşan insanların gönlünde kin olması, onların şahsiyet itibariyle kalitelerini düşürmüş olacaktır. Ancak gönüllerden kini söküp atmak insan gücünü aşmaktadır. Burada Yüce Allah'ın lütfü devreye girerek gönüllerde gerekli olan işlemi yapmakta, kinleri söküp atmaktadır.

Öyle anlıyoruz ki, dünya hayatını kirleten, insan ilişkilerini bozan en önemli nedenlerden biri "kin"dir.

Bu müdahalenin âhirette yapılabilmesi için, dünyada kendi iradesi ile kin ile mücadele verilmesi gerekiyor. Zaten kinin bulunduğu gönül takva seviyesine ulaşamaz.

b) "Kinin" sökülüp atılması ile insanlar kardeş olmaktadırlar. Bundan anlıyoruz ki, kinin olduğu yerde kardeşlik; kardeşliğin olduğu yerde kin yoktur ve olmamalıdır. Burada kasdedilen kardeşliğe bir an­lamda "din kardeşliği" (Tevbe 9/11); "iman kardeşliği" (Hucurât 49/10) denebileceği gibi, "sosyal kardeşlik" de denebilir. Bunların ortak nokta­sını takva denen ruh olgunluğu teşkil etmektedir. Demek ki, cennete kinli bir gönül ile girilemeyecektir.

Âyetteki surûr kelimesi, "sedirler, tahtlar" anlamına gelmekle beraber yüceliği ve mutluluğun yoğunluğunu da ifade etmektedir. Bu tahtların anlatımı şöyledir:

"Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler" (Vâkı'a 56/15); "Orada yükseltilmiş tahtlar vardır" (Ğâşiye 88/13).

"Sevinç" anlamına gelen surûr ile buradaki yükseltilmiş taht kav­ramı arasında bir bağlantı vardır. Bu oturma yerlerinin yüksekliği sevinç, yani mutluluk hazırlanmış meclislerdir.

Bundan şuraya varıyoruz: Kinin bulunduğu yerde sevinç, yani mut­luluk olmaz. Kin atılınca, yani gönül kinden arındırılınca mutluluk oraya girmektedir. Âyete inceden baktığımızda psikolojik mutluluğun, sosyal mutluluğa dönüştüğünü görmemiz mümkündür. İşte burada ilâhî eğiti­min gönüllerde cereyan edip, oradan sosyal hayata yayıldığını öğreniyo- ruz. Aslında, Yüce Allah din eğitimi ile genel eğitime gönülle uğraşıp kinden temizleme ödevini de yüklemektedir.

4. "Onlara orada hiçbir yorgun­luk dokunmayacak ve onlar oradan çıkarılmayacaktır." Âyette geçen nasab, "yorgunluk, bitkinlik" anlamına gelmektedir. Cennet ile dünyanın farkı budur. Ama bu dünyada cennet gibi bir ülkede yaşamakta da asla yorgunluk,  bitkinlik  olmaz,  çünkü  mutluluktan  dolayı  işler  insanı yormaz.

Barışın, güvenin, kardeşliğin ve mutluluğun bulunduğu ne bu dün­ya cennetinde ne de âhirette cennette yorgunluk olur.

Âhirette kalplerinden kinler sökülüp atılınca, yani gönüller kinden arınınca cennette neler konuşulacak? Bu sorunun cevabı A'râf 43'dedir.

"Kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. Ve onlar derler ki; 'hidâyetiyle bizi kavuşturan Allah'a hamdolsun! Al­lah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak de­ğildik. Hakikaten Rabbimizin peygamberleri gerçeği görmüşler'. Onlara: 'İşte size cennet, yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılın­dınız' diye seslenilir."

Bu konuşmayı yapan insanlar artık bedenî yorgunluktan kurtulup rûhânî oluşumlar içinde olduklarından yorgunluk kendilerine dokunma­yacaktır. Onlar oradan çıkarılmadan çok uzun süreli olarak orada kala­caklardır.

5. "Kullarıma, benim çok bağışlayıcı ve merhamet sahibi olduğumu haber ver."

Yüce Allah Hz. Peygamber'den şu iki sıfatını insan/ara haber ver­mesini, yani öğretmesini istemektedir: "Affedici ve merhamet sahibi oluşu". Yüce Allah varlıklara ve özellikle insanlara merhamet etmeyi kendine görev edinmiştir, yani bunu üstlenmiştir (En'âm 6/54). Merha­met eden, aynı zamanda affedecektir. Merhametin ortaya çıkışının bir göstergesi de affetmektir.

Af ve merhamet, insanlara değişim için bir teşvik olmakta, şirkin, inkârın ve günahın batağına batmış insana bir çıkış kapısı sunmakta ve ona umut gibi ruhu rahatlatan önemli oluşumu sunmaktadır. İnsan bu­lunduğu batağı terk etme kararını verdiğinde ilâhî af ve merhametle kar­şılaşacağını bilmekle psikolojik bakımdan rahatlayacağı gerçeğini hare­kete geçirmektedir.

Demek ki insanın iç aleminde meydana gelen olumlu yöndeki de­ğişim Yüce Allah'ın af ve merhametini çekmekte ve onu yeryüzüne in­dirmektedir. Bu değişim, geçmişe bir sünger çekmeye kadar götürmekte­dir. İnsanlara günahta ısrar etmemelerini öğretmek din eğitimcilerinin görevi olmalıdır. Af kapısı ile merhamet kapısının daima açık olduğu umudu aşılanmalıdır. Bu durum hem Allah'ın emri hem de Hz. Peygam­berin uygulamasıdır.

İnsanların insanları affetmesi ve onlara merhametli davranması Yüce Allah'ın sıfatlarının yeryüzüne yansımasıdır. Bunları yeryüzüne yansıtanlar, olgun insan ya da olgun mümin olmuşlardır. Af ve merhamet ağacının dibine su dökmeli, onu beslemeli ve onunla daima insanlara umut dağıtmalıyız. Onlar vasıtasıyla umut güneşi daima ısıtıp ışık vere­cektir.

6.  "Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir." Yüce Allah, sadece affedici ve merhamet sahibi olduğunun bildirilmesini değil, aynı zamanda cezalandırılmasının çetin olduğunun da bildirilmesini emretmektedir. Böylece bu iki bildirimde bir ritim psikolojisi meydana getirmektedir. Af ve merhamet bildirisi insan ruhunu gevşetirken, azabının çetin olması da insan ruhunu germektedir. Gerilme ile gevşeme psikolojisi, doğurganlığı ortadan kaldırmakta ve insanın gevşemesini önlemektedir.

Dünyada insan hayatında af, merhamet ve ceza beraber devam et­mektedir. Disiplin için cezanın caydırıcılığına ihtiyaç vardır. Ama umu­du yaşatmak için de af ve merhamete ihtiyaç vardır. Hakların çiğnenme-sini önlemek için cezaya; günahların lekesini silmek için de af ve mer­hamete ihtiyaç vardır. Yüce Allah merhameti kendisi için görev olarak yazmasına rağmen, azabı yazmamıştır. Râzî 49. âyet ile 50. âyetin yapısını mukayese ederek, ilginç yoru­munu getirmektedir. 49. âyette  ennî, iŞi ene kelimelerini kullanması ve onlardan sonra da, el-ğafûr ve er-rahîm kelimelerinin başına elif-lâm harflerinin bulunması, af ve merhametinin azabından üstün ol­duğunu göstermektedir. ennî "hakikaten ben"; ene "ben" deyip af ve merhameti belirlilik edatı ile getirmesi ve kendisini af ve merhametle vasıflandırması af ve merhamet taraftan olduğunu göstermektedir.[24]

 

Hz. İbrahim'in Misafirleri:

 

51. Onlara İbrahim 'in misafirlerinden de haber ver.

52. Onun yanına girdikleri zaman "Selâm" dediler. İb­rahim: "Sizden çekiniyoruz" dedi.

53. Dediler ki:   "Korkma biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz."

54.İbrahim: "Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?" dedi.

55.Melekler: "Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsiz­liğe düşenlerden olma! " dediler.

56.İbrahim: "Rabbinin rahmetinden sapıklardan baş­ka kim ümit keser?" dedi.

57.İbrahim: "Ey elçiler! Başka ne işiniz var?" dedi.

58.Dediler ki: "Biz, suçlu bir topluma gönderildik.

59.Ancak Lût ailesi hariç, hepsini kurtaracağız.

60.Lût'un karısı müstesna; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik."

Hz. İbrahim'in misafirleri ile ilgili bu âyetleri tek tek ele alıp açık­lama yerine işlenen konu bakımından genel manada çıkarımlar yapmayı uygun buluyoruz.

1. Bu âyetler, yani Hz. İbrahim'in misafirlerinin burada yer alma­sının asıl amacı, 49. ve 50. âyetlerde yer alan af, merhamet ve cezayı örneklerle, tarihî olgularla anlatmaktır.

Daha önce demiştik ki, af ve merhamet umudu beslemekte, insan-laca bir çıkış kapısı sunmaktadır. "Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma. İbrahim: 'Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?' dedi." İşte ümit kesmeme konusunda Hz. İbrahim'in bu anlatımı örnek verilmektedir.

2. "Selâm" vererek bir yere girmek veya geçerken yolda rastlanılan birine selâm vermek sadece Hz. Peygamberin sünneti değildir. Bu tatbi­kat meleklerin işlerinden biridir. Hz. İbrahim'in yanına giren meleklerin "selâm" vermesi, meleklerin insanlara rahmet dilediğinin delilidir. "Se­lâm" demek yeterli midir? "Selâmün 'aleyküm" demek zorunlu mudur? '"Aleyküm" demeden selâm verme tamamlanmış oluyor mu? Meleklerin 52. âyette ve Hûd 69'da "selâm" deyip, Hz. İbrahim'in de "selâm" de­mesi, bize "selâm" demekle selamlaşmanın tamamlandığını göstermek­tedir. Hicr 52'de Hz. İbrahim'in selâmı aldığı belirtilmezken; Hûd 69'da onun meleklerin selâmına selâmla karşılık verdiği gündeme getirilmektedir.

Ra'd 24'te de melekler 'Adn cennetine girenleri selâmlarken, '"aleyküm" kelimesini kullandıklarına işaret edilmektedir. "Selâmün 'aleyküm" "size selâm olsun" demektedirler. Demek ki sadece "selâm" de­mekle de selâm verilir; "selâmün 'aleyküm" demekle de selâm verilmiş olur.

Hz. Peygamber'e, "selâm" vermesini emredenin Yüce Allah oldu­ğu ve bu selâmı verirken "selâmün aleyküm" demesi gerektiği de yine âyetlerle sabittir (En'âm 6/54). O zaman şu hükme varıyoruz: Selâm vermek sünnet değil Allah'ın emridir, yani farzdır. Kimi zaman farz-ı 'ayn, yani herkes için zorunlu; kimi zaman da farz-ı kifâye, yani toplu halde bulunur­ken birinin vermesi yeterli olduğundan diğerlerinin üzerinden sorumluluğun düştüğü farz. Demek ki meleklere, selâm vermelerini de Allah emretmiştir.

3. Hz. İbrahim onların melek olduğunu anlayınca korkmaya başladı ve şöyle dedi: "Biz sizden çekiniyoruz." Peki onların insan şeklinde gelmesine rağmen melek olduklarını nasıl anladı? Soruyu cevaplandırabilmek için Hûd 69 ve 70. âyetlere gitmemiz gerekiyor. Elçiler Hz. İbrahim'e gelip selâm verdiler Hz. İbrahim onların selâmını aldı. "Ve hemen kızartılmış bir bu­zağı getirdi. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı." Melekler yemek yemediklerinden dolayı, o anda onların insan değil me­lek olduklarını anladı". "Ve onlardan dolayı içine bir korku düştü" (Hûd 11/70). Hicr sûresinde Hz. İbrahim'in misafirlerine "yemek   getirmesi"   ile   "meleklerin   ellerini yemeğe uzatmaması" bölümleri yer almamaktadır. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Melek olduklarını anla­yınca neden çekinip korktu? Vahy getirmenin dışında meleklerin insan şekline bürünerek gelmesinin anlamı, bir toplumu helak etmek olduğunu Hz. İbrahim bildirdiği için korkmuştu.

a) "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur; artık kendilerine göz bile açtırılmazdı" (En'âm 6/8).

b) "Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. Bütün işler yalnızca Allah'a döndü­rülür" (Bakara 2/210).

c) "Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin. Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez" (Hicr 15/7-8).

Bu âyetler bize Hz. İbrahim'e meleklerin gelmesiyle o topluma göz açtırmayacak helakin olacağını öğretmektedir.

İşte Hz. İbrahim "işin biteceğini" ya da meleklerin işi bitirmek için geldiklerini anladı ve böylece çekinip korktu. Hûd 70'te "içine bir korku düştü" derken; Hicr 52'de "biz senden çekiniyoruz", dedi. Aynı şey fark­lı üslup ve farklı kelimelerle ifade edilmektedir. Hûd 70'te hîfeh "korku" kelimesi kullanılırken; Hicr 52'de vecile kelimesi kullanıl­mıştır. Her iki kelime de aynı psikolojik durumu ifade eden iki ayrı keli­meden ibarettir.

Hûd 70'te geçen ve korku anlamına gelen hîfeh kelimesi, mücerret anlamda "korku"yu ifade ederken, vecile kelimesi onun harekete geçip eyleme dönüşen halidir. Onun için vecele kelimesinin lügat anlamı ile Kur'ân'da geçen manasını incelemeyi uygun buluyoruz. vecele, "korku bakımından birinden daha fazla korkak olmak"; vecüle okunuşu, "ihtiyarlamak, yaşlanmak"; vecile okunuşu da "kormak"; el-vecel de "korku" anlamına gelmektedir.

 

Vecel Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Korkudan titremek

"İnananlar ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri korku ile titrer" (Enfâl 8/2). Korkudan titremek manası, Hacc, 35 ve Mü'minûn 6O'ta da geçmektedir.

2) Çekinmek

"Biz sizden çekiniyoruz" (Hicr 15/52). Burada ilgili kelime aynı zamanda "korkmak" anlamına gelmekte, genelde Allah anıldığı zaman kalbin titremesi, yani kalpteki bir oluşumu ifade etmekte kullanılmaktadır. Bu kelime, bir bakıma yüklem kalıbında kalbin eylemidir. Allah'ın anılışı kulaktan beyne ulaşınca, gönülde meydana gelen titreme, çarpma, yayık vurulma eylemini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bunu şöyle ifade ederiz: Mümin gönlünde bulunan ilâhî sevgi ya da ilâhî aşk, Allah'ın ismi anıldığında uyanıp harekete geçtiğinde kalbe verdiği hareketi ifade etmektedir. Bu konu Enfâl 2'de açıklanmıştır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 52'ye dönersek, orada Hz. İbrahim, meleklerin insan şeklinde gelmelerinin sebebini anlayınca korkmaya başlamıştı. Anlamanın, gönüldeki korku duygusunu harekete geçirdiğini görüyoruz.

Demek ki bilmek, anlamak korku duygusunu, endişeyi, çekinmeyi doğurmakta ya da harekete geçirmektedir. Cahil korkmaz, endişe duymaz ve çekinmez.

