Muctehit İçin Taklid Caiz Midir?
melekler allah'ın kızlarıdır iddiası
İslâm'da Kız Evladı Yetiştirmenin Karşılığı
Hayvanlara Peygamberler Gelmiş Midir?
Efsunla Tedavi Olmak Caiz Mi1!
Kadın Evinin Hizmetini Yapmakla Mükellef Midir?
Allah'a Ortak Koştuklarından Kastedilen Nedîr?
Ümmetlerin Aleyhindeki Şahitler Kimlerdir?
Kainatın Nizamını. Sağlayan Üç Prensib
Kür'an Okunmak İstendiğinde Ne Yapmak Gerekir?
Müşriklerin İddiasına Göre Peygamber'e Kur'an'ı Kim
Öğretiyordu?
Allah'ın Âyetlerinden Kastedilen
«İbrahim Milleti» Ne Demektir?
Rasülullah'jn Hz. Hamza İçin Yaptığı Yemini Bozup Kefaret
Vermesi
îbn Ebi Hatim'in
rivayet ettiğine göre, bu sureye «En-Neam» Suresi de denilmektedir. Çünkü Allah
Teâlâ, bu surede kullarına ihsan etmiş olduğu nimetleri saymaktadır.
îbn Merduveyh'İn îbn
Abbas ile îbn Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, bu sure hicretten önce
Mekke'de nazil olmuştur.
Nuhas, Mücahid
kanalıyla îbn Abbas'tan, bu surenin son Üç ayeti müstesna, Mekke'de nazil
olduğunu söylemektedir. O son üç ayet ise, Hz. Peygamber (s.a) Uhud'dan dönerken
Uhud İle Medine arasında nazil olmuştur.
îbn Abbastan gelen bir
rivayete göre, 95-96. ayetler dışında surenin tamamı Mekke'de nazil olmuştur.
Umeyye el-Ezdi, Cabir
b. Zeyd'den, bu surenin 40 ayetinin Mekke'de diğer ayetlerininse Medine
döneminde nazil olduğunu rivayet etmektedir.
Bu sure 128 ayettir.
Tabersi ve bazı müfessirler bu sayıda ihtilaf olmadığını söylemişlerdir.
Ed-Dânî, «Kitab'ul-Aded» adlı eserinde, bu surenin ayetlerinin 93 olduğunu
söylemektedir.
îcma'a göre bu surede
dört mensuh ayet vardır. Fakat ihtilaflı bir görüşe göre mensuh ayet sayısı
l'dir.
Surenin 68. ayeti
balansından (nahl) bahsettiği için bu sureye «balansı» anlamındaki «Nahl» adı
verilmiştir. Sure 2840 kelime, 77.707 harften ibarettir.
Celâleddin Suyutî, iki sure arasındaki münasebet ile ilgili olarak şunu söylemiştir: Hicr Suresi'nin son ayeti bu surenin ilk ayeti ile sıkı bir şekilde irtibatlıdır. O son ayette «Ya'tike», bu ilk ayette ise «Eta» fiili kullanılmıştır. Yani önce muzari, sonra mazi sigası getirilmiştir. Sabit olduğuna göre, istikbal mazinin önündedir. [1]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
1- Artık Allah'ın emri geldi. Onu
istemekte artık acele etmeyin. Allah onlann koştukları ortaklardan
münezzehtir, yücedir.
2- Allah
melekleri kullarından dilediği kimseye, emrinden bir ruh ile, «Benden başka
mabud olmadığına dair (insanları) uyarın ve benden sakının» (diyerek)
indirir.
3- Allah
gökleri ve yeri hak ile yarattı. Allah onlann koştukları ortaklardan
münezzehtir.
4- O inşam
bir damla meniden yarattı (fakat bir de
bakarsın ki) insan Rabbine apaçık bir hasım olmuştur!
5- Hayvanları da O
yarattı. Onlarda sizin için ısıtacak şeyler ve daha birçok
faydalar vardır. Onlann etlerini de yersiniz.
6- O
hayvanları (akşamleyin) getirirken,
(sabahleyin de meraya) götürürken, sizin için onlarda bir güzellik
vardır.
[2]
(1) «Artık
Allah'ın emri geldi. Onu...» Bu Ayetin Tefsiri
«Emr» ile kastedilen,
el-Bahr'da da ifade edildiği gibi, Kıya-met'tir.
tbn Merduveyh, Dahhak
ile İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir. «Allah'ın emri ile kastedilen, Hz.
Muhammed'in gönderilmesidir.»
tbn Cübeyr'e göre
emir'den maksat azabın inmesidir. Yani Allah'ın peygamberine va'dettiği yardım,
zafer ve düşmanları öldürmek, esir etmek, mallarının yağmalanması, ev ve
yurtlarının elde edilmesi tarzındaki işlerdir.
îbn Cerir ve bazı
mtifessirler Dahhak'tan emir ile hükümlerin, hududlann ve farzların
kastedildiğini rivayet etmişlerdir. Ancak bu görüş, çok uzak bir ihtimaldir.
Çünkü hiç kimseden Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ın farzlarının hemen gelmesini
talep ettiği, hadlerin hemen gelmesini istediği sabit olmamıştır. Emrin
gelmesi, onun yaklaşmış olmasıdır. Veyahut onun başlangıcı gelmiş demektir.
«Fela testa'ciluhu»
fiilindeki zamir, zahire göre «emr»e raci-dir. Çünkü burada emirden
bahsedilmektedir.
Bazılarına göre bu
zamir «Allah» lâfzına racidir. Yani «AU îah'tan azabı veya Kıyametin kopmasını
acüen istemeyin».
Onların azabı acilen
istemeleri her ne kadar istihza yoluyla ise de hakikat üzere hamledilmiştir. Ve
böyle bir istihzadan neh-yolunmuşlardır.
îbn Abbas, «Kıyamet
yaklaştı, ay yarıldı» (Kamer: 1) ayeti nazil olduğunda, kâfirlerin; «Muhammed
KıyameVin yaklaştığını iddia ediyor. Gelin de yapmakta olduğumuz bazı
davranışları ter-kedelim ki bakalım ne olacak?» dediklerini ve bir şeyin
inmediğini görünce de, «Biz bir şey görmüyoruz» diye konuştuklarını naklediyor.
Bunun üzerine insanlar için hesaplarının yaklaştığı bildirildi. Onlar bunun
Üzerine çok korktular. Günler geçtiği halde yine bir şey olmayınca, «Ey
Muhammedi Bizi kendisiyle korkuttuğun azabın geldiğini hâlâ göremedik» dediler.
Sonunda da, «Artık Allah'ın emri geldi» ayeti nazil oldu. O zaman Hz.
Peygamber <s.a) sıçrayarak ayağa kalktı. Halk başlarını kaldırdı ve
gerçekten Allah'ın emrinin geldiğini sandı. O anda da «Sakın onu acele istemeyin»
ayeti nazil oldu. Böylece itminana kavuştular. Bu ayet nazil olduğunda Hz.
Peygamber (s.a), «Ben ve Kıyamet şunların ikisi gibi gönderildik» dedi ve iki parmağıyla buna işaret etti.
Enes b. Malik'ten
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şe-hadet parmağını, orta parmağına
ekleyerek ve ikisine işaretle «Ben ve Kıyamet bu iki parmak gibi gönderildik»
diye buyurdu (Buhari, Müslim). Yani, bu ortanca parmak şehadet parmağından ne
kadar uzunsa, Kıyamet'in kopması da benim zamanımdan o kadar mesafededir.
Bazı rivayetlerde,
«Ben Kıyamet'in kendisinde gönderildim ve onu geçtim. Tıpkı ortanca parmağın,
şehadet parmağından fazla-lığı gibi» buyurduğu belirtilmektedir.
îbn Abbas, Hz.
Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinin, Kıyamet alâmetlerinden olduğunu
söylemiştir,
Cebraü (a.s), Hz.
Peygamber'e (s.a) gönderilmek üzere, gök ehlinin yanından geçtiğinde, onların
hepsi, «Allahu Ekber! Kıyamet koptu» dediler.
Bazı müfessirlere
göre, burada «Emr» ile kastedilen, yalancıların cezalandınlmasidır. Bu
cezalandırılma, kılıçla öldürmek şeklindedir.
Şöyle ki; Nadr b.
Haris, «Ya Rabbi! Eğer bu senin katından gelen bir hak ise, üzerimize gökten
taş yağdır veya üzerimize elem verici azap gönder» diye dua etmiş ve azabı
istemiştir. Bunun üzerine ayet nazil olmuştur. Nadr da Bedir gününde
Öldürülmüştür.
[3]
(2-4) «Allah
melekleri kullarından dilediği...
Bu Ayetlerin Tefsiri
îbn Cerir ile îbn Ebi
Hatim'in, İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, ayette geçen «Ruh» ile
«Vahiy» kastedilmektedir.
Said b. Mensur'un İbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Ruh» kelimesi burada Allah'ın emirlerinden
bir emir, mahlukatından bir mahlûktur. Allah onları Ademoğullan şeklinde
yaratmıştır. Göklerde her gelen melekle beraber ruhtan bir tanesi vardır. İbn
Abbas, bunları söyledikten sonra «Ruh'un kaim olduğu ve melekle* rin saf
tuttuğu gün» ayetini okudu.
Mücahid'den rivayet
olunduğuna göre, her inen meleğin yanında bir ruh vardır ve onu korumaktadır. O
melekle konuşmaz, melek de onu görmez. Allah'ın hiçbir mahlûku da onu görmez
(tbn Cerir, İbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim).
Abdurrezzak ve îbn Cerir, «Ruh»u, «Vahiy ve Rahmet» ile yorumlamışlardır.
îbn Ebi Hatim'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre,«22uft» tan maksat nübüvvettir.
Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre, «Ruh» ile «Kutan» kastedilmektedir (îbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh).
Rebî' b. Enes'ten rivayet edildiğine göre, Rabbimiz ne ile konuşursa, o ruhtur ve O'nun emrindedir (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim). Yani melekler vahiy ve rahmet ile Allah'ın dilediği kulunun üzerine inerle'r, onlardan peygamberler seçerler. Ki o peygamberler de Allah'tan başka mabud olmadığım ilân etsinler.
«O inşam bir damla meniden yarattı». Busr b. Cehaş'tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) bir ara mübarek elinin ayasına ağzından bir tükürük bırakarak şöyle buyurdu:
«Allah der ki: Sen beni nasıl aciz bırakacaksın. Oysa seni bunun bir benzerinden yarattım. Seni müsavi bir hale getirttim. Seni görür hale koydum. Yer için senden bir kazık kıldım. Sen mal top-ladin ve sakladın. Ta ki ölünceye kadar. O zaman, «Ben tasadduk ediyorum» dedin. Acaba sadaka zamanı nerede?» (Yani malı top-ladm ve harcamadın. Sekerata düşünce de bol bol sadaka ve ihsan va'dettin. Ama artık onlar senin elinden çıkmış, mirasçılarının olmuştur. Sen ancak mallarının üçte birine hükmedebilirsin) (İbn Sa'd, İmam Ahmed, İbn Mâce, Hakim).
(5) «Hayvanları da O yaratU...» Bu Ayetin Tefsiri
îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, «Dıf'un» kelimesi ile kastedilen, elbiseler; «Faydalar» ile de yeyip içtiğimiz şeylerdir (îbn Cerir, İbn Ebi Hatim).
Abdurrezzak ile el-Feryadfnin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «Faydalar» ile kastedilen her hayvanın soyudur.
Deylemî'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Bereket koyunda, güzellik devededir».
Urve el-Bakır'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Develer sahipleri için ibret, koyunlar da berekettir» (îbn Mâce).
(6) «O hayvanları (akşamleyin) getirirken...» Bu Ayetin Tefsiri
Katade'den rivayet olunduğuna göre, ayette geçen «Cemâlin» lâfzı halkın gözünde süs ve azamet demektir (Abdurrezzak ve Âbd b. Humeyd).
Bu surette terkibin güzelliği, azaların mütenasip oluşundan ileri gelmektedir. Ahlâkta ise, güzel ahlâka sahip olmalarından, fiillerde, maslahata uygun işler yapmalarından ileri geliyor. Çünkü onlar mazarratı uzaklaştırır, menfaatleri celbeder.
«Cemal» lâfzı masdardır. Müzekkeri, Cemil ve Cemal, müen-nesi. Cemile ve Cemla'âır. Yani onları, akşamlan ağıllarına çevirip getirdiğinizde, sabahları da ağıllarından çıkarıp meraya götürdüğünüzde, onlarda sizin için bir güzellik vardır. Evleriniz onlarla süslenir. Onlara sahip olanlar, bakanların gözlerinde azametli görünür.
Allah Teâlâ, Önce «İstirahat» vasfını zikretmiştir. Çünkü isti-rahate çekildiklerinde güzellik daha açık ve belirgindir. Zira karınları doymuş, memeleri sütten taşmış halde gelirler. [4]
7- (Bu hayvanlar) ancak kendinize eziyet vererek varabileceğiniz şehirlere, sizin ağırlıklarınızı (mallarınızı taşırlar. Kuşkusuz ki Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir.
8- (O Allah), atları, katırları ve merkepleri binmeniz ve 3Üs olarak (kullanmanız) için yarattı. O daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri de yaratmaktadır.
9- Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğri olanları da vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.
10- Gökten (bulutlardan) suyu indiren Odur. O suda sizin için hem içecek vardır, hem de ondan ağaç (lar) meydana gelir. (Onlarla hayvanlarınızı) otlatırsınız.
11- Allah o su ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer ürünlerden bi tirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için ayet (ibret) Ier vardır.
12- O, geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı size müsahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmişlerdir. Kuşkusuz ki bunda düşünen bir toplum için ayet (ibret) Ier vardır.
13- Yeryüzünde sizin için bitirdiği çeşitli renklerdeki (ürünleri de size müsahhar kıldı). Kuşkusuz bunda düşünen bir top* lum için ayet (ibret) Ier vardır.
14- O (Allah) ki taze et (balık) yemeniz ve takacağınız süsler çıkarmanız için, size denizi müsahhar kılmıştır. Gemilerin denizde suları yara yara gittiğini de görüyorsunuz. (Bunların hepsi) O'nun lütfunu aramanız içindir. Umulur ki (O'nun nimetlerine) şükredersiniz! [5]
(7) «{Bu hayvanlar) ancak kendinize eziyet...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ağırlıklarınız» anlamında karşılığını verdiğimiz «Eşkal» kelimesi, insanların yedikleri, içtikleri, kullandıkları eşyalardan meydana gelen yükler anlamındadır. Bizzat İnsanların bedenleri anlamında da kullanılmış olması mümkündür. Nitekim bu ikinci anlam, Zilzal Suresfndeki şu ayetle sabittir: «Yer ağırlıklarını (Yani kabirlerde yatan insanların cesetlerini/bedenlerim) çıkardığı zaman,,.». Fakat bazı müfessirler bu ayetteki «ağırlıklar» ile, toprağın içindeki hazinelerin de kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir.
«Beled» kelimesiyle kastedilen, İkrime'nin yorumuna göre Mekke şehridir. Bazılarına göre kastedilen herhangi bir şehir, yani her beldedir.
«Şıkk» kelimesi meşakkat ve son derece yorgunluk anlamındadır. Bu kelime aynı zamanda «yarı» mânâsında da kullanılır ki bu ayette bu mânânın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yani; «Sizin kuvvetten düşmek ve kuvvetinizin yansının eksilmesi suretiyle, ancak ulaşabileceğiniz beldelere bu hayvanlar yüklerinizi götürürler».
Bu kelime, «Dağın bir tarafı» anlamında da kullanılmıştır. Allah Teâlâ, burada yük taşıyan hayvanlardan develeri kastetmektedir. Çünkü koyunlardan sadece süt ve etleri için yararlanılır. Sığırlar ise, ekin sürmekte kullanılır. Develer de yük taşımakta kullanılır.
Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
«Bir kimse sırtına yük yüklediği bir sığın sürerken, sığır sahibine döner ve der ki: «Ben bu yük için yaratılmadım, ben sadece ekin sürmekte kullanılmak için yaratıldım». Bunun üzerine orada bulunanlar, Hz. Peygamber'e (s.a), «Sığır mı konuştu?» diye sordular. Hz. Peygamber de «Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanmışızdır» diye cevap verdi (Müslim).
îşte bu hadis sığırın yük taşımak veya üzerine binmek için değil, sadece ekin sürmek, etini yemek ve sütünden yararlanmak için kullanılacağını göstermektedir.
Bu ayete göre, hayvanlara binilerek yolculuğa çıkmak caizdir. Ancak hayvana gücünün üstünde yük taşıtılmamalı ve ona yol esnasında zahmet verilmemelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), hayvanlara şefkatle davranılmasını, dinlendirilmelerini, suyuna ve yemine önem verilmesini emretmiştir.
Ebu Davud'un Müseyyib b. Adem kanalıyla rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir:
«Hz. Ömer'i bir deveciyi döverken gördüm. Ona şöyle diyordu; «Devene taşıyamayacağı yükü yüklemişsin».
(8) (O Allah), atları, katırları ve merkepleri...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ'nın «el-En'am» kelimesinden sonra ayrıca, at, katır ve merkebi zikretmiş olması, bu hayvanların «en'am» kelimesi Kapsamına girmediğini gösterir.
Bazı mtifessirler ise, aynı kapsama girdiklerini ve fakat, bu hayvanlar daha çok binek için kullanıldıklarından ayrıca zikredil-diklerini söylemişlerdir. Çünkü at, katır, merkep binek hayvanlarıdırlar.
Kurtubî, İbn Kasım kanalıyla îmam Malik'ten, onun bu ayeti okuduktan sonra, «At, katır ve merkep yemek için değil, binmek ve süs için yaratılmışlardır» dediğini nakletmektedir. Bu nedenle Maliki mezhebi ulemasına göre, at, katır ve merkep etlerinin yenmesi caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ'nın bu hayvanların binek ve ziynet amacıyla kullanılmaları için yaratıldıklarına dikkat çekmiş olmasından, bu hayvanların bu amaçlar dışında kullanılmayacakları anlaşılmaktadır.
«En'am» hakkında ise, onların etlerinden yenileceği beyan edilmiştir. Onlarda yararlar olduğu halde onların etlerinin yenile-bileceği kayıtlıdır. Yani, meşru bir şekilde boğazlandıktan sonra bu hayvanlardan yararlanılabilir. Nitekim İbn Abbas ve Hakem b. Uteybe, bu ayetle istidlal etmişlerdir. Hakem, «Allah'ın Kitabı'nda at eti haram kılınmıştır» dedikten sonra bu ayeti, kendisinden önceki iki ayetle birlikte okumuştur. İbn Abbas ise, at etinin yenilip-yenilemeyeceği kendisine sorulduğunda, o bunu mekruh görerek mezkûr ayeti okumuştur.
îmam Malik, Ebu Harüfe ve arkadaşları (İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed), Evzai, Mücahid, Ebu Ubeyde ve bazı mücte-hidler bu ayetle istidlal etmişlerdir.
Halid b. Velid'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hayber günü, at, katır ve merkep etlerini, dişleriyle yırtıcı hayvanların ve pençeleriyle yırtıcı kuşların etlerini haram kılmıştır (Ebu Davud, Neseî, Darekutni).
Cumhur-u Fukaha ile ehl-i hadis'e göre, at eti helâldir, mubahtır. Bu Ebu Hanife'den de rivayet edilmiştir. Bu görüş, Şafii mezhebinde de makbul görülmüştür. Kurtubî, at etinin helâl olduğuna dair görüşü doğru olarak bulmaktadır. Yani ona göre at eti yenebilir. Bu hususta ayet ve hadislerde kesin bir delil yoktur. Çünkü ayette at etinin haram olduğuna delâlet edebilecek kesin bir kayıt bulunmamaktadır. Nitekim bu sure, hicretten önce Mekke'de nazil olmuştur. At etinin haramlığma delâlet etseydi, merkep etinin de haram oluşuna delâlet ederdi ve Hz. Peygamber (s.a) ikinci bir kez Hayber Günü'nde merkep etinin haram olduğunu söylemezdi. [6]
Katır ve merkep etinin yenilmeyeceği hususunda ittifak edilmiştir. Ayrıca atlarda zekât olmadığı hususunda da bu ayet bir delil teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, bunları bize mubah kıldığını, yararlarıyla onları bize ikram etiğini nimetlerin sebeplerinde zikretmiştir. Bu bakımdan onlar hakkında ikinci bir zorluk, bizim için ancak bir delille sabit olabilir.
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Kölesi ve atı üzerinde müslümamn boynunda bir zekât yoktur» (İmam Malik).
Yine Ebü Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «At ve kölede zekât yoktur. Köledeki zekât sadece fıtr zekâtıdır» (Ebu Davud).
İmam Malik, îmam Şafii, Evzai, Leys, Ebu Yusuf ve İmam Mu-hammed bu görüştedirler.
Ebu Hanife, «Ağızlarıyla otlayan atlar için, eğer dişi iseler hepsi, erkek iseler her biri için bir dinar zekât verilmelidir)} de-mistir. Dilerse sahipleri onları değerlendirir ve her iki yüz dirhem için beş dirhem zekât çıkarır. Bu hususta Ebu Hanife, Hz. Peygamber'den (s.a) gelen şu rivayeti delil olarak göstermiştir: «Ağzıyla otlayan atların her biri için bir... vardır.» Ayrıca, «Allah onların boyunlarında ve sırtlarındaki hakkını unutmamıştır» şeklinde bir başka hadis daha vardır. Fakat Ebu Hanife'nin istidlal ettiği hadislerle ilgili olarak, Kurtubî'nin tefsirinde çeşitli cevaplar (itirazlar) nakledilmiştir. (Bkz. Kurtubi, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 78)
«Ziynet» kelimesi mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani, «Allah bunları size ziynet olarak kılmıştır».
«Ziynet» her ne kadar dünya metamdan ise de, Allah Teâlâ, burada kullarına ruhsat vermiştir. Hz. Peygamber (s.a) ise, «Ddve, sahipleri için izzet, koyun ise berekettir. Atın alnında da hayr vardır» buyurmuştur (îbn Mâce).
Hz. Peygamber'in (s.a) develer için «izzet» tabirini kullanmasının nedeni, onlardan hem elbise, hem yiyecek, hem süt, hem yük taşıyıcılığı ve hem de savaşla ilgili yararlanıldığı içindir. Koyunlar berekettir. Çünkü onlar elbise, yiyecek, süt ve çokça yavru vermeleri nedeniyle bereketlidirler. Ayrıca sahipleri karşısında uysaldırlar. Hayrın atların alnında olmasına gelince, ganimet onların sırtında elde edilir, düşman onların sayesinde kahredilir. Onlar Allah'ın kelimesinin yayılması yolunda kullanılırlar.
«O daha sisin bilmediğiniz nice şeyleri de garatmaktadtr», yani toprağın, denizin altında, diğer yıldızlarda Allah Teâlâ'nın ya-rattığı daha nice şey vardır ki bizim beşer olarak bilgimiz onlara yetişmemektedir. Onları ne görmüş ne de işitmişizdir. Allah Teâlâ, cennette de cehennemde de, her iki yurdun ehline de, gözün gör-mediği, kulağın işitmediği, bir beşerin kalbine hutur etmemiş şeyler yaratacaktır.
Katade ve Süddî, burada elbiselerdeki güvenin, meyvalardaki kurtçukların kastedildiğini söylemektedirler.
tbn Abbas, arşın altında bir çeşmenin, arşın sağında ise nur-dan bir nehrin olduğunu, bunların yedi kat gök, yedi kat yer kadar olup, denizler kadar bulunduğunu söyler. Cebrail oraya girip, her zaman yıkanır. Nuruna nur, güzelliğine güzellik katlanır. Sonra silkelenir. Allah Teâlâ onun her tüyünden yetmişbin katre çıkarır. Her katreden yedibin melek yaratılır. Onlardan her gün yet' mişbin melek, Beyt'ul-Mamur'a, yetmişbin melek de Kabe'ye girer. Artık Kıyamet'e değin, bir kez giren o meleklere sıra gelmez [7]
«Bilmediğiniz nice şeyler» ifadesinden şunlar da anlaşılabilir:
Eskiden insanlar taşıma ve yükleme aracı olarak büyük ölçüde hayvan gücünden yararlanmış oldukları halde, zamanla, özellikle günümüzde taşıma araçları gerek çeşitlilik, gerekse hız bakımından akıllara durgunluk veren bir gelişme göstermiştir. İşte yukarıdaki ayette geçen «Bilmediğiniz nice şeyler» ifadesi bu gelişmeye işaret etmektedir. Kuşkusuz bu gelişme, Allah Teâlâ'nın insanlara en büyük lûtfundan biridir. Muciz olan Kur'an'ın bu işareti tahakkuk etmiştir. Ve daha bilmediğimiz, insan ilminin kapsayamayacağı kimbilir nice şeyler olacak ve ileride gelecek nesiller on-lan görebileceklerdir.
Bir görüşe göre, bu cümle Hz. Peygamberdin şu hadisine işaret etmektedir:
«Beyaz bir arazi vardır ki onun genişliği güneşin 30 gün seyretmesi kadardır. Allah'a ancak yeryüzünde isyan edilebileceği kaidesini bilmeyen mahlûklarla doludur». Sahabe onların Ademoğul-ları'ndan olup olmadığını sorunca Hz. Peygamber (s.a), onların Allah'ın Adem'i yarattığını bilmediklerini söyler. Bu sefer sahabe îblis'in onlarla ilgisinin ne olduğunu sorunca, Hz. Peygamber (s.a), onlann Allah'ın îblis'i yaratmış olduğunu bilmediklerini söyleyerek, bu ayeti okur.
Beyhakî'nin, Şa'bi'den naklettiği şu rivayet de aynı manâdadır:
«Endülüs'ün maverasında, bizimle Endülüs arasındaki bir mesafe kadar olan mesafede, Allah'ın bazı kullan vardır. Bunlar herhangi bir mahlûkun yaptığı gibi, Allah'a isyan etmezler. Çiftçilik yapmadıkları gibi, ziraatleri de yoktur. Hiçbir iş bilmezler. Kapı-lannda ağaçlar vardır ve o ağacın meyvalan onlann yiyecekleridir. Onlann yine öyle geniş yapraklı bir ağaçlan vardır ki, o yapraklar onların elbiseleridir».
Beyhaki bu rivayeti, «eUEsma ve's-Sıfat» adlı eserinde zikretmiştir. Nitekim bu ayetin tefsirinde bu tür hadiseler de nakledilmiştir. Bunların sıhhat derecelerine işaret edilmeyerek geçiştirilmiştir. Biz bunları malûmat kabilinden zikrettik. En doğrusunu Allah bilir.
Siddık Hasan Han, «Feth'ulBeyan» adlı tefsirinde, İbn Mer-duveyh'in îbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadisi nakletmiştir: «Allah'ın mahlûkatı içinde bir ağaç vardır ki o ağaç incilerden yaratılmıştır». Müfessir daha sonra bu hadisin uydurma olduğuna dair bazı deliller zikretmiş ve «İşte bu sisin bilmediğiniz nice şeylerdendir» diyerek, bunları bizim bilemeyeceğimize işaret etmiştir.[8]
(9) «Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğri..m Bu Ayetin Tefsiri
«Kasd» kelimesi fail vezninde masdardır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle anlaşılır:
«Doğru yola kasteden (yönelen) bir kimsenin,hidayeti, daha önce verilmiş İlâhi va'de binaen Allah'ın fazlı iktizasınea mutlaktır».
Bazıları, ayetteki muzafın mukadder olduğunu söylemişlerdir. Yani; «Doğru yolu beyan etmek Allah'a düşer».
«Yol» ile kastedilen İslâm'dır. Onun beyanı ise, peygamber göndermek, kitaplar indirmek, hüccet ve deliller ortaya koymak suretiyle olur. «Yoldaki kasd» ile de, yolun matluba götürmesi maksuddur. Yani, matluba götürecek yolun beyanı Allah'a aittir.
Bazı müfessirlere göre, «yolun eğri olanları» ile kastedilen, yol sahipleridir. Yani o yollarda yürüyenlerden bazıları hak yoldan sapmış ve bir daha onu bulamamışlardır.
Bu kimselerle, bazıları değişik görüşlerin sahiplerinin, bazıları da küfür milletlerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Yani hak yol İslâm'dır. Zulüm, cehl, dalâlet yolu ise, Yahudilik, Hıristiyanlık ve küfrün diğer kollarıdır.
Bazılarına göre yolun doğrusu, tertemiz olan «sünnet-i seniy-ye»âir. Yolun sapmışı ise, sonradan peydan olmuş, halkı dalâlete götüren tüm bidatlardır.
îbn Abbas bu ayetin yorumunda şöyle demiştir: «Hidayeti de dalâleti de beyan etmek Allah'a düşer. Bazı zulüm, yolları vardır, İslâm'ın dışında bulunan değişik yollar bulunur ki bu yollardan giden Hak'tan uzaklaşır.»
Katade, «Onun helâlini-haramını, taatini-isyanını beyan etmek Allah'a düşer» demektedir.
Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre, o bu ayeti, «Sizin içinizde Hak'tan sapanlar vardım şeklinde okumuştur.
«Allah dileseyâi hepinizi doğru yola iletirdi»; yani eğer Allah açık, sahih ve kesinlikle hak bir yola hepinizi iletmek isteseydi, hiç kuşkusuz bunu yapardı. Fakat bunu dilemedi. Onun dilemesi, sadece yolu göstermeyi iktiza etmiştir.
Nitekim başka bir ayette, «Onu iki yola hidayet ettik» diye buyurulmuştur. Bilfiil yola hidayet etmesine gelince, bu, kullar içinde kâfirlerin olmamasını gerektirir. Müslümanlar içinde de ateşi hak etmiş olanlar bulunmamalıdır. Oysa Allah'ın dilemesi, insanların bazılarının mümin, bazılarının ise kâfir olmasını iktiza etmiştir. Bu ayette Kaderîyye mezhebinin görüşünün reddedilmesine dair çlelil mevcuttur.
(10) «Gökten (bulutlardan) suyu indiren...» Bu Âyetin Tefsiri
«Gökten», yani bulutlardan suyu indirdik. Veyahut gök tarafından suyu (yağmuru) indirdik.
Ayette geçen «şerab» kelimesi, halk dilinde kullanılan ve içilmesi haram olan «Hamr» (şarap) değildir. Bu kelime, içilen su anlamındadır. «Şecer» kelimesi ise köklü veya köksüz bitki demektir.
(11) «Allah o su île sinin için, ekinler..,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette Önce ziraat (ekinler) sözkonusu edilmiştir. Çünkü gıdaların temeli, maişetin direği ve insanlık âleminin çoğunun yaşamak için muhtaç olduğu besindir. Daha sonra zeytin zikredilmiştir. Çünkü zeytinde hem katık, hem de meyva olma özelliği bulunduğu için üstünlük vardır. Nitekim doktorlar zeytinin birçok yararını sayıp durmaktadırlar. Bu yararlar tıp kitaplarında zikredilmiştir. Sonra hurma zikredilmiştir. Çünkü hurma, üzüme nispeten daha devamlıdır. Nitekim bazı ağaçlarının ömrü yüz yık geçer. Zeytin ise hurmadan daha devamlıdır. Çünkü bir zeytin ağacı bazen bin yıl yaşayabilir. Hurmanın meyveleri çoğu zaman gıda yerine geçer. Nitekim hurması olan bir ev halkının aç kalmayacağı söylenilmiştir: Hurma daha çok kurak ve kumsal topraklarda yetişir. Mesela Medine'de, Irak ve Mısır civarında olduğu gibi.
«ELE'nab» lafzı, (Rağıb el-İsfehanî'nin de dediği gibi) üzüm için kullanıldığı gibi, üzüm bağına da denir. Zahire bakılacak olursa, bu ayette ikinci mânâ kastedilmiş olmalıdır.
Zikredilen yağmurun indirilmesi hadisesinde ve onun vasıtasıyla çıkan meyvalarda, Allah Teâlâ'nın ulûhiyette tek oluşuna delâlet eden birçok ayetler vardır. Çünkü yağmurun bu düzenlilikte yağması, meyvalann, bitki ve ağaçların bu nizam içerisinde meydana gelmesi, O'nun kudretinin kemâline, hikmetinin sonsuzluğuna delâlet eder. Bu eserler, onları yapan ustanın sonsuz ilim, hikmet ve kudrete sahip olduğunu ortaya koyar. Elbette bu, tefekkür eden kimseler için böyledir. Çünkü bir dane veya bir çekirdek yere atıldıktan sonra, nem ona nüfuz eder, o çatlar, ondan damarlar toprağa yayılır. Hatta toprak taş gibi katı olduğu halde, o damarlar yine de toprağı delip giderler. Yukarısı rengârenk çiçekler verir. O çıkan kökler dallar verir, o dallarda yapraklar çıkar, çiçekler açar. Daneler üzerinde durur. İşte tüm bunları düşünen bir insan, son tahlilde sonsuz bir kudrete, kuvvet, kemâl ve hikmete sahip olan zatın varlığına ve birliğine iman eder.
(12) «O geceyi, gündüzü ve...» Bu Ayetin Tefsiri
Gece ve gündüz; uykunuz, istirahat etmeniz, yararlı işlerde Çalışabilmeniz, ekinlerinize, bağ ve bahçelerinize bakmanız için, Allah tarafından size müsahhar kılınmıştır. Güneş ve Ay seyirlerine devam ederler. Âlemi aydınlatırlar. Ağaçların, ekin ve meyvalann olması, renk alması ve diğer tesirlerin meydana gelmesi için, Allah onları da bize müsahhar kılmıştır. Bu bizim dilediğimiz şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunabileceğimiz anlamına gelmez. Onlar üzerindeki tasarruf Allah'ın elindedir. Allah Teâlâ'nın tasarrufu üzerine, bizim yarar ve maslahatlarımız tahakkuk eder. Adeta onlar bize boyun eğdirilmişlerdir. Sanki bu tasarruflar bizim İrademiz istikametinde gelişir.
Bazı müfessirler «tashir»in asıl anlamının cebren sevketmek olduğunu söylerler. Cemâdat olan Güneş ve Ay'dan böyle bir cebrin şevki uzak bir ihtimaldir. Bu tahakkuk etmez. Bu bakımdan «tashir» burada, «istenilen yarar istikametinde hazırlamak» demektir. Sabit olsun, gezici olsun, göklerin etrafında yayılan, nur ve ziya veren, karanlıkları aydınlatan ve her biri kendi yörüngesinde takdir edilen şekilde hareket eden, bundan ne az ne de fazla yapmaya gücü yetmeyen, hepsi de Allah'ın kahr ve sultası altında bulunan yıldızların tümü Allah tarafından insanoğluna mü-sahhar kılınmıştır. Nitekim Allah diğer ayetlerinde de bu hususa dikkatleri çekmiştir:
«Rabbiniz o Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Son-ra arşa istiva etti. Gece ile gündüzü örttü. Hiç aralıksız gece, gündüzü izlemektedir. Güneş ve Ay O'nun emriyle müsahhar kılınmışlardır. İyi bilin ki halk da, emir de O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan, her türlü ortaktan münezzehtir. Bunda Allah'ın apaçık kudretine, büyük saltanatına delâlet eden nice deliller vardır. Bu delillerden ancak Allah'ın yaptıkları üzerinde akleden, delillerinden anlayan kimseler istifade edebilirler, ders alabilirler.»
(13) «Yeryüzünde sizin için bitirdiği çeşitli renklerdeki...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, önce göklerdeki alâmetlere dikkat çektikten sonra, yerde yaratmış olduğu şaşkınlık verici canlılara, madenlerden eşyalara, bitkilerin ve cemadadm renk ve şekilleri ayrı olanlarına, onlardaki yararlara ve hususiyetlere dikkatleri çekmektedir. Allah'ın nimetleri üzerinde düşünüp şükreden kimseler için, «Bunlarda Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden türlü türlü deliller vardır» diye buyurdu.
«Zeree» fiili «Yarattın anlamındadır. Zürriyet kelimesi de bu kelimeden alınmadır. Yani, Allah'ın ins ve cinnin neslinden yarattıkları demektir. Yeryüzünde yayılmış canlılar, eti yenen evcil hayvanlar, ağaçlar, meyvalar, Allah Teâlâ hepsini insanlar için müsahhar kılmıştır. Yani Allah, semadaki ve arzdaki tüm varlıkları insanoğlunun emrine vermiştir. Bu «teshir» de, yani, öz ve şekilleri değişik olan fakat asıl itibariyle müttehid bulunan bu mahlü-katın «teshir»inde apaçık alâmetler vardır. Düşünüp de ibret alan, ibret alıp da matlûba delâlet eden alâmetleri gören kimseler için nice dersler vardır.
(14) «O (Allah) ki taze et (balık) yemeniz ve...» Bu Ayetin Tefsin
«ELBahr» kelimesiyle kastedilen, tuzlu veya tatlı sulardan meydana gelen denizlerdir. İşte Allah, ondan avlanarak alıp yemeniz için, içinde balıklar var ettiği denizleri insanlara müsahhar kılmıştır.
«Tariyyen» (taze) kelimesinin burada kullanılmasının nedeni, balığın çok bekletilmeden (hemen) yenilmesine işaret etmek içindir. Çünkü balık hemen yenmezse bozulur.
Doktorlar, balığın bozulduktan sonra yenilmesi halinde, zehirlenmeye yol açacağım tıbben izah etmişlerdir. Yarattığı varlıkları herkesten daha iyi bilen, kullanılması yarar veya zarar sağlayan şeyleri daha iyi bilen Allah, her türlü ortaktan münezzehtir. Nitekim bu ayet Allah Teâlâ'nın kudret ve kemâlinin sonsuzluğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ tatlı ve taze eti, acı ve içümez mahiyette olan bir su içinde yaratmıştır.
Alimler, ölüp de su üzerine çıkan balıkların yenmesi, zehirlenme bahis konusu olduğundan dolayı mekruhtur demişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber;«Üzerinden su çekilen haliktan yeyin. Dalgalar tarafından sahile atılan balıkları da yeyin. Fakat ölüp de, su üzerine çıkan "balığı yemeyin» diye buyurmuştur. Burada «denizin ölüsü» üe kastedilen dalgalar tarafından kenara atılmış balıklardır. Yoks buradan kastedilen denizin içinde ölen balıklar değildir.
«Takacağınız süsler çıkarmamz için», meselâ inci denizde yaşayan sedeften çıkarılır. Bu, Hind Okyanusu'nda çok bulunur. Yi-ne mercan da, denizin derinliklerinde biter. Tunus ve Cezayir'in önlerinde, Akdeniz'in derinliklerinde mercan adaları bulunur.
Büyük tefsir alimi Mustafa el-Meraği tefsirinde şunları söylemektedir:
«Tunus ve Cezayir Önlerindeki mercan adaları yetiştikten sonra, Fransız devleti onları biçer ve müslümanlara satardı. Müslümanlar bu durumdan haberdar bile değillerdi. Öyle ki Kur'an'ı hiç okumamışlardı sanki. Adeta bu yeryüzünde yaratılmış değillerdi. Sanki, aEy Rabbimiz! Biz bunu çıkarmıyoruz, fakat çıkaranlardan alacağız» diyorlardı. Bu mubah olan çalışma, sanki onlara hitap etmiyordu. îşte bundan dolayı Allah'ın kendilerine helâl kıldığını nefislerine haram kılmış oldular. 1886'da çıkarılan mercan 778.000 kg. idi. O günkü para ile 5.750.000 frank ediyordu.» [9]
«Gemilerin denizde suları yara yara gittiğini âe görüyorsunuz», yani gemiler önleriyle denizin sularını yara yara bir ülkeden diğerine gitmektedirler. Bir ülkede bulunmayan mallan diğerine, orada olmayanı da berikine taşırlar. İşte Allah, gemilere binmek suretiyle, ticaret yaparak fazlından, rızkından aramanız için denizleri size müsahhar kıldı. Bu nimetler karşısında umulur ki, Rabbi-nize şükredersiniz! [10]
15- Sizi sarsmasın diye yeryüzüne sağlam dağlar yerleştirmiştir. Doğru yolu bulaşınız diye ırmaklar ve yollar (meydana getirmiştir).
16- Başka alâmetler de (yarattı). Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.
17- Acaba yaratan (Allah) hiç yaratmayan (putlar) gibi midir. Hâlâ düşünmüyor musunuz?
18- Şayet Allah'ın nimetlerini saymaya kalkmış olsanız, onları bitiremezsiniz. Gerçekten Rabbin çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
19- Allah gizlediğinizi de, açıkladığınızı da bilir.
20- Allah'tan başka taptıkları (putlar) hiçbir şey yaratamazlar. Üstelik onların kendileri yaratılmıştır.
21- Onlar diriler değil Ölülerdir. Ne zaman diriltilecekleri-ni de bilemez, sezemezier.
22- Sizin mabudunuz bir tek mabuddur. Ancak Ahiret'e iman etmeyenler var ya, işte onların kalpleri inkarcıdır. Kendileri de böbürlenen kimselerdir.
23- Hiç şüphesiz Allah onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da bilir. O, büyüklük taslayanlan asla sevmez!
24- Onlara «Rabbiniz ne indirdi?» diye sorulduğu zaman, «öncekilerin masallarını» derler.
25- Kıyamet Günü'nde kendi günahlarının tamamını ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarım yüklenmeleri için böyle dediler. Bak, ne kötü bir şeyi yüklenmiş oldular?
26- Onlardan öncekiler de hile (çeşitli plânlar) yapmışlardı. Sonunda Allah (in emri) onların binalarına temelinden geldi de böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. O azap onlara, anlayamadıkları bir yerden geldi. [11]
(15) «Sizi sarsmasın diye yeryüzüne...» Bu Ayetin Tefsiri
«Revasiye» kelimesi sabit dağlar anlamındadır. KûfeKler bu ayeti «Sizi sarsmasın diye», Basralı alimler ise, «Sizi sarsar diye» şeklinde yorumlamışlardır.
Vehb b. Münebbih şöyle der:
«Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında, yeryüzü durmadan sağa-sola yalpa vuruyor, alabora oluyor, dönüyordu. Melekler, «Bu yeryüzü üstünde hiç kimseyi dosdoğru durdurmaz» dediler. Sabahladıklarında yeryüzünün sabit dağlarla durmuş olduğunu görünce, bu dağların nereden yaratılmış olduğunu anlayamadılar.»
Hz. Ali'den gelen bir rivayet ise şöyledir:
«Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığı zaman, o sağa-sola yalpa vur du ve şöyle dedi: «Ey Rabbim! Üzerime günah ve kötülük işleyen' leri mi yükleyeceksin? Üzerimi pis kokan nesnelerle mi dolduracaksın?» Bunun üzerine Allah Teâlâ, «sizin görebildiğiniz ve göremediğiniz dağlarla onu istikrara kavuşturdum» diye buyurdu».
Enes b. Malik'ten gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında, yeryüzü sağa-soîa yalpa vurmaya başladı. Sonra dağları yaratarak, onları yeryüzüne çaktı ve yeryüzü böylelikle istikrar buldu. Melekler dağların şiddetinden hayrete düşerek şöyle sordular: «Ey Rabbîmiz! MahlûkaUn içinde dağlardan daha şiddetlisi var mıdır?» Allah Teâlâ, «Ateş vardır» deyince, melekler ateşten daha şiddetlisinin olup olmadığını sordular. Allah Teâlâ «Su vardır» deyince, melekler sudan daha şiddetlisi olup olmadığını sordular. Allah rüzgârın olduğunu söyleyince,- bu sefer melekler, ondan da şiddetlisi olup olmadığını sordular. Allah Teâlâ da «Evet, Ademoğlu vardır. Sağ eliyle bir sadaka verir ve onu sol eliyle gizler» buyurdu.» (Bu hadisi Tirmi-zi, Kitab'ut-Tefsir'de naklederek, bu hadisin garib olduğuna işaret etmiş ve bu hadisin merfu bir senedle tanındığını söylemiştir).
Bu Ayet-i Kerime, şebeklerin kullanılmasına dair, açık bir delil teşkil eder. Çünkü Allah Teâlâ, dağlar olmaksızın da yeryüzünü istikrara kavuşturabilir, buna pekâlâ kudreti yeterdi. Ancak Allah Teâlâ bunu, insanlara sebeplerin kullanılmasını öğretmek için yapmıştır.
«Doğru yolu bulaşınız diye» şeklinde gelen ifade herhangi bir ülkeye veya o ülkede bir yere gidilmek istenildiği takdirde, bu ırmakların ve yolların yanlış yerlere gidilmemesi ve şaşınlmaması için yeterli olduğunu, bunları Allah'ın yarattığını ortaya koymaktadır.
(16) «Başka alâmetler de (yarattı). Onlar...»Bu Ayetin Tefsiri
«Alâmetler» ile kastedilen, tbn Abbas'ın yorumuna göre, gündüzleri yollan belirten işaretlerdir. Sahralarda, kuytu yerlerde, düzlüklerde ve dağlarda yollar bilinsin diye birtakım işaretler konulmuştur. Veya yolların Üzerinde gidilecek yerlere delâlet eden bazı işaretler vardır. İşte Allah Teâlâ bunları insanlar yanlış yerlere gitmesinler diye yaratmıştır.
«Onlar yıldızlarla da yollarım bulurlar» ifadesinde geçen «Necm» yıldızlar demektir ve cins bildirir. Hasan Basri bu kelimeyi «Nücum» şeklinde çoğul olarak okumuştur.
Burada sözü edilen yıldızlar hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Ferra'ya göre bu yıldızlar el-Cedyi ve el-Ferkadan'öır. Bazı müfessirler ise, «Süreyya» yıldızları olduklarını söylemişlerdir.
«Alâmetler» ile kastedilen, el-Kelbi'ye göre dağlardır. Mücahid ise «Yıldızlardır» demiştir. Çünkü insanlar yıldızların bir kısmıyla yollarım bulurlar." Bazılarına göreyse bunlar alâmet olamazlar. Bu görüş Katade ile İbrahim en-Nehaî'ye aittir.
Bazı müfessirlere göre, «Ve alâmetin» ibaresiyle cümle tamamlanmış sonra da «Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar» cümlesi
başlamıştır.
İlk yoruma göre ayetin mânâsı şöyledir: «Sizler için alâmetler kıldı ve yolunuzu bulmanız için de yıldızlan yarattı». Alâmetlerin bir kısmı da rüzgârlardır ki insanoğlu onlarla da yolunu bulabilir. Burada yol bulmak/yol seçmek şeklindeki tabir, yolculuk ve sefer durumunda yol bulmak anlamına da gelebilir ki bu görüş cumhurundur, veya kıble hususunda yol bulmak anlamındadır.
îbn Abbas, Hz. Peygamber'e (s.a) «Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar» ayetinin mânâsını sorduğunu ve Hz. Peygamberinde; «Ey Abbas'ın oğlu! Bu el-Cedyi denilen yıldızdır. Kıblemiz onun üzerindedir ve karada, denizde siz yollarınızı onunla bulur. sunuz» diye buyurduğunu söylemektedir. (Maverdi).
îbn Arabî ise şöyle demiştir:
«Yıldızlara gelince, onlarla ancak onların doğuş ve batış noktalarını bilenler yollarını bulabilirler. Yine ancak onların kuzey ve güneyini bilenler, onlardan yararlanabilirler. Süreyya yıldızıyla yollarını bulabilirler, bütün yıldızlarla yollarını bulabilecek kimselerdir. Fakat her insan el-Cedyi ve el-Ferkadan denilen yıldızlarla yollarını bulabilir. Çünkü onlar çıkış noktaları sınırlı, bölgeleri belli ve yerlerinde sabit olan yıldızlardır. Onlar sabit nirengi noktaları üzerinde durmadan dönmektedirler. Bu bakımdan onlar karada ve denizde insanlar için birer yol bulma işaretidirler. Kıblenin yönü bilinmediği zaman da, onlarla kıble bulunur. Şöyle ki o yıldızın dönüş noktası tam sol omuzun üstüne alındığında, yönü hangi tarafa düşerse, işte kıble o yöndür».
(17) «Acaba yaratan (Allah) hiç yaratmayan...»Bu Ayetin Tefsiri
«Yaratan» lafzıyla kastedilen Allah Teâlâ'dır. «Yaratmayan» ise putlardır. Yani yaratamayan, ne zarar ne de yarar vermeye güç yetiremeyen putlar, hiç yaratan Allah gibi olabilir mi? Elbette olamazlar! O halde ibadete müstehak olan onlar değil, Allah Teâlâ'-dır.
Bu ayet-i kerimede, akıllı varlıklar için kullanılan «Men» lâfzı putlar için kullanılmıştır. Fakat putlar akıllı ve canlı varlıklar değildir. Bunun hikmeti, Arapların böyle kullanıyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar putlara taparlar ve putların bu yaptıklarının idrakinde olduğunu söylerlerdi. Bu yüzden de «men» lâfzını putlar için kullanırlardı.
Ferra bu ayetin, «Deve ile binici aytrdedemez oldum. Bilmiyorum ki şu kim, bu kimdir?» sözünün anlamında olduğunu söylemiştir. Yani bu darb-ı misâlde, deve için de, binici için de «men» lâfzı kullanılmıştır. Oysa deve akıllı canlılar kapsamına alınmaz. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur: «Sözü edilen onca varlığı yaratmaya kadir olan Allah, bizzat yaratılmış olan, ne zarar ne de yarar vermeye gücü yetmeyen putlardan ibadet edilmeye daha lâyık değil midir?»
(18) «Şayet Allah'ın nimetlerini saymaya...» Bu Ayetin Tefsiri
Nahl Suresi'nin başında, bu ayete kadarki bölüm, çoğunlukla insanoğlunun etrafını çevreleyen varlıklar ve onlar üzerinde düşünmeye, araştırmaya, sırlarına vakıf olmaya davet etmektedir. Böylece bu ayetler insanı, bir taraftan, bu kâinatta kendi hizmetine sunulan varlıklar ve olaylar hakkında daha çok bilgiler edinip, onların sağlayacağı imkân ve nimetlerden en güzel şekilde yararlanmaya teşvik ederken (ki bu da insanın dünyevi ilerlemesini gerektirir), diğer taraftan kâinattaki incelikleri, harikuladelikleri mümkün olduğunca müşahade etmek suretiyle bu ahenkli nizamın kurucusu Allah Teâlâ'nın varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu sezmeye ve böylece de güçlü bir imana sahip olmaya sevket-mektedirler. Bu ise insanın Ahiret mutluluğu için gereklidir.
(19) «AUah gizlediğinizi de, açıkladığınızı da...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Allah söylemeyip içinizde tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da bilir. Çünkü O'ndan hiçbir şey gizlenemez. (Bu ayetin yorumu, İbrahim Suresi'nde de verilmiştir.)
(20) «Allah'tan başka taptıktan (putlar) hiçbir şey...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, müşriklerin mabudlannın ibadete müstahak olmaktan uzak bulunduklarını tevzih ve tesbit sadedinde beyan olun-muştur. AUah Teâlâ öyle bir şekilde bunu ispat etmektedir ki, o putların ve mabudlann ibadete müstahak olmadıklarında zerre kadar şek ve şüphe kalmamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ onların ma-bud olmaya ters düşen hallerini tek tek beyan etmektedir. Bu durum apaçık olmasına rağmen, Allah Teâlâ, bunu müşriklerin ahmaklıkta ne kadar ileri olduklarına dikkat çekmek için izah etmektedir. Onlar bu gerçeği ancak izah edilirse anlayabilecek durumdadırlar. Yani, «Ey müşrikler! Ey kâfirler! Allah'ı bırakıp da kendilerine tapar olduğunuz putlarınız, bâtıl mabudlannız hiçbir şey yaratacak güçte değillerdir. Zaten yaratmak onların şanından değildir.»
Bazı alimler, Allah Teâlâ'nın bunu, daha önceki ayetlerle Allah ile bâtıl mabudlar arasında benzeşme ve ortaklığı nefyettikten sonra, ona delil olsun diye zikrettiğini söylemektedirler. Adeta şöyle denilmektedir: «O putlar hiçbir şey yaratamazlar. O halde yaratan ile yaratmayan arasında ortak bir nokta yoktur. Bu bakımdan o putlar yaratana ortak olamazlar ve zaten yaratan da onlara ortak değildim.
Böylece tekrarın olmadığı gerçeği ortaya çıkmış olmaktadır. Burada akıl sahipleri olsun olmasın tüm mabudlar kastedilmiş olabilir. Bu durumda «Emvat» (ölüler) tabirinden umumi mecaz kastedilmektedir. Ki Hz. Üzeyr gibi hayatta olup ölen veya Hz. îsa ve melekler gibi gelecekte ölecek olanlar gibi mabud addedilenler buna dahil olsun. Ayrıca buna böylelikle cansız putlar da dahil olmuş olurlar.
Mabudlarla melekler de kastedilmiş olabilir. Çünkü Kur'an'ın ilk muhataplarının bir kısmı meleklere tapıyorlardı. Bu takdirde meleklerin ölü olmalarının anlamı, onlar için ölümün gerekli olmasıdır. Onların diri olmamasının mânası da tam bir hayatla diri olmamalarıdır. Çünkü tam hayat zâti bir hayattır ki onun üzerine Ölüm gelmez.
«Yeş'urûn», ilim veya ilmin başlangıcı anlamındaki «Şuur»dzn alınmadır. Bu fiildeki zamir bâtıl mabudlara racidir. Yani bu bâtıl mabudlar kendilerine tapmakta olanları ne zaman haşre göndereceklerini bilmemektedirler. Binaenaleyh bu ayet müşriklerle istihza kabilindendir.
Bazı alimlere göre, «Yeş'urun» ve «Yeb'asun» fiillerindeki zamirler mabudlann kendilerine racidir. Yani bu mabudlar ne zaman haşre gönderileceklerini bilmezler. Kendi haşrinin ne zaman olduğunu bilmeyen bir kimse, elbette kendine tapanların ne zaman haşrolunacaklarını da bilmez. Bu ayet ilâhi bir tehdit mahiyetindedir. Yani o müşrikler ne zaman azaba gitmek üzere haşroluna-caklannı bilmiyorlar.
(22) «Sizin mabudunuz bir tek mabuddur...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ putların kendisine ortak olmalarının muhal olduğunu açıkladıktan sonra, mabudun bir olduğunu, ondan başka Rab ve tlâh bulunmadığını belirtmiştir. Bu bakımdan Ahiret'e inanmayanların kalbleri inkarcıdır. Yani onlar vahdaniyyeti ve vahdaniy-yete delâlet eden delilleri inkâr ederler. Onlar vahdaniyyeti veya delillerini ikrar etmekten büyüklenirler. Veya onların kalpleri, Allah'ın Rasûlü'ne iman etmekten ve ona tabi olmaktan büyüklen-mektedir. Dolayısıyla kalplerinin inkarcılığı küfürlerine, gururlan da Hz. Peygamber'i (s.a) inkâr ettiklerine delâlet eder. İnkâr etme fiilinin kalplere isnadı kalbin inkâr yeri olmasındandır.
Bazı alimler şöyle demişlerdir: «Kibir hariç her günah gizlenebilir. Çünkü kibir öyle bir ftsktır ki açığa çıkması onun gereği dir».
Kibir bütün günahların temelini oluşturur. Nitekim içki de aynı şekilde tüm günahların anasıdır. Sahih bir hadiste şöyle denilmiştir: «Kibirli kimseler, haşre küçük karıncalar halinde gelirler. Kıyamet Günü'nde insanlar da onları ayaklarıyla çiğnerler». Yani Allah Teâlâ, kibirlerinin cezası olarak, onları insanların ayaklarının altında ezdirir.
Bize zikredildiğine göre, bir gün biri Hz. Peygamber'e gelir ve şöyle der: «Ey Allah'ın Rasûlü! Güzellik benim hoşuma gidiyor, öyle ki ben kamçımın başındaki bağın, ayakkabımın sırmasının güzel olmasını istiyorum. Acaba benim bu durumda sakınılacak bir taraf bulunuyor mu?» Hz. Peygamber (s.a) ona kalbini nasıl bulduğunu sorunca, o «Kalbimi hakkı bilen ve hak ile mutmain olan görüyorum» diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Senin güzeli sevmen kibirden değildir. Fakat kibir hakkı inkâr etmen, halkı küçük görmendir ki hiç kimsenin senden daha üstün olduğunu görmezsin ve hakkı bırakıp, onun gaynstna gidersin» diye buyurdu.
tbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a), {(Kalbinde zerre ağırlığınca kadar kibir olan cennete giremez. Kalbinde zerre ağırlığınca iman olan da ateşe girmez» diye buyurduğunda, bir kimse sordu: «Ey Allah'ın Rasûlü! Elbise ve ayakkabısının güzel olmasını isteyen bir kimse kibirli midirt» Hz. Peygamber, «Allah cemildir, cemâli sever. Kibir ise hakkı aşmak, insanları hakir görmekten ibarettir» diye cevap verdi. (îbn Ebi Şeybe, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, îbn Mâce)
Sevban'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kim şu üç şeyden beri olduğu halde ölürse, o cennete girer: Kibir, borç ve hainlik». (İmam Ahmed, Darimi, Tirmizi, Ne-seî, İbn Mâce, Ebu Ya'la, Xbn Hibban) Nitekim İbn'ul-Cevzî, «Ca-mi-ul-Mesanid» adlı eserinde de bu hadisle ilgili olarak, zikredilen üç şeyden birinin «kibir» olduğunu tasrih ve teyid etmektedir. Fakat Darekutnî, «Kibir» kelimesi yerine «Kenz» kelimesini kullanmıştır. Yani malı biriktirip zekâtını vermemek, Allah yolunda harcamamak. Dikkat edilecek olursa, Arap alfabesinde «Kibir» kelimesi ile «Kenz» kelimeleri aynı harflerle yazılır ve aralarındaki farkı noktalama işaretleri meydana getirir.
