2. Genel Olarak Davarlar Özel Olarak da Develer, Yüce
Allah'ın Lütuflarındandır
3. Binekler Üzerinde Yolculuk ve Yük Taşımak:
1. Atlar, Katırlar ve Merkepler, Davarlardan Farklıdır:
2. Bineklerin
Kiraya Verilmesi:
4. Belli Bir Mesafeye Kadar Yük Taşımak Üzere Kiralanan
Bineğin Hükmü:
5. At, Katır ve Merkep Etlerini Yemenin Hükmü:
8. Süs Olmak Özere Yaratılanlar ve Daha Bilmediğimiz Nice
Varlıklar:
2. Allah'ın Yarattıklarından İnsana Boyun Eğdirilenler;
3. Öğüt Almayı Gerektiren Alâmetler:
1. Deniz ve Çeşitli Etlerin Birbirleriyle
Değiştirilmelerinin Hükmü:
3. Et Yemeyeceğine Dair Yemin Eden Bir Kimse:
4. Denizden Çıkartılan Süs Eşyaları:
5. Kılık ve Kıyafette Riâyet Edilecek Bazı Hususlar:
6. Yüzüklere Yapılacak Nakışların Hükmü:
7. Hz. Peygamberin ve Bazı Zevatın Yüzüklerine
Kazdırdıkları İfadeler:
8. Süs Eşyası
Takınmayacağına Dair Yemin Eden Kimse:
9. Denizde Akıp Giden Gemiler:
1. Alâmetler ve Yıldızlarla Yol Bulma:
2. Yıldızlarla Yol Bulma Keyfiyeti:
Kız Çocuğu Yetiştirmenin Fazileti:
3. Davarların Karınlarından İçirilenler:
4. Lebenu'l-Fakl (Süt Emziren Annenin Kocasın)ın Hükmü:
5. Dışkı ile Kan arasından Çıkan Süt:
6. Meni'nin Necaset ve Tehareti île İlgili Crörüşler:
9. Tatlı ve
Lezzetti Yiyecekleri Yemek:
10. Yeme ve İçme
İle İlgili Dualar:
1. Âyetin Önceki Âyetlerle İlişkisi:
1. Allah'ın Arıya Vahyetmesi (îlhamt):
2. Arıya Verilen İlhamın Mahiyeti:
3. Artların Hayret Verici Özelliklerinden:
1. Arıların Karınlarından Çıkan:
4. Balın Şifa Oluşu île İlgili İlim Adamlarının
Görüşleri:
5. Bal insanlara Nasıl Şifadır:
6. İshal ve Bazı Rahatsızlıklara Karşı Bal:
7. Tedavinin Hükmü İle İlgili Açıklamalar:
1. Çocukların
Anneye İzafe Edilmelerinin Anlamı:
3. Ev Hanımının Evinde Hizmet Etmesi;
4. Kocanın Ev işlerinde Hanımına Yardımcı Olması:
5. Erkeğin Hizmetçi Tutma Yükümlülüğü:
1. Müşriklerin Sapıklıklarına Dair Bir Örnek:
3. Kölenin Hanımını Boşama Yetkisi:
5. Eşit Olmayan Örnekler ve Müşriklerin Cahilliği:
3, Davarların Yünlerinden, Tüylerinden, Kıllarından ve
Diğer Azalarından Yararlanmak;
5. Meytenin Derisi Tabaklanmakla Takir Olur mu:
8. Meytenin Derisini Temizleyen Tabaklamanın Mahiyeti:
1. Yarattığı
Şeylerden Gölgeler:
3. Sıcağa Karşı ve Savaşta Koruyucu Elbiseler:
5. Düşmanla Savaş
ve Cikad için Araç ve Gereç Edinmek:
6. Allah'ın, Nimetlerini Tamamlaması:
1. Üstün Ahlakî Değerlere Çağıran Kur'ân:
2. Adalet ve İhsan'm Mahiyeti:
3. Akrabalara Birşeyler Vermek;
5. Bu Âyetin Ahlâkı île Ahlâklanmanm Önemi:
6. İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak ve İhsanın
Önemini Vurgulayan Tarikten Bir Olay:
3. Allah'ın Kefil Yapıldığı Yeminlere Bağlılık:
1. Allah'ın Gazabını Hakedenler:
2. Zorlama İle İlgili Buyruğun Nüzul Sebebi:
3. Zorlamanın (İkrahın) Hükme Etkileri:
4. Öldürülmek Korkusuyla (İkrah) Küfrü Gerektiren Sözleri
Söyleyenin Hükmü:
5. Zorlama (İkrah) Dolayıst İle Verilen Ruhsatlar:
6. Çeşitli Fiilleri İşlemek İçin Zorlanma (İkrah):
7. Zorlanan Kimsenin (Mükreh) Boşaması ve Kölelerini Âzâd
Etmesi:
8. Zorlama Altında Yapılan Ahş-Veriş:
9. Zorlanan Kimsenin (Mükrehin) Nikâhı:
10. Nikâh ve Cinsel İlişki İçin Zorlama:
11. Kadının Zinaya Zorlanması:
12. Zinaya Zorlanan Kadına, Mehrin Gerekip Gerekmediği:
13. Kocadan Hanımının Zorla Alınmak İstenmesi:
14. Zorlama Altında Yapılan Yemin:
15. Yeminin
Bozulması İçin Zorlamak (Ikrâh):
16. Mala Gelecek Zarar İkrah Sayılır mı:
17. Küfrü Gerektiren Sözleri Söylemek İçin Zorlanan
Kimsenin
18. Küfre ve Başka Hususlara Zorlanan Kimsenin Ölümü
Tercih Etmesi:
20. Kinayeli İfadeler ve İkrah:
1. Allah'a Yalan Uydurarak, Kendiliklerinden Helâl ve
Haram Koyanlar:
2. Helâl ve Haram Kılma Yetkisi:
Üstün Faziletlinin Daha Az Faziletliye Uyması:
Cuma, Cumartesi ve Pazar Günleri Hakkında Ayrılıklar:
2, Zulme Uğrayan Kimse, Herhangi Bir Yolla Zulmünün
Karşılığını Alabilir mi;
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle
(Mekke'de İnmiştir, Yüzyirmisekiz Âyettir).
el-Hasen, İkrime, Ata ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir. Bu sûrede şanı yüce Allah, kullarının üzerindeki nimetlerini sayıp dökmesi sebebiyle buna "Sûretu'n-Niam (Nimetler Sûresi)" adı da verilir.
Yüce Allah'ın: "Şayet bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misli ile mukabele edin" (126 âyet) buyruğu dışında Mekke'de İndiği de söylenmiştir. Sözü geçen bu âyet-i kerimenin ise, Medine'de Hz. Hamza ile Uhud'da şehid edilenlere uygulanan müsle hakkında indiği belirtilmiştir.
Bİr diğer istisna da yüce Allah'ın: "Sabret, senin sabrın ancak Allak{ in) yardımı iledir" (127. âyet) ile: "Ayrıca Rabbin... sonra hicret edenlere.,."(110. âyet) buyruklarının da Medine'de indiği söylenmiştir.
"Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenlerin..." (41. âyet) buyruğu Habeşistan'a hicret hakkında olup Mekke'de İnmiştir.
îbn Abbas der ki: Bu sûre, Hz. Hamza'nın şehid edilmesinden sonra Medine'de inen üç âyet-i kerime dışında Mekk. de inmiştir. Sözkonusu bu âyet-i kerimeler ise: "Allah'ın ahdini az bir pahaya satmayın... Sabreden lerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle vereceğiz" (95-97, âyetler) buyruklarıdır.[1]
1. Allah'ın emri geldi. Artık onun acele gelmesini istemeyin. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir; yücedir,
"Allah'ın emri geldi. Artık onun acele gelmesini istemeyin" buyrıı-ğundaki "geldi" buyruğu, "gelir, gelecek" anlamındadır. Bu, bir kimsenin: Eğer banal İkram edersen, ben de sana İkram ederim, demesine benzer. Bundan önce de yüce Allah'ın, gerek mazi, gerekse müstakbel (muzari, geniş zaman, gelecek) ile ilgili haber vermelerinin aynı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bu Sunmakta dır. Çünkü onun geleceğini bildirdiği şey kaçınılmaz olarak gelecektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Cennetlikler, cehennemliklere... seslenirler." (el-A'râf, 7/44)
"Allah'ın emrTnden kasıt; şirk üzere ve O'nun Rasûlünü yalanlamaya devam eden kimseler için hazırladığı cezasıdır. el-Hasenr İbn Güreye ve ed-Dah-hâk derler ki: Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği ve onda yer alan farz hükümleri ile sair ahkâmıdır. Ancak bu anlama gelme ihtimali uzaktır. Çünkü, as-hab-ı kiramdan herhangi bir kimsenin, yüce Allah'ın farz hükümlerini kendilerine farz kılınmadan önce çabuklaştırılmasını istediğine dair bir nakil gelmemiştir. Azap ve cezanın acele gelmesini istiyenlere gelince; bu Kureyş kâfirlerinden olsun, onların dışındaki kâfirlerden olsun çokça nakledilmiş bir husustur. Öyİeki, en-Nadr b. el-Haris: "Ey Allah! Eğer bu senin katından gelmiş hakkın kendisi ise..." (el-Enfal, 8/32) diyerek azabın çabuklaştı almaşnı istemişti.
Derim ki: ed-Dahhâk(ın) görüşü lehine, Ömer (r,a)'ın şu sözleri delil gös-verilebilir Ben, üç hususta Rabbime muvafakat ettim. İbrahim'in Makamı, hi-cab ve Bedir esirleri hususunda. Bunu, Müslim ve Buharı rivayet etmiştir.[2] Bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/125- âyetin ilk bölümü, 3, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,
ez-Zeccâc der ki: Burada, "Allah'ın emri"nden kasıt, yüce Allah'ın, küfürlerine ceza olmak üzere onları tehdit etmiş olduğu azaplardır. O bakımdan bu, yüce Allah'ın: "Nihayet emrimiz gelip tandır kaynaymca,,." (Hûd, 11/40) buyruğunu andırmaktadır.
Burada sözü edilen "Allah'ın emrl"nin kıyamet günü olduğu yahut onun yaklaştığına delil teşkil eden alâmetlerinden birisi olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbas derki: "O saat yaklaş ti ve ay yarıldı" (el-Kamer, 54/1) buyruğu nazil olunca, kâfirler şöyle dedi: Bu adam, kıyametin yaklaştığını iddia ediyor, O halde yaptıklannızın bazılarından uzak duruma. Uzak durdular ve bek-ledile'r. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: Biz birşey görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı" (el-Enbiyâ, 21/1) âyeti nazil oldu. Yine, bundan korkup çekindiler ve kıyametin yaklaşmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca, biz birşey görmüyoruz dediler. Bunun üzerine: "Allah'ın emri geldi" âyeti nazil oldu. Rasûlullah (sav) da, müslümanlar da bundan dolayı korkuya kapıldılar. Bu sefer: "Artık onun acele gelmesini istemeyin* buyruğu inince kalpleri yaUşü ve huzur buldular, Peygamber (sav): "Ben ve kıyamet, şu İkisi gibi gönderildim" diyerek şehadet parmağı ve onun yanındaki parmağı ile işaret etti. Yani, Hz. Peygamber demek İstiyor ki: Az kalsın kıyamet benim gelişimden önce kopacakken, ben ondan önce gönderildim[3]
ibn Abbas der ki: Peygamber (sav)'ın peygamber olarak gönderilmesi kıyametin alâmeti erindendir. Cebrail de, Muhammed (sav)'e peygamberlik vermek üzere semâvât ehlinin yanından geçip gittiğinde onlar: Allahtıekber kıyamet koptu demektir, dediler.
"O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir." Yani,
O'nun, kıyameti koparmaya kadir olmadığı şeklindeki nitelendirmelerinden münezzehtir. Çünkü Onlar; Hiçbir kimse ölüleri yeniden diriltemez, diyorlardı. Bu sözleriyle de ancak yaratılmış bir kimsenin nitelendirilebileceği acizlikle O'nu nitelendirmiş oldular. Böyle bir nitelendirme ise şirktir.
"Onların ortak koştukları şeylerden" buyruğunun, onların şirk koşmalarından,,, anlamında olduğu söylenmiştir. Buyruktaki Şeyler" kelimesinin; Kimse" anlamında olduğu da söylenmiştir ki, O, kendisine ortak koşulan kimselerden yüce ve münezzehtir, anlamına gelir. [4]
2. O, kendi emri ile kullarından dilediği kimseler üzerine Eub ile melekleri: "Benden başka hiçbir ilâh olmadığını bildirin. O halde benden korkun" desinler diye indirir.
Melekleri... indirir buyruğunu, ei-Mufaddai b. Âsim; Melekler... iner" diye okumuştur. Burada fiil aslı itibariyle; şeklindedir ve bu Fiilin gerçekleştirilmesi meleklere isnad edilmiştir. el-Kisaîf Ebû Bekir'den, o, Âsım'dan, -el-Mufaddal'dan farklı olarak- ve el-A'meş'ten; Melekler indirilir" şeklinde meçhul fiil olarak okumuşlardır. el-Cu'ti ise Ebu Bekir'den, o Âsım'dan Melekleri... indiririz" diye faili belli malum fiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise yine, malum bîr fiil olarak; İndirir" diye okumuşlardır. Bu fiildeki zamir, yüce Allah'ın lafcına racidir. Katade'den tse, İndiririz" şeklinde, "nün" İle fakat şeddesîz okuduğu rivayet edilmiştir. el-A'meş ise, ''nüzulden" olmak üzere; (Melekler) iner" dvye "te" harfi üstün, "ze" harfi de es-reli olarak okumuştur. Melekler" ise, merfu1 olarak melekler iner anlamında fail olarak) okumuşlardır. Allah'ın: Melekler... iner de iner" (el-Kadr, 97/4) buyruğunda olduğu gibi.
"Ruh" buyruğundan kasıt, vahiy demek olup, bu da nübüvvet demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yüce Allah'ın: "O, kendi emrinden, ruhu kullarından dilediği kimseye gönderir" (el-Mu'min, 40/15) buyruğu da buna benzemektedir. er-Rabi' b. Enes de, Allah'ın kelamı olan Kur'ân diye açıklamıştır. Bunun, kendisine uyulması gereken hakkın beyanı olduğu söylendiği gibi, canlıların ruhları diye de açıklanmıştır. Bh açıklamayı da Müca-hid yapmıştır. Çünkü beraberinde bir ruh bulunmaksızın hiçbir melek inmez. Aynı şekilde İbn-i Abbas'dan da rivayet edildiğine göre "ruh" şanı yüce Allah'ın ademoglunun suretleri gibî yarattıklarından bir yaratıktır. Semadan beraberinde bunlardan birisi bulunmaksızın hiçbir melek inmez.
Buradaki "ruh" kelimesi rahmet diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı eL- Hasen ve Katade yapmıştır. Hidâyet diye de açıklanmıştır. Çünkü bedenler ruhlarla hayat bulduğu gibi, kalbler de hidâyet ile hayat bulur, ez- Zec-cac'ın görüşünün anlamı da budur Çünkü ez- Zeccac şöyle demektedir: Ruh yüce Allah'ın emrine irşad etmek suretiyle İçinde hayatî bir özellik taşıyan herbir buyruktur, Ebu Ubeyde de burada ruhtan kasıt Cebrail'dir diye açıklamıştır.
Yüce Allah'ın; Rı"h ite" buyruğu ruh ile beraber anlamında olup bu da; Elbiseleriyle çıktı" ifadesindeki elbiselerinin de onunla beraber (üzerinde) olması demektir
wEmr 1 ile kullarından dilediği kimseler üzerine' yani Allah'ın peygamberlik için seçmiş olduğu kimseler üzerine,., demektir. Bu da onların: "Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Ez-Zuhruf, 43/31) şeklindeki sözlerini red etmektedir.
"Benden başka hiçbir ilah olmadığını bildirin, o halde Benden korkun desinler diye buyruğu, bu putlara tapmaktan sakındırma emrini İhtiva etmektedir. İşte bundan dolayı inzâr (korturak bildirmek, sakındırmak.) fiili getirilmiştir. Çünkü inzâr aslı itibariyle kendisinden korkulan şeyden sakındırmak demektir. Bu anlama ayrıca; "Benden korkun" buyruğu da delil teşkil etmektedir.
"Bildirin... diye" buyruğundaki , cer harfinin zikredilmemesi suretiyle nasb mahallindedir ki; Küfre sapmış olanları Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur, diye uyarıp korkutun" anlamındadır. O halde bu edat cer harfinin düşmesi ile yahut da "uyarıp korkutma (inzar)" bunun hakkında söz konusu olması (mefûl olması) dolayısıyla nasb mahallindedir. [5]
3.O, gökler] ve yeri hak İle yarattı. O, onların ortak koş hıkları şeylerden yücedir.
"O, gökleri ve yeri hak ile" zeval bulmaları ve yok olmaları için "yarattı."
"Hak ile" buyruğunun, kudretine delalet etsinler diye kullarının kendisine İtaat etmek suretiyle ibadet etmelerini istemek hakkına sahlb olduğunu ölümden sonra da mahlukatı yaratacağını bildirmek üzere ,., anlamında olduğu da söyîenmiştir.
"O, onların ortak koştukları şeylerden yücedir. Hiçbir yaratmaya gücü yetmeyen bütün bu putlardan üstündür. [6]
4. O, İnsanı bir mitle den yarattı. Bakarsın ki o, apaçık bir hasım kesilivermiştir.
"O İnsanı bir nutfeden yarattı." Şanı yüce Allah vahdaniyetinin delilini söz konusu ettikten sonra, insa.ru, insanın boşu boşuna yorulup didinmesini ve haddim aşmasını söz konusu etmektedir.
"İnsan" cins isimdir, Bununla Ubey b. Halef el-Cumahî'nin kastedifdiği de rivayet edilmiştir. Ubey, Peygamber (.savl'e çürümüş bir kemik getirerek gelir ve: Acaba Allah, çürüyüp toprak olduktan sonra bunu tekrar diriltir mi, diye sorar. Yine yüce Allah'ın: "İnsan hiç Bizim kendisini bir nutfeden yarattığımıza bakmaz mı? Böyle iken o apaçık bir hasım olup çıkıyor" Vâsîn, 36/77) buyruğunun da bu olay hakkında indiği belirtilmektedir. V^ni insan belden ve göğüs kemikleri arasından çıkan bir sudan yaratılmıştır. Yüce Allah., onu bebek olarak dünyaya gelinceye kadar bir merhaleden bir merhaleye geçirmiştir ve sonunda insan, bu gibi meselelerde tartışıp hasım olacak hale gelmiştir.
Buna göre ifade, insanın yaptıklarının hayret edilecek işler olduğu anlamını taşımaktadır; Çünkü insan "kendi yaratılışını unutarak Bize bir misal getirmektedir." (Yasin, 36/78)
Yüce Allah'ın: "Bakarsın ki o apaçık bir hasım kesilivermiştir" buyruğu düşmanlığı apaçık bir şekilde, yüce Allah'ın kudreti hususunda davala-şan bir kimse olarak ortaya çıkmıştır, demektir.
"Hasım" kelimesi; ile aynı anlamdadır. Tıpkı Uygun, münasip" kelimesinin anlamında olduğu gibi.
Bunun: O batıl ile husumet ettiğini açıkça ortaya koyan kimse demek olduğu da söylenmiştir, "Apaçık (mubîn)" içinde bulunanı sözleri ile açıkça ifa-de eden kimsedir. [7]
5. Davarlan da yarattı ki bunlarda stei ısıtacak şeyler ve birçok menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [8]
Şanı yüce Allah, insanı söz konusu ettikden sonra, insana ihsanlarından söz ederek: "Davarları da yarattı ki..." diye buyurmaktadır. "Davarlar (.el-en'âm)"; deve, inek ve koyun türüdür. Çoğunlukla ifadeleri, develer için kullanılırken, toplu olmaları halinde bu ifade kullanılır. Tek başına koyunlar hakkında bu tabir kullanılmaz şair Hassan der ki:
"Zatü'l-Esabi'cle, el-Civâ'da Azra'ya kadar olan yerlerdeki Bütün izler silindi; orada konaklama yerleri ıpıssızdır. Hashâsoğullarından kalma kurak mı kurak yerler; Toku dumana katan ve bırakılan izleri gömen rüzgârlar
ile sema o eserleri yok ediyor.
Oralarda bir zamanlar dost olacak kimseler vardı. Onun yeşil otlakları arasında develer (neam} ve koyunlar salınırdı."
Görüldüğü gibi burada "neam" kelimesi özel olarak develer hakkında kullanılmıştır
el-Cevheri der ki: "Neam" tekildir "en'âm" ise otlayan malların adıdır. Bu isim çoğunlukla develer hakkında kullanılır. el-Ferra der ki: Bu kelime mü-zekker olup müennesi gelmez, o bakımdan Araplar: Bu, suya giden bir devedir" derler, Bunun çoğulu ise; şeklînde gelir. Oğlak" kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. "En'âm" kelimesi de hem müzekker, hem müennescir. Nitekim şanı yüce Allah, bir yerde: On(lar)ın karınlarından" (en-Nahl, 16/66) diye buyurduğu halde, bir başka yerde de;Onların karınlarından" (el-Mu'mİ-nûn, 23/21) diye buyurmaktadır.
Bu buyruktaki Davarları" kelimesinin nasb olarak gelmesi (bir önceki âyetteki) "insan" lafzına atfedil meşinden yalıud mukadder bir fiille nasbedildiğinden dolayıdır. Böyle olması daha uygundur. [9]
"Sıcaklık" demektir. Burada yünleriyim, tüyleriyle ve kılları ile ısıtıcı olan elbise, astar ve kürk gibi eşyalar, kastedilmektedir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, davarların ısıtacak şeyleri, onların nesilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'ır.
el-Cevherî ise, "es-Sıkah"dz diyor ki: "Isıtacak şeyler"den kasıt, develerin yavruları, sütleri ve onlardan alınarak kendileriyle yararlanılan diğer ürünleridir. Nitekim yüce Allah: "Bunlarda sizi ısıtacak şeyler... vardır" diye buyurmaktadır Hadis-i şerifte de: (Aramızdaki.) antlaşmayı kabul ettikleri sürece, develerinden bizim de bir payımız vardır"[10] diye buyurulmaktadır. Aynı zamanda bu kelime, sıcaklık demektir. Bu anlamda olmak üzere Adam ısındı" denilir. Bu şekliyle; "( im\jSjk ): Hoşlanmadı* fiili gibi kullanılır. Yine ki, şeklinde; "Susadı" fiili gibi de kullanılır. Esreli olarak; ise, isim olarak "ısıtan şey" demektir, çoğulu da; diye gelir. Mesela; Onun üzerinde ısıtacak bir şey yoktur" denilir, çünkü burada isimdir. Ancak, -aynı anlamı kastederek; denilmez, çünkü bu şeklîyle de mastardır
Bu bahçenin soğuğa karşı koruyan serin yerinde otur" denilir. şeklinde ve "fail" veznindeki ifade ise, adam kendisini ısıtacak şey giydi, demektir. Isınmış halde olan bir erkeğin durumunu anlatmak için; Isınmış adam" denilir. Isınmış kadına" demektir. Elbise kendisini ısıttı, kendisi elbise ile ısmdı, onunla ısında" demektir. Yine, bu anlamda; Onunla ısındı" diye kullanılır ve bu fiillerin vezni "ifteale" şeklinde olup, kendisini ısıtacak şeyler giyindi, demek olur Gecemiz ısındı sıcak geçti" anlamında olduğu gibi, Sicak bir gün" ifadesi de " vezninde gelmiştir. da sıcak gece demektir. Ev ve elbiseyi nitelemek için de aynı şekil kullanılır. Pek çok deve" demektir. Çünkü, develerin biri, diğerini nefesleriyle ısıtır. Bu, şeddeli olarak da kullanılır. Tüyleri ve yağlan pekçok olan develer" anlamındadır. Bu açıklamalar el-Esmaî'den nakledilmiştir. eş-Şemmâh da şöyle bir beyit nakletmektedir:
"Sırtlarında buzlar bulunan tüyleri ve yağları pek çok develer sahibi Nasıl olur da kaybolur?"
Yüce Allah'ın: "Ve birçok menfeatler vardır" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Menfaatlerden kasıt, herbir canlının soyudur. Mü-cahid der ki: Kasıt, onların sırtlarına binmek, yük vurmak, sütlerinden, etlerinden, yağlarından yararlanmaktır.
"Onlardan yersiniz de." Özellikle yeme menfeatini tek başına sözkonu-su etmesi, onlardan sağlanan faydaların en büyüğü olduğundan dolayıdır. Anlamı, onları kesmeniz halinde ise, etlerinden yersiniz şeklinde olduğu da söylenmiştir. [11]
Bu âyeti kerime, yün giyinebileceği ne delildir. Rasûlullah (sav) da, ondan önceki Musa ve diğer peygamberler de yün giyinmişlerdir. Muğîre yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir "(Peygamber) ürerinde yenleri dar, Şam'dan gelme, yünden bir cübbe bulunduğu halde yüzünü yıkadı..."[12] Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.
İbnü'l-Arabî der ki: Yün giyinmek, mu Hakilerin ayırıcı vasfı, salihlerin gı-yimİ, ashab ve tabiinin alameti idî. Zahid ve ariflerin tercih ettikleri giyimdir-Yün, hem yumuşak, hem kaba ve sert, hem kaliteli, hem orta halli, hem de bayağı şekilleriyle giyilir. İnsanlardan bir topluluğu teşkil eden "sufiyye (mutasavvıflar)" de ona nisbet edilirler. Çünkü, onların çoğunlukla giydiği yündür. Buna göre (sufiyye) kelimesindeki "ye" harfi nisbet içindir. "He" (yuvarlak tei ise, çoğul bildiren te'nis İçindir. Suft şeyhlerinden birisi, Beytürl-Mak-dis'de -Allah onu hertürlü pislikten arındırsın- bana şu beyitleri okumuştu:
"İnsanisi-, sufi hakkında anlaşmazlığa düştüler ve ihtilaf ettiler Ve bunun sûf (yün) kelimesinden türemiş olduğunu zannettiler. Ben bu ismi ancak şu şekilde kabul ederim: (Sufi) safa (hoş gönül, temiz kalp) ile muamele eden bir feta demektir. Böylesi de sufi olur ve işte böylesine sonunda sufi adı verilmiştir," [13]
6. Akşamleyin getirişinizde de, sabahleyin sahverişinMe de onlarda sizin için bir güzellik vardır.
"Güzellik (cemâl)"; kendisiyle güzelleşilen ve süslenilen şey demektir. Yi ne, bu kelime lıüsn (güzellik) anlamına gelir. Adam güzelleşti1' demektir. mastardır. Güzel erkek" Güzel kadın" de mektir. da aynı anlamdadır. Bu açıklamalar, el-Kisaîden nakledilmiştir, el-isaî, ayrıca şu beyiti de nakleder:
"O, yeni doğan ondördündeki ay gibi güzel bir kadındır Güzelliğiyle bütün insanları geride bırakmıştır,"
Ebu Züeyb de:
"Ey yaralı kalp, sen güzel davranışı elden bırakma.,,"
beyitinde, ey yaralı kalp, çirkin bir sabırsızlık göstermeyerek güzel tutumunu ve hayaya bağlılığını devam ettir, ondan ayrılma, demek istemiştir.
İlim adamlarımız derler ki: Güzellik, surette ve yaratılışın terkibinde olduğu gibi, içteki ahlâk ve huyda, fiillerde de sözkonusu olur.
Hilkat ve yaratılış güzelliği, gözün idrâk ettiği ve kalbe mülayim ve uygun düşen bir özelliktir. Nefis, bunun hangi yolla olduğunu bilmeksizin ve onu herhangi bir kimseye de nisbet etmeksizin buna bağlanır.
Huy güzelliği İse, ahlâkın övülmeye değer niteliklerde olması demektir. İlîm sahibi, hikmet, adalet, iffet, öfkeyi yutmak, herkese hayır ve iyilik dilemek gibi. Fiillerin güzelliği ise, insanların menfaatlerine uygun ve onların menfaatlerini sağlamayı, onlardan kötülükleri uzaklaştırmayı gerektirici şekillerde ortaya çıkmaları ile söz konusudur.
Davarların ve bineklerin güzelliği hilkat güzelliği arasındadır. Bu gözle görülen ve basiretlere uygun düşen bir haldir. Bunların çoklukları ve insanların bu davarları gördükleri vakit, bunlar filanın davarlarıdır, demeleri de onların güzel tarafları arasındadır. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Çünkü bu develer, gittiklerinde güzellikleri bir araya gelir, muazzam bir görünüm ar-zederler ve kalpler onların güzelliklerine bağlanır. Çünkü, böyle bir durumda develerin lıörgüçleri de sülün bulunduğu memeleri de büyür. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. İşte bu sebepten ötürü meralardan dönüşleri, oraya gidişlerinden önce sözkonusu edilmiştir. Çünkü, o vakit onların süt ve diğer verimleri daha mükemmel hale gelir ve nefis onların gelişlerinden dolayı sevince gark olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Yüce Allah: "Akşamleyin getirişinizde de sabahleyin salıver iş in izde de onlarda sizin için bir güzellik vardır" diye buyurmakladır. Bu buyruk, meraya gidip yayılan davarlar hakkındadır. Ancak "revâh", davarların akşam vakti meradan dönüşleri demektir. "Seran" ise, sabahleyin gidişleri demektir. O bakımdan bir kimse de-veîeri meraya sabah vakti bırakıp orada saldığını, onların da meraya yayıldıklarını ifade etmek üzere; denilir. Bu fiilin müteaddi ve lazım (geçişli ve geçişsiz) şekilleri aynıdır. [14]
7. unlsr, kendi kendinize yarı canınız tükenmeden varamayacağınız bir memlekete ağırlıklarınızı yüklenir, götürürler. Şüphesiz Rabbinİz, çok esirgeyici, çok merhamet edicidir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç haslık halinde sunacağız: [15]
Yüce Allah'ın: "Onlar... ağırlıklarınızı yüklenir götürürler" buyruğundaki Ağırlıklar" insanların eşya, yiyecek ve buna benzer taşınacak ağır şeyleri demektir. Bunlar da taşınması insana ağır gelen şeylerdir. Kastın, insanların bedenlerinin taşınması olduğu da söylenmiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Yer içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman" (ez-Zilzâl, 99/2) buyruğu delil teşkil etmektedir. Buradaki "memleket"ten kasıt, îkrime'nin görüşüne göre, Mekke'dir.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu, genel olarak sırt üstünde taşınılarak kendisine ulaşılan her memleket ve belde hakkında yorumlanır.
"Yarı can" ise, canın son derece yorulması ve gayretini ortaya koyması, çabalaması demektir. Genel okuyuş, "'şin" harfi esrelidir. el-Cevherî der ki: Meşekkat demektir. Yüce Allah'ın: "Yarı canınız tükenmeden varamayacağınız..." buyruğu buradan gelmektedir. Bu kelime, bazen (şin harfi) ötrdi. olarak da okunabilir îîunu Hbu Ubeyde nakletmektedir.
el-Mehdevî der ki: Bu kelimenin "şîn" harfinin üslün ve esreli okunması anlam itibariyle birbirine yakındır ve lıer iki şekli de zorluk ve meşakkat anlamındadır. Bu da asa ve benzer şeylerde görülen ortadan yarılma anlamındaki; 'den gelir. Çünkü, bundan dolayı asa, insanın zorluk ve meşakkatten çektiğinin bir benzerini çeker (kabul edilir). es-Sa'lebî der ki: Ebu Cafer ise, bu kelimeyi "şin" harfi üstün olarak okumuştur. Bunların iki şekli de iki ayn söyleyiştir. Tıpkı; (Her üç kelimenin de ilk harfleri esreli ve üslün olmak üzere aynı anlam da olup sırasıyla): Yazılı sahile, alçı, ntıl kelimelerinde olduğu gibi. Şairin şu beyitînde de aynı kelime ''şin" harfi esreli ve üstün olarak nakledilir:
"Ve o develer sahibi olup koşar (arkalarından) ve kardeşim onları meşekkatlerinden dolayı Kendisinin {bir yorgunluk sebebi) kabul eder, Ve o çok yorulan bir kimsedir."
Bu kelimenin; Ona meşekkat verdim, veririm" manasıyla mastar anlamında olması da mümkündür. aynı zamanda yarım manasına da gelir. Nitekim, Koyunun yansını aldım1' demektir. Âyet-i kerimede, maksadın bu olma ihtimali de vardır. Yani, siz ancak gücünüz eksilerek ve onun yansı gittikten sonra ulaşabileceğiniz bir yere sizi ulaştırırlar. Bu da şu demektir: Sizi kendi Öz gücünüzün yansı ile diğer yarısıriın da tükenmesi ile ancak ulaşabileceğiniz bir yere götürürler.
Bu kelime, aynı zamanda dağın bir tarafı manasına da gelir. Nitekim, Um-mu Zerr' hadisinde şöyle denilmektedir: Benî az koyunları bulunan bir ahali arasında (bir dağın bir kenarında) buldu."[16]
Ebu Ubeyd ise, buradaki "şık" kelimesi, bir yerin özel adıdır, der. Bu kel-me aynı zamanda Öz kardeş anlamına da gelir. Mesela: O benim kardeşim ve canımın yarısıdır' denilir.. "Şık", Arap cahillerinden birisinin de adıdır. Yine bu kelimev yan ve taraf anlamına da gelir. İmruul-Kays'ın şu beyittnde bu anlamda kullanılmıştır:
"Arkasında bulunan (bebeği) ağladı mı, bir yanıyla ona yönelir. Diğer yanı yönelmeksizin altımda kalır.1*
O halde bu kelime, müşterek (değişik anlamlarda) kullanılan bir kelimedir. [17]
Şanı yüce Allah, genel olarak bütün davarları lütfettiğini bildirirken, özel olarak develeri diğer davarlardan farklı olarak ağır yükleri taşımak özellikleriyle sözkonusu etmiştir. Çünkü, koyunlar odaklara salınması ve boğazlanması için, inek türü ekin için, deve türü ise yük taşımak içindir.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği nakledilmektedir; Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; "Bir adam, üzerine yük vurduğu bir ineği önüne katıp gütmekte iken, inek ona döndü ve: Ben bunun için yaratılmadım. Ben, ancak tarla sürmek için yaratıldım, dedi. Bunun üzerine insanlar hayret ve dehşet içerisinde: Subhanallah, hiç bir inek konuşur mu? dediler." Rasûlullah (sav) da şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben de, Ebû Bekir de, Ömer de buna iman ediyoruz."[18]
Bu hadis-i şerif, ineklere yük vurulmayacağına ve sırtlarına binilmeyece-ğine, ancak tarla sürmek, etlerinin yenilmesi, besin ve sütlerinin alınması için yaratıldıklarına delildir. [19]
Bu âyet-i kerimede binekler üzerinde yolculuk yapmanın, onlann sırtına yük vurmanın caiz olduğuna delıJ vardır. Ancak bunun, yük vurmakta aşırıya gitmeksizin, taşıyabilecekleri kadar olması ve bununla birlikte yürümekte de onlara yumuşak davranılarak zora koşulmamaları gerekir. Peygamber (sav) da, hayvanlara şefkat göstermek ve onları rahatlatıp dinlendirmeyi emrettiği gibi, onların yemlerine, sulanmalarına gereken dikkatin gösterilmesini de emretmiştir. Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizler, bolluk ve verimli zamanlarda yolculuk yaptığınız vakit develere, yerden haketıikleri paylarım veriniz. Şayet kıtlık ve verimsiz zamanlarda yolculuk edecek olursanız, o takdirde de devenizin gücünü tüketmeden önce varacağınız yere varmakta elinizi çabuk tutunuz."[20] Bu hadisi, Malik Muvatta'da, Ebu Ubeyd'den, o, Halid b. Ma'dân yoluyla rivayet etmiştir[21]
Muâvİye b. Kurra da şöyle der: Ebu'd-Derdâ'nın "Demûn" diye anılan bir devesi vardı. Şöyle derdi; Ey Demûn, Rabbinin huzurunda benden davacı olma. ,
Hayvanlar, dilsizdirler. Onlar, muhtaç oldukları şeyleri kendi adlarına bir çare ve yol bularak ele geçirmek imkânını bulamazlar. İhtiyaçlarını açıkça ilade etme gücüne de sahip değildirler, O bakımdan, her kim bu hayvanlardan gereği gibi yararlandığı halde, onların ihtiyaçlarını karşılamayacak olursa o, Allah'a şükretme imkânını kaybetmiş ve Allah'ın huzurunda kendisinden davacı olunmaya kendisini maruz bırakmış olur.
Matar b. Muhammet! rivayetle der ki; Bize Ebû Dâvüd anlattı, dedi ki: Bize İbn Halid anlattı dedi ki, bize el-Müsseyyeb b. Âdem anlattı, dedi ki: Benv Ömer b. el-Hatfab (r.a)'ı, bir deve güdücüsüne vurduğunu ve ona şöyle dediğini gördüm: Devene güç yetiremeyeceği yükü mü vuruyorsun? [22]
8. Hem binmeniz için, hem de süs olmak üzere atları, katırları ve merkepleri de (yarattı). Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [23]
Yüce Allah'ın; Atlan" buyruğu, nasb ile atfedilmiş bir kelimedir. Atlan da yarattı, demektir. İbn Ebî Able ise, Atlar, katırlar ve merkepler kelimelerinin tümünü ref ile okumuştur. (Onlara binmeniz içindirler, anlamına gelir).
Atlara "hayl" anlamının verilmesi, yürüyüşü ile böbürlenmesinden dolayıdır. Bunun tekili ise; şeklindedir. Tıpkı; Koyun" kelimesinin; tekili oluşu gibi. Bunun tekilinin olmadığı da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar, bundan önce Âli İmran Sûresi'nde (3/14. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, ilgili hadisleri de orada zikretmiş bulunuyoruz,.
Şanı yüce Allah'ın, burada atları, katırları ve merkepleri ayrıca zikretmiş olması bunların, en'âm (davarlar) lafzının kapsamına girmediğinin delilidir. Bir görüşe göre ise bunlar da "davarlar" lafzının kapsamına girmekle birlikte, yüce Allah bunları binmek özellikleri dolayısıyla ayrıca zikretmiştir. Çünkü at, katır ve merkeplerin ağırlıklı özelliği, binmek kastıyla kullanılmalarıdır. [24]
Yüce Allah, davarları ve binekleri bizim mülkiyetimize vermiş, onları bizim emrimize uyacak hale getirmiş ve bizlere onları müsahhar kılmayı, onlardan yararlanmayı -kendinden bize bir rahmet olmak üzere- vermiştir. İnsanın mülk edinip de emri altında kullanması (teshir'i.) caiz olan hayvanların kiraya verilmesi de ilim ehlinin icmaı ile caizdir ve bu konuda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Yük taşıyan ve binek olarak kullanılan hayvanların kiraya verilmesine dair hükümler fıkıh kitaplarında geçmektedir. [25]
Aynı şekilde, binek ve yük hayvanlarının gerek üzerlerine yük vurmak, gerekse de yolculuk yapmak kastıyla kiraya verilebileceği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Ağırlıklarınızı yüklenir götürürler" (en-Nalıl, 16/7) diye buyurmaktadır.
Yine İlim adamları bir kimsenin yük ve binek hayvanını hayvanın sırtından nerelerde ineceğini ve hangi su başlarında konaklayacağını, yol alışının keyfiyet ve niteliklerini, yoİda kaç defa konaklayacağını belirtmese dahi, muayyen birçelüre gitmek üzere yük ve binek hayvanını kiraya vermesinin caiz olduğunu kabul etmişler ve bütün bu hususlarda insanlar arasında örf en kabul edilen hususları ölçü olarak almayı yeterli görmüşlerdir.
(Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız derler ki: Kiraya verme, helal ve haram olan hususlarda aynen alış-veriş gibidir. İbnü'I-Kasım da, kumaşın ölçülerini ve boyunu nitelendirmeksizin Merv kumaşı karşılığında, belli bir yere kadar bir binek kiralamanın caiz olmadığını söylemiştir. Çünkü Malik, böyle bir aİJtş-verisi caiz kabul etmez. Ancak ahş-veriş bedeli olarak verilmesi caiz olan şeylerin kira ücrefi olarak verilebilir.
Derim ki: -İnşaallah- bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu bir ica-redir. İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen bütün ilim ehlinin ic-ma ile kabul ettiklerine göre, bir kimse 10 kafîz[26] buğday taşımak üzere bir binek kiralayacak olsa ve şart koştuğu miktarı bu bineğe yükleyecek olup da bu hayvan telef olursa, kiralayanın herhangi bir sorumluluğu yoktur. Eğer 10 kafiz arpa yükleyecek olsa da durum böyledir.
Fakat bir kimse, 10 kafiz yüklemek üzere bir binek kiraladığı halde ona 11 kafiz yükleyecek olması halinde görüş ayrılıkları vardır. Şafiî ve Ebu Sevr, böyle bir kimse hem bineğin değerini tazminat olarak Öder, hem de kirayı öder, derler. İbn Ebi Leyla ise şöyle der: Bu durumda kişi bineğin kıymetini öder ama, ayrıca ücret ödemez.
Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre de o kimse, kira ücretini öder. Ayrıca hem kira ücretinin bir bölümü, hem de bineğin kıymetinin bir bölümünü öder Fazla olarak ödeyeceği bu bölüm de hayvana şart koştuğundan fazla olarak yüklediği miktar kadardır. Bu en-Nuvman (b. Sâbit, yani Ebu Hanife), Yakub (Ebu Yusuf) ve Mubammed'in görüşüdür.
Malik'in arkadaşı İbnu'I-Kasım der ki: Eğer fazladan konulan bu kafîz miktarı hayvanı telef edecek boyutlara ulaşmıyorsa ve benzeri bir yük dolayısıyla hayvanın telef olmayacağı biliniyorsa, kiralayanın tazminat ödeme sorumluluğu yoktur. Bununla birlikte binek sahibinin ilk kira ücreti ile birlikte fazladan konulan kafîz'in ücretini alma hakkı da vardır. Çünkü bu durumda o bineğin telef olması, ona vurulan fazla yük miktarı dolayısıyla değildir.
Bu, mesafenin aşılıp aşılmamasından farklı bir husustur Çünkü mesafenin aşılması tamamıyla bir haddi aşmaktır, haksızlıktır. O bakımdan az ya da çok miktarda mesafe aşılacak olursa, kiralayan tazminat öder. Şart koşulan miktardan fazla yük vurmakta ise hem bir İzin, hem de bir haksızlık (şartı aşmak) söz kon usudur. Eğer bu fazlalık normal şartlarda hayvanı telef etmiyor ise, bu durumda hayvanın kiralayana izin verilen hususlar çerçevesinde telef olduğu anlaşılır. [27]
îlim ehli, belli ücret karşılığında belli bir yere kadar binek kiralayan ve bu mesafeyi aşıp daha sonra da kendisine izin verilen yere geri dönen kişinin hükmü.hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup ilim adamı, şöyle demektedir; Eğer, belirlenen yeri aşacak olursa, tazminat ödemesi sözkonu-sudur. Belirlenen sının aştığından dolayı ayrıca kira ödemesi sözkonusu olmaz. es-Sevrî böyle demiştir.
Ebu Hanife şöyle demektedir: Ücret, belirlenen mesafe hakkında sözkü-nusudur. Belirlenmeyen mesafe hakkında ücret sözkonusu olmaz, çünkü o, şarta muhalefet etmişti-, o bakımdan, tazminat ödeyecektir. Yakub (Ebu Yusuf) da böyle demiştir.
Şafiî ise şöyle demektedir: Bu durumda belirlediği mesafenin ücretim de, bu mesafenin dışında aştığı miktarın mislinin ücretini de öder. Eğer binek telef olursa, o takdirde kıymetini ödemesi gerekir. Medinelilerin hocaları olan fukahâ-i seb'a da buna benzer bir kanaat belirterek şöyle demişlerdir: Eğer belirlenen mesafeye ulaştıktan sonra daha ileriye gidecek olursa, hayvan herhangi bir zarar görmezse, fazla mesafenin kirasını öder. Eğer hayvan teler olursa tazminatım öcier.
Alımed, İslıak ve Ebu Sevr derler ki; Böyle bir durumda hem kira, hem tazminat ödemesi sözkonusudur.
İbnü'i-Munzir der ki: Biz bu görüşü benimsiyoruz.
İbnü'İ-Kasım der ki: Kiralayan kimse, kiraladığı mesafeye ulaşacak olup da daha sonra bir mil ve o civarda bir mesafe yahut birkaç mil veya oldukça fazla sayılacak bir mesafe daha giderse ve hayvan bu durumda telef olursa bu takdirde hayvan sahibi ilk mesafenin kirasını alır ve isterse neye varırsa varsın, fazla mesafenin kirasım, islerse de o mesafeyi aştığı günde bineğinin kıymetini alır,
İbnü'l-Mevvâz der ki: Belirlenen mesafeden fazla bir adım daha gidecek olsa bile tazminat ödemesinin sözkonusu olduğu rivayet edilmiştir.
Belirlenen mesafeden bir mil ve daha fazla bir mesafe gidilmesi halinde Ibnü'l-Kasım, Malİk'ten şöyle dediğini nakletmektedir: İnsanların belirlenen mesafede üzerinde durmadığı miktarlar dolayısıyla tazminat sözkonusu değildir.
İlin Habîb, İbn el-Mârişûn ile Esbağdan şöyle dediklerini nakletmektedir: Eğer fazla gidilen mesafe az ise, yahut kira ile tuttuğu uzaklıktan az miktar ileri gittikten sonra kiraladığı mesafeye kadar hayvanı sağ salim geri getirecek olup hayvan orada, yahut da kiraladığı yere dönerken yolda ölecek olursa, bu durumda fazla mesafenin kira ücretini almaktan başka bir hakkı yoktur. Bu, tıpkı yanında vedîa olarak bırakılan maldan borç aldığı şeyi geri vermesine benzer. Şayet benzeri süre zarfında eğer piyasa fiyatlarının değişebileceği kadar pekçok gün hayvanı alıkoymasını gerektirecek şekilde uzun bir mesafeyifazladan götürecek olursa, o takdirde tazminat öder. Tıpki belirlenen mesafe ya da zamanın aşılması halinde o aşılan mesafe ve süre içerisinde hayvanın ölmesi gibidir. Eğer bu fazlalık hayvanın ölümünü kolaylaştıracak türden olduğu bilinen bir fazlalık değil ise, izîn verilen yere geri döndürülmesinden sonra hayvanın ölmesi, bîr kimsenin yanındaki vediadan borç aldığı miktarı geri vermesinden sonra telef olması gibidir. Eğer sözkonusu Fazlalık çok miktarda ise, o takdirde hayvanın ölümüne bu fazlalık sebep teşkil etmiş kabul edilin. [28]
İbnü'İ-Kasım ve İbn Vehb derler ki: Malik dedi ki: Yüce Allah: "Hem binmeniz için, hem de süs olmak üzere atları, katırları ve merkepleri de (yarattı)" diye buyurarak, bunları hem binmek hem de süs olmak üzere yarattığını, etleri yenilsin diye yaratmadığını belirtmektedir. Buna benzer bir rivayet, Eşheb'den de nakledilmiştir. Bundan dolayı bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: At, katır ve eşeklerin etlerinin yenilmesi caiz değildir. Çünkü yüce Allah'ın, bunlar liakkında binmek ve süslenmek için yaratıldıklarını nass ile belirtmesi, bunun dışındaki özelliklerinin böyle olmadığının delUidir, Davarlar hakkında ise: "Onlardan yersiniz de" (en-Nahl, 16/5) diye buyurmaktadır. Bu da, yüce Allah'ın lütuf" ve ihsan ettiği, belirttiği ısıtmaları ve başka menieatleri ile birliktedir. Yüce Allah, böylelikle onlar hakkında meşru olan kesimin gerçekleşmesi suretiyle yemeyi bize mubah kılmıştır. îbn Abbas ve el-Hakem b. Uyeyne de bu âyeti delil göstermişlerdir. el-Hakem der ki: At etinin yenilmesi, Allah'ın Kitabı gereğince haram kılınmıştır. Sonra da bu âyeti kerimeyi ve bundan önceki âyeti okuyarak şöyle demiştir: İşte bunlar etleri yenilsin diyedir, bunlar da binilsin diyedir.
İbn Abbas'a al etini yemeye dair soru sorulunca, bunu mekruh gördüğünü belirterek, bu âyeti okuduktan sonra: İşte bunlar binilsin diye yaratılmış olanlardır, demiştir. Daha sonra bundan önceki: "Davarları da yarattı ki, bunlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok menfaatler vardır" (en-Nalıi, 16/5.) âyetini okuyup: İşte bunlar da yenilsin diye yaratılmıştır, demiştir.
Malik, Ebu Hanii'e, onların mezheplerine mensup ilim adamları, el-Evzaî, Mücahid, Ebu Ubeyd ve başkaları da böyle demiştir. Bunlar, Ebû Davud'un, Nesaî ve Dârakutnî ile başkalarının rivayet ettikleri şu hadisi delîî gösterirler: Salih b. Yahya b. el-Mikdâm b. Ma'dikerib babasından, o dedesinden, o Halid b. el-Velid'den rivayetine göre, Rasûluliah (sav) Hayber günü atların, katırların ve eşeklerin; yırtıcı hayvanlardan parçalayıcı azı dişi olan yahut da kuşlardan,pençesi olan hayvanların etlerini yemeyi yasaklamıştır. Dârakut-nî'nin lai'zı bu şekildedir.[29]
Yine en-Nesaî, Halİd b. el-Velid'den rivayete göre o, Peygamber (sav)'i: "Alların, katırların ve merkeplerin ederinin yenilmesi helal değildir" derken dinlemiştir.[30]
Fukaha ve hadis âlimlerinin cumhuru ise söyle demektedir: Bunlann etlerinin yenilmesi mubahtır. Ebu Hanife'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Bir kesim İse, istisna teşkil ederek bunların etlerinin yenilmesinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Önceden belirttiğimiz gibi el-Hakem b- Uyeyne bunlar arasındadır Bu görüş Ebu Hanife'den de rivayet edilmiştir. Ebu Hanife'den bu üç ayrı rivayeti de er-Rûyânî, "Bahru'l-Mezheb alâ Mezhebi'ş-Şafiî" adlı eserinde nakletmektedir.
Derim ki: Hem nazarın (kıyasın) hem de haberin delil teşkil ettiği sahili görüş, at etlerinin yenilmesinin caiz olduğu ve âyet ile hadisin bu konuda bağlayıcı bir delil ihtiva etmediğidir. Âyet-i kerimede af etlerinin haram oluşuna delil yoktur. Çünkü âyet-i kerime eğer bun? <idil teşkil etmiş olsaydı, aynı zamanda eşek etlerinin yenilmesinin haram olduğuna da delil teşkil etmesi gerekirdi. Bu sûre ise Mekke'de inmiştir.
Peki, Hayber yılı eşeklerin ellerinin yeniden haram kılınmasına ihtiyaç doğuran sebep nedir? Çünkü, -ileride de geleceği gibi- at etinin helal kılındığına daii haberler de sabit olmuştur. Aynı şekilde, şanı yüce Allah, davarları söz-konusu ettiğinde onların çoğunlukla görülen ve en önemli menfaatlerini sözkonusu etmiştir. Bunlar ise, yük taşımaları ve etlerinin yenilmelidir. Bunların sırtına binmeyi, bunlarla çift sürmeyi ve buna benzer diğer menfaatlerini sayı olarak zikretmemiştir. Halbuki, bunların sırtına lıern binilir, kem de bunlarla çift sürülür. Yüce Allah bîr başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah, davarları bazısına bitlesiniz, bazısını da yiyesiniz diye sizin için yaratandır." (el-Mu'min, 40/79) Yüce Allah, allar hakkında da: "Hem binmeniz için hem de süs olmak üzere" diye buyurarak, yine çoğunlukla bunların sağladığı menfaatleri ve kullanılış maksatlarını zikretmekte, bunlann sırtına yük vurmayı sözkonusu etmemektedir. Halbuki, görüldüğü gibi adarın sırtında da yük taşınabilmektedir. İşte bundan dolayı yüce Allah atların yenilmesini sözkonusu etmemiştir. Bunu ise yüce Allah, kendisine indirilenleri -ileride de geleceği üzere- açıklama görevini vermiş olduğu peygamberi açıklamış bulunmaktadır. Bu atların binilmek ve süs olmak üzere yaratılmış olmaları, yenilmemelerini gerektirmez. İşte herşeyi konuşturan yüce Yaratıcının konuşturduğu ineğin çift sürmek için yaratıldığını söylediğini görüyoruz. Buna göre adarın binmek için yaratıldığı illetinden hareketle etlerinin yenilmeyeceğini söyleyen kimsenin, ineğin de çift sürmek için yaratılmış olduğundan dolayı etinin yenmemesini söylemesi gerekmektedir. Oysa bütün müslümanlar ineğin etinin yenilmesinin caiz olduğunu icma ile kabul etmiştir. İşte bü hususta sabit olan sünnet gereğince atta da aynı hüküm sozkonusudur.
Müslim, Câbir'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) Hayber günü eiılî merkeplerin etlerini yemeyi yasakladı ve at etlerini yeme iznini verdi.[31]
Nesaînin de Hz, Câbir'den rivayeti şu şekildedir: Rasûlullah (sav) Hayber günü bize at etlerini yedirdi {yemeyi mubah kıldı) ve merkep ellerini yememizi yasakladı .[32]
Yine Hz. Câbir'den gelen bir rivayette de şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz, Rasûlullah (sav) döneminde at etini yerdik.[33]
Eğer; Hz. Câbir'den gelen Hayber'de at etini yediklerine dair rivayet, bir durumun nakledilmesi ve belli bir husustaki bir meseledir. O bakımdan onların, herhangi bir zaruret dolayısıyla atlan kesmiş olmaları ihümaSi vardır. Bu gibi hallerin gerektirdiği davranışlar, delil teşkil etmez; denilecek olursa, biz 4e şöyle cevap veriri:
Hz. Câbir'den gelen ve onun, Rasûlullah (sav) döneminde at etini yediklerine dair bildirdiği haber, böyle bir ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Eğer biz, böyle bir itirazı kabul edecek olursak ayrıca bu konuda Hz. Esmâ'dart gelen şu badis de bizi desteklemektedir; O, şöyle demektedir: Biz, Medine'de iken Rasûlultah (sav) döneminde bir at kestik ve onu yedik. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[34]
Nassm karşısında herhangi bir tercih edici sebep olmaksızın yapılan her-türlü te'vil, ancak mücerred bir iddia olabilir. Ona hiçbir şekilde iltifat edilmez ve dayanak alınmaz.
Dârakutnî de Esma yoluyla gelen hadiste, hiçbir te'vile yer bırakmayacak şekilde güze! bir fazlalık da rivayet etmektedir. Esma der ki: RasûlulLalı (sav) döneminde bir atımız vardı. Bu at, ölmek durumuna geldi, biz de onu kestik ve yedik.[35] Görüldüğü gibi bu atın kesilmesi, öleceğinden korkulması sebebiyledir. Bunun dışında başka herhangi bir durum dolayısıyla değildir. Basan Allah'tandır.
Eğer at da eşek gibi tek tırnaklılardandır, o bakımdan yenilmez, denilecek olursa, şu cevabı vertriz:
Bu, kıyas-ı şebeh[36] diye bilinen bir kıyasttr. Usul bilginleri bunu kabul edip etmemek konusunda farklı kanaatlere sahiptir. Eğer biz bunu kabul edecek olsak domuz etinin haram I iğ] bu görüşü reddetmektedir. Çünkü, bilindiği gibi domuz, çift tırnaklıdır ve diğer çift tırnaklılardan farklı hükme sahiptir. Şayet, kıyas nassa karşı bir hüküm getiriyor ise, o takdirde bu kıyasın yapılması fasittir, görüşünden hareket edecek olursak, böyle bir itiraza da hiç bir önem atfedilmez,
Taberî der ki: Yenilmek için kendilerinden söz edilen hayvanlara binmenin caiz olduğunu iiim adamlarının icma ile kabul etmiş olmalarında, binilsinler diye yaratıldıklarından sözedilenlerin etlerinin yenilmesinin caiz oidu-ğuna da aynı şekilde delil bulunmaktadır. [37]
Katırlar da eşekler ile aynı hükümde kabul edilir. Eğer atların etinin yenilmeyeceğini kabul edersek, o takdirde katırlar eti yenmeyen iki canlıdan türemiş bir türdür. Eğer, at eti yenilir kabul edersek, o takdirde katır, eti yenen ve yenmeyen iki hayvandan doğan bir hayvan demektir. O takdirde de usulde kabul edilen ilkeye göre haram hükmü galip ve baskın kabul edilir.
Aynı şekilde birisi kestiği yenilen, diğeri ise kestiği yenilmeyen kâfir ebeveynden doğanın kestiğinin hükmü de böyledir. Böyle bir ebeveynden doğanın kestiği, çer'i kesim olmaz ve onun kesimi ile kesiien hayvan da helal olmaz. el-En'âm Sûresi'nde (.6/145- âyet 2. başlıkta) eşeklerin etlerinin haram kılınmasına dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan bunu tekrarlamanın anlamı yoktun Eşek etinin haram kılınış illetinin erkek bîr hayvan ile Lut kavminin amelini yapması suretiyle kötü mayasını ortaya çıkarmak olduğu da söylenmiştir, o bakımdan ona da rics (murdar) adı verilmiştir.[38]
Âyet-i kerimede atlara zekât düşmediğine deh'l vardır. Çünkü, Şanı yüce Allah bize, yararlanmayı mubah kıldığı ve onlardan faydalanmak suretiyle bize ikramda bulunduğu lütuflan zikretmektedir. O bakımdan atlar dolayısıyla herhangi bir mükellefiyet -delil olmaksızın- sözkonusu olamaz. Malik, Abdullah b, Dinar'dan, o, Süleyman b. Yesar'dan, o, İrak b. Malik'den, o, E bu Hureyre'den rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Müs-iümana kölesi dolayısıyla da, atı dolayısıyla da sadaka (zekât) düşmez.[39]
Ebû Davud'un da, Ebu Hureyre'den rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Atlarda ve kölelerde -kölelerin fıtır sadakası müstesna- zekât yoktur. "[40]
Malik, Şafiî, Evzaî, Leys, Ebu Yusuf ve Mulıammed de bu görüştedirler. Ebu Ha nite ise der ki: Hepsi dişi» yahut erkek ve dişi karışık oîup sâıme (odaklarda yayılıyor) iseler her bir ata karşılık, bîr dinar zekât vardır. Arzu ederse de bunların kıymetlerini tesbit eder ve her ikiyüz dirheme karşılık beş dirhem zekât verir. O, bu hususta Peygamber (sav)'dan nakledilen böyle bir rivayeti delil göstermektedir: "Sâirne olan atlarda herbirısi için bir dinar vardır."[41] Yine Hz. Peygamberin şu hadîsini de delil gösterir: "At üç türlüdür..."
Bu hadiste şu ifadeler de geçmektedir: "Gerek bu atların r aka belerinde, gerekse de-bineklerinde Allah'ın hakkını unutmaz-"[42]
(Delil olarak gösterdiği) birinci hadise verilecek cevap şudur; Bu, ancak Gavrek es-Sa'dî'nin, Cafer b. Muhammed'den, onun, babasından, onun da Hz. Cabir'den diye rivayet ettiği bir hadistir. Dârakutnî ise der ki: Bu hadisi Cafer'den, sadece Gavrek münferiden rivayet etmiştir ve bu oldukça zayıftır. Ondan öncekiler de zayıf ravilerdir.[43]
Diğer hadise gelince[44] hadiste sözü edilen İıak, eğer savaş çağrısı yapılacak ve düşmanla savaşmak İçin atına muayyen olarak ihtiyaç hasıl olursa, onunla savaşa çıkması, ihtiyaç duymaları halinde, yolda kalmışları ve binek-sizlcri sırtında taşımasıdır. Böyle bir şey, taalluk elUğî takdirde o kimse için vacip olur, Tıpkı zaruret halinde muhtaç, olanların yiyecek ihtiyaçlarım karşılamasının onun için muayyen bir hal alması gibL İşte bunlar, atların raka-belerindeki Allah'ın hakkıdır.
Şâyel; bu, atların sırtlarındaki haktır» geriye onların rakabelerindekİ hak kalmaktadır denilecek olursa, şu şekilde cevap verilir: Hadis, "onlardaki Allah'ın hakkını unutmaz" şeklinde de rivayet edilmiştir. Dolayısı ile "Allah'ın onlarda.ki hakkı' ibaresi ile 'onların rakabelerinde ve sırtlarında ki hakkı'1 ibaresi arasında herhangi bir fark yoktur. Her ikisinin de İhtiva etliği mana aynı şeye racidir. Çünkü hak, onların tümüne taalluk eder.
İlini ehlinden bir topluluk da şöyle demektedir: Burada sözü edilen hak, bunlara güzel bir şekilde malik olmak, onların tokluk-açhklarını güzel bir şekilde kontrol etmek, onlara güzel davranmak, onlara ağır gelmeyecek şekilde binmektir. Nitekim hadis-i şerifte: "Siz bu hayvanların sırtlarını kurulacağınız koltuklar bellemeyiniz" [45] diye buyurulmaktadır Hadiste özellikle on-larm "rakabe"lerinden sözcdilmesi, rakabe ve boyunların, yerine getirilmesi haklar ve görev olarak ifa edilmesi gereken vacipler, farzlar ile ilgili çokça kullanılmasından dolayıdır Nitekim yüce Allah'ın: "O zaman mü'min bir raka-be (köle) azad etmelidir" (en-Nisa, 4/92) buyruğun da bu kabildendir. Yine, Arapların "rakabe"yi taşınır ve taşınma?- mallar hakkında istiare yoluyla kullandıkları çokça görülmüştür. Nitekim Küseyyir şöyle demektedir:
"O, çok iyilik yapan, cömert bir kimsedir. GüleTcesinp tebessüm ettiğinde O gülmesinden ötürü malların rakabeleri kilitlenir."
Aynı şekilde, zekâi düşen hayvanların, kendi cinslerinden belli nisablan vardır. Atlar İçin böyle birşey sözkonusu olmadığına göre, onlar hakkında zekâtın da sozkonusu olmadığı ortaya çıkar. Diğer taraftan, zekâtın yalnızca atların dişilerinde vacip olduğunu söyleyip erkeklerinde sozkonusu olmadığını söylemek de onun (Ebu Hanife'nin) bir çelişkisidir. Çünkü hadis-i şerifte bunlar arasında bir ayırım da gözetilmemektedir. Biz, atlara zekâtın düşmediğini söylerken, alın geliri için değil de, nesli için saklanan bir hayvan olduğunu ileri sürerek dişilerini de erkeklerine kıyas ederiz. Ürkeklerine ise zekât düşmemektedir. O halde, tıpkı katır İle eşeklerde olduğu gibi, atların dişilerinde (kısraklarda) da zekât vacip değildir.
Yine, Ebu Hanıfe'den, [ek başına erkeklerine zekât düşmediği gibi, tek başına kısraklarda da zekât düşmediği şeklinde bir görüşü de rivayet edilmiştir. Cumhurun kabul ettiği görüş de budur.
tbn Abdi'l-Berr der ki: Atların zekâtı ile ilgili Hz, Ömer yoluyla gelen haber, ez-Zuhrî ve başkalarının rivâyetiyie sahihti]'. Bu, aynı zamanda Ma-lik'ten de rivayet edilmiştir. Ondan, Cüveyriye'nin ez-Zührîden rivayetine göre es-Sâib b. Yezid dedi ki: Ben babamın, atların kıymetlerini tesbit ettiğini sonra da bunların zekâtını Ömer'e verdiğini gördüm. Bu ise, Ebu Hani-le'nin ve onun hocası Hammad b. Ebı Süleyman'ın lehine bir delildir. Bununla birlikte İslam âleminin çeşitli bölgelerindeki rukahâdan herhangi bîr kimsenin atlarda ve diğerlerinde zekâtı vacip kabul ettiğini biliniyoruz. Bunu^ yalnızca Cüveyriye Malik'ten rivayet etmiş olup, Cüveyriye sika bîr ravidlr. [46]
Yüce Allah'ın: Süs olmak üzere" kelimesi, takdirî bir fiil ile nasb edilmiştir. Yani, Ve o, onları süs kılmıştır" takdirindedir. Bunun, mefulun leh olduğu da söylenmiştir.
Süs (zinçt)- kendisiyle süslenilen şeydir. Bu güzellik ve süslenme eğer dünya metaından ise, şanr yüce Allah, dünya metaından yararlanma hususunda kullarına izin vermiş demektir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Develer, sahipleri için bir İzzel kaynağıdır, koyunlar berekettir. Atların perçemlerinde İse hayır vardır. "[47]
Bu hadisi el-Berkânî ve Sünen'inde tbn Macc rivayet etmişlerdir. Bundan önce de el-En'âm Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sav)'ın izzeti develerde sozkonusu etmesi, develerden giyecek, yiyecek, süt, binek, onların sırtında -her nekadar ileri doğru hücumları, geri doğru kaçışları sözko-nusu olmasa dahi- gaza yapmak suretiyle yararlanılabilmesindendir. Bereketin koyunlarda bulunması İse, yiyecek, giyecek, içecek ve çokça yavrulama özellikleri do I ayı siyi a dır. Çünkü koyunlar, bir yılda üç defa yavrulayabil-mektedir. Buna bağlı olarak koyunlar sakin mahluklardır. Kendilerine sahiplik edenleri de alçak gönüllülük ve yumuşak davranmaya İterler. Oysaki, çölde yaşayan ve binlerce deve sahibi olan kimseİerin huyu bunun tam aksinedir. Peygamber (sav)'m hayrın, ebediyyen atın perçemlerinde düğümlenmiş olduğunu ifade etmiş olması, atlar vasıtasıyla kazanç ve geçim İçin elde edilecek ganimet ve yine atlar vasıtasıyla düşmanların kahredilmedi, kâfirlerin yenik düşürülmesi ve yüce Allah'ın adının yüceltilmesi dolayısıyla dır.
"Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır." Cumhur: Nice yaratıkları yaratır, diye açıklamıştır. Yerin, karanın ve denizin derinliklerinde insanların görmedikleri ve onlara dair birşeyler işitmedikleri pekçok haşeral ve türlü zehirli hayvanları yaratmasıdır, diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratr" buyruğu ile; Allah'ın, cennette cennetlikler için, cehennemde cehennemlikler için yarattığı ve hiç bir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiç bir insanın da hatırına getirmediği şeyler olduğu da söylenmiştir.
Katade ve es-Süddî derler ki: Bus elbiselerde güve, meyvelerde de kurtların yaratılmasıdır
İbn Abbas ise bu, Arşın altında bir pınardır, demiştir. Bunu, el-Maverdî nakletmektedir.
es-Sa'lebî der ki: tbn Abbas dedi ki: Arş'ın sağında yedi gök ve yedi arz İle yedi denizin yetmiş kat büyüğü nurdan bir nehir vardır. Cebrail, her seher vakti o nehre girer, onunla yıkanır Nuruna nur, güzelliğine de güzellik, büyüklüğüne büyüklük katar. Daha sonra bu yıkanmadan dolayı silkinir- Allah, her-bir tüyden yetmişbin damla çıkartır. Her bîr damladan da yedibin melek çıkar. Hergün onlardan yetmiş bin melek ReyL-i Ma'mur'a girerler, Kâ'be'ye de yetmişbin melek girer ve kıyamet gününe kadar bir daha dönmezler.
Beşinci bir görüşe göre de, -Peygamber (sav)'dan rivayet edildiğine göre- bu, beyaz bir arz parçasıdır. Bu, güneşin otuz günlük sürede aldığı mesafe kadardır. Şanı yüce Allah'a, yeryüzünde isyan edildiğini bilmeyen yaratıklarla doludur. Asbab, Hz. Peygamber'e: Ey Allah'ın Kasulü, bunlar Âdemo-ğuHarından mıdırlar diye sordu. Hz. Peygamber: "Allah'ın, Âdem'i yarattığını dahi bilmezler" diye buyurdu. Bu sefer, peki ey Allah'ın Rasulü, İblis'in bunlara karşı durumu nedir diye sordular, Hz. Peygamber: "Allah'ın, İblis'i yarattığını dahi bilmezler'7 dedi ve daha sonra yüce Allah'ın: "Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır" âyetini okudu. Bunu da eİ-Maverdî nakletmektedir.[48]
Derim ki: Beyhakî'nin eş-Şa'bîfden naklettiği şu rivayet de bu anlamdadır. eş-Şa'bî dedi ki: Şüphesiz yüce Allah'ın, Endülüs'ün ötesinde, bizimle Endülüs arasındaki mesafe kadar uzaklıkta birtakım kulları vardır. Bunların görüşüne göre, hiçbir yaratık Allah'a isyan etmiş değildir. Bunların çakıl taşları, inci ve yakuttur. Dağlan altın ve gümüştür. Bunlar, ne tarla sürerler, ne ekin ekerler, ne de bir iş yaparlar. Kapılarının önünde meyveler veren birtakım ağaçlan vardır. Bunlardan yerler. Yine, enli yapraklan bulunan ağaçlan da vardır. Bunlar da onların elbiseleridirler." Beyhaki bunu, "Kitabu'l-Esma ve's-Sıfat" adlı eserinin "Bed'ül-Halk" adlı bölümünde nakletmektedir.[49]
Musa b. Ukbe Muhammed b. el-Munkedîr'den, o, Cabir b. Abdullah el-En-sarîden rivayetine göre, RasûluHah (sav) şöyle buyarmuşEur: "Bana, Arş'ı taşıyan meleklerden olan Allatı'm meleklerinden bir melek hakkında açıklama yapmama izin verildi. Bunun kulağının yumuşağı ile omuz başı arasındaki mesafe, yediyüz yıllık yolculuk mesafesidir."[50]
9. Doğru
yolu göstermek Allah'a aittir Ama onlardan bazısı da eğridir. O dikseydi,
elbette hepinizi toptan hidâyete erdirirdi.
"Doğru yolu göstermek Allah'a aittir." Doğru yolun gösterilmesi, beyan edilmesi Allah'a aittir, demektir. Burada ("göstermek" anlamındaki kelime olan) muzaf hazf edilmiştir.
"Doğruyordan kasıt İslâm'dır. Yani, peygamberler göndermekle, deiil ve belgelerle bu yolu açıklamak Allah'a aittir.
"Kasdu's-Sebil" ise, doğru ve istenen yola gitmek için yolun yardımını almak demektir. Mesela, ifadesi, maksada ulaştıran yol, demektir.
"Onlardan bazısı da eğridir." Yani, o yollardan kimisi, haktan sapmış ve hidâyete ulaştırmayan yollardandır. İmruu'l-Kays'ın su beyiti bu anlamdadır:
"Kimi yollar haktan uzak, kimi orta yollu Ve hidâyettir. Kimisi de feaatlıdır."