"Kullarımın içinden ancak âlimler Allah'tan korka/' (Fâtır 35/28). Bilgi insanın önünü açar, olacak olanları gösterir, ilişkiler sisteminin varacağı neticeyi anlamayı temin eder, tehlikelerin nere­den geleceğini önceden kestirmeyi temin eder. Bilginin, anlayışın harekete geçirdiği korku ve saygı duygusu çoğu zaman ibadete dönüşmektedir.

3. Melekler Hz. İbrahim'e lâ tevcel yani "korkma" dediler. Hz. İbrahim'in onlara söylediği ile meleklerin söylediği aynı kelimeler­den teşekkül ettiğine göre, melekler Hz. İbrahim'in dilinde ona hitap ediyor ve onun dediğini anlıyorlardı. Bundan anlıyoruz ki, melekler için dil bilme sorunu yoktur. Hitap ettikleri peygambere kendi dili ile konuşabilmektedirler. Hz. İbrahim "Biz sizden çekiniyoruz" derken onlar bu kelimeyi emir kalı­bında, yani "korkma" şeklinde söyleyebilmişlerdir.

4.Melekler Hz. İbrahim'e bilgin bir çocuk müjdelemişlerdir. Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Hicr 53'te müjdeyi Hz. İbrahim'e yaptık­ları; Hûd 71'de de Hz. İbrahim'in hanımına yaptıkları gündeme getiril­mektedir. Her iki âyet bir araya getirilince hem hanımına hem de Hz. İbrahim'e müjde verildiği anlaşılacaktır.

Hûd 71'de "İshâk" adında bir çocuk müjdelenirken, Hicr 53'te "bilgin bir çocuk" denmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, İshâk peygam­berin adını Yüce Allah koymuştur. Hicr 53'te geçen "âlim çocuk" ifade­si, bu çocuğun hem erkek hem de peygamber olacağına işaret etmektedir.

İshâk isminin erkek çocuk ismi olduğunu dikkate alırsak, Hicr 53'teki çocuğun erkek olacağı konusunda tereddüt yoktur. Bu konuda âlimlerin yaptığı farklı yorumlara gerek yoktur.

5. Hz. İbrahim Hicr 54'te biyoloji kanunlarına dikkat çekerek, ihti­yarladığından dolayı çocuğunun olamayacağım söylemiştir. Çocuk yap­maktan düşmüş birine çocuk müjdelemenin ne anlama geleceğini hayret­le karşıladı."Bana ihtiyarlık çök­
mesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz? dedi." Hicr 54'te Hz. İbrahim'in hayrete düşmesi anlatılırken; Hûd 72'de hanımının hayrete düşmesi gündeme getirilmektedir:

"İbrahim'in hanımı, 'olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu ger­çekten şaşılacak bir şey!' dedi."

Demek ki, Hz. İshâk hem babası hem de anası çocuk yapmaktan düşmüş bir ebeveynden dünyaya gelmiştir.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Hz. İbrahim ve hanımının bu du­rumu asırlar sonra gönderilen bir kitapta niçin yer almıştır? Çocuk yap­maktan düşmüş veya çocuk yapamayan insanların çocuk yapabilmesi meselesi, bu konuyu araştırmaları için insanlara bir ödevi olarak veril- mekte, tıbbî araştırmalara bir konu tesbiti yapılmaktadır. O dönemde mu'cize olarak görülen bu olgu zamanla bilimsel araştırmalarla çözülen bir konu haline gelecektir.

Diğer taraftan bu konunun araştırılması, Allah'ın kudretini de gös­termiş olacaktır. Yoktan yaratan Allah, var olandan normal dışı şartlarda da yaratılabilir. Böylece Yüce Allah, normal tabiat kanunlarında istisna­lar da meydana getirebilir. Bilimsel araştırmalarda istisna kanunlara rast­layabileceğimize işaret etmektedir. İşte bu istisna oluşumlar Allah'ın kudretini daha net bir şekilde delillendirmektedir.

Bu âyet, zamanla böyle bir şeyin olabileceğinin biyolojik anlamda tesbit edilmesine dikkat çekmektedir.

6. Hz. İbrahim'in bu konuda hayrete düşmesini, melekler "ümit kesme" olarak değerlendirmiş ve şöyle demişlerdir: "Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma." Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 55'te böyle dedikleri halde Hûd 73'te dedikleri şöyle nakledilmektedir: "Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Al­lah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği boldur."

Demek ki, Hicr 55'teki "hak" kavramının açılımı Hûd 73'te Allah'ın emri, rahmeti ve bereketinin sonucu olmaktadır. Hakkın müjdelenmesi, Al­lah'ın emrinin, rahmetinin ve bereketinin sonucunun müjdelenmesi demektir.

"Sakın ümitsizliğe düşenlerden olma." Âyetin bu kısmında geçen oJajliİl el-kânıtîn "ümitsizliğe düşenler" kelimesinin kökü kanıtadır. "Ümit kesmek" anlamına gelen bu kelime, Kur'ân'da altı âyette geçmektedir.

a) "Allah, insanlar umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayan­dır. O, hakiki dosttur; övülmeye layık olandır" (Şûra 42/28). Âyetteki umut, yağmurun yağması ile alakalıdır.

b) "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağış­lar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet sahibidir" (Zümer 39/53).

Günahkârın kötümserliğe kapılmaması, ümidini kesmemesi ve da­ima Allah'ın affedebileceğini beklemesi burada ifade edilmektedir.

c) "İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Şayet yaptıklarımızdan ötürü başlarına bir fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüverirler" (Rûm 30/36). Nankör insanların davranışlarından biri de ümidi kesmektir.

d) "İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe dü­şer, üzülüverir" (Fussilet 41/49).

e) Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 55 ve 56'da da bu kelime "Allah'ın rahmetinden ümit kesmek" için kullanılmaktadır.

Meleklerin "sakın ümitsizljğe düşenlerden olma" emrine karşılık Hz. İbrahim şu cevabı veriyor: "Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser?" Böylece Hz. İbrahim yoldan çıkmış sapık insanların Allah'ın rahmetinden ümit keseceklerini ya da ümit kesmenin sapıklık olduğunu gündeme getirmiştir.

Allah'ın rahmetinden ümit kesmemenin önemi, kesmenin de kötü­lüğü bu âyetlerde Hz. İbrahim örneği ile anlatılmaktadır. Hz. İbrahim olgusundaki çocuk yapmaktan düşmüş iki ihtiyar çiftin çocuk yapması da ilmî araştırmalara bir umut olarak sunulmaktadır. 7. Bu konuşmaların ardından Hz. İbrahim'den korku gitti:

7. "İbrahim'den korku gidip kendisine müjdelenince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadeleye başladı" (Hûd 11/74). Meleklerin kendi toplumunu helak etmek için gelmediklerini anlayınca, rahatladı ve korkusu gitti. Bu sefer de meleklere şöyle sordu: "Ey elçiler! Başka ne işiniz var?" Lût kavmi hak­kındaki mücadelesine bu soru ile başlamış oldu. Aslmda melekler ona şu cevabı verdikten sonra mücadeleye başlamış oldu "Biz suçlu bir topluma gönderildik." Yorumunu yaptığımız Hicr 58. â-yette Lût kavmi suçlu anlamına gelen mücrim, A'râf 8'de "taşkın" an­lamına gelen "müsrif; Nemi 55'te "cehalet üreten, beyinsizlik yapan" anlamına gelen "câhil"; 'Ankebût 30'da ise "bozgunculuk yapan" anla­mında "müfsid" sıfatlarıyla vasıflandırmaktadır. Bütün bu sıfatlardan günahkar ve suçlu anlamına gelen mücrim en kapsamlısıdır.

Buradaki mücrimliğin kapsamına giren davranış; cinsel sapıklığı ifade eden homoseksüelliktir. Ahlâkî değerleri gözardı ettiren bu davra­nış suçtur, günahtır. Bazı ahlâkî değerleri çiğnemek hukuku sarsabilir, hukukî çevrede deprem meydana getirebilir, toplumu rahatsız edebilir. Bu rahatsızlık düzelecek sınırın ötesine geçerse, düzelmesinden ümit kesilirse Yüce Allah onu cezalandırmaktadır. İşte Lût kavmi, yani Sodom halkı geri dönüşü olmayan büyük cinsel sapıklığı işlediğinden Yüce Allah onları helak etmek için melekleri göndermiştir.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Cinsel ahlâkın sınırlarını zorlamak ve bunda ısrarlı olup aşırı gitmek toplumun çöküşünü getirmektedir. Top­lumların çöküş dinamiklerinden biri de ahlâkî alandaki büyük derecedeki sarsıntıdır.

Sodom halkının, yani Lût kavminin bu cinsel sapıklığı öylesine ile­ri götürmüşlerdi ki, Lût peygambere gelen bu meleklere bile tecâvüz etmeye kalkmışlardı (Hûd 11/78). Bir toplumun ahlâkı korunuyor ve canlı tutuluyorsa, o toplumun yıkılması başka dinamiklerden olabilir. Unutulmamalıdır ki, toplumu çökerten her dinamiğin de bir ahlâksızlığı vardır.

8. Melekler Hz. İbrahim'in sorusunu cevaplandırırken, istisna olan­ları da

söylemektedirler. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 59 ye 60. âyetlerde bu istisna şöyle açıklanmaktadır: "Ancak Lût ailesi hariç. Onların hepsini kurtaracağız. Fakat Lût'un karısı müstesna, biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik."

Burada şu soruyu sorabiliriz: Lût ailesi niçin kurtarıldı? Sorunun cevabı Hicr sûresinde verilmiyor, ama A'râf, 82 ile Nemi 56. âyetler bunu cevaplandırmaktadır.

Her iki âyet şöyledir: "Kavminin cevabı: 'Onları (Lût ve ailesini) ülkemizden çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!' demelerinden başka bir şey olmadı" (A'râf 7/82). Sodom halkı, yani Hz. Lût'un toplumunun itirafın­dan anlıyoruz ki, Lût ailesi ahlâki temizliğe sahiptiler. Onlar Sodom hal­kının ısrar ettiği homoseksüelliğe bulaşmamış, cinsellik bakımından te­mizdiler ve temiz kalmakta ısrar ediyorlardı. İşte temiz kalmalarında ısrar etmeleri onların kurtarılmasını sağlamıştır. Demek ki, kendisini cinsel sapıklıktan kurtarıp temiz kalanı Allah da kurtarmıştır. Onların müstesna/istisna edilmesi, ahlâkî temizliklerinden olmuştur. Kurtuluş temizlikte ve temiz kalmadadır. Dikkat edilirse Yüce Allah meleklere Hz. Lût'un hanımının geri kalanlardan olmasını emretmesi peygamber hanımına bile istisna edilmediğini göstermektedir.

Bundan şu çıkarımı yapıyoruz: Hukuk karşısında kimse bulunduğu statü gereği sorumluluktan istisna edilemez, cezadan kurtulamaz; burada olduğu gibi, peygamber hanımı bile olsa cezanın uygulanmasını önleyemez. Bu nedenle Hz. Lût, hanımının kurtulması için hiçbir teşeb­büste bulunmamıştır. Kişi işlediği haksız fiilden, suçtan dolayı, sosyal seviyesi dikkate alınmadan sorumlu tutulur. Hukukta sorumluluk fiile göredir. Kişinin içinde bulunduğu sosyal statünün, kişinin gerçekleştirdi­ği haksız fiilden, suçtan dolayı sorumluluğu üzerinde herhangi bir etkisi olmaz. Yüce Allah, Hz. Lût'un hanımına uyguladığı bu ceza şekli ile gü­nümüzün hukuk anlayışına ışık tutmuş ve tutmaktadır. Onun hanımının geri kalanlardan olmasını emrederek, helak olanlardan eylemiştir.

Hicr 51-60. âyetlerden çıkaracağımız başka bir genelleme de şu­dur: Aynı melek grubu birden fazla görevle görevlendirilmiş olabilmekte ve birden fazla iş görebilmektedirler. Aynı melek gurubu, Hz. İbrahim ve hanımına bir çocuk müjdelerken Sodom halkını helak etmişler, bir aileye müjde, diğer bir topluma helak getirmişlerdir.

Yüce Allah, bu on âyette geçen olgunun insanlara anlatılmasını, öğretilmesini istemiş, bu olgudan ibret alınmasını emretmiştir. Anlatıl­masını istemesinin sebebi, Yüce Allah'ın rahmet ve merhametinin ve azabının çetin olduğunu ispat etmektir. Yani Yüce Allah, kime, nasıl merhamet ettiği ile kimlere nasıl ve niçin ceza verdiği iyice anlaşılsın diye konunun öğretilmesini istemiştir.[25]

 

Elçi Denen Melekler Hz. Lût'a Geliyor:

 

61.Elçiler Lût ailesine gelince,

62.Lût onlara: "Hakikaten siz tanınmayan kimselersi­niz" dedi.

63.Dediler ki: "Bilakis, biz sana, onların şüphe etmek­te oldukları şeyi getirdik.

64.Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyle­yenleriz.

65.Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dö­nüp de arkasına bakmasın, istenen yere gidin."

Bu âyetlerden çıkaracağımız neticeler şunlardır:

1. Melekler insan şekline bürünerek Hz. İbrahim'e geldiler ve Hz. İbrahim onları insan zannederek yemek verdi.

Yemek yemediklerini görünce, onların melek olduğunu anladı. Yukarıdaki âyette anlatılan durumdan sonra melekler, yani Allah'ın elçi­leri Hz. Lût'un yanına geldiler. Demek ki Hz. İbrahim ile Hz. Lût aynı zamanda, ayrı toplumlarda peygamber olarak görevlendirilmişlerdi. Hz. Lût Hz. İbrahim'in erkek kardeşi Harran'ın oğlu olduğundan yeğeni olu­yordu.[26]

Böylece amca-yeğen peygamber olarak görevlendirilmişlerdi. De­mek ki elçiler Hz. İbrahim'in ülkesinden Hz. Lût'un peygamber olduğu Sodom ülkesine geçtiler ve böylece ikinci görevlerini yerine getirmeye başladılar.

2. "Lût onlara: 'Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz' dedi."

Hz. İbrahim gibi Hz. Lût da elçileri, yani melekleri tanıyamadı ve onların dışarıdan ülkeye gelen insanlar olduğunu zannetti. Hem Hz. İbra­him'in hem de Lût'un onları tanıyamamasından şunu anlıyoruz: Pey­gamber de gaybı bilemez. Eğer onlar gaybı bilselerdi elçi olan melekleri tanımaları gerekirdi. Peygamberlerin gaybı bilemeyeceğini A'râf 188'de Yüce Allah söylemişti. Yüce Allah Hz. Peygambere halka ilan etmesini emrettiği konular arasında gaybı bilmediği meselesi de vardır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 62'deki kavmun münkerûn ifadesinden anlıyoruz ki, melekler Hz. İbrahim ve Hz. Lût'a bir grup halinde geldiler. Çünkü âyette kavm kelimesi geçmektedir. Ay­rıca bu ifadede yer alan münkerûn kelimesinin kökü  nekira fiilidir. "Bilmemek, tanımamak" anlamına gelen bu kelime, enkera kalıbından alınınca "öyle değildir diyerek inkâr etmek" manasını ifade etmektedir. "Hak" ile kullanılınca "hakkını inkâr etmek, hoş görmemek"; 'alâ edatı ile kullanılınca "ayıplayıp nehyetmek"; nekkera kalıbı da "şekil ve durumunu değiştirip tanınmaz kılmak"; nakera kalıbı "muharebe etmek, kandırıp aldatmak"; enkeru kalıbı "sesin en çirkini"; münker de "selim aklın çirkin bulduğu, makul olmayan şey";nekîr de "inkâr etmek, güç iş" anlamına gelmektedir.