(23) «Hiç şüphesiz Allah onların...» Bu Ayetin Tefsiri
«La cereme», Halil'e göre tahkik anlamını ifade eden bir kelimedir. Ancak cevap için kullanılır. Yani, «Muhakkak ki, Allah sizin konuştuklarınızı da bilir. Kuşkusuz ki O, mağrur olanları sevmez». Bu tür kimseleri sevap sahibi kılmaz ve Övmez. Çünkü sevgi Allah için muhaldir.
Rivayet olunduğuna göre, bir gün Hz. Hüseyin aralarına ekmek parçacıkları koyup yiyen fakir bir topluluğun yanından geçerken, onlar «Ey Eba Abdullah! Bizimle birlikte yemeğe buyum deyince, Hz. Hüseyin merkebinden inip onlarla beraber oturup yedi. Sonra da, «Allah büyüklük taslayanlan sevmez» ayetini okudu. Yemek bittikten sonra da, oradakilere şöyle dedi: «Ben sizin davetinize icabet ettim. Şimdi de siz benim davetime icabet edin». Sonra o fakir kimseleri yanına aldı ve beraberce evine gittiler. Onlara yedirdi, içirdi, ikramda bulundu. Sonunda onlar da teşekkür edip ayrıldılar.
(24-25) «Onlara Rabbiniz ne indirdi? diye sorulduğu...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Mezkûr ayetin odak noktasını Nadr b. el-Haris adlı müşrik teşkil eder ki bu ayet onun hakkında nazil olmuştur. O Mekke döneminde Hîre'ye gidip Kelile ve Dimne türü hikâyeler satın alıp gelmişti. Bu hikâyeleri Kureyşlilere okuyor ve diyordu ki: «Mu-hammed ve arkadaşlarının okudukları da (işte bunlar gibi) geçmişlerin masallarıdır». Böylelikle Kur'an'ın Allah'tan indirilmiş olmadığını söylemeye çalışıyordu.
«Esatir» kelimesi «Usture»mn çoğuludur. Yani daha öncekilerin yazmış olduğu masal ve hikâyeler (başka bir deyimle mitoloji) demektir.
Bir görüşe göre, mezkûr soruyu yöneltenler müslümanlardan bazı kimselerdir. Onlar müşriklere böyle bir soruyu sormak suretiyle, yanlarında bulunan Kur'an'm ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Bazı müfessirlere göre de, bu soru müşriklerin bazıları tarafından sorulmuştur ve bu ciddi olarak değil, alay etmek kabilin-dendi. Çünkü onlar hiçbir şeyin gökten inmediğine inanıyorlardı. Onlar günahlarını tam olarak yüklenmek için söylediler. Yani, onlar Kıyamet Günü'nde başlarına gelen musibet ve felaketler günahlarına kefaret olmaksızın onları tam tamına yüklenmek için bu sözleri söylüyorlardı. Çünkü müslümanların günahları, dünyada başlarına gelen felaket ve meşakkatlerden Ötürü kefaret olarak silinir. Onların günahlanysa silinmez ve azalmaz.
Fahruddin Razı, ayetin anlamının, «Onların azabından hiçbir şey hafifletilmez. Aksine azap onlara eksiksiz vanr» şeklinde olduğunu söylemektedir.
Bu ayette Allah Teâlâ'mn bazı günahları müminlerin defterin-den sildiğine dair delil vardır. Çünkü, günahı yüklenmek herkes için olsaydı o zaman bunun kâfirlere tahsis edilmesinin bir anlamı kalmazdı.
«Günahlarını yüklenirler»; yani onun cezasıyla cezalandırılırlar, îbn Cerir et-Taberi, Said b. Eslem'den şöyle rivayet etmektedir: «Kâfirin ameli kendisine Allah'ın çok pis kokulu olarak yarattığı bir mahlûk suretinde gözükür. O ne zaman bir şeyden korksa o koku artar. O kimse sorar; «Sen kimsin ve ne kötü arkadaşsın!» Günahı, ona «Sen beni tanımıyor musun?» diye sorunca, o «Hayır» diye cevap verir. Günahı da ona şöyle der: «Ben senin çirkin olan amelinim, O yüzden beni çirkin görüyorsun. Amelin pis kokuyor. O yüzden beni pis kokulu olarak görmektesin. Eğil de sana bineyim. Çünkü sen dünyada benim üzerime çok binmiştin». Sonra da günah sahibinin üzerine biner.»
Ayette geçen «Min» harfi çeri baziyet ifade ediyorsa, mânâ, onlar hem kendi günahlarını hem de ifsad ettiklerinin günahlarını tam olarak yüklenirler demektir. Ayette geçen «Kamileten» lâfzı da bu mânâyı ifade eder. Bu takdirde yüklendikleri bazı günah, sebep oldukları noktada paylarına düşen günahlardır. Binaenaleyh sapıtan ve saptırılanlar bu hususta ortaktırlar. Çünkü biri idlal etmiş, diğeri de ona itaat etmiştir. İkisi de günahı beraberce yüklenirler. Fakat saptırılan kimselerin başka günahları da olduğundan, onlar bazı yerlerde ve küfür noktasında onları saptıranların boynuna yüklenmez.
Ahfeş'e göre «min» kelimesi zaiddir. Mânâ şöyle olur; «Onlar hem kendi günahlarını hem de saptırdıkları kimselerin günahlarını yüklenirler diye böyle söylediler». Nitekim Ebu'l-Beka'da aynı görüştedir. O ayrıca «minain baziyet ifade ettiği iddiasını bir hadisle reddetmiştir. Çünkü o hadiste, «Kim kötü bir yol açarsa, o yolun günahı kendi boynunadır, bir de o yolda gidenlerin günahı...» diye buyurulmuştur. Fakat aynı zamanda o yolda gidenlere de günahlarının tamamı verilir ve ondan hiçbir şey eksiltilmez.
Vahidî, «min»ia cins için olduğunu söyler. Yani mânâ şöyledir: «Onlar hem kendi günahlarının tamamını ve kendilerine uyanların günahlarının cinsinden bir kısmını yüklenmek için böyle söy-ledüer». Ne var ki, Vahidi'ye Ebu Hayyan itiraz ederek, cins ifade eden «mimin, zikredildiği gibi değil şöyle takdir edileceğini söyler: «Onlar kendilerine uyanların günahlarını yüklenirler». Burada her ne kadar takdirde ikisi farklıysa da mânâ bakımından «min» Ah-feş'in görüşüne dönüşür.
Fiilin üzerindeki lâm harfi akibet içindir. Yani mânâ şöyledir: «Onlar sonuçta günahlarını tamamen ve saptırdıkları kimselerin günahlarını da ya tamamen ya da kısmen yüklenmek için böyle söylediler».
îbn Atiyye lâm harfinin talil içinde olmasının ihtimal dahilinde bulunduğunu, dolayısıyla «Kolu» fiiline olmayıp, başka bir fiile de bağlanmış olabileceğini söylemektedir. Ancak o zaman burada Allah Teâlâ'nın fiillerini garez ve gayelere bağlama meselesi ortaya çıkmaktadır. Oysa bu mesele bilindiği gibi ihtilaflıdır.
«Bilgisizce» kelimesi mefulün halidir. Yani bu putlar onların dalâlet üzerinde olduklarım bilmeyen kimseleri idlâl ederler. Bu takdirde ayetten anlaşılan odur ki, onlar ancak cahilleri aidata. bilirler, bilgili, alim kimseleri ise aldatamazlar. Dolayısıyla ayet aldatanları daha fazla kötülemiş olmaktadır. Çünkü onların vazifesi cahilleri aldatmak değil, irşad etmektedir. Ancak onlar bunun tam tersini yaptılar. Bazı müfessirlere göre «bilgisizce» kelimesi fiilin halidir. Yani o ifsad edenler alim olmadıkları halde, (insan* lan davet ettikleri şeyin bir dalâlet ve aldatma olduğunu bilmedikleri halde) insanları saptırırlar. Yani onlar cahil olduklarından dolayı bu ifsadın karşılığı olan azabın ne demek olduğunu bilmeksizin insanları idlâl ederler.
Bu ayette, mukallidin araştırmasının farz olduğu, hak ile bâtılı ayırd etmeleri gerektiği, bilgisizce yaptıklarından ötürü herhangi bir mazeretlerinin sözkonusu olmadığı ifade edilmektedir.
(26) «Onlardan öncekiler de hile,..» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet onlar için ilahi bir tehdittir. Onlardan önceki zalimlerin, sahtekârların hilelerinin, zulümlerinin kendilerine dönmesi gibi onların zulüm ve hileleri de kendilerine dönecektir.
«Mekere» fiili mekr kökünden gelmektedir. Bir başkasının yapmak istediğine hileli bir şekilde engel olmak, onu kastından çevir-mek demektir. Fakat burada mecazi mânâda kullanılmıştır. Mek-rin sebeplerinden, mukaddimelerinin tertibinden ibarettir. Çünkü bu cümleden sonra gelen cümle o hilenin tutmadığını ifade etmek-tedir.
«Bünyan» kelimesi müfred ve müzekkerdir. Bazı lügat alimlerine göre bu kelime «Bunyaneartin çoğuludur. Tıpkı şair ve şaire, nahl ve nahle gibi. Bu tür çoğullarda nıüzekkerlik müenneslik daha sahih olur. Yani iki şekilde de kullanılır.
«Eta» fiili kolaylıkla gelmek anlamındadır. Böyle bir anlam ise Allah için muhaldir. Bu bakmadan bazı müfessirler, «Allah geldi» ibaresini «Allah'ın emri geldi» şeklinde yorumlamışlardır. Bu, Katade'nin yorumudur. Zemahşeri ise tefsirinde bu ibarenin, «Eta aleyhi'd-Dehru» (Onu zaman helak etti) demek kabilinden olduğunu söyler. Zemahşeri'nin bu yorumu doğruysa bile, ayet üzerinde herhangi-bir şeyi takdir etmeye gerek yoktur.
«Min Fevkihim» tabiri, binalarının yıkıldığı anda, onların da binalarının içinde bulundukları mânâsını vermek için kullanılmıştır. Bu ayet bir temsildir. Yani onların hile düzmek, Allah'ın Rasû-lüne hile yapmak gibi durumları ve Allah'ın o hileleri iptal edip, onların helakine sebep kılması durumu, tıpkı binalarını yapıp da altına direkler koyduktan sonra temellerinden binanın sarsılıp, tavanın üzerlerine çökerek helak olmalarına benzer.
Bazılarına göre buradaki ifadeler, hakikate binaendir. Yani gerçekten onların binalarının temelleri sarsılmış, onlar uykuda veya uyanıkken evleri üzerlerine yıkılmıştır. Nitekim Ken'an'm oğlu Nemrud, Babiî'de bir köşk yapmıştı. İddiasına göre, bu köşk vasıtasıyla göğe çıkacak ve göklerin durumunu öğrenecekti. Böylece gök ehliyle savaşacaktı. Köşkü bu yüzden çok yüksek yaptırmıştı. Nakkaş'a ve bazı rivayet tefsiri nakleden alimlere göre bu köşkün yüksekliği iki fersah kadardı. İbn Abbas ile Vehb b. Münebbih ise şöyle derler: «Onun yüksekliği beş bin genişliği ise üç bin zir'a idi. Allah Teâlâ ona şiddetli bir rüzgâr musallat ederek, onu yıktı. O da onların üzerine çöktü. Böylece helak oldular».
Bazılarına göre, o köşkü Cebrail kanadıyla yıkmıştır. Köşk yıkıldığında halk büyük bir dehşete kapılmış ve o gün herkes yetmiş dil ile konuşmaya başlamış! Bu yüzden oraya «Babil» adı verilmiştir. Bu olaydan önce, ora halkının dili Süryaniceydi.
Alusî, «Ruh'vLMeanî» adlı tefsirinde, şöyle demektedir:
«Bu haberde meşhura muhalefet vardır. Çünkü burada Nemruttan köşk ile birlikte helak olduğu söylenilmektedir. Oysa Nem-rud, köşkün yıkılmasından sonra da yaşamış ve Allah Teâlâ onun canını bir sivrisinekle almıştır. Öyle ki sivrisinek onun burnundan girmiş ve dimağına vararak onu Öldürmüştür. Bu da onun aczinin ne kadar yüksek olduğunu belirtmek için yapılmıştı. Allah Teâlâ onun amelinin cinsine göre ceza vermiştir. Allah Teâlâ onu uçan hayvanların en küçüğü ile helak etmiştir.
Begavî, onların dillerinin bu olaydan önce Süryanice olduğunu söylemiştir. Fakat Hazin bu görüşün güvenilir olmadığına işaret etmiştir. Çünkü Hz. Salih ile kavmi bu hadiseden önce yaşamışlardı ve Arapça konuşuyorlardı.
Dahhak'a göre, bu ayet Lut kavmine işaret etmektedir ve onlar ile beldelerinin başına gelen musibeti dile getirmektedir. Dah-hak'm bu yorumuna göre, ayet temsili değil, gerçek bir haberdir. Fakat müfessirlerden bir kısmı bu ayetin temsili/mecazî olduğunu savunmuşlardır. Bu grup müfessire göre, kâfirler ile sihirbazlar kastedilmektedir ki onların temelleri, binaları üzerlerine yıkılmış ve yüzüstü düşmüşlerdir.
Onların ummadığı, tahmin edemedikleri bir yerden azap, kendilerine gelmiştir. Buradaki azap ile kastedilen dünya azabıdır. Bu cümlenin önceki cümle üzerine atfedilmesi, onların helak oluşlarının durumunu dehşetli bir ifade ile sunmak içindir. Azabın dünyevî olduğuna 27. ayetteki «Sonra Kıyamet Günü'nde Allah onları zelil edecektim cümlesi delâlet etmektedir.
Alusi, yerküresinin dağlar vasıtasıyla istikrara kavuşturulmasını kısaca şöyle yorumlamaktadır:
«Onbeşinci ayetteki «Tevilde» fiili «mid» kökünden gelmektedir ki, bu da büyük bir şeyin sağa, sola yalpa vurması, sallanması demektir. Dağların yerküresinin sallanmasına mâni olmalarının sebebi şudur: «Arz, su üzerindeki bir gemiye benzer. Gemi ağır cisimlerle doldurulmadıkça sallanır, bir taraftan öteki tarafa doğru yalpalar durur. Fakat gemiye ağır cisimler konduktan sonra, istikrar hasıl olur. İşte yerküresi de böyledir. Eğer onun üzerinde şu görünen dağlar olmasaydı, kesinlikle sallantı halinde olurdu. Bu bakımdan dağlar, yerküresine nispetle gemiye konulan ağır cisimler gibidir». Alusl bu sözleri Razî'den nakletmektedir. Nitekim Razı de meşhur görüşe göre, bunun cumhurun yorumu olduğunu söylemektedir. O bu konudaki birtakım itirazları zikrettikten sonra, şunu diyor:
«Bu müşkil konuda bence doğru olan şudur: Arzın küre halinde olduğu ve bu kürenin üzerinin birtakım çukurcuKlarla kaplı olduğu kesin delillerle sabittir. Bu sabit olduğuna göre, bu çukurların daha Önceden olmadığını, belki de arzın hakiki ve çukurlardan hali bir küre olduğunu farzedersek, yer o zaman en küçük bir sebeple müstedir olarak hareket ederdi. Çünkü basit ve yuvarlak bir cismin, kendi etrafında dönmesi (aklen olmasa bile) vaciptir. Ancak en az bir sebeple de aynı vecih üzerinde hareket eder. Fakat yerküresinin üzerinde bu dağlar oluştuktan sonra bu dağların her biri tabiatıyla ancak âlemin merkezine yönelir. İşte o dağın âlemin merkezine yönelmesi onun büyük ağırlığı ve şiddetli kuvvetinden ileri gelir. Bu tıpkı yerküresini müstakil bir şekilde hareket etmekten alıkoyan bir kazık yerine geçer. Binaenaleyh bu dağların yeryüzünde yaratılması arzı müstedir hareketten meneden ve kürenin çevresine saplanan kazıklar misalidir. Bunlar yeryüzünü sağa sola yalpa vurmaktan, bir tarafa meyletmekten ve sallanmaktan korumuştur. Yani bunlar yeryüzünü müstedir hareketten menetmişlerdir. İşte benim bu hususta gücümün yettiği düşünceler bunlardır. Allah muradını daha iyi bilir». [12]
Burada şayan-ı dikkat bir nokta vardır ki o da, Razi'nin (H. 606. Doğ.) miladi 1210 yılında yeryüzünün küre şeklinde olduğunu belirtmesidir.
Yine bu ayetin tefsirinde Alusî şöyle demektedir.
«Astronomi kitaplarında meşhur olan görüş sudu?: Birinci iklimde 20, ikincide 27, üçüncüde 33, dördüncüde 55, beşincide 30 dağ olduğu gibi, altı ve yedinci iklimlerde 11'er adet dağ vardır. Toplamı 187 eder».
Alusî bunları naklettikten sonra, bu görüşün münakaşadan hali olmadığım ve üzerinde düşünülmesi gerektiğini söylemektedir. [13]
27- Sonra Kıyamet Günü, Allah onlan rezil eder ve: «Haklarında (müslümanlara karşı) düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?» der. Kendilerine ilim verilmiş olanlar; «Kuşkusuz bugün rezillik ve kötülük kâfirlerin üzerindedir» derler.
28- Melekler kendilerine zulmeden kimselerin canlarım alırken onlar bu durumda; «Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk» (diyerek) teslim olurlar. (Melekler de onlara): «Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir,»
29- «O halde içinde ebedi kalıcılar olarak cehenneme girin! Kibirlenenlerin kalacaktan yer ne de kötüdür» (derler).
30- (Allah'ın azabından) sakınanlara: «Rabbiniz ne indirdi?» denildiğinde, «Hayr indirdi» derler. Bu dünyada güzel davrananlara güzellik vardır, Ahi re t yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir!
31- (O yurt) Adn cennetleridir. Onlar oraya girerler. Altlarında ırmaklar akar. Orada diledikleri her şey vardır. İşte Allah takva sahiplerini böylece mükâfatlandırır.
32- O muttakiler, meleklerin «Selam üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz (iyiliklere) karşılık haydi cennete girin» diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.
33- (Kâfirler) kendilerine meleklerin veya Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onlardan Öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi ve fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
34- Böylece yaptıklarının kötülükleri kendilerine ulaştı ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşa ti verdi. [14]
(27) «Sonra Kıyamet Günü, Allah onları...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, bu ayette Kıyamet Günü müşriklere azap vermek suretiyle onlan zelil, rezil ve değersiz bir hale sokacağını söylemektedir. Yani onlara dünyada azap verileceği gibi, Ahiret'te de azap verüecektir.
Allah Teâlâ, Kıyamet Günü'nde müşriklere şöyle der:
«Sisin inancınız ve iddianıza göre, dünyada iken "bana ortak koştuğunuz putlar, tağutlar nerededir? Sis onların yüzünden müslümanlara düşmanlık yapar, onlarla mücadele ederdiniz. Şimdi o putlar sizlerden azabı uzaklaştırmak için sizlerle birlikte bulunmuyorlar?»
«Kendilerine ilim verilmiş olanlar» ifadesiyle müminler de, melekler de kastedümiş olabilir. Onlar şöyle demektedirler: «Kuşkusuz bugün rezillik ve kötülük kâfirlerin üzerinedir». Müminler bu sözlerini Kıyamet Günü'nde söylemektedirler. Çünkü kâfirler dünyada müminlerle alay ederler, onların durumunu kınayıp dururlardı. Kıyamet Günü geldiğinde, hak sahipleri ortaya çıkar ve onlara çeşitli ikramlarda bulunulurken, bâtıl ehli de rezil edilir ve çeşitli azaplara duçar bırakılırlar. îşte bu manzara karşısındaki müminler, «Bugün rezillik ve azap kâfirlerin üzerinedir» hükmünü teyid ederler. Bu sözleri, onların başlarına gelenden ötürü sevinçli olduklarını göstermektedir. Ki bu da onların rezalet lerine rezalet, zilletlerine daha zillet getirir.[15]
(28) «Melekler kendilerine zulmeden kimselerin canlarım...» Bu Âyetin Tefsiri
Ayetin başındaki mevsul, kâfirlerin sıfatıdır. Ayette sözü edilen melekler ise, Azrail ve yardımcılarıdır. «Selem» kelimesi teslim olmak ve ölüm anında Allah'ın rububiyetini ikrar ile itaat etmek demektir. «Suî» (kötülük) kelimesi burada şirk anlamında kullanılmıştır.
îkrime'ye göre bu ayet Medine döneminde nazil olmuştur. Ancak Mekke'de müslüman olup hicret etmeyen ve Kureyş tarafından zorla Bedr'e götürülüp orada ölen (öldürülen) bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar Mekke'de kalıp hicreti terket-mek suretiyle kendi kendilerine zulmettikleri halde melekler ruhlarını alırlar. Onlar Mekkelilerle birlikte (savaşa) çıkmış olmaları hakkında, «Maksadımız barıştı» veya «teslim olduk» ya da, «Biz küfre ilişkin hiçbir şey yapmadık» gibi mazeretler Öne sürdüklerinde, melekler onlara; «Allah sizin yaptıklarınızı elbette en iyi bilendir» derler. Böylece onların yaptıklarının kafirlerin amellerinden olduğunu kastederler.
Bazı müfessirlere göre, müslümanlardan bazıları kendi taraflarının az olduğunu görünce, müşriklerin tarafına geçtiler. Bunun üzerine mezkûr ayet işte bu kimseler hakkında nazil olmuştur.
Birinci görüşe göre, bir kâfir (veya münafık) dünyadayken boyun eğip teslim olmadıkça ve tevazu göstermedikçe, dünyadan göçmez. Fakat tam ölecekleri anda bu kimselerden sadır olan bu davranışlar, bu tevbe kendilerine bir yarar sağlamaz. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayet-i kerimede: «OriUınn bizim azabımızı gördüklerinde iman etmiş olmaları, kendilerine bir yarar sağlamaz» diye buyurmuştur.
Denildiğine göre, kâfirler melekler tarafından vurulmak ve zillete düşürülmek suretiyle öldürülürler.
(29) «O halde içinde ebedî kalıcılar olarak...» Bu Ayetin Tefsiri
Melekler kâfirlere, onlar ölüm anındayken; «O halde içinde ebedî kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin» derler.
Bazı müfessirlere göre, bu ayet kâfirlere kabir azabı müjdeleyen ayetlerdendir. Çünkü kabir de, kâfirler için cehennem kapılarından biridir.
Bazı müfessirlere göre de, cehennemin ikinci katında azap görenler oraya ancak birinci kattan geçtikten sonra varırlar. Diğer katlar da böylece geçilir. Binaenaleyh cehennemin kapılarıyla, cehennemin katlan kastedümektedir.
Bazılarına göre, her cehennem katının müstakil bir kapısı vardır. Kimileri bir kapıdan, kimileri de diğer bir kapıdan cehenneme girerler, En doğrusunu Allah bilir.
«içinde ebedî kalıcılar olarak» ifadesi, kâfirlerin ebedî olarak cehennemde kalacaklarına, oradan çıkamayacaklarına işaret etmektedir. Aynı zamanda bu ayet kâfirlerin bir kısmının azabının, diğer kısmından daha şiddetli olduğunu da ifade etmektedir.
Kadı Beyzavî'ye göre, ibarenin anlamı şöyledir:' «Her sınıf kendisi için hasırlanan cehennem kapısından cehenneme girsin».
Bazı müfessirler ise, cehennem kapılarının, cehennem azabının çeşitliliğinden kinaye olduğunu söylemişlerdir.
Hazin, «Halidine» kelimesinin orada ikamet edip, oradan çıkmamak üzere girmek mânâsım ifade ettiğini söylemektedir. Allah Teâlâ, bu ifadeyi onların üzüntülerinin daha da artması için kullanmıştır. Ayrıca bu ayette, kâfirlerin bir kısmının azabının, diğer bir kısmının azabından daha şiddetli olduğuna dair delil de vardır.
Allah Teâlâ, bu surenin başından itibaren, 29. ayete kadar kendi varlığını, birliğini, ibadete lâyık ve müstahak olduğunu (bir-çok afakî ve enfüsi delilleri sıraladıktan sonra da) inanmayanların durumlarını, akibetlerini ve bunların kötülüğünü gözler önüne sermektedir. Şimdi ise, yani bundan sonraki ayetlerde, öncekilerin tersine mümin kimselerin durumları, akibetleri, bunların iyiliği ve güzelliği belirtilecektir.
(30-31) «{Allah'ın asabından) sakınanlara Rabbiniz ne...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Pahruddin Razi, ayette tasvir edilen durumun, müfessirlerce o dönemde Hacc mevsiminde vuku bulan olaylarla yorumlandığını söyler. Herhangi bir kabileden veya beldeden bir kimse Mekke'ye geldiğinde, müşriklerden Hz. Peygamber (s.a) hakkında bilgi almak isterler, onlar da; «Muhammed, sihirbazdır, kâhindir, yalancıdır» derlerdi. Aynı kimse bu sefer müminlere gider, onlara Hz. Peygamberi (s.a) ve ona ne indirildiğini sorardı. Müminler de, «Hayrı indirdi» diye cevap verirlerdi. [16]
Alusi ise bu ayet hakkında şunları nakletmektedir:
«Süddi'den gelen bir rivayete göre, Kureyş kavmi biraraya gelerek, şöyle konuştular: «Muhammed'in düi tatlıdır. Kimle konuşsa onun aklını çeler. Bu yüzden eşraftan sayüı ve belli kimseleri biraraya getirip, Mekke yollarının başlarına dikelim ve her grup bir-iki gece oralarda beklesin, Muhammed için gelen ziyaretçileri ise geri çevirmeye uğraşsınlar». Aldıkları karar uyarınca, şehre giren her yolu tutmak üzere bazı kimseler harekete geçtiler. Bir kimse, bir kabile veya bir beldenin temsilcisi (elçisi) olarak Hz. Muhammedi görmeye, onu dinlemeye geldiğinde, Mekke'nin yol başlarında bekleyenlere rastlıyorlardı. Bunlar o gelen kimseye «Ey filan oğlu falan!» derler ve onu nesebiyle tanırlardı. Sonra da, «Ben sana Muhammed hakkında bilgi vereyim. O yalancının biridir. Onun emrinde sadece birtakım beyinsizler, köleler ve hayırsız kimseler vardır. Ona uyanlar işte bu tür kimselerdir. Oysa toplumun en seçkin ve Heri gelen kimseleri kendisine itibar etmemiş, ondan uzak durmuşlardır» derlerdi. îşte bu tür propagandalar sonucunda, bazı elçiler geri dönüyorlardı. Bu duruma, «Rabbiniz ne indirdi?» sorusuna onların «Eskilerin masallarını» diye cevap vermiş olduklarını tasvir eden ayet delâlet eder. Şayet gelen elçi, doğruyu bulmak üzere azmetmiş bir kimsese, onların bu aleyhteki propagandalarına rağmen şöyle derdi: «Bunca yol geldikten sonra Muhammed'le görüşmez, onu dinlemezsem ve onun hakkında açık bir bilgiyi götürmeksızin kavmime dönersem, ben kötü bir elçilik yapmış olurum». Sonra da Mekke'ye girer ve müminlere rastladıklarında onlara Hz. Muhammed'in ne dediğini sorarlardı. Müminler de, «Muhammed sadece hayrı söylemektedir» diye cevap verirlerdi.
Bu soruyu müminlerin birbirlerine sormuş olmaları da mümkündür. Ki verilen cevap nedeniyle memnun olsunlar. Yine böyle bir soruyu bazı kafirlerin, bazı kâfirlere sormuş olması da mümkündür.
Güzel ve salih davranışlarda bulunanlar, bu dünyada güzel karşılıkların sahibi- olsalar da, Ahiret yurdu onlar için daha hayırlıdır. Çünkü Ahiret yurdunun sevabı, dünyadaki sevaptan daha güzel ve hayırlıdır. Muttakilere va'd olunan Ahiret yurdu ne de güzeldir!
Katade'den rivayet olunduğuna göre, «Muttakiler» ile kastedilenler müminlerdir. Müminlere «Rabbiniz ne indirdi?» diye sorulduğunda, onlar şöyle cevap verirlerdi: «Rabbimiz, muhsinler için; yani Allah ve Kitabı'na iman edip, taatini emreden, insanları O'nun taatine, hayra teşvik edenler için hayrı indirdi». (Hakim, Abd b. Humeyd, îbn Cüreyc, îbn Munzir ve İbn Ebi Hatim)
«Dar'ul-Muttakîn» (Müttakilerin yurdu) ile kastedilen cennettir. Hasan Basri'ye göre dünyadır. Çünkü, muttakiler dünyadan Ahiret azığını elde ederler.
Birinci yorum daha evlâdır ve müfessirlerin cumhuru, bu yorumu beğenmişlerdir.
«Adn cennetleri» ile ikamet edilecek bahçeler kastedilmektedir. Çünkü «Adene» fiili, bir yerde ikamet etmek anlamındadır. Meselâ, «Adene bi'l-Mekân» (Bir yerde ikamet etti) denilir.
Muttakiler bu cennetlere girerler. Oradan bir daha göç etmezler ve çıkartılmazlar. Adn cennetlerindeki evlerin, yanların altından ırmaklar akar. Muttakiler için Adn cennetlerinde diledikleri şey vardır. Yani canlan ne isterse ,neye imrenirlerse hepsi orada bulunur. Bu durum hiç kimse için cennetin dışında meydana gelmez. Çünkü müminler için o cennetlerde diledikleri her şeyin bulunduğu belirtilmektedir. Oysa insanoğlu dünyada her istediğini bulamaz.
(32) «O muttakiler, meleklerin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Tayyibine» kelimesinin çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Ha-zin'e göre, «Şirkten temizlenmiş müminler», Mücahid'e göre «Söz ve davranışları berrak olan müminler», bazı müfessirlere göreyse, «Bütün güzel anlamlan içeren fteZİnzeadir.
Bu Ayet-i Kerime, onların Allah'ın hayr ve taatlanndan olan tüm emirlerini yerine getirdiklerine, mekruh ve haramlarından kaçındıklarına, güzel ahlâka sahip olup, çirkin hasletlerden uzaklaştıklarına delâlet eder.
Bazı müfessirler «Tayyib» kelimesinin onların zamanlarının güzel ve kolay olduğu mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Çünkü onların ruhlan kabzolunduğunda, kendileri ndvan, cennet ve ikramla müjdelenirler. İşte o zaman onlar için ferah ve sevinç meydana gelir. Ruhlarının kabzolunması kendilerine kolay gelir. Ölüm, onlar bu hal üzereyken kendüerine çok makbul görünür. [17]
Kurtubî, «Tayyibine» kelimesinin anlamı hakkında altı görü. şiin olduğunu söylemektedir.
1. Şirkten temiz olan kimseler
2. Salih kimseler
3. Söz ve davranışları berrak olan kimseler
4. Allah'ın sevabına güvendikleri için sevinç içinde olan kimseler
5. Allah'a kavuşacakları için sevinen kimseler
6. Ölümleri kolay olan kimseler. (Onların ölümünde herhangi bir zorluk ve sıkıntı olmaz. Kâfirlerde ise bunun tam aksi olur.)
«Selâm üzerinize olsun» cümlesi iki şekilde de anlaşılabilir.
a) Bu selâm onları korkutmaktadır.
b) Bu selâm onlara cennet müjdesini vermektedir. (Çünkü selâm eman ve emniyet anlamı taşır.)
îbn Mübarek'in zikrettiğine göre, O Muhammed b. Kab'ul Kurezi'den şöyle rivayet etmektedir:
«Mümin kulun canı çıkmak üzereyken, ölüm meleği kendisine gelir ve «Ey Allah'ın dostu!» der! «Selâm üzerine olsun. Allah sana selâmım iletti». O sonra bu ayetle de istidlal etmiştir.»
îbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, ölüm meleği mümin kulun ruhunu kabzetmek Üzere geldiği zaman, «Rabbin sana selâmım iletti» der.
Mücahid, mümin kendisinden başka, gözünün aydınlanmasına sebep olan evladının salihliğiyle müjdelenir demektedir. Bu mânâda daha birçok rivayetler varid olmuştur.
«Haydi cennete girin» cümlesi iki şekilde de anlaşılabilir:
a) «Cennete girmekle müjdelenin»
b) «Ahiret'te cennete girmekle müjdelenin».
Müminlerin cennete girmeleri dünyada işlemiş oldukları sa-lih amellerden ötürüdür ki bu ayetin son kısmı salih amellerin cennete girmenin vesilesi olduğunu ortaya koymaktadır. Amel olmaksızın cennete girebilmek, ancak Allah'ın lütfü sayesinde olabilir.
(33) «(Kâfirler) kendilerine meleklerin veya Rabbinin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yemurûne» fiilinin faili kâfirlerdir. Allah'a şirk koşan ve Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini inkâr eden şu kâfirler ne beklemektedirler? Onların bekledikleri, kendilerine meleklerin gelip ruhlarını kabzetmesi veya Allah'ın azabının dünyada iken kendilerine isabet etmesinden başka bir şey değildir. Dünyadaki bu azap onların köklerini kazıyıp, kendilerini berhava eden azaptır.
Bazı müfessirler, Allah'ın emrinin gelmesini, Kıyamet Günü ile yorumlamaktadırlar.
«Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı». Allah Teâlâ, onları azaba duçar etmekle kendilerine zulmetmiş değildir. Yani onlar, sahih ve saf bir akideye sahip iken, Allah onlara azap etmiş değildir. Onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi.
(34) «Böylece yaptıkları kötülükler kendilerine... Bu Âyetin Tefsiri
«Hâka» fiili, «Hık» kökünden gelmektedir ve sadece şerre ait hususlarda kullanılır.[18]
35- Ortak koşanlar: «Allah dileseydi ne biz ne babalanınız O'ndan başkasına ibadet ederdik ve ne de O'nım (emri) dışında bir şeyi haram kılardık» dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerinde apaçık bir tebliğden başka bir şey mi var?
36- Andolsun ki biz, her ümmete «Allah'a kulluk edin, Ta-ğut'tan kaçının» demeleri için peygamberler gönderdik. Böylece Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Bir kısmı ise sapıklığı haketti. Yeryüzünde gezin de, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuş görün!
37- (Ey Muhammedi) Sen onların hidayete ermelerine ne kadar düşkün sen de, Allah saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların yardımcı lan da yoktur.
38- Onlar olanca güçleriyle, Ölen bir kimseyi Allah'ın diriltmeyeceğine yemin ettiler. Hayır! Bu Onun üzerindeki hak bir va'ddir. Fakat insanların çoğu bilmezler!
39- (Allah), hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklamak için ve kâfir olanlar da kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler diye (onları diriltir)?
40- Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece «Ol» dememizdir. O da hemen oluverir!
41- Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse Ahire t'in mükâfatı elbette daha büyüktür.
42- O (muhacirler) ki sabreden ve Bablerine tevekkül eden kimselerdir![19]
(35) «Ortak koşanlar: Allah dileseydi,..» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, 33. ayetin tamamlayıcısıdır. Nitekim Ebussuud Efendi tefsirinde şöyle demektedir:
«Bu ayet Mekke halkının küfründen bir bölümünü daha açıklamaktadır. Mevsul ile kastedilen onlardır. Zamir yerine mevsul ile onların zikredilmesi, mevsulun ardından gelenlerle onları uyarmak içindir.
Yani, eğer Allah Teâlâ kendisinden başka bir şeye ibadet etmememizi isteseydi —ki sen öyle söylüyorsun— o takdirde ne biz ne de din hususunda tabi olduğumuz babalarımız onlara ibadet ederlerdi! Hiç birimiz Allah'tan başkasına ibadet etmez ve O'nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık.
«Afin» harfi çeri üç kez tekrar edilmiştir ki ilki beyan içindir, ikincisi zaiddir ve tekid için getirilmiştir, üçüncüsü de ikincisi gibidir.
«Nahnu» kelimesi «Abedna» fiilindeki zamirin tekididir. Şirk ile helâli haram kılmanın özellikle vurgulanması, bu ikisinin onların üzerinde bulunanların en meşhurları olması nedeniyledir.
Bazı müfessirlerin de işaret ettiği gibi müşriklerin böyle söylemekteki gayeleri, Hz. Peygamberi yalanlamak ve onun peygamberliğine doğrudan dil uzatmak istemeleridir. Nitekim ayetin mânası da kısaca şöyledir: Allah'ın dilediği vacip, dilemediği müm-tenîdir. Eğer Allah bizim kendisini birlememizi, O'na ortak koşmamamızı, O'nun helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kılmamızı dileseydi, —ki peygamberler böyle olduğunu dilemektedirler ve Allah'tan da böyle naklediyorlar— o zaman Allah'ın dilediği gibi, her şey tevhide uygun olur ve şirk de ortadan kalkardı. Ayrıca O'nun helâl ettiği bir şey haram da kılınmazdı. Madem böyle olmamıştır o halde Allah bunlardan hiç birini irade etmemiştir. Aksine bizim şu anda üzerinde bulunduğumuz putperestliği dilemiş olmaktadır. Böylece peygamberlerin söylediklerinin kendi kanaatleri olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
İşte müşrikler böyle deyince Allah Teâlâ da, onların bu iddia ve görüşlerini reddetmek kabilinden şöyle buyurdu:
«Sizin bu yaptığınızı sizden öncekiler de yapmış ve Allah'a ortak koşmuşlar, O'nun emri dışında helâlleri haramı kılmışlar, kendilerine gönderilen peygamberlerle, onları haktan alıkoymak için mücadele etmişlerdi. Allah'ın risaletini insanlara tebliğ etmekle emrolunan peygamberlerin, tebliğ etmekten başka üzerlerinde bir vazife var mıdır? (Yani, onların vazifeleri sadece hak ile hakkın yolunu beyan etmek, vahyin ahkâmını ortaya koyan nübüvveti tebliğ etmektir.)
Zeccac; «Müşrikler bu sözü alay etmek için söylemişlerdi. Şayet böyle inanmış olsalardı, mümin olurlardı» demiştir.
Sonuç olarak peygamberlerin vazifesinin apaçık bir tebliğ, hidayetinse Allah'a mahsus olduğunu söyleyebiliriz. [20]
(36) «Andolsun ki biz her ümmete: Allah'a kulluk edin...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet her ümmete bir peygamber gönderilmiş olduğu ve o peygamberlerin de insanları sadece Allah'ın birliğine ve O'na ibadete çağırdıkları gerçeğini ortaya koymaktadır.
«Tağut» kelimesi, şeytan, sihirbaz, kâhin ve put gibi Allah'ın dışında kendisine tapılan şeylere denir. Ayrıca insanları dalâlete çağıran her şey de Tağut kapsamına girer.
Alusî, tefsirinde Tağut'vuı insanları dalâlete götüren her şey olduğunu söylemektedir. Hasan Basri'ye göre, Tağut, şeytandır. Şeytan'dan sakınmanın anlamı ise, onun çağırdığı durumlardan sakınmak ve kaçınmaktır.
Allah Teâlâ o ümmetlerden bir kısmını hakka hidayet etmiş, bir kısmının üzerinde ise dalâlet sabit ve vacip olmuştur. Çünkü Allah onları muvaffak kılmamış, hidayete ermelerini dilememiş-tir. Nitekim hidayet ve onun karşıtı olan dalâlet ancak Allah'ın di-lemesiyledir. Bu bakımdan Allah Teâlâ da kabini irade etmiştir demek caiz olmadığı gibi, bu tür iddiaların fasid olduğu da meydandadır. Çünkü kabih olan, kabinin kesbidir. Onunla muttasıf olmasıdır. Onu irade etmek, yaratmak ise kabih değildir. Bu mesele kelâm ilminde uzun uzun tartışılmıştır. [21]
İmam Fahruddin Razi bu hususta şöyle demektedir:
«Müşrikler bu sözleriyle; «Madem ki her şey Allah'tandır, o halde peygamberleri göndermek de abes ve manasızdır» demek is* temişlerdir. Biz de onlara şöyle deriz: Sizin bu itirazınız doğrudan doğruya Allah'a yöneliktir ve Allah'ın ahkâmında illeti talep etmek yerine cari olmuştur. Oysa bu bâtıldır. Çünkü Allah Teâlâ, mülkünde dilediğini yapar, irade ettiğiyle hükmeder. O'na «Niçin bunu yaptın?» veya «Niçin böyle yapmadın?» demek ise caiz değildir!»
Taberi; tefsirinde şöyle demektedir:
«Onlardan bir kısmının üzerinde dalâlet sabit olmuştur; yani daha önceki hükümle onlar üzerinde dalâlet sabit olmuştur. Nitekim «Küfür üzre Öldü» ayeti Kaderiyye aleyhinde bir reddiyedir. Çünkü onların İddialarına göre, Allah Teâlâ bütün insanları hidayete muvaffak kılmıştır. Oysa Allah Teâlâ, «Onların bir kısmına Allah hidayet etti ve onlardan bir kısmı üzerinde de dalâlet sabit oldu» diye buyurmuştur.
«Yeryüzünde gezin»; yani ibret almak için yeryüzünde dola sın! Bu hitap, peygamberleri yalanlayan ve; «Eğer Allah dilesey-di, biz ondan başkasına kulluk etmezdik. Madem ki ediyoruz o halde bunu dilememiştir» diyen müşriklere yöneliktir. Yani, «Ey •müşrikler! Âd, Semud ve onlar gibi davranan ve dalâlete müsta> hak olan İcavimlerin akıbetini dikkatle ve ibretle seyredin!»
(37) «(Ey Muhammed!) Sen onların hidayete...»Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, bu ayette Hz. Muhammed'e hitap etmektedir. Çünkü Kureyşliler küfür ve şirkte ısrar ediyorlar ve buna karşın da Hz. Peygamber (s.a) onların iman etmesi hususunda ısrar ediyordu. Allah Teâlâ da bu ayetinde, onların üzerlerinde dalâlet ve küfrün sabit olduğunu büdirerek şöyle buyurdu: «Sen onların hidayete ermelerine her ne kadar düşkilnsen de, AUah'm saptırdığı birini, kimse hidayete erdiremez. Onlardan azabı da uzaklaştıramaz. Çünkü onlan azaptan koruyacak bir yardımcıları da yoktur.»
(38) «Onlar olanca güçleriyle, ölen bir kimseyi.,,» Bu Ayetin Tefsiri
İbn'ul-Cevzî, bu ayetin nüzul sebebinin şu olduğunu söylemektedir:
«Müslümanlardan bazılarının, bazı müşrikler üzerinde alacakları vardı. Bir müslüman (Habbab b. Eret), alacağı olduğu bir müşrike (As b. Vaü) giderek; «Ölümden sonraki hayatıma yemin ederim ki...» dedi. Müşrik ise; «Sen ölümden sonra dirileceğini mi iddia ediyorsun? Vallahi ölen bir kişi, bir daha diriltilmez ve hoş-re de göndeHlmez» dedi îşte bunun Üzerine mezkûr ayet nazil oldu.» (Bu rivayet Ebul-Haniye'den gelmektedir.)
Müşriklerin ,tevhid gibi ayrıca hasrı (Öldükten sonra dirilmeyi) reddetmelerinin nedeni, şu husustan kaynaklanmaktadır. Onlara göre, insan sadece bu iskeletten (bedenden) meydana gelmektedir. Dolayısıyla insan Ölüp iskeleti parçalanıp, bedeni çürüdükten sonra, artık aynısının bir daha olması mümkün değildir. Çünkü bir şey yok olursa, artık onun geriye hiçbir şeyi kalmaz.
îşte müşrikler bu nedenle haşn inkâr etmektedirler. Oysa onlar şu noktayı gözden kaçırmaktadırlar. İnsanı ve diğer mahlûka-tı hiç yoktan meydana getirmeye kadir olan Allah, onların bedenleri çürüyüp toprak olduktan sonra yine aynı hale getirip, haşre göndermeye kadirdir. Bu yüzden Allah Teâlâ, onların bu inkârlanm en şiddetli bir şekilde reddederek şöyle buyurdu: «Hayır! Bu O'nun üzerine hak olarak verdiği bir sözdür, fakat insanların çoğu bilmezler». Yani insanların çoğu haşre gönderileceklerini bir türlü idrak edemezler. Buna ya ilimleri yetmiyor ya da dikkatleri kısırdır.
«Belâ» (Hayır!) lafzı olumsuz cümlenin arkasında gelen hükmü ispat içindir. Aynı zamanda —yukarıda da değindiğim gibi— onların şüphelerinin cevabıdır. Evet, inşam kudretiyle yoktan var eden Allah, onu var ettikten sonra yok edip, tekrar var etmeye de muktedirdir. Çünkü ikinci varediş, birincisine göre daha kolaydır. Çünkü burada bedenin toprak olmuş parçalan söz konusudur.
(39) «(Allah), hakkında ihtilaf ettikleri şeyi...» Bu Ayetin Tefsiri
İnsanların çoğu, haşre dönüşün nasıl olacağım ve Allah'ın her şeye muktedir bulunduğunu bir türlü anlayamamaktadırlar. Bu yüzden Allah Teâlâ, onlan haşre gönderecektir ki, hakkında ihtilaf ettikleri hususları onlara beyan etsin. Yani ölümden sonra dirilmenin olmayacağını iddia edenlerin delillerini çürüterek, gerçeği onlara gösterecektir. Ayrıca küfre sapanlar haşrolunduktan sonra, iddialarının (ölümden sonra dirilme, cennet, cehennem, hesap yoktur vb.) yalan olduğunu böylece anlasınlar.
Bu ayet haşri gerektiren sebebe işaret etmektedir. Allah Teâ-lft, hikmet bakımından haşri gerektiren sebebi zikretmektedir. Tıpkı hak ile bâtıl, haklı ile haksızın arasım ayırma, birine sevap diğerine ceza verilmesi gibi.
(40) «Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet Allah Teâlâ'nın Ölüleri diriltmek istediği takdir de, buna kadir olduğunu, onlan hesaba çekip, yaptıklarının karşılığını vereceğini ve bunun için de kendisi için herhangi bir yorgunluğun söz konusu olmadığım ortaya koymaktadır. Çünkü o hiçbir şeyin kendisini acze düşüremeyeceği, kâdîr-i mutlak olan zattır.
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Allah Teâlâ şöyle buyurur:
«Ademoğlu bana küfreder, fakat bana küfretmesi uygun değildir. Beni yalanlar, bu da uygun değildir. Onun bana küfretmesi, «Allah'ın çocuğu vardır» demesidir. Beni yalanlaması ise, «Allah beni yeniden diriltmeyecektir. Başlangıçta olduğu gibi beni ikinci kez yaratmayacaktır» demesidir». (Buhari)
Hadisin bazı rivayetlerinde ibare şöyledir:
«Ademoğlu beni yalanladı. Oysa böyle bir yetkisi yoktur. Bana küfretti. Oysa yine böyle bir yetkisi yoktur. Onun beni yalanlaması, «Allah bizi başlangıçta olduğu gibi, ikinci kez diriltmeyecektir» demesidir. Oysa yaratılan bir kimsenin, ilk kez yaratılması ikinci kez dirilülmesinden daha kolay değildir. Onun bana küf' retmesi, «Allah çocuk edindi» şeklindeki sözüdür. Oysa ben ehad (bir) olanım. Ne doğurmuş ne doğurulmuş ve ne de hiç kimsenin kendisine denk olmadığı, herkesin ihtiyacını veren Allah'ım»[22] Ebu Zer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
AUah Teâlâ dedi ki:
«Ey Ademoğlu! Hepiniz günahkârsınız. Ancak kime afiyet verirsem, o kurtulur. Bu yüzden benden af talebinde bulunun ki sizi affedeyim.. Hepiniz fakirsiniz. Ancak kimi zengin etmişsem, o müstesnadır. Bu yüzden benden isteyin ki size vereyim. Hepiniz dalâlettesiniz. Ancak hidayet ettiğim müstesnadır. Bu yüzden, kendisini affetmeye, kâdîr bulunduğumu bilerek, af talebinde bulunan kimseyi affederim. Onun mevcut günahlarına aldırmam. En evveliniz, ahiriniz, diriniz, ölünüz, canlınız, cansızınız, en şakiniz ve en asiniz bir araya gelse, yine de benim hükümranlığımdan bir sivrisinek kanadı kadar bir şey eksiltemez. Şayet en evveliniz, ahiriniz, diriniz Ölünüz, canlınız, cansızınız, en muttaki, en dindarınız biraraya gelse, hepiniz böyle olsanız, yine benim hükümranlığıma bir sivrisinek kanadı kadar bir ilavede bulunmuş olmaz. Evveliniz, ahiriniz, diriniz, ölünüz, canlınız, cansızınız biraraya gelip, hepinizin istediğini verinceye kadar benden talepte bulunsanız, yine benim katımdaki hazineden bir şey eksilmez. Ancak biriniz iğneyi denize daldırdığında, denizden ne eksilirse, ancak o kadar eksilir. (Yani iğnenin denize daldınlmasıyla denizden bir şey eksilmeyeceği gibi, hiçbir eksiklik olmaz). Bunun nedeni benim el-Cevvad, el-Macid ve el-Vacid olmamdır. Benim vergim kelâmdır, benim azabım kelâmdır. Ben bir şeyin olmasını istedi ğimde, ona emrim, sadece «ol» demektir, o da hemen oluverir.» (îmam Ahmed, Tirmizİ, îbn Ebi Hatim ve Beyhaki). [23]
(41) «Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Bilâl Habeşi, Suheyb Rumî, Habbab b. Eret, Abis, Cü-beyr ve Ebu Cendel b. Seni adlı sahabiler hakkında nazil olmuştur. Müşrikler onları Mekke'de iken hapsederler, İslâm'dan küfre dönmeleri için durmadan işkence yaparlardı. Onlar zayıf kimselerdi. Güç ve kuvvetleri yoktu. Meselâ Bilâl Habeşi'yi sahipleri Mekke meydanına çıkarırlar, sıcağın en şiddetli zamanında, kendisini bağlarlar ve göğsünün üzerine bir kaya parçası koyarlardı. Fakat o durmadan, «Efıad, Ehad» (Allah birdir, Allah birdir) diye haykırırdı. Hz. Ebubekir onu müşrik olan sahiplerinden alıp, azad etmişti. Hz. Ebubekir onunla beraber altı köle daha satın alıp, azad etmişti. Suheyb Rumî'ye gelince, o Kureyşlilere şöyle diyordu: «Ben yaşlt bir kimseyim. Sizinle durduğum takdirde size bir yarartm dokunmaz. Sisin aleyhinizde dahi olsa size yine bir zarar veremem». O böyle dedi ve daha sonra malını onlara vererek kendini azad ettirdi. Nitekim Ebubekir onun yanından geçerken; «Ey Suheybh dedi: «Bu alışverişin karlı oldu (yani bu ticaretten kâr ettin)».
Diğer sahabiler de aynı şekilde, Kureyş müşriklerine istediklerini vererek, Mekke'den çıktılar
Katade de bu ayetin Hz. Peygamber'in ashabı hakkında nazil olduğunu söylemiştir: Mekke müşrikleri onlara zulmettiler ve onları yurtlarından çıkardılar. İçlerinden bir grup Habeşistan'a göç etti. Sonra Allah Teâlâ onlara Medine'yi merkez yaptı ve onlar da Medine'ye hicret ettiler. Allah, onlara Medineli müslümanlan yardımcılar kıldı. O müslümanlar kendilerine kucak açıp yardım ettiler, mâlî durumlarını düzeltmeye çalıştılar. îşte bu ayet muhacirlerin ve hicret olayının faziletini ortaya koymaktadır. Ayrıca, sadece Allah için yapılmayan bir hicretin hiçbir değerinin olmadığı da böylece vurgulanmaktadır.
Hicret, bir beldeden diğerine göç etmektir. Nitekim bu nedenle, «Ameller niyete göredir» hadisi varid olmuştur. Bu hadiste şu ifadeler kullanılmıştır: «Kimin hicreti, Allah ve Rasûlü içinse, onun hicreti Allah'a ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti de elde etmek istediği bir dünya malt veya .nikâhtamayt istediği bir kadın içinse, onun hicreti bunlaradır». (Buhari, Müslim)
Allah rızası için hicret eden kimselere, biri dünyada diğeri Ahiret'te olmak üzere iki kez mükâfat verilir. Allah Teâlâ'nın «onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz» diye buyurması onları Medine'de yerleştirip, orayı kendilerine hicret yurdu yapacağını ifade eder. Yani, dünyada güzel bir beldeyi (Medine'yi) kendilerine yerleşme yeri kılacağız.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde birine maaş verirken; «Al bu maaşı. Allah onun içine bereket ihsan etsin. Bu sana dünyada verileceği va'dolunandır. Ahiret'te kendin için edindiğin azık, bundan daha efdaldır» dedi ve sonra da bu ayeti okudu.
Bazıları bu ayeti, «Onlara dünyada ihsan edilecektir» şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu ihsan ise Allah Teâlâ'nın müminler için Mekke'yi fethederek kendilerine zulmeden Mekke halkını ellerine düşürmesi ve kendilerini Mekke'den sürüp, hicrete zorlayan kâfirlere onları galip getirmesidir. Allah Teâlâ tüm Araplara karşı onlara yardım etti. Doğu'nun ve Batı'nın en uç yörelerine kadar onları gönderdi ve muzaffer kılmak suretiyle kendilerine yardımda bulundu.
Bazıları «Dünyada iyilik» ile kastedilenin tevfik.ve hidayet olduğunu söylemişlerdir. Ahiret mükâfatının daha büyük olması dünyada verilenlerden daha efdal, daha şerefli olmasıdır.
«Eğer bilirlerse» ifadesindeki zamir »kâfirlere racidir. Çünkü müminler Ahiret'teki mükâfatlarını bilmektedirler. Ayetin anlamı şu şekildedir: «Şayet kâfirler Ahiret mükâfatının, dünyadaki mükâfattan daha büyük olduğunu bilselerdi, muhakkak Ahiret'e rağbet ederlerdin.
Bazı müfessirlere göre, zamir muhacirlere racidir. Yani, eğer muhacirler Allah'ın kendileri için Ahiret'te ne hazırladığını buseydiler, daha çok çalışır ve cihad ederlerdi. Başlarına gelen belalara daha fazla sabırla karşı koyarlardı.
İbn Abbas'ın rivayetine göre, bu ayetin nüzul sebebi olan kimselerden Süheyb Rumî için, Hz. Ömer'in; «Süheyb ne güzel bir kuldur. O Allah'tan korkmasaydı da Allah'a isyan etmezdi» şeklindeki sözü hakkında îbn Atiyye'nin değil, Katade'nin görüşü daha doğrudur. Şeyh Bahaddin Sübki, Telhis şerhinde, diğer hadis hafızlan gibi hadis kitaplarında geniş bir araştırma yaptıktan sonra, Hz. Ömer'e nispet edilen bu sözün mevcut olmadığına işaret etmiştir. Onların bu sözleri bu rivayetin sahih oluşunda kuvvetli bir şüphe meydana getirir. [24]
(42) «O (muhacirler) fci sabreden ve...» Bu Ayetin Tefsiri
O müminler tüm işlerinde Allah'a tevekkül ederler. Bazı müfessirlere göre, Allah Teâlâ'nın bu ayette hem sabrı hem de tevekkülü zikretmesinin nedeni, tevekkül ile sabrın Allah'a giden yolun başlangıç ve sonuç noktaları olmasıdır. Sabrı nefsi kahretmek, hapsetmek, iyi ameller ve diğer taatlerde onu durdurmak, insanlardan gelen eziyetlere karşı tahammül gösterebilmektir. Burada sabır ile, mubah olan şehvetlerde ve haramlarda/ musibetlerde gösterilen sabır kastedilmektedir. Tevekküle gelince, o tamamen insanlardan kesilip tüm varlığıyla kişinin Allah'a yönelmesidir. Bu bakımdan sabır, Allah'a giden yolun başlangıç noktası, tevekkül ise son noktasıdır. [25]
43- Biz senden Önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikr (ilim) ehline sorun!
44- (O peygamberleri) apaçık deliller ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için sonra zikri (Kur'an'ı) indirdik. Umulur ki düşünürler.
45- Kötülükler düzenleyip kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilmedikleri bir yerden azabın gemleyeceğinden emin mi oldular?
46- Veya onlar dönüp dolaşırlarken (azabın) kendilerini yakalamayacağından (emin midirler?) Onlar Allah'ı aciz bırakacak değillerdir.
47- Ya da (Allah'ın) kendilerini bir korku üzerinde yakalamayacağından (emin midirler?) Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli ve pek merhametlidir.
48- Allah'ın yarattığı şeyleri görmediler mi ki, onlann gölgeleri küçülerek veya sürünerek Allah'a secde ettiği halde sağa -sola döner durur.
49- (köklerde ve yerde bulunan tüm canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.
50- Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.
51- Allah: «İki mabud edinmeyin. O ancak bir mabuddur. O halde yalnız ve yalnız benden korkun» dedi.
52- Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Ve din de sadece O'na aittir. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?
53- Nimet olarak size gelen her şey Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) sadece O'na yalvarırsınız!
54- Sıkıntılarınızı giderdiğinde ise, içinizden bir kısım kimseler hemen Rablerine ortak koşarlar! [26]
(43) «Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, tüm peygamberlerin erkeklerden olduğuna delâlet etmektedir. Bazı kelâm alimleri (Eş'ariler), Allah Teâlâ'nın kadınlardan da peygamber gönderdiğini iddia etmişlerse de, bu çoğunluğun görüşüne muhaliftir.