Tarafe de şöyle demiştir:
Adevle gemisi yahut Ibn Yîmin ge mil erindendir.
Gemici kimi zaman oûtı doğrudan saptırır, kimi zaman da doğru rotada götürür.™
"Adevlâ" Bahreyn'de bir şehirdir. Adevîî de denizci demektir. Bu açıklamaları "es-Sıhah" müellifi yapmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın" (el-En'âm, 6/153) Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-En'âm Sûresi belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar arasından kimisi hak yoldan sapmaktadır. Yani, hak yoldan uzaklaşıp hidâyet bulamamaktadır. Bu gibi kimseler hakkında iki görüş vardır. Bir görüşe göre bunlar, değişik iıevâlann mensubu kimselerdir (sapık fırkalardır). Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İkinci görüşe göre bunlar-yahudiîik, mecusiiik, hırisiiyanlık gibi- küfür dinlerin mensuplarıdır.
Abdullah b. Mes'ud'un muslıafında ise, Kiminiz de eğridir (haktan sapıktır)" anlamındadır. Hz. Ali de; Kiminiz" diye okumuştur. Anlamın: Kiminiz o yoldan sapmaktadır, şeklinde olduğu söylenmiştir. Buna göre,...den, dan" bazı; den, dan" anlamındadır.
İbn Abbas der ki: Yani, Allah kimi hidâyete iletmeyi dilerse, ona imana giden yolu izlemeyi kolaylaştırır- Kimi de saptırmayı murat ederse, ona imana giden yolu ve imanın fürû'unu (yani ona bağlı amelleri) ağırlaştırır.
Yüce Allah'ın: "Doğru yolu göstermek" buyruğunun, sizin yolda gidişiniz ve dönüşünüz... anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Yol" Caniamındakİ sebîl) kelimesi, tekil olmakla birlikte çoğul anlamındadır. Bundan dolayı ona raci olan zamir müennes olarak, On(jar)dan bazısı" diye kullanılmıştır. "Sebil: Yol" kelimesi, Hicazlıların şivesinde müennestir. (Ona ait zamirin müennes olması da bundan dolayıdır).
"O dileseydi elbette hepinizi toptan hidâyete erdirirdi" buyruğunda me-şîetin yüce Allah'a ait olduğunu beyan etmektedir. Bu ise, İbn Abbas'm, âyetin tevili ile ilgili yaptığı açıklamanın doğruluğunu ortaya koyarken, diğer taraftan Kaderiyenin ve onlara muvafakat edenlerin kanaatlerini de -önceden de geçtiği gibi- reddetmektedir.[51]
10. Sîzin için gökten bir su indiren O'dur. İçecek de ondandır, hayvanlarınızı yaymakta olduğunuz bitkiler de andandır.
"İçecek (şarab)"; içilen şey demektir. "Bitki (şecer)"in de ne demek olduğu bilinmektedir. Yani, yüce Allah, yağmurlardan bitkiler, ağaçlar ve asmalar (çardak kurulmasını gerektiren ağaçlar) yetiştirir.
Yaymakta olduğunuz" develerinizi otlatmakta olduğunuz (bitkiler...).
Otlakta yayılan hayvan otiadı" demektir. Bu kabilden olan hayvanlara da "sâime" denilir. Otlayan mal" anlamındadır. "Sâim" ile "sâime'nin çoğulu "sevâim" şeklinde gelir. Davarları otlağa çıkardım" demektir. Otlağa çıkaran" Otlağa çıkarılan" demektir, Şair der ki:
"Develeri otlatan (deve çobanı) kadının oğlu, böylesi sana daha uygundur."
"Sevm" aslında merada uzaklara gitmek demektir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime alâmet anlamındaki; 'dan alınmıştır, Yani, bu otlayan hayvanlar, yeryüzünde otlamak suretiyle birtakım alâmetler bırakırlar. Yahut meraya gönderilmek için bu hayvanlara işaretler konulduğu için bu ismi almış da olabilirler.
Derim ki: "el-Haylu'l-Müsevveme" (Âl-i tmrân, 3/14) otlağa salman atlar demek olduğu gibi, "alâmet konulan atlar" anlamına da gelir. Yüce Allah'ın;
"İşaretlenmiş" (Ali-İmran, 3/125) buyruğunda da bu anlamdadır el-Ahfeş der ki: Bu, işaretlenmiş anlamında olduğu gibi, gönderilmişle, elçi olarak görevlendirilmişler anlamında da olur. Mesela; Davarları oraya gönderdi™ anlamındadır. "Sâime" de buradan gelmektedir Kelimenin "ya ve nun" ile çoğul yapılması ise atların işaretlenmiş olmaları ve bunların üzerinde de binicilerinin bulunmasından dolayıdır. [52]
11. O su ile sîzin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitiriyor. Bunda düşünen bir topluluk için elbette birer âyet vardır.
Yüce Allah'ın: "O su ile sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitiriyor" buyruğundaki; Bitiriyor"
buyruğunu, Ebu Bekir, Âsım'dan; Bitiriyoruz" şeklinde tazim nûn'uy-la okuduğunu rivayet etmektedir. Ancak, genel olarak bu, Allah sizin İçin bitiriyor anlamında "ya" İle okunmuştur. Arapçada; Yer ekin bitirdi" şeklindeki kullanım ile; kullanımı aynı anlamdadır.
Yine, Bakliyat bitti" ile kullanımı aynı anlamdadır. el-Fer-râ da şu beyiti nakletmektedir:
"Ben, ihtiyaç sahiplerinin evlerinin etrafında bakliyat bitinceye kadar Orada oturduklarını gördüm."
Buradaki hemzeli kullanım ile hemzesiz kullanım aynı anlamdadır. " Allah onu bitki gibi yetiştirdi" tabiri ile O da bitki gibi yetişmiştir" ifadesi, ğayr-i kıyasi olarak kullanılır. Çocuğun etek bölgesinde tüy bitti" anlamındadır." Ağaç dikti" demektir Aynı kökten olmak üzere; Ecelinin, gözlerinin önünde olduğunu bil" denilir. Çocuğu terbiye ettim, yetiştirdim" Nebat ve bitki yeri" demektir. Mesela; Malları ve çocukları ne güzel gelişip yetişmektedir" anlamındadır. Küçük çocukları yetişti" anlamındadır. Filan oğulları kötü yetişmiş çocuklardır, demektir. Genç delikanlılar hakkında; ifadesi; tecrübesiz gençler anlamına gelir. "Nebît" Yemen'de bir kabilenin adıdır. "Yenbût" da bir ağacın adıdır. Bütün bu açıklamalar el-Cevherf den nakledilmiştir.
"Zeytin" kelimesi 'in çoğuludur. Ağacın kendisine de, mahsulüne de aynı isim verilir. el-En'âm Sûresi'nde (6/141. âyet, 3- başlıkta ve devamında) bu mahsullerin zekâtının hükmü ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, burada onları tekrarlamanın anlamı yoktur.
"Bunda" yani, yağmurların indirilmesinde ve bu mahsullerin yetiştirilmesinde "düşünen bir topluluk için elbette birer âyet" delâlet ve alâmet "vardır." [53]
12. Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay'ı size müsahhar kıldı. Yıldızlara da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. Bunlarda aklım kullanacak bir topluluk için elbette âyetler vardır.
"Geceyi ve gündüzü..." buyruğu, "geceyi vegündüzü sizin için sükûn bu lasınız ve lütfundan arayanınız diye yaratmış olması O'nun rahmetinden-dir"fel-Kasas, 28/73) buyruğuna benzemektedir. (Geceyi) sükûn için, (gündüzü) çalışmak için "güneşi ve ayı size müsahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir." Yani, vakitlerin bilinmesi, meyvelerin, ekinlerin olgunlaşması için (.güneş ve aya); karanlıklarda da yol bulmak için yıldızlara boyun eğdirilmişıir,
İbn Âmir ve Şam halkı: Güneş, ay ve yıldızlar da müsahhar kılınmışlardır" anlamında mübtedâ ve haber olmak üzere ref ile okumuşlardır. Diğerleri makabline atfederek nasb ile okumuşlardır.[54]'Hafs, Âsım'dan rivayetle; Yddızlar"ı merfü' olarak; Boyun eğ-dirilmiştir" lafzını da onun haberi olarak okumuştur. Güneşi, ay'ı ve yıldızlan da musahnar kıldı" ifadeleri nasb ile; Boyun eğdirilmiştir" ifadesi ise, ref ile okunmuştur. Bu da hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olup, onlara boyun eğdirilmiştir, takdirindedir. Bu kelimeyi nasb ile okuyanların kıraatine göre ise, te'kid edici bir haldir. Yüce Allah'ın; " O, tasdik edici olmak üzere haktır'* Cel-Bakara, 2/91' buyruğunda olduğu gibi.
"Bunlarda aidini kullanacak bir topluluk için elbette âyetler vardıf" yani, Allah'tan, onların dikkatlerini çektiği ve kendilerini muvaffak kıldığı şeye dair gelmiş pekçok âyetler vardır, demektir. [55]
13. Ve yine sizin için yerde çeşitli renklerde yarattığı şeyleri de (size müsahhar kıldı). Bunlarda öğüt alan bir topluluk için elbette bir âyet vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [56]
"Ve yine sizin için yerde çeşitli renklerde yarattığı şeyleri de." Yani, yeryüzünde sizin için yarattığı şeyleri de size müsahhar kıldı.
" Yarattı demektir. îsm-i faili; şeklinde gelir. "Zürriyef de her iki tür yaratığın (İnsanların ve cinlerin) nesli demektir Ancak Araplar, hemzeyi terkederek J'ye"ye dönüştürmüşlerdir. Çoğulu ise; şeklinde gelir. Allah zürriyeüni artırsın, çoğaltsın" demektir. Topluluğu dağıtmak demektir. Hadiste geçen; Ateş İçin yaratılmış olan zürriyef anlamındadır.[57]
Şanı yüce Allah'ın, yarattıkları arasında binekler, davarlar, ağaçlar ve bunun dışındaki varlıklar gibi boyun eğdirilmiŞj itaat altına alınmış olanlar vardır. Böyle olmayanları da vardır. Buna delil de, Malik'in Muvatta'da Kâ'b el-Ahbâr'dan şöyle dediğine dair kaydettiği rivayettir. Şayet benim .söylediğim bazı sözler olmasaydı, yahudiler beni bir eşeğe dönüştürürlerdi. Ona: Peki bu söyler nelerdir, diye sorulunca o şunları okudu;
"Kendisinden daha azametli hiçbir şey bulunmayan Allah'ın zatına, hiç bir iyinin ve fâcirin dışlarına çıkamadığı Allah'ın eksiksiz kelimelerine; Allah'ın, bildiğim ve bilmediğim bütün güzel İsimlerine, yarattığı, varettiği ve yaydığı herbirşeyin şerrinden sığınırım."[58]
Yine, Muvatta'da, Yalıya b. Saİd'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra-sûlullalı (sav) İsra'ya götürüldüğünde, cinlerden bir ifritin elindeki bir ateş alevi ile arkasından geldiğini gördü,,- Sözügeçen bu hadiste; "Ve yeryüzünde yarattıklarının şerrinden" ifadesi de geçmektedir.[59] Biz, bunu ve bu anlamdaki diğer hadisleri başka yerde zikretmiş bulunuyoruz. [60]
"Çeşitli renklerde" buyruğundaki; Çeşitli" kelimesi, hal olarak nasbedilmişEir "RenklerMen kasıt, şekil ve görünümleridir. Yani, hayvanların, ağaçların ve diğer yaratıkların şekil ve görünümleri farklı farklıdır.
"Bunlarda" yani, bunların şekil ve çeşitlerinin farklılığında "öğüt alan" ve bütün bu varlıkları müsahhar kumasının yüce Allah'ın vahdaniyetinin alametleri olduğunu, O'ndan başka hiçbir kimsenin bunlara güç yetiremeyeceğini bilen wbir topluluk için elbette bir âyet" bir ibret "vardır." [61]
14. Yine O, deniıi, ondan taze et yemeniz ve ondan takınacağınız zineti çıkarmanız için emrinize verendir. Gemilerin orada (suları) yararak gittiklerini görüyorsun. O'nun lü t fundan arayası-nız ve şükredesîniz diye.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: [62]
Yüce Allah'ın: "Yine O, denizi... emrinize verendir" buyruğunda sözü edilen denizin emrimize verilmesi, insanlara, onda tasarruf etme imkânının verilmesi, orada gemilere binmek, demirlemek ve buna benzer şekillerde emrimize verilmesi demektir. Bu, Allah'ın üzerimizdeki nimetlerindendir. Allah, dileseydi denizi bize musallat kılar ve bizi suda boğardı. Denize (el-Bakara, 2/50- âyetin tefsirinde) ve deniz avına dair açıklamalar (el-Mâide, 5/96. âyet, 2. bağlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Burada, yüce Allah, deniz avını "et" diye adlandırmaktadır.
Mâlik'e göre etİer üç cinstir: Dört ayaklı davarların eti bir cins, tüylülerin (kümes hayvanları ve kuşların) eli bir cins, suda yaşayan hayvanların eti de bir başka cinstir. Aynı cinsten hayvanların etlerinin, fazlalıklı olarak satılmaları caiz değildir Bununla birlikte İnek türü ve yabani hayvanların etinin fazlalıklı olarak, kuş ve balık cinsi ederiyle satılması caizdir. Aynı şekilde kuş türü etlerin binek, yabani hayvan ve balık erleriyle fazla hkh olarak da satılmaları caizdir.
FJbu Ha ruf e ise şöyle demiştir: Bütün et çeşitleri asılları gibi farklı türlerdir. Tnek eti.bir tür, koyun eti bir tür, deve eti bir türdür. Yabani hayvanların etleri de aynı şekilde farklı farklıdır. Kuşlar da, balıklar da böyledir.
Şafiî'nin iki görüşünden birisi de bu şekildedir. Diğeri de şöyledir: Bütün davarlar, av hayvanları, kuşlar ve balıklar aynı cinstir, bunlarda fazlalık caiz değildir. Ancak, Şafiî mezhebi âlimlcrince, Şafiî mezhebinin meşhur kabul edilen görüşü birinci görüştür.
Bizim delilimiz şudur: Şam yüce Allah, canlı olan davarların isimlerini farklı farklı zikrederek; "Sekiz çift (yaratmıştır). Koyundan iki çift, keçiden iki cifi" (el-En'âra, 6/143) diye buyurduktan sonra: "Deveden de iki çift, sığırdan da iki çift yarattı" (el-fcin'âm, 6/144) diye buyurmaktadır. Bütün bunlardan kasıt, et olduğuna göre, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size dört ayaklı davarlar helal kılındı." (el-Maide, 5/1) Bunların, koyun türü İle keçi türünün etlerinin birbirine yakın olduğu gibi, faydaları da birbirlerine yakın olduğundan dolayı, hepsinin ortak özelliğinin et olduğuna işaret edilmektedir. Bir başka yerde de: "Ve canlarının çekecekleri kuş etinden..." (el-Vakıa, 56/21) buyruğundaki "tayr; kuş" kelimesi, "tâir"in çoğuludur Çünkü yüce Allah, bir başka yerde: "Kit kanadıyla uçan kerbir kuş" (el-En'âm, 6/38) diye buyurmaktadır. Böylelikle, bütün kuş etlerini aynı ad altında toplamaktadır. Burada ise, (balık hakkında); "Taze et" diye buyurarak, bütün balık türlerini tek bir çeşit olarak zikretmektedir. Dolayısıyla batıkların küçüğü İle büyüğü aynı özellikleri taşımaktadır. Ibn Ömer'den rivayet edildiğine göre ona, keçi etlerinin koç etleri karşılığında satılması aynı şey midir diye sorulmuş, da: Hayır demiştir. Bu konuda ona muhalefet eden kimse yoktur. O bakımdan bu, adeta icma gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Peygamber {savj'ın, yiyecekleri (buğday ve benzerlerini) ancak misli misline satmayı kabul edip aksini nehy et meşinin, bizim mezhebimize muhalif kanaatte oianların lehine delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü, yiyecek mutlak olarak zikredildiği vakit, hem buğdayı, hem de sair yenen şeyleri kap-sar. Eti kapsamaz. Nitekim bir kimse: Ben bugün bîr yemek yedim, diyecek olursa, onun et yediği anlaşılmaz. Aynı şekilde Hz. Peygamberin şu hadisi de muhalif kanaate sahip olanlara karşı delil teşkil etmektedir: "İki cins farklı farklı oldu mu, artık İstediğiniz gibi satabilirsiniz."[63]
Bunlar ise, birbirinden farklı cinslerdir. Aynı şekilde bizler, etin kuş eti karşılığında fazlakkh olarak satılmasının caiz olduğunu ittifakla kabul etmiş bulunuyoruz. Bunun, illeti ise, zekât düşmeyen bir yiyeceğin, yine zekât düşmeyen bir et karşılığında satılması değildir. Balık etinin de kuş etine karşılık fazlalıklı olarak satılması da böyledir[64]
Çekirge ile iigili mezhebi mizde (Maliki mezhebinde) meşhur olan görüş, çekirgenin çekirge karşılığında fazlalıklı olarak satılmasının caiz olduğudur. Suhnun'dan bunun yasak olduğu görüşü de zikredilmiştir. Sonraki bazı ilim adamları da bu görüşe meyletmiş ve çekirgenin alınıp bir süre saklanabilen türden olduğu görüşünü belirtmişlerdir. [65]
İlim adamları, et yememek üzere yemin eden kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbnü'l-Kasım der ki: Bu kişi, sözügeçen bu dört cins etten hangisini yerse yeminini bozmuş olur. Eşlıeb ise ael-Mecmua'da şöyle demektedir: Ancak davarların etlerini yemesi haiinde yemini bozulur. Yabani hayvanlar ile diğerlerini yediği için yemini bozulmaz. Böylelikle örf ve adete riâyet edilip lügavî lafzın kullanımına tercih edilmiş olur. Bu görüş daha güzeldir. [66]
Yüce Allah'ın: "Ve ondan takınacağınız ziyneti çıkarmanız İçin" buyruğu ile, inci ve mercan kastedilmektedir. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "O iki denizden inci ve mercan çıkar" (er-Rahman, 55/22.) diye buyurmaktadır. Halbuki süs eşyaları ancak tuzlu olduğu bilinen denizlerde sözkonusu olmak-tadır. Zümrüt çeşitleri arasında denizden çıkartılanları olduğu da söylenir, el-Hüzelî inciyi nitelendirdiği şu sözlerinde hatalı bulunmuştur:
"Ve onu üzerinde tatlı suyun dolaştığı Amber ve misk kokan bir inciden getirdi."
Bu sözleriyle İncinin tadı sudan çıkartıldığını ifade etmektedir. (Bundan dolayı hatalı bulunmuştur).
Buna göre süslenmek haktır. Bu, yüce Allah'ın, Hz. Âdem'e ve onun soyundan gelenlere bir armağanıdır. Hz, Âdem yaratılmakla birlikte cennetin süs-leriyle taçlandırılmıştır. Ona, Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'ın ondan miras aldığı yüzük de takılmıştır. Bu yüzüğe, dvâyec olunduğuna göre "Hatemü'l-\z" deniliyordu. [67]
Şanı yüce Allah, denizden çıkan süs eşyalarını zikrederek, erkeklere de kadınlara da genel bir lütuf ve ihsanda bulunduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla denizden çıkan herhangi bir şey onlara haram değildir Yüce Allah, erkeklere altın ve ipeği haram kılmıştır, o kadar. Sahihte, Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir; Rasûiullah (sav) buyurdu ki: "ipek giymeyiniz. Çünkü dünyada onu giyen âhirette onu giymeyecektir."[68]
Buna dair açıklamalar inşaallah Hac Sûresi'nde (22/23. âyetin tefsirinde) gelecektir. Bulıârî de İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre, Rasûlulİah (sav) ön-ce altından bir yüzük edinmiş ve bu yüzüğün taşını avucun içine doğru yerleştirmişti. Yüzüğün kaşına da "Muhanımedün Rasûiullah" ifadesini kazdır-mışti. Bunun üzerine ashab da onun gibi yüzük edindiler. Hz. Peygamber, onlarırı bu şekilde yüzük edindiklerini görünce yüzüğü attı ve şöyle buyurdu: "Ben, bu yüzüğü ebediyen bir daha takmayacağım. Bundan sonra gümüşten bir yüzük edindi, bu sefer ashab da gümüş yüzükler edindiler. îbn Ömer der ki: Peygamber (sav)'dan sonra o yüzüğü Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra da Osman taktılar. Bu, Hz. Osman'ın elinden Eriş kuyusuna düştüğü vakte kadar böylece devam etti.![69]
Ebû Dâvûd da der ki: insanlar, I iz, Osman'a yüzük elinden düştüğü vak-le kadar muhalefet etmemişlerdi.'[70]
İlim adamları bütün erkekler için gümüş yüzük edinmenin caiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. el-Hattâbî der ki: Kadınların gümüş yüzük kullanmaları mekruhtur. Çünkü bu erkeklerin kılık kıyafetleri arasında yer alın TCğer, altın bulamayacak olurlarsa, o gümüşü zaferan veya buna benzer birşeyîe sarartma yoluna gitsinler, Selef ve halefin âlimlerinin cumhuru, erkeklerin altın yüzük kullanmalarının haram olduğunu ka bu İletmektedirler. Ancak, Ebu Bekir b- Abdurrahman ile Habbab'dan gelen rivayet şaz bir muhalif kanaattir. Bunların herbirisine de bu konudaki neiıy ve nesli ulaşmamış olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
Enes b. Malik'in Rasûlullalı (sav)'ın elinde gümüşten yapılmış bir yüzüğü yalnız birgün gördüğünü, sonradan da ashabın gümüşten yüzükler yaptırıp takındıklarını, bunun üzerine Rasûlullalı (sav)'ın bu yüzüğünü atarak ashabın da yüzüklerini attığına dair Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği ki -lafız Buhârî'nindİr-[71] hadise gelince bu, İlim adamlarına göre îbn Şihab'ın bir yanılmasıdır. Çünkü Rasûlullah (sav)'ın attığı alttn yüzüktür.[72] Bunu da Ab-dulaziz b. Suhayb ile Sabit ve Katade, Enes'ten rivayet etmişlerdir. Bu da îbn Şihab'ın Enes'ien yaptıği rivayete muhaliftir. O bakımdan tek kişi topluluğa muhalefet ettiğinde, topluluğun rivayetini kabul etmek gerekir. Üstelik, İbn Ömer'in rivayet ettiği hadis de topluluğun rivayeti lehine tanıklık etmektedir. [73]
Erkeklerin gümüş yüzük kullanmalarının ve gümüşle süslenmelerinin caiz olduğu sabit olmakla birlikte, Ibn Şîrîn ve onun dışındaki bir takım ilim adamları, bunlara nakış yapılmasını ve bu arada Allah'ın adının yazılmasını mekruh kabul etmişlerdir. İlim adamlarından bir kesim de bunlara nakış yapmanın caiz olduğunu kabul etmişlerdir.
Diğer taraftan, eğer yüzüğe Allah'ın adını, yahut hikmetli bir söz, yahut Kur'ân-ı Kerîm'den bazı kelimeler nakşedip yüzüğü sol eline koyacak olursa, bu yüzük ile tuvalete girip sol eliyle istinca yapabilir mi? Saîd b. el-Müsey-yeb ve Malik bunu, hafif (bir kerahet) görmüşlerdir.
Malik'e, eğer yüzükte Allah'ın adı varsa ve bunu sol eline takıyor ise yüzük sol elinde olduğu halde istlnca yapabilir mi, diye sorulmuş, o da: Bunun hafif (tenzihi bir kerahet) olacağını ümid ederim, demiştir. Yine Malik'ten, bunu mekruh gördüğü rivayet edilmiştir. Daha uygun olan budur. Bununla birlikte Maliki mezhebine mensup ileri gelen ilim adamlarının çoğunluğu bunun yasak olduğunu kabul etmişlerdir.
Hemmâm, İbn Cüreyc'den, o, ez-Zührirden, o da Enes'ten şöyle dediğini rivayet eder: RasÛlullah (sav) tuvalete gittiği vakit yüzüğünü bir kenara bı-rakırdı.[74]Ebû Dâvûd der ki: Bu, münker bir hadistir. Hadis ancak İbn Cüreyc'den, o, Ziyad b. Sa'd'dan, o da ez-Zührîden, o, Enes'ten, bilinen rivayete göre ise, Peygamber (sav) önce gümüşten bir yüzük edinmiş, sonra onu bırakmıştır, şeklindedir. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi de Hemraâm'dan başka kimse rivayet etmiş değildir.[75]
Buhârî'nin, Enes b. Malik yoluyla rivayet ettiğine göre, RasÛlullah (sav) gümüşten bir yüzük edinmiş ve ona "Muhammedun RasÛlullah" İbaresini kazıtmış ve şöyie demiştir: "Ben, gümüşten bir yüzük edindim. Ona da "Mulıammed RasÛlullah" ifadesini nakşettirdim. Hiç kimse bu şekilde (yüzüğe) nakş ettirmesin."[76]
İlim adamlarımız derler ki: İşte bu, yüzük sahibinin yüzüğü üzerinde kendi adım nakşettirmesinin caiz olduğuna delildir. Malik der ki: Halife ve kadıların isimlerini yüzüklerine nakşettirmesi, onların özellikleri arasındadır. Hz. Peygamber'in kendi yüzüğünün nakşı gibi herhangi bir kimsenin isim kazdırmasını yasaklaması, Hz. Peygamber'in adı ve Allah'ın İnsanlara gönderdiği Rasûiü olmak sıfatı dolaylıyladır.
Şamlılar ise, sultan (ve kamu görevlisi) dışındaki kimselerin yüzük edinmelerinin caiz olmadığını rivayet ederler. Ayrıca bu hususta Ebu Reyhane'den bir hadis de rivayet edilmekle birlikte bu, zayıf olusu dolayısıyla delil teşkil edebilecek özellikte olmayan bir hadistir. Hz. Peygamberin: "Herhangi bir kimsenin kendi yüzüğündeki nakşın benzerini kazdırmayı” yasaklaması ise, bu hususu reddetmekte ve bütün insanların -Hz. Peygamber'in nakşettirdiği ifadeyi kazdırmamaları şartıyla- yüzük edinmelerinin caiz olduğuna delil teşkil etmektedir,
ez-Zührî'nin yüzüğü üzerindeki ifade, "Mulıammed, Allah'tan afiyet diler" anlamında idi. Malik'in yüzüğüne kazdırdığı ifade ise: "Hasbiyallah ve ni'me'l-vekil: Allah bana yeter, O ne güzel vekildir" şeklinde idi.
TIrmizî el-Hakîm de, "Nevadiru'l-UsuF adlı eserinde, Musa (a.s)'ın yüzüğü üzerinde nakşettiği ifadenin; "Her bir vadenin yazılmış bir hükmü vardır" (er-Ra1'd, 13/38) anlamındaki buyruk olduğunu zikretmektedir. Nitekim bu, daha önce er-Ra'd Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmakta dsr.
Ömer b. Abdulaziz oğlunun bin dirlıemlik bir yüzük satın aldığını haber alınca, oğluna şu mektubu yazmıştır: Bana ulaşan habere göre sen, bin dirheme bir yüzük satın almışsın. Şimdi o yüzüğü sat ve ondan bin aç kimseye yemek yedir ve bir dirlıemlik demir bir yüzük satın al. Üzerine de: "Kendisinin gerçek değerini bilen kimseye Allah rahmet eylesin" (anlamındaki) ibareyi yazdır. [77]
Bir kimse, süs eşyası takınmayacağına dair yemin ettikten sonra, inci takınırsa, yeminini bozmuş olmaz. Ebu Hanife de böyle demiştir. İbn Huvey-zimendâd der ki: Çünkü her ne kadar sözlük adı ile süs, inciyi de kapsamakta ise, yemin eden kimse yemininde bunu kastetmemişlir. Yeminler ise örl ile tahsis olunurlar. Nitekim bir kimse herhangi bir döşek üzerinde yatmamak üzere yemin edecek olsa, sonra da yerin üzerinde yatarsa, o kişinin yemini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde bir kimse herhangi bir kandille aydınlan-mamaya yemin etse ve güneş ışığında otursa yine yemini bozulmuş olmaz. Her ne kadar yüce Allah, yeryüzüne döşek, güneşe de kandil adını vermiş ise de bu böyledir.
Şafiî, Ebu Yusuf ve Mulıammed ise şöyle, derler: Bir kimse süs takınmamak üzere yemin eder, sonra da inci takınırsa, bu kimsenin yemini bozulur. Çünkü, yüce Allah: "Ve ondan takınacağınız ziyneti çıkarmanız İçin,.." diye buyurmuştur. Denizden çıkan ziynet ise, inci ve mercandır. [78]
Yüce Allah'ın: "Orada yararak gittiklerini görüyorsun" buyruğunda sözü edilen gemiler ve deniz yolculuğu ile ilgili açıklamalar, daha önce el-Ba-kara Sûresi'nde (2/50. âyet, ile 164. âyet, 3, 4. başlık ve devamlarında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın; Yararak gittiklerini* buyruğunu, İbn Abbas akıp gittiklerini diye açıklamıştır. Said b. Cübeyr, onların boylu boyunca gittiklerini, el-Hasen de ağırlıklarıyla gittiklerini diye açıklamışlardır. Katade ve ed-Dahhâk ise, bu gemiler aynı rüzgârla ileri doğru da, geri doğru da gidip gelmektedir, Bunun, denizin içerisinde sallanıp durur halde akıp gittikleri anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu kelimenin kökünü teşkil eden; 'ın asıl anlamı, suyu sağdan ve soldan yarmak demektir. Gemi ses çıkartarak suyu yarıp gittiği takdirde; denilir. İşte yüce Allah'ın: "Gemilerin orada (suları) yararak gittiklerini görüyorsun" buyruğu da buradan gelmektedir. Yani, onların akıp gittiklerini görmektesin, demektir.
el-Cevherî der ki: Yüzücü göğsüyle suyu yardı" demektir Yeri ziraat kastıyla yardı1' anlamındadır. İyice ekin bitirmesi İçin suyu yerin içerisinde durdurmak anlamı için de aynı kökten gelen kelime kullanılır.
Taberî der ki: Sözlükte bu kelime esen rüzgânn çıkardığı ses demektir. Ta-berî burada bu sesin suda olması kaydını sözkonusu etmeyerek şöyle der: Ebu Uyeyne'nin azadlısı Vâsıl'ın şu ifadeleri de bu kabildendir: Sizden herhangi bir kimse küçük abdest bozmak İstediği vakit, rüzgârın hangi taraftan ses çıkararak estiğini tesbit etsin." Böylelikle rüzgâr küçük abdestini üzerine geri sıçratmasın diye rüzgâra yüzüyle yönelmekten uzak dursun.
ttO'nun lütfiından ar ayasınız" deniz yolculuğuna, ticaret ve kâr elde etmek maksadıyla çıkasınız, "ve şükredesiniz diye." Bütün bunlara dair açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyette, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'a hamd olsun. [79]
15. O, sizi çalkalayıp sallamasın dîye yeryüzünde sabit dağlar, ırmaklar ve maksatlarınıza ulaş as mı/ diye de yollar koydu.
"O, sizi çalkalayıp sallamasın diye yeryüzünde sabit" yerinde sapasağlam duran "dağlar ...koydu."
Sabit dağlar" kelimesi, Sapasağlam yerleşti ve kaldı" fiilinden gelmektedir. Şair der ki:
"Korkağın canı (kaçacak yer) arayıp dururken, Ben sapasağlam duran bir şekilde sabreden nefsimle sebat gösterdim."
ifadesi, Kûfelilere göre, "sizi çalkalayıp sallamasın diye" takdirindedir. Basmalıların açıklamasına göre ise, sizi çalkalayıp sallamasını İstemediğimiz için... demektir.
" Sağa ve sola çalkalanıp sallanmak" demektir. Bir şey hareket etti, eder" demektir. Dallar yerlerinden oynadı, sağa sola eğildi" demektir. Adam böbürlenerek sağa sola çalımlı yürüdü" anlamındadır.
Vehb b. Münebbih der ki: Şanı yüce Allah, yeri yarattıktan sonra, çalkalanıp sallanmaya koyuldu. Melekler, bu hiçbir kimseyi sırtında tutmayacak dediler. Sabah olduğunda yere dağlar sabitleştirilmiş idi. Melekler, dağların neden yaratıldığını bilemediler.
Ali b, Ebi Talib (r,a) dedi ki: Yüce Allah, yeri yaratınca sallandı ve sağa sola meyletti ve: Rabbim dedi, Sen üzerimde masiyetler ve günahlar işleyecek, üzerime leşleri ve pislikleri atacak kimseler mi yaratacaksın? Bunun üzerine yüce Allah yere, gördüğünüz ve görmediğiniz dağları bıraktı.
Tirmizî (Sünen'inin) Tefsir bölümünün sonlarında şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı. Bize, el-Avvâm b. Havşeb haber verdi. O, Süleyman b, Ebi Süleyman'dan, o, Enes b. Malik'ten, o da Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: "Allah, yeri yarattığında sallanıp çalkalanmaya başladı. Bu sefer dağlan yarattı ve dağları yerin üzerine bıraktı. Böylelikle yerin sallanması durdu. Melekler, dağların güç ve kuvvetinden hayrete düştüler, Rabbimiz, yarattıklarından dağlardan daha güçlü birşey var mı dediler, O, evet, demir diye buyurdu. Yine, Rabbimiz, yarattıkların arasında demirden daha güçlü birşey var mı dediler, O, evet ateş diye buyurdu. Melekler: Rabbim, yarattıkların arasında ateşten daha güçlü birşey var mı dediler, O da evet, su diye buyurdu. Melekler, Rabbimiz, yarattıkların arasında sudan daha güçlü birşey var mı dîye sordular. Or evet rüzgâr diye buyurdu. Yine melekler, Rabbimiz, yarattıkların arasında rüzgârdan daha güçlü birşey var mı diye sordular, O da, evet sağ eliyle verdiği sadakasını solundan gizleyen Âdemoğludur, diye buyurdu." Ebu İsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadis, garip bir hadis olup bunun bu yoldan başka bir yolla meri'u' olarak rivayet edildiğini bilmiyoruz.[80]
Derim ki: Bu âyet-i kerimede, sebeplere başvurmanın ve onları yerine getirmenin en açık bir delili vardır. Halbuki yüce Allah, dağlar olmaksızın da yerin çalkalanmasını durdurmaya kadirdi, Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
"İrmaklar" yani, orada ırmaklar yaıttı veya ırmaklar koydu demektir "'Ve maksatlarınıza" varmak istediğiniz beldelere "ulaşasınız" yolunuzu şaşırma-yasınız, kaybetmeyesiniz "diye de" geniş "yollar" ve dağ arasından geçitler[81]
16. Ve nice alâmetler de (yarattı) Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [82]
Yüce Allah'ın: "Ve nice alametlerde" buyruğu ile İlgili olarak îbn Abbas şöyle demektedir: Alâmetlerden kasıt, gündüzün yol işaret ve alâmetleridir. Yani O, yollarda kendileri vasıtası ile doğru yolun bulunabildiği birtakım alâmetler yaratmıştır.
"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Yani, geceleyin yıldızlarla yollarını bulurlar.
"en-Necrn" kelimesi tekil olmakla birlikte bununla, çoğul olarak yıldızlar kastedilmektedir. îbn Vessâb, bu kelimeyi şeklinde okumuştur. el-Ha-sen ise "nûn"u damme (otre)li ve "dm" ile okumuş olup maksadı; şeklindeki çoğul olup "vav"ı hazf ile okumuştur. Şairin şu beyitinde kullanıldığı gibi:
"Aramızda fakir, kadı ve hakemdir,
O da senin, yıldızlar kaybolduğunda auya gitmen (şeklinde)dir,"
Aynı şekilde İbn Vessâb gibi okuyanların kıraati ile ilgili açıklama da böyledir. Ancak bu şekilde okuyanlar, daha hafif olsun dîye "dm" harfini de sakin okumuşlardır. Bununla birlikte kelimesinin; Yıldız" kelimesinin çoğulu olması mümkündür.
(Sözü edilen) *Yıldizlar"ınf hangileri olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ der ki: Bu yıldızlar, Oğlak takım yıldızı ile Ferkadân (Kuzey ku-tub yıldızı ile onun yanında, onun gibi sabit diğer yıldız) lardır. Bunun Süreyya yıldızı olduğu da söylenmiştir. Şair de şöyle demektedir:
"Nihayet sabahın aydınlanmaya başladığı sırada yıldız doğup Sebzeler demetlenmiş ve biçilmiş olarak bırakılıp gidildiğinde
Onun bir kısmı bükülüp demet yapılmış, bir kısmı da biçilmiş oiarak bırakılıp gidildiğinde, demektir ki, bu işler Süreyya yıldızının doğuşu esnasında yapılır.
el-Kelbt der ki; Buradaki alâmetlerden kasıt, dağlardır. Mücahid Ese, bunlardan kasıt yıldızlardır, demektedir. Çünkü, bazı yıldızlarla yol bulunur, bazısı da yol bulmaya yardımcı olmaz ama, alâmet olarak bulunur. Bu açıklamayı Katade ve en-Nehaî yapmıştır,
Yüce Allah'ın: Ve nice alâmetler de" buyruğunda sözün tamamlandığı, daha sonra da yeni bir cümle ile "onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar denildiği de söylenmiştir. Birinci görüşe göre buyruğun anlamı şudur; O, kendileri ile yol bulabileceğiniz şekilde sizin için alâmetler ve yıldızlar yarattı. Bu alâmetlerden bir kısmı kendileriyle yol bulunan rüzgârlardır.
Buradaki "yol
bulmak"tan kaşıtın ne olduğu ile itgiti olarak iki görüş vardır:
Bu görüşlerden birisine göre, yolculuğunuz sırasında yolunuzu bulursunuz demek olup, cumhurun görüşü budur. İkinci görüşe göre ise, kıbleyi bulabilirsiniz, şeklindedir. İbn Abbas da der ki: Ben, Rasûlullah (savVdan, yüce Allah'ın: "Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar" buyruğu hakkında sordum da, O: "Burada sözügeçen yıldız, oğlak takım yıldızıdır. Ey îbn Abbas, Kıbleniz ona göredir ister karada olunuz, ister denizde olunuz, siz onunla doğru yolunuzu bulursunuz" diye buyurdu. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir.[83]
İbniTl-Arabî der ki: Bütün yıldızlar ile ancak yıldızların doğuşları, batışları, güney yarımküre yıldızlan ile kuzey yarımküre yıldızlarları arasındaki farkı bilen kimseler yol bulabilir. Bunlar ise sonrakiler arasında oldukça azdır. Süreyya yıldızı ile ise, ancak bu tür yıldızlar ile yolunu bulabilen kimseler yol bulabilir. Herkesin yol bulabileceği yıldız ise, oğlak çakım yıldızı ile kuzey kutup yıldızı ve onun yanındaki yıldızdır (Ferkadân). Çünkü bunlar, doğuşları münhasır, belli yerdeki cihetleri sabit ve görünen yıldızlardır. BunEar, değişmez kutbun etrafında deveran eder, dururlar. O bakımdan bu yıldızlar, yollar kaybedildiği takdirde karada ve denizlerin akıp gitmesi sırasında da denizde, cihet bilinemediği vakit cihet hususunda her zaman için doğru yolu göstericidirler. Bu da geneî olarak kişinin kutup yıldızını sol omuzunun arkasına almasıdır. Onun karşısındaki yön iset kıbleyi gösterir.
Derim ki: İbn Abbas'ın, Rasûlullah (sav)'a yıldız hakkında soru sorması üzerine, Hz. Peygamber'in: "Bu, oğlak Eakım yıldızıdır. Sizin kıbleniz onun üzerindedir- Kara ve denizde olduğunuz vakit onunla doğru yolu bulursunuz" demiştir. Çünkü, oğlak takım yıldızlarının sonu küçük ayıdır. Kıblenin kendisine göre tesbit edildiği kutup yıldızı ise, bu ikisinin arasında yer alır. [84]
İlim adamlarımız derler ki: Kıbleye yönelmenin hükmü iki şekilde sözko-nu sudur:
Bir kimse eğer kıbleyi görüyor ve onu müşahede edebiliyor ise, oraya, yönelmesi, yönünün ona isabet etmesi, bütün bedeniyle de kıble cihetine yönelmeyi kastetmesi gerekir,
İkinci durum ise, Kâ'be'nin, namaz kılanın görmeyeceği bir yerde bulunmasıdır. O takdirde sahip olduğu delillerin yardımı ile ona doğru yönelmesi icabeder Bunlar ise güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr ve kendisi vasıtası ile hangi cihette olduğunun bilinmesi mümkün oian herbir araçtır. Kâ'be'yi göremeyip içEilıad ederek[85] Kâ'be'nin bulunduğu cihetten başka bir tarafa namaz ktian bir kimse, eğer içtihad edebilme imkanına sahip kimselerden ise, onun namazı olmaz, Eğer, içtihad edip delil kullanarak namaz kıldıktan sonra, namazını bitirdikten sonra, kıbleden başka bir tarafa namazını kıldığını anlayacak olursa, namazın vakti çıkmamış ise, namazını iade eder. Ancak bu iadesi de onun için vacip değildir. Çünkü o, farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/144. âyet, 3- başlık ve devamında) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. [86]
17. Yaratan, yaratmayan gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?
"Yaratan" yüce Allah, "yaratmayan" putlar "gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" Şanı yüce Allah, hiçbir şekilde yaratamayan, zarar ve fayda veremeyen putlar hakkında, Arapların bu konudaki kullanımlarına uygun olarak, aklı eren varlıklara dair haber verirken kullandığı fiillere uygun fiil kullanmış ve haber vermiş bulunmaktadır. Çünkü Araplar, putlara tapıyorlardı, işte bu bakımdan, putlardan; “.. an, kimseler)” lafzı ile söz edilmektedir. Yüce Allah'ın: "Onların ayaklan mı vardır."(el-Arraf: 7/195) buyruğunda olduğu gibi. Bu şekildeki kullanımın sebebinin, "yaratan" da sözü edilen zamir ile birlikte kullanılması olduğu da söylenmiştir, el-Ferrâ der ki: Bu, Arapların: " Ben, biniciyi ve onun devesini birbirine karıştırdım. Artık bu hangisidir, bu da hangisidir bilemez oldum." sözlerine benzemektedir. Halbuki, bunlardan birisi insan değildir. Oysa, her ikisi hakkında da insan için kullanılan ism-i mev-sul kullanılmıştır
el-Mehdevî der ki: Yüce Allah hakkında; Kim?" ile soru sorulmakla birlikte; Ne?" ile soru sorulmaz. Çünkü, ikincisi ile cins isimler hakkında sofu sorulur. Şanı yüce Allah cins ve türünden bir varlık yoktur. Bundan dolayı tiz. Musa, Firavun kendisine: Rabbiniz kimdir ey Masa?" (Tâ-Hâ, 20/49) diye sorduğunda, cevap vermiş, ancak Firavun kendisine: Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" (eş-Şuarat 26/23.) diye sorduğunda -birinci şekildeki sorusuna cevap vermekle birlikte, ikinci şekildeki- soru tutarsız olduğundan dolayı ona cevap vermemiştir.
Âyet-i kerîmenin anlamı şudur: Sözü geçen şeyleri yaratmaya kadir olan elbetteki kendisi yaratılmış bulunan, zarar ve fayda veremeyen varlıklardan ibadete daha bir hak sahibidir. "Bunlar, Allah'ın yarattığıdır. Haydi Ondan başkasının ne yarattığını gösterin ötma." (Lukman, 31/11); "Yerden ne yarattılar bana gösterin?" (Fâtır, 35/40) [87]
18. Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız* Şüphesiz Allah, çok mağfiret edendir, çok rahmet edendir.
19. Allah, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilir,
"Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsam, onları sayamazsınız" buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce İbrahim Sûresi'nde (14/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Şüphesi/ Allah çok mağfiret edendir, çok rahmet edendir. Allah, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilir." Neyi saklarsanız, neyi açığa vurursanız hepsini bilir. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [88]
20. Halbuki, Allah'ı bırakıp da çağırdıkları hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılmıştır.
21. (Onlar) ölülerdir, diriler değil. Ne zaman diri İtileceklerini de fark edemezler.
Yüce Allah'ın: "Halbuki, Allah'ı bırakıp da çağırdıkları" buyruğunda geçen, Çağırdıkları" kelimesini genel olarak; Çağırdığınız" şeklinde "te" ile okumuşlardır. Çünkü bundan önceki buyruk muhatap kipin-dedir. Ancak, Ebu Bekir, Âsım'dan ve Hubeyre de, Hafs'dan "ye" ile ("çağırdıkları" anlamında) okuduklarını rivayet etmişlerdir. Yakub'un da kıraati bu şekildedir.
"Gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da" anlamındaki buyruklar ise, hepsi tarafından "te" ile muhatap kipi olarak okunmuştur Bundan tek istisna, Hu-beyre'nin, Hafs'tan, onun da Âsım'dan, "ye" ile okuduğuna dair rivayetidir. (O takdirde: Gizlediklerini de, açıkladıklarını da,,, anlamında olur.)
"Hiçbir şey yaratamazlar." Hiçbir şey yaratmaya güçleri yetmez. "Onların kendileri yaratılmıştır. (Onlar) ölülerdir." Yani putlar, ölülerdir. Onlarda can yoktur. İşitmezler, görmezler. Bu da onların cansız oldukları anlamına gelir. Peki, siz hayat sahibi olduğunuz için onlardan daha üstün iken, na-sil olur da bu putlara ibadet edersiniz?.
Bu tapındığınız putlar, "ne zaman diriltileceklerini de fark edemezler."
es-Sülemî, Ne zaman" kelimesindeki "hemzeHyi esreli olarak okumuştur. Bunlar, iki ayrı söyleyiştir. Bu kelime, daha sonra gelen; Diriltilecekler* fiili ile nasb mahallindedir ve bu, istifham (soru.) anlamında-dır.m Onlar, ne zaman diri İtileceklerini bilmezler, anlamındadır. Yine burada putlardan, tıpkı Âdemoğullanndan söz edildiği gibi sözedilmektedir. Çünkü onlara tapanlar, bu putların söylediklerini anladıklarını, bildiklerini ve Allah nezdinde kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. O bakımdan onlara, bu yanlış kanaatlerine göre hitap edilmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah, kıyamet gününde putları canlı varlıklar halinde diriltecek ve bu putlar, kendilerine yapılan ibadetten uzak olduklarını ifade edeceklerdir. Dünyada ise bu putlar cansızdır ve ne zaman diriltileceklerini bilmemektedir.
İbn Abbas der ki: Putlar, diriltilecek ve onlara ruh verilecektir. Putlarla birlikte şeytanları da bulunacaktır ve bunlar kendilerine ibadet edenlerden uzak olduklarını bildireceklerdir. Daha sonra şeytanlar ve müşrikler, verilen emir ile ateşe götürüleceklerdir.
Şöyle de açıklanmıştır: Putlar da kıyamet gününde kendilerine tapanlarla birlikte ateşe atılacaklardır. Buna delil, yüce Allah'ın: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz?" (el-Enbiyâ, 21/98) buyruğudur.
Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın: "Hiçbir şey yaratamazlar, onların kendileri yaratılmıştır[89] buyruğu ile ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yeni bir cümleye başlanılarak, yüce Allah, müşrikleri ölüler olarak nitelendirmektedir. Buradaki ölüm ise, küfür ölümüdür. "Ne zaman dİrİİtileceklerl-ni de fark edemezler" yani, kâfirler ne zaman diriltileceklerini, yani diriliş vaktini bilmezler. Çünkü onlar, öldükten sonra dirilişe iman etmiyorlar ki, Allah'ın huzuruna çıkmak için gereken hazırlıklarını yapsınlar.
Bir diğer açıklama şöyledir: Onlara kıyametin ne zaman olacağını ne bildirdi? Belki de pek yakındır. [90]
22. Sizin ilâh m iz tek bir ilâhtır. Âhirete inanmayanların ise kalpleri inkâr edicidir. Hem onlar büyüklük taslayanlardır.
23. Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de açıklayacaklarını da bilir. Muhakkak O, iu üs tekbirleri sevmez.
"Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır," Şanı yüce Allah, kendisine şirk koşmanın imkânsızlığını açıkladıktan sonra, hak mabudun bir ve tek olduğunu, O'n-dan başka bir Rabb, O'ndan başka bir ilah olmadığını beyan etmektedir.
"Âhirete inanmayanların ise, kalpleri inkâr edicidir." Yani, onların kalpleri, verilen öğüdü kabullenmez ve Öğüt vç hatırlatmanın kalplerine bir etkisi olmaz. Bu, kaderiyenin görüşünü reddetmektedir.
"Hem onlar, büyüklük tamlayanlardır." Yani onlar, hakkı kabul etmeye yanaşmayarak, ona karşı büyüklük taslayan, böbürlenen mütekebbirlerdir. el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7- başlıkta) tstıkbâr'ın (büyüklenmenin), anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de, açıklayacaklarını da bilir."Yani, onların gizledikleri ve açıkladıkları söz ve davranışlarını da bilir ve onların yaptıklarının karşılıklarını onlara verecektir.
el-Haîil der ki: Şüphe
yok ki" kelimesi, tahkik ifade eden bir söz olup, ancak cevap olarak
kullanılır. Mesela, onlar bu işi yaptılar denilir. Buna karşılık cevap olarak
da, şüphesiz pişman olacaklardır, diye cevap verilir. (Ve bu terkip
kullanılır) (Burada) gerçek şu kî: Cehennem ateşi onlaradır, anlamındadır. Bu
anlamdaki açıklamalar, bundan önce Hud Sûresi'nde (11/22. ayetin tefsirinde)
yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.
"Muhakkak O,
müstekbirleri sevmez." Yani onları mükâfatlandırmaz, onlardan övgü ile
söz etmez. el-Hüseyin b. Ali'den nakledildiğine göre o, önlerine ekmek
parçaları koymuş ekmeklerini yiyen yoksul kimselerin yanından geçerken ona: Ey
Abdullah'ın babası gel beraber yiyelim dediler o da bineğinden inip onlarla
birlikte oturdu ve: "Muhakkak O, müstekbirleri sevmez" buyruğunu
okudu. Onlarla yemeği bitirdikten sonra: Ben sizin davetinizi kabul ettim,
haydi siz de benim davetimi kabul ediniz dedi. Onunla birlikte kalkıp evine
gittiler. Onlara hem yemek, yedirdi hem içirdi, hem de bağışlarda bulunduktan
sonra yanından ayrıldılar.
İlim adamları der ki:
Her bir günahı saklayıp gizlemek mümkündür, kibir müstesna. Çünkü kibir
açıklanması kaçınılamaz bir fısk (yol)dır. Bütün isyanların da asıl esası
odur.
Sahih hadiste de şöyle
buyurulmuştur: "Mütekebbirler kıyamet gününde toz zerrecikleri gibi
haşredileceklerdir. Büyüklenmeleri dolayısıyla insanlar onları ayaklan ile
çiğneyecektir."[91]
Yahut Hz. Peygamberin şu buyruğunda buyurduğu gibi olacaklardır: "Mahşer
günü onların vücutları o kadar küçültülecek ki bu küçülüş nihayet onlara zarar
verecektir, Ateşte ise vücutları o kadar büyüyecek ki bu büyüme niyahet onlara
zararlı olacaktır."
[92]
24. Onlara:
"Rabbiniz ne indirdi denildiği zaman: "Geçmişlerin masallarını"
derler.
Yüce Allah'ın:
"Onlara: Rabbiniz ne indirdi denildiği zaman" buyruğu: Az Önce sözü
edilen âhir.ete iman etmeyenlere ve kalpleri ile öldükten sonra dirilişi inkâr
edenlere: "Rabbiniz ne indirdi" denildiğinde, ... demektir
Bu sözleri söyleyen
kimsenin Nadr b. el-Haris olduğu âyet-i kerimenin-de onun hakkında indiği
söylenmiştir. en-Nadr bin el-Haris Hire'ye gitmiş ve orada Kelile ve Dinine ile
ilgili anlatılan hikayeleri satın almıştı. Sonra Ku-reyşlilere bu hikayeleri
okur ve şöyle dermiş; Muhammed de arkadaşlarına ancak öncekilerin masallarını
okumaktadır. Yani onun okuduğu şey, rabbl-mizin indirdikleri değildir.
Müminlerin kâfirlere
"Rabbiniz ne indirdi" diye sordukları kâfirlerin de onlara:
"Geçmişlerin masallarını" diye cevap verdikleri ve böylelikle
geçmislerin masalları olan bir şeyi kabul etmeyeceklerini, onları inkâr
ettiklerini ifade ettikleri de söylenmiştir.
"Esatir:
Masallar" kelimesi batıl şeyler, saçma sapan sözler demektir. Buna dair
açıklamalar bundan önce En'âm Sûresi'nde (6/25. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Rabbiniz ae indirdi" buyruğu ile ilgili (nahive dair açıklamalar)
yüce Allah'ın: 'Neyi infak edeceklerini" (el-Bakarar 2/215) buyruğu İle
ilgili açıklamalar gibidir.
"Geçmişlerin masallarım"
ifadesi, hazfedilmiş bir mubtedârun haberi olup ifadenin takdiri: Onun
indirdiği, geçmişlerin masallarıdır, şeklindedir.
[93]
25. Onlar,
kıyamet gününde kendilerinin yüklerini tamamen yüklendikten başka, bilgisizce
saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat!
Taşıyacakları bu yükler ne kötüdür!
"Onlar, kıyamet
yününde kendilerinin yüklerini tamamen yüklendikten başka" buyruğunda yer
alan, Onlar... kendilerinin yüklerini yüklendikten..." buyruğundaki
"lâm"ın "key lâm"ı olduğu ve ondan önceki buyruklar ile
alâkalı olduğu söylenmiştir. Bunun, âkibet (sonuç) bildiren "lâm"
olduğu da söylenmiştir. Yüce. Allah'ın: "nunda onlara bir düşman, bir tasa
olacaktır." (el-Kasas, 28/8) buyruğunda olduğu gibi. Yani, onların Kur'ân
ve Peygamber hakkındaki iddiaları, kendi günahlarını geriye herhangi birşey
bırakmamak üzere tam olarak yüklenmek noktasına kadar götürecektir. Bu da,
dünyada iken, küfürleri sebebiyle onlara isabet eden musibet dolayısıyladır.
Buradaki "lânrTm, "emir lamV olduğu ve buyruğun tehdit anlamını
taşıdıği da söylenmiştir.[94]
"Bilgisizce
saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir."
Mücahid der ki: Bunlar, saptırdıkları kimselerin günahlarını da
yüklenecekler, bununla birlikte saptırılanlann
günahından herhangi birşey de eksiltilmeyecektir. Hz. Peygamber'in de şöyie
buyurduğu nakledilmektedir: "Herhangi bir davetçi, eğer bir sapıklığa
çağınr da, ona tabi olunursa, ona uyanların günahlarının bir benzeri -onların
günahlarından hîçbirşey eksiltilmeksizin- verilecektir. Herhangi bir davetçi
de, bir hidâyete çağıracak olur da ona uyulursa, o takdirde onlara uyanların
ecirleri gibi -ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmeksizin- ona da ecir
vardır." Bu anlamda olmak üzere Müslim rivayet etmiştir.[95]
Günahlarından"
buyruğundaki;…dan…" ifadesi, tab'îz (bir kısmını) ifade etmek için değil,
cins içindir Çünkü sapıklığa çağının kimseler, kendilerine uyanların günahı
kadar günah alırlar.
Yüce Allah'ın:
''Bilgisizce" ifadesi de şu demektir: Onlar, saptırdıklarını,
saptırdıkları sebebiyle kazandıkları günahı bilmeksizin başkalarını saptırmaktadırlar.
Çünkü bunu bilselerdi, onları saptırma yoluna gitmezlerdi.
"Dikkati
Taşıyacakları bu yükler ne kötüdür!" Onların taşıdıkları bu yük ne kötü
bir yüktür! Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Andolsun
onlar, hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriy-le birlikte
başka yükleri de yükleneceklerdir." (el-Ankebût, 29/13) el-En'âm Sûresinin
sonlarında (.6/164. âyet, 2, başlıkla) yüce Allah'ın: "Günahkâr hiçbir
kimse başkasının günahını yüklenmez1* (el-En'âm, 6/164) buyruğuna dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
[96]
26.
Kendilerinden öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Nihayet Allah binalarını
temelinden yıktı; üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı ve azap onlara
farkedemeyecekleri bir taraftan geldi,
"Kendilerinden
öncekiler de tuzak kurmuşlardı." Yani, bunlardan ünce geçen peygamberlere
karşı, bir takım kavimler küfür ve inkâr ile karşılık vermişlerdi, ancak
sapmışlardı, güzel sonuç peygamberlerin olmuştu.
"Nihayet Allah
binalarım temellerinden yıktı, üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı." İbn
Abbas, Zeyd b. Eşlem ve başkaları derler ki: Burada sözü edilen kişiler Ken'an
oğlu Numrut (Nemrut) ve onun kavmidir. Bunlar semaya çıkmak ve oradakiierle
savaşmak istemişlerdi. Bunun için daiıa önce oradan semaya doğru yükselmek
kastı ile yüksek kuleyi yapmışlardı. Diğer taraftan kartallara malum
uygulamalarını yapmışlardı, ancak kule ile birlikte yukarıdan aşağıya
düşmüşlerdi. Nitekim buna dair açıklamalar, bundan önce İbrahim Sûresi'nin
sonlarında, (15/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ım
"Nihayet Allah, binalarını temellerinden yıktı" buyruğunun anlamı
şudur: Yani, O'nun emri binalara ulaştı. Bu, ya bir zelzele ya bir rüzgâr ile
olmuştu. Bu da o binalarını yıkmıştı. İbn Abbas ve Vehb derler ki: Bu kulenin
semaya doğru yüksekliği, beşbin zira, eni İse üçbin zira idi.
Ka'b ve Mukatil derler
ki: Uzunluğu iki fersah idi. Esen bir rüzgâr, başını denize attı ve geri kalan
bölümü de üzerlerine yıkıldı. Kule yıkılınca, o gün dehşetten dolayı insanların
dilleri karıştı ve 73 dil ile konuşmaya başladılar. Bundan dolayı oraya
"Babil" adı verilmişLİr. Bundan önce (bölgede) sadece Süryanice dili
mevcuttu. Yine bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
(2/31. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Hürmüz ve İbn
Mulıaysın "es-5akf kelimesini "sin" ve "kaf harflerini
ötreli olarak; Tavanlar11 diye okumuştur. Mücahid ise, "sin" harfini
ötreli, ancak "kaf" harfini de hafifleterek sakin okumuştur. Bundan
önce (bu sûre, 16, âyette) geçen: Yıldızlar" ile ilgili iki türlü açıklamada
olduğu gibi. Ancak, daha kuvvetle muhtemel olan, burada bu kelimenin;
Tavan" kelimesinin çoğulu olduğudur.
"Temeller"
kelimesi ise, bina ve yapıların esaslarıdır. İşte bu esaslar sarsılacak olursa
bina yıkılır.
Yüce Allah'ın:
"Üstlerindeki" buyruğu ile ilgili olarak, İbnu'l-A'râbî şöyle
demektedir: Burada "üstlerindeki" ifadesi ile tekidin getiriliş
sebebi, kavmin bu tavanlarının altlarında bulunduklarını anlatmak içindir.
Araplar; Bir tavan üstümüze çöktü, bir duvar üzerimize yıkıldı" ifadesini
ona malik olmaları halinde kullanırlar, fiilen üzerlerine çök-mese dahî. O
bakımdan, burada yüce Allah;
Üstlerindeki (yuka-rılarmdaki)" ifadesini zikrederek, Arap dilinde
sözkonusu olan bu şüphe ve ihtimali kapsam dışında bırakmak istemiştir. Bu
buyruğu ile onlar, tavanlarının altında bulunuyorken, tavanlarının üstlerine
yıkıldığını, böylelikle helak olup kurtulamadıklarını anlatmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Tavan"dan kasıt, semadır. Yani azap onlara,
üzerlerindeki semadan geldi- Bu açıklamayı da İbn
Abbas yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre, yüce Allah'ın: "Nihayet Allah binalarını temellerinden yıktı"
buyruğu temsilî bîr ifade olup anlamı şudur: Allah onları helak etti ve onlar
da adeta binaları üzerlerine düşüp yıkılan kimseler durumuna geldiler.
Anlamın: Allah
amellerini boşa çıkardı ve böylelikle onlar, binaları üzerlerine yıkılan
kimseler durumuna geldiler, şeklinde olduğu söylendiği gibi, Allah onların hile
ve tuzaklarını boşa çıkardı. Bunun sonucunda da üstün-'den tavanın üzerine
yıkıldığı kimsenin helak olması gibi helak oldular, şeklinde olduğu da
söylenmiştir.
Buna göre, üzerlerine
tavanın yıkıldığı kimseler hususunda da farklı açıklamalarda bulunulmuştur. İbn
Abbas ve İbn Zeyd, az önce geçen şekilde açıklamada bulunurlarken, burada bu
şekilde helak edilenlerin Buhnrn-Nasr ve beraberindekiler olduğu da
söylenmiştir. Bunu da müfessirlerden bazısı dile getirmiştir.
Burada kastedilenlerin,
şanı yüce Allah'ın, el-Hicr Sûresi'nde sözkonusu ettiği "bölüşenler"
(bk. el-Hicr, 15/90) olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.
Bu yoruma göre, buradaki temsilin de mahiyeti anla-şdmış olmaktadır Doğrusunu
en İyi bilen Allah'tır.
"Ve azah onlara
farkedemeyecekieri bir taraftan" yani? emniyet içerisinde olduklarını
zannettikleri bir cihetten "geldik .İbn Abbas der ki: Bununla yüce Allah,
kendisiyle Nemrud'u helak ettiği sivri sineği kastetmektedir.
[97]
27. Sonra
kıyamet gününde de onları alçaltacak ve diyecek ki: "Hani haklarında
anlaşmazlığa düşüp düşmanlık iliğini/
ortaklarım nerede?" Kendilerine ilim verilenler: "Bugün muhakkak zillet
ve azap kâfirleredir"
diyeceklerdir.
Yüce Allah'ın:
"Sonra kıyamet gününde de onları alçaltacak" azap ile onları rezil
edecek, onları zelil ve hakir düşürecek "ve diyecek ki: Hani haklanrıda
anlaşmazlığa düşüp düşmanlık ettiğiniz" kendileri sebebiyle peygamberlerime
adavet gösterip düşmanlık yaptığınız "ortaklarım" kendi kanaatiniz
ve iddialarınıza göre Beni bırakıp kendilerine ibadet ettiğiniz uydurma
ilahlar "nerede?" Bu soru azar için sorulacaktır.
İbn Kesir;
"Ortaklarım kelimesini üstün bir "ya" ve hemzesiz olarak; diye
okumuştur. Diğerleri İse "hemze"okumuşlardır. "Anlaşmazlığa
düşüp düşmanlık ettiğiniz" anlamındaki kelimeyi Nâft, (ayûi.) şeklinde
İzafe şeklinde "nün11 harfini esreli olarak okumuştur ki, haklarında bana
düşmanlık ettiğiniz .,, demek olur, diğerleri ise bunu üstün okumuşlardır.
"Kendilerine ilim
verilenler İbn Abbas'a göre meleklerdir; müminler olduktan da söylenmiştir.
"Bugün muhakkak zillet" bu kıyamet gününde aşağılanmak ve küçülmek
"ve azap kafirleredir, diyeceklerdir"[98]
28. Onlar ki
nefirlerine zulm edenler olarak melekler ruhlarım alırken: "Biz hiçbir
fenalık yapmazdık" diyerek teslim olurlar." "Hayır, Allah sizin
bütün yaptıklarınızı çok iyi bilendir.”
"Onlar ki
nefislerine zulm edenler alarak melekler ruhlarım alırken"
buyruğunda anlatılanlar kâfirler İle ilgilidir.
"Nefislerine zulm
edenler olarak" anlamındaki buyruk, hal olarak nasb edilmiştir. Yani onlar
nefislerini helak olunacak yollara itmiş olduklarından kendilerinin zalimleri
olarak melekler ruhlarını alırken "biz hiçbir fenalık yapmazdık* hiçbir
şirk işlemezdik "diyerek teslim olurlar" teslimiyet gösterirler.
Yani ölüm esnasında Allah'ın rububiyetjni ikrar edip, biz kötülük ve şirk
namına bir şey işlemezdik, diyecekler; melekler ise onlara: "Hayır"
siz kötü işler yapıyordunuz "Allah sizin bütün yaptıklarınızı çok iyi
bilendir19 diyeceklerdir.
İkrime der ki: Bu
âyet-i kerime Mekke'de müslüman olup hicret etmeyen ve bu bakımdan Kureyşliler
tarafından zorla Bedir'e çıkartılarak orada öldürülen bir topluluk hakkında
Medine'de inmiştir, O bakımdan Yüce Allah: "Onlar ki" Mekke'de
kalmak ve hicreti terketmek suretiyle "nefislerine zulm edenler olarak
melekler ruhlarını" kabzedip "alırken biz hiçbir fenalık" yani
küfür namına bir şey "yapmazdık, diyerek teslim olurlar" yani onlarla
birlikte çıkışlarıyla onlara teslim olurlar.
Bu, üç şekilde
açıklanmıştır. BirincEsine göre kasıt barıştır bu açıklamayı el-Ahfeş
yapmıştır. İkincisine göre teslimiyet göstermektir bu açıklamayı Kutmb
yapmıştır Üçünsüne göre de itaat edip boyun eğmektir, bunu da Mu-katil dile
getirmiştir.
"Hayır, Allah
sizin yaptıklarınızı çok İyi bilendir." Onların amelleri kâfirlerin
amelleri türündendir, demektir.
Denildiğine göre bazı
müslümanlar müminlerin azlığını görünce müşriklerin yoluna döndüler, bu âyer-i
kerime onlar hakkında İnmiştir.
Birinci görüşe göre
ise kâfir olsun münafık olsun bütün İnkarcılar, dünyadan ancak itaat ile
teslimiyet göstererek, boyun eğerek ve zelil olarak ayrılır. Ancak o sıralar
onlara tevbenin de imanın da faydası olmaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Ama Bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda
vermedi." (e\-Mümİn 40/85^ Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş
bulunmaktadır. Yine el-Enr"al Sûresi'ndede (.8/50-51. âyetlerin
tefsirinde) kâfirlerin sırtlarına vurula vurula canlarını verdikleri
açıklandığı gibi, el-En-âm Sûresi'nde de (6/8. âyetin tefsirinde) benzeri bir
durumdan söz edilmiştir. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı kitabımızda
da söz konusu ettik.
[99]
29. "O
halde içinde ebedi kalıcılar olarak girin cehennemin kapılarından... Büyük İt
nenlerin yeri ne kötüdür!"
"O halde içinde
ebedi kalıcılar olarak" oradan çıkmamak üzere "girin cehennemin
kapılarından..," Bu sözler kendilerine ölümleri sırasında söylenecektir,
demektir. Bu, kabir azabının kendilerine haber verilmesidir, diye de
açıklanmıştır. Çünkü kabir kâfirler için hazırlanmış cehennemin kapılarından
bir kapıdır
Şöyle de
açıklanmıştır: Meselâ, cehennemin ikinci basamağında yer alacaklar birincisi
dolup ta yerlerini almadıkça, yerlerine ulaşmaya çaktır. Birinciden sonra
ikinci basamaktakiler sonra üçüncü basamaktakiler... diye devam edecektir. Bîr
diğer açıklamaya göre cehennemin her bir alt tabakasının ayrı bir kapısı
vardır. Kimi cehennemlikler bir kapıdan, kimileri de diğer kapıdan girerler.
"Büyüklenenlerin"
İmana ve yüce Allah'a ibadete karşı büyüklük tasla-yanlann kalacakları
"yeri ne kötüdür!" Şam yüce Allah bu büyüklenen kimseleri hak olan
sözleri ile: "Çünkü onlara Allah'tan başka İlah yoktur, denildiğinde
büyüklük taslarlardı" (es-Saff'at, 37/35) diye açıklamaktadır.
[100]
30. Takva
sahiplerine: "Rabbiniz ne indirdik denildi Onlar da: "Hayır"
dediler. Bu dünyada iyi hareket edenlere güzellik vardır. Âhi-ret yurdu ise
elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir!
31. Adn
cennetleridir ki, oralara girecekler. Altlarından ırmaklar akar, orada diledikleri
onlarındır, İşte Allah takva sahiplerini böyle mükafatlandırır.
32. Onlar ki melekler hoş ve temiz olarak
ruhlarını alırlarken: "Selâm size! İşleyegeldiklerinizin karşılığı almak
üzere girin cennete derler.
"Takva
sahiplerine: Rabbiniz ne indirdi, denildi onlar da: Hayır, derler yani
Rabbİmiz hayır indirdi, derler, ifade burada sona ermektedir. Buna göre;
Ne" ifadesi tek bir isimden ibarettir.
Araplardan herhangi
bir kimse hac mevsiminde Mekke'ye geldiğinde müşriklere Muhammed (sav) hakkında
soru sorarlar, onlar da: Sihirbaz yahut şair, yahui kahin, ya da mecnundur,
derlerdi- Müminlere de aynı soruyu sorarlar, onlar da: Allah ona hayrı ve
hidâyeti indirdi derler ve bununla Kür'ân'ı Kerim'i kastederlerdi.
Denildiğine göre bu
sözler kıyamet gününde iman ehline söylenecektir.
es-Sâlebî der ki: Eğer
yüce Allah'ın; "Geçmişlerin masalları" (24. âyet) buyruğunda cevap
merfu olduğu halde: "Hayır" buyruğunda ise cevap niçin nasb
edilmiştir diye sorulursa cevabımız şu olur: Müşrikler Allah'ın Kur'ân'ı Kerim'i
indirdiğine iman etmiyorlardı, o bakımdan onlar: Muhammed'in söylediği o şeyler
öncekilerin masallarıdır, demiş gibiydiler, Allah'ın Kur'an'ı indirdiğine iman
eden müminler ise: Hayır indirdi, diye cevap vermiş gibidirler. Bu da i'rabdan
anlaşılan bir husustur. Aîlah'a lıamd olsun.
Yüce Allah'ın:
"Bu dünyada iyi hareket edenlere güzellik vardır" buyruğu ile ilgili
olarak; bu sözler yüce Allah'ın sözleridir, denildiği gibi, takva sahiplerinin
söyledikleri nakledilen sözlerden olduğu da söylenmiştir. "Güzellikken
kasıt cennettir yani şanı yüce Allah'a itaat edenlere cennet verilecektir.