 

Nekr Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Yadırgamak

 

"Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı" (Hûd 11/70). Âyette y£, nekira kalıbında gelmiştir. Hz. İbrahim, misafirlerine sofra kurdu, misafirler ellerini yemeğe uzatıp ye-mediler. Bunun üzerine Hz. İbrahim onları yadırgadı. İşte yadırgamak tavrını Yüce Allah bu kelime ile ifade etmiştir.

2) İnkâr etmek

"Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi, Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" (Mümin 40/81). Birinci mana ile bu mana arasında derinden bir ilişki vardır. Yadırgama psikolojisi inkâr psikolojisini getirmektedir.

3) Tanıyıp doğrulamaya yanaşmamak

"Aslında Allah'ın nimetlerinin farkındalar ama, yine de onu tanıyıp doğrulamaya yanaşmıyorlar. Onla­rın çoğu kâfirdir" (Nahl 16/83). Aslında ilgili kelime bu âyette inkâr et- mek anlamına gelmesine rağmen, kâfir kelimesi de aynı âyette geçtiğin­den bu manayı uygun bulduk.

4) İtiraz etmek

"Allah'tan, geri çevrilmesi imkansız bir gün gelmezden önce, Rabbinize uyun. Çünkü o gün, hiçbiriniz sığınacak yer bulamazsınız, itiraz da ede­mezsiniz" (Şûra 42/47).

5) Karşılık, ceza

"Onlardan öncekiler de inkâr etmişlerdi. Bunlar, öncekileri verdiklerimizin onda birine erişmemişlerdi. Böyle iken peygamberlerimi yalanladılar; ama benim karşılık olarak verdiğim nasıl olmuştu!" (Sebe' 34/45). Bu âyette karşılık, ceza anlamında1^ nekîr kalıbında gelmiştir.

Aynı şekilde Hacc 44'te de "red" ve "ceza" anlamında yer almak­tadır.

f) Fena, korkunç, görülmemiş, aklın tasavvur edemeyeceği, çirkin, eğri, yanlış, iğrenç ve edepsizlik

Bu manalar, bir sözün, bir davranışın veya kıyametin sıfatı olarak Kur'ân'da yer almaktadır. Şimdi bu manaların geçtiği âyetleri sıralayabi­liriz:

i. "Gerçekten, çok korkunç bir iş yaptın" (Kehf 18/74). Âyetteki son kelime Hz. Musa'nın, ledünnî ilme sahip kişinin çocuğu öldürmesini değerlendirirken kullandığı bir sıfat olmakta ve fena, korkunç anlamına gelmektedir.

ii. "Ve o kimse sonunda Rabbine döndürülecek ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek" (Kehf 18/87). Bu âyetteki son kelime, azabın sıfatı olmakta ve "görülmemiş" anlamına gelmektedir. Bu mana Mâide 185. âyetteki azabın anlatımına uygun düşmektedir.

iii. "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmrân 3/104). Bu âyetteki münker kelimesi, "eğri, yanlış, kötü" anlamına gelmektedir.

iv. "Onlar birbirlerini yaptıkları iğrenç şeylerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi!" (Mâide 5/79). Bu âyetteki münker kelimesine "iğrenç" manasını vermek uygun düşmektedir.

v. "Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısı­nız?" ('Ankebût 29/29). Bu âyetteki münker kelimesi homoseksüelliği nitelediğinden "edepsizlik" manasını vermiş bulunuyoruz.

vi. "Yürüyü­şünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini eşeklerin sesi­dir" (Lokman 31/19). Bu âyette "çirkin" anlamına, en çirkin manasını ifade eden enker kalıbında kullanılmıştır.

vii. "Çağıranın, aklın tasavvur edeme­yeceği bir şeye çağırdığı gün, sen de onlardan yüz çevir" (Kamer 54/6). Bu âyette "görülmemiş, aklın tasavvur edemeyeceği" manalarına gelen nükur kalıbı kullanılmıştır.

6) Tanınmaz hale getirmek

"Süleyman dedi ki: Onun tahtını tanınmaz hale geti­rin" (Nemi 27/41). Burada "bilemeyeceği, tanıyamayacağı hale getirin" denirken nekkirû emir kalıbı kullanılmıştır. Yûsuf 58'de de aynı anlam söz konusudur.

7) Yabancı

"Hakikaten siz yabancı kimselersiniz, dedi" (Hicr 15/62).

Burada önemli olan Hz. Lût'un onlara saldırılma endişesini duy-masıdır. Bu endişe hem Hûd sûresinde hem de bu sûrenin gelecek âyetle­rinde yer almakta ve Hz. Lût'un, endişesinde haklı olduğu ortaya çık-maktadır. Sodomlu'ların iğrenç davranışları ona bu endişeyi ve tedirgin­liği duyurtmuştur.

3. "Dediler ki: Bilakis, biz sana onların şüphe etmekte oldukları şeyi getirdik."

Sodom'luların şüphe ettiği şey neydi? Daha sonraki âyetlerden an­laşılacağı gibi Allah'ın onlara, yaptıklarından dolayı vereceği azaptan şüphe ediyorlardı. İlâhî cezadan şüphe edip, yanlış davranışlarına, edepsizliklerine devam etmeleri anlatılmaktadır.

Genelde toplumlar peygamberlerine tepki gösterirken hem onları yalanlamışlar hem de yanlış davranışlarında ısrar edip ilâhî cezayı inkâr etmişlerdir. Bu inkârın altındaki neden şüpheleri olmuştur. Âyetteki mâ kânû fîhi yemterûn ifadesinden, onların bilerek, iste­yerek ve ısrarlı bir şekilde ilâhî cezadan şüphe ettiklerini anlıyoruz. Yemterûn "şüphe ediyorlar" ifadesinden de "alay ederek, şüphe ile kar­şıladıkları" manasını anlamak gerekiyor.

Elçiler, yani melekler U mâ "şeyi" dedikleri halde, o şeyin ne ol­duğunu söylemediler.

4. "Sana gerçeği getirdik; biz hakikaten doğru söyleyenleriz."

Hz. Lût Sodom'luların, yani kavminin hangi şeyden şüphe ettikle­rini biliyordu. Onların azabı getirmeleri karşısında hayretler içinde düş­müş ve sarsıcı tereddütler geçirmiş olmalı ki, melekler bunun "gerçek" olduğunu ve kendilerinin de "doğru söylediklerini" söylemek mecburiye­tinde kalmışlardır.

Getirdikleri şeyin çok ağır olması nedeniyle inanmanın zor olaca­ğının farkında idiler. Onun için önce belirsizlik ifadesi olarak "şey", son­ra da "gerçek" ifadelerine yer veriyor, bir türlü azabı telaffuz etmiyorlardı.

Böylece Lût peygamber gelenlerin hem melek olduklarında hem de getirdikleri azap konusunda tereddüt yaşamış oldu. Onların getirdikleri gerçek, geri dönülmesi mümkün olmayan azab idi. Çünkü Yüce Allah'ın emrettiği bir azabı kimse durdurmaz (Hûd 11/76).

5. "Gecenin bir bölümünde aile fertlerini' yola Çıkar, sen'de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de arkasına bakmasın, istenen yere gidin."

Bu âyetin bil benıeri de ufak faî "Melekler dediler ki:' Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ai­lenle yürü. Eşinden başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan elbette ona da isabet edecektir. Onlara vadolunan (helak) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"

Her iki âyetten şunları çıkarıyoruz: A'râf 82 ve Nemi 56. âyetlere göre Sodom'lular, yani Hz. Lût'un kavmi Hz. Lût ve ailesini ülkesinden çıkarmak istiyorlardı. Sebep olarak da "temizliği sevmiş olmalarını" gös­teriyorlardı. Onların bu isteği sanki yerine geliyordu ama, bu çıkış onla­rın kurtuluşu, geri kalanların helaki oluyordu. Ahlâkî temizlik kurtuluşu, cinsel sapıklık da helaki getiriyordu.

Yüce Allah'ın, melekler vasıtasıyla çıktıktan sonra geri bakmama­larını Hz. Lût'a ve ailesine emretmesini şöyle yorumlayabiliriz: Bu du­rum, geride kalan günahkar/sapık toplumla maddî ve manevî bağların kesilmesi anlamına gelmektedir. Peki böyle bir emrin Hz. Lût'a verilme­sinin Kur'ân'da yer alması bize ne ışık tutacaktır? Sorunun cevabını şöy­le verebiliriz: Bir milletin, bir toplumun yetişmekte olan nesli hidâyete gelirse, yani hem inanç hem de ahlaken doğruyu bulursa, artık onlar geçmiş nesillerin çok tanrılı şirke bağlı ve ahlâksız hayatını tamamen reddetmeli, artık şirk ve ahlâksızlık dolu kültürle bütün bağlarını kopar­malı, yeniye uzanabilmek için köklü değişim göstermeli, geçmişin yoz­laşmış kültürü ona ayak bağı olmaktan çıkmalıdır. Böylece nesillere ne zaman geçmişin kültüründen kopacakları, onunla ilişkilerine son vere­cekleri ve yeni bir hayat ile yeni bir kültür kuracakları öğretilmektedir. "İstenen yere gidin" yani "emrolunduğunuz yöne doğru ilerleyin" emri de "iyilikler, güzellikler, doğruluklar ülkesine doğ­ru gidin" demektir.

Bu âyetin son cümlesi yeni bir hayat, yeni bir kültür, yeni bir top­lum ve yeni bir sosyal kader oluşturmanın, geriye bakmadan, geriye dön­meden daima geleceğe yönelik iş üretmenin emrini vermiştir. Sodom ülkesinin geçmişi çok karanlık, iğrenç ve edep dışı çamurla kaplı olduğu için onu özlemenin hiçbir anlamı kalmamıştı.

Diğer taraftan din eğitiminin çaresiz kaldığı dönemlerde nelerin yapılacağına da bu âyet çözüm getirmektedir. Din eğitimi çaresiz kaldığı dönemlerde ilâhî yardımın yetişeceğini gündeme getirdiği gibi, toplumla­rın çöküş nedenleri hakkında da açıklama ve bir bakış açısı vermektedir.

İyi ile kötünün mücadelesinde iyilerin kurtuluşu ile kötülerin helak oluşu anlatılırken, aynı uygulamanın gelecekte olabileceğine de işaret edilerek bir uyarıda bulunulmaktadır.[27]

 

Fiile Göre Ceza:

 

66. Lût'a şu hükmümüzü vahyettik: Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.

Bu âyeti şu soruya cevap vererek yorumlayabiliriz: Burada neden "sabaha çıkarken" ve neden "ardı" kelimesine yer verilmiştir? Sodom'lular, yani Lût kavmi inanç ve ahlâk bakımından ışığı bulamadı, ışığa gelmedi. Onun için daima karınlıkta kaldılar. Ahlâksızlığın karanlı-ğını tercih ettiler. Onun için geceleyin cezalandırıldılar ve sabahı göre­mediler. Hayatlarında manevî sabahı göremeyenler, cezalandırılmaların­da da elbette göremeyeceklerdi. Âyette geçen dâbir kelimesi "arka" anlamına gelmektedir. Sodom halkı birbirini arkadan kullanıyordu, ceza­larının da arkalarının yani ardlarının kesilmesi ile verildiğini görüyoruz. Arkasından günah işleyenlerin, arkasından ceza görmesine dikkat çekil­mektedir. Onlar biyolojik olarak arkalarını kullanıyordu; Yüce Allah da onların ardını hem maddî hem de manevî olarak kesmiştir. Bu cezanın, zulmeden toplumlara da uygulandığını En'âm 45'te görüyoruz.

Sebep sonuç ilişkisi içerisinde bu cezayı, yani helaki ele alırsak, onların kötü fiilleri sebep, helâkları da sonuç olmaktadır. Bunun bize anlatılmasının sebebi de, aynı fiillerin aynı şartlar altında aynı neticeyi doğuracağının bilgisini ve bilincini vermektir. Gelecek nesillere, toplum­lara bu şekildeki cinsel sapıklığın yaygınlaşmasının neticesinin helak olacağı bilgisi verilmektedir. Bu, bir ahlâk eğitimidir.[28]

 

Cinsel Sapıklık Doruk Noktasına Ulaşıyor:

 

67. birbirlerini kutlayarak, geldiler.

68-69. Lût onlara: "Bunlar benim misafirlerimdir. Sa­kın beni utandırmayın. Allah'tan sakının, beni rezil et­meyin! " dedi.

70.(Bunun üzerine onlar da): "Biz seni başkalarının işine karışmaktan men etmemiş miydik?" dediler.

71.(Hz. Lût): "Eğer yapacaksanız işte kızlarım! " dedi.

72.Senin ömrüne andolsun ki onlar, sarhoşluklarının içinde bocalıyorlardı.

73.Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.

74.Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerleri­ne de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

75.İşte bunda feraset sahipleri için işaretler vardır.

76.Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.

77.Hakikaten bunda iman edenler için büyük bir ibret vardır.

Bu âyetlerden genel anlamda şu çıkarımları yapabiliriz:

1. Cinsel sapıklık doruk noktasında

Melekler Hz. Lût'a uğramış onun misafiri durumuna gelmişlerdi Sodom'lular yabancı insanları görür görmez birbirlerini kutlayarak bir hazine bulmuş gibi insan suretine girmiş meleklerin yanına geldiler. Hicr 67'de "şehir halkı" derken, Hûd 78'de "Lût'un kavmi" ifade­sine yer verilmiştir. Sodom halkı demek Lût'un kavmi demektir. Hûd 78'de oy-'ju yühra'ûn "koşarak" denirken, Hicr 67'de yestebşirûn "birbirini kutlayarak" buyurulmaktadır.

Her iki kelimeyi bir araya getirirsek, "sevinerek koşup geldiler" di­yebiliriz. Koşmanın sevinç içinde olduğu ifade edilmektedir. Hûd 78'de "Daha öncede o kötü işleri yapmaktaydılar" ifadesine yer verildiği halde Hicr sûresinde bu ifade yer almamaktadır. Bu demektir ki, sevinerek koşup gelmelerinin amacı önceki cinsel sapıklık fiillerini meleklere de işlemek istemeleridir.

Daha önce onlar bu cinsel sapıklığı "grup seks" haline de getirmiş­lerdi. Toplantı anlarında aleni olarak bir arada bu homoseksüel fiilini işliyorlardı. Bunu bize 'Ankebût 29'da Yüce Allah anlatmaktadır: "Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız?" âyetinin son cümlesi "grup seks" anlamına gelmektedir.

2. Ahlâkın temelinde akıl ve din vardır.

Kur'ân"a göre ahlâk, akıl ve dinden beslenmektedir. Aklın ve dinin olmadığı yerde ahlâksızlığı önleyemez ve ahlâkı kurup geliştiremezsiniz. Biz, Hz. Lût'un ifadelerinde ahlâkın bu iki kaynağını buluyoruz.

a) "Aranızda hiç mi aklı başında kimse yok?"(Hûd 11/78).