Bu ayet, Kureyşlileri şiddetle reddedip kınayan ayetlerden biridir. Onlar Hz. Peygamber'in risaletini inkâr etmiş ve şöyle demişlerdi: «Allah bir beşeri peygamber olarak göndermekten yücedir. Niçin bize bir melek göndermedi?» Allah Teâlâ da bu iddiayı şöyle reddetmiştir: «Bizim ilâhî sünnetimizin cereyan eden şekli budur. Hikmet gereğince, umumi bir davet için ancak kendisine vahyettiğimiz bir beşeri göndeririz».
Vahiy çoğu kez melek vasıtasıyla gelir. Emir ve yasaklardan müteşekkildir. Ki peygamberler onları insanlara aktarsınlar. «Umumi davet» tabiriyle meleklerin sadece tebliğ için peygamberlere gönderilmeleri kastedilmekte ve meselâ Hz. Meryem'e müjde vermek için gönderilmeleri tarif dışında tutulmaktadır. Yine vahyin çoğu kez melek vasıtasıyla geldiği söylenmekte» vahyin bir kısmınxn da, melekler vasıtasıyla olmadığı ortaya konmaktadır. Nitekim başka bir ayet de bu hususu açıklayıcı mahiyettedir: «Allah, bir beşerle ya vahiyle ya da perde arkasından konuşur. Veya bir elçi gönderir. Allah'ın izniyle dilediğini ona vahyeder». .(Şura : 51) [27]
«Zikr ehli» ifadesindeki «zikr» ile ilim, kitap kastedilmektedir. Zikr ehli ise, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Yani eğer bilmiyorsanız yahudi ve hıristiyanlara sorun. Bu yorum İbn Abbas'a aittir. Hasan Basri ve Süddi de aynı görüştedir.
«Kitab»a zikr denilmesinin sebebi, daha ilerideki ayetlerde açıklanmaktadır.
Mücahid'e göre, «Zikr» kelimesi sadece Tevrat için kullanılır. Nitekim, «Zikr'den sonra Zebur'u yazdı» buyurulmaktadır. Bu yoruma göre, «zikr ehli», yahudilerdir.
Ebu Hayyan «el-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, zikr ehli ile müslüman olmayan kitap ehlinin kastedildiğini söylemektedir. Çünkü Mekkeliler onları itham etmiyorlardı ve onların sözlerini dinlerlerdi. Peygamberlerin sadece erkeklerden olacağı meselesi, onlar tarafından da öne sürüldüğünden, ehli kitabın bu görüşü Kureyş aleyhine bir delil teşkil ediyordu. Ayetin inzal edilme nedeni, onların delillerini boşa çıkarıp, kendilerini ilzam etmektir. Aksi takdirde hak zaten apaçıktır ve herhangi birinin aynca onu bildirmesine gerek duymaz. Mekke müşrikleri bu ayet inince, Medine'de oturan yahudilere elçiler göndererek, peygamberlerin ancak erkeklerden geleceği şeklindeki sözün doğruluğunu, onlara sordular.
A'meş, Süfyan b. Uyeyne ve İbn Cübeyr, zikr ehli ile Abdullan b. Selâm, Selman-ı Farisi gibi müslüman olan ehli kitabın kastedildiğini söylemişlerdir. Ancak bu zayıf bir yorumdur. Çünkü müslüman olan ehli kitabın sözü, müşriklerin yanında muteber sayılamazdı. Yine Ebu Cafer ve îbn Zeyd'in, zikr ile Kur'an'ın kastedildiği, zira birçok ayette Kur'an karşılığında, «Zikr» tabirinin kullanıldığı şeklindeki görüşleri de bu nedenle zayıftır. Çünkü bu yoruma göre,«Zikr ehli» ile mutlak anlamda müslümanlar kastedilmektedir.
îmamiye mezhebi alimleri, «Zikr ehli» ile kastedilenin oniki İmâm ve ehli beyt olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşleri için de Cabir hadisini delil olarak öne sürmüşlerdir. îmamiye mezhebi alimlerinden olan Muhammed b. Müslim, Ebu Cafer'den, onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Zikr ehli, biz ehli beytiz». Bazı müfessirler, İmamiye mezhebine mensup bazı alimlerin, «Zikr ehli» ile Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiğini belirttiklerini öne sürmüşlerdir.
Ebu Hayyan'ın tefsirinde de belirttiği gibi, Mekke müşrikleri Mekke'de bulunan ehli beytin haberiyle nasıl ikna olabilirler? Oysa ehli beyt, müşrikler nazarında Hz. Peygamber'den daha doğru söyleyen kimseler olarak da tanınıyor değillerdi. Üstelik Hz. Peygamber, onların arasında «ehemin» lakabıyla biliniyordu.
İbn Merduveyh'in rivayet ettiği hadis ile, bazı îmamîlerin Enes'ten rivayet ettikleri şu haber birbiriyle çelişmektedir.
Hz. Peygamber'den dinledim şöyle buyurdular:' «Kişi namaz kusa, oruç tutsa, hacca gitse, hatta umre bile yapsa, o münafık olabilir». Mecliste bulunanlardan biri sordu: «Ey Allah'ın Rasûlü! Nifak onun kalbine nasıl girmiştir?» Hz. Peygamber cevaben şöyıe buyurdu: «Kişi, imanı Allah'ın «zikr ehlinden sorun» dediği bi kimse olmasına rağmen imanına ta'n eder». Bu hadis sahih değildir.
Alusî, «ehli zikr» ile «ehli Kur'anmn kastedilebileceğini söylemiştir. Her ne kadar Ebu Hayyan, diyeceğini demişse de bu görüş yakın bir ibarede inşaallah görülecektir.
Eumanî, Zeccac- ve Ezherî'ye göre, «ehli zikr» ile önceki ümmetlerin haberlerini bilen alimler kastedilmiştir. Bu bakımdan buradaki «zikr», hıfzetmek, korumak, ezberlemek demektir. Allah Teâlâ bu yoruma göre adeta şöyle demektedir: «Önceki ümmetlerin haberlerine muttali olan ve onları bilen kimselere sorun. Onlar size bu gerçeği haber verirler».[28]
Daha Önce de işaret ettiğimiz gibi, bu ayet Allah'ın bir kadını veya bir çocuğu peygamber olarak göndermediğine delâlet etmektedir. Hz. İsa'nın beşikte iken nebi olması keyfiyeti buna ters düşmemektedir. Çünkü nübüvvet, risaletten daha umumidir. Yine bu ayet, Hz. Meryem'in peygamber olduğunu ileri sürenlerin iddialarının doğru olmadığım göstermektedir. Çünkü bu ayet bir kadının peygamber olabileceği iddiasını nefyetmektedir. Bundan anlaşılan Hz. Meryem'e atfedilen nübüvvet iddiası sabit değildir. Ancak kadınların peygamber olabileceğine dair gelen haberin sahih olduğunu savunan bir grup vardır. İbn Seyyid, bunu tashih etmiştir. Ayet meleklerin peygamber olarak gelmediklerine delâlet etmekle birlikte, şu ayetle çatışıyor da değildir: «Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı rasûller kılan Allah'a hamdolsun». (Fatır: 1) Çünkü Allah Teâlâ'nın melekleri rasûller kılması, onları peygamberlere göndermek içindir. Bilinen anlamda (genel) değildir. Oysa burada sözkonusu olan umumi bir davadır. Bu bakımdan, «Rasûto kelimesinin Kur'an'da
tılahî veya lugavî olarak her iki şekilde de kullanıldığına dikkat edilmektedir. îşte burada da kastedilen lugavî mânâdır.
Cübbaî bu hususta şöyle demektedir:
«Melekler kendi suretlerinde hiçbir peygambere görünmemiş-lerdir. Fakat bazı kimselerin suretine girerek kendilerini göstermişlerdir».
Ancak Cübbaî'nin bu iddiasını, Hz. Peygamber'in «Ben Cebrail'i iki kez asıl suretinde gördüm» hadisi nakzetmektedir. Cebrail'i asıl suretinde Hz. Peygamber'in gördüğü sabit olduğuna ve bu da Hz. Peygamber'in vasıflan arasında bulunduğuna göre, diğer peygamberlere de meleklerin asıl suretlerinde görülmelerinde herhangi bir mani yoktur.
Fahruddin Razî, Kadı Beyzavî'den nakille şöyle demektedir:
— Cübbaî'nin maksadı meleklerin bir peygambere, Ümmetlerinin hazır bulunduğu bir mecliste, kendi suretlerinde olmayıp, bazı kimselerin suretlerinde geldiklerini anlatmaktır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Cebrail Hz. Peygamber'e ashabının huzurunda Dihyet-ul-Kelbî veya Süraka b. Cü'şum veya bir bedevi şeklinde gelmiş ve orada bulunanlar onu tanımamışlardır.
Bu ayetten anlaşıldığına göre, bilinmeyen bir mesele hususunda alimlere başvurmak vacip olmaktadır. îmam Suyutî, «eUklil» adlı eserinde, bu ayetin avam tabakasının fer'î meselelerde taklid etmesinin cevazına delâlet ettiğini öne sürmesi çok ilginçtir. Çünkü ayetin zahirinden umum anlaşılmaktadır. Hele müracaat edilmesi gereken mesele, usul bahsiyle ilgili olduğu takdirde, Suyutl'nin bu sözü daha da dikkat çekici olmaktadır. Celaleddin Mahalli'den nakledilen bir söz, Suyutî'nin iddiasının aksini ispat edecek mahiyettedir. Bu zat şöyle demektedir: «Müctehid olmayan bir kimse, İster avamdan olsun, isterse olmasın bir müctehidi takîid etmesi gerekir. Çünkü Allah; «Eğer bilmiyorsanız, zikr (ilim) ehline so. run» diye buyurmuştur. En doğru görüş, itikadı meselelerle, diğerleri arasında bu noktada bir fark olmamasıdır».
Mahalli ve bazı alimler; «Müctehid olan kimsenin bir başkasını taklid etmesi ,kesinlikle yasaktır. Etinde delil bulunsun veya bulunmasın. İsterse fiilen müctehid olsun, isterse ictihad ehliyetini almış ve fakat ictihad yapmamış olsun» demişlerdir. Tüm bu sözler, dört mezhebin imamlarını veya bir başka müctehidi taklid etmek arasında fark olmadığım göstermektedir. Nitekim Hafız îbn Hacer şöyle der; «Kendisi taklid edilen kimsenin mezhebi mü< devven ve şartları mahfuz ve itibar ettikleri ise mahfuz olmalıdır». SübkS'nin «Dört mezhebe muhalefet icmaa muhalefet gibidir» sözü ise, şartları hıfzedilmemiş ve diğer muhteberatı ezberlenmemiş mezheplere hamledilir ki onların takipçileri kalmamış, eserleri kaybolmuştur. Mesela, Süfyan*us-Sevrî, Evzaî, İbn Ebi Leyla vb. alimlerin mezhepleri bu kabildendir. Bir başkasını şart ile taklid etmek ancak amelde caiz olur. Fetva vermek ve hükmetmek hususunda, bu dört mezhepten biri mutlaka gereklidir. Nitekim Al-lame İbn Kasım el-übbadî, amelde taklidin caiz olmasıyla fetvada olmaması arasındaki farkın son derece müşkül bir mesele olduğunu söylemiştir. Ona şu şekilde cevap vermişlerdir: Aradaki fark muhtemelen şudur: Fetvada ve hükümde başkasının hukuku olduğu için ihtiyatlı davranmak ameldeki ihtiyattan daha fazladır. Bu bakımdan onlar en ufak bir mahzur ihtimali dahi olsa terkedilirler. Bunun benzerini bazı Şafiiler denk olan iki söz hakkında —ki hiçbiriyle fetva verilmez ve hükmedilmez. Çünkü merciin olma ihtimali vardır— amel etmek caiz değildir demişlerdir. [29]
İmam Fahruddin Razı bu hususta şöyle demektedir:
— Bazı kimselerin bu ayetin zahirine bakarak, «Müctehid için de taklid caiz değildim dedikleri müşâhade olunmaktadır. Bir müctehidin bilmediği bir meseleyi, bu meseleyi bilen başka bir müctehide sorması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ, «Zikr ehline sorun» diye buyurmuştur. Böyle bir soru vacip olmasa bile, caizdir. Şafiilerin bu görüşünü, «Bazı müctehidler sahabeden bazılarının görüşlerini nakledip, o görüşler üzerine hüküm bina etmişlerdir» şeklindeki tesbitle teyid etmektedir. Fakat doğru olan daha önce zikredilenlerdir. Bu söylenenler ise taklid değildir. Aksine içtihadın içtihada uygun düşmesi kabilindendir. Bu ayete dayanarak kıyasın olmadığını söyleyenler, kendi delillerini şöyle açıklamaktadırlar.
Bir mesele ile karşılaşan mükellef bir kimseye, eğer o meselenin hükmünü biliyorsa kıyas caiz değildir. Yok eğer o meselenin hükmünü bilmiyorsa, bilen birine danışması ayetin zahirinden de anlaşıldığına göre vaciptir. Şayet kıyas hüccet telakki edil-şeydi, bilenlere sormak vacip olmazdı. Çünkü kişi o hükmü pekâlâ kıyas yoluyla ortaya koyabilirdi. Sonuçta kıyas ile amel etmenin, ayetin zahirine göre caiz olmadığı anlaşılmaktadır.
Cevap olarak şöyle denmiştir: «Sahabe icmaı ile kıyasla amel etmenin caiz olduğu sabittir. İcma ise ileri sürülen yukarıdaki delilden daha kuvvetlidir».
Bazılarına göre, eğer mükellef kıyas yapabilecek durumdaysa, artık alimlerden olduğu için, başkasına sorması kendisine vacip değildir. [30]
(44) «(O peygamberleri) apaçık deliller ve...» Bu Ayetin Tefsiri
«BeyyiTiat» kelimesi mucizeler, «Zubur» ise kitaplar anlamında kullanılmıştır. Birincisi doğruluğa delâlet etmek, ikincisi de şeriat ve sorumlulukları beyan içindir. Ayetin başındaki harf-i cer ile mecruru mukadder bir fiile bağlıdırlar ki önceki ayet o fiilin ne olduğuna delâlet etmektedir. Adeta o peygamberlerin ne ile gönderildikleri sorulmuşcasına, «onlar beyyineler ve kitaplarla gönderildiler» denilmektedir.
Zemahşeri, tefsirinde «Bi'l-Beyyinat ibaresi daha önce geçen «Erselna» fiiline bağlı olabilir» demektedir. Böylece, «Ricalen» lafzıyla birlikte istisnanın hükmüne girmiş olmaktadır. Yani, biz hiç kimseyi göndermedik, ancak erkekleri beyyinelerle gönderdik.
Bazıları, cer ile mecranın ayetteki «Nuhî» fiiline bağlı olması da mümkündür demektedirler ki o takdirde, «Zikr ehline sorun» cümlesi ara cümle olmaktadır. Cer ile mecrurun «Ta'lemu-ne» fiiline bağlı olabileceğini de söyleyenler vardır.
«Sana zikri indirdik»; yani Kur'an'i indirdik. Burada «Zikr» ile kastedilen Kur'an'dır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de 52 kez geçen bu kelime çoğu kez «Kur'an» anlamında kullanılmıştır. Zikr kelimesi va'z, ikaz ve nasihat anlamındaki «tezkir» kökünden gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an anlamında kullanılmasının sebebi, Kur'an'ın va'z-u nasihati kapsıyor olmasıdır. Nitekim Tevrat ve benzeri ilahi kitaplar için de bu kelimenin kullanılması bu nedenledir.
Bazı müfessirler, zikr kelimesinin burada «ilim» anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Fakat bu yorum pek kabul görmemiştir.
«İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için»; yani tüm insanlara. Çünkü Hz. Peygamber tüm insanlara gönderilmiştir.
— Yani, Ey Muhammedi Başta Mekkeliler olmak üzere yeryüzünde yaşayan tüm insanlara, kendilerine indirileni, onun ne demek olduğunu açıklaman için sana zikri indirdik. O zikrde bulunan hükümleri, kanun ve sistemleri, helak olmuş ümmetlerin durumlarını, peygamberlere karşı takındıkları tavra göre gelen azaplan indirdik.
Mücahid'e göre, «Tebyin» ile kastedilen Kur'an'ın mücmel müşkil görünen ayetlerinin Hz. Peygamber tarafından tefsir edilmesidir. Çünkü mücmel ve müşkil olan ayetlerin açıklanmaya ihtiyacı vardır. Nass'ın zahir olması durumundaysa, açıklamaya gerek yoktur.
Bazıları ise şöyle demişlerdir: «Tebyin» ile kastedilen, Kur' an'ın muhataplarının farklı yeteneklerine göre, onlan Kur'an'ın esrarına, ilimlerine ve sayısız derinliklerine muttali kılmaktır. Bu tebyin, sadece helâl ve haramdan geçmiş nesülerin durumundan, geçmiş ümmetlerin halini gözler önüne sermekten ibaret değildir. Bu yorumun sahipleri Huzeyfe'den rivayet edilen şu hadisle de istidlal etmektedirler: «Hz. Peygamber aramızda bir yere çıktı ve o yerden bize KıyameVe kadar olacak her şeyi haber verdi. İçimizden anlayan anladı, -hıfzeden hıfzetti. Elbette unutan da unuttu». (Hakim bu hadisi rivayet etmekte ve sahih olduğunu söylemektedir.)
Bu görüş, diğer alimlerin «tebyin»i, açıkça ifade etmek veya delâlet ettiği mânâları göstermek şeklindeki yorumları gibidir. Böylece kıyas nassın delaleti ve nasstan istinbat edilen gerçekler, ilahi sırlar, kısaca hepsi buna dahil olmuş olurlar. «Umulur ki düşünürler» ifadesinin de buna işaret etmesi muhtemeldir. Yani Allah Teâlâ, insanların düşünmelerini gerçekler karşısında uyanmalarım ve indirilen bu Kur'an'daki ibretleri görmelerini istemektedir. Böylece daha öncekilerin felâketine sebep olan azaptan da sakınmalarını murad ediyor.
(45-46) «Kötülükler düzenleyip kuranlar, Allah'ın... Bu Ayetlerin Tefsiri
«Kötülükler düzenleyip kuranlar» ile kastedilenler, müfessir-lerin çoğuna göre Mekkelilerdir. Bunlar Hz. Peygamber'e tuzak kurmaya çalışmışlar ve ashabım da imanlarından döndürmeye kalkışmışlardı.
İbn Ebi Şeybe ile İbn Cüreyc'in MücahiçTden rivayet ettiklerine göre, ayette sözkonusu edilen hilebazlar ile Nemrud ve Kavmi kastedilmektedir.
Bazı müfessirler ise manâyı daha geniş tutarak, sözkonusu edilen kimselerin her dönemde peygamberlerin başarısız olmaları için onlarla mücadele eden şahıslar olduklarım söylemişlerdir. Ancak bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir:
«Ayetten maksat Mekke halkım, kendilerinden öncekilerin başına gelen bir asabın kendilerine de gelmemesi için uyarmaktır».
Sonuç itibariyle, müf essirlerin çoğunun görüşü olan bu yorum kabul edilebilir niteliktedir.
«Seyyiai» lâfzı mukadder bir masdann sıfatıdır. Yani, onlar kötülükler olan hile ve tuzaklar kurmak için uğraştılar.
«Allah'ın kendilerini yere geçirmeyeeeğinden emin midirler?» Yani böyle bir garantileri, teminatları mı vardır?
«Yehsife» fiili «yere batırmak, geçirmek» anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu madde (H-S-F) Karun hakkında, «Onu ve yurdunu yere batırdık» şeklinde gelmiştir. Tefsir edilen ayetteki istifham (soru) iş'arîdir. Yani onlar böyle bir azabın kendilerine gelmesinden emin olmamalıdırlar.
Bu ayet hangi dönemde olursa olsun, İslâm'ı ortadan kaldırmak isteyenler hakkında ilâhî bir tehdittir.
«Veya kendilerine bilTnedîkleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?» Yani Lût ve diğer peygamberlerin kavimlerine tatbik edildiği gibi, tahmin etmedikleri, farkında olmadıkları bir yerden azabm kendilerine de gelmeyeceğinden emin midirler?
Bazı müfessirlere göre, ayetin bu kısmıyla Bedir Günü kasto-lunmuştur. Çünkü müşrikler o gün helak olmuşlardı ve Bedir'de helak olacaklarını, böyle bir savaşa girip de mağlubiyete uğrayacaklarını tahmin edememişlerdi.
«TakaUub» kelimesi hareket etmelerini, sağa sola gidip gelmelerini anlatmaktadır. Yani, onlar bu dununda iken azabın kendilerini yakalamayacağından emin midirler?
İbn Cerir'in Katade ile İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Takallub» Mekkeliler'in sefer için oraya buraya gidip gelirken yapmış oldukları davranışlarıdır.
İmam Razi bu kelimeyi, onların sefer için gidip gelmelerine hamletmiştir. Çünkü Allah Teâlâ başka bir ayette, «Kâfirlerin memleketlerde takallub etmeleri seni aldatmasın» diye buyurmuştur.
Bazı müfessirlere göre «takaltub» ile kastedilen, onların döşekler, yumuşak yastıklar üzerinde sağa-sola dönüp durmalarıdır. Yani onlar döşekler üzerinde, yumuşak yerlerde sağa-sola dönüp dururlarken azabın kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?
İbn Abbas'tan nakledilen, «Onlar uykularında sağa-sola dönüp dururlarken azabın kendilerini yakalamayacağından emin midirler?» şeklindeki rivayet sahih değildir. Yani, böyle bir yorumun İbn Abbas'a isnadı pek sahih değildir.
Zeccac'a göre, onların gece-gündüz her durumdaki davranışları «takallub» kapsamına girmektedir.
Ayette geçen «Ye'huzu» fiili «Ahz» kökünden gelmektedir. Asıl anlamı bir şey meydana getirmekse de, burada kahr ve helak anlamına gelir.
«Onlar Allah'ı aciz bırakacak değillerdir»; yani onlar, kaçmakla Allah'ın azabmdan kurtulacak değillerdir. Bu mânâ, takallub halinden veya tuzak kurmalarından ortaya çıkmaktadır. Bu duruma göre onlar azabı kendilerinden savamazlar*
«Fema»mn. başındaki «fa» harfi ya ahzın ya da adem-i aczden gelen terkibin sebebidir. Bu gelen azabın şiddet ve fezahatina da delâlet eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a); «Allah zalime mühlet verir. Ta ki onu yaka-paça yakalayıncaya kadar artık, bırakmaz» buyurmuştur. Ayetin sonundaki isim cümlesi, nefyin devamlılığı-na delâlet eder. Yani onlar Allah'ı hiçbir zaman, hiçbir surette aciz bırakamazlar. Onlara tatbik ettiği azap hususunda olsun, diğer hususlarda olsun Allah Teâlâ için acz sözkonusu değildir.
(47) «Ya da (Allah'ın) kendilerini bir korku...» Bu Ayetin Tefsiri
«Korku» ile kastedilen helak olmaktan veya azaptan korkmaktır, îbn Abbas, Mücahid ve bazı müfessirler ayete şöyle bir anlam vermişlerdir: «Mallarının, hayvanlarının ve ziraatlerinin azalmasından meydana gelen korku üzerinde Allah'ın onları yakalamaya* cağından emin midirler?»
Îbn'ul-Arabi ayeti, «Mal, can ve ürünlerinin eksiklenmesinden korktukları halde...» şeklinde yorumlamıştır.
Dahhak ise şöyle demekledir:
«Tehavvuf» kelimesi «havf» kökünden gelmektedir ve bir grubu helak etmek, diğerlerini bırakmak anlamındadır. Bu bakımdan mânâ şöyledir; «Geriye kalanlar, helak olanların başlarına gelenler bizim başımıza da gelebilir, diye korkarlar».
Hasan Basrî'ye göre, «Tehavvuf» kelimesi bir köyün yok edilip, diğer bir köy halkının bu yok edilişten dolayı korkmaları demektir.
Said b. Müseyyeb'ten nakledildiğine göre, Hz. Ömer minberde şöyle demiştir:
«Ey insanlar! Allah Tealâ'nın, ya da (Allah'ın) kendilerini bir korku üzerinde yakalamayacağından emin midirler?» ayeti hakkında ne dersiniz?»
Hz. Ömer'i dinleyen cemaat bir süre susar ve bu arada Beni Huzeyl kabilesinden bir ihtiyar Hz. Ömer'e şöyle der: «Ey mü. minlerin emiri! O bizim lûgatvmızdır ve tehavvuf eksiklik anlamına gelir».
Bunun üzerine bir başkası, şöyle bir olay anlatır: «Ey filan! Senin borcun ne kadar oldu?» diye kendisine sorulan bir kimse, ona; «Tehavveftuhu» (Onu eksilttim) diye cevap vermiştir. Hz. Ömer bu misâli veren kimseye, «Araplar bu kelimeyi bu mânâda şiirlerinde kullanmış mıdırlar?» diye sorunca o kimse, Arapların bu kelimeyi bu mânada kullandıklarını söyleyerek, kendi kabilesinin bir şairi olan Ebu Kedir el-Huzeylî'nin yükseklerde yürümekten ötürü hörgücü kırılan bir deveyi anlatan şiirinde tehavvuf kelimesini eksiltme anlamında kullandığım bildirmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir:
«Ey insanlar! Cahiliye döneminin şiir divanlarını edinin! Onlarda kitabînizin tefsiri, dilinizin mânâları vardır.[31]
Alusî ise bu olayı kendi tefsirinde naklettikten sonra, ayrıca şunları ekler:
«Hz. Ömer, «Divanlarınıza yapıştıktan sonra dalâlete gitmezsiniz» deyince, Sahabe, «Bizim divanımız nedir?» diye sordu. Hz. Ömer de şöyle cevap verdi: «Cahüiyye döneminin şiirleridir. Çünkü onlarda kitabınızın tefsiri, dilinizin anlamlan vardır».
îmam Razî, bu ayet hakkında özetle şunları söylemektedir:
«Allah Teâlâ, onları yerden gelen bir korku veya gökten gelen bîr azap ile yahut hemen onlara isabet edecek afetlerle korkutmaktadır».
«Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli ve pek merhametlidir».
İbn'ul-Bahr'a göre, korku, üzerinde yakalanılacak olan şeylerden mütevellittir. Yani şiddetli rüzgârlar, çakan şimşekler, sair sarsıntılar gibi kendisinden korkulan durumların meydana gelip, onların bunlar üzerinde yakalanmaları kastedilmektedir. Ansızın değil; zira bu tür olaylara yakalanılması durumunda vaktin uzaması, telafinin mümkün olabileceği bir süre vardır. Adeta şöyle denilmektedir: «Onları korku üzerinde ama ansızın olmadan yakalayacaktır. Çünkü Allah rauf ve rahimdir». Bu (ynun rauf ye rahim oluşuna daha münasiptir.
Bazı müfessirlere göre, bu ayet korku üzerinde yakalanmanın nedenidir fakat son mânâ üzerinde. Çünkü onların peyderpey eksiltilmeleri, ansızın azaba duçar edilmemeleri, bir nevî mühlet vermektir. Bu da mutlak anlamda rahmetin sonucudur.
Bazıları Allah Teâlâ'nın onları herhangi bir şekilde helak etmeye kâdîr olduğunu, ama bunu yapmadığını söylemişlerdir. Nitekim muhatap zamirine izafe edilmekle birlikte, Ruhubiyet unvanını tabir etmek Allah'ın rahmetinin eserlerindendir. O'nun şanı yücedir.
(48) «Allah'ın yarattığı şeyleri görmediler mi...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki hemze, îstifham-ı inkâriyedir. Hemzeden sonra gelen «vav» harfi ise makamın iktiza ettiği bir mukadder üzerine atıftır.
«Yerav» fiili (ki ayette Lem yerav şeklinde gelmiştir) gözle görme anlamındaki niyetten müştaktır. Bu görme inşam düşünceye götürür. Fiilin çoğul olması, tuzak kurmak isteyenlere (Mekke-lilere) racidir. Yani o tuzak kurmak isteyenler, Allah'ın yarattığı her şeyin kendisine secde etmekte olduğunu görmediler mi?
Bazı nıüfessirlere göre, bu çoğul fiil tüm insanlara racidir, tuzak kuranlar da bunların içine dahildir. Ayetteki soru, tuzak kuranlara nisbetendir.
«Min Şey'in» tabiri Allah'ın yarattığının beyanıdır. Bu da sıfatı itibariyledir. O sıfatta o şeyin gölgesinin sağa sola dönüp meyletmesi demektir. Gerçekte açıklanan, mevsuf değil sıfattır.
«Yetefeyyeu» fiili Fee-Yefiu-Fey'en kökünden müştaktır ve dönüp durmak anlamındadır.
«Zilal» kelimesi ise, ZÜİ kelimesinin çoğulu olup gölge mânâsına gelir. Bir yoruma göre, «Zili» öğleden önceki gölgelik (serinlik) zamanı demektir. Bu öyle bir gölgedir ki güneş ona dokunmaz. Fey ise öğleden sonraki gölgelik zamanıdır. Bu ise öyle bir gölgedir ki güneş üzerinden kayıp gider.
SalebVnin nakline göre, güneşin üzerinde olduktan sonra kayıp gittiği gölge için hem siU hem de Fey tabirleri kullanılır. Binaenaleyh «Zili» kelimesi «Fey»den daha geneldir.
Bazı kimselere göre bu kelimeler eş anlamlıdırlar. Yani hem zevalden önceki gölgeliğe hem de sonrasındaki gölgeliğe ıtlak olunurlar. Ayetin anlamı şöyledir: «Onlar gölgeleri sağa-sola vurup duran şeyleri görmüyorlar mı?» Buradaki «şeyler» (eşya) ile kastedilen, dağ, ağaç vb. gözle görülebilen canlı - cansız varlıklardır.
Bazı müfessirlere göre, güneş vasıtasıyla meydana gelen gölgeden başka, gölgelerinin eserleri çıkmayanlar cansızlardır. Gölgesi hareket etmesiyle hareket eden canlıyı kapsayan şeyler burada kastedilmemektedir. Bu iki görüş ayetteki «min» harfi cer'inin be-yaniyye olması durumunda, bir mânâ ifade ederler.
Bazı muhakkikler burada «Fey»in umum ifade ettiğini «mina in ise beyaniyye olmayıp ibtidaiye olduğunu ve «Haleka» fiiline bağlandığını söylemişlerdir. Allah'ın yarattığı ile maksad, cisimler âlemidir ki ruh ve herhangi bir şeyden halk olunmayıp, aksine «ol» emriyle meydana gelen emir âlemine karşılıktır. Nitekim Allah Teâlâ, «İyi bilin ki yaratma da (kalk), emir de ancak O'nundur» diye buyurmuştur.
Ancak muhakkiklerin bu görüşü, ayetin zahirinden çok uzaktır. Ayrıca, «Gökler, cisim ve halk âlemindendirler. Oysa onların herhangi bir gölgesi yoktur» şeklinde de bu görüşe itiraz edilmiştir.
«Sağ-Sol» ile kastedilen bir şeyin iki tarafıdır. İnsanoğlunun sağ ve solundan hareketle kullanılmıştır. Veya mukayyedin mutlak yerinde kullanılması kabilindendir. Ayetin anlamı şöyledir:
«Onlar gölgeleri her birinin iki tarafına kayan, yani güneşin bir taraftan öbür tarafa yükselip alçalmasıyla, bir taraftan diğer tarafa kayan gölgelere bakmıyorlar mı?»
Gölgelerin bir taraftan öbür tarafa kayması güneşin doğuş ve batısındaki çeşitlilikten ileri gelmektedir. Çünkü onun günlük dönüşü hasebiyle doğuş ve batışları vardır. O gölgeler Allah'a secde (itaat) eder halde, bir halden öbürüne intikal etmektedirler. Gölgelerin secde etmelerinden maksat budur. Bazıları «Secde etmelerinin onların yere sürünmeleriyle yorumlamıştır. Yani onlar yere secde edenlerin heyeti üzerinde yapıştıkları halde sağdan sola, soldan sağa kayıp dururlar. Onlar küçülerek, zelil olarak bu secdeyi yaparlar.
«Succede» kelimesiyle, ayetin son cümlesinin zamire hâl olmaları da caiz görülmüştür. Yani o nesnelerin gölgeleri, onlar Allah'a itaat eder (eğilir) oldukları halde iken, dönüp durmaktadır.
«Secde etmek» üe kastedilen, cebren veya iradi olsun itaat etmektir.
Alimlerin bir kısmı, yemin kelimesinin müfred, «Şemail» keli-mesinin ise çoğul getirilmesi hakkında uzun uzun mütalaalar ser-detmişlerdir. Bazılarına göre, Araplar iki çoğul kipi (cem'i siga-sını) zikrettiklerinde, onlardan birini tekil (müfred) ifade ederler. Tıpkı Allah Teâlâ'nın bir ayette, «Allah zulûmatı ve nuru kıldı» demesi gibi. Dikkat edilecek olursa bu ayette «Zulûmat» (Karanlıklar) çoğul, «nur» (ışık) tekil olarak getirilmiştir. Keza, «Allah onların kalplerinin ve kulaklarının üzerine mühür vurmuştur» şeklinde mânâ verdiğimiz ayette de, «Kulûb» (kalpler) çoğul, «Sem'» (kulak) tekil getirilmiştir.
Bazıları şöyle demişlerdir:
«Biz «Yemin» lâfzını doğuş noktasıyla tefsir edersek, güneşin doğuş noktası bir olduğundan, sağ bir olur. «Şemail»e gelince o, yeryüzüne düştükten sonra, gölgeliklerde meydana gelen inhiraflardır. Bu kaymaların hilafları çoktur. Bu yüzden onlarda çoğul kipi (sigası) kullanılmıştır.»
Bazılarına göre, «Yemin» kelimesi lâfzen müfred (tekil) ise de manen çoğuldur. Bu yüzden de «Şemail» kelimesine mânâ bakımından mutabıktır.
Ferra'ya göre, «Şemail» kelimesi çoğul da, tekil de olabilir. Eğer tekil ise, gölge sahiplerinden birine ıtlak olunur. Yok eğer çoğulsa, hepsine ıtlak olunur. Çünkü «Allah'ın mahlûku» lâfzen tekil, mânâ itibariyle çoğuldur.
Kirmanî'ye göre, «Şemail» kelimesinden «$oh* anlamına gelen
«Kudam», «arka» anlamına gelen «half» mânâları kastedilmektedir. Çünkü gölge bütün yönlerden gelip, sağ ile başlamıştır. Nitekim gölgenin başlangıcı ondadır. Veya sağ daha meymenetlidir. Sonra şimal lâfzı üzerine diğeri çoğul kılınmıştır. Çünkü şimal ile yemin arasında zıddiyet vardır. Arka ile ön şimalin yerine konulmuşlar. Çünkü onların ikisi ile yeminin arasında terslik vardır.
Bu yoruma göre, lâfzı hem hakikat hem de mecaz anlamıyla birlikte ifade etmek sahihtir.
Alusî, bu husustaki meseleleri uzun uzun zikrettikten sonra
şöyle demektedir:
«Benim kalbime, «Yemimin tekil, «Şemaitein çoğul getirilmesi hususunda başka bir mânâ doğmaktadır. O da şudur: «yemin» den maksat doğuş ciheti; «Şimal»den maksat ise, onun batış cineti olmasıdır. Şöyle ki, birinci cihet aydınlığın doğuş noktası olduğundan, ikinci cihet onun batış noktası olduğundan ve karanlığı ortaya çıkardığından, birinci cihete delâlet eden kelime tekil getirildi. Nitekim Kur'an'ın tüm ayetlerinde «nur» lâfzı müfred olarak kullanılmıştır. İkinci cihete delâlet eden lâfız da, zulmetin cem edilmesi gibi cem edilmiştir.
«Zül» kelimesi tıpkı «zulmet» kelimesi gibi Kur'an'da çoğul olarak gelmiştir. Bu yorumun sefavetini el-Megarib gibi el-Meşa-rik'in de Kur'an'da gelmesi etkilemez. Çünkü bir noktadan dolayı bir yerde bir emir zikredilir ki başka bir yerde aynı emrin zikri güzel görülmez.
» Zeccac'a göre bu ayette cismin secdesi kastedilmektedir. Cismin secdesi ise onun itaat etmesidir ve o cisimde sanat eseri olarak görülen noktalardır. Bu durum ise tüm cisimler için geçerlidir.
Ayetin sonunda gelen «Dahirun» kelimesi «duhur» kökünden gelir ve zillet anlamındadır. [32]
(49) «Göklerde ve yerde bulunan tüm...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani yeryüzünde ve göklerde bulunan her mahlûk Allah'a secde eder. Yeryüzündeki melekler, ayette umumiyet ifade eden «man kelimesine dahil olmalarına rağmen, ayrıca zikredilmişlerdir Ki bu onların mertebelerinin şerefli oluşuna işaret eder. Keza onlar yeryüzünde bulunanlar arasında olmalarına rağmen, yüce ve şerefli mertebede oldukları için ayrıca zikredilmişlerdir. Nitekim bir ayette, «Onların ikisinde meyvalar vardır. Hurma ve nar vardır» denilmektedir. Bilinmektedir ki hurma ve nar meyvalann umumuna dahildir. Fakat diğer meyvalardan üstün olduklarından ötürü ayrıca özel olarak zikredilmişlerdir.
Bazı müfessirlere göre, meleklerin yeryüzünde bulunan canlılar kapsamı içerisinde mütalaa edilmelerinin nedeni, Allah Teâlâ'-nın kanatlı olarak onları yaratmış olmasıdır. Onlar umuma dahil olmadıklarından ayrıca zikredilmişlerdir.
Bazılarına göreyse, göklerde bulunan melek, güneş, ay, yıldız, rüzgârlar ve bulutlar Allah'a secde ederler ve yeryüzünde bulunup da yürüyen her canlı yeryüzünde bulunan meleklerle beraber Allah'a secde ederler. Onlar Bablerine ibadet etmekten asla büyük-lenmezler.
Bu ayet meleklerin Allah'ın kızları olduğunu savunan Kureyş-lilere bir reddiye-i ilâhidir. Allah Tealâ, daha önceki ayette, gölgelerin ve gölge sahiplerinin (süflî ve merkezlerinde sabit bulunan nesnelerin) Allah'a secde ettiklerini ve sonra kendi iradeleriyle hareket halinde olan mahlûkların da secdelerinin durumunu beyan etti. Secdeden maksat boyun eğme ve itaattir. İsterse bu boyun eğme Allah'ın iradesi, isterse teb'an tesir etmesi için olsun! İsterse teklifine boyun eğmek için olsun, isterse O'nun emrine itaat etmek şeklinde olsun! Hepsi buna dahildir. Bu genelleme secde etmenin göklerin ve yerin bütün yapılan isnadın sahih olması içindir.
«LiÜah» ifadesi, daha sonra gelen «Yesridu» f illine bağlanır. Takdim burada kasrı ifade eder. Nitekim «Min dabbe» kelimesi de yer ve göklerde bulunanların beyanıdır.
«Dabbe» kelimesi maddi hareket anlamındaki «Debİb» kökünden gelmektedir, Bu maddi hareketin yerde veya gökte olması far-ketmez. Melekler ise, mücerred değil lâtif cisimlerdir. «Dabbe» nin yeryüzünde bulunanlara tahsis edilmesi, zahir olması nedeniyledir. Veya onun mânâsının aslıdır. Ancak «Dabbe» kelimesi burada genel anlamdadır.
«Ve'UMelaiketu» ibaresi, «Dabbe» kelimesinin anlamı üzerine atıftır. Has olanın anım olan üzerine atfedilmesi kabilindendir. Daha Önce de ifade edildiği gibi, bu özellik meleklerin şanının yüceliğine delâlet eder.
Bazı müfessirler, bu ayeti meleklerin mücerred oluşlarına delil getirmişlerdir. Çünkü göklerde ve yerde birisi yürüyen cisimlerle tefsir edilmişlerdir. Yerde ise meleklerle. Tekabül eden iki şey arasında aslolan ayrılıktır. Dabbe maddi bir şekilde hareket eden nesnedir. Nitekim maddi olan bir nesne, mutlaka maddi hareket etmeyi gerektirir. Fakat bu müfessirin delili iknaîdir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, bu tahsis ammdan sonra hass ihtimalini taşımaktadır. Bu bakımdan göklerdeki nesnelerle «ruh» ismini taşıyan meleklerin kastedilmeleri mümkündür. Bu ihtimale göre de, «Ruh» ismini taşıyan mahlûkatın meleklerden ayrı olmaları gerekir. Bu takdirde meleklerin göklerde ve yerde bulunanlar üzerine atfı, mugayir ve mubayinin karşıtına atfedilmesi kabilinden olur. Veya «Dabbe» ile «Melekler» yeryüzünde bulunanların beyanıdır. Dolayısıyla «Melekler» ile Hafeze, Kiramen Kâtibin gibi yerde bulunan melekler kastedilmektedir.
Kadı BeyzavTye göre, ayette geçen «Ma» edatı akıllı olan varlıklar için kullanıldığı gibi akıllı olmayan varlıklar için de kullanılmıştır. Çünkü bu iki sınıf biraraya geldiğinde, tağlib yoluyla «Men» lâfzının kullanılmasından, «Ma» lâfzının kıülanılması daha evladır.
Zemahşeri tefsirinde şöyle demektedir:
«Şayet «Ma» edatı yerine «Men» getirilseydi, bu tağlibin delili olmaz ve sadece akıllı varlıkları kapsardı. Bu bakımdan, bunu defetmek ve umumu ifade etmek için hem akıllı hem de akılsız varlıkları kapsayan bir edat kullanılmıştır».
(50) «Onlar Üstlerindeki Rablerinden...» Bu Ayetin Tefsiri
«Onlar» zamiri ile melekler kastedilmektedir. «Üstlerindeki Rablerinden korkarlar»; yani O'nun azabından korkarlar. Çünkü helak edici azap ancak göklerden iner.
Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şu şekildedir: «Onlar Rablerinin kudretinden, yani kudretlerinin üstünde olan kudretinden korkarlar».
Bazıları «Üstlerindeki Rablerinden» ifadesiyle meleklerin Rablerinden korktuklarının kastedildiğini söylerler. Oysa melekler yeryüzündeki canlılardan daha üstündürler. Fakat buna rağmen Allah'tan korktuklarına göre, mertebe bakımından altta olanların korkması daha evladır. Bu yorumun delili, «Melekler Allah tara-fından kendilerine emredileni yaparlar» ayetidir. Meleklere emredilen taatler, kâinatın tedbirinde çalışmak türünden ilâhî emirlerdir.
Bu ayetin, meleklerin de mükellef olduklarına, korku ile ümit arasında yaşadıklarına delil olduğunu söyleyenler de vardır. Teklife ve mükellef olmalarına delil, emrolunmalandır. Korkularına dair delil ise, zaten apaçık ortadadır. Ümide dair delil, korkunun ümidi gerektirir olmasındandır.
Bazı müfessirler ise, meleklerin ümit ile nitelendirilmelerinin, onların kerimlerin en kerimi olan, rahmeti umulan Allah'ın hizmetkârları olmalarından kaynaklandığını söylemişlerdir.
Bazıları ise, meleklerin korkularının celâl ve azamet korkusu olduğunu, fakat azap ve tehdit korkusu olmadığım öne sürmüşlerdir. Ne var ki «Onlar Rablerinin korkusundan titrerler» ayeti bu görüşü reddetmektedir. Nitekim onların korkmaları, masum olmalarına ters düşmez.
Fahreddin Razi'ye göre, meleklerin korkusu en sahih görüşe göre, —ki o bu görüşün îbn Abbas'tan geldiğini kaydetmiştir— celâl ve azamet korkusudur.
(51) «Allah: İki mabud edinmeyin. O ancak...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu sözünü peygamberler vasıtasıyla tüm mükelleflere, yani Hz. Adem'den bu yana gelmiş geçmiş tüm insanlık âlemine söylemektedir. Allah'ın burada yasakladığı davranış şirktir. Sadece iki ilah edinmemek değildir yasaklanan. Çünkü sadece yasaklananın bu olması durumunda, onlardan birini terket-mek yasağın gereğini yerine getirmek olur ki burada kastedilen bu değildir.
Allah Teâlâ'nın bu sözünü kimlere söylediği bilindiğinden dolayı (yani her mükellef bunu büdiği için) meful zikredilmemis-tir.
«îsneyni» lâfzı «İlaheyni» lâfzının sıfatıdır. Nitekim «Vahid» lafzının «İlah» lâfzının sıfatı olduğu gibi. «îsneyni» ve «Vdhid» lâfızlarının getirilmesi izah ve beyan içindir, tekid için değil. Fakat tekid, doğal olarak meydana gelmektedir. Şöyle ki; «İlaheyni» lâfzı cinsiyet ve adet, «ilah» lafzı ise cinsiyet ve vahdet anlamı taşımaktadır. Bu bakımdan onlardan sonra gelen «îsneyni» ve «Va. hid» lafızları aynı zamanda tekid de olabilir. Bu ayetten maksat, Allah'ın ilah edinilmesini yasaklamak değil, Allah ile birlikte ikinci bir ilah edinmeyi yasaklamaktır. İkinci cümledeyse bir ilahın İspatı kastedilmektedir. Onun cinsinin ispatı değil.
«O halde yalnız ve yalnız benden korkun» cümlesi eğer bir şeyden korkmanız gerekiyorsa, yalnız benden korkun demektir. Çünkü baştaki «Fa» harfi mukadder bir şartın cevabıdır. «îyya-ye» lâfzı ise, mahzuf bir fiilin mefhumudur. Nitekim nahiv ilminde şöyle bir kural vardır: «Ma'mul, ayn (munfasıl) zamir olursa, fiil de bir mef'ule müteaddi ise, fiilin tehiri vacip olur.» Nitekim «iyyake na'budu» ibaresi böyledir. Bu fiil ancak zaruret halinde mefulüne tekaddüm eder.
(52) «Göklerde ve yerde ne varsa...»Bu Ayetin Tefsiri
«Din» kelimesi taat ve ihlas, «Vasib» kelimesi de daim anlamındadır. Bu görüş Perra'ya ait olup, Cevheri ondan nakletmiş-tir. Yani; «Allah'ın taati ebeâiyyen vaciptir».
«Vasib» kelimesinin daim anlamında olduğunu, Hasan Basri, Mücahid, Katade ve Dahhak da rivayet etmişlerdir. Yani Allah Teâlâ'nın onlar için daimi bir azabı vardır.
Bazı müfessirlere göre, «Vasib» yorulmuş, güç ve takattan düşmüş demektir. Yani kul taatte yorulsa bile Allah'ın taati onun boynuna vaciptir.
îbn Abbas'a göre «Vasib», vacib anlamındadır. Ferra ve İbn Kelbi'ye göre, «Vasib» halis anlamındadır.
Bazıları «Din» lâfzının ceza ve mükâfat, «vasib» lâfzınınsa daim anlamında olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah'ın ceza ve mükâfatı daimidir. îtaat eden için sevabının, isyan eden için de ikabının sonu yoktur.
«O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?» cümlesinin basındaki hemze, istifham-i inkâriyye, «Fa» harfi de, takib içindir. Yani tüm mahlûkatın Allah'a secde ettikleri takrir ve tes-bit olunduktan, O'nun birliği ile her şeyin O'na muhtaç olduğu anlaşıldıktan sonra O'ndan başka birinden nasıl korkarsınız? O'n-dan başkasından korkmanız doğru (uygun) değildir! [33]
(53-54) «Nimet olarak sise gelen her şey,.,»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Ferra'ya göre «Ma» edatı ceza mânâsındadır ve «Bikum» lâfzının başındaki «Ba» harfi de mukadder bir fiile bağlıdır. Yani evlât, geniş nzık, sıhhatli beden ve benzerlerinden sizde olan her nimet Allah'tandır.
«Sonra size bir sarar dokunduğunda (yine) sadece O'na yal-varırsınız»; yani Allah sizden belâyı, hastalıkları, kıtlığı kaldırdığı zaman içinizden bazılarının O'na ortak koştuğu görülmektedir.
Helakten kurtulduktan sonra, bu şekilde Allah'a ortak koşmak hayreti mucip bir davranıştır.
Ayetteki hitabın umumî olması durumunda, amin» lâfcı bazi-yet ifade eder. «içinizden bir grup» ifadesi de kâfirlere racidir. Eğer hitap müşriklere mahsus ise, amin» lâfzı beyan içindir.
Ebussuud Efendi tefsirinde, «Summe» lâfzının zararın dokun-
duğu sürenin uzaması ve uzun bir zaman sonra giderilmesi anlamında olmadığını söylemektedir. Aksine burada «Summe» lâfzı zararın dokunmasının kaldırılması üzerine terettüp eden şirk mertebesinin terahisine delâlet eder. Çünkü böyle bir terettüp, sapıklığın en uzak noktasında bulunmaktadır. [34]
Alusî de tefsirinde şöyle demektedir:
«Zarar geldiği anda avam tabakasının çoğunun Allah'ı bırakıp § başkalarına sığınmalarının tamamen hamakat ve bir sapıklık olduğuna delâlet eden bir mânâ vardır. Oysa Allah'tan başkasına dua edenler ne kendi nefislerine bir yarar sağlayabilirler, ne de bir zararı defedebilirler».
Alusî bunları söyledikten sonra bazı şeyhlerin kendisine küçükken söyledikleri bir sözü nakletmektedir: «Sakın musibete uğradığında Allah'tan yardım isteme. Çünkü Allah senin yardım talebini hemen kabul etmez. Senin kötü durumun O'nu hiç ilgilendirmez. Sen geçmiş velilerden yardım dile. Çünkü onlar senin üzüntünün kaldırılmasında acele ederler. Senin başına gelen felâket onları ilgilendirir».
Alusî şöyle diyor:
«Kulağım bu sözü (telkini) şiddetle reddetti ve gözümden yaşlar aktı, Allah beni ve müslümanlan bu açık sapıklıktan korumayı diledi. Buna benzer birçok sözler, bugün de bazen bazı şeyhlerden saâtr olmaktadır.» [35]
Bu ayetlerden bazısının tefsirinde, sofuların ileri gelenlerinden kimileri de şöyle demişlerdir: «Velilerden yardım dilemek mahzurludur. Ancak arif olup, hudus ile kıdemin arasım ayırabilen velilerden yardım dileyebilir. Bu istigâse velinin kendisinden değil, hakkın o velide zahir olduğu haysiyetiyle yapılır. Böyle bir yardım talebiyse mahzurlu değildir. Çünkü kül, hak noktasından ötürü veliden yardım dilerse, aslında haktan yardım dilemiş olur.n Bu sözleri naklettikten sonra Alusî şöyle der:
«Madem ki durum budur, o halde bu noktadan ötürü namaz, oruç ve diğer ibadetler de velilere yapılsın! Bu sözleri sarf edenlerden böyle bir hüküm vermeleri beklenir. Hatta bazılarının Öyle sözlerini gördüm ki, bu söz onların yanında teşbih sayılır. Benim kalemim bu sözleri yazmaya, veya ağzım bu sözleri almaya tahammül etmez. Her akl-ı selim nezditıde en emin yol, istigâse ve istianenin sadece Allah'tan olmasıdır. O Allah ki diridir, adildir, kulla-nnın maslahatlarını bilendir. Sakın ve sakın Allah'tan başkasından yardım ve yarar umanların yoluna girme!» [36]
55- Kendilerine verdiğimiz (nimetler) e karşı nankörlük ettikleri için (böyle yaparlar). Faydalanın bakalım, (nasıl olsa) yalanda (gerçeği) bileceksiniz!
56- Kendilerine rmk olarak verdiklerimizden, hakikatim bilmedikleri putlara pay ayırıyorlar. Allah'a yemin olsun ki, iftira etmekte olduklarınızdan ötürü sorguya çekileceksiniz!
57- Onlar kızları Allah'a, ki O bundan münezzehtir hoşlandıklarını da (erkekleri) kendilerine nispet ediyorlar.
58- İçlerinden birine bir kız çocuğu (olduğu) müjdelendi-ğinde, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir.
59- (O kimse) kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutacak yoksa toprağa mı gömecek? Bakın verdikleri hüküm ne kadar da kötüdür!
60- Ahiret'e inanmayanlar kötülüğün timsalidir. En yüce misal (sıfat) ise Allah'a aittir. O her şeye galibtir ve O hikmet sahibi olandır!
61- Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat (Allah) onları muayyen bir zamana kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilir ne de öne alınırlar.
62- Hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnad ediyorlar. En güzel (sonucun) kendilerine ait olduğunu anlatan dilleri de yalan söylüyor. Hiç kuşkusuz ki onlar için sadece ateş vardır. Ve onlar ateşte Öncülerdir.
63- Allah'a andolsun ki senden önceki ümmetlere de (Peygamberler) gönderdik. Fakat Şeytan onlara yaptıklarım güzel gösterdi. İşte o bugün onların velisidir ve onlar için acıklı bir azap vardır.
64- Biz Kitab'ı (Kur'an'ı) sadece, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi açıklaman için ve iman eden bir topluma hidayet ve rahmet olarak indirdik.[37]
(55) «Kendilerine verdiğimiz (nimetler)e karşı...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onlar başlarındaki zarar ve belâların kaldırılmasını istedikleri halde, kendilerine verilen nimetlere karşı nankörlük ettiler ve Allah'a ortak koştular.
«Liyekfuru» ibaresinin başındaki «Lam» harfi, «key» kelimesinin anlamını ifade eder. Bazı müfessirler ise bu «lâm» harfinin akıbet lamı olduğunu söylemişlerdir. Yani, onlar Allah'ın kendilerine verdikleri nimetleri inkâr ettikleri için, O'na ortak koşuyorlar. Bütün bu yaptıkları çirkin ve uygunsuzdur.
«Faydalanın bakalvm» şeklindeki emir sigası, tehdit ifade eder. Sözgelimi, efendi kölesine «Dilediğini yap» dediğinde, aslında onu tehdit etmiş olur. Allah Teâlâ'nın bu ayette «gaib» sigasından «hu tab» sigasjna geçmesinin nedeni, Öfkesinin sonuçlandığını ilân içindir.
«Yakında bileceksiniz»; yani durumunuzun sonucunu, başınıza inecek olan azabı bileceksiniz. Allah Teâlâ bunları çok dehşet verici olduğundan dolayı açıkça zikretmemiştîr. Bazı alimler bu ibareyi «Yakında bilecekler» şeklinde hitab sigası yerine gaib si-gası olarak okumuşlardır.
(56) «Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet-i kerime kâfirlerin cehaletini ortaya koyan başka bir örnektir. Müşrikler zarar ve yarar verip-vermediklerini bilmedikleri halde mallarından bir kısmım putlara ayırırlar ve böylelikle onlara manen yaklaşmayı ümit ederlerdi. Bu yorumu Mücahid, jj Katade ve rivayet tefsiri yazan alimler nakletmişlerdir. Bu yoru- jf ma göre, «Ya'lemune» fiilinin faili müşriklerdir.
Bazı müfessirler bu fiilin failinin «Putlar» olduğunu söylemişlerdir. Yani onlar, hiçbir şeyi idrak etmeyen putlara kendilerine verilen nzıktan bir pay ayırırlar. Putlar akıl sahibi olmadıkları halde fiil, akıllı varlıklar için kullanılan «vav» ve «nun» harfleriyle çoğul olarak getirilmiştir. Bu takdirde fail «man edatına racidir. Fiilin mefulu ise mahzuftur. Yani, kâfirler hiçbir şey bilmeyen o
putlara nzıklardan bir pay ayırırlar.«Allah'a yemin olsun ki, iftira etmekte olduklarınızdan Ötürü sorguya çekileceksiniz»; yani Allah adına uydurduğunuz yalanlardan dolayı hesaba çekileceksiniz.
îslâmdan önce bazı Araplar ekin ve hayvanlarından bir kısmını Allah ile putları arasında paylaştınrlardı ve «Bu Allah'ın bu da putlarımızın payıdır» derlerdi. Allah için ayırmış olduklarını yolculara, fakirlere harcarlar, putları için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak ayin ve ibadet yerlerine (mabedlere ve bakıcılarına) harcarlardı. îşte ayet bu hususa işaret etmektedir. Ni- | tekim En'am Suresi'nde bu ayetin tefsiri yapılmıştı. Oraya müra-
caat edilebilir. [38]
(57) «Onlar kızları Allah'a...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet Huzaa ve Kinane kabileleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar meleklerin —hâşâ— Allah'ın kızları olduklarını iddia ederler ve derlerdi ki; «Kız çocuklarını öldürerek meleklerin yanına gönderin».
«O bundan münezzehtir»; yani Allah evlat edinmekten münezzehtir. «Subhanehu» lâfzı, mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani, «Allah'ı onların nispet ettikleri evlât edinmekten tenzih et». Bu lâfzın onların bu düşünce ve safsataları söyleme cüretini gösterdiklerinden dolayı, hayret anlamını ifade etmesi de mümkündür.
«Hoşlandıklarını da kendilerine nispet ediyorlar»; yani onlar erkek çocuklarını kendilerine nispet ediyorlar ve fakat kız çocukları hususunda burun kıvırıyorlar.
(58) İçlerinden birine bir kız çocuğu...» Bu Ayetin Tefsiri
Onlardan birine kendisinin bir kız çocuğunun doğduğu haber verildiğinde yüzü simsiyah kesilir, bozulurdu.
Burada «siyah» kelimesiyle «beyaz»xn karşıtı olan bir renk kastediliyor değildir. Bu ifade kişinin kız çocuğuna sahip olmak-tan ötürü kedere boğulmasından kinayedir. Çünkü Araplar, hoşa gitmeyen bir olayla karşılaştıklarında «üzüntüden çehresi simsiyah kesildi» derler. Bu yorum Zeccac'a aittir.
Maverdi'ye göre, siyah ile kastedilen beyazın zıddıdır. Bu aynı zamanda Cumhur'un da görüşüdür.