"İyi hareket edenlere" bugün dünyada yardım, fetih ve ganimet
şeklinde bir "güzellik vardır, Hhiret yurdu ise elbette daha
hayırlıdır." Yani onların âlıireue elde edecekleri cennet mükâfatı dünya
yurdundan daha hayırlı ve daha büyüktür. Çünkü dünya fanidir, âhiret ise
bakidir diye de açıklanmıştır.
"Takva
sahiplerinin yurdu ne güzeldir" buyruğu iki şekilde açıklanmıştır.
el-Hasen der ki: Yani takva sahiplerinin yurdu olarak dünya ne güzeldir! Çünkü
onlar bu dünyada işledikleri ameller ile âhiretin mükâfatını ve cennete
girmeyi"kazanmışlardır. Bir diğer açıklamaya göre de anlam şöyledir: Takva
sahiplerinin yurdu olarak âhiret ne güreldir! Bu da cumhurun açıklamasıdır.
Bu açıklamaya göre de;
"Adn cennetleridir ki ...w anlamındaki ifade "yurt" anlamındaki
kelimeden bedel olup bundan dolayı mertli olmuştur. Bunun; O yurt...
cennetleridir" takdiri ile merfu olduğu da söylenmiştir. Bu buyruk, buna
göre yüce Allah'ın: "Takva sahiplerinin yurdu" buyruğunu beyan
etmektedir; yahulta mübtedâ olarak merfu kabul edilebilir; ifadenin takdiri
şöyle olur: Adn cennetleri, takva sahiplerinin yurdu olarak ne güreldir!
"Oraya
girecekler" buyruğu İse sıfat konumundadır. Yani orası girilecek bir
yerdir. "Cennetler" anlamındaki kelimenin rnübtedâ olarak merfu olduğu,
haberinin "oraya girecekler" anlamındaki buyruk olduğu da söylenmiştir.
el-Hasen'in açıklaması buna güre izah edilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
"Altlarından ırmaklar
akar" buyruğunun anlamına dair açıklamalar bundan önce el-Bakara
Sûresİ'nde (2/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Oradadiledikleri
onlarındır" yani temenni edip istedikleri herşey onlara verilecektir.
"İşte Allah takva
sahiplerini böyle mükâfatlandırır." İşte AlLah takva sahiplerini bu
şekilde mükâfatlandırır.
"Onlar ki
melekler, hoş ve temiz olarak ruhlarını alırlarken" buyruğun-dakİ;
"Ruhlarını alırlar" anlamındaki ifadeyi el-A'meş ve Hamza; her iki
yerde de şeklinde "yâ" ile okumuşlardır. Ebu Ubeyd de bunu tercih
etmiştir. Çünkü İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kureyşliler
meleklerin dişi olduklarını iddia ediyorlardı, siz ise onların geçtikleri
yerlerde onları müzekker okuyunuz- Diğer kıraat alimleri ise bunu
"te" île okumuşlardır. Çünkü bununla kastedilen meleklerden bir
topluluktur.
"Hoş ve temiz
olarak" buyruğu ile ilgili altı görüş vardır:
1- Yani
şirkten temiz ve arınmışlar olarak
2- Salih
kimseler olarak
3- Fiil ve
sözleri temiz olarak
4- Yüce
Allah'ın karşılaşacakları mükâfatına güvenerek, gönülleri, nefisleri hoş
olarak
5- Yüce
Allah'a gönül hoşluğu ile yönelerek
6- Vefatları
kâfir ve iyilik ile kötülükleri birbirine karıştırmış kimsenin ruhunun
kabzedildiğinin aksine güzel, kolay, zorluksuz ve acısız olmak suretiyle...
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
"Selâm size ...
derler* buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi selâmın onların
ölümlerinin yaklaştığına dair bir uyan olmasıdır. İkincisi ise bunun cennetle
müjdelendi ki eri anlamında olmasıdır. Çünkü selâm, emandır.
İbn Mübarek şunu
nakletmektedir: Bana Hayve anlattı, dedi ki: Bana Ebu Sahr haber verdi, Ebu
Sahr Mulıammed b- Ka'b el-Kurazi'den naklen dedi ki: Mümin kulun canı boğazına
gelip dayandığında ölüm meleği ona gelir ve ey Allah'ın dostu, selam sanal
Allah'ın sana selamım bildiriyorum, der. Daha sonra su., "Onlar ki
melekler hoş ve temi/ olarak ruhlarını alırlarken selâm size ... derler"
âyetini okudu.
İbn Mesud da der ki:
Ölüm meleği müminin ruhunu kabzetmek için geldiğinde; Rabbinin sana selamını
bildiriyorum, der.
Mücahid de şöyle
demektedir: Mümine gözleri aydın olsun, diye kendisinden sonra çocuklarının
salih kimseler oldukları müjdesi verilir. Biz bu hususlara dair açıklamaları
"et-Tezkire" adlı eserimizde yaptık ve orada bu anlamda vârid olmuş
haberleri de kaydettik. Yüce Allah'a hamd olsun.
Yüce Allah'ın:
"İşleyegeldiklerinizin karşılığı olmak üzere" yani dünya hayatında
İşlediğiniz salih amellerin karşılığında "girin cennete" derler.
Bunun birisi; Size cennete gireceğiniz için müjdeler olsun, anlamında; diğeri
de bu sözlerin onlara âlıirette söyleneceği şeklinde otmak üzere iki anlama
gelme ihtimali vardır.
[101]
33.
Kendilerine o meleklerin gelmesinden yahut Rabbinİn emrinin gelip çatmasından
başkasını mı beklerler? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara
zulmetmedi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Yüce Allah'ın:
"Kendilerine o meleklerin gelmesinden... başkasını mı
beklerler" şeklindeki bu buyruk, kâfirler ile
alakalıdır, Yani onlar, meleklerin zulmetmiş kimseler olarak canlarını almak
için kendilerine gelmesinden başka bİrşey mi beklemektedirler?
el-A'meş, İbn Vessâb,
Hamza, el-Kisaî ve Halef: Kendilerine o meleklerin gelmesi..." şeklinde
"ye" ile okumuşlardır. Diğerleri İse
az önce geçtiği gibi "te" ile okumuşlardır.
"Yahut Rabbinin
emrinin" Bedir günü gibi öldürülmek yahut zelzele yada yerin dibine
geçirilmek gibi azap emrinin... Kıyamet gününün kastedildiği de söylenmiştir.
Onlar aslında bu gibi şeyleri beklemiyorlardı. Çünkü bunlara iman etmiş değillerdi.
Ancak onların iman etmeyişleri azaba uğratılma-larını gerektirmiştir. Bundan
dolayı bu onlara izafe edilmiştir; ki sonunda onların âkibetleri azaba uğramak
olacaktır, demektir.
"Onlardan
öncekiler de böyle yapmışlardı." Küfür üzere ısrar etmişler, bunun üzerine
Allah'ın emri onlara gelmiş ve helak olmuşlardır.
"Allah
onlara" onları azaba uğratmak ve helak etmekle "zulmetmedi; fakat
onlar kendilerine" şirk koşmak suretiyle "zulmediyorlardı."
[102]
34. Bunun
için işlediklerinin cezası onlara isabet etti. Alay edip durdukları da
kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.
"Bunun için
işlediklerinin cezası onlara isabet etti" buyruğunda takdim ve te'hir
olduğu söylenmiştir, ifadenin takdiri şöyledir: İşte onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı; o bakımdan işlediklerinin cezası onlara gelip çatmıştı.
Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı; bu sebebcen
dolayı küfürlerinin ve kötü amellerinin cezalan onları gelip buldu.
"Alay edip
durdukları" yani alaylarının cezası "da kendilerini çepeçevre
kuşatıverdi" etraflarını dolanıp sardı[103]
35.Ortak
koşanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da
kendisinden başka hiçbir şeye İbadet etmez, O'nun emrine aykırı olarak hiçbir
şeyi haram kılmazdık." Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı.
Peygamberlere apaçık tebliğden başka bir görev var mı?"
"Ortak koşanlar
dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka
hiçbir şeye ibadet etmez" buyruğundaki; Hiçbir şeye"
buyruğundakl edatı sıladır.
Zeccac der ki: Onlar
bu sözlerini alay olsun diye söylemişlerdi. Eğer onlar bu sözlerini İnanarak
söylemiş olsalardı elbette mümin olurlardı. Bu buyruğun gerek manası, gerek
i'rabı ile ilgili açıklamalar bundan önce el-En'am Sûresi'nde (6/128. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunduğundan burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
"Kendilerinden
öncekiler de böyle yapmışlardı" buyruğu onlardan öncekiler de
peygamberlere bu şekilde yalanlama ve alay ile karşılık vermişler ve bunun
sonucunda helak edilmişlerdi.
"Peygamberlere apaçık
tebliğden başka görev var mı?" Yani onlara tebliğden başka görev yoktur.
Hidâyet ise yüce Allah'a aittir.
[104]
36. Andolsun
ki Biz her ümmet arasında: "Allah'a ibadet edin ve tâ-ğûttan kaçınin71
diye bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimilerine hidâyet verdi.
Kiminin aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezinin de
yalanlayanların sonu nasıl oldu, görün.
"Andolsun ki Biz
her ümmet arasında Allah'a ibadet edin" Allah'a ibadet edin, O'nu tevhid
edin "ve tâğâttan kaçının" yani tapınılan şeytan, kâhin, put gibi
Allah'ın dışındaki her türlü ma'budu ve sapıklığa davet eden herkesi terkedin
"diye bir peygamber göndermiştedir. Allah İçlerinden kimine hidâyet
verdi" kimine kendi dinine ve kendisine ibadete ulaşmak yolunu gösterdi
"kiminin aleyhine olmak üzere sapıldık hak oldu." Yani bu konudaki
ilâhî hüküm gereğince sapıklık hükmü hak oldu ve sonunda o kimse küfür üzere
öldü.
Bu da kaderiyenin
kanaatini reddetmektedir. Çünkü kaderiye yüce Allah'ın bütün insanlara hidâyet
ve hidâyete ulaşma tevftktni verdiğini iddia etmişlerdir. Şanı yüce Allah ise
şöyle buyurmaktadır: "Allah içlerinden kimine hidâyet verdi, kiminin
aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu." Bu hususa dair açıklamalar daha
önce bir çok yerde geçmiş bulunmaktadır.
"Şimdi
yeryüzünde" ibret almak üzere "gezinin de yalanlayanların sonu nasıl
oldu" yani onların sonunda nasıl yıkıldıklarını azab ve helake uğradıklarını
"görün."
[105]
37. Onların
hidâyete ermeleri için hırs göstersen de şüphesiz Allah dalâlette bırakmayı
dilediği kimseye hidâyet vermez. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
"Onların hidâyete
ermeleri için hırs göstersen" ey Muhammed, olanca gayretinle onların
hidâyete ermelerini istesen "de şüphesiz Allah dalâlette bırakmayı
dilediği kimseye hidâyet vermez." Yani Allah, saptırdığı kimseye doğruyu
göstermez. Bu da şu demektir: Allah'ın hakkında dalâleti takdir ettiği kimseye
Allah hidâyet vermez, İbn Mesud ve Kufelilerin kıraati bu şekildedir. Buna
göre; Hidâyet verir" ifadesi müstakbel (muzari) bir fiildir. Bunun mazisi
ise; Hidâyet verdi" hidâyet buldu,
şeklindedir. Kimse" ise "hidâyet verir" fiili ile nasb
mahallindedir. Bununla birlikte; Hidâyet verdi, verir" fiilinin; Hidâyet
buldu, bulur" anlamında olması da mümkündür (O takdirde bu buyruklar:
Şüphesiz Allah'ın saptırdığı kimse hidâyet bulamaz, anlamında olur,) Bu
açıklamayı Ebu Ubeyd, el-Ferrâ'dan nakletmektedir. el-Berra der ki: Nitekim
yüce Allah'ın; Yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan
mı" (Yunus, 10/35) şeklinde ve; anlamında (mealde de öyle verilmiştir)
okunduğu gibi. Ebu Ubeyd der ki: Biz el-Ferrâ'dan başka böyle bir rivayette
bulunan kimse bilmiyoruz. Bununla birlikte el-Ferra naklettiğiyle itham altında
değildir.
en-Nahhâs der ki: Bana
Muhammed b, Yezid'den nakledildiğine göre; Dalâlette bırakmayı dilediği kimseye
hidâyet vermez"
buyruğu sanki Allah'ın
dalâlette kalacağını bildiği ve bu konuda onun hakkında böylece takdirde
bulunduğu kimse anlamında gibidir. şeklinin, şeklindeki ile aynı anlamda
olması, ancak fiilin; veya şeklinde olması halinde mümkün olur. el-Ferra'nın
görüşüne göre de anlamındadır. Bu durumda da ref mahallinde olur. Buna ait
olan "he" zamiri Ese sıladan hazf edilmiş olur. şüphesiz"m ismine
ait olan zamir ise; Dalâlette bırakmayı dilediği" buyruğunda-ki zamirdir.
(el-Ferrâ'nın bu okuyuşunun anlamı da az önce verilmiş bulunmaktadır.)
Diğerleri ise; şeklinde "ya" harfi ötreli "dal" harfi de üstün
olarak okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir.
Anlamı da şöyle olur: Allah'ın saptırdığı kimseye hiçbir kimse hidâyet veremez,
Buna delil de yüce Allah'ın: "Allah kimi saptırırsa artık onu doğ ruyolu
iletecek olmaz."(el-Araf', 7/186) buyruğudur. Buradaki; Kimi" ise
meçhul fiilin naibi faili olmak üzere ref mahallindedir ve aynı zamanda;
Kimse" anlamında ism-i mevsûldur. Ona ait zamir ise hazfedilmiş,
sılasındaki mukadder zamirdir. "Şüphesiz Allah" anlamındaki;
Şüphesizdin ismine ak olan zamir ise; Dalâlette bırakmayı dilediği"
fiilin-deki gizli zamirdir.
"Onların hiçbir
yardımcıları yoktur" buyruğunun anlamına dair açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.[106]
38. Onlar
var güçleri ile: "Ölecek kimseyi Allah diriltmez diye Allah adına yemin
ettiler. Hayır, öyle değil. Bu, O'nun gerçekleş-lirmcyi üzerine aldığı hak bir
vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
-Onlar var güçleri
ile.... Allah adına yemin ettiler" buyruğu, onların yap-tıklarının hayret
edilecek bir iş olduğunu anlatmaktadır. Çünkü onlar Allah adına yemin ettiler.
Yeminlerini alabildiğine ileri dereceye götürerek ölen kjro-seleri Allah'ın
diriltmeyeceğini söylediler. Bu söylediklerinin hayret edilecek birşey olduğuna
gelince; onlar bir taraftan Allah'ı ta'zim ettiklerini izhar ediyor ve O'nun
adına yemin ediyorlar, sonra da O'nun ölüleri diriltmekten âciz olduğunu ileri
sürüyorlar. Ebul-Âliye der ki: Müslümanlardan birisinin müşrikten alacağı
vardı. Alacağını ödemesini istediğinde: Ölümden sonra benim umduğum da şudur.,,
demişti. Bunun üzerine müşrik kişi Allah adına yemin ederek; Allah ölenleri diri
İtmeyecektir diye söyleyince bu âyet-i kerime nazil oldu.
Katade der ki: Bize
nakledildiğine göre İbn Abbas'a bir adam şöyle demiş: Ey ibn Abbas, bazı
kimseler Hz. Alî'nin kıyamet kopmadan önce öldükten sonra tekrar diriltilip
gönderileceğini iddia etmektedirler ve bu âyet-i kerimenin buna işaret
ettiğini söylemektedirler. İbn Abbas dedi ki: Yalan söylüyor o kimseler. Çünkü
o âyet-i kerime bütün insanlar için umumîdir. Eğer Ali kıyamet gününden önce
gönderilecek olsaydı, ondan sonra hanımları başkaları İle nikahlanmaz, onun
mirasını paylaştırmazdı,
"Hayır" bu
onların iddialarım red etmektedir. Hayır mutlaka Allah onları tekrar
diriltecektir. Bu onun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak Wtr vaaddır"
buyruğu müekked bâr masdardır Çünkü yüce Allah'ın: "Onları
diriltecektir" ifadesi bu husustaki vâde delildir; yahutla Öldükten sonra
diriliş vaadi hak bir vaaddir" anlamındadır.
"Fakat insanların
çoğu" kendilerinin öldükten sonra diriltileceklerini
"bilmekler."
Buhârîde Ebu
Hureyre'den nakledilen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Yüce Allah buyurdu ki: Âdemoğlu -Beni yalanlamak ona düşmediği halde,
Beni yalanladı, Âdemoğlu Bana kötü söz söylemek ona yakışmadığı halde bana kötü
söz söyledi. Beni yalanlaması. Beni ilkin yarattığı gibi tekrar beni iade
etmeyecektir, şeklindeki iddiasıdır. Bana dil uzatması ise; Allah evlad edindi
demesidir, Halbuki Ben bir ve tekim, samedtm, doğmamış ve doğurmamış olanım ve
hiç kimse kendisine denk olmayanım"[107] Bu
hadis önceden de (el-Bakara, 2/116. âyet ikinci başlıkta) geçtiği gibi Üe-ride
de (el-Alızab, 33/57. âyet 1. başlıkta) gelecektir[108]
39. Hakkında
ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklasın, inkâr edenler de kendilerinin
gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye.
"Hakkında
ayrılığa düştükleri şeyleri" öldükten sonra diriliş ile ilgili hususları
"onlara açıklasın" onlara açıkça göstersin; öldükten sonra dirilişi
"inkâr edenler" ve gerçekleşmeyeceğine dair yemin edenler "de
kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye."
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Andolsun ki Biz her ümmet arasında
kendilerine hakkında anlaşmazlığa düştükleri lîususları açıklasın diye bir
peygamber göndermişizdir. Müşriklerle müslümanlann anlaşmazlığa düştükleri
hususlar ise pek çoktur. Öldükten sonra diriliş bunlardandır, putlara tapmak
bunlardandır; bir topluluğun Muhammed'in hak olduğunu kabul ettikleri halde
atalarını taklid etmeleri ve peygamberi izlemelerini engellemiş olması -Ebu
Ta-Hb gibi...- da bunlardandır.
[109]
40. Birşeyi
dilediğim İz zaman sözümüz sadece ona: "Ol" dememizden ibarettir. O
da derhal oluverir.
Yüce Allah, böylelikle
yaratmanın kendisine ne kadar kolay olduğunu bildirmektedir. Yani ölenieri
diriltmek istediğimiz zaman gerek onları diriltmek isteyişimizde gerekse de
yaptığımız başka herhangi bir hususta bizim için yorulmak, bitkinlik söz
konusu olmaz; çünkü Biz sadece ona; "ol" deriz o da derhal oluverir
Tbn Âmir ve d-Kisâî' O
da derhal oluverir" buyruğunu nasb ile; Dememize" atf ile okumuştur.
ez-Zeccac şöyle der:
Bunun; Ol" emrinin cevabı olarak nasb ile gelmesi de mümkündür. Diğerleri
ise; O da derhal oluverir" anlamında olmak üzere ref ile okumuşlardır.
Buna dair yeterli açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresfnde (2/117, âyet 4.
başlık vd.) geçmiş bulunmaktadır. İbnu'I-Enbârî der ki: Burada şanı yüce
Allah, yaratılmadan önce Allah nezdinde bilinenler hakkında "şey"
lafzını kullanması bizzat varedilmiş ve görülmüş gibi oluşundan dolayıdır.
Ayet-İ kerimede
Kur'ân'ı Kerim'in mahluk olmadığına delil vardır. Çünkü eğer yüce Allah'ın;
"Ol" buyruğu yaratılmış olsaydı, bunun da ikinci bir söze gereği
olurdu. İkincisinin üçüncüsüne ...ihtiyacı olur ve böylelikle iş teselsül edip
giderdi ki bu da imkânsızdır. Yine bu âyet-i kerimede şanı yüce Allah'm
bayrıyla, şerriyle, faydahsıyla, zararlı siy] a bütün olayların irade edicisi
olduğuna da deli? vardır.
Buna delil de şudur:
Bir kimse kendi egemenlik alanı çerçevesinde hoşuna gitmeyecek bir şey görecek
ve bunu da istemeyecek olursa, bu iki se-bebten dolayı söz konusu olur. Ya onu
Farketmeyen ve bilmeyen birisidir ya-Iıutta ona güç yetiremeyen ve bu konuda
yenik düşürülen birisidir. Şanı yü-ce Allah'ın sıfatları arasında bunları
düşünmek mümkün değildir. Diğer taraftan yüce Allah'ın kulların kazandıkları
fiilerin de yaratıcısı olduğuna dair deliller ortadadır. Onun İmde etmediği
halde herhangi birşeyi yapması da imkânsızdır.
Çünkü fiillerimizin
büyük bir çoğunluğu bizim maksad ve irademize muhalif olarak husule
gelmektedir. Şayet şanı yüce Rabbimiz, bunları imde eden olmasaydı, Kilerin
kasıtsız olarak meydana gelmiş olmaları gerekecekti. Ancak bu tabiatçıların
(materyalistlerin) sözleridir. Muvalıhİdler ise bunun aksini ve tutarsız
olduğunu icma İle kabul etmişlerdir[110]
41.
Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenleri Biz dünyada elbette güzel
bir şekilde barındıracağız. Âhiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür; bilmiş
olsalardı.
Yüce Allah'ın;
"Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenleri..." buyruğunda
sözü edilen hicretin anlamına dair açıklamalar daha önce en-Ni-sa Sûresi'ndc
(4/100. âyet 5. başlıkta) geçmiş bakınmaktadır
Hicret: AlIaU yolunda
yahut Allah'ın dini için vatanları, aile ve yakınları terketmek ve aynı zamanda
günah ve kötülükleri de terketmek demektir
Buradaki: " Allah
yolunda" buyruğundaki; "…de, da'1 edatının "lam" anlamında
olup "Allah için hicret edenleri ..." anlamını verdiği söylenmiştir.
"Zulmedildikten"
yani Allah yolunda azaba uğratıldıktan sonra . Bu âyet-i kerîme Süheyl, Bilal,
Habbab ve Ammar hakkında inmiştir. Mekkeliler istediklerini onlara söyletinceye
kadar işkence etmişlerdi. Mekkeliler onları serbest bırakınca da Medine'ye
hicret etmişlerdi. Bu açıklamayı eî-Kelbî yapmıştır.
Âyet-i kerimenin Ebu
Cendel b. Süheyl hakkında indiği de söylenmiştir.
Ebu Katade der kî: Burada
maksad Muhammed (sav)m ashabıdır. Mekke'de müşrikler onlara zulmetmişler ve
yurtlarından çıkarmışlardıs sonunda onlardan bir kesim Habeşistan'a gitmişti.
Daha sonra yüce Allah onları hicret yurduna yerleştirmiş ve müminlerden onlara
yardımcılar takdir buyurmuştu. Bununla birlikte âyet-i kerime herkesi
kapsamına almaktadır.
"Biz dünyada
elbette güzel bir şekilde barındıracağız" buyruğundaki "güzel bir
şekilde" ifadesi ile ilgili altı türlü açıklama yapılmıştır:
1- Bundan
kasıt Medine'ye yerleşmektir. Bu açıklamayı îbn Abbas, el-Ha-sen, Şa'bî ve
Katade yapmıştır.
2- Maksad
güzel rızıktır. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
3- Düşmanlarına karşı yardım edeceğiz, demektir.
Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.
4- Onlara
dûğru sözlülük ve güzel övgü ihsan edilecektir. Bunu da İbn Cü-reyc
nakletmektedir.
5- Bundan
kasıt fethedip ele geçirdikleri ülkelerle ellerine geçirdikleri, yönetimleri
altına aldıkları bölgelerdir.
6- Maksad
dünyada onlardan sonra kalan, onların övgü ile anılmaları ve dünyada
soylarından gelenlerin sahip oldukları şereftir.
Yüce Allah'ın lutfu
ile onlar bütün bunları elde edebilmişlerdi, Allah'a hamd olsun.
"Âhiret mükâfatı
İse mutlaka daha büyüktür" yani Allah Teâla'nın âhi-rette vereceği mükâfat
herhangi bir kimse tarafından görülmeden önce bilinemeyecek kadar büyüktür:
"Nereye bakarsan orada pek çok nimetler ve büyük bir saltanat
görürsün." (el-lnsan, 76/20)
"Bilmiş
olsalardı" yani keşke zalimler bu gerçeği bilmiş olsalardı. Bunun
müminlere raci olduğu da söylenmiştir. Yani eğer müminler âh i ret sevabını
görüp müşahede edecek olsalar, onun mükâfatının dünya hayatındaki güzelliklerden
daha büyük olduğunu da bileceklerdir.
Rivayete göre Ömer b.
el-Hattab (ra) muhacirlere devletten atiyyel erini ödediğinde şöyle dermiş: Bu,
Allah'ın size dünyada vaı d ettiğidir. Âhirette sizin için sakladıkları ise
elbette daha çoktur. Sonra da onlara bu âyet-i kerimeyi okurdu.
[111]
42. Onlar,
sabredenler ve ancak Rabblerine tevekkül edenlerdir:
" Onlar"
buyruğu bir önceki âyet-i kerimede geçen; "... ler-den" bedeldir.
Bunun; "onları elbette barındıracağız'K*nlamında-ki zamirden bedel olduğu
söylendiği gibi, bunun "onlar dinleri iteere sabredenlerdir"
takdirinde olduğu da söylenmiştir.
"Ve ancak
Rabblerine tevekkül edenlerdir" bütün işlerinde O'na güvenip
dayananlardır.
Tahkik ehli bazı
kimseler şöyle demiştir: İnsanların en hayırlısı bir musibet ile karşı karşıya
kaldığında sabreden, bîr işten acze düştüğünde tevekkül edendir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, sabredenler ve ancak Rabblerine
tevekkül edenlerdir.'[112]
43. Biz
senden önce de kendilerine vahyettiğimte erkeklerden başkasını peygamber
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.
44. (Onları)
apaçık belgelerle, kitaplarla (gönderdik). İnsanlara kendilerine ne
indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu zikri
indirdik.
Yüce Allah'ın:
"Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını
peygamber göndermedik" buyruğundaki; "Vahy ettik* ifadesi genel
olarak; şeklînde "ya" ile ve "ha"
harfi üstün olarak okunmuştur[113]
Hafs ise Asım'dan -İşaret edilen şekilde- "azamet nunu" ve
"ha" harfini esreli olarak okumuştur. Bu âyet-i kerime Muhammed
(sav)ın peygamberliğini inkâr edip: Allah elçisi insan olmayacak kadar
büyüktür, ne diye bize bir melek göndermedi, diyerek peygamberliğini inkar
eden Mekke müşrikleri hakkında inmiştir. Yüce Allah onların bu iddialarını:
"Biz senden önce* ey Muhammed, geçmişteki ümmetlere "de kendilerine
vahyettlğimîz erkeklerden" Âdemogullanndan "başkasını peygamber
göndermedik" buyruğu ile onların iddialarını reddetti.
"Eğer
bilmiyorsanız zikir ehHne sorun." Sufyan der ki: Bununla kitap ehlinin
müminlerini kastetmektedir. Onlara sorduğunuz takdirde bütün peygamberlerin
birer beşer olduğunu size haber vereceklerdir. Anlamın" şöyle olduğu da
söylenmiştir: Si^ kitap ehline sorunuz, onlar iman etmeseler dahi bütün
peygamberlerin beşer arasından gönderildiğini iti raf-.edeceklerdir. Bu anlamdaki
bir açıklama İbn Abbas ve Mücahıd'den de rivayet edilmiştir İbn Abbas der ki:
Zikir ehli Kur'ân ehli demektir. îlim ehli oldukları da söylenmiştir ki,
anlamları birbirlerine yakındır.
"Apaçık
belgelerle ve kitaplarla" denildiğine göre "apaçık belgelerle"
anlamındaki buyruk, "göndermedik" buyruğuna taailuk etmektedir.
İfadede takdim te'hir vardır. Yani Biz senden önce apaçık belgelerce ve
kitaplarla ancak kendilerine vahy ettiğimiz erkekleri peygamber olarak
göndermişizdir. Bu el-Kelbî'nİn görüşüdür.
Şöyle de
açıklanmıştır; ifadede "gönderdik" buyruğunun delil olduğu hazfedilmiş
sözler de vardır. Biz onları apaçık belgelerle ve delillerle gönderdik,
demektir. Bu durumda "apaçık belgelerle" buyruğu
"göndermedik" anlamındaki buyruğa taalluk etmemektedir. Çünkü;
Başka" edatından önceki ifadeler (bu buyrukta göndermedik anlamındaki
fiildir) bu edattan sonra gelen ifadelerde amel etmez. O bakımdan bu, takdiri
olarak var olduğu kabul edilen "gönderdik" fiiline taalluk etmekte
olup, onları apaçık belgelerle gönderdik, demektir. "Apaçık
belgeler" anlamındaki kelimenin ^bilmiyorsanız" anlamındaki [afzın
mefulu olduğu ve "apaçıkbelgelerle" anlamındaki kelimenin başındaki
"be" harfinin zâid olduğu, yahutta
kastediyorum" takdiri ile nasb edildiği de söylenmiştir. Nitekim
el-Aşa da şöyle demiştir:
"Kabileye korku
salan birşey gelecek olursa o koruyamaz da Böyle bir söz de söyleyemez; ancak o
ayıplanan bir kimsedir."
Bu ifade, bu
sözlerimle ayıplanan kimseyi kastediyorum, anlamına gelir. "Apaçık
belgelerden kasıt kesin deliller ve burhanlardır. "ez-Zubur" ise
kitaplar demektir. Buna dair açıklamalar daha önce
Al-i İmran Sûresi'nde (3/184. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"İnsanlara* ahkâm
vaad ve tehdit türünden olan şeylerden "ne indirildiğini'' söz ve
davranışlarınla "açıklayanın ve onlar iyice düşünsünler" ve
böylelikle ibret alsınlar "diye sana da bu zikri" yani Kur'an'ı
"indirdik." Buna göre Rasûlullah (sav) şanı yüce Allah'ın Kitabında
mücmel bıraktığı namaz, zekât ve buna benzer etraflıca açıklamamış olduğu
hükümlerden, yüce Allah'ın muradını beyan edicidir. Bu anlamdaki açıklamalar
bundan önce kitabımızın mukaddimesinde yeteri kadarı ile geçmiş bulunmakladır.
[114]
45. Kötülükleri planlayanlar Allah'ın kendilerini
yere batıracağından, yahut farkedemeyecekleri bir taraftan kendilerine azabın
gelip çatacağından yana emin mi oldular?
46. Yahut
onlar dönüp dolaşırken kendilerini-yakalayıvermesin-den... Onlar âciz
bırakamazlar.
47. Yahut
kendilerini korku içerisinde iken yakalamasından. Rab-biniz gerçekten Raûftur,
Rahimdir.
"Kötülükleri
planlayanlar Alin hin kendilerini yere batıracağından... emin mi oldular"
buyruğu İslâm'ı çürütmek uğrunda bir takım hile ve yollara başvuran müşriklere
tehdittir. İbn Abbas der ki: Kendilerini Karun'u yerin dibine batırdığı gibi
batıracağından yana emin mi oldular?
Yerin bir parçası yerin
dibine geçü" demektir. Allah onu
yerin dibine geçirdi" anlamındadır. Yüce Allah'ın: Bizonu da evini de
yere geçirdik" (el-Ka-sas, 28/81) buyruğu da buradan gelmektedir. Aynı
şekilde; Yerin dibine geçti" denildiği gibi; Yerin dibine geçirildi' de denilir.
Âyet-i kerimedeki soru
inkâr anlamındadır. Yani onlar yalanlayanların başına gelen ceza gibi bir
cezasının kendilerini de gelip bulmayacağından yana emin olmamalıdırlar.
"Yahut" Lut
kavmine ve başkalarına yapıldığı gibi farkedemeyecekleri bir taraftan
kendilerine azabın gelip çatacağından yana emin mi oldular?" Bunun-ia
Bedir gününün kast edildiği de söylenmiştir. Çünkü onlar o gün lıelâk edildiler
ve hesaplarına hiç öyle bir şeyi katmamışlardı.
"Yahut
onlar" Katade'nin açıklamasına göre yolculuk ve tasarruflarında bulunarak
"dönüp dolaşırken kendilerini yakalayıvermesinden- Onlar aciz
bırakamazlar." Onlar Allah'tan kurtulumazlar, anlamındadır.
"Onlar dönüp
dolaşırken" ifadesinin yalaklarında dönüp dururlarken ve
nerede olurlarsa olsunlar, anlamında olduğu söylendiği
gibi; ed-Dahhak gece ve gündüz gidip gelirlerken, diye açıklamıştır.
"Yahut
kendilerini korku içerisinde iken.,," İbn Abbas, Mücahid ve diğerlerinin
açıklamasına göre mallarından, davarlarından ve ekinlerinden eksiltmek
suretiyle "yakalamasından." İbnu'J-A'râbî de böyle demiştir: Yani
mal, can ve meyve, mahsullerini gittikçe azaltıp eksilterek sonunda onlara
tamamıyla helak edinceye kadar bunu sürdüreceğinden yana (emin mi oldular)?
ed-Dahhak: Korku
içerisinde iken" ifadesinin (korku demek olan) "lıavP'den geldiğini
söylemiştir. Yani o, bir kesimi azab ile yakalayıp diğer bir kesimi terk etmek
suretiyle geri kalan kesimin de helak edilenlerin başına inenin benzerinin
üzerlerine ineceğinden korkması demektir.
el-Hasen der ki:
"Korku içerisinde iken" ifadesidir kasabayı helak ile yakalarken,
diğer kasabanın da aynı helakten korkması demektir. Bu da bir önceki sözün
aynısıdır, Her ikisi de birinci anlama racidir, Eksilmek" demektir,
ile Zaman onun imkânlarım eksiltti"
anlamındadır. Mesela;'an kişi benim hakkımı eksik verdi1' anlamındadır. Şair
Zu'r-Rimme der ki:
"Hayır, bilakis
kimi zaman bîr bulutun, kimi zaman da dostça toprak kaldıran Sıcak yaz
rüzgârının hakkını eksik verdiği bir diyara olan iştiyaktır o."
Şair Lebid de şöyle
demektedir:
"Benim konaklayıp
göçüşüm onu{n etini) eksilti (rahatlattı)."
Yani onun etini,
yağını azalttı. el-Heysem bin Adiy de der ki: "( ^yciı ) Eksiltmek"
anlamında Ezdişenûelilenn şivesinde kullanılır. Sonra da şu beyîti nakleder:
"Onların ahitlerin.de
duralayışları benim malımı eksiltip durdu
Ve sonunda boynuma sea
çıkartan zincir ve halkaları hediye bıraktı."
Said b. el-Müseyyeb de
der ki: Ömer b. el-Hattab Ir.a) minber üzerinde iken şöyle dedi: Ey insanlar
yüce Allah'ın: "Yahut kendilerini korku içesin-de iken
yakalamasından" buyruğu hakkında ne dersiniz? Hazır bulunanlar seslerini
çıkarmadılar. Üzeyroğullanndan bir adam kalkıp şöyle dedi: Bu birim
kullandığımız bir şivedir. Ey müminlerin emiri, burada "korku içerisindeyken*
ifadesi eksiltirken demektir. Bunun üzerine bir adam kalkıp şöyle dedi: Ey
filan alacağının durumu ne oldu, o: Onu eksiltim (tehavvuf) dedi. Adam-dönüp
Hz. Ömer'e durumu bildirince Hz. Ömer: Peki Araplar bunu şiirlerinde bu
anlamda kullanmışlar mıdır deyince; evet dedi. Bizim kabilenin şairi Ebu Kebir
el-Huzelî oldukça irileşmiş ve dolmuş haldeki hörgüçü yolculuk dolayısıyla
eksilen, zayıflayan devesini §u beyitiyle vasfetmektedir:
"Yolculuk onun
üst üste yığılmış ve semirmiş hörgüciinü eksiltip durdu. Tıpkı keserlerin kayın
dalını eksiltip İnceltmeleri gibi.
Bunun üzerine Hz. Ömer
şöyle dedi: Ey insanlar, divanınız olan cahiliye şiirini iyi bilmeye bakınız.
Çünkü orada Kitabınızın tefsiri ve sözlerinizin manaları vardır
el-Leys b. Sa'd der
ki: Burada; Korku içerisinde iken" ifadesi çabucak ve alelacele
anlamındadır. îşlerniş olduğunuz günahlarınız dolayısıyla sizleri azarlayarak
... anlamında olduğu da söylenmiştir. Bü açıklama îbnl Abbas'dan da rivayet
edilmiştir. Katade ise der ki: "Korku içerisinde iken yakalamasından"
cezalandırmasından yahut afetmesinden ... demektir.
"Rabbiniz
gerçekten Raûftur, Rahimdir." Cezalandırmakta acele etmez, mühlet verir.
[115]
48. Allah'ın
yarattığı şeylerin gölgelerinin, zilletle ve itaat ediciler olarak, durmadan
sağa-sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?
Hamza, el-Kisaî,
Halef, Yahya ve el-A'meş, bütün insaniara hitap oimak üzere " Görmüyor
musunuz" anlamında "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise,
kötülükleri planlı yanlardan haber vermek üzere "ye" e okumuşlardır.
Tercih olunan kıraat şekli de budur.
"Yarattığı
şeylerin" yani, gölgesi bulunan ve dik duran ağaç veya dağ gibi her bir
cismin.,. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Her ne kadar bütün eşya Allah'ın
buyruklarını dinleyip itaat ediyor ise de, özel olarak bunlar zikredilmiştir.
"Gölgelerinin
zilletle ve itaat ediciler olarak durmadan sağa sola dönerek" anlamındaki
buyrukta geçen: Gölgelerinin... sağa sola
dönerek"
anlamındaki buyruğu, Ebu Amr, Yakub ve başkaları, "gölgeler" kelimesinin
müennesliği dolayısıyla "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise
"ye" ile okumuşlardır. Ebu Ubeyd, bu okuyuşu tercih etmiştir. Bir
taraftan bir tarafa eğilip durarak... anlamındadır. Çünkü gölge, günün
başlangıcında bir halde iken, daha sonra çekilip arkasından da günün sonuna doğru
bir başka hale avdet eder. Göîgenin bîr yerden bir başka yere dönüp durması ve
meyletmesi onun secdesidîr. İşte bu bakımdan akşam üzeri gölgesine, Dönmek
(gölge)" adı verilmiştir. Çünkü bu durumda gölge batıdan doğuya doğru
dönmüş olur. Dönüşf dönmek" anlamındadır. Yüce Allah'ın: Allah'ın emrine
dönünceye kadar" (el-Hucurât, 49/9) buyruğu da buradan gelmektedir. Bu
anlamda bir açıklama, ed-Dalıhâkf Ka-tâde ve başkalarından da rivayet
edilmiştir. Yine bu anlamdaki açıklamalar, daha önce Ra'd Sûresi'nde (13/15.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Bu buyrukla cismin
secde etmesini kastetmektedir Cismin secde etmesi ise, onun emre itaat etmesi
ve onda ilahi sanatın etkilerinin görülmesi demektir. Bu da bütün cisimler
hakkında umumidir.
"Zilletle ve
itaat ediciler olarak" boyun eğenler ve küçülmüşler olarak, demektir.
Küçüklük ve zillet" anlamındadır. Adam küçüldü, zelil oldu"
demektir. İsm-i faili diye gelir. Allah onu zelil etti" anlamındadır. Şair
Zu'r-Rimme de şöyle demektedir:
"Geriye Muhayyis
denilen hapishanede zelil olan bir kimse ile Topraklarından başka yerde
deliğine sinmiş kimselerden başkası kalmadı."
el-Maverdi, bu beyti
bu şekilde Zu'r-Rimme'ye nisbet etmiş, el-Cevherî bu n Ferezdak'a ait olduğunu
söylemiş ve "el-Muhayyis" denilen yerin bir zamanlar Irak'ta bulunan
bir hapishanenin adı olduğunu belirtmiştir. Zillet gösterilen, zelil olunan
yer demektir. Bir başkası (-Ali r,a.-) de şöyle demektedir:
"Sen benim akıllı
mı akıllı olduğumu görmüyor musun?. Nâfî' denilen hapishaneden sonra
Mtıhayyis'i bina ettim,"
"Yemîni Sağ"
buyruğunda, "sağHı tekil olarak kullandığı halde "şimal; Sol"
kelimesini çoğul kullanmıştır. Çünkü "yemin* kelimesi tekil olsa bile
çoğul anlamını verir. Şayet "sağlara ve sollara", "sağ ve sollara"
yahut da "sağa ve sola" ya da "sağlara ve sola" denilse
yine caiz olur. Çünkü anlam çokluk ifade etmek içindir. Aynı şekilde bîr şeyde
İki alâmet bir arada bulunduğu takdirde birisini çoğul, birisini de tekil
getirmek Arapların adetidir. Yüce Allah'ın: Allak kalplerine ve kulaklarına da
mühür vurmuştur" (el-Bakara, 2/7) buyruğu İle;
Onları karanlıklardan
nura çıkarır" (el-Ba-kara, 2/257) buyruklarında olduğu gibi. Şayet bu
âyetlerde: Onların kulaklarına" ve; Nurlara" denilmiş olsaydı, bu da
caiz olurdu. Bununla birlikte "yemin: Sağ" kelimesinin; 'ın lafzına,
"sola" kelimesinin de onun manasına irca' edilmesi dolayısıyla bu
şekilde gelmiş olduklarını kabul etmek mümkündür, Arap dilinde bunun benzeri
pek çoktur. Şair der ki:
"Gelenler ve
Teymliler, Sebe' diyarının dağlarının zirve sindedirler Camışların derisi
onlann boyunlarım yaralamış bulunuyor."
Görüldüğü gibi, burada
şair; Deriler" demeyerek "deri" demekle
yetinmiştir,
Şöyle de
açıklanmıştır: "Sağ" anlamındaki kelimenin tekil zikredilmesi, güneş
doğduğunda bir kimse kıbleye karşı ise gölgesi sağa doğru yayılır. Son-ra da
bir şekilde şimale (kuzeye) doğru meyleder, sonra da sola birçok hallerde
meylettiğinden dolayı çoğul olarak, (Sollarla) dîye buyurulmuş-[116]
49. Göklerde
olan, yerde olan canlılar ve melekler de biç kibirlenmeden Allah'a secde
ederler.
50.
Üstlerinde (hakim) olanRabblerinden korkarlar ve emrolunduk larını yaparlar.
“Göklerde olan, yerde
olan canlılar" yani, yerüzerınde hareket eden her bir canlı varlık
"ve melekler de* yani, yeryüzünde bulunan melekler de Rabb-lerine
"hiç kibirlenmeden Allah'a secde ederler." Özellikle yer meleklerini
sözkonusu etmesi, mevki itibariyle şereflerinden dolayıdır. Yüce Allah, onları
diğer canlılardan -canlıların kapsamına girseler biie- ayrıca ve müstakil
olarak zikretmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "O ikisinde meyveler, kurma
ağaçlan ve nar vardır" (er-Rahmân, 55/68) buyruğunda olduğu gibi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Meleklerin ayrıca zikredilmeleri, kanatlı oluşlarından ve
böylelikle de diğer canlıların kapsamına girmeyişlerinden dolayıdır. İşte bu
sebeble ayrıca zikrolummuşlardır
Yüce Allah'ın;
"Göklerde olan... Allah'a secde ederler" buyruğu ile melekler,
güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar ve bulutlar; ''yerde olan canlılar" buyruğu
İle de yeryüzü meleklerinin de secde ettikleri belirtilmektedir. Bütün bunlar
Rabblerine ibadete karşı büyüklenmezler, İşte bu, meleklerin Allah'ın kızları
olduğu iddiasında bulunan Kureyşlilerin kanaatlerine de bir reddir.
"Üstlerinde olan
Rabblerinden korkarlar" buyruğu Rabblerinin ceza ve azabından korkarlar
demektir. Çünkü helak edici azap ancak semâdan iner. Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Onlar, kendi kudretlerinin üzerinde bulunan Rabblerinin
kudretinden korkarlar. Bu açıklamaya göre ifadede
hazfedilmiş kelimeler
vardır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: "Üstlerinde olan Rabblerinden
korkarlar"
buyruğu ile kastedilenler meleklerdir. Melekler, yeryüzünde bulunan bütün
canlılardan daha yukarıda oldukları halde Rabblerinden korkarlar, Buna göre,
onlardan daha aşağıda bulunanların Rabblerinden korkmaları öncelikle
sözkonusudur. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Ve emrolunduk-larını
yaparlar" buyruğudur ki, bununla da kastedilenler meleklerdir[117]
51. Allah
buyurdu ki: "İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. O halde yalnız
Benden korkun.”
Yüce Allah'ın:
"Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin." Anlamın, iki varlığı iki
ayrı ilâh edinmeyin şeklinde olduğu söylendiği gibi, buradaki "İki"
İfadesinin ayrıca te'kid için, geldiği de söylenmiştir. Hak olan ilâh, birden
çok olmayacağına ve birden çok dlan herbir varlık da ilâh olmayacağına göre, sadece
"iki" zatın ilâh edinilmesinden söz edilmekle yet ini I mistir. Çünkü
kasıt, hak ilâhın birden çok olmayacağını anlatmaktır.
"O, ancak tek bir
ÜâhW." Onun mukaddes zatı bir ve tektir Daha önce el-Bakara Sûresi'nde
(2/T63 ve 164. ayetlerin tefsirlerinde) geçtiği üzere, O'nun vahdaniyetinin
aklî ve şer'î delilleri ortaya konulmuş bulunmaktadır. Ayrıca bi£ bunları
"Şerhu'l-Esmâ" adlı eserimizde "el-Vâhtd" ism-i şerifini
açıklarken zikretmiş bulunuyoruz. Şanı yüce Allah'a iıamd olsun.
"O halde yalnız
Benden korkun" buyruğuna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde
(2/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[118]
52. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'uundur. Din de daima ve yalnız O1 nadir. Buna rağmen
hâlâ A11 alı dan başkasından mı korkuyorsunuz?
"Göklerde ve
yerde ne varsa O'mındur. Din de daima O'nadır" Din: itaat ve-ihlâs
demektir, Daima her zaman" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ
yapmıştır. el-Cevherî de nakletmiştir. Devam etti, eder" anlamındadır.
Bir kimse bir işe devam eder ve onu sürekli yaparsa; Adam işe devam etti"
denilir.
Buyruk, Allah'a her
zaman ebediyyen İtaat gereklidir, anlamındadır. Bu kelimenin "daima"
anlamında olduğunu söyleyenler arasında el-Hasen, Müca-hid, Katade ve ed-Dahhak
da vardır. Yüce Allah'ın: Onlar için sürekti bir azab da vardır"
(es-Saffat, 37/9) buyruğunda da aynı kelime kullanılmıştır. ed-Düeli der ki:
"Ben hiçbir zaman
ebediyen, zaman boyu devam edecek bir kan karşılığında, Kalıcılığı az olan bir
övgüyü kabul edemem."
el-Gaznevî, es-Sa'lebî
ve başkaları ise (aynı beyi ti.) şöylece nakletmişler-dir:
"Ebediyen zaman
boyunca yergi karşılığında Kalıcılığı bir gün olabilen azıcık övgüye razı
olamam."
'in, yorgunluk ve
bitkinlik anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani kul itaatinde yorgun düşse
dahi, Allah'a itaat icab eder, demektir. Şairin şu beyitinde de bu anlamda
kullanılmıştır.
"Bitkinlik ve
yorgunluktan dolayı o tutmaz bacağı.
Açlık (tan dolayı) da
onun değersiz kemikleri dahi dişlenmez."
İbn Abbas; ın; vacib
ve kaçınılmaz olarak, anlamında olduğunu söylemiştin el-Ferrâ ile el-Kelbî ise
halis ve katıksız olarak açıklamışlardır.
"Buna rağmen hâlâ
Allah'dan başkasından mı korkuyorsunuz?" Yani Allah'dan başkasından
korkmamalısınız. Buradaki; Başka" kelimesi; Korkuyorsunuz" ile nasb
edilmiştir.
[119]
53. Sahip
olduğunuz her bir nimet Allah'tandır. Sonra size herhangi bir sıkıntı gelip
çattığında O'na yalvarıp yakarırsıntt.
54. Nihayet
O, sizden sıkıntıyı giderdiğinde ise içinizden bir grup Rabblcriue şirk
koşuverirler,
55.
Kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler diye. Öyle ise faydalanın bakalım,
yakında bileceksiniz.
Yüce Allah'ın:
"Sahip olduğunuz her bir nimet Allah'tandır" buyru-ğundaki; Her
bir" edatının el-Ferrâ ceza (şart) edatı anlamında olduğunu söylemiştir.
Sahip olduğunuz"
deki "be" harfi ise şu takdirde hazfedilmiş bir fiile taalluk
etmektedir: Elinizde bulunan ..," şektindedir.
"Her nimet"
beden sağlığı, geniş nzık, evlat sahibi olmak ... hepsi Allah'tandır Anlamın:
Sizin elinizde bulundurduğunuz Allah'tandır şeklinde olduğu da söylenmiştir,
"Sonra size herhangi bir sıkıntı14 hastalık, belâ ve kıtlık gibi
"gelip çattığında Ona yalvarıp yakarırsınız." Ona niyaz edersiniz,
O'na dua edersiniz,
"Feryat etti,
eder, feryat etmek" demektir. ın anlam itibariyle Böğürmek" gibi
olduğu da söylenmiştir. Bazıları da "bö-ğüren bir buzağı keykeli"
(Tâ-Hâ, 20/88) buyruğunu; linde (son kelime "hı" yerine
"cim" harfi ile) okumuşlardır ki, bunu da el-Alı-feş nakletmektedir.
Kişi Allah'a niyaz etti, yalvarıp, yakar-dr demektir. el-A'şâ da bir ineği
anlatırken şunları söylemektedir:
"(Yavrusunu
kaybettiği için) üç gün, üç gece dolaşıp durdu.
Yalnızca (yavrusu
için) aranması, şefkati ve feryad edip böğürmesi vardı."
"Nihayet O sizden
sıkıntıyı giderdiğinde" belâ ve hastahklannıza son ver diğinde "ise
içinizden bîr grup Rablerine şirk koyuverirler," Bu belânın ortadan
kaldırılmasından ve yalvarıp yakarmaktan sonra O'na ortak koşarlar.
İfade, helak olmaktan
kurtulduktan sonra şirk koşmanın oldukça hayret edilecek bir iş olduğu
anlamındadır. Bu anlam Kur'an-ı Kerîm'de birkaç defa tekrar edilmektedir.
Bundan önce ise el-En'am Sûresi'nde (.6/63,64. âyetlerde) ve Yunus Sûresi'nde
(10/12. âyet) geçmiş bulunmaktadır, İleride (is-ra.)ve diğer sûrelerde de
gelecektir. ez-Zeccac der ki; Bu küfre sapanlara has Hir durumdur.
"Kendilerine
verdiğimize nankörlük etsinler diye" yani Allah onların sıkıntı ve
belâlarını gidermek gibi onlara ihsan etmiş olduğu Allah'ın nimetlerini inkâr
etsinler, onlara karşı nönkörlük etsinler diye böyle yapıyorlar. Bu da: inkâr
etsinler diye şirk koşuyorlar, demektir. Buna göre âyetin başındaki
"lam" lam-ı key'dir, akıbet lam'ı (,.. sonunda nankörlük etsinler
diye anlamında) olduğu da söylenmiştir.
"Kendilerine
verdiğimize nankörlük etsinler diye" buyruğunun nimeti küfür ve İnkâra
sebeb kılsınlar diye, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bütün bu davranışlar
kötü davranışlardır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Nankörlük nimet
ihsan edenin (nimetini kesmesi doğrultusunda) içini boaar."
"Öyle ise
faydalanın bakalım." Bu, tehdid manasını ihtiva eden bir emirdir. Abdullah
(bin Mesud) ise bunu; De ki: Faydalanın bakalım" diye okumuştur.
"Yakında"
sonunuzun nereye varacağını "bileceksiniz."
[120]
56.
Kendilerine verdiğimiz rjzıktan o bilmezlere bîr pay ayırırlar. Allah'a
andolsun ki, uydurajçc İd iğiniz şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz.
"Kendilerine
verdiğimiz ılıklardan o bilmezlere bir pay ayırırlar*" Yüce Allah-onların
cahilliklerinden bir başka çeşidini söz konusu etmektedir. Onların zarar ve
fayda verip vermediklerini bilmedikleri şeylere -putlara- bu putlara
yakınlaşmak kasdı ile mallarından bir miktar ayırdıklarını dile getirmektedir.
Bu açıklamayı Mücahld, Katade ve başkaları yapmıştır. Buna göre
"bilmezler" müşriklerin kimliği olmaktadır. Bunun putların niteliği
"vav'r ve "nun" İle çoğul yapılarak akil sahipleri gibi
kendilerinden söz edildiği de söylenmiştir. Buna göre burada
"bilmezler" vasft O (şey)" lafzına aittir.
"Bilme'"nin mePulu de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri şu anlamdadır:
Bu
kafirler hiçbir şey bilmeyen kafirlere
bir pay ayırırlar. el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın: Zxnlannca: Bu Allah'ın,
bu da O'na koştuğumuz ortaklanmı-zındır, dediler" (el-En'am, 6/136)
buyruğunu açıklarken bunun tefsiri geçmiş bulunmaktadır.
Daha sonra yüce Allah,
haber kipinden hitap kipine geçerek: "Allah'a an-dolsun ki
uydurageldiğiniz şeylerden" Allah'ın bunları size emrettiği şeklinde
uydurduğunuz iftiralardan "elbette sorguya çekileceksiniz" ve bundan
dolayı ayarlanacaksınız, dîye buyurmaktadır.
[121]
57. Bir de
onlar kulan Allah'a isnad ederler. Hâşâ! O, münezzehtir. Halbuki candan
arzuladıklarını da kendileri için isterler.
"Bir de on Ur
kızları Allah'a isnad ederler. Bu buyruk, Huzaahlar ile Ki-nânelîler hakkında
İnmiştir ki, onlar meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlar ve
(kız çocuklarım öldürerek) kızları kızlara gönderin, derlerdi.
"Hâşâ! O,
münezzehtir!" Şanı yüce Allah, kendi zatını kendisine nisbet ettikleri
evlat edinmekten tenzih ve ta:zim etmektedir.
Halbuki candan
arzuladıklarını da kendileri için isterler." Yani erkek çocukları
kendileri için isterken kız çocuklarım istemezler. Buna göre; ref ma ha
Hindedir. Haberi ise "kendileri için isterler" buyruğudur. Hâşâ! O
münezzehtir" buyruğunda ifade tamam olmaktadır.
el-Ferrâ ise (reP
mahallinde değil de) nasb mahallinde olmasını şu takdirde olmak üzere caiz
kabul etmektedirr Halbuki carıdan arzuladıklarını da kendileri için
isterler," ez-Zeccac bunu kabul etmeyerek şöyle der: Araplar bu gibi durumlarda
bu şekilde değil de; Kendileri için .... isterler" şeklinde kullanırlar.
[122]
58.Onlardan
bîrine kız çocuğu müjdesi verilince kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah
kesilir.
"Onlardan birine
kız çocuğu müjdesi verilince" yani onlardan birine kız çocuğu doğduğu
haber verilirse "kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah
kesilir." Yüzünün
ifadesi değişir, demektir. Yoksa burada beyazlığın zıddı olan siyahlığı kast
etmemektedir. Bu, o kimsenin ki2 çocuğunun doğumu dolayısıyla kederlendiğinin
kinaye yolu ile ifade edilmesidir. Araplar hoşuna gitmeyen bir şey ile
karşılaşan herkes hakkında; "Gam ve kederden dolayı yüzü simsiyah
kesildi" derler. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.
el-Maverdi'nin
naklettiğine göre ise burada kasıt siyah renktir ve bu cumhurun görüşüdür, diye
ekler.
"Kendisi pek
öfkeli olarak" kederle dolu olarak, demektir. İbn Abbas oldukça üzüntülü,
hüzünlü diye açıklamıştır. el-Ahreş de der ki: Bu öfkesini saklayıp açığa
vurmadı, anlamındadır.
Şöyle de denilmiştir:
Bundan kasıt kederinden dolayı ağzını kapatıp hiçbir şekilde konuşmayan
kederli, üzüntülü kimsedir. Bu da "kırbanın ağzını kapatmak" demek
olan; dan alınmıştır. Bu açıklamayı Ali b. Isa yapmıştır. Bu anlamdaki
açıklamalar bundan önce Yusuf Sûresi'nde (12/84. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
[123]
59.
Kendisine verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir. Aşağılanmayı göze
alarak onu alıkoysun mu, yoksa onu diri diri toprağa mı gömsün? Bakî
Verdikleri hükümleri ne kadar kötüdür!
"Kendisine
verilen kötü müjdeden" yani kız çocuğu olması dolayısıyla karşı karşıya
kaldığı keder, utanç ve arlanmadan "ötürü kavminden gizlenir."
Saklanır, onlara görünmemeye çalışır. "Aşağılanmayı" küçük görünmeyi
"göfce alarak onu alıkoysun mu" buradaki "onu" zamirinin
müzekker gelmesi; müjdeden" (kelimesinde mündemiç) şeye ait olduğundan
dolayıdır.
İsa es-Sakafî Aşağılanmayı göze alarak" anlamındaki
buyru şeklinde okumuştur. Bu iki söyleyiş de Kureyş şivesinde (aynı anlamda)
kullanılın Bu açıklamayı el-Yezidî yaptığı gibi Ebu Ubeyd de el-Kisaîden
nakletmektedir. el-Ferrâ da şöyle demektedir: Bu Temim şivesinde "az"
anlamındadır. el-Kisaî de belâ ve meşakkat anlamındadır, der. el-Han-sâ da
şöyle demiştir:
"Biz canlarımızı
belâ ve meşakkate sokarız. Hoş olmayan günde (savaşta) Canları belâ ve
meşakkate sokmak, onları daha bir hayatta bırakıcıdır."
el-A'meş ise bunu;
Kötülüğüne rağmen onu alıkoysun mu" diye okumuştur. Bunu en-Nahhas
zikretmiş ve şöyle demiştir: el-Cahdefî İse; Yoksa onu (o dişiyi) diri diri
toprağa mı gömsün" şeklinde müennes zamiri kullanarak (58. âyetteki):...
fcız çocuğu ..." kelimesine iade etmektedir. Ancak bu şekilde okuması
halinde; Onu alıkoysun mu" kelimesindeki zamiri de bu şekilde okuması
icabeder.
"Aşağılanma"mn
kız çocuğa raci olduğu da söylenmiştir. O kız çocuğu kendisi nezdinde
aşağılanmış olmasına rağmen ahkoysun mu anlamındadır. Zamirin babaya raci
olduğu da söylenmiştir. Yani kendisine rağmen alıkoysun mu yoksa diri diri
toprağa mı gömsün? Bu da onların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri
uygulamalarına işarettir.
Katade der ki; Mudar
ve Huzaalılar kız çocuklanru diri diri gömerlerdi. Bu konuda en katı olanlar
ise Temi mi İlerdir. Onlar bu uygulamalarına yenik düşme korkulan ile kız
çocuklarına denk olmayan kimselerin onlarla evlenmek istemelerini gerekçe
göstermişlerdi. Ferezdak'ın amcası Sa'sa'a Naciye böyle bir işin yapılacağını
fark edecek olursa kız çocuğun babasına yavrusunu hayatta bıraksın diye deve
gönderirdi. İşte el-Ferezdak şu beyit ile övünerek buna işaret etmektedir:
"Diri diri gömülen
kız çocuklarını engelleyen ve canlı olarak
gömülmek
istenenleri Hayatta tutarak gömülmemelerini sağlayan benim amcamdır."
" Onu diri diri
gömme"nin tanınmayacak hale gelinceye kadar insanlardan gizleyip
saklamak, anlamında olduğu da söylenmiştir. Tıpkı kimsenin görmemesi için
toprağa gömülen kişi gibi bu anlama gelme ihtimalide vardır.
[124]
Müslim'in Sahih'inde
Âişe (r.anhâ)dan şöyle dediği sabit olmuştur: Beraberinde iki kız çocuğu
bulunan bir kadın yanıma geldi. Benden birşeyler istedi. Yanımda tek bir hurma
tanesinden başka bir şey yoktu. Ona bu hurma tanesini verdim. O kadın da hurma
tanesini alarak iki kız çocuğu arasında paylaştırdı, kendisi de ondan hiçbirşey
yemedi. Sonra kızları ile birlikte çıkıp gitti. Peygamber (sav) yanıma girince
ona kadının durumunu anlattım. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Her kim
(bir ve daha fazla) kız çocukları ile imtihan olunur da onlara iyilikte
bulunacak olursa o kız çocukları onun için cehennem ateşinden bir perde teşkil
ederler."[125] Bu
hadiste kız çocuklarının bir sınanma aracı olduklarına delil teşkil eden
ifadeler vardır. Daha sonra Hz. Peygamber onlara karşı sabırla hareket edip
iyilikte buîunup güzel davranmanın, ateşten koruyucu olduğunu haber
vermektedir.
Yine Âişe (r.anhâ)dan
şöyle dediği nakledilmiştir: Yoksul bir kadın İki kız çocuğunu taşıyarak yanıma
geldi. Ben ona üç hurma verdim. Bu hurmalardan herbırisini kız çocuklarına
verdi, Diğer tek hurmayı da yemek üzere ağzına götürürken iki kız çocuğu o
hurma tanesini düşürmesine sebeb oldu. Bu sefer o yemek istediği tek Eıurmayı
iki kız çocuğu arasında bölüştürdü. Bu durumu beni hayrete düşürdü. Kadının
yaptığını Rasulullah (sav)a nakledince şöyle buyurdu: "Şüphesiz aziz ve
celil olah Allah, o kadına cenneti vacip kılmıştır, yahut onu cehennem
ateşinden azad etmiştir "diye buyurdu.[126]
Enes b. Malik'den de
şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullalı (sav) buyurdu ki: "Her kim
baliğ olacakları yaşa kadar iki kız çocuğuna bakacak olursa kıyamet gününde o
bu halde benimle gelir" diyerek parmaklarını birbirine bitiştirdi.[127] Bu
iki hadisi de aynı şekilde Müslim (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivayet
etmiştir.
Hafız Eb» Nuaym da
el-Ameş'den o Ebu Vail'den o Abdullah'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kimin bir kız çocuğu bulunur da onu
te'dip ederr edebini güzelleştirir ve ona (ihtiyaç duyacağı bilgileri) öğretir
de bu öğretimini de güzelleştirmiş olup Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu
nimetlerden o ktz çocuğuna da ihsan edecek olursa, bu kız çocuğu onun için
cehennem ateşinden bir örtü yahul bir perde olur."[128]
Akîl bin Ullefe'den kızı el-Cerba'ya lalip olunduğunda
o şöyle demiş;
"Ben oyum ki eğer
bana bin (dinar) mehir, köleler Ve bol süt veren develer verilecek olsa bile
Benim en sevdiğim damadım kabirdir."
Abdullah b. Tabir de
şöyle demiştir:
''Kız çocuğu babası
olan herkesin eğer kız çocuğu yoluyla akrabalık (sıhriyet) Öğünülecek bir şey
ise onun üç tane damadı var demektir. Ona riâyet eden koca, onu saklayan kafesi
ve onun üzerini örtecek olan Kabri ki, hepsinin hayırlıları kabridir."
"Baki Verdikleri
hükümleri ne kadar kötüdür!" Yani kız çocuklarını yaratıcılarına ait kabul
edip erkek çocukları kendilerinin kabul etmek suretiyle verdikleri hüküm ne
kötüdür!
Bunun bir benzeri de yüce
Allah'ın: "Erkekler sizin, dişiler O'nun mu? O taktirde bu insafsızca bir
paylaştırmadır?" (en-Necm, 53/21-22) Yani bu haksızca, zalimce bir
paylaştırmadır. İleride (bu âyetlerin tefsirinde) bu hususta başka açıklamalar
da gelecektir.
[129]
60. Kötü örmek
-esasen- âhirete iman etmeyenlerindir. En yüce örnek ise Allah'ındır. O, mutlak
galiptir, Hakimdir.
"Kötü örnek"
yani cahillik ve küfür gibi kötü nitelikler "esasen âhirete
iman etmeyenlerindir.1'Asıl şu yüce Allah'a kız
çocuklarını nisbet edenlerindir. Burada sözü edilen "kötü örneksin
onların yüce Allah'ı eş ve çocuk sahibi olmak ile vasfetmeierî olduğu
söylendiği gibi, kötü örnekten kastın azap ve cehennem ateşi olduğu da
söylenmiştir.
"En yüce örnek
ise Allah'ındır." İhlas ve tevhid gibi en yüce vasıflar OJna aittir. Bu
açıklamayı Katade yapmıştır. Onun yaratıcı, rızık verici, kadir ve alnellerin
karalığını verici olmak suretiyle en ustun sıfatlara sahip olması manasında
olduğu da söylenmiştir
İbn Abbas şöyle
demektedir: "Kötü örnek" ateştir, "en yüce örnek" ise
Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet getirmektir. Bunun "Onun gibi hiçbir
şey yoktur11 gerçeği olduğu söylendiği gibi "ol yüce örnek ise Allah'ındır"
buyruğunun yüce Allah'ın: "Allahgöklerin veyerin nurudur. Bu nurunun
misali ,,,"(en-Nur, 24/35) buyruğuna benzediği de söylenmiştir.
Şanı yüce Allah:
"Artık Allak hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın" (en-NahJ, 16/74)
diye buyurmuşken, yüce Allah örneği nasıl kendi zatına izafe etmiştir, diye
sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah'ın: "Artık Allah
hakkında Örnekler bulmaya kalkışmayın" buyruğundan kasır, başka varhkların
O'na benzemesini ve eksiklik gerektiren misalierî vermeye kalkışmayın. Yüce
Allah'a eksiklik ve yaratıklara benzemeyi gerektiren misaller, örneklet vermeye
kalkışmayın, demektir. En yüce örnek yüce Allah'ın benzersiz ve eşsiz şekilde
vasf edilmesidir. O» zalimlerin ve inkarcıların söylediklerinden alabildiğine
yüce ve büyüktür,
"O mutlak
galiptir, Hakimdir" buyruğunun anlamına dair açıklamalar da-.-.a önceden
(mesela, el-Bakara, 2/32, âyet ilel29- âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.
[130]
61. Eğer
Allah, İnsanları zulmlerinden ötürü sorgulayacak olsaydı, üzerinde hiçbir canlı
bırakmazdı. Fakat O, insanları belirlenmiş bir va'deye erteler. Artık ecelleri
geldiği zaman ne bir saat geciktirilirler, ne de öne geçebilirler.
"Şayet Allah,
insanları Mimlerinden" küfür ve Allah'a iftiralarından "ötürü
sorgulayacak" ve onların cezalarım dünyada acilen verecek "olsaydı
üzerinde" yani yer üzerinde "hiçbir canlı bırakmazdı." Burada
yerin sözü geçmemekle birlikte ona ait bir zamir vardır. Çünkü yere yüce
Allah'ın: "Hiçbir canlı" buyruğu delil teşkil etmektedir. Çünkü canlı
(dâbbe) ancak yer üzerinde hareket eder. Anlam ise kâfir bir canlı bırakmaz,
şeklindedir. O halde bu özel bir anlam taşımaktadır. Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Eğer o küfürleri sebebi ile babaları helak edecek olsaydı,
elbetteki onların çocukları da olmazdı.
Âyette umumun
kastedildiği de söylenmiştir. Yani şanı yüce Allah insanları işlediklerinden
ötürü sorgulayacak olsa, bu yeryüzü üzerinde ister bir peygamber, ister başka
türden hiçbir canlı bırakmazdı. el-Hasen'in görüşü budur.
îbn Mesud bu âyet-i
kerimeyi okuyarak şöyle demiştir: Allah diğer mahrukatı günahkârların
günahları sebebi İle sorgulayacak olsa, azap, yuvalann-daki kara böcekler dahil
olmak üzere bütün yaratıkları kapsar. Gökten yağmur yağdırmaz, yerden bitki
bitirmez, bunun sonucunda da bütün canlılar ölür giderdi. Fakat yüce Allah
affetmekte ve lütuf ile muamele etmektedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:
"Çoğunu da affeder" (eş-Şura, 41/30) diye buyurmaktadır.
"Artık
ecelleri" ölüm va'deleri ve ömürlerinin son demleri "geldiği zaman ne
bir saat geciktirilirler ve ne de öne geçebilirler.'1 Bu buyruğun anlamı daha
önceden (el-A'râf, 7/34. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Yaratıklar arasında
zulme sapmamış müminler de bulunduğu halde yüce Allah nasıl olur da herkesi
helak eder, diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Allah zalimin helakini
intikam ve ceza olarak takdir eder, müminin he-lâkına karşılık İse âhirette
sevap ve mükâfat verir.
Müslim'in Sahih'inde
Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Kasûlullah (sav)ı
şöyle buyururken dinledim; "Allah bir kavme azap etmeyi murad edecek
olursa, azap aralarında bulunan herkese isabeE eder, sonra da niyetlerine göre
diriltilirler."[131]
Um Seleme'den
nakledildiğine göre ona yerin dibine geçirilecek orduya dair som sorulmuştu. Bu
soru ise îbn ez-Zübery'in (Mekke'de halifeliğini ilan ettiği) günlerde idi. Um
Seleme şöyle dedi: Rasûlullah (say) dedi ki: "Beyt'e birisi sığınacaktır.
Ona bir ordu gönderilecek bu ordu yeryüzünün düzlük bir yerinde iken onlar da
yerin dibine geçirilecekler." Ben ey Allah'ın Rasûlü peki aralarında bu
işten hoşlanmayan veya zorla getirilmiş kimselerin durumu
ne olacak, diye sordum. Söyle buyurdu: "O da
onlarla birlikte yerin dibine geçirilir fakat kıyamet gününde niyetine göre
diriltilir"[132]
Biz bu hususa dair
açıklamalarımızı güzel ve etraflı bir şekilde Uet-Tez-kire" adlı
eserimizde yapmış bulunuyoruz. Yeterli açıklamalar da bundan önce el-Mâide
(5/105. âyetin tefsirinde) ve el-En'am Süresi'nin sonlarında (6/164. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şam yüce Allah'a hamd olsun.
"Artık ecelleri
geldiği zaman" buyruğunun artık kıyamet günü geldiği zaman ... anlamında
olduğu söylenmiştir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[133]
62. Onlar
hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a İsnad ederler. Dilleri de yalan yere en güzel
akıbetin kendilerinin olduğunu söyler. Şüphesiz ateş onlaradır ve onlar önden
gönderilecek olanlardır.
"Onlar
hoşlanmadıkları şeyleri" yani kız çocuklarını 'Allah'a isnad ederler.
Dilleri de yalan yere" yalan sözler söyleyerek "en güzel akıbetin
kendilerinin olduğunu söyler." Mücahid der ki: Bu, oğulların kendilerinin
kız çocuklarının da Allah'ın olduğunun söylemeleridir.