Lût peygamber, kavminin cinsel sapıklarını durdurabilmek için "aklı başında" birini arıyor, yani aklını kullanacak, ahlâkî değerleri anla­yıp onları durduracak birini, daha doğrusu aklı arıyor.

b)"Allah'tan sakının" (Hicr 15/69) derken Hz. Lût, ahlâkın kaynağına sakınma anlamına gelen "takvâ"yı koymaktadır. Allah'tan sakınmak da dininin bir ilkesi durumundadır. Akıl ile takva ahlâkı emzi­ren iki meme durumundadırlar.

3. Hz. Lût edeb öğretiyor.

"Bunlar benim misafirle-rimdir. Sakın beni utandırmayın. Allah'ta sakının, beni rezil etmeyin" derken Hz. Lût, onlara misafirlerin yanında ev sahibini rezil etmenin edebe aykırı bir davranış olacağını öğretmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 68'de geçen"felâ tefdahûn "beni utandırma­yın" ifadesinde fedaha kelimesi, "birinin gizli olan ayıbını ifşa ede­rek utandırmak", "sabah" ile kullanılınca "sabah yeterince ağarmak'", "ay ışığı ve yıldızlara galip gelmek" anlamına gelmektedir. Son manası ile ayıpları ifşa etme arasında bir bağlantı kurabiliriz. İnsanın ayıbı ifşa o-lunca şerefi, haysiyeti ve onuru kaybolur. Bu bakımından iki mana ara­sında bir bağlantı vardır.

Sodom'lular meleklere cinsellik bakımından saldırarak Hz. Lût'u utandırmış olacaklardı.

Hz. Lût, bir peygamberin misafirlerine saldırmanın ne denli kötü bir eylem olup kendini üzeceğini onlara anlatarak durdurmaya çalışmak­tadır. Onun içindir ki Hûd 80'de "Keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim! de­di."

Hz. Lût'un, edebi öğretirken çaresiz kaldığını, utandırılıp rüsvay edildiğini görüyoruz. Bunun anlamı şudur: Kötü alışkanlıkları değişmez hale gelen insanlara edebi öğretmek mümkün değildir. Kötü alışkanlık­lar, edepsizlikler ve iğrenç cinsel sapıklıklar edebin öğretilmesine engel­dir. Değişimin yaşanmasına müsaade etmeyen bu sapıklıkların sahipleri helak olmayı hak etmektedirler.

4. Edebin öğretimi acı bir tepki alıyor.

Hz. Lût'un "misafirlerimin yanında beni utandırıp rezil etmeyin" demesine karşılık kavmi, 70. âyette şöyle tepki gösterdi: "Biz seni başkalarının işine karışmaktan men etmemiş miydik?"

Âyette geçen OvJliİl el-'âlemîn kelimesi "insanlar" demektir. Her insan bir âlem olduğuna göre "âlemler" de insanlar demektir. Demek ki, Sodom'lular daha önce Hz. Lût'a "iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı" yasaklamışlar, insanların yaptıklarını tenkit edip işlerine karışma­yacağına dair ikazda bulunmuşlardı.

Bunun anlamı şudur: Kötü, iğrenç ve edepsizce alışkanlıklar dönülmez noktaya varınca tamamen irinleşmiş çıbana dönüşür. Ona do­kunulması ile kişi feryadı basar. Sodom'lular da kötü alışkanlıklarına dokunan yani onları tenkit edene tahammül edemiyorlardı.

Uyarıya bu kadar ağır tepki gösterenler, aslında kendi hayatlarını tehlikeye attıklarının farkında değillerdi. Yukarıdaki konuşmaları, hayat damarlarını kesmekten başka bir şey değildi.

5. Hz. Lût kadınları teklif ediyor.

"Eğer yapacaksanız işte kızlarım! dedi." Buradaki "kızlarım"* ifadesinden kendi kızları mı kasdediliyor, yoksa toplumun bütün kızları mı? Müfessirler bu soruyu cevaplandırırken top­lumun kızlarının genelinin kasdedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Çünkü peygamberler toplumların manevî babası durumundadır. Ahzâb 6'da bizim peygamberimiz için şu ifade yer almaktadır: ; "Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri onların analarıdır." Buradaki "ana" manevî "ana" anlamına gel­mektedir. "Manevî ana"nın beyi de "manevî baba" olmaktadır.

Bu kuralı bütün peygamberlere uyarlamamız mümkündür. Onun i-çindir ki Hz. Lût "kızlarım" derken toplumun bütün kızlarını kasdetmiştir. Zaten kendi kızları sayı itibari ile yeterli olamazdı.

Hûd 78'de şu ifade nakledilmektedir: "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır. Sizin için onlar daha temizdir.'' Erkeğin erkeği kullanmasının, kadınla ilişki kurmasından daha iğrenç olduğunu, "kızlarım sizin için daha temizdir" diyerek ifade etmektedir. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Sodom ülkesinde evlilik müessesesi iflas etmişti. Homosek­süellik aile müessesesinin yerini almıştı. Temiz olan bırakılmış, iğrenç olan alınmıştı. İşledikleri iğrenç fiil kartopu durumundan çiğ haline gel­miş, toplumun helakine kadar yürümüştür. 6. İlâhî değerlendirme ve ceza

Yüce Allah onların bu davranışını şöyle değerlendiriyor:

"Senin ömrüne andolsun ki onlar, sarhoşluklarının içinde bocalıyorlar." Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 72"de Yüce Allah, ye'mehûn kelimesine yer vermiştir. "Yolunu şaşırmak, ne­reye gideceğinde tereddüt etmek" anlamına gelen bu kelime, "iş" ile kul­lanılınca, "iş hususunda doğru yolu, metodu, delili bilememek", "zulüm" ile kullanılınca "gizlice zulmetmek" manalarına gelmektedir.

Âyetteki manası, "şehvetten gözleri dönmüş, körcesıne sendeleyip öteye-beriye sarkıntılık yapıp duruyorlar", "cinsel sapıklıklar:, bütün aklî, iradî ve sağlıklı düşünce güçlerini tahrib etmiş" şeklim airnaktadır. Bu güçlerin çalışmaması sarhoşluğa benzemektedir. Sarhoş iris*?, hern bocalar hem de dengede duramayıp sendeler. Bu durum ferdî ardamda değil de toplumsal manada bir nitelik kazanmıştı. Diğer taranan bu keli­me, helak olmak üzere olan bir toplumun halini açıklamaktadır Gen dönüşü ve değişimi olmayan bu iğrenç sosyal yaşamın cezalandırmadan başka çıkış yolu olmadığı sonraki âyetlerde gündeme getirilmekte ve cezalandırmanın nasıl olduğu açıklanmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 72'de geçen le 'amruke "senin ömrüne yemin ederim" anlamına gelmektedir "Amr ismi de insana "uzun ömürlü" anlamı kastedilerek verilmektedir Râzi. Zeccâc'dan şu açıklamayı nakletmektedir: Araplar kendilerine kolay gelmesi nedeniyle yemin ederlerken ömr kelimesini 'amr şeklinde oku­maktadırlar.

Burada sorulacak soru şudur: Bu yemin kime yapılmaktadır1 Ayet­teki i ke/kâf "sen" zamiri kime gitmektedir? Bu sorulan Râzi cevaplan­dırırken iki görüşü nakletmektedir:

a) Melekler, Hz. Lût'un ömrüne yemin etmekte ve ona. "onlar sar­hoşlukları, yani azgınlıkları içinde serseri ve şaşkın bir şekilde dolaşmak-talar. Senin sözünü nasıl kabul eder ve nasihatini nasıl dinlerler?" demiş­lerdir.

b) Yemindeki zamir Hz. Muhammed'dir. Yüce Allah kimsenin ha­yatına yemin etmediği halde, onun hayatına yemin etmiştir. Bu da Hz. Muhammed'in üstünlüğüne işarettir[29].

Buradaki anlatımın Hz. Muhammed'e olduğu görüşünü benimse­diğimizi söylemekte yarar vardır. Çünkü onların azgınlıklar İçinde boca-layıp durduğunu Hz. Lût biliyordu. Yemin ederek bunu ona anlatmanın bir anlamı yoktur. Onların durumunu Yüce Allah Hz. Muhammed'e an­latmaktadır. Daha sonraki âyetlerden de bunu anlamamız mümkündür.

Yüce Allah, yemin ederek yaptığı bu değerlendirmenin ardından ağır bir cezayı uyguladığını anlatmaktadır: Hicr sûresinde bu cezanın üç kademeli olarak uygulandığına dikkat çekilmektedir:

i. Korkunç bir ses

"Güneş doğarken onları korkunç bir ses ya­kaladı" (âyet, 73). Hûd 81'de cezanın "sabah vakit uygulandığı" ifade edilmiş olmasına karşın sesin onları o anda yakaladığı geçmemektedir. Hicr 73 ile Hûd 81 bir araya getirildiğinde anlam tamamlanmış olacaktır. Hicr 73'de müşrikin, "güneş doğarken" ifadesi geçerken, Hûd 81'de es-subh "sabah vakti" geçmektedir. Demek ki helak, sabah güneş doğarken gerçekleşmiştir.

ii. Ülkenin üstünün altına gelmesi

"Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik" (â-yet, 74).

"Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik" (Hûd 11/82). Her iki şekilde de tercüme edilebilir. "Üstünü altına getirmek" metne daha uygun olanıdır. Üstü altına gelmekle, altı üstüne gelmek aynı anlama gelmektedir.

iii. Üzerlerine taş yağdırılması

"Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırclık" (âyet, 74). Hûd 82'de "üstüste konmuş, istif edilmiş" anlamı­na gelen \y&- mandûd kelimesi geçmesine rağmen Hicr 74'te geçme­mektedir. Hûd 81 ve Hicr 74'te yağan şeyin hicr yani "taş" olduğu söy­lenirken Kamer 34'te taş anlamında llu»li hâsıb kelimesi geçmektedir. A'râf 84'te de "yağmur" anlamına gelen metar kelimesi kullanıl­mıştır. Bütün bu âyetleri bir araya getirince Yüce Allah'ın onları "taş yağmuru yağdırarak cezalandırdığını ifade edebiliriz.

iv. Kör edilmeleri

 "Hemen biz onların gözlerini silme kör ettik" (Kamer 54/37). Bu ceza şekli sadece Kamer sûresinde zikredilmekte, diğer sûre­lerde geçmemektedir. Bu dört ceza şeklinden dördüncüsünün ilk verileni olduğunu sanıyoruz. Diğerlerinin önce ses, sonra taş yağmuru, daha son­ra da ülkenin altının üstüne, üstünün altına getirilmesinin gerçekleşmesi şeklinde olduğunu düşünmekteyiz.

Bundan anlıyoruz ki: Lût kavminin yalanlamaları, cinsel sapıklık­ları, yani cinsellik bakımından erkeğin erkeğe yanaşması fiili tabiatın bile kabul edemeyeceği bir duruma gelmişti.

Bu ceza şekillerinden "güneş doğarken onları o korkunç ses yaka­ladı" olanına dönebiliriz. Ayete derinlemesine bakılınca yakalama yük­leminin öznesinin "ses" olduğu görülecektir. Yüce Allah "ses yakaladı" diyor. Sanki ses, hareket eden ve eylemi gerçekleştiren bir niteliğe sahip­tir. Halbuki, ülkenin üstünü altına getiren, üzerlerine taş yağdıran ve on­ları kör eden Yüce Allah olduğu halde, yakalayan ise ses olmuştur. As­lında o sesi gönderen de Allah'tır.

Bu ceza şekillerinin diğer bir özelliği de, ilk üçünün tabiat olayla­rından meydana gelmesi, dördüncüsünün ise biyolojik manada bir ceza olduğunu görmekteyiz. Demek ki, tabiat kanununa ters düşen davranışla­rı, Yüce Allah tabiat kanunu ile cezalandırmıştır. Erkeğin erkeğe cinsel arzu ile yaklaşıp arkadan kullanması tabiata aykırı iğrenç bir davranıştır.

Fıtrat, yani tabiat kanunu erkeğin kadına yaklaşması yönündedir ve Allah kanunu böyle yaratmıştır. Demek ki homoseksüel davranış, tabiat kanunu, yani fıtratı çiğnemek ve görmezlikten gelmektir.

Yüce Allah onları bu davranıştan alıkoymak için sadece Hz. Lût'u göndermedi, ondan önce de uyarıcı peygamberler gönderdi. Onun içindir ki Kamer 33'te "uyarıcılar" çoğul kullanılmıştır: "Lût kavmi de uyarıcıları yalanladı." Demek ki Yüce Allah Sodom halkına ardarda peygamberler göndermesine rağmen hepsini yalanlayıp iğrenç davranışlarına devam ettiler. İşte onların bu ısrarları, değişime kapalı olmaları ilâhî aleme yücelerek, oradan yukarıdaki cezaları alıp geldi. Yüce Allah ceza şekillerini, onların amellerine denk bir şekilde gönder­miş ya da uygulamıştır.

Kamer sûresinin 33. âyetindeki en-nüzur kelimesini "uyanlar" an­lamında manalandınp Sodom halkına Yüce Allah'ın, Hz. Lût aracılığıyla pek çok defa uyanlar göndermesine rağmen onların, her defasında bu uyarıları yalanlamalan nedeniyle helak edildikleri gerçeğine de varabili­riz.

Uyancılan yalanlamalarından dolayı Yüce Allah onlara sesi, ahlâkı alt-üst etmeyi, taşlanmış şeytana uydukları için taşlanmayı ve hakikati göremedikleri için de körlüğü ceza olarak takdir etmiştir.

7. Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Hz. Lût'un kavmine, yani Sodom halkının başına gelen bu olgunun Kur'ân'da yer almasının bizim için ne anlamı vardır? Geçmiş geçmişte kalmıştır; bizim için o olguyu bir daha yaşama imkanı yoktur. Peki bütün bunlar benim dinimin kaynağı olan Kur'ân'da lüzumsuz yere mi anlatılmıştır?

Bu sorulara yine Kur'ân'dan cevap vermek zorundayız:

"İşte bunda feraset sahiplerine işaret vardır" (Hicr 15/75). Bu âyette geçen el-mütevessimîn kelimesine farklı manalar verilmiştir. Buna göre mütevessimîn diye nitelendirilenler "fe­raset sahipleri", "tahkîkî bir bakışla bakanlar", "tefekkür edip inceden inceye düşünenler", "ibret alanlar", "basiret sahipleri", "bakış ve incele­melerinde son derece ciddi ve ısrarlı olup, her şeyin alamet, vasıf ve ö-zelliğini bilenler" ve "eşyanın hakikatine inen ve özelliğini anlayan­lardır[30].

Muhammed Esed de, Zemahşerî ve Râzî'den hareketle bu âyetin tefsirinde bütün bu manaları toparlayıp şu yorumu yaparak mütevessim kelimesini: "Bir şeyin dış görünüşünden, harici özelliklerinden yola çıka­rak, o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlılığı gösteren kimse" şeklinde anlamlandırmıştır.

Demek ki Sodom'luların olgusunu anlatmaktaki amacın biri derin­lemesine düşünüp tarihi olguların iç yüzüne inerek oradan bir takım eği­tim, hukuk, ahlâk kanunları çıkarmaktır. Bu ve bunun gibi Kur'ân'da yer alan olgular, hikaye olsun diye anlatılmamaktadır.