«Kesim» kelimesi üzüntüye boğulmak anlamındadır. İbn Ab-bas bu kelimenin üzüntü ve keder anlamında olduğunu söylemiştir. Ahfeş'e göre, «Kesim», öfkesini yutup, belli etmeyen kimsenin halidir.
Bazı müfessirler, üzüntünün o kimsenin ağzını konuşamayacak kadar doldurmasıdır demişlerdir. Bu yoruma göre, sözkonu-su kelime kurbanın ağzını bağlamak anlamındaki «Kizamet» kö-künden alınmıştır. (Bu yorum Ali b. İsa'ya aittir).
Bu ayetin tefsiri Yusuf Suresi'nde yapılmıştı. (59) «(O kimse) kendisine verilen müjdenin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yetevârâ» fiili gizlenmek, kaybolmak anlamlarını içerir. Yani o kimse, bir kız çocuğu doğduğu için, üzüntüsünün çokluğundan, kendisine gelen utanmadan dolayı kavminden saklanır.
«O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek?» ifadesinde geçen «Hun» kelimesi «hevan» anlamındadır ve zillet, aşağılık duygusu demektir. Nitekim sakif kabilesinden olan îsa, bu kelimeyi «Hun» yerine «Hevan» okumuştur. Her iki okunuş da Kureyş lehçesinde mevcuttur. Bu sözü el-Yezidî söylemiş, Ebu Ubeyde de Kissai'den nakletmiştir.
Perra bu kelimenin Temim kabilesinin lehçesinde «aslık» anlamı taşıdığını söylerken, Kissai'ye göre bu kelime belâ ve meşak. kat anlamındadır.
Bazılarına göre, «Hun» lâfzı kıza racidir Yani, o kız çocuğu, kendince zelil olmasına rağmen onu yaşatacak mıdır? Yoksa onu toprağa mı gömecek? Onlar kız çocuklarını toprağa gömerlerdi.
Katade şöyle anlatmaktadır:
«Mudar ve Huzaa kabileleri, kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Bunu içlerinde en şiddetli olarak Temim kabilesi yapardı. Onlar erkeklere denk görmedikleri kızlarının, kendilerinden istenmesi suretiyle galebe çalınabileceklerinden korkarlardı. Ferazdak'in amcası olan Sa'saa b. Naciye böyle bir şeyi hissettiği zaman kızın babasına bir deve gönderir ve böylelikle o kızı Ölümden kurtarırdı. Ferazdak, «Benim amcam, diri diri gömülen kışlan bu belâdan kurtarırdı. O diri diri toprağa gömüleni diriltti ve onlar bundan sonra toprağa gömülmediler» demek suretiyle öğünür-dü».
Bazılarına göre kız çocuğunun toprağa gömülmesiyle kastedilen, onun insanlardan gizlenmesi ve bilinmemesinin sağlanmasıdır. Ayet bu mânâyı mütehammildir. [39]
Rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle anlatır:
«Bana bir kadın geldi. Yanında iki kızı vardı. Yiyecek istedi ve yanımda bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu kadına ver-dim. O da hurmayı ikiye bölerek, kızlarına yedirdi, kendisi ise bir şey yemedi. Sonra da kızlarıyla birlikte kalkıp gitti. Biraz sonra odama Hz. Peygamber geldi. Hadiseyi kendisine naklettim. Şöyle buyurdular; «Bir kız çocuğuna iyilik eden kimseye o kus çocuğu ateşin önünde kendisine perde olur».
Bu hadis, kız çocuklarının bir imtihan vesilesi olduğuna delâlet eder. Onlara karşı sabırlı olmak, ihsanda bulunmak kişiyi ateşten korur.
Hz. Aişe'den gelen bir başka hadiste ise şöyle denilmektedir:
«Bana yanında iki kızı olduğu halde fakir bir kadın geldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdikten sonra, üçüncüsünü ağzına götürmek üzere kaldırdı. Fakat çocukları o hurmayı da kendisinden isteyince onu ikiye bölerek kızlarına verdi. Onun bu durumu beni hayrete düşürmüştü. Hadiseyi gidip Hz. Peygamber'e anlattım, kendileri şöyle buyurdular: «Allah cenneti, bu yaptığına karşılık o kadına vacip küdı. Ve yine bu davranışından dolayı onu ateşten kurtardı».
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «İki kızım, onlar bulûğ çağına varıncaya kadar besleyip terbiye eden kimseyle ben, Kıyamet Günü'nde şöyleyUs (diyerek iki parmağım gösterdi.).» <Müsltin)
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: «Kızı olan bir kimse onu güzelce yetiştirir, güzelce eğitir, Allah'ın nimetlerinden ona ye-dirir ve giydirir ise o km çocuğu ateşin önünde kendisine bir perde olur». (Ebu Nuaym)
«Bakın! Verdikleri hüküm ne kadar da kötüdür!»; yani onların kızları Allah'a, erkek çocuklarım da kendilerine izafe etmek hususunda verdikleri hüküm çok çirkindir.
Bu ayetin bir naziri olan; «Eğer böyleyse bu zalim bir taksimdir» (Necm: 22) ifadesinin yorumu ileride yapılacaktır.
Mezkûr ayetin, kız çocuğu olduğu kendisine müjdelendiğinde üzülen bir kimsenin aleyhine serdedildiği açıkça ortadadır. Çünkü Allah Teâlâ böyle bir davranışın kafirlerin karakteristiklerinden olduğunu bildirmiştir.
îbn Cerir ve bazıları Katade'den şöyle rivayet etmişlerdir:
«Bu ayette de belirtildiği gibi böyle davranmak Arap müşriklerinin bir adetiydi. Allah Teâlâ böyle davranmanın ne çirkin bir fiil olduğunu haber vermektedir. Nitekim mümin bir kimseye dü* şen, Allah'ın taksimine hakikaten razı olmaktır. Çünkü Allah'ın hükmü kişinin kendi nefsi hakkında verdiği hükümden daha hayırlıdır. Yemin ederim Jd bizler hangisinin daha hayırh olduğunu bU lemeyiz. Çoğu kez bir kız çocuğu, aUe efradı için erkek çocuktan daha hayırlı olmuştur. Allah Teâlâ, Arap müşriklerinin yaptıklarını sizlere haber vermektedir ki siz onların bu yaptıkları çirkin davranıştan sokmasınız».
Kadı Beyzavi İse tefsirinde şöyle demektedir: «Bu ayet kulların fiillerini Allah'a nispet eden mezhebin (Ceb« riye'nin) görüşlerini iptal etmektedir. Çünkü bu fiillerin Allah'a İsnadında birçok kötülüklerin Allah'a izafesi sözkonusu olmaktadır ki eğer onlar bu görüşte olanlardan birine isnad edilse, o kendisinin bu işten beri olduğuna dair, kendisini yorarcasına de-liller getirmeye çalışır, îşte bu noktada sözkonusu hükmü savunanların hükmü o müşriklerin hükmüne benzer. Hattâ o hükümden bile daha korkunçtur. Çünkü kızları Allah'a isnad etmek, sadece bir tek çirkinliği Allah'a izafe etmektir ve Öteki çirkinlikleri Allah'a izafe etmekten daha basittir».
Bazı kimseler Kadı Beyzavî'ye şöyle cevap vermişlerdir:
«Allah Teâlâ için eş ve çocuk edinmenin muhal olduğu delille sabit kılındığında, Allah Teâlâ hemen onun ardından bu ikna edici delili zikretmiştir. Aksi takdirde bizden sadır olduğunda kötü ve çirkin addedilen bir şey Allah Teâlâ'dan sadır olduğunda kötü ve çirkin addedilemez diye bir şey örfte yoktur. Hiç görülmüyor mu ki, bir kimse cariye ve kölelerini süsler, onların görünüşlerini güzelleştirmekte aşın davrandıktan sonra, onların şehvetinin takviyesini mübalağalı bir şekilde yapar, sonra hepsini birara-ya getirir, perde ve engelleri ortadan kaldırırsa ve aralarında vuku bulan cinsel ilişkiye ve diğer hareketlere bakarsa o ahmakların en ahmağı Olarak sayılır. Onun bu davranışı en çirkin davranış olarak kabul görür. Oysa Allah Teâlâ bu işi erkek ve dişi mahlûkları arasında yapmıştır. Böylece anlaşılmaktadır ki, örf üzere bina edilen bu vecihlerin misline güvenmek, sadece başka kesin delillerle desteklenirse kabul edilebilir. Ne var ki Allah için çocuk edinmenin memnu olduğu kesin delillerle sabittir. Kulların fullerine gelince, onları yaratanın da Allah Teâlâ olduğu kesin delillerle sabittir. Eğer taassubun fenalığı olmaz ise, bu iki hususun birbirine ilhakı nasıl mümkün olabilir?»[40]
(60) «AhireVe inanmayanlar kötülüğün...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Ahiret'e inanmayan kimseler kötülüğe ilişkin özellikler taşırlar. Bu Özellik çirkinlikte tıpkı bir darb-ı mesel gibidir. O özellik de, çocuğa muhtaç olmaktır. Ta ki o çocuk onların ölümünden sonra onların yerine geçsin. Çocukları vasıtasıyla isimleri baki kalsın ve hatırlansınlar. Erkek çocukları seçmeleri kendilerine arka olacakları nedeniyledir. Kızları diri diri gömmelerine gelince, bu ya utanmayı kendilerinden uzaklaştırmak veya açlıktan korktukları içindi.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «MeseVus-Sev'i» ifadesi «ateş» anlamındadır. Yani Ahiret'e inanmayanlar için ateş vardır. (Alusi, bu rivayetin îbn Abbas'tan gelmediği kanaatinde olduğunu söylemektedir).
îbn Atiyye'ye göre, «Mesel» tabiri sıfat üzerine hamledilemez. Ayrıca buna ihtiyaç da yoktur. Çünkü bu lafzın sınırlarından çıkmak demektir. Dolayısıyla burada, ibare asıl anlamı ve babı üzerinde bulunmaktadır. Şöyle ki; onlar kızların Allah'ın olduğunu söylediklerinde, Allah Teâlâ'ya bir mesel isnad etmiş olmaktadırlar. Çünkü kızlar beşerdirler. Kızların çokluğu ise Arapların hoşlanmadıkları bir husustu. İşte kötü mesel budur. Ve Allah Teâlâ bu hususu haber vermektedir. Yani o kötü mesel kendileri içindir. Kötü mesel sadece kızlarda da değildir. Onlar Allah'a kızları isnad ettiklerinde, Allah da onu mutlak şekilde onlara isnad etti.
«En yüce misâl (sıfat) Allah'a aittir»; yani şanı en yüce olan sıfat Allah'ındır. Bu sıfat ise, zatî vücub, mutlak zenginlik, geniş cömertlik ve mahlûkatın sıfatlarından münezzeh olmaktır.
îbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre, «En ince misâl,
Allah'tan başka üâh olmadığına şahitlik yapmaktır». (Bu söz, aynı zamanda îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir).
Beyhakî'nin «EUEsmau vessıfat» adlı eserinde, îbn Abbas'tan naklettiğine göre, buradaki «en yüce misâl» ifadesi «O'nun bir benzeri yoktur» anlamındadır. O'dur kemai-i kudretiyle her şeye kadir olan! Onlan işledikleri çirkinliklerden ötürü cezalandırması da, O'nun kudreti dahilindedir.
«O hikmet sahibi olandır»; yani O, beliğ hikmeti gereğince her şeyi yerli yerince yapandır. [41]
(61) «Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden...»Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, Allah Teâlâ'nın, eğer insanları işledikleri zulüm ve küfürlerinden dolayı hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlıyı bırakmayacağım bildirmektedir.
«Nas» (insanlar) kelimesi ya mutlak anlamda zalim olanları, ya da küfürlerinden ötürü zalim olanları içermektedir. [42]
tcYuahizu» fiili her ne kadar *mufaale- babından ise de, «Ahe-ze» anlamındadır. Yani Allah onları cezalandırır, muaheze eder. Onların da Allah'ı muaheze edecekleri sonucu bu İfadeden çıkmaz.
îbn Atiyye*ye göre, «muaheze» (yani karşılıklı fiil) burada mecazi bir anlama sahiptir. Adeta kul Allah'a isyan etmekle onun hakkım tutar, Allah da ceza ile ondan o hakkı alır.
«Bizulmihim» lâfzının başındaki «ba» harf-i çeri sebebiyet bildirir. Yani eğer Allah onları küfür ve isyanlarından dolayı muaheze ederse...
Mezkûr ayet, «O her şeye galibtir ve o hikmet sahibi olandır» cümlesinin anlamını belirtmekte olup, kâfirlerin işlemiş oldukları çirkinliklerin sonu olmayan bir noktaya kadar uzandığını ilan etmektedir.
«Yeryüzü»nVüi bahsi geçmemesine rağmen, zamir-kullanılmasının nedeni, «nas» kelimesi dolayısıyla onun bilinmesinden ötürüdür. Çünkü, «insanlar» lâfzı, «yeryüzüne» delâlet eder.
«Min dabbe» tabirinden de anlaşılan budur. Çünkü yürümek yeryüzünde olur. Yani Allah, eğer insanları işledikleri zulümden dolayı hemen muaheze etseydi, yeryüzünde yürüyenlerden hiçbir şey (canlı) bırakmazdı ve hepsini helak ederdi. Nitekim başka bir ayette; «İçinizden sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaya-cak olan fitneden sakının» Duyurulmuştur.
Beyhaki ve bazı muhaddislerin rivayet ettiğine göre Ebu Hu-reyre, «Zalim ancak kendisine sarar verir» diyen birini işittiğinde dedi ki; «Hayır! Allah'a yemin ederim ki Hubara denilen bir kuş
bile, zalimin işlediği zulümden dolayı yuvasında ölür.»
îbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre o; «Nerdeyse Adem-oğlu'nun işlediği günahtan ötürü, yuvasındaJd pislik böceği bile azap görecek hale gelim dedikten sonra mezkur ayeti okumuştur. (Beyhaki, Şuab'ul-iman)
Yine rivayet olunduğuna göre, tbn Mesud; «Ademoğlu'nun günahları pislik böceğini yuvasında Öldürmüştür» dedikten sonra, «Allah'a yemin ederim ki, Nuh kavmi tufanda boğulduğu zaman böyle olmuştu» sözlerim ekledi. (İmam Ahmed) [43]
Bazı müfessirlere göre, «Dabbe» ile kastedilen zalim canlılardır ve tenvin nevi içindir. Bu ise insanların kâfir ve asi olanlarına mahsustur.
Bazıları bu lafzın, insan ve cinlerden olan zalimlere işaret ettiğini söylerken, bazıları da şer'an ve örfen yapılmaması gereken işleri yapanların kastedildiğini öne sürmüşlerdir.
tbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bir grup, dabbe lâfzının müşriklerden ibaret olduğunu söylemektedirler. Nitekim bir ayette, «Yeryüzündeki canlıların en kötüsü kâfirlerdir» diye buyurul-muştur.
Cübbaî ise, lafzın umum ifade ettiğini ve bütün canlıları kapsadığım söylemektedir. Ona göre «insanlar» ibaresiyle de mutlak anlamda zulmedenler kastedilmektedir. Yani mülâzemet nedeni şudur: Eğer Allah Teâlâ onları küfür ve isyanlarından ibaret olan kesbleri nedeniyle muaheze etseydi, o zaman hemen helak olmalarım emreder ve onların ardından geriye bir nesil de kalmazdı. Çünkü bilinmektedir ki, herkesin ataları içerisinde azaba müste-hak olanlar vardır. Dolayısıyla onların hepsi helak edilseydüer nesilleri kesilir, insanlardan yaşayan kalmazdı. O zaman yeryüzündeki tüm canlılar helak olmuş olurdu. Nitekim, «Sisin için yeryüzün-dekiler yaratıldı» diye buyurulmuştur.
Ayetin metninde geçen «Nas» (insanlar) kelimesini tahsis edersek eğer, bu ayeti peygamberlerin masum olmadıklarına delil gösterenlerin istidlali iptal olmuş olur. Bazı müdekkikler, tahsise gerek olmadığım, zira ayetin «Temimoğutlan birisini öldürdü» kabilinden bir ifade olduğunu söylemişlerdir. Yani bir kimsenin fiili tüm kabileye isnad edilmektedir. Delil ve nasslar ise peygamberlerin masum oldukları hususunda birbirlerini desteklemektedirler.
Bazen de şu görüş Öne sürülmektedir:
«Zulüm özelliği bulunmayan hiç kimse yoktur. Ne var ki mertebeleri farklıdır. Nitekim Ebrar'ın haseneleri, mükanibinin sey-yieleri sayılır. Peygamberler için iddia olunan ismet sıfatı, peygamber olmayanlara nispetle günah cinsinden olanlardan masumdurlar. Makam ve mertebelerine göre, günah sayılandan masum olmaları ise iddia olunamaz. Çünkü birçok ayet ve hadis peygamberlerden zellenin sadır olduğunu göstermektedir.»
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Eğer Allah Teâlâ, beni ve Meryemoğlu İsa'yı günahlarımızdan (bir başka rivayete göre, iki baş parmağın ve ondan sonra gelen parmağın yaptığından) dolayı muaheze etseydi, bize azap verirdi ve hiçbir şekilde de zulmetmiş olmazdı», (tbn Merduveyh). [44]
Hiçbir peygambere «zalim» denilmediği gibi, peygamberlere de «Zalimler» denilemez. Fakat insanlar için «Zalimler» tabiri kullanılabilir. Bu tıpkı Allah Teâlâ için, «AUah maymunun, domuzun halikı» denilemez kabilindendir. Fakat «Allah her şeyin halikı ve § Rabbidir» denilebilir. Yani başka şeylerin zımnında, Allah'ın maymunun ve domuzun yaratıcısı olduğu söylenirken, müstakil olarak denilemez.
(62) «Hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onlar kendilerince hoş karşılamadıkları şeyleri Allah'a isnad etmektedirler. Meselâ, kendilerine kızlar nispet edildiğinde bu onların hoşlarına gitmez ama meleklerin Allah'ın kızları olduklarım söylemekten de çekinmezler. Onlar yalan söylemektedir. Yani iddialarına göre, hep güzel şeyler kendilerinindir. Bir başka deyişle, Allah katında en güzel netice onlarındır. Bu en güzel netice içine cennet de dahildir. Nitekim bazı müfessirlere göre, «En güzel sonuç» ile «cennet» kastedilmektedir. Çünkü onların bir kısmı haşre, cennet ve cehenneme inanırlardı. Bu onlara nispeten-dir. Yani faraziye icabı en güzel onlarındır.
Rivayet olunduğuna göre onlar, «Eğer Muhammed haşr hususunda doğruyu söylüyorsa, üzerinde bulunduğumuz hasletlerden dolayı cennet bizimdir» diyorlardı. Nitekim «eUHüsna» ile cennetin kastedilmiş olduğunu ayetin sonundaki, «Hiç kuşkusuz onlar için sadece ateş vardır» cümlesi tekid etmektedir. Çünkü bu cümle, onların kendilerine cenneti lâyık gördüklerine açıkça delâlet etmektedir. Onlar nasıl olur da böyle düşünebilirler? Oysa onlar haşn inkâr eden kimselerdir diye itirazda bulunulamaz!
MÜcahid'e göre, «el-Hüsna» ile erkek çocukları kastedilmektedir. Fakat bu rivayet pek kuvvetli değildir.
Bazı müfessirler, «Hoşlarına gitmeyen şeyler» ile umumun kastedildiğini söylemektedirler. Meselâ onların herhangi birinin reislik hususunda bir ortağının bulunması hoşlarına gitmez. Fakat hiç çekinmeden putların Allah'ın ortağı olduğunu söyleyebilmektedirler. Yine onlar, gönderdikleri bir elçiye hakaret edilmesinden hoşlanmazlar. Oysa kendileri Allah'ın elçisini hafife alarak alay etmektedirler.
«Mufratune» kelimesi, «Takdim edilirler» veya «cehenneme acilen getirilirler» anlamındadır ki bu yorum Hasan Basri'den ri-vayet edilmiştir.
Katade'ye göre bu kelime, «Takdim edilirler» anlamındadır.
Mücahid, îbn Cübeyr ve îbn Ebi Hind ise lâfzın, «Onlar ateşte terkedüirler, orada ebediyyen unutulurlar» anlamına geldiğini söylemişlerdir.
îbn Abbas, İbn Mesud, Ebu Reca, Şeybe, Nafi ve Medine ehlinin çoğu bu kelimeyi, «Mufritun» şeklinde okumuşlardır. Yani onlar Allah'a karşı olan hususlarda haddi aşmışlardır.
Bazı kıraatlerde bu kelime, «Muferritun» şeklinde okunmuştur ki bu da, Allah'ın taatinde kusurlu davranışlar yaptıkları anlamındadır.
Bu kelime, bazı kıraatlerde ise, «Muferretun» şeklinde okunmuştur ki ateşe doğru sürüldükleri anlamına gelir.
(63) «Allah'a andolsun Jd senden önceki...»
Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet Hz. Peygamber için bir teselli mahiyetindedir. Allah Teâlâ, kâfir ve cahil olan kavminden gelen musibetlere karşı, Rasûlüne sabretmesi gerektiğini söylemektedir.. Bu ayet aynı zamanda peygamberlerini yalanlayan kavimler için de ilâhî bir tehdittir: «Senden (yani ümmetinden) önce her ümmete bir peygamber gönderdik» veyahut; «Seni şu kâfir kavme göndermezden önce bütün ümmetlere peygamberler gönderdik». O peygamberler o ümmetleri hakka davet ettiler. Ne var ki şeytanları (önderleri) onların amellerini kendilerine güzel gösterdiler. Onlar da yaptıklarından vazgeçmeyip, peygamberlerin davetine uymadılar. Şeytan o ümmetlerin velisi, yani arkadaşı ve dostudur. Şeytan onlara kötü amellerini, çirkin davranışlarını güzel göstermekte veya onları haktan çevirmek, onları saptırmak hususunda onların yardımcılarıdır.
«EUYevm» kelimesi marife kullanıldığında, «et'an» gibi, hâl ve hazır zaman ifade eder. Oysa şeytanın o ümmetlere kendilerinin yaptıklarını güzel gösterdiği zaman geçmiştir. Allah Teâlâ'mn bunu hazır suretiyle süratlendirmesinin nedeni, işitenin o acaib sureti gözünün önüne getirmesi ve hayret etmesi içindir.
«El-Yevm» ile dünya hayatı da kastedilmiş olabilir. Çünkü dünya hayatı, Ahiret'e nispeten hazır vakit gibidir.
«El-Yevm» ile Kıyamet Günü de kastedilmektedir. Bu takdirde, onlar için orada azap vardır anlamı çıkar. Fakat hâl suretiyle ifade edilmesinin nedeni, işitenin onu gözünün önüne getirebilmesi içindir.
v Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, çoğul getirilen tüm zamirler geçmiş ümmetlere racidir. Fakat Zemahşeri, «Veliyyuhum» ifadesindeki zamirin geçmiş ümmetlere değil de Kureyş'e raci olabileceğini söylemiştir. Bu takdirde, «eUYevm» kelimesi, Hz. Pey-gamber'e hitap vaki olduğu zamanı anlatmış olur. Yani şeytan, geçmiş ümmetlere (kâfirlere) yaptıklarım güzel göstermiştir. Binaenaleyh şeytan bu Kureyşlilerin de yardımcısıdır. Çünkü bu Ku-reyş kâfirleri de öncekiler gibidir. Yani küfür tek millettir. [45]
(64) «Biz Kitab'ı sadece hakkında.,.» Bu Ayetin Tefsiri
«EUKitdb» ile kastedilen Kur'an'dır. Çünkü Kur'an bu isme her kitaptan daha layıktır. Ayetteki istisna ise, «istisna-i mufer-reğamdır. Yani biz Kur'an'ı sana herhangi bir neden için indirmedik. Ancak onların hakkında ihtilaf ettikleri husustan açıklamak için indirdik. Onlar haşr hususunda ihtilaf etmişlerdi. Onların içinde haşre iman edenler de vardı. Ayrıca helâl, haram, Allah'ın vahdaniyetini ikrar ve inkâr hususlarında da ihtilaf içindeydiler.
«Lehum» kelimesindeki çoğul zamiri, bazı müfessirlere göre, Kureyşlilere racidir. Çünkü burada onlar sözkonusudur. Bazılarına göre, mutlak anlamda insana racidir. Çünkü bu sadece Kureyş'e tahsis, edilmiş değildir. Bu bakımdan, her insan bu anlamın içinde mütalaa edilir.
Kurtubi, «Huden ve Rahmeîena lâfızlarının, «Litubbeyyine» ifadesi üzerine atfolunacağını; zira bunun mahallen mensub oi. duğunu söylemektedir. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Biz bu kitabı sana, ancak onu insanlara açıklaman için ve iman edenlere de hidayet ve rahmet olsun diye indirdik».[46]
65- Allah gökten (buluttan) su indirdi ve onunla Ölümünden sonra yeryüzünü diriltti. Kuşkusuz ki bunda (söz) dinleyen bir topluluk için ibret vardır.
66- Muhakkak ki sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Size onların karınlanndaki ile kan arasından gelen ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiliyoruz.
67- Hurma ağacının meyvalarından ve üzümlerden hem içki, hem de güzel gıdalar elde edersiniz. İşte bunda da aklını kullanan bir topluluk için ibret vardır.
68- Rabbin bal arısına vahye t ti: «Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin.»
69- «Sonra her üründen ye ve Babbinin sana kolaylaştır-
dığı yollardan git. Onların karınlarından renkleri değişik bir şer-:. bet (bal) çıkar». Onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için bir ibret vardır.
70 — Sizi Allah yarattı. Sonra sizi O öldürecek. Bilgili olduktan sonra, hiçbir şey bilmesin diye sizden bazı kimseler erzel'il-Ömr'e (ihtiyarlığa) götürülür. Kuşkusuz ki Allah bilendir ve kudret sahibidir.
71 — Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, nziklannı ellerinin altındakilere verici değillerdir ki rmkta hepsi eşit olsunlar. Yoksa Allah'ın nimetini in-
kâr mı ediyorlar?
72 — Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de oğullar ve torunlar varetti. Sîzi temiz rmklarla rızık-landırdı. Şimdi onlar bâtıla inanıp, Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar? [47]
(65) «Allah gökten (buluttan) su indirdi ve...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sema» kelimesi bulut anlamında kullanılmıştır. «Ve onunla Ölümden sonra yeryüzünü diriltti» cümlesiyle de yeryüzündeki bitkilerin hepsinin çürüyüp gittikten sonra, yağmur sularıyla yeniden biter hale gelmesi kastedilmektedir. Yani ayette geçen «ölüm» ve «diriltmek» lafızları bitkilerin çürüyüp, kurumaları ile yeniden bitmelerinden kinayedir.
Bu ayet; «Müseboepler, sebepler nezdinde değil, onlarla vardır» diyen kimselere delil olarak öne sürülmüştür.
«Bunda», yani bulutlardan suyun indirilmesinde ve onunla kupkuru olmuş olan yeryüzünün canlandırılmasında ibretler vardır.
Bu ayet Allah'ın vahdaniyetine, ilmine, kudretine ve hikmeti-ne delâlet etmektedir. Fakat tüm bunlar, söz dinleyen, düşünen ve akıl erdiren kimseler içindir. Çünkü bu ayetlerden ancak onlar ibret alırlar ve başkaları bunlardan yararlanamaz.
Bir önceki ayetle bu ayet arasında sıkı bir bağlantı vardır.
Çünkü orada Htab ile kalplerin diriltilmesi sözkonusu edilirken, bu ayette yağmur ile arzın diriltilmesi sözkonusu edilmektedir. [48]
(66) «Muhakkak ki sizin için hayvanlarda da...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Butunihi» kelimesinin sonundaki zamir, «En'am» lafzına ra-cidir. Çünkü «En'am kelimesi çoğul isimdir ve çoğul isimlerde müzekker ve tekil olma hali (Bakara gibi) caizdir. Aynı şekilde müennes ve çoğul olma hali de anlam itibarıyla caizdir.
«Fers» kelimesi dişli hayvan pisliği, dışkısı demektir. Ancak bu dışkı, hayvanın işkembesinde iken «Fers» adını alır.
Ebu Hayyan, el-Bahr'ul*Muhit adlı tefsirinde, «Fer*» kelimesinin hayvanın işkembesinde veya kalın bağırsağında kalan yiyecek tortusu anlamına geldiğini söylemektedir.
«Beyne» lâfzı iki farklı şey arasında olanı iktiza eder. Bunlardan biri, «eUFers», diğeri de «kan» anlamındaki «ed-Dem»ûir. Nazmın zahirinden anlaşıldığına göre süt bu iki maddenin arasındadır.
Kelbî'nin rivayet ettiğine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: «Hayvan yem yediğinde, yem onun işkembesinde iken onun alt kısmı fer?, ortası süt, üstü de kandıra. Bu sözün bir benzeri İbn Cüreyc'den de rivayet edilmiştir.
İmam Pahruddin Razi, bu yoruma şöyle itiraz etmiştir:
— Biri diyebilir ki süt ile kan hayvanın işkembesinde oluşan nesneler değildir. Bunun delili ise bizzat gördüğümüzdür. Şöyle ki, hayvanlar sürekli kesilir ve onların işkembelerinde ne süte ne de kana rastlanır? Eğer onlar işkembede oluşsalardı, hiç değilse bazı zaman görülebilirlerdi. Evet müşahadenin yalanladığı bir hususta ısrar etmek caiz değildir. Belki de doğru olan şudur: Hayvanlar yem yediklerinde o yem mide ve işkembelerine gider. Ne zaman ki o yem işkembede kaynar ve hazmın ilk safhası meydana gelirse, o zaman onun saf olan kısmı ciğere doğru çekilir, tortu olan kısım ise bağırsaklara iner. Sonra ciğere doğru çekilen ve ciğerde meydana gelen kısım pişer, kan olur. İşte bu da hazmın ikinci safhasıdır. O kan ise safra ile siyah ve sulu bir fazlalıkla karışıktır. Safra (yani sarımtırak olan kısım) «öd»e gider. Siyah kısım ise dalağa gider. Su da böbreklere, oradan da mesaneye gider. Kana gelince, o da ciğerden oluşan damarlara gider. Bu noktada hazmın üçüncü safhası meydana gelir. Ciğer ile memeler arasında birçok damarlar vardır. İşte kan o damarlardan memelere gelir. Meme de beyaz, gevşek ve kabarcıklı bir etten ibarettir. İşte Allah Teâlâ kam orada süt şekline çevirir. Bu durumun erkek hayvanlarda da olduğu ve niçin onlardan süt gelmediği sorulacak olursa, onun cevabı da şudur: İlâhi hikmet her şeyin tedbirini kendisine uygun ve maslahatına muvaffık bir tarzda yaratmıştır. Binaenaleyh erkeğin yapısı hararetli, kuru iken dişinin yapısı soğuk ve yaştır. Çünkü çocuk annenin vücudunda oluşur. Bu bakımdan dişiye doğuma uygun olsun diye rutubet özelliği verilmiştir. Böylelikle bedeni genişleyebilsin ve çocuk için genişlesin. O rutubet çocuğun anne vücudundan ayrılmasının peşisıra memeye doğru akar ve orada çocuğun gıdası için bir madde oluverir. Nitekim bu husus rahimde de böyledir. Bir kimse bu karışımı, sütleri, onların yerlerinin hazırlanmasını, mecralarının döşenmesini, doğum şartlarını, orada faaliyet gösteren organların çalışma biçimlerini incelerse, Allah'ın ilminin kemâline, kudret ve hikmetinin yüceliğine, rahmet ve şefkatinin sonsuzluğuna hükmeder.
Bu hususta söylenilenin özeti şudur: Gıda işkembeye gittiğinde, orada pişer ve ayrım oluşur. Kan meydana gelir. O kandan bazı parçalar memeye doğru akar ve Allah'ın tedbiri sonucu süte dönüşür. Hal böyle iken, ayetten maksud olan da anlaşılır. Yani süt ferslerin arasında oluşur, sonra kanın parçalarından meydana gelir.
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, tefsirinde şöyle demektedir: «îbn Abbas'tan gelen rivayetin kastettiği şudur: Onun ortanca kısmı sütü, üst kısmı ise bedende akıcı bir madde olan kanı teşkil eder. Zira süt ile kanın işkembede oluşmadıkları kesinlikle bilinen bir husustur.
îşte bu yorumu gerektiren şey, müşahade olunan bir hususta teşrih ehli olan hukemanın söyledikleridir.»
«Halistir»; yani orada ne kanın rengi ne de tersin kokusu vardır. Veyahut çıkış noktaları daraltıldığı için, ondaki kesif parçacıklar içerisinden dupduru bir halde akar gelir. İçenlerin boğazından da yağlı olduğu için kolayca akıp gider.
îbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, Has. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Hiçbir kimse yoktur ki, süt içerken süt onun boğazım tıkasın! Çünkü Allah Teâlâ, sütü halis ve içenlerin kolay içebileceği bir şekilde, kan ile ters arasından çıkarmıştır».
Bazı kıraat alimleri, «Saigan» kelimesini, «Seyyigan» şeklinde okumuştur ki bu da kolaylık anlamındadır.
Bu ayeti kerime eti yenilen hayvan sütünün temiz olduğuna ve içilmesinin mübahlığına delâlet eder. Meninin temiz olduğunu iddia eden bazı alimler bu ayetle istidlal etmişlerdir. Ancak meninin necis olduğu kanaatindeki alimler ise, meninin sidik yolundan çıkmasını buna sebep olarak göstermişlerdir. Aksi görüşte olanlar (yani temizdir diyenler), «süt ters ile kan arasında çıktığı halde temizdir. Dolayısıyla meni de temizdir» demişlerdir.
Fahruddin Razi, tefsirinde tahkik ehlinin şöyle dediğini nakletmektedir.
«Kan ile ters arasından gelen süt, Allah Teâlâ'nın varlığına olduğu kadar haşnn da mümkün olduğuna delâlet eder. Çünkü hayvanların yediği ot, su vasıtasıyla topraktan yaratılır. Bundan sonra kâinatın yaratıcısı onu tedbiriyle süte çevirir Sonra ikinci bir tedbir ile o sütten yağ ve peynir gibi gıda maddelerinin çıkarılmasını sağlar. Bu da gösterir ki kâiı*atın sahibi olan Allah, bu cisimleri nasıl bir özellikten diğerine nakletmeye kadir ise aynı şekilde ölülerin cesetlerine de hayat ve akıl bahşetmeye kadirdir. Nitekim daha önce bedenin parçalan olmadığı halde bedenleri yaratan da O'dur. İşte bu itibar haşnn mümteni olmayıp, mümkün olduğuna delâlet eder.» [49]
(67) «Hurma ağacının meyvalanndan ve...»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Mekke'de nazil olmuştur ve o zaman içki helâldi. Müslüman da, kâfir de içki içerdi .İçki Medine'de haram kılınmıştır ve bu hususta ittifak vardır. Ancak içkinin Medine'de Uhut'dan önce mi sonra mı haram kılındığı hususunda ihtilaf edilmiştir. İçkiyi haram ilân eden ayet, Maide Suresi'nin 90. ayetidir. Bazı alimler ise Nahl Suresi'ndeki bu ayetin, Maide Suresi'ndeki ayeti nes-hettiğine kail olmuşlardır ki bu husus İbrahim en-Nehaî, Ebu Sevr ve İbn Cübeyr gibi birçok alimden rivayet edilmiştir. Bazılan ise bu görüşe karşı çıkarak, Nahl Suresi'ndeki ayetin Önce nazil olduğunu ve neshin sözkonusu edilmeyeceğini söylemişlerdir. Onların delilleri îbn Abbas'tan gelen şu rivayettir: «Sekar, Habeş dilinde sirke demektir».
Hanefiler ise bu ayetin neshedilmediğini savunarak, şöyle demişlerdir:
«Ayette sözü edilen sekr ile sarhoşluk vermeyen, içkiler kastedilmiştir. Bunun delili ise, Allah Teâlâ'nın ayette zikredilen nesneleri yaratmakla kullarına nimet ihsan ettiğini bildirmiş olmasıdır. Oysa nimet ancak helâl olan şeylerdedir. Binaenaleyh bu nebizin> sarhoşluk vermeyen diğer maddelerinden içmenin caiz olduğuna da delildir. Ancak nebiz sarhoşluk verecek dereceye vardı mı, içilmesi caiz değildir».
Bu görüşte olanlar, yorumlarını şu hadisle desteklemişlerdir: «Allah şarabın aynini haram kılmıştır. Onun azı da, çoğu da haramdır. Her içkiden sarhoşluk vereni de haram kılmıştır» (Dare-kutni).
Nebizin içilmesine eğer sarhoşluk vermiyorsa cevaz verenlerden biri de İbrahim en-Nehaî'dir. Ebu Cafer et-Tehavî de bu görüşe katılmıştır. Süfyan-ı Sevrî de bu görüştedir. Hatta Kurtu-bî'nin tefsirinde yer aldığına göre kendisi de nebiz içerdi.
İbn Mesud, îbn Ömer, Ebu Eezin, Hasan Basri, Mücahid, Şa'-bi, Nehaî, îbn Ebi Leyla, Ebu Sevr, Kelbi ve îbn Cübeyr ise, rivayet edildiğine göre, «Sekr» kelimesini «Şarap» ile tefsir etmişlerdir.
«Güzel gıdalar» ile kastedilen sirke, kuru hurma, kuru üzüm vs. dir.
îbn Abbas, Sekr ile şarabın, «Güzel gıdalar ile de bu iki maddeden (hurma ve üzümden) yapılmış yenilen ve içilen helâl nzık-ların kastedildiğini söylemektedir.
Bazılarına göre Sekr ile, tatlı ve helâl olan şira kastedilmektedir.
İbn'ul-Arabî, bu görüşler içerisinde en kuvvetlisinin îbn Ab-bas'a ait olduğunu söylemektedir.
îbn Abbas'in görüşü ise iki şekilde yorumlanabilir.
a) Bu ayet şarabın haram kılınmasından önce gelmiştir.
b) Ayetin mânâsı şöyledir: «Allah hurma ve üzüm meyvala-nyla size nimetler ihsan etti. Ancak sizler onlardan haram olan şarabı, hududu aşarak elde ediyorsunuz».
Fakat sahih olanı, bu ayetin şarabın haram kılınmasından önce inmesidir. Daha sonra ise neshedilmiştir. Çünkü bu ayet Mek-kî'dir. Şarabı haram kılan ayet ise, Medine DÖnemi'nde nazil ol-tur. [50]
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Ümmetin ekseriyeti sarhoşluk veren şeyin azının da, çoğunun da haram olduğunda ittifak etmiştir. Bazı mezheplerin nebizin helâl olduğuna dair delil getirdikleri hadisler ise, Kurtubî'nin tefsirinde ve diğer eserlerde kritik edilerek zayıf oldukları veya bu hadisle amel eden alimin o hadisi iyice tevil edemediği, anlamını bilemediği gösterilmiştir. Sarhoşluk veren nesnenin azının dahi haram olduğu ittifak derecesinde çoğunluğun görüşüdür. Allah bizi korusun!
(68) «Rabbin balansına vahyetti: Dağlardan...»Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayette üç mesele vardır:
1) Balansına vahyedümiş olması.
Daha önce de bahsedildiği gibi vahy kelimesi bazen ilham anlamında da kullanılır. îlham Allah'ın bir canlının kalbinde yarattığı bir şeydir ve bunun zahirde sebebi bilinmez. Bu şu ayet kabi-lindendir: «Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücuruna da, ondan sakınmayı da ilham edene...» (Şems: 7-8). İşte canlı hayvanlar da bu kabildendir. Allah Teâlâ onlarda yararları idrâk edecek, zararlardan sakınacak, maişetlerini tedbir edecek ilhamı yaratır. Allah Teâlâ ilhamı daha nice cansızlara da verdiğini bildirmektedir: «O gün arz, haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir» (Zilzal: 4-5).
îbrahim el-Harbi demektedir ki; «Allah Teâlâ'nın ölüler üzerinde öyle bir kudreti vardır ki, onun ne olduğu bilinememektedir. Hatta Allah katında onlara bir peygamber de gelmemiştir. Fakat Allah Teâlâ bunu ilham yoluyla onlara vermiştir. Müfessirler arasında, vahyin burada «ilham» anlamına geldiği hususunda ihtilaf yoktur. Bazı alimler ise, vahyin burada bal ansım kendisinden istenilen hizmete teshir etmek anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Yani burada vahyin hakikati kastedilmemektedir. Çünkü vahyin hakikati ancak akıl sahiplerine olur. Bal ansı ise akıl sahibi varlıklardan değildir. Ancak bal ansından öyle fiiller sadır olur ki, insan neredeyse onu akıllılardan sanar. Meselâ aralarından biri lider gibidir. O diğerlerinden daha büyüktür ve hükmü diğer anların Üzerinde geçerlidir. Hepsi ona hizmet ederler. Onun yüklerini de diğerleri taşırlar. O'na elYa'sub veya el-Emir (Başka bir deyişle Ana Kraliçe An) denilir. Bildirildiğine göre, o yuvasından kaçtığı zaman, cemaati de onunla beraber gider. Yuvalarına (kovanlarına) dönmeleri istendiğinde, davul çalınır, müzik aletleri kullanılır. Böylelikle kraliçe arıyı ve diğerlerini kovanlarına geri getirirler.»
2) Allah Teâlâ, balansına dağlarda, ağaçlarda veya insanların yapmış oldukları kovanlarda ev edinme ruhsatım vermiştir.
«Ya'rişunen fiili «hazırlarlar» anlamındadır. Bu fiil umumiyetle dallarda, ağaçlarda ve gölgeliklerde düzenli bir şekilde sağlamca yuvaların yapılması anlamında kullanılır.
3) Bal arısı yuvasını (petekleri) altıgen şeklinde yapar.
tbn Arabî, Allah Teâlâ'nın bal arısında yaratmış olduğu en ilgi çekici şeyin, ona peteğini altıgen şeklinde yapmasını ilham etmesi olduğunu söylemektedir. Bu sayede bal anlarının evleri adeta bir tek parçaymış gibi birbirlerine yapışırlar. Oysa üçgenden ongene kadarki şekiller birbirlerine bitiştirilmezler ve aralarında boşluk kalır. Bundan sadece altıgen müstesnadır. O benzerleriyle biraraya getirildiğinde, adeta bir parçaymış gibi birbirine geçirilebilir. Gerçekten de bal ansının yapmakta olduğu yuvayı akıl sahipleri aletlerle bile zor yapabilirler.
Şârânî'nin birçok yerde zikrettiğine göre, sufüer burada vahyin hakikat anlamında kullanıldığını ve Allah Teâlâ'nın bal anlarından peygamberler gönderdiğini söylemektedirler. Aynca Allah Teâlâ, onlara göre diğer hayvanlardan da nebi ve resuller göndermiştir. [51]
Ancak şeriat buna manîdir. îşrakiyye ekolü filozoflarından ba-zılan, bütün hayvanlar için nefs-i natıka olduğunu öne sürmüşlerdir. Ben neredeyse bunu, onlar için teslim edecek durumdayım. Biz sofulardan işittiğimizi başka kimselerden işitmedik.[52]
(69) «Sonra her üründen ye ve Rabbinin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Semerat» kelimesi, Semere'v&n çoğuludur ve ağacın meyvesi, yükü anlamına gelir.
tbn Atiyye ayetin zahirine bakarak, bal ansının sadece ağaçların çiçeklerini yediğini söylemektedir. Nitekim Semere kelimesi aynı zamanda ağaç için de kullanılır.
Bazı müfessirler ağaçların kendilerinin (çiçeklerinin değil) kastedilmesinin daha evla olduğunu söylemişlerdir. Çünkü semerat lâfzım sadece ağacın meyvasına tahsis etmek vakıanın hilâfı-nadır. Nitekim bal ansı yapraklan, çiçekleri, meyva ve ağaçlan da yer.
Ancak bu uzak bir yorumdur. Çünkü Semere'nin «ağaç» anlamına gelmesi mecazendir ve Araplar arasında maruf değildir. Ayrıca bal ansının çiçeklerden başkasını yediği de bilinmemektedir.
«Subul» kelimesi Sebil'in çoğuludur ve «yol» anlamına gelir. «Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollardan git» demek, yükünü aldıktan sonra Babbin tarafından yaratılan yollardan git anlamındadır.
«Subul» kelimesinin Allah'a izafe edilmesinden anlaşılan odur ki, bu yollarda çalışma imkânlannı bal anlarına hazırlayan Allah Teâlâ'nın kendisidir.
Bazılarına göre, bu kelimeyle arının yiyeceğinin bulunduğunu zannettiği yere gitmek üzere kullandığı yollar kastedilmektedir. Bu takdirde, «Kült» (ye) emri, yemekte normal yürü anlamına gelmiş olur.
Bazıları ise bu kelimenin çalışma yollan ve çeşitlerinden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Yani bal yapmak üzere Rabbin tarafından sana ilham edilen yollardan git!
Mücahid'den rivayet olunduğuna göre ayetin anlamı şöyledir: «Bu yollar Rabbin tarafından sana kolaylaştırılmış olduğu halde, o yollardan git».
îbn Abdisselâm demektedir ki, «yolların kolaylıkla vasıflandı-rılması, bu yollann gidip gelme için değil, gıda edinme yollan olduğuna delâlet eder. Çünkü bal ansı yerde değil, havada gidip gelir. Havada gidip gelinen güzergâh ise yol değildir. Çünkü «Zülul» kelimesi gitmek ve gelmekten ötürü aşınmış yollar demektir. Havada ise böyle bir şey sözkonusu değildir».
Katade'ye göre, «Zülul» kelimesi itaat etmek anlamında kullanılmıştır. Yani, «Rabbine itaat ederek git».
«Onların karınlarından renkleri değişik bir şerbet (Vat) çt-kar» ifadesinde bal anlamında «Şarab» kelimesinin kullanılma nedeni, balın içilen nesnelerden olmasındandır. Öyle ki «Ben bal yedim» ifadesinin hatalı bir kullanım olduğunu söyleyenler bile vardır. Doğrusu, «Ben bal içtim» olmalıdır.
Cumhur-u Ulema'ya göre, bal arının ağzından çıkar, yani onun kusmuğudur. Bazıları da balm arının ağzından çıkmasının Allah'ın kudretini daha beliğ bir şekilde gösterdiğini söylemektedirler.
Bazılarına göre bal arının arkasından çıkar. Zahir olan da budur. Nitekim bu görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Hz. Ali, dünyanın hakir bir nesne oluşu hakkında şöyle demiştir: «İnsanoğlunun en üstün elbisesi bir kurtçuğun kusmuğu, en üstün içkisi ise bir arının arkasından çıkan nesnedir». Yine Hz. Ali bir başka sözünde, «Bala gelince, o bir hayvancıktan çıkan nesnedir.» demektedir.
Hikâye edildiğine göre Hz. Süleyman, İskender ve Aristo gibi zatlar kendi dönemlerinde camdan kovanlar yaparak arının nasıl bal yaptığım müşahade etmek istemişlerdir. Acaba bal araun ağzından mı, yoksa başka bir yerinden mi çıkıyordu? Bunu anlamak istemişlerdi. Ne var ki arılar her defasında da cam kavanozu, içini görünmeyecek derecede sıvamadan önce bal yapmadılar.
Bazı müfessirlere göre, «karınlarından» ifadesiyle «ağızlarından» denmek istenmiştir. Ağıza karın denmesi, onun karın hükmünde olması nedeniyledir. Çünkü ağız da karın gibi görünmez.
«Renkleri değişik»; yani kimi beyaz, kimi san, kimi kırmızı, kimi de siyahtır. Bu hikmet sahibi olan Yaratıcı'nın iradesinden ötürü böyledir. Bunda, arıların dolaştıkları yerlerin, iklimin veyahut anlann yaş farklılıklarının rol oynaması muhtemeldir. Nitekim, beyaz balın genç anlann, san balın yaşlı anların, kırmızı balın daha, siyah balm ondan da yaşlı olan anlann balı olduğunu söyleyenler de çıkmıştır.
(tBalda insanlar için şifa vardır». Bu şifa ya bizzat baldadır (meselâ balgamlı hastalıklarda bal ilaç olarak kullanılır ve balgamı söker) ya da bal başka maddelerle birleştirildiğinde şifa olmaktadır (meselâ macunların çoğunda bal vardır). Yani macun gibi birçok bileşimler içerisinde bal, katkı maddesi olarak kullanılmaktadır.
Müfessirlerden çoğuna göre burada umum kastedilmemekte-dir. Çünkü birçok hastalıklar vardır ki, bal onlar için tedavi unsuru değildir, aksine yenildiği takdirde zararlı olur. Bu bakımdan burada, hastalıklarına balın şifa olduğu kimseler kastedilmektedir.
«Şifa» kelimesindeki tenvin, tazim içindir. Yani çok şifa vardır. Tebiz için de olabilir. Yani, onun bir kısmında şifa vardır. Bu yüzden, «Balla her şifa mutlaka meydana gelir» veya «Herkes mutlaka balla şifa bulur» demenin anlamı yoktur. Gerçek olan husus, burada umumun kastedilmiş olmayışıdır. Çünkü balın fayda vermediği birçok hastalığın olduğunda kuşku yoktur. Balın umu mi olarak her hastalığa veya herkese faydalı olduğuna dair gelen rivayetlerin sıhhatini ise Allah bilir.
Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, bir kimse Hz. Peygamber'e gelir ve kardeşinin ishal olduğunu söyler. Hz. Peygamber de ona, gidip kardeşine bal içirmesini söyler. O adam daha sonra gelir ve Hz. Peygamber'e der ki: «Kardeşime bal igirdim ama ishali daha da fazlalaştı». Hz. Peygamber ona gidip kardeşine bal içirmeye devam etmesini söyler. Adam yine gelir ve bal içirmeye devam ettiğini ama bu sefer ishalin daha da arttığını bildirir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: «Allah doğru söyledi. Kardeşinin karnı ise yalan söyledi. Sen git, ona yine bal içirmeye devam et». Adam gider ve kardeşine yine bal içirir. Bu sefer kardeşi şifa bulur. (Buhari, Müslim, îmam Ahmed, İbn Merduveyh).
Ancak bu hadis, balın her hastalığa iyi geldiğini ispatlamaz. Çünkü Allah Teâlâ, belki de Hz. Peygamber'e o ishali olan adamın şifasının balda olduğunu vahyetmiş olabilir! Nitekim bazı ishal hastalıkları bal ile iyileşir.
Mücahid, Dahhak, Ferra, İbn Kisan, îbn Abbas ve Hasan Bas-ri'den rivayet olunduğuna göre, «Fihndeki zamir, Kur'an'a racidir. Ayetten maksat da, Kur'an'da cehalet ve şirk hastalıkları için şifa, hidayet ve rahmet bulunduğudur. Nitekim İbn Nuhas, bu yorumu güzel görmüştür.
Kadı Ebubekir İbn Arabi'ye göre, mezkûr yorumun adı geçen kimselere isnadı sahih değildir. Eğer sahih ise bu aklen doğru değildir. Çünkü ayetin tümü ûal ile alakalıdır ve burada Kur'an söz-konusu edilmemektedir. Ancak Kur'an'ın şifa olduğu konusunda hiçbir münakaşaya mahal yoktur. Nitekim İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre O; «Şifa veren iki şeye; Kur'an'a ve bala yapışınız» diye buyurmuştur. (Tabarani)
Allah Teâlâ önce suyun indirilmesinden söz açmıştır. Çünkü yağmur (su) yarar yönünden en tamam olandır. Süt ve diğer maddelerin oluşmasında da su esas unsurdur. Daha sonra süt zikredilmiştir. Zira insanoğlu sudan sonra en çok süte muhtaçtır. Süt bazen insanı su içmekten müstağni kılar. Ayrıca süt insanın fıtratına delâlet eder. Bu yüzden Hz. Peygamber Miraç gecesinde kendisine ikram edilen «Hamr», «Bal», «Süt» arasından sütü seçmiştir. Daha sonra «Hamr» zikredilmiştir. Zira o bala nazaran süte daha yakındır. Çünkü hamr üzüm suyudur. Bal gibi katık olarak kullanıldığı maruf değildir. Onunla süt arasında bir nevi benzerlik vardır. Çünkü her ikisi de kesif maddeler içinden çıkmaktadır. Sütün rahatlıkla içilmesi düşünülürse de, bu içki için geçerli değildir. Zira içki rahatlıkla içilmez. Bu yüzden içki içenler bu esnada yüzlerini buruştururlar. Bazen içki insanın boğazına takılır.
İşte bu yüzden ters açılar bakımından da aralarında benzerlikler vardır. Ayrıca süt, insanoğlunun herhangi bir müdahalesi olmaksızın elde edilir. Oysa içki böyle değildir. Hamrdan sonra ve baldan önce güzel gıdaların sözkonusu edilmesine gelince, bunun nedeni çok açıktır. Su, süt, hamr ve balın bu tertip üzere cennet vasfında geldikleri Kur'an'da zikredilmiştir: «Takva sahiplerine va'de-dilen cennetin misali şudur: Orada sudan ırmaklar, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır». (Muhammed : 15)
«Elbette bunda düşünen bir topluluk için bir İbret vardır»; yani Allah'ın kudretinin bu izlerinde düşünen kimseler için büyük bir mucize, delil ve ibret vardır. Çünkü bal arısının özelliklerini düşünen o ince ilimler, harikulade fuller üzerinde tefekkür eden bir kimse, onun hikmet ve kudret sahibi bir Rabbi olduğunu büir. O Rab bu ilhamı onun içinde var etmiştir.
Bazı zındık tabipler, Hz. Peygamber'in (s.a) daha önce zikredilen bal hadisine şu şekilde itiraz etmişlerdir.
«Tüm tabipler balın ishal yaptığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu bakımdan ishal olmuş bir hastaya nasıl bal verilebüir?»
Bu itirazm cevabı şöyledir:
«Hz. Peygamber'in (s.a) bu sözü haddizatında haktır. Hz. Pey-gamber'i tasdik eden bir kimse için bu oluşur. O kimse Peygamber'in tayin ettiği ve gösterdiği yerde, niyetinin aktedilmesiyle, güzel bir şekilde inanmasıyla balı kullanmıştır. Böyle davranan bir kimse, onun yararını görür, derecesini elde eder. Nitekim bal içmesi Hz. Peygamber tarafından tavsiye edilen kimse sonunda şifa bulmuştur. Bu başkası için de geçerlidir. «Tabipler bu hususta ittifak etmişlerdir» sözüne gelince, bu söz o kişinin nakil hususundaki cehaletini gösterir. Çünkü kayıtta bulunmaksızın, mutlak olarak tüm tabiplerin ittifak ettiklerini söylemiştir».
îmam Ebu Abdullah el-Mazeri şöyle demektedir:
«İshalin birçok bilinmeyen çeşitlerinin olması doğaldır. Onlardan biri tıkabasa yeyip şişmanlamak ve kanun adeta düğümünün açılmasıdır. Bu takdirde doktorlar bunun ilacının, tabiat ve tabiat fiiline bırakılması olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer ishalin olmasında bir yardımcıya gerek duyulursa, kuvvet bedende kaldıkça yardım edilir. Onu bu durumda bırakmak zararlı olur.»
Bu izahattan sonra deriz ki, o hadiste bahsi geçen kişinin de tıkabasa yemek yemekten ve işkembesinin ağzının açılmasından o hale gelmesi mümkündür. Bu yüzden Hz. Peygamber, ona bal yedirilmesini tavsiye etmiş ve bal yemek te ona, o madde yok olun-51 ^eaya kadar tavsiye edilmiştir. Sonunda da ishal durmuş ve bal hastaya iyi gelmiştir. Bu tıb bilgisinden çıktığına göre, itirazcıların tıbbı iyi bilmedikleri de anlaşılmaktadır.
(îmam Ebu Abdullah şöyle devam etmiştir):
«Biz Hz. Peygamber'in (s.a) sözünü doktorların tasdik etmesine gerek duymuyoruz. Öyle ki doktorlar onun sözünü yalanla-saiar, biz de onların sözünü yalanlarız. Onların sözlerini şiddetle reddederek, Hz. Peygamberi tasdik ederiz. Ancak onların sözlerinin doğru olduğunu müşahade edersek eğer, o takdirde Hz. Peygamber'in sözünün tevil edilmesinin gerekliliğine inanınz. Bunu da sahih olan bir esas üzerine yaparız. Çünkü Hz. Peygamber'in yalan söylemediğine dair kesin hüccetler vardır».[53]
«Onda insanlar için şifa vardır» cümlesi ilâç almak yoluyla tedavi olmanın caiz olduğuna delildir. Ayrıca bu cümle başka tür tedavi yöntemlerinin de caiz olduğuna delâlet eder. Ne var ki, tedaviyi mekruh gören bazı büyük alimler bunu kabul etmemektedirler. Ancak bu ayet; «Velilik mertebesi, Allah tarafından insanın başına gelen bütün belâlara razı olunmadıktan sonra tamamlanmaz» diyen sufilere bir reddiyedir. Bu kimselere göre Allah'ın velisi, tedaviyi tamamen terketmelidir; Zira tedavi olmak caiz değildir. Oysa tedaviyi inkâr etmenin hiçbir anlamı ve yaran yoktur. Çünkü Cabir Hz. Peygamber'den sahih olarak şu hadisi rivayet etmektedir: «Her hastalığın bir devası vardır. Hastalığın tedavisi yapıldığında, o hasta Allah'ın izniyle ondan kurtulur».
Usame b. Serik'ten rivayet olunduğuna göre, Bedeviler Hz. Peygamber'e tedavi olup olamayacaklarını sorarlar. Hz. Peygamber; «Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun, Allah bir hastalığı, onun şifasını da vermedikçe bırakmaz. Ancak bir hastalık müstesna» diye cevap verince, onlar bu istisna edilen hastalığın ne olduğunu öğrenmek isterler. Hz. Peygamber de «ihtiyarlık» diye cevap verir. (Tirmizi, Ebu Davud, Tirmizi bu hadisin Hasen-Sahih olduğunu söylemiştir).