Yalan yere"
kelimesi; Söyler" kelimesinin nıefuludur....unu" lafzı î.se
"yalanMan bedel olarak nasb mahal ündedir. Çünkü onun ne olduğunu
açıklamaktadır. "Gitael âkıbefin güzel mükâfat anlamında olduğu
söylenmiştir ki, bı açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.
tbn Abbas,
Ebu'l-Aliye, Mücalıid ve İbn Muhaysın "yalan" anlamındaki
laf-zi;!şeklinde "keT, "zel" ve "be!t harflerini
Milleri" kelimesinin sıfatı olmak üzere ötreli okumuşlardır.[134]
Yine; "Dillerinizin yalan yere nite-leye geldiği..."
buyruğundaki; Yalan yere"
kelimesini de bu şekilde okumuşlardır'[135]
ise Çok yatan
söyleyenin çoğuludur. "Rasûl" kelimesinin çoğulu rusul, sahur (çok
sabreden) kelimesinin çoğulunun subur, şekûr (çokça şükreden.) kelimesinin
çoğulunun da "şükür" diye gelmesi gibi.
siz, sız" ifadesi
onların kanaatlerini red etmekte olup ifade burada tamam olmaktadır. Yani bu
sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. "Ateş onlaradır'' hakikaten onlara
ateş azabı verilecektir. Buna dair yeterli açıklamalar da ha önceden (Hud,
11/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve onlar önden
gönderilecek olanlardır." Yani ateşte unutularak terk edileceklerdir. Bu
açıklamayı İbnu'l-A'râbî, Ebu Ubeyde, el-Kisaî ve el-Fer-râ yapmıştır, Said bin
Cübeyr ve Mücalıid'in de görüşü budur. İbn Abbas ve yine Said bin Cübeyr Onlar
uzaklaştırılmış olacaklardır diye de açıklamışlardır. Katade ve el-Hasen ise:
Onlar cehenneme önden ve çabucak götürüleceklerdir, demektir, diye
açıklamışlardır.
Suya önden giden
kimse'1 demektir. Nitekim Hz. Peygamber: Ben sizin aranızda Havz'a en önce
varacak olanım"[136]
diye buyurmuştur. Şair el-Katâmi de der ki:
"Onlar bizim
sohbet arkadaşlarımız oldukları halde bizden daha çabuk gittiler. Tıpkı arkadan
gelecek su alacak olanların önünden gidenler gibi,"
Buradaki; Önden
gidenler" su aramak için önden giden kimseler demektir. Su almak için
geride kalan, sonradan gelenler" demektir.
Verş rivayetine göre
şeklinde "ra" harfini esreli ve şedde-siz olarak okumuştur. Aynı
zamanda bu, Abdullah b. Mesud ile îbn Abbas'ın da kıraatidir. Onlar günah ve
masiyette aşırı kaçmış (ifrata kaçmış) kimseler idiler, anlamındadır Mesela;
Filan kişi filana karşı aşırıya gitti" denilirken, ona kendisine
söylediğinden daha fazla kötü sözler söyledi demektir.
Kâri Ebû Cafer ise;
şeklinde "ra" harfini esreli ve şeddeli olarak okumuştur. Onlar
Allah'ın emrini zayi etmiş, riâyet etmemişlerdi, demektir. Bu da görevde tefrit
(kusurlu kalmak) demektir.
[137]
63. Allah'a
an dolsun ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onların
yaptıklarını kendilerine süsleyip hoş göstermiştir. İşte o, bugünde onların
veilsidîr. Onlara çok acıklı bir azap da vardır.
"Allah'a andolsun
ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onların
yaptıklarını pis ve kötü işlerini "kendilerine süsleyip hoş
göstermiştir." Bu Peygamber (sav)a bir tesellidir. Ondan önce gelen
peygamberlere de kavimlerinin İnkâr ile karşılık verdikleri hatırlatılmakladır.
"İşte o, bugünde
onların velisidir" yani kendi iddialarına göre dünyada kendilerine
yardımcı olacak kimsedir. "Onlara" âhirette "çok acıklı bir azap
davardır" buyruğundaki: "İşte o, bugünde" yani kıyamet gününde
"onların velisidir" cehennem ateşinde onlarla birliktedir,
dernektir. Sadece "bugün" diye söz edilmesi kıyamet gününün ünü
dolayısıyladır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kıyamet gününde onlara: İşte bu sizin veliniz ve yardım cm iz
dır, Haydi sizi bu azaptan kurtarması için ondan yardım isteyiniz, denilecek ve
but onlara bir çeşit azar olmak üzere söylenecektir.
[138]
64, Biz sana
bu Kitabı ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri kendilerine açıkça
anlatman İçin ve iman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdik.
"Biz sana bu
Kİtabr yani Kur'ân-ı Kerîm'i ancak hakkında din ve hükümlere dair
"anlaşmazlığa düştükleri şeyleri kendilerine açıkça anlatman için" ve
bu açıklaman ile onlara karşı gereken şekilde delil ortaya konulsun diye
Buradaki "hidâyet ve rahmet olmak üzere" anlamındaki buyruklar,
"açıtça anlatman İçin" anlamındaki buyruğun mahalline atfedil mistir.
Çünkü onun mahellen i'rabı nasbdır. ifadenin anlamı şudur: Biz sana Kitabı ancak
insanlara açıklayıcı ölsün diye İndirmişizdir. "Hidâyet" yani doğru
yolu gösterici ve müminlere rahmet olmak üzere gönderdik.
[139]
65. Allah
gökten su indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz bunda
dinleyen bir topluluk için bir âyet vardır.
"Allah
gökten" buluttan "su indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra
diriltir" buyruğu ile tekrar nimetlerin sayılıp dökülmesine ve ilahî kudretin
kemalinin açıklanmasına dönülmektedir.
"Şüphesiz
bunda" Allah'tan gelen buyrukları kulaklarıyla değil de kalpleriyle
"dinleyen bir topluluk için âyet" öldükten sonra dirilişe ve Allah'ın
vahdaniyetine apaçık bir dalalet ve bir belge "vardır." Çünkü onlar,
tapındıkları uydurma ma'budların hiçbir şeye güç yeti remedi ki erini
bilmişlerdir, işte bu apaçık bir delil teşkil etmektedir
Bu işitmeleri
kulaklarıyla değü kalpleriyle olmalıdır. Çünkü yüce Allah: "Çünkü gözler
kör olmaz asıl göğüslerdeki kalpler kör olur" (el-Hacc, 22/46) diye
buyurmaktadır.
[140]
66.
Davarlarda da sîzin için elbette ibret vardır. Size onların karın Larındakl
dışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolaylıkla geçen hâlis bir süt
İçiriyoruz*
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
[141]
Yüce Allah'ın:
"Davarlarda" buyruğunda geçen davarlara dair geçen açıklamalar daha
önce (ei-En'âm, 6/142'de) geçmiş bulunmaktadır. Burada kasıt deve, inek, koyun
ve keçiden ibaret olan dört hayvan türüdür.
"Sizin için
elbette bir İbret" Allah'ın kudretine, vahdaniyetine ve azametine delâlet
"vardır." İbret asıl anlamı itibariyle biışeyin hakikatinin benzerlik
yolu ile tanınabilnıesi için, birşeye temsil İle benzeltilmesi, anlatılmasıdır.
Yüce Allah'ın: "... ibret alın .,."(el-Haşr, 59/2) buyruğu da buradan
gelmektedir.
Ebu Bekr el-Verrak der
ki: Davarlardaki ibret, bu hayvanların sahiplerine musahhar kılınması, onlara
itaat etmesi yanında, senin Rabbine karşı gelip isyan etmen ve her hususta
O'na muhalefet etmendir. Hiç şüphesiz günahı olmayan bir varlığın günahkar bir
varlığı sırtında taşıması en büyük ibretlerdendir.
[142]
Size ...
içiliyoruz" buyruğunun Medineliler, İbn Âmir ve Ebu Bekr'den gelen
rivayete göre Âsim "mim" harfini üstün olarak; İçirdi, içirir"
kökünden gelen bir fiil olarak okumuştur.Diğerleri ile Hafs'ın rivayetine göre
Âsim "mim" harfini ötreli olarak den gelen bir fiil gibi
okumuşlardır. Küreliler ile Mekkelilerin kıraati bu şekildedir. Bunların iki
ayrı şive oldukları söylenmiştir. Lebîd der ki:
"Kavmim
Necdoğullarına su içirdiği gibi,
Numeyre de Hilalli
kabilelere de hep su içircniştir."[143]
Şöyle de
açıklanmıştır: Eğer sen, elinden onun dudaklarına içmek üzere içecek bir şey
uzatacak olursan, o takdirde: Ona su içirdim" denilir. Şayet ona içecek
için nöbet ayırsan yahut kendisi ağzıyla içsin ya da ekinini sulasın diye
takdim edecek olursan, o takdirde: Ona su içirdim {sulama imkânı verdim)"
denilir. Bu açıklamayı İbn A212 yapmıştır ve daha önceden de (el-Bakara, 2/60.
ayet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Bir kesim; (Davarlar)
size içirirler" anlamında okumuşlardır ki bu da zayıf bir kıraat olup
içirenler davarlardır, demektir. "Ye" ile de okunmuştur ki o
takdirde; Allah (azze ve celle) size İçirir, anlamında olur. Ancak kıraat
alimleri ilk iki şekilde okumuşlardır "Nun" harfinin üstün okunması
Kureyşlilerin şivesidir. Ötreli okunması İse Himyerlilerİn şivesidir.
[144]
"Onların
karınlarındık i..." buyruğunda yer alan zamirin neye ait olduğu hususunda
farklı görüşler vardın Zamirin önce gelen cem-i müennese (dişil çoğul olan
"davarlar" anlamındaki lafza) raci olduğu söylenmiştir. Sibe-veyh der
ki: Araplar: "Davarlar"dan tek bir kişi İmiş gibi haber verirler,
İb-nul-A'râbî der kî: Benim görüşüme göre Sibeveyh bu kanaatini yalnızca bu
ayet-i kerimeye istinaden dile getirmiştir. Böyle bir şey onun konumundaki
birisine uygun değildir, onun idrâkine yakışmaz.
Şöyle de
açıklanmıştır. Çoğul lafzı olan cins isim, hem rnüzekker hem mü-ennes geldiğinden
dolayı: Onlar davarlardır1' denilebildiği gibi -aynı anlamda olmak üzere-, da
denilebileceğinden onlara ait olan zamirin müzekker (ve tekil) olarak gelmesi
caizdir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.
el-Kisâî ise şöyle
demektedir: Buyruğun anlamı bizim sözünü ettiğimiz varlıkların karınlannda...
şeklindedir O bakımdan burada zamir sözü geçene aittir. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: Hayır, çünkü o bir
öğüttür. Artık dileyen onunla Öğüt alsın." (Abese, 80/11-12) Şairde şöyle
demektedir:
"Kursaklarının
tüytt) yolunmuş yavrular gibi."
Burada da zamir çoğul
hakkında tekil olarak gelmiştir. Bunun benzerleri pek çoktur.
el-Kisâî de der ki:
"Onların karınlanndakl" buyruğu, onların bazılarının karınlarındakt
... anlamındadır. Çünkü erkeklerinin sütleri yoktur. Hbu Ubey-de'nin esas kabul
ettiği açıklama da budur.
el-Ferrâ ise der ki;
Davarlar" ile Davar" aynı şeydir ve bu,
müzekker olarak gelir. O bakımdan Araplar Bu suya gelen bir
davardır" derler. Bundan dolayı burada zamir "davarlar"
anlamındaki "davar" lafzına raci olmuştur. İbnu'l-A'râbî de der ki:
Burada zamirin müzekker gelmesi cem' manasına racidir. Müenneslik ise cemaat
anlamına aittir.
O bakımdan burada cem'
lafzını nazar-ı itibara alarak zamiri müzekker getirdiği gibi, el-Mürninûn
Sûresi'nde cemaat lafzını nazar-ı itibara alarak; "Onların karınlarında
olanlardan size içiririz" (e(-Müminun, 23/21) diye buyurmuştur. İşte bu
açıklama ile mana güzel bir hal almaktadır. Cemaat lafzını nazar-ı itibara
alarak müennes kullanım ile, cem lafzını nazar-ı itibara alarak müzekker
kullanım "Yebrîn'in kumlarından ve Filistin Teyhasmın kumlarından daha
çoktur."
[145]
Değerli ilim
adamlarından birisi olan kadı İsmail bu zamirin aidiyetinden lebenu'l-fahlin[146] haramlık
ifade ettiği hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir. Burada zamirin müzekker
gelmesi, davarların erkeklerine raci oluşundan dolayıdır. Çünkü sütün
erkeklere ait olduğu kabul edilir. Bundan dolayı Peygamber (sav) Hz. Âtşe, Ebu
Kuays'm kardeşi olan Eflah ile ilgili hadiste geçtiği üzere bunu kabul etmek
istemeyince[147] Peygamber (sav)
lebenü'l-fahlin haramlık gerektirdiği hükmünü vermiştir. O halde; "süt
emzirmek kadından, cima ile aşılamak erkektendir." Böylelikle sütte her
ikisi arasında ortaklık cereyan etmektedir.
Lebenü'l-fahİin
haramlık hükmünü getirdiğine dair açıklamalar bundan önce en-Nîsa Sûresi'nde
(4/23. âyet 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a lıamd olsun.
[148]
Yüce Allah: "Size
onların karınlan ad a t i dışkı ile kan arastadan ... halis bir süt
giriyoruz" buyruğu ile, sütün dışkı ile kan arasından halis olarak
çıkmasındaki kudretinin azametine dikkatlerimizi çekmektedir.
Dışkı" işkembeye
doğru inen pislikler demektir. Bunlar dışan çıkarsa artık bunlara aynı isim
verilmez. Mesela işkembenin içinde bulunanları çıkarttım, demek için; tabiri
kullanılır,
Buyruğun anlamı şudur:
Hayvanın yediklerinin bir bölümü işkembede ka-lir, bir bölümüden de kan oluşur.
Daha sonra süt bu kandan süzülüp çıkar. Şam yüce Allah sütün bu işkembedeki
dışkı ile damarlardaki kandan çıktı-ğım bize bildirmektedir.
İbn Abbas der ki;
Hayvan yemini yer, yem işkembede yerini aldıktan sonra, işkembede yediklerini
pişirir. Altta kalan dışkı ortada kalan süt, üste çıkan ise kan olur.
Karaciğer İse bunlar üzerinde görevlidir. Kanı paylaştınr onu ayırd eder ve
damarlarda akmasını sağlar. Sütü de memeye akıtır. Dışkı ise olduğu hali ike
İşkembenin içinde katır. (Bu), en üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir.
Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamec, 54/5)
"Halis"
buyruğu ile kan ve dışkı aynı yerden olmakla birlikte sütün, kanın
kırmızılığından ve dışkının pisliğinden arınmış olduğunu kastetmektedir. İbn
Balır der ki: Beyazı halis ve saf anlamındadır, Şair en-Nâbiğa da şöyle demektedir:
"Yenleri
bembeyaz, omuzları yeşil.,."
Bununla, şair (halis
kelimesini kullanarak), yenlerin beyazlığını kastetmektedir.
Sütün bu şekilde
çıkması ancak her bir şeyi maslahat gereği yerine getiren ve gerçekleştiren
kimsenin kudretiyle olur.
[149]
en-Nakkâş der ki: Bu
buyrukta meninin necis olmadığına delil vardır, Başkası da aynı görüşü dile
getirmiş ve şu sözleriyle de bunu delillendirmek İstemiştir: Nasıl ki süt,
dışkı ile kanın arasından içimi kolay ve halis olarak çıkıyor ise, meninin de
aynı şekilde sidiğin çıktığı yerden temiz çıkması mümkündür.
tbnu'l-A'râbî der ki:
Şüphesiz ki bu, büyük bir bilgisizlik ve oldukça çirkin bir mukayesedir. Süt
ile ilgili gelen haber ilâhi kudretten sadır olan bir nimet ve bir lütuf olduğu
belirtilmekte ve böylelikle bundan İbret alınması istenmektedir. Bütün bunlar,
sütün halis ve lezzetli olmakla nitelendirilmesini gerektirmiştir, Meninin süte
ilhak edilebilmesi, yahut ona kıyas edilebilmesi ise, bu durumda olmadığından
dolayı mümkün değildir.
Derim ki: Ancak buna
şöyle diyerek karşılık verebiliriz: Mükerrem kılınmış insanın kendisinden
yaratıldığı meninin çıkmasından daha büyük ve daha üstün bir minnet ve lütuf
olabilir mi? Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: a0 su, omurga ile göğüs
kemikleri arasından çıkar." (et-Tânk, 86/7) Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden
de size oğullar ve torunlar yarattı. ° (en-Nahl, 16/72) Bu da İlâhi lütuf ve ihsanın
en ileri derecesidir.
Eğer meni, sidiğin
geldiği yerden çıkması dolayısıyla necis olur denilecek olursa, biz şöyle
deriz: Bu da bizim kast ettiğimizdir. Necaset arızidir, onun aslı ise tahir
olmasıdır. Şöyle de denilmiştir: Meninin çıktığı yer -özellikle kadın için bu
böyledir- sidiğin çıktığı yerden başkadır..Çünkü İlim adamlarının da
belirttikleri gibi, erkeklik organının kadına girip çocuğun çıktığı yer, sidiğin
çıktığı yerden ayrıdır. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sû-resi'nde
geçmiş bulunmaktadır.
Şayet: Meninin aslı
kandır, o bakımdan o necistir, denilecek olursa, biz de; böyle bir iddia, misk
örneği ile çürütülür. Çünkü, miskin de aslı kandır ve misk tabirdir, deriz.
Meninin tahir olduğunu söyleyenler arasında Şafiî, Ah-med, İshâk, Ebu Sevr ve
başkaları da vardır. Çünkü, Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Ben onu (meniyi)
Rasûlullah (sav)'m elbisesinden kuru olduğu hallerde tırnağım ile kazıyordum.[150]
Şafiî de der ki:
Kazınmıyacak olsa bile bunda bir mahzur yoktur, Sa'd b. Ebi Vakkas elbisesindeki
meniyi ovalar ve çıkartırdı. İbn Abbas der ki: Meni, balgam gibi birseydir.
Sen onu bir izhir otu ile izale et yahut bir bez parçası ile sil.[151]
Denilse ki: Hz,
Âışe'nin şöyle dediği sabittir: Ben, Rasûlullah (sav)'ın elbisesinden meniyi
yıkardım ve elbisesindeki yıkama İzleri gözlerinin önünde olduğu halde o
elbise İle namaza çıkardı.[152]
Biz de şöyle deriz:
Hz. Âişe'nin necaset gibi, elbiselerden izale edilen şeylerden tiksindiği gibi
ondan da tiksindiği için yıkamış olması ihtimali vardır. Böylece bu konu ile
ilgili hadisler bir arada telif edilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Malik, arkadaşları ve
Evzaî, meninin necis olduğunu söylemişlerdir. Malik der ki: Elbisedeki
ihtilam(meni)ın yıkanması bize göre vaciptir ve bu husus üzerinde icma
edilmiştir. Aynı zamanda Kürelilerin de görüşü budur. Ömer b. el-Hattab, İbn
Mes'ud ve Câbir b. Semura'dan da elbiselerinden meniyi yıkadıklarına dair
rivayetler zikredilmiştir. Ancak, bu hususta İbn Ömer ile Hz. Âişe'den farklı
rivayetler gelmiştir. İşte meninin necis ve tahir oluşu ile ilgili bu iki
görüşe göre tabiin arasında da farklı kanaatler dile getirilmiştir-[153]
Bu âyet-i kerimede,
İçmek ve başka yollarla sütten yararlanmanın caiz oluşuna delil vardır.
Meytenin (leşin) sütünden yararlanmak İse caiz değildir. Mey-tenİn sütü necis
bir kapta bulunan tahir bir sıvıdır. Çünkü meytenin sütünün bulunduğu memesi
necistir, süt ise tabirdir. Bu-süt sağılacak olursa, o takdirde necis olan bir
kaptan alınmış olur.
Ölmüş kadının sütü
hususunda ise, bizim mezheb âlimlerimiz farklı görüşlere saiıiptir. Kimisi:
İnsan hayatta iken de, ölü halde iken de tahir olduğundan dolayı ölmüş kadının
sütü de tabirdir derken, kimisi de; ölüm ile necis olur, o bakımdan sütü de
necistir demiştir. Her iki görüşe göre de (böyle bir süt emilecek olursa), süt
emme yoluyla hurmİyet (süt akrabalığı) sabit olur. Çünkü, süt emen küçük
çocuk, tıpkı hayatta olan kadından süt emdiği gibi o ölen kadının sütü ile
gıdalanıp beslenir. Çünkü Rasûlullah (sav): "Süt emmek, et yapan ve kemiği
geliştiren şeydir"[154]
diye buyurmuş ve bu konuda (hayatta olmak gibi) tahsis yoluna gitmemiştir. Buna
dair açıklamalar, bundan önce en-Nisa Sûresi'nde (4/23. âyet, 6. başhk ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
[155]
"İçenlerin
boğazından kolaylıkla geçer" buyruğu, lezzetli, afiyetle ve içenin
herhangi bir şekilde boğazında durup kalmayan bir içecek, demektir.
(Aynı kökten olmak
üzere); Şöyle denilir: İçecek, boğazdan kolaylıkla geçti, geçer'v; İçen, onu
kolaylıkla içti" Ben onu kolaylıkla içtim, içerim." Bu fiil, hem
müte-addi (geçişli) olur, hem de olmaz. Daha güzel kullanım şekli ise; Onu
kolaylıkla içtim" şeklindeki kullanımdır. Bana mühlet "ver, bana
karşı aceleci davranma" denilir. Yüce Allah da: Onu yudum yudum içmeye
çalışacak, rahatça boğazından geçiremeyecek" (İbrahim, 10/17) diye
buyurmaktadır, Boğazında tıkanan lokmayı indirmeyi sağlayan şey"
demektir. Bu kabilden olmak üzere Su, boğazda tıkanan lokmaları (hıçkırıkları)
rahatlıkla geçirtir" denilir. Şair el-Kümeyt'in şu mısraı da buradan
gelmektedir:
"Böylelikle o,
boğazıma tıkanan lokmayı geçirten ve bunu gideren birşey oldu."
Rivayet edildiğine
göre, hiçbir kimse süt içerken nefes borusuna kaçmış değildir. Hatta bu,
Peygamber (sav)'dan da rivayet edilirç.[156]
Bu âyet-i kerimede,
tatlı ve lezzetli yiyecekler yemenin cevazına delil vardır. Bunun, zühde aykın
olduğu, yahut zühdü uzaklaştırdığı söylenemez. Ama bunların, uygun şekilde,
israfa kaçmaksızın ve aşırıya gitmeksizin kullanılmaları gerekir. Bu anlamdaki
açıklamalar, bundan önce el-Maide Sûresi'nde (5/87. âyet, 1. başlık ve
devamında) ve başka yerlerde (el-A'raf, 20/31. âyet, 4. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Sahih hadiste Enes'ten göyle dediği rivayet edilmiştir: Ben,
Rasûlullah (sav)'a, elimdeki bu kab ile bal, nebiz, süt ve su gibi bütün içecek
çeşitlerini sunmuş bulunuyorum[157]
Bazı kurra (ilim
adamı), bal peltesini ve sütü mekruh görmekle birlikte, genel olarak ilim
adamları bunları yemeyi mubah kabul etmiştir. el-Ha-sen'den rivâyec edildiğine
göre o, beraberinde Malik b. Dinar'ın da bulunduğu bir sofrada bulunuyorken
bal peltesi getirilmiş, Malik onu yernek istememişti. Bunun üzerine el-Hasen
ona şöyle demiş: Ye, çünkü soğuk su bundan daha büyük bir lütuf ve ihsandır.
[158]
Ebu Dâvûd ve
başkalarının rivayetine göre îbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (savVa süt
getirildi, O da içti. Ve şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bir şey
yiyecek olursa, Allah'ım, bunu bizim için mübarek kıl ve bize ondan daha
hayırlısını yedir" desin. Süt içirilecek olursa bu sefer Allah'ım, bunu
bizim için mübarek kıl ve bize bundan çokça ver" desin. Çünkü, sütten
başka hem yiyecek, hem içecek yerini tutan birşey yoktur."[159]
ilim adamlarımız
derler ki: Hem nasıl böyle olmasın ki? Çünkü süt, insanın ilk gıdasıdır. Süt
ile insanın bedeni gelişir. Sütr bedeni dimdik ayakta tutan ve rahatsız edici
her türlü özellikten uzak bir gıdadır. Şanı yüce Allah sütü, ümmetlerin en
hayırlıları olan bu ümmetin hidâyeti hususunda Hz. Cebrail'e alâmet kılmıştır.
Nitekim sahih hadiste şöyle denmektedir: "Cebrail bana içinde şarap
bulunan ve süt bulunan birer kap getirdi. Ben, süt kabını tercih ettim. Bu
sefer Cebrail bana; Sen, fıtratı tercih ettin. Eğer şarabı tercih etmiş
olsaydın, ümmetin azgınlaşırdı, dedi."[160]
Diğer taraftan Hz.
Peygamber'in, sütün daha da ziyadeleşmesi için dua edilmesini tavsiye etmesi,
sütün çokluğu bolluğun, hayır ve bereketlerin fazlalığının bir alameti olduğunu
gösterir. O halde süt herşeyiyle mübarektir.
[161]
67. Hurma ve
üzüm ağaçlarının meyvelerinden de, İçki çıkarır ve onlardan güzel bir rızık
edinirsiniz. İşte aklını kullanan bir topluluk için hiç şüphesiz bunda bir
âyet vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
iki başlfk halinde sunacağız:
[162]
Yüce Allah'ın:
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden... buyruğu ile ilgili olarak
et-Taberî şöyle demektedir:
İfade; Hurma ve üzüm ağaçlanma meyvelerinde...
rızık edindiğiniz şeyler vardır" takdirinde olup burada; hazfedilmiştir. Bunun hazf edildiğine yüce
Allah'ın: Onlardan" buyruğudur.
Burada hazfedilen
kelimenin "şey" kelimesi olduğu da söylenmiştir ki, birbirine yakın
açıklamalardır.
"Onlardan"
ifadesinin, sözü geçenlerden anlamında olduğu söylenmiştir. Bu durumda, sözde
hazfedilmiş tabir yok demektir. Daha uygun olanı da budur. Bununla birlikte
"meyvelerinden" anlamındaki buyruğun, "davarlar" kelimesine
atfedilmesi de mümkündür. Yani, hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinde de
sizin için ibretler vardır. Bununla birlikte;...ondaki* İfadesine atfedilmiş
olması da mümkündür. Yani, Biz aynı şekilde sizlere hurma ve üzüm ağaçlarının
meyvelerinden de içilecek şeyler içiririz.
[163]
"İçki";
sarhoşluk veren şey demektir. Dildeki meşhur anlamı budur, İbn Abbas der ki:
Bu âyet-i kerime, içkinin haram kılınmasından önce inmiştir. Burada içki ile
şarap; güzel nzık ile de bu iki ağaçtan helal olarak yenilip içilen herşeyi
kastet m ektedir. İbn Cübeyr, en-Nehaî, eş-Şa'bî ve Ebu Sevr de bu görüştedir.
Buradaki "seker
(içki)" kelimesinin, Habeşçe'de sirke anlamında, "güzel nzk"ın
İse yiyecekler anlamında olduğu da söylenmiştir. Sekerin, helâl ve tatlı meyve
suları olduğu da söylenmiştir. Ona bu ismin veriliş sebebi, bir süre kaldığı
takdirde, bazen sarhoşluk verici bir içki haline dönüşmesindendir. Sarhoşluk
verecek hale geldi mı, haram olur.
İbnu'l-Â'râbî der ki:
Bu görüşlerin en doğru olanı, İbn Abbas'in görüşüdür. Bunun da iki anlamı
vardır. Ya bu buyruk, içkinin haram kılınışından öncedir, yahut da buyruğun
anlamı şöyledir: Allah sizlere, hurma ağaçlarının ve üzüm ağaçlarının
meyvelerini nimet olarak ihsan etmiştir. Haddinizi aşarak Allah'ın size haram
kıldığı şeyleri bunlardan çıkartıyorsunuz. Helal kıldığı şeyler, menfeacinize
uygundur ve sizin mutedil olmanıza yardımcıdır. Ancak, sahih olan görüş, bu
buyruğun içkinin haram kılındığından önce indirildiğidir. O takdirde bu âyet-i
kerime mensûhtur Çünkü bu ayet-i kerime, ilim adamlarının ittifakı ile Mekke'de
inmiştir. İçkinin haram kılınması ise Medine'de gerçekleşmiştir.
Derîni ki:
"Seker" kelimesinin sirke, yahut da tatlı meyve suyu anlamını kabul
edersek, nesh sözkonusu değildir. Bu durumda âyet-i kerime muhkem olur. Bu
güzel bir görüştür. îbn Abbas der ki: Habeşliİer sirkeye "seker" derler.
Ancak cumhurun kanaatine göre seker, şarap (içki) demektir. İbn Mes'ud, îbn
Ömer, Ebu Rezin, el-Hasen, Mücahid, İbn Ebi Leyla, el-Kelbî ve daha önce adı
anılan diğerleri hep bu görüştedirler. Bunlar, sözbirliği halinde şöyle
derler: Seker, yüce Allah'ın, bu iki ağacın meyvelerinden haram kıldığı (içecek)
şeylerdir. Dilciler de böyle demişlerdir. Seker, içkinin ve sarhoşluk veren
herşeyin adıdır, derler. Buna dair de şu beyiti delil gösterirler:
"Onlar ayıkken ne
kötüdürler; topluluk halinde içki içerlerse de ne kötüdürler? Müzzâ (sarhoşluk
veren bir çeşit nebiz) ile seker {içki) onlarda etki ettiği vakit.
"Güzel
fizik" ise, yüce Allah'ın bu iki ağacın meyvelerinden helâl kıldığı
şeylerdir.
Yüce Allah'ın:
"İçki çıkarır ve onlardan..." buyruğunun, inkârı istifham anlamında
bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani siz, ondan içki edinir ve güzel nzık
olan sirkeyi, kuru üzümü ve hurmayı bir kenara mı bırakırsınız.? Bu da yüce
Allah'ın: "Onlar, ebedi (mi) kalırlar?" (el-Enbiyâ, 21/34) buyruğuna
benzemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Ubeyde der ki:
Seker, yemek demektir. Meselâ: Bu senin sekerindir denilirken, bu senin
yiyeceğin (yemek)dir, demektir. Ebu Ubeyd, şu mısraı da (bu anîama delil olmak
üzere) nakleder:
"Sen, şerefli
kimselerin kusurunu yemek (yedirmeleri mi) kabul ettin?"
Yani, onların yemek
yedirmelerini yerilmelerine sebep gördün.
Taberî'nin tercih
ettiği görüş de budur. Ona göre seker, yenilen şeyler ile hurma ve üzüm
meyvelerinden içilmesi helal olan şeylerdir. Bu da güzel n-zık ile aynı şeydir.
Yani, lafızları değişik olmakla birlikte ikisinin de anlamı birdir, yüce
Allah'ın, Hz. Yakub'un söylediğini naklettiği; "Ben, keder ve üzün tümü
ancak Allah'a açarım" (.Yusuf, 12/86) buyruğu gibidir. Bu açıklama güzel
bir açıklamadır ve buna göre nesih sözkonusu değildir.
Ancak ez-Zeccâc şöyle
demektedir: Ebu Ubeyde'nin bu açıklaması bilinen bir şey değildir. Tefsir
bilginleri de buna muhalif kanaattedirler. Onun naklettiği beyitte de lehine
delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü ondan başkasının kanaatlerine göre bunun
anlamı, insanların kusur diye kabul ettiği hallerinin içki içip sarhoş olmak
olduğunu belirttiği şeklindedir.
Hanefi mezhebi
âlimleri şöyle derler: Buradaki "seker" kelimesi ile kastedilen sarhoşluk
vermeyen nebizlerdir. Buna delil de, şanı yüce Allah'ın kullarına yaratmış
olduğu bu gibi şeyler dolayısıyla onlara minnet etmesidir. Ancak, helal
kılınmış birşey ile minnet sözkonusu olur. Haram olan birşeyle olmaz. O halde
bu, sarhoşluk verecek derecede olmayan nebîzleri (meyve su-lannı) içmenin caiz
oluşuna delildir. Eğer sarhoşluk verecek dereceye gelirse, o takdirde bunlar
caiz olmaz. Onlar bu kanaatlerini, sünnetten Peygamber (sav)'ın söylediği
rivayet edilen şu buyruk ile desteklemektedirler: "Allalı, şarabı bizatihi
harara kılmıştır. Onun dışındaki içeceklerden ise sarhoş olmayı haram
kılmıştır. "[164]
Ayrıca, Abdulmelik b,
Nafi'in, îbn Ömer'den yaptığı şu rivayeti de delil gösterirler: Bir adamın,
Rasûlullah (sav)'a, rüknün yanında bulunuyorken geldiğini gördüm, O, Hz.
Peygamber'e, İçinde İçecek bulunan bir kab uzattı. Hz. Peygamber onu ağzına
doğru kaldırınca, sert olduğunu gördü ve sahibine geri verdi. Bunun üzerine
hazır bulunanlardan birisi ona: Ey Allah'ın Rasulü! O haram mıdjr diye sordu,
Hz. Peygamber: "Adamı bana getiriniz" diye buyurdu. Adam
getirilince, Hz. Peygamber kabı ondan aldı. Sonra su getirilmesini istedi. O,
suyu kaba boşalttı, sonra da onu ağzına kaldırınca, yüzünü ekşitti. Yine su
getirilmesini istedi, bu suyu yine o kabın üzerine boşalttıktan sonra şöyle
dedi: "Bu kabların (İçerisindeki içeceklerin) sertleştiğini görecek
olursanız, o takdirde onların içlerindekini su ile kırmız."[165]
Yine rivayet
edildiğine göre Hz, Peygamber'e nebiz hazırlanır, O da aynı gün ondan içermiş.
İkinci ya da üçüncü gün olup değişikliğe uğramışsa, onu hizmetçisine
içjrirnıiş[166] Şayet haram olsaydı, onu
hizmetçisine içir-mezdi.
Tahavî der ki; Ebu Avn
es-Sakafî de, Abdullah b. Şeddad'dan, o, ibn Ab-bas'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Şarap, azıyla, çoğuyla bizatihi haram kılınmıştır. İçecek herbir
şeyden ise, seker (sarhoşluk veren) haram kılınmıştır. Bunu Dârakutnî de
rivayet etmiştir[167]
İşte bu ve benzerî
hadislerden anlaşıldığına göre, şarap dışındaki içecekler, bizatihi (ayniyle)
haram kılındığı gibi diğer içecekler ayniyle haram kılınmış değillerdi
Hanefi'ler derler ki: Hamr (şarap), üzümün şarabıdır ve bunda görüş ayrılığı
yoktur, Yine Hanefiİerin delilleri arasında Şüreyk b. Abdullah'ın şu rivayeti
de yer almaktadır: Bize, Ebu İshak el-Hemezanî anlattı, o, Amr b> Meymun'dan
dedi ki: Ömer b. el-Hattab dedi ki: Bizler, bu develerin etlerini yeriz.
Fakat, karnımızda bu deve etlerini nebizden başka birşey de parçalamaz
(hazmettirmez).[168]
Şüreyk dedi ki; Ben, es-Sevrî'yi, zamanının en büyük alimi Malik b. Miğvel'in
evinde nebiz içerken gördüm.
Bunlara cevaba
gelince: Hanefilerin: Şanı yüce Allah, kullarına İçecekleri hatırlatarak
minnette bulunmaktadır, O'nun minnette bulunması ise ancak helal olan şeylerle
sözkonusudur, şeklindeki sözleri doğrudur. Şu kadar var ki bunun, önceden de
açıklamış olduğumuz gibi, içkinin haram kılınışından önce olma ihtimali vardır.
O takdirde az önce açıkladığımız gibi bu (mübah-JıkJ, nesholmuş olur.
İbnu'l-A'râbî der ki;
Bu, haber kipinde olduğu halde nasıl nesh olur? Çünkü haberin neshi sözkonusu
değildir, denilecek olursa, buna şöyle cevap veririz: Bu, şeriatı tahkiki
olarak anlamamış olanların söyleyeceği bir sözdür. Bundan önce de açıkladığımız
gibi, eğer haber hakiki olarak var olan şey hakkında yahut da yüce Allah'ın
bir lütfü olarak sevap vermesi ile ilgili ise, neshin sözkonusu olmayacağı
haber türü işte budur. Ancak haber, eğer şer'i bir hüküm ihtiva ediyorsa,
hükümler değiştirilir ve nesh olur. Hüküm ister haber kipi ile, ister emir
kipi ile gelmiş olsun farketmez. Ve hiçbir zaman nesih lafzın kendisiyle
alakalı değildir. Onun ihtiva ettiği hüküm ile alakalıdır Şayet bu gerçeği
kavrayacak olursanız, o takdirde şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda, kâfirler
hakkında haber vermiş olduğu ahmak sınıfın dtşına çıkmış olursunuz: "Biz
bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimiz de, -Allah neyi
indireceğini en iyi bilen olduğu halde-: Sen,, ancak bir iftiracısın, dediler.
Hayır, onların çoğu bilmezler."(en-Nahl, 16/101) Yani, bu itirazı yapanlar,
şanı yüce Rabbin, dilediğini emredeceğini, dilediği mükellefiyeti koyacağını,
adaletinin bir tecellisi olarak bunlardan dilediklerini kaldırıp, dilediğini
olduğu gibi bırakacağını ve Ummu'l-Kitab'ın O'nun nez-dinde olduğunu bilmeyen
kimselerdir.
Derim ki:
(İbnü'l-Arabî'nin bu ifadeleri) oldukça ağırdır. Çünkü o, bu ifadelerinin
kapsamına kıt anlayışları itibariyle, hayırlı iiim adamlarım kâfirlere
katmaktadır. Mesele, usulî (usul-i fıkh'a dair) bir meseledir. Şöyle ki, şer'î
hükümlere dair haberlerin neshi caiz midir, değil midir? Bu konuda görüş
ayrılığı vardır. Sahih olan ise, bu âyet-i kerime ve benzerleri dolayısıyla
bunun caiz olduğudur. Diğer taraftan bir hükmün meşruiyetine dair verilen
haber, o meşru hükmün, yerine getirilmesi talebini ihtiva etmez. İşte nesh olunduğuna
dair delil getirilen şer'î hüküm de sözügeçen bu taleptir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Hanefilerin sözkonusu
ettikleri hadislere gelince; birinci ve ikinci hadisler zayıftırlar Çünkü Hz.
Peygamber'den sabit nakil ile şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sarhoşluk
veren herbir içecek haramdır."[169]
Yine tiz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır: "Sarhoşluk veren herbîr şey hamr'dır ve sarhoşluk
veren herbir şey de haramdır."[170]
Bir başka hadisinde
ete şöyle buyurmaktadır: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır'[171]
Nesaî de {'bu
hadisleri kaydettikten sonra) şöyle demektedir: İşte bunlar, sağlam ve adaletli
ravilerdir. Sahih nakil yapmakla meşhur olmuşlardır, Ab-dulmelik ise, kendi
türünden büyük bir topluluğun desteğini alacak olsa bile, bunlardan tek
birisine karşı dahi duramaz. Başarı Allah'tandır.[172]
(Hanefi'lerin delil
gösterdikleri) üçüncü hadise gelince; bu hadis sahih olsa bile Hz. Peygamber
elbetteki onu sarhoşluk verici bir içki olarak hizmetçiye içirmiyordu. Onu,
ancak kokusu değiştiği için hizmetçiye içirmekte İdi. Çünkü Peygamber (sav),
kendisinden kötü bir kokunun alınmasından hoşlanmazdı. İşte, Hz. Zeyneb'in ona
verdiği baldan dodayı, hanımlarının Hz, Pey-gamber'e hile yoluna
başvurmalarının sebebi de budur. Ona, biz senden mc-ğafir, yani hoş olmayan bir
koku alıyoruz, demişlerdi. Daha sonra da Hz, Peygamber bunu içmedi. İleride
buna dair açıklamalar et-Tahrim Sûresinde gelecektir.
İbn Abbas'ın rivayet
ettiği hadise gelince; îbn Abbas'm kendisinden, Ata, Tavus ve Mücahid'den, buna
muhalif kanaatte olduğu rivayeti gelmiştir. Onun şöyle dediğini nakletmelerdir:
Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır. Bunu ondan Kays b. Dinar rivayet
etmiştir. Sarhoşluk veren şey hakkındaki fetvası da böyledir. Bunu da
Dârakutni söylemiştir[173]
Birinci hadisi ise,
İbn Abbas'tan Abdullah b. Şeddâd rivayet etmiştir, Ancak, önemli bir topluluk
da bu konuda ona muhalefet etmiştir. O bakımdan Peygamber (sav)'dan sabit olan
hadisler dolayısıyla onun bu kanaatte olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır.
Hz. Ömer'in söylediği
rivayet edilen: (Yediğimiz deve etini) midelerimizde ancak nebiz parçalar
(hazmettirir) sözüne gelince, zikrettiğimiz deliller gereğince, hiç şüphesiz ov
sarhoşluk verici olmayan şeyleri kastetmiştir.
Nesaî de, Utbe b. Ferkad'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir Ömer b. el-Hattab'ın içtiği nebiz, sirkeye
dönüştürülmüş idi. en-Nesaîder kir Bunun doğruluğunun delili ise, es-Saib
yoluyla gelen hadistir. ei-Haris b. Miskin'den dinlerken, kendisine kıraaten
(elde okunan metine göre o) dedi ki: îbnü'1-K.asım'dan: Bana Malik anlattı, o,
İbn Şilıab'dan, o, es-Saib b. Ye^İd'den ona haber verdiğine göre Ömer b.
el-Hattab yanlarına çıkarak şöyle dedi: Ben, filan kimseden şarap kokusu aldım.
O bunun tılâ içkisi[174]
olduğunu iddia etti. Ben, içtiği şeye dair soru soranın. Eğer sarhoşluk veren
birşey ise, ona cel-de cezası veririm. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab (r.a)
ona tam olarak had vurdu.[175]
Yine Hz. Ömer, Rasûlullah (sav)'ın minberi üzerinde irad ettiği hutbesinde
şöyle demişti: İmdi ey insanlar! Şarabın haram olduğu hükmü indiğinde şarap
üzüm, bal, hurma, buğday ve arpadan olmak üzere beş şeyden yapılırdı. Şarap
(lıamr) aklı örtüp perdeleyen şeydir.[176] Bu,
daha önce ei-Maide Sûresi'nde (5/90. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
İbrahim en-Nehaînin,
Ebu Cafer et-Tahavînin -ki çağının önder ilim adamı idi- nebizi helal kabul
ettikleri, Süıyan es-Sevrî'nin de nebiz içtiği söylenecek olursa, deriz ki:
Nesaî kitabında, sarhoşluk veren nebizleri helal kılan ilk kişinin İbrahim
en-Nehaî olduğunu söylemiştir.
[177] Bu
ilim adamının bir yanılmasıdır. Bizler ise ilim adamlarının yanılmalarına karşı
uyarılmış bulunuyoruz. Sünnet dururken hiçbir kimsenin söylediği söz delil
olamaz.
Yine Nesaî,
Lbnü'l-Mübarek* ten şöyle dediğini nakletmektedir: İbrahim müstesna, hiçbir
kimseden sarhoşluk veren şeylere dair ruhsatın sahih olarak rivayet edildiğini
görmedim. Ebu Usamc de der ki: Ben, Abdullah el-Mübarek'tendaha çok ilim
talebine düşkün kimse görmedim. Bu maksatla Şam diyarını, Mısır'ı, Yemen'i,
Hicaz'ı dolaşmıştır.[178]
Tahavî ve Süfyan'a
[179]gelince,
onların nebizi mubah kabul ettikleri sahih olarak sabit olsa bile, bu konuda
sünnetten sabiL olanlarla birlikte sarhoşluk veren şeylerin haram kılındığı
hususundaki imamların görüşlerine karşı onların kanaatleri delil olarak
gösterilemez. Diğer taraftan Tahavî, "İhtilafa dair yazdığı büyük
eserinde"[180]bunun
aksi görüşü de zikretmektedir. Ebu Ömer b. Abdi'I-Berr, "et Temkid"
adlı eserinde şöyle demektedir: Ebu Cafer et-Tahavîder ki: Ümmet, üzüm suyunun
sertleşip kaynaması ve köpük atması halinde, şarap olduğunu ve bunu hela] kabul
edenin kâfir olacağını ittifakla kabul etmiştir. Ancak, ıslatılan kuru
hurmanın suyunun kaynayıp sarhoşluk verecek hale gelmesi halinde, hükmü
hakkında ihtilaf etmişlerdir. İşte bu, Yahya b. Ebi Kesir'in, Ebu Hureyre'den,
onun da Peygamber (sav)'dan rivayet ettiği: "İçki (hamr) şu iki
ağaçtandır: Hurma ağacı ve üzüm ağacıdır) hadisi ile amel etmediklerini
göstermektedir. Çünkü onlar, bu hadisi kabul etmiş olsalardı, ıslatılan hurma
suyunu helal kabul edenleri de tekfir etmeleri gerekirdi. İşte böylelikle haram
kılınan şarabın kapsamına, sertleşen ve sarhoşluk verecek dereceye ulaşan üzüm
suyundan başka birşeyin girmediği sabit olmaktadır. (Tahavî devamla.) der ki:
Diğer taraftan haram kılma hükmünün, yalnızca onunla alakalı olması ve
başkasının ona kıyas edilmemesi ile, başkasının da ona kıyas edilmesi
hallerinden birisi sözkonu.sudur. Biz, onların hepsinin ısıtılan hurma suyunu
kaynayıp çok miktarda sarhoşluk vermesi halinde şaraba kıyas ettiklerini
görüyoruz. Kuru üzümün ıslatılması halinde de hüküm böyledir. (Talıavî devamla)
der ki: O halde buna kıyasen, sarhoşluk veren bütün içeceklerin de haram
olmaları icabeder. Diğer taraftan Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu da rivayet
edilmiştir: "Sarhoşluk veren herbîr şey haramdır," İşte bu hadis,
herkes tarafından kabul edildiği için, senedinin zikredilmesine bile gerek
görülmemiştir- Bu hususta aralarında görüş ayrılığı, hadisin tevili ile
ilgilidir. Kimisi: Hadiste, sarhoşluk veren şeylerin cinsini kastetmiştir,
kimisi de; sarhoşluğun gerçekleşmesi halini kastetmiştir, derler. Tıpkı,
fiilen öldürme meydana gelmedikçe, öldürene katil denilemeyeceği gibi.[181]
Defim ki: İşte bu,
Tahavînin de bunu haram kabul ettiğinin delilidir. Çünkü o şöyîe demektedir:
Buna kıyasen, sarhoşluk veren bütün içeceklerin haram olması gerekir.
Darakutnî Sünen'inde,
Âişe (r.anhaVdan, şöyle dediğini rivayet etmekledir: "Şüphesiz Allah,
şarabı (içkiyi) adı dolayısıyla haram kılmamıştır. Onu,
akibeti dolayısıyla haram kılmışur. Akibeti, şarabın
akibeti gibi olan herbir
içecek, tıpkı şarabın
haram olmast gibi haramdır."[182]
Îbnü'l-Münzir der ki:
Kûfeliler, illetli birtakım haberleri delil diye getirmişlerdir. İnsanlar,
herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşecek olursa, o takdirde o anlaşmazlık
konusunun, Allah'ın Kitabına ve Rasuiümin sünnetine havafe edilmesi gerekir.
Kimi tabiinden, çok miktarda içilmesi haîinde, sarhoşluk veren içecekleri
içtiğine dair gelen rivayetlere gelince; bunların birtakım günahları vardır ki,
bu günahlardan dolayı Allah'tan mağfiret dilemektedirler. Bu ise, İki
ihtimalden birisinden uzak olamaz: Ya bu kanaatte olan kimse, işitmiş olduğu
hadisi tevil etmekte hata etmiştir, yahut günah işlemiştir. Olur ki, yüce
Allah'a çokça İstiğfar etmektedir. Peygamber (sav) ise, hem bu ümmetin
öncekilerine hem sonrakilerine karşı Allah'ın hüccetidir,
ÂyeM kerimenin tevili
İle İlgili olarak şöyle denilmiştir: Bu âyet-i kerime, ibret alınsın diye
sozkonusu edilmiştir. Yani, bu eşyayı yaratana kadir olan, öldükten sonra
diriltmeye de kadirdir, Böyle bir ibret, şarabın helal veya haram olması
halinde, herhangi bir farklılık arzetmez. Çünkü, sarhoşluk verici İçkilerin
yapıldığını belirtmek, haram oluşa delil değildir. Bu da yüce Allah'ın:
"De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem.de insanlar için bazı
faydalar vardır" (el-Bakam, 2/219) buyruğuna benzemektedir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır,[183]
68. Rabbin,
bal arısına şunu vahyetti: "Dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda
evler edin."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[184]
"Rabbin, bal
arısına şunu vahyetti" buyruğunda sözü geçen vahiy ile ilgili
açıklamalar, Önceden geçmiş bulunmaktadır. Vahyin, ilham anlamına gei-diğini de
orada belirtmiş idik. (Âli İmran, 3/44. âyet, 1, başlık) İlham, şan: yüce
Allah'ın, zahiri herhangi bir sebep bulunmaksızın, kalpte yarattığı şeydir. Bu
da, yüce Allah'ın: "Herbir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem
kötülüğü, hem de takvayı iklam edene ki..." (eş-Şems, 91/7-8) buyruğu
kabilin dendir. Hayvanlar da bunlar arasındadır. Şanı yüce Allah'ın, hayvanlarda
kendi menfaatlerini idrâk etmeleri, zararlardan sakınıp hayatlarını çekip
çevirmeleri ile ilgili yarattıkları bu ilhamlar kabilindendir. Şanı yüce Allah,
cansız varlıklar hakkında da bu türden haber verdiği bir buyruğunda: "O
gün bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir"
(ez-Zibâl, 99/4-6) diye buyurmaktadır.
İbrahim e\-Rarbt dev
ki. A.Z.İ2 ve celi.1 olan Allah'ın, cansız varlıklardamahiyeti idrâk olunamayan
bir kudreti vardır. Bu cansız varlıklara Allah'tan bir Rasul gelmediği halde,
yüce Allah bu varlıklara bunları tanıtmıştır. Yani, ilham vermiştir. Tevil
alimleri arasında burada sözügeçen "vahyin ilham anlamında olduğu
konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Yahya b. Vessâb, Bal
arısına" kelimesini, "ha" harfini üstün olarak okumuştur. Buna,
bu İsmin veriliş sebebi ise, yüce Allah'ın, o andan çıkan balı nihle olarak
(bağış oiarakr bal ansı demek olan nahle ile aynı kökten.) vermiş olmasıdır.
Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır
el-Cevherî der ki:
kelimesi, an demek olup, erkek ve dişi hakkında da kullanılır. Ancak,
denilmesi (erkek arı) müstesna, "Nalıl" kelimesi, Hîcazlıların
şivesinde nıüennestir. Aynı şekilde çoğulu ile tekili arasındaki tek fark
"he (yuvarlak te)" olan bütün kelimeler böyledir.
Ebu Hureyre'den gelen
rivayete göre PeygamberCsav) şöyle buyurmuştur: "Bütün sinekler cehennem
ateşindedir. Allah, o sinekleri cehennemliklere azap (sebebi) yapacaktır.
Arılar bundan müstesnadır." Bunu, Tirmizî el-Hakîm,
"Neuâdiru'l-Usul" adlı eserinde zikretmektedir.[185]
İbn Abbas'tan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasülullah (sav), karıncanın, arının, hüdhüd
(çavuş kuşu)nun ve göçeğeo kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır. Bu hadisi de
Ebu Dâvûd rivayet etmiştir[186]
İleride de, yüce Allah'ın izniyle en-Neml Sûresi'nde (27/18. âyetin
tefsirinde) gelecektir.[187]
"Dağlarda,
ağaçlarda" buyruğu, arının sahipleri olmaması hali ile ilgilidir. "Ve
yapacakları çardaklarda evler edin." İşte Allah, arılarının meskenlerini
bu üç yerde tesbit
etmiştir Ya dağlarda ve dağ kovuklarında, ya ağaç kovuklarında, yahut da
Âdemoğullarmın yapacakları yüksek tepelerdeki bal yapma yerleri, kovanlar,
duvar ve benzeri yerlerdedir, ( J^j-* ) lafzı burada "hazırladı"
anlamındadır. Ancak, çoğunlukla bu, dal ve kerestenin dikkatle dizilmesi ve
gölgelik olarak kullanılması için çardak yapılması hakkında kullanılır. Bedir
günü, Rasülullah (sav)'a yapılan el-Arîş (gölgelik) da buradan gelmektedir.
"Arş" lafzı da bu köktendir. "( ^Art j J-ş» J-j* ): Hazırladı,
hazırlar, (çardak yaptı, yapar)" denilerek, "ra" harfi hem
esreli, hem de ötreli telaffuz edilir. Bu iki şekilde de bu kelime okunmuştur.
İbn Âmir, ötre ile, diğerleri ise esreli okumuşlardır. Âsım'dan ise burada
farklı rivayetler gelmiştir.
[188]
İbnu'l-Arâbî der ki:
Yüce Allah'ın, anda yarattığı hayret verici özelliklerden birisi de ona,
kovanlarını altıgen olarak yapmasını ilham etmesidir. Böylelikle kovanı tek bir
parça imiş gibi birbirine bitişmiş olmaktadır Çünkü, üçgenden ongene kadar
bütün şekillerin herbirisi kendi benzerleriyle yan yana getirilecek olursa,
bunlar bitişik olmaz ve mutlaka aralarında birtakım açıklıklar olur Bundan tek
İstisna altıgendir. Altıgen, benzerleriyle bir araya getirilecek olursa, tek
bir parça imiş gibi birbirine bitişik bir hal alır.
69.
"Sonra, her üründen ye de Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yollara
git." Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar. Onda İnsanlar için
şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için elbette bir âyet vardır.
"Sonra her
üründen ye." Çünkü arı, ancak çiçekli bitkilerden (ve ağaçlardan) yer.
"Ye de Rabbinin
kolaylıklar gösterdiği yollara git." Rabbinin yollarından yürü. Burada
yolların yüce Allah'a izafe edilmesi, o yollan yaratanın O oluşundan dolayıdır
Yani, dağlarda ve ağaçlar arasında rızık talebi için Rabbinin yollanndan geç.
Kolaylıklar
gisterdiği" kelimesi)'ın çoğulu olup inkıyâd eden demektir. Yani, itaat
eden ve müsahhar kılınmış olarak Rabbinin yollarından git, demektir. Bu
durumda bu kelime **an"nın halini açıklamaktadır. Yani an, arkadaşlarının
gittiği yere itaat ile uyarak gider ve gelir. Çünkü arı, gittikleri yerlerde
arkadaşlarının arkasından gider. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.
"Kolaylıklar
gösterdiği" buyruğunun, yollar ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Yani,
yüce Allah arının imlediği yollan kolaylaştırmış ve oradan gidip gelmeleri için
bu yollan kolay izlenir hale getirmiştir. Bu açıklamayı et-Ta-berî tercih
etmiştir. Bu durumda bu anlamdaki kelime "yolların halidir Ya'sub (bey
arı), arıların efendisidir. Onun durduğu yerde dururlar, yürüdüğü yerde
yürürler.
Yüce Allah'ın:
"Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar. Onda insanlar için şifa
vardır" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı dokuz başlık halinde
sunacağız:
[189]
Burada hitab,
nimetlerin sayılıp dökülmesi ve ibret almaya dikkatlerin çekilmesi için yine
haber kipine dönmekte ver "Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar*
yani, bal çıkar diye buyurmaktadır İnsanların büyük çoğunluğu balın, arının
ağzından çıktığı görüşündedir. Ali b. Ebi Talİb (r.a) da, dünyayı küçümseyici
ifadeler ile sözkonusu ederken şunları söylemektedir: Âdemoğlunun bu dünyada
giyindiği en şerefli elbise, bir kurtçuğun tükrü-ğüdür. İçtiklerinin en
şereflisi İse, bir arının çıkardığı pisliktir.
Bu ifadenin
zahirinden, balın ağızdan başka bir yerden çıktığı anlaşılmaktadır. Özetle,
bal arıdan çıkmakta, ancak ağzından mı, alt tarafından mı çıktığı
bilinememektedir. Ancak, güzel bir balın ortaya çıkabilmesi, arıların
kendilerini himaye etmeleri halinde mümkün olabilmektedir. el-Gaznevî'nin
naklettiğine göre Aristoteles, arının ne şekilde bal yaptığını görmek üzere camdan
bir kovan yapmış. Ancak arı, camın iç tarafını çamur ile sıvamadık-ça, bir
türlü çalışmamış.
Yüce Allah: Arının
yediklerinin, sadece karnında (bala) dönüşmesinden dolayı "karınlarından*
diye buyurmuştur.
[190]
Yüce Allah'ın:
"Çeşitli renklerde..." buyruğu, balın kırmızı, beyaz, sarı, katı,
daha sıvı gibi çeşitlerini kastetmektedir. Ana bir, takat yavrular farklı farklıdır.
İşte bu, gıdaların çeşitliliğine göre ilâhî kudretin balı çeşit çeşit kıldığının
delilidir. Tıpkı arıların kondukları yerlerin farklı oluşuna göre baliarı-nırt
da farklı tadı vermesi gibi. İşte Hz. Zeyneb'in, Peygamber (sav)'a: "Bu balı
yapan arılar Urfut (Muğaylan) ağacından yemiş
[191]
söylerinin anlamı budur. O, bu sözlerini balın kokusunu mağafir kokusuna
benzetmesi münasebetiyle söylemişti.
[192]
Yüce Allah'ın:
"Onda, insanlar için şifa vardır buyruğundaki zamir, cumhurun görüşüne
göre bala aittir. Yant, balda insanlar için şifa vardır. İbn Ab-bas, el-Hasen,
Mücahid, ed-Dahhâk, el-Ferrâ ve Ibn Keysan'dan gelen rivâyete göre, zamir
Kur'ân-ı Kerim'e racidir. Kur'an-ı Kerimede insanlara şifa vardır, demektir
en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Yahut da, size anlattığımız bunca
âyet ve kesin delillerde insanlar için bir şifa vardır anlamındadır. Balda
şifa vardır, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da aynı şekilde açıkça
anlaşılan bir açıklamadır Çünkü, tedavide kullanılan macun ve içeceklerin pek
çoğunun aslı baldandır. Kadı Ebu Bekir îbnu'İ-A'râbî der ki: Zamirin Kur'an-ı
Kerim'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşü bana göre uzak bir ihtimaldir.
Onlardan bu görüşün sahih olarak nakledildiği görüşünde değilim. Bu görüş,
naklen sahih olsa dahi, akten sahih değildir. Çünkü, bütün açıklamalar bat île
ilgilidir. Burada Kur'ân-ı Kerim'dcn söz edilmemektedir.
İbn Atiyye der ki:
Cahil ba^ı kimseler, bu âyet-i kerime ile Ehli Beyt ile Haşimoğullarının
kastedildiği kanaatindedirler. Arı diye bunlar kastedilmektedir. İçecek ise,
Kur'an-ı Kerim ve hikmettir. Bu cahillerden birisi bunu, Abbasi hükümdarı Ebu
Cafer el-Mansur'un meclisinde sözkonusu ettiğinde, orada hazır bulunanlardan
birisi şöyle demiş: Allah senin yiyecek ve içeceğini Haşimoğullannın
karınlarından çıkanlar kılsın emi. Bu sözleriyle hazır bulunanları güldürdüğü
gibi, öbür iddiayı ileri süren kişi de şaşırıp kaldı ve bu sözünün de ne kadar
gülünç olduğu oıtaya çıkmış oldu.
[193]
Yüce Allah'ın:
"Onda, insanlar için şifa vardır" buyruğunun, genel ve kapsamlı olup
olmadığı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir kesim, bu buyruğun her durum
ve herkes için umumî olduğu görüşündedir. Mesela, İbn Ömer'den rivayet
edildiğine göre o, herhangi bir yara veya başka bir şeyden şikâyet edip
rahatsızlandı mı, mutlaka onun üzerine bal koyardı. Hatta, vücudunda bir yer
irin toplayacak olursa, onun üzerine bile bal sürerdi.
en-Nakkâş, Ebu
Vecra'den, bah sürme olarak gözlerine çektiğini, balın ishal yapıcı olarak
kullanıldığını ve ba3 ile tedavi olduğunu nakletmektedir. Rivayete göre, Avf
b. Malik el-Eşcaî, hastalanınca ona sana ilaç vermeyelim mî diye sorulunca o da
bana su getirin demiş. Çünkü yüce Allah: "Ve Biz gökten bereketli bir su
indirdik" (Kar", 50/9) diye buyurmaktadır. Sonra da: Şimdi de bana
bal getirin, demiş. Çünkü yüce Allah: "Onda insanlar için şifa
vardır" diye buyurmuştur. Bir de bana zeytinyağı getirin. Çünkü yüce Allah:
"Mübarek bîr ağaçtandır" (en-Nur, 24/35) diye buyurmaktadır. Ona bütün
bu dediklerini getirdiler, hepsini birbirine karıştırıp içtf ve iyileşti.
Kuru ilim adamı da: Bu
buyruk umumîdir. Sirke ile bal karıştırılıp birlikte pişirilecek olursa, bütün
hastalıklara karşı her durumda kendisinden yararlanılabilecek: bir tedavi
karışımı olur.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Bu, hususî bir mana ifade ermektedir. Her hastalıkta ve
herkeste umumî olarak şifa olmasını gerektirmemekledir. Aksine bu, şifa
verdiğine dair bir haberdir. Tıpkı diğer İlaçların kimi kimselerde ve bazı
hallerde şifa olmaları gibi; o da öyle bir şifadır. Âyet-i kerime balın bir
ilaç olduğunu haber vermektedir. Çünkü bal, çokça şifa veren birşeydir. Gerek
içilerek, gerek macun halinde kullanılan bütün ilaçlarda bir karışım ve bir
yardımcı unsurdur. Buv ilk olarak tahsis edilen umumî bir lafız da değildir.
Kur'an-ı Kerim, bu kabilden ifadelerle doludur. Arap dilinde de hususi bir mana
ifade eden, umumi lafızlar, umumi bir mana ifade eden hususi lafızlar çokça
kullanılır.
Bu buyruğun, umuma
delalet etmediğini gösteren hususlardan birisi de "şifa" kelimesinin
olumlu bir cümle içerisinde nekire (belirtisiz) olmasıdır. Dilcilerin ve ilim
ehlinin muhakkıkları ile, çeşitli usul alimlerinin ittifakı ile böyle bir ifade
umum teşkil etmez. Ama, sıdk ve azimet ehli bir kesim bu buyruğu umumî
ifadesiyle kabui etmişler ve bütün ağrı ve hastalıklar için bal vasıtasıyla
şifa aramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in bereketi ve sağlam tasdik ve ya-kînleri
sayesinde de hastalıklarından şifa buluyorlardı. Îbnü'l-Arabî der kî: Kimin
niyeti zayıf düşer ve onun adet ve alışkanlıkları dini yakinine galip getirse
o, bu buyruğu tabiplerin sözlerine göre anlamaya çalışır. Halbuki hepsi de
dilediğini yapanın hikmeclerindendir.
[194]
Bir kimse: Biz, balın
faydalı olduğu kimseleri de gördük, zarar verdiği kimseleri de gördük. Bal nasıl
olur da bütün insanlara şifa olabilir? diyecek olursa, ona şöyle cevap
verilir: Su, her şeyin hayatının sebebidir. Halbuki biz, suyu bedendeki bir
rahatsızlık halinde kullanılması gereken şeklin zıddına kul-lanıldEgı taktirde,
sudan ölen kimseleri de gördük. Bununla birlikte içilen ilaçların birçoğunda
balın şifa verici olduğunu da gördük. Bu anlamdaki bir açıklamayı ez-Zeccâc
yapmıştır.
Doktorlar,
"sikencübîn" denilen ilacın, heıtürlü hastalıkta genel olarak faydalı
olduğunu söz birliği halinde söylüyor ve öve öve bitiremiyorlar. Bunun aslı
İse, baldır. Sair macunlar da böyledir. Üstelik Peygamber (sav) da bu konudaki
müşkil ve rahatsızlık verici hali sona erdirmiş ve ihtimal anlamını ortadan
kaldırmış bulunuyor. Uz, Peygamber, karnındaki bir rahatsızlıktan şikâyet eden
kimseye bal içmesini emretmesi üzerine, bu rahatsız kişinin kardeşi, Hz.
Peygamber'e, bal içtiğinden dolayı dalıa bir ishal oldu, diye haber verince,
Hz. Peygamber, yine bal içmeye devam etmesini emretti ve sonunda iyileşti. Hz.
Peygamber de: "Allah doğru söylemiştir, fakat kardeşinin
karnı yalan söyledi."[195]
Zındık doktorlardan
kimisi, bu hadise itiraz ederek şöyle demiştir: Tabîb-ler, balın ishal yaptığım
itifakla kabul etmişlerdir. Nasıl olur da ishal olan bir kimseye bal tavsiye
edilebilir?
Buna cevap: Bu söz,
Peygamberine tam bir tasdik ile inanan kimse için bizatihi haktır. Bu kimse,
Peygamberin tayin ettiği ve emrettiği şekilde samimi bir niyet ile ve inanarak
balı kullanacak olursa, hiç şüphesiz onun menfaatini görür ve bereketinden
yararlanır. Tıpkı hadiste sözü geçen bal içen bu kimse ve başkalarının karşı
karşıya kaldığı gibi.
Tabiplerin bu hususta
nakledilen ittifaklarına gejince, bunun ittifakla kabul edilen bir husus olduğunu
söyleyen kimse bilgisizliğini ortaya koymaktadır. Çünkü o bu konuda herhangi
bir kayıt getirmemiş ve mutlak bir ifade kullanmıştır Oysa İmam Ebu Abdullah
el-Mazerî der ki: Şunun bilinmesi gerekir ki: İshal, pekçok sebeplerden dolayı
arız olur. Kimi ishal, çokça yemekten ve ishal yapıcı şeylerden meydana gelir.
Doktorlar, böyle bir ishale karşı kullanılacak ilacın kişiyi tabiatıyla ve
ondaki etkileriyle başbaşa bırakmasından ibarettir. Kğer onun bu tabii durumu
ishale karşı yardımcı bir tedaviye gerek duyulursa, gücü kaldığı sürece bu
konuda ona yardıma olunur. Çünkü bu durumdaki birisinin ishalini durdurmak
zararlıdır, derler. Bu husus açıklık kazandığına göre şöyle deriz: Hadiste
sözü geçen kimsenin, karnını tıka basa doldurmasından ve çokça yemesinden
dolayı ishal olma ihtimali vardır. Bu bakımdan, Peygamber (sav) ona bal
içmesini emretti. İshal olmasın: gerektiren maddî sebep tamamiyle yok oluncaya
kadar bal içmeye devam etmesini söyledi. Sonunda ishali durdu ve böylelikle
bal içme ona uygun aeıı-miş oldu. Bu, bizzat tıp mesleğiyle teshir edilen
birşey olduğuna göre. o halde bu mesleğe İstinaden itiraz eden kimsenin
cahilliği oıtaya çıkmış oîur d-Mazerî devamla) der ki: Biz, doktorların onu
tasdik etmesi suretiyle Peygamberimizin söylediği bir sözü güçlendirme yoluna
gidecek değiliz. Aksine, doktorlar onu yalanlamaya kalkışacak olursa, biz de
onları yalanlarız ve onanın kâfirliklerini dile getiririz. Diğer taraftan
Peygamberimizi de tasdik etmekleri geri durmayız, Eğer, söylediklerinin doğruluğunu
müşahedeler ile bize ispM etmeye kalkışacak olurlarsa, o takdirde Rasûlullah
(sav)fm sözünü uygun şaliyle tevil etmek ve sahih bir şekilde onu açıklamak
yoluna gideriz. Çunkâ onun hiçbir şekilde yalan söylemediğinin delilleri açıkça
ortadadır.
[196]
Yüce Aüah'm:
"Onda insanlar için şifa vardır" buyruğunda, ilaç İçmek ve buna
benzer vesilelerle i]aç kullanmanın caiz olduğuna delil vardır. İleri gelen
ilim adamlarından bunu mekruh gören kimselerin kanaatine muhalif olmakla
birlikte bu böyledir, Aynı zamanda bu buyruk, bir kimsenin ancak başına
gelecek bütün belâlara razı olması ile veliliğinin tamam olabileceğine ve
böyle bir kimsenin tedavi yoluna başvurmasının caiz olmadığını söyleyen
sufilerin görüşlerini de reddetmektedir. Tedavi olmayı inkâr edip kabul
etmeyenlerin bu tutumlarının bir anlamı yoktur.
Sahih hadiste, Hz.
Câbir'den rivayete göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; "Her bir
hastalığın bir ilacı vardır. O hastalığın ilacı isabet etti mi, Allah'ın
imiyle İyileşİr."[197]
Ebû Dâvûd ve Tirmİzî
de, Usame b. Şureyk yoluyla gelen şöyle bir rivayeti kaydederler. Usanıe dedi
ki: Bedevi Araplar, Ey Allah'ın Rasulü, tedavi olmayalım mı? dediler. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Olun ey Allah'ın kullan! Tedavi olunuz. Çünkü Allah,
ne kadar hastalık koyduysa, mutlaka onun için de bir şifa veya bir ilaç
koymuştur. Tek bir hastalık müstesna." Ey Allah'ın Rasulü, o hangisidir?
dediler. O: "Yaşlanmak" diye buyurdu. Bu lafı* Tlrmi-zî'nindir.
Tirmizî: Hasen, sahih bir hadistir demiştir.[198]
Tirmizî'nin Ebu
Huzâme'den rivayetine göre o da babasından, şöyie dediğini nakletmektedir:
Rasûlullah (sav)'a şöyle sordum: Ey Allah'ın Rasulü! Okuduğunuz bir rukye (dua,
zikir), kendisiyle tedavi olduğunuz bir ilaç ve bizim herhangi bir sakınmamız,
acaba Allah'ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi, ne dersin? Hz. Peygamber:
"Bu da Allah'ın kaderin dendir" diye buyurdu.[199]
Tirmizî der ki: Bu, hasen bir hadistir. Ve Ebu Huzâme'nin bundan başka bir
hadisi de bilinmemektedir.[200]
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Sizin ilaçlarınızın herhangi birisinde eğer hayır namına
birşey varsa, bu ya bir hacamat bıçağının açtığı bir yarada, yahut bir içim
balda, yahut da bîr ateş ile dağlamadadır. Bununla birlikte ben, dağlanmayı
pek sevmiyorum."[201] Bu
hadisi, Sahih (-i Buhârî ve Müslim) rivayet etmiştir,
Bu konudaki hadisler,
sayılmayacak kadar pek çoktur. Tedavinin ve rukye yapmanın mubah olduğunu ilim
adamlarının cumhuru kabul etmiştir.