Sodom halkının helakini okuyanların ve bu olguya ibret alacak bir şekilde derinlemesine düşünceyle yaklaşanların, sebep-sonuç ilişkisi i-çinde çıkaracakları pek çok netice olabilir. Bu neticelerin bazısı eğitim, bazısı ahlâk, diğer bir kısmı da Sosyoloji denen toplum bilimi için yararlı olabilir. Bu olgudan neler çıkarabiliriz?

a) Toplumun, geri dönülemeyecek davranış bozukluklarına, tabiata aykırı ahlâk dışı

iğrenç davranışlara sapmadan ahlâkî eğitim verilerek korunması gerekiyor. Hastalanmadan önce koruyucu hekimlik gibi; ah­lâksızlığa sapmadan önce koruyucu

eğitim tedbirleri almak gerekiyor. İşte Sodom halkı geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinden dolayı iğrenç davranışlarından vazgeçmediler. Bütün uyarılar sonuçsuz kalmış­tır.

b) Yüce Allah onların bu durumunu, yani dönmeyeceklerini bildiği halde uyarıcı göndermekten vazgeçmedi. Bunun anlamı, insanların söz­den anlayıp değişim

gösterecekleri konusunda daima iyimser olmak ge­rekiyor. Ümidi elden bırakmamak ana ilkedir. Firavun da olsa dönme ihtimalini daima göz önünde bulundurmak gerekiyor.

c) Tabiata aykırı davranışlar dıştaki tabiat kanunlarını bile sars­maktadır. Dış tabiat bile onların iğrenç davranışlarına tahammül edeme­miştir. Tabiatın bu tahammülsüzlüğünü Yüce Allah kullanarak onları cezalandırmıştır.

Zamanımızda toplumların başına gelen helak edici tabiat olayları­nın ardında ahlâk dışı ilişkilerin olabileceğini bilmemiz ve bu değerlen­dirmeyi yapmamız zorunludur. Ancak bu değerlendirme neticesinde kendimize bir çeki-düzen verebiliriz. Musibetlerden ders çıkartarak ha­yatı disipline etme metodu işte bu ve benzeri âyetlerde öğretilmektedir

d) İnsanlar, başlarına gelen belaların sebebi olarak kendi davranış­larını görmelidirler. Allah kullarına zulmetmeyeceğine göre. başa gelen- lerin sebebi kendi davranışlarımızda.

Bu sağlıklı bakış açısı ve değerlen­dirme, hayatı disipline etmek için en önemli basamağı teşkil etmektedir.

e) Eğitimin başarılı olamadığı ya da eğitiminden etkilenmeyenlerin durumu hukuka

havale edilmektedir. Yüce Allah Sodom halkına birden fazla uyarıcı peygamber

göndermesine rağmen hiç etkilenmediler, eği­timden istifade etmediler. Böylece onların durumu cezaya kalmıştı.

Bu da bize şunu öğretiyor: Eğitimin başarılı olamadığı yerde hukuk başlar. Genelde

eğitim insanı içeriden, hukuk da dışarıdan etkiler. İçer­den etkilenmeyen, dışarıdan etki altında bırakılır.

Onun içindir ki, etkili eğitim seviyesini tutturamayan ülkelerde ha­pishaneler dolup taşar. Bu ve buna benzer çıkarımlarla geçmiş olguları günümüze ışık tutacak hale getirip canlı kalmalarını sağlarız.

"Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler. Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır" (Hicr 15/76-77).

Daha önce 75. âyette, genel manada feraset sahipleri için çıkarıla­cak derslerin olduğu buyurulurken bu kıssanın anlatılmasında bu sefer de iman edenlerin, yani Allah'a inananların çıkaracağı bir ibret, bir ders olduğu söylenmektedir. 75. âyette "âyetler" derken 77. âyette "bir âyet" demekte, "ibret" öncekinde çoğul, sonrakinde tekil olarak gelmektedir.

Demek ki, Allah'a inananların da Sodom ülkesinin helak olma ol­gusundan alacağı bir ders vardır. İman edenler toplumların bozulmaması ve ahlâklarının yozlaşmaması için tedbir almaları konusunda ders almalı­lar.

Bu olgunun bütün feraset sahiplerine vereceği ders olduğu gibi, Al­lah'a inananlara da vereceği ders vardır. Bundan da şunu çıkartıyoruz: Bir olgudan beyin güçleri ile bakıp çıkarılacak dersler vardır; hem beyin hem de gönül gözü ile bakıp çıkarılacak dersler vardır. İnananların, olgu­lardan daha farklı bir ders alması gerektiği için 77. âyette onlar ayrı bir grup olarak anılmakta ve kendilerine yer verilmektedir.

76. âyette, Sodom ülkesinin kalıntılarının hâlâ gözler önünde dur­duğuna, araştırma yapanlar için hâlâ tazeliğini koruduğuna dıkki.: çekil­mekte, ahlâkî değerleri yok sayarak, fıtrat yani tabiat kanunu ile nelere mal olduğunu anlamak için Sodom halkının yaşadığı menin, derinlemesine gözlem yaparak neticeler çıkartmanın  işaret edilmektedir.[31]

 

Eyke Ve Hicr Halkının Olgusu:

 

78. Eyke Halkı da gerçekten zâlim idiler.

79.Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de açık bir yol üzerindedir.

80.  Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamış­tı.

81.Biz onlara mucizelerimizi vermiştik; fakat onlar yüz çevirmişlerdi.

82.Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evleroyarlardı.

83.Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yaka­ladı.

84.Kazandıkları kendilerine hiçbir yarar sağlamadı.

Yukarıda verdiğimiz âyetleri açıklarken teker teker ele almayı uy­gun buluyoruz.

1. "Eyke halkı da gerçekten zâlim idi­ler."

Bu âyette açıklanması gereken konulardan biri "Eyke" kavramı ile onların neden zâlim olduklarıdır.

Birbirine girmiş ağaç, sık ağaçlı, bağlı, bahçeli olduğu için onla­rın yurduna "Eyke" denmiştir.[32] Bu isim, ülkenin bitki örtüsünden gelmektedir. Buraya Medyen de den­mekteydi. Aslında "Eyke" ismi Medyen'i de içine almaktadır. Medyen halkı derken, Eyke halkı akla gelmelidir. Burası, Hz. Şuayb'ın peygam­ber olarak gönderildiği ülkedir. A'râf 85'te Hz. Şuayb'ın Medyen'e gön­ derildiği söylenmektedir. Şu'arâ 176'da da aynı yer "Eyke" olarak geç­mektedir.

Eyke ya da Medyen halkının zulmü ne idi? Bu sorunun cevabını verebilmek için A'râf ve Hûd sûrelerine gitmemiz gerekiyor.

i. Allah'tan başka tanrılara tapıp şirk koşuyorlardı. (A'râf 7/85'teki Şuayb peygamberin ifadesinden bu çıkıyor.)

ii. Ölçü ve tartıyı tam yapmıyorlardı. Ölçü ve tartıya hile katıyor­lardı (A'râf 7/85; Hûd 11/85).

iii. Bozgunculuk yapıyorlardı (A'râf 7/85; Hûd 11/85).

iv. İnsanları Allah yolundan alıkoyuyor, o yolu eğri-büğrü gösteri­yorlardı (A'râf 7/86). Bunun anlamı, inanç ve ibadet özgürlüğünü orta­dan kaldırıyorlardı (A'râf 7/90).

v. Alay ederek peygamberlere söylediklerini anlamadıklarını be­lirtmiş ve onların ölümüne karar verecek kadar ağır tepkide bulunmuş­lardı (Hûd 11/91).

vi. Öğretim özgürlüğünü engelleyerek peygamberleri sürgüne gön­dermeye niyet etmişlerdi (A'râf 7/88).

vii. Peygamberleri yalanlayıp onlara sihirlenmiş demişlerdi (Şu'arâ 26/176-185).

viii. Peygamberin doğru söylediğinin delili olarak azap istemişlerdi (Şu'arâ 26/187).

İşte Eyke ya da Medyen halkının zâlim sıfatıyla anılmalarının se­bebi bunlar olmuştur. Hicr 78'deki "zâlim idiler" kavramının içini onla­rın bu eylemleri ile doldurmak gerekiyor.

2. "Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de açık bir yol üzerindedir."

Yukarıda sıralanan eylemlerden dolayı Yüce Allah onları hak ettik­leri cezaya çarpmıştır. Eyke halkı ile Medyen halkını beraber cezalan­dırmıştır. Her iki ülkeye de Hz. Şuayb, peygamber olarak gönderilmişti. Onun içindir ki 79. âyette geçen innehuma zamiri Eyke ve Medyen halklarına gitmektedir. Her iki halk da benzer yanlışları işliyorlardı.

Eyke ve Medyen ülkelerinin "açık bir yol üzerinde olduğu" söy­lenmektedir. Âyetteki imâm kelimesi, "kendisine tâbi olunan kimse"dir. Yola uyulduğundan dolayı da âyette yola imâm denmiştir. Tâbi olma eyleminde aynı görevi görmeleri nedeniyle yol ile öndere aynı isim ve­rilmiştir. Yolcu, varacağı yere varıncaya kadar o yolu takip edip gider. mübîn kelimesi de, "açık, apaçık" anlamına gelmektedir. Başkaları için açıklayıcı iletici manası da vardır. "Yol" da maksada ulaştırır; açık­layıcı olur.[33] Bu anlamdan hareketle le bi imâmin mübîn ifadesine "apaçık yol kıyasındadır" manası verilmekte­dir. Görülebilen bir ana yol üzerinde yaşadıklarına işaret edilmektedir. "İkisi" ifadesinde Sodom, yani Lût kavmi ile Eyke halkı kasdedilmiş olabilir. Ama Hz. Şuayb'in hem Eyke hem de Medyen halkına peygam­ber olarak gönderildiğini düşünürsek bu iki şehir kasdedilmiş olabilir. "Eyke" kelimesini Muhammed Esed, Meyden'in ağaçlı vadisi ola­rak manalandırmaktadır. Her iki toplumu Yüce Allah helak etmiş, kalın­tılarını, sonraki nesillere araştırma ödevi olarak vermiştir. Bu ödevi ve­rirken şu neticeye ulaşmalarını istemektedir: Geçmiş toplumlara Allah'ın yaptıkları; gelecekte yapacaklarına delil teşkil etmektedir.

3. "Andolsun, Hicr halkı da pey­gamberleri yalanlamıştı."

Hicr halkı, İslam öncesi çağlarda Hicaz'ın kuzey ucunda Teyma vadisinin güneyindeki el-Hicr denen bölgede yaşamış olan Semûd kav­midir[34].

Demek ki Hicr, Semûd kavminin oturduğu bölgenin adıdır. Hicr 80. âyete baktığımızda el-mürselîn "gönderilenler, elçiler, pey­gamberler" anlamına gelmekte ve çoğul kalıbında kullanılmaktadır. Bundan hareketle Semûd kavmine birden fazla peygamber geldiğini söy­leyebiliriz.

Yüce Allah Hicr halkının özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır:

a) "Hicr halkı peygamberleri yalanladı­lar." Bu özellik genelde peygamber gönderilen toplumların hepsinde
vardır.

b) "Biz onlara mucizelerimizi vermiş­tik, fakat onlar yüz çevirmişlerdi." Hicr halkı, Allah'ın mucizelerinden yüz çevirecek derecede inkarcı, saldırgan ve günahkar bir toplumdu. Bu­radaki mucizelerden biri Hz. Salih'in devesidir. Ama âyette "mucizeler" çoğul kalıbı ile gelmektedir. Demek ki her peygamber onlara bir mucize
ile gelmiştir, ama Kur'ân'da sadece deve mucizesi yer almaktadır.

Biz burada başka bir açılım getirmek istiyoruz. Hicr 80'de geçen lifti âyâtinâ "âyetlerimiz" ifadesi ile peygamberlere verilen vahyin âyet­leri de olabilir. Onlar Allah'ın vahyinden yüz çevirmiş oldular.

c) "Onlar, dağlarda emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı." Kendilerini Allah'ın azabından güvende hissedecekleri taştan evler yontuyorlardı. Onlar şu esası bilmiyorlardı: "Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır,'sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!" (Nisa 4/78).

d) "Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yakaladı." Semûd kavmi, yani Hicr halkı da Lût kavminin uğradığı ceza ile helak oldu. Korkunç bir ses onları yok etti. Peygamberleri yalan­lamaları, Allah'ın mesajlarına sırtlarını dönmeleri ve deveyi boğazlama­ları onların sonunu getirmiştir.

e) "Kazandıkları kendilerine hiçbir yarar sağlamadı."

Hicr sûresinin bu âyetine, yani 84. âyetine şöyle mana vermemiz de mümkündür: "Kazanmakta oldukları şeyler onlara ne yarar sağladı?" Yani bu anlama göre kötülük yapan veya azaptan kaçmak için çeşitli sığınaklar yapanlara bu yaptıklarının ne fayda sağladığı alaycı bir tavırla sorulmakta ve yapılanların boş olduğu muhataba iletilmektedir. "Kazan­dıklarından kasıt, "yaptıkları sağlam evler, kurdukları medeniyet, kazan­dıkları servef'lerdir ve bunlar onların helak olmasını önleyememiştir.

"yarar sağlayamadı" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah insanların, uğruna çalışıp ter akıttıkları, hayatlarını harcadıkları şeylerin kendilerine fayda verecek şeyler olmasını önermektedir. Dünyada yapı­lan veya kazanılan maddî şeyler, manevî kazanımlarla faydalı hale dö­nüşmektedir. Maddî imkanlar manevî oluşumlar sayesinde kalıcılık ka­zanıyor ve insana fayda temin ediyor. Hicr bölgesinde yaşayan Semûd kavmi peygamberleri yalanlamayıp Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olsalardı hem helak olmayacak hem de bütün kazanımlarının faydasını göreceklerdi.

Yüce Allah'ın, Semûd kavminin durumunu Kur'ân'da anlatması­nın esas amacı bu âyette yatmaktadır. İnsanlar bir şey yaparken ne fayda temin edeceğini iyice düşünmeli, sadece maddî faaliyetlerde değil, ma­nevî yaşamında da ne faydası olacağını merak ederek hareket etmelidir. [35]

 

Kâinat Boşuna Yaratılmadı:

 

gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları gerçek olarak yarattık. O saat de mutlaka gelecektir. Şimdi sen onlara güzel muamele yap.

86. Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan, pek iyi bilendir.

1. Bu âyetlerin açıklamasına şu soru ile başlayabiliriz: Yüce Allah geçmiş kavimlerin olgularını anlatırken konuyu kesip kâinatı boşuna yaratmadığı meselesine niye geçti? Geçmiş toplulukların olgularını Hz. Muhammed'in döneminde yaşayan insanlara bir ders, bir öğüt ve bir uyan olsun diye anlatmıştır.

Ancak bu ders, öğüt ve uyarı sadece o dönemin insanlarına değil, kıyamete kadar gelecek olan bütün nesilleredir.