Ebu Hizana, babasından onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Ben Hz. Peygamber'e sordum: «Ey Allah'ın Rasûlü! Yaptığımız efsunlardan tedavide kullandığımız ilaçlardan ve sakıncalı bulduklarımızdan bize haber verir misin? Acaba bunlar Allah'ın kaderinden bir şeyi geri döndürürler mi?» Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «O Allah'ın kaderindendir». (Bu zat, yukarıdaki hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Ebu Hizane'nin bundan başka hadisi yoktur).
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «İlaçlarınız içinde en hayırlısı, hicamın aldığı kan veya içilen bir bal ya da ateşle dağlamaktır. Ancak ben ateşle dağlanmayı sevmem». Bu hadis sahih kitaplardan rivayet edilmiştir ve aynı türden hadisler sayılamayacak denli çoktur. [54]
Ulema'nın cumhuru tedavi ve efsunun caiz olduğu görüşündedir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, İbn Ömer «Lakve» denilen hastalık sebebiyle dağlanmış ve akreb ısırmasından da tedavi olmuştur. îbn Şirin, îbn Ömer'in kendi çocuğuna tirya içirdiğini rivayet eder. İmam Malik tirya içmenin caiz olduğunu söylemiştir. Ancak bunun mekruh olduğunu öne sürenler şu hadisi deUl olarak göstermişlerdir. Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Bir ümmet küçük büyük ferdleriyle cennete girdiler. Onlar tedavi olmaz, dağlanmaz, herhangi bir şeyi uğursuzluk saymazlar, sadece Rablerine tevekkül ederlerdi».
Mümine vacip olan Allah'a tutunmak, O'na güvenip yalvarmaktır. Çünkü Allah Teâlâ, hastalıklı ve sıhhatli olunacak günleri bilir. Eğer tüm insanlar onları azaltmak veya çoğaltmak için çabalasa bile buna güçleri yetmez. Nitekim bir ayette, «Yeryüzünde veya nefislerinizde herhangi bir musibet meydana gelmesin ki, biz onu yaratmazdan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Hiç kus-ku yok ki bu Allah'a çok kolaydır». (Hadid: 22). Bu görüşü fazilet ve eser ehlinden bir grup savunmuştur. Bu aynı zamanda İbn Mesud ve Ebu Derda'nın da yorumudur.
Hz. Osman, İbn Mesud'u o ölüm döşeğindeyken ziyaret ettiğinde, nereden şikâyet ettiğini sorar ve İbn Mesud da günahlarından şikâyet ettiğini söyler. Hz. Osman, «İştahın neyi çekiyor?» diye sorunca, İbn Mesud «Rabbimin rahmetini» diye cevap verir. Hz. Osman «Bir doktor çağırayım mı?» deyince, İbn Mesud, «Beni doktor hasta düşürdü» diye karşılık verir.
îmam Şafii'nin hocası Veki' der ki, Ebu Hilâl'in Muaviye b. Kurre'den rivayet ettiğine göre, hastalandığında Ebu Derda'yı ziyarete giderler ve ona «Sana bir doktor çağıralım mı?» diye sorarlar. Ebu Derda ise, «Beni doktor yatağa düşürdü» diye cevap verir. Bu görüşü ayrıca, Rebi b. Heyseme de benimsemiştir.
Said b. Cübeyr efsunla, dua ile tedavi olmayı kerih görmüştür. Hasan Basri ise, bütün ilaçların kullanılmasını kerih görür, ancak süt ve baldan yapılan ilaçlan kabul ederdi.
Mütekaddimun, daha önce zikredilen hadiste bir hüccetin bulunmadığını söylemişlerdir. Onlara göre kastedilenin birtakım mekruh dağlamalar olması muhtemeldir. Çünkü Hz. Peygamber Hendek Savaşı'nda Ubeyy'in zira'ındaki damara dağlama yapmış ve sonra şif anın üç şeyde olduğunu söylemiştir ki biz onları daha önce zikretmiştik. Yine Allah Teâlâ'nın kitabında olmayan şeylerle yapılan efsunu kastetmesi muhtemeldir. Çünkü Allah Teâlâ, «Biz Kur'an'da şifa olan şeyler indirdik» diye buyurmuş, Hz. Peygamber de ashabını ef sunlamış ve efsunlamaya da müsaade etmiştir. [55]
(70) «Sisi Allah yarattı. Sonra sizi O...» Bu Ayetin Tefsiri
«ErzeVil-Ömr» ifadesi, ömrün en kötüsü, en düşüğü anlamındadır.
Bazı müfessirlere göre bu ifade, akıl ve kuvvetin eksik olduğu dönem anlamına gelir. Çünkü insan bu dönemde şuurunu kaybeder. Nitekim İbn Abbas, bunun «Ömrün en aşağı tabakası» anla^ mına geldiğini söylemiştir. Çünkü insan o dönemde aklı olmayan bir çocuk gibidir.
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber Allah'a sığınarak; «Allahım! Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan sana sığınırım. Cimrilikten de sana sığınırım» derdi. (Bu-hari)
Sa'd b. Ebi Vakkas; «Allahım! Ömrün en reziline varmaktan sana sığınırım» derdi. (Buhari)
Bu ayet tıpkı; «Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını tersine çeviririz. Yine de akıllarını kullanmayacaklar mı?» (Yasin : 68) ayeti gibidir.
îbn Çerimin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre, «Erzel'ilömr» yetmişbeş yaşıdır. Katade doksan, başka bir müfessir ise doksan-bir yaş olduğunu söylemiştir. Bir grup ise, bunu en hasis, en ha-kir ömürle yorumlamıştır ki bu dönem, kuvvetin azaldığı, duyu organlarının bozulduğu ve kişinin çocukluk haline dönüştüğü ihtiyarlık zamanıdır.
Buradaki hitap, Kur'an'in nazil olduğu dönemdeki insanlara yönelik ise, mazi ve istikbal anlamı zahirdir. Yok eğer hitap umumi ise, mazi sığası onların varlığının vaktine nispeten, istikbal si-gası ise yaratılışa nispeten kullanılmış demektir. Her iki halde de, «Erzel'il - Ömr»e döndürülen kimselerin hem müminler, hem de kâfirler olduğu ortadadır.
Bazıları «Erzel'il - Ömr»xxı kâfirlere mahsus olduğunu, müslÜmanlann «Erzel'il. ömr»e döndürülmeyeceklerini söylemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ, Tin Suresi'nde insanoğlunu «esfel'is-safilin»e dönüştüreceğini, iman eden ve salih amel işleyenleri ise bundan istisna kılacağını söylemiştir.
İbn Münzir'in İkrime'den rivayet ettiğine göre, «Kur'an okuyan kimse, «EzreVil . Ömr»e döndürülmez».
Ancak müşahade edilen durum, bu iki görüşü de yalanlamaktadır. Çünkü Kur'an okuduğu halde nice müslüman vardır ki «EzreVil Ömr»e döndürülmüştür.
. Ayetin metninde geçen «ilim» kelimesi, marifet anlamındadır. Mezkûr ayeti kerime, unutkanlığın son noktasından kinayedir. Şöyle ki kişi öyle unutkandır ki, bir şeyi bildikten az bir zaman sonra unutur ve o ilim aynı saatte kendisinden sıyrılıp gider. Söz gelimi, bir kimseye, «Bu kimdir?» diye sorulur, o da «Filan kimsedir» diye cevap verir. Fakat biraz sonra ona, yine «Bu kim dir?» diye sorulur.
Bazılarına göre, «ilim» kelimesi burada «akıl» anlamındadır ve gerçek mânâsında olmayıp, mecazen kullanılmıştır.
(71) «Allah rızk hususunda kiminizi kiminizden.. » Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, Allah Teâlâ'nın bazı kullarını zengin, bazısını fakir, bazısını hür, bazısını da köle kıldığını haber vermektedir.
Zenginlikte üstün kılınanlar (efendiler), elinde rızık bulunanlardan bir kısmını fakirlere (kölelerine) vermiyorlar ki köle ile efendisi malda eşit olsunlar.
Bu ayet bir darb-ı misâldir. Allah Teâlâ bu ayeti müşrikler hakkında inzal etmiştir. Yani, «Ey Kur'an'ın muhatapları! Köle* leriniz sizlerle eşit olmadıkları halde, nasıl olur da, Allah'ın kul* larını O'nunla eşit sayabilirsiniz?»
Nasıl müşriklerin köleleri mallarında onlara ortak değilse, onların taptıkları putları, dikili taşları da Allah'a ortak değildir. Çünkü onlar da Allah'ın mahlûkudur. O halde nasıl olur da, O'nunla eşit tutulabilirler? Bu yorum İbn Abbas, Mücahid ve Katade'den rivayet edilmiştir.
îbn Abbas'tan bir başka yorum daha rivayet edilmektedir ki bu |J rivayete göre, mezkûr ayet Necran Hıristiyanları hakkında ve onlar «îsa Allah'ın oğludur» dedikleri için nazil olmuştur. Allah Teâlâ, «Üstün kılınanlar nzıklannı ellerinin altındakilere verici değillerdir» demek suretiyle onların iddialarını çürütmüştür.
(72) «Allah sîze kendi nefislerinizden...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ceale» (kıldı) fiili, «Halaka» (yarattı) anlamındadır. Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı»; yani Allah Havva'yı Adem'den yarattı.
Bazı müfessirlere göre, «nefislerinizden» ifadesi, cinsinizden, nev'inizden, sizin yaratılışınız üzere anlamındadır. Nitekim Allah Teâlâ, «Size kendi nefsinizden olan bir peygamber geldi» diye buyurmuştur. Yani sizin cinsinizden, nevinizden, yaratılışınız Üzere bir peygamber gelmiştir.
Mezkûr ayet cinlerle evlenip yaşadıklarını iddia eden Araplar aleyhinde bir reddiyedir. Ayetin metnindeki «Ezvac» kelimesi «Zevc»in çoğuludur. Kişinin zevci onun ikincisi demektir. Sanki kişi tektir de, eşi onu ikileştirirmiş gibi! Allah Teâlâ'nın izafeyi kadına değil de, erkeğe kılmasının nedeni, varlığın esasının erkekte oluşundandır. Nitekim Havva, Adem'den yaratılmıştır.
«Eşlerinizden de oğullar ve torunlar varetti» cümlesi Allah'ın kuluna vermiş olduğu nimeti saymasıdır. Çocuklar her -ne kadar erkek ve dişinin ortak katılımıyla meydana geliyorsa da, ço cuk dişinin rahminde meydana geldiği için Allah çocuğu kadına izafe etmiştir. Kölelik ve hürriyette de çocuk annesine tabidir. Yani annesi köle (cariye) olan çocuk köle, annesi hür olan çocuk da hür sayılır.
îbn Arabî, şöyle der: «Medinet'ul-Selâm'da bulunan Hanbelî îmam Ebu'l*Vefa Ali b. Akil'den dinlediğime göre, çocuk maliyette sadece annesine tabidir. Kölelik ve hürlükte onun hükmüne girer. Çünkü o babasından ayrıldığı zaman kıymetsiz bir meni damlası idi. Onda bir mal, maliyet veya fayda yoktu. Çocuk ne elde etmişse annesinin vasıtasıyla elde etmiştir. Bu nedenle o annesine tabi olmuştur.»
«Hafede» kelimesi, İbn Kasım'ın îmam Malik'ten rivayet ettiğine göre, hizmet ve fikirde yardımcılar anlamındadır.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, onlar kişinin yardımcılarıdır. Yine îbn Abbas'tan gelen başka bir rivayete göre ki îbn Arabî de bunu tercih etmektedir— «Hafede» çocukların çocukları (torunlar) anlamına gelir ki en kuvvetlisi bu görüştür. Torunların hanımlardan olmasının nedeni, bilvasıta onlardan geldiği içindir.
Bazılarına göre, «Hafede» kız çocukları demektir. Allah Teâlâ'nın onlar hakkında hizmetçiler anlamındaki hafede kelimesini kullanmasının nedeniyse, onların evde hizmet görmeleridir.
Bazılarına göre, Hafede kelimesi tıpkı Benin kelimesi gibi erkek çocuklar anlamında kullanılmıştır. Nitekim İbn Abbas'tan gelen şu rivayet, mezkûr mânâya daha yakındır: «Benin çocukların küçükleri, hafede ise büyükleridir». Dikkat çekici olanı, Mukatil* den bunun tam tersinin rivayet edilmiş olmasıdır. İbn Abbas, sanki büyük çocukların hizmette daha kuvvetli oluşuna dikkat çekmiştir. Mukatil ise, küçük çocuklar itaat etmeye daha yakm olduklarından böyle söylemiştir.
Bazılarına göre, Hafede kişinin üvey çocukları demektir. Yani kişinin hanımının, önceki kocasından olan çocukları demektir. Bu görüşü, îbn Cerir ile İbn Ebi Hatim, îbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Hafede damatlar demektir. (Buharı Tarih, Beyhaki Sünen, Tabarani ve Hakim Müs-tedrek. Hakim hadisin sahih olduğunu söylemiştir).
Damatlar hakkında, «Eshar» kelimesi de kullanılır. Bu tafc dirde Hafede kelimesi, mukadder bir fiilin mefulu olur. Yani, «Allah size damatlar kıldı». Bu, «Benin» kelimesi üzerine atfedilemez; çünkü geçmekte olan kayıt, atfedilenlerin hepsi üzerine bağlanır. Oysa kişinin damatları onun hanımlarından değildirler. Bu yorum zahirin hilafına olduğu için zayıftır.
Bazı alimlere göre, bu ayet insanoğlunun cinlerle evleneme-yeceğine delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, «Kendi nefislerinizden eşler yarattı» diye buyurmuştur. Oysa cinler bizim nefsimizden değildirler. [56]
«Sizi temiz miktarla nzıkîandırdı»; yani lezzetli nzıklarla sizi rızıklandırdi.
Lezzetli olma, tayyibenin lügat anlamıdır. Bazı müfessirlere göre bu kelime şeriatta maruf olan helâller anlamına gelir.
Ebu Hayyan bu yoruma, ayetin muhataplarının kâfirler olduğu noktasından hareketle karşı çıkmış ve onların herhangi bir şeriatlarının olmadığım belirterek, böyle bir yorumun ayetin zahirinin hilafına olduğunu söylemiştir.
Ebu Hayyan'a ise şöyle cevap verilmiştir: Kâfirler dinin esasıyla mükellef oldukları gibi, fer'i meselelerle de mükelleftirler. Helâl ve haram onlar için de geçerlidir. Ne var ki onlar bunu yerine getirmemektedirler. Aynca kâfirlerin yediklerinin çoğu helâl olanlardır. Onların helâl ve haramına inanmak gerekmez.
«Min'et-Tayyibât» ibaresinin başındaki «min» kelimesi bazi-yet bildirilir. Çünkü onlara nzk olarak verilenler, tayyibatın bir kısmıdır. Nitekim dünyadaki nzıklann hepsi, Ahiret'tekilerin benzerleridir. Ahiret'te daha gözün görmediği, kulağın işitmediği ve kimsenin aklına bile gelmeyecek nzıklar vardır. Dünyadaki nzık-lar onların ancak bir kısmıdır.
Ayetin zahirine bakılacak olursa, tüm bitkiler, meyvalar, da-neler, içilen şeyler ve canlılar bu tabire dahildir.
Bazılarına göre, «Tayyibat» ile kastedilen yorulmaksızın elde edilen nzıklar demektir. Bazıları da, bunun savaşlarda ele geçirilen ganimetler olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu görüş zayıftır.
«Batıl» kelimesi şeytanın güzel göstermiş olduğu «Bahire», «Şaibe» ve benzerlerinin haram kılınmasından ibaret olan nesnelerdir.
«Allah'ın nimeti» ile kastedilen onlara helâl kılınanlardır. Bu yoruma göre, ifade, «Size tayyibeîerden nzık verdi» cümlesine bağlıdır. Ancak zahire göre, hem ona hem de ondan önceki cümlelere bağlıdır.
îbn Münzir, Cerir'den şöyle rivayet etmiştir: «Bâtıl şeytandır, Allah'ın nimeti ise Hz. Peygamberdir»[57].
Bu ayeti, Mücahid, İbn Abbas, îmam Malik ve lügat alimlerinin söyledikleriyle birlikte mütalaa ettiğimizde, şu gerçek ortaya çıkar. Kocaya, hanımı da, çocukları da hizmet etmek zorundadır-lar. Bu görüş îbn Arabi'ye aittir.
Seni b. Sa'd'dan rivayet olunduğuna göre, Ebu Usayyid Sa'dî Hz. Peygamberi düğün yemeğine davet etmişti ve hanımı da davetlilere hizmet ediyordu. (Bühari). Bu rivayetten kadının evinin hizmetini yapmak mecburiyetinde olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Buhari'de kayıtlı olduğuna göre, Hz. Aişe şöyle demektedir: «Ben Hz. Peygamberin develerinin boynuna takttan gerdanlıkları elimle örüyordum».
Bu yüzden Maliki mezhebi uleması yataklann serilmesi, evin temizliği gibi işlerin kadın üzerine vacip olduğunu söylemiştir.
Başka bir ayette de, «Ondan eşini de yarattı ki o eşte süku- net bulsun» diye buyurulmuştur. Yani Allah Teâlâ, kadınlarda sükunet bulmak ile lezzetlenmeyi birleştirmiştir. Âdetin cereyan ettiği üzere, bazı hizmetleri onlara yüklemiştir. Ancak bununla beraber kişi bazı işlerde hanımına yardım etmelidir. Nitekim Hz. Aişe şöyle demektedir: «Hz. Peygamber aile efradına yardım ederdi. Ezam işittiğinde ise, evden çıkıp namaza giderdin. Bunu İmam Malik'in şu sözü de destekler: «Koca hanımına yardım etmelidir. Çünkü çözülmüş nalınları perçinlemek, dikmek, evi süpürmek elbise dikmek, Hz. Peygamberdin ahlâkmdandı». Hz. Aişe'ye Hz. Peygamberdin evde ne yaptığı sorulduğu zaman, «O da insanlardan bir insandı. Elbisesini temizler, koyununu sağar, kendi işini kendi yapardı» demiştir. [58]
73- Onlar Allah'ın dışında kendilerine göklerden ve yerden ne bir nzık vermeye ne de bir şeye sahip olmayan ve buna asla güç yetiremeyen şeylere mi tapıyorlar?
74- Sakın Allah'a birtakım misaller icad etmeyin! Çünkü Allah bilir ye fakat sizler bilmezsiniz.
75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızık-tan gizli ve açık harcayan kimseyi misal verdi. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu bilmezler!
76- Allah (şu) iki kişiyi misal verdi: Onlardan biri dilsizdir. Hiçbir şey beceremez ve efendisinin üzerine bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır çıkmaz. Şimdi bu (köle), doğru yolda olan, adaleti emreden kimse ile bir midir?
77- Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Saat (Kıyamet) in durumu ise, bir göz kırpması veya daha yakındır. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir.
78- Allah sizi analarınızın karınlarından, hiçbir şey bilmediğiniz halde çıkardı. Şükre d esin iz diye size kulak, göz ve kalpler verdi.
79- Göğün boşluğunda (Allah'ın buyruğuna) boyun eğmiş (uçan) kuşlara bakmadılar mı? Onları orada ancak Allah tutmaktadır. Kuşkusuz ki bunda inanan bir topluluk için ayetler vardır![59]
(73-74) «Onlar Allah'ın dışında kendilerine...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Göklerden gelen nzık» yağmur, «Yerden gelen nzık» ise sebze ve meyvalardır.
«Şey'en» kelimesi Ahfeş'e göre «Rızk» kelimesinin bedelidir. Ferra'ya göre, şey'en kelimesi rızken kelimesinden anlaşılmakta olan fiile taalluk eder, onun mefhumudur.
«Güç yetiremeyenler» ile putlar kastedilmektedir. «Sakın Allah'a birtakım misaller icad etmeyin.»; yani bu cemadattan, bu ruhsuz cesedlerden bir şeyi Allah'a benzetmeyin. Çünkü O tektir, adildir, O'nun benzeri yoktur.
Birçok alim, «emsal» kelimesinin «mesel»in çoğulu olduğunu söylemiştir. Allah için meseller kılmak ise, O'na ortak koşmak, bir şeyi ona benzetmek demektir.
«Darb» kelimesi ile, «kılmak» anlamındaki «caü» mânâsı kastedilmektedir. Yani sakın Allah için emsaller kılmayın. îbn Abbas' m şu yorumundan da mezkûr mânâ anlaşılmaktadır: «Sakın benimle beraber benden başkalarım mabudlar kılmayın. Çünkü benden başka mabud yoktur».
«Çünkü Allah bilir ve fakat sizler bilmezsiniz» cümlesi yasağın nedenini belirtmektedir. Yani, Allah yaptıklarınızın künhünü ve bunun ne derece büyük bir iftira olduğunu bildiği için, bundan dolayı size azabın en korkuncunu verecektir. Sizler ise bu azabın künhünü bilmediğiniz için, bu çirkin fiiller sizden sadır olmakta ve siz de buna cesaret edebilmektesiniz!
(75) «Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen...» Bu Âyetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede bir benzetme yaparak söyle demektedir: «Hür olmayan bir köle ile, güzel ve helâl bir nztk ile rtziklandtnldıktan sonra, onu fakirlere harcayan hür ve zengin bir kimse hiç eşit olur mu? Elbette eşit olmazlar».
İşte bunun gibi Allah'tan başkasına tapanlar da tapmakta oldukları şeylerin köleleri durmundadırlar, Allah'tan başkasına tapmayan mümin kimselerse hür kimselerdir. Onlar Allah'dan başka hiçbir gücün karşısında eğilmezler. Kuşkusuz bu iki grup birbirlerine eşit değillerdir. Ayette misalen zikredilen vasıflara sahip olan kimse, bir köledir sadece. Bir malı almaya gücü yetmediği gibi, kendi hakkında karar vermekte de özgür değildir. O ancak efendisinin emrine boyun eğmiştir.
Ayetten bütün kölelerin bu Özelliklere sahip olduğu anlaşılmaz elbette. Çünkü isbatta bulunan nekra, şümul ve umum iktiza etmez, sadece içlerinden birini ifade eder. Emir ve nehiyden sonra gelen veyahut masdara izafe edilen nekra umum ifade eder.
Katade bunun mümin ile kâfir arasında bir benzetme olduğunu söylemekte ve şöyle demektedir: «Memlûk olan bir köleyle kastedilen kâfir kimsedir. Çünkü o ibadetlerinden Ahiret'te istifade edemez». Ona göre, Allah'ın katından kendisine raık verilen kimse ile mümin bir kimsenin tanımı yapılmaktadır. Yani, sizin ve kölelerinizin hali bu olduktan sonra, siz taşları nasıl Allah'a yaratılış ve ibadette ortak kılabiliyorsunuz? Oysa o taş parçalan ne bir şeye akıl erdirebilirler ne de kendilerinden bir şeyi sayabilirler. [60]
Müslümanlar, bu ve önceki ayete dayanarak, bir kölenin rütbesinin, hür bir kimsenin rütbesinden aşağı olduğu hükmünü çıkartmışlardır. Çünkü köle bir şeyi mülk edinse bile hiçbir şeye sahip değildir.
Irak fakihleri köleliğin mülk edinmeye mani olduğunu, kölenin hiçbir surette mülk edinemeyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş aynı zamanda, îmam Şafii'nin kavl-i cedididir. Hasan Basri ile îbn Şirin de aynı görüştedirler.
Bazılarına göre, köle mülk edinse de eksik olarak edinir. Çünkü efendisi dilediği zaman, o mülkü onun elinden alabilir. Bu görüş ise îmam Malik ile talebelerine aittir. İmam Şafii bu görüşü kavl-i kadiminde öne sürmüştür. Bu görüş aynı zamanda zahiri mezhebinin de görüşüdür. Bu nedenle Malikiler «Böyle bir kimseye (köleye) mali ibadet olan zekât ve keffaretler düşmez» demişlerdir. Bedeni ibadetlerine gelince, onu efendisinin hizmetinden alıkoyacak herhangi bir bedeni ibadet (Hacc, cihad vb.) köleye farz değildir.
îmam Maturidî (öl. Hicri 333), «eUAkide» adlı eserinde, rızkın gıda hususunda kullanılan bir terim olduğunu söylemiştir.
Ancak bu ayet tahsisi reddetmektedir. Nitekim «Kendilerine nzik olarak verdiğimizden infak ederler», «Size nzık olarak verdiğimiz-den infak edin» ayetleri ve Hz. Peygamber'in, «Benim rızkım mızrağımın gölgesi altında kılınmıştır. Ümmetlerimin is.e, atlarının yelelerinde ve mızraklarının ucundadır» şeklindeki hadis bu kabildendir. Bu nedenle ganimetin tamamı nzıktır. Aynca kendisinden yararlanılması sahih olan her şey nzıktır. Rızkın mertebeleri vardır ve en yücesi gıda olarak kullanılandır. Hz. Peygamber (s.a), rızıktan istifade edenin vecihlerini şu. hadiste belirtmiştir: «Ademoğlu «malım, malım» diyor. Ey Ademoğlu! Ancak yeyip de tükettiğin giyip de eskittiğin, sadaka verip de defterine geçirdiğin malındır.»
Muhaddislerce, «Sem'a» (Hadis dinlemek) de nzıktır.
«Katımızdan kendisine rızık verdiğimiz kimse» ile kastedilen mümin kimselerdir. O, Allah'a nefsinde ve malında' itaat eder. Kâfir ise Allah'ın taatinde infak etmediği için hiçbir şeye sahip olmayan köleye benzetilmiştir. Bu iki kişi hiç eşit olabilir mi? E!-bette olamazlar!
«Hamd Allah'a mahsustur»; yani hamda müstahak olan sadece Allah Teâlâ'dır. O'nun dışında kendilerine tapılan putlar ise hamd edilmeye lâyık değillerdir. Çünkü putların insanlar üzerin de herhangi bir nimeti yoktur ki onlara hamdedilsin! Tüm hanıd-ler sadece ve sadece Allah'a mahsustur. Çünkü nimeti yaratan da, veren de O'dur.
«Onların çoğu»; yani müşriklerin çoğu, «bilmezler»; yani tüm nimetlerin Allah'tan olduğunu bilmezler!
«Ekser» (çoğu) tabiri kullanılmakla birlikte, kastedilen çoğul değildir. Bu tabir hastır ve kendisiyle umum kastedilmektedir. Bazı müfessirler ise ifadeyi şöyle yorumlamışlardır: «Onların (yani insanların) çoğu bilmezler; zira insanların çoğu müşriktir».
(76) «Allah (şu) iki kişiyi...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayette zatı uluhiyyeti ile putlar için ikinci bir benzetme yapmaktadır. «Hiçbir şey beceremeyen dilsiz» ile putlar, «Adaleti emreden» Üe de Allah Teâlâ kastedilmektedir. Bu yorum, Katade'ye aittir.
Rivayet olunduğuna göre, «Ebken» (dilsiz) Hz. Osman'ın bir köleszydi. Daima ona müslüman olmayı teklif ederdi. Fakat o müslüman olmazdı. «Adaleti emreden» ise Hz. Osman'dır,
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre bu ayet, Hz. Ebubekir ile kâfir bir kölesi hakkında nazil olmuştur.
Bazı müfessirlere göre, dilsiz ile Ebu Cehil, adaleti emreden ile de Ammar b. Yasir kastedilmektedir. Ebu Cehil, müslüman olduğu için hem Ammar'a hem de annesi Sümeyye'ye işkence etmişti. Sümeyye Ebu CehU'in cariyesiydi. Ebu Cehil bir gün ona, «Sen Muhammed'in güzelliğine meftun olduğun için ona iman eU tin» diyerek, tenasül uzvuna bir mızrakla vurarak onu öldürdü. Hz. Sümeyye İslâm'daki ük şehittir. (Allah ondan razı olsun)
Ata'ya göre, «Onlardan bin» üe kastedilen Umeyye b. Halef tir. Çünkü o hiç hayr konuşmazdı. Mevlâsı ile kastedilen de onun kabilesidir. Çünkü Ubey onlara hep eziyet ederdi. Meselâ Osman b. Ma'zun bunlardan biriydi.
Mukatil'e göre, bu ayet Hişam b. Amr b. Haris hakkında nazil olmuştur ki bu kimse kâfirdi, hayrı azdı ve Hz. Peygamber'e de düşmandı.
Bazı müfessirlere göre, «Dilsiz» ile kastedilen mutlak anlamda kâfir, «Adaleti emreden» ile kastedilen de mutlak anlamda mümindir. Nitekim îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, o bu yorumu güzel bulmuş, ve «Çünkü» demiştir; «Ebkem, konuşmayan kişi demektim.
Bazı müfessirler «Ebkem»in aklı olmayan kimse anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bazılarına göre bu kelime «işitmeyen, görmeyen» anlamındadır. Burada ise kastedilen putlardır. Allah Te-âlâ böylelikle putların hiçbir güçlerinin olmadığını vurgulamaktadır. Çünkü onları bir yerden başka bir yere, insanlar götürür. Onları başkaları yapar. Başkaları onların önemini artırır. Oysa Allah, adaleti emreden ve her şeye galib olandır?
«Efendisinin üzerine bir yüktür»; yani dost ve yakınlarının boynunda bir ağırlıktır, arkadaşları üzerinde bir vebaldir.
Bazen yetimlere de «Keli» (yük) denir. Çünkü o kendisini besleyenlerce bir yük/ağırlık olarak telakki edilir. Bazılarına göre, «Keli» babası ve çocuğu olmayan kimseye denir. Çoğulu «Ke-
«Onu nereye gönderse bir hayr çıkmaz»; yani efendisi onu nereye yollasa, bir hayr getirmez. Çünkü o hayrı bilmediği gibi, kendisine söyleneni anlamaz, hayrdan da bir şey anladığı yoktur. [61]
(77) «Göklerin ve yerin gaybı Allah'a...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu cümle mânâ bakımından, «Allah bilir ve fakat sizler bilmezsiniz» cümlesiyle bitişiktir. Yani bir şeyi helâl veya haram kılmak her şeyin sonucunu ve uygununu bilen Allah'a mahsustur. Siz ise ey müşrikler! Tüm bunları ihata edemezsiniz. O halde nasıl hükmediyorsunuz?
Ayette «Kıyamet»e karşılık «Saat» kelimesi kullanılmıştır. Çünkü «Saat» Kıyametin koptuğu anın adıdır. Buna «Saat» denilmesinin nedeni onun ansızın insanlara gelecek olmasındandır. Tüm insanlar o an ölecektir.
«Lemh», süratle bakmak demektir. Kıyamet'in gelişi muhakkaktır ve Allah onun gelişini bir gözün kırpması kadar ani kılmıştır.
Zeccac'a göre, Kıyamet mutlak anlamda bir göz kırpması kadar bir anda gelecek değildir. Bu ifade sadece, onun gelişinin hızını bildirmekten kinayedir. Yani Allah Tealâ bir şeye ol der, o da hemen olur.
İfadenin «Kıyamet Allah katında böyle olup, insanlar kattnda böyle değildir» şeklinde anlatılması da mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette, «İnsanlar onu uzak görürler. Fakat biz onu çok yakın olarak görmekteyiz» diye buyurmuştur.
«Veya daha yakındır» ibaresindeki «Ev» (veya) kelimesi şüphe bildirmez, temsil içindir. Kişi bunlardan hangisini isterse temsil olarak alabilir.
Bazı müfessirlere göre, «Ev» (veya) kelimesi, muhatabın şüphesine binaen getirilmiştir. Bazıları ise, «Ev» kelimesinin «Bel» kelimesi yerine getirildiğini söylemişlerdir.
(78) «Allah sizi analarınızın karınlarından...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Allah'ın nimetlerinden bir tanesi de, sizi daha hiçbir şey bilmezken annelerinizin rahimlerinden çıkarmasıdır. Sizler babalarınızın sulbünde iken Ahd-i Misak'tan bir şey bilmediğiniz halde, Allah sizleri annelerinizin rahminden çıkarmıştır.
Veya, siz kendiniz hakkında verilen saadet ve şekavet hükmünden bir şey bilmezken Allah sizi dünyaya getirdi.
Veya, menfaatlerinizi henüz bilmezken sizi yarattı. Bu ihtimallerin tümünü de ayetten anlamak mümkündür.
«Şükredesiniz diye size kulak, göz ve kalpler verdi»; yani Allah bilme ve idrak etme vasıtası olan göz, kulak ve kalbi sizin için yarattı. Kişi daha anasının kamından çıkmadan önce .Allah onun göz, kulak ve kalbini yaratır. İnsanlara O'nun emirlerini ve ne-hiylerini işitmek için kulak, sanatının eserlerini görmek için de göz verilmiştir ki böylelikle Allah'ı tanıyabilsinler.
«Şükredesiniz diye» ifadesi iki şekilde de yorumlanabilir:
a) Nimetlerine şükredesiniz diye.
b) Sanatının eserlerini görüp de şükredesiniz diye.
(79) «Göğün boşluğunda Allah'ın buyruğuna...» Bu Ayetin Tefsiri
Kelbi, «Kuşların boyun eğmiş» olmalarının Allah'ın enirine boyun eğmeleri demek olduğunu söylemektedir.
Bazıları ise, insanların yararlanmaları için müsahhar kılındıklarını söylemişlerdir.
«Cevv» kelimesi yer ile gök arasındaki boşluk anlamına gelmektedir. Gök, yerden daha yüce olduğu için Cevv kelimesi göğe izafe edilmiştir. Kuşların havada durdurulması, müsahhar kılın, ması onlan teshir eden bir idrak sahibinin bulunduğuna delâlet etmektedir. Onlar kanatlarını kaparken, açarken, saflar halinde uçarken, onlan havada tutan sadece Allah Tealâ'dır.
Yine bu ayetten anlaşıldığına göre, gökyüzünde hareketi sağ. layan havadır. Çünkü gökte uçan cisimler havasız bir noktaya rastladıklarında düşerler. Yüksek uçan bir kuşun uçuşu sadece kanatlarına bağlı değildir. Kanatlarıyla beraber gökyüzünün de uçmaya elverişli olması gerekir.
Alusî, 77. ayetin «Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir» cümlesi hakkında şunları söylemektedir:
«Bu Allah'ın bir özelliğidir. Hiç kimse kendi başına veya ortak olarak gaybe muttali değildir. Yer ve gökteki bütün emirler, nıahlûkatın ilminden gaib olan her şey mahlûkat tarafından idrak ve akledilmeyen tüm varlıklar Allah'a aittir. Gaybın göklere ve yere izafe edilmesinin nedeni ,gaybın onlara bağlı olmasıdır, yani hâli hazırda veya gelecekte onlarda oluşup, meydana getirilmesi ihtimaliyledir. Veya onlarda olan kimselerden saklı olması ihtimalidir.
Bu durumun Allah'a mahsus olduğunun beyanından maksat gayb tabirinin de işaret ettiği gibi malûmiyet bakımındandır. Yoksa mahlûkiyet bakımından değildir. Çünkü mahlûkiyet bakımından da bunların tümü Allah'a mahsustur.
Bu cümle Allah Teâlâ'nın ilminin huzuru olduğunu iş'ar etmektedir. Gaybm hadd-i zatmda meydana gelmesi Allah'a nispe-tendir. Bu yüzden, «Sadece göklerin ve yerin gaybı Allah'a mahsustur» denilmemiştir. Bazı kimseler, bunun Kıyamet Günü'nde olacağını söylemişlerse de, ayeti dünya ve Ahiret'i kapsayacak şekilde yorumlamak daha uygundur.» [62]
80- Allah evlerinizi sizin için bir huzur ve sükun (yeri) yaptı. Hayvanların derilerinden gerek göç zamanı, gerekse konaklama zamanında sizin için taşınması kolay evler (çadırlar) kıldı. Onların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (faydalanacağınız) ev eşyalan ve ticaret metaı varetti.
81- Allah yarattıklarından sizin için gölgelikler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı ve sizi sıcaktan (ve soğuktan) koruyacak elbiseler, savaşta sizi koruyacak zırhlar varetti. İşte böylece (Allah), teslim olmanız için üzerinizdeki nimetini tamamlamaktadır.
82- (Ey Muhammedi) Buna rağmen yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen apaçık bir tebliğdir.
83- Onlar Allah'ın nimetini hem bilir hem de onu inkâr «derler. Onların çoğu nankördür!
84- Her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün(ü hatırlat)! Artık ne kâfir olanların özür dilemelerine izin verilir ne de onların özür dilemeleri istenir.
85- O zulmedenler azabı gördükleri zaman, artık onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez.
86- (Allah'a) ortak koşanlar, koştukları ortaklan gördükleri zaman «Ey Rabbimiz! İşte bunlar seni bırakıp da tapmış olduğumuz ortaklanmizdir» derler. (Bunun üzerine koştukları ortaklar): «Siz muhakkak ki yalancılarsınız» diyerek onlara lâf atarlar.
87- O gün (müşrikler) Allah'a teslim olmuşlardır. Uydurdukları şeyler de onlardan uzaklaşır gider. [63]
(80) «Allah evlerinizi sizin için bir huzur...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayette, Allah Teâlâ'nın. evler hususunda insanlara vermiş olduğu nimetler sayılmakta ve öncelikle şehir ve köylerdeki evler zikredilmektedir. Zira bu evler uzun bir süre içinde oturulmak üzere yapılmışlardır. Bu takdirde, «Sekenen» tabiri, evlerde oturmak, yorgunluktan azaların sükûnete kavuşması gibi anlam* lar taşır. Her ne kadar insanların azalan bazen evlerde hareket halinde olup, başka yerlerde sakin olursa da, birinci şık galip olanıdır.
Bu husus, Allah'ın nimetleri cümlesinden zikredilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ eğer dileseydi, bunu sürekli gezegenler gihi hareket eder bir şekilde yaratırdı ve kul da öyle olurdu. Yine Allah Teâlâ kulunu, yeryüzü gibi sakin bir biçimde yaratmış olsaydı, kul da Öyle olurdu. Ne var ki Allah Teâlâ, onu her iki durum üzere tasarruf edebilir bir tarzda yaratmıştır. Yani hem durabilir hem de hareket edebilir. Allah Teâlâ, ona dilediği gibi hareket edebilmeyi nasip kılmıştır.
Allah Teâlâ, köy ve şehirlerdeki evleri zikrettikten sonra, göçebelerin evlerini sözkonusu ederek şöyle buyurmuştur: «Hayvan-larva derilerinden sizin için evler kıldı»; yani hayvanların derilerini yaratmakla size bu imkânı sağlamış oldu. «Gerek göç zamanı gerekse konaklama zamanında sisin için taşınması kolay evler kıldı». Bu ifadede geçen «Za'n» kelimesi, göçebelerin otlak ve su aramak maksadıyla çöllerde dolaşmaları, bir yerden başka bir yere gitmeleri anlamına gelir.
«Za'n» kelimesi bazılarına göre, devenin her iki tarafına sarkıtılan Hevdec demektir. Bazılarına göre de, bu kelime ile kıl ve yünlerden yapılmış çadırlar anlamının kastedilmesi muhtemeldir. Çünkü tüm bunlar (Kıl, tüy, yün, vb.) koyunların derilerinden elde edilir. Bu takdirde «onların yünlerinden» tabiri müstakil bir sözdür. Adeta şöyle denilmek isteniyor: «Allah Teâlâ sizin için evlerinizin mobilyalarını, elbise ve döşeklerinizi, çorap ve benzeri ihtiyaçlarınızı yarattı».
«Onların yünlerinden» ifadesinin evcil hayvanların derileri Üzerine atfedilmesi de muhtemeldir. Yani, yünlerden sizin için evler, çadırlar kıldı.
Hz. Peygamber'in (s.a) deriden yapılmış bir çadırı vardı. Taif derisinden yapılmıştı ve çok değerliydi. Hem yapılışı hem de rengi çok güzeldi. Hz. Peygamber (s.a) bunu israf olarak addetme-mekle, bunun Allah'ın kullarına verdiği bir nimet olduğunu gösterdi. İnsanoğlunun zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu istirahat ve gölgelik, onun açık yararlanndandır.
İbn Ebi Hatim'in Süddi'den naklettiğine göre, «Allah evlerinizi sizin için bir seken kıldı» ibaresi, içinde oturacağınız meskenler kıldı anlamındadır. Hayvan derilerinden yapılan evler ile kastedilen ise, göçebe çadırlarıdır. «Taşınması kolay ve bir süreye kadar (faydalanılacak) ev eşyaları ve ticaret metaı varetti» ifadesi ise onların ölünceye dek metaı olduğu anlamındadır.
îbn Ebi Hatim'in îbn Abbas'tan naklettiğine göre, «Esas» kelimesi mal anlamındadır. «Bir süreye kadar»; yani bir zamana kadar ondan yararlanabilirsiniz.
îbn Cerir ile İbn Münzir'in, Ata'dan rivayet ettiklerine göre, Kur'an Arapların bilgisi dahilindeki hususlardan bahsetmektedir. Çünkü hayvanlarının yünlerinden, kıllarından bahsediyor. Allah Teâlâ buitfar dışında onlara daha büyük nimetler vermişse de, onlar göçebe bir toplum olduklarından, onlara hayvanların derilerinden çadırlar, gölgelikler »dağlardan meskenler kıldığını beyan etmektedir. Oysa ovalarda kılmış olduğu nimetler daha büyük, daha çoktur. Fakat onlar genellikle dağlarda yaşadıklarından, ayette böyle bir ifade kullanılmıştır. Yine bir sonraki ayette, onları sıcaktan koruyan elbiselerin yaratıldığı bildirilmektedir. Oysa soğuktan koruyan giysiler daha çok ve daha büyüktür. Ne var ki onlar sıcak bir iklimin insanları oldukları için böyle söylenmektedir. Yine bir ayette oradaki dağların tepelerinde bulunan karlardan söz edilmektedir. Oysa Allah'ın vermiş olduğu kar daha çoktur. Ancak onlar bunu bilemezlerdi.
Katade'den rivayet olunduğuna göre, «İla hinin» ifadesi bir süreyi, belli bir zamanı anlatmaktadır. (İbn Cerir, Abdurrezzak)
İbn Abbas, «Meta» kelimesinin ziynet/süs anlamına geldiğini söylemiştir. Halil'e göre de esas ve meta kelimeleri aynı anlama gelirler. Lafızlar değişik olduklarından mânâlarının da değişik olduğu zannım vermektedir ve sanki aralarında atıf yapılmıştır.
(81-82) «Allah'ın yarattıklarından sizin için...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Zikden (gölgelik) kelimesi gölge yapan bulut, ağaç, dağ ve buna benzer şeylerdir. Bu görüş Katade'den rivayet edilmiştir.
îbn Abbas ve Mücahid bu kelimenin bulutlar, Zeccac ve Kata-de ağaçlar, Van Kuteybe ise ağaç ve dağlar anlamına geldiğini söylemiştir. Tüm bu karşılıkların temsil babından olması muhtemeldir, îbn Sa'd'a göre bu kelimeyle evlerin gölgelikleri kastedilmektedir.
Allah Teâlâ evlerin gölgeliklerini bir nimet olarak takdim etmektedir; zira o beldeler çok sıcaktır .
«Eknan» kelimesinin tekili «Kimdir ve örtmek anlamına gelir. Çoğulu Eknan yerine «Ekne» de gelebilir.
«Serabil» kelimesinin tekili «Sirbal»âir ve giyilen her elbise için kullanılır. Allah pamuk, keten, yün ve değişik maddelerden size kispetler, giysiler varetti. Onlar sizi şiddetli sıcağa karşı korurlar.
Burada özellikle «Sıcaknvn vurgulaması, Müberred'in de dediği gibi birbirinin zıddı olan iki şeyden birinin zikredilip diğerinin mukadder bırakılması nedeniyledir. Yani o elbiseler sizi hem sıcaktan hem de soğuktan korur.
Ayette, eUHarr yerine eî-Berd denilmemiş ve «Soğuktan koruyacak» denilip sıcak mukadder bırakılmamıştır. Çünkü Kur'an'ın muhatapları nezdinde sıcak, soğuktan daha önemliydi. Onların yaşadıkları beldeler çok sıcak olduğu için özellikle «sıcak» vurgulanmıştır.
Zeccac'a göre, sıcaktan koruyan elbiselerin Özellikle vurgulanması, sıcaktan koruyanın soğuktan da koruyacağı gerçeğidir.
Zemahşeri de bunun önemine temas ettikten sonra aynı hususa değinmiştir.
«Savaşta sizi koruyacak zırhlar varetti»; yani silah işlemez elbiseler var etti.
«Be's» kelimesi her ne kadar şiddet anlamına geliyorsa da, burada savaş anlamında kullanılmıştır. Yani sizi, savaşın şiddetinden koruyucu olarak, zırh ve miğfer gibi giysiler var etti.
îşte Allah sizlere nasıl geçmişte nimetler vermişse aynı şekilde gelecekte de nimetini sizin için tamamlayacaktır ki müslü-man olasınızı! Yani bu nimetlere bakarak, onları size bahşedenin hakkını tanır ve sadece O'na iman edersiniz. Bu nimetler size, Allah'a koştuğunuz ortakları terketmeniz için verilmiştir. İslâm eğer imanın müteradifi (eş anlamlısı) olarak kullanılmışsa ayet böyle anlamlandınlabilir. Yok eğer «İslâm» ile lugavi bir karşılık (teslim olmak, inkiyad etmek) kastediliyorsa eğer, ayetin anlamı «Bu nimetlere bakarak Allah'a teslim olup, emrine itaat edesiniz diye bunlar size verilmiştir» şeklinde olur.
Bazı müfessîrle're göre ayetin anlamı şu şekildedir: «Bu elbiseleri giymek suretiyle yaralanmaktan korunmanız maksadıyla bu nimetler size verilmiştir.» Bu kelimeyi «Bütün afetlerden korunmanız için» şeklinde yorumlamakta bir beis yoktur. Bu takdirde mânâ, sıcak ve soğuktan sadır olacak afetleri de kapsamış olur. Ancak Cumhur-u Ulema'ya göre en yakın yorum ikincisidir.
Bu hususta bir rivayet nakledilir: Bedevilerden biri bu ayetleri sonuna kadar dinler ve her nimetin zikri geçtiğinde «Evet ya Rabbi! der.» «Umulur ki teslim olursunuz» cümlesini işittiğinde ise, «İşte buna gelince hayır ya Rabbi!» der. Bunun üzerine 82. ayet nazil olur: «(Ey Muhammedi») Buna rağmen yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen apaçık bir tebliğdir»; yani Ey Muhammed onların yüz çevirip, kendilerine gelen delilleri kabul etmemeleri durumunda, sana düşen sadece tebliğdir. Onların kabul etmemes sana zarar vermez. Çünkü sen bu görevi hakkıyla yerine getirdin.
Bu ayet, Hz. Peygamber için bir teselli mahiyetindedir. Se-beb, müsebbeb yerine konulmuştur.
îbn Atiyye'ye göre, ayetin takdiri şöyledir:
«Eğer onlar yüz çevirirlerse, sen onların kalbinde imam yaratmaya kadir değilsin. Sana düşen sadece tebliğ etmektir, imam yaratmak değil!»
(83) «Onlar Allah'ın nimetini hem bilir...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet-i kerime müşriklerin İslâm'a sırt çevirmelerinin nedeninin, Allah'ın nimetlerini tümden inkâr ediyor olmalarıyla tahsis edilemeyeceğini göstermektedir. Çünkü onlar sözü edilen nimetlerin Allah'ın olduğunu biliyor ama sonra onları fiilleriyle inkâr ediyorlardı. Kendilerine nimet veren Allah'ı tek olarak anmadıkları, O'na kendi putlanyla birlikte kulluk ettikleri için, bu hiç kulluk yapmamışlar anlamına gelir. Yani bu davranışları, inkâr derecesindeki bir nankörlüktür.
Mücahid'den rivayet olunduğuna göre, onların nimetleri inkârları, o nimetleri atalarından tevarüs ettiklerini söylemeleri şeklinde zuhur etmiştir. (îbn Cerir)
Îbn Cerir'in Avn b. Abdullah'tan rivayet ettiğine göre, onların nimetleri inkârları, içlerinden birisinin «Falan kişi olmasaydı, şu şu olaylar başımıza gelmezdi» demiş olmasıdır.
Bazılarına göre, onların inkârları; «Bu nimetler putlarımızın Allah nezdindeH şefaatleri sayesinde bize verilmiştir» demeleridir.
Bazı müfessirler ise, bunun onların şiddet anlarında Allah'ın nimetlerini tanımaları, genişlik zamanlarında ise inkâr etmeleri demek olduğunu söylemiştir.
Bazılarına göre, kalpleriyle tanımaları, dilleriyle inkâr etmeleri demektir.
İbn Münzir'in Süddi'den rivayet ettiğine göre nimet ile kastedilen Hz. Muhammed, nimeti tanımaları ile kastedilen ise onu tanımalarıdır. Sonra da Hz. Peygamber'i (s.a) inkâr etmektedirler.
İbn Ebi Hatim'in rivayetinde, bu ayetin Ebu Cehil ile Ahnes hakkında nazil olduğu belirtilmektedir. Ahnes, Ebu Cehil'e Hz. Muhammedi sorunca, Ebu Cehil «O peygamberdir» diye cevap vermiş, ama sonra inkâr etmiştir.
«Sümme» (sonra) kelimesi, bildikten sonra inkâr etmenin çok uzak olduğu anlamındadır. Çünkü nimeti bilen bir kişinin yapması gereken, onu itiraf edip, gereğini eda etmesidir. Yoksa inkâr değil.
Bilmek ile inkâr etmenin isnadı müşriklerdir. Ancak bu isnad mutlak değildir. Yani bir kimsenin davranışının tüm bir cemaate isnadı kabilindendir. Çünkü bazı müşrikler böyle davranmayabili-yorlardı. Nitekim «Onların çoğu nankördür» ifadesi de l?u hususu ortaya koymaktadır.
«Onların çoğu nankördür»; yani onların çoğu nankörlükte ısrar ederler. Ve haşroluncaya kadar bu nankörlükte kalırlar. «Onların çoğu» ifadesinin kullanılma nedeni, Allah'ın, onların bazılarının iman edeceğim biliyor olmasındandır.
Bazı müfessirîer geçmiş isnadın zahir üzerinde olmasının inkârından bahsederek, «kastedilen, onların Allah'a mülaki olacakları zamana kadar küfür üzerinde sabit ve ısrarlı olmalarıdır» demişlerdir. Bu bakımdan, «Onların çoğu» ibaresi, Allah Teâlâ'nın, içlerinden bazılarının iman edeceğini bilmesi nedeniyle kullanılmıştır.
Bazılarına göre, «Onların çoğu» tabirinin kullanılması onla-rın bir kısmının aklının eksik olması, Allah'a nasıl varılacağım bilmemeleri, kendilerini matluba götürecek tarzda delillerden hüküm çıkarmaya güç yetirememeleri veya mükellef olma derecesine varmadıkları için üzerlerinde hüccetin kaim olmaması —ki ya küçüktürler ya da delidirler— veyahut bunun küll'ün yerine geçmesi nedeniyledir.
(84) «Her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün... Bu Ayetin Tefsiri
«Ümmet» kelimesi insanlardan bir topluluk anlamındadır. Her ümmetten bir şahit getirilmesi, onların iman ve taatine veya küfür ve isyanına şehadet edecek olmalarına binaendir.
îbn Münzir'in Katade'den rivayet ettiğine göre, bu şahit o ümmetin peygamberidir.
«Artık kâfirlerin özür dilemelerine isin verilmez»; yani kâfirler özür beyan etmek için izin istediklerinde, kendilerine izin verilmez. İfadenin şöyle anlaşılması da mümkündür: Kâfirler İçin artık ne özür beyan etmek ne de izin yoktur. Çünkü onların zikredebilecekleri bir delil ve mazeret söskonusu değildir».
Ebu Müslim'e göre ayetin anlamı, şahitlerin şehadetinden sonra, onların sözlerine kulak verilmeyeceği, sözlerine iltifat edilmeyeceği şeklindedir.
Bazı müfessirlere göre mânâ şöyledir: «Onların dünyaya yeniden gelmek şeklindeki taleplerine müsaade edilmez».
«Sümme» lâfzı onların ümitlerini tamamen kestiklerine veya onlara o anda «Bundan ümidinizi kesin» denildiğine delâlet eder. Bu hitap onlara, peygamberlerin aleyhlerine şahitlik yapmalarından daha şiddetli gelir. Onlardan tevbe etmek suretiyle Rablerinin gazabını dindirmeleri veya salih amel işlemek suretiyle bu azabı gidermeleri de istenmeyecektir. Çünkü Ahiret yurdu, amel yeri değil, mükâfat ve ceza yeridir. Dünyaya yeniden dönüş arzusu ise mümkün olmayan istektir.
Zemahşeri tefsirinde, ifadeyi «Onlara, Rabbinizi razı edin denilmez» şeklinde yorumlar.
Abd b. Humeyd ile İbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiklerine göre «Şahit» ile o ümmetin peygamberi kastedilmektedir. O peygamber Allah'ın risaletini, mesajını, emir ve buyruklarını kendilerine bildirdiğine dair şehadet eder. Nitekim bir ayette Allah Te-âlâ, «Seni onlar üzerine şahit olarak gönderdik» diye buyurmuştur.
Katade'nin rivayet ettiğine göre, bu ayeti her okuduğunda Hz. Peygamber'in (s.a) gözleri yaşarırdı.
(85) «O zulmedenler asabı gördükleri zaman...» Bu Ayetin Tefsiri
«Zulmedenler» ile kastedilen, müşrikler; «Azap» ile kastedilen ise cehennem azabıdır ki onların oraya girmesiyle başlar. «Artık onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez»; zira, Ahiret'te onlar için artık tevbe sözkonusu değildir.
Bazı müfessirlere göre «Azap» ile cehennemin kendisi kastedilmektedir. Yani zikr-i hâl iradeyi muhaldir. [64]
(86-87 «(Allah'a) ortak koşanlar, koştukları ortakları...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Müşriklerin koştukları ortaklar ile onların Allah'tan başka taptıkları (Put, şeytan, melek, insan vs.) kastedilmektedir. Müşrikler bunları ilâh edindiklerinden ötürüdür ki fiil onların zamirine isnad olunmuştur.
Bazı müfessirlere göre, «Ortaklar» ile daha önce de geçtiği gibi bâtıl mabudlar kastedilmektedir.
«Onların ortaktan» denilmesinin nedeniyse, müşriklerin o putlarına mallardan pay ayırmalarıdır.
Hasan Basri'ye göre onların ortaklan şeytanlardı. Çünkü müşrikler o şeytanları mallarında ve çocuklarında kendilerine ortak kılmışlardı.
Bazılarına göre onların küfürdeki ortaklan kastedilmektedir.
«Ey Rabbvmiz! İşte bunlar seni bırakıp da tapmış olduğumuz ortaklanmtzdır, derler». Kâfirler bu sözleri, azab aralannda taksim edilebilir ümidiyle söylemişlerdir.
Ebu Müslim'e göre, onlann maksatları böylelikle azabı müşrikler üzerine atabilmekti. Sanıyorlardı ki böyle yapmakla azaptan kurtulacaklardır veya hiç değilse azaplan hafifletilecektir.
Allah Teâlâ insanlan haşre göndereceği gibi, onlann mabud-larını da haşre gönderecektir. Ve onlar mabudlannın arkasına takılıp cehenneme kadar peşlerinden gideceklerdir.
Enes'ten rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Dünyada herhangi bir şeye tapan, ona tâbi olsun! diye emir verilir. Güneşe tapanlar güneşe, aya tapanlar aya, tağuta tapanlar da tağutlarına tâbi olurlar». (Müslim, Kitab'ul-îman).
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, haça tapan kimse için haç, suretlere tapan kimse için suretler, ateşe tapanlar için ateş temessül eder. Dünyada neye ibadet etmişse, herkes ona tabi olur. (Tirmizi, Cennet'in özellikleri babı)
Bunun üzerine koştuklan mabudlar: «Siz muhakkak ki yalancılarsınız» diyerek onlara lâf atarlar; yani o mabudlar, kendilerine dünyada iken tapanlann, «Bunlar bizim mabudlanmızdır» şeklindeki sözlerini tekzip ederler ve derler ki; «Biz bunlara bize kulluk edin diye bir emir vermedik».
Allah Teâlâ, kâfirleri rezil etmek için Kıyamet Günü'nde putlara ve bâtıl ilâhlara konuşma yetkisi verir..
Bazı müfessirlere göre, müşriklere bu lâfı atanlar onların kendilerine taptığı meleklerdir.
«O gün (müşrikler) Allah'a teslim olmuşlardır»; yani Allah'ın azabına teslim olurlar ve O'nun izzetine boyun eğerler!
Bazı müfessirlere göre, hem tapan hem de kendisine tapılan Allah'ın kendileri hakkında vermiş olduğu hükme teslim olur.
«Uydurduktan şeyler de onlardan uzaklaşır-gider»; yani şeytanların onlara güzel gösterdikleri zail olur. Mabudlannın şefaatinden umdukları şeyler de kendilerinden gider! [65]
88- Kâfir olup da, Allah'ın yolundan alıkoyanlar (var ya!). İşte yapmakta oldukları bozgunculuklardan ötürü onlara azap üstüne azap veririz.
89- (Zikret) o günü ki her ümmetin içinde kendilerinin üzerine kendilerinden bir şahit göndeririz. Seni de onların üzerine şahit getiririz. Biz Kitab'ı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet, rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik.