Rivayete göre İbn
Ömer, yüzünün bir tarafına isabet eden hafif bir felç dolayısıyla dağlanmış ve
akrep sokmasından dolayı rukye ile tedavi olmuştur
[202]
îbn Sîrin'den
nakledildiğine göre, İbn Ömer, çocuklarına tiryak içirirmuş.
Malik de: Bunda bir
beis yoktur demiştir. Ancak, bunların mekruh oldıu-ğu görüşünde olanlar, Ebu
Hureyre'nin naklettiği şu rivayetini delil gösreri^r-ler, RasÛluİlah (sav)
buyurdu ki: "Bir millet, küçüğü ile büyüğü ite cennete girmiştir. Bunlar
(dünyada) ne kendilerine rukye yapılmasını isterler, ne dağlanırlar, ne
herhangi bir şeyin uğursuzluğuna inanırlardı. Bunlar. Rabb-lerine tevekkül
ederlerdi,[203]
Bu kanaati savunanlar
derler ki: O halde mü'mine düşen Allah'a güvenerek, O'na tevekkül ederek, O'na
dayanarak ve yalnız O'na yönelerek bu gibi şeyleri terketmektir. Çünkü yüce
Allah, kişinin iıastalıklı günlerini de, sağlıklı günlerini de bilmiştir.
Bütün insanlar bunu azaltmaya, ya da arttırmaya bütün gayretleriyle çalışacak
olsalar dahi buna güçleri yetmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet,
mutlaka Bizim onu yaratmamızdan önce o bir jfei-taptadır." (el-Hadid,
57/22)
Bu kanaate sahip
olanlar arasında fazilet sahibi ve esere (rivayete) bağ-lilıklanyla meşhur bir
topluluk da vardır. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ud'un ve Ebu'd-Derda'nın da -Allah
ikisinden razı olsun- görüşüdür.
Osman b. Alfan,
vefatıyla sonuçlanan hastalığında Abdullah b. Mes'ud'un yanına gelmiş. Hz.
Osman ona: Şikâyetin ne diye sormuş, o, günahlarım diye cevap vermiş, Hz.
Osman, canın birşey çekiyor mu diye sormuş, o. Rabbbtmin rahmetini, diye cevap
vermiş. Hz. Osman: Sana doktor çağırmayayım mı diye sorunca, o da; zaten beni
hastalandıran o tabibtir diye cevap vermiş... hadisin geri kalan kısmı ileride
bütünüyle, yüce Allah'ın İzniyle et-Vakıa Sûresİ'nin faziletine dair
açıklamalar sırasında (bk. el-Vâkıa, 56. Sure'nin mukaddimesi) gelecektir.
Veki' dedi ki: Bize,
Ebu Hilâl, Muaviye b. Kurra'dan anlattı, Muaviye dedi ki: Ebu'd-Derda
hastalandı Onu ziyarete gittiler ve: Sana bir tabib çağırmayalım mı dediler,
o, beni yatağa düşüren tabiptir dedi er-Kabi' b. Haysem de bu görüştedir- Saİd
b. Cübeyr rukye yapmayı mekruh görmüştür. el-Ha-sen de süt ve bal dışında bütün
ilaçların içilmesini mekruh görürdü.
Ancak birinci görüşü
benimseyenler, hadis ile ilgili olarak; bunda tedavi
olmamaya dair bir delil bulunmadığını söyleyerek cevap
vermişlerdir. Çünkü, bu konuda Hz. Peygamber1 in, mekruh olan bir dağlama
türünü kastetmiş olma ihtimali vardır. Zira, Peygamber (sav), Ahzab gününde
isabet aldığı ok dolayısıyla kolunun dağlanmasını emir buyurup şöyle demiştir:
"Şifa üç şeydedir.1' Az önce geçtiği gfbi. Diğer taraftan Hz. Peygamber
rukye ile tedaviden Allah'ın Kitabı'nda olmayan şeyleri okumak ile tedavi
yoluna gitmeyi kastetmiş olabilir. Çünkü yüce Allah, ileride açıklaması
geleceği üzere: "Kur'an'dan mü'mînler için bir şifa ve rahmet olanı kısım
kısım indiririz" (el-İsra, 17/82) diye buyurmaktadır. Kendisi de ashabına
rukye yapmış ve onlara rukye yapmalarını da emretmiştir. İleride geleceği
üzere[204]
Malik ve mezhebine
mensup bir grup ilim adamının kanaatine göre bal. her ne kadar yenilen ve gıda
olarak kullanılan bîr mahsul ise de onda zekfu yoktur. Bu konuda Şafiî'nin
Farklı görüşleri vardır. Yeni mezhebinde kesin alarak ifade ettiği husus,
balda zekât ol madiğidir. Eîbu Hanife ise, az olsun, çok olsun balda zekâtın
vacîb olduğu görüşündedir. Çünkü ona göre balda nisab şartı yoktur, Muhammet!
b. el-llasen de şöyle demiştir: Rai, sekiz feraka'[205]
ulaşmadıkça ona zekât düşmez. Bir terak ise otuzaltı İrak nthna tekabül eder.
Ebu Yusuf da der ki:
Her on tulumda bir tulum zekât düşer. Bu görüşünde, Tîrmizî'nin İbn Ömer'den
yaptığı rivayeti delil gösterir, tbn Ömer dedi ki: RasÛLullah (sav) şöyle
buyurdu: "Balın, her on tulumunda bir tulum zekât vardır." Ebu İsa
(et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadisin İsnadı tenkid edilmiştir. Peygamber (sav)'dan
bu hususta sahih pek birşey bulunmamaktadır. İlim ehlinin çoğunluğunun
kanaatine göre de uygulama buna göredir. Ahmed ve İs-hak da bu görüştedirler
Kimi ilim adamı da bala zekât düşmez demişti[206]
Kİ$te bunda da
düşünen" yani ibret alan "bir topluluk için elbette bir âyet
vardır." Arı üzerinde dikkatle düşünmek ve onun bu hayret verici durumları
üzerinde inceden inceye tefekkür etmek, bu ibretin bir parçasıdır. Bünyesinin
zayıflığına rağmen ona bu incelikli sanatı ilhanı edenin, farklı durumlarında
maharetli bir şekilde çeşitli yollara başvurma ilhamını verenin kesin olarak
yüce Allah olduğuna kesinlikle inanılır. Tıpkı; "Rabbin bal arısına şunu
vahyetti..." âyetinde dile getirildiği gibi. Diğer taraftan an, ekşi, acı,
tatlı, tuzlu ve hatta zararlı otlardan bile yemektedir. Şanı yüce Allah ise
bunları tatlı ve şifalı bir bal halinde yaratmaktadır. İşte bunda da O'nun
yüce kudretine bir delil vardır.
[207]
70. Sizi
Allah yarattı. Sonra sizi O öldürecek. İçinizden kimi ömrünün en kötü zamanına
kadar geri götürülür. Bildikten sonra hiç-birşeyi bilmez olsun diye. Şüphesi/
Allah, herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir,
"Sizi Allah
yarattı. Sonra sizi O öldürecek." Bu buyruğun anlamı açıktır "İçinizden kimi, ömrünün en kötü
zamanına kadar geri götürülür."
Yani, en geri ve en
aşağı haline kadar geri götürülür. Şöyle de açıklanmıştır: Yani, gücünün
azaldığı, aklının azaldığı bîr lıale gelir; bunaklık ve benzeri hallere kadar
düşer. îbn Abbas der ki: Bundan maksat, ömrün en aşağı derecesidir. Yani, aklı
ermeyen küçük çocuk gibi olur. Anlamlar birbirlerine yakındır.
Bulıarî'nin Sahih'inde
En.es b. Malik'in şöyle dediği kaydedilmektedir; Ra-sûlullalı (sav) Allah'a
sınığımı1 ve şöyle derdi:
lah'ım, tembellikten
sana sığınırım, korkaklıktan sana sığınırım, yaşlanıp kocamaktan sana
sığınırım, cimrilikten sana sığınırım,"[208]
Sa'd b. Ebi Vakkas'm
rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ömrün en kötü
zamanına geri döndürülmekten de sana sığınırım."[209] Bu
hadisi de Buharî rivayet etmiştir.
"Bildikten sonra
hiçbir şeyi bilme/, olsun diye." Yani, tekrar çocukluk haline dönüp bundan
önce bitmiş olduğu şeyleri, aşın yaşlılıktan dolayı bilmez hale gelsin diye.
Mü'min hakkında böyle bir durumun sözkonusu olmayacağı söylenmiştir. Çünkü
mü'minden bilgisi çekilip alınmaz. Anlamın: ilim sahibi iken, hiçbir şey ile
amel edemesin şeklinde olduğu da söylenmiştin Burada amelden ilim diye
sözedilmiştir. Çünkü amelin ilme ihtiyacı vardır. Diğer taraftan, yaşlılığın,
kişinin ameline etkisi, ilmindeki etkisinden daha ileri derecededir.
Âyette, anlatılmak
istenen ise, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere karşı delil getirmektir.
Yani kişiyi bu hale geri döndüren, onu öldürmeye, sonra da tekrar diriltmeye
de kadirdir.
[210]
71. Allah,
fizik hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, -hepsi bu
rczıkta eşit olmak üzere- mıklarını ellerinin altındakilere geri vermezler. O
halde bunlar, Allah'ın nimetini bilerek mi inkâr ediyorlar?
"Allah, rızık
hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı." Yani, kiminizi zengin,
kiminizi fakir, kiminizi hüi1, kiminizi köle kıldı.
Rızık hususunda
"üstün kılınanlar... rı/ıklarmı ellerinin altındakilere geri
vermezler." Yani, efendi, mal bakımından köle ile sahibi eşit olsun diye
kendisine rızık olarak verilen herhangi bir şeyi, kölesine vermek istememektedir.
Bu, yüce Allah'ın,
puta tapanlara verdiği bir misaldin Yani sîzin köleleriniz, sizinle eşit
olmadığına göre, nasıl benim kullarımı bana eşit kılıyorsunuz? Sahip oldukları
kölelerinin kendi mallarında ortaklıkları sözkonusu olmadığına göre, onların
da Allah'a ibadette O'nun dışındaki putları, heykelleri ve onların dışında
kendilerine tapınılan melekler ve peygamberleri -halbuki hepsi de Allah'ın
kullan ve yaratıklarıdır- oıtak koşmaları da caiz olamaz. Bu anlamdaki
açıklamayı Taberî naklettiği gibi, İbn Abbas, Mücahid, Katade ve başkaları da
bu şekilde açıklamışlardır.
Yine İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre, bu ayei-i kerime Mecran lırisli-yanları hakkında inmiştir.
Onlar, İsa Allah'ın oğludur deyince, yüce Allah onlara; "Üstün
kılınanlar... nzıklarım ellerinin altındakilere geri vermezler"
buyruğunu indirdi.
Yani efendi, sahip olduğu kölesine» efendi ile köle malda eşit ofsun diye
rızkını, malını geri vermediğine güre, siz nasıl olur da kendiniz için razı
olmadığınız bir hususa Benim için rıza gösteriyor ve böylelikle kullarım
arasından oğlumun olduğunu iddia ediyor?
Bunun bir benzen de
ileride gelecek olan: "(Allah) size kendi nefislerinizden bir misal
getirdi. Size rızık olarak verdiklerimizle eliniz altındaki kölelerinizin size
ortak olup, o rızıkta hep birlikte eşit olmayı ve kendiniz gibi hür olan diğer
ortaklarınızdan çekindiğiniz gibi onlardan da çekinmeyi kabul eder
misiniz?" (er-Rûm, 30/28)
Bu buyruk aynı zamanda
biraz sonra geleceği gibi, kölenin mülk edineni eyeceğine delildir.
[211]
72. Allah,
sizin için kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de size oğullar ve
torunlar yarattı. Sizi güzel ve temiz şeylerden rmkJandırdı. Şimdi onlar batıla
inanıyorlar da Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?
"Allah, size
kendi nefislerinizden eşler yarattı" buyruğunda ki- önceden geçiığj gibi
"yarattı" anlamındadır,
"Kendi
nefislerinizden eşler" buyruğu ile Hz. Âdem'i ve ondan Havva'yı yaratmış
olduğunu kastetmektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, sizlere kendi
nefislerinizden, yani, kendicins ve türünüzden ve sizin hilkatiniz gibi eşler
yarattı. "Andolsıtn ki, size, kendi nefislerinizden (içinizden) öyle bir
peygamber gelmiştir ki..," (et-Tevbe, 9/128) buyruğu da bunun gibidir.
Yani, sizin gibi ÂdemoğuHarından bir peygamber... demektir.
Bu buyruk ile cinlerle
evlenip onlarla birlikte ilişki kurduklartna inanan Arapîaıın kanaatleri
reddedilmektedir. Öyle ki, Amr b. Hind'in, cinlerden bir Gul ile evlendiği ve
onu görüp de ürkmesin diye şimşeğe karşı gizlediği rivayet edilmiştir. Gecenin
birisinde şimşek parlayıp bu Gul, bunu görünce,
Amr demiş ve kaçıp
gitmiş; bir daha da onu görememişti. Bu, bu gibi şeylere İnanan Arapların
uydurdukları yalanlardandır. Yüce Allah'ın hüküm ve hikmeti açısından bunlar
mümkün görünse bile; böyledir.
Bu buyruk, aynı
zamanda cinlerin varlığını inkâr eden, onların yemek yemelerini imkânsız kabul
eden filozofların kanaatlerini de reddetmektedir.
"Eşler*den kasıt,
erkeğin eşidir. Bu da onun gibi olan ikinci tür demektir. Çünkü erkek, tek
başına bir tektir. Ona eşi eklenince bu sefer çift olurlar. Eşin, bu buyrukta
kadına değil de erkeğe izafe edilmesi, -önceden de geçtiği gibi- erkeğin
varlıkta kadının aslını teşkil etmesinden dolayıdır.
"Eşlerinizden de
size oğullar ve torunlar yarattı buyruğu ile ilgili açık lamalarımızı beş
başlık halinde sunacağım[212]
Yüce Allah'ın:
"Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı" buyruğu,
oğulların nimet olarak sayıldığı hususunda açıktır. Oğullar ise, erkek ve
zevcesinden dünyaya gelir. Ancak doğan yavru, annede yaratılıp ondan ayrıldığı
için burada eşlere izafe edilmişlerdir. Bundan dolayı kölelikle dev hürriyette
de çocuk anneye tabidir ve mal olup olmamak bakımından da annesi gibidir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Ben, Medinetü's-SelanVda Hanbelî mezhebi mensuplarının imamı olan Ebu'1-Vefa
Ali b. Akil'i şöyle derken dinledim: Mat oluş bakımından çocuk annesine
tabidir. Kölelik ve hürriyet hususunda da annenin hükmünü aln. Çünkü çocuk,
hiçbir kıymeti ve mali hiçbir değeri, hiçbir faydası olmayan bir nutfe olarak
babadan ayrılır. O, ne kazanmışsa, annesi ile ve annesinden kazanmıştır. İşte
bundan dolayı annesine tabi olur. Tıpkı bir kimse, bir başkasının toprağında
bir hurma yiyip, yediği hurmanın bir çekirdeğinin de elinden yere düşmesi,
sonra da bu çekirdeğin bir hurma ağacı olması halinde olduğu gibi. Böyle bir
ağaç, ümmetin icmaı ile yiyenin değil, arazi sahibinin mülküdür. Çünkü bu
çekirdek, yiyenden kıymetsiz bîr şey İken aynlmıştır-[213]
" Ve torunlar
yarattı" buyruğu iie ilgili olarak, Îbnü'l-Kasım, Ma-lik'ten rivayetle
şöyle demektedir: Ben, Malik'e, yüce Allah'ın: "Oğullar ve torunlar"
buyruğu hakkında sordum da o, şöyle dedi: Burada geçen "halede (mealde;
torunlar)" görüşüme göre hizmetçiler ve yardımcılar demektir. İbn
Abbas'tan da, yüce Allah'ın bu buyruğu ile ilgili olarak, bunlar
yardımcılardır, sana yardımcı oian herkes; Senin hafidin olur" dediği rivayet
edilmiştir. Ona: Peki, Araplar böyle bir kullanımı biliyorlar mı diye sorunca,
o: Evet bilirler ve kullanırlar da; diye cevap verdikten sonra, şairin şu
beyitini hiç duymadınız mı, diye sormuştu:
"Hizmetçiler,
çevrelerinde çabucak hizmete koşuştular Ve develerin yuları da ellerine teslim
edildi."
el-A'şâ da şöyle
demiştir:
"Develere şarkı
söyleyenler, arkalarından hızlıca koştuklarında, ben onları Henüz hamile
kalmamış develerime karşihk, Yemenli dişi develerle
yükümlü tuttum."
İbn Arefe der ki:
Araplara göre "hafede" yardımcılar demektir. Bir kimse, bir İşi
itaatle ve çabucak yaparsa, ona "hâfid" denilir. Kunuî duasında geçen
Sana doğru koşarız ve çabucak senin hizmetine geliriz" ifadesi de buradan
gelmektedir. "Hatedân" da, hızlıca gelmek demektir.
Ebu Ubeyd der ki:
"HafcT, çalışmak ve hizmet etmek demektir. eî-Halil b. Ahmed de der ki:
Araplara göre "hafede", hizmetçiler demektir. Mücalıld de böyle
demiştir. cl-Ezherî ise şöyle demiştir: Hafede'nın, oğulların oğullan (torunlar)
olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İki
kızkardeş anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunu İbn Mes'ud, Alka-me,
Ebu'd-Dulıâv Said b. Cübeyr ve İbrahim söylemişlerdir. Şairin şu beyitleri bu
kabildendfr:
"Nefsim eğer bana
itaat etseydi, hiç şüphesiz onun Çokça sayıda hafedleri olurdu.[214]
Fakat bu nefis hep
bana karşı çıkıyor
kimselerin damat olmasından hoşlanmıyor,
tiksiniyor."
Zır. Abdullah'tan
şöyle dediğini rivayet eder: Hafede, damatlardır. İbrahim ;x- böyle demiştir.
Manalar birbirine yakındır. el-Asmaî der ki: Kadın tarafının erkek akrabalara
"haten" denilir. Babası, kardeşi ve benzerleri gibi. "Sıiır"
ise. iıer iki taraftan akrabalara deniiir. Mesela, filan kişi filan oğullarının
sihn oldu, onlarla sıhrî akrabalık kurdu denilir. Abdullah'ın: "(Hafede)
kadın yoluyla akrabalar demektir" sözünün ise, her iki anlama gelme İhtimali
vardır. Onun bu sözleriyle hem kadının babasını (kayınpederi) kastetmiş olma
ihtimali vardır, hem de buna benzer diğer akrabalarını kastetmiş olabilir. O,
size eşlerinizden oğullar ve başkalarıyla evlendireceğiniz kızlar da
yaratmıştır, böylelikle sizin bu kızlarınız sebebiyle damatlarınız olur, anlamını
kastetmiş de olabilir. İkrime der ki: Hafede, kişiye çocukları arasından faydası
dokunan kimseler demektir,
Bu kelimenin aslı; den
gelmektedir ve bu da hızlıca yürümek için kullanılır. Küseyyir'ın, az ünce de
nakledilen:
"Hizmetçiler
aralarında hızlıca gidip geldiler..."
Beyi tinde olduğu
gibi.
şekillerinin, hizmet
ettim anlamında İki ayn söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Tekil ve çoğulu:
Hizmetçi, hizmetçiler" şeklinde gelir. şeklinde de kullanılır.
el-Mehdevî der kir
"Hafede" kelimesini, hizmetçiler anlamında kabul edenler, takdiri
kastederek, kendisinden önceki İfadelerden munkatı kabul ederler. Ve şöyie
buyurulrnuş gibi değerlendirirler: "O, size hizmetçiler yarattığı gibi,
eşlerinizden oğullar da yaratmıştır." Derim ki: el-Ezherî'nin ifade
ettiği şekilde hafedenin çocukların çocukları demek olması, Kurân-ı Kerimin
zahirinden anlaşılandır. Hatta, Kur'ân-i Kerim'in nassı bile bunu ortaya
koymaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eşlerinizden de size
oğullar ve torunlar yarattık." Yüce Allah, bu buyruğunda torunlar (hafede)
ile oğullan eşlerden yarattığını ifade etmektedir.
İbnu'l-A'râbî der ki:
Bence daha zahir {daha kuvvetli) olan, yüce Allah'ın; "Oğullar ve
torunlar" buyruğunda kastedilen, oğulların kişinin sulbünden olma
oğulları, torunların ise, ogulun oğulları olduğudur. Lafzın kuvveti bakımından
bundan da daha ötesi olmaz. Bu durumda âyet-i kerimenin takdiri şöyle olur: O,
size eşlerinizden oğullar, oğullardan da torunlar yaratmıştır. Bu anlamdaki
bir açıklamayı el-Hasen de yapmıştır.
[215]
Mücahid, İbn Abbas,
Mâlik ve dil bilginlerinin, burada geçen "hafe-de*nin, hizmetçi ve
yardımcılar demek olduğu şeklindeki görüşlerinden hareketle fer'i bir hüküm
çıkarma yoluna gidersek, şunu söyleyebiliriz: Bu durumda çocuğun ve hunimin
hizmet etmesi, en harikulade bir beyanla Kur'ân-ı Kerim'den de anlaşılmış
olmaktadır. Bunu İbnü'l-Arabî ifade etmektedir. Buharî ve başkaiarı Sehl b.
Sn'd'dan şöyle dediğini rivayet ederler; Hbu Useyyid cs-Saidi, Peygamber
(sav)'ı kendi düğününe davet etti. Onlara hizmet eden onun hanımı idi..[216] Bu
hadis, bundan önce Hud Suresi'nde, (11/69-71. âyetler, 10. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Sahihte de, Hz. Âi-şe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber
(sav)'ın Kâ'be'ye göndereceği kurbanlık develerin gerdanlıklarını kendim
ellerimle büktüm...![217]
İşte bundan dolayı
ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Evin hanımı; yatakları yapmak, yemek
pişirmek ve evi süpürmek -kendi durumuna ve kendi durumundakilerin adetlerine
uygun olarak- ile mükelleftir. Çünkü yüce Allah: "Ondan da kendisinde
sükûn bulsun dîye eşini yaratan O'dur" (el-Aüıfv 7/189) diye
buyurmaktadır. Adeta yüce Allah, eşlerimizde sükun bulmayı, onlardan
yararlanmayı ve adete göre bir çeşit hizmetlerinden faydalanmayı bir arada
ihsan etmiş gibidir.
[218]
Erkek, hafif hizmet
işlerinde hanımına hizmet eder ve ona yardıma olur. Çünkü Hz. Âişenin
rivayetine göre Peygamber (sav) de, ev halkının işlerini görür, ezan sesini
işitti mi de evden çıkardı.[219]
Malik'in görüşü de bu
doğrultudadır O, erkek hanımına yardımcı olur, demiştir. Peygamber (sav)'ın
ahlâki arasında, ayakkabısını dikmesi, evi süpürmesi, elbiselerini^ n
söküğünü) dikmesi de vardı. Hz. Âişe'ye: Rasûlullah (sav) evinde neler yapardı
diye sorulunca, şöyle demişti: O da insanlardan bir İnsandır/Rendi elbisesini
temizler, koyununun sütünü sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü[220]
Erkek, yalnızca bir
hizmetçinin masraflarını karşılar. Servet ve evinin durumuna göre daha
fazlasının masraflarını karşılar da denilmiştir Çünkü bu, şesiatın aslî
kaynaklarından birisi olan örf ile alakalıdır. Bedevi Arap kadınları ile
çöllerde yaşamakta olan kadınlar, suyun ta (Ulaştırılması işlerinde, hayvan
bakımlarında kocalarına hizmel eder, yardımcı olurlar. Şehirlerde yaşayan dar
geçimli erkekler, hafif işlerde hanımına hizmet eder, ona yardımcı olur. Zengin
olanlar ise, kocalarından hizmetçi isterler ve eğer böyle bir konumda İseler,
kadınlar da kocaları gibi rahat yaşarlar. Şayet anlaşmazlığı gerektiren bir
durum olursa ve kadın kocasına (hizmetçiyi) şart koşmuş ise, bu konuda
kendisinin hiçbir şekilde kendi işlerini gören bir kimse olduğu bilinmediğine
dair şahit tutar ve o takdirde koca da onun işlerini gördürmek üzere hizmetçi
tutmayı kabul etmiş ise, buna göre hüküm verilir ve bu husustaki anlaşmazlık
da ortadan kalkar.
"Sizi güzel ve
temiz şeylerden" meyveler, tahıllar ve hayvanlardan "rızık-landırdı.
şimdi onlar batıla" İbn Abbas'ın açıklamasına göre putlara "inanıyorlar
da Allah'ın nimetlerini" yani, İslâm'ı "İnkâr mı ediyorlar?"
[221]
73. Allah'ı
bırakıp da kendilerine göklerden de, yerden de bir rızık vermek imkânı
bulunmayan ve esasen (buna) güçleri yetmeyen şeylere taparlar.
74. Artık,
Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz
bilmezsiniz.
"Allah'ı bırakıp
da kendilerine göklerden de" yağmur suretinde ''yerden de" bitki
suretinde "hiçbir rıztfc vermek imkânı bulunmayan ve esasen" buna ve
hiçbir şeye "güçleri yetmeyen şeylere" putları kastetmektedir,
"taparlar-"
el-Ahfeş der ki:
Hiçbir" kelimesi, "rizikodan bedeldir. ei-Fcrrâ der ki: Bu kelime,
nzık kelimesi onda amel ederek nasb edilmiştir. Yani onlar, kendilerine hiçbir
nzık verme imkânı bulamayan şeylere (putlara) taparlar.
[222]
75. Allah
şöyle bir örnek verin Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının mülkiyetinde
bulunan bir kul ile kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verip de andan gizli
ve açık in fak edip duran kişiyi. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Hamd
Allah'ındır. Ama onların çoğu bilmezler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;
[223]
"Allah şöyle bir
Örnek verir" buyruğu ile yüce Rabbimiz, müşriklerin sapıklıklarına dikkat
çekmektedir. Bu buyruk, kendisinden önce geçen yüce Allah'ın, üzerlerindeki
nimetleri iJe İlgili açıklamaları ve tapındıkları ilâhlarının bunları
yapamadıklarına dair buynjkları Üe, tam bir ahenk içerisindedir.
"Allah şöyle bir
örnek verir" yani, şöyle bir benzetmede bulunur. Sonra, bu örneği
sözkonu.su ederek şöyle buyurmaktadır: "... başkasının mülkiyetinde
bulunan bir kul." Yani size göre, başkasının mülkiyeti altında bulunan ve
kendi işi namına hiçbir şeye güç yetiremeyen bir köle ile kendisine güzeİ
rızık verilmiş hür kimse bir olmadığı gibi, işte Ben de bu putlarla bîr olmam.
Bu âyet-i kerimede
misal gösterilen, bu nitelikte başkasının mülkiyetinde bulunan ne mal
bakımından, ne de kendi işini görmek açısından, hiçbir şeye güç yetiremeyen ve
efendisinin iradesi ve emri altında bulunan bir köledir.
Ayet-i kerimede bütün
kölelerin bu nitelikte olmaları gereği anlaşılmamalıdır. Çünkü, olumlu cümle
içerisinde gelen nekire (belirtisiz isim) önceden
de geçtiği gibi, dil bilginlerince kapsayıahğı gerektirmemektedir.
Sadece bir lek kişiyi ifade eder. Eğer bu nekire, emir yahut nehiyden sonra
gelir veya bir mastara izafe edilmiş ise, o takdirde şayi1 (yaygın) genel bir
anlam ifade eder. Meseİa bir kimse: Bir adamı azad et ve hiçbir adamı da hakir
düşürme ifadesinde nekire, emir ve nehiyden sonra gelmiştir. Mastar ise, bir
köle azad etmek terkibi gibidir, O bakımdan, hangi köleyi azad ederse, bu
bitabın sorumluluğunun dışına çıkmış (emri yerine getirmiş) olur ve böyle bir
durumda bundan İstisna yapılırsa sahih olur.
Katade der ki: Bu,
mü'min ve kâfire dair bir örnektir, Katade, bu açıklamasıyla, başkasının
mülkiyetindeki kölenin, kâfir olduğu kanaatini ortaya koymaktadır. Çünkü böyle
bir kâfir, yaptığı ibadetten âhirette hiçbir şekilde fayda görmeyecektir.
Diğer taraftan, "kendisine tarafımızdan güzel bir rıjulc verip de..."
buyruğunda da mü'mmin kastedildiğini_kabul etmektedir, Ancak, birinci görüş
tevil bilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür,
el-Asam der ki: Burada
başkasının mülkiyetindeki köleden kasıt, kimi hallerde efendisinden daha güzel
bir yaratılış ve daha güzel yüze sahip olabilen ve bununla birlikte
efendisinin önünde zilletle boyun eğen, ancak efendisinin izin verdiği şeylere
güç yetirebilen bir kimsedir. İşte, yüce Allah misal vermek üzere bunu
zikretmiştir. Yani, sizin ve kölelerinizin hali bu olduğuna göre, nasıl olur
da cansız taşları yüce Allah'a, yaratmasında ve O'na İbadette ortak
"kılıyorsunuz? Halbuki bu taşların aklı da ermiyor, hiçbir «rv de işitmiyorlar.
[224]
Müslümanlar, bu âyet-i
kerime ile bundan öncekinden, kölenin, mülkiyet konusunda hürden daha aşağı
mertebede olduğunu ve mülkiyetine verilecek olsa dahi, hiçbir şeye malik
olamayacağını anlamışlardır. Irak bilginleri derler ki: Kölelik, mülkiyete
aykırıdır. O bakımdan köle, hiçbir durumda hiçbir şeye malik olamaz. Yeni
mezhebinde Şafiî'nin kabul ettiği görüş budur. el-Hasen ve İbn Şirin de böyle
demişlerdir.
Onlardan kimisi dç
şöyle demiştir: Köle mülk edinmekle birlikte mülkiyeti nakıstır. Çünkü,
efendisi ne zaman islerse mülkiyetindeki şeyi ondan alabilir. Bu, Malik'in ve
ona tabi olanların görüşüdür. Şafiî'nin kadim mezhebindeki görüşü de, Zahiri
mezlıeb bilginlerinin görüşü de budur. Bundan dolayı bizim (Maliki mezhebine
mensup) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Zekât, keffaretler gibi malî
ibadetler, efendisinin hizmetini kesmesini gerektiren hac, cihad ve buna
benzer bedeni ibadetler köleye vacib değildir.
Bu meselenin faydası
şudur: Kölenin, efendisi köleye bir cariyeyi müik olarak verecek olursa, köle
de kendi mülkü obruk o cariye ile ilişki kurabilir. Köleye efendisi, kırk
koyunu mülk olarak verecek olup da üzerinden bir yıl geçecek olursa, o
koyunların zekâtını vermek efendiye vacip değildir. Çünkü bu koyunlar
başkasının mülküdür. Kölenin de zekâtlarını vermesi gerekmez. Çünkü kölenin
mülkü istikrarlı bir mülkiyet değildir.
Irakî der ki: Kölenin
bu durumda cariye ile Miski kurması caiz olmaz. Zekât Ese önceden olduğu gibi
nisab miktarı malda efendiye aittir. Her iki kesimin lehine cie bu meselenin
delilleri hilaf (mezhepler arası görüş ayrılıkları, mukayeseli mezhepler
hukuku) kitaplarında ele alınır. Bizim lehimize en açık delil, yüce Allah'ın:
"Allah sizi yaratan, sonra size rızıh veren... dır." (er-Rûm, 30/40)
buyruğudur. Burada yüce Allah, nzık ve yaratma bakımından hür ile köleyi
birbirine eşit kılmıştır, Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kim, malı
bulunan bir köleyi azad ederse..."[225]
Burada görüldüğü gibi, Hz. Peygamber malı köleye izafe etmiştir. İbn Ömer de,
kölesinin kendi malından odalık edindiğini görür ve bu yaptığını ayıpla ma
zdı. Rivayete göre de İbn Abbas'ın bir kölesi, hanımını iki talak ile
boşayınca, İbn Abbas ona; mülkiyeti gereği (cariye olarak) onu geri almasını
emretmişti. İşte bu da kölenin elinde bulunan şeylere malik olabileceğine ve
efendisi ondan almadığı sürece, malikin kendi mümkündeki tasarrufları gibi
tasarrufta bulunabileceğine bir delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[226]
Bazı ilim adamları, bu
âyet-i kerimeyi kölenin boşama yetkisinin efendisinin elinde olduğuna ve
cariyenin satılmasının da onu boşamak demek olduğuna delil göstermişlerdir.
Bunu delil gösteren ilim adamları, yüce Allah'ın: "Hiçbir şeye gücü
yetmeyen" buyruğuna dayanırlar ve şöyle derler: Bu buyruğun zahiri,
kölenin hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini ifade eder. Ne mülk edinebilir, ne de
başka birşey. Bu buyruk umumîdir ve öyle kalmıştın Ancak bunun hilafına delâlet
eden bir delilin bulunması hali müstesna. Ama bizim, İbn Ömer ve İbn Abbas'lan
naklettiğimiz hususlar bit konuda tahsis bulunduğuna delildir. Doğrusunu en
İyi bilen yüce Allah'tır.
[227]
Ebu Mansur
(el-Matûridî), akidesinde şöyle demektedir: Rızık, gıdalandı-ran ve gıdalandırmayı
gerçekleştiren şeydir. Bu âyet-i kerime ise, böyle bir
tahsisi reddetmektedir. Aynı şekiMe yüce Allah'ın:
"Ve onlara verdiğimiz rı-zıhlardan infak ederler" (el-Bakara f 2/3)
ile "Size verdiğimiz rızıktan in-fak edin" (el-Bakara, 2/254)
buyrukları ve benzeri buyruklar da böyledir. Yine Uz. Peygamber'in:
"Benim rızkım mızrağımın gölgesi altında yaratıldı"[228]
hadisi ile: "Ümmetimin azıkları atlarının toynaklarında ve mızraklarının
sivri uçkundadır"[229]
hadisi de böyledir. Ganimet bütünüyle rıziktır. Kendisinden yararlanılması
sahih (mümkün) olan herşey bîr nzıktır. Rızkın bir takım dereceleri vardır. En
üst derecesi gıda olarak besleyici olanıdır, Rasûlullalı f sav) şu hadisi
şerifinde de yararlanma yollarını şöylece zikretmektedir "Âdemoğlu, malım
malım, der. Acaba yiyip de tükettiğin, yahut giyip de eskittiğin, ya da
tasadduk edip de (Allah nezdinde) geçerli ecir olarak bıraktığın şeyden başka
senin malın var mıdır?"[230]
Binek ve benzeri
şeyler de giyimin kapsamına girer. Muhaddislerin sözleri arasında sema, -yant
hadis dinlemek- bir rızıkttr, denilmektedir ki, bu da doğrudur[231]
"Kendisine
tarafımızdan güzel bir rızık verip de..." buyruğunda sözü edilen mü'min
kişidir. Kendi şalisi hakkında ve malında Allah'a itaat edendir. Kâfir ise,
itaat uğrunda hiçbir harcamada bulunmadığından dolayı hiçbir şeye sahip
olamayan köle gibidir...
"Bunlar hiç eşit
olurlar mı?" Eşit olmazlar demekti ı\ Burada Bunlar biç eşit olurlar
mı?" diye buyurup (lesniye olarak): Hiç ikisi eşit olurlar mı?' diye
buyurmarrmsı, önce geçen: Kişi"
lafzının durumu dol ayış ıyladır. Çünkü bu kelime müphem bir isimdir. Hem
tekil, iıem tes-niye, hem çoğul, lıem müzekker, hem müennes için
kullanılabilir.
Yüce Allah'ın:
"...başkasının mülkiyetinde bulunan bir kul" buyruğu ile
"kendisine.,, bir rızık verip* ifadeleri ile, cinste şüyu' kastedilmiştir.
(Yani,
bu türden olan bütün insanlar bir
olamazlar>.
"Hamd
Allah'ındır. Ama onların çoğu bilmezler." Hamde layık olan, hanı di hak
eden yalnızca O'dur; Onu bırakıp tapındıkları putlar ve varlıklar değildir.
Zira putların, onlar üzerinde herhangi bir nimet ve ihsanları, herhangi bir
iyilikleri yoktur ki, bundan dolayı onlara hamd edilsin. Eksiksiz hamd, yalnız
Allah'ındır, çünkü nimet verip yaratan Odur.
"Ama
onların" müşriklerin "çoğu" hamdin, yüce Allah'a ait olduğunu ve
bütün nimetlerin O'ndan geldiğini "bilmezler." Burada hepsi
kastedilmekle birlikte "çoğıTnun sözkonusu edilmesi, umum kasts ile
kullanılan hususî bir ifade olması dolayısıyladır.
Hayır, insanların çoğu
bunu bilmezler anlamındadır. Çünkü insanların çoğu müşriktir, diye de
açıklanmıştır.
[232]
76. Allah,
İki adamı da örnek verir; Bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetme*.
Üstelik sahibine bir yüktür. Onu her nereye yönelişe hiçbir hayır getirmez. Hiç
bu kişiY adaletle emreden ve kendisi dosdoğru yol üzerinde bulunan kişi İle bir
olur mu?
"Allah, iki adamı
da örnek verir. Bunlardan biri dilsiz..." Bu da yüce Allah'ın kendi
zatına ve puta dair vermiş olduğu bir başka örnektir Hiçbir şeye gücü yetmeyen
ve dilsiz varlıktan kasıl, puttur. Adaletle emreden zat ise yüce Allah'tır. Bu
açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbas da der ki: Buradaki dilsiz
köleden kasıt, vaktiyle Hz. Osman'a ait olan bir köledir. Hz. Osman ona müslüman
olmasını teklif ediyor, o bunu kabul etmiyordu, Hz. Osman ise adaletle
emrediyordu. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, H?~ £bu Bekir ile ona ait
olan kâfir bir köleye dair örnektir.
Dilsizin, Ebu Cehil,
adaletle emreden kişinin ise, Anslı Ammâr b. Yâsir olduğu da söylenmiştir.
Ans, Mezlıiclilerin bir koludur. Ammâr, Ebu Celül'in bağlı olduğu kol olan
Mahzumoğullarımn antlaşmalısı idi. Ebu Cehil, Ammar'a müslüman olduğu için
işkence ettiği gibi, Sümeyye'ye de işkence ediyordu. O da Ebu CehiPin kölesi
îdi. Birgün ona şöyle demişti: Sen, Muhammed'e güzelliği dolayısıyla, onu
sevdiğin için iman ettin. Daha sonra da elindeki mızrağını, ona sapladı. İslam
uğrunda ölen ilk şehid o kadındır. Allah ona rahmet eylesin. Bu bilgiler
en-Nakkâş'ın ve başkalarının kitabından aktarılmıştır. Yine buna dair
açıklamalar, etraflı bir şekilde, yüce Allah'ın izniyle ikrah âyetinde (bu
sûrenin 10â. âyetinde) gelecektir.
Ata der ki: Dilsizden
kasıt, Ubeyy b. Haleftir. O, hayırlı hiçbir şey söylemezdi,
"Üstelik sahibine
bir yüktür." Yani, kavmine bir yük teşkil etmektedir. Çünkü hem onlara
eziyet eder, hem de Osman b. Maz'un'a eziyet ederdi. M\ı-katil der ki: Bu
buyruk, Hişam b. Amr b. el-Haris hakkında inmiştir. Bu kişi, hayırlı işleri
pek az, Peygamber (sav)'a düşmanlık eden kâfir bir kimse idi.
Dilsizin kâfir,
adaletle emreden kişinin ise mü'min olduğu ve bunun, her iki taraf hakkında
genel olarak birer örnek olmak üzere geldiği de söylenmiştir. Bu görüş, İbn
Abbas'tan rivayet edilmiştir ve güzel bir görüştür. Çünkü umumîdir.
"Ebkem
fdilsiz)'1; konuşamayan kimse demektir. Aklı ermeyen kimse olduğu da
söylenmiştir. İşitmeyen ve görmeyen kimsedir diye de açıklanmıştır. Tefsirde
ise, şöyle denilmektedir; Burada dilsizden kasıt, puttur. Bununla yüce Allah,
bu putun hiçbir şeye gücünün yetmediğini, hiçbir şey yapamadığını beyan
etmektedir. Başkası onu bir yerden bir yere taşımakta, onu yontmaktadır. O
bakımdan bu put sahibine yüktür, Allah ise, adaletle emre-dendir ve gücü
herşeye yetendir, herşeye üstün ve galip gelendir.
"Üstelik sahibine
bir yüktür" buyruğunun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, velisine
(işini ve ihtiyaçlarını görüp karşılayana) ve yakınlara ağır bir yüktür.
Sahibine de, amcasının oğluna da bir vebaldir. Kendisini gözetenlere ağır
geldiğinden dolayı yetime de "keli" denildiği olur. Şairin şu
beyi-tinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Gençlik çağına
gelmeden önce kellin {yetimin) malını çokça yer. Eğer o kellin {yetimin) kemiği
henüz pek güçlü değilse."
Bu kelime aynı zamanda
oğlu ve babası olmayan kişi hakkında da kullanılır. Bakıma muhtaç çoluk çocuk
anlamına da gelir. Çoğulu, "kulûl" diye gelir. Bıçak köreldi, kesmez
oldu" demektir.
Cumhur "onu her
nereye yöneltse, hiçbir hayır getirmez" buyruğunda-ki; Onu...
yöneitse" şeklinde okumuşlardır, mushafın hattı da bu şekildedir. Yani,
efendisi onu nereye gönderirse, hayır namına birşey getiremez. Çünkü o, ne
birşey bilir, ne söyleneni aniar, ne de onun ne söylediği anlaşılır,
L-.hya b. Vessâb İse,
meçhul bit r'iil olarak, Of nereye yönel-!
diye okumuştur. İbn Mes'ud'dan; (Nereye) yönelirîse)" diye oku-[233]
77. Gökledn
ve yerin gaybı Allah'ındır. Saat hadisesi İse, ancak bir göz kırpma gibidir.
Yahut o daha da yakındır. Şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir.
"Göklerin ve
yerin gaybı Allah'ındır" buyruğunun anlamına dair açıklamalar, dalıa
önceden (Hud, 11/123. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmakta-dtr. Bu da yüce
Allah'ın: "Çünkü Allak bilir, siz bilmezsiniz" (en-NahJ, 16/74)
buyruğu ile alakalıdır. Yani, helal ve haramı tesbit ederek şeriat koymak,
ancak, işlerin akıbetlerini ve maslahatlarını bilgisiyle kuşatana yaraşır. Siz
ise ey müşrikleri Bunları kuşatamadınız, O lıalde ne diye (hakimiyet iddiasında
bulunarak) hüküm ve şeriat koymaya kalkışıyorsunuz?
"Saat hadisesi
ise, ancak bir göz kırpma gibidir" Ve siz o vakit amellerinizin
karşılığını göreceksiniz.
Saat, kendisinde
kıyametin kopacağı vakittir. Ona bu ismin veriliş sebebi, bütün canlıların,
bir tek sayha (çığlık) ile öleceği bir anda, insanların onunla ansızın
karşılaşmalarından dolayıdır Lemh (göz kırpmak) ise, hızlıca bakmak demektir.
Buyruğun açıklaması şöyledir: Kıyamet mutlaka geleceğinden dolayı, yakınlığı,
göz kırpmaya benzetilmiştir.
ez-Zeccâc der kîr Bu
buyrukla, kıyametin bir göz kırpması kadar bir süre içerisinde geleceğini
kastetmemişlir. Burada, yüce Allah'ın bunu gerçekleştirme kudretinin hızı,
sür1 ati anlatılmaktadır Yani, O, bir şeye oi der, o da derhal oluverir.
"Göz kırpma"
misalinin veriliş sebebinin, semanın yerden uzaklığına rağmen, kişinrn semayı
görmesinden dolayı olduğu da söylenilmiştir.'[234]
Bunun, kıyametin
yakınlığının temsilî bir ifadesi olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir kimsenin,
sene dediğin ancak bir andır demesi ve benzeri ifadeler de böyledir. Anlamın,
şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu, Allah indinde böyledir. Yoksa yaratıklar
için böyle değildir. Yüce Allah'ın: "Çünkü onlar, onu uzak görürler. Biz
ise onu yakın görürüz" (el-Meânc, 70/6-7) buyruğu buna delildir,
"Yahut o daha da
yakındır" buyaığundaki "yahut", şüphe ve tereddüt için değil,
muhatap, hangisini isterse o Örneği canlandırsın diyedir. Bunun, muhatabın
.şüphesi dolayısıyla geldiği de söylenmiştir, Buradaki "( jî ):
Yakut" in, Hatta" anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Şüphesiz Allah,
herşeye gücü yetendir." Bu buyruğa dair açıklamalar ise, bundan önce
<el-Bakarat 2/20, âyetin tefsirinde) yeçmiş bulunmaktadır.
[235]
78. Allah
sizi, analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz halde
çıkardı. Size kulaklar, gözler, gönüller verdi.Şükredesiniz diye.
Yüce Allah: “Allah
sizi, analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz halde
çıkardı” buyruğunda,Allah’ın ihsan ettiği nimetler arasında sizi, annelerinizin
karnından hiçbir şey bilmeyen bebekler halinde dünyaya çıkartmasının
bulunduğunu söz konusu etmektedir. Bu hususta üç görüş vardır.
1- Siz,
babalarınızın sulblerinde iken, sizden alınan ahde dair hiçbir şey
bilmiyordunuz,
2-
Sizin hakkınızda takdir edilmiş
bahtiyarlık ve bedbahtlığa dair hiçbir şey bilmiyordunuz,
3-
Menfeatlerinize dair hiçbir şey bilmiyordunuz.
Buyruğun burasında
ifade tamam olduktan sonra, yüce Allah yeni bir cümle halinde: “Size kulaklar,
gözler, gönüller verdi” diye buyurmaktadır.Yani, kendileri vasıtasıyla bilip
idrak ettiğiniz bunca azaları verdi. Çünkü yüce Allah, kullarını, annelerinin
karınlarından çıkarmadan önce bu azaları yaratmıştı.Bunların işlevlerini ise,
annelerinin karnından çıkardıktan sonra onlara ihsan etmiştir. Yani, kendisiyle
emir ve nehyi dinlemeniz için size kulakları, ilâhî kudretin sanatının
eserlerini görmeniz İçin gözleri, bunları vasıtası ile de O'nu bilmeye
ulaşmantz için gönülleri vermiştir.
Gönüller"
kelimesi, ( aijJO'in çoğuludur. Tıpkı, Karga" kelimesinin çoğulunun,
şeklinde gelmesi gibi.
Yüce Allah'ın:
"Size kulaklar**, verdi" buyruğunun zımnında, konuşmayı ihsan ettiği
dile getirilmektedir. Çünkü, işitmeyen bir kimse konuşamaz. Eğer işitme duyusu
sağlam ise, konuşma da sözkonusu olur
el-A'meş, İbn Vessâb
ve Hamza, burada geçen;
Anneleriniz" buyruğunu ve Nûn Sûresi'ndekı (24/61), ez-Zümer
(39/6) ve en-Necm (53/32) sû-relerindeki aynı kelimeyi, "hemze" ve
"mim" harflerini esreli olarak okumuşlardır. el-Kisaî ise,
"hemze"yi esreli, umîm"i de üstün okumuştur. Böylece okuması
itbâ do la yi siyi a dır Diğerleri ise, aslına uygun-olarak "hemze"yi
Ötre, umim"i de üstün, okumuşlardın
Analar" kelimesinin aslı, şeklindedir. "Minimden sonra
"he" harfi te'kid için ilave edilmiştir. "Suyu döktüm"
anlamındaki; (ciy»i) ifadesinde "he" harfini ilave etmeleri de
böyledir Oysa bunun aslı; şeklindedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden
el-Fatiha Sûresi'nde (4. bölüm 29, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"ŞükredeslnLe
diye" buyruğu ile ilgili iki türlü açıklama yapılmıştır;
1. Nimetlerine şükredesiniz dîye
2. O'nun sanatının eserlerini göresiniz diye.
Çünkü onları görmek şükre götürür.
[236]
79. Gök
boşluğunda musahhar kılınmış ktışlan görmüyoriar mı? Onları, Allah'tan başkası
tutmuyor. Şüphe yok ki bunda, iman edecek bir topluluk İçin âyetler vardır.
Yüce Allah'ın:
"Gök boşluğunda musahhar kılınmış kuşları görmüyorlar mı? Onları Allah'tan
başkası tutmuyor^ buyruğundaki; Görmüyorlar mı?" buyruğunu, Yahya b.
Vessâb, el-A'rneş, îbn Amir, Hamza ile Yakub, muhatap kipi olmak üzere;
Görmüyor musunuz?" şeklinde "te1" ile okumuşlardır. Ebu Ubcyd de
bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise, durumlarını haber vermek üzere
"ye" ile ("görmüyorlar mı?" şeklinde) okumuşlardır.
"Müsahhar
kılınmış", yüce Allah'ın emrine boyun eğdirilmiş demektir. Bu açıklamayı,
el-Kelbî yapmıştır. Bunun, sizin menfeatleriniz için boyun eğdirilmiş,
anlamında, olduğu da söylenmiştir.
"Gök
boşluğunda" buyruğundaki; Boşluk" serna ile arz arasındaki yere
denilir. Boşluğun, semaya izafe edilmesi ise, yerden yüksek oluşundan
dolayıdır.
Yüce Allah'ın:
"Müsahlıarkılınmış buyruğu, bunu mUsahhar kılanın, birisinin varlığına ve
bu kuşlara tasarrufta bulunma imkânını veren bir tedbir edicinin bulunduğuna
delildir.
"Onları"
gerek kanatlarını açarken, gerek loplarken, gerekse saflar halinde uçarken,
"Allah'tan başkası tutmuyor." YÜce'Allalı, bununla, bu kuşları
vahdaniyetine delil görerek nasıl ibret almaları gerektiğini beyan ederek:
"Şüphe yok ki bunda" Allah'a ve O'nun peygamberlerinin
getirdiklerine, "iman edecek bir topluluk için âyetler" alâmetler,
ibretler ve delâletler var-dır" diye buyurmaktadır.
[237]
80. Allah,
evlerinizi size huzur bulacağınız meskenler kıldı. Size, davar derilerinden,
gerek göçtüğünüz günde ve gerek konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler ve
yünlerinden» tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar giyecek, döşenecek ve
ticareti yapılacak bir meta verdi.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı, dokuz'[238]'
başlık halinde sunacağız-[239]
Yüce Allah'ın:
"Allah evlerinizi size... kıldı* buyruğu, size bunları yaptı, demektir.
Üzerinde olup seni gölgelendiren herşeye, tavan ve sema, seni üzerinde taşıyan
her şeye arz, seni dört tarafından örten herşeye duvar denilir. İşte bunların
hepsi, düzenli bir şekilde biraraya gelip bitişecek olursa, meydana gelen
mekâna da "beyt; ev" denilir.
Bu âyet-i kerimede
yüce Allah, evleri insanlar üzerindeki nimetler saymaktadır. Yüce Allah,
öncelikle şehirlerde yapılan evleri sözkonusu etmektedir. Bunlar uzun süre
ikamet etmek üzere yapılırlar. Yüce Allah'ın: "Mesken" buyruğu,
sizin, içlerinde sakin olup yerleşeceğiniz, azalarınızın hareketlerinin yavaşlayıp
rahatlayacağı yer demektir. Bazen, azalar meskenin içinde hareket eder, başka
bir yerde sakin olabilir. Ancak burada ifade çoğunlukla görülen duruma göre
dile getirilmiştir. Yüce Allah'ın bunu, nimetler içerisinde sayması şundan
dolayıdır. O. eğer dilemiş olsaydı, insanı tıpkı yörüngelerinde hareket eden
yıldızlar gibi, devamlı hareket eden, çalkalanan bir varlık haline
geçirebilirdi. Ve o durumda insan da hiç şüphesiz Allah'ın irade ettiği gibi
ve yarattığı gibi olurdu. Eğer yüce Allah insanı yer gibi hareketsiz yaratmış
olsaydı, yine O'nun yaradığı ve irade ettiği gibi olacaktı. Ama O, insanı her
iki şekilde de tasarrufta bulunup iki hal arasında durumu değişip duran bir
varlık olarak yarattı ve davranış ve hareketlerinin bir keyfiyeti ve bîr mekânı
oldu.
Huzur bulmak, mesken
edinmek11 tekile de çoğula da sıfat olabilen bir mastardır.
Daha sonra yüce Allah,
taşınabilen ve yolculuk hallerinde kullanılan meskenleri sözkonusu etmektedir
ki, bu da bir somaki başlığın konusudur.
[240]
Yüce Allah:
"Size, davar derilerinden gerek göçtüğünüz günde ve gerek konduğunuz günde
hafifçe taşıyacağınız evler... verdi" buyruğunda sözü geçen, "hafifçe
taşınacak evler" derilerden ve benzerlerinden yapılan evler ile yolculuk
sırasında taşımanız kolay olan çadır ve oraklar demektir
Göçmek" kelimesi,
ol aramak kastıyla çölde yol almak, bir yerden başka yere geçmek demektir,
Antere'nin şu beyitînde bu anlamda kullanılmıştır:
Kendilerinden
ayrılmayı beklediğim kimseler göçüp gittiler. Onların ayrılıklarını alaca karga
Haber verdi.
Bu kelime aynı
zamanda, deve üzerindeki hevdec anlamına da gelir. Şair der ki:
"Söyle bana şu
göç edenler seni üzdü mü, ayrıldıklarında,
Ve kargalar, ayrılığın
yaklaştığını hızlı uçuşlarıyla haber verdiğinde."
Bu kelime,
"ayn" harfi hem sakin, hem üstün ile okunmuştur. "Saç" demek
olan; kelimesinin aynı zamanda, şeklinde de kullanılması gibi.
Şöyle denilmiştir: Bu
kelimenin, hem derilerden, hem kıtlardan, hem yünlerden yapılmış evleri
(çadırları) umumî olarak kapsama ihtimali de vardır. Çünkü bu unsurlar da
deridendir. Zira bunların hepsi derilerde sabit bulunurlar. İbn Selâm bu
kanaattedir. Güzel bir ihtimaldir.
Yüce Allah'ım
"Yünlerinden" anlamındaki buyruk ile yeni bir cümle başlamaktadır.
Giyecek, döşenecek... yarattı" diye buyurulmuş gibidir ki, bununla
giyilecek elbiseler, yere serilen sergiler ve benzeri şeyler kastedilmektedir.
Şair der ki:
"O, hevdeçlerde
bulunanlar, sem üzdü mü? Güzel giyecek ve yaygılar ile ayrıldıkları gün.”
Burada yüce Allah'ın:
"Davar derilerinden" buyruğu ile, önce açıkladığımız şekilde, sadece
derilerden yapılma evleri kastetme ihtimali de vardır. O takdirde yüce
Allah'ın; "Yünlerinden" buyruğu, "davar derilerinden™ buyruğuna
atıf olur. Yani, yine sizlere, yünlerinden evler... yarattı, verdi demek olur.
İbmj'l-A'rabî der ki:
Bu, o bölgelerde yaygın bir durumdur Bizim topraklarımız bu meskenlerden
oldukça uzak kalınmıştır O bakımdan, bizim buralarda çadırlar ancak keten ve
yünden yapılmaktadır. Peygamber (sav)'m. deriden bir çadırı vardı. Taif
derisinden yapılanlar ise, en pahalı ve yapimiti-bariyle en üstün, dış görünüşü
de en güzel olanları idi. Hz. Peygamber bunu lüks görmemiş, böyle bir çadırı
İsraf kabul etmemişti. Çünkü bu, şanı yüce Allah'ın, ihsan etmiş olduğunu
belirterek, lütfunu hatırlattığı ve kendisinden vararlanmava izin verdiai ine
talar diındır. Bunun, eerek içinde barınmak.
gerekse gölgelenmek hususundaki çeşitli menfaatleri açıkça ortada olup
insanın bunlara muhtaç olmaması mümkün değildir. Cereyan eden garip olaylardan
birisi de şudur: Ben, muhaddislerden birisiyle, zahid.Uk taslayan ganilerden
birisinin ziyaretine gittim. Ketenden yapılmış bir çadır içerisinde iken yanına
girdik, Benim mulıaddis arkadaşım, misafir olarak onu kendi evine götürme
teklifinde bulundu ve şöyle dedi: Burası çok sıcak olan bir yerdir. £v senin
için daha rahattır ve benim de senin adına gönlümü daha bir hoş eder. Zahid
geçinen kişi şu cevabı verdi: Bu bize hakir görünse bile, aslında bu bile bize
fazladır. Ben ona şöyle dedim: Hayır, durum zannettiğin gibi değildir. Çünkü,
zahidlerin önderi Allah Rasulü'nün bile Taif derisinden bir cadın vardı. O, bu
çadırı ile birlikte yolculuğa çıkar ve onda gölgelenir-di. Adam, şaşırıp kaldj
ve cevap vermekten acze düştüğünü görünce, onu arkadaşımla başbaşa bırakarak
yanından çıkıp gittim.
[241]
"Ve yünlerinden,
tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar... bir meta verdi" buyruğu ile
yüce Allah, koyunların yünleri, develerin tüyleri, keçilerin kılları ile
yararlanmaya izin vermektedir. Tıpkı bunlardan daha önemli şeylerden
yararlanmaya izin verdiği gibi. Bu da bunları boğazlayarak etlerini yemek
suretiyle yararlanmaktır. Yüce Allah, burada pamuk ve keteni sö7. konusu
etmemekledir. Çünkü bunlar, bu buyruklarla < ilk > muhatap olan Arap
topraklarında bulunmamaktaydı. Yüce Allah da üzerlerine ihsan etmiş olduğu
nimetleri sayıp dökmektedir Onlar, kavrayabilecekleri ve bilip tanıdıkları
hususlarla muhatap alınmışlardır. Bunların yerlerini tutan ve bunlar gibi iş
gören şeyler de kullanım ve nimet bakımından bunlar gibi değerlendirilmelidir.
Bu buyruk, şanı yüce Allah'ın: '"Ve gökten, içinde dolu bulunan bazı
dağlardan, (dolu) indirir" (en-Nut, 24/43) buyruğuna benzemektedir, yüce
Allah, onlara bu hitabında "dolu" dan sözetmektedir Çünkü onlar, dolunun
yağışını bilirlerdi. Ve bu onlarda çokça görülürdü. Ancak, kardan söz
edilmemektedir. Çünkü, ülkelerinde kar görülmüyordu. Halbuki, nicelik ve
menfeati'itibariyle kar da dolu gibidir. Peygamber (sav) da, temizleyicilik konusunda,
kar'ı ve dolu'yu birlikte sözkonusu ederek şöyle buyurmuştur: "Allah'ım
beni, (günahlarımı) su ile, karla ve dolu ile yıka."[242]
İbn Abbas der ki; Kar,
semadan İnen beyaz bir şeydir, ama ben onu hiç
görmedim.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yüce Allah'ın, pamuk ve keteni anmayışı, ancak rahat ve lüksten
yiizçevirmek dolayısıyla olmuştur. Zira, Allah'ın salih kullarının giyecekleri
yünden ibarettir. Ancak, bu tartışılır bir kanaattir. Çünkü, yüce Allah:
"Ey Âdemoğulları, size avret yerlerinizi Örtecek bir libas ile, giyinip
süsleneceğiniz bir elbise indirdik" (el-A'raf, 7/56) diye buyurmaktadır.
Nitekim buna dair açıklamalar, A'rat" Sûresi'nde (anılan âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu sûrede ise yüce Allah: "Sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler..." (81. âyet) diye buyurmakta ve
"elbiseler" kelimesinde pamuk Üe ketene işaret etmektedir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Giyecek,
döşenecek..." ile ilgili olarak el-Halü şöyle demektedir:
Yani, bir birine ektenmiş,
katılmış meta demektir. Bu da;
Çoğaldı" kökünden gelmektedir. Şair der ki:
"Birbirine geçmiş
hurma salkımı gibi pek çok ve oldukça siyah, Sırtın(m) sağını da solunu da
süsleyen bir saç..."
İbn Abbas bu
kelimenin, elbise anlamına geldiğini .söylemiştir ki, az önce geçmiş
bulunmaktadır.
Bu âyet-i kerime yün,
tüy ve kıllardan her durumda yararlanmanın caiz olduğunu ihtiva etmektedir.
Bundan dolayıdır ki, bizim (mezhebimize mensup Maliki) ilim adamlarımız şöyle
demişlerdir: Meytenin yünü ve kılları ta-hirdir. Her durumda ondan faydalanmak
caizdir. Ona pislik bulaşmış olma ihtimali dolayısıyla da yıkanır. Um Seleme
de. Peygamber (sav)'dan bunu böylece rivayet etmiştir, Buna göre Hz. Peygamber
şöyîe buyurmuştur: "Tabaklandığı takdirde, meytenin derisinde, yıkandığt
takdirde de yün ve kıllarında (kullanmak açısından) biı beis kalmaz,"[243]
Çünkü bunlar, ölümün sirayet etmediği şeylerdendir. Bu kılların, eti yenilen
hayvanlardan olması ile eti yenilmeyen canlıların kılı olması arasında fark
yoktur, insanın kılı, domuz kılı gibi. Bütün bunlar tabirdir. Ebu Hanife de bu
göıüştedir. Ancak, o bizden daha ileriye giderek şöyle demektedir: Boynuz, diş
ve kemik de saç ve kıl hükmündedir. Çünkü bütün bunlarda ruh yoktur.
Dolayısıyla hayvanın ölümünden ötürü bunlar necis olmazlar.
Hasan-ı Basrî, Leys b.
Sa'd ve el-Evzaî de şöyle demektedirler: Bütün kıl-lar necis olmakla birlikte,
yıkanmakla tabir olurlar.
Şafiî'den ise bu
konuda üç rivayet vardır: Birincisine göre saçlar < kıllarj. yün, tüy
tabirdir, Ölümle necis olmazlar. İkincisine göre necis olurlar, üçüncüsüne
göre ise, Âdemoğlunun saçı ile başka km nınki arasında fark vardın Âdemoğlunun
saçı tabirdir, diğerleri ise necistir.
Bizim delilimiz, yüce
Allah'ın: "Yünlerinden" âyetindeki umumî ifadedir. Şam yüce Allah,
bunlardan yararlanma nimetini hatırlatarak. bİ7.e minnet etmekte ve meytenin
kıl ve tüylerini, şer'î usule göre kesilmiş olandan ayrı mütalaa ederek tahsis
etmemektedir. O halde bu buyruk, -bunu engelleyecek bir delil ortaya
konulmadıkça- umumîdir, Diğer taraftan aslolamn, bunların ölümden önce
(ahir.oldukları hususunda icmâ1 vardır. Ölüm dolayısıyla bunların necasete
dönüştüklerini iddia eden kimselerin bu konuda delil getirmeleri gerekir. Yüce
Allah'ın: "Meyte (leş)... size haram kılındı" fel-Mâ-ide, 5/3.)
buyruğu vardır. Ve bu da onların tümünü ifade eden bir tabirdir, denilecek
olursa, bİ7 şöyle cevap veririz: Sözünü ettiğimiz buyrukla bu umumu tahsis
ederiz. Çünkü, i*yim" sö/konusu edilmek suretiyle, bu konuda açık bir nas
bulunmaktadır. Sizin delil diye ileri sürdüğünüz âyet-i kerimede ise, bundan
açıkça söz edilmediğine göre, bizim delilimizin kabulü öncelikle söz konusudur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bağdat'ta, Şafiî
mezhebinin önder İtim adamı Şeyh İmam Ebu İshak, kılın yaratılış itibari ile
hayvana bitişik bîr parçası olduğunu esas almaktadır. Çünkü bu kıl ve tüy,
hayvanın gelişmesiyle gelişir ve diğer bölümleri gibi ölümü ile necis olur.
Ona, şöylece cevap
verilmişi ir: Gelişip büyüme, hayat taşımanın delili değildir. Çünkü bitki de
gelişir ve büyür, Takat o hayatta bir varlık olarak kabul edilmez. Onlar, bu
görüşlerine, hayvanın üzerinde onunla birlikte bulunan şeyin gelişmesini esas
alacak olurlarsa, biz de, hayat olmadığına delil olan duyarsızlığın delil
olduğu, hayattan ayrı oluşu esas kabul ederiz. Hanefİle-rin sözünü ettikleri
kemik, diş ve boynuzun, kıla benzediğine gelince; mezhebimizde meşhur olan
görüş, bunların da et gibi necis olacaklarıdır.
Bununla birlikte, İbn
Vehb, Ebu Hanire ile aynı görüşü ifade etmiştir.
Bizim mezhebimizde
üçüncü bir görüş daha vardır: Boynuzların uçları ve tırnaklar, acaba bunların
kökleri gibi mi kabul edilir, yoksa kılları gibi mi? Bu konuda mezhebimizde iki
görüş vardır. Aynı şekilde kıla benzeyen kuş tüyleri sac hükmünde, kemiğe
yakın olanın hükmü de kemik hükmündedir. Bizim delilimi?: ise,. Hz.
Peygamberin; "Meytenin hiçbir şeyinden yararlanmayınız"
[244]
hadisidir. Bu, meyte hakkında ve onun bütün cüzlerine dair umumî bir hükümdür.
Bundan hakkında delil bulunan şeyler istisna ediJir. Bu istisnanın katM
delillerinden birisi de, yüce Allah'ın: "Dedi ki: Çürümüş haldeki
kemikleri kim diriltecek?"(Yasin, 36/78) buyruğudur. Bir başka yerde de
yüce Allah: "Kemiklere de bak. Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz"
(el-Bakara 2/259) ile; "Kemiğe de et giydirdik" fcl-Mu'mınun, 23/14)
ve "Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mj...*(en-Nâziât, 79/11) diye
buyurmaktadır. O halde, aslolan kemiklerdir. Ruh ve hayat, tıpkı et ve deride
olduğu gibi, kemiklerde de vardır. Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen hadisle de
şöyle buyum t maktadır: "Meyvenin, posLundan, da sinirlerinden de
yararlanmayınız.
[245]
Sahihte, Peygamber
(savl'm, Hz. Meymune'ye ait olan koyun hakkında: "Neden onun postundan
yararlanmadınız" demesi üzerine onlar: Ey Allah'ın Jtasulü, o bir meytedir
(leş) deyinces Hz. Peygamber de: "Sadece onun yenilmesi haram
kılınmıştır" diye cevap verdi.[246]
Kemik yenilmez denilecek olursa, biz de şöyle deriz:
Hayır, kemik yenilir.
Özellikle süt emmekte olan devenin, oğlağın ve kuşların kemikleri yenilebilir.
Büyüklerinin kemikleri, közde kızartılarak yenilir. Bundan önce zikrettiğimiz
buynıkkr, kemikle hayatın bulunduğuna delildir. Hayal sebebiyle temiz olan ve
yenilip kullanılması da boğazlanmak suretiyle ınübaiı olan bir şey ise, ölüm
dolayısıyla necis olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[247]
Yüce Allah'ın:
"Davar derilerinden.,." buyruğu, canlı ve ölü deriler hakkında
umumîdir. O bakımdan, tabaklanmayacak olsa dahi, meytenin (leşin) deri (ve
postuîndan yararlanmak caizdir. İbn Şilıab ez-Zührî ve el-Leys b. Sa'd da böyle
demiştir, Talıavî de şöyle demekledir: Biz, fukalıâdan herhangi bir kimsenin
-cl-Lcys müstesna- tabaklanmadan önce, meytenin postunun satılmasının caiz
görüldüğünü söyleyen kimseden nakledilmiş bir görüş buluim-dik. Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-BerrJ der ki: O, bu sözleriyle, tabiinden sonra gelen, İslâm yurdunun
belli başlı bölgelerindeki lelva imamı fukahayı kastetmektedir. İbn Şîhab'a
nisbet edilen görüş, ondan sahih olarak nakledilmiştir. Ancak bu, ilim
adamlarının çoğunluğunun kabul etmediği bir görüştür. Her ikisinden de (İbn
Şilıab ve el-Lcys'ten de) bu görüşün muhalifi kanatte /Idukları rivayet
edilmişse de birinci görüşleri daha meşhurdur.
Derim ki; Dârakutnî,
Sünen'înde, Yahya b. Eyyûb'un, Yunus ve Akîl'den, onların, ez-Zührî'den rivayet
ettikleri hadis ile'[248]
Bakiyye'nin, ez-Zebîdîden rivayet ettiği hadis[249],
Muhammed b. Kesir el-Abdi ile Ebu Seleme el-Minkâ-rî'nin, Süleyman b. Kesir1
den, onun, ez-Zübrî'den rivayet ettikleri hadis[250]'i
zikretmektedir. Bu hadislerden sonra da: Bunlar, sahih senetlerdir, demektedir.[251]
Meytenin derisi,
postu, tabaklanmakla tahir olur mu, olmaz mı hususunda tİEm adamlarının farklı
görüşleri vardır. İbn Abdilhakem, Maİik'ten, bu hususta İbn Şihab'ın görüşüne
benzer bir görüş nakletmektedir. İbn Huveyzi-mendâd, kitabında bunu yine İbn
Abdüllıakem'den nakletmektedir. İbn Hu-veyzimendad der ki; Bu, aynı zamanda
ez-Zührî ve ei-Leys'in de görüşüdür. Maük'in kuvvetli olan görüşü ise İbn
Hakem'in naklettiği görüşüdür. Bu da tabaklamanın meytenin derisini tahir
kılmamakla birlikte, kuru şeylerde ondan yararlanmayı mubah kıldığı ancak
üzerinde namaz kılınamayacağı ve içinde yemek yenemeyeceği şeklindedir, İbn
Kasım'tn eî-Müdevvene'smde de şöy-denilmektedir: "Bir kimse tabaklanmamış
meyte derisini gasb edip de bunu telef edecek olursa onun kıymetini ödemesi
gerekir." Bu görüşün Malikin görüşü olduğu da nakledilmiştir.
Ebu'l-Ferec'ın naklettiğine göre ise Malik: Bir kimse başkasrna ait bir meyte
derisini gasb edecek olursa ona bir şey düşmez. İsmail ise bu tabaklanmamış
meyte derisinin bir mecusiye ait olması hali müstesnadır demiştir.
İbn Vehb ile İbn
Abdilhakem İse Malik'den böyle bir deriyi satmanın caiz olduğu görüşünü rivâyel
etmektedirler. Bu ise -sadece domuz istisnası ile-bütün meyte derileri hakkında
böyledir. Çünkü tezkiyenin (.şer'î kesimin) domuzda herhangi bir etkisi olmaz.
Tabaklamanın herhangi bir etkisinin olmaması ise öncelikle söz konusudur.