Bu demektir ki, Hicr sûresinde anlatılan helak olmuş toplumların olgularında bu hikmeti yakalamak ve onun doğrultusunda olguların açık­lamasını yapmak da gerekiyor. Geçmiş toplumları helak eden sebeplerin arkasındaki ana sebep, yani sebeplerin sebebi, onların kâinatı gerçek ola­rak yaratan gücü tesbit edememeleridir. Eğer onlar bu güce sahip olan Allah'a inansalardı, O'nun peygamberlik kurumunu inkâr etmeyecekler ve O'nun ahlâkî kurallarına da ters düşmeyeceklerdi. İşte Yüce Allah Hz. Muhammed döneminde ve daha sonra gelecek olan nesillere bunu anlata­rak onların da aynı hataya düşmelerini önlemek muradındadır.

Gökler, yer ve arasındakileri Allah'ın yaratmış olması, bu varlıkla­rın gerçekliğine delil olarak yeterlidir. Demek ki Allah'ın yarattığı varlıklar gerçektir. Bunu "var olmak gerçekliktir" diye formüle edebiliriz.

2. "O saat de mutlaka gelecektir.Şimdi sen onlara güzel muamele yap."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Hz. Peygambere devrinin müş­rik ve kâfirleri olumsuz ve ağır tepki göstererek eziyet ettiler. Onlar kâi­natı yaratan gücün farkında değillerdi. Verilen eziyete karşı sabırlı olma­sı için Hz. Peygambere şu işaret verilmektedir: "O saat de mutlaka gele­cektir." Yani, kıyamet kopup mahşerde bütün ameller değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Me'âric 5'teki emri vermiş gibi olmaktadır: "Resulüm! Şimdi sen güzelce sabret."

Kıyamet denen saat geleceğine göre "şimdi sen onlara güzel mua­mele yap", yani "onların davranışlarına aldırış etme, onların kusurlarını, hatalarını, suçlarını büyük bir olgunlukla karşılayıp tepki gösterme" de­mektir. Bunun bir benzeri hüküm ya da emir A'râf 199'da yer almakta­dır: "Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir." Aldırış etmenin anlamı onlara toleranslı davran demektir. Müsamahalı davranıp bazı konuları âhirete bırakmakta yarar olduğu burada hatırlatılmaktır.

Bazı müfessirler âyetin bu kısmının cihâd âyetleri ile neshedildiğini öne sürmektedirler. Bu düşünceye katılmıyoruz. Şartlara göre müsamahalı davranışıhr, şartlara göre cihâd edilir. Bu âyetleri birbi­rine zıt görmek ve o nedenle aralarında nâsih-mensûh ilişkisi olduğunu söylemek Kur'ân'in doğasına aykırıdır.

3. "Şüphesiz Rabbin hakkıyle yaratan, pek iyi bilendir." Bu âyet önceki âyetin devamı durumundadır. Her iki âyetin verdiği ders, yaratma konusudur ve bu ifadeler Yüce Allah'ı yaratıcılık sıfatı ile anlatıp tanıtmaktadır.

Her şeyin, kâinatın ve bütün varlıkların gerçek ve mutlak yaratıcısı, herkesin Rabbi olan Allah'tır. Onun yaratması ilmine dayanmaktadır. Çünkü Allah her şeyin kaderini, özünü ve nasıl bir varlık olacağını önce­den bilmekte ve ona göre planlamaktadır. Kâinata bakarak, derinden gözlem yaparak ve ondaki kanunları okuyup deşifre ederek Allah'ın varlığına, yaratıcılığına ve bilme vasfına ulaşmak mümkündür. Geçmiş toplumlar kâinat kitabını okuyamadıkla­rından, yaşadıkları fizikî çevredeki oluşumların farkına varamadıkların­dan Allah'ı bilip inanamadılar. Bu da onların isyan etmesine, yoldan çıkmasına sebep olmuştur. İşte bu neticeyi anlatarak Yüce Allah, gelecek nesillere ders vermektedir.[36]

 

Manevi Değerler Başta Gelir:

 

Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve Yüce Kur 'ân 'ı verdik.

Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya ni­metine göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminle­re alçak gönüllü ol.

De ki: "Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım." Nitekim biz bölücülere azabı indirmişizdir.

Onlar, Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır.

92-93.   "Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.

Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

1. Hz. Peygambere verilen en büyük değer Kur'ân'dır.

Yüce Allah "tekrarlanan yedi" âyeti ve "Yüce Kur'ân"ı Hz. Pey­gambere verdiğini hatırlatarak değersiz şeylere gözünü dikmemesini, onlara hasretle bağlı kalmamasını istemektedir. Şimdi yorumunu yap­makta olduğumuz Hicr 87'ye geçebiliriz.

a) "Sana yediyi verdik." Yediden kasıt ne olabilir? Âlimler bunu farklı şekillerde yorumlamışlar, ancak özet olarak "yedi şeyin"; "yedi âyet", "yedi uzun sûre", "yedi fayda" olduğu konusuna dikkat çekmişlerdir.

"Yedi âyet" olduğunu savunanlar, yedi âyetin Fatiha sûresi oldu­ğunu ileri sürmüşler ve buna delil getirmişlerdir. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Hasan el-Basri, Ebu'l-'Âliye, Mücâhid, Dahhâk, Sa'îd b. Cübeyr ve Katâde'nin görüşüne göre "yedi âyef'ten kasıt "Fati­ha sûresi"dir. Bunların görüşü Hz. Peygamberin şu hadisine dayanmak­tadır: "Elhamdülillah (Fatiha sûresi) Kur'ân'ın anasıdır, Kitabın da ana-sıdır, tekrarlanan yedidir"[37].

"Yedi"den kasıt "Kur'ân'ın ilk yedi uzun süresi" olduğunu İbn Abbâs söylemektedir. Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl ve Tevbe beraberce bu yedi sûreyi teşkil etmektedir.[38] Bu görüşe âlimler itiraz etmekte ve itirazlarını Hicr 87. âyetin Mek­ke'de inmiş olmasına dayandırmaktadırlar. Önceden inmiş olan âyetin, sonradan inen sûrelerden bahsetmesinin imkansızlığını öne sürmektedir­ler [39].

"Yedi"den kasıt "Kur'ân'ın emir, nehiy, müjde, uyarı, misal ver­me, nimetlerin sayılması, geçmiş nesillere ait haberler"dir diyenler de vardır. Bunlar da yedi faydayı teşkil etmektedir. Bu görüşü de Ziyâd b. Ebî Meryem ileri sürmüştür.[40].

Kurtubî ve başka âlimlerin desteğini alarak, birinci görüşü yani maksadın Fatiha sûresi olduğu görşünü benimsediğimizi söylemeliyiz.

b) el-mesânî. Râzî, mesânî kelimesini: "İkili kılınan, tekrarlanan'her şey" şeklinde anlamlandırmıştır. Bu ifade, "bir şeyi eğip ona bir ikincisini kattığında o şeyi ikiledim" sözünden alınmıştır. Havyanın diz kapaklarına ve dirseklerine "mesânî" denmesi de bundan dolayıdır. Çünkü bunlar, pazu ve uyluklarla ikilenmiş, katlanmıştır. Vadinin dönemeçlerine de "mesânî" denmektedir. Sonuç olarak mesânî "ikilenen şeyler cinsinden olan yedi şey" anlamına gelmektedir.[41]

Diğer taraftan Râzî, Fatiha sûresine es-seb'u'1-mesânî denmesini açıklayan pek çok özellik sıralamaktadır. Bunların, kendisinden önce söylendiğini de hatırlatmaktadır.

i. Namazda her rekatta okunduğundan,

ii. Kendisi ile birlikte okunan zamm-ı sûre ile katlandığı için[42]

iii. Fatiha, bu ismi içeriği ikiye ayrıldığı için almıştır. Birinci bö­lümünde Allah'ın sıfatları; ikinci bölümünde de kulun Allah'a olan duası yer almaktadır.

iv. Fatiha'nın bu ismi almasının başka bir nedeni birinci bölümün­de "medih", ikincisinde de "dua" yer almasıdır. İlk yarısı Rubûbiyetin hakkı olan "övgü"; ikinci yarısı da kulluğun hakkı olan "dua"dır.

v. İçindeki ifadelerde ikili tekrar olmasından bu ismi almıştır. "Rahman", "rahîm", "iyyâke", "sırat", "gayr" kelimeleri ikişer kere tekrar edilmektedir.[43]

Bize göre Fatiha'nın bu ismi almasının nedenleri arasında "yedi âyet olması", son maddede "ikişerli tekrarların olması" ve "iki bölüme ayrılması" vardır. Aslında mesânî "Kur* ân'in kendisi"dir. Bunun delili de Zümer sûresinin 33. âyetidir: "Allah, sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu, iç içe ikili manalar ifade eden bir kitap halinde indirmiştir." Bu manada Hicr 87. âyete yaklaşırsak "mesailiden yani Kur'ân'dan sonra sana yediyi, yani yedi âyeti indirdik" diyebiliriz. Başka bir ifade ile "mesânî olan kitaptan sana yedi âyet, yani Fatiha'yi indirdim" anlamına gelmektedir.

c) "Ve Yüce Kur'ân'ı (verdik)."

"Kitaptan yediyi ve Yüce Kur'ân"ı denmesinin sebebi, Fatiha'yi vermesini vurgulamaktır. iJiiji el-'azîm kelimesinin bir anlamı da "bü­tün" demektir. Buna göre âyette Yüce Allah, "yedi âyet", sonra da "bü­tün Kur'ân'ı" verdiğini söylemektedir. Kitaptan yedi âyet ve bütün Kur'ân'a sahip olmak en yüce değere sahip olmaktır. Bu değerler sahip olan insan için maddî değerler artık ikinci dereceye düşmektedir.

2. Kur'ân gibi bir değere sahip olanın başka şeylerde gözü olma­malı.

"Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya nimetine göz dikme."

Hz. Peygamber, peygamber olmadan önce ticaretle meşguldü. Pey­gamberlik görevini yerine getirirken, para kazanma imkanı kalmamıştı. Ama toplumda para sahibi olanların, İslam'ın yayılmasını engelleyebile­cek maddî imkana sahip olmaları sebebiyle statülerinde de bir farklılık vardı.

Yüce Allah, onlara o serveti kendisinin verdiğini söylemekte ve Hz. Peygamber'in, asla o servete göz uzatmamasını, göz dikmemesini ona emretmektedir. ezvâcen minhüm ifadesini "onlardan bazı sınıflara" şeklinde manalandırma en doğrusu olacaktır. "Sınıf kavramı­na "grup" manası da verilebilir, "bazı kimseler" de denebilir. Dolayısıyla âyetin bu bölümünü "Hakkı inkar eden bazı kimseler, gruplar veya sınıf­lar" şeklinde manalandırmak mümkündür.

Kur'ân gibi bir değere sahip olan kişinin, dünyevî zenginliklere sa­hip olan kimselerin maddî imkanına gözünü çevirip bakmaması gerekir. Buna benzer bir emir de Tâhâ 131'de verilmektedir:

"Ve sakın, onlardan bazı sınıflara, onları sınamak için, avunsunlar diye verdiğimiz dünya hayatı­nın çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha süreklidir."

Bu emre bakınca emrin doğrudan Hz. Peygambere verildiği görül­mektedir. Ama Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bu âyetin muhatabı kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillerin müminleri olmaktadır. Şimdi bu emirden çıkaracağımız hükümler veya genellemeleri sıralayabi­liriz:

a) Yüce Allah eğitiminde manevî değerleri ilk sıraya koyup hayata uyarlamamızı istemekte, değerler arasında bir mukayese yaparak mümin­ leri bilgilendirmekte, neye, nasıl bir tavır takınacakları konusunda bizleri bilinçlendirmektedir.

b) "Başkasının sahip olduğu zenginliklere gözünü uzatmak", onları kıskanmak anlamına gelmektedir. Nefiste yaratılıştan var olan kıskançlık duygusunu bu bakış harekete geçireceğinden "bakış" yasaklanmaktadır. Çünkü kıskançlık zamanla hasede, haset de düşmanlık duygusuna dönü­şebilir. Böylece Yüce Allah, maddî imkanları düşük olanların, maddî imkanları fazla olanlara bu duygularla bakmasını yasaklamaktadır. Çün­kü toplumda sınıflar arası gerilimin meydana gelmesi, servet düşmanlı­ğının doğup yayılmasına, zamanla giderek saldırıların başlamasına neden olabilir.

c) Servet sahibi olanların bir imtihan içinde olduklarını bilmekte yarar olduğu için, Tâhâ 131'de bu gündeme getirilmektedir. Yüce Allah çalışan insanların inancına bakmadan onlara verir. Sonra bu serveti ilâhî vahyin yayılmasına engel olmak için kullanırsa, elinden onu alır.

İnanmayanlar, sahip oldukları imkanları insanları Allah'ın yolun­dan çıkarmak için kullanırlarsa, ellerindeki serveti kaybedeceklerini bil­melidirler. Aynı durumla Hz. Mûsâ karşı karşıya kalmıştır ve duasını bu konuda şöyle yapmıştır:

"Mûsâ dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun'a ve kavmine dün­ya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etme­sinler diye mi verdin? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et ve kalple­rine sıkıntı ver" (Yûnus 10/88).

Hz. Mûsâ, Firavun ve onun çevresindeki ileri gelenlerin servetine gözünü dikmedi, onları kıskanmadı ama onların servetleri ile Allah'ın yolunu engelleyip insanları ondan çıkardıkları gerçeğini görüp bu duayı yapmıştır. O, servetin manevî bakımdan ne denli zarar verdiğini göre­bilmiştir. Daha sonra Yûnus 89'da bu duanın kabul edildiği gündeme getirilmiştir.

3. Peygambere emredilen iki ayrı davranış şekli

Onlardan dolayı üzülme ve mü'minlere alçak gönüllü davran."

Hz. Peygamber, kâfirlerin mümin olmamasından dolayı derinden derine üzülüyordu. Bunu en güzel yansıtan Şu'arâ sûresinin 3. âyetidir: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın."

Başka bir açıdan bakarsak, Hz. Peygamber zenginlerin, toplumda statüleri yüksek olan insanların, inanmaları halinde müminlerin işlerinin daha kolaylaşacağı ve düzene gireceği düşüncesine kapılmasına karşılık bu emir verilmektedir. Ancak iman etmeyecek olanlar için üzülmenin bir anlamının olmadığı da burada öğretilmektedir.

Diğer taraftan Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, inananlara alçak gö­nüllü davranmasını, kol-kanat germesini de emretmektedir. İşte peygam­ber ahlâkının temel direklerinden biri, inananlara kol-kanat germek, yani alçak gönüllü davranmaktır.

İşte bu ahlâkın göstergesi olan bir âyet de şudur: "Andolsun size kendiniz­den öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merha­metlidir" (Tevbe 9/128). Bu ahlâk ile ahlâklanan müminlerin, birbirlerine şefkatli ve mer­hametli davranmaları gerekiyor. Mümin mümine kol-kanat germelidir. Bu, peygambere emredilen bir davranış olduğuna göre, dolaylı olarak da bize emredilmiş olmaktadır. Meselâ çocuklar ebeveynlerine ihtiyarladık­larında aynı şekilde davranmalıdırlar: "Onlara merhamet ederek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger" (İsrâ 17/24). Şefkat, merhamet ve alçak gönüllülük insan ilişkilerini düzenleyen ahlâ­kın temel değerlerini oluşturmaktadır.