90- Kuşkusuz ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünesiniz diye size öğüt veriyor.
91- Ahidleştiğiniz zaman ahdinizi yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tuttuğunuz halde yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Kuşkusuz ki Allah yapmakta olduğunuz şeyleri bilir.
92- İpliğini kuvvetlice büktükten sonra, çözüp bozan kadın gibi olmayın. Bir toplumun diğer bir toplumdan sayıca üstün olmasına bakarak, yeminlerinizi aranızda fesat aracı kılmayın. Allah bununla sizleri imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri, (Allah) Kıyamet Günü'nde mutlaka sizlere açıklayacaktır.
93- Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sizler yaptıklarınızdan ötürü, mutlaka sorumlu tutulacaksınız. [66]
(88) «Kâfir olup da, Allah'ın yolundan...» Bu Ayetin Tefsiri
«Azap üstüne azabın verilmesi» ile kastedilen, (İbn Mesud'un rivayetine göre) uzun hurma ağaçları gibi akrepler, deve boynu gibi uzun yılanlardır ki bunlar o kâfirleri ısırırlar.
Bazı müfessirlere göre, azap üstüne gelen azap kâfirleri cehennemden çıkarıp Zemherir'e götürür. Onlar Zemherir'm. şiddetli soğuğundan ateşe doğru hızla kaçarlar.
Bazı müfessirler ayete şöyle mânâ vermişlerdir:
«Biz, küfürdeki önderleri, takipçilerinin azabından fazla bir azaba duçar ederiz. O azaplardan biri küfürleri, diğeri, insanları Allah'ın yolundan alıkoymaları nedeniyle kendilerine verilir. İşte dünyadaki küfür ve isyanları bunun sebebidir».[67]
(89) «(Zikret o günü) ki her ümmetin içinde...»Bu Ayetin Tefsiri
Her ümmetin peygamberi Kıyamet Günü'nde gelerek; «Biz onlara risaîet görevimizi tebliğ ettik, onları imana davet ettik» derler.
Peygamber olmasa bile her dönemde mutlaka bir şahit vardır. Ancak bu şahitlerin mahiyeti hakkında ihtilaf edilmiştir. Bu konuda iki görüş vardır:
a) Bu şahitler peygamberlerin halifeleri ve insanları hidayete davet eden Önderleridir.
b) Allah'ın dinini ve peygamberlerin getirmiş olduğu şeriat-leri koruma vazifesi kendilerine verilen alimlerdir.
Böylece anlaşılmaktadır ki her fetret döneminde, muvahhid biri mutlaka bulunur. Meselâ Hz. Peygamber'den (s.a) Önce Kus b. Saide, Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi kimseler vardı. Nitekim Hz. Peygamber Zeyd b. Amr hakkında; «O haşre tek başına bir ümmet olarak gönderilecektim demiştir. Varaka b. Nevfel gibi zatlar da böyledir. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında, «Onu cennet nehirlerine dalarken gördüm» buyurmuştur. İşte bunlar ve benzerleri her zaman halkın karşısında bir ümmet ve şahittirler.
«Min enfusihim» (Kendilerinden) ifadesi, —daha önce de belirtildiği gibi— o şahidin onların kendi içlerinden olmasını gerektirir. Çünkü bu durumda artık mazeret kapısı kapanmış olur. Hz. Lût'un kendi ümmetinin ırkına mensup olmaması, bu konuda bir nakısa teşkil etmez. Çünkü o, onların içinde yetişip aralarında ömrünü geçirdiği, onlarla oturduğu için onlardan sayılmıştır.
îbn Atiyye'ye göre, Allah Teâlâ salih kullarından bazılarım peygamberlerle birlikte şahit olarak gönderebilir. Çünkü bazı sa-habiler, «Bir kimseyi günah işlerken gördüğün zaman, onu bu günahtan uzaklaştırmaya çalış. Eğer sana itaat ederse ne âlâ! Aksi takdirde Kıyamet Günü'nde sen onun aleyhinde şahit olursun» demişlerdir.
îmam Fahruddin Razi, bu ayet hakkında iki görüş olduğunu söylemiştir:
1) Her peygamber kavmi için şahiddir.
2) Dünyadaki her topluluk ve her dönem için haklarında şahitlik yapabilecek kimselerin var olması gerekir. Onun da yanlışlık yapmaması gerekir. Aksi takdirde onun da başka bir şahide ihtiyacı olur. Onun da başkasına... Böylece teselsül meydana gelir. Yani sonsuza değin zincirleme şahitlerin olması gerekir ki bu da muhaldir.
Hz. Peygamber (s.a) dönemindeki şahid bellidir. Ancak ondan sonraki her asırda sözleri hüccet olabilecek kimseler gerekir. Onlar masum olan şahidin yerine kaimdirler. îşte bu gerekçe ümmetin icmaının hüccet olmasını gerektirir.
Cübbaî ve Mutezile mezhebinin çoğuna göre, her asırda sözü hüccet olacak bir kimsenin bulunması gereklidir. Nitekim Şii alimlerinden olan Tabersî, «Mecma'ul-Beyan» adlı tefsirinde şöyle demektedir: «Mutezile ile Şia'nın görüşü birbirine muvafıktır. Fakat hüccet olacak kimsenin kimliği hususunda ihtilaf edilmiştir».
Görüldüğü gibi ayete dayanarak bu şekilde delil getirmek (yani «ayet bu manâya delâlet eder» demek) zayıf bir görüştür.[68]
El-Esamm'a göre, Şahit ile kastedilen insanoğlunun bedenini meydana getiren uzuvlardır. Çünkü Allah Teâlâ insanoğlunun on uzvunu (iki kulak, iki göz, iki ayak, iki el, derisi ve dili) konuş turacak ve bunlar onun aleyhine şahitlik yapacaklardır. Nitekim Allah Teâlâ mezkûr ayette şahidin onların kendilerinden (min enfusihim) olacağım vurgulamıştır.
El-Esamm'm bu görüşüne büyük müfessir Beyzavî itiraz ederek şöyle demiştir:
«O sünnete şahit olacak kimsenin, başka bir ümmetten olması da mümkündür. Üstelik «Her ümmetten» ifadesi bu yoruma mânidir. Çünkü uzuvların her birini ümmetten saymak doğru olmaz. Ayrıca «Seni de onlar üzerine şahit olarak getiririz» ifadesi de bu yoruma mânidir.
Hz. Peygamber'in haklarında şahitlik yapacağı kimseler hususunda değişik görüşler vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre, bunlar Hz. Peygamber'in kendi ümmetidir. Kur'an'ın nazil olduğu dönemde yaşayanlar da, sonrakiler de bütünüyle bu kapsam içindedirler. Çünkü Hz. Peygamber'in ümmetinin amelleri, ölümünden sonra her gün kendine arzedilir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
«Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Siz konuşur ve (birşey-ler) yaparsınız, sizin için de konuşulur. Benim ölümüm de sizin için hayırlıdır. Çünkü amelleriniz bana arzedilir. Ben de hayırlı gördüklerim hakkında, Allah'a hamdederim. Şer gördüklerim için de sizin için Allah'tan mağfiret dilerim.»
Bazı rivayetlerde kulun amellerinin, ölmüş olan akrabalarına arzedildiği bildirilmektedir. Nitekim Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, bir hadiste şöyle buyurulmuştur. «Kötü amellerinizle ölülerinizi rezil etmeyin. Çünkü amelleriniz kabir aleminde bulunan ölülerinize arzolunur». (İbn Ebi Dünya)
Enes'ten merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Sizin amelleriniz ölüler aleminde bulunan akraba ve yakınlarınıza arzolunur. Eğer hayırlı ise onlar sevinirler, değilse; «Ya Rabbi! Bize hidayet ettiğin gibi, onlara da hidayet edinceye kadar onları yaşat» diye dilekte bulunurlar». (İmam Ahmed). Ebu Davud aynı hadisi, Câbir kanalıyla ve şu fazlalıkla rivayet etmektedir:«Senin taatinle amel etmelerini kendilerine ilham et»,
İbn Ebi Dünya, Ebu Derda'dan şöyle rivayet etmektedir: «Amelleriniz Ölülerinize arzolunur. Onlar bunun bir kısmına sevinirler, bir kısmına da üzülürler». Ebu Derdâ bu hadisi rivayet ettiği zaman, secdede şöyle deyip dururdu: «Ya Rabbi! Dayım Abdullah b. Revaha ile bir araya geldiğimde, benden buğzetmesinden sana sığınırım».
Hz. Peygamber (s.a) ümmeti için bir baba mesabesinde hatta ondan da yakındır. Ancak, daha önceki ümmetlerin amelleri peygamberlerine ölümlerinden sonra arzolunur şeklindeki bir kaideye rastlamadım. Ne olumlu ne de olumsuz hiç kimsenin bu hususa değindiğine muttali olamadım.
Bazı müfessirlere göre, Hz. Peygamber'in (s.a) aleyhlerinde veya kendüeri için şahid olduğu kimselerden maksat ümmeti değil, kendisinden önceki peygamberlerdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onların akidelerini biliyordu ve onların tüm akaidleri, Hz. Peygamber'e (s.a) verilen şeriata dahildi. Hz. Peygamber'in, ümmeti için şahid olması meselesi daha Önce zikredilmiş ve mesele ondan anlaşılmıştı. Bu bakımdan bu ayet, bu hususu ikinci kez
gündeme getiriyor değildir. Sadece Hz. Peygamber'in diğer peygamberler hakkında şahitlik yapacağını gösterir.
Ancak bu, ümmet-i Muhammed'in Kitab'tan anladıklarına göre, diğer peygamberlerin ümmetlerine tebligatta bulunduklarına dair şahitlik yaptıktan sonra, onların temiz ve adil olduklarına dair olan şehadettir. Bu husus daha önceki ayetten malûm değildi ki, tekrar sayılmış olsun. Hadiste de varid olan bu husustur. Birçok müfessir, «Böylece sizi vasat ümmet kildik ki insanlar üzerinde şahit olasımz, peygamber de sîzin hakkınızda şahid olsun» ayetinin tefsirinde bunu zikretmişlerdir.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, tefsirinde şöyle demektedir:
«Bu ayet önceki hükmün tekrarıdır, ikinci bir tehdid-i ilâhî' dir. «Haulai» ile kastedilen, geçmiş ümmetlerle onların şahitleridir. El-Meci tabiri Hz. Peygamber'in şanına kemaU inayet için «ba's»a işaret eder. Mazi sigasınm kullanılma nedeni ise, hadise' nin tahkikine delâlet içindir».
Ebussuud Efendi'nin, «Haulai» lâfzının geçmiş ümmetlerle, onların şahitlerine delâlet ettiğini söylemesi, zahirin hilâfınadır. Ayrıca el-Meci'mn el-Ba's yerine getirilmesi iki şehadet arasındaki mugayyirata delâlet etmesi bakımından caizdir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) ümmetine şahitliği tezkiye içindir. Fakat diğer peygamberlerin ümmetleri için şahitlikleri bu kabilden değildir.
«Gönderdiğimiz gün» ile Kıyamet Günü kastedilmektedir.
«Biz kitabî sana her şey için bir açıklama olarak indirdik» cümlesindeki «her şey» ile, bir grubun da iddia ettiği gibi dinle ilgili hususlar kastedilmektedir. Yani sana, din ile ilgili her hususu açıkça kitapta beyan ettik. Bu dinle ilgili emirlerden bir kısmı, geçmiş peygamberlerle ümmetlerinin durumlarıdır. Her ümmete bir şahit gönderilmesi meselesi de bu ayetin kapsamına girer.
Her şeyi tahsis eden vasfın takdir edilmesi makamdan anlaşılmaktadır. Ayrıca «Peygamberlerin gönderilmesi, dini insanlara açıklama hikmetine binaendim diye bir kaide vardır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisinde, «Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz» buyurmuştur. Kitabın her şeyi beyan edici olması, bazı şeyleri kendi üzerinde nass kılması, bazılarında Sünnet'e havale etmesinden dolayıdır. Çünkü kitab Hz. Peygamber'e tabi olmayı emretmiş, onun nevasından konuşmayacağını bildirmiştir. Ayrıca kitab, icmaa uymayı teşvik ederek şöyle buyurmuştur: «Kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, kim Peygamber'e muhalefet eder ve müminlerin yolundan ficmadan) başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız.» (Nisa: 115)
İmam Şafii ve bir başka cemaatten gelen bir rivayete göre, bu ayet icmaın delilidir. Hz. Peygamber, ümmetinden ashabına tabi olmalarını istemiş ve şöyle buyurmuştur: «Benim sünnetime ve benden sonra gelen raşid halifelerin sünnetine sanlın. Onları adeta dişlerinizle yakalayın».
Evet, ümmet ictihad edip kıyas yapmış ve hakkın yollarını kolaylaştırmaya çalışmıştır. Bu bakımdan sünnet, icma, kıyas her üçü de Kitab'ın beyanına istinad etmektedirler. Başka bir deyişle, tüm bunlar her şeyi açıklayan kitab kapsamına dahildirler .
Bazı müfessirler, Ahkaf Suresi'nin 25. ayetinde olduğu gibi «Kullu» kelimesinin teksir ve tefhim ifade ettiğini söylemişlerdir. Ne var ki bu yorum, buradaki mübalağanın keyfiyet yönünden değil, kemiyet yönünden olduğu söylenerek reddedilmiştir. Müfes-sirlerin çoğu tahsise itibar etme taraftarı olmuştur. Yani kitabın, dini emirlerin her şeyini açıklayıcı olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Mücahid'ten rivayet edilmiştir. Kitabın dinle ilgili her şeyi açıklayıcı olması bazı şeylere nass olarak değinmesi, bazılarını da sünnete havale etmiş olması yönündendir. Çünkü birçok büyük alimin sözü bunu iktiza etmektedir. Meselâ, İmam Şafii Mekke' de iken bir defasında «Ne isterseniz bana sorun, size onun cevabım Allah'ın Kitabı'ndan veririm» der. Bunun üzerine biri «İh* ramlı bir kimsenin eşek arısını öldürmesi durumunda ona nasıl bir ceza verilebilir» diye sorar. İmam Şafii de besmele getirerek» «Peygamber size ne verdiyse onu alın, sizi neden nehyetmişse ondan sakının» ayetini okur ve şöyle devam eder:
«Süfyan b. Uyeyne, Abdulmelik b. Umeyir'deh o, Rıbî b. Ha-raç'tan, o Huzeyfe b. Yaman'dan, o da, Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etti: «Benden sonra gelen iki kişiye (Ebubekir ve Ömer'e) uyun». Bize Süfyan Mus'ır b. Keddam'ın naklettiğine göre Hz. Ömer şöyle bir emir vermiştir: «îhramlı bir kimse eşekarısını öldürsün». Yani kendisine eşekarısı musallat olan kimse onu öldürebilir.
Buhari'nin îbn Mesud'dan rivayet ettiğine göre, o «Allah Te. âlâ dak yapanlara, yaptırtanlara, dişlerinin uçlarını incelten ve güzellik için aralarım açanlara, Allah'ın yarattığını bozanlara lanet etmiştir» deyince, bir kadın bu hususu İbn Mesud'a sordu. îbn Mesud, «Allah Resulü'nün lanetlediği bir kimseye niçin ben lanet etmiyeyim ki? Çünkü o Allah'ın Kitabı'nda da vardır» dedi. Kadın «Ben Kur'an'ı okudum ama senin şu anda söylediğini görmedim» dedi. îbn Mesud: «Eğer sen Kur'an'ı okumuş isen muhakkak onu görmüşsündür. Sen hiç «Resul size ne verdiyse alın, sizi neden nehyettiyse ondan sakının» ayetini okumadın mı? diye sordu. Kadın okuduğunu söyleyince, İbn Mesud; «İşte Hz. Peygamber böyle bir şeyi yapmayı yasaklamıştır» dedi.
Bazı alimlere göre ayetin zahirinden de anlaşıldığına göre, ayet umum ifade eder. «Kullu» (hepsi) teksir için değildir. Yani gerek din, gerekse dünya işleri olsun Kur'an'dan çıkarılması mümkün olmayan şey yoktur. Kur'an'da her şey beliğ bir şekilde açıklanmıştır. Ancak bu, insanların anlayış mertebelerine göredir. Çok şey vardır ki, birçok kimse için açıktır, ama yine birçok kimse için öyle değildir. Bu basiret kuvvelerinin farklı olmasından dolayıdır. Meselâ, insanların hissetme, görme kuvveleri değişiktir. Bazı mü-fessirlere göre Kur'an'ın her şeyi açıklayıcı olmasının anlamı haddizatında böyledir. Fakat böyle olması mutlaka bir açıklayıcıyı gerektirmez. Hele bunun bütün insanlar için böyle olmasını hiç de iktiza etmez. Meselâ güneş haddizatında ışık vericidir. Ancak bu ışığa bakan biri olmasa bile, ışıklandırıcı olmak güneşin zatında vardır. Fakat mübalağanın keyfiyet yönünden değil de, kemiyet yönünden olduğunu söylememiz, böyle bir yoruma gerek bırak-maz.
Şeyh Muhiddin Arabî ve birçok alimin kevni olayların birçoğunu Kur'an'dan çıkarmaları, zahiri anlamı teyid etmektedir. Ben Şeyh-i Ekber'e nisbet edilen ve harflerden meydana gelen bir cetvel gördüm. O cetvelde «Bu cetvel sayesinde mahşer ehlinin hadiselerini biliyorum» diye yazılıydı. Gördüğüm başka bir cetvelde ise «cennet ehlinin hadiselerini biliyorum» ibaresi yazılıydı. Tüm bunlar onların iddialarına göre Kur'an'dan çıkarılmıştı. Bu Hz. Ali'ye nisbet edilen cifr hesabına benzemektedir. Çünkü onlar, Allah'ın dilediği kevni hadiseleri ihata edebüdiklerini ve bunların Kur'an'dan çıkarıldığını söylemişlerdir. [69]
Suyuti, el-Mersî*den şöyle rivayet etmektedir.
«Kur'an geçmiş ve geleceğin ilmini kapsamıştır, öyle ki gerçekte onunla kelam eden Allah, sonra da Hz. Peygamber (s.a) onun ne derece kapsayıcı olduğunu bilir. Elbette Allah'ın zat-ı ulu-hiyyeti hakkındaki meseleler bundan müstesnadır. Kur'an ilminin çoğunu sahabenin ileri gelenleri Hz. Peygamber'den almışlardır, Meselâ, dört halife, İbn Abbas, İbn Mesud bunlardandır. Öyle ki İbn Abbas, bir devenin yuları kaybolsa onu Allah'ın Kitabı'nda bulabileceğini söylemiştir. Daha sonra bu ilmi tabiim, sahabeden almıştır. Onlardan sonra da artık himmetler azaldı, azimetler gevşedi, ilim ehli küçüldü ve diğer ilimlerin alınmasına güç yetire-mediler. Bu yüzden Kur'an ilimlerini çeşitli kısımlara paylaştırdılar. Her taife bunlardan birini aldı ve onda ihtisas yaptı.»
Deniliyor ki: Bütün bunları bilen ve Hz. Muhammed'in (s.a) varisi olan bir zattan, bu dünya hiçbir zaman hâli kalmaz. İşte bu kimselere, Kutb'ul-Aktab, Gavs, el-Mazhar'ul-Etem ve Mazhar'ul-Îsmi'1-Âzam gibi unvanlar verilmektedir.
Bu genellemeyi yapanlara meşhur aşılama hadisi (Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz) delildir. Bu hadis hakkında şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a) belki de aşılama halini beyan etmezden önce, bu cevabı vermiştir. İndikten sonra ise, kendisine müracaat edilmeden önce cevap vermiştir. Şayet Hz. Peygamber Kur'an'a dönüp ayete baksaydı muhataplarının ilminden daha üstün bir ilme sahip olurdu. Ayrıca muhatapları bu hususta bir ayete bakmaksızın biliyorlardı. Hz. Peygamber'in bu işi bilmesi ise, ayete müracaat etme ihtiyacı olmasındandır. Bu tıpkı Hz. Peygamber'in, «Eğer geri bıraktığımın benzeriyle karşılaşacağımı bilseydim, kurban getirmezdim» demesi gibidir. Oysa kurban şevki dinî emirlerdendir.
Bazı alimlere göre bir mesele ya dini ya da dünyevidir. Dünyevî işler Peygamber'in ihtimam gösterdiği işler değildir. Çünkü o, dünyevî işler için gönderilmemiştir. Dinî işler ise ya aslidir ya da fer'i. Elbette asli meselelere gösterilen ihtimam fer'i meselelere gösterilmez. Çünkü Peygamber'in gönderilmesinden maksut dinin asli meseleleridir. Allah'ın birliği ve benzeri konular gibi. Öyle ki kulların yaratılışından maksat —Ayetin de delâlet ettiği gibi— Allah'ı bilmektir. Nitekim bir ayette, «Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım» diye buyurui-muştur. Burada sözü edilen kulluk (ibadet), Allah'ı bilmektir. Su-filerin sahih kabul ettikleri meşhur bir Hadis-i Kudsî'de; «Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim. Bunun için de insanları yarattım ki bilineyim» buyurulmuştur. Kur'an dinin asli işlerini en güzel bir şekilde açıklamayı tekeffül ettiği için, her şeyin maksadı da budur.
Müteahhir alimlerinden bazıları şöyle demişlerdir:
«Her şey zahiri üzere bırakılır, Kur'an'ın her şeyi açıklayıcı olmasına gelince, bu icmalendir. Çünkü hiçbir şey yoktur ki mücmelen Kur'an'da açıklanmış olmasın!
Bu hususta bazı hallerin beyanı yeterlidir. Ayrıca mübalağa keyfiyet itibarıyla değil, kemiyet itibanyladır».
«Biz Kitab-ı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik». Evet! Bütün varlıklar Kur'an'ın hidayet ve rahmet oluşundan istifade ederler. Çünkü Allah Teâlâ, rasûlünü âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmiştir. Kâfirlerin bu rahmetten mahrum olmalarına gelince, bu onların kendi tefritlerinden ötürüdür. Müjde olması ise, sadece müslümanlar içindir![70]
(90) «Kuşkusuz ki Allah adaleti, İhsanı, akrabaya...»Bu Ayetin Tefsiri
«Adalet» ifrat ve tefrit noktalan arasındaki dengeyi gözetmek demektir. Adalet faziletin başıdır-. Onun altında, hamakat ve cer-bezelik arasında bulunan hikmetten meydana gelen aklî ve me-lekî kuvvelerin fazileti vardır. Onun altında da taş gibi katı kesilmek ve son derece fahiş hareket etmek mertebeleri arasında bulunan iffet mertebesinden meydana gelen behimî ve şehevî kuvvelerin fazileti vardır. Onun altında tahavvur ve korku arasında bulunan şecaatten meydana gelen yırtıcı ve öfkeli kuvvetin fazileti vardır. İtikadi hikmette de dehrilerin (ateistlerin) dediği gibi yaratıcıyı yok sayma, müşriklerin ve mecusilerin dediği gibi yaratıcıya ortak koşma mertebesiyle tatil mertebesi arasında bulunan tevhidin hikmeti vardır. (Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat adlı eserinde adaletle ilgili bahiste, îbn Abbas'tan böyle beyan etmektedir).
îbn Cerir, İbn Münzir ve bazı muhaddisler, cebr-i mahz ile kader arasında bulunanların hepsinin hak ve adaletin kapsamına girdiğini söylemişlerdir. Amelî hikmetlerden tembellik ve şaki ile said ezelde belli oldukları için ibadetin ve amelin hiçbir yararı yoktur diye ameli terketmek arasında bulunan vaciplerin edası, hikmeti kapsamaktadır.
Ahlâkî hükümlerde de adalet cimrilik ile tebzir arasında bulunan cömertlik hikmetini kapsamaktadır.
Süfyan b. Uyeyne; «adalet amellerde gizlinin ve açığın eşit olmasıdır» der.
İbn Ebi Hatim, Muhammed b. Ka*b el-Kurzî'den şöyle rivayet etmektedir:
«Ömer b. Abdulaziz beni huzuruna çağırtarak, benden adaleti tarif etmemi istedi. Ben de, «Aferin, çok önemli bir meseleyi sordun» diyerek adaleti şöyle tarif ettim: «Halkın küçüklerine baba, büyüklerine evlât, kendi yaşıtlarına ve kadınlara kardeş ol! Halkın suçu ve takati nisbetince onlara ceza ver. Sakın şahsi öfken için kimseye tek bir kırbaç bile vurma, aksi takdirde haddi aşanlardan olursun».
Bu zatın adaleti bu şekilde yorumlaması, belki de halifenin makamına en uygun olanın bu olmasından dolayıdır. Aksi takdirde önceki yorum daha iyidir.
«İhsan», amellerin ve ibadetin ihsanıdır. Yani amel ve ibadetleri uygun tarzda yapmaktır. Bu ihsan keyfiyet hasebiyle olabilir. Nitekim Buhari'de kayıtlı olan şu hadis buna işaret eder: «İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsun da, O seni görüyor». İhsan, nafileler de olabilir. Nitekim vaciplerdeki eksiklikleri cebreden nafilelerle tetavvu yapmak gibi kemiyet hasebiyledir.
Burada ihsan ile, «İla» harf-i çeri ile müteaddi olan ihsanın kastedilmesi de mümkündür. Yani kastedilen insanlara ihsanda bulunmak olabilir. Nitekim İbn Neccar, el-Aklî kanalıyla babasından şöyle rivayet etmektedir:
«Hz. Ali aralarında konuşan bir topluluğun yanından geçerken onlara neyi müzakere ettiklerini sorar. Onlar da, «Mürüvvetti müzakere ettiklerini söylerler. Bunun üzerine Hz. Ali, «Bu hususta Allah'ın Kitabı'ndaki hüküm size kâfi gelmiyor mu? Allah adaleti ve ihsanı emretmektedir. Adalet insaf, ihsan ise insanlara yardım etmektir. Bundan sonra müzakere edeceğiniz bir şey mi var?» der.»
Bu anlamdaki ihsana göre, ihsanın en yücesi, kötülük yapana ihsanda bulunmaktır. Nitekim Hz. Peygamber de bunu emretmiştir.
îbn Ebi Hatim'in Şa*bi'den rivayet ettiğine göre, Hz. fsa şöyle buyurmuştur: «îhsan sana kötülük yapana ihsanda bulunman-dır. Sana ihsan edene ihsanda bulunman değil».
îbn Abbas, Adaîet'i tevhid ile, İhsan'ı farzları eda etmekle yorumlamıştır.
Allah Teâlâ, akrabalara sıla-i rahim yapmayı, iyilikten olan haklarını vermeyi emretmiştir. Bu ya Adalet'in ya da thsan'm kapsamına girer. Fakat bunun ikinci kez zikredilmesi, ona vermiş olduğu önemden ötürüdür. Zahire göre, akrabaların anne veya baba cihetinden gelmesi farketmez. Hepsini içine alır. Akrabalardan burada rahim sahipleri kastedilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber onlara iyilikte bulunmayı teşvik etmiştir.
Şii müfessir Tabersi'nin Ebu Cafer'den rivayet ettiğine göre, akrabalar ile Hz. Peygamberin akrabaları kastedilmektedir. Allah Teâlâ o akrabalar hakkında şöyle buyurmuştur: «îyi bilin ki ganimetin beşte biri Allah'ın, Rasûlünün, yalanlarının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır...» (Enfal: 41)
«Fahşa» kelimesi, tıpkı zina gibi şehevi arzuların ardından aşın derecede koşmak demektir. İbn Abbas, Fahşa kelimesini böyle yorumlamıştır. Bu yorum tahsis değil temsildir.
«Münker» kelimesini ise, İbn Abbas şirk ile yorumlamış, Mü-cahid de bu yoruma katılmıştır.
îbn Said, münkerin karşılık olarak, «Allah'ın cehennemi gösterdiği suç» olduğunu söylemiştir.
İbn Uyeyne, münkerin iq alemin dış aleme muhalefeti olduğunu söylemiştir. Yani münker, ona göre içi başka, dışı başka olmaktır.
Bazı müfessirlere göre münker haddi gerektirmeyen ve fakat Ahiret azabım gerektiren suçlardır,
Zemahşeri ise münkerin akıllı varlıkların reddettiği şeyler olduğunu söylemiştir. Böylelikle iyilik ile kötülüğün akılla bilinebileceğini söyleyen Mutezile mezhebine uygun bir görüş öne sürmüştür.
«Bağy» kelimesi, insanlara zor kullanmak, insanın kendisini insanlardan üstün görmesi, halka hükmetmeye çalışması demektir. Bu şeytanî ve vehmî kuvvenin eserlerindendir. O kuvve şehevî ve gadabî kuvvelerden meydana gelir.
«Bağy» kelimesinin asıl anlamı, aramak, istemektir. Bu kelime daha sonra, zulüm ve düşmanlıkta yapılan iş ve isteklere tahsis edilmiştir. [71]
Sonuç olarak Allah Teâlâ bu ayette, kâinatın nizamını sağlayan ve temelini teşkil eden üç prensibe uyulmasını emrediyor ve buna karşılık sosyal düzeni bozan üç çirkin davranıştan da kaçınmalarını insanlara söylüyor. Emrettiği prensipler adalet, ihsan ve akrabaya yardım; nehyettiği davranışlar, fahşa, münker ve zulümdür. Adalet, kısaca her şeyi tam tamına yerine getirmek; ihsan iyilik etmek; akrabaya yardım ise uzak yakın her akrabaya yardımda bulunmak; Fahşa iftira, yalan ve zina gibi söylenmesi, yapılması çirkin kabul edilen davranışlar; Münker, Allah'ın nizamına ve akl-i selime göre yanlış olan söz ve davranışlar; Bağy, insanlara üstünlük taslamak, onlara zulmedip saldırganca davranmak demektir. îşte Allah Teâlâ bu üç iyiliği emretmekte, üç kötülüğü de nehyetmektedir.
Bu ayet, hayr ve şerri en güzel şekilde biraraya getirmiştir. (Buharî; Edeb'ul-Müfred, Beyhakî; Şuab'ul-îman, Hakim, Müs-tedrek)
Beyhaki Hasan Basri'den bu sözün bir benzerini rivayet etmiştir.
Maverdi ve EbuNuaym, Abdulmelik b. Umeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir:
«Eksem b. Seyfi'ye Hz. Muhammed'in Peygamber olarak çıktığı haberi gelince, kavminden iki kişi seçerek onları Hz. Muham-med'e gönderdi. Onlar, kendilerinin Eksem'in elçileri olduklarım ve Eksem'in ondan ne getirdiğini öğrenmek istediğini söylediler. Hz. Peygamber, «Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Allah'ın kulu ve rasulüyüm» dedikten sonra mezkûr ayeti (Nahl: 90) okudu. Onlar Hz. Peygamber'den (s.a) ayeti ikinci kez okumasını istediler. Hz. Peygamber de ikinci kez, hatta onlar ezberleyinceye kadar ayeti tekrar tekrar okudu. Onlar Eksem'in yanına dönüp, kendisine hadiseyi anlatarak, ayeti okudular, Eksem ise şöyle dedi: «Görüyorum ki o güzel ahlâkı emrediyor, çirkin ahlâktan da insanları nehyediyor. Sizler hemen bu hususta baş olun, kuyruklar olmayın. (Yani herkesten önce gidip iman edin)».
Yine bu ayet, İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, imanın Osman b. Ma'zun'un kalbine yerleşmesine ve Hz. Peygamber'i sevmesine sebep olmuştur. (Buhari, Edeb'ul-Müfred, İmam Ahmed, Taberi)
Ömer b. Abdulaziz halife seçildiği zaman, Emevilerin daha önce hutbelerin sonlarında Hz. Ali'ye sövmeleri adetini kaldırarak bu ayeti okutmuş ve «Hz. Ali'ye kim buğzeder, söverse ona lanet oU suna demiştir. Bu Ömer b. Abdulaziz hakkındaki en güzel menki-belerden biridir.
Birçok alimin söylediğine göre, Kur'an'da bu ayetten başka bir ayet olmasaydı, yine de bu ayet Kur'an'ın her şeyi açıklayıcı oluşunda yeterli gelirdi. Bu ayetin, «Sana Kitdb'ı her şey için bir açıklama olarak indirdik» ayetinin hemen ardından gelmesi bu hususa işaret etmektedir. Çünkü kişi bu ayete baktığında, kısalı-. gına rağmen içerdiği derin mânalar bakımından gözleri açılır ve dikkati bu olayın ötesinde bulunan olaylara doğru harekete geçer.
İmam Ahmed, Osman b. el-As'tan şöyle rivayet etmektedir:
«Hz. Peygamber ile birlikteydim. O oturuyordu. Gözlerinin havaya dikildiğini gördüm. Şöyle buyurdu: «Bana Cebrail geldi ve bu ayeti, şu yere koymamı emretti».»
Bu ayette emir sigasının vacib üe mendubu içerdiğine dair de delil vardır. [72]
(91) «Ahidleştiğiniz saman ahdinizi yerine getirin...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki birçok meselelerden birincisi, O'nun ahdinde bulunan birçok ihtimallerin zikredümiş olmasıdır.
Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde, Allah'ın ahdinin, İslâm üzere Hz. Peygamber'e biat etmek demek olduğunu söylemiştir. Nitekim bir başka ayette; «Kuşkusuz sana biat edenler ancak Al lah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir» buyurulmuştur. Yani Allah adına biatta vermiş olduğunuz yeminleri bozmayın denilmektedir.
İkincisi, Allah'ın ahdinden sonraki her ahiddir ki insanoğlu kendi ihtiyarıyla onu kendisine gerekli kılar.
İbn Abbas, va'detmenin ahid içine dahil olduğunu söylemiştir.
Meymun b. Mihran; «Kiminle ahidleşirsen, ister kâfir, isterse müslüman olsun ahdini yerine getir .Çünkü ahd ancak Allah1' tndtr» demiştir.
Üçüncüsü: Esamm'a göre, ayette kastedilen cihad ile Allah'ın mallarda farz kıldığı zekât gibi haklardır.
Dördüncüsü: Allah'ın ahdi, Allah adına yemin etmektir.
Beşincisi: Kadı Beyzavi'ye göre ahd, gereğinin yerine getirilmesi vacip olan her iştir. [73]
Hazin'e göre, bu ayet îslâm üzere Hz. Peygamber'e (s.a) biat edenler hakkında nazil olmuştur. Allah Teâla o biati yerine getirmelerini insanlardan istemektedir.
Bazı müfessirlere göre, bu ahd insanoğlunun kendi ihtiyarıyla kendisine vacip kıldığı şeylerdir.
El-Kuteybî, bu ayetin ahdin kefaretinin, yeminin kefareti olduğunu gösterdiğini söylüyor. Ahde vefa göstermek eğer onda salah varsa vaciptir, yoksa vacip değüdir. Çünkü Hz. Peygamber, «Yemin eden bir kimse onu yapmamanın daha hayırlı olduğunu görürse daha hayırlısını yapsın ve yemininin kefaretini versin» buyurmuştur.[74]
«Allah'ı üzerinize şahit tuttuğunuz halde yeminlerinizi pekiştirdikten sonra bozmayın. Kuşkusuz ki Allah yapmakta olduğunuz şeyleri bilir»; yani Allah ahdinizi yerine getirip getirmediğinizi bilir.
«Kefil» kelimesi,
şahit anlamında kullanılmıştır.
(92) {(İpliğini kuvvetlice büktükten sonra...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayeti kerime, ahdini bozan bir kimse hakkında verilmiş bir misaldir. Yani, ahdiniz hususunda, ipliğini kuvvetlice bük-tÜKten sonra çözen bir kadın gibi davranmayın.
Kelbi ile Mukatil, temsil olarak zikredilen bu kadının Rihte adlı Kureyşli bir kadın olduğunu söylemektedir. Rihte, Amr b. Sa'd b. Ka*b b. Zeydi Menat b. Temim'in kızıydı. Aptal bir kadındı ve çok vesveseliydi. Bir zira' kadar bir iği vardı. Buna, bir filkeyi takmıştı. Yünden, tüylerden, kıllardan durmadan ip büküp eğirirdi. Cariyelerine de aynı şeyi yapmalarını söyler, onlar da sabahtan Öğleye kadar yün eğirirlerdi. Öğle olduğu zaman cariyelerine büktükleri bu ipleri yeniden çözmelerini söylerdi. Bu böylece sürüp giderdi. İşte ayetin anlamı bu kadının da boş durmayıp iş yaptığını ama sürekli yaptığı işi bozmaktan geri kalmadığını vurgulamaktadır. Oysa ahd veren bir kimse onu bozmamalıdır. Ancak onlar ahd veriyorlar sonra da ahdlerini bozuyorlardı.
«Enkaz» kelimesi «Nakz»m çoğuludur ve eğirip sağlamlaştır-dıktan sonra ipi çözmek demektir.
«Dehalen» kelimesi ise, hainlik ve aldatma anlamına gelir. «Dahî» fesat yolu üzerinde bir şeyin içine giren hainlik demektir.
Bazı müfessirlere göre bu kelime, kişinin görünürde ahdini tutuyor gibi davranarak, iç aleminde onu nakzetmesidir.
«Bir toplumun diğer bir toplumdan sayuta üstün olmasına bakarak, yeminlerinizi aranızda fesat aracı kılmayın» ifadesi hakkında Mücahid şöyle demektedir: Cahiliyye döneminde bazı kimseler bazı kimselerle ahidleşir, sonra da mal ve sayıca çok gördükleri kimseler olursa, ilk ahidlerini bozarlar, onlarla ahidleşirler-di. Yani, ahdinizi bozmakla izzet bulmuş olmazsınız. Çünkü onlar bir topluluğun sayıca ve malca üstün olduğunu görünce ahidlerini bozarlar ve sanırlardı ki böylece şeref elde etmiş olacaklar! Allah Teâlâ da onları ahdlerini bozmaktan nehyederek, sözlerini yerine getirmelerini emretti. Aîlah ahdi yerine getirmek hususunda insanları denemekte ve kullarını herkesten daha iyi bilmektedir.
«Hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri, (Aîlah) Kıyamet Günü'nde mutlaka sizlere açıklayacaktır»; yani dünyada iken ihtilâf ettiğiniz meseleleri Allah size açıklayacak, haklı ve itaatkâra sevab ve haksız olana da ceza verecektir.
(93) «Eğer Allah dileseydi, hepinizi...»
«Sizler yaptıklarınızdan ötürü, mutlaka sorumlu tutulacaksınız»; yani Kıyamet Günü'nde dünyada yaptıklarınızın hesabı size sorulacaktır. Allah iyilik yapanı insanıyla mükâfatlandıracak, kötülük yapam da ya şiddetle cezalandıracak veya affedecektir.Bu Ayetin Tefsiri
«Ümmet» kelimesi bu ayette «Din» anlamında kullanılmıştır. Yani Allah dileseydi hepinizi İslâm dini üzere kılardı. Fakat o dilediğini saptırır. O'nun yaptığı zulüm değil, adalettir. O tevfik ver-mek suretiyle dilediğine hidayet eder. Bu O'nun fazlıdır. Bu ilahî hikmetin gereğidir. O yaptığından sorulmaz ama kullar yaptıklarından sorulur.
Bu ayet açıkça tüm insanların müslüman olmaları hususunda ilahî meşiyyetin gelmediğini göstermektedir. Allah Teâlâ, insanlarda ayrılık ve ihtilafı, iman ve küfrü, tasdik ve tekzibi dilemiştir. Emir de O'nun dilediği gibi olmuştur.
Mutezile mezhebi, dalâlet ve küfrün Allah'ın dilemesi sonucunda olduğunu şiddetle reddeder. Onlara göre, Allah herkesten iman etmelerini istemiş ama O.nun isteğinin hilafı olmuştur. Nitekim Zemahşerî bu ayet hakkında şunları söylemektedir:
«Eğer Allah zoraki hepimizin müslüman bir ümmet olmamızı dileseydi, böyle yapardı. Çünkü Allah buna kadirdir. Fakat O'nun hikmeti, dünyaya geldiğinde küfrü imana tercih edeceğini bildiği kimseyi dalâlete, imanı seçen bir kimseyi de lütfederek hidayete götürmeyi gerektirir. Kısacası Allah Teâlâ, işleri insanın kendi tercihine binaen kılmıştır. İnsanın müstehak olacağı lütuf veya mahrumiyet, sevap ve ikab üzerine bina kılınmıştır. Şayet kullar hidayet ve dalâlete mecbur olurlarsa o takdirde Allah Teâlâ onların sorumlu olacakları bir ameli kendilerine yüldemezdi. Çünkü Allah Kitabı'nda; «Andolsun ki sizler yaptıklarınızdan ötürü sorumlu tutulacaksınız» buyurmuştur.»
Alusî ise, tefsirinde şöyle demektedir:
«Hak mezhebin müteahhir alimlerinden Molla Güranî'nin beyanına göre, kulun —Allah'ın izniyle^- tesir edici gücü vardır. Nitekim, «Hiçbir güce sahip değildir» hükmü kul için geçerli değildir. Oysa Cebriye mezhebi alimleri bu görüştedir. Eş'arilere göre de, kulun birlikte olup da etki gücü olmayan bir kudreti yoktur. Mutezilece göre, kulun, Allah'ın izni olmaksızın bile etki gücü olan bir kudreti vardır. Allah'ın ilm-i ezelisinde sabit bulunan istidadının talebinden sonra onun bir tercihi vardır, Allah onu ona vermiştir. Bu mezhebe göre, kulun tercih etme hakkı vardır ama buna da mecburdur. Yani ona ihtiyarın olması gerekir. Çünkü onun ezeli istidadı bunu, cevvadı mutlak olan Allah Teâlâ'dan talep etmiştir. Sevap ve azap, hayır ve şer için olan istidad üzere terettüp eder. O istidad ise nefs'ul-emirde sabittir. Hayır ve şerr buna delâlet eder. Tıpkı eserin müessire, gayenin gaye sahibine delâlet ettiği gibi.
«Allah onlara zulmetmemiştir ve fakat onlar kendi kendilerU ne zulmetmişlerdir».
«Hayrı bulan kimse Allah'a hamdetsin. Hayırdan başkasını bulan kimse ise, sadece kendisini kınasın».[75]
94- Yeminlerinizi aranızda hile vasıtası edinmeyin! Sonra bir ayak, sağlamca sebat etmişken kayar. (Bu kayma sonunda insanları) Allah yolundan alıkoymanız sebebiyle (dünyada) kötü azabı tadarsınız. Sizin için (Ahiret'te de) büyük bir azap vardır.
95- Allah'ın ahdini az bir karşılığa satmayın. Eğer anlayan kimselerseniz, kuşkusuz ki Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır!
96- Sizin yanınızda bulunan (servet) tükenir, Allah'ın katındaki ise bakidir (tükenmez). Elbette biz sabredenlere, mükâfatlarını yaptıklarının en güzeliyle veririz.
97 - Erkek ve kadından kim mümin olarak salih amel işlerse, elbette onu güzel bir hayat ile yaşatırız ve onların mükâfatlarını yaptıklarının en güzeliyle veririz.
98- Kur'an'i okuduğun (okumak istediğin) zaman kovulmuş Şeytandan Allah'a sığın!
99- Muhakkak ki onun, iman edip, sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde bir hakimiyeti yoktur.
100- Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah'a ortak koşanların üzerindedir.
101- Allah ne indireceğini pek İyi bildiği halde, biz bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimiz zaman: «Sen ancak bir İftiracısın» derler. Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar.
102- De ki: «Onu Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) iman edenlere sebat vermek, müslümanlan doğru yola hidayet etmek ve onlara müjde vermek için, Rabbinin katından hak olarak indirdi».[76]
(94) «Yeminlerinizi aranızda hile vasıtası...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayetin ilk cümlesi, 92. ayette geçen ibarenin tekrarıdır ve tekid içindir.
«Sağlam sebat etmişken...» cümlesi yasaklanan durumun çirkinliğini daha mübalâğalı bir şekilde, ortaya koymak için getirilmiştir. Adeta şöyle denilmek isteniyor: «Yeminlerinizi aranızda mefsedet vasıtası kılmayın. Aksi takdirde bu müslümanların haklarını çiğnemeye varır».
Ebu Hayyan, tefsirinde şöyle demektedir:
«Bu cümle istiare cümlesidir. Çünkü insanın ayağı kaydığında, tepetaklak düşer, hayr halinden şer haline girer.
«Kadem» (Ayak) kelimesinin tekil ve nekra getirilmesi, —Ze-mahşeri'nin de dediği gibi— hangisi olursa olsun bir tek ayağın kaymasının büyük mahzur doğuracağına işaret eder. Bu bir ayak için olursa, ayaklar sözkonusu olduğunda durumun ne olacağı düşünülsün!»
«Allah yolundan alıkoymanız sebebiyle, kötü azabı tadarsınız»; yani onlar Allah yolundan ya kendilerini ya da diğer insanları alıkoymuşlardır.
((Kötü asap»; yani öldürmek, esir düşmek, yağmaya maruz kalmak, göçe zorlanmak vb. dünyevî azaplardır. Allah'ın yolu ahid ve yeminleri tanzim eden bir sistemdir; Hz. Peygamber'e yapılan biati bozan ve bu biatmdan geriye dönen kimse, bu hususta başkalarına yol açmış olur. Şekavet ve haktan kaçan kimseler bundan sonra da onu takip eder. İşte o zaman bu kimse, Allah yolundan insanları alıkoymuş olur.
«Sizin için büyük bir azap vardır»; yani sizin için Ahiret'te Allah'tan başkasının bilmediği büyük bir azap vardır.
(95) «Allah'ın ahdini az bir karşılığa...» Bu Ayetin Tefsiri
«Allah'ın ahdin ile kastedilen, birçok müfessire göre Hz. Peygamber'e iman üzere yapılan biattir.
«Satmayın» ifadesi «değiştirmeyin» anlamında kullanılmıştır. Çünkü ayette, «Az bir karşılığa» ifadesi geçmektedir ki bu da kendisiyle bir şey alındığını, bir değişmenin vuku bulduğunu gösterir. Yani Allah'a vermiş olduğunuz ahdi, az bir dünyevî karşılığa mukabil değiştirmeyin. Bu az karşılığa mukabil Allah'ın ahdini vermeyin.
Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde şöyle demektedir:
«Mekke'de müslüman olanlardan bir gruba şeytan, durumlarını güzel gösterdi. Onlar da Kureyş'in galip olduğunu, müslümanlann ise onların karşısında zayıf kaldığını, eziyet gördüklerini mü-şahade edince, böyle bir ticaret yaptılar. Ahidlerinden dönüp, Hz. Peygamber (s.a) ile yapmış oldukları biati bozdular. îşte Allah Teâlâ da, bu ayetle onlardan, Hz. Peygamber'e ettikleri biati, Ku-reyş tarafından kendilerine verilen dünyalıkla değiştirmemelerini istedi».
îbn Atiyye'ye göre bu ayet, rüşveti terki vacip olan bir davranış olarak vasıflandırdığı gibi, terki vacip olanı yapmak karşılığında mal alınmasını da yasaklamaktadır. Bu bakımdan «Allah'ın ahdi» ile kastedilen, sözü edilenleri ve burada zikredilmeyenleri içeren ayettir.
«înnema» hasr edatı olarak kullanılmamıştır. «İnne» fiile benzer kelimelerdendir. «Ma» ise, «ellezi» anlamındadır. Gramer kurallarına göre, «İnne» ile «Atonın ayrı ayrı yazılmaları gerekirdi. Ancak şöyle bir kaide vardır: «Kendilerine kıyas yapılmayan iki hat vardır. Biri aruz diğeri de Kur'an hattıdır».
Ayetin anlamı şöyledir: «Allah'ın sîzin için dünyada ve Ahi-ret'te gizlediği nimetler, dünyalık olarak size verilenlerden çok daha hayırlıdır. Eğer gerçekten bilen, bâtıl ile hakkı ayırdedebi* lecek ilim ehlindenseniz, hâl budur».
(96) «Sizin yanınızda bulunan (servet),,.» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet Allah'ın katında bulunanın daha hayırlı olduğunun sebebidir. Yani, dünya nimetlerinden lezzet aldığınız şeyler de, dünya da, dünyada bulunan her şey de bitecek ve yok olacaktır. Sayıları ne kadar çok, süreleri ne kadar uzun olursa olsun, gerçek
yerine konulmuştur. Bu ayet, cennet nimetlerinin daimi olmadığını iddia eden Cehm b. Safvan'ı ve mezhebini reddetmektedir.
«Yaptıklarının en güzeli», sabırdır .Çünkü sabır kalbi hususlardandır. Bütün sorumluluklarında insanoğlu sabra muhtaçtır. Binaenaleyh bütün tekliflerin başı ve temeli sabırdır.
«Ahsene» kelimesinin «Ma Kâneaye izafe edilmesi, Ebussuud Efendi'ye göre sabrın güzelliğinin kemâlini belirtmek içindir. Nitekim başka bir ayette Ahiret sevabının güzelliğinden bahsedilmiştir. Bu ise «Sabredenlerin mükâfatı ancak amellerin en güzelini işlediklerinden ötürüdür» şeklinde bir kastı ifade etmez. Çünkübudur. Allah'ın katında bulunan dünyevî ve uhrevî olan rahmetinin hazinelerine gelince, onlar bakidir ve tükenmezler.
Ahiret nimetlerinin bakî oluşu (tükenmemezliği) çok açıktır. Fakat bu özelliğin dünya nimetlerinde de oluşu, Ahiret nimetlerine bağlı bulunmasındandır. Yani bu nimetler devamlıdır ,vakti geldiğinde Kıyamet kopar ve Ahiret nimetleriyle birleşirler. Uhrevî nimetler bu nimetleri takip ettiklerinden, bunlar da o açıdan baki sayılırlar.
îbn Ebi Hatim'in, îbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre, her iki ayette de «Allah'ın katında bulunan» ile uhrevî sevap kastedilmektedir. Bazı imamlar bu yorumu tercih etmişlerdir.
<i «Bakî» kelimesi devama delâlet etsin diye, «Yebki» kelimesi
«Elbette biz sabredenlere, mükâfatlarını yaptıklarının en gü« zeliyle veririz»; yani Allah'a vermiş oldukları ahd üzere sabreden veya müşriklerin eziyetlerine karşı tahammül gösteren, ya da İslâm'ın tatbiki ağır birtakım kaide ve kurallarına sabredenlere mü kâfatlarını vereceğiz. Hem de yaptıklarının en güzeliyle.
en güzellerinin olduğu gibi, sadece güzellerin de mükâfatı vardır. Evet! Mükâfat Allah'tan gelen va'dden dolayı ancak taatlere karşılık verilir.
Bazı müfessirlere göre, 95 ve 96. ayetler İbn'ul-Kays b. Abis el-Kindî ile hasmı İbn Esra' hakkında nazil olmuştur. Bu iki kişi bir arazi meselesinde münakaşa ediyorlardı. İbn'ul-Kays yemin ederek o araziyi almak istediğinde, bu ayeti dinledi ve bu işten vazgeçerek hakkın hasmına ait olduğunu söyledi. [77]
(97) «Erkek ve kadından kim mümin olarak...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Güzel bir hayat» (Hayaten tayyibeten) ibaresi hakkında birçok yorumlar öne sürülmüştür. İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Ata ve Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre «hayaten tayyibeten» ile kastedilen helâl rızıktır. Hasan Basri, Zeyd b. Veheb, Vehb b. Mü-nebbih, İkrime ve İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bu ibare ile «Kanaat» kastedilmektedir. Bu görüş aynı zamanda Hz. Ali' ye de aittir. Dahhak'a göre (ki bu üçüncü yorumdur), «hayaten tayyibeten» ile kulun ibadet ve taate muvaffık kılınması kastedilmiştir. Çünkü bu taatler insanı Allah'ın rızasına götürür. Yine Dahhak şöyle söylemiştir: «Mümin olduğu halde salih amel işleyen veya fakirlikten ve zenginlikten emin olduğu halde salih amel işleyen bir kimsenin hayatı da tayyib bir hayattır. Allah'ın zikrin-den yüz çeviren, Rabbine iman etmeyip .salih amellerde bulunma yan kimsenin hayatı ise sıkıntılıdır. Böyle bir hayatta hayır yoktur. Dördüncü yorum, Mücahid, Katade ve îbn Zeyd'den nakledilmiştir ki bu yoruma göre, «hayaten tayyibeten» cennettir. Hasan Basrl de bu görüşe katılmıştır. Ona göre hiç kimse İçin hayat tay yibe değildir. Bu sadece cennette mümkündür».
Bazı müfessirlere göreyse «hayaten tayyibeten» saadettir. (Bu yorum îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir).
Ebubekir el-Verrak'a göre, «hayaten tayyibeten» ile, taatin tatlılığı kastedilmektedir.
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri bu ibareyle, kulun tedbirinden sıyrılarak tedbirini Allah'a havale etmesinin kastedildiğini söyle mistir.
Cafer-i Sadık, «Hayatı Tayyibe, Allah'ı bilmek ve O'nun huzurunda durmanın doğruluğudur» demiştir.
Bazılarına göre Hayatı Tayyibe, insanlardan müstağni olup, Allah'a muhtaç olmaktır.
Bazılarına göre kastedilen, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmaktır.
«Onu güzel bir hayat ile yaşatırız» denildikten sonra «onların mükâfatlarını yaptıklarının en güzeliyle veririz» ifadesi kullanılmış ve böylece zamir önce tekil, sonra da çoğul getirilmiştir. Çünkü «Men» kelimesi tekil de çoğul da kullanılabilir. Bu bakımdan zamirler «Men» lâfzına binaen bazen tekil, bazen de çoğul olarak zikredilmiştir.
Ebu Sa'lebe'ye göre, Tevrat ve încü ehlinden bazı kimselerle müşriklerden bazıları birarada otururlarken Tevrat ehli kendilerinin üstün olduğunu, İncil ehli kendilerinin üstün olduğunu, müşrikler de kendilerinin üstün olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine de bu ayet nazil oldu. [78]
(98-99) «Kur'an'ı okuduğun fokumak istediğin) zaman...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayette, Kur'an okunulacağı zaman, Allah'ın dergâhıdan kovulmuş Şeytan'ın vesveselerinden Allah'a sığınılması gerektiği öne sürülmektedir. Yani, «Euzu billahimineşşeytanirracim»in söylenmesi emredilmektedir.
Sa'lebî ile Vahidî'nin İbn Mesud'dan rivayet ettiklerine göre o «Euzubillahi semîil-aliıni mineşşeytanirracim» der ve onu dinleyen Hz. Peygamber (s.a) ona «Ey Ummu Abd'in oğlu! Euzubil-lahi mineşşeytanirracim de» diye buyurur.
Cebrail'in «Kalem'den ve Levh-İ Mahfuz'dan bana bu şekilde getirilip okutuldu» dediği rivayet olunur.
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Aişe'ye iftira atıldığı zaman Hz. Peygamber oturup yüzünü açtıktan sonra, «Euzu-billahimineşşeytanirracim» demiş ve ifk (iftira) ayetlerini okumaya başlamıştır. (Beyhaki, Ebu Davud).
Said'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber geceleyin namaza kalktığında, namazın başında «Subhanekellahume ve bi-hamdike...» duasını okuduktan sonra, euzu besmeleyi okur ve devam ederdi. (Beyhaki, Ebu Davud) Bu görüşte olanların istidlal ettiği hadis budur.
aEUHidaye» de «Estetusubiltah» demenin daha evla olduğu; zira böylelikle Kur'ari'a muvafıkiyetin sağlanacağı kayıtlı ise de, en kuvvetli yorum, daha önce zikredilendir. Çünkü istiaze sigast sığınmayı talep içindir. «Emu» demekse bu isteğe uygun bir tatbikattır. Cumhurun görüşünün daha evla olmasının delili, rivayetlerde bu şekilde gelmesidir.
Buradaki emir, cumhura göre, mendupdur. Abdurrezzak'ın <teLMusannef»indst Îbn'ul-Münzir'in Ata'dan ve ayrıca Süfyan'us-Sevrî'den gelen rivayetine göre emr burada vücup ifade eder. İster namaz içinde, isterse namaz dışında olsun vaciptir. Çünkü ayetin zahirinden anlaşılan budur.
El-Haffacî'ye göre, ayetteki emri nedb üzere atfetmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamberin «Euzu»yu terkettiği bildirilmektedir.
İbn Sirin'e, Nehai'ye ve kavl-i kadimin de Şafii'ye göre euzu-nun kıraatte her rekâtın besmelesinden önce getirilmesi meşrudur. Çünkü emir şarta bağlıdır, şart tekerrür edince emir de tekrarlanır. Her rekâtta kıraat tekrar edildiğine göre, euzunun da tekrarlanması gerekir. Ayrıca ilk rekâtta meşhur olduğundan, ilkine kıyasla diğer rekâtlarda da tekrarlanmasının meşhur olduğu anlaşılır ki nedenleri aynıdır.
Ebu Hanife'ye ve kavli cedidin de Şafii'ye göre, euzunun okunması sadece ilk rekâtta meşrudur. Çünkü namazda okunan her şey bir tek kıraat sayılır.
Bazılarına göre, euzuyu okumak sadece namaza mahsus olduğundan, tekrarlanmaz.
îmam Malik'e göre, farz namazda euzu okunmaz. Fakat diğer namazlarda okunur.
Ebu Hureyre, îbn Şirin, Davud ve kıraat alimlerinden olan Hamza'dan gelen rivayete göre, euzu kıraatin sonunda getirilir. Çünkü ayetin zahiri bunu iktiza eder.
Euzunun kıraatten Önce olduğunu savunan cumhurun delili ise, kıraat alimlerinin senedli olarak Nafi'den, Cübeyr b. Mu'tim' den ve Hz. Peygamber'den rivayet ettikleri bir hadistir. Bu hadise göre, Hz. Peygamber (s.a) kıraatten önce, euzu besmele çekerdi.