Ebu Ömer {İbn Abdil
Ber) der ki: Tezkiye edilmiş herbir hayvanın derisinin abdest ve başka
maksatlar için kullanılması caizdir. Bununla birlikte Malik tabaklandıktan
sonra meyte derisinden yapılmış kaptan abdest almayı mekruh görüi'dü. Bununla
birlikte ondan farklı görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde o: Ancak kendisi
için böyle bir kabtan abdest almayı mekruh gördüğünü ve böyle bir deri
üzerinde namaz kılmak ve onu satmak mekruhtur, demiştir. Bu hususta
arkadaşlarından (mezhebine mensub ilim adamlarından)
bîr grup da ona uymuşlardır. Ancak Medineli
Malikilerin önemli bir çoğunluğu bunun mubah olduğu, kullanılmasının da caiz
olduğu görüşündedirler. Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Herhangi bir hayvan postu tabaklanacak olursa o temiz olur,"[252]
Hicaz ve Irak'ın fıkıh ve hadis alimlerinin birçoğu da bu görüştedir. İbn
Vehb'in tercih ettiği görüş de budur.
[253]
İmam Ahmed b. Hanbel
-Allah ondan razı olsun- tabaklanacak olsa dahi meyle derisinden yararlanmanın
hiçbir şekilde caiz olmadığı kanaatindedir. Çünkü ona göre derisi de eti
gibidir. Ancak tabaklandıktan sonra yararlanabileceğini belirten rivayetler
onun görüşünü reddetmektedir. AJımed b Hanbel, Ebû Davud'un rivayet ettiği
Abdullah b. Ukeynı'in hadisini delil göstermektedir. Abdullah dedi ki: Cüheyne
topraklarında ben henüz genç bir delikanlı iken Rasûlullah (sav)ın bize
mektubu okundu: "Meytenin derisinden de sinir ve damarlarından da yararlanmayın,"
Bu hadisin bir diğer rivayetinde de: "Vefatından bir ay önce"[254]
kaydı da vardır. Bunu el-Kasim bin Muhay-mire Abdullah b, Ukeym'den rivayet
etmiştir. O dedi ki: Bizim bir takım hocalarımızın bize anlattıklarına göre
Peygamber (sav) onlara yazdı... Dâvûd b. Ali dedi ki: Ben Yahya b. Mâİn'e bu
hadis hakkında sordum, o bu hadisin zayıf" olduğunu belirterek şöyle
dedi: Hiçbirkıymeü' yoktur. Çünkü o: Bana hocalar anlattı, demektedir,
Ebu Ömer (ibn
Abdi'1-Bcrr) der ki: Bu hadis sabit olsa dahi İbn Abbas, Âi-şc, Seleme b.
el-Mulıabbik ve diğerlerinden gelen rivayetlere muhalif olma ihtimali vardır.
Çünkü İbn Ukeym'in "Meytenin derisinden... faydalanmayınız' diye rivayet
ettiği hadisin "tabaklanmadan önc^ anlamında olma ihtimali vardır.
Muhalif olmama ihtimali eğer varsa, biz onu bu hadislere muhali!" olarak
değerlendirme imkânına sahip olmayız ve mümkün olduğunca her iki haber
gereğince amel etmeye çahşmahyız. Abdullah b. Ukeym'in rivayet ettiği hadis her
ne kadar Rasûlullah (sav)ın vefatından -rivayette de belirtildiği gibj- bir ay
önce varid olduğu söz konusu ise de Hz. Meymune'nin olayı ile İbn Abbas'm
ondan: "Herhangi bir deri tabaklandı mı artık o tabir olur"[255] hadisini vefatından bir cuma önce hatta
bundan da daha kısa bir süre önce işiimiş olma ihtimali vardır. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.[256]
Bizce meşhur olan
görüş, domuzun derisinin hadisin kapsamına girmediği ve hadisteki umumî
mananın bunu kapsamadığı şeklindedir. Şafiî mezhebine göre köpeğin durumu da
böyledir. el-Evzaî ve Ebu Sevr'in kanaatine göre ise tabaklanmak ile ancak eti
yenen hayvanların derileri tahir olur. Ma'n b. İsa'nın Malik'ten rivayet
eniğine göre ona domuzun derisinin tabaklanması halinde hükmünün ne olduğu
sorulmuş, o da bunu mekruh görmüştür. İbn Vaddâh der ki: Ben Suhnûn'u onda bir
mahzur yoktur derken dinledim. Muhammed b. e]-Hakem, Dâvûd b- el-AIi ve
mezhebine mensub (Zahiri) ilim adamları da böyle demişlerdir. Çünkü Hz.
Peygamber: "Hangi deri (ihâb) olursa olsun tabaklandı mî, o tahir
olur"[257] diye buyurmuştur. Ebu
Ömer (tbn Abdi'1-Berr) der ki: Hz. Peygamber bu sözleri ile kendilerinden
yararlanılmaya alışılmış ve genel olarak derileri kastetmiş olma ihtimali vardır.
Domuz bu anlam çerçevesinde değildir. Çünkü domuzun derisinden yararlanmak
alışılmış bir şey değildir. Zira tezkiye (şer'i kesim) nin onda bir etkisi
olmuyor. Bir başka delil en-Nadr b. Şumey'jn söylediği şu sözlerdir:
"İhâb" inek, koyun ve deve derisine denilir. Bunun dışında kaîanlara
ise "cîld" denilir, "İhâb" denilmez.
Derim ki: Aynı şekilde
köpeğin derisi İle eü yenmeyen diğer hayvanların derilerinden yararlanmak
alışılagelmiş birşey değildir. O bakımdan bunlar tabaklanmakla temiz olmazlar.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur; "Yırtıcı hayvanlardan parçalayıcı azı
dişi olan hayvanın yenilmesi haramdır"[258]
O halde, tıpkı domuzun
tezkiyesi seri kesim sayılmadığı gibi, bu gibi hayvanların da tezkiye
edilmesi, şer'i kesim sayılmaz. Nesâî de, el-Mikdam b, Ma-dikerib'den şöyle
dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) ipeği, altını ve parsların postlarının
serilerek üzerlerine oturulmasını yasaklamıştır.[259]
Fukaha meytenin
derisini tahir kılan tabaklamanın mahiyetinin ne olduğu hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Mâlikî mezhebine mensub ilim adamlacı -ki,mezhebinin
meşhur gönjşüdür- şöyle demişlerdir: Tuz yahut selem ağacı yaprağı yahut şap
veya bundan başka, deriyi tabaklamaya yarayan her ne ile deri tabaklanırsa
tabaklansın o deriden yararlanmak caizdir.
Ebu Hanife İle
arkadaşlarının böyle dediği gibi, Dâvûd (b. Ali ez-Zahiri)nin görüşü de budur.
Şafiînin bu meselede
iki görüşü vardır. Birinci görüşü nakledilen görüş ile aynıdır. Diğerine göre
İse ancak şap ve selem ağacı yaprağı ile tabaklama deriyi tahir kılar. Çünkü
Peygamber (sav) döneminde alışılagelmiş tabaklama şekli bu idi. el-Hattâbî de
-doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- en-Nesâî'nin Peygamber (sav}nm hanımı
Meymune yolu ile gelen hadisi buna göre açıklamıştır- Bu hadise göre
Rasûlullah (sav) Kureyş'e mensub bir takım adamların adeta bir at kadar olan
koyunlarını çekerlerken yanlarından geçmiş ve onlara: "Keşke bunun postunu
alsanız" deyince, onlar: Bu bir meytedir, diye cevap verince, Rasülullalı
(sav): "Bunu su ve selem ağacı yaprağı temizler" diye buyurdu.[260]
Yüce Allah'ın: "(
ûüî ): Döşenecek..." buyruğuntiakİ "esâs" ev eşyası demektir.
Bunun tekili de; < inil ) şeklinde gelir. Ebu Zeyd el-Ensarî'nLn görüşü
budur. et-Umevî ise şöyle demektedir: Esâs, ev eşyasıdır. Bunun çoğulu; ile, şeklinde gelir. Başkaları ise şöyle
demektedir: Bütün mal çeşitlerine el-Esâs denilir. Bunun kendi lafzından tekili
yoktur. el-Haiil de şöyle demektedir; Bu kelime, aslından eşyanın çokluktan
dolayı ve çoğa-lıncaya kadar birbiri üstüne toplanması anlamındadır Çok saç
anlamındaki; ifadesi de buradan gelmektedir. Bir kimsenin saçları çoğalıp
birbirine sarılacak olursa; denilir, Nitekim İmruu'İ-Kays da şöyle demiştir:
"Birbirine geçmiş
hurma salkımı gibi pek çok ve oldukça siyah. Sırtındın} sağını da, solunu da
süsleyen bir saç..."
Hsâs'ın, giyilen ve
yaygı olarak kullanılan eşyalar olduğu da söylenmiştir, Esâs edindim"
demektir. İbn Abbas (r.a)'den rivayete güre bu kelime mal anlamındadır.
Bir süre" ile
ilgili açıklamalar, bundan önce (el-Bakara, 2/36. âyet, 6, başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Burada bu kelime, -her insan hakkında kendi durumuna göre-
muayyen olmayan bir süre demektir. Bu da kişinin ya ölümüdür yahut da
"esâs" kabul edilen bu eşyayı kaybettiği, elinden yitirdiği süredir.
Şairin şu beyitinde de
bu kelimenin kullanıldığını görüyoruz:
“O hevdeçlerde
bulunanlar, üzdü mü seni, Güzel giyecek ve yazgılarla ayrıldıkları gün?”[261]
81. Allah,
yarattığı şeylerden, sizin için gölgeler yaydı. Dağlarda sığınıp barınacağınız
yerler yarattı. Sizi, sıcaktan koruyacak elbiseler ve kendi kuvvetinizden
koruyacak zırhlar bağışladı. İşte O, teslimiyetle itaat edesiniz diye
üzerinizdeki nimetini böylece tamamlamıştır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[262]
Yüce Allah'ın: H(.
JtAlül ): Gölgeler", kendisi ile gölge yapılan ev, ağaç ve bu kabilden
hertürlü şeye denilir.
"Yarattığı
şeylerden" buyruğu, gölge yapan herbir şeyi kapsar.
[263]
Yüce Allah'ın:
"(öUSVO: Sığınıp barınacağınız yerler" buyruğu, OTyin çoğuludur.
Yağmur, rüzgar ve buna benzer başka şeylere karşı koruyucu olan yer demektir
Burada dağlardaki mağaralar kastedilmektedir. Şanı yüce Allah, bu'mağaraları,
insanların sığınabilmelerine hazır olarak yaratmıştır. Onlar, bu mağaralara
sığınır, onlarla korunur ve içlerine girerek diğer yaratıklardan ayrı ve uzak
kalabilirler.
Sahih'te yer alan
rivayete göre, Peygamber (sav), ilk dönemlerde Hircı dağında ibadete çekilir
ve orada günlerce kalırdı,,[264]
Buhârî'nin Salıih'lnde
şöyle denilmektedir: Rasûlullalı (say), Mekke'den hicret etmek üzere ve
kavminden kaçarak dinini kurtarmak maksadıyla arkadaşı Ebu Bekir ile birlikte
çıktı. Nihayet her ikisi de Sevr dağındaki bir mağaraya vardılar. Orada üç
gece saklı kaldılar. Mağarada yanlarında henüz genç bir delikanlı olan Ebu
Bekir'in oğlu Abdullah da kalıyordu. Abdullah, anlayış kabiliyeti yüksek ve
becerikli birisi idi. Sabahın karanlığı darılmadan, seher vakti yanlarından
ayrılır, Mekke'de geceyi geçirmiş gibi Kureyşliler ile birlikle sabahı ederdi,
Hz. Peygamber ile, Hz. Ebu Bekir'e, tuzak mahiyetinde her ne işitirse, onu
iyice beller ve karanlık bastı mı, buna dair haberi onlara ulaştırırdı. Hz.
Ebu Bekir'in azadlısı, Âmir b. Füheyre de, (o civarda) bol sütlü sağmal koyun
sürüsü otlatır ve akşamdan bir müddet geçtiğinde, sürüyü Rasûîullah ile Hz.
Ebu Bekir'in yanına getirirdi. Onlar da sağıp taze süt içerek sükûnet
içerisinde gecelerlerdi. O süt, kendi sağmallarının sütü idi- İçine kızgın taş
konularak ısıtılıyordu. Nihayet, gecenin sonunda, Amir b. Füheyre, sağmal
koyunlara yine seslenir ve tekrar otlatmaya götürürdü. Amir aynı İşi, orada
kaldıkları sürece bütün geceler boyu yaptı... Bu hadisi, [ek başına Buhârî
rivayet etmiştir.[265]
yüce Allah'ın:
"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" buyruğu ile kastedilenler,
giyilen" gömleklerdir. "(^siLt1 ): (Mealde); elbiselerdin [ekili;
'dır.
"Kendi
kuvvetinizden koruyacak zırhlar" buyruğunda ise, (aynı lafız ile.) savaşta
insanları koruyan zırhları kastetmektedir, Ka'b b. ZüheyrMn şu beyi-ti de bu
anlamdadır:
"Burunları yüksek
(şerefli ve aziz} kimselerdir ve kahramandır anlar. Savaşlarda onların
giyindikleri, Davud'un dokuduğu zırhlardır."
[266]
Bir kimse kalkıp: yüce
Allah: "Dağlarda sığınıp barınacağınız yerler yarattı" diye
buyurmakta, fakat düzlük ovalardan söz etmemektedir. Yine yüce Allah:
"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" diye buyurduğu halde, soğuk
gözetmemektedir, diyecek olursa, ona şu şekilde cevap verilir;
Arapların etrafı
dağlık idi. Onların çevrelerinde düz ovalar yoktu. Onların yaşadıkları iklim
sıcaktı, soğuk değiidi. Bu bakımdan yüce Allah, onlara, kendilerine has
birtakım nimetleri zikretti. Nitekim, az önce geçtiği üzere, onlara, özel
olarak yün ve başka şeyleri verdiği halde -bunlardan sözetmekle birlikte-
pamuktan, ketenden ve kardan söz etmemiştir. Çünkü bunlar, onların ülkelerinde
bulunan şeyler değildi. Ata el-Horasanî ve başkaları da bu anlamda
açıklamalarda bulunmuşlardır. Yine, bunlardan birisinin sözkonusu edilmesi,
diğerine de delâlet eder- Şairin şu beyitleri bu türdendir:
"Hayır isteyerek
bir yere gitmek istediğimde Bilemiyorum o ikisinden hangisi gelip beni bulacak?
Benim aradığım bir hayra doğru mu gidiyorum, Yoksa kendisinin beni aradığı bir
şerre doğru mu?"
[267]
İlim adamları derler
ki; Yüce Allah'ın: "Ve İçendi kuvvetinizden koruyacak zırhlar"
buyruğu, kulların, düşmanlarına karşı savaşta yararlanmak üzere cihad araçları
edinmelerine delildir. Peygamber (sav) da, yaralanmaya karşı korunmak üzere
-şehâdeti istiyor olmakla birlikte- zırh giyinmişti. Kulun kendisini ölüm
tehlikelerine ve mızrak yaralarına, kılıç darbelerine maruz bırakarak, teslim
ederek şelıâdete talib olmak hakkı yoktur. Ancak, savaş elbiselerini de
düşmanına karşı savaşında kendisine güç unsuru olmak üzere giyinir ve yüce
Allah'ın sözü en üstün olsun diye, çarpışır. Bundan sonra da Allah, dilediğini
yapar.
[268]
"İşte O,
teslimiyetle İtaat edesiniz diye, üzerinizdeki nimetini böylece
tamamlamıştır." İbn Muhaysın ile Humeyd, yüce Allah'ın: O... tamamlamıştır"
anlamındaki buyruğu, iki 'te' ile; şeklinde ve; kelimesini de fail olarak ref
ile okumuştur[269] Diğerleri ise,
"ye" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki, nimetleri tamamlayan
Allah'tır, anlamını verir.
Teslimiyet...
edesiniz" kelimesini İbn Abbas ve İkrime, "te" lie "lâm"
harflerini üstün okumuşlardır. Yaralardan salim olasınız, kurtulasmiz
demek olur. Ancak, bu kıraatin senedi hayıftır. Bunu,
Abbâd b. el-Avvam, Han-zala'dan, o, Şehr'den, o da İbn Abbas'tan rivayet
etmiştir. Diğerleri ise, "te" harfini ölreli olarak okumuşlardır. Bu
da, Allah'ın nimetlerine şükür olmak üzere, O'nu bilip tanımaya ve OJna itaate
teslimiyet gösterip İtaatle boyun eğesiniz diye, demektir. Ebu Ubeyd der ki:
Tercih edilen, genelin kıraatidir. Çünkü, yüce Allah'ın bize nimet olarak
ihsan ettiği İslâm, yaralardan selâmete erişmek (kurtulmak) nimetinden daha
üstün, daha faziletlidir.
[270]
82. Eğer
yüzçevirirlerse, sana düşen ancak açıkça tebliğden ibarettir.
"Eğer"
dikkatle düşünmekten, istidlal etmekten ve iman etmekten "yüz
çevirirlerse, sana düşen... ancak tebliğden ibarettir." Yani, sana
tebliğde bulunmaktan başka birşey düşmez. Hidâyete iletmek ise Bize aittir[271]
83. Onlar,
Allah'ın nimetini itiraf ederler. Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu
kâfir kimselerdir.
"Onlar Allah'ın
nimetini itiraf ederler." es-Süddî der ki: Bu nimetle Mu-hammed (sav)'ı
kastetmektedir. Yani onlar, Muhammed (sav)'ın nübüvveti-nİ bilmektedirler.
"Sonra da onu inkâr ederler" yalanlarlar, Mücâhid der ki: Yüce Allah
bununla, bu sûrede kendilerine karşı sayıp döktüğü nimetleri kastetmektedir.
Yani onlar, bu nimetlerin Allah'tan geldiğini bilip durmaktadırlar. Ancak,
"biz bunları atalarımızdan miras aldık" sözleriyle bu nimetleri bile
bile inkâr ederler. Benzeri bir açıklamayı Katade de yapmıştır.
Avn b. Abdullah der
ki: Bu, kişinin filan olmasaydı şu olacaktı. Filan olmasaydı, başıma bu
gelmezdi, demesidir. Halbuki onlar, fayda ve zararın yalnız Allah'tan
geldiğini de bilmektedirler
el-Kelbî de der ki:
Bunun anların şudur: Rasûlullah (sav) onlara, bütün bu nimetleri bildirip
tanıtınca, onlar da buntarı kabul edip itiraf ettiler ve: Ever, bunların hepsi
Allah'ın nimeti erindendir. Fakat, ilahlarımızın şefaati ile, deyiverdiler.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar, Allah'ın nimetleri İçerisinde yüzer dururlar ve nimetleri
tanırlar. Fakat, onlara karşı gereken şükrü terk etmek suretiyle bu nimetleri
inkar ederler.
Altıncı bir anlama
gelme ihtimali de vardır: Onlar, bu nimetleri darlık zamanlarında itiraf
ederler, rahat ve bolluk zamanlarında inkâr ederler.
Yedinci bir İhtimal:
Onlar, sözleriyle bu nimetleri iti rai ve kabul ederler, fiilleriyle inkâr
ederler.
Sekizinci bir İhtimal:
Onlar, kalpleriyle bu nimetleri itiraf etmekle birlikte, dilleriyle inkâr
ederler. Bunun bir benzeri de, yüce Allah'ın: "Kalpleri onlara inandığı
kaide... onları inkâr ettiler" (en-Neml, 27/14) buyruğudur.
"Onların
çoğu" az önce de geçtiği üzere, tamamı, "kâfir kimselerdir.[272]
84. O günü
hatırla ki. her ümmetten birer şahit göndereceğiz. Sonra o kâfirlere İzin de
verilmeyecek, onlardan razı etmeleri de istenmeyecek.
"O günü hatırla
ki, her ümmetten birer şahit göndereceğiz" buyruğu,
yüce Allah'ın: "Her ümmetten birer şahit
getireceğimiz zaman halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41) buyruğuna
benzemektedir. Daha Önce (buna dair açıklamalar.) geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra o
kâfirlere izin de verilmiyecek yani, özür dilemek ve söz söylemek için onlara
izin verilmeyecektir. Bu da yüce Allah'ın: "Onlara izin de verilmeyecek
ki, özür dilesinler" (el-Mürselât, 77/36) buyruğuna benzemektedir. Bunlar
ise, el-Hicr Sûresi'nin baş taraflarında geçtiği üzere -ve ileride de geleceği
gibi- kâfirlerin üzerine cehennemin kapatılacağı vakit olacaktır.
"Onlardan razı
etmeleri de istenmeyecek." Yani, Rabblerini razı etmekle yükümlü
tutulmayacaklardır. Çünkü ahi ret, yükümlülüklerin söz konusu olacağı bir yurt
değildir. Dünyaya gelip tevbe etmelerine de izin verilmeyecek,
Razı etmelerinin
istenmesi" asıl itibariyle; İçinden olumsuz hisîer beslemek"
anlamındadır. İşte, içinden geçirdiği bu olumsuz
duyguları ona açıkça söyleyecek olursa, o takdirde; Ona sitem
etti" denilir Kendisine sitem olunan kişi, sitem edeni sevindirecek bir
tutum takınırsa, o takdirde; Razı
etmiş" olur. Bu kökten isim; şeklinde gelir ki, bu da kendisine sitem
edilen kişinin, sitem edeni razı edecek bir hale gelmesi demektir. Bu
açıklamayı eİ-Herevî yapmıştır. Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir:
"Eğer ben zutme
uğramış isem, senin zulmettiğin bîr kulum.
Ve eğer sen razı
etmesi istenen bir kimse isen, zaten senin gibi birisi razı eder,"
[273]
85. O zalimler,
azabı görünce, azaplar) hafifletilmeyeceği gibi, onlara mühlet de
verilmeyecektir.
"O zalimler"
şirk koşanlar "azabı", cehennem azabını oraya girmek suretiyle
"görünce azapları hafifletilmeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir''
süre tanınmayacaktır. Çünkü onların orada tevbe etmeleri söz-konusu
olmayacaktır.
[274]
86. Şirk
koşanlar, koştukları ortaklarını görünce: "Rabbimlz, Seni bırakıp
tapındığımız ortaklanınız işte bunlardır" diyecekler. Bunlar da onlara:
"Şüphe yok ki siz yalancılarsınız" diyerek cevap yetiştireceklerdir,
87. Onlar, o
gün Allah'a teslim olacaklar. Bütün uydurdukları da kendilerini bırakıp gitmiş
olacaktır.
"Şirk koşanlar,
koştukları ortaklarını görünce" yani, dünyada iken tapındıkları put ve
heykellerini gördüklerinde... Bu da yüce Allah'ın, onların tapındıkları
mabudlanm diriltip onlar da arkalarından gidecekleri ve mabud-lan kendilerini
cehenneme kadar götürecekleri vakit olacaktır.
Müslim'in Sahihinde
şöyle denilmektedir: "Her kim her hangi bir şeye ibadet ediyor idiyse,
haydi onun arkasından gitsin. Güneş'e tapmış olan güneşin arkasından gidecek.
Aya tapınmış olan ay'ın arkasından gidecek- Tağut-Jara tapınmış olan da
tağutlann arkasından gidecek...'1 Müslim, bu hadisi Ertes'den rivayet etmiştir.[275]
Tirmİzî'nin Ebu Hureyre
yoluyla rivayet ettiği bu hadiste, şu ifadeler yer almaktadır: "Haç'a
tapınmış olana, tapındığı haçı temsil olunacak. Suretlere tapınmış olana,
tapındığı suretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil olunacak ve hepsi de
dünyada iken tapındıklarının arkasından gideceklerdir..,"[276]
"Kabhimîz, Seni
bırakıp tapındığımı/ ortaklarımız" yani, kendilerini sana ortak
koştuklarımız, "işte bunlardır, diyecekler. Bunlar da onlara: «Şüphe yok
ki siz yalancılarsınız» diyerek cevap yetiştireceklerdir." Yani, bu tapındıkları
ilahlar, onlara bu sözlerle cevap vereceklerdir. Bunun anlamı şudur; Onlar,
dile gelerek kendilerine tapınmış olanları yalanlayacaklar. İlah olmadıklarını
ve onlara, kendilerine Eapmalannı emretmemiş olduklarını söyleyecekler. Allah,
putları bu şekilde konuşturacak ve bunun sonucunda kâfirlerin rezillikleri
ortaya çıkacaktır.
Bununla, tapındıkları
meleklerin kastedildiği de söylenmiştir.
"Onlar",
yani müşrikler, o gün Allah'a teslim olacaklar." Allah'ın azabına
teslimiyet gösterecek, O'nun izzeti önünde boyun eğeceklerdir.
İbadet eden de,
kendisine ibadet olunan da Allah'ın haklarında vereceği hükme teslimiyet
gösterecek ve buna uyacaklardır, diye de açıklanmıştır "Bütün uydurduktan
da kendilerini bırakıp gitmiş olacaktır.” Yani
şeytanın, kendilerine küfrü gösterdiği şeyler ile uydurma ilâhlarının
umdukları şefaatleri de önderinden kaybolup gitmiş olacaktır.
[277]
88. Kâfir
olup da Allah'ın yolundan alıkoyanların Biz, -çıkaragel-dİklerî fesatlara
karşılık- azaplarına azap katacağız.
Yüce Allah'ın:
"Kâ^flr olup tfaAllah'myohmdanalıkoyanların Biz... azaplarına azab
katarız" buyruğu ile ilgili olarak İbn Mes'ud şunları söylemiştir: Uzun
hurma ağaçları gibi kıskaçları olan akrepler, deve boyunları gibi yılanlar,
yine boyunları uzun ve buhtî denilen develeri andıran ve onları vuracak olan
ejderhalar, demektir. İşte azaplarına katılacak olan azap budur.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Bunlar, ateş azabından zemheri soğuğuna çıkartılacaklar,
Buranm aşırı soğuğundan çabucak ateşe dönmeye çalışacaklardır. Anlamın şu
şekilde oİduğu da söylenmiştir: Biz, önderlerin azabını ayak takımlarının
azabına göre daha fazla vereceğiz. İki azaptan birisi, küfürlerine karşılık
olacaktır, diğeri Ese başkalarını Allah'ın yolunu izlemekten alıkoymalarının
karşılığı olacaktır.
"Çıkarageldikleri
fesatlarına karşılık" dünyada işledikleri küfür ve ma-siyetlere karşılık,
demektir.
[278]
89. O gün,
her ümmetin İçinden kendilerine karşı birer şahit göndereceğimiz gibi, seni de
bunların üzerine bir şahit olarak gönderdik. Ve Biz sana bu Kitabı herşeyi
açıklayan bir hidâyet, bir rahmet ve müsiümanlara bir müjde olmak üzere kısım
kısım indirdik.
"O gün, her
ümmetin içinden kendilerine karşı birer şahit göndereceğimiz gibi..." Bu
şahitler, peygamberlerdir. Bunlar, kıyamet gününde ümmetlerine karşı
risaletlerini tebliğ ettiklerine, ümmetlerini imana davet ettiklerine şahitlik
edecekler. -Peygamber bulunmasa dahi- her zamanda mutlaka şa-lût vardır.
Bunların kimlikleri hakkında da İki görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre
bunlar, peygamberlerin halifeleri olan hidâyet önderleridir. İkinci görüşe göre
ise bunlar, Allah'ın göndermiş olduğu peygamberlerin §e-riatlerini kendileri
vasıtasıyla muhafaza etliği ilim adamlarıdır.
Derim ki: Buna göre
Allah'ı tevhid eden kimselerin bulunmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Kus b.
Sâide ve Zeyd b. Amr b. Nufeyi gibileri. Zeyd b. Amr hakkında da Peygamber
(sav): "Tek başına bir ümmet olarak gönderilecektir"[279]
diye buyurmuştur. Satih ve Varaka b. Nevfel gibileri de böyledir. Varaka
hakkında da Peygamber (sav): "Ben, onu ccnnptin ırmaklarına dalar gördüm"
diye buyurmuştur
İşte bunlar ve bunlar
gibi olanlar, kendi çağdaşlarına karşı bîr hüccet ve birer şahittirler.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Seni de bunların üzerine bir şaiıid olarak gönderdik" buyruğu(na)
dair açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi (2/143. ayet, i. başlık) ile
en-Nisa Suresi'nde (4/41. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Biz sana bu
kitabı her şeyi açıklayan... olmak üzere kısım kısım indirdik" buyruğu:
"Biz, kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'âm, 6/38)
buyruğuna benzemektedir ve daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Açıklaması
için) oraya bakılabilir,
Mücahid der ki: Her
şeyi açıklayan olması, helal ve haramı gereği gibi açıklamasıdır.
[280]
90. Şüphesiz
Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahsâyı, münker ve bağyi
yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye size öğüt verir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[281]
Rivayet edildiğine
göre, Osman b. Maz'ûn şöyle demiştir: Bu âyet, nazil olduğunda, ben bunu Ali b.
Ebi Talib (r.a)'a okudum. O, hayrete düştü ve şöyle dedi; Ey Galib hanedanı!
Ona uyunuz. Felah bulursunuz. Allah'a yenlin ederim, Allah onu size, ahlakın
üstün değerlerini emretsin diye göndermiştir. Bir başka hadiste de
nakledildiğine göre, E bu Talib'e: Senin kardeşinin oğlu, yüce Allah'ın
üzerine: "Şüphesiz ki Allah adaleti, İhsanı... emreder" buyruğunu
indirdiğini iddia ediyor denilince, şöyle demiş: Kardeşimin oğluna uyunuz.
Allah'a yemin ederim ki o, size ancak güzel olan ahlakî değerleri emreder,
îkrime der ki:
Peygamber (sav) el-Velid b. el-Mugire'ye: "Şüphesiz ki Allah adaleti,
İhsanı... emreder" âyetini sonuna kadar okudu. el-Velid ona: Kardeşimin
oğluf bir daha oku demiş_ Hz. Peygamber, bir daha bu âyeti ona okuduktan
sonra, el-Velid şunları söylemiş: Allah'a yemin ederim, bu sözün kendine has
bir farklılığı, bir çekiciliği vardır. Onun gövdesinin yaprakları bolf üstü de
meyve vericidir. Kesinlikle bu bir insan sözü değildir.
el-Ğaznevfnİn
naklettiğine göre bunu okuyan Osman b. Maz'un imiş. Osman da şöyle demiş:
Önceleri Rasûlullah (sav)'dan haya ettiğimden dolayı İslâm'a girmiştim. Bu, ben
onun yanında iken bu âyet-İ kerimenin indiği vakte kadar böylece devam etti. O
vakit iman kalbimde iyice yer etti. Sonra bu âyeti el-Velid b. ei-Muğire'ye
okudum, o da şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, tekrar oku. Ben, ona tekrar
okuyunca: Allah'a yemin ederim» bu sözün kendine has bir tatlılığı vardır...
dedi ve haberin geri kalan kısmını zikretti.
İbn Mes'ud der ki: Bu,
Kur'ân-ı Kerim'de, uyulacak her bir hayrın ve uzak durulması gereken her bir
şerrin dile getirildiği en kapsamlı âyet-i kerimedir.
en-Nakkaş da şöyle
demektedir: Deniliyor ki, adlin zekâtı İhsan, güç yetirmenin affetmek,
zenginliğin zekatı iyilik yapmak, makam ve mevkiin zekatı ise, kişinin
kardeşlerine (mektup) yakmasıdır.
[282]
İlim adanılan adalet
ve ihsanın açıklanması husus'unda tarklı görüşlere sahiptirler- İbn Abbas der
ki: Adalet "la ilahe illallah"-, rhsan ise farzların edâ edilmesidir.
Adaletin farz, ihsanın
da nafile olduğu söylenmiştir. Sütyan b. Uyeyne der
ki: Burada adalet, insanın içinin dosdoğru olmasıdır.
İhsan \se, insan içinin açığa vurduğundan daha üstün, değerli ve faziletli
olmasıdır.
Ati b. Ebi Talib der
ki: Adalet, insafla hareket etmek, ihsan ise lütufta bulunmak ve erdemlice
davranmak demektir.
İbn Atîyye der ki:
Adalet farz olan İnanç, emanetlerin eda edilmesi hususundaki şer'î hükümler,
zulmün terkcdilmesi, insaftı hareket etmek ve hakkı sahiplerine vermektir.
İhsan ise teşvik olunmuş herbir işi yapmaktır. Bazı işlerin tamamı teşvik,
(rnendup) edilmiştir. Kimi işler de tarzdır. Şu kadar var ki, onun yeterli olan
sınırını yerine getirmek, adaletin sınırları içerisindedir. Onu, yeterli oîan
miktardan fazlasıyla yapıp tamamlamak ise, ihsana girmektedir.
İbn Abbas'm açıklaması
su göl ürür. Çünkü farzların eda edilmesi, Rasû-lullah (sav)'ın, Cibrİî'in soru
sorduğu hadiste-de açıkladığı gibi tarzların eda edilmesidir. İşte adalet de
budur İhsan ise, Peygamber (sav)'ın, Cibril hadisinde cevaplandırdığı şekilde
açıklamasının gereğine uygun olarak diğer tamamlayıcı işler ve mendup fiilleri
yerine getirmektir. Çünkü Hz. Peygamber, (Cibril hadisi dîye bilinen hadiste)
Cebrail'in sorusuna: "(İhsan), Allah'a sen O'nu görüyormuş sun gibi ibadet
etmendin Sen O'nu görmüyorsan dahi, o seni görmektedir' diye cevap vermiştir.[283] O
bakımdan, eğer bu açıklama İbn Abbas'ian sahih olarak nakledilmiş ise,
herhalde mükemmel şekliyle farzların yerine getirilmesini kastetmiş olmalıdır,
İ'bnü'l'Arabî der ki:
Adalet, kul ile Rabbi arasında, yüce Allah'ın hakkını, kişinin kendi nefsini
korumasına tercih etmesi, O'nun rızasını kendi arzusundan önde tutması,
yasaklarından uzak kalarak emirlerini yerine getirmesidir Kişinin, kendisine
karşı adaleti ise, nefsini helak edecek şeylerden alıkoymasıdır. Nitekim yüce
Allah: "Ro-bbinin huzuruna varmaktan korkup, nefsini hevadan
alıkoyan..." (en-Nâziât, 79/40) diye buyurmaktadır. Kişinin, tama'
ettikleri şeylerin arkasından gitmekten uzak durması, her hal ve hususta
kanaatten ayrılmamak (kişinin kendisine karşı adaleti kapsamındadır). Kişinin
kendisi ile sair insanlar arasında adalet yapmasına gelince; nasihati (samimi
olarak iyiliğini istemeyi, öğüt vermeyi) karşılıksız yapması. a£ çok her
hususta hıyaneti terk etmesi, her bakımdan öbür insanların haklarını adil
olarak vermesi, söz ve davranış ile hiç bir kimseye gizli ve de açık kötülük
yapmaması, onlardan gelip İsabet eden belalara karşı sabredip katlan-maşıdır.
Bunun asgari ölçüsü ise, insaî'dır. (Haklarını vermek ve onlara eziyeti terk
etmektir).
Derim ki: Adalete dair
bu etraflı açıklamalar, güzel ve mutedildir. İhsana gelince, ilim adamlarımız
şöyle demiştir thsan, fiilinden mastardır. İki manada kullanılır: Birincisi,
bizatihi teaddi etmesi (fiilin geçişli olması), kişinin; Filan işi güzel yaptım" yani onu
mükemmel yaptım, demesi buna örnektir. Bu da; Filan şey güzel oldu"
şeklinden hemzeli olarak nakledilmiş bir fiildir. İkinci anlamı ise, bir harfi
cer ile tead-df etmesidir. Bu da; Filana ihsanda bulundum" demek gibidir.
Yani ben ona, kendisine yararlı olacak şeyler yaptım, demektir.
Derim ki: İşte bu
âyet-i kerimede ihsanın bu İki anlamı da aynı anda kastedilmiştir. Çünkü şanı
yüce Allah, mahlukatın birbirlerine iyilik yapmalarını sever. Öyle ki, sana ak
kafesteki bir kuşa, evindeki kediye bile iyiliğini esirgememen gerekir.
Halbuki yüce Allah'ın, yaratıkları bu iyilik ve ihsanları da muhtaç değildir.
Esasen bütün ihsan, nimet, lütuf ve minnetler hep O'ndandır
"Cibril
hadisi" diye bilinen hadiste ise, ikinci manası ile değil de birinci
manası ile ele alınmıştır. Esasen birinci anlamı ile ihsan, ibadetin dikkatli
ve güzel bir şekilde yapılması, İbadeti sahih kılan ve tamamlayan bütün özellikleriyle
eda etmeye riaeyet edilmesi, ibadetteki hukukun gözetilmesi, gerek ibadete
başlarken, gerekse de devam ederken, yüce Allah'ın azamet ve celâlinin hatırda
tutulması ile olur. İşte Hz. Peygamber'in: "Allah'a, sen O'nu
görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi, O seni
görmektedir' buyruğu ile kastettiği de budur. Böyle bir murakabe allında
olduğunu kabul eden kalp sahiplerinin iki hali sözkonusudur: Bunlardan
birincilerine hakkın müşahede edilmesi hali galip gelir ve adeta kişi Allah'ı
görüyormuş gibi olur. Peygamber (sav)'ın: "Ve benîm gözbebeğim namazdır"[284]
hadisi ile bu hale işaret etmiş olma ihtimali vardır. İkincisi ise, bu dereceye
ulaşamamakla birlikte cenab-ı Hakkın, kişinin kendisine muttali olduğunu, O'nu
görmekte olduğunu bilme halinin baskın ve ağırlıklı olarak hissedilme halidir,
İşte yüce Allah'ın: "O seni kalkınca da görür, secde edenler arasındaki
dolaşmanı da" (eş-Şuarâ, 26/218-219) buyruğu ile: "Mutlaka o işe
daldığınızda Biz üzerinize şahidiz" (Yunus, 10/61) buyruklarında buna
işaret edilmektedir.
[285]
Yüce Allah:
"Akrabaya vermeyi emreder" buyruğu ile, onlara malından vermeyi
kastetmektedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Akrabaya hakkını ver"(e\-İsrâ,
17/26.) buyruğu da bunu dile getirmektedir. Yani, akrabalık hakkını gözet. Bu
buyruk burada mendup oîan bir amelin, vacip olana atfedilmesi kabili
ndedindir. İşte Şat'iî bu buyruğu, ileride de açıklanacağı üzere, mükâtep
köleye vermenin vücubuna delil göstermiştir. Özellikle akrabaları zikretmesi
ise, akraba haklarının daha sağlam ve onları gözetmenin daha vacip oluşundan
dolayıdır. Çünkü, şanı yüce Allah'ın ismini, kendisinin Rahman isminden
türettiği "rahim (akrabalık)" hakkını pekiştirmek ve bu bağı
gözetmeyi, kendi zatının haklarını gözetmek olarak gördüğünü vurgulamak
içindir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyrulmuştur: "(Yüce Allah
"rahime; (akrabalık bağına)" dedi ki:) Seni gözeteni Benim de
gözetmeme, senin bağını koparanı da Benim de koparmama razı gelmez misin?"[286]
Özellikle akrabalar
fakir iseler daha bir gözetilmelidirler.
[287]
Yüce Allah'ın:
"Fahşâyı, münker ve bağyi yasaklar" buyruğundakl fah-şâ, söz ya da
davranış türünden olsun, çirkin olan her şey demektir. İbn Ab-bas ise, zina
diye açıklamıştır. Münker, şeriatın o işi nehyetmek suretiyle reddettiği
herşeydir. Bu, genel olacak bütün masiyetleri, kötü ve aşağılık davranışları,
çeşitli türleriyle bayağılıkları kapsar. Münkerin şirk demek olduğu da
söylenmiştir.
Bağy; kibir, zulüm,
kin ve haddi aşarak haksızlık yapmak demektir. Gerçek mahiyeti sınırı
aşmaktır. Bu münkerin kapsamına girer. Ancak yüce Allah, zararının çokluğu
dolayısıyla ona verdiği önemi belirtmek üzere özellikle sözkonusu etmiştir,
Hadis-i şerifte de Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Yapılan bir bağyden (haddi aşmaktan), daha çabuk cezası veriîen hiçbir
günah yoktur."[288]
Yine Hz. Peygamber şöyte buyurmuştur: "Bağî kişinin mutlaka sırtı yere
getirilmiştir."[289]
Yüce Allah, kendisine
karşı haksızlıkta bulunulan (bağye maruz kalan) kimseye ilâhî yardımını
va'detmiştir İndirilmiş kitapların birisinde şu hüküm yer almaktadır: Eğer bir
dağ diğer bir dağa haksızlık edecek olursa, (Allah o haksızlık yapan dağı dümdüz eder.
[290]
İmam Ebu Abdullah
Muhammed b. İsmail el-Bulıârî, Sahih "inde şöyle bir başlık açmıştır:
"Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah adaleti, İhsanı, akrabaya vermeyi
emreder. Fahşayı, münJter ve bağyi yasaklar. İyice dinleyip tutası-nız dîye
size öğüt verir" buyruğu ile: "Sizin taşkınlığınız ancak kendi
aleyhinizedir" (Yunus, 10/23); "Sonra yine ona haksızca saldınhrsa,
elbette Allah ona yardım eder" (el-Hacc, 22/60) buyrukları ve müslüman
aleyhine olsun, kâfir aleyhine olsun kötülüğü kışkırtmayı terk etmek.[291]
Bu başlıktan sonra Hz.
Âişe'nin, Lebid b. el-A'sam'ın, Peygamber (sav)'a büyü yapması hakkındaki
hadisini söz konusu etmektedir. İbn Battal der ki: ı Buharı) Allah ondan razı
olsun, bu âyet-i kerimelerden, müslüman ya da kair aleyhine kötülüğü harekete
getirip kışkırtmayı terketme anlamını çıkartmıştır, Nicekim \\z. Âişe'nin
hadisi de buna delildir. Çünkü orada Hz. Pey-gamber'in şöyle buyurduğu
zikredilmektedir: "Allah mademki bana şifa vermiş bulunuyor, artık ben de
insanların aleyhine herhangi bir kötülüğü kışkırtmaktan, harekete getirmekten
hoşlanmıyorum." Bunun açıklamasj da -Allah en iyi bilendir ya- şöyledir:
O (Buharı), yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah adaleti, ihsanı... emreder
buyruğunda kötülük İşleyene ihsanda bulunup, onun köcülüğüne ceza vermeyi terk
etmenin mendup olduğu anlamınt çıkartmıştır. Denilse ki: Haksızlığı yasaklayan
âyetler hakkında böyle bir yorum yapmak nasıl sahih olabilir? Şu şekilde cevap
verilir: Bunun da açık-.aması -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şöyledir:
Yüce Allah kullarına, "sizin taşkınlığınız ancak kendi
aleyhinizedir" buyruğunda haddi aşmanın za-rarının haddi aşana raci
olacağını bildirip, kendisine haksızlık yapılana yardımcı olmayı taahhüd
ettiğinden dolayı, kendisine karşı haksızlıkta bulunulan kişinin yüce Allah'a
bu yardım taahhüdü dolayısıyla şükretmesi ve kendisine haksızlık yapana af ile
kargılık vermesi daha uygundur. Nitekim Peygamber (sav) da kendisine büyü
yapan ya hu d iye bu şekilde davranmıştır. An-cak. yüce Allah'ın: "Şayet
bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misliyle mukabele
edin" (en-Nalıl, 16/126) buyruğu gereğince intikam aima hakkına sahiptir,
Ama o, yüce Allah'ın: "Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa,
muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durmaya değer işlerdendir" (eş-Şura,
42/43) buyruğundan hareketle affetmeyi tercih etmiştir,
[292]
Bu âyeH kerime,
iyiliği emredip münkerden alıkoyma gereğini ihtiva etmektedir. Bunlara dair
açıklamalar daha önceden (ÂH İmran, 3/21-22. âyet-.erinin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Rivayet edildiğine
göre bir topluluk, kendilerine zekât toplayıcı ve vali (âmil) olarak tayin
edilmiş bir zatı, Abbasi hükümdarlarından Ebu Cafer el-Mansur'a dava eder.
Ancak bu vali, kendisini şikâyet edenlere karşı delillerini ortaya koyarak
onları mağlup etmiş, aleyhine öyle pek büyük bir zulüm ispat edemediklerini,
hiç bir hususin haksızlık yapmadığım ortaya koymuş. Şikâyet eden topluluk
arasından bir delikanlı ayağa kalkarak şöyle demiş: Mü'minlerin emiri! Allah,
adalet ve ihsanı emretmektedir. Evet, gerçekten o adaletlidir, ama ihsan yapan
bir kimse değildir. Ebu Cafer, bu gencin isabetli söz söylemesine hayret eder
ve tayin ettiği âmilini görevden alır.
[293]
91.
Ahidleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getirin. Yeminleri
pekiştirdikten sonra bozmayın. Hem Allah'ı üzerinize kefil yapmışken (nasıl
bozarsınız)? Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızı bilir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[294]
Yüce Allah'ın:
"\-Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getirin" buyruğu, dil ile
akdolunan ve insanın yükümlülük üstlendiği ahş-veriş, akrabalık bağım gözetmek
veya dine uygun herhangi bir husustaki antlaşmaların tümünü kap sayan umumî bir
lafızdır. Bu âyet-i kerime aynı zamanda yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah
adaleti, ihsanı... emreder (en-Nahl, 16/90) buyruğunu da kapsamaktadır. Çünkü o
âyet-i kerime bu işi yapınız, bu işten de uzak kalınız anlamındadır. Bu buyruk
böylelikle öncekine atfedilmiş olmaktadır.
Âyet-i kerîmenin.
Peygamber (sav)'a, İslâm üzere bey'at hususunda indiği söylendiği gibi,
cahiliye döneminde yapılıp İslâm'ın da bağlı kalınmasını istediği antlaşmalara
bağlılık hakkında İndiği de söylenmiştir. Bunu da Ka-tade, Mücahid ve İbn Zeyd
ifade etmiştir Ancak âyet umumî olup, -açıkladığımız gibi- bütün bu hususları
kapsamına alır.
Sahİh'te, Cubeyr b.
Mut'im'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlui-lah (sav) buyurdu ki: "Islâmda
hitt'(hak üzere dayanışmak için sözleşmece gerek yoktur. Ancak, cahiliye
döneminde bu türden ne kadar antlaşma yapılmış ise, İslâm ancak onun gücünü
artırır."[295]
Bununla hakkın yardımına koşulması, hakkın yerine getirilmesi ve hak
sahiplerinin gözetilmesini kastetmektedir
İbn İshak'ın sözünü
ettiği Hilfu'l-Fudûl buna örnek gösterilebilir. İbn İs-hak der ki: Kureyş
kabileleri şerefi ve nesebi dolayısıyla Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde
toplandılar. Bunlar Mekke'de ister Mekkeli olsun İster olmasın, haksızlığa
uğramış birisi buldular mı, mutlaka onun haksızlığı giderilinceye kadar
yanında yer alacaklarına dair akidleştiler ve antlaştılar, Kureyş, o bakımdan
bu antlaşmaya "Hilfu'l-Fudûl" adım verdi. Yani, faziletlere dair
yapılmış hilf (antlaşma). Burada sözü geçen iudûl "fadTın çokluk çoğuludur,
Fels'in çoğulunun fülus gelmesi gibi. Yine îü>n Tshak'ın, İbn Şİhab'dan
rivayetine göre, o şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben,
Abdullah b. Cud'an'ın evinde bir antlaşmaya tanık oldum ki, onun karşılığında
kırmızı develere sahip olmayı tercih etmem. İslâm geldikten sonra bile (şu
sırada) o antlaşma gereğince (yardıma) çağırılacak olsam, hiç şüphesiz bu çağrıya
icabet ederim,"
İbn İshak der ki:
Velid b. Utbe, Hüseyin b. Ali'nin alacağı olan bir malı vermek istemedi. Çünkü
Velid o sırada Medine emiri olduğundan otoritesine güveniyordu. Hüseyin b. AJi
(r.a) ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ya hakkımı bana verirsin, yahut da
kılıcımı alıp sonra da Rasûlullah (sav)'ın Mescidinde dikilip ve Hİlfu'l-Fudül'un
gereği olarak bana yardım için davette bulunurum. Bunun üzerine Abdullah b.
ez-Zübeyr de şöyle dedi: Ben de Allah adına yemin ederim ki, eğer bizi
çağıracak olursa, şüphesiz ben de kılıcımı alır ve onun yanında hakkını
alıncaya kadar yahut da hep birlikte ölünceye kadar dikilir yerimi alırım.
el-Misver b. Mahreme de bu haberi alınca o da aynı sözleri söyledi.
Abdurrahrnan b. Osman b. Ubeydullah et-Teymî de bu haberi alınca, o da bunun
gibi bir söz söyledi, Bu sefer Velid, bunu haber alınca Hz. Hüseyin'e hakkım
verdi.
îlim adamları derler
ki: İşte cahiliye döneminde yapılmış bulunan bu anılaşmayı İslâm daha bir
pekiştirmiş, Peygamber (sav) da, "İslâm'da hilf yoktur11 buyruğunun genel
kapsamı dışında tutarak, ona özel bir konum vermiştir,
İslâm'da böyle bir
antlaşmaya gerek olmayışının hikmetine gelince, zaten
şeriat zalimden hakkın alınması hükümlerini ihtiva
etmektedir. Ondan alınan hakkın mazluma ulaştırılmasını emretmiştir. Bu, esasen
mükellefler arasından gücü yeten herkes üzerinde umumî bir görev olarak
şeriatin asli hükümleri gereğince vacip kılınmış bir şeydir. Şeriat, bu
hükümleri gereğince zalimlere karşı kullanılacak ve izlenilecek yoîu tesbit
etmiş bulunuyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Ancak insanlara zulmedenler
ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık gösterenler aleyhine yol vardır. İşte
bunlar için çok acıklı bir azab vardır." (eş-Şûrâ, 42/42)
Sahih'te de şöyle
buyurulmaktadır: "Zalim yahut mazlum olsun kardeşine yardımcı ol"
Onlar, Ey Allah'ın Rasulü! Haydi mazlumken ona yardım ettik- Zalimken nasıl
yardım edebiliriz. Hz. Peygamber: "Onu alıkoyarsın -bir rivayette de:
Zulmünü engellersin- işte ona yardım etmek budur" diye buyu rdu.[296]
Hz. Peygamber'in:
"İnsanlar zalimi görüp de, onun ellerini (zulümden) çekmeyecek oîurlarsa,
aradan fazla bir zaman geçmeksizin, kendi nezdinden onların hepsini kuşatacak
bir azap gönderir"[297]
buyruğu da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[298]
"Yeminleri
pekiştirdikten" yani onları sağlamlaştmp ağır ifadelerle güçlendirdikten
"sonra bozmayı ise, "Pekiştirmek" anlamındadır. ile, Pekiştirdi"
anlamında olup, iki ayrı söyleyiştir.
[299]
"Hem Allah'ı
üzerinize kefil yapmışken" O'nu şah id tutmuşken "nasıl
bozarsınız?" Buyruk, Allah'ı koruyucu yapmışken yahut onlara bağlı kalacağınıza
dair Allah adına taahhüdde bulunmuşken diye de açıklanmıştır. Burada yüce
Allah'ın: "Pekiştirdikten sonra" buyruğu ile azîm ve kararlılıkla
pekiştirilmiş yemin ile İağiv yemini arasındaki farka işaret edilmektedir.
İbn Vehb ile
İbnü'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini naklederler: Pekiştirmek, bir kimsenin
aynı şey hakkında defalarca yemin etmesi ve o şey hakkında üç veya daha fazla
yeminleri tekrarlaması demektir. Mesela, Allah'a yemin ederim ki, bundan daha
aşağısını yapmayacağım, Allah'a yemin ederim ki, bundan daha aşağısını
yapmayacağım, demek gibi. Böyle bir yeminin kef-fareti, yemin keffaretinde
olduğu gibi bir keffarettir.
Yahya b. Said de şöyle
demektedir: Burada sözü edilenler, ahidlerdir. Ahid de bîr yemindir. Ancak
aralarındaki fark, ahdin keffaretinin olmayışıdır. Peygamber {sav) da şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet gününde ahdini bozan herkesin bu ahdine hainliği
miktannca onun arka yanı baştnda bir sancak dikilir ve bu filanın ahdine hainliğidir
denilir.[300]
Allah adına yemine
gelince, şanı yüce Allah, bir tek yerde yemin keftaretini söz konusu etmiştir.
Bu da, "yemin-i mun'akide" diye bilinen yemine riâyet etmemek halinde
söz konusudur.
İbn Ömer der ki:
Yeminin pekiştirilmesi, bir kimsenin iki defa yemin etmesiyle olur. Tek bir
deta yemin edecek olursa, bunda keffaret sözkonusu değildir. Bu türden
açıklamalar önceden, el-Mâide Sûresi'nde (5/89. âyet, 4. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[301]
92. İpliğini
sağlamca eğirdikten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmet, diğer bir
ümmetten daha çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat aracı
ediniyorsunuz... (ha)? Herhalde Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında
anlaşma/lığa düştüğünüz şeyi O kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır.
"İpliğini
sağlamca eğirdikten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın"
buyruğunda geçen, Söküp bozmak, nakzetmek" ile
aynı şeylerdir. Bu köklerden isim; ile, şeklinde gelir. Birincisinin çoğulu
(âyette geçtiği üzere); şeklindedir.
Bu âyet-i kerime,
yemin eden, ahidleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan
kimseyi, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra çözen kadının
durumuna benzetmektedir. Rivayet olunduğuna göre Mekke'de, Amr b. Ka'b b. Sa'd,
b. Teym b. Murre kızı Rayta diye bilinen ahmak bir kadın varmış. Ve bu kadın
bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır,
Abdullah b. Kesir ve es-Süddî de bunu nakletmekle birlikte, kadının adını
vermemişlerdir.
Mücahİd ve Katade ise,
bu bir misaldir. Yoksa muayyen bir kadın ile ilgisi yoktur, demişlerdir.
Âyet-i kerimedeki;
Sağlamca" kelimesi, hal olmak üzere nasb edilmiştir. Hile ve fesat"
ise aldatmak, kandırmak, kötülük yapmak istemek gibi anlamlara gelir, Ebu
Ubeyde der ki: Doğru olmayan her bir işe bu isim verilir
"Bir ümmet, diğer
bir ümmetten çoktur diye..." buyruğu ile ilgili olarak müfessirler şöyle
derler: Bu âyet-i kerime, şu şekilde davranan Araplar hakkında nazil olmuştur:
Bir Arap kabilesi, bir başka kabile ile antlaştıktan sonra, bunlardan birisine
sayıca çok ve güçlü bir kabile gelip de onun ahdini bozmasını, karşı tarafı
aldatmasını isteyecek olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabilenin ahdini
bozar, hainlik eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. -Bu açıklamayı
Mücahid yapmıştır-, İşte yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Sİ2, bir kesim
diğer bir kesimden daha çoktur, yahut malları daha fazladır diye ahidleri
bozmayınız. Müşrik düşmanlarınızın dünyada sayıca çok olduğunu ve bolluk
içinde olduklarını görecek olursanız, bundan dolayı yeminlerinizi bozmaya
kalkışmayınız. Maksat, kâfirlerin ve mallarının çokluğu sebebiyle tekrar küfre
dönmeyi yasakiamakt.tr.
el-Ferrâ da şöyle
demektedir: Buyruğun anlamı şudur: Bir toplum sayıca az, siz de çoksunuz; yahut
aksine siz az onlar da çok diye, o toplulukla yeminlerle pekiştirip
sağlamlaştırdığını ahidlerinizi bozmayınız.
Daha çok"
kelimesi O şey artıp çoğaldı" ifadesinden alınmadır. "Bununla"
daki zamirin, Allah'ın emrettiği ahde bağlılığa ait olma ihtimali olduğu gibi,
"daha çok oluş"a ait olma ihtimali de vardır. Yani, yüce'Allah
kullarını, birbirlerini kıskanmaları, birilerinin diğerlerine üstün olmak
istemeleri iie mübtelâ kılmış ve kimin kendi nefsine karşı mücadele vererek,
muhalefet edeceğini, kimin de nefsine uyarak hevâsı gereğince amel edeceğini
ortaya çıkarmak kastıyla, onları imtihan etmiştir. Yüce Allah im
"Herhalde Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında" öldükten sonra
diriliş ve bunun dışında "anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi O, kıyamet gününde
elbette size açıklayacaktır1' buyruğunun anlamı işte budur.
[302]
93. Eğer
Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır,
dilediğini de hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorguya
çekileceksiniz.
"Eğer Allah
dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı." Sizi, tek bir dine sahip kılardı.
"Fakat O, dilediğini" onlar hakkında âdil bir hüküm olarak onları
yardımsız bırakmak ve muvaffakiyet vermemek suretiyle "saptırır, dilediğini
de" kendilerine onlara bîr lütuf ve ihsan olmak üzere tevfikmi Üısiin
etmek suretiyle "hidâyete erdirir." Ve O, yaptığından sorumlu
tutulmaz, aksine siz sorumlu tutulursunuz. Âyet-i kerime, önceden de geçtiği
üzere, kaderi görüşü benimseyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.
(Bir önceki âyette
geçen); Elbette... açıklayacaktır"buyruğu ile Muhakkak sorguya
çekileceksiniz" buyruklanndaki şeddeli "nün" ile birlikte gelen
"lâm", hazfedilmiş bir kaseme delil teşkil etmektedir. Allah'a
andolsun ki, size açıklayacaktır ve andolsun ki, sorguya çekileceksiniz demektir.
[303]
94.
Yeminlerinizi aranızda hile ve fesad aracı edinmeyin. Çünkü o takdirde,
sapasağlam yerleştikten sonra ayak kayıverir ve Allah yolundan alıkoyduğunuz
İçin kötülüğü tadarsınız. Büyük bir azabı hak edersiniz.
"Yeminlerinizi
aranızda hile ve fesad aracı edinmeyin" buyruğu, te'kid olmak üzere tekrar
edilmiştir. "Çünkü o takdirde sapasağlam yerleştikten sonra ayak
kayıverir." Bu da, bu husustaki nehyin daha ileriye götürülmesi demektir.
Çünkü veminlere baalı kalmanın dinde önemi çok büyüktür ve
insanlar arası ilişkilerde çokça tekrarlanır, Yani,
yeminlerinizi içten içe, aldanmak ve fesad çıkarmak: kastı He yapmayın. O
takdirde ayak (lannız) sapasağlam yerleştikten sonra kayıverir. Bu da,
Allah'ın bilinip tanınmasından sonra, yeminlere bağlı kalınmamak suretiyle
ayakların kayacağı anlamındadır. Bu, dosdoğru bir durumda iken, büyük bir
kötülüğe düşen ve ona gömülen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılmış bir
istiaredir. Çünkü ayak kayacak olursa, kişiyi hayırlı bir durumdan kötü bir
duruma nakleder. İşte Kü-seyyir'in şu mısraı da bu kabildendir:
"İkimiz de
yanyana gelince, ben sebat ettim, onun ise ayağı kaydı."
Araplar, afiyette iken
belâya duçar olan, yahut zor bir duruma düşen hakkında da "ayağı
kaydı" tabirini kullanırlar. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Eğer sen ileri
geçecek isen, senin ileri geçişin engellenecektir. Ayakların kayacak olursa da
öldürülürsün."
Bir şey hakkında
yanlışlık yapan kimseye de "o işte ayağı kaydı" denilir.
Bundan sonra yüce
Allah, dünya azabı ve âhirette de büyük azab ile tehditte bulunmaktadır. Bu
tehdit, Rasûlullah (sav)'a olan ahdini bozan kimseler hakkındadır. Çünkü önce
ona ahid verdiği halde, daha sonra verdiği ahdini bozan ve imandan çıkan
kimseler olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolundan
alıkoyduğunuz için kötülüğü tadarsınız." Dünyada kötülüğün tadılmasi,
onların.başlarına gelen ve hoşlanmadıkları şeylerdir.
[304]
95. Allah'ın
ahdini az bir pahaya satmayın. Çünkü Allah katında olan sizin için daha
hayırlıdır. Eğer bilirseniz.
96. Sizin
yanınızdaki tükenir. Allah'ın nezdindekiler ise kalıcıdır. Sabredenlerin
mükâfatını elbette yapmakta olduklarının güzeli ile vereceğiz.
"Allah'ın ahdini
az bir pahaya satmayın." Yüce Allah bu buyruk ile. rüşveti ve ahidleri
bozmak karşılığında mal almayı yasaklamaktadır. Yani, az bir dünyalık
karşılığında ahidlerinizi bozmayın. Dünyalığın -çok olsa dahi- az olmakla
nitelendirilmesi, zeval bulacak şeylerden olmasından dolayıdır. O bakımdan,
kesin olarak dünyalık azdır. Yüce Allah'ın: "Sîzin yanınızdaki tükenir,
Allah'ın nezdindekiler İse kalıcıdır" buyruğu ile kastedilen de budur. Bu
buyrukla yüce Allah, dünyanın durumu ile âhiretin durumu arasındaki farkı
açıklamaktadır. Birisi tükenip bitmekte, sonu gelmekte, Allah'ın nez-dîndeki
bağışlar, lütuflan ve cennetlerinin nimetleri ise, ahdini eksiksiz yerine
getiren ve yaptığı akidlerde sebat gösteren kimseler için asla son bulmayacaktır,
Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:
"Malın helâli de
haramı da bir gün gelir tükenir.
Yarına, geriye günahları
kalır.
Allah'ından korkup
gerçek takva sahibi olmak,
Ancak kişinin
içeceğinin de yiyeceğinin de helâl ve teiniz olmasına bağlıdır."
Bîr başka şair de bu
konuda şöyle demektedir:
"Farzet ki dünya
bütünüyle kendiliğinden senin önüne getirilmektedir.
Peki, sonunda bu
değişmeyecek midir?
Senin dünyan ancak bir
gölge gibidir,
Seni gölgesinde
barındırdı, sonra da zeval bulacağını ilan etti."
İslâm ve itaat üzere
ve masiyetlere karşı "sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta
olduklarının" itaatlerinin "güzel ile vereceğiz." Verilecek
olanların, itaatlerden daha güzel olmakla
nitelendirilmesi, itaatlerin dışında kalan güzelliklerin mubah olmalarından
dolayıdır. Mükâfat ise, ancak Allah'ın vaadi gereğince itaatler için söz
konusudur.
Âsim ve İbn Kesir,
Elbette... mükâfatlandıracağız" şeklinde tazim "nun"uyla
okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya" ile (mükâfatlandıracaktır,
anlamında) okumuşlardır.
Denildiğine göre, şu
"...satmayın" ile bir sonraki âyetin buraya kadarki bölümü, Kindeii,
Âbisoğlu İmruu'1-Kays ile onun hasmı İbn Esva' hakkında inmiştir. Bunlar, bir
toprak hakkında anlaşmazlığa düşmüş, İmruu'1-Kays yemin etmek İsteyince, bu
âyet-i kerimeyi işitmiş, bunun üzerine yemin etmekten vazgeçmiş ve arkadaşının
haklı olduğunu ikrar etmiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[305]
97. Erkek
olsun, kadın olsun kim mümin olduğu halde salih amel işlerse Biz, şüphesiz ona
çok güzel bir hayat yaşatırız. Ve bunları elbette işlediklerinin en güzeli ile
mükâfatlandıracağız.
"Erkek olsun,
kadın olsun kim mümin olduğu halde salih amel İşlerse Biz, şüphesiz ona çok
güzel bir hayat yaşatırız" buyruğu, şart ve cevabını ihtiva etmektedir,
"Çok güzel bir hayafın mahiyeti hakkında beş görüş ileri sürülmüştür:
1- İbn
Abbas, Said b. Cübeyr, Ata ve ed-Dahhâk'a göre helâl rızık demektir.
2- Hasan-ı
Basrî, Zeyd b. Vehb ile Vehb b. Münebbih'e göre kanaat demektir. ,el-Hakem,
bunu İkrime'den, o da İbn Abbas'm görüşü olarak rivayet etmiştir. Aynı zamanda
Ali b. Ebi Talib (r.a)'tn da görüşü budur.
3- Yüce
Allah'ın, itaatleri işleme muvaffakiyeti demektir. Çünkü itaatleri işlemek,
kişiyi Allah'ın rızasına ulaştırır. Bu anlamdaki açıklamayı da ed-Dah-hâk
yapmıştır. Yine ed-Dahhâk şöyle demiştir: Bir kimse, mü'min olarak salih amel
işleyecek olursa, ister darlık İçinde olsun, ister bolluk içinde olsun, onun
hayatı güze) hayattır. Buna karşılık Allah'ı anmaktan yüz çeviren, Rab-bi'ne
iman etmeyen salih amel de işlemeyen bir kimsenin geçimi dardır ve onun
hayatında hayır namına bir şey yoktur.
4- Mücahid,
Katade ve İbn Zeyd de der ki: Cüze! hayattan kasıt, cennettir. el-Hasen de
böyle demiştir. e!-Hasen devamla der ki: Cennet dışında hiç bir kimse için
güzel hayat söz konusu değildir. Bunun, mutluluk olduğu da söylenmiştir. Bu
görüş; İbn Abbas'dan rivayet edilmiştir.
5- Ebû Bekr
el-Verrâk da der ki: Güzel bayattan kasıt, itaatin tatlılığıdır. Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî der ki: Güzel hayat, kulun kendi tedbirinden vazgeçerek,
tedbirini hakka havale etmesi demektir. Cafer-i Sadık da şöyle demiştir: Güzel
hayat, marifetuîiah ve Allah'ın huzurunda doğru ve samimi duruştur. Bunun,
yaratıklardan müstağni kalmak ve hakka muhtaç olduğunu bilmek olduğu
söylendiği gibi, kader-i İlâhiye rıza göstermektir, diye de açıklanmıştır.
"Ve bunları
elbette İşlediklerinin en güzeli ile* âlıirette "mükâfatlandıracağız."
Şanı yüce Allah önce "ona çok güzel foir.hayat yaşatırız" diye buyurduktan
sonra, "ve bunları elbette... mükâfatlandıracağız'' diye buyurması, “Kim”
kelimesinin hem tekil hem çoğul için kullanılabilmesinden dolayıdır. Bir
seferinde zamir tekil olarak lafza, diğerinde ise çoğul olarak manaya ait
olmuştur. Bu türden açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Salih der ki:
Tevrat'a inanan bir grup insan ile İncil'e inanan bir grup insan ve putlara
tapan bir başka grup insan oturdular. Bunlardan birisi, biz daha faziletliyiz
dedi, diğerleri de; biz daha faziletliyiz deyince bunun üzerine bu âyet-i
kerime nazil oldu.
[306]
98. Kur'ân'ı
okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız:
[307]
Bu'âyet-i kerime, daha
önce geçen yüce Allah'ın: "Ve biz sana bu kitabı her şeyi açıklayan...
olmak üzere kısım kısım indirdik" (en-Nalıl, 16/86) âyeti ile alâkalıdır.
Sen, işte bu özellikteki Kitabı okumaya başİıyacağında, şeytanın karşına
dikilerek seni Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmekten, içindeki hükümlerle
amel etmekten alıkoymak istemesine karşı Allah'a sığın. Yoksa Kur'ân okuduktan
sonra Allah'a sığınmayı kastetmemektedir. Bilakis bu buyruk şu ifadeye benzer:
Yemek yiyeceğin vakit Bismillah de. Yemek yemek isteyecek olursan Bismillah
de, demektir.
Cübeyr b. Mut'un,
babasından şöyle dediğini rivâyel eder: Ben, Rasûlul-lah (sav)'ı namaza
başlarken şöyle buyurduğunu dinledim:
Allah'ım, Ben,
şeytandan, onun dürtmesinden, kibirlenişinden {kibirliğe itmesinden) ve onun
(batıl) telkinlerinden sana sığınırım."[308]
Ebu Said el-Hudri'nin
rivayet ettiğine göre de, Peygamber (sav) namazda kıraatten önce istiâzede
bulunurdu.[309]
el-Kiyâ et-Taberî der
ki: Seleften bazılarından, mutlak olarak kıraatten sonra istiâzede bulunduklan
da nakledilmiştir. Bunlar, yüce Allah'ın: "Kur*ân okuyacağın (okuduğun)
zaman, o kovulmuş şeytan'dan Allah'a sığın" buyruğunu delil
göstermişlerdir. Buyruğun zahirinin, isüâzenin kıraatten sonra olmasını gerektirdiğinde
hiç şüphe yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "Artık namazı bitirdiğiniz zaman,
ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" (en-Nisâ,
4/103) buyruğuna benzemektedir. Ancak, bu anlama gelme ihtimali yoktur.
Çünkü bu da yüce
Allah'ın: "Söz söylediğinizde de adaletli olunuz" (el-En'âm, 6/152)
buyruğu ile: "(Peygamberin) hanımlarından ihtiyacınız olan bir şey
istediğinizde, onlardan perde arkasından i stepin "(el-Alız ab, 33/53)
buyruklarına benzemektedir. Bu buyruktan maksat, daha önce bir istekte bulunduktan
sonra perde arkasından onlardan bir şey islemek değildir. Yine bir kimsenin:
Konuşursan doğru söyle, ihrama girecek olursan guslet demesine de benzer. Ki,
bu da ihram'a girmeden guslet anlamındadır. Bütün bunların anlamı, böyle bir
şey yapmak istediğin vakit şunu yap, şeklindedir. İşte burada istiâze emri de
böyledir.
Bu anlamdaki
açıklamalar önceden geçtiği gibi, istiâze hakkındaki yeterli açıklamalar da
bundan önce, <bk. Giriş bölümü, istiâze ile ilgili bahisler) geçmiş bulunmaktadır.
[310]
99. Doğrusu,
iman edip yalnız Rabbleri'ne tevekkül edenler üzerinde onun hiç bir hâkimiyeti
yoktur.
100. Onun
hâkimiyeti, ancak kendisini dost edinip de (onu) O'na ortak koşanlar
üzerindedir.
"Doğrusu, iman
edip yalnız Rabbleri'ne tevekkül edenler üzerinde" azdırmak ve küfre
sürüklemek hususunda "onun hiç bir hakimiyeti yoktur." Yani,
şeytanın insanları Allah tarafından bağışlanmayacak bir günaha zorla İtmeye
kudreti yoktur. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır. Mücahid de der ki: Şeytanın,
elinde dostlarını kendisine davet ettiği masiyetlerin hak olduğuna dair hiç bir
delili yoktur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Seylan'ın, onlar üzerinde hiç bir hâkimiyeti söz konusu
değildir. Çünkü Allah'ın düşmanı İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun-:
"Yemin ederim ki ben de... onları toptan azdıracağım. Ancak onlardan,
ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna" (el-lficr, 15/39-40) deyince, yüce Allah
da kendisine; "Benim kullarım Üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz.
Azgınlardan sana uyanlar müstesna" (el-Hİcr, 15/42) diye buyurmak suretiyle,
kullar üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiş bulunuyor.