İşte genel eğitim ile din eğitiminin üzerinde durup insanların gön­lüne kazıyacağı ana değerlerden bazıları bunlardır. Şefkat, merhamet ve alçak gönüllülük bir tercih meselesi değil, bir zorunluluktur.

4. Hz. Peygamberin öne çıkan görevi

"De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım." "Apaçık" kelimesini "çıplak" şeklinde manalandırabiliriz. Peygamberi­mizin görevlerinden biri inzâr denen uyarıcılıktır. Uyarıcılığın hedefi, yanlış davranışların, günâhın ve kötülüklerin varacağı kötü neticeyi öğ­retmek, bildirmek, insanları haberdar etmektir.

Yüce Allah'ın emrettiklerini yapmamanın, nehyettiklerini, yani ya­sakladıklarını yapmanın sonucunda bir ceza vardır. Bu cezayı bildirmek uyarıcı olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Âyetin sonundaki mübîn kelimesinin, "tam yetkili" anlamına geldiğini de söyleyebiliriz.

5. Hz. Peygamber neyi uyaracaktı?

Bu soruyu yorumunu yapacağımız Hicr 90-93. âyetler cevaplan­dırmaktadır:

"Nitekim biz, bölücülere azabı indirmişizdir. Onlar, Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıkla­rından dolayı sorguya çekeceğiz."

İşte Hz. Peygamberin uyarıda bulunacağı konuların buradaki içeri­ğini bu âyetler koymaktadır.

a) "Nitekim biz bölücülere azabı indirimsizdir." Âyette geçen i el-muktesimîn kelimesine "bölücüler, yemin edenler" manası verilmektedir. Aslında bir sonraki âyet bu kelimenin manasını: "Onlar Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır" şeklinde vermektedir.

Müfessirler bu konuda bazı rivayetleri sıralamışlardır, ama Hicr 91. âyet bu rivayetlerin doğru olup olmadığını açıklamakta ve muktesimînin kimler olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak âlimlerin bu açıklamalarını burada naklederek âyeti günümüze göre yorumlama görevini yerine ge­tirmeliyiz:

i. Muktesimîn, "paylaşanlar" anlamına gelmektedir. Nitekim Mekke liderlerinden bir grup Mekkenin kapılarını, girişlerini paylaşıp şehre gelen taşralıları çeşitli sözlerle peygamberden uzak tutmaya çalış­mışlardı.[44]

ii. Muktesimîn, "Hz. Peygambere karşı koymak üzere yemin edip antlaşma yapanlar"dır.

iii. Muktesimîn, "Yahudi ve Hıristiyanlar"dır. Çünkü onlar, Kur'ân'ın Tevrat'a uyan kısmını kabul, uymayan kısmını inkar etmişler­dir.[45]

iv. Bir sonraki, yani 91. âyette geçen 'idîn kelimesi, muktesimîn kelimesini manalandırmaktadır. Bunlar, "Kur'ân'a karşı inkarcı ve inatçı bir tutum içerisine giren, Kur'ân'a karşı bir delil bulmak için ona çeşitli sıfatlar yakıştırıp "deli sözü", "şair sözü", "büyücü sözü" diyen kâfir ve müşriklerdir[46].

Bütün bu açıklamalar o dönemdeki Kur'ân'a karşı takınılan olum­suz tavırları ve Hz. Peygambere karşı menfi tepkileri ifade etmektedir. Ama 91. âyete bakılınca muktesimîn kelimesiyle tamamen Kur'ân'a karşı takınılan menfi tutumlara dikkat çekilmektedir. Eğer âyeti geçmişe göre manalandırıp açıklayacaksak bunu en güzel Bakara 85 ile yapabili­riz "Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde de şiddetli azaba itilmektir."

Bu âyete göre ortada İsrailoğullannın bir uygulaması vardır. Allah'ın vahyini, yani kitabını parçalara ayırıp bir kısmına inanıp diğer bir kısmını da inkar edenler olmuş, aynı tavrı Kur'ân'a karşı yapmaya kalkmışlardı.

Tabii ki, Hicr sûresinin 90 ve 91. âyetleri sadece o döneme konuş­mamaktadır. Bu âyetler günümüze ve geleceğe de konuşmakta ve uyarı­da bulunmaktadır.

Günümüzde Kur'ân'1 parçalayanlar yok mudur? Kur'ân'in en çok beş yüz âyetine ahkâm âyeti deyip diğerlerini bu özelliğin dışında bıra­kanlar, bazı âyetlerini hükmü ortadan kaldıran (nâsih), bazı âyetlerini de hükmü kaldırılan (mensûh) şeklinde kabul edenler, bazılarını anlaşılır, bazılarını anlaşılmaz (müşkil) görenler yok mudur?

Din adına Kur'ân'da eksiklik olduğunu söyleyenler yok mudur? "Kur'ân'da olmayanı sünnetle, sünnette olmayanı icma' ve kıyasta ara" deyip Kur'ân'ı eksik bulanlar yok mudur? Kur'ân'ın bazı âyetlerini ken­dince delil gösterip bir mezhep, başka âyetlerini gösterip başka bir mez­hep kurarak çatışanlar yok mudur? "Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur" (En'âm 6/159) âyeti Kur'ân'da yer almıyor mu? Hz. Pey­gambere bu durum açıklanmadı mı? Günümüzde âyetin belirttiği şekil­deki davranışlar yok mudur? İşte bu insanlara Hicr 89. âyetteki Hz. Pey­gamberin uyarısı devam etmektedir. Kur'ân'ı parçalara ayıran parçalayı­cılar bunlardandır ve bunlar görecekleri azaptan dolayı uyarılıp yaptıkla­rından vazgeçirilmek istenmektedir.

b) "Rabbinin hakkı için, mutlaka o-ların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz." Yorumunu yap­makta olduğumuz Hicr 92-93. âyetlerinden çıkaracağımız bazı neticeler olacaktır:

i. Yüce Allah insanları yaptıklarına göre sorgulamaktadır. Cezala­rını da yaptıklarına göre vermektedir. Sebep sonuç ilişkisine göre ele alırsak, insanların yaptıkları sebep, Allah'ın sorgulayıp cezalandırması da sonuçtur.

ii. Yüce Allah bu sorgulamayı yapacağına dair uyarıda bulunmak üzere Hz. Peygambere tam yetki vermiştir. "Apaçık uyarıcı", tam uyarıcı demektir.

iii. Sorgulama, Kur'ân'ı parçalama konusunda olacaktır. Yukarıda belirttiğimiz şekilde Kur'ân'ı bir bütün olarak görmeyip çeşitli şekillerde onu ayıranlar günah işlemektedirler. Bu günahlarının hesabım verecek­lerdir.

Bakara suresinin 85. âyetine göre dünya hayatında rüsvaylık, kı­yamet gününde de şiddetli azap onlara olacaktır.

iv. Yaptıklarından dolayı sorguya çekmeleri Yüce Allah yapacağı­na göre, Hz. Peygambere sadece uyarı kalmaktadır:

"Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir" (En'âm 6/159);

"Fakat onlar işlerini (dinlerini) parça parça böldüler. Her grup kendilerinden bulunan ile sevinip böbürlenmededirler. Şimdi sen onları bir zamana kadar kendi gafletleri ile başbaşa bırak" (Mü'minûn 23/53-54).

Hz. Peygambere onları gafletleri ile başbaşa bırakmasını emreder­ken onların cezasını Yüce Allah, kendisinin vereceğine dikkat çekmekte­dir. Dikkat edilirse kitaplarını, dinlerini parçalayıp her parçanın peşine takılan grupların birbirleriyle vuruşmalarını, kavgalarını Yüce Allah gaf­let, dalâlet, sarhoşluk olarak nitelendirmektedir.[47]

 

Alay Edenlere Allah Yeter:

 

94. 5ana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah 'a or­tak koşanlardan yüz çevir.

95. Seninle alay edip ilâhî mesajı küçümseyenlere karşı biz sana yeteriz.

96.Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenler­dir. Yakında (gerçeği) bileceklerdir.

97. Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı se­nin canının sıkıldığını biliyoruz.

Âyetlerin açıklamasından varacağımız neticeler şunlardır:

1. "Sana emrolunanı açıkça ortaya koy." Âyetin bu kısmında yer alan: fasde' emrinin kök fiili sade'a kelimesidir. "Bir şeyi yarmak"; "bitki" ile kullanılınca "bitkinin yeri yarıp çıkması"; "kereminden ötürü teveccüh etmek"; "hak" ile kullanılınca "bir şeyi aşi­kâre söylemek"; "çölü katetmek"; "cam v.s. kırmak"; "kavmi dağıtmak"; "bir işe meyletmek"; "geceleyin yürümek"; sudi'a kalıbı "başı ağrımak"; es-sad' şeklindeki isim kalıbı da "sert şeydeki yarık, çatlak" anlamına gelmektedir.

 

Sade'a Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Dağılmak, bölük bölük olmak

"O gün bölük bölük ayrılacaklardır" (Rûm 30/43). Burada âyet, "ayrılıp herkes yerini bulacak" anlamına gelmektedir.

2) Başı ağrımak

"Bu şaraptan ne başları ağrıtılır ne de akılları giderilir" (Vâki'a 19).

3) Parça parça olmak, yarılmak

"Eğer biz Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, elbette onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün" (Haşr 59/21). Bu âyette söz konusu kelime mutesaddi' kalıbında yer almaktadır. "Yarılan yere ye­min ederim" (Târik 86/12).

4) Açıkça ortaya koymak

"Sana emrolunam açıkça ortaya koy" (Hicr 15/94).

Bütün bu manaların, yorumunu yapmakta olduğumuz Hicr 94'teki emirle alakası vardır.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e "emrolunduğun şeyi parça parça ya­parak, hak olanı bâtıl olandan ayırarak, doğru ile yanlışı parçalayarak anlat" demek istemiştir. Bu ifade, "başını çatlatırcasına, ağaracak hale gelircesine konulan net bir şekilde anlat" demektir. Günümüze göre ma­na verirsek, "emrolunduğunu tam analiz ederek ortaya koy" demektir.

Bu emrin muhatabı Hz. Peygamber olmakla beraber, şu anda ve gelecekte ilahiyat bilimi ile ilgilenenlerdir. Bunlar, Allah'ın emirlerini analiz ederek apaçık, net, katıksız ortaya koymak zorundadırlar ve bu emrin kendilerine verildiğinin bilincinde olmalı, o derecede ilâhî vahyi bilmelidirler. Hem Allah'ın emri hem de insanların bizim üzerimizdeki hakkı, ilâhî vahyi onlara net, açık ve katıksız anlatmamızdır. Din eğitimcileri, özellikle yüksek din eğitimi kurumlarından yetiş­tirdikleri öğrencilere ilâhî vahyi, yani Allah'ın emirlerini eksiksiz, açık, net ve katıksız öğretmeli ve bu bakış açısını onlara vermelidirler.

Allah'ın emirlerine, yani onun vahyine grup, tarikat, cemaat açı­sından değil de tarafsız, objektif ve Hz. Muhammed'in gözlüğü ile bak­mayı, dini bu şekilde öğrenmeyi öğretmeli, beşerî oluşumların gözlüğü ile meselelere bakmanın hem Allah'ın emrine hem de peygamberin uy­gulamasına ters düşeceğinin bilincini vermelidirler.

"Kur'ân'ı biz anlayamayız, geçmişteki büyük âlimler onu anlamış­lardır. Bize düşen onların anladıklarını anlatmaktır" düşüncesi hem taklit hem de yetişmekte olan nesillerin cesaretini kırıp beyin ve gönüllerine zincir vurmaktır; onları aşağılık duygusuna itmek ve bir daha çıkamaya­cakları o çukurda can vermelerine sebep olmaktır.

2. "Allah'a ortak koşanlardan yüz çevir." Al­lah'ın emirlerini açıkça ortaya koymana rağmen, hâlâ şirk koşmakta ısrar edenler varsa onlardan yüz çevirmen gerekiyor. Başka bir ifadeyle âyet "müşriklerin tavırlarına aldırış etme" demektir.

Bazı âlimler bu emrin, yani "müşriklerden yüz çevir" emrinin Tevbe sûresinin 5. âyetiyle ortadan kaldırılmış olduğunu ifade etmişler­dir, "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (Tevbe 9/5) âyetinin şartları ayrı, "müşriklerden yüz çevir" emrinin şart­ları ayrıdır. Tevbe 5. âyet "durup dururken, müminlere hiç zarar verme­yen, ama şirk koşan insana saldırıp öldürün" anlamına alınmamalıdır. Fikir tartışması seviyesinde kalan şartlarda onlardan yüz çevirme âyeti tatbik edilecek; ama müminlerin hayatına kıyma seviyesine gelen şart­larda nefis müdâfaası yapmak için ancak insan öldürülecektir.

"Müşriklerden yüz çevir" emrinin bir anlamı da "onları davet et­mekten vazgeç, onlarla tevhîd inancını tartışma, onların olumsuz tavırla­rını dikkate alma" şeklindedir. Şirkten dönmesi mümkün olmayan ve dönme ihtimalinin kapıları kapalı olanlarla Kur'ân'ı konuşmanın ne an­lamı olacaktır? Çünkü onların, inanmaları bir tarafa Kur'ân'in getirdiği ilâhî mesajı hafife alma ihtimalleri vardır.

3. "Seninle alay edip ilâhî mesajı küçümseyen­lere karşı biz sana yeteriz."

a) Bu âyetin içeriğine bakarsak, 94. âyette geçen "sana emrolunanı açıkça ortaya koy" ifadesini şöyle manalandırmamız da mümkündür: "Sana emrolunanı açıkça tebliğ et." Çünkü Hz. Peygamber başlangıçta din tebliğini gizli yapıyordu. Bu emirle Yüce Allah, "artık açıkça ortaya çıkıp dini insanlara tebliğ edebilirsin, gizlenmene lüzum yoktur" demek istemiştir.

Bunu demek istemiştir ki 95. âyette "Biz sana yeteriz" ifadesine yer vermiştir. "Alaycılara karşı biz sana yeteriz" derken, Hz. Peygambe­rin Kur'ân'ı açıkça tebliğ etmeye başlamasının ardından hem alay hem de saldırılara uğrayacağına işaret etmektedir.

Burada sorulacak soru şudur? Müşrikler kim veya ne ile alay edi­yorlardı? Daha önce yorumunu yaptığımız Hicr 91'e bakacak olursak, Kur'ân ile alay ettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Onlar peygamberleri değil de ilâhî mesajı küçümseyerek alay ediyorlardı.

Peki buna başka delil getirebilir miyiz? Soruya En'âm 33. âyetle cevap verebiliriz: iıl "Bu insanların söylediklerinin seni gerçekten üzdüğünü pekâlâ biliyoruz. Ama unutma ki, onların yalanladıkları sen değilsin, bu zâlim­lerin inkar ettiği aslında Allah'ın mesaj (âyetleri)larıdır."

O dönemde, daha önceki peygamberlere olduğu gibi, Allah'ın me­sajına karşı çıkıp alay edenler toplumun ileri gelenleri, mal ve etrafça güçlü olanlarıydı.

Böylesine güçlü olanların olumsuz tavır takındığı şartlarda ortaya çıkıp açıkça dini tebliğ etmenin bir güvencesi olmalıydı. Yüce Allah da bu güvenceyi "Biz sana yeteriz" şeklinde buyurmakla vermiş oldu.