Keşif sahibi, bu hadisin euzunun kıraatten önce getirilmesinin sünnet olduğuna delâlet ettiğini söylemektedir. Bu bakımdan ayetin başında irade takdir edilir. Yani Kur'an okumak istediğinizde, euzu besmele getirin. Ayrıca işi bitirdikten sonra, düşmanın (şeytanın) şerrinden Allah'a sığınmak münasip olmaz. En uygunu, Kur'an okumaya başlamadan Önce euzu getirmektir.
«Şeytan» ile kastedilen, îblis ile onun takipçileridir. Bazılarına göreyse, bu kelime her saldırganı, Allah'a isyan eden herkesi kapsamaktadır.
Hitabın Hz. Peygamber'e tevcih edilmesi, salih ameller arasında Kur'an okumanın istiaze ile tahsis edilmesi, Hz. Peygamber' den başkasının ve Kur'an okumadan başka salih amellerde bunu yapmanın daha mühim olmasındandır. Madem ki Hz. Peygamber ne önünden ne de ardından batılın-gelip yaklaşmadığı Kur'an'-ın okunmasını irade ettiğinde, onu getirmekle emrolunmuştur. Acaba Hz. Peygamber'den başka ve Kur'an okumanın dışında kalan diğer amellerde durum nasıl olacaktır? Şeytanın müminler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Yani durumlarını Allah'a bırakıp, şeytanın şerrinden O'na sığınanlar üzerinde şeytanın bir hakimiyeti olamaz. Bu tasallut, euzu okunduktan sonra yok edilir.
Bazı müfessirler, Şeytan'm müminler üzerinde hiçbir şekilde (mutlak olarak) bir tasallutunun olmadığını söylemişlerdir. Nitekim Ebu Hayyan, hadislerden de anlaşılanın bu olduğunu söylemiştir.
Bu görüşe, «Şeytanın müminlere bir etkisi yok ise eğer, niçin şeytanın şerrinden Allah'a sığınıyoruz?» denilerek itiraz edilmiştir. Cevap şudur: Burada kastedilen tasallutun büyük olanını defetmektir.
îbn Cerir'in Süfyan'us-Sevrî'den rivayet ettiğine göre, şeytanın müminler üzerinde bir tasallutunun olmayışı onları affedilmeyecek bir günaha kaydırmak noktasındadır.
îstiaze küçük ve önemsiz günahlar içindir. Müminler şeytanın emirlerine itaat etmez ve vesveselerini kabul etmezler. Ancak önemsiz gördükleri, nadiren insanlardan sadır olan ve gaflet halinde meydana gelen şeylerde ona kulak verirler. İşte bunların korunmasının Allah katında önemli olmasından dolayı, küçük günahlar için bile istiaze edilmesi emredilmiştir.
Kadı Beyzavi bu görüşe katılarak şöyle demiştir: «îstiaze em-redildikten sonra, hakimiyetin zikredilmesi, İblis'in hakimiyeti olduğu zanmna kapamamak içindir»,
El-Keşf sahibi, bu cümlenin emredilen istiazenin beyanı yerine kaim olduğunu söylemektedir. Bu cümle istiazenin Allah'a ilticadan hali olan bir topluluğun kâfir olmadığına delalet ettiğini gösterir. İltica önce imanla, sonra tevekkülle olur. [79]
(100) «Onun hakimiyeti ancak onu dost...» Bu Ayetin Tefsiri
Şeytanın hakimiyeti sadece onu dost (veli) edinenler içindir. Onun Allah'a kendisini ortak koşanlar üzerinde hakimiyeti vardır.
«Biht» zamiri, MÜcahid ve Dahhak'a göre, Allah'a racidir. Re-bi' b. Enes ile el-Kuteybî'ye göreyse, şeytana racidir. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Şeytanın hakimiyeti sadece ona itaat edenlerle, ondan ötürü Allah'a ortak koşanlar üzerindedir»; yani şeytana itaat edenler, Allah'a ortak koşuyorlar demektir.
(101) «Allah ne indireceğini pek iyi bildiği...»Bu Ayetin Tefsiri
Bir ayeti bir ayetle tebdil etmek ile, geçmiş bir şeriati yeni bir şeriat ile değiştirmek kastedilmektedir. Bu görüş tbn Vahid ile, Mücahid'e aittir. Yani bir ayeti kaldırıyor onun yerine bir ayet koyuyoruz.
Cumhura göre anlam, «bir ayeti neshediyor, onun yerine daha şiddetli bir ayet getiriyoruz» şeklindedir. Nesh ve tebdil bir şeyi kaldırmakla beraber onun yerine bir başkasını koymaktadır. (Nesh meselesi ayrıntılı olarak Bakara Suresi'nde işlenmişti.)
Mekke müşrikleri nesh olayları vuku bulduğunda, «Sen yalancısın, iftira atıyorsun» diyorlardı. Çünkü onlar hükümlerin tebdil edildiğini görüyorlardı. Cevaben onlara şöyle denildi: «Ey Mukammed! Sen bir yalancı ve iftiracı değilsin. Onların bir kısmım diğeriyle tebdil eden Allah'tır. Ama onlar bunu bilmiyorlar».[80]
(102) «De ki: Onu Ruh'ul-Kudüs...»Bu Ayetin Tefsiri
«Ruh'uLKudüs» ile kastedilen Cebrail'dir. Kur'an'ın tamamını, nasihini, mensubunu O indirmiştir.
Sahih bir senedle Amr ŞaTri'den rivayet edildiğine göre, îs-rafil Hz. Peygamber'in Üç yü vekili olmuştur. Ona kelime kelime getiriyordu. Sonra Cebrail, Kur'an'ı indirdi.
Rivayet olunduğuna göre. Fatiha Suresi'ni hiçbir zaman yeryüzüne inmeyen bir melek Hz. Peygamber'e getirmiştir. (Müslim)
«Onu Ruh'vl-Kudüs Rabbinin katından indirdi»; yani Cebrail onun içindeki hüccet ve delillerle müminler sebata, sükûnete kavuşsunlar diye Rabbinin kelâmından sana indirdi. O müslümanlar için hidayet ve müjdedir.[81]
Alusî'ye göre, Cebrail'e Ruh'uLKudüs denilmesinin nedeni, onun Allah'ın katından «Kuds»\x indirmesindendir. Kuds nefisleri tertemiz kılan Kur'an, hikmet ve ilahi feyzdir.
Bazılarına göre, Cebrail'e bu adın verilmesinin nedeni, onun beşer! çirkefliklerden ârî olmasındandır. [82]
103- Andolsun ki biz onların: «Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor» dediklerini biliyoruz. Kendisine (Kur*an'ı) nispet ettikleri kimsenin dili a'cemi (yabancı) dır. Oysa bu (Kur'an) apaçık Arapça bir dildir.
104- Kuşkusuz ki Allah; Allah'ın ayetlerine inanmayanları doğru yola iletmez ve onlar için elim bîr azap vardır.
105- Ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar yalan uydururlar. İşte onlar yalancıların ta kendileridir!
106- Kalbi iman ile mutmain olduktan sonra küfre zorlanan kimse dışında, İmanından sonra Allah'ı inkâr eden ve küfre göğsünü açan kimselere Allah'tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır.
107- Bu onların dünya hayatını Ahiret'e tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfir bir kavmi hidayete erdirmeyeceğinden ötürüdür.
108- Onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarım ve gözlerini mü-hürlediği kimselerdir ve onlar gafillerin ta kendileridir!
109- Hiç kuşkusuz onlar Ahi ret1 te hüsrana uğrayacak kim* selerin de ta kendileridir.
110- Sonra Rabbin eziyet edildikten sonra hicret eden, ci-had eden ve sabredenlerin (yardımcısıdır). Rabbin (onlan bu amellerinden) sonra elbette çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. [83]
(103) «Andolsun ki biz onların: Kur'an'ı..,» Bu Ayetin Tefsiri[84]
Müşriklerin, Hz. Peygamberce Kur'an'i öğrettiğini iddia ettikleri kişi kimdir?
Süddi'nin rivayetine göre, Huveyd b. Abduluzza'nın Aiş (veya Yaiş) adlı bir kölesi vardı. Bu köle Önceki semavi kitapları okuyan ve İslâm'ı da güzel olan biriydi. İşte müşrikler, Hz. Peygam-ber'e Kur'an'ı bu kölenin öğrettiğini iddia ediyorlardı. Ferra ile Zeccac bu görüştedirler.
Bazılarına göre de, bu kimse Mekke'de bir kadının kölesi olan Ebu Pukeyhe'dir. Asıl adı Yesar'dı ve yahudiydi. Bu rivayet Muka-til ve İbn Cübeyr'den menkuldür ve fakat İbn Cübeyr'in rivayetinde, kölenin yahudi olduğu belirtilmemektedir.
Adem b. Ebi îyaz ile Beyhakî, Abdullah b. Müslim el-Hadra-mî'den şöyle rivayet etmişlerdir:
«Bizim «Ayni-Temir» halkından olan iki hıristiyan kölemiz var-di. Birinin adı Yesar, diğerinin adı ise Cebra idi. Mekke'de kılıç imalatiyla uğraşırlardı. încil okurlardı. Hz. Peygamber çoğu kez onların yanından geçerdi. Onlar încil okurlarken Hz. peygamber durur ve dinlerdi. Bunun üzerine müşrikler «İşte Muhammed, "bunlardan öğreniyor» demeye başladılar.
Bazı rivayetlerde o kölelerden birine, «Sen Muhammed'e bir şey mi öğretiyorsun?» diye sorulduğu, onun da «Hayır. Ben Ona bir şey öğretmiyorum. O bana öğretiyor» diye cevap verdiği bildirilir.
tbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu şahıs Mekke'de Hum asıllı olup, Kureyş'ten bir evde oturan bir köleydi. Ona Bel'am denirdi. Hz. Peygamber ona İslâm'ı öğretirdi. Kureyşliler ise, «îşte Muhammed'e Kur'an'ı öğreten kişi budur» dediler.
îbn Cerir ile İbn Münzir'in Dahhak'tan rivayet ettiklerine gö* re Hz. Peygamber'e Kur'an'ı öğrettiği iddia olunan kimse, Sel-man-ı Farisi'dir. Ancak bu rivayet zayıftır. Çünkü bu ayet Mekki' dir. Selman-ı Farisi ise Medine döneminde müslüman olmuştur. Selman-ı Farisi'nin Mekke döneminde Hz. Ebubekir tarafından satın alınarak müslüman olduğu ve böylece azad edildiği şeklindeki görüş de zayıftır.
Bazı rivayetlere göre, Hira mağarasında iken Hz. Peygamber'e Kur'an'ı biri yahudi, diğeri de hıristiyan olan iki kişi öğretmiştir. Ancak bu iddia katıksız bir yalandır. Hiç bir mesnedi olmadığı gibi, müşrikler de böyle bir şey söylememiştir.
Görüldüğü gibi ayette, müşriklerin Hz. Muhammed'in muallimi olarak iddia olunan kişinin adı verilmemektedir. Çünkü onlar bu sözü, Hz. Peygamber'in Kur'an'ı muayyen birinden öğrendiği zannıyla söylüyorlardı. Aksine kim olursa olsun, Kur'an'ı ona bir insanın öğrettiğini iddia ediyorlardı.
«Lisan» kelimesi konuşmaktan ibarettir. Yulhidune fiili meyletmek anlamına gelen ilhad kökünden gelir.
liA'cemî» kelimesi, fasih konuşamayan kimse demektir. Ebul-Feth el-Musili, (a-c-m) maddesinin Arapça'da İbham ve gizlilik ifade ettiğini, beyan ve izahın zıddı olduğunu söyler. Meselâ fasih konuşamayan bir kimse için, «Raculun a'cemu», kadın ise, «İm-raetun acmâu» denilir. A'cemi; dilinde kırıklık, acemilik olan kimse demektir. Yani bir anlamda konuşmasında kekemelik, izahsız-lik bulunan kimsedir. Bu kimsenin Arap olması veya başka bir kavme mensup olması farketmez. Bu nedenle, «Ziyad ve'LA'cem» derlerdi. Oysa Ziyad Araptı. Fakat dilinde kekemelik vardı. Yine Haib'ul-A'cemi'nin Hasan Basri'nin talebesi olduğu söylenilmiştir. Oysa o Acem değildi.
Müşriklerin talimi nispet ettikleri birçok kimse vardı. Oysa ayette, tekil olarak «Ellezi» kullanılmaktadır. Burada ellezi ile cins kastedilmiştir. Dolayısıyla mânâ genelleşir. Yani sözü edilen bu kimseler fasih ve vazıh konuşabilen kimseler değillerdir ve söylediklerinden bir şey anlaşılmaz.
îbn Atiyye'nin sözünden, «Lisan» kelimesinin asıl mânâsı üzere olduğu( dil), anlaşılmaktadır. Hasan Basri, nekra olan Lisan kelimesini marife (el-Iisan) olarak okumuş ve ellezi kelimesini ona sıfat yapmıştır.
Kısaca özetlemek gerekirse, müşrikler insanları şüpheye düşürmek için, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e Rum ve hıristiyan dinine mensup Cebra veya Yaiş adlı köleler tarafından öğretildiği iddiasını ortaya attılar. Oysa bu köleler, Arapçayı doğru dürüst bilmezlerdi. Ana dilleri Rumcaydı. Kur'an'ın fesahat ve belagatı karşısında, tüm Arap edip ve şairleri adeta dillerini yutmuşlar, hatta inanmadıkları halde onun belagatı önünde secdeye kapanmışlardı. Nitekim Kur'an nazil olduktan sonra Kabe'ye asılı duran ve Arap dilinin en fasih örnekleri olan şiirleri, oradan indirmişlerdi. Kur'an varken bu şiirlerin askıda kalmalarının anlamsız olduğunu itiraf etmişlerdi. Kur'an'm ne kadar beliğ bir eser olduğu ortada iken, Arapçayı doğru dürüst konuşamayan bir kölenin, böylesine üstün bir eseri meydana getirmesi hiç düşünülebilir mi? Elbette hayır! Bin kez hayır! îşte bu ayet-i kerime de onların bu tutarsız ve mesnedsiz, iddia ve iftiralarını cevaplandırmaktadır. [85]
(104) «Kuşkusuz ki Allah; Allah'ın ayetlerine...» Bu Ayetin Tefsiri
.«Allah'ın ayetleri» ile kastedilen eğer Kur'an ise anlam onların Kur'an'm Allah'ın katından geldiğini tasdik etmedikleri, aksine Kur'an'a iftira edip, onu Hz. Peygamber'e bir insanın öğrettiği efsaneler olduğunu söyledikleri şeklinde anlaşılır. Şayet «Allah'ın ayetleri» ile mucizeler kastediliyorsa, anlam hem Kur'an ayetlerini hem de diğer mucizeleri kapsamış olur. Ancak ilk anlam daha uygundur.
«Doğru yola iletmez»; yani onları cennete göndermez. Zira onlar cehenneme sevkedileceklerdir. Onlar için orada elîm bir azap vardır. Bazı tefsirciler «Allah onları kendilerini kurtaracak hakikate iletmez. Çünkü onların istidadının kötülüğünü bilir» dediler.
Ebu Hayyan'a göre, Allah onların kalbinde imanı yaratmaz. Ancak bu yorum umum ifade eder. Fakat tahsis edilmiş birdır. Çünkü Allah'ın ayetlerini inkâr eden bazı kavimler, hidayet bularak îmana gelmişlerdir.
Bazı kimseler, «Onların iman etmemelerinin sebebi Allah Te> âlâ'nın OTÜara hidayet etmemiş olmasıdır» demişlerdir. Çünkü Allah onların kalbine mühür vurmuştur. Yahut onlar ayetlerin Allah katından geldiğine inanmadıkları için, Allah onlara hidayet etmemektedir.
El-Askeri'ye göre, onlar bu ayetlere inanmadıkları için hidayet bulamamışlardır. Bu yoruma göre, «Allah onlara hidayet eU mez» ifadesi «Onlar hidayeti bulamadılar» anlamına gelir.
Bazı müfessirlere göre, o kimseler tercihlerini Allah'ın ayetlerine iman etme yönünde kullanmadıkları için, Allah onların kalplerinde hidayeti halketmez.
îbn Atiyye'ye göre, Allah'ın hidayet etmediği kimseler, O'nun ayetlerine iman etmeyenlerdir. Yani Allah Teâlâ, durup dururken onlara hidayet etmez demek değildir bu. Onlar ayetlere inanmadık-İ lan için kendilerine hidayet verilmez.
Kısaca bu ayet, kafirler için İlahî bir tehdittir. Bu tehdit onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, Hz. Peygamber'e «iftiracı» demeleri, ona bir beşerin öğrettiğini iddia etmeleri dolayısıyla-
(105) «Ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar...»
Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, asıl iftira edenin Hz. Muhammed olmayıp, ona İftira edenlerin olduğunu ortaya koymaktadır.
Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) iftiradan hali olduğunu açıkça zikrettikten sonra, onların Hz. Peygamber'e nispet ettikleri sadece iftiradır ve onlar yalancıların ta kendileridir, diye buyurmaktadır.
Buradaki ism-î işaret (Ulaike), Hz. Peygamberce «Sen müfterisin)) diyen Kureyş müşriklerine racidir. Veya iman etmeyenlere racidir. Yani asıl yalancılar, Hz. Peygamber'e bu yalanı nispet edenlerdir! [86]
(106) «Kalbi iman ile mutmain olduktan sonra...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, kim imandan sonra küfre dönerse, Allah'ın gazabı onun üzerinedir.
Ayetin bu cümlesi, daha önce geçen «Yeminlerinizi tekid ettikten sonra sakın tozmayın» ayetine bağlıdır.
Kelbi, bu ayetin Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh ile Mukyes b. Su-babe, Abdullah Hatel ve Ukays b. Velid b. Muğire hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü bu kimseler iman ettikten sonra tekrar küfre dönmüşlerdi.
«Küfre zorlanan kimse dışında,)) cümlesi Zeccac'a göre, «Yalan Uyduran» cümlesinin bedelidir. Yani yalanı ancak Allah'a iman-dan sonra küfre dönen kimse uydurur.
Ahfeş'e göre, ayetin başındaki «men» kelimesi mübtedadır.
Haberi ise mahzuftur. Yani kim küfre kayarsa onun üzerinde Allah'ın gazabı vardır.
Bazı müfessirler bu ayetin Ammar b. Yasir hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Çünkü Ammar b. Yasir kendisine işkence eden müşriklere onların sözlerine yakın bir şeyler söylemiştir.
İbn Abbas bu olayı şöyle anlatmaktadır:
«Müşrikler Ammar'ı, babasını» annesi Sümeyye'yi, Süheyb-i Rumî'yi, Bilâl Habeşi'yi, Habbab b. Esed'i ve Salim'i yakalayıp onlara işkence yaptılar. Sümeyye'nin ayaklarım ters istikamete giden iki deveye bağladılar. Ona «Sen erkekler için müslüman oldun» diyerek tenasül uzvuna mızrak sapladılar. Sümeyye böylece şehid oldu. Kocası Yasir de şehid edildi. Sümeyye ile Yasir İslâm'daki ilk şehidlerdir. Ammar'a gelince, o kalbi ikrah ettiği halde, diliyle onların sözlerini ikrar etti. Daha sonra, gelip meseleyi Hz. Peygamber'e açtı. Hz. Peygamber ona, o sözleri söylerken kalbinin nasıl olduğunu sordu. O da kalbinin iman ile mutmain olduğunu söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Eğer onlar sana ikinci kez işkence etmek isterlerse, sen yine ikinci kez o sözleri söyle».[87]
Mansur b. Mutemir'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre, İslâm'da ilk şehit kadın, Ebu Cehü'in öldürdüğü Ammar'm annesi Sümeyye'dir. İlk şehit erkek ise, Hz. Ömer'in Mi'ca adlı kölesi-dir.
Mansur b. Mutemir'in rivayet ettiğine göre, îslâmiyetini ilk izhar eden kimseler şu yedi kişidir.
1. Hz. Peygamber (s.a)
2. Hz. Ebubekir (r.a)
3. Bilâl Habeşî (r.a)
4. Habbab b. Esed (r.a)
5. Suheyb er-Rumî (r.a)
6. Ammar b. Yasir (r.a)
7. Ammar'ın annesi Sümeyye (r.a)
Hz. Peygamber'e amcası Ebu Talip arka çıkmıştı. Hz. Ebube-kir'i ise müşriklerin eziyetinden koruyan kabilesiydi. Diğer müs-lümanlar ise yakalandılar. Onlara demirden yapılmış zırhlar giydirildi ve güneşe bırakıldılar. Onların acısı zirveye çıkana değin bu halde kaldılar. Ebu Cehil, elinde bir mızrakla onların yanına yaklaştı. Onlara küfrediyor, onları imandan caydırıcı sözler söylüyordu. Sümeyye'nin yanına gitti, ona sövdü ve kötü sözler sar-fetti. Daha sonra tenasül uzvuna süngüyü sapladı, taki süngü ağzından çıkıncaya kadar. Böylece onu Öldürdü. Allah'ın rızası ilk şehit Sümeyye'nin üzerine olsun!
Bazı müşrikler de, Bilâl Habeşi'yi sorguya çektiler. Fakat Bi-lâl'e nefsi Allah için çok ucuz geldi. Müşrikler Bilâl'e işkence yaparak ondan dinini terketmesini istediler. Ne var ki o sürekli «Ehad, Ehad (Allah bîrdir, Allah birdir)» diyordu. En sonunda işkenceciler, usandılar. Onun ellerini arkasına bağlayıp, boynuna bir ip geçirdiler ve onu, Mekke'nin Ebu Kubeys ile Ahmer Dağı arasında kendisiyle oynamaları için çocuklarına teslim ettiler. Çocuklar da oynadıktan sonra, bıkıp onu bıraktılar. Ammar diyor ki; «Bilâl müstesna hepimiz müşriklerin sözlerini söyledik. O ise nefsini Allah yolunda hiçe saydı. Kavmi de ona hiçbir kıymet vermezdi. Sonunda usandılar ve onu bıraktılar».
Sahih bir rivayete göre Hz. Ebubekir Bilâl'i satm alarak azad etmiştir.
îbn Ebi Nuceyh, Mücahid'den şöyle rivayet etmektedir:
«Mekke halkından bir grup müslüman oldu. Hz. Muham-med'in arkadaşlarından bazıları, Medine'den onlara mektup yazarak, «Yanımıza hicret edin. Aksi takdirde sizi kendimizden sayamayız» dediler. Mekke'deki müslümanlar Medine'ye hicret etmek üzere mekânlarından çıktılar. Fakat Kureyş onların çıktığını işitince, hemen arkalarından gidip, onlara yetiştiler. Yolda onlara birçok işkenceler yaptıkları için, onlar da istemedikleri halde küfrü gerektiren sözler söylediler. îşte bu ayet onlar hakkında nazil olmuştur».
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, Ammar iki husus arasında muhayyer bırakıldığında, mutlaka en doğrusunu seçerdi. (Tirmizi bu hadisi nakletmiş ve Hasen-Garip olduğunu söylemiştir.)
Enes b. Malik'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cennet kesinlikle şu üç kişiye müştaktır:
1. Ali b. Ebi Talib
2. Ammar b. Yasir
3. Selman b. Rebia
(Tirmizi bu hadisi naklettikten sonra, Garib olduğunu söylemiş ve «bu hadisi Hasan b. Saliha hadisinden tanıyoruz» demiş, tir.)
Allah Teâlâ, şeriatın esası olduğu halde, zorluk anında kendisi hakkında küfür kelimesinin söylenmesine müsamaha ettiği ve bu söşden dolayı söyleyenin muaheze edilmeyeceğine dair hüküm verdiği jçin, ulema şeriatın tüm kollarını buna hamlettiler. Bunlardan herhangi biri üzerinde bir zorlama olduğu takdirde, bunu inkâr eden kimseler ne muaheze edilirler ne de onlara bir hüküm tatbik edilir. Nitekim Hz. Peygamber'den (s.a) gelen şu hadis, buna amirdir: «Ümmetimden hata, unutkanlık ve icbar edildikleri durumda mesuliyet kaldırilmıştır».
Kurtubi bu hadisin senedinin sahih olmamasına rağmen mânâsının ulemanın ittifakıyla sahih olduğunu söylemiştir. Nitekim Kadı Ebubekir b. el-Arabî de böyle demiştir. Ebu Muhammed Ab-dulhak ise, bu hadisin isnadının da sahih olduğunu söylemiştir. Ayrıca Ebubekir el-Usaylî «eLFeraid» adlı eserinde ve İbn'ul-Mün-zir «Kitab'ul-îknansmdaL böyle demişlerdir.
Bir insan küfre zorlandığında, Öldürüleceğinden korkarsa ve bunun için küfreder ama kalbi imanla mutmain olursa, onun üzerine bir günah terettüp etmez. Hanımı kendisinden boşanmış kabul edilmediği gibi, küfür hükmüyle de cezalandırılmaz. (Bu îmam Malik'in, Kûfelilerin ve îmam Şafü'nin görüşüdür).
Muhammed b. Hasan şöyle demiştir:
«Böyle bir kimse Allah'a şirk koştuğunu açıkça ifade ettiğinde, zahiren mürted olmuştur. Yok eğer bu, Allah ile kendi arasında kalmışsa, İslâm üzeredir. Karısı kendisinden boş olur. Ölürse cenaze namazı kılınmaz. Şayet babası müslüman olarak ölmüşse, babasının mirasını da alamaz.»
Ancak Muhammed b. Hasan'in bu sözleri hem Kur'an hem de sünnet ile reddolunmaktadır. Meselâ, Nahl: 106, Al-i îmran: 28, Nisa: 97 numaralı ayetler bu görüşün aksini ortaya koymaktadırlar. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetlerde, kendi emrini terketmek hususunda zorlanan zayıf kimseleri mazur saymaktadır. Kendisine bir işin zorla yaptırıldığı kimse, zayıf demektir. Emredilenin yapılmasından muaf tutulmaktadır. (Bunu Buharı söylemiştir.)
Alimlerden bir grup, Ruhsat'm sözde olabileceğini ama fulde olamayacağını söylemiştir. Meselâ Allah'tan başkasına secde etmek, Kible'den başka bir tarafa yönelerek namaz kılmak, bir müs-lümanı öldürmek, bir müslümamn malını haksızca yemek, zina etmek, içki içmek, faiz alıp vermek gibi hususlarda zorlanırsa, kişinin bunları yapmaması gerekir. Aksi takdirde üzerine mesuliyet terettüp eder. (Bu görüş Hasan Basri'den rivayet olunduğu gibi, Evzai ile Suhnun gibi alimler de bu görüşe katılmışlardır.)
Muhammed b. Hasan şöyle demiştir: «Esir bir kimseye, fû lan puta secde etmesi, aksi takdirde öldürüleceği söylendiğinde, put eğer kıble yönündeyse onun, niyeti Allah'a secde etmek olacaktır. Başka bir yönde ise, onu öldürseler bile secde etmemeli' dir».
Ancak doğru olanı böyle olsa. da secde etmesidir. Çünkü sahihte îbn Ömer'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), Mekke'den Medine'ye giderken kıbleye yönelmediği halde devesinin üzerinde namaz kılıyordu. îbn Ömer diyor ki, «Nereye yönelirseniz yönelin Allah oradadır» ayeti bunun için nazil olmuştur.
Nakledilen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) vitr namazım da devenin sırtında kılardı. Ancak farz namazları yerde kılardı. Madem ki sefer halinde, inişin zorluğundan dolayı, bu mubah kılınmıştır, o halde farz namazlarda aynı ibaha niçin geçerli değildir?
Ruhsatın sözde olup, fiilde olamayacağını söyleyenler, îbn Mesud'un «Benden saltanat sahibinden gelecek iki kamçıyı defe' den konuşma ne ise, onu söylerim» sözünü delil olarak getirmişlerdir. Ancak İbn Mesud'un bu sözü, konuşmaya ruhsat veriyorsa da füli sözkonusu etmemektedir. Bu yüzden bu söz delil teşkil etmez. Üstelik İbn Mesud'un bunu misal olarak vermiş olması da muhtemeldir. Fiiliyatın konuşma hükmünde olduğunu kastetmiş de olabilir.
Bir gruba göre, zorluk hem fiilde hem de sözde vardır. Dolayısıyla iman kalpte tutulduğu takdirde hem fiilde hem de sözde ruhsat vardır. Bu görüş, Hz. Ömer'den ve Mekhul'den rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu görüş İmam Malik ile Iraklılardan da nakledilmiştir.
İbn Kasım, îmam Malik'ten şöyle rivayet etmektedir:
«İçki içmeye, namazı terketmeye, Ramazan'da yemeye-içmeye zorlanan kimseden günah kalkar».
Alimler; «Başkasını öldürmeye zorlanan bir kimsenin onu Öldürmesi caiz değildir» demişlerdir. Ona had vurulması ve başka şekillerde mürüvvetini kırmak da caiz değildir. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, belâya sabır göstermelidir. Başkasım kendisine feda etmesi onun için caiz değildir. Allah Teâlâ'dan dünyada da, ahirette de afiyet talep ederiz.
Zina hususunda ihtilaf edilmiştir. Mutarrıf, Esbah, îbn Ab-dilhakem ve îbn Macişun'a göre, hiç kimse zorlandığı zaman zina edemez. Öldürülse dahi bunu yapmamalıdır. Aksi takdirde günahkâr olur ve kendisine had vurmak gerekir. Bu görüş aynı zamanda Ebu Sevr ile Hasan Basri'den de nakledilmiştir. Ancak îbn'ul-i Arabi, sahih olanın zorlanan kimsenin zina edebileceği ve ona had tatbik edilmeyeceği olduğunu söylemiştir.
Alimler zorlanan kimsenin eşini boşamasının ve kölesini azad etmesinin geçerli olup-olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir, îmam Şafii ve talebelerine göre hiçbir şey lâzım gelmez. İbn Vehbln Hz. Ömer'den, Hz. Ali'den ve İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, talâk vaki olmaz. Nitekim İbn Munzir, İbn Zübeyr, İbn Ömer, İbn Abbas, Ata, Tavus, Hasan Basri, Kadı Şureyh, Kasım, Salih, îmam Malih, Evzaî, İmam Ahmed, İshak ve Ebu Sevr'den de bu görüş mervidir.
ŞaTaî, Nehaî, Ebu Kulabe, Zührî, Katade gibi alimlerden rivayet olunduğuna göre —ki bu Kûfelilerin de görüşüdür zorlama olsa bile talâk vaki olur. Nitekim Ebu Hanife zorlanan kimsenin verdiği talâkın geçerli olduğunu söylemiştir.
Tehdid edilen ve tazyik altına alınan bir kimsenin yaptığı alış veriş ile ilgili iki husus vardır.
1) Kendisine vacip olan bir hak için malını satarsa, bu geçerlidir. Çünkü bu hakkı sahibine vermek mecburiyetindeydi. Bunu kendiliğinden yapmadığı ve fakat zorlanma neticesinde yaptığı için, isteyerek yapmış sayılır.
2) Zulmen ve kahren tazyik altında alışveriş yapan kimsenin, alışverişi kabul edilmez. Baskı ortadan kalktığında o kimse malını kimin yanında bulursa ondan malını karşılıksız olarak alır. Malı kendisinden aldığı kişi de gider, parasını o zalimden ister. Eğer ortada mal kalmamışsa, onun parası veya kıymeti zalimden ahnır.
Malikilere göre, nikâha ve cinsi ilişkiye zorlanan bir kimse eğer nikâhtan sonra cinsi ilişkide bulunmuş olursa, bu nikâh geçerli olur. Kocanın boynuna nikâh akdinde belirtilen mehr vacip olur ve had de düşer. Nikâha ve cinsi ilişkiye zorlanan kadına had yoktur ve ona mehri verilmelidir. Fakat onunla zorla cinsi ilişkide bulunan kimseye had cezası verilir.
Zinaya zorlanan kadınlara had cezası verilmez. Nitekim Allah bu surenin 106. ayetinde bu hususu ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber; «Allah ümmetimden hata, unutkanlık ve zorlama sonucu işlenen günahları affetmiştir» diye buyurmaktadır.
Bir kimse aile efradını helâl olmayan bir hususa teslim etmek hususunda zorlanırsa, onu teslim eder ve bu yüzden kendisini Öldürmez, onu kurtarmak hususunda büyük tehlikelere göğüs germez. Buradaki esas, Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadistir:
«Hz. İbrahim (a.s), hanımı Sara ile hicret eder. Yolda bir şehre uğrarlar. Şehrin hükümdarı Hz. İbrahim'e «Sara'yı bana gönder» diye haber salar. Hz. İbrahim de hanımını gönderir. Hükümdar Hz. Sara'ya yaklaşmak üzere ayağa kalkar. Hz. Sara da ayağa kalkar, sonra abdest alır, namaz kılar ve şu duayı yapar: «Ey Allahım! Eğer ben sana ve Rasûlüne iman etmişsem, benim üzerime bu kâfiri musallat etme». Bunun üzerine kâfir hükümdar ayaklarını yere vuruncaya dek sıkıştırıldı ve baygınlık geçirdi. (Bu-hari)
Bu hadiste görüldüğü gibi, Hz. Sara'nın kınanması nasıl sözkonusu değilse, onun gibi zorlanan herhangi bir kadın için de ki* nama sözkomısu değildir. [88]
Zorlanan kimsenin yeminine gelince, İmam Malik'e, İmam Şafii'ye ve Ebu Sevr'le birlikte ekseri ulemaya göre, böyle bir yemin geçerli sayılmaz. Bozulduğu takdirde keffaret gerekmez.
Ebu Hanife ve Kûfelilere göre, bir şeyi yapmamaya yemin eden kimse bunu yaparsa keffaret lâzım gelir. Çünkü zorlanan bir kimse bütün yemininde teverri edebilir. Yani kelimeleri kaçamak suretiyle kullanabilir. Teverri etmediğine ve niyeti de zorlanan noktadan başkası olmadığına göre, yemine kastetmiş olmak-tadır. Bozarsa keffaret düşer.
Kişi yemine zorlanır, yemin etmezse malının alınacağı söylenirse İmam Malik'e göre, bu kişi takiyye yapamaz. Çünkü kişi, yeminiyle şerri ancak bedeninden uzaklaştırabilir, maundan değil.
İbn'ul-Macişun'a göre, kişi şerri maundan uzaklaştırmak için yemin ederse, hanis olmaz, keffaret de lâzım gelmez.
İbn'ul-Macişun'un bu görüşü sahihtir. Çünkü mal müdafaası, can müdafaası gibidir. Hasan Basri ve Katade de bu görüştedirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Kanlarınız, mallarınız, namuslarınız birbirinize haramdır» diye buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a) «Müslümanın kanı, malı ve namusu diğer bir müslümO' na haramdır» diye buyurmuştur.
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, bir kişi Hz. Pey-gamber'e gelir ve birinin kendisinden malım almak istediğini söyler. Hz. Peygamber malını ona vermemesini bildirince, o da «Benimle savaşırsa ne yapayım?» diye sorar. Hz. Peygamber, ona sar yaşmasını söyler. «Beni öldürürse ne olur?» diye yine o kişi bir soru daha sorar. Hz. Peygamber ona, «Şehit olursun» deyince, o da «Ya ben öldürürsem ne olur?» diye sorar. Hz. Peygamber, «O ateştedir» diye cevap verir. (Müslim)
îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, «Kim malım müdafaa için öldürülürse o şehittir». (îmam Ahmed Tirmizi, Aclunî, Keşf'ul-Hafa: 2/296)
Müdekkik alimler şöyle demişlerdir:
«Zorlanan kimse küfür kelimesini telaffuz ettiği zaman, o tarizler yerine dilinin üzerinde cari olacaktır. Çünkü tarizlerde yalandan kurtulma imkânları ve çareleri vardır. Böyle yapmadığı zaman kâfir olur. Çünkü tarizlerin üzerinde herhangi bir zorlama sözkonusu değildir. Sözgelimi birine, «Ekfir billahi!» (Allah'ı inkâr et!) denildiğinde, o «Lahi» (Fuzuli konuşan) kelimesini Allah lâfzı yerine getirerek, «Ben fuzuli konuşanı inkâr ediyorum» diyecektir. Yani Allah lâfzının sonuna bir «ya» ekleyerek, bunu şedde, siz okuyacaktır. Yine sözgelimi birine «Ekfir binnebi!» (Peygamberi inkâr et!) denildiğinde, o arzın yüksek tepeleri anlamına gelen «Nebiyyi» kelimesini kullanacaktır.
Ulema'ya göre, küfür hususunda zorlanan kimse, ölümü küfre tercih ederse, onun Allah katındaki ecri, ruhsatı seçen müslü-manınkinden daha büyüktür.
Kişi eğer ölümle, el ya da ayağı kesilmekle, vurulmakla teh-did edildiğinde, bunun sonunda ölümle karşılaşacağını anlarsa, içki içebilir, domuz eti yiyebilir. Aksi takdirde, yani Ölümü tercih ettiğinde günahkâr olabilir, Çünkü böyle biri, mecbur kala (muztar) bir kimse gibidir. Mecbur kalan nasıl ölmeyecek kadar domuz etinden yiyebilir, içki içebilirse, o da öyle yapmalıdır.
El-Bağdadi'nin Hasan Basrî'den rivayet ettiğine göre, Müsey-lemet'ul Kezzab'in (yalancı peygamberin) gözcüleri sahabeden iki kişiyi yakalayıp, onları Müseyleme'nin huzuruna getirirler. Müseyleme sahabilerden birine, «Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musun?» diye sorar, o da «Evet» der. Müseyleme bu sefer, «Benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet ediyor musun?» diye sorar. O yine «Evet» diye cevap verir. Müseyleme de onu serbest bırakır. Müseyleme bu sefer diğerine döner ve ona, «Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musun?» diye sorar .O «Evet» deyince, «Peki, benim de Allah'ın Rasûlü ol-duğuma şehadet ediyor musun?» der. Sahabi, «Ben sağırım sizi işitemiyorum» deyince, Müseyleme onun boynunu vurdurur. Kurtulan sahabi Hz. Peygamber'e gidip, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben helak oldum» der. Hz. Peygamber; «Seni helak eden nedir?» diye sorunca, olan biteni Hz. Peygamber'e anlatır. Hz. Peygamber de, «Arkadaşın azimete sen ise ruhsata tütündün. Şimdi sen neyin üzerindesin?» diye sorar. O da, «Şehadet ederim ki sen AUah'm Rasûlûsün» deyince, Hz. Peygamber, «Şu anda üzerinde bulundu* ğun noktadasın» (yani imandasın) der.
Musa b. Muaviye'nin anlattığına göre, îmam Malik'in talebesi olan Ebu Said b. Eşres, Tunus sultanı tarafından yemin etmeye davet edilir. Sultan'ın öldürmek üzere arattığı bir kimse vardır. Bu yüzden Ebu Said'e onu saklamadığına ve yerini de bilmediğine dair yemin etmesini teklif eder. O da yemin eder. Ebu Said'in o zamandaki ilmî konumu da malûmdu. Oysa Ebu Said, yemin eder. ken o kişinin yerini bildiği gibi, onu saklayan da kendisidir. Sultan Ebu Said'e üç talâkla yemin etmesini teklif etmiştir. O da «Bu kişinin yerini bilmiyorum» diye üç talâkla yemin eder. Evine geldiğinde hanımına, «Benden ussak dur» der. Sonra da atına binerek
Kayrevan'daki Behlûl b. Raşid'e gider. İmam Maük'in talebesi olan Behlûl, «Malik'e göre, sen yemin etmiş sayılmazsın» der. Ebu Said, «Bunu Malik'ten ben de dinledim. Fakat ben ruhsat arıyorum» deyince, Behlûl ona, «Hasan Basri'ye göre, üzerinde herhangi bir yemin yoktur» der. Ebu Said b. Eşres hanımının yanına döner ve Hasan Basri'nin görüşüne göre hareket eder.
îdris b. Yahya'nın anlattığına göre, Veüd b. Abdulmelik casuslarına emreder, onlar da halkın içinde casusluk yaparak kendisine haber getirirlerdi. Bu casuslardan biri büyük alim olan Reca b. Hayre'nin meclisine gidip oturdu ve orada halifenin aleyhindeki konuşmaları işitip, bunu Velid b. Abdülmelik'e anlattı. Velid, hu-snıruna çağırdığı Reca b. Hayre'ye, «Meclisinde aleyhimde konuşuluyor, fakat sen onları susturmuyorsun» der. Reca, böyle bir şeyin olmadığını söyleyince, Velid ona böyle olmadığına dair keli-me-i tevhid adına yemin etmesini söyler. Reca yemin edince, Velid haberi getiren casusu çağırtır ve ona iftira cezası olarak yetmiş kamçı vurdurur. Bu casus olaydan sonra Reca ile karşılaştığında «Ey Reca! Halk senin yüzün suyu hürmetine Allah'tan yağmur istiyor. Oysa senin yüzünden bana atılan yetmiş kamçının izleri hâlâ sırtımda duruyor» dedi. Reca ise ona, «Yetmiş kamçının izlerinin senin Sırtında olması, senin yüzünden bir müslümanm öldürülmesinden daha iyidir» diye cevap verdi.
Alimler zorlamanın sınırını tayin hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ömer'den gelen bir rivayete göre; O; «Korkuttuğun, bağladığın veya dövdüğün zaman, kişi kendisinden emin değildir» demiştir.
îbn Mesud, «Benden kamçıyı uzaklaştıracak hiçbir söz yok ki onu söylemeyeyim» demiştir.
Hasan Basri, takiyyenin Kıyamet'e değin caiz olduğunu ve fakat Allah'ın ölümde takiyye kılmadığını söylemiştir.da İmam Malik'e göre fark yoktur.
İbrahim en-Nehai'ye göre, insanın el ve ayaklarına vurulan kelepçe ikrah sayılır. Yani kişi böyle bir duruma düştüğünde zorlanmış olur. Bu bakımdan hapis ikrahtır. Bu aynı zamanda îmam Malik'in görüşüdür. Sultan'ın ve bir başkasının zorlaması arasın-
Kûfelüere göre hapis, kelepçeleme, içki içmek ve murdar yemek yemek ikrah sayılmaz. Çünkü bunlar yapıldığında canın telef olması korkusu yoktur. Fakat «Filan adamın benim yanımda bin dirhemi vardır» şeklindeki ikrarda, hapis ile kayıt ikrah sayılır.
îbn Suhnun'a göre, onların elem ve acının İkrah olduğunda ittifak etmeleri, ikrahın nefsi telef etmeyen şeylerde de olabileceğine delâlet eder.
îmam Malik'e göre, tehdidle veya hapisle ya da dövülmekle yemine zorlanan kimse, yemin edebilir ve ona keffaret lazım gelmez. Bu görüş aynı z&^ıanda îmam Şafii'nin, îmam Ahmed'in ve Ebu - Sevr'in de görüşüdür. Bu hususta tariz ve tevriye caizdir.
A'meş'in anlattığına göre, îbrahim en-Nehaî'ye hoşuna gitmeyen birisi geldiğinde, o evindeki mescide oturur ve cariyesine, «Git ona yemin ederek benim mescidde olduğumu söyle» derdi. Gelen kimse de, onun genel mescidde olduğunu sanarak, oradan ayrılırdı.
Bu tür örnekleri
Kurtubî, geniş olarak zikretmiştir.[89]
(107) «Bu, onların dünya hayatım ahirete... Bu Ayetin Tefsiri
«Zalike» ism-i işaret olan bir kelimedir ve 106. ayetin son cümlesine işaret etmektedir. Yani, «Allah'tan bir gazap ve orilar için büyük bir azap olması, onların dünya hayatını Ahiret'e tercih etmelerinden dolayuUr. Ayrıca Allah kâfir bir kavme hidayet etmez».
(108) «Onlar Allah'ın; kalplerini, kulaklarını...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Allah'ın gazabına ve büyük bir azaba müstehak olanlar var ya, işte onlar Allah tarafından kalpleri, kulakları ve gözleri mühürlenmiş kimselerdir. Onlar gafillerin ta kendileridir.
(109) «Hiç kuşkusuz onlar Ahiret'te hüsrana...» Bu Ayetin Tefsiri
«La Cereme» ifadesinin izahı daha önce geçmişti.
«Hüsrana uğrayanların ta kendileridir»; yani onlar sermayelerini zail ettiklerinden böyle olmuşlardır. Onların «Sermayeleri», hayattan, ömürleridir. Onu, kendilerini ebedî azaba götürecek olan yerlere sarfettiler.
Aynı husustaki başka bir ayette, «el-Hasirun» yerine, «el-Ah-serun» tabiri kullanılmıştır. Bu, ayetin akışına, konumuna göre farklılık gösterir. Ayetin sonunun böyle olması gerektiği için, farklı kullanımlar sözkonusudur.
(110) «Sonra Rabbin, eziyet edildikten sonra...»Bu Ayetin Tefsiri
Mürted olmaları için azaba duçar edilenler ve müşriklere itiraf ettikleri sözler nedeniyle nefislerini saptırdıktan sonra hicret edenler için Rabbin vardır; yani Rabbin onlar için yardımcıdır.
Ayette sözü edilen muhacirler, Ammar b. Yasir ve benzeri sahabilerdir.
«Futinu» fiili meçhul okunduğu gibi, «Fetenu» şeklinde malûm da okunmuştur. Yani onlar başkaları tarafından azap gördükten sonra, hicret etmişlerdir. Veya onlar müşriklerin müminlere azap etmelerinden ya da kendilerini fitneye düşürdükten sonra hicret etmişlerdir.
Sonra kâfirlerle cihad ettiler. Cihadın meşakkat ve sıkıntılarına göğüs gererek sabrettiler.
«Rabbin, sonra elbette çok bağışlayan ve çok esirgeyendir»; yani muhakkak ki Rabbin bütün bunlardan, (fitneden, hicretten, cihaddan ve sabırdan) sonra onların daha önce yaptıklarını affedicidir. Daha önce yaptıklarından ötürü onlara nimetler ve mükâfatlar vermiştir.
«Rab» kelimesi ayette iki kez geçmektedir. Bu hüküm illetini ima içindir. Aynca Rab, Hz, Peygamber'e ait olan zamire (Senin Rabbin) izafe edilmektedir ki bu da müslümanlara verilen nimetlerin Hz. Peygamber'in takipçileri olmalarından ileri geldiği anlamını ifade eder.
Birçok müfessir bu ayetin Ammar b. Yasir ve benzerleri hakkında nazil olduğunu kaydetmektedir.
îbn îshak bu ayetin, Ammar b. Yasir, Ayyaş b. Rebia, Velid b. Ebi Rebia, Velid b. Velid hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
îbn Atiyye, Îbn îshak'a şöyle itiraz etmiştir:
«Burada Ammar b. Yasîr'i zikretmek kuvvetli bir görüş değildir. Çünkü bu tabakanın en yücesi odur. Bu tabakanın diğer kişilerine gelince onların göğsü küfre açılmıştı. Daha sonra Allah Teâlâ, onlar için tevbe kapısını açtı. Onlar da İslâm'a girdiler».
Zikredildiğine göre, bu ayet hicretten sonra nazil olmuştur ve bu hususta herhangi bir ihtilaf yoktur, tbn Abbas'tan nakledildiğine göre, bu ayet Medine döneminde nazil oldu. Müslümanlar, müs-lüman oldukları halde hicret etmeyip, Mekke'de kalanlara yazarak, «Allah sîzin için bir kapı açtı. Hicret edin gelin» dediler. Onlar da yola çıktılar. Müşrikler onlara yetiştiler ve dövüştüler. Kurtulanlar kurtuldu, şehit olanlar da şehit oldu. (İbn Merduveyh)
Katade'den nakledildiğine göre, bu müslümanlar yola çıkınca, arkalarından Kureyşliler de yola koyuldular. Ve savaştılar. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. (İbn'ul-Munzir)
îbn Cerir, Hasan Basri ile İkrime'den, bu ayetin Abdullah b. Ebi Şerh hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bu zat vahiy kâtibi iken şeytan onu kaydırdı, o da irtidat ederek küfre döndü. Hz. Peygamber Mekke'nin fethedildiği gün onun öldürülmesini emretti. Hz. Osman onu yanına alarak, Hz. Peygamber'in huzuruna gitti ve eman istedi. Hz. Peygamber de ona eman verdi. Yani bu ayet onun ve benzerlerinin hakkında nazil olmuştur. Nitekim bazı rivayetlerde bu husus açıkça belirtilmiştir. Bu takdirde, «Futinu» fiili şeytanın onları fitneye soktuğu, kaydırdığı ve onları kendi ihtiyarlanyla irtidat ettirmiş olmasından kinayedir.
İbn Atiyye'nin Ammar b. Yasir ile birlikte zikredilenler hakkında söylediği doğru kabul edilemez. Çünkü îbn Ebi Hatim'in Katade'den rivayet ettiğine göre, Ayyaş b. Ebi Rebia, Ebu Cehilln | anne bir kardeşiydi. Ebu Cehil İslâm'dan dönmesi için, bir kamçı ona, bir kamçı da bineğine vuruyordu.
Hazin tefsirinde, Ayyaş'm Ebu Cehil'in süt kardeşi olduğu bildirilmektedir. Bazı rivayetlerde ise, annesinden olan kardeşiydi. [90]
111- O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese kendi yaptığının karşılığı ödenir. Onlara asla zulmedilmez.
112- Allah güven ve huzur içinde olan bir şehir (halkın) ı misal verdi: (O şehrin ahalisinin) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah yaptıklarından ötürü onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.
113- Andolsun onlara kendi cinslerinden bir peygamber geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine, onlar zulmederlerken azap onları hemen y akalayı verdi.
114- Allah'ın size nzık olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yeyin. Eğer sadece Allah'a kulluk ediyorsanız, O'nun nimetine şükredin!
115- Allah size ancak, leşi, (akan) kam, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen (hayvanlar) ı haram kıldı. Kim mecbur kalırsa, saldınnaksızın ve sının aşmaksızın (bunlardan) yiyebilir. Çünkü Allah bağışlayan ve esirgeyendir!
116- Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında, «Şu helâldir, bu haramdır» demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar felah bulmazlar,
117- (Şu dünyadakiler) pek az bir faydalanmadır. (Bunun ardından) onlar için elim bir azap vardır.
118- Sana anlattıklarımızı daha Önce yahudi olanlara da haram (almıştık. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. [91]
(111) «O gün herkes gelip kendi canını...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yevme» kelimesi daha önce geçen «Rahim» kelimesinin me-fulüdür. Bazı müfessirler ise, bu kelimenin mukadder bir fiilin mefıüü olduğunu söylemişlerdir. Yani, «üzkur yevme» (Hatırla o günü...)
«Rahmet» kelimesini, «Yevme» kelimesine bağlamakta bir beis yoktur. Çünkü rahmet o gün de olduktan sonra, başka zamanlarda zaten olur.
«O gün» ile Kıyamet Günü kastedilmektedir. «Tucadilu» füli müdafaa eder, onu kurtarmak için birtakım mazeretler, özürler Öne sürerek uğraşır, çabalar anlamındadır. Her nefis o gün kendisini müdafaa eder. Öyle ki ne babası, ne evlâdı ne de yakınları onu ilgilendirmez.
Ka*b\ü-Ahbar'dan rivayet olunduğuna göre o Hz. Ömer'in yanın-da iken ona «Ey Ka'b! Bizi korkut!» der. Ka'b da, «Ey müminlerin emiri! Allah'ın Kitabı ile Peygamberin hikmeti aranızda değil mi?» der. Hz. Ömer, «Evet. Fakat sen bizi korkut!» deyince, Ka'b, «Ey müminlerin emiri! Eğer Kıyamet Günû'nde yetmiş peygamber ameliyle Allah'ın huzurunda varsan yine de göreceğin dehşetin ya-mnda bir hiç sayılır» der. Hz. Ömer «Daha fazlasını söyle» deyince Ka'b: «Ey müminlerin emiri! Cehennem Kıyamet Günû'nde öyle bağırır ki Allah'ın huzuruna yakın olan ne bir melek ne de bir pey-gamber kalmaz ki dizleri üzerine düşmesin. Hatta Hz. İbrahim bile dizleri üzerine düşer ve «Ya Rabbi! Nefsim, nefsim. Bugün senden sadece nefsimi isterim» der. Bu sözler karsısında düşünceye dalıp, başını eğen Hz. Ömer'e, Ka'b; «Ey müminlerin emiri! Siz bunları Allah'ın Kitabı'nda görmüyor musunuz?» der. Hz. Ömer, «Nasıl» diye sorunca, Ka'b mezkur ayeti okur. (İmam Ahmed, Kitab'uz-Zühd)
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu mücadele ruh ile beden arasında olurmuş. Beden ruha hitaben, «Dilim seninle konuştu, gözüm seninle gördü, ayağım seninle yürüdü. Eğer sen olmasaydın, ben adeta yere atılmış bir odun parçası gibi olurdum» der. Ruh da ona; «Sen kazandın, sen isyan ettin, ben değil. Sen ta-şıyıctydıUy ben taşınan» der. Bunun üzerine Allah Teâlâ, ruh ile bedene şöyle hitap eder: «İkiniz için de bir misal vereyim. Bir kör, bir kötürümü omuzlar ve bir bostana girerler. Hem kör hem de kötürüm o bostanın meyvelerinden yerler. İşte bu yüzden azap ikiniz üzerinedir».
Zahire göre bu rivayetin îbn Abbas'tan gelmiş olması sahih değildir. Çünkü ayette sözü edilen «mücadele»yi böyle bir mânâya hamletmek hiç de uygun düşmemektedir.
«Nefsihim kelimesindeki zamir, daha önce geçen nefse rad-dir. Adeta «nefsin nefsi mücadele eder» denilmektedir. Zahire göre her şey nefsine izafe edilmiş oluyor. Ancak bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir.
«Birinci kez zikredilen «nefis» kelimesi zattır ve tümdür. Yani bütün azalarıyla bir şahıs kastedilmektedir. Tıpkı «Kerim bir nefis, mübarek bir nefis» denilmesi gibi. İkinci kez zikredilen «nefis» kelimesi, onun aynısıdır. Yani tekid olarak getirilmiştir. Onun hakikat ve hüviyetine delâlet eder. İki nefis arasındaki fark, ilkinde azaların mülahaza edilmesidir. İkincisinde ise bu yoktur. Asıl olan ikincisidir. Fakat zât ile zâtm sahibi arasmda gerçekte bir fark olmadığından, arkadaş mânâsına kullanılarak, zât ona izafe edilmiştir».
«Tuveffa» fiili, eksiksiz verilir anlamındadır. Yani her nefse, işlediği amelin karşılığı eksiksiz verilir. Eğer hayr ise hayr, şer ise şer verilir. Burada nefis kelimesinin yerine zamir getirilmemesinin nedeni daha sabit olması içindir. Ayrıca mücadele ile mükâfat vakitlerinin değişik olduğunun ilân edilmesi içindir. Her ne kadar bunlar aynı günde yapılıyorsa da vakitleri değişiktir.
aOrtlara zulmedilmez»; yani cezanın artırılması veya herhangi bir günahları olmadığı halde ceza verilmesi suretiyle onlara zulmedilmez.
(112) «Allah, güven ve huzur içinde olan...» Bu Ayetin Tefsiri
«Bir şehri misal verdin denilmekle «Bir şehrin halkım misal verdi» anlamı kastedilmiştir. Burada «ahali» (halk) tabiri mukadderdir.
îbn Cerir'in İbn Abbas ile Mücahid'den rivayet ettiğine göre sözü edilen şehir, Mekke'dir. Nitekim bu görüş, İbn Zeyd, Katade ve İbn Atiyye'den de rivayet edilmiştir.
îbn Ebi Hatim'in Süleym b. Ömer'den rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir:
«Hz. Peygamberin hanımı Hafsa validemizin Mekke'den Medine'ye giderken sohbetinde bulundum. Yolda kendisine Hz. Osman'ın şehit edildiği haberi geldi. O, Mekke'ye dönerek şöyle dedi: «Beni Mekke'ye geri götürün. Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin olsun ki, Mekke Allah Teâlâ'nın ayetinde "belirttiği şehirdir» dedi ve mezkur ayeti okudu».
Hz. Hafsa'nın «Mekke o şehir gibidir» demek istemiş olması da mümkündür. İbn Abbas ve diğer müfessirlerden rivayet edilenler de bu mânâya hamledilebilir. Ayetin anlamı bu takdirde şöyle olur: «Allah bu şehri Mekke halkı veya Allah'ın nimet verip de o nimete nankörlük eden her kavim için bir misal kılmıştır». Onlar yapacaklarını yaptılar ve alacakları cezayı da aldılar. Mekke halkı da buna dahildir.
«Güven içindeydi»; yani emniyet sahibi bir şehirdi. Korkuyu gerektiren hiçbir olay orada meydana gelmezdi. Bazı şehirlere şer ehlinin saldırdığı gibi, bu şehre saldınlmazdı.
«Huzur içindeydi»; yani sakindi. Korkuyu gerektiren bir olay vukua gelmezdi. Nitekim bazı şehirlerde huzursuzluk verici birtakım olaylar olurdu. Bir kismı diğerine saldırırdı. Bu şehrin dışındaki şehirler, saldırganların hücumlarından çok az kurtulabi-liyorlardı.
Bazı müfessirlerin sözlerinden, ayetteki itminanın (huzurun), güvenin sonucu olduğu anlaşılmaktadır. Yani şehir, güven içinde olunca, o şehirde huzur var demektir. Çünkü korku, tedirginlik meydana getirir ve huzurun zıddıdır.
Ebu Havyan eUBahr'ulMuhit adlı tefsirinde, huzurun, güvenin sonucu olduğunu söylemektedir.