Derim ki: Biz, bundan
önce bunun, tahsisin söz konusu olduğu umumî bir İfade olduğunu açıklamış idik.
Çünkü İblis, Hz. Âdem ile Hz. Havva'yı tasallutu neticesinde hataya düşürüp
kandırmış, fazilet sahibi kimselerin hatırlarına; Eabbini kim yarattı, gibi
sorulan getirmek suretiyle şaşırtma yoluna gitmiştir.
Nitekim el-A'ruf
Sûresi'nin sonlarında (7/200. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
"Onun hakimiyeti,
ancak kendisini dost edinip" ona itaat edip "de onu Allah'a ortak
koşanlar üzerinedir." Bir kimseyi veli (dost) edinmek, ona itaat etmek
demektir. -Aynı kökten olmak üzere-; Ondan yüz çevirdim" anlamındadır.
" Ona"
ifadesinin, Allah'a... demek olduğunu, Mücahid ve ed-Dahhâk ifade etmişlerdir.
Bu zamirin, şeytana raci olduğu da söylenmiştir. er-Rabi' b. Enes ve el-Kutebî
böyle demişlerdir ki, anlamı şöyle olur; Onlar, şeytan sebebiyle (Allah'a)
ortak koşmaktadırlar. (İşte onun hakimiyeti de böylelerinin üzerindedir.)
Mesela, Ben bu söz sebebiyle kâfir oldum" denilir. Senin sebebinle filan
kişi alim oldu" demektir. Yani, şeytanın dost edindiği kimseler (bu
dostluk sebebiyle) Allah'a ortak koşan kimseler olurlar.
[311]
101. Biz,
bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde, -Allah neyi
indireceğini en iyi bilen olduğu halde- "sen ancak bir iftiracısın"
dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.
102. De ki:
"Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinden hak olarak indirmiştir. İman edenlere tam bir
sebat vermek İçin ve müslümanlara hidâyet ve müjde olsun diye."
"Biz bir âyeti,
diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde -Allah neyi indireceğini en
iyi bilen olduğu halde-..." buyruğunun, Biz önceki bir şeriati, sonradan
gönderdiğimiz yeni bir şeriat ile değiştirdiğimizde... anlamında olduğu
söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Mücahid der ki: Biz bîr âyeti
kaldırıp, onun yerine başka bîr âyeti koyacak olursak... demektir. Cumhur da:
Biz, bir âyeti onlara öncekinden daha ağır gelen bir başka âyet ile nesli
ettiğimizde... diye açıklamışlardır.
Nesli ve tebdil
(değiştirmek); bir şeyi kaldırmakla birlikte bir başkasını onun yerine koymak
demektir. Nesh'e dair açıklamalar, daha önce el-Baka-ra Sûresi'nde (2/106.
âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.
"Sen ancak bir
iftiracısın" yalan söyleyen ve kendiliğinden uyduran bir kimsesin
"dediler." Diyenler, Kureyş kâfirleridir. Onlar bu sözlerini hükmün
değiştirilmesini görmeleri üzerine söylemişlerdi, yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, onların çoğu bilmezler." Hükümleri teşri edenin de, birinin
yerine diğerini koyup değiştirenin de Allah olduğunu bilmezier, Yüce Allah'ın:
"De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs... indirmiştir" buyruğunda, Ruhu'l-Kudüs'ten
kasıt Hz. Cebrail'dir. O, nesh edeni ve, nesh edileni iie Kur'ân'ın tamamını
indirmiştir. Sahih bir isnadla Âmir eş-Şa'bî'den şöyîe dediği rivayet
edilmektedir: "Üç yıl süreyle israfil, Muhammed (sav)'a vahiy getirmekle
görevlendirildi. O, birer, ikişer kelimeyi getirirdi. Daha sonra Hz. Cebrail
Ona, Kur'ân-ı Kerim'i indirdi."
Yine Müslim'in
Sahihinde belirtildiğine göre, yeryüzüne o güne kadar hiç inmemiş bir melek,
Hamd (Fatiha) Sûresi'ni Hz. Peygamber'e indirmişti[312] Nitekim
bu husustaki açıklamalar, bundan önce el-Fatİlıa Suresi'nde (nüzulü ve ahkâmı
ile ilgili bölüm, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Rabbinden"
Rabbinin kelamından "hak olarak İndirmiştir." "îman
edenlere" içindeki delil ve belgelerle "tam bir sebat vermek için,
müslümanlara hidâyet ve müjde olsun diye."
[313]
103-
Andolsun ki onların: "Ona muhakkak bir İnsan öğretiyor" dediklerini
biliyoruz. İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise
apaçık bir Arapçadır.
"Andolsun ki
onların: Ona muhakkak bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz"
buyruğunda, Hz. Peygamber'e öğretiyor dedikleri bu şahsın ismi hususunda farklı
görüşler vardır. Bir görüşe göre sözü geçen bu kişi, el-Fâ-kiiı b.
el-Muğiıe'nİn kölesi olup adı Cebr idi. Önceleri hristiyanken sonra İslama
girdi. Kureyş'İn kâfirleri, Peygamber (sav)dan -ümmî olup hiç bir kitap
okumamış olduğu halde- geçmiş ve gelecek olaylara dair haberleri işittiklerinde:
Ona, bunları muhakkak Cebr öğretmektedir, diyorlardı. Cebr ise Arap olmayan bir
kimse idi. yüce Allah da onların bu iddialarını şöylece cevaplandırmaktadır:
"İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise apaçık
bir Arapçadır." Hiç bir insanın ve cinnin tek bir sûresine ve daha fazla
bir bölümüne karşı çıkarak benzerini meydana koyamadığı böyle bir sözü Arap
olmayan Cebr ona nasıl öğretebilir?
en-Nakkâş'ın
naklettiğine göre, Cebr'in efendisi onu dövüyor ve ona şöyle diyordu:
Muhammed'e sen öğretiyorsun ha! O: Allah'a yemin ederim ki hayır. Bilâkis o
bana öğretiyor ve beni doğruya iletiyor, diyordu.
İbn İslıak der ki:
Bana nakledildiğine göre, Peygamber (sav) el-Hadranıî oğullarının kölesi olan
ve Cebr adındaki hristiyan bir kölenin yanında çokça otururdu. Bu kişi,
(önceki) kitapları okuyan birisi idi. Bunun üzerine müşrikler: Allah'a
andolsun ki, Muhammed'in bu getirdiklerini ona şu hristiyan Cebr'den başkası
öğretmiyor.
İkrime ise, bu kişinin
adı Yaiş idi, el-Hadramî oğullarının bîr kölesi idi. Ra-sûlullah (sav) ona
Kur'ân-ı Kerim'i öğretiyordu. Bu el-Maverdî nakletmektedir.
es-Sa'lebî'nİn, İkrime
ve Katade'den naklettiğine göre bu, Muğire oğullarının bir kölesi olup adı
Yaîş idi. Arapça oimayan kitapları okumasını bilirdi. Kureyşlileıin: Şüphesiz
ona bir insan öğretiyor, demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
et-Mehdevî'nin,
İkrime'den naklettiğine göre bu, Âmir b. Lüey oğullarının bir kölesi olup adı
Yaîş idi.
Abdullah b. Müslim
el-Hadramî dedi ki: Bizim, Aynu't-Temrliler'den hıris-tiyan iki kölemiz vardı.
Bunlardan birisinin adi'Yesar, diğerinin adı da Cebr idi. el-Maverdî ile
el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebîde böyle nakletmelerdir, Şu kadar var ki es-Sa'lebî
şunları da söylemektedir: Bunlardan birisinin adı Nebt, künyesi Ebu Fükeyhe
idi. Diğerinin adı ise Cebr idi. Bunların ikisi de kılıç yapar ve kılıç
bileyler idi. Ellerinde bulunan bir kitabı okuyorlardı. es-Sa'lebî (devamla)
der ki: Bunlar, Tevrat ve İncil'i okurlardı. el-Maverdî ve el-Meh-devî ise
Tevrat okurlardı, demişlerdir. Rasûlullah (sav) bunların yanlarından geçer,
onların okuyuşlarını dinlerdi. Müşriklerin: Bunlardan öğreniyor, demeleri
üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek müşrikleri yalanladı.
Bir diğer görüşe göre,
müşrikler bu sözleriyle Selman el-Farisî (r.a)'ı kastetmişlerdi. Bunu
ed-Dalıhâk ifade etmiştir.[314]
Bir diğer görüşe göre
bu kişi, Bel'âm adında Mekke'deki bir lıristiyan idi. Bu, Tevratı da okuyan
birisi idi. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Müşrikler de,
Rasûlullah (sav)'ı bunun yanına girip çıkarken görüyorlardı. O bakımdan ona
bunu öğreten ancak Bel'âm'dır dediler. el-Kutebî der ki: Mekke'de, Rumca
konuşan ve Ebu Meysere diye anılan lıristiyan bir adam vardı. Kİmİ zaman
Peygamber (sav) onun yanında otururdu. Kâfirlerin: Şüphesiz Muhammed ondan
öğreniyor, demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
Bir rivayete göre ise
bu kişi Utbe b. Rabia'nın kölesi Addâs'tır. Bunun, Hu-veytıb b. Abduluzza'nın
kölesi Abis İle İbnü'l-Hadramî'nin kölesi Yesar Ebu Fükeyhe oldukları da
söylenmiştir. İkisi de İslâm'a girmişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Derim ki: Bunların
hepsi ihtimal dahilindedir. Çünkü Peygamber (sav) değişik zamanlarda, Allah'ın
kendisine öğrettiklerinden bunlara da öğretmek
kastıyla bunların yanında oturmuş olabilir. Bu da Mekke'de oluyordu.
en-Neh-lıâs der ki: Bu sözler biribirleriyle çelişen sözler değildir. Çünkü bu
iddiada bulunanların bütün bunlara işarette bulunmuş olmaları ve bunların Hz.
Pey-gamber'e öğrettiklerini iddia etmiş olmaları muhtemeldir.
Derim ki: Ancak,
ed-Dahhâk'ın, kastedilen bu kişinin Selman olduğuna dair ifadesi uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Selman, Peygmaber (sav)'ın yanına Medine'de iken gelmiş idi
(ve müslüman olmuştu.) Bu âyet-i kerime ise Mekke'de inmiştir.
"İnkâra saparak
kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır" buyruğunda -ki: İnkâra
sapmak" meyletmek demektir. Doğrudan meyletti, saptı" anlamındadır.
el-A'raf Sûresi'nde de (7/180. âyetin 2. bölümü, 1, başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
İnkâra saparak"
lafzını Hamza, şeklinde "ya" ve "ha" harflerini üstün
olarak okumuştur. Yani onların, meyledip işarette bulundukları dil, Arapça
olmayan bir dildir.
Ucme (acemilik):
Saklamak ve açıklamanın zıddı demektir. Erkek için; kadın için de; denilir.
Açık-seçik konuşamayan anlamındadır "Kuyruk sokumu"na: denilmesi
ise, gizli ve saklı olmasından dolayıdır. Hayvan" demektir. Çünkü hayvan
kendi halini açıkça ifade edemez. Kitabın anlaşılmayan yönlerini (gerekli
noktalamalarla) izale ettim" demektir. Araplar kendi dillerini bilmeyen
ve kendi dilleriyle konuşmayan herkese "A'cemî" derler. el-Ferrâ
derki: A'cem, dilinde ucmelik bulunan kimse demektir. İsterse Araplardan olsun.
A'cemi yahut acemi ise, aslen acemlerden (Arap olmayanlardan) olan demektir.
Ebu Ali der ki: A'cemi, fasih ve açık konuşamayan demektir. Araplardan olsun
yahut olmasın farkctmez. Aynı şekilde A'cem ve A'cemî de, fasih olsa dahi
Aceme mensııb olan kimse demektir.
"Dil" ile
Kur'ân'ı kastetmiştir. Çünkü Araplar, kasideye ve beyite de dil (lisan)
derler. Şair der ki:
"Kötülük lisanını
(kaside ve beyitini) bize hediye ediyorsun da, Hainlik ediyorsun. Bense senin
hainlik edeceğini zannetmemiştim."
Burada
"lisan" ile şair, kasideyi kastetmektedir.
"Bu ise apaçık bir
Arapçadır." Yani, Arapça olup en fasih ve anlaşılır ifadelerledir.
[315]
104.
Allah'ın âyetlerine iman etmeyenleri şüphesiz ki Allah hidâyete erdirmez.
Onlara can yakıcı bir azab da vardır.
"Allah'ın
âyetlerine iman etmeyenleri" yani, şu Kur'ân-ı Kerime iman etmeyen
müşrikleri "şüphesiz ki Allah hidâyete erdirmez. Onlara can yakıcı bir
azab da vardır."
[316]
105- Ancak
Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler, yalan uydurup düzerler. İşte yalancıların
tâ kendileri onlardır.
"Ancak, Allah'ın
âyetlerine iman etmeyenler, yalan uydurup düzerler."
Bu, onların Peygamber
(sav)'ı yalan uydurmakla nitelendirmelerine verilen bir cevaptır.
"İşte
yalancıların tâ kendileri onlardır." Bu da onların yalancılıkla nitelendirilmelerinin
ileri bir derecesini ifade etmektedir. Yani onların söyledikleri yalana
nisbetle bütün yalanlar az sayılır. Mesela, filan kişi yalan söyledi, denilir
ama, o yalancıdır denilmcyebilir.
Çütıkü fiil
kullanıldığı zaman bunun gerçekten durumu ifade etme ihtimali de vardır, öyle
olmayabilir de. Ancak, sıfat olarak kullanılacak olursa, bu sıfat o kimseden
ayrılmaz. Bundan dolayı Âdem, Rabbine karşı geldi ve sının aştı denilir ama,
Âdem, isyankâr ve haddi aşandır, denilmez. Eğer, filan kişi yalan söyledi. O
bakımdan o yalancıdır, denilecek olursa, o takdirde bu, o kimsenin yalancılık
vasfının ileri derecede olduğu anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî
yapmıştır.
[317]
106. Kalbi
imanla dolu olduğu halde zorlanan müstesna olmak üzere, kim imandan sonra
Allah'ı tanımaz ve fakat küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların
üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yirmi bir başlık halinde sunacağız:
[318]
Yüce Allah'ın:
"Kim, imandan sonra Allah'ı tanımaz..." buyruğu, daha önce geçen:
Teminleri pekiştirdikten sonra bozmayın" (en-Nahl, 16/91) buyruğu ile
ilişkilidir, Bu şekilde küfre saparak ahidlerini bozanlar, ileri derecede
yalancılık vasfına sahip olurlar. Çünkü buyruk: Rasûhıllah (sav)'a bey'at
ettikten sonra irtidat etmeyiniz, anlamındadır. Yani kim imanından sonra küfre
sapar ve irtidat ederse, Allah'ın gazabı onun üzerinedir.
el-Kelbî der ki: Bu
buyruk, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh, Mikyes b. Suba-be ve Abdullah b. Hatal
ile Kays b. el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. Çünkü bunlar imanlarından
sonra kâfir olmuşlardır. Daha sonra ise "zorlanan müstesna olmak
üzere" diye buyurmaktadır. ez-Zeccâc der ki: "Kim imandan sonra
Allah'ı tanımaz" buyruğu, (bir önceki âyette sözü edilen) Allah'a yalan
uydurup düzenlerden bedeldir. Yani, ancak iman ettikten sonra Allah'ı inkâr
eden kimseler, yalan uydurup düzerler. ez-Zeccâc istisnanın sonuna kadar
ifadenin tamam olmadığı kanaatine vardığından, bunu makabli ile alakalı kabul
etmiştir. el-Ahfeş ise, "(<>*): Kim..." ifadesinin mübtedâ
olduğunu, haberinin ise mahzuf olduğunu söylemiştir. Bu haberin
zikredil-meyeıek ikinci; "(O-" )-. Kim'in haberi ile yetini!mistir.
Bu da bir kimsenin: Kim bize gelir ve kim ihsan ederse, biz de ona ikram
ederiz" İfadesine benzemektedir.
[319]
Yüce Allah'ın:
"Zorlanan müstesna olmak üzere" buyruğu, tefsir âlimlerinin görüşüne
göre, Ammâr b. Yâsir hakkında inmiştir. Çünkü Ammâr (r.a) kendisinden
istedikleri şeylere kısmen yaklaşmış idi. îbn Ab bas der ki: Müşrikler onu,
babasını, annesi Sümeyye'yi, Suheyb'İ, Bilâl'ı, Habbab'ı ve Salim'i alıp onlara
işkence etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir
harbe saplandı. Ona, sen erkekler sebebiyle İslâm'a girdin, denildi. Hem
kendisi hem de kocası Yâsir öldürüldü. İslâm tarihinde ilk öldürülen (gehid
edilen) kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliyle onların
istediklerini söyledi. Bunu Rasûlullah (sav)'a arzedİnce, Rasûlul-lah (sav) da
ona: "Kalbini nasıl buluyorsun?" deyince O, iman ile dopdoiu ve huzur
bulmuş olarak, diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona: "Bir
daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap" diye
buyurdu.[320]
Mansur b. el-Mu'temir,
Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İslâm tarihinde ilk kadın şehıd
Ammar'ın annesidir. Onu Ebu Cehil öldürmüştür. Erkeklerden ilk şehid İse Ömer
(ra)in azadlisı Mihcâ'dır. Yine Mansûr, Mü-câhid'den şöyle dediğini
nakletmektedir: İslâm'ı (müslüman olduklarını) ilk olarak açığa vuranlar şu
yedi kişidir: Rasûlullah (sav), Ebû Bekir, Bilâl, Hab-bâb, Suhayb, Ammâr,
annesi Sümeyye.
Rasûlullah (sav)'ı,
Kureyş'ten gelebilecek zararlara karşı Ebu Talib, Ebu Bekr'i kavmi himaye etti.
O bakımdan Kureyşliler diğerlerini alarak onlara demir zırhlar giydirdiler.
Sonra da güneşte onları bırakıp zırhların kızmasını sağladılar. Nihayet demir
ve güneşin aşırı harareti onları alabildiğine bitkin düşürdü. Akşam vakti Ebu
Cehil yanında bir harbe ile geldi. Onlara sövmeye, onları azarlamaya koyuldu.
Sümeyye'nin de yanına gitti, ona da sövüp saymaya, oldukça çirkin sözler
söylemeye başladı. Daha sonra elindeki harbeyi rercinden sapladı ve ağzından
çıktı. Böylelikle Hz. Sümeyye'yi (r.an-ha> şelüd etmiş oldu. (Mücalıid
devamla) dedi ki: Diğerleri İse, kendilerinden istenen sözleri söylediler.
Bilâl müstesna. O, Allah yolunda canını feda etmeyi göze aldı. Ona işkence
yapmaya ve: Dininden dön, demeye koyuldular. Kendisi ise "ehad,
ehad" deyip duruyordu. Nihayet onun bu direnmesinden usandılar. Sonra,
ellerini kollarını bağlayarak boynuna da liften bir ip bağladılar ve kendi
çocuklarına teslim ettiler. Onlar da Mekke çevresindeki dağlar arasında onunla
oyuncak gibi oynamaya koyuldular. Nihayet onlar da ondan usanıp onu terk
ettiler. Ammâr dedi ki: Hepimiz onların istedikleri sözleri söyledik. Allah
rahmetiyle imdadımıza yetişmemiş olsaydı (helak olurduk). Ancak Bilâl, Allah
uğrunda canını önemsemedi. Kavmi de onu önemsemeyerek işkenceye maruz kaldı ve
sonunda usanıp bıraktılar.
Sahih olan ise, Uz.
Ebu Bekir'in, Bilâl'i satın alıp onu âzâd ettiğidir.
İbn Ebi Necİh'in,
Mücaiıid'den rivayet ettiğine göre Mekke'de bazı kimseler iman etmişlerdi.
Muhammed (sav)'ın Medine'de bulunan ashabından birisi onlara: Yanımıza hicret
ediniz. Bizler sizi yanımıza hicret etmedikçe kendimizden göremeyiz, dediler.
Bunun üzerine
Medine'ye gitmek kastıyla Mekke'den çıktılar. Kureyşliler yolda onlara
yetiştiler. Onları, işkenceye maruz bıraktılar, bunlar da istemeyerek, zor ve
baskı altında kalarak küfrü gerektiren sözler söylediler. İşte bu âyet-i kerime
onlar hakkında nazil oldu.
Bu İki rivayeti
Mücaiıid'den, İsmail b. İshak nakletmektedir.
Tirmizî ise, Âişe
(r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûiullah (sav) buyurdu ki:
"Ammâr, iki şey arasında muhayyer bırakıldıkça, mutlaka onların en doğru
olanını tercih etmiştir." Bu hadis hasen, garib bir hadistir.[321]
Enes b. Malik'den de
şöyle dediği rivayet edilmektedir Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz cennet üç kişiye hasret duyar: Ali, Ammâr ve Sel-man b.
Rebia." Tirmizî dedi ki: Bu, garib bir hadistir. Ve biz bunun, el-Ha-san
b. Salih'in rivayet ettiği yoldan başka bir yoldan geldiğini bilmiyoruz.[322]
Yüce Allah, zorlama
(ikrah) halinde küfrü, müsamaha ile karşılayıp bundan dolayı sorgulamadığından,
ilim adamları da şeriatın bütün t'er'î hükümlerini bu asla göre
yorumlamışlardır. Bu fer'î hükümler için zorlama söz konusu olduğu takdirde
bundan dolayı kişi sorumlu tutulmaz ve buna herhangi bir hüküm terettüp etmez.
Peygamber (sav)'dan rivayet edilen meşhur haberde de bu husus ifade
edilmiştir: "Ümmetimden hata, unutma ve işlemek üzere zorlandıkları şey
(in sorumluluğu) kaldırılmıştır. "[323]
Bu haberin senedi
sahih olmasa dahi, ilim adamlarının ittifakı ile, ihtiva ettiği mana sahihtir. Bunu,
Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî ifade etmiştir.
Ebu Muhammed Abdulhak
ise, hadisin isnadının sahih olduğunu sözko-nusu etmiş ve şöyle demiştir: Ebu
Bekir el-Asilî bunu, ael-Fev&id"de, îbnü'l-Münzİr de
"Kitabü'l-îknâ"da. zikretmiştir.
[324]
İlim ehli icma ile,
öldürüleceğinden korkacak kadar küfre zorlanan (İkrah olunan) kimsenin, kalbi
İman ile dolu olduğu halde kâfir olursa, günahkâr olmayacağını, hanımının
ondan bâin (boş) olmayacağını ve hakkında küfür hükmü verilmeyeceğini kabul
etmişlerdir. Malikin, Kûfelilerin ve Şafiî'nin görüşü budur.
Ancak, Muhammed b.
el-Hasen şöyle demiştir: Bir kimse, şirki açığa vuracak olursa, zahiren o
mürted olur. Kendisi ile yüce Allah arasında ise müs-lümandır. Hanımı ondan
bâin talâk Üe boş olur, ölürse namazı kılınmaz. Babası müslüman olarak ölürse,
babasından da miras almaz.
Ancak, Kitap ve Sünnet
bu kanaati reddetmektedir. Çünkü yüce Allah burada: "Zorlanan müstesna
olmak üzere" diye buyurduğu gibi, başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesna" (Ali
tmran, 3/28); "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere
melekler: Ne işte idiniz? derler. Onlar: Biz, yeryüzünde mustaz'af kimselerdik
derler," (en-Nisâ, 4/97) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ancak çare bulamayan, yol bulamayan erkek kadın ve
çocuklardan mustaz'af olanlar müstesna." (en-Nisâ, 4/98) Böylelikle yüce
Allah, mağlup düşürülmeleri söz konusu olmadıkça Allah'ın emrettiklerini terk
etmeyen mustaz'aflan mazur görmektedir. İkrah altında bulunan kişi ise ancak
mustaz'aftır ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekten imtina etmeyen
birisidir. Bu açıklamayı Buhârî yapmıştır.[325]
ilim adamlarından bir
kesimin kanaatine göre (ikrah halinde) ruhsat, yalnızca sözle ilgilidir. Fiil
hakkında ise ruhsat sözkonusu değildir. Meselâ, Allah'tan başkasının önünde
secde etmek, kıbleden başka bir tarafa namaz kılmak, müslüman bir kimseyi
öldürmek yahut vurmak ya da malını yemek, yahut zina etmek, İçki içmek, faiz
yemek gibi zorlamalar halinde ruhsat söz konusu değildir. Bu görüş, Hasan-ı
Basrî -Allah ondan razı olsun- den rivayet edilmiştir. eUEvzaî ile bizim (mezhebimize
mensup) ilim adamlarımızdan Suhnûn'un kanaati de budur.
Muhammed b. el-Hasen
ise der ki: Esir olan bîr kimseye: Bu puta secde et, aksi takdirde seni
öldürürüz denilecek olursa, eğer put kıble tarafında ise, secde etsin ve yüce
Allah'ın önünde secde etmek niyetini taşısın. Şayet kıbleden başka bir tarafa
ise, onu öldürecek olsalar dahi secde etmemelidir.
Sahih olan ise,
kıbleden başka bir tarafta olsa dahi, secde edebileceğidir. Böyle bîr durumda
da secde etmek niye uygun olmasın ki? Çünkü Sahih'te İbn Ömer'den şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Rasûluüah (sav) Mekke'den Medine'ye gelişinde, bineği
üzerinde yüzü hangi tarafa dönük olursa olsun (nafile) namaz kılardı. İşte yüce
Allah'ın: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır"
(el-Bakara, 2/115) âyeti bu hususta nazil olmuştur.[326] Bir
rivayette ise: Bineği üzerinde de vitir kılardı. Şu kadar var ki, bineği üzerinde
farz namaz kılmazdı, denilmektedir.[327]
Güvenlik halinde,
yolculuk sebebiyle bineğin üzerinden inmenin vereceği yorgunluk dolayısıyla,
yolculukta bu şekilde namaz kılma mubah olduğuna göre, böyle bir durumda bu
niçin mubah olmasın?
İkrah dolayısıyla
ruhsatın yalnız söze münhasır olduğunu kabul edenler, îbn Mes'ud'un şu sözünü
delil gösterirler; Otorite sahibi bir kimsenin bana vuracağı iki kamçıyı
Önleyebilecek ise, söylemeyeceğim hiç bir söz yoktur. Burada İbn Mes'ud ruhsatı
söze münhasır olarak dile getirmiş, davranıştan söz etmemiştir. Ancak, İbn
Mes'ud'un bu sözünde delil olacak taraf yoktur. Çünkü burada sözün, misal olarak
zikredilmiş olma ihtimali vardır ve o, fiilin de aynı hükümde olduğunu
kastetmiş olabilir.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Kişi içten içe imanını muhafaza etmesi şartıyla, fiilî ya da
sözlü ikrah arasında fark yoktur. Bu görüş, Ömer b. el-Hattab ve Meklıul'den
rivayet edilmiştir. Malik ile Iraklılardan bir kesimin görüşü de budur.
İbnü'1-K.asım'ın, Malik'den rivayetine göre bir kimse içki içmeye, namazı
terketmeye yahut Ramazan günü oruç açmaya zorlanacak olursa, bu kimseden günaiı
kaldırılmıştır.
[328]
İlim adamları, icma
ile şunu kabul etmişlerdir: Başkasını öldürmek üzere zorlanan bir kimsenin, o
kimseyi öldürmeye kalkışması, döverek veya başka bir yolla onun haram olan
haklarım çiğnemesi caiz değildir. Böyle bir baskıya maruz kalan kişi, başına
gelen bu musibete sabreder, başkasına zarar vermek suretiyle kendisini
kurtarmaya kalkışması helâl değildir, dünya ve âhi-rette Allah'tan esenlik
dilemekle yetinir.
Zina konusunda görüş
ayrılığı vardır. Mutarrif, Esbağ, İbn Abdi'İ-Hakem ve İbnü'l-Mâcişûn derler ki:
Hiç kimse bu işi yapamaz. Öldürülecek olsa dahi yapmamalıdır. Yapacak olursa
günahkârdır ve ona had uygulamak gerekir. Ebu Sevr ve el-Hasen de böyle
demişlerdir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Sahih olan, böyle bir kimsenin zinaya kalkışmasının caiz olduğu ve böyle bir
kimseye haddin -gerekli olduğunu görenlerin aksine-gerekmediğidir. Çünkü
bunlar, böyle bir kimsenin şehvetinin hilkatten gelen bir şehvet olduğunu ve
bunun için ikrahın düşünülemeyeceğini kabul etmişlerdir. Ancak bunlar, şehveti
asıl hareket ettiren sebepten gafil kalmışlardır. Bu ise, böyle bir şeye mecbur
edilmektir. Zaten onun hükmünü kaldıran da budur. Had ancak ihtiyarî bir
sebebin ortaya çıkardığı şehvet dolayısıyla gereklidir. Bu durumda haddi
gerekli görenler, bir şeyi zıddına kıyas etmişlerdir. O bakımdan bunlar,
kendiliklerinden doğruya isabet ettirememişlerdir.
İbn Huveyzimendâd da
"Ahkâm"mda şöyle demektedir: Mezhebimize mensup ilim adamlarımız,
kişinin zinaya ikrah edilmesi halinde, hükmün ne olacağı konusunda farklı
görüşlere sahiptirler. Kimisi böylesine had uygulanır demişlerdir. Zira o, bu
işi kendi ihtiyarı ile yapmaktadır. Kimisi de buna had gerekmez, derler. İbn
Huveyzimendâd dedi ki: Sahih olan da budur. Ebu Hanife de şöyle demektedir:
Eğer onu zinaya zorlayan kişi sultan (devlet yetkilisi )'ndcn başkası ise, ona
had uygulanır. Onu zorlayan kişi sultan ise, kıyasa göre had vurulması
gerekir. Ancak ben istihsanen ona had vurulmaması gerektiği kanaatindeyim. İki
arkadaşı (Ebu Yusuf ile Muhamrned) ona muhalefet ederek şöyle derler: Her iki
durumda da böylesine had gerekmez. Onlar bu konuda, erkekliğin sertleşmesini
göz önünde bulundurmayıp şöyle demişlerdir: Zina işlemekle öldürülmekten
kurtulacağını bildiği takdirde bu işe kalkışması caiz olur. tbnü'l-Munzir de
der ki: Bu durumda böylesine had gerekmez, bu konuda zorlayan kimsenin devlet
yetkilisi olması ile olmaması arasında da bir fark yoktur.
[329]
İlim adamları, zorlama
altındaki kimsenin hanımını boşaması ve kölesini âzâd etmesi hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Şafiî ve mezhebine mensup ilim adamları: Bu konuda ona
hiç bir şey düşmez, derler, ibn Vehb'in, ibn. Ömer, Ali ve İbn Abbas'dan naklettiğine
göre onlar, böyle bir kimsenin boşamasının hiç bir hüküm ifade etmediği
görüşünde idiler. İbnü'l-Münzir de, îbn ez-Zübeyr, İbn Ömer, İbn Abbas, Ata,
Tavus, el-Hasen, Şureyh, el-Kasım, Salim, Malik, el-Hvzaî, Ahmed, İshâk ve Ebu
Sevr'den de bu görüşü nakletmekledir.
Bir başka kesim ise
böyle birisinin boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Bu görüş eş-Şa'bî,
en-Nehaî, Ebu Kjlâbe , ez-Zührî ve Katade'den rivayet edilmiştir. KOfeli ilim
adamlarının görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: İkrah altında bulunan kimsenin
boşaması geçerlidir. Çünkü böyle bir kişinin ikrah ile kaybeldği, rızadan daha
fazla birşey değildir. Kıza ise boşamada -tıpkı alay olsun diye bu işi yapan
kimsede olduğu gibi- şart değildir.
Ancak bu batı) bir
kıyastır. Alay olsun diye hanımını boşayan kimse, kendi rızası ile boşamayı
gerçekleştirmeyi kastetmiştir. Zorlanan bir kimse ise, hanımını boşamaya razı
da değildir, böyle bir niyete de sahip değildir, tiz. Peygamber ise:
"Ameller ancak niyetler iledir"[330]
diye buyurmuştur. Buharı'de de şöyle denilmektedir: İbn Abbas, hırsızların
zorlaması sonucu hanımını boşayan kimse hakkında: Bunun hiç bir kıymeti
yoktur, demiştir.[331] İbn
Ömer, İbn ez-Zübeyr, eş-Şa'bî ve el-Hasen de böyle demişlerdir. eş-Şa'bî de
şöyle der: Hırsızlar, böyle bir kimseyi zorlayacak olurlarsa bu talak değildir.
Eğer devlet yöneticisi (sultan) onu zorlayacak olursa, o takdirde bu bir
talaktır. İbn Uyeyne bunu açıklayarak söyle demekledir: Çünkü hırsız, böyle bir
kimseyi öldürmeye kalkışır. Devlet yöneticisi ise bu durumda kimseyi öldürmez.
[332]
Zorlama altında
bulunan (mükreh) ile baskı altında bulunan (madğût)'ın alış verişinin iki hali
sözkonusudur. Birincisi kişinin yerine getirmekle yükümlü olduğu bir hak
(vazife) dolayısıyla malını satması halidir. Böyle bir satış geçerlidir,
uygundur. Fukahâya göre bu satışta dönüş söz konusu değildir. Çünkü böyle bir
kimsenin o sattığı malın dışındaki bir şeyie üzerindeki hakkı hak sahibine
ödemesi gerekir. Böyle bir işi yapmadığına göre, onun bu malı satışı, kendi
tercihi ile yapmış gibidir ve o bakımdan böyle bir satış onun için
bağlayıcıdır.
Zulmen zorlanarak,
yahut baskı altında tutulan kimsenin satışı ise, satanın aleyhine olmak üzere
caiz değildir. Bu durumda böyle bir kimsenin herhangi bir bedel ödemeden kendi
eşyasını alması öncelikle söz konusudur. Bu durumda müşteri de ödediği bedeli
gider o zalimden alır. Şayet eşya telef olmuşsa, bu durumda ikrah altında
satan, o malın bedelinden veya kıymetinden hangisi daha fazla ise, -eğer müşteri,
zalimin yaptığı bu haksızlığı bilmeyen birisi ise- zatimden alır. Mutarrif der
ki: Zorlanan kimsenin durumunu bilen müşteriler, satın aldıkları kölelerin ve
ticaret mallarının -tıpkt gasıp gibi- tazminatını öderler. Satın alanın, bu
satın almadan sonra köleler hakkındaki âzâd yahut tedbir (ölümünden soma âzâd
olmalarını söylemesi) yahud vakıf gibi yeni
tasarrufları, zorlanan kimseyi (mükrehi) bağlamaz ve o kendi malını geri almak
hakkına sahiptir. Suhnûn der ki: Mezhebimize mensup ilim adamları da, Irak
alimleri de ittifakla mükrehin, zulüm ve haksızlık esası üzere yapılacak
satışları caiz değildir, demişlerdir. Bu bir icmadır.
[333]
Mükrehin nikâhına
gelince, Suhnûn der ki: Mezhebimize mensup ilim adamları, mükıeh erkek ve
kadının nikâhının batıl olduğunu icma ile (ittifakla) kabul etmişler ve şöyle
demişlerdir: Böyle bir nikâh üzere devam etmek caiz değildir, çünkü böyle bir
nikâh akdi gerçekleşmemiştir.
Muhammed b. Suhnûn der
ki: İraklılar, ikrah altındaki kimsenin nikâhını caiz kabul etmiş ve şöyle
demişlerdir: Bir kimse bir kadına on bin dirhem mehir ile ödemek üzere
nikâhlamaya zorlanacak olnrsa ve o kadının dengi olan diğer kadınların mehri
bin dirhem ise, bu nikâh caizdir; fakat onun ödemekle mükellef olduğu mehir
miktarı bin dirhemdir, bundan fazlası batıl olur. Muhammed (b, Suhnûn) der ki:
Iraklılar bin dirhemden fazlasını iptal ettikleri gibi, zorlama sebebiyie
nikâhı da iptal etmeleri gerekir. Oniarın bu görüşleri, Ensar'dan olan Hizam
kızı Hansa yoluyla gelen hadiste sabit olan sünnete
[334] de
Peygamber (sav)'ın nikâiıkınmalan hususunda kadınlarla İstişare edilmesini
emreden sünnete de muhaliftir. Buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O
bakımdan onların bu görüşlerinin bir anlamı da yoktur.
[335]
Nikâh için zorlanmakla
birlikte, cinsel ilişki ve nikâha razı olmak için zorlanmayan bir kimse, bu
şekilde nikâhlandığı bir kadın ile cinsel ilişkiye geçecek olursa, bize göre
miktarı tesbit edilen mehir esas alınarak nikâhı geçerlidir ve ona had
uygulanmaz. Şayet: Ben nikâha razı olmayarak onunla cinsel ilişkiye geçtim,
diyecek olursa, ona had ve miktarı tesbit edilmiş mehiri ödemek düşer. Çünkü bu
kimse miktarı tesbit edilen mehri iptal etmek için iddiada bulunmaktadır. Şayet
kadın, erkeğin nikâha zorlandığını bilerek bu işe kalkışacak olursa, ona da had
uygulanır.
Nikâhı kabul etmeye ve
cinsel ilişkiye zorlanan kadına had düşmez ve onun mehir alma hakkı olur,
ilişkiye geçen erkeğe had uygulanır. Bu mesele iyice bellenmelidir. Bunu
Suhnûn ifade etmiştir.
[336]
Kadın, zinaya
zorlanacak olursa, ona had düşmez. Çünkü yüce Allah: "Zorlanan müstesna
olmak üzere" diye buyurmuştur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Allah, ümmetimin hata, unutma ve zorlanarak yaptıkları şeylerini
atfetmişti r."[337]
Yüce Allah'ın: "Kim onları zorlarsa, şüphe yok ki Allah, onların
zorlanmalarından sonra mağfiret ve rahmet edicidir." (en-Nûr, 24/33)
buyruğu da bunu gerektirmekledir ki, burada sözü edilenier zinaya zorlanan
cariyelerdir.
Köle tarafından zinaya
zorlanan cariye hakkında Hz. Ömer'in verdiği hüküm de bu şekilde olup, o
cariyeye zina cezası uygulamamıştır.
İlim adamları, zinaya
zorlanan kadına had uygulanmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Malik de
şöyle demektedir: Kadın, kocası bulunmaksızın hamile olduğu görülüp de, ben
zina etmek tçin zorlarfdım, diyecek olursa, onun bu iddiası kabul olunmaz ve
ona lıad uygulanır.
Ancak bu hususta onun
bir beyyinesi bulunuyor yahut kanlan akarak gelmiş veya zorlanırken yanına
varılmış olması veya buna benzer durumunun lesbtt edilmesi hali müstesnadır.
Malik, bu hususta Ömer
b. el-Hattab'ın şu sözlerini delil göstermektedir: Muhsan olmaları halinde ve
beyyine bulunup yahut hamilelik görülüp veya itiraf sözkonusu ise, erkek ve
kadınlardan zina edenlerin recm edilmeleri Allah'ın Kitabında yer alan bir
gerçektir.[338]
İbnü'l-Münzir der ki:
Ben, bu hususta birinci görüşü kabul etmekteyim.
[339]
Zorlanarak kendisiyle
2ina edilen kadına mehir vermenin gerekip gerekmediği hususunda görüş ayrılığı
vardır. Ata ve ez-Zührî derler ki: Böyle bir kadına mehr-i misil verilmesi
gerekir. Bu, Malik, Şafiî, Alımed, tshak ve Ebu Sevr'in de görüşüdür. es-Sevrî
der ki: Onunla zina eden erkeğe had uygulanacak olursa, mehir de söz konusu
olmaz. Bu görüş, eş-Şa'bî'den de rivayet edilmiştir. Malikin mezhebine mensup
ilim adamları da, rey ashabı da bu görüştedirler. İbnü'l-Münzir ise birinci
görüş sahih olandır, demektedir.
[340]
Bir kimse hanımını
ellerine vermesi helal olmayan kimselere teslim etmeye zorlanacak olursa, onu
verir ve bu uğurda kendisini ölüme bırakmaz. Onu
kurtarmak için herhangi bir eziyete de katlanmasına gerek yoktur.[341] Bu
konudaki asıl dayanak, Buhârînin, Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayettir: Ebu
Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "îbrahirn (a.s), Sara ile
hicret etti. Onunla bir şehire girdi. Orada krallardan bir kral yahut
zorbalardan bir zorba vardı. Bu kral ona, o kadını bana gönder, diye haber
gönderdi. Hz. İbrahim onu gönderdi. Kral, Sâra'ya gitmek üzere kalktı, o da
kalkıp abdest ahp namaz kıldı ve şöyle dua etti: Allah'ım, eğer ben Sana ve
senin peygamberine iman etmiş isem şu kâfiri bana musallat etme. Birden
hırıltılı nefes almaya başladı ve ayağını yere vurmaya koyuldu."[342]
Bu hadis, aynı zamanda
Sârâ'nın kınanacak bir hali sözkonusu olmadığı gibi, zorlanan bir kadın için
kınamanın; halvetten daha büyük işler dolayısıyla da haddin sözkonusu olmayacağına
delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[343]
Zorlanarak yemin
edenin (miikreh'in) yemini İse Malik, Şafiî, Ebû Sevr ve ilim adamlarının
çoğunluğuna göre hiç bir şey gerektirmez. İbn Mâcişûn der ki: Bir kimse yemin
etmeye zorlanacak olursa, ister Allah'a itaat olan bir hususa dair yemin
etsin, ister masiyel olan bir hususa dair yemin etsin farket-mez.
Mutarrif de şöyle
demektedir: Bir kimse, Allah'a isyanı gerektirecek bir hususa yahut da İşlenmesi
itaat da olmayan, masiyet de olmayan bir hususa dair yemine zorlanacak olursa,
bu husustaki yemin hükümsüzdür. Eğer, mesela yöneticinin fasık bir kimseyi
yakalayarak ona talâk ile içki içmeyeceğine dair yemin ettirse, yahut fasıkhk
etmeyeceğine, yapacağı işinde kimseyi aldatmayacağına dair yemin etmeye
zorlasa, yalıul da baba oğlunu terbiye etmek maksadıyla yemin ettirirse, böyle
bir yemin bağlayıcıdır, İsterse ikrah altında bulunan kimse yükümlü tutulduğu
bu hususlarda hala etmiş dahi olsa farketmez. İbn Ilabib de böyle demiştir.
Ebu Hanife ve
KûfelÜerden ona uyanlar ise şöyle derler: Böyle bir kimse bir İşi yapmamak
üzere yemin edip de sonradan yapacak olursa, yeminini bozmuş olur. Derler ki:
Çünkü zorlanan bir kimse için yapacağı bütün yeminlerde kinayeli ve üstü
kapalı ifadeler ile başka şeyleri kastetme imkânı vardır. Bu kişi yemininde,
kinayeli ve Üstü kapalı ifadelere başvurmayıp niyeti de zorlandığı şeye
muhalif olan başka yönlere kaymadığına göre, o kimse yemini kastetmiş
demektir.
Birinci görüşün
savunucuları ise şöyle detil getirirler: Bir kimse yemine zorlanacak olursa,
onun niyeti elbetteki sözüne muhaliftir. Çünkü o, hakkında yemin ettiği şeyi
istememektedir. Buna zorlanmış bulunmaktadır.
[344]
Îbnü'l-Arabî der kî:
Garip İıususlardan birisi de bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim
adamlarımızın, yemini bozmaya dair zorlama yapılırsa, bunun sonucunda yemin
bozulur mu, bozulmaz mı konusunda farklı görüşlere sahip olmalarıdır. Bu,
aslında Irak âlimlerinin ortaya attıkları ve onlardan bize sirayet etmiş bir
meseledir. Keşke bu mesele de oimasaydı, onlar da olmasaydı. Ey mezhebimize
mensup ilim adamları söyleyin bana, yeminin zorlama sonucu bağlayıcı olmadığı
hususu ile, zorlama ile yeminin bozulmayacağı hususu arasındaki fark nedir?
Artık Allah'tan korkun, basiretlerinize dönün ve böyle bir rivayete kanmayın.
Çünkü bu, dirayet hususunda olumsuz bir damgadır.
[345]
Bir kimse, yemin etmek
için zorlanıp da etmediği taktirde onun bir miktar malının alınması söz konusu
olursa; -haksızca vergi alımlar, zalim vergi toplayıcılar ve haksızlık
yapanların uygulamalarında görüldüğü gibi- bu konuda Malik şöyle demektedir:
Böyle bir hususta takiyye (korunma) yoluna gidilmez. Kişi, yemini ile ancak
bedenine gelecek zararı defetme yoluna gidebilir, malına gelecek zararı değil.
İbnu'l-Mâcişûn der ki:
Böyle bir kimse, kendi malına gelecek zararı def ederek, bedenine gelecek bir
zarardan korkmayacak olsa dahi yemin eder. İbnü'l-Kasim ise, MutarriPin
kanaatini kabul eder ve o da bu görüşü Malik'den rivayet eder. İbn Abdilhakem
ve Esbağ da böyle demişlerdir.
Derim ki:
İbnü'l-Mâcişûn'un görüşü sahih olandır. Çünkü kişinin malını savunması, canını
savunması gibidir. el-Hasen ve Katade'nin de görüşü budur, ileride gelecektir.
Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak kanlarınız, mallarınız,
ırzlarınız size haramdır."[346]
Yine bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Müslümanın her şeyi
müslümana haramdır: Kanı, malı ve ırzı (şeref, haysiyet ve namusu)."[347]
Ebu Hureyre de şöyle
rivayet etmektedir: Bir adam, Rasûlullah (sav)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasulü
dedi, ne dersin bk adam gelip malımı almak İsterse (ben ne yapayım)? Hz.
Peygamber: "Ona malını verme" diye buyurdu. Adam: Peki ya benimle
çarpışacak olursa ne dersin? Hz. Peygamber: "Sen de onunla çarpış"
diye buyurdu. Yine adam: Peki, ya beni öldürecek olursa görüşün nedir? diye
sorunca, Hz. Peygamber: "Sen şehidsin" diye buyurdu. Bu sefer adam:
Peki, ya ben onu öldürecek olursam görüşün nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber
bu sefer: "O da ateştedir" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim rivayet
etmiş olup,[348] buna dair açıklamalar
önceden geçmiş bulunmaktadır.
Muıarrif ve
İbnü'l-Mâcişün derler ki: Bir kimse, "kendisinden yemin etmesi istenmeden
önce, malına ve bedenine gelebilecek bir zarardan korkarak, zalim yöneticiye
karşı kendisinden istenmeden önce yemine başlayıp da ona yemin edecek olursa,
bu yemine bağlı kaiması icabeder. İbn Abdİlhakem ve Esbağ da böyle demişlerdir.
Yine İbnu'l-Mâcişûn, zalim bir kimse tarafından yakalanıp da kendisine yemin
ettirmeden önce elbette[349]
talâkı ile yemin edecek olur da bu zalim kişi onu -yalan söylediği halde-
bırakacak oluisa, yemin eden kişi de dövülmekten ve öldürülmekten, malının
alınmasından korkarak yemin etmiş ise, eğer korku ihtimalinin ağır basması ve
zulmünden kurtulmak ümidi ile kendiliğinden yemin etmiş ise, bu kimse bu
şartlar altında ikrfıh çerçevesi içerisine girmiş olur ve ona bir şey düşmez.
Şayet kurtulmak ümidi ile yemin etmemiş ise, o takdirde o kimse iıânis
(yeminini bozmuş) olur.
[350]
Gözönünde Bulundurması
Gereken Hususlar:
Muhakkik ilim adamları
şöyle demişlerdir: Zorlanan bir kimse, küfrü gerektiren sözler söyleyecek
olursa, bu sözleri ancak kinayeli ifadelerle söylemesi caiz olur. Çünkü bu gibi
kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu
şekilde söylenmeyecek olursa, kişi kâfir olur. Çünkü zorlamanın kinayeli
ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmaz. Mesela, bir kimseye;
Allah'ı inkâr et" denilecek olursa, o da; diye "yâ"yı ilave
ederek söyler. (Oyalanan kimseyi inkâr ediyorum demektir.) Aynı şekilde böyle
birisine: Nebi'yi inkâr et, denilirse, o da şöyle der: "Nebiyyi inkâr
ediyorum" diye şeddeli söyler. Bu da yüksekçe bir yer demektir. Yine,
sofrayı andıran şekilde kuru hurma dallarından yapılan şey hakkında da
kullanılır. O bu sözü söylerken, kalbiyle bunlardan birisini kasteder,
böylelikle küfürden ve küfrün günahından da uzak durmuş olur. Şayet ona hemzeli
olarak; Nebî'i inkâr et, denilecek olursa, o da "haber veren
kimse"yi kastederek, Nebî'i inkâr ediyorum, der. Yani, Tulayha,
Mü-seylemetü'l-Kezzâb gibi herhangi bir haber veren kimseyi kast eder. Ya da
bununla, şairin hakkında şu beyiti söylemiş olduğu Nebî'i de kasL edebilir:
"Bir araya
toplanmış, un gibi çakıl yığınının yakınındaki yüksekçe yerinde (nebi') İnce ve
ufalmış çakıl yığınına döndü."
[351]
İlim adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Bir kimse küfür üzere zorlanıp da öldürülmeyi tercih
edecek olursa, Allah nezdinde ruhsatı tercih eden kişiden daha büyük ecir aiır.
Ancak, işlenmesi helâl
olmayan ve öldürülme dışındaki bir fiili işlemeye zorlanan kimse hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Malikî mezhebine mensup ilim adamları derler ki:
Bu gibi durumlarda, zor olan yolu seçmek, öldürülmeyi ye dövülmeyi tercih
etmek, Allah nezdinde ruhsat olanı yapmaktan daha faziletlidir. Bunu İbn Habib
ve Suhnûn zikretmişlerdir.
İbn'Suhnûn ise,
Iraklılardan şunu nakletmektedir: Bir kimse, öldürülmek yahut bir azasının
kesilmesi veya ölümle sonuçlanmasından korkulacak şekilde dövülmek ile tehdit
edilecek olursa, bu kimse şarap içmek yahut domuz eti yemek gibi zorlandığı
işi yapabilir. Şayet öklürülünceye kadar denileni yapmayacak olursa, bunun
günahkâr olacağından korkarız. Çünkü böyle bir kimse muztar (zaruret ile karşı
karşıya bulunan) kimse gibidir.
Habbâb b. el-Eret şunu
nakletmektedir: Rasûlullah <sav)'a, Kâ'be'nin gölgesinde elbisesine yastık
gibi yaslanmış olduğu bir sırada şikayette bulunduk ve ben (Ona) şöyle dedim:
Bizim için Allah'tan yardım dilemez misin, bizim için dua etmez misin? Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler arasından {iman eden adam)
yakalanır, yerde ona bir çukur kazılır, o çukura bırakılır. Testere getirilir,
başının üzerine konulur ve ikiye bölünürdü. Demir taraklarla taranarak et ve
kemiği bir birinden ayrılırdı. Fakat bütün bu yapılanlar, o kimseyi dininden
alıkoymazdı. Allah'a yemin ederim ki O, binici, San'a'dan Hadramût'a kadar
kalbinde Allah'ın korkusu ile, kurdun koyunlarına saldıracağı korkusundan
başka hiç bir şeyden korkmaksızın (güvenlik içerisinde) yol alacağı bir hale
kadar bu işi tamamlayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz."[352]
Peygamber (sav) geçmiş
ümmetlerden Allah yolunda o, zor şeylere sabretmeleri ve işkenceden kurtulmak
kastıyla kalbjerinde imanı gizlemeyip zahiren de kâfir olmayışlarından övgü
ile sö/; etmektedir. İşte bu dövülmeyi, öldürülmeyi, hakir düşürülmeyi ve
cennetler yurdunda ikâmeti ruhsata tercih edenlerin delilidir. İleride buna
dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Uhdûd (85. Sûre. olan
el-BurÛc) Sûresİ'nde gelecektir.
Ebu Bekir Mulıammed b.
Muhammed b. el-Ferac b. el-Bağdadî şöyle demektedir: Bize, Şureyh b. Yunus,
İsmail b. İbrahim'den anlattı. O, Yunus b. Ubeyd'den, o, cl-Hasen'dcn
naklettiğine göre, Museylime'nin bazı gözcüleri, Peygamber (sav)'ın ashabından
iki kişiyi yakalayıp Museylime'nin yanına götürdüler. Onlardan birisine: Sen
Muhammed'İn Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu, o, evet
dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulü olduğuma şahidlik eder misin
diye sorunca, adamın yine: Evet demesi üzerine onu serbest bıraktı. Diğerine
de: Muhammed'İn Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu o;
Evet dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulü olduğuma şahidlik eder
misin, diye sorunca adam: Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi. Müseyiime
bunu önüne alarak boynunu vurdu.
Kurtulan kişi,
Peygamber (sav)'ın yanına vanp: Helak oldum, dedi. Hz. Peygamber: "Seni
helak eden nedir?" diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Senin arkadaşın sağlam olan yolu
seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun." Adam:
Şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasulüsün, dedi. Hz, Peygamber de: "Şu anda
sen, ne üzere isen öylesin" diye buyurdu.[353]
Zalim yöneticinin,
kişinin kendisi hakkında yahud bir adamı ya da onun
malını kendisine göstermesi üzerine yemin ettirmesi
ile ilgili olarak el-Ha-sen şöyle demiştir: O kişiye, yahud da malına zarar
geleceğinden korkarsa, (yalan yere) yemin etsin ve yeminin de keftaretini
ödemesin. Kendisi yahud kendi malı hakkında yemin etmesi halinde de Katade'nin
görüşü budur, ilim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden geçmiş
bulunmakladır.
Musa b. Muaviye'nin
naklettiğine göre, Malik'in arkadaşlarından Ebu Sa-İd b. Eşres'e Tunus'daki
sultan, öldürmek istediği bir adam hakkında o kimseyi evinde barındırmadığına
ve onun nerede olduğunu bilmediğine dair yemin ettirdi. Bunun üzerine İbn Eşres
de ona İstediği şekilde yemin etti ve o gün İbn Eşres hem o kimsenin bulunduğu
yeri biliyordu, hem de yanında barındırmış idi. Sultan ona, üç talak ile yemin
etmesini söyled, İbn Eşres de ona istediği şekilde yemin ettikten sonra
hanımına benden ayrı dur dedî. Hanımı da ondan ayrı durdu. Arkasından İbn Eşres
bineğine binip Keyrevân'da el-Behlûl b. Râşid'in yanına gitti. Ona olanları
anlattı. el-Beh-lül ona: Malik, senin yeminin yalan olduğu için hanımın senden
boş olur der. ibn Eşres ona şöyle dedi: Ben de Malik'i böyle derken dinledim.
Eakat ben bu konuda ruhsat istiyorum veya buna yakın, bu anlamda bir söz
söyleyince el-Behlül b. Raşid ona şöyie dedi: Hasan-ı Basrî'nin dediğine göre
ise, sen yemininde halis değilsin (yemininin hükmü yoktur) demiştir. Bunun
üzerine İbn Eşres, el-Hasen'in görüşünü kabul ederek hanımına döndü.
Abdulmelik b. Habib de
şunu anlatmaktadır: Bana, Ma'bed, e!-Müseyyeb b. Şerik'den anlattı, o da Ebu
Şeybe'den dedi ki: Ben, Enes b. Maîik'e bir kimseye karşılık yakalanan bir
diğer kimsenin durumu hakkında: O kimseyi yemin ederek koruyabilecekse. senin
görüşüne göre yemin eder mî? diye sordum, o da: Evet dedi. And ederim ki,
yetmiş yalan yemin etmek, bir müsiü-manın bulunduğu yeri göstermekten bana daha
kolay gelir.
İdris b. Yahya da dedi
kî: Velid b. Abdulmelik casuslara, casusluk ederek insanlarla İlgili haberleri
kendisine getirmesini emrederdi. Bu casuslardan birisi Recâ b. Hayve'nin ders
halkasında oturdu. Oradakilerden birisinin Velid'c dil uzattığını gördü. Velid,
durumu Reca'ya biîdirerek, ey Reca dedi. Senin meclisinde benden kötü şekilde
söz ediliyor ve sen buna karşı çıkmıyorsun öyle mi? dedi. Reca: Böyle bir şey olmamıştır
ey Mü'minlerin Emiri deyince, Velid ona: Kendisinden başka ilah olmayan Allah
adına yemin eder misin? deyince o: Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına,
dedi. Bunun üzerine Velid, emir vererek casusa yetmiş kırbaç vuruldu. Bu casus,
Recâ ile karşılaştığında şöyle dermiş; Ey Reca, benim sırtımda yetmiş kamçının
izi durduğu lıalde, senin yüzün suyu için yağmur İstenir. Recâ da şöyle derdi:
Senin için sırtına vurulan yetmiş kamçı, müslüman bir kimsenin öldürülmesinden
daha hayırlıdır.
[354]
İkrahın sınırları
hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın
şöyle dediği rivayet edilmektedir. Kişiyi korkutacak yahut bağlayacak veya
dövecek olursan o, kendi nefsi adına emniyette değildir.
İbn Mes'ud da şöy[e
demiştir: Benden iki kamçıyı dahi uzaklaştıracağını bilip de söylemeyeceğim hiç
bir söz yoktur.
el-Hasen de der ki:
Kıyamet gününe kadar takiyye yapmak mü'min İçin caizdir. Şu kadar var ki, şanı
yüce ve mübarek olan Allah, başkasının ölümüne sebep teşkil edecek bir
davranışı takiyye olarak kabul buyur ma m ıştır.
en-Nehaî der ki:
Zincire vurup bağlamak ikrahtır, hapse atmak ikrahtır. Ma-lik'in görüşü de
budur. Ancak Malik şöyle der: Korkutucu tehdit de bir ikrahtır. Velev ki bu
haksızlık yapan kimsenin zulmü tahakkuk ettiğinde ve tehdit ettiğim yerine
getirdiğinde bu korkutma gerçek I eş meşe bile. Ancak, Malik ve mezhebine
mensup ilim adamlarına göre, dövme ve hapse atmanın belirli bir süre ile
sınırlandırılması söz konusu değildir. Bu, acıtacak kadar dövmek ile
sınırlandırılmıştır. Hapis ise, zorlanan kimsenin sıkıntıya düşeceği ve
dallanacağı süre ile tahdit edilmiştir. Yine Malik'e göre, sultanın (devlet
yetkilisinin) da, başkasının da zorlamaları bir ikrahtır.
Kûfeli bilginler çelişkiye
düşerek, şarab içmek ve meyteyî yemek için hapse atmayı, zincire vurmayı ikrah
kabul etmemişlerdir. Çünkü bu iki sebepten dolayt kişinin telef olacağından
korkulmaz
[355] Oysa HaneFıler, bu iki
şekli de kişinin: Filanın bende bin dirhem alacağı vardır, şeklindeki
ikrarında ikrah olarak değerlendirmişlerdir.
İbn Sulurûn der ki:
Fukahânın ileri derecedeki acı ve ızdırap veren uygulamaları ikrah kabul etmek
üzere icma etmeleri, İkrahın kişinin Ölümü ile sonuçlanmayan hususlarda da söz
konusu olduğuna delildir. Malik de, bir kimsenin tehdit, hapse atılmak veya
dövülmek ile bir yemin etmeye zorlanacak olursa, bu yemini yapıp bundan dolayı
yeminini bozmuş olmayacağı kanaatini benimsemiştir, Şafiî, Ahmed, Ebu Sevr ve
ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü de budur.
[356]
Kinayeli ve üstü
kapalı ifadeler (tarizler) arasında, yalana ihtiyaç bırakmayacak olanlar
vardır diye sabit olmuş ifade de bu bahsin kapsamındadır.
el-A'rneş'in, İbrahim
en-Nehaî'den rivayetine göre o şöyle demiştir: Adamın birisine senden
söylediğine dair bir takım sözler uluşacak olursa, senin: Allah'a yemin olsun
ki, hiç şüphesiz Allah senin hakkında bu kabilden ne söylediğimi[357]
bilir" demende bir mahzur yoktur. AbdulmeÜk b. Habib der ki, Bu: Şüphesiz
Allah benim söylediğimi bilir anlamındadır. Fakat ifade zahiri itibariyle
böyle bir şey söylemediği manasınadır. Bu durumda yemin ederken bu sözleri
söyleyenin yeminini bozması (yalan olması) söz konusu olmadığı gibi, bu
sözünde yalan söylemesi de mevzubahis değildir.
en-Nehaî der ki:
Onların, kendilerine gelecek zararları önledikleri ve değişik anlamlara gelme
ihtimali bulunan yemin ifadeleri vardı. Onlar, bu ifadeleri kullanmakla yalan
söyledikleri görüşünde de değillerdi ve yalan yemin ettikleri kanaatinde de
değillerdi. Abdulmelik dedi ki: Onlar, bu gibi ifadelere; hak hususunda bir
hile ve bir aldatmaya dair olmaması şartıyla, ta-rizli (kinayeli) ifadeler
adını verirlerdi.
Yine el-A'rneş der ki:
İbrahim en-Nehaî, yanına birisi gelip de karşısına çıkmayı istemiyor idiyse,
evinde mescid edindiği yerde oturur ve cariyesine şu talimatı verirdi: Ona git
de ki: Allah'a and olsun ki o, mesciddedir.
Muğire'nin,
İbrahim'den rivayetine göre, askeri birlik arasında yer alan bir kimseye,
komutanlarına arz edildikleri vakit şöyle demesini caiz görüyordu: Allah'a
yemin ederim, benden başkasının bana doğruyu göstermesi söz konusu olmadıkça,
ben doğru yolu bulamam. Yine benden başkasının beni bineğin sırtında taşıması
müstesna, bineğim yoktur ve buna benzer sözleri söyleyebileceğini kabul
ederdi. Abdulmelik der ki: O, "benden başkası" sözleriyle yüce
Allah'ı kastetmektedir. Çünkü ona doğru yolu gösteren de, bineğin sırtında
taşıma imkânı veren de O'dur. Bu gibi bir durumda kişinin yalan yere yemin
ettiği ve sözünde yaiancı olduğu görüşünde değillerdi. Ancak onlar, bu
sözlerin aldatmak, zulüm ve hakkı inkâr etmek uğruna söylenmesini mekruh kabul
ederler; bu işi yapmaya kalkışan kimselerin, bu aldatmalarında günahkâr
olmakla birlikte, yeminleri dolayısıyla keffarette bulunmalarının vacib
olmadığı görüşündeydiler.
[358]
"Fakat küfre
göğüs açarsa" yani, küfrü kabul için göğsüne genişlik verirse...
demektir.
Bunu yüce Allah'tan
başka hiç kimse bilemez. Bu, aynı zamanda kaderiyenin görüşünü de
reddetmektedir.
Göğüs" kelimesi
mefûl olarak nasb edilmiştir. "... İşte Allah'ın gazabı onların üzerinedir
ve onlar için çok büyük bir azab" olan cehennem azabı "da vardır.
[359]
107. Bunun
sebebi, onların dünya hayatını âhiretten daha çok sevmeleri ve Allah'ın hiç
şüphesiz kâfirler topluluğuna hidâyet vermemesidir.
108. İşte
onlar, Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühür-lediği kimselerdir.
Ve onlar, gafil olanların tâ kendileridirler.
109.
Şüphesiz ki onlar, âhirette de hüsrana uğrayanların tâ kendileridirler.
"Bunun" yani
bu gazabın "sebebi, onların dünya hayatını âhiretten daha çok
sevmeleri" dünyayı âlıiretc tercih etmeleri "ve Allah'ın, biç şüphesiz
kâfirler topluluğuna hidâyet vermemesidir" buyruğundaki Ve Allah'ın hiç
şüphesiz" buyruğundaki Hiç şüphesiz" edatı, Bunun sebebi,
onların" anlamındaki buyruğuna atf ile cer mahallindedir.
Daha sonra yüce Allah,
bu kâfirlerin niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar,
Allah'ın" verilen öğütleri kavramalarını önlemek üzere "kalplerini"
yüce Allah'ın kelamını işitmeye karşı "kulaklarını" Allah'ın âyet ve
belgelerine bakmaya karşı "gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve
onlar" kendileri hakkında ilahi muradın ne olduğundan yana "gafil
olanların tâ kendileridirler."
"Şüphesiz ki onlar,
âhirette de hüsrana uğrayanların tâ kendileridirler." Bu buyruğun
anlamına dair açıklamalar daha önceden (Hûd, 11/22'de) geçmiş bulunmaktadır.
[360]
110. Ayrıca
şüphe yok ki Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlere, sonra da
cihad edenlere ve sabredenlere; evet Rabbin, muhakkak bundan sonra Gafurdur,
Rahimdir.
Yüce Allah'ın:
"Ayrıca, şüphe yok ki Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret
edenlere, sonra da cihad edenlere ve sabredenlere..." buy
ruklan, hep Ammâr
(r.a) hakta rt da dır. Yani, cihad üzere sabredenlere demektir. Bu açıklamayı
en-Nehhâs nakletmiştir. Katade ise der ki: Bu âyet-i kerime, müşriklerin azap
ve işkencelerinden sonra Medine'ye hicret etmek üzere çıkan bir topluluk
hakkında inmiştir. Bunların kimlikleri daha önceden bu sûrede (16/106. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Bunun, İbn Ebi Şerh
hakkında indiği de söylenmiştir. Bu, irtidad edip müşriklere katılmıştı.
Peygamber (sav) da Mekke'nin feth edildiği günü öldürülmesini emretmiş idi.
Abdullah, Osman (r.a)'ın himayesini istedikten sonra, Peygamber (sav) da onun
bu himayesini kabul etmiş idi. Bunu Nesaî, İkri-me'den, O da İbn Abbas'dan
şöylece zikretmektedir: en-Nahl Sûresi'nde yer alan: "Kalbi iman ile dolu
olduğu halde zorlanan müstesna olmak üzere... onlar için çok büyük bir azab
vardır" buyruğu nesh edilerek, bundan yüce Allah, istisnada bulunup şöyle
buyurmuştur: "Sonra, şüphe yok ki Rabbin, işkencelere uğratıldıktan sonra
hicret edenlere, sonra da cihad edenlere ve sabredenlere, evet Rabbin muhakkak
bundan sonra Gafurdur, Rahimdir" diye buyurmuştur. Burada kastedilen kişi
ise, Mısır valiliği yapmış bulunan, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'dir. Bu,
Rasûlullah (sav)'ın kâtipliğini yapıyordu. Şeytan onun ayağını kaydırdıktan
sonra kâfirlere katılmıştı. Hz. Peygamber de Mekke'nin f'eLİı edildiği gün
öldürülmesini emretmişti- Osman b. Alfan (r,a) onun için himaye istedi,
Rasûlulîah (sav) da onun bu himaye isteğini kabul etmişti.[361]
111. O gün,
gelen herkes kendi nefsi İçin mücadele edecek. Herkese yaptıklarının karşılığı
eksiksiz olarak verilecek ve onlara asla zulmedilmeyecektir.
"O gün, gelen
herkes kendi nefsi için mücadele edecek." Yani, şüphesiz Aİİah, öyle bir
günde bağışlaması ve merhameti çok bol oiandır. Veya sen onlara: "O gün
gelen herkesün) kendi nefsi İçin mücadele edece(ği)" yani, kendisi için
tartışıp delil getireceği bir gün olacağını hatırlat. Haberde nakledildiğine
göre herkes, kıyamet günü: Nefsim, nefsim diyecektir. Bu ise, o günün şiddet ve
dehşetinden dolayı böyle olacaktır. Muhammed (sav) ise, müstesna olacaktır. O,
ümmeti hakkında dilekte bulunacaktır.[362]
Hz. Ömer (r.a)'den
nakledildiğine göre o, Ka'b el Ahbâr'a şöyle demiş: Ey Ka'b! Bizi korkut, bizi
heyecanlandır, bize anlat, bizi uyar. Bunun üzerine Ka'b ona şöyle demiş: Ey
Mü'minlerin emiri! Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer kıyamet günü
yetmiş peygamberin amelî İle dahi gidecek olsan, senin önünde öyle anlar
gelecek ki, kendinden başka hiç bir şey seni ilgilendirmeyecektir. Gerçek şu
ki, cehennemin öyle bir kaynayıp coşması vardır ki, diz kapaklan üzerine
düşmeyecek mukarreb bir melek ve seçkin bir peygamber yoktur. Hatta İbrahim
el-Halil dahi, Haîilliğini zikrederek: Rabbim, ben Senin halilin İbrahim'im. Ve
bugün Senden, kendimden başka bir şey istemiyorum, diyecektir. Bunun üzerine
Hz. Ömer ona şöyle sorar: Ey Ka'b! Peki, sen bu söylediklerini Allah'ın
kitabının hangi âyetinde bulabiliyorsun. O, şu cevabı verir: Yüce Allah'ın:
"O gün, gelen herkes kendi nefsi için mücadele edecek. Herkese
yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara asla
zulmedilmeyecektir" buyruğu bunu göstermektedir.
İbn Abbas da bu ayet-i
kerime hakkında şunlan söylemiştir: Kıyamet gününde insanların tartışmaları
devam edip gidecektir. Hatta ruh, bedenden davacı olacak ve: Rabbim diyecektir.
Ruh Sendendir, onu Sen yarattın. Benim, kendisiyle yakalayacağım elim,
kendisiyle yürüyeceğim ayağım, kendisiyle göreceğim gözüm, kendisiyle duyacağım
kulağım, kendisiyle kavrayıp belleyeceğim akhm yoktu. Nihayet, ben bu bedenin
içine girdim. O bakımdan, Sen bu bedene azabın çeşitlerini kat kat ver ve beni
kurtar, diyecektir. Bunun üzerine beden de şöyle diyecektir: Rabbim! Sen beni
elinle yarattın. Ben, tahta gibi bir şeydim. Benim kendisiyle yakalayacağım
elim, kendisiyle yürüyeceğim ayağım, kendisiyle göreceğim gözüm, kendisiyle
işiteceğim kulağım yoktur. Nihayet bu, bir nur ışığı gibi geldi ve onun
vasıtasıyla dilim konuşmaya, onunla gözüm görmeye, onunla ayağım yürümeye,
onunla kulağım işitmeye başladı. O bakımdan, çeşitli azapları buna kat kat ver
ve beni bu azabdan kurtar. Devamla dedi ki: AJlah, her ikisine kör ile
kötürümün misalini verecektir. İkisi de içinde çeşitli meyveler bulunan bir
bahçeye girer-ier. Kör, meyvenin nerede olduğunu görmez, ancak kötürüm ise buna
bir türlü elini uzatamaz. Bunun üzerine kötürüm, köre: Yanıma gel, beni taşı.
Ben de yiyeyim, sana da yedi reyim, diye seslenir. Kör, kötürümün yanına yaklaşır,
onu sırtında taşır. Ve böylelikle o meyveden yerler. Bu durumda azab kimindir?
İşte berikinize de azab gösterilecektir, diye buyurur. Bunu, es-Sa'le-bî
nakletmektedir.