Bu âyeti günümüze taşırsak şu neticeye varabiliriz: Allah'ın dinini açıkça tebliğ edenler bazen ağır ve olumsuz tepkilerle karşılaşacaklardır. O insanlar Allah'ın mesajları ile alay edeceklerdir. Tebliğ görevini yeri­ne getirenler, onlardan yüz çevirecekler ve Allah'ın yardımının onlara geleceğini bileceklerdir. Şu ilâhî emri uygulamakta tereddüt edilmemelidir: "Âyetlerimiz hakkında ileri-geri konuşmaya' dalanları gör­düğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler toplu­luğu ile oturma" (En'âm 6/68). Bu tavır, Allah'ın emri olduğu gibi, Pey­gamberimizin de metodudur.

Yüce Allah, hakkı tutan ve hakkı savunanları müdâfaa etmekte ye­terlidir: ""Allah kuluna yeterli değil midir? Seni O'ndan başkaları ile korkutuyorlar. Al­lah kimi saptırırca artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur" (Zümer 39/36).

4. "Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. Yakında (gerçeği) bileceklerdir." Yüce Allah bu âyetiyle Hz. Peygambere hem müşrikleri tanıtmakta hem de müşrikle­rin Allah'ın mesajı ile alay edebileceklerini bildirmektedir.

Allah'tan başka tanrı edinmeyenler Allah'ın mesajları ile alay et­mezler. Böylece müşriklerin iki özelliği ortaya çıkmaktadır: Allah'tan başkasını tanrı edinmek ve Allah'ın mesajları ile alay etmek.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Bunların, yani bu eylemlerin arkasın­daki sebep nedir? Âyetin sonundaki şu ifadeden hareketle bunu cevapla­yabiliriz: "Yakında bileceklerdir." Demek ki, sebep bileme­mek, yani bilgiden yoksun olmaktır.

Eğer Kur'ân'ın kapağını açıp okusalardı, onunla bu şekilde alay etmeyeceklerdi. "İnsan bilmediğinin düşmanıdır" tekerlemesi burada kendini göstermektedir. Şimdi bilemedikleri için alay edip Allah'a şirk koşuyorlar ama, yakında azapla karşılaştıklarında bileceklerdir. Fakat bu bilişin faydası olmayacaktır. O zaman kimin doğru olduğunu, yani "Hz. Muhammed mi, yoksa kendileri mi doğruymuş" onu anlayacaklardır.

Demek ki, bilginin olduğu yerde böylesine yanlış inanç ve olumsuz tepkiler olmayacaktır. Bütün yanlış inanç ve kötülükler bilginin olmadığı bataklıkta üremektedir. Yüce Allah bize bunları anlatırken kötülüklerin bataklığını doğru bilgi ile kurulabileceğimizi vurgulamakta ve çıkar yo­lun bu olduğunu söylemektedir. Kur'ân bilgisini insanların beynine, gön­lüne taşımaktan başka çare yoktur. O bilginin ulaşmadığı beyin ve gönül­ler kan ile oksijenin gitmediği beynin çökmesi gibi çökeceklerdir.

5. "Andolsun, onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını biliyoruz." Kur'ân'ı parçalara ayıran, Kur'ân ve peygamberle alay edip Allah'a şirk koşanların sözleri Hz. Peygamberin göğsünü daraltıyordu. Alay ve hakaret, doğal olarak bütün insanları etkiler. Bir beşer olarak Hz. Peygamber de bundan etki­leniyordu. Kimi sözler vardır insana hançer gibi saplanır. Onların alayları da buna benziyordu.

Fakat Yüce Allah gönüllerdeki oluşumu bildiği için Hz. Peygam­beri bu âyeti ile teselli etmektedir. O'nun "biliyorum" demesi, tesellinin en büyüğüdür. "Söz" maddî bir oluşum olmasına rağmen, insanın gön­lünde psikolojik bir oluşum meydana getirmektedir. "Sözler" kulaklar­dan beyne gidip manalandırılınca gönüle intikal ediyor ve orada ürününü veriyor. Bu ürünün en kötüsü göğsün daralmasıdır. Hz. Peygamber, göğ­sünün daralmasını kimseye anlatamıyor ve onu kimse ile paylaşamıyordu. Yüce Allah onu bildiğini söyleyerek, duyduğu üzüntüyü paylaştığını, en azından kendisinin bildiğini bildirerek onu teselli etmiş­tir. Derdinin bilinmesi ve onun yanında olunması en büyük destek ol­muştur.[48]

 

Çare Nedir?

 

98. Sen şimdi Rabbini hamd ile teşbih et ve secde eden­lerden ol.

99. Ve sana yakın gelinceye kadar Rabbine ibadet et.

Göğsün daralmasını önlemenin yollarını bu âyetlerde buluyoruz:

Hamd ile tesbîh etmek,

Secde etmek,

Ölünceye kadar ibadet etmek.

99. âyette geçen  el-yakîn kelimesini âlimler "ölüm" diye manalandırmışlardır. Bazıları da bu kelimeye "kesin bilgi" manasını vermişlerdir. İbn Abbâs, Zemahşerî, Kâdî Beydâvî, Hâzin, Nesefî bu kelimeye "ölüm" manası verenlerdendir. Hüseyin Atay "bilinç", Yaşar Nuri Öztürk de "kesin bilgi" manasını vermişlerdir.

Genelde bu kelime Kur'ân'da "ölüm" anlamında geçmektedir. Müddessir 47'de şöyle geçmektedir:  "Ölüm bize o haldey­ken geldi."

Yukarıda belirtilen ibadetlerin tamamı Allah'a yapılacaktır. Ömür boyu ibadet yapmanın Hamd ile tesbîh etmek, secde etmek yani namaz kılmak insan psikolojisini rahatlatan bir etkinliğe sahiptir. Ayrıca Yüce Allah'ın bilmesi ile desteklemesinin de şükrünü yapmaktır. Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân ile başlayan Hicr sûresi, hamd, tesbîh, secde ve ibadet ile bitmektedir. Bütün bunlar insan ruhunu yücelten amellerdir.

Süleyman Ateş'in asıl mana dediği şekilde manalandırırsak şöyle olur: "Rabbine kulluk et ki sana kesin bilgi gelsin." Ateş bunu şöyle yorumluyor: Bu âyette kasdedilen ölümün kendisi değil, ölümden sonra ruha açılan kesin bilgidir. Âyetlerde yakîn, "ölüm" manasında değildir. Herhalde yakînin "ölüm" şeklindeki tefsiri ikinci, üçüncü Hicrî asırlarda ortaya çıkan bazı fikir akımlarının, sapık mezheplerin, "marifete ulaştık­tan sonra teklif kalkar, ibadete ihtiyaç kalmaz" şeklindeki görüşlerine bir tepki ve cevap olarak ortaya atılmıştır[49]. Süleyman    Ateş'in,    bu kadar kesin ve iddialı tefsirini delillendirmesi gerekirdi. Acaba onun haklı olduğunu gösteren âyet var mıdır? Tekâsür sûresinin 5-6. âyetlerine göre Ateş haklı görülebilir: "Gerçek öyle değil! Kesin (yakîn) bilgi ile bil­miş olsaydınız mutlaka cehennem ateşini görürdünüz."

Bu sûredeki yakîn, "kesin" anlamına gelmekte ve '"bilginin kesin­liğini" ifade etmektedir. Ama Ateş şunu unutmamalı: İbn ANbâs büe bu kelimeye "ölüm" manasını vermiştir. Onun için Hicrî ikinci, üçüncü a-sırdan sonra bu mananın verildiğini söylemek doğru değildir.

Bir an Ateş'in Hicr 99. âyete verdiği manayı kabul edelim: Bu ma­nadan hareketle varacağımız çok ilginç neticeler olabilir. "Rabbine kul­luk et ki sana kesin bilgi gelsin." O zaman âyette, "kulluk" ile "kesin bilginin gelmesi" arasında bir ilişki kurulmaktadır. Kulluk kavramını açmamız gerekiyor. "Kulluk", "tapınma, ibadet etmek ve bilmek, tanı­mak" manalarına gelmektedir. İbadet etmenin açılımında "çalışmak" anlamı da vardır. Âyeti özel anlamda sadece Hz. Peygamber için düşü­nürsek, "ibâdet et ki sana kesin bilgi gelsin" diyebiliriz. Ama bize, de­vamlı ibadet ederek kesin bilgi gelir mi? Çünkü âyeti özelden genele taşımak zorundayız.

Hz. Peygambere bilgi çalışarak değil Allah'a kulluk ederek: O'nu hamd ile tesbîh ederek, namazını kılarak ve O'nu düşünerek ştV.-yordu. Biz ise kesin bilgiyi çalışarak, düşünerek, aklımızı kullar.irîk ve gönül boyutumuzu geliştiren ibâdetleri yaparak elde edeceğiz. Bu aç:iın Süleyman Ateş'in anlayışına katılabiliriz.

Hicr 99. âyetinde geçen yakîn kelimesini "ölüm" anlamında alır­sak, kulluğun ömür boyu devam eden bir süreç olduğu ortaya çıkmakta­dır. İnsan Allah'a karşı kulluğunu hiçbir zaman kesintiye uğratmamalı-dır. Bizden Allah'a sürekli olarak akan kulluk, oradan yanı Allah'tan. bize sevgi, merhamet, af ve yardım şeklinde dönecektir. Bu Allah'a gidiş ile kula dönüş kanallarının açık kalması dinin ve dini hayatın biricik a-macını teşkil etmektedir. Bizden Allah'a giden kulluk kanalı daima çalı­şırsa oradan bize sevgi, merhamet, af ve yardım kanalları daima çalışır kalacaktır. [50]

 

Hicr Sûresinden Çıkan İlkeler:

 

1. Hicr sûresi de Kur'ân'ı, yani ilâhî vahyin kitabını eğitimin mer­kezine alarak başlamaktadır. Bu kitabın ve daha önceki peygamberlere gelen ilâhî vahyin merkezî konusunu tevhîd oluşturmaktadır. Tek Allah inancına yanaşmayan, bu ilâhî kitabı okumayan ve ona inanmayan insan­lar bir gün pişmanlık duyacaklardır.

İşte Kur'ân işe yaramayacak olan bu pişmanlığın gelmesinden önce Hicr sûresinde insanları uyarmakta, pişman olacakları işten onları uzak­laştırma çabasına girmektedir. Okunması, bilinmesi ve hayata geçirilmesi gereken Kur'ân gibi bir kitap varken telâfisi mümkün olmayan pişmanlı­ğa niçin düşülsün? (âyet: 1-5).

2. Geçmişteki peygamberlerde olduğu gibi insanlar kimi zaman Al­lah'ı ve melekleri görmek istemişlerdir. Hz. Peygamberden Allah'ı gör­mek isteyen çıkmamıştır ama meleklerin gelip onunla beraber gezmesini isteyenler olmuştur. Hatta melekleri onlara getirdiği takdirde doğru söy­lediğine inanacaklarını söylemişlerdir. Onların bu isteklerini Yüce Allah cevaplandırırken şu kanunu onlara hatırlatmaktadır: Melekler insan sure­
tine bürünerek gelirlerse, bu geliş insanların helaki olacaktır (âyet: 7-8).

3. Kur'ân'ı indiren Allah'tır ve onu, O koruyacaktır. Bu temel il­keden şuraya varıyoruz: Yüce Allah Kur'ân'a gönül veren, onun bilgisini edinen ve hayata geçiren insanlarla Kur'ân'ı kıyamete kadar koruma altına almıştır (âyet: 9).

4. Kâinatın yaratılışını ve bu yaratılışın içindeki varlıkların ve tabi­at olaylarının yaratılışını gündeme getirerek Yüce Allah gücünü ve yap­tıklarını bize anlatarak iman etmeye giden bilimsel bilginin temel kanun­larının işleyişini öğretmektedir (âyet: 16-29).

5. Hicr sûresinde toplumların çöküş, yıkılış ve helak oluşlarının dina­mikleri ele alınırken geçmiş peygamberlerin toplumları örnek gösterilir.

Meselâ, Sodom denen Hz. Lût kavminin çöküşünün iki önemli di­namiği ele alınmaktadır: Peygamberleri yalanlamak ve homoseksüellik gibi cinsel sapıklık. Allah'ın âyetlerinden yüz çevirmek, insan haklarını çiğnemek, zulüm bu dinamikler arasında yer almaktadır (âyet: 59-84).

6. Tarîhî olgulardan istifade ederek yaşanan ve yaşanacak hayata ışık tutacak çıkarımlarda bulanmak, ders almak, ibret almak gerekir. Ak­lını kullanan ve iman eden insanlar bu dersi çıkarabilirler, harta çıkarma­lıdırlar. Bu ders çıkarmalarla geçmişin olguları canlılık kazanır ve gele­ceğe ışık tutarlar. Aksi takdirde her yeni nesil hayatı yeniden tecrübe etmek zorunda kalır ve böylece geçmişte yapılan hatalar tekrar edilir. (âyet: 75-77).

7. Yüce Allah, manevî değerlerin ilk sıraya konulmasını, maddî değerlerin ondan sonraya bırakılmasını, bu sebeple başkalarının sahip olduğu maddî imkanlara göz dikilmemesini, kıskançlık ve hased edil­memesini emretmekte, alçak gönüllü, merhametli ve hoşgörülü olunma­sını öngörmekte, insan ilişkilerine bu değerleri peygamberden başlayarak sokmayı ilke edinmektedir (âyet: 85-88).

8. Yüce Allah'ın koruması altında olan Hz. Peygamberin, müşrik­lerin olumsuz tepkisine aldırış etmemesini ve kesintisiz Allah'a kulluk etmesini emretmektedir (âyet: 94-99)[51]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/277.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/279-281.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/281-285.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/285-288.

[5] Buhârî, Bed'ü'1-Vahy, 2.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/289-297.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/297-307.

[8] Tâcu'l-'Arûs, şetane maddesi.

[9] Ragib, age, şetane maddesi.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/307-319.

[11] Râzî, age, XIV, 78.

[12] Muhammed Esed, age, 531-532.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/319-327.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/328-329.

[15] Râzî, age, XIV,94.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/330-340.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/341-346.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/347-354.

[19] Râzî, age, XIV, 107.

[20] Râzî, age, XXIII, 406.

[21] Yazır, age, IX, 439.

[22] Zemahşeri, age, IV, 283.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/355-367.

[24] Râzî, age, XIV, 113.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/367-374.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/374-384.

[26] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 11/27.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/384-391.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/391-392.

[29] Râzî, age, XIV, 127.

[30] Râzî, age, XIV, 128.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/392-403.

[32] Râzî, age, XIV, 129; Ateş, age, V, 75.

[33] Râzî, age, XIV, 129

[34] Râzî, age, XIV, 130.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/403-407.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/408-410.

[37] Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 1.

[38] Nesâî, İftitah, 26.

[39] Süleyman Ateş, age, V, 79.

[40] Kurtubî, age, X, 87.

[41] Râzî, age, XIV, 133.

[42] Zeccâc.

[43] Râzî, age, XIV, 133.

[44] İbn Abbâs.

[45] İbn Abbâs.

[46] " Râzî, age, XIV, 140; Süleyman Ateş, age, V, 80.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/410-419.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/420-425.

[49] Ateş, age, V, 81.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/425-427.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/428-429.