«O şehrin rızkı»; yani gıda maddeleri bolca verilir ve her taraftan gelirdi.
Fahruddin Razî, bu ayetin üç nimeti kapsadığını söylemektedir: «Güven, sıhhat ve kifayet».
Bu bakımdan ayetin metnindeki, «Amine» kelimesi güvene, «Mutmainne» kelimesi sıhhate ve «Ya'tiha Rızkuha» ifadesi de kifayete işarettir.
İtminan sebebi o şehrin havasının mülayim olması ve halkın mizacına uygun bulunmasıdır.
«Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler» cümlesinde geçen «En'um» kelimesi nimet kelimesinin çoğulu da olabilir. Fazıl el-Yemenî'nin de dediği gibi «nimet»in ism-i cem'i de olabilir. Kutrat'a göre, «En'um» kelimesi «Num»vaı çoğuludur. Yemenî'ye göre nimet, naim anlamındadır. Başka alimlere göre nimet mânâ-sındadır.
«Allah'ın nimetleri» ile daha önceki ayetin içerdiği anlamlar kastedilmektedir. Burada, üçten en çok ona kadarlık bir çoğul sigası kullanılmıştır. Ki az bir nimetin nankörlüğü bu felaketi getirdiğine göre, birçok nimetin nankörlüğü daha dehşetli bir azabın geleceğine işarettir,
«Onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı» cümlesinde korku ve açlığın etki ve zararları elbiseye benzetilmiştir. .Çünkü elbise insanı kapsar, bunlar da aynı şekilde insanı kapsarlar. «Libas» kelimesinin «Cm'» kelimesine izafesinin sıfatın mevsufuna izafesi kabilinden olması mümkündür. Yani, Allah Teâlâ onlara ihata etmede elbise gibi olan açlığı onlara tattırdı. Ubey b, Ka^b'ın mushafmda «korku» kelimesi «açlık» kelime-
sinden önce gelmiştir. Ebu Hayyan bunun kıraat değil, tefsir olduğunu söylemektedir.
Ebu Amr'ın «Havfi» kelimesini «Havfe» şeklinde mansub okuduğu rivayet olunmuştur. Yani Allah Teâlâ onlara hem açlık elbisesini hem de korkuyu tattırmıştır. Ancak bu korku ve açlık kendiliğinden gelmemiştir, onların yaptıklarının bir sonucudur. Yani daha önce yaptıklarının ve sürekli yaptıkları işlerin bir karşıhğıdır.
Ebussuud Efendi, tefsirinde şöyle demektedir:
«Nankörlüğün onlara isnad edilmesi ve bu nankörlükten dolayı da onlara korku ve açlığın tattırümasından sonra, fiillerin o şehrin kalkma isnad edilmesi emrin tahkiki, mübalâğanın iradesi içindir».
«Yesneun» fiili, «sanata masdarından gelmektedir ve onlara nisbet edilmesi şunu ortaya koymaktadır: Nimeti inkâr edip, nan-körlüfcyapmak onlar için sarsılmaz bir sanat ve bir adet olmuştu.
Hazin, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:
«Allah onları yedi sene süren bir açlığa müptela kıldı. Öyle ki yağmur yağmaz oldu. Araplar da Hz. Peygamber'in (s.a) emriyle onlara azık vermekten vazgeçtiler. Onlar son derece aç, yorgun ve sefil düştüler. Yanan kemikleri yediler. Leş, köpek, ölü ve elehn denilen şeyi yediler. Onlardan biri göğe baktığında dumana benzer şeyler görürdü. Bunun nedeni açlıktı. Sonra Mekke'nin ileri gelenleri Hz. Peygamber ile görüşerek, «Bu nedir? Tamam sen er* keklere düşmanlık yapıyorsun ama kadın ve çocukların suçları nedir?» dediler. Bu müracaattan sonra, Hz. Peygamber halka onlara yiyecek götürme izni verdi. Oysa onlar daha müşriklikten vazgeçmiş değillerdi. Korku da Hz. Peygamber tarafından onlara hücum etmek üzere gönderilen birliklerden geliyordu. Birlikler Mekke'nin etrafında dönüp duruyorlardı. Burada bulunan müşrik Araplara saldırıyorlardı. Mekke halkı da doğal olarak onlardan çe-kiniyorlardı. İşte açlık ve korku libası, onların üzerinde meydana gelen sıskalık, renklerinin solması, bedenlerinin zayıf düşmesi, durumlarının bozulması ve iç alemlerinin yıkılmasıdır». [92]
(113) «Andolsun onlara kendi içlerinden...» Bu Ayetin Tefsiri
Kadı Beyzavî, Hazin, Nesefî ve İbn Abbas'a isnad edilen Ten-vir'ul-Mikbas'a göre, ayetin başındaki meful olan zamir, Mekke halkına racidir.
«Kendi içlerinden gelen Rasûl», Hz. Muhammed'dir. Onlar onun soy ve nesebini bilirlerdi, peygamberlikten önce de onu iyi tanırlardı.
Fakat bazı müfessirler, bu zamirin «Kalu» ile «Yesneunsöaki zamirlerin raci oldukları yere raci olduğunu söylemişlerdir. Yani misalin mütemmimidir. Ayrıca onların Allah'ın inkâr ettikleri ni-metlerinin beyanıdır. Yani o şehir halkına kendi içlerinden bir peygamber geldi ve onlara nimete karşı şükretmeleri gerektiğini söyledi. Onları üzerinde bulundukları durumun kötü akibetiyle korkuttu. Onlar ise onun peygamberliğini ve kendilerine haber verdiği hususları yalanladılar. Bunun üzerine onların kökünü kaziyan amellerini berhava eden azap zulüm içindelerken kendilerini yakaladı.
«Zulüm» ile kastedilen nimeti inkâr ve peygamberi tekzip zulmüdür. Ayet-i Kerime, onların küfür, inat ve temerrudlarında devam ettiklerine ve mutad olan bütün hududlan aştıklarına delâlet etmektedir.
Onların Peygamberi yalanlamalarının ardından azabm onları yakalaması getirildi. Bu Allah'ın sünnetidir. Nitekim «biz peygamber göndermezden önce azap edici değiliz» ayeti bu hususta insanoğlunu ikaz etmektedir. İşte böylece misal tamamlanmaktadır.
Bu misal ister Mekkelilere mahsus olarak getirilmiş olsun, isterse onların yandaşı olan kavimler için getirilsin, onların hali, geçmiş inatçıların haline benzemektedir. Mekkeliler emin bir bölgede oturuyorlardı. Oysa çevrelerindeki bölgelerde insanlar kaçırılıyor, huzursuz ediliyorlardı. Kalplerinde bir korku yoktu, her taraftan kendilerine rizık geliyordu. Onlara bir peygamber de gönderildi. Öyle bir peygamber ki, onun yüce mertebesini idrak hususunda akıllar hayrete düşmüşlerdi. O onları korkuttu ve günahlardan sakındırdı. Ancak buna rağmen onlar Allah'ın nimetlerini inkâra kalkıştılar, peygamberi yalanladılar. Allah Teâlâ da onlara açlık ve korku libasını tattırdı. Hz. Peygamber'in (s.a); «Allahım! Şiddetini Mudar kabilesi üzerinde arttır. O seneleri onlar üzerinde Yusuf'un seneleri gibi yap» duasiyla onlara kıtlık isabet etti. Öyle bir duruma geldiler kf leş, köpek ve murdar hayvanların etini, yanmış kemikleri yemeye mecbur kaldılar. Ayrıca kıtlık döneminde deve tüyüyle, kandan yapılan bir yiyeceği yediler. Herhangi biri göğe baksa açlıktan dumana benzer şeyler görürdü. Tüm genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başlamıştı. Çünkü Hz, Peygamber'in askerleri onların etrafında dolaşıp duruyorlardi. Onların develerine, hayvanlarına, kervanlarına saldırıyorlardı. Sonunda Bedir günü onlara isabet eden azap isabet etti.
Şeyhülislam Ebussuud Kendi, bu yorumu tercih etmiş ve konum itibarıyla ayetin böyle anlaşılması gerektiğini söylemiştir.
«Caehum» ifadesindeki zamir müfessirlerin çoğuna göre Mekke halkına racidir. Yani Allah Teâlâ sözü onların durumuna getirmiş, onların benzerlerini zikrettikten sonra kendilerinin de halini açıkça belirtmiştir.
«Rasûl» ile kastedilenin Hz. Peygamber, «Azap» ile de onlara isabet eden kıtlık seneleri ve Bedir'iri olduğunu söyleyen yorumlar tahkikten uzaktır. Nasıl olmasın ki? ,14. ayetin, «Allah'ın size nzîk olarak verdiğinden yeyin» cümlesi temsilin sonucu üzerine bina edilmektedir.
Ayrıntılı bilgi için, Alusi'nin Ruh'uUMeanî adlı tefsirine başvurulabilir. [93]
(114) «Allah'ın size rısık olarak verdiklerinden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, madem ki Allah'ın nimetlerini inkâr edenlerin, peygamberleri yalanlayanların hâli size açıklandı, bu yalanlamadan dolayı onların başına gelen felaketler gözlerinizin önüne serildi, o halde sizler de nimetleri inkâr etmek ve peygamberi yalanlamaktan vazgeçin ki onların başına gelenler sizin başınıza gelmesin. Allah'ın nimetlerinin hakkını bilin, peygamberin emir ve yasaklarına itaat edin, Allah'ın verdiği helâl rızıklardan yeyin. Kendi uydurmanız olan Bahire, Şaibe, Ham vb. saçmalıkları bırakın. Allah'ın nimetine şükredin, hakkını bilin, O'na nankörlük yapmayın!
Hazin, «Allah'ın size rıak olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yeyin» ifadesinin muhatapları hakkında iki görüşün olduğunu söylemektedir.
a) Muhatap Medine'deki müsUimanlardır ve «Allah'ın rızkı» ile kastedilen ganimetlerdir. (Bu görüş müfessirlerin çoğuna aittir.)
b) Muhatap Mekkeli müşriklerdir. Nitekim Kelbi'nin rivayet ettiğine göre, Mekkelilere şiddetli bir kıtlık isabet ettiğinde, ileri gelenleri Hz. Peygamber'e gidip; «Sen hadi erkeklere düşmanlık yapıyorsun. Fakat kadın ve çocukların hali ne olacaktır?» dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mekke'ye yiyecek maddeleri götürülmesine emir verdi. (Vahidî)
Bu görüşlerden ilki sahihtir. Çünkü İbn Abbas, «Ey iman edenler! Allah'ın sise nzık olarak verdiği ganimetlerden yeyin. Zira Allah Teâlâ ganimetleri bu ümmete helâl ve tayyib kılmıştır. Daha önce hiçbir ümmete helâl değildi» diye ayeti yorumlamıştır. [94]
(115) (tAllah size ancak leşi, (akan) kanı...»Bu Ayetin Tefsiri
Kadı Beyzavî ayetle ilgili olarak şöyle demektedir:
«Allah Teâlâ onlara helâl kıldığı nimetleri yemelerini emredince, onlara kendilerine haram kılman şeyleri saymaya başladı ki bunların dışındakilerin kendilerine helâl olduğunu bilsinler.
Allah Teâlâ onları kendi heva ve heveslerine uyarak, helâl ve haram kılmaktan şiddetle nehyederek şöyle buyurdu: «Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında şu helâldir, bu haramdır demeyin».»
(Bu ayetin tefsir ve
ahkâmı Bakara Suresi'nde verilmişti.)
(116) «Dillerinizin yalan olarak vasfettiği...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, yalan söyleyerek şu helâldir, bu haramdır demeyin. Siz sadece yaîan için, bir deliliniz olmadığı halde helâl ve haramlar kılıyorsunuz. Oysa bu hususta hiçbir mesnediniz bulunmuyor. Bunun mesnedi sadece yalandan başka bir şey değildir. Sakın böyle yapmayın!
Mücahid'e göre burada Bahire, Sahibe vb. sözkonusu edilmektedir. İbn Abbas, «Hayvanların karınlarında bulunanlar sadece erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır demeyin» diye ayeti yorumlamıştır. Çünkü Araplar cahiliye döneminde bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de kendiliklerinden dolayı haram kılarak, bu yaptıklarını Allah'a nispet ederlerdi. Bu bakımdan, «Bunu bize Allah emretti» demeyin. Yoksa Allah adına yalan uydurmuş olursunuz denilmiştir. Çünkü onların bu yalanlan, Allah'a iftiradan başka bir şey değildir.
«Kuşkusuz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar felah bulmazlar» cümlesindeki «Yuflihun» fiilinin kökü «Felah»tiT ve «hayrı elde etmek, muvaffak olmak» demektir. Araplardan bazıları kendi kendilerine bazı şeyleri helâl, bazılarını da haram kılarlar, bazı hayvanları erkeklere mahsus görürler, kadınlara yasaklarlardı.
îşte bu ayet onların bu durumlarına işaret ederek, Allah'ın yasakladığı şeylerden başkasının haram olmayacağını bildirmekte-dir.
(117) «t(Şu dünyadakiler) pek az bir faydalanmadır...a Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onların dünyadaki metaları az bir süre içindir, baki (kalıcı) değildir. Onlar için Ahiret'te elem verici bir azap vardır. Böyle buyurmakla Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları dünya nimetlerinin yakında zail olacağına dair açıklamada bulunmuştur.
(118) «Sana anlattıklarımızı daha önce...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, yahudilere daha önce (En'am Suresi'nde geçen) şeyleri haram kılmıştık. Biz bunları haram kılmakla onlara zulmetmiş değiliz. Aksine onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Bizim haram kıldıklarımız, onların kendilerine zulmetmelerinden dolayıdır. Nitekim bu husus, şu ayette de açıklanmaktadır: «Zulmetmelerinden dolayı yahudilere kendilerine helâl olan tayyib rızıkları haram kıldık». Yani En'am Suresi'nde bahsi geçen tırnaklı hayvanlarla diğer haram kılınanlar, sadece yahudilere mahsustur. Yahudilerin, «Bunlar ük önce bize haram kılınmış değildiler. Daha önce Nuh, İbrahim ve onlardan sonra gelenlere de haram kılınmıştı» şeklinde kendilerini savunmaları yalandan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir ayette; «Zulmetmelerin-
den dolayı yahudilere, daha önce kendilerine helâl olanları haram kıldık» buyurmuştur. Bu ayette, haram kılma hususunda onlarla başkaları arasında fark bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu zulüm başkasına zarar vermeye elverişli olduğu gibi cezalandırmaya da elverişlidir.[95]
119- Sonra Rabbin, cehaletten ötürü kötülük yapan, sonra da bunun peşinden tevbe edip, islah-ı hal edenler (le beraberdir). Kuşkusuz ki Rabbin çok bağışlayan ve çok esirgeyendir!
120- Gerçekten İbrahim hakka yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmetti, ortak koşanlardan değildi.
121- Allah'ın nimetlerine şükredici idi. Allah onu seçip doğru yola iletti.
122- Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o Ahiret'te de salihlerdendir.
123 - Sonra sana: «Hakka yönelen İbrahim'in dinine uy. O müşriklerden değildi» diye vahyettik.
124- Cumartesi (Sebt günü), sadece onda ihtilaf edenlere (farz) kılındı. Kuşkusuz ki Rabbin, aralarında ihtilafa düştükleri hususta, Kıyamet Günü hüküm verecektir.
125- (Ey Muhammedi) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel olan bir şekilde mücadele et. Kuşkusuz ki Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidayete erenleri de en iyi bilendir.
126- Eğer ceza verecekseniz, size yapılan (işkence) nin misliyle ceza verin. Fakat eğer sabrederseniz, elbette o sabredenler için daha hayırlıdır!
127- Sabret! Senin sabnn ancak Allah (in dileği) iledir. Onlar için üzülme. Kurdukları tuzaklardan ötürü de canını sıkma!
128- Muhakkak ki Allah sakınanlarla ve muhsin olanlarla beraberdir. [96]
(119) «Sonra Rabbin, cehaletten ötürü...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sûe» kelimesi, sahibini kötülüğe sokan küfür ve masiyet demektir. Bunun kapsamına Allah adına uydurulan iftiralar da girer.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu kelime «Şirk» anlamındadır. Ancak bu kelimeyi şirki de kapsayacak şekilde genelleştirmek daha doğrudur. Yani sadece kelime şirke tahsis edilmemelidir.
«Cehaletten ötürü»; yani onları bu kötülüğü yapmaya cehaletleri sevketmiştir. Burada «Cehalet» uygun olmayan davranış olarak yorumlanmıştır.
îbn Atiyye'ye göre, burada cehalet haddi aşmak ve serserice taassuba kapılmak demektir. Yoksa ilmin zıddı olan cehalet kas-tedilmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in, «Allahvm! Cahilce davranmaktan sana sığınırım» sözündeki cehalet, ilmin zıddı değil, inatlaşmak, haddi aşmak anlamındadır.
Bazı müfessirlere göre, burada cehalet ile ilmin zıddı olan bilgisizlik kastedilmektedir. Yani onlar Allah'ı bilmedikleri, O'nun cezasından haberdar olmadıkları için cehalet (bilgisizlik) elbisesini giyerek bu cürümleri işlemişlerdir. Veyahut, şehvet onlara galip geldiğinden dolayı sonuçlan düşünecek durumda değildiler.
((Islah» kelimesi bazı müfessirler tarafından tevbe üzerinde müstakim kalmak şeklinde yorumlanmıştır.
«Min ba'diha» zamiri tevbe kelimesine racidir. Umulur ki ıslah da tevbenin kapsamına girmekte ve onu tamamlamaktadır.
Ebu Hayyan bu zamirinde geçmiş fiillerden anlaşılan mas-darlara raci olduğunu söylemiştir. Yani kötülük amelinden, tevbe-den, ıslahtan sonra muhakkak ki Eabbin gafurdur, rahimdir.
Bazılarına göre bu zamir, «Cehalet» kelimesine racidir. Yani Rabbin muhakkak ki onların cehaletlerinden sonra gafurdur, rahimdir. O kötülüğü affeder, taatini yapan, masiyetten kaçana da merhamet eder.
El-Askerî şöyle demektedir: «Ayetin anlamı, Allah kötülüğü cehaletten dolayı yapanı affeder, cehalet olmaksızın kötülük yapanı ise affetmez demek değildir. Aksine Allah Teâlâ'nın maksad-ı ilahisi tevbe eden herkesi affetmektir. Ancak bunların arasında cehalet nedeniyle kötülük yapanların özellikle zikredilmesinin sebebi şudur: Günah işleyen kimselerin çoğu bu günahları az düşünmek, yaptıklarının sonucunu hesap etmemekten ötürü veya şehvetin galebe çalması anında veya gençlik cehaleti içinde işlerler. (Burada «çoğu kimseler» denilmekle Arapların o zamanki durumu göz önüne alınmıştır.)
«Rab» kelimesi Hz. Peygamber'e raci olan bir zamire izafe edilerek (senin Rabbin) gelmiştir. Bu rububiyetin mağfiret ve rahmetten olan eserleri, onların üzerine Hz. Peygamber'in tavassutu ile ve onların Hz. Peygamber'in etbaindan oldukları nedeniyle geldiğine işaret eder. Cehaletin vurgulanmasının nedeni gerçeği açıklamak içindir. Çünkü bazı müfessirlere göre kötülük yapanlar onu cehalet nedeniyle yaparlar.
(120) «Gerçekten İbrahim hakka yönelen...» Bu Ayetin Tefsiri
îbn Abbas'a göre Hz. İbrahim'in katındaki bir Ümmet, büyük bir cemaatın katındaki hayırdan fazla idi.
Hz. İbrahim'e «bir ümmet» denilmesinin nedeni, onun bir ümmette bulunması ye hemen hemen zor olan kemalatın tamamım kendisinde toplamış olmasındandır. Nitekim şairf«AUah için tüm âlemi bir tek jette toplamak hiç te güç değildi» diyor.
Hz. İbrahim muvahhidlerin atasıdır, müdekkiklerin Önderidir, tevhidin delillerini ve bayrağını ilk diken ve şirkin bayraklarını ise yerle bir eden odur. O, şirkin bayraklarını tevhidin delilleriyle parçaladı.
Mücahid'e göre Hz. İbrahim'e «Ümmet» denilmesinin nedeni, onun zamanında imanı tek başına bir süre taşımış olmasıdır.
Hz. İbrahim, hanımı Sârâ'ya; «Bugün yeryüzünde, benden ve senden başka iman eden yoktur» demiştir. (Buhari)
Lügat kitapları, «Ümmettin anlamlarından biri olarak hak üzerinde olup, diğer dinlere muhalif kişi mânâsını gösterirler. Fakat ayetin zahirine bakılırsa, bu kelime mecazen kullanılmıştır. Adeta Hz. İbrahim o asırda yaşayanların hepsine şamil bir kimsedir. Çünkü küfür «yok» gibidir. Yani aslında kâfirler de vardı, ama kâfir oldukları için yok sayılmışlardır.
Bazılarına göre burada ümmet kelimesi kendisine iltica edilen ve başkalarının kendisine yöneldiği kimse demektir. Yani Hz. İbrahim, o zamanlar kendisine insanların yöneldiği; önder olarak gördükleri bir kimseydi. Çünkü halk ondan istifade etmek, onun güzel siretine uymak için her taraftan kendisine koşuyordu. Daha Önceki ayetlerde, müşriklerin şirk, peygamberliğe saldın, Allah'ın helâl kıldığım haram kılmak gibi davranışları tezyif edildikten sonra Hz. İbrahim'in zikredilmesi, hak olanın îslâm dini olduğunu ilân eder. Şirk ve onun teferruatı bâtıldır. Bunun böyle olduğunda kuşku yoktur. Böylece bu ayet-i kerime Kureyşlilerin, «Biz ibrahim'in dini üzerindeyiz» şeklindeki iddialarının yanlış ve yalan olduğunu ortaya koymaktadır.
«Kaniten lillah» tabiri, «Allah'a itaatkârdı, daima O'nun em' tiyle meşguldü» anlamına gelir.
«Hanifen» kelimesi ise, «her bâtıl dinden ayrılıp, hak oları ve hiçbir zaman sökülüp atılamayacak olan dine meyletti» demektir.
«O müşriklerden değildi»; yani ne din, ne de fer'i meselelerde hiçbir hususta müşrikler gibi davranmazdı, onlardan değildi. Bu son cümle, Kureyş müşriklerinin, «Biz atamız İbrahim'in dini üzerindeyiz» şeklindeki iddialarını reddetmektedir. Nitekim buna benzer diğer bir ayette, «İbrahim ne yahudi, ne de hıristiyandı. Fakat o tüm bâtıl dinlerden yüz çevirmiş, hak dini kabul etmiş müs-lüman bir kimseydi. O asla müşriklerden değildi» diye buyurul-muştur.
(121) «Allah'ın nimetlerine şükrediei İdi...»Bu Ayetin Tefsiri
Hz. İbrahim Allah'ın nimetlerine sürekli şükrederdi. O küçük bir nimetin şükrünü eda etmekten bile geri kalmazdı. Yani Kureyşlilerin nankörlük yaptıkları sıfatların hiçbiri Hz. İbrahim'de yoktu.
Bazı rivayetlerde büdirildiğine göre, Hz. İbrahim yemeğe mutlaka bir misafir ile birlikte otururdu. Nitekim bir gün bir misafir bulamayınca kahvaltısını tehir etmişti. Baktı ki meleklerden bir grup insan suretinde gelmektedir. Onları yemeğe davet etti. Melekler cüzzamh olduklarını ima edince, Hz. İbrahim, «Sizlerle yemek yemek şimdi bana vacip oldu. Ki size verilen belâyı bana vermeyip, beni sıhhatte bırakan Allah'a şükretmiş olayım» dedi.
«Onu seçti»; yani onu peygamber olarak seçti. Dosdoğru bir yola iletti. Allah'a götüren bir yola, îslâm dinine hidayet etti. Bu hidayetin sonucu, sadece Hz. İbrahim'in Mdayet olunması değildir. O bununla beraber halkı da irşad etmiş, peygamberliğin vasıtasıyla insanları dine davet etmiştir.
(122) «Ona dünyada güzellik verdik...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onu bütün insanlara sevdirdik. Bütün dinlerin mensupları onu dost olarak bilirler ve ona sena ederler. Çünkü Allah Teâlâ1-dan, «Bana başkaları için de doğruluk lisanı kıl» diye dilekte bulunmuştur. Bu yorum Katade ve bazı müfessirlerden mervidir.Hasan Basri, «Hasene» (güzellik) kelimesinin «Nübüvvet» ol-
duğunu söylemiştir.
Bazı müfessirler de, bu kelimenin Hz. İbrahim'e yaşlılık döneminde verilen salih oğullara işaret ettiğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre, «Hayr yönünde sarfettiği mal» bazılarına göre de «Refah ve taatle geçen uzun bir ömür» dür. Bu yoruma göre, «Hasene» kelimesi «güzel bir siret (hayat)» anlamını ifade eder. Diğer yorumlara göre ise, ilâhi bir nimet demek olmaktadır.
«Muhakkak ki o Ahiret'te de salihlerdendir»; yani cennetin yüce derecelerinde diğer peygamberlerledir. Çünkü o, «Beni şalinle. re ilhak eyle» diye Allah'tan dilekte bulunmuştu. Burada «Salih. ler» ile peygamberler kastedilmektedir. Çünkü o peygamberlerden sonraki salihlerin hepsinden üstündür. [97]
(123) «Sonra sana: Hakka yönelen...» Bu Ayetin Tefsiri
«Millet-i İbrahim» (İbrahim'in dini) tabiriyle îslâm dini kastedilmektedir. Bir önceki ayette «Dosdoğru yol» ile de kastedilen budur.
Bir rivayette Hz. Peygamber'e mahsus kılman hususların dışında, Allah ona Hz. İbrahim'in bütün şeriatına tâbi olmasını emretmiştir.
Abdullah b. Amr b. el-As'tan gelen bir rivayete göre, «İbrahim'in milleti» tabiriyle Hac menasıkı anlatılmaktadır. Yani Hac konusunda istenen ibadetler kastedilmektedir.
İmam Pahruddin Razi, bir grubun şu görüşte olduğunu söylemektedir:
«Hz. Muhammed İbrahim'in dini ve şeriatı üzerindeydi ve Hz. İbrahim'in şeriatından başka bir şeriatı yoktur. Hz. Peygamber, İbrahim'in şeriatını ihya etmek için gönderilmiştir. Bu iddiada bulunanlar bu ayeti delil getirmektedirler. Onlara göre, «mil-let» kelimesi usul ve füru olmak üzere burada şeriat anlamındadır.
Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü İbrahim'in milleti tabiriyle tevhid, şirkin yokluğu kastedilmektedir. Çünkü, «O müşriklerden değildin diyo buyurulmuştur. Şayet, Hz. Peygamber'in de şirki yok ettiği, tevhid ispat ettiği söylenecek olursa, bu ittiba demek değildir. Bu bakımdan burada «millet» kelimesi Hz. İbrahim'e tâbi olmanın sıhhatli olan kısımlarına hamledilmelidir.
Bazı müfessirler, Hz. Peygamber'e yapılan tâbi olma emrinin tevhide çağırma mahiyetinde olduğunu söylemişlerdir. Yani Hz. İbrahim nasıl yumuşaklıkla, suhuletle ve deliller göstermekle, çeşitli davet yolları denemekle insanları Allah'a çağırmışsa, sen de o tarzda insanları Allah'ın tevhidine çağır!
Ebu Hayyan bu görüşe karşılık, «Hz. Peygamber (s.a) buna muhtaç değildir. Çünkü akli delilleri iktiza ettiği inancın ,Hz. Peygamber'e vahyedilmesi hiç de imkânsız değildir» demektedir. Ta ki akli ve nakli deliller itikad üzerinde birbirini desteklesinler. Nitekim, «De ki: Bana mabudunuzun tek bir mabud olduğu vahyo-lundun diye buyurulmuştur. Dikkat edildiği takdirde, bu ayetin aklî delili iktiza ettiğini de, vahyi de içerdiği görülecektir.
Ancak Hz. Peygamber'e şirkin yokluğu, tevhidin varlığı hususunda, «İbrahim'e tabi ol» diye emredilmesi mümteni değildir.
Her ne kadar bu, Hz. Peygamber katında aklî delillerle sabit olan nesnelerden ise de. Böylelikle iki delil (aklî ve naklî) bu hususta birbirlerine destek olmaktadırlar. [98]
Rağıb el-İsfehanî, «Millet» ile «Din» kavranılan arasındaki farkın, millet kelimesinin sadece Peygamber'e izafe edilip, hemen hemen Allah'a izafe edildiğinin hiç görülmemesi ve Peygamber'in ümmetinden olan fertlere de izafe edilmeyip, şeriatın tümü hakkında kullanılması olduğunu söylemektedir. Oysa din, millet keli-mesi gibi değildir.
Müfessirlerin çoğu buradaki, millet kelimesiyle şeriatların esaslarının kastedildiğini söylerler. Katade'den rivayet edilen görüş te buna hamledilmektedir.
Şafii alimlerinden bazıları, bununla Hitan'ın ve Hz. İbrahim' in şeriatından olup da Kur'an'la neshedilmeyen meselelerin vacip olduğu hükmünü çıkarmaktadır.
«O müşriklerden değildi» cümlesi daha önce de (120. ayette) geçmişti. Tevhid için tekrarlanmıştır. Ayrıca Hz. İbrahim'in dinine sahiplenen müşriklerden, onun uzak olduğunu takrir için vurgulanmıştır. [99]
(124) «Cumartesi (Sebt günü), sadece onda...»Bu Ayetin Tefsiri
«Cuile» (kılındı) fiili farz küttük anlamındadır. Yani cumartesi gününe tazim, onun hakkında ihtilafa düşenlere farz kılınmıştır. İhtilaf edenler ise yahudilerdir.
Kelbi, Kbu Salih ile îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir:
«Hz. Musa onlara cuma gününü tazim etmelerini emretti ve yedi günden bir günü Allah'a tazim için ayırmalarını söyledi. O gün hiçbir iş yapmamalarını, o işleri diğer altı günde yapabileceklerini bildirdi. Fakat onlar Hz. Musa'nın bu sözünü kabul etmeyerek, «Biz ancak Allah'ın mahlûkatını yarattıktan sonra, istirahat ettiği günde (cumartesi gününde) İbadet ederiz» dediler. Bundan dolayı bugün onlara farz kılındı ve zorluklar onlara bugünde gösterildi. Sonra Hz. İsa da Hz. Musa gibi cuma gününü getirdi. Hı-ristiyanlar, «Biz onların bayramının bizim bayramımızın hemen akabinde olmasını istemeyiz» diyerek kendilerine pazar gününü ibadet günü olarak seçtiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ cuma gününü bu ümmete verdi. Bu ümmet için cuma gününde bereket
vardır».
Ebu Hureyre, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu ri-
s vayet etmektedir:
«Biz ahir gelenleriz, biz Kıyamet Günü'nde öncüleriz. Onlara bizden önce kitab verildi, fakat onlar bu hususta ihtilafa düştüler. Onlardan sonra bize de kitab verildi. İşte bu onlar için farz kılınan gündür. Onun hakkında da ihtilaf ettiler. Allah bize o güne uymaya hidayet iletti. Onlar bu hususta bize tabidirler. Cumartesi günü yahudilerin, pazar günü ise hıristiyanlarındır».
Müslim'in bir rivayetinde; «Biz son gelen öncüleriz. Kıyamet Günü'nde cennete ilk dahil olanlarız» denilmektedir.
Yine Müslim'in bir rivayetinde şöyle denilmektedir:
«Allah cuma gününü bulmada, bizden öncekileri dalâlete götürdü. Cumartesi yahudilerin, pazar hıristiyanlann oldu. Allah ise bizi getirdi cuma gününe hidayet etti.
İşte böylece cuma, cumartesi ve pazar günleri kılındı. Onlar da Kıyamet Günü'nde bize tabidirler. Dünyada son gelenleriz. Kıyamet Günü'nde ise mahlûkat içinde hesapları en önce görülenler olacağız.»
Nevevî, Müslim şerhinde şöyle demiştir:
«Bu hadisin açıklaması hakkında bazı alimler, «Biz zaman bakımından en son gelenleriz. Fazilet ve cennete girmekte ve vücut bulmada ise en önde olanlarız» demişlerdir. Yani Ümmet-i Mu-hammed cennete en önce girecektir. îşte bu onların üzerinde ibadetin farz olduğu gündür. O gün hakkmda ihtilaf ettiler. Allah Te-âlâ ise bizi bugüne hidayet etti».
Kadı İyaz dedi ki; «Zahir olan cuma gününün tayini, tazimi ve belirmesi onlara farz kılındı ve o günün tayini ictihadlanna bırakıldı ki o günde şeriatlarını ihya etsinler. Ancak hahamları o günün tayininde ihtilafa düştüler. Allah onları cuma gününü bulmaya hidayet etmedi. Ve cumayı bu ümmetin üzerine tayin ederek farz kıldı. Onu ümmetin içtihadına bırakmadı. Onlar da cu-. manın faziletini elde ettiler. Rivayet edildiğine göre, Hz. Musa onlara cuma gününü emretmiş, onun faziletini kendilerine bildirmiştir. Fakat onlar cumartesi gününün daha faziletli olduğu hususunda Hz. Musa ile mücadele etmişlerdir. Sonunda Hz. Musa' ya «onları kendi haline bırak» denildi. Eğer cuma hususunda nesh olsaydı, o vakit onda ihtilaf etmeleri sıhhatli olmazdı. Onlara ,bu hususta muhalefet edin».
Nevevî, onlara açık bir şekilde emir verilmiş olmasının mümkün olabileceğini söylemiştir. Onlar bu hususta ihtilafa düşmüşlerdir. Acaba tayini vacip miydi, yoksa değiştirme yetkileri var mıydı? Sonunda onu değiştirdiler ve bunda da yanıldılar.
Fahruddin Razî bu ayeti tefsir ederken, «Fihi» kelimesindeki zamirin Hz. Musa'ya raci olduğunu söylemektedir. Yani onların ihtilafları Hz. Musa hakkında olmuştur. Çünkü Hz. Musa onlara cuma gününü emretmişti. Onlar ise cumartesi gününü seçtiler. Onların cumartesi günü hakkındaki ihtilafları esasen Hz. Musa üze-8 rinde, o gündeki bir ihtilaftı. Yani o gün hakkında Hz. Musa ile ihtilafa düştüler.
«Onda ihtilaf ettiler» cümlesinin anlamı, yahudilerin bir kısmının o gün için cumartesidir, bir kısmının ise değildir dedikleri anlamına gelmez. Çünkü yahudiler cumartesi günü üzerinde ittifak r% etmişlerdi.
Vahidî şöyle demiştir:
«Bu husus müfessirlerin çGğuna müşkül meselelerden bindir. Öyle ki müfessirlerden bazıları cumartesi hakkındaki ihtilafın anlamını, cumartesi gününün diğer günlere nazaran efdaliyeti hakkındaki bir ihtilaf olduğu şeklinde açıklamışlardır. Yahudilerin bir kısmı Allah Teâlâ, mahlûkatın yaratılması işini bugün bitirdiğinden, cumartesinin en üstün gün olduğunu söylemişler, bazıları da pazar gününde mahlûkatı yaratmaya başladığından dolayı pazar gününün daha üstün olduğunu söylemişlerdir.
Oysa bu görüş te yanlıştır. Çünkü yahudiler cumartesinin efdaliyeti hakkında iki gruba ayrılmamışlardır. Pazarı ibadet günü seçenler hıristiyanlardır ve yahudüerden uzun bir zaman sonra bu vuku bulmuştur».
Şayet şöyle bir itiraz öne sürülürse:
«Yahudiler cumartesi gününü seçmiştir. Çünkü bütün ehl-i din Allah'ın mahlûkati altı günde yarattığında ve pazar günü yaratmanın başladığında, yaratmanın cuma günü bittiğinde ittifak etmişlerdir. Cumartesi günü istirahat günüdür. Yahudiler; «Biz bugün bayram yapmak ve çalışmayı bırakmak suretiyle Rabbimize uyuyoruz» diyerek cumartesiyi seçmişlerdir. Hıristiyanlar ise, {(Allah Teâlâ mahlûkatın yaratılışına pazar günü başladı, biz de o günü kendimize bayram yaptık» dediler. Bu iki vecih de makuldür. Ancak cuma gününün fazileti nedir ki müslümanlar onu kendilerine bayram yapmışlardır?»
Cevap olarak şöyle deriz:
«Cuma, günlerin en efdalidir. Çünkü yaratılışın kemal ve tamamı cuma günü olmuştur. Kemâl ve tamam ferah ve sevinci gerektirir. Bu yüzden cuma günü bize bayram olmuştur. (Bu en evlasıdır.)
Başka bir vecih ise şudur: «Allah mahlûkatın en şereflisi olan Adem'i cuma günü yarattı. Adem insanlığın atasıdır. Onun tevbe-sini cuma günü kabul etti. Bu yüzden cuma, günlerin en efdalû dir.»
Allah Teâlâ cuma gününü bu ümmet için seçti. Onlar kendileri için bir şey seçmediler. Bu bakımdan Allah'ın onlar için seçtiği gün başkalarının kendileri için seçtiklerinden daha üstündür.»
Bazı alimlere göre Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı cumartesi gününün tazimi için göndermiş, sonra bugün Hz. İsa'nın şeriatında pazar günüyle neshedilmiştir. Daha sonra her iki gün de Hz. Fey-gamber'in (s.a) şeriatmdaki cuma günüyle nesholunmuşlardır. Bu bakımdan günlerin en üstünü cuma günüdür. Tıpkı peygamberlerin en üstününün Hz. Muhammed olması gibi.
Ayet ile ilgili bir görüş daha vardır. Katade'ye göre, bu husus. ta ihtilafa düşenler yahudilerdi. Cumartesi gününü bazıları helâl, bazıları da haram kılmışlardır. Bu görüşe göre ayetin mânâsı, cumartesinin vebali ve laneti onun hakkında ihtilafa düşenlerin (yahudilerin) üzerinedir şeklindedir. Onlardan bazıları, «Helâldir» diyerek aldandılar, lanete uğradılar, Hz. Davud'un zamanında maymun ve domuza çevrildiler. (Bu kıssa A'raf Suresi'nde geçmişti.) Bazıları da haramdır diyerek, o gün hiçbir şey avlamadılar. Onlar da yahudileri menetmeye çalışan kimselerdi.
En doğrusu ilk mânâdır. [100]
«Kuşkusuz Jd Rdbbin, aralarında ihtilafa düştükleri hususta Kıyamet Günü hüküm verecektir»; yani Allah onların cumartesi günü hakkındaki ihtilâflarını açıkça belirtecek ve her gruba müs-tehak olduğunu verecektir. [101]
(125) «(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle...»Bu Ayetin Tefsiri
«Rabbinin yolu» ifadesi İslâm dini anlamındadır. «Hikmet» ise sıhhatli ve kuvvetli söz, hakkı ortaya koyan ve şüpheleri izale eden görüş demektir.
«Güzel öğüt», tergib ve terhib demektir. Yani onları tergib ve tehdid yoluyla İslâm dinine çağır.
Hitap Hz. Peygamber'e müteveccihtir. Yani, «Ey Muhammedi İnsanları Rabbinin dini olan İslâm'a, sahih, muhkem, mübin ve şüpheleri bertaraf eden delillerle ve güzel öğütle çağır. Onlarla, onların inatçüanyla en güzel şekilde mücadele et. Mücadelenin en güzel yolu olan yumuşaklıkla şefkatle, sertlik göstermeksizin tartış.»
Deniliyor ki: «O zamanın insanları ihtilafa düşüp üç grup oldular. Birinci grup sahih akla, güçlü basirete sahip olan kâmil alimlerdi. Onlar eşyanın hakikatına binaen marifeti talep ediyorlardı. «Rabbinin yoluna hikmetle çağır» ifadesi işte bu kişilerin İslâm'a davet edilmesi ve kesin delillerle dine çağınlmasıdır. Ki onlar eşyanın hakikatini böylelikle bilsinler. Onlardan hem kendileri yararlansınlar, hem de diğer insanları yararlandırsınlar. Bunlar sahabe ve başka gruplara mensup alimlerin ileri gelenleridir.
İkinci grup, sağlam fjtrat ve asli hilkatin sahipleridir. Bunlar da kemâl hududuna varamayan insanların ekseriyetidir. Bu kimseler kemâl hududuna varamadıkları gibi eksikliğin son sınırına da düşmemişlerdir. Bunlar üç kısmın orta tabakasidns Güzel öğüt ile çağırılacak kimseler bunlardır.
Üçüncü grup, cidal, husumet, inatçılık sahibi olan kimselerdir. Bunlar da en güzel yolla mücadele edilecek olanlardır. Ki böylelikle hakka boyun eğsinler ve O'na rücu etsinler.»
Bazılarına göre hikmet ile risalet kastedilmiştir. Güzel Öğüt ise davette yumuşaklık göstermektir.
«Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et»; yani onlara eziyet etmekten kaçın, risalete ve hakka davette eksiklik yapma.
Bu yoruma binaen bazı alimler, bu ayetin «Seyf (kılıç) ayeti»-yle nesh edildiğini iddia etmişlerdir.
«Ey Muhammedi Sana düşen peygamberliğini tebliğ etmek, onları bu üç yolla hakka davet etmektir .Fakat Rabbin bu gruplardan hangisinin hidayete ermiş olduğunu daha iyi bilir ve her birine ameline göre ceza ve mükâfat verecektir.»
Hz. Peygamber'in (s.a) insanları İslâm'a davet yollarının farklı olması, insanların farklı mertebelerde olmaları nedeniyledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onların havassı, avamı ve inatçıları vardır.
Bazı müfessirler, «Güzel bir şekildeki müeadelenyi onlara eziyetten kaçınmak şeklinde yorumlayarak, bu ayetin «Seyf ayeti»y-le nesh olunduğunu iddia etmişlerdir. Ancak cumhur-u ulema, bu ayetin muhkem olduğunu, anlamının da, —daha önce belirttiğimiz gibi— anlaşılacağını söylemişlerdir.
«Hikmet» delillerin en yücesi olduğundan hikmet ile dine davet edenler, en kâmil, ilâhi marifet ve hakiki ilimlere en çok talip olduklarından dolayı hikmeti, güzel öğütten Önceye alırlar. Cedel ise delillerin en düşüğüdür. Ondan maksat insanları ilzam etmek ve susturmaktan başka bir hedef olmadığı bilindiğinden, en son olarak zikredilmiştir. Güzel öğüt, hüccetten daha aşağıda, fakat cedelden de daha yüksek olduğundan, ortanca sırada getirilmiştir.
Ayette «Onları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve güzel cidalle davet et» denilmemiştir. Çünkü cidal davetin konusu değildir. Cidalde davete ters düşen bir mânâ vardır. Bu ise, karşıdaki kimseyi ilzam ve susturmaktır. [102]
(126) «Eğer ceza vereceksiniz, size...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet Uhud Savaşi'nda şehit düşen Hz. Hamza hakkında nazil olmuştur. Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre —ki sahihtir— Hz. Peygamber, şehit düşen Hz. Ham-za'nın cenazesi önünde durarak, kalbini dağlayan korkunç bir hadise ile karşı karşıya geldiğini anladı. Çünkü Hz. Hamza'nın kulaklarının, burnunun kesildiğini, iç organlarının çıkarıldığını görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi: «Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Çünkü bildiğime göre sen sıla-i rahim yapardın, çokça hayır işlerdin. Eğer senden sonrakilerin senin üzerindeki hüznü olmasaydı, seni böylece bırakmak beni sevindirecekti ki sen birçok ruhtan haşre gelmiş olasın. İyi bilinsin kAt Allah'a yemin ederim! Onlardan yetmiş kişiyi senin yerine bu hale düşüreceğim!» [103]
Bunun üzerine Cebrail, Nahl Suresi'nin son ayetlerini getirdi ve Hz. Peygamber de yemininin keffaretini verdi. Daha önce arzu ettiği işten vazgeçerek sabretti. Bu rivayete göre mezkur ayet Medine döneminde nazü olmuş olur.
Ancak Nuhas'a göre, bu ayet hicretten önce Mekke'de nazil olmuştur ve bu ayet Hz. Hamza'ya uygulanan insanlık dışı eziyet ile ilgili olarak gelmijş değildir.
Bazı müfessirler Nuhas'ın bu görüşüne katılmışlardır. Çünkü Hz. Hamza'nın başına gelenlerin yukarıdaki hadiseden geldiğini söylersek, o zaman ayetler arasında bir irtibat olmaz. Allah'ın kelâmı ise irtibatsızlıktan münezzehtir. Çünkü Hz. Hamza'yı şehit düşüren mesele, daha önceki ayetlerin konusunu teşkil eden meselenin aynısı değildir. Şayet ayetin hicretten önce nazil olduğunu söyleyecek olursak, işte o zaman bu ayetle diğerleri arasında bir irtibat kurulmuş olur. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberine insanları dine davet etmesini emrettiğinde, onun yolunu apaçık ortaya koyduğunda, Hz. Peygamber'e ve ona tabi olanlara adaleti gözetmelerini emretmiştir.
Düşmanları kendilerine ne kadar zarar vermişse ,onların da o kadar zarar verebileceklerini söyledi. Çünkü dine davetin olduğu yerde, müslümanlar düşmanlık güdenlerden uzak değillerdir. Bu nasıl olmasın ki? Din, muhaliflerinin yaptığının fasid, atalarının üzerinde devam ettikleri dininse bâtıl olduğunu belirtmektedir. Onların bu çağrı karşısında hileleri daralmış, sebepler onları yorgun düşürmüş, önlerindeki münakaşa ve münazara yollan tamamen kapanmıştır. Onların göğüslerindeki kin ise deveran etmektedir. Onlar mütereddit bir haldedirler. Tek çıkar yol olarak silahları görmekte ve dinin yerine kızıl ölümü seçmektedirler.
Birinci tefsir, müfessirlerin çoğuna aittir ve bu Sahih-i Bu-harî'de de kayıtlıdır. Hatta Kurtubl, bu yorum üzerinde müfessirlerin icma ettiğini söylemektedir.
İrtibat olmadığı şeklindeki itiraz ise yerinde değildir. Çünkü Hz. Hamza'nın meselesine dikkati çekmek, İslâm davasının bu tür olaylardan uzak olmadığını bildirir. Mücadele, sonunda savaşa dönüşür. Savaş olduğu zaman, uygun olan davranış zikredilmiştir.
Anlam bakımından irtibatta, ayetin Mekkî veya Medenî olmasında bir fark yoktur. Sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani değildir. Binaenaleyh şayan-ı itimat görüş cumhurun söylediğidir. [104]
Bu ayet, caninin yaptığı fiilin caniye yapılacağının delilidir. Kullanılan aracın aynı olup olmayacağı hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazı imamlar aynı olacağına kail olmuşlardır. Ebu Hanife'nin mezhebine göre, kısas sadece kılıçla olur. İsterse katil taşla öldürmüş olsun. Katil yine kılıçla öldürülür. Bu görüşün sebebi —ki ayetin zahirine muhaliftir—, taş vs. ile öldürmek şiddet ve zayıflık yönüyle onun benzerliğinin mümkün olmamasmdandır. Binaenaleyh benzerlik öldürülmesindedir. Ruhu almadadır. Burada ise kılıç asıldır. (Cessas, Ahkâm'ul-Kur'an'mda böyle demiştir.)
Bazıları, ayette ihtilaf edildiğinden hareketle İmam Şafii'nin ayetin zahirine uyduğunu, Hanefilerinse denkliğin sayıda olduğunu söylediklerini bildirmişlerdir. Çünkü bu ayet, Hz, Peygamber, Hz. Hamza'nın başına geleni onlardan 70 kişinin başına getireceğini söylediğinde nazil olmuştur. Sonuç itibarıyla bu hususta bir delil yoktur.
Vahidî, bu ayetin müsleyi (işkenceyi) gerektiren diğer ayetler gibi mensuh olduğunu söylemişse de, onun bu görüşüne bazı hi-daye şerhlerinde itirazlar vaki olmuştur. Eğer müsle(işkence) tatbik edilmesi tarzındaki cezalandırma hususunda sabrederseniz (yapmazsanız), bu sabrınız sabredenler için cezayı tatbikten daha hayırlıdır!
Ayette «Lekiim» (sizin için) tabiri yerine, «Lis-Sabirin» (Sabredenler için) kullanılmasının nedeni, sabırlarından dolayı onları övmektir. Yani eğer sabrederseniz bu sizin bilinen ahlâkınızdır.. Sakın bu meselede de onu terketmeyin!
(127) «Sabret! Senin sabrın ancaJc...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, peygamberine açıkça başkalarını teşvik ettiği bir hususu emretmektedir. Çünkü Hz. Peygamber ilminin fazlalığı, Allah'ın şanını daha iyi bilmesi ve Allah'a herkesten daha fazla güvenmesi bakımından, herkesten daha çok emirlerin büyüklerini ifaya müsaittir.
Yani, onlardan gelen elem ve eziyetlerden sana isabet edenlere sabret. Onları dine çağırdıktan sonra haktan yüz çevirmeleri karşısında sabret. Senin sabrın ancak Allah ile olur.
Buradaki istisna, istisna-i mufarreğdir. Yani senin özelliklerinden herhangi bir şeyle sabır olmaz. Sabır ancak Allah'ın zikriyle olur. Bütün himmet ve kastınla ona yönelmekle olur.
Bu cümle Hz. Peygamberi teselli eden bir mânâ taşımakta, sabrın zorluklarını ona kolaylaştırmaktadır. Daha üstünü olmayan bir şerefle onu şereflendirmektedir.
Bazı müfessirler, «Senin sabrın ancak Allah iledir» cümlesini Allah'ın tevfiki ve yardımıyladır şeklinde yorumlamıştır. Yani, eğer Allah seni muvaffak kılmasaydı, sana yardım etmeseydi sen sab redemezdin!
Bu takdirde teselli, sabrın kolaylaştırmasından gelmektedir. Bu yorumun daha zahir olması kabule daha muhtemildir.
«Onlar için üzülme»; yani kâfirler için üzülme. Onİann seni inkâr etmeleri, sana tabi olmamaları sebebiyle üzülme. Bu ayet, «Kâfir bir kavim için üzüntü duyma» ayeti gibidir.
Bazı tefsirlerde zamirin kâfirlere değil müminlere raci olduğu söylenmiştir. Yani müminlere Uhud Savaşı'nda tatbik edilen o insanlık dışı uygulamadan dolayı üzülme! Onların müminlere kurdukları tuzaklardan dolayı canını sıkma!
«Dayk» kelimesi göğsün daralması, sıkılması anlamına gelir. Yani onların sana yapmak isteyecekleri hilelerden dolayı göğsün daralmasın.
Ebussuud Efendi'nin dediği gibi, birinci nehy onların cihetinden gelen ve fevt olan bir matlubtan, ikincisi ise, onların cihetinden gelecek bir mahzurdan ötürüdür. Her ikisi de şu anda olmadıklarına göre onları yasaklamak sabrın emredilen gereklerindendir. Tekidi artırmak içindir. Tesellinin şanına kâmil bir tarzda ihtimal vermenin izharıdır. Aksi takdirde Allah'a bütünüyle yönelmiş ve Allah'tan başka her şeyden el-etek çekmiş bir kimsenin kalbinde böyle bir şey hutur edemez. Bu iki yasaktan maksat, tesellinin katıksız olanıdır. Yoksa burada yasağın hakikati kastediliyor değildir.
(128) «Muhakkak ki Allah sakınanlarla ve,.,» Bu Ayetin Tefsiri
Allah'ın sakınanlarla beraber olması, onlan daimi bir şekilde desteklemesi, korumasıdır. Öyle bir destek ki, ona sahip olan bi kimseyi üzüntü, hüzün ve göğüs darlığı şeklinde herhangi bir şey hedefinden saptıramaz.
«Takva» ile onun en yüce mertebesi kastedilmektedir. Yani takva, iç alemini Allah'tan başka her şeyden temizlemek ve bütünüyle Allah'a yönelmek demektir. Çünkü Allah'ın daimi desteğine, ancak böyle olan bir kimse sahip olabilir. Nitekim bir ayette «İyi bilin ki Allah'ın dostlarına ne bir korku ne de bir hüzün vardır» buyurulmuştur.
Yani Allah Teâlâ, tamamen kendisine yönelen ve kendilerini Allah'tan başkasıyla meşgul eden şeylerden temizleyen, kalplerinde matlub ve mahzurdan hiçbir şeyin kalmadığı kimselerin velisi, dostu ve yardımcısıdır. Takarrüb bununla meydana gelir. Aksi takdirde sadece günahlardan sakınmak, fertlerinde ruhsat verilen azimetlerin hiçbir şeyirîe medar olmaz. Acaba kendisine işaret edilen sabır üe onu takip eden iki sıfata nasıl medar olabilir? Onun medarı sadece zikredilen mânâdır. Adeta şöyle denilmiştir: «Allah sabredenlerle beraberdir».
Bu ibare yerine ayette yer alan ibarenin getirilmesi sabra daha fazla teşvik içindir. Nitekim «Allah muhsinlerle beraberdir» cümlesindeki «muhsinler»in ihsanı, o ihsan hakkında koşuşanların yarıştığı bir ihsandır. Başka bir ayette de; «Sabret, muhakkak ki Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez» buyurulmuştur.
Allah Teâlâ böylece, sabır ve takvanın her birisinin ihsan kabilinden olduğu hususuna dikkat çekmiş olmaktadır. Nitekim başka bir ayet bunun delilidir: «Hiç kuşkusuz, kim sakınır ve sabrederse, Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez».
İhsanın hakikati, amelleri uygun tarzda icra etmektedir. Hz. Peygamber'den gelen bir hadiste, ihsan Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek şeklinde tarif edilmiştir. Eğer sen Allah'ı görmüyorsan da o seni görmektedir.
îbn Cerir, Îbn'ul-Münzir ve îbn Ebi Hatim, Hasan Basri'den şöyle rivayet etmişlerdir: «Allah'ın kendilerine haram kıldığı hususlarda sakınanlar ve kendilerine farz kıldıklarında ihsan edenler var ya, işte Allah onlarla beraberdir».
Bazı müfessirlerin sözlerinden bu cümlenin, «Cezayı misliyle uygula» emrinin sebebi olduğu ihsas ettirilmektedir. Nitekim ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemişlerdir: «Allah, yardım, rahmet ve fazlıyla, kendi ikabından korkan, Allah'ın mahlûkuna ceza tatbik etmede aşın gittikten sonra onlara şefkatle davranan kimselerle beraberdir». Bu; «ihsanin kötülüğü terketmek şeklinde yorumlamaktır.
Bu ayet müslümanlara İslâmî davette edebin güzelliğini talim etmekte, saldırganlığı terketmeyi öğretmektedir. Muttaki ve muh-sinlere müjde vermekle beraber, sıkıntılı hallerde bile sabrı emretmektedir.
Said b. Mensur, İbn Cerir ve bazı müfessirlerin Herem b. Hay-yan'dan naklettiklerine göre, bu zat ölüm sekeratmda iken, kendisine vasiyette bulunmasını söylediler. O da, «Vasiyet malda olur. Benim ise malım yok ki vasiyette bulunayım. Size Nahl Suresi'nin son ayetlerini vasiyet ederim» diye buyurdu. [105]
— NÂHL SURESÎ'NİN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/295-296.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/298.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/299-301.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/301-304
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/306.
[6] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 10, sh; 75-76
[7] Kurtubî, Ahkâmul-Kur'an, cilt: 10, sh: 180
[8] Siddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 5, sh; 219
[9] El-Meragi, Tefsir, dit: 14, sh: 61
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/307-321.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/323.
[12] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 440
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/324-340.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/342.
[15] Kadı Beyzavi ve Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh:
596
[16] Fabruddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, dit: 5, sh: 450
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/343-349.
[18] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 600
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/349-352.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/354.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/355-356.
[21] Alusî, Ruh'ul-Meanl, cilt: 14, sh: 137
[22] Suyuti, ed-Durr'ul-Mensur, cilt: 4, sh: 118; Hazin, Mecma'ut-Tefasir,
cilt: 3, sh: 603
[23] Suyuti, ed-Durr'ul-Mensur
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/357-366.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/368.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/369-370.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/370-375.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/372-374.
[30] AIusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 148
[31] Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 110
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/375-388.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/388-394.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/394-395.
[35] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 166
[36] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 14, sh: 160
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/395-396.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/398.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/399-400.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/401-403.
[40] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 170
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/403-408.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/408.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/408-409.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/410-411.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/411-414.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/415.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/417.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/418-419.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/419-422.
[50] Kurtubİ, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 128
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/422-426.
[52] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 182
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/427-433.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/434-435.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/435-436.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/436-441.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/442-443.
[58] Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 145
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/443-444.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/446.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/447-449.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/449-452.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/453-456.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/458.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/459-468.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/468-470.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/472.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/473.
[68] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 212-213
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/473-475.
[69] Altısi, Ruh'ul-Meani, cilt: 14, sh: 216
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/476-481.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/481-483.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/483-487.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/487-489.
[73] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, dit: 5, sh: 510
[74] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 635
[75] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 14, sh: 223
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/489-494.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/496.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/497-501.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/501-503.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/503-506.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/507-508.
[81] Kurtubl, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 176-177
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/508.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/510.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/511.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/511-514.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/514-516.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/516-517.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/517-525.
[89] Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 180-190
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/525-533.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/535.
[92] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 650
[93] Alusl, Ruh'ul-Meanî, cilt: 14, sh: 245
[94] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 650
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/536-545.
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/545-548.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/550.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/551-556.
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/556-558.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/558.
[100] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 655-656
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/558-563.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/563-566.
[103] Alusî, Ruh'ul Meanl, cilt: 14, sh: 257
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/566-568.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/568-572.