[363]
112. Allah,
şöyle bir kasabayı örnek olarak verir: O kasaba, güven ve huzur İçindeydi.
Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o(ranın ahalisi),
Allah'ın emirlerine karşı nankörlük etti de, Allah da ona, ısrarla işledikleri
yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı.
"Allah, şöyle bir
kasabayı, örnek olarak verir" diye başlayan bu buyruk, müşriklere dair
anlatılanlarla alâkalıdır. Rasûlullah (sav), Kureyş müşriklerine beddua ederek
şöyle demişti: "Allah'ım! Mudar üzerindeki baskını daha da artır ve bu
yılları onlar için Yusuf'un (kıtlık) yılları gibi yap."[364]
Bunun üzerine kıtlık belasına uğratıldılar, o kadar ki, kemikleri yemekle
karşı karşıya kaldılar. Rasûluilah (sav) da onlara yiyecek gönderdi ve bu
yiyecek aralarında dağıtıldı. "O kasaba, güven ve huzur İçindeydi."
Oranın ahalisi hiç bir şekilde rahatsız ve tedirgin edilmezlerdi. "Rızkı
da kendisine her bir yandan" karadan ve denizden "geliyordu."
Bunun bîr benzeri de yüce Allah'ın: "Her şeyin mahsullerinin toplandığı
güven dolu bir haremde..." (ei-Kasas, 28/57) âyetidir.
"Fakat o,
Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler." Bu buyruktaki;
Nimetler" kelimesi, 'in çoğuludur. Güç, kuvvet" kelimesinin çoğulu
oluşu gibi. "Nimetler" kelimesinin tekilinin; olduğu da söylenmiştir.
Sefil" kelimesinin çoğulunun
gelmesi gibi. Burada sözü geçen nankörlük Muhammed (sav)'ın
yalanlanma-sıdır.
"Allan da
ona" oranın halkına, "ısrarla İşeledikleri" küfür ve masiyetler
"yüzünden, açlık ve korku elbisesini tattırdı." Yüce Allah'ın burada,
açlık ve korkuya "elbise" adını vermesinin sebebi, zayıflık,
renklerinin değişmesi, hallerinin kötülüğünün üzerlerinde tıpkı bir elbise
gibi açıkça görülmesinden dolayıdır.
Buradaki
"korku" kelimesini Hafs b. Gıyâs, Nasr b. Âsim, İbn Ebi İslıak,
el-Hasen ile Abdulvaris'in, Ubeyd ve Abbas'in kendisinden rivayetlerine göre
Ebu Amr, şeklinde nasb ile "ona... tattırdı" anlamındaki fiilin
mefulü, Açlık... elbisesi" üzerine atf ile okumuşlardır. Allah da ona...
açlık elbisesini ve korkuyu tattırdı, demek olur.
Buradaki korkudan
kaslın, Peygamber (sav)'ın gönderdiği etraflarını sarıp dolaşan sedyeleri
olduğu da söylenmiştir.
Tatmak, aslında ağız
ile olur. Daha sonra bu, istiare yolu ile karşı karşıya kalınan belâlar
hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah, burada Mekke'yi diğer şehirlere misal
olarak göstermiştir. Yani bu şehir Allah'ın Beyt'inin yakınlarında bulunmakla
birlikte ve Mescid(-i Haram)ı imar etmesine rağmen, bu belde ahalisi küfre
sapıp nankörlük edince, kıtlık musibeti ile karşı karşıya kaldığına göre,
diğer şehirlerin durumu nasıl olur?
Buranın Medine olduğu
da söylenmiştir. Medine, Rasûlullah (sav)'a iman ettikten sonra Osman b.
Aftan'in öldürülmesi dolayısıyla Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş
oldu. O şehirde, Rasûlullah (sav)'ın vefatından sonra meydana gelen çeşitli
fitnelerle de Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş oldu.
Peygamber (sav)'ın
hanımları Hz. Âişe ile Hz. Hafsa'nın görüşleri budur. Bunun, diğer şehirler
arasında bu nitelikte bulunan her hangi bir şehir olduğu ve böyle bir şehirin
misal verildiği de söylenilmiştir.
[365]
113. Andokun
ki, onlara kendilerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Bu sebeple
onlar zulmederlerken aıab kendilerini yakalayıverdl.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki onlara kendilerinden bir peygamber geldi de onu
yalanladılar" buyruğu, bu misal verilen şehrin Mekke olduğunun delilidir.
Aynt zamanda bu ibn Abbas, Mücahid ve Katade'nin de görüşüdür.
"Bu sebeple...
azab kendilerini yakalayiverdi." Bu d;ı Mekke'de başgös-teren açlıktır.
Kıtlığın ve açlığın bu azabın bîr parçası olduğu da söylenmiştir.
114. Artık
Allah'ın sizi rmklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah'ın
nimetine şükredin; eğer O'na ibadet ediyorsanız.
"Artık Allah'ın
sizi rızıklandırdığı şeylerden, helâl ve temiz olarak yeyin." Yani, ey
müslümanlar topluluğu! Ganimetlerden ycyin, demektir. Hitabın, müşriklere
yönelik olduğu da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav), onlara karşı kalbi
yumuşa yarak yiyecek göndermişti. Bu da, yedi yıl süre ile açlıkla müptelâ
olmalan sonucunda olmuştu. Araplar, Peygamber (sav)'ın emri ile onlara giden
yiyecek kervanlarını göndermez olduğundan, yakılmış kemikleri, leşleri, ölmüş
köpekleri, derileri ve ilhiz diye bilinen kana bulanmış deve tüyünü yemeye
başlamışlardı. Daha sonra, Mekke'nin ileri gelenleri bu sıkıntılarla karşı
karşıya kalınca, Rasûlullah (sav) ile konuşarak şöyle demişlerdi: Erkeklerin
karşı karşıya kaldığı azab bu. Teki, ya kadınların ve çocukların halinin ne olduğunu
düşünebiliyor musun? Ebu Süfyan da ona şöyle demişti: Ey Muhammedi Sen,
akrabalık bağlarını gözetmeyi ve atfetmeyi emreden bir din getirdin. İşte
senin kavmin helak olmuş bulunuyorlar. Hadi onlar için Allah'a dua et. Bunun
üzerine Rasûlullah (sav) da onlara dua etti ve onlara yiyecek götürülmesine
-henüz daha müşrik oldukları bîr sırada- izin verdi.
[366]
115- O, size
ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkasının adı anılarak
boğazlanmış olanları haram kıldı. Kim çaresiz kalırsa, saldırmamak ve haddi
aşmamak şartı ile yiyebilir. Şüphesiz Allah Ğafür'dur, Rahîm'dir.
Bu buyruk İle ilgili
yeterü açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûre-si'nde (2/173- âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[367]
116.
Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: "Şu helâldir, şu da
haramdır" demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok
ki Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar.
117. Pek az
bir menfaat; ama onlar için acıklı bir azab vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı İki başlık halinde sunacağız;
[368]
Yüce Allah'ın:
Niteleyegeldiği" buyruğunda, mastariy-yedir. Nitelemesi için, nitelemesi
suretiyle demektir. "Lâm"ın, sebep bildiren lâm olduğu da söylenmiştir.
Siz, yalan yere nitelediğiniz için böyle söylemeyiniz demektir. Bu da: Siz,
yalan yere nitelendirdiğiniz için bunu söylemeyiniz demektir kî, dillerinizin
yalan yere nitelemede bulunması sebebiyle bu sözleri söylemeyiniz anlamındadır.
Buradaki Yalan" kelimesi,
"kef", "zal" ve "be" harlleri ölreli olarak
şeklinde, "diller"in sıfatı olarak da okunmuştur.[369]
Daha önceden de (16/62. âyette) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen, yalnızca
burada: şeklinde "kef" harfini üstün, "zel" ye be
harflerini de esreli olarak; 'in sıfatı olmak üzere okumuştur ki, ifadenin
takdiri şu anlamdadır: Dillerinizin yalan nitelemesi sebebiyle... demeyiniz,
demektir. Bunun, dan bedel olarak böyle okunduğu da söylenmiştir ki, anlamı
şöyle olur: Dillerinizin nitelendirmiş olduğu o yalan şeye siz, bu helâldir, bu
da haramdır demeyiniz, çünkü Allah'a yalan iftira etmiş olursunuz.
Âyet-i kerime,
Bahîralan, Şaibeleri haram kılıp buna karşılık davarlann karınlarında bulunan
ceninleri -ölü dahi olsalar- helal kılan kâfirlere bir hitab-dır. Buna göre
yüce Allah'ın: "Şu helâldir" buyruğu, davariann karınlarında bulunan
ölülere işarettir. Ve onların, haram olduğu halde helâl kıldıkları her şeye bir
İşarettir. "Şu da haramdır" buyruğu da Bahîrelere, Şaibelere ve haram
kıldıkları diğer şeylere bir işarettir.
"Şüphe yok ki,
Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. Pek az bîr menfaat...
vardır." Yani onların içinde bulundukları dünya nimetleri pek yakında son
bulacaktır. ez-Zeccâc: Onların, ellerinde bulundurdukları meta (fayda) pek
azdır, diye açıklamıştır. Bu ifadenin: Onİar için pek az bir menfaat vardır,
sonra da can yakıcı bir azaba döndürüleceklerdir, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
[370]
Dârimî Ebu Muhammed,
Müsned'lnde (Sünen'indc) senedini kaydederek şöyle demektedir: Bize Harun,
Hafs'dan haber verdi. O, el-A'meş'den dedi ki: Ben İbrahim'in asla: (Bu)
helâldir, haramdır dediğini duymadım. Ama o şöyle derdi: Bunu mekruh
görürlerdi, bunu müstehab görürlerdi.
İbn Vehb dedi kî:
Malik dedi ki: İnsanların, bu helâldir, bu da haramdır diyerek fetva vermeleri
uygun değildir. Bunun yerine şu ve şu işten sakının ve ben bu işi yapmam...
demelidirler. Bunun anlamı da şudur; Helâl ve haram kılmak, ancak aziz ve
celil olan Allah'ın yetkisindedir. Herhangi bir kimsenin muayyen bir şey
hakkında -yaratıcı yüce Allah'ın bu husustaki hükmü haber vermiş olması hali
müstesna- bunu açıkça ifade etme yetkisi yoktur.
İçti had yolu ile
haram olduğu kanaatine ulaşılan şey hakkında ise kişi: Ben bunu mekruh
görmekteyim, demelidir. İşte Malik de daha önce geçen fetva verme ehliyetine
sahip kimselere uyarak böyle yapardı.
Denilse kî; O,
hanımına: Sen bana haramsın diyen kimse hakkında, o kadın o adama haram olur
ve bu üç talak hükmündedir, demiştir. Buna şöyle cevap verilir: Malik, Ali b.
Ebi Talib'in böyle birisi: Hakkında hanımı ona haram olur dediğini haber
aldığından, ona uymuştur. Diğer taraftan, müçtehid o şeyin haram olduğuna dair
delili kuvvetli görecek olursa, böyle bir şeyi söylemesinde de bir mahzur
yoktur. Mesela, C.hadis-i şerifte belirtilen) altı şey dışındaki riba (faiz)
için haramdır, demesi bu kabildendir. Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
bu gibi durumlarda bu kelimeyi mutlak olarak çokça kullanmıştır. Çünkü böyle
bir işlem haram olup faizin cereyan ettiği mallar hakkında faizli muamele
uygun olmadığı gibi, mesâlihe, muhalif (maslahatlara) olup, şer'i maksatların
dışına çıkmış olan hususlarda da böyle denilebilir. Çünkü bu konudaki deliller
kuvvetlidir.
[371]
118. Biz
sana daha önce anlattığımız şeyleri de, yahudilere haram kılmıştık. Biz onlara
zulmetmenıiştik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.
"Biz sana daha
önce anlattığımız şeyleri." el-Ervâm Sûresi'nde (6/146. âyette) geçen
hususları "da yahudilere haram kılmıştık." Yüce Allah, davarların
etinin bu ümmete helâl olduğunu beyan etmekle birlikte, yahudilere bunlardan
bazılarının haram kılındığını açıklamaktadır. "Biz onlara" haram
kıldığımız şeyleri haranı kılmak suretiyle "zulmetmemiştik." Ama onlar
kendi kendilerine zulmettiklerinden, Biz de onlara ceza olmak üzere bu gibi
şeyleri haram kılmıştık. Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/l60-l62, âyetlerde)
geçtiği gibi.
[372]
119- Sonra
şüphesiz Rabbİn, bilmeyerek kötülük işleyen, sonra da bunun arkasından tevbe
edip hallerini düzeltenlerin lehine olmak üzere -elbette senin Rabbin bundan
sonra- Gafûr'dur, Rahimdir.
Yüce Allah'ın:
"Sonra şüphesiz Rabbin, bilmeyerek kötülük İşleyen" İbn
Abbas'ın açıklamasına göre, şirk koşan... Bu buyruğa
dair açıklamalar, bundan önce en-Nisa Sûresi'ndc (4/17-18. âyetler, 2 ve 3.
başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
[373]
120.
Gerçekten İbrahim başlı başına bir ümmetti. Allah'a itaatkârdı. Hanüdi. O,
müşriklerden olmamıştır.
Yüce Allah'ın:
"Gerçekten İbrahim başlı başına bir ümmetti, Allah'a itaatkârdı,
Hanifdİ" buyruğu ile, son peygamber Muhammed (sav), Arap müşriklerini
İbrahim'in dinine davet etmektedir. Çünkü o, onların atası ve şeref kaynakları
olan Beyt'in banisi idi. Ümmet (burada), pek çok hayrı şahsında toplayan adam
demektir. Bunun diğer çeşitli anlamlanna dair açıklamalar ise, daha önceden
(el-Bakara, 2/128. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Vehb İle
İbnü'l-Kasım, Malik'den şöyle dediğini naklederler: Bana ulaştığına göre
Abdullah b. Mes'ud şöyle demiş: Allah, Muâz'a rahmet eylesin. O, başlı başına
bir ümmetti, Allah'a itaatkâr birisiydi. Ona: Abdurrahman'ın babası, aziz ve
celil olan Allah, İbrahim (a.s)'dan böylece söz etmiştir. (Sen bunu Muaz
hakkında nasıl söylersin?) demeleri üzerine, İbn Mes'ud şöyle demiş: Ümmet,
insanlara hayrı öğreten kimse-demektir. Allah'a itaatkâr (kânit) ise, itaat
eden kimse demektir. Kunut (itaatkârlık) ile ilgili açıklamalar, daha önceden
el-Bakara Sûresi'nde (2/116. âyet, Ş. başlık ile, 238. âyet 5. başlıkta)
"Hamîd" ile ilgili açıklamalar da el-En'âm Sûresi'nde (6/89- âyette;
ayrıca bk. el-Bakara, 2/135- âyet) geçmiş bulunmaktadır.
[374]
121. O,
O'nun nimetlerine şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru yola
iletmişti.
122. Biz
ona, dünyada bir güzellik verdik. Şüphesiz o, âhirette de mutlaka salihlerdendir.
"O, O'nun
nimetlerine" buradaki; Nimetler" kelimesi "nimet"in
çoğuludur. Az önce buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Şükredendi. Onu
beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru yola iletmişti. Bizona, dünyada da bir
güzellik verdik." Bu güzelliğin iyi evlat olduğu söylendiği gibi, güzel
övgü olduğu, peygamberlik olduğu, teşehüdde Muham-med (sav) ile birlikte ona da
salâî ve selâm getirilmesi olduğu da söylenmiştir. Bütün din mensupları,
mutlaka Hz. İbrahim'i dost bilirler, diye de açık-Janmıştır. Bir diğer
açıklamaya göre ise, onun misafir ağırlama geleneği ve kabrinin ziyaret
edilmesinin sonraki dönemlerde devam etmesidir.
Esasen yüce Allah
bütün bunları ona vermiş ve daha fazlasını da ihsan etmiştir:
"Şüphesiz ki o,
âhirette de mutlaka salihlerdendir" buyruğundaki; ...den: Birlikte, beraberliğinde" anlamındadır.
Sahillerle beraberdir demektir. Çünkü o, dünyada da salihlerle beraber idi.
Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (.2/130. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[375]
123. Sonra
Biz sana: "Hanif olarak İbrahim'in dinine uy. O, müşriklerden de
olmadı" diye vahyettik.
İbn'Ömer der ki:
Cebrail (a.s) Hz. İbrahim'e öğrettiği şekilde Hz. Muham-med'e de Hac
menasikinde ona uyması emredilmiştir. Taberî de şöyle demektedir: Putlardan
uzaklaşmak ve tslâm ile bezenip süslenmek hususunda ona uymakla emrolunmuştur.
Hz. Peygambere terk etmesi emrolunan hususlar müstesna bütün konularda onun
dinine tabi olması emredilmiştir diye de açıklanmıştır. Bunu, el-Maverdî'nin
naklettiğine göre, Şafiî mezhebine mensup ilim adamlarından birisi söylemiştir.
Sahih olan görüş ise, fer'î meseleler dışında şeriatın ön gördüğü İtikadı
meselelerde tabi olma emridir. Çünkü yüce Allah: "Sizden her biriniz için
bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Maide, 5/48) diye buyurmuştur.
[376]
Bu âyet-i kerimede,
daha fazilet)inin, daha az faziletli olana -önceden geçmiş bulunan aslî
konularda- tabi olup bunlar gereğince amel etmesinin caiz olduğuna ve bu
hususta üstün fazilet sahibinin faziletine hiç bir gölge düşmeyeceğine delil
vardır. Çünkü son peygamber Hz. Muhammed'in, bütün peygamberlerden daha
faziletli olduğu bir gerçektir. Bununla beraber ona, kendisinden Önceki
peygamberlere uyması emredilerek: "O halde sen de onların hidâyetlerine
(el-En'âm, 6/90) diye buyurulmaktadır. Burada da yüce Allah: "Sonra Biz
sana: Hanif olarak İbrahim'in dinine uy... diye vah-yettik" diye
buyurmaktadır.
[377]
124.
Cumartesi, ancak onda ihtilâfa düşenlere farz kılınmıştı. Şüphesiz kî Rabbİn
ihtilâf edegeldikleri şey hakkında kıyamet günü aralarında hükmedecektir.
"Cumartesi, ancak
onda İhtilâfa düşenlere farz kılınmıştı." Yani, Cumartesi İbrahim'in
şeriatinde yoktu ve onun dininde yer almıyordu. Aksine onun dini müsamahakâr ve
ağır hükümleri İhtiva etmeyen bir dindi. Cumartesi ise, yahudilere amelleri
reddetmeleri ve geçim konusunda alabildiğine geniş ve serbest hareket etmeyi
terk etmedikleri İçin ağırlaştırılmış bir hüküm olarak, o gün hakkındaki
anlaşmazlıkları sebebiyle öngörülmüştü. Daha sonra »İsa (a.s), Cuma gününe
gereken hürmetin gösterilmesini öngören hükmü getirip şöyle demişti: Her yedi
günden bir gününüzü ibadete ayırınız. Onlar da; Biz, yahudilerin bayramlarının
bayramımızdan sonra olmasını istemiyoruz diyerek, Pazar gününü tercih ettiler.
İlim adamları,
Cumartesi hakkında meydana gelen görüş ayrılığının keyfiyeti ile ilgili olarak
farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Musa (a.s) onlara, Cuma
gününü ibadete ayırmalarını emretmiş ve bu günü tayin etmiş; bugünün diğer
günlerden daha faziletli olduğunu onlara haber
vermişti. Ancak onlar, Hz. Musa İle Cumartesi gününün daha faziletli
olduğu konusunda tartıştılar. Bunun üzerine yüce Allah da Hz. Musa'ya:
"Onları kendileri adına seçtikleri ile başbaga bırak" diye buyurdu.
Bir diğer görüşe göre
yüce Allah, bugünü onlara tayin etmeksizin, Cuma gününde tazimde bulunmalarını
emretti. Ancak onlar, bugünün tayini hususunda anlaşmazlığa düştüler ve yahu
diler Cumartesi gününü tayin ettiler. Çünkü (onlara göre) yüce Allah o gün
yaratmayı bitirmiş idi. Hıristiyanlar ise Pazar gününü tayin ettiler. Çünkü
yüce Allah, bugünde yaratmaya başlamıştı. Bunun sonucunda her bir din
müntesibi, içtihadı ile tesbit ettiği günü ibadete ayırmakla yükümlü kılındı.
Yüce Allah bu ümmet için ise, kendinden bir lütuf ve bir nimet olmak üzere, -bu
işi onların içtihadlarına bırakmaksızın- Cuma gününü tayin etti. O bakımdan bu
ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu,
Sahih'te Ebu
Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Biz (ümmet olarak) sonra gelenleriz. Kıyamet gününde de ilkleriz. Biz,
cennete ilk girecek olanlarız. Ancak, kitab onlara bizden Önce verildi, bize de
kitab onlardan sonra verildi. Bu hususta onlar anlaşmazlığa düştüler. Allah da
onların hakkında anlaşmazlığa düştüğü hakkı bize gösterdi. İşte onların
hakkında anlaşmazlığa düşüp de Alİah'ın bizi kendisine ilettiği gün -Cum'a
günüdür, diyerek- bugündür. Bugün bizim, yarın yahudile-rin, yarından sonraki
gün de hıristiyanlanndır."[378]
Hz. Peygamber'in:
"Bu, hakkında anlaşmazlığa düştükleri bir gündür" buyruğu, Allah
onların ibadete ayıracakları günü tayin etmemiştir, diyenlerin görüşlerini
pekiştirmektedir. Çünkü eğer yüce Allah onlara bugünü tayin etmekle birlikte
onlar bu konuda inat göstermiş, olsalardı, "onda ihtilâfa düşenler"
diye buyurmazdı. Bunun yerine "onda ihtilâfa düştüler ve
inatlaştılar" denmesi gerekirdi. Yine bu kanaati pekiştiren hususlardan
birisi de Hz. Peygamber'in: "Allah, bizden öncekilere Cuma gününü isabet
ettirmeyip şaşırttı"
[379]
diye buyurmuş olmasıdır. İşle bu, bu hususta açık bir nastır. Bunun bazı
rivayet yollarında şu ifadeler yer almaktadır: "İşte bu, Allah'ın onlara
farz kılıp da kendilerinin de hakkında anlaşmazlığa düştükleri günleridir"
denilmektedir.[380] Bu
da birinci görüşün lehine bir delildir. Ayrıca: "Allah bizden öncekilere
Cumayı farz kılmıştı. Onlar ise, bugün hakkında anlaşmazlığa düştüler. Yüce
Allah İse bizi bugüne hidâyet eyledi. Bu hususta insanlar bizden sonra
gelmektedirler"[381]
şeklinde de rivayet edilmiştir.
[382]
125.
Rabbİnin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla
mücadeleni yap. Şüphesiz ki Rabbİn, yolundan sapanları da en İyi bilenin tâ
kendisidir; O, hidâyette olanları da çok iyi bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunacağız:
[383]
Bu âyet-i kerime
Mekke'de, Kureyşlilere karşı silah kullanmama emrinin verildiği, buna karşılık
Hz. Peygamber'c, Allah'ın dinine ve şeriatine nazik ve yumuşak ifadelerle, sert
ve azarlayıcı olmayan ifadelerle davet etmekle em-rolunduğu sırada inmiştir.
Müslümanların, kıyamet gününe kadar bu şekilde öğüt vermeleri gerekmektedir. O
bakımdan bu âyet-i kerime, muvahhid olup günahkâr kimselere nisbetle muhkemdir.
Ancak kâfirlerle savaş bakımından nesli olunmuştur.
Kâfirlere karşı bu
halleri uygulaması ve savaşmaksızın bu yolla iman edeceği umulan kimseler
hakkında bu âyet muhkemdir, de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onda ihtilâfa
düşenlere..." buyruğu ile kastedilen, açıkladığımız gibi Cuma günüdür.
Onlar bu konuda, peygamberleri Musa ve İsa'ya muhalefet etmişlerdi.
Bu buyruğun daha önce
geçen buyruklarla ilişkisine gelince; Peygamber (sav)'a hakka tabi olması emri
verilmekle birlikte, Allaiı bu ümmeti de o Peygambere muhalefet etmekten
sakındırmaktadır. Muhalefet edecek olurlarsa, yahudilerin aleyhine hükümleri
ağırlaştırdığı gibi, onlann üzerindeki hükümleri de ağırlaştırır.
[384]
126. Şayet
bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misliyle karşılık verin.
Sabrederseniz, andolsun kî bu, sabredenler için daha hayırlıdır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[385]
Tefsir bilginlerinin
büyük çoğunluğu, bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğini kabul etmektedirler.
Bu âyet-i kerime, Uhud günü Hz. Hamza'ya müsle yapılması (azalarının kesilmesi)
hakkında inmiştir. Bu husus, Sahih-i Buhârî'de Siyer bölümünde söz konusu
edilmektedir.
en-Nehhâs ise bu
âyetin Mekke'de İndiği kanaatindedir. Anlamı itibariyle de kendisinden önce
Mekke'de inmiş buyruklar ile güzel bir bağlantısı vardır. Çünkü burada davet
olunan ve kendisine öğüt verilenden, kendisiyle tartışılana, oradan da yaptığı
fiile karşılık ceza verilene tedrici olarak geçiş yapılmaktadır. Ancak,
cumhurdan gelen rivayet daha sağlamdır.
Dârakutnî'nin
rivayetine göre ibn Abbas şöyle demiş: Müşrikler, Uhud'da öldürülenleri bırakıp
gittikten sonra Rasûluîlah (sav) öldürülenlerin yanına gitti. Hoşuna gitmeyen
bir manzara ile karşılaştı. Hamza'nm karnının yarılmış olduğunu, burnunun ve
kulaklarının kesilmiş olduğunu görünce şöyle dedi: "Eğer kadınlar
üzülmeyecek, yahut benden sonra izlenecek bir sünnet olmayacak olsaydı, Allah
onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından (kıyamet gününde) dirilteceği
vakte kadar bırakırdım. And ederim ki, onun yerine yetmiş kişiye müsle
yapacağım." Daha sonra bir örtü getirilmesini istedi, onunla yüzünü
örttü. Ayakları dışarıda kaldı. Rasûluîlah (sav), bu örtüyle yüzünü kapattı,
ayaklarının üzerine de izhir otu koydu. Sonra onu öne geçirerek üzerinde on
defa tekbir getirdi. Daha sonra (şehidler) birer birer getirilip (cenaze
namazları kılınmak üzere) konuluyordu, Hamza ise mekânında duruyordu. Sonunda
Hz. Hamza'nın üzerine yetmiş namaz kılmış oldu. Çünkü (Uhud'da) öldürülenlerin
sayısı yetmiş idi. ŞeSıidlerin defnedilme işi bitirildikten sonra şu:
"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et... Sabret, senin sabrın
ancak Allah iledir." (125-127) âyetleri indi. Rasûluîlah
(sav) da sabretti
ve kimseye müsle uygulamadı.[386]
Bunu, İsmail b. İslıâk
da E bu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir. Ancak İbn Abbas'ın bu rivayeti daha
tanıdır.
Taberi de, bir grubun
şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, herhangi bir haksızlıkla
karşı karşıya kalan kimsenin, eğer eline imkân geçirecek olursa, ancak
uğradığı haksızlık kadarıyla karşılık vermesi ve bunu aşmaması hususunda
inmiştir. Bunu, el-Maverdî de, ibn Sirîn ve Mücahid'den nakletmektedir.
[387]
Başkası tarafından
malı alınarak zulme uğramış,bir kimse ile daha sonra o zalim kişi, zulmettiği
kimseye bir mal emanet edecek olursa, zulme uğrayan kişinin zalimin kendisine
zulmettiği miktarda, o emanete hainlik etmesinin caiz olup olmadığı hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim, bunu yapabilir
demişlerdir. İbn Sirîn, İbrahim en-Nelıâî, Süfyan ve Mücahid bunlar
arasındadır. Bu görüşü savunanlar, bu âyet-İ kerimeyi ve lafzının umumî
oluşunu delil göstermişlerdir.
Malik ve onunla
birlikte bir başka kesim ise: Onun böyle bir şey yapması caiz değildir, derler
ve Rasûlullah (sav)'ın şu buyruğunu delil gösterirler: "Sana emanet verene
emanetini tastamam öde. Ama sana hainlik edene sen hainlik etme." Bu hadisi
Dârakutnî rivayet etmiştir.[388] Bu
hususta yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/194. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn İshak'ın
Müsned'inde de yer aldığına göre bu hadis-i şerif, başkasının karısı ile zina
eden bir kimse hakkında varid olmuştur. Bu kişi daha sonra, diğerinin kendi
hanımını yanında bırakıp yolculuğa çıkmak suretiyle zina edenin hanımını eline
geçirmiş oldu. Bu adam bu mesele hakkında Rasûlullah (sav) ile istişare
edince, Hz. Peygamber ona şöyle dedi: "Sana bir şey emanet edene sen
emanetini tastamam öde. Sana hainlik edene sen hainlik etme." Buna göre
İmam Malik'in mal ile ilgili hususlardaki görüşü pekişmektedir. Çünkü hıyanet
bu hususta söz konusudur. Hıyanet büyük bir aşağılıktır, ondan kurtuluş yoktur.
O bakımdan kişinin kendi adına bundan uzak durması gerekir. Eğer kendisine
emanet olarak bırakılmamış bir maldan hakkını alacak imkânı bulursa, bunun
caiz olma ihtimali yüksektir ve sanki Allah
onun lehine hüküm vermiş gibidir. Mesela, hakim tarafından verilen
hüküm gereğince hakkını alması gibi.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime neslıedilmiştir. Onu nesheden âyet-i kerime ise: "Sabret,
senin sabrın ancak Allah iledir" (en-Nahl, 16/127) buyruğudur.
[389]
Bu âyet-i kerimede kısasta,
misli misline uygulamanın caiz olduğuna delil vardır. Bir kimse eğer bir demir
ile başkasını öldürmüş ise o da onunla öldürülür. Taş ile öldüren taş ile
öldürülür. Bununla birlikte vacib olan miktar aşılmaz. Bu hususa dair yeterli
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (.2/194. âyet, 2. başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
[390]
Yüce Allah, bu âyet-i
kerimede, maruz kalınan eziyetleri "ukubet: ceza (mealde; saldın)"
diye adlandırmıştır. Ukubet ise gerçekte ikincisidir (saldırıya karşılık
verilen cezadır.) Bu kullanımın sebebi, iki lafzın birbirine eşit olması (müsavat)
ve sözün başına uygun düşmesi İçindir. Bu buyruk burada: "Ve onlar tuzak
kurdular, Allah da tuzaklarına karşılık verdi" (Âl-i İmrân, 3/54.) buyruğu
ile, "Allah da onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/151 buyruklarının tam
aksinedir. Çünkü burada ikinci kelime (Allah'ın tuzak kurması ve alay etmesi)
mecazdır, birincisi hakikattir. Bu açıklamayı İbn Atiyye yapmLştır.
[391]
127. Sabret,
senin sabrın ancak Allah iledir. Onlar için üzülme. Kurmakta oldukları
tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme.
128. Çünkü
Allah sakınanlarla ve daima iyi davrananlarla beraberdir.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı bir başlık halinde sunacağız:
Allah İle Sabır ve
Müşriklerin Yaptıklarına Aldırmamak: İbn Zeyd der ki: Bu buyruk savaş emri ile
nesiı olmuştur. İnsanların çoğunluğu, bu buyruğun muhkem olduğu görüşündedir.
Yani, onların yaptıkları müslenin benzeri müsle ile cezalandırmaktan vazgeçip
affetmek suretiyle sabret. "Onlar için" Uhud'da öldürülenler için
"üzülme!" Çünkü onlar Allah'ın rahmetine kavuşmuş bulunuyorlar.
"Kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme" buyruğun daki
Sıkıntı" kelimesi, 'in çoğuludur. Şair şöyle demektedir:
"Darlıkları
üzerimizden açtı ve rahatlatıp genişletti."
Cumhur, bu kelimenin
"dat" harfini üstün okumuştur. İbn Kesir ise "dal" harfini
esreli okumuştur. Bu kıraat Nâfi'den de rivayet edilmiştir. Ancak, bu rivayet
edenlerin bir yanlışlığıdır. Kimi dilciler de şöyle demiştir: "Dat"
harfinin esreli ve üstün okunuşu mastar oiarak iki ayrı şivedir, el-Alıfeş der
kî: Bu kelimenin "dat" harfinin üstün ve esreli okunuşu; Daraldı, daralır" fiilinin mastarıdır,
demek olur, Onİann küfürlerinden dolayı göğsün daralması. el-Ferrâ ise şöyle
der: "Dat" harfi üstün ile okunursa, kalbine darlık veren, kalbini
daraltan şey, demek olur. Esre ile okunursa, genişleyip daralan şey hakkında
kullanılır. Elbise ve ev gibi. İbn es-Sikkît ise şöyle demiştir: Bu ikisi
arasında hiçbir fark yoktur. O bakımdan göğsünde darlık vardır denilirken,
"dat" harfi her iki şekilde de okunur.
el-Kutebî de şöyle
demektedir: kelimesi, 'in şeddesiz halidir. Sen, kendini sıkıntıya sokma,
denilmiştir ve buradaki "ye" harfinin şeddesi hafifletilmiştir.
Tıpkı; Kolay" kelimesi gibi. İbn Arefe der ki: Adam cimrilik etti"
demektir. Fakir düştü" anlamındadır.
"Çünkü Allah,
sakınanlarla ve dalma iyi davrananlarla beraberdir" buyruğu da şu
demektir: Allah, hayasızlıklardan ve büyük günahlardan sakınanlarla yardımı,
desteği, iyiliği ve desteklenmesi ile beraberdir. İhsanın anlamına dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Herim b, Hibban'a ölümü
sırasında: Bize tavsiyede bulun, denilince o, şu cevabı vermişti; Ben size,
Allah'ın âyetlerini ve Nalıl Sûresi'nin sonunda yer alan: "Rabbinin yoluna
hikmetle... davet et" âyetinin sonuna kadar olan emirlerini yerine
getirmenizi tavsiye ederim. en-Nahl Sûresi burada sona ermektedir. Âlemlerin
Rabbi olan Allah'a hamd olsun.
[392]
en-NAHL SÛRESİ'NİN
SONU
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/105
[2] Buhârî, Salar 32, Tefsir 2. sûre 9; Müslim,
FedâilııVSnhâbe 24 (muhtasar okınıkh Dâ-rimî, Mcnâsik 33 (kısmen): Müsnsd, I,
23, 24. 36.
[3] el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 284
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/105-107
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/107-109
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/109
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/109-110
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/110
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/110-111
[10] Buradıki "dif İnfzına "deve"ıniaınının
verilebileceği, İbnn'1-Esir, en-Nikâye, il, 12-1'te-kî açıklama ve buradakine
yukıo örnekten de unkışılabilmektedir.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/111-112
[12] Müslim, Tahâre 79; Ebû Dâvûd, Ta hâre 60
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/112-113
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/113-114
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/115
[16] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, FedMuVSahibe, 92
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/115-116
[18] Baharı, Feda i I u Ashâbi'ii-Nebiyy 5, Enbiyâ 54;
Müslim, Fedâilu's-Salınbe 12; Müsned, II, 245.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/116-117
[20] Müslim, İıiınre 178; Müsned, II, 378 (yakın
lafızlarla)
[21] Muvatta, İSîi'itfn 38.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/117-118
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/118
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/118
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/118-119
[26] Bir kafiz 24.432 gramdır. Rkz.ı Şer'i Ölçü Birimleri
ue Fıkkî Hükümleri, Sh. 162
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/119-120
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/120-121
[29] Ebû Dâuûd, Kt'ime 32; Nesâî, Sayd 30; Darakutni, IV,
287
[30] Nesai, Sayd 30.
[31] Buharî, Meğâzi 38, Zebüîl» 27; Müslim, S:ıyd 36; Ebû
Dâvûd, Et ime 25.
[32] Nesâi, Sayd29
[33] Nesâî, Sayd 20
[34] Müslim, Sayd 38
[35] Dârakutnî, IV, 290. Aynen bk. Ebû Dâuûd, Elime 25- 32,
33; Nesâî, &ıyd 29, 30, 32; Tirmizî, Et'ime 5; îbn Mâûe, Zebntîı 14.
[36] Kıyâs-ı Şebek: Nass ile hükmü belirtilen asla
başvurularak, hükmü bulunmak istenen ferin [kıyasa esas olan) nsiHnrd.fi
çeşitti benzerlerinin bulunması dolayısıyla, müaehi-tlirt feı'L en yakın
bulduğu asb göre kıy:ıs ederek hükmünü çıkarmaya çalışması demektir... (M. Ebu
Zehra. Usıılu'l-Fzkh, Kahire rnrihsiz, s. 248, vd. eş-Şeyh Muhn mineci
el-Hııdarî. Usuli'l-Fıkk, Kahire 1389/1969, s. 328 vd.)
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/121-124
[38] et-Tîrmizî el-Hakîm, Nevâdiru'I-U$ûl, I. 543-544,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/125
[39] Buharı, Zekât 46; Müslim, Zekât 8; Ebû Dâvûd, Zekâî
11; Tirmizİ, Zekât 8; Nesâi, Ze-kiît 16, 17; İbn Mûce, Zekât 15; Muvatta, Zekât
37: D&rimî, Zekât 10; Müsned, II. 242. 249, 254, 410, 432, 469, 477.
[40] Ebû Dâvûd, Zcknt 11.
[41] Dârakutıî, ll, 126.
[42] Buhâri, Mennkıb 28. Tefsir 99. sûre 1. Şirb U,
İ'îisânı 24: Müslim, Zekât 24, Nesâî, Hnyl 1; İbn Mâce, Cîhâd 14; Muvatta,
Cîhüd 3: Müsned, II, 262.
[43] Dârakutni, II. 126.
[44] Bıı başlıktaki bilgiler ve burudan iubııren başlığın
sonuna kudarki böliunler çoğunhık-hı İbn Abdrl-Berr, et~Temhid, IV, 213-218
sahifeler :ınıs]nd:i yer almaktadır.
[45] Dârimi, liii'zSr 39; Müsned, Mi 430-441.
IV,
234,
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/125-127
[47] îbn Mace, Sünen 69,
[48] et-Mâverdît III, l8l'de rivayetin pek güvenilir
olmadığına işaret etmek üzere-, 'rııvjye; rivayet edildiğine göre"
şeklinde sîga kullanıldığı gibi, merhum Kurtubî de aynı ifadeyi kullanmıştır.
[49] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, V, 113-114.
[50] Ebâ DâvCtd, Sünne 18; ayrıca bk. Tabemnt. d-Evmt,
II,
A2%
V, 212,
VII,
2Ö0 ve el-Hey-semî. Mecmau'z-Zevâid, I, 80.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/127-129
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/129-131
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/131-132
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/132-133
[54] Bu okuyuşa göre âyetin anlamı şöyle olun Geceyi ve
gündüzü size müsabhar kıldı. Güneşe, ay'n ve yıldızlara ckı O'nun emriyle
boyun eğdirilmiştir...
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/133-134
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/134
[57] Bu tabir Hz. Ömer'in Hîiiid b. Velice yîizdığj bir
mektubunda geçmektedir. (İbnıı'l-Esir. en-Nihâye, II, 156)
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/134
[58] Muvatta’ Şenr 12
[59] Muvatta', Şear 10
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/134-135
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/135
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/135-136
[63] Müslim, Miîsaknat Sİ; Ebû Dâvûd, Buyu* 12. Aynı manada
ve yakın lafızlarla: Tirmi-zl, Buyu1 23; Nesâî, Buyu" 44, 50; Müsned, V,
19
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/136-137
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/137
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/137
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/138
[68] Buhârî Libâs 25; Müstim, Libâs 11; îbnMâce, Libâs 16:
Miisned, III, 101. JDünyad;i ipek giyinenlerin, 3hİrett.en bîr paylarının
olmjıyaciiğınr belirîc-n rivayetler için bk. Buhâri, Cumıiii 7, Bııyii1 40.
Efime 29, Eşrıbe 28. Edeb 66: Müslim, Libâs 4-10; Eb&Dâvûd, Salât 213.
Iİbfls 7; Nesâî, Cıımım il, Salütu'l-İdeyn 5; Muvatta, Libâs 18...
[69] Buhârî, Libas 46; Ebû Dâvûd, Hntem 1: Nesâî, Zîne 53
[70] Ebû Dâvûd, Hatem 1.
[71] Buhârî, Libâs 47; Müslim, Libâs 59, 60, Nesûi, Zîne
81.
[72] Buhârî, Libas 45, 53, Eyınsn 6; Müslim, Libns 62;
Mesaî, Zîne 47; îbn Mâce, Libâs 41; Müsned, II, İS, 34. 60. 68, 36, 96, 127,
128. 153
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/138-139
[74] Tirmizi Libâs 6, "hasen-garib bir hadisdir"
kaydıyla.
[75] Ebû Dqvûd, Tahâre 10.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/139-140
[76] Buhârl, Libas 54; Nesâî, Zîne 50; îbn Mâce, Libâs 39;
Müşned, III, 187.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/140-141
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/141
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/141-142
[80] Tirmizi, Tef&ir 3369 no'hı hadis; Müsned, III,
124.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/142-144
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/144
[83] el-M;1verdî, en-Nüket, 111, 183- Hadîsin sahih
olmadığı belirtilmiştir. (Aynı yer, 315 no'hı dipnot).
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/144-146
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/146
[85] Görüldüğü kadarıyla buradaki "İctîhûd
ederek" lafzım gerek yoktur. Hiıtta daha sağlıklı ifnde "ictihdd
etmeyerek" şeklinde olmasıdır.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/146-147
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/147-148
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/148
[89] Merhum miifessirin demek istediği şudur; LNe
zaman?" anlamındaki iafıi aynı zaman-dii bir soru edatıdır. Bıı cümlede
ise bir zaman zarfı olarak, sonra gelen fiil ile nasb ko-numundndır. Normalde
cümlede bu lafız fiilden sonra gelmesi gerekirken, soru anlamını ihtiva eden
bir edat oluşundan dolayı dahn önce gelmiştir.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/148-150
[91] Tirmizi, Kıyâıne 47; Müsned, II, 179. t Aynı manada
farklı lafızlarla).
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/150-151
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/151-152
[94] Key Lâını" diye kabul edilirse .ınlnm:
"Taşısınlar diye, uışunabrı için..." şeklinde; "akıbet
lamı" dîye kabul edilirse; ''...sonunda taşısınlar..r" iinlîimınd:ı;
"ennir lâmr kabul edilirse: "...haydi yüklerini tamamen
tnşısınJ^r..."; :inlaıntnda olur.
[95] Bu lafızlarla: Tirmizî, Um 15; İbn Mâce, Mukaddime 14;
aynı anlamda farklı lafızlarla: Buh&ri, t Usa in 15; Müslim, îlm 15, Zeknt
69; Tirmizî, llm 15; Nesâî, Zekât 64; İbn Mâ-ce, Mukaddime 14; Dârimi,
Mukaddime 44; Müsned, II. 505, IV, 362, 383, 430, 433-
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/152-153
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/153-155
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/155-156
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/156-157
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/157-158
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/158-161
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/161
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/162
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/162-163
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/163
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/164-165
[107] Buharı, Tefsir 2. sure 8, 112. sûre 1, 2; Nesâi,
Cenâiz 117; Müsned, II, 317, 350, 394,
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/165-166
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/166-167
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/167-168
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/168-169
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/169-170
[113] O takdirde buyruğun anfcunj şöyle olur: Biz semden
önce kendilerine vnlıyolunan erkeklerden biişkiisını peygamber göndermedik.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/170-171
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/172-174
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/174-176
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/177
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/178
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/178-179
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/180-181
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/181-182
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/182
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/182-183
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/183-184
[125] Buhâri, Zekâl 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147: Tirmızî,
Bİrr 13; Müsned, VT, 33, SS, 166. 243.
[126] Müslim, Birr 148; Müsned, VI, 92
[127] Müslim, Birr 149: Tirmızî, Bİrr 13
[128] el-Heyseml, Mecmau'z-Zevâid. VIII, 158'de belirttiğine
göre; bu hadisi Taberâni (el-Ke-bîr'de) rivayet etmiş olup, senedindeki
rüvilerden Talhn b. Zeyd hadis uyduran birisidir.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/185-186
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/186-187
[131] Buharı, Fîlen 19: Müslim, Cennet 84; Müsned,
II,
40, 110.
[132] Buhârî, Büyü' 49; Müslim, Filen 4, 7. 8; Ebû Dâvüd,
Mehdi 11; Tirmizî, Fiten 10; Ne-sâî Menaslkunl-Hacl 112 ibn Mâce, Fiten 30;
Müsned, VI, 105, 259, 289...
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/187-189
[134] Buna göre buyruğun antomı şöyle olur: VtıUın söyleyen
o dilleri en güzel ülabeün ...
[135] Bu durumda bu âyetin bıı böKinıîiniin anlamı şu
şekilde olur. "Ynlan söyleyen dillerinizin niteleye geldiği şeyler için
,,,"
[136] Buhârî, Rîknflk 53, Fiten i; Müslim, Feda il 25, 26.
31, 32: İbn Mâcç, Filen 5, Ziihd 36; Müsned, T, 257, 384..,, II. 403. III, 18.
62,... 1VS 313- 351, V, 4l, 86...
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/189-190
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/191
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/191-192
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/192
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/192-193
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/193
[143] Bununki Lebid her İki söyleyişi de aynj beyitte
kullanmış bulunmaktadır
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/193-194
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/194-195
[146] Lebenu'l Fahls Kadının süte kendisi dolayısıyla sahip
olduğu kocasının (ister y kadını boşaımş olsun, ister ölmüş olsun, isterse
halen onunki evli bulunsun), sut çocuğun süt bübasj olması demektir. Bundan
dolayı hem çocuk hem baba tarafından neseben haram olanlar, bu rürden süt
akrabalığı dolayısıyla da haram olur. (Dr. V. ez-ZuhayJÎ, el-Fıkku'l-lslâmî,
VI], 14i, 175) Aynca biraz sonrîi işarette bulunulacak oLın en-Nisâ, 4/23. âyet
7. başlığa bakınız.
[147] Bk, Bukârî, Nikâh 117; Müslim, fada' 7 vd.; Ebû Dâvûd,
Nikâh 7; Tirmisî, R:ıdün 2; Ne-sâî. Nikâh 52; İbn Mücer Nikâh 38; Muuatta\
Radâ' 2, 3l Dârimi, Nikâh 48; Müsned, VI, 194.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/195
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/195196
[150] Benzer lafahrîn ve aynı manada: Müslim, Tntâre 105,
106, 109, EbÛ Dûvûd, Tahrîre 134: TirmUt, Tabure 85, 86; Nesûî, Tahrire 18$;
İbn Mâce, Tah.1re 82; Müsned, VI. 35, 67, 97, 125, 132, 135, 213, 239, 263= 280
[151] Tirmizi, Tahare 86.
[152] Buhari, Vudü 64 Müslim, Tnhüre 110; EbûD&uûd, T;ılıâre
134: Tirmizl Tahrire 8(r,Ne-sâl, Talin re 187; İbn Mâce, Ta hâre 81.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/196-198
[154] Ebu Dûvud, Nikah S; Muvatta, Radâ" 11 CSaîd b.
el-Müseyyeb'Ln sözü olarak); Müsned, I, 432.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/198
[156] Suyuti, ed'Durru'l-MensÛr, V, 141
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/198-199
[157] Müslim, Eşribe 89i Müsned, III, 247
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/199
[159] Ebû D&vûd, Eşribe 21; Tirmizî, Deavât 54; Müsned,
I, 22% 284
[160] Buhârî, EnbiyÜ 24, 48, Tefsir 17. sûre 3, Eşribe 1;
Müslim, İman 272; Tirmizl, TeJsir 17 sûre 1; Nesâî, Eşribe 41; Dârimi, J-^ribe
1; Müsned, II, 282, 512
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/199-200
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/200
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/200-201
[164] Nesûi, Eşribe 48. Bu anlamdaki rivayetlerin bir takım
illetlerine tek tek işaret ettikler! sonra Nesâî, "doğru ohın sika
(güvenilir) râvjlerin îbn Abbîis'tnn (onun sö2Ü olduğu) geklindeki
rivayetleridir" demektedir,
[165] Nesât, Eşribe 48. Ayrıca bk. Dârakutnî, IV, 264
[166] Müslim, Eşribe 80-82
[167] Bu lafızlarla Dara kutu i'de tesbit edemedik. Ancak
Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 3O6'd;ı el-Ukaylî tarafından ed-Duafâ'dz
zikredîldiğini, mvilerindeD Mııhaınıned b. Furat dolayısıyla illetli olduğunu
belirtmektedir. Knrtubî*nin burada zikrettiği ve Hnnefî Mezhebi'nce delil kabul
edilen btı rivâyetlerin
değerlendirilmesi için de aynı yeje bakılabilir.
[168] Darakutni, IV, 259, 260, 261.
[169] Buhârî VudıV 71. Eşribe 4. 10; Müslim, Eşıibe 67. 68:
Ebû Dâvûd, Eşribe y, Tirmizi, Eşribe 2; îbn Mâce, Eşribe 9. 10: Mupatta, Eşribe
9; Dârimî, Eşribe 8: Müsned, VI, 36,
[170] Bukârî, Edeb 80, Ahkâm 22. Meğiîzj 60; Müslim, Eşnbe
60: EbÛ Dâvûd, Tişı ibe 5; Tir-misî, Esri be 3, 2; Nesâî, Eşribe 48; İbn. Mâce,
Eşrîbe 9- 13, 14; Dâriml, Eşribe 8: Mu vatta, Daiıflyfl 8; Miisned, I, 274.
289, 350, II, 16. 29..., III, 63, 66..., IV. 410, 416, 417. V. 356, VI. 314,
333
[171] Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3; Ne$âî, Eşribe
25: îbn Mâce, Eşribe 10: Dârimî, Eşribe 8; Müsned, II: 91, 167. 179, III, 343.
[172] Nesâî, Eşribe «İ8: 5Ğ99 no'hı badisin sonunda.
[173] Darakutni, IV, 256
[174]Tıla (ya tta; müselles): Üzüm suyunun kaynatıldıktan
sonra üçte ikisinin gidip geriye üçte biri kaian ve sarhoşluk veren içkidir.
(Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fikhu'l-İslâmi, VI, 153, 155, 163; Neomı'cUDin
en-Nesefî, Talibetu't-Talebe fi'l-lsttlâhâti'l-Fıkhiyye, Bağdat 1311, s.
158-159) Malumatın doğruluğu ikinci kaynakta da tesbit edildi
[175] Nesâl Eşribe 48
[176] Buhari, Tefsir 5- sûre 10, Eşribe 5; Müslim, Tefsir
32, 33: Ehû Dâvûd, Eşribe 1; Nesâl, Eşribe 20.
[177] Bu manadaki rivayetleri Wesâi, Eşribe 57'de zikretmekteclir.
[178] Nesâi, Eşribe 57.
[179] Buradan itibaren iklibas: İbn Abdi'1-Berr,
&t-Temhîd, I, 256
[180] Tahavî'nin yüzoftız cüz dokıyJannda
'İktilâfu'l-Fukahâ"' ndlj bir eseri olduğu bilinmektedir. (Şunyb
el-Amnûc, Şerku Müşkili'l-Âsâr'a Mukaddime, Beyrut 1415/1994, L 82)
[181] İbn Abdi: -Bejy'den iktibas, burada sonn ermektedir.
[182] Darakutni, IV, 257.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/201-208
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/208
[185] et-Tirmizî el-H.tkîm. Nevâdiru'l-Usûl, i, 544- Ancak
Ebû Hureyre'nin sözü olarak. Değişik rivayetler ve Cnı rivdyec/erfn
rfegerferuYrrrrıei'en fç/n bk. eİ-Hevsemî, Zevâid, IV. 41. X, 390
[186] Ebû Dâvûd, Edeb 1Ö4; İbn Mûce> Suyd 10; Dârimh
Edalı' 26: Müsned, I, 332, 34
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/208-209
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/209
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/210
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/210-211
[191] Buharî. Tnlâk 8. Hivel 12: Müslim, Tplâk 21: Ebû
Dâuûd, Eşribe II: Müsned, VI, 59.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/211
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/211-212
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/212-213
[195] Buhârî, Tıb 4. 24: Müslim, Selam 91: Tirmizî, Tıb 31:
Müsııed, III. 19, 20.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/213-214
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/214
[197] Müslim, Selâm 6Ç>: Müsned,
III, 335
[198] Ebû Dâvûd, Tıb 1; Tirmizî, Tıb 2; Müsned, IV. 27
[199] Tirmiztt Tıb 21; İbn Mâce, Tıb 1; Müsned, III. 421.
[200] Tirmizî, Tıb 21 de: "Ehû Hıızâüie'nln
bab;ısınrl:ın.,, diye bundan başka bir rivnyeii bilinmemektedir'' şeklindedir.
Nitekim Müsned, İIL 421de ondan geddiği kaydedilen rivayetlerin hepsi de
hadisin değişik senedierle rivayetinden ibarettir.
[201] Buhari, Tıb 4; Müslim, Selam 71: Müsned, III.343.
[202] Muvatta, Ayn 14
[203] Hadisi bu Iiıfzıyln teshil edemedik. Ancak Hz.
Peygamber bu üunmeiten olup
hesapsız girecek
yetmişlim kîşjdcn sö* etliğinde; bunhınn nitelikleri sorulunca, burada
kaydedilenleri zikreden rivâyeîler1 vardır: Buhûrî, Tıb 17. 42, Rik:ı:ık 50;
Müslim, İmar 371. 372. 374: Tırnuzî. Sıl;Hit'l-Kıv:İme 16: Müsned. I, 4ül. 403,
45i.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/215-217
[205] Bir fenik (ya &,v. Sirk): Oiuılh ntd kjıdcır olun
ynni İÜ kg'n denk bir kııptır. Bağdat (ya d:ı kak) rıtlı 408 gı\, Mısır rıîîı
ise yaklaşık 430 gr.dır. (Dr. Velıbc ei-Zııhnylî. el-Fıkhu'l-îslâiHÎt I. 75).
M. Necımıddin cl-Kürdî'nîn incelemesine göre ise bir Bnğckıt Rıflı 401.143 rl1,
Mısır ntlj ise 449.28 gr.rtır lel-Küidî, Şer1! Ölçü Birimleri.... s. 203)
l;eı:ık'in on:üti rıtjl olduğunu d;i İbnn'l-Esir (en-Nihâye, III. 196uten
naklen belirrmckrc'diı, (s. 159> Bunu göre nıerhunı nıülesfiinınizitı ~biı
feıak'ıo omz;ıltı Irnk rırlt olduğunu" söylemesinde bir ynnılnın
sözkonıısu olmalıdır
[206] Tirmizi, Zekat 9
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/217
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/217
[208] Buhari, Tefsir 16. süre 1, Deaviit 42: Müslim, Zikr ^,
^2: Ebfi. Dâuûd» Vitr 32; Nesâî, İstıfze 6; Müsned, m. III 113 117
[209] Buhari, Cihad 25, Deavat 41, 44; Nesai, İstiaze 5, 6,
27: Müsned, I. 183. 186.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/217-218
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/219-220
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/220-221
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/221
[214] Bu beyitin
"Nefsim bana İtaat etseydi eğer; Onun hizmetçisi
olurdu; hem bu büyük bir iş sayılmaz" şeklinde anlaşılması da mümkündür.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/221-224
[216] Buhâri, Mik:îlı 71. 77. 78. Eşrİbe 7, Eyıniın 21:
Müslim, E$ıibe 86: İbn Mâce, Nikah 24.
Müsned, m, 498
[217] Buhâri H^cc 106. J11. Vekâlet 14: Müslim, Hacc 362,
364, 366, 369; Ebû Dâvûd, Men.nsik 16; Ne&âî, Mendsik 66, 68; Müstıed, VI.
78, 223, 238
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/224
[219] Buhâri, Fiân 44. Nafaka t 3, Edeb 40: Tınniz'i,
Sıfatu'l-Kiyfune 45: Müsned, VI, 49. 126. 206.
[220] Müsned, VI, 256
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/224
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/225
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/225-226
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/226
[224] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/226-227
[225] Hadisin devam] şöyledir: "... efendi şan
koşmadıkça, kölenin malı köleye aittir." Ebû Dâuûdj Itk llt lirinizi,
BuyıV 25; İbn Mâce ilk. 8. Aync:ı Buhâri, Şirb 17; Müslim, Bu-vıT 80: Ebû
Dûvûd, Buyu' 42 de v:ıkrn ifadelerle,
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/227-228
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/228
[228] Buhârî, Cihfld 88: Müsned, II, 50. 92
[229] Kaynağını lesbît edemedik.
[230] Müslim, ZüJıd 3; Tirmizİ, Zülıd 31. Tefsir 102. sürt
lıNetâl, Vesây;î 1; Müsned, IV, l\.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/228-229
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/229-230
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/230-232
[234] Yani senin. uzaklığındı rağmen görülebildiğine göre.
kıyameti de öylece uznk görmemelisiniz.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/232-233
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/233-234
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/234-235
[238] Merhum müfessir başlıkların on olduğunu soyle/ntkîe:
faJerr beşinci başhftı zikretıııe-/Ilıntı bnşlığn geçmekledir. Kendisinin
"iiltlficı bnşlık..." diye verdiği sıralar t;ınt-
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/235
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/235-236
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/236-238
[242] Müslim, Mesâcıd H7-, Ebü Dâvûd, Salflt 121; Nesâî,
T:ıhnre 4s, İftiînh 15; îkn Mâce, İk:ı- ,v.otınl4r 1 nArİnıî l;ı1:V M- Müsned. II. 2M. 494.
[243] Aynı anlamda ve çok nz lafız farkıyla: Dârakutni, v
47. Derinin tabnklünmakh
hiıkmûrtii
ihıjvâ eden hadislerin yerleri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres UElfâzi'l-
[244] Bu mnnndn olmak iızere: EbCt Dâvûd, Libâs 39: Tirmizl,
Libas 7; Nes&i, Fern" > İbv, -a ıtMt ?ı-,- jwy;sjW. TV. HİCL 3U.
[245] Bir önceki notrn gösterilen kaynaklar
[246] Buhâri, Buyu1 101: Müslim, Hryz 100, 102-, Ebû Dâvûd,
Libas 37; Tirmızİ, Lıhııs 7; sâî, Fera' 5.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/238-241
[248] Dârakutnî, 1,41
[249] Dârakutnî, I, 42
[250] Dârakutnî, 1.43
[251]Dârakutnî, I, 44
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/241-242
[252] Müslim, Hayz 105; Ebâ Dâvûd, Libas 33; Nesâi, FenT 20,
30, 31; Dârimi, Ettahi 20; Müsned, I> 219, 227..., VI. 73, 104...
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/242-243
[254] Daha öhce 3 nolu başlıkta geçen bıı rindisin kaynaklan
d;ı orada gösterilmiştir. 0) Beşinci bnşlığm sonunda geçen bıı hadisin
kaynaklan dn orada gösterilmiştir.
[255] Beşinci başlığın sonunda geçen bu hadisin kaynakları
da orada gösterilmiştir.
[256] İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, IV, 162-165.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/243
[257] Beşinci başlığın sonunda geçen bn hadisin kaynaklan da
omda gösterilmiştir.
[258] Bukâri, £ebaib 29; Müslim, Sayd 3; Ebû Dâvûd, Erime
32; Nesâî, Sayd 28; İbn Mâtx. S;ivd 13: Muvatta. Savd 13. 14: Müsned, II, 36,
418.
[259] Nesai, Fera 7; Müsned, IV, 132.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/244
[260] Ebü Dâvûd, Libâs 38; Nesât. FenT 5; Müsned, VI, 334,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/244-245
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/245-246
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/246
[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/246
[264] Buhârî, Beytu'l-Vahy 2; Müslim, îman 73...
[265] Buhârî, Menâkjbıı'l-Ensâr 45. Libâs 16.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/246-247
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/247
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/247-248
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/248
[269] Buna göre buyruk: Onun nimeti... tanının olımışnır,
demek ohır.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/248-249
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/249
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/249-250
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/250-251
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/251
[275] Buhârî, Ezan 129, Tevhîd 24, Rikaak 52; Müslim, İman
299; Müsned, \l, 275, 293, 534. Ancak, gerek Müslim'de gerek diğer kaynaklarda
sahabeden olan ravî, Enes değil, Ebû Hureyre'dir.
[276] Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 20; Müsned, II7 368
[277] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/252-253
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/253
[279] Müsned 1, 190.
[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/253-254
[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/254-255
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/255
[283] Buhâri, iman 37. Tefsir 31. si\re 2: Müslim, İman
~>1: Ebû Dâvûd, 5li rint lû, Tirmizi, İıvuın 4: îbrı Mâce, Mukaddime 9:
Müsned. 1, 27, 51, 53, 319, II, 107, 426, IV, 129, 164.
[284] Nesâî. İsrerun-Nisâ 1: Müsned, III. 128. :99. 285.
[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/255-257
[286] Buhârl, Tefsir 47, sûre 1; Müslim, Birr 16; Ebû Dâvûd,
Zeknî 45; Tirmizi, Bkr 9: Müsned, I, 191. 194.
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/257-258
[288] Aynı manada yakın infizJnrki: EbûDûuûd, Edeh 43;
Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 57; İbn Mace, Zıihd 23; Müsned, V, 36. 38.
[289] Hadîs olarak tesbit edemedik
[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/258
[291] Buhârî, Edeb 57.
[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/258-259
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/259-260
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/260
[295] Müslim, FedSiLus-Sahabe 206: Ebû Dâvûd, Fervîiz 17;
Tirmizi, Siyer 30; D&rimİ, Siyer 81; Müsned, I, 190, 317, 329. II, 180,
205. 207.., IV, 83, V, 61. Aynı manada yakın tirVı-deJerJe: Suhârl, Kefniet 2,
Erteb 64: Müslim, Fectf ilıı's-Snhûbe 204. Sadece; "îslam'da hılf yoktur
kısmı.
[296] Buhâri, MezâJinı 4, İkrah 7; Tirmizl, Fiten 68;
Dârimî, Rikacık 40; Müsned, III, 99, 201.
[297] Tirmizl, Fiten 8, Tefsir 5. sürç 17; Müsned, L 9.
[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/260-262
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/262
[300] Buhari, Cizye 22, Eöeb 99; Müslim, Ciltfrt 11-16; Ebâ
Dâvûd, Clh3d 150; Timizi, Si--■r- 28. Filen 26; İbnMâce, Cihiid 42;
Dâriml, BııyıVll; Afüsned, f, 417, 44l, II, 16, 48... rv-ı rniamı ilıtivîî
etmekle beraber, kimi rivayetlerde bazı Uıfiz farklılıklanyla.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/262-263
[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/263-264
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/265
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/265-266
[305] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/267-268
[306] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/268-269
[307] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/269
[308] Ebû Dâvâd, Sakıt 119: lbn Mâce, İkametu's-Salâc 2:
Musned, III, 80, 81, 83, 85; ayrıca bk. Musned, [, 404, VI, 156.
[309] Ebû Dâvüd, Snlât 120; Tirmiz'ı, SalSt 65; D&riml,
Sulat 33.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/269-270
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/271
[312] Müslim, SaLfltu'L-Müsflfirîn 254; Nesâi, İlli tâli 25.
[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/272-273
[314] Bu kişinin Selimin-ı Fârisi olma ihtimali çok uzaktır.
Çünkü Selraân (r;ı) -Kuımbînin biraz sonnı belirteceği gibi- Medine'de
ıııüsKiman olmuştur; bu âyet ise Mekke'de inmiştir. Diğeı taraftan, burada da
kastedilen kişinin kimliğinin flyetin anlaşılmasında olumlu herhangi bir
katkısı olmadığı açıkça ortadadır.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/273-275
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/276
[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/276
[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/277
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/277
[320] Hükim, el-Müstedrekr II, 357.
[321] Tirmizî, Menâkıb 34.
[322] Tirmizî, Menâkıb 33- Tirmizrnİn eldeki baskılı
mislmınd.n s:ıdece: "Selınan" denilmekte, bab başlığındn ise: -Menakıbu's-Selrnâni'l-Frmsi
<r;ı>" denilmektedir,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/277-279
[323] İbnMâce, Talnk 16.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/279
[325] Buhârî, İkrah (89.) bolümün başında dsha geniş açıklamalar
için, meselâ, el-Askalânî, Fethu'l-Bâri, XII, 328, vd.ns bakılabilir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/280
[326] Müslim, Salâtıil-Müsüflrîn 33; Nesâî, Saiat 23;
Müsned, II, 20.
[327] Müslim, SaLitul-Müsâfirîn 39; Nesâî, Saki t 23.
[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/280-281
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/281-282
[330] Bu hndisin zikreclildigi bıızı yerler: BuMrî,
Bed'ıı'J-Vahy 1, tman 41. Nikâh 5. Tn 1:11c U...: Müslim, İın:lre 155: Ebû
Dâvûd, Tnklk 11; Tirmizl, Fectöilu'L-Cihâd 16; Nesai, TnMrc 59...: İbn Mâce,
Zülıcl 26: Miisned, I. 25. 43...
[331] Buharı, Tnlâk 11.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/282-283
[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/283-284
[334] Dul bir kadın iken, babası Hansa'yi evlendirdi. Ancak
Hansa bu işten hoşlanmadı. Ra-sûlııilah'n nrz edince, o ci.n babasının
nikâlıını geçersiz saydı. (Buhârî, Nikâh 42, İkrah 3, Hiyei 11: EbûDâv&d,
Nikâlı 25: Ne$âi, Nikâh 35; Dârimİ, Nikâh 14; Muvatta, Nikâh 25; Müsııed, VI,
328).
[335] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/284
[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/284
[337] îbn Mâce, Tnlâk 16.
[338] Buharı, Hııclfld 31; Müslim, Hııclûd 15. Muvatta,
Hudûd 8; Masned, I, 40, 55-
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/285
[340] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/285
[341] Bu görüşe delil gösterilen hu d is ile ilgili olarak
şu söylenebilir: Bu hadîs, bu görüşe delil olamaz. Çünkü Hz. İbrahim'in,
Alkilim bir peygamberi olarak, böyle bir duruma karşı korunacağından emin bir
durumda olması ihtimali vardır. Sara da mü'min olarak gös-Leri] e bilecek en
büyük direnci göstermiş ve karşı koymuştur. Allah'tan bu ?.orbaya knr-şı
kendisine yardımcı olmasını istemiştir. Sonuç olai'iık şnınıı söylemek dalın
uygun görülebilir: Böyle bir sınavla karşı karşıya ksıhn erkek ve kadın,
ikrâlıa boyun eğmemek için bütün güçleriyle karşı koymalıdırlar. Ayrıca Hü:.
Peygamberin: "... ;ıilesi (hanjmonı savunurken öldürülen
şelıiddir,.." {Ebû Dâvûd, Sünne 29: Nesâî, Talıriınu'd-Deın 23; Tir-mizî,
Diyat 21) diye buyurmuş olması bu uğurda işin nerelere kadar göze
nlınabilece-ğini/ahniMsı gerektiğini işaret çimektedir.
[342] Buhari, İkrah 6, Buyu 100: Müsned, II. 404.
[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/285-286
[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/286-287
[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/287
[346] I Veda Haca hutbesinin bir bölümünü teşkil eden bu
buyrukların geçtiği yerlerin bazdan: Buhâri, Hacc 132. Meğâzi 77...: Müslim,
H:ıcc 147, Kasâme 29. 30; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 2, Fiten 2; İbn Mâce,
Mennsik 76, Fiten 2: Dârimt, Menâsik 72; Müsned, III. 313. 371...
[347] Müslim, Birr 32;£6û D&vûd, Ecleb 35: Tinnizî, Bin
18: İbn Mâce, Fiten 2; Müsned, II. 277, 360.
[348] Müslim, İman 225.
[349] Mâ I ikilere göre "belt; kesinlikle koparmak'
lafzı ile yn fr.ı bir defada yahut ayrı ayrı üç~ lafzı ile boşamak; Hanelilere
göre üç defa yahut bir bâin talâk ile boşamaktır... (Sn di Kbû Ceyb,
el-Kamüsu'l-Fıkkî, Beynıl 1408/1988, s. 31). Ayrıca bk. Buhâri, Talâk 11. 41:
Ebû Dâuûd, Talâk 10. İl 39: Tirmizî, Talâk 2, 5: Nesâi, Talâk 8, 10, 22: İbn Mâce,
Talâk 19..
[350] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/287-288
[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/288-289
[352] Bukârî, Menâkib 25, Menitkıbıfi-Ensâr 29, İkıâh J: Ebû
Dâvhd, C.ihJd 97; Müsnud, V,
109, 111, vi, 395-
[353] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, V, 172.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/289-291
[355] Kurtubî nin tercümeye esas aktığımız baskısına göre
ynpılncak olursa: "... korkulmaz* yerine korkulur' şeklinde olmalıdır.
Anc:ık bu hem mantıkî değildir; hem de Hanefî Mezhebine dnir fıkıh
kilapkırmchlti (meselâ, el-İlıtiyân II, 106-107) ifadelere uygun değildir.
Tercümede bu hıfzın bu şekilde kaydedilmesi bundandır.
[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/292
[357] Aynı zamanda: "... senin hakkında bir şey
söylemediğini bilir" anlamında
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/292-293
[359] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/293-294
[360] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/294
[361] Nesaî, Tahrimıı'd-Dem 15.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/295
[362] Kıyamet Günündeki Hz. Peygamberin Mahşerde bulunan
herkes hakkında yapacağı şefaate dair hadisteki belli bir konuma iş:ıret
edilmektedir. Meselâ bk, Müslim, iınan 326-327; Tirmizî, Sıfiıurl-Kıyiîme 10:
el-Mu'eeınu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Hadisi'n-Nebe-vi, II], 149, satır: 58 vd.
[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/296-297
[364] Mesel. Buhârî, Ezan 128: Müslim, Mesâcid 294-295:
Müsned, II, 239, 255... Hadisin geçtiği ciiğer yerler; en-Nis;1. 4/148-149.
âyelirt tefsirinde zikredilmişti.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/297-298
[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/299
[367] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/300
[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/300
[369] Yalan söyleyen dillerinizin niteleyegekliği şeyler
için... rınlnınında olur.
[370] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/300-301
[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/301-302
[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/302
[373] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/303
[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/303
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/304
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/304-305
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/305
[378] Buhâri, Cumııa 1. 12; Müslim, Cuınııa 19. 20; Nesâl,
Cumua 1; Müsned, II. 243. 249. 312.
[379] Müslim, Cumua 22, 23; Nesâî, Cuınııa 1; İbn Mâce,
lkametıı's-Salât 88
[380] Müslim, Cumua 21
[381] Müsned, II, 236. 388. 491.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/305-307
[383] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/307
[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/307
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/308
[386] Dârakutnî, W, 118
[387] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/308-309
[388] Dârakutnî, 111, 35
[389] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/309-310
[390] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/310
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/310
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/310